Tefsiri 2

Meali 6

Tefsiri 6

Meali 7

Tefsiri 7

Mealı 9

Tefsiri 9

Meâli 13

Tefsiri 13

Meali 17

Tefsiri 17

Meali 22

Tefsiri 22

Meali 25

Tefsiri 25

Meali 27

Tefsiri 27

Meali 30

Tefsir 31

Meali 32

Tefsiri 33

Meali 36

Tefsiri 37

Meali 40

Tefsiri 40

Meali 46

Tefsiri 46

Meali 49

Tefsiri 50

Meali 53

Tefsiri 53

Meali 55

Tefsiri 56

Meali 58

Tefsiri 59

Meali 62

Tefsiri 62

Meali 65

Tefsiri 66

Meali 69

Tefsiri 69

Meali 71

Tefsiri 71

Meali 75

Tefsiri 76

Meali 78

Tefsiri 79

Meali 82

Tefsiri 82

Meali 84

Tefsiri 85

Meali 87

Tefsiri 87

 

AL-İ İMRAN SÛRESİ

 

(Bu sûre Medine'de nazil olmuştur, 200 âyetten müteşekkildir.

 

1. Elif, Lâm, Mîm.

2. Allah, kendisinden başka hiçbir mabud bulunmayan bir tek ilâh­tır. Hay'dır (diridir), Kayyum'dur.

3. (Ey Peygamber!) O, sana Kitab'i, kendisinden önce gönderilen kitapları doğrulayan ve gerçekleri de açıklayan hak bir kitap olarak in­dirdi. Tevrat'ı ve İncil'i de O indirmiştir.

4. Bundan (Kur'an dan) önce insanlar için birer hidayet idiler. Ve Allah, Furkan'ı (Kur'an'ı) da indirdi. Doğrusu Allah'ın ayetlerini inkâr edenler için pek şiddetli bir azap vardır ve Allah, intikamı en güçlü olan ve üstün gelendir.

5. Şüphesiz ki gökte ve yerde olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.

6. Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur. O Azizdir, Hakimdir.

7. (Ey Muhammedi) Kitab'ı (Kur'an'ı) sana indiren O'dur. O'nun bir kısım ayetleri muhkemdir (açıktır). Bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabih (yoruma açık) ayetlerdir. Fakat kalplerinde eğrilik bulunan­lar sadece fitne çıkarmak ve te'vil etmek için müteşabih ayetlerle uğraşırlar. Oysa onların te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşip yüksek payeye erenler ise, "Biz onlara iman ettik. Hepsi de Rabbimizin katın-dandır." derler. Doğrusu bu inceliği ancak akıllı kimseler gereğince dü­şünüp anlarlar.

8. (İlimde derinleşip yüksek payeye erenler şöyle yakarırlar;) "Rab-bimiz! Bize doğru yolu gösterip bizi o yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! Katından bize rahmet bağışla! Muhakkak ki Sen lütfü en bol olansın.

9. "Rabbimiz! Geleceğinden asla şüphe olmayan günde muhakkak insanları toplayacakJSensin. Şüphesiz Allah sözünden asla caymaz."

10. Şüphesiz kâfirlerin malları da çocukları da (çevreleri) onları Allah'tan gelecek olan azaptan asla kurtaramayacaktır. İşte onlar cehen­nemin yakıtıdırlar.

11. (İşte bu kâfirlerin tutum ve davranışları tıpkı) Firavun hanedanı ile öncekilerin hali gibidir. Onlar da bizim ayetlerimizi yalanladılar. Allah da hemen onları günahları yüzünden yakalayıverdi. Allah cezalandırma­sı pek şiddetli olandır.

12. (Rasûlüm!) Kâfirlere de ki: "Pek yalan bir gelecekte siz mağlup olacak ve cehennemde de toplanacaksınız. Orası ne kötü kalınacak yerdir." [1]

 

Tefsiri

 

1 - Elif, Lâm, Mîm.

 

Önce kıraat açısından bunu ele alacağız. Daha sonra ikinci ayetin tefsirine geçeceğiz.

Bu, "Elif. Lâm. Mimellahu ..." olarak kıraat imamlarınca okunmuştur. Şöyle ki:

kavlindeki, harfi sakin olduğundan ve ondan sonra gelen, lâfz-ı celâldeki harfi de sakin olması sebebiyle, harfine fetha (üstün) bir hareke verilmiştir. Çünkü; iki sakin yani hareke­siz harf yan yana geldiğinden okunma zorluğu doğmuştur. Bu zorluğu önlemek için fetha harekesiyle harfi hareke!enmiştir. Fetha hareke­lerin en hafifi (kolayı) olması nedeniyle bu hareke verilmiştir. Ancak, "mîm" diye söylerken, mimden önce var olan ile ve harfin­den Önce gelen esreli göz önünde bulundurularak sondaki harfine esre harekesi verilmemiştir. Bunun da nedeni peş peşe esre harf­lerin gelmesinden sakınmaktır. Bir de, harfinin fetha ile harekelenmesi, harfi sakindir ve ondan Önceki harfi de sakindir diye de­ğildir. Eğer gerçekten böyle olmuş olsaydı bu takdirde, ifadesin­de geçen harfinin mutlak manada fetha olması gerekirdi, vacip olurdu. Bunun için: harfinin fetha harekesi, lâfz-ı celâlin başında yer alan hemze harfinin fetha (üstün) harekesidir, işte bu hareke harfinden alınıp harfine taşındı demek doğru olmaz. Çünkü; "Allah" lâfzının başında yer alan harfi, vasıl hemzesidir. Bu hemze geçiş halinde düşer, okunmaz. Dolayısıyla onunla beraber bu­nun harekesi de düşer. Eğer bu vasi 'sinin fetha harekesinin harfine nakli caiz olabilseydi, mutlaka nin kendisinin de yerinde kalması gerekirdi. Oysa vasi sinin gösterilmesi caiz değildir. Yani; yazılışta sabittir ve fakat kıraatte yoktur.

Ancak kıraat imamlarından Ebu Cafer Yezid ile A'şa diye şöhret kazanan Ebu Yusuf Yakub İbn Halife harfini sakin okumuşlar ya­ni, "Elif, lam, mim" olarak okumuşlardır. Bu iki kıraat imamı aynı za­manda, lâfzının başındaki harfini de harekeli olarak, tarzında kıraat etmişlerdir. Bu ikisinin dışında kalan kıraat imamları ise, vasletmişler ve haıfini de fetha ile okumuşlardır.[2]

 

2 - Allah, kendisinden başka hiçbir mabud bulunmayan bir tek ilâhtır. Hay'dır (diridir), Kayyum'dur.

 

 

mübtedadir. bunun haberidir. harfinin haberi muzmardır. Bunun takdiri efe şöyledir: 'Varlık aleminde O'ndan başka hiçbir şey yoktur."

zamiri raf mahallinde gelmiştir. Çünkü; ve isminin mahalli (yeri) bakımından ondan bedeldir. mahzuf bir mübtedanın haberidir. Yani bu, demektir. Ya da bu, zamirinden bedeldir.

kavli, vezninde (kalıbında) bir kelimedir. Kelime, fiilijıin kökünden türemedir. Bu da "adaleti ayakta tu­tan ve her nefsin kazandıklarına hükmeden, onlar üzerinde kaim olan " demektir. [3]

 

3 - (Ey Peygamber!) O, sana Kitab'ı, kendisinden önce gön­derilen kitapları doğrulayan ve gerçekleri de açıklayan hak bir kitap olarak indirdi. Tevrat'ı ve İncil'i de O indirmiştir.

 

"(Ey Peygamber!) 0, şano, Kitab'ı, kendisinden önce gönderilen kitapları doğrulayan ve gerçekleri de açıklayan hak bir kitap olarak indirdi."

Burada, takdirindedir. Kitap'tan amaç da Kur'an'dır. ise haldir. Yani, "Onu sabit ve kesin hak bir Kitap (Kur'an) olarak indirdi." demektir.

ise kendinden önce manasınadır. "Tevrat'ı, ve Incifi de O indirmiştir." Tevrat ve İncil isimleri ya-bancı olan yani Arapça olmayan iki isimdir. Tevrat ismi, keli­mesinden, incil ismi de isminden türemiştir. Ancak bu zoraki bir yorumlamadır. Bu kelimelerin kalıpları da şöyledir. Tevrat, kalıbmda, İncil de, kalıbında gelmiştir. Ancak bu isimlerin Arapça-laşmalarından sonra böyle olmaları doğru ve sahih kabul edilebilir. Bir de bu ayette Kitab'ın, (yani Kur'an'm) indirilmesiyle Tevrat ve İncil'in indi­rilmelerinde yer alan kelimeler farklı kalıplarda kullanılmıştır. Örneğin; Kitap için, ifadesi zikredildiği halde, Tevrat ve İncil için, ifadesi zikredilmiştir. Çünkü; Kur'an tek bir de­fada toplu hâlde indirilmemiştir. Kur'an 23 yıllık bir zaman dilimi içeri-sinde nazil olmuştur. Oysa Tevrat ile incil bir defada ve toplu hâlde na­zil olmuşlardır.[4]

 

4 - Bundan (Kur'an'dan) önce insanlar için birer hidayet idi­ler. Ve Allah, Furkan'ı (Kur'an'ı) da indirdi. Doğrusu Allah'ın ayet­lerini inkâr edenler için pek şiddetli bir azap vardır ve Allah, inti­kamı en güçlü olan ve üstün gelendir.

 

"Ki bunlar Kur'an'dan önce -Musa ile îsa'-nın kavmine veya tüm- insanlar için birer hidayet idiler." O "Ve Allah, Furkan'ı (Kur'an'ı) da indirdi.

Bu ayette yer alan, kelimesi, cins manasında ele alındığı takdirde, hak ile batılı birbirinden ayırdeden her ilâhi ve semavî kitap demektir. Ya da bununla denmek istenen, "Zebur" adındaki kitaptır. Ya da Kur'an'ın bir sıfatı olması bakımından ve onun değerini, şanını yücelt­mek anlamında Kur'an yerine olmak üzere bunu tekrarlamıştır.

"Doğrusu, Allah'ın ayet­lerini -indirilen kitaplarını ve daha başkaca şeyleri- inkâr edenler için pek şiddetli bir azap vardır." "Ve Allah intikamı en Bunun için, fiili kullanılmıştır.

güçlü olan ve üstün gelendir." Oldukça şiddetli ve ağır ceza verme yetkisi ve gücüne sahip olandır. Bu itibarla onun azabı ve cezası gibisi bir inti­kamı ve öç almayı asla hiçbir kimse güç yetiremez. [5]

 

5 - Şüphesiz ki, gökte ve yerde olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.

Ayette, "gök ve yer" ifadelerine yer verilmiş olmasının sebebi şu a-çıdandır: Allah kimler inkâr ediyor, kimler iman ediyor, onların hepsini bilir ve hepsine muttalidir ve dolayısıyla onları buna göre ya cezalandı­racak veya ödüllendirecektir, demektir. [6]

 

6 - Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O Aziz'dir (her şeye gücü yetendir) -kendi yarattığı alemlerde hükümrandır-, Hakim'dir (her hükmü bir hikmete dayalıdır) -Her işi bir hikmete bağlı olarak yerine getirir -.

 

Rivayete göre Mecranoğullarına (Hristiyanlarına) ait bir heyet Me­dine'ye gelmişti. Sayıları altmış kadar idi. Aralarında on dört kişi kadarı ileri gelenlerden idiler. Başlarında da bir emirleri, bir vezirleri bir de alimleri bulunuyordu. Emirleri Akib adında biri idi, vezirleri de Seyid diye andıkları Eyhem adında biri idi. Bir de papaz olan ve Ebu Harise diye anılan alimleri bulunuyordu. Bunlar Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) konusunda tar­tışmaya giriştiler ve:

"—Eğer İsa Allah'ın oğlu değilse, o halde babası kimdir, dediler. Bu­nun üzerine Rasûlullah (Sallalldhu Aleyhi'veSellem) kendilerine:

— Sis bilmez misiniz, bir çocuk olmasın ki babasına benzememiş ol­sun, diye söyledi. Gelen heyet:

  Elbette babasına benzer, dediler. Rasûlullah (Sallâhu Aleyhi ve Sellem) bu defa:

— Siz, Allah'ın Hayy (hep diri olan ve ölmeyen) olduğunu, İsa'nın ise öldüğünü bilmez misiniz? diye sordu. Oysa bizim Rabbimiz kullan üzerinde egemendir, onları ayakta tutan ve koruyan, nzık veren O'dur. İsa ise bunla­rın hiçbirisini yapmaya asla kadir değildir. Yerde ve gökte her ne varsa hiç­bir şey asla Allah'a gizli kalmaz, Allah hepsini bilir. Oysa İsa sadece kendi­sine öğretilenlerin dışında asla bir şey bilmez, bilemez. Kaldı ki; yüce Allah, İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirmiş, annesi de onu karnın­da taşımış ve daha sonra zamanı gelince de doğurmuş ve büyütmek üzere de emzirmiştir. İsa da yer, içer ve konuşurdu; çünkü o da hadistir, sonradan yaratılmadır. Oysa Rabbimiz bütün bunlardan münezzehtir."

İşte Rasûlullah';n bu konuşması karşısında hepsi seslerini kestiler, bir şey diyemediler. İşte bunlarla ilgili olmak üzere Âl-i İmran Suresinin başından itibaren seksen küsur ayet bunlarla ilgili olarak indirmiştir.[7]

 

7 - (Ey Muhammed!) Kitab'ı (Kur'an'ı) sana indiren O'dur. Onun bir kısım ayetleri muhkemdir (açıktır). Bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabih (yoruma açık) ayetlerdir. Fakat kalplerinde eğrilik bulunanlar sadece fitne çıkarmak ve te'vil etmek için müte­şabih ayetlerle uğraşırlar. Oysa onların te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşip yüksek payeye erenler ise, "Biz onlara iman ettik. Hepsi de Rabbimizin katındandır." derler. Doğrusu bu inceliği an­cak sağduyu sahibi akıllı kimseler gereğince düşünüp anlarlar.

 

"Ey Muhammedi Bu Kitab'ı (Kur'an'i) sana indiren O'dur, "Onun -Kitabın- bir kı­sım ayetleri muhkemdir (açıktır)." İbareleri net olarak anlaşılır durumda­dır. Çünkü; yanlış yorumlardan korunmuş, bir takım müteşabih anlamlara gelmekten korunma altına alınmıştır. Bu muhkem ayetlerde herhangi bir karışıklık söz konusu olmaz.

"Bunlar kitabın esasıdır." Müteşabih denilen ve anlaşılmaları kolay olmayan ayetler bu esas olan ayetlere göre değer­lendirilir ve anlaşılamamaları durumunda muhkem ayetlere başvurulur. "Bir kısım ayetler ise, mütesahihtir.  Farklı farklı ihti­malleri taşıdıklan gibi birçok benzer manada ifadeleri de içerirler. Örneğin;

"Rahman olan Allah Arş'ı istiva etti.[8]

ayetinde yer alan, kelimesi gibi. İstiva kelimesi, hem otunnak, hem güç ve kudret ve hem de istila gibi manalara gelir. Bir defa ilk mana olan, "oturma" manasına gelmez. Çünkü bu manaya gelmediğine dair el­de muhkem delil, ayet vardır. Bu muhkem delil ya da ayet şöyledir, Rabbimiz buyuruyor ki:

"O'nun (Allah'ın) benzeri hiçbir şey yoktur."[9]

Bir başka ifadeye göre muhkem, Allah'ın indirmiş olduğu her kita­bında emrettiği şeylerdir. Örneğin; Rabbimizin şu kavli gibi:

"De ki;  Gelin,  Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım..[10]."[11]

Yine Rabbimiz bir başka yerde de şöyle buyuruyor:

"Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ... kesin bir şekilde emretti," [12]ayeti ve devamındaki ayetler de yine aynı gerçeği dile getir­mektedir.

Müteşabih, muhkemin ötesinde olan, muhkem gibi bir kesinlik ifa­de etmeyen, demektir. Ya da müteşabih demek, tek bir ihtimalden başka bir şeye ihtimali olmayan yahut birçok yönlere göre ihtimali bulunan de­mektir. Ya da tevili.bilinen ve tevili bilinemeyen demektir. Ya da bu, kendisiyle amel olunan neshedici, yani nasih olan hüküm ile kendisiyle a-mel olunmayan mensuh (hükmü yürürlükten kaldırılan) demektir.

Ancak Kur'an'in tamamı muhkem olarak gelmedi. Çünkü; müteşa­bih olanlarda kimi imtihan edilmesi konusu vardır. Çünkü; bu hak üzere sabit olan ile, bu konuda yalpalayan arasındaki gerçeği ayirdetmek, ger­çek iman edenle imanında sıkıntısı olanı belirlemek içindir. Bir bu konu­da alimlerin kafa yormaları, fikir yürütmeleri, gerçek nedir, ne değildir açısından düşünerek bu alanda derinlemesine; akıllarını yorarcasma çalış­tırmaları istenmektedir. Sonuçta bunu muhkem olanlar ile değerlendire­rek gerçeğe ulaşmaları talep edilmektedir. Çünkü; müteşabih olanları so­nuçta muhkem olanlar çerçevesinde ele alıp değerlendirmekte gerçekten önemli ve güzel yararlar bulunmaktadır. Aynı şekilde birçok ilimler ka­zanmak ve Allah katında da üstün derecelere ermek demektir.

"Fakat kalplerinde eğrilik bulunanlar" Bu tür kimseler gerçekten bidat ehli olan sapıklardır. "sadece fdne çıkarmak ve onları farklı yorumlamak için mütekabili ayetlerle uğraşır dururlar." Bidat ehli sapıklar, hep muhkem olarak tatbik edilemeyecek olan müteşabih ayetleri günde­me getirirler ve kafaları hep onlara takılıp kalır. Bu arada hak ehlinden olan ve bir bakıma muhkem ile bir mutabakatı bulunan hükümlere yani müteşabih meselelere takılıp kalırlar. Çünkü; bidat ehlinin bu gibi mese­lelere takılıp kalmalarının amacı halkın inançlarını sarsmak ve dinleri hakkımda kafalarında bir şüphe ya da kuşku uyandırma ve onları hak olan doğru yoldan saptırmaktır. Çünkü; istedikleri şey, onu kendi kafala­rında oluşturdukları sapık bir manaya göre tevil edip yorumlamaktır.

"Oysa onların Le'o ilini ancak Allah bilir.'' Yani; asıl verilmesi gereken mana ve yapılması icabeden yorumunu ise yalnızca Allah bilir, Allah'tan başkası asla bilemez.

"ilimde derinle-şip yüksek payeye erenler ise: «Biz onlara iman etlik. Hepsi de Rabbinizin kalındandır,» derler." Gerçek anlamda bir ilmi ehliyete ulaşanlar, o nok­tada söz sahibi bulunanlar ve bu konu üzerinde durup meseleye dört elle sarılanlar var ya, işte onlar bunun için, "Biz onlara inandık, çünkü hepsi de Rabbimiz tarafından indirilmedir." derler.

Cumhur Ulema'ya göre, diye devam eden kısım ye-ni bir cümledir. Dolayısıyla cumhura göre, kavli üzerinde vak­fetmek, yani durmak gerekir. Bunlar müteşabihi de, Allah'ın, bilgisini, sadece kendisine ayırdığı ve kendisine özgü kıldığı ilim, diye yorumla­mışlardır. Cumhura göre bu, mübtedadır ve bunu haberi de, kavlidir. Yüce Allah bu kavliyle ilimde derinleşip yüksek payelere erişenleri senada bulunuyor ve onları imanlarındaki teslimiyetleri herhan­gi bir keyfiyeti araştırmaksızın bildirilen şeyin gerçekliliği-ne aynen iman etmeleri sebebiyle övüyor.

Müteşabih ayetlerin indirilmesindeki yarar ise şöyledir: Buna iman edip etmemeleri hususunu -ki kendisi zaten bilmektedir-, Allah'ın bunla­rın hak olduklarına ilişkin neyi murat ettiğine iman etmelerini belirlemek, ortaya koymasını sağlamaktır. Bir de bunun yanında beşer olarak insan aklının bilemeyeceği ve bilmesine akü erdirip o noktalara ulaşamayacağı, bu hususta akıllarının bu gerçekleri öğrenmede yetersiz kaldığını bildirmektir. Nitekim; Übeyy b. Ka'b'ın kıraati ile Abdul-lah b. Mesud'un, kıraati bu gerçeği teyid etmektedir.

Ancak bazı kıraat imamları ise, üzerinde durmamakta, yani vakfetmemektedirler. Bunlar, ilimde yüksek payeye erenlerin, üstün bir dereceye gelenlerin yani rusûh sahibi olanların da bunu bileceklerini söylemektedirler. O takdirde ise mana şöyle olmaktadır:

"Şu tevili bilenler var ya, işte onlar, «biz müteşabih olanlara veya Ki­taba iman ettik», derler."

"Bunların tamamı Rabbi/niz kalındandır"

"Doğrusu; ancak akıllı kimseler gere­ğince düşünüp anlarlar." Öğüt alırlar.

kelimesinin aslı, dür. ise akıl sahipleri demektir. Bu da ilimde yüksek manevi derecelere erenlerin zihin açısından ileri bir seviyeye geldiklerine, Rabbimin manevi lütfuna mazhar olduklarına ve makul, sağduyulu bir düşünceye sahip olduklarına işaretle onlar için bir övgüdür. kavli de, kavlinden hâldir. [13]

 

8 - (İlimde derinleşip yüksek payeye erenler şöyle yakanrlar:) 'Rabbimiz! Bize doğru yolu gösterip bizi o yola ilettikten -muhkem olanlarla amel edip müteşabih olanlara da teslimiyet gösterdikten- sonra kalplerimi­zi saptırma! -kalplerde şüphe yaratmak suretiyle gönüllerimizin haktan dönmesine fırsat verme!- Katından bize rahmet -nimet ver- ve merha­metinle -ona muvaffakiyet ve onda sebat etmemizi sağlamakla- muamele buyur! Çünkü; Sen gerçekten bol bol ikram edip -hibesi ve insanıyla-bağışlayansın."

 

Ayetin bu kısımları ilimde gerçekten üstün derecelere erenlere ait olan sözlerdir. Bunun aynı zamanda yeni bir cümle olarak değerlendirilme­si de mümkündür. Nitekim; bunu izleyen ayet de böyledir. O ayet de şudur: [14]

 

9 - "Rabbimiz! Geleceğinden asla şüphe olmayan günde mu­hakkak insanları toplayacak olan Sensin. Şüphesiz Allah sözünden asla caymaz." Onları gelmesinde asla bir şüphe ve kuşku duyulmayan hesap gününde veya ceza gününde kesin olarak toplayıp bir araya getire­ceksin. Mana şöyledir:

 

"Doğrusu ilâhtık ya da ilâh olabilme özelliği, sözünden caymakla, sözde durmamakla çelişki gösterir. Bu itibarla ilâh olan bir zat asla ve kat'a sözünden caymaz. O mutlak manada sözünde durur ve verdiği sözü de yerine getirir." Bu, esasen şu ifadeye benzer bir ifadedir. Gerçekten cömert olan kişi, asla kendisinden bir istekte bulunan kimseyi boş çevir­mez, hayal kırıklığına, uğratmaz. Dolayısıyla ayetin ifade ettiği mana da şöyle olmaktadır:

"Allah, Müslümanlara ve kâfirlere ne gibi bir söz vermiş ise, sevap ve cezalandırma olarak asla bunlardan caymaz, kesinlikle bunları yerine getirir." [15]

 

10 - Şüphesiz -Allah Rasûlünü reddeden- kâfirlerin mallan da çocukları da (çevreleri) onları Allah'tan gelecek olan azaptan asla kur­taramayacaktır -kendilerine bir fayda getirmeyecek ve azaba da mani olamayacaklardır-. İşte onlar cehennemin yakıtıdırlar, odunudurlar. [16]

 

11 - (İşte bu kâfirlerin tutum ve davranışları tıpkı) Firavun hane­danı ile daha önceki inkarcıların hali gibidir. Onlar da bizim ayetle­rimizi ve hükümlerimizi yalanladılar. Allah da hemen onları -işledik­leri- günahları üzerinde suçüstü yakalayıverdi. Allah cezalandırma­sı pek şiddetli olandır.

 

Ayette geçen, hal, durum, herhangi bir işteki tutum ve dav­ranış demektir. Herhangi bir işte veya şeydeki çaba ve gayreti, çalışması ve elde ettiği şey, demektir. Yani bu, genel manada iş ve durum olarak insanm yaptığı fiiller manasına gelir.

kavlinde yer alan, harfi, mahallen merfudur. Takdi­ri de şöyledir: "Hakk'ı yalanlama konusunda şu kâfirlerin hali tıpkı kendi­lerinden önce geçen Firavun hanedanı ile onlar gibi daha önce geçen diğer kâfirlerin halleri gibidir."

Ya da bu, nasb edatıyla mahallen mansubdur. Yani, "Onları .... kurtaramayacaktır. Tıpkı şu kimselerin kurtulamadıkları, varlıklarının bir yararı olmadığı gibi" demektir.

Kıraat imamlarından Ebu Amr, kelimesini Kur'an'in ge-çen her yerinde 'siz olarak olarak okumuştur.

kavli ise, yaptıkları şeyler veya onlara yapılanlar açısından, kavlini açıklamaktadır. Adeta onların durumlarını sor-gulayan mukadder bir sualin cevabı niteliğindedir. Aynı zamanda bunun hal olması da caizdir. Yani, "yalanlamış oldukları halde" demektir.

Bir de, denir ki bu, Yani onu bundan dolayı yakalayıp cezalandırdım demektir.

"Allah, cezalandırması pek şiddetti olandır." Buradaki izafet, izafet-i gayrimahzadır. Yani; bu şekil itibariyle bir izafet olup hakikat ya da gerçek manada bir izafet terkibi değildir. [17]

 

12 - (Rasûlüm!) Kâfirlere de ki: "Pek yakın bir gelecekte siz mağlup olacak ve cehennemde de toplanacaksınız. Orası ne kötü ka­lınacak bir yerdir."

 

Yani; karar kılacakları, yerleşip kalacakları yer olan cehennem ne kötü bir yerdir.

Ayette her ne kadar Mekke müşrikleri denmek isteniyorsa da, bu, her türden, renk ve boyadan kâfiri içermektedir.

Yine yakın bir gelecekte yenilecek olanların her ne kadar Bedir sa­vaşında yenilen kâfirlerden söz ediliyor ise de, bu ayını zamanda tıpkı Mekke'de mağdur ve mazlum kalıp hicret etmek zorunda bırakılan o al­tın nesil gibi, nesiller her şeye rağmen oldukça pek yakın bir gelecekte yenileceklerini Rabbimiz burada onların şahısında tüm mazlum Müslü­manlara müjde vermektedir. Ebu Cehil ve benzeri kimselerin şahsında da kâfirlerin sonlarını bildiriyor.

kelimesi, dipsiz kuyu manasında olup, kelimesinden alınmadır. Ayrıca kıraat imamlarından Hamza ve Ali, kelimesiyle, kelimesini harfiyle değil de, harfiy­le, ve olarak kıraat etmişledir. [18]

 

Meali

 

13. Şüphesiz karşı karşıyla gelen iki toplulukta sizin için büyük bir ders vardır. (Bunlardan) biri Allah yolunda savaşan bir topluluktu, diğeri de kâfir bir topluluktu. (Müşrikler) Müslümanları kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Doğrusu bun­da uzağı görebilen basiret erbabı için çıkarılacak büyük bir ders vardır. [19]

 

Tefsiri

 

Aslında bu hitap Mekkeli Kureyş müşriklerine olmakla birlikte genelde tüm kâfir ve müşrikleredir. "Şüphesiz karşı karşıyla gelen iki top­lulukla sizin için büyük bir ders vardır. Bunlardan biri Allah yolunda sa­vaşan -mü'min- bir topluluktu, diğeri de kâfir bir topluluktu."

"(Müşrikler) Müslümanları kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı." Yani; müşrikler Müslümanların sayılarını tıpkı kendilerininki gibi iki bin olarak veya (savaşa katılan) Müslüman­ların 313 olan sayılarını iki kat olarak görüyorlardı. Çünkü, yüce Allah, Müslümanların sayılarının, müşriklerin sayılarından oldukça az olmasına rağmen, müşrikler korksun için Müslümanların sayılarını düşmanlarının gözlerinde kat kat olarak göstermiştir ki; müşrikler Müslümanlarla girişe­cekleri bir savaşta korksunlar istenmiştir.

Kıraat imamlarından Nafı de, kavlini, harfiyle, olarak okumuştur. Yani: "Ey Kureyş müşrikleri! Siz Müslü­manların sayısını tıpkı kâfir olan toplumunuzun sayısı gibi iki katı olarak göreceksiniz-" Veya, "Kendilerinin olduğunun iki katı gibi görecelisiniz." Ancak burada ele alınıp anlatılanlar, Enfal Suresinde yer alan, "Sizi on­ların gözlerinde az gösteriyor." [20]ile herhangi bir çelişki meydana geti­riyor değildir. Çünkü; ilk başta onlar ötekilerin gözlerinde oldukça az bir sayı olarak gösterildi ki; böylece onlara karşı saldırabilme cesaretini ka­zansınlar istenmiştir. Ne zamanki toplanıp savaş için bir araya geldikler, ta ki onları yenene dek hep onların gözlerinde sayıca oldukça çok olarak gösterildiler. Burada azlık ve çokluk durumları iki farklı durum açısın­dandır. Bunun benzeri farklı durumlarda ve konumlarda meydana gelen olaylara göre değerlendirilir. Nitekim, Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"İşte o gün insanlara da cinlere de günahları sorulmaz." [21]

Özellikle burada dikkat çekilen nokta kıyamet gününde mahşer ala­nında herkes simalarından tanınacaklarından bu bakımdan onlara bir şey sorulmayacaktır, demektir. Dolayısıyla bu ayetin tefsirinde her şey orta­ma göre değerlendirilirden maksat bu ve benzeri şeylerdir. Nitekim; bir diğer ayetde de Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Onları tutuklayın, çünkü onlar sorgulanacaklardır." [22]

Onların gözünde kimi zaman çok bir sayı olarak gösterilmesi ve ki­mi zaman da az sayıda gösterilmeleri, gücün gösterilmesini, yüce Allah'­ın kudretini daha net olarak ve mübalağalı ya da beliğ bir tarzda ortaya koymaktadır. Ayetin ya da mucizenin açık bir şekilde gösterilmesidir.

Ayette yer alan, kavli hal olarak mansubdur. Çünkü bu, bizzat gözle görülme olayıdır. Çünkü bunu, kavlinden öğ-renmekteyiz. Delil burasıdır. Yani; "Apaçık bir şekilde çıplak gözlerle, arada herhangi bir şey olmaksızın gördüler. " demektir.

"Allah dilediğini yardımıyla des-tekler." Nitekim; Bedir ehlinin sayılarını düşmanlarının gözünde çok gös­tererek onlara destek verdiği gibi bu samimiyette olan her mü'rnini de bu manada destekleyecektir. "Doğrusu bun-da -az sayıdakileri çok sayıda göstermede- basiret erbabı için büyük bir ders -öğüt- Dardır." [23]

 

Meali

 

14. Şehevî isteklere, kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma ve damgalı güzel atlara, hayvanlara ve ekine olan düş­künlük insanlar için cazip hale getirildi. Oysa bütün bunlar bu dünya ha­yatının metaıdır. Fakat en güzel varılacak yer Allah katında olanıdır.

15. (Habibim, onlara) de ki: "Size tüm bunlardan çok daha hayırlı ve üstün olan şeyleri bildireyim mi? Doğrusu takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları cen­netler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah kullarını görür."

16. "Rabbimiz! Biz kesin olarak iman ettik. Kusurlarımızı bağışla. Ve bizi cehennem ateşinin azabından koru!" diyenler,

17. (Onlar) sabredenler, dosdoğru olanlar, (Allah'a) itaat edenler, Allah yolunda infak edenler ve seher vakitlerinde Allah'tan mağfiret dile­yenlerdir." [24]

 

Tefsiri

 

14 - Şehevî isteklere, kadınlara, oğullara, kantar kantar yığıl­mış altın ve gümüşe, salma ve damgalı güzel atlara, hayvanlara ve ekine olan düşkünlük insanlar için cazip hale getirildi. Oysa bütün bunlar bu dünya hayatının metaldir. Fakat en güzel varılacak yer Allah katında olanıdır.

 

"Şehevî isteklere, .... olan düşkünlük in­sanlar için cazip hale getirildi." Cumhura göre bunları insanlara süslü ve cazip olarak gösteren bizzat yüce Allah'ın kendisidir. Nitekim; Rabbimiz bir başka kavlinde şöyle buyurmaktadır:

"Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneye­lim diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir ziynet yaptık."[25]

Nitekim; İmam Mücahid'in kıraati de ayrıca zaten bunun delilidir.

O bunu, olarak malum şeklinde okumuştur. Ancak Hasan Basri ise, süslü ve cazip halde gösteren şeytandır, demiştir.

Şehvet, nefsin bir şeyi şiddetle çekmesi, aşın olarak istemesi de­mektir. Özellikle ayette kimi şeylerden söz edilerek ele alınmış olması, insanların bu gibi şeylere aşın olan düşkünlüklerinden ve arzu etmelerin-dendir. Veya bunlara şehevat olarak isim verilmiş olması, bunların olduk­ça basit ve önemsiz şeyler olduğunu demek ve murat etmek istediğin-dendir. Çünkü; şehvet denen şey, esasen bilge kimseler açısından pek de uygun kabul edilmeyen rezilce şeylerdir. Yani; insanı rezil edebilecek konumlara ve komikliklere düşürecek önemsiz ve basit şeylerdir. Dolayı­sıyla şehevî duyguların ve burada tek tek sayılan şeylerin esiri konumuna gelenler yerilmeyi, uyarılmayı hakkeden kimseler demektir. Çünkü; bun­lar kendi adlarına bir tür behimî ya da"hayvanca bir yaşantıyı kabullen­mişlerdir, demektir.  

'kadınlara ve cariyelere-, oğullara,..." Bura­da, kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Burada bu ifade ile "erkek çocuklar" kas do Umurken, Kur'an'ın başka yerlerinde geçen bu ifade hem erkek ve hem kız çocuklarını kapsamaktadır. Yani; genel ola­rak çocuklar, demektir. Çünkü doğal olarak insanlar hep erkek çocukları olsun isterler. Kaldı ki; erkek çocuklar bir bakıma insanın geleceğidir ve ailesini ya da toplumunu savunmaları için onlardan yararlanılır.

"kantar, kanttır yığılmış allın ve gümüşe," Ayette yer alan, kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu da "oldukça çokça ma! ve varlık" demektir. Bir yo­ruma göre de bu, "bir sığır tulumu dolusu altın ve gümüş" ya da, "yüz bin dinar" demektir.

İslâm'ın geldiği ilk dönemlerde Mekke'de gerçekten yüklerle ya da kasalarla ifade edilecek mal varlığına sahip yüz kadar kişi vardı.

kasalarda veya belli yerlerde saklanıp gizli tutulan, def-nedilen manasınadır. Burada, altın manasına gelen, kelimesiyle meselenin isimlendirilmesinin sebebi, bunun harcama yoluyla çabucak elden çıkıp yok olmasındandır. yani gümüş ismini alması ise, bunun da yine infak ve harcama yoluyla dağılıp gitmesi nedeniyledir. Çünkü; kelimesi ayırma ve dağılma manasınadır. Nitekim; diğeri de, kelimesinden alınmadır ki o da gitmek anlamına gelir.

"Salma ve damgalı, güzel allara," Yine burada, diye isimlendirilmesi, yürürken adeta böbürlenerek, büyüklük göstererek yürümesi nedeniyle bu isim verilmiştir.

damgalanmış, özel işaret vurulmuş, belirlenmiş mana­sınadır ki, kelime, kelimesinden türemedir. Bu da alâmet, be­lirti demektir. Ya da bu, meraya yaylıma bırakılan serbest atlar demektir. Nitekim, da bu manadadır.

"...hayvanlara ve ekine olan düşkünlük insanlar için cazip hale getirildi." Ayette geçen, kavlinden kasıt ileride bir başka surede göreceğimiz gibi erkekli ve dişili olmak üzere sekiz sınıf hayvan kastedilmektedir. Yani; deve, sığır, koyun ve keçi, ki bunlar er­kekli dişili sekiz sınıf oluştururlar.

"Oysa bütün bunlar -bu sayılan şeylerbu dünya hayalının metaldir." Çünkü insan dünyada bunlardan yararlanır.   "Fakal en. güzel varılacak yer Allah kalında olanıdır."

Daha sonra Rabbimiz onları dünyadan uzaklaştırarak bir başka ale­me götürerek şöyle buyurdu: [26]

 

15 - (Habibim, onlara) de ki: "Size tüm bunlardan çok daha ha­yırlı ve üstün olan şeyleri bildireyim mi? Doğrusu takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Kaldı ki; Allah kullarını görür."

 

"(Habibim! Onlara) de ki: Size ilim bunlardan çok daha hayırlı ve üstün olan şeyleri bildireyim mi?" Yani; yukanda sayılan ve insanlara cazip gelen şeylerden... Doğrusu takva sahipleri için Rableri kalında alımdan uma/dar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları cennetler," Bu, yeni ve açıklayıcı mahiyette olan bir cümledir. Burada in­sanlar için nelerin daha hayırlı olabileceklerine ait delil verilmektedir, yol gösterilmektedir.

Ayette geçen, kelimesi mübteda yani öznedir. kavli ise bunun haberidir. kavli de, kavlinin sıfatıdır. Diğer taraftan, kavlindeki har­finin, kelimesine taallûku da caizdir. Özellikle takva sahiplerin-den tahsisle söz edilmiş olması, burada sayılan nimetlerden yararlanacak olanların bu kimseler olması nedeniyledir. kavlinin merfu ola­rak gelmesi ise, bunun, olarak takdir edilmesindendir. Bir de bu kelimeyi, kavlinden bedel olarak kabul edenlere göre kelimesini cer ile olcuyanlar da var ki, onların bu okuyuşunu ış-te'bu bedel olma hali destekliyor.

"tertemiz eşler ve Allah'ın rızası var­dır." Allah'ın rızasına ve hoşnutluğuna ermek vardır. "Kaldı, ki; Allah kullarını görür." [27]

 

16 - "Rabbimiz! Biz -senin davetine icabet ederek- kesin olarak iman ettik. Kusurlarımızı -verdiğin söze göre- bağışla. Ve bizi -faz­lınla- cehennem ateşinin azabından koru!" diyenler,

 

kavli medih üzere mansubdur veya merfudur. Ya da "takva sahiplerinin" sıfatı olarak mecrurdur. Ya da, kelime­sinin sıfatı olarak mecrurdur. [28]

 

17 - (Onlar) sabredenler, dosdoğru olanlar, (Allah'a) itaat eden­ler, Allah yolunda infak edenler ve seher vakitlerinde Allah'tan mağ­firet dileyenlerdir."

 

"Onlar sabredenler," Allah'a taatte, musibetlere ve felâ-ketlere dayanmada hep sabrederler. kavli de yine medih üzere mansubdur. "dosdoğru olanlar" Hep söz olarak haktan haber veririler, hükümlerin gerektirdiği şekilde amelleri fiilen yerine ge­tirirler ve kesin bir kararlılıkla ve niyetle hakka ve gerçeğe sarılırlar. "(Allah'a) itaat edenler," içtenlikle ve sadakatle yalvarıp yakaran, dua edenler, itaat edenler, "Allah yolunda, infak eden­ler" tasadduku elden bırakmayıp ihtiyaç sahiplerinin dertlerine derman olanlar, "ve seher vakitlerinde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir" Hep Allah'tan affedilmelerini isteyenlerdir. Özellikle bura­da "seher vaktine" dikkat çekilmesinin bir nedeni vardır. Bu, dualara en çok icabet olunan bir vakittir ya da duaların en çok kabul edildiği vakit olmasındandır. Çünkü bu, halvet vaktidir. Zira herkesin uyumakta olduğu bir sırada, sıcak yatağından kalkarak Rabbine dilekçe sunmak, ağlayarak derdini ve problemini O'na aktarmak gibi nafile bir ibadet yoktur. Nite­kim; Hz Lokman (Aleyhi's-Selâm) oğluna şöyle bir öğütte bulunuyor:

"Ey oğul! Seher vaktinde uyanıp öten horoz senden daha erken ve akıllıca davranıp kalkmasın, sen ondan önce davran, sakın o öterken sen misil mışıl uyumayasm."

Sıfat ya nitelikler arasında yer alan ve bir bağ edatı olan harfi, burada bu özellikleri taşıyan kimselerin taşıdıkları bu niteliklerin her biri açısından ayrı ayrı bir kemale, özelliğe ve üstünlüğe delâlet olsun içindir. Aynı zamanda her bir nitelik ya da özelliğin övme ya da medih konusun­da bağımsız birer sıfat olduklarını, bu açıdan birinin diğeriyle bağlı olma­dığını bildirmek ve öğretmek içindir. [29]

 

Mealı

 

18. Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de (Allah'tan başka ilâh olmadığına) adaletle şahitlik ettiler. Azîz ve Hakim olan Allah'tan başka ilâh yoktur.

19. Allah katında (tek makbul) din İslâm'dır. Ancak kitap ehli ken­dilerine ilim (gerçekler) geldikten (bildirildikten) sonra sadece araların­daki haset ve azgınlık sebebiyle ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetleri­ni inkâr ederse, bilsin ki; Allah hesabı çok çabuk görendir.

20. Eğer seninle tartışırlarsa (onlara) de ki: "Bana uyup iman eden­lerle birlikte ben, kendimi tamamiyle Allah'a adayıp teslim ettim." Ve yi­ne kitap ehline ve ümmî olanlara de ki: "Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?" Eğer kabul ederlerse, kesin olarak hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirir­lerse, senin üzerine düşen yalnızca tebliğ etmektir. Allah kullarının her haline vakıftır.

21. Doğrusu, Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri hak­sız yere öldürenler ve bir de halka adaleti emredenleri öldürenler var ya, işte onlara çok acıklı bir azabı müjdele!

22. Onların tüm yaptıkları hem dünyada ve hem ahirette boşa git­miştir, onların hiçbir yardımcısı da yoktur.

23. (Ey Peygamber!) Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri gör­medin mi ki, aralarında hüküm verilmesi için Allah'ın kitabına çağrılıyor­lar da sonra aralarından bir grup bundan cayarak bu hükme sırt çeviriyor.

24. Bunun sebebi, "Bize sayılı birkaç günden başka cehennem ateşi dokunmayacaktır." demeleridir. Gerçekten dinleri konusunda uyduragel-dikleri şey onları bu hususta yanılgıya düşürmüştür.

25. Asla şüphe bulunmayan kıyamet gününde onları topladığımızda acaba halleri nice olur ki? Ve o günde hiçbir kimseye asla haksızlık edil­meksizin herkesin kazandığı kendilerine tastamam verilecektir. [30]

 

Tefsiri

 

18 - Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de Allah'tan başka ilâh olmadığına adalet­le şahitlik ettiler. Azîz ve Hakim olan Allah'tan başka ilâh yoktur.

 

"Allah, kendisinden başka ilâh olmadı-ğma şahitlik etti. Burada mana olarak hükmetti ve dedi,-söyledi manalarına gelir.

 "Melekler (de) ..." Burada geçen "Melekler de" kavli ise, "Onlar açıkça da görmüş oldukları yüce Allah 'in muazzam kudreti karşısında gördükleri gerçeklere ve o muazzam kudretin sahibi dışında bir başka ilâh olmadığına tanıklık ettiler. " demektir.

"ce ilim sahipleri de Allah'tan başka ilâh olmadığına adaletle şahitlik etliler.." Ayetin bu kısmında yer alan, kavlinden murat peygamberleri ilim adamları ve inanmış bilgili kimseler, demektir. kavli de, dağıtılan ya da tak­sim edilmiş olan nzık ve eceller konusunda Allah'ın yaratmış olduğu ger­çeğin dışına çıkarak adalet sınırlarını çiğnemezler. Allah'ın dağıttığı se­vap olsun, ya da amellere göre cezalandırması olsun bu hususlarda da adalet ölçüsünün dışına taşmazlar.

Aynı şekilde Rabbimizin kullarının bir birlerine karşı acımaları ve insaf ölçülerini çiğnememeleri, aralarındaki meselelerde eşitlik esaslarını ayakları altına almamaları konusunda adalet ölçüleri içerisinde hareket edenler demektir.

kelimesi Allah isminden müekked haldir veya, bu, zamirinden haldir. Bilindiği gibi iki çeşit hal vardır. Bunlardan biri, müekkidedir, ki zilhalden ayrılmaz. Diğeri de mütehavvile veya muntakile adını alır ki, burası yeri olmadığından detaylarına inmek istemiyoruz.

Ya da bunun iki matuf kılmaksızın halin nasbıyla ifradı da, yani bu manada müfret olması da caizdir. Örneğin; Arapça olarak, diyecek olursan bu, caiz olmaz. Çünkü; aralarında bir il-bas yani bir anlaşılamayan taraf yoktur. Zira her ikisi de erkektir. Fakat, diyecek olursan bu, caizdir. Çünkü burada Zeydi, Hind'den ayıran özellik onun erkek olmasıdır. Ya da, kelimesi medih üzere mansubdur.

Bir de âyette, kavli iki kez geçti ki bu, te'kit maksa­dıyladır.

"Azîz ve Hakim olan Allah'tan başka ilâh yoklar."

Ayetin sonunda yer alan, kavli, istinaf cümlesi ya-ni yeni bir cümle olarak merfudur. Yani bu, demektir. Yoksu bu, zamirinin bir vasfı yani sıfatı demek değildir. Çünkü zamirler tavsif olunamazlar (nitelenemezler). Dolayısıyla, "yenilmeyen, her an üstün ve güçlü olan" demektir. ise asla haktan dönme-yen, taviz vermeyeni manasınadır. [31]

 

19 - Allah katında (tek makbul) din İslâm'dır. Ancak kitap ehli kendilerine ilim (gerçekler) geldikten (bildirildikten) sonra sadece ara­larındaki haset ve azgınlık sebebiyle ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki; Allah hesabı çok çabuk görendir.

 

 "Allah kalında (tek makbul) din İslâm'dır" Bu bir cümleyi, müstenefedir yani mübteda olan bir cümledir yoksa bu açıklama mahiyetinde olan bir istinaf cümlesi, yeni bir cümle değildir. Burada, kavlindeki, edatı hemzenin fethiyle, kıraat imamı olan, Ali Kisai tarafından, şeklinde okunmuştur. Bu da, kavlinden bedel yapılmak suretiyle böyle okun­muştur. Yani mana şöyledir: "Allah katında gerçek inanılacak dinin İslâm olduğuna Allah şahitlik etti."

Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir hadislerinde şöyle buyur­muşlardır:

"Her kim bu ayeti uyuyacağı sırada okursa, işte bundan dolayı Allah, yetmişbin varlık yaratır. Bu yaratılanlar ta kıyamet gününe kadar onun ba­ğışlanması için Allah'tan mağfiret dilerler. Her kim de bu ayeti okuduktan sonra ben de Allah'ın kendisine bunu şahit kıldığı şeylerle şahitlikte buluna­cağım ve ben bu ğahitliği Allah'a havale buyuracağım. Çünkü bu, yarın Al­lah katında benim için bir vedia (emanet), depozito olacaktır. Kıyamet gü­nünde Allah şöyle buyuracaktır: Kuşkusuz kulumun benim katımda emanet olarak duran bir sözü (ahdi) bulunmaktadır. Oysa ben verdiği sözü yerine getirmede vafara en çok lâyık olanım. Bu bakımdan bu kulumu cennete so­kun hele!"[32]

"Ancak kitap ehli kendilerine ilim geldikten (bildirildikten) sonra sadece aralarındaki haset ve azgınlık sebebiyle ayrılığa düştüler."

Kitap ehlinden kasıt Yahudi ve Hristiyanlardan olanlardır. İhtilâfa ve anlaşmazlığa düştükleri nokta ise, her iki kesim de Tevhid dini olan İslâm'ı terk ettiler, kabul etmediler. Nasara denilen Hristiyanlar teslis, yani üç ilâh inancına sarıldılar. Yahudiler ise, Uzeyir Allah'ın oğludur, dediler.

ile bildirilen gerçek ise, kendisinde asla bir yanlışlık ve eğrilik bulunmayan hak din olan İslâm'dır.

demek, aralarında baş gösteren ihtilâf ve ayrılık sırf birbirlerini çekememeleri ve haset etmeleri sebebiyledir. Çünkü; her iki toplum da liderlik peşinde ve baş olma davasmdadırlar, hepsi de dünyalık çıkar kaygısıyla hareket etmektedirler. Çünkü; her iki toplumda bir takım insanları peşlerine takarak ve onları aldatarak hakkın kendilerinde olduğu yalanını savunuyorlardı. Oysaki İslâm'ın hak dini oluşunda şüphe olma­dığı gibi onlar da zaten bunda şüphe etmiyorlardı. Çıkarları ve menfaat­leri öyle gerektirdiğinden dolayı böyle yanlış ve batıl bir yol izliyorlardı.

Ancak bir yoruma göre bunlar, Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) in peygamberliği konusunda ihtilâf edip duruyorlardı tartışma bunu üzerinde idi. Çünkü; kimisi onun peygamberliğini kabul ediyor ve kimisi de red ediyordu.

Bir yoruma göre de, bu ihtilâfa düşenler Nasara dediğimiz Hristi-yanlardır. Çünkü; kendilerine gerçek bilgi geldikten ve onun da Allah'ın bir kulu olduğunu öğrendikten sonra işte bu gerçeğe rağmen onun hak­kında ihtilâfa düştüle'r. Teslis inancım savundular.

 "Kim Allah'ın ayet­lerini -hüccet ve delilleri, kanıtlan- inkâr ederse, bilsin ki; Allah hesabı çok çabuk görendir." Cezayı pek hızlı olarak uygulayandır. [33]

 

20 - Eğer seninle tartışırlarsa (onlara) de ki: "Bana uyup iman edenlerle birlilikte ben, kendimi tamamiyle Allah'a adayıp teslim ettim." Ve yine kitap ehline ve ümmî olanlara de ki: "Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?" Eğer kabul ederlerse, kesin olarak hidayete ermiş­lerdir- Eğer yüz çevirirlerse, senin üzerine düşen yalnızca tebliğ et­mektir. Allah kullarının her haline vakıftır.

 

"Eğer seninle larli-strlarsa," Yani; hak din İslâm'dır, konusunda seninle tartışıp mücadele ederlerse. Burada bu konu ile ilgili olarak Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile tartışan ve mücadele edenle­rin cumhura göre Necran oğullarına mensup Hristiyanlarıdır.

"(onlara) de ki: Bana uyup iman edenlerle birlikle ben, kendimi lanıamiyie Allah'a adayıp teslim eltim."

De ki ben varlığımı ihlâs ile ve tümüyle kendimi bir tek olan Allah'a tes­lim ederek Müslüman oldum. Allah'a ibadet etmekle birilikte kesinlikle bu konuda bir başkasını O'na ortak koşmadım. Allah ile birlikte bir başka ilâhı çağırıp ona dua ile onu mabud edinmedim. Yani; kısaca benim dinim tevhid dinidir. Bir tek Allah'a iman etme dinidir. Ki bu din, en sağlam ve her şüpheden uzak olan tek dindir. Nitekim; bu gerçek benim tarafımdan böyle olduğu bilinmenin yanında zaten sizin de tarafınızdan bilinmek­tedir. Ben gerçekten yeni ve aykırı bir şey getirmiş değilim ki bu konuda kalkıp benimle tartışıp mücadele edesiniz?...

Diğer taraftan-bunun bir benzeri ayet de yine tefsirini yaptığımız bu surede yer alan şu ayettir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"(Ey Peygamber) de ki: Ey kitap ehli, bizim de sisin de üzerinize inen tüm semavî kitaplarda inen eşit ve ortak olan noktada gelin birleşelim; Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na eş koşarak asla hiçbir şeyi kendisine denk edinmeyelim. Allah'ı bırakarak kimi­miz kimimizi rab edinmesin. Eğer kabul etmeyip yüz çevirirlerse, şöyle deyin: "Şahit olun ki; biz Allah'ın her hükmünü kesin olarak kabul eden Müslümanları.[34]

İşte bu ayet, onların üzerinde bulundukları inançlarını ve savuna-geldikleri şeyleri reddetmektedir.

Bir de Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte onun ya­nında yer alan mü'minler de hiçbir şüphe ve kuşkuya yer vermeksizin ay­nen teslim olmuşlardır. O halde bu konuda tartışmanın ne anlamı var söy­letebilir misiniz?

Kıraat imamlarından Nafı, Ebu Cafer, İbn Amir, Hafs, A'şa (Ebu Yusuf Yakup b. Halife) ve Burcumi (Abdülhamit b. Salih), kavlini gördüğünüz gibi, olarak harfinin fethasıyla okumuşlardır. Bu imamların dışında kalan İbn Kesir, Ebu Amr, Asım, Hamza, Kisai, Yakup, Hadrami ve Halef ise harfinin sükunu ile, olarak kıraat etmişlerdir.[35]

kavli ise, kavlindeki harfi üzerine atfolunmuştur. Yani; bu demektir ki,. "Ben ve bana uyanlar teslim olduk." demektir. Ayrıca bu kelimenin mef ul ile ayrılması da nahiv açısından güzeldir.

Diğer taraftan kavlindeki harfinin "ile-bera-ber" manasına gelen, manasında olması da caizdir. Böyle olması halinde bu kelime mef'ul-ü meah olur. Bu kelime, olarak okunduğu gibi, olarak da okunabilir. Yani; hem vasi (ge-çiş) ve hem vakf (duruş) halinde de böyle okunabilir, caizdir. Bunu her iki halde caiz görenler kıraat imamlarından Sehl b. Muhammed ile Yakup b. İshak'tır. Ancak kıraat imamlarından olan Ebu Amr ise bu iki imama sadece vasi okuyuşu halinde katılmıştır.

"Veyine kitap ehline ve ümmi olanlara -Kendilerinin herhangi ilâhi bir kitabı olmayan müşrik Araplara- de ki: Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?"

Buradaki, kavlinde iki hemze yer almaktadır. Bunu bu şekilde okuyan kıraat imamları Küfe kıraat okulu mensuplarıdırlar.

Yani bunu manası şöyledir: "Çok açık ve net delillere dayalı olarak İslâm'ın hak olduğu gerçeği size geldi ve bildirildi. Siz bu gerçekler kar­şısında İslâm'ı kabul ettiniz mi? Yoksa siz hâlâ küfrünüz üzere direnip kalmakta mısınız?"

Bir diğer yoruma göre bu lâfız bir soru lâfzıdır, mana itibariyle de emir anlamındadır. Yani, "Hemen Müslüman olun!" Ya da "İslâm dinine girin!" demektir. Bu adeta, şu ayetteki ifadeye benzer bir ifadedir:

"Artık vazgeçtiniz mi?"[36]

Bu her ne kadar meallerde ve burada da bizim yaptığımız gibi soru olarak görüyorsanız da esasen bunun manası,  "vazgeçin" şek­linde emir manasınadır. İşte yukarıdaki ayette de, olarak soru şeklinde gelmiş ise de bu, "Müslüman olun, İslâm'a girin." demektir.

"Eğer İslâm dinini kabul ederlerse, kesin olarak hidayete ermişlerdir." Bu demektir ki; irşat olmuşlardır ve böylece sapıklıktan kurtulup hak yolu bulmuşlardır. "Eğer yüz çevirirlerse, senin üzerine düsen yalnızca tebliğ etmektir." Yani; onlar sana hiçbir şey yapamazlar ve zarar da veremezler. Çünkü sen uyaran bir elçisin. Bu itibarla senin vazifen risaleti ve yüklendiğin mesajı tebliğ etmek, iletmek ve bildirmektir. Bir de hidayet yolunu göste­rip bu hususta onları uyarmandır.

"Allah kullarının her haline vakıftır." Müslüman iseler, bundan dolayı onları mükâfatlandıracak, kâfir iseler, küfürleri yü­zünden onları cezalandıracaktır. [37]

 

21 - Doğrusu, Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve bir de halka adaleti emredenleri öldürenler var ya, işte onlara çok acıklı bir azabı müjdele!

 

"Doğrusu, Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere zulmederek öl­dürenler" Burada "peygamberleri öldürenler" diye kendilerinden söz edi­lenler Yahudiler olup, bunlardan sonra gelen nesilleri de atalarının bu vahşetine ve zulmüne rıza gösterip memnun olanlardır.

kavli burada müekked haldir. Çünkü peygamberin öl-dürülmesi hiçbir zaman hak olarak değerlendirilemez ve hak olamaz. "ve bir de -peygamberler dışında- halka adaleli emredenleri -Hz. Hamza'yı- öldürenler var ya," Rasûlul-lah (Saiiaüâhu Aleyhi ve Seiiemftan gelen rivayete göre demiştir ki:

"Günün hemen ilk saatlerinde İsrailoğullan kırk üç peygamberlerini bir anda Öldürdüler. İşte bu olay karşısında haksızlığa dayanamayan İsrail-oğullarından iman etmiş olan ibadet ehli tam yüz on iki kişi harekete geçe­rek, iyilikleri ve hakkı anlatan peygamberleri halisiz yere öldürenlere iyiliği emredip onları kötülük işlemekten menettiler. Onlar da kendilerine karşı böyle bir görevle harekete geçen yüz on iki inanmış kişinin tamamım aynı günün sonunda kılıçtan geçirip hepsini öldürdüler."[38]

"İşle onlara çok acıklı bir azabı müjdele!" Bu ayette, edatının haberi olan, kavlinin başına, harfi gelmiştir. Çünkü, bunun ismi ceza manasını içermektedir. Sanki ayette şöyle denilir gibidir:

"O küfürde ısrar edenler var ya, işte onları müjdele!" Yani bu şöyle demektir: "Her kim inkâr ederse, küfürde direnirse, işte onları müjde­le! " Bunu da sebebi şundan dolayıdır:

edatı mübteda olmanın manasını değiştirmez. Yani; kelime yine görev olarak mübteda görevini üstlenmiştir ama, burada bu edatın görevi, orada tahkik ve kesinlik manasını kazandırmak için gelmiştir. Bu­rada, harfini gelmiş olması, sanki gelmemiş mesabesindedir. Eğer burada söz konusu, edatının yerine, veya edatlarından biri gelmiş olsaydı, bu takdirde harfinin gelmesi mümkün ola­mazdı, yani mümteni olurdu. [39]

 

22 - Onların tüm yaptıkları hem dünyada ve hem ahirette boşa gitmiştir -zayi olmuştur-, onların hiçbir zaman yardımcıları da olmayacaktır.

 

Dünyada Allah'ın rahmetinden uzak kalarak lanete uğrayacaklar, ve rezil rüsvay olacaklardır. Ahirette ise en acıklı azaba çarptırılacaklar­dır. Ayetin sonu başı olması itibariyle sırf vakfetmek yani durmak için cemi yani çoğul olarak gelmiştir. Eğer böyle olmasaydı nekra olan müfret bir kelime mana itibariyle nefıy yani olumsuzluk açısından daha bir genel olurdu. [40]

 

23 - (Ey Peygamber!) Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi ki, aralarında hüküm verilmesi için Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da sonra aralarından bir grup bundan cayarak bu hük­me sırt çeviriyor.

 

"(Ey Peygamber!) Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi ki?" Bu ayette konu edilenler Yahudi din bilginleri yani hahamlardır. Onlar gerçekten Tevrat konusunda doğru manada bir hayli bilgilere sahip bulunuyorlardı.

Ayette yer alan, cer edatı ya teb'iz manasınadır ya da beyan içindir Yani; ya bir kısmı veya bazısı demektir ya da açıklama anlamın­dadır, demektir.

"aralarında hüküm verilmesi için Allah'ın kitabına, -yani Tevrat'a ya da Kur'an'a- çağrılıyorlar da" bir hüküm nedeniyle aralarında hakim olması, ona göre hüküm verilmesi ya da Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) aralarında hüküm vermesi için çağrılıyorlar da,...

Rivayete göre Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onlara ait bir mektebe (eğitim kurumuna) gitti de onları hakka davet etti.. Bunun üze­rine Yahudi din bilginlerinden Naim b. Amr ile Haris b. Zeyd Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) a.

"—Sen hangi dindensin veya hangi din üzeresin? diye soru yöneltti­ler. Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de:

— İbrahim'in dini üzereyim, cevabını verdi. Bu iki Yahudi Haham, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)

— Aslında İbrahim Yahudi idi, diye karşılık verince, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Onlara:

  Öyle ise, gelin Tevrat'a gidip onu hakem kılalım, aramızda gerçek hükmü o versin, İbrahim gerçekten Yahudi miydi, değil miydi bakalım?" di­ye teklif edince, her iki Yahudi köşeye sıkıştıklarını anladılar ve Tevrat'a bakmaktan kaçındılar, kabul etmediler.[41]

"sonra aralarından bir grup bundan cayarak bu hükme sırt çeviriyorlar." Çünkü; bu zaten oldum olası onların adetidir. Onlar karakter olarak böyle bir yapıya sahiptirler. Tarih boyunca hep döneklik etmişler ve hep arkadan vurup hançerlemişlerdir. Dolayısıyla onların bu halini garipsememek gerekir. [42]

 

24 - Bunun sebebi, "Bize sayılı birkaç günden başka cehen­nem ateşi dokunmayacaktır." demeleridir. Gerçekten dinleri konu­sunda uydurageldikleri şey onları bu hususta yanılgıya düşürmüştür.

 

"Bunun sebebi: Bize saydı birkaç günden başka cehennem ateşi dokunmayacaktır», deme­leridir. " Yahudilerin kendilerine uygulanacak olan azabı pek umursama­dıklarından ve basit bir azap olarak gelip geçecektir düşünce ve inancı se­bebiyle böyle hareket ediyorlar ve haktan yüz çeviriyorlar. Çünkü; inanç­larına göre birkaç gün yandıktan sonra ateşten çıkıp kurtulacaklardır ki bu günlerde öyle uzun süreli değildir.

Örneğin; Yahudi inancına göre ya kırk gün yanacaklar, ceza göre­cekler, ya da yedi gün kadar bir ceza göreceklerdir. Onun için de her şeyi yapmak onlara göre mubah sayılmaktadır.

Ayetteki, mübtedadır. ise haberidir.

"Gerçeklen dinleri, konusunda uy-durageldikleri şey, onları bu hususta yanılgıya düşürmüştür." Yani; Allah'-a karşı iftiraya kalkışmaları onları yalan uydurmaya ve yanılgıya düşür­müştür. Çünkü; Yahudiler şöyle bir gerekçeyle ortaya çıkıyorlar:

"Biz Allah'ın öz oğullarıyız ve aynı zamanda O'nun yanında yer alan en sevgili kullarıyız. Bizim bu açıdan diğer insanlara göre bir ayrıcalığımız vardır. Bu ayrıcalık sebebiyle Allah diğer kullarına azap ettiği gibi bize iş­lediğimiz günah ve cinayetlerimiz sebebiyle uzun bir müddet azap etmeyecek ve bizi gayet kolay verbasit bir cezalandırmadan oldukça kısa sürecek bir zaman içerisinde geçirecektir." [43]

 

25 - Asla şüphe bulunmayan kıyamet gününde onları topla­dığımızda acaba halleri nice olur ki? Ve o günde hiçbir kimseye asla haksızlık edilmeksizin -işledikleri günahlarında bir artışa ve yaptıkları iyiliklerde de bir eksikliğe gidilmeksizin- herkesin kazandığı kendile­rine tastamam verilecektir.

 

Acaba o inkarcı Yahudilerin ve onları onayanların hali nice olacak ki!? Çünkü; şüphesiz olarak gelecek olan o kıyamet gününde herkese ne kazandıysa o verilecektir.

Ayetteki, zamiri "Her nefis ya da herkes" anlamındaki ifa­denin üzerine mana itibariyle racidir. [44]

 

Meâli

 

26. (Ey Rasûlüm!) De ki: "t,y mülkün (ve hakimiyetin) sahibi Allah'­ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden de çekip alırsın. Dile­diğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltirsın. Çünkü; her iyilik Senin elinde­dir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.

27. Geceyi (kısaltarak) gündüze katarsın, gündüzü de (kısaltarak) geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarırısın. Di­lediklerini de hesapsız olarak nziklandınrsın."

28. Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri (işlerinde) dost (edi­nip söz sahibi) kılmasınlar. Her kim böyle yaparsa hiçbir şeyde Allah'tan yardım göremez. Meğerki o kâfirlerden (can ve mal güvenliğiniz açısın­dan) bir korkunuz olmuş olsun. Allah sizi kendisinden sakındırıyor. (So­nuçta) varış Allah'adır.

29. (Ey Rasûlüm!) onlara de ki: "(Niyetinizi) ister içinizde gizli tu­tun, ister onu açığa vurun, Allah bunların hepsini bilir. O, göklerde olan­ları da, yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir."

30. Herkesin iyilik olarak ne yaptıklarını ve kötülük olarak işledik­lerini karşısında göreceği ahiret gününde, (kötülük işlemiş olanlar), ken­dileriyle işledikleri günahları arasında uzak bir mesafe olsun arzu edecek­lerdir. Allah (kendisine karşı gelmemeniz için) sizi uyarıyor. Zira  Allah kullarına karşı çok şefkat ve merhamet sahibidir.

31. (Ey Rasûlüm!) De ki: "Eğer siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. (Çünkü;) Allah çok çok mağfiret eden ve çok çok merhamet edendir."

32. (Rasûlüm!) De ki: "Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çe­virirlerse, şüphesiz ki; Allah kâfirleri asla sevmez. [45]

 

Tefsiri

 

26 - (Ey Rasûlüm!) De ki: "Ey mülkün (ve hakimiyetin) sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden de çekip alır­sın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Çünkü; her iyilik Senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.

 

"(Ey Rasûlüm!) De ki: "Ey mülkün ve ha­kimiyetin sahibi Allah'ım! Bu ayetin başında yer alan, kavlindeki, harfi, ünlem harfi olan ve ey manasına gelen harfine karşılıktır. İşte bu bakımdan bu ikisi aynı kelimede bir araya gelemezler. Yani, denemez. Zaten bu, bu değerli ismin bazı hususiyetlerindendir.

Nitekim; yemin manasında aynı durumu harfinde de gör­mekteyiz, bu özellik orada da vardır. Yine nida (ünlem) harfinin buna da­hil olması, kendisinde lâm-ı tarif denilen belirtme harfinin bulunması da bunun özelliklerindendir.

Aynı şekilde başına gelen hemzenin kat'î hemze olması da böyle­dir. Yani, denir ve fakat bu manada, denemez. Aynı zamanda tefhim ile okunur.

kavli ise, mülkün cinsine, kendisine sahip olan, tıp­kı varlık sahiplerinin kendi mal varlıklarında diledikleri gibi nasıl tasar­rufta bulunuyorlarsa Allah da öylece kendi mülkünde dilediği ve istediği gibi tasarrufta bulunur. O'na asla kimse müdahale etmez, edemez. İşte ayetin bu kısmı da ikinci bir ünlemdir, nidadır. Yani bu, "Ey mülkün Ma­liki ve sahibi!" demektir.

"Sen mülkü dilediğine verirsin." Sen mülkünde kime ne kadarlık bir pay ve nasip ayırmış isen o kadar verirsin.

"ve dilediklerinden de çekip alırsın." Yani onu da ondan çeker alırsın. İlk geçen, "mülk" ifadesi genel yani amm'dır. Daha sonra geçen iki "mülk" ifadeleri ise genel olandan yani tümden cüz (tikel/kısmî) olandır. Bu manada hastırlar.

Rivayete göre Hz Peygamber (Saiiailâhû Aleyhi ve Sellem) Mekke'yi fet­hedince, ümmetine Fars yani Acem dediğimiz İran ile Rum/Bizans mül­künü ümmetine vadetmiştir. Bunun üzerine Yahudiler ile iki yüzlü kim­seler olarak tanımlanan münafıklar bunun karşısında şöyle alay eder oldular.

"Heyhat! heyhat'! Şu zavallılara bakın hele!?.. İran ve Bizans mülkü­nü Muhammed mi alacakmış, bu nasıl olacak ki? Mekke ve Medine Muham-med'in nesine yetmiyor ki, her halde Muhammed hayal görüyor." gibisin­den havalara girmişlerdi. Çünkü; adı geçen bu iki toplum da hem güçlü ve hem de engelleyici varlığa sahipler, diyorlardı. İşte bunu üzerine biraz sonra gelecek ayetin şu kısmı nazil olmuştur:[46]

Çünkü mülkünde kimine varlık vererek "dilediklerini yüceltirsin," "dilediklerini de -elinde ve avu-cunda ne varlıpı varsa onlardan alarak- alçallırsm. "Çün­kü her iyilik Senin elindedir." Yani; iyilik de kötülük de senin elindedir. Dolayısıyla yüce Allah burada birbiri olan iyiliği zikretmekle yetindi di­ğeri de anlaşılacağından ondan, yani şer denen kötülükten söz etmedi.

Ya da buradaki ifade ile söylenmek istenen şey; kâfirlerin kabul et­meyip inkâr ettikleri ve mü'minlerin ise yöneldikleri hayır olan şeylerle ilgili hususlardır. İşte bunu için, diye buyurdu. Mademki hayır ve iyilik senin elindedir. Sen onu, düşmanlarına rağmen velilerine, dostlarına, dinini hakim kılmak için çalışanlara verirsin.

"Şüphesiz Sen her şeye kadirsin." Senin kendilerine güç vermemen durumunda hiçbir kimse hiçbir şeye asla güç

yetiremez. Çünkü; Senden başka güç ve iktidar sahibi olan asla yoktur.

Bir yoruma göre ise, kavlinden maksat, afiyet ve sağlıkla alâkalı olan mülktür. Ya da kanaatkarlıkla alâkalı olan mülk demektir. Nitekim; Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:

"Ümmetimden cennet kralları (melikleri), günlük miktarıyla yetinen kanaat sahibi olan kimselerdir."[47]

Ya da burada geçen, "mülk" kavlinden kasıt geceleyin kalkıp iba­det etmek demektir. İmam Şiblî (v.334/945) de şöyle der:

"Kainatı ver edenle yetinip dünya ve ahireti düşünmemek, sadece on­ları var eden ile yetinmek gerekir. Yani; marifet yoluyla, kişinin Rabbini ta­nımasıyla insan yücelir. Ya da sadece kainatı var edenle yetinmekle Aziz olur veya kanaat sahibi olmakla yücelir. İnsan bunların zıddı olan şeylerle

de zelil olup alçalır."

Daha sonra da Rabbimizin yüce kudretini zikretmeye, gece ve gün­düz arasındaki münasebeti, mevsimler çerçevesinde uzayıp kısalmaları­nı, birbiri ardı sıra hep geldiklerini, ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkar­ma olayım ele almaya başladı ve bunu için de Rabbimiz bundan sonraki ayetiyle bu gerçekleri dile getirdi. Bunların hemen ardından geniş ve bol nzık verdiğini bu gerçeklere bağlı olarak bildirdi. [48]

 

27 - Geceyi (kısaltarak) gündüze katarsın, gündüzü de (kısalta­rak) geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden de ölüyü çıka­rırısın. Dilediklerim de hesapsız olarak rızıklandırırsm."

 

"Geceyi kısaltmak gündüze katarsın, gündüzü de kısaltarak geceye katarsın." kelime­si, mastar ifadesiyle, kelimesi, bir şeyi diğer bir şeyin içine sokmak ve girdirmek demektir. Bu ifade burada mecazi anlamda kulla­nılmıştır. Yani; gecenin saatleri eksilir, ya da geceler kısalmaya başlar ve gündüzleri de uzar. Aynı şekilde zamanı geldiğinde bu defa gündüzün sa­atleri kısalmaya ve geceler de uzamaya başlar.

"Ölüden diriyi çıkarırsın." Nutfe denen spermden ya da meniden canlıyı çıkarıp yaratırsın veya yumurtadan civ­civ çıkarırısın ya da kâfir olandan mü'min kimse var edersin. "diriden de ölüyü çıkarırısın." insandan meniyi ya da nut-feyi veya spermi, tavuktan yumurtayı ve mü'minden de kâfiri çıkarır var edersin.

"Dilediklerini, de hesapsız olarak rı-zıklandıhrsın." Gerçi her ne kadar bunun durumu Allah katında bilinen bir gerçek ise de yaratılanlar bunun ne sayısını, ne miktarım ve ne de öl­çüsünü bilebilirler. Bunun da nedeni yaratılanlar, akıllara böylesine dur­gunluk veren ve hayret uyandıran manasındaki bu muazzam ve yüce fiil­leri var eden kudretin ne kadar üstün olduğunu delilleriyle anlayıp kavra­yabilsinler.

Bunun yanında aynı kudretin kullarından dilediklerine sonsuz ve hesapsız manada nzık verme kudretine sahip olduklarını da anlayıp kav­rasınlar. Dolayısıyla böyle bir gücün ve kudretlin sahibi olan Allah, Arap olmayan toplumlardan mülkü alıp Araplara vermeye kadir olması yanın­da aynı zamanda ellerinden mülklerini ve varlıklarını aldığı Arap olma­yan unsurları veya o dönemin ateşe tapan İran toplumu ile yine sapık o-lan Bizans toplumunu da zelil kılmaya kadirdir. Onları zelil hale getirdiği gibi Müslüman Arap toplumunu da aziz ve güçlü kılar. Bazı kaynaklarda ise şöyle ifadeler yer almaktadır:

"Ben Allah, melikler melikiyim, krallar ustu kralım. Bütün kralların kalpleri ve perçemleri benim elimdedir. Gerçekten kullarım bana itaat ettik­leri müddetçe, ben o kralları başlarında onlara merhamet eder hale getiri­rim. Eğer kullarım bana karşı gelir ve hükümlerimi tanımazlarsa, ben o kralları onların başlarında kendilerine zulmeden kimseler kılarım. Sakın krallara, sizi idare edip duranlara küfredip bununla zamanınızı geçirip dur­mayın. Ancak yaptıklarınızdan dolayı tevbe ederek bana dönün ki; size şef­kat edeyim, onların aleyhinde olarak yanınızda yer alayım."

İşte bu ifadeler bize Rasûlullah (Salallahu Aleyhi ve Sellem) şu hadis­lerinin ifade ettiği manayı hatırlatıyor:

"Siz nasıl iseniz, başınıza sizi öyle idare edecek biri getirilir."[49]

Kıraat imamlarından Medine okulu ile Ebu Bekir dışında Küfe okulu mensupları, Kur'an'in hangi yerinde geçerse geçsin, kavli ile, kavillerindeki harflerini şed­deli ve meksur olarak kıraat etmişlerdir. [50]

 

28 - Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri (işlerinde) dost (edinip söz sahibi) kılmasınlar. Her kim böyle yaparsa hiçbir şey­de Allah'tan yardım göremez. Meğerki o kâfirlerden (can ve mal gü­venliğiniz açısından bir) korkunuz olmuş olsun. Allah sizi kendisin­den sakındırıyor. (Sonuçta) varış Allah'adır.

 

"Mü'minler, muminkri bırakıp da kâfirleri işlerinde dost edinip söz sahibi kılmasınlar."

Bu ayet, inanlarla kâfirler arasındaki yakınlık ve karabet nedeniyle var olan içten dostluk ve samimiyet, sır bildirmeleri yasakladığı gibi, İs­lâm öncesi aralarında var olan sadakat sebebiyle onları kendilerine yakın bilip sırdaş edinmeleri veya buna benzer şeyleri de yasaklamaktadır. Ni­tekim; bu gerçek Kur'an'da çok çok tekrar edilmiş ve mü'minler bu açı­dan uyarılmışlardır. Kaldı ki; iman açısından Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek gerçekten büyük ve önemli olan bir meseledir.

Yani burada şu gerçeği vurguluyor ve diyor ki, "Kâfirleri bırakıp mü'minlerle dostluk kurmanız, yetkiyi onlara vermeniz si­zin için kaçınılmaz bir görevdir. Sakın kâfirleri mü'minlere tercih etmeyin."

Her kim böyle yaparsa işle onlar Allah'ın yardım ve rahmetinden uzaktırlar." Yani; her kim ne tür olursa olsun kâfirlerden yana tavır takınır, onlarla birlikte hareket ederse, artık onun Allah'tan her hangi bir yardım ve velayet beklemesi ortadan kalkmıştır. Böyle yapanlar Allah'tan bir şey beklemesinler. Çünkü; hem dost ile beraber olma görüntüsünü vermek ve bir de onun düşmanlarının safında yer alarak onları da veli edinmek esasen birbiriyle çelişir, bir şaş­kınlıktır.

"Meğerki o kâfirlerden (can ve mal güven-liginiz açısından bir) korkunuz olmuş olsan." Yani; gerçekten düşmanla­rınız olan kâfirler tarafından mutlak kaçınmanızı gerektiren bir korku ve endişe haliniz varsa, o zaman durum değişir.

Kısaca bulunduğunuz ortamda gerçekten kâfirlerden ve kâfırleşmiş kafalardan üzerinizde yetki sahibi bir güç varsa ve bunlar da sizin mal ve can güvenliğiniz açısından gerçekten büyük bir tehlike oluşturuyorlarsa, korkunuz da bu sebepten ise, işte bu gibi durumlarda görünürde dost imiş gibi gözükmek ve öyle davranmak suretiyle düşmanlıklarını bertaraf et­mek ya da önlemek için caiz olur.

"Allah sizi kendisinden sakındırıyor." Yani; bizzat yüce Allah'ın kendisi sizi uyarıyor. Bu itibarla Allah'ın düşman­larını bağrınıza basarak onlara yetki vermek suretiyle üzerinize Allah'ın gazabını ve öfkesini çekmeyin. Eğer dikkat edilirse bu, gerçekten büyük bit tehdit demektir. Mü'minler bu tehdidi iyi değerlendirsinler.

"(Sonuçta) varis Allah'adır" Yani; sonunda dönüp varacağınız yer Allah'ın huzuru olacaktır. Zaten azaplandırma ve ceza verme de O'nun katında olacaktır. İşte bu da bir başka tehdit ve uyandır. [51]

 

29 - (Ey Rasûlüm!) onlara de ki: "(Niyetinizi) ister içinizde gizli tutun, ister onu açığa vurun, Allah bunların hepsini bilir göklerde olanları da, yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir."

 

"(Ey Rasûlüm!) Onlara de ki: (Niyetinizi) -kafirlere karşı dostluğunuzu ve ayrıca Allah'ın hoşlanmadığı, rıza göstermediği şeyleri- ister içinizde gizli tutun, isler onu açığa vurun, Allah bunların hepsini bilir." Ona karşı işlediğiniz hiçbir şey gizli kalmaz, hepsini bilir. Doğrusu bu, en net ve en beliğ bir tehdittir.

 "Ve Allah, göklerde olan (bi-tenleri) de, yerde olan (bitenleri) de bilir." Bu bir yeni cümledir. Yoksa şar­tın cevabı üzerine atfedilen bir cümle değildir. Bu şu demektir: "O Allah, göklerde var olanları da yerde var olanları da bilendir. Dolayısıyla sizin ne bir saklınız, gizliniz ve ne de alenen yaptığınız bir şey O'na asla gizli kal­maz. O sizin her şeyinizden haberdar olandır."

 "Allah her şeye kadirdir." Bu itibarla Al-lan sizi cezalandırmaya da elbette kadirdi. [52]

 

30 - Herkesin iyilik olarak ne yaptıklarını ve kötülük olarak işlediklerini karşısında göreceği ahiret gününde, (kötülük işlemiş olan­lar), kendileriyle işledikleri günahları arasında uzak bir mesafe olsun arzu edeceklerdir. Allah (kendisine karşı gelmemeniz için) sizi uyarıyor. Zira Allah kullarına karşı çok şefkat ve merhamet sahibidir.

 

"Herkesin iyilik olarak yaptıklarını ve kötülük olarak işlediklerini karşısında göreceği ahiret gününde, (kötülük işlemiş olanlar,) kendileriyle isledikleri günahları arasında uzak bir mesafe

olsun arzu edeceklerdir."

Bu ayette geçen kelimesi, kelimesiyle mansubdur. Diğer taraftan, kavlinde bulunan zamir de, kelimesine ait­tir. Yani; bunun manası şöyle olmaktadır:

"Kıyamet gününde herkes işlediği hayrı (iyiliği) ve şerri (kötülüğü) hazır ve gerçek olarak karşısında gördüğünde, işte o gün ile kendisi arasın­da hiçbir zaman varıp ulaşılamayacak bir mesafe, bir aralık olsun temen­nisinde bulunacaktır."

Ya da bu, kelimesi, "hatırla, an" manasında olan, mukad­der fiiliyle mansubdur. Dolayısıyla bu, sadece, üze­rinde vaki olur, gerçekleşir. kavli de mübteda olarak merfu olur. kelimesi de bunun haberi olur. Bu takdirde de mana şöyle­dir: "Kötülük işlemiş olan kimse de, kendisiyle o kötülüğü arasında uzak-laşabileceği (kaçabileceği) bir mesafe olsun isteyecektir. "

Ancak burada, kavlinin merfu olması sebebiyle, ayette ge­çen, kelimesinin şart için olması sahih (doğru) olmaz. Evet burada merfu olmak caiz olabilir; ama, bu takdirde şartın mazi fiil olması gere­kir. Bu olmadığı takdirde caiz olmaz. Ancak daha çok cezm olabilmekte­dir. Nitekim, bu sahanın otorite alimlerinden olan İmam Müberred Ebu'l-Abbas Muhammed b. Yezid b. Abdulekber (v.286/899)'den gelen rivaye­te göre der ki: "Merfu olarak okunması şazdır. " yani, az rastlanan bir du­rumdur.

"Yüce Allah, bizzat sizin (kendisine karşı gel­memeniz için) sizi uyarıyor." Bu ayetin burada da tekrar edilmesinin se­bebi, insanların gaflete düşmemeleri için ve her an kendilerini ahiret ve Ölüm ötesi hayat için iyi olarak hazırlamalarını akıllarında tutmalarını isteyen bir uyarıdır. "OysakiAllah kullarına karşı çok şefkat ve merhamet sahibidir." Nitekim; Allah'ın kullarına karşı merha­metli olduğu ve onlara şefkatle muamele ettiğinin bir kanıtı da bizzat kendisinin kullarını burada da görüldüğü gibi tekrar tekrar uyarmasıdır. Evet uyarıyor ki ileride Allah'ın gazabı ile karşı karşıya kalmasınlar.

Ayrıca yüce Allah'ın kemal manasmdaki kudreti sebebiyle kulları­nı uyarması yanında burada, rahmetinin genişliği sebebiyle bunu umut etmeleri ve beklemeleri manasının da var olabilmesi de caiz olduğu da mu­rat olunmuş olabilir. Çünkü; Rabbimiz bir başka ayetinde şöyle buyur­maktadır:

"Kuşkusuz senin Rabbin tevbe eden mü'min kulları için kesin olarak mağfiret sahibi olduğu gibi, Allah düşmanı kâfirleri cezalan­dırmak için de mutlak manada acıklı bir azabın sahibidir de."[53]

Bu ayetin nüzul sebebi, şöyledir. Yahudiler:

"Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz." diyorlardı. Onların bu tür ko­nuşmaları üzerine Rabbimiz şöyle buyurdu[54]:

 

31 - (Ey Rasûlüm!) De kî: "Eğer siz gerçekten Allah'ı seviyor­sanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı da bağışlasın. Çünkü; Allah çok çok mağfiret eden ve çok çok merhamet edendir."

 

 (Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer siz gerçeklen Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah sîzden memnun ve hoşnut kalsın" Kulun Allah'ı sevmesi ancak şöyle olur; 'Al­lah'a taat ve itaati başkalarının taat ve itaatine tercih edecektir. Allah'ın kulunu sevmesi ise, kulundan razı olması ve yaptıklarını övmesidir. Ha­san Basri'den gelen rivayete göre demiş ki:

"Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) döneminde bazı kimseler ve toplumlar Allah'ı seviyor iddiasında bulundular. İşte bunu üzerine ileri sürdükleri ve söyleyip durdukları iddialarım amelleriyle doğrulanmalarını istedi. Çünkü sevgi, doğrulanmayı gerekli kılar. Dolayısıyla kim Allah'ı se­viyor iddiasında bulunuyorsa ve buna rağmen de Allah Rasûlünün sünne­tine ve onun dininin yani şeriatının uygulamalarına karşı çıkıyorsa, o ve benzerleri kesin yalancıdırlar. Çünkü; Allah'ın Kitab'ı olan Kur'an onlar yalanlamaktadır."

Bir diğer yoruma göre de, Allah sevgisi denen, "mahabbetullah" ya da "rnuhabbetullah" Allah'ı bilip tanımak yani "marifetullah" demek­tir. Sürekli olarak hep Allah korkusunu ve O'na olan bağlılık duygusunu devam ettirmektir. Kalbini ve fikrini hep O'nunla ve onu anmak, onun dinini yani şeriat ahkamını uygulamakla meşgul bulundurmalı, bunun planları üzerinde kafa yormalıdır. Hep Rabbiyle ünsiyet ve yakınlık elde etmeli, sürekli bu yolları denemelidir.

Farklı bir yorum ise şöyle yapılmıştır: "Allah sevgisinin ya da ma-habbetinin alâmeti, Müslümanlar, söz, fiil (eylem) ve davranışlarıyla sa­dece Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ait olan ve ona has (Özgü) bu­lunan davranışları tatbik etmeli, uygulamalı ve buna uyarak hep o yolda

yürümelidir."

Yine bir yoruma göre de mahabbetin, yani Allah'ı sevmiş olmanın en belirgin bir özelliği de, Müslümamn sürekli ya da daimi manada tefek­kür halinde bulunmalıdır. Burada tefekkürden kasıt Allah'ın şeriatını ve kanunlarını uygulayabilme açısından ne yapılabilirin üzerinde fikir jim­nastiğini yapması, pratik hayatta çözümler üretmesi, eğitiminden, Öğreti­mine, öğretiminden de pratik hayattaki tatbikatına varıncaya dek gerekeni yapmalıdır. Bunun için halveti yani boş zamanları değerlendirmeli ve buna zaman ayırmalıdır. Yoksa uçmak kaçmak anlamındaki halvet değil­dir bu.

Hep sessizliği yeğleyerek doğru düşünme imkanlarını kazanabilme-lidir. Bakınca hatayı, yanlışı ve kötüyü görmemeli, onlara da göz yum-mamalıdır. Kısaca baktığı zaman hep Allah'ın hükümlerini görmeli, çağınlınca ya da seslenilince de hakkın dışında başka bir şey duymamalı, din-lememeli, bunlara izin vermemelidir. Allah için başına herhangi bir şey isabet edince de buna üzülmemeli, başkasının başına bir şey gelince de bundan sevinç duymamalıdır. Allah'tan başka kimseden korkmamalı ve yine Allah'tan başkasından bir beklenti içine girmemelidir,

"ve günahlarınızı, da bağış­lasın. Çünkü Allah, çok çok mağfiret eden ve çok çok merhamet edendir." [55]

 

32 - (Rasûlüm!) De ki: "Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer (Allah ve Rasûlüne itaatten) yüz çevirirlerse, şüphesiz ki; Allah kâfir­leri asla sevmez.

 

Çünkü; Allah ve Rasûlüne itaat demek, sevginin kanıtlanması ve alâmeti demektir. Eğer itaatten yüz çevirecek olurlarsa Allah onları asla sevmez.

kelimesinin muzari olması ihtimali de vardır. Yani; demek de olabilir. [56]

 

Meali

 

33. Şüphesiz Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran aile­sini seçerek alemlere üstün kıldı.

34. (Bunlar) birbirlerinin zürriyetindendir (aynı soydandır). Allah her şeyi işitendir, bilendir.

35. İmran'ın hanımı demişti ki: "Rabbim! Ben, karnımdakini sana hizmet etsin diye adadım. (Bu adağımı) benden kabul buyur! Çünkü; sen (yapılan her duayı) duyan ve (her ma/tsadı) en iyi bilensin."

36. (İmran 'in hanımı) onu (bebeği) doğurunca demişti ki: "Rabbim! Onu kız olarak doğurdum." Oysaki Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir. (İmran'ın karısı:) "Erkek ile kız aynı değildir. Ben ona Mer­yem adını verdim. Onu ve soyunu, şeytanın şerrinden koruman için senin himayene bırakıyorum." dedi.

37. Rabbi; onu güzel bir hoşnutlukla kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi büyüterek yetiştirdi. Cnun bakımının üstlenmesini de Zekeriya'ya verdi. Zekeriya her ne zaman onun bulunduğu mabede girdiyse, onun yanında bir rızık (farklı yiyecekler) bulurdu. Zekeriya: "Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?" diye sorardı. O da: "O rızık Allah tarafın­dan bana gönderilmektedir. Şüphesiz Allah dilediklerine hesapsız rızık verir." derdi.

38. Orada Zekeriya, Rabbine dua ederek dedi ki: "Rabbim! Bana katından tertemiz ve salih bir nesil ver! Çünkü gerçekten sen dua edenin duasını işitirsin."

39. (Zekeriya) mabedde durup namaz kılıp dua etmekte iken, melek­ler ona şöyle seslendiler: "Şüphesiz Allah sana Yahya'yı müjdeler. O Allah'tan gelecek olan bir kelimeyi tasdik eden, kavminin efendisi, iffetli ve sahillerden bir peygamber olacaktır."

40. (Zekeriya:) "Rabbim! Ben yaşı hayli ilerlemiş bir ihtiyar oldu­ğum halde, karım da kısır iken nasıl olur da bir çocuğum olabilsin?!" dedi. (Rabbi de) şöyle dedi: "Evet aynen öyle (senin bir çocuğun olacak). Zira Allah ne dilerse onu yapar."

41. (Zekeriya) dedi ki: "Rabbim! bana bir alâmet göster." (Rabbi de) şöyle buyurdu: "Senin alâmetin, insanlarla işaretle anlaşman dışında üç gün süreyle konuşmamandır. Bir de Rabbini çok çok an ve akşam sabah hep Rabbini teşbih et." [57]

 

Tefsiri

 

33 - Şüphesiz Allah -insanlığın babası- Adem'i, -rasûllerin şey­hi, piri- Nuh'u, İbrahim ailesini -İsmail'i, İshak'ı ve bu ikisinin soyun­dan gelenleri- ve İmran ailesini İmran b. Yashur'un iki çocuğu olan Musa ve Harun'u- seçerek alemlere üstün kıldı.

 

Yine bir yoruma göre de, "Hz. îsa ve İmran b. Masan kızı Mer­yem'i" evet bunların hepsini kendi dönemlerinin insanlarına üstün kıla­rak seçti.

Ancak Hz. Musa ile Hz. Harun'un babalan olan İmran b. Yashur ile, Hz. İsa'nın dedesi ve Hz. Meryem'in de babası olan İmran b. Masan arasında, kısaca iki İmran arasında geçen zaman 1800 yıllık bir zamandır. Yani; iki İmran arasında on sekiz asırlık bir zaman geçmiştir. [58]

 

34 - (Bunlar) birbirlerinin zürriyetindendir (aynı soydandır). Allah her şeyi işitendir, bilendir.

Allah kimin seçilmeye ve tercih edilmeye daha lâyık olduğunu el­bette kendisi çok daha iyi olarak bilir. Ya da Allah, İmran'in hanımının dediklerini ve niyetini işitendir ve bilendir.

 

Burada yer alan, kelimesi, "Al-i İbrahim" ile "Al-i îmran'dan" bedeldir. mübtedadır. Bunun haberi de nasb mahallinde olup zürriyet kelimesinin sıfatıdır. Yani adı geçen her iki aile de, İmran ve İbrahim aileleri müteselsil manada bit tek soydan birbir­lerini izleyerek geliyorlar, demektir. Hepsi de aynı soy kütüğünden gel­mektedirler.

Örneğin; Hz. Musa ve Hz. Harun İmran'm çocuklarıdırlar. İmran ise Yashur'un oğludur. Yashur Kahes'in, Kahes de Lavi'nin, Lavi ise Ya-kub'un çocuğudur. Yakub İshak'tandır. Nitekim; Meryem oğlu İsa da de­desi ve annesinin babası İmran b. Masan da böyledir. Bunlar Yahuza b. Yakup b. İshak'ta yani İshak torunu Yakup oğlu Yahuza'da soy olarak birleşmektedirler. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi veSdiem) ise Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâmfin soyundandır.

Yine bir yoruma göre bunlar din açısından da aynı köktendirler. Bu bakımdan da biri diğerinden sayılmaktadır. [59]

 

35 - İmran'm hanımı demişti ki: "Rabbim! Ben, karnımdakini Sana hizmet etsin diye adadım. (Bu adağımı) benden kabul buyur! Çünkü; Sen (yapılan her duayı) duyan ve (her maksadı) en iyi bilensin."

 

"İmran'm hanımı demişti ki: Rabbim! Ben, karnımdakini Sana hizmet etsin diye adadım."

Bu ayetin başında yer alan kelimesi, kavliyle mansub olmuştur veya burada muzmar olan bir, fiiliyle mansub kılınmıştır. Burada geçen İmran'dan kasıt ise, İmran b. Masan'dır ve Meryem'in annesi Hanne'nin kocası, Hz. İsa (Aleyhi s-Selâm) da dedesidir. Hanne de Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) ninesi ya da anne annesidir. Han-ne de Fakuza'nın kızıdır.

"Sana adadım'" yani, senin uğrunda mabedinde hizmette bulunması için bunu kendim için kesin bir görev edindim, kendime vacip ya da gerekli saydım. kavlinde yer alan, kelimesi, harfinden haldir. Bu da, manasınadır. Yani bu, "Onu Beytu'l-Makdise hizmet için özgür kıldım, onun üzerinde hiçbir kimsenin söz sahibi olmamasını diledim ve ben onu bu gayenin dışında herhangi bir maksat ile de bir hizmete koşmayacağım." demektir.

Aslında bu türden bir adakta bulunmak onların inançlarına göre meş­ru idi. Ya da bunun manası, "Sırf sana ibadet etsin diye adadım, başka de­ğil. " manasınadır. Örneğin; "Özgür çamur harç" diye bir tabir söylenir ki, bunu manası, "pürüzsüz en sağlıklı harç" demektir. İşte buradaki ifade de buna benzer bir anlam taşımaktadır.

"(Bu adağımı) benden kabul buyur!" Kıraat imam­larından Nafi, Ebu Cafer ve Ebu Amr, burada geçen, kavlini, olarak harfinin fethasıyla okumuşlardır.

Takabbul, bir şeyden memnun kalarak ve hoşnutluğunu göstererek almak demektir.

"Çünkü; Sen (yapılan her duayı) duyan ve (her maksadı) en iyi bilensin." [60]

 

36 - (İmrân'ın hanımı) onu (bebeği) doğurunca demişti ki: "Rabbira! Onu kız olarak doğurdum." Oysaki Allah onun ne doğur­duğunu daha iyi bilmektedir. (İmran'm karısı:) "Erkek ile kız aynı de­ğildir. Ben ona Meryem adım verdim. Onu ve soyunu, şeytanın şer­rinden koruman için senin himayene bırakıyorum." dedi.

 

"İmran'ın hanımı onu (bebeği) doğurunca demişti ki:"

Burada geçen zamir, kavline racidir. Zamirin müen-nes bir zamir olarak gelmesi ise, kız çocuğuna hamile olması açısından­dır. Ya da, "nefs" kelimesine racidir. Çünkü bu, müennes bir kelimedir veya kelimesine racidir, çünkü bu da zaten müennes bir ke­limedir. İşte tüm bu ihtimaller sebebiyle zamir müennes olarak gelmiştir.

"Rabbim Ben onu kız çocuk olarak doğurdum.'' Burada geçen, kelimesi, kavlindeki za­mirden haldir. Yani; bunun manası şu demektir: "Ben gebe kaldığım ço­cuğu ya da nefsi (canı) veya nesemeyi (canlıyı) kız olarak doğurdum.

Hz. Meryem'in annesi Hanne'nin böyle söylemesinin sebebi, ge­nelde mabede adanan kimseler erkek çocuklar olması sebebiyledir. Dola­yısıyla kız çocuk dünyaya gelince Rabbine bir bakıma bir mazeret arz ediyor, özür beyan ediyor. Rabbine karşı üzüntüsünü ..ve mahzun oldu­ğunu sunuyor. İşte Meryem'in annesi Hanne'nin böyle mahzun, üzüntülü ve kederli bir şeklide söylenmesi üzerine Rabbi de şöyle buyurdu:

"Oysaki Allah zaten onun ne doğurduğunu daha iyi bilmekledir." Burada yüce Allah, onun doğurduğuna tazim ifade­siyle teselli babında böyle buyurdu. Çünkü Allah, onun doğurduğu şeyin ne olduğunu zaten bizzat en iyi olarak bilmektedir. Aynı zamanda buna bağlı olarak olabilecek çok büyük ve önemli olayları, işleı de en iyi bi­lendir.

Kıraat imamlarından İbn Amir ile Ebu Bekir kelimesini, ohrak kıraat etmişlerdir. Bunun da manası şöyle olur: "Ola ki Allah 'in bunda bir sırrı ve bir hikmeti vardır. " Bu durumda bu ifade de, "Meryem'in, söyledikleri içerisinde yer alan bir ifade" demek olur. Birin­ci duruma göre, kavli üzerinde vakfedilir, yani durulur. kavli, bir giriş ya da başlangıç cümlesi olup, yüce Al­lah'ın ne buyurduğunu haber vermektedir.

"(İmran'ın karısı:) -istemekte olduğu erkek ile -ona verdiği, bağışladığı- kız aynı değildir." Burada, kavillerinde yer alan lâm her ikisinde de ahd içindir.

"Ben ona Meryem adını verdim." Ayetin bu cümlesi, daha önce geçen, kavli üzerine matuftur. Bunların arasında ise iki tane mutarize (parantez) cümlesi bulunmaktadır.

Burada özellikle, Meryem'in annesi Hanne tarafından, kızına Mer­yem adını verdiğini Rabbine belirtip söylemiş olmasının amacı şudur. Çünkü İbranice dilinde "Meryem" demek, "ibadet eden kadın", mana­sına olduğu içindir. Hanne bu ismi kızma vermekle Rabbinden şunu dili­yordu, Rabbine daha çok yaklaşmak, O'ndan kızını her tür fenalıktan korumak arzu ediyordu, talebi ve dileği bu idi. Böyle kızını yapacakları şeyler verilen isimle bir uyum sağlasın isteniyordu. Onun için olmasını arzuladığı her şeyi doğrulamasını istemekteydi. Nitekim; ayette söyledik­lerini ve dilekleri görmez misin? Ne söyledikleri üzerinde düşünmez misin? O hemen bu isteklerine şunları da ekliyor, Rabbinden onu ve on­dan doğacak olan çocuğu şeytanın her kötülüğünden koruması için he­men şöyle yakarıyor:

"Onu ue soyunu, ko-vulmuş şeylanın şerrinden koruman için senin himayene bıraluyorum, dedi "

Kıraat imamlarından Nafı, kavlini, olarak okumuş­tur. Racim, lanetlenmiş, uzaklaştırılmış demektir.

Bir hadiste şöyle Duyurulmaktadır:

"Doğan hiçbir çocuk olmasın ki, doğum esnasında şeytan ona dokun­mamış olsun. İşte şeytanın çocuğa (bebeğe) bu dokunuşu esnasında bağırıp feryad etmesi bundandır. Şeytan doğum sırasında sadece Meryem ile oğluna dokunamamıştır."[61]

 

37 - Rabbi, onu güzel bir hoşnutlukla kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi büyüterek yetiştirdi. Onun bakımının üstlenmesini de Ze-keriya'ya verdi. Zekeriya her ne zaman onun bulunduğu mabede girdiyse, onun yanında bir rızık (farklı yiyecekler) bulurdu. Zekeriya: "Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?" diye sorardı. O da: "O rızık Allah tarafından bana gönderilmektedir. Şüphesiz Allah dile­diklerine hesapsız rızık verir." derdi.

 

"Rabbi, onu güzel bir hoşnutlukla kabul etli." Allah Meryem'i adak olarak kabul etti, erkek adak yerine onu memnuniyet ve hoşnutlukla aldı ve güzel bir kabul ile kabul buyurdu.

Kabul, kendisiyle herhangi bir şeyin kabullendiği ve alındığı şeye olan ad ya da isim. Örneğin; tıpkı enfiyenin (burun otunun) içine kondu­ğu enfiye kutusu gibi. Çünkü; buranın adanan erkekler gibi Meryem'e ait kılınması, orada kalmasına izin verilmesi bu kabulü gösteriyor. Çünkü; Hz. Meryem'e gelene dek ondan önce hiçbir kız çocuk, adak olarak kabul edilmemiştir. Ya da ondan önce hiçbir kız, annesi tarafından hemen do­ğumun ardından ve henüz yetişme ve olgunluk çağına gelmeden ve hiz­met edebilir bir olgunluğa gelmeden oraya teslim edilmemiştir.

Anlatıldığına göre Meryem'in annesi Hanne, kızını doğurunca he­men onu bir bez parçasına (kundağa) sararak, alıp Mescid-i Aksa'ya gö­türmüştür. Kız bebeğini Hz. Harun (Aleyhi's-Seiânifûn soyundan olan ve ha­hamlık (din) görevini yapan oğullarının yanma bırakır. Onlar da Beyt-i Makdis'te kalıyorlardı ve oranın bakımını üstlenmişlerdi. Bu tıpkı Ka­be'nin bakımını üstlenen kimselerin yaptığı görev gibi bir görev idi.

Meryem'in annesi Hanne onlara, işte bu benim kız bebeğim buraya adanmıştır, dedi. Onlar da derhal bunun bakımı için birbirleriyle yarıştı­lar. Çünkü bu bebek onların imamlarının, liderlerinin ve kurbanlarının sa­hibinin kız bebeği idi. Çünkü; onlar Allah'a bir şeyi kurban ederlerken onun nezaretinde bu görevi yerine getirirlerdi.

Masanoğulları, İsrailoğullarının liderleri ve onların din görevlileri, din bilginleri idiler. Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) bakım için kendileriyle tartışıp yarıştığı kimselere:

"Ben bu bebeğe bakmaya daha hak sahibiyim, ona bakmak öncelikli olarak benim görevimdir. Çünkü; ben onun annesinin kız kardeşiyle, yani teyzesiyle evliyim." demiş ise de, diğerleri bunu kabul etmemişler ve:

"Aramızda kura çekelim, kura kime isabet ederse, kız çocuğun bakı­mım da o üstlensin." dediler. Hz. Meryem'in bakımını üstlenmek isteyen­ler on yedi kişi idiler. Hepsi beraberce bir nehre gittiler. Hepsi de Tev­rat'ı yazdıkları ellerindeki kalemlerini nehre attılar. Nehre kura maksa­dıyla atılan kalemlerden herkesin kalemi suya batıp kaybolurken Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) kalemi batmadı, o su üzerinde kaldı. İşte böy­lece bebek Meryem'in bakımını da Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) üstlenmiş oldu.

Yine bir görüşe göre, bu mastar bir kelimedir ve burada bir muzaf takdir olunmaktadır. Şöyle ki: "Rabbi onu güzel bir kabul ediş şekliyle kabul etti." Yani, "Güzel bir kabulü içeren bir halde kabul buyurdu." Demektir. Bu da ihtisası gerektirir, yani bir bakıma bir hususiyet göster­mektedir.

"Onu güzel (bir bitki gibi) büyüterek yetiş­tirdi." Burada Meryem'im yetiştirilmesinin, eğitilip büyütülmesinin bir bitkiye benzetilmesi, güzel terbiye anlamında bir mecaz ifadesidir. Nite­kim; İbn Ata Ebu'l Abbas Ahmed b. Muhammed b. Sehl (v.309/921) şöyle der:

"Doğrusu onun İsa gibi bir meyvesi oldu, işte bu nebatların ya da bit­kilerin en güzelidir."

kelimesi "sadr"m aksine mastar bir kelimedir. Ya da bunun takdiri, şeklindedir.

yani onu kabul etti veya onunla ilgilenilmesi garanti-sini verdi. "Onun bakımının üstlenmesini de Zekeriya'ya verdi" Yani; yüce Allah, Meryem'in bakım görevini, işleriyle ve duru­muyla ilgilenmesini Zekeriya (Aleyhi1 s-Sdâm) peygambere verdi, bakımına onu kefil kıldı.

Kıraat imamlarından Asım, Hamza, Kisai ve Halef, ola­rak şeddeli okumuşlardır. Yine kıraat imamlarında Küfe okulu mensup­ları ismini elifsiz olarak Kur'an'm her geçen yerinde kasr ile okumuşlardır. Sadece Ebu Bekir Şube Kasr ile okumamıştır. Ebu Bekir bu ismi sadece burada med ile, yani uzatarak ve mansub olarak okumuştur. Diğer kıraat imamları ise tıpkı ikinci ve üçüncü isimde oldu­ğu gibi med ile merfu olarak okumuşlardır.

"Zekeriya" İbranice dilinde "hep zikreden, sürekli olarak teşbihte bulunan, sübhanallah" diyen kimse manasınadır.

"Zekeriya her ne zaman onun bulunduğu mabede girdiyse, onun yanında bir fizik (farklı yi­yecekler) bulurdu." Hz. Meryem'im rızkı ona cennetten gelirdi. O asla hiçbir meme emmemiştir. Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm), onun yanına vardı­ğında eğer mevsim yaz ise, kış meyvelerinden, şayet kış ise yaz meyvele­rinden bulurdu.

Rivayete göre Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm), Meryem için, mescitin içerisinde mihrap diye isimlendirilen bir oda (yer) yaptı. Buraya Meryem merdivenlerle çıkardı.

Yine söylendiğine göre mihrap, oturulması ya da meclis edinilmesi için tahsis edilen en değerli, en önde bulunan ve en kutsal olan yer de­mektir. Sanki bu, Beyt-i Makdis'in, yani Mescid-i Aksa'mn en değerli ve en en kutsal kabul edilen yerinde kurulmuş anlamına gelir gibidir. Yine bir başka yoruma göre o dönemde bunlar mescitlerine mihrap adım verir-lermiş, dolayısıyla bu da bu manada bir mescit demek olur. İşte mihrap denilen ve Hz. Meryem için hazırlanan bu yere sadece Hz. Zekeriya (Aiey-hi's-Selâm) tek başına girip çıkardı, bir başkası onunla beraber oraya çıka­mazdı. İşte Zekeriya onun yanında her defasında farklı rızıklar bulması üzerine:

Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?» diye sorardı." Yani; bu dünyadaki rızıklara hiç benzemeyen bu rızıklar, yiyecekler sana nereden geliyor, diye sorardı. Çünkü gelenler henüz o mevsimlerde bulunması mümkün olmayan şeylerdi.

"O da: «o nzık, Allah tarafından bana gön-derilmekiedir," Bunu yadırgamamak gerekir. Söylendiğine göre Hz. Mer­yem henüz küçücük bir bebek iken tıpkı oğlu Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) daha beşikte iken konuştuğu gibi o da konuşurmuş. "Şüphesiz Allah dilediklerine hesapsız nzık verir.» derdi " Buradaki ifade ya Meryem'in söylediği ifadelerden bir cümledir veya âlem­lerin Rabbi Allah'ın kelâmındandır.

"Hesapsız" demek, onun çokluğu asla takdir olunamaz ölçüye ge­lemez, onun muhasebesi yoktur ve o bir tek amele karşılık çok çok mü­kâfatlar verebilir, demektir. [62]

 

38 - Orada Zekeriya, Rabbine dua ederek dedi ki: "Rabbim! Bana katından tertemiz ve salih bir nesil ver! Çünkü gerçekten sen dua edenin duasını işitirsin."

 

demek, o yerde, demektir. Çünkü; Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) henüz Hz. Meryem'e ait olan mihrap yani odada oturuyorken, de­mektir. Ya da işte o zamanda, o esnada veya o vakitte, demektir. Bilin­diği gibi, kelimesi, kelimesi ve kelimesi bazen za­man ve vakit manalarında kullanılırlar.

Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) Meryem'deki olağanüstülüğü görünce, Allah katındaki yerini ve değerini, kerametini görmesi üzerine, kendisi­nin de tıpkı İmran'm hanımı Hanne'den doğan Meryem gibi kendisinin de İmran kızı İsa'dan bir çocuğunun olmasını diledi. Gerçi Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm)'mn hanımı İşa hem yaşlı ve hem kısır idi, doğurmuyordu ama, yine de o bundan bir çocuğu olsun istiyordu. Nitekim; annesi de böyle idi.

Yine bir yoruma göre de şöyle denilmiştir: "Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Seiâm) Meryem'in yanında mevsimi olmayan meyveleri görünce hemen uyandı, bu olay dikkatini çekti, böylece kısır olan eşinin de doğurabile­ceğini bundan çıkardı. Bunun üzerine de ayette geçtiği şekilde dua etti."

"zürriyet" kelimesi, çocuk manasınadır. Bu kelime hem tekil ma­nasında olarak ve hem çoğul anlamında olarak kullanılan bir kelimedir. kelimesi, mübarek, temiz ve salih manalarına gelir. Bu kelimenin müennes olarak gelmesi, kelimesinin lâfız itibariyle müennes olmasındandır.

Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) duasının sonunda ise, "Muhakkak sen duayı işitirsin." demekle, yapılan duaya icabet edersin, demek iste­mektedir[63]

 

39 - Zekeriya mabedde durup namaz kılıp dua etmekte iken, melekler ona şöyle seslendiler: "Şüphesiz Allah sana Yahya'nın doğu­munu müjdeler. O Allah'tan gelecek olan bir kelimeyi doğrulayan, kavminin efendisi, iffetli ve salihlerden bir peygamber olacaktır."

 

"Zekeriya Mabedde durup namaz alıp dua etmekte iken, melekler ona şöyle seslendiler:' Esasen Hz. Zekeriya (Aleyhis-Selâm) seslenenin Hz. Cebrail (Aleyhi1s-Selâm) olduğu söylenir. Fakat, "melekler" diye çoğul ifadesiyle zikredilmiş olması şun­dandır:

Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm)ya. gelen ses bu türden bir çoğul ses gru­bu idi. Tıpkı şu ifadeye benzer bir cümle, "Filan kimse atlara biniyor." gibi oysa binilen bir tek attır, tamamı değil. İşte burada da bu türden bir mana inceliği vardır.

Ancak kıraat imamlarından Hamza ile Ali bu kelimeyi hem harfiyle ve hem de imaleli olarak, şeklinde kıraat etmişlerdir.

Ayrıca bu ayetten şu gerçeği de öğrenmekteyiz. İnsanlar arzularına ancak namaz ve dualarla kavuşabilirler. Çünkü; namazlarda birçok dualar yer aldığından dolayısıyla dualara icabet daha fazladır, duaların kabulü daha çok namaz ile kazanılır. Aynı şekilde insanın ihtiyaçlarının karşıla­nabilmesi de onun namaz kılmasına ve bundaki niyetine bağlıdır. Nite­kim; İbn Ata şöyle der:

"Yüce Allah kulu üzerinde en değerli ve en üstün halin ya da durumun kapısını, onun emirlere olan bağlılığı ve onlara uyması ölçüsüne, Allah'a karşı yapmakta olduğu taatlerindeki ihlâsma ve samimiyetine, bir de mes­citlere ve bu manadaki önemli yerlere devam durumuna göre açar."

''Şüphesiz Allah sana Yahya'yı müjdeler/' Kıraat imamlarından îbn Amir ve Hamza, edatını "kavi" madde­sinin izmariyle esreli olarak, şeklinde okumuşlardır. Ya da zaten nida yani ünlem ifadesi kavi manasındadır, bu bakımdan da kesra ile okumuşlardır. Bunlar dışında kalan kıraat imamları ise, fetha ile olarak okumuşlardır.

kavlini ve mabadını Hamza ve Ali, sülâsiden olarak, olarak okumuşlardır. Bu takdirde kelimenin sülâsisi, fi­ilidir. İster şeddeli olarak olsun, ister şeddesiz olarak olsun Arap dili açı­sından her ikisi de kullanılmaktadır.

kelimesi eğer Arapça bir kelime değilse gayrimunsarif olan bir kelimedir. Ki doğru olanı da budur. Tıpkı Musa ve Isa isimleri gi­bi marifelik ve ucmelik vardır. Yani; kelime bu manada hem özel bir isimdir ve hem de Arapça kökenli olmayan bir isimdir. Eğer bu isim Arapça kökenli ise, bu takdirde marifeiik yani özel isimlik ve bir de fiil kalıbında (vezninde) olan Özelliği taşımaktadır. Örneğin "yağmur" keli­mesi gibi. Bu kelime hem özel isimdir ve hem de fiil kalıbında olan bir kelimedir. Her iki halde de gaynmunsariftir.

"O Allah'ları gelecek olan bir kelimeyi doğrulayan," kelimesi Yahya'dan haldir. Ayette tasdik edece-ği kelime ise Hz. Isa (Aleyhis-Selâm) ki, Yahya (Aleyhi's-Selâm) ona iman edecektir, onun peygamberliğini kabul edecektir. Nitekim; Hz. İsa (Aley-'ya ilk iman eden Hz. Yahya (Aleyhi's-Selâm)'dır. Hz. İsa (Aleyhi's-Selam) Allah'ın kelimesi yani, "kelimetullah" denmiştir. Çünkü; yüce Allah Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm)yı babasız olarak, emriyle var etmiştir. Ya da, "Allah'tan gelecek bir kelimeyi doğrulayan... " demek, ondan ge­lecek olan bir kitabı tasdik edecek olan demektir.

"Kavminin efendisi," yani; kavmine önderlik edecek olan, şeref, saygınlık ve derece bakımından onların üzerinde bir değere sahip olacak olan, demektir. Çünkü; Hz. Yahya (Aleyhis-Selâm) kavminin üzerin­de onlar arasında bir değer ve üstünlüğe sahip bulunuyordu. Zira o hiçbir zaman bir kötülük işlememiştir. Gerçek efendi diye işte ona ancak denir!

Nitekim; Cüneyd-i Bağdadi (v.29-909)şöyle der:

"O kendisini yaratanın değerini bildiğinden her iki kainatta da cö­mertlikle değer kazanan bir kimsedir."

"iffetli ve salihlerden bir peygamber olacaktır," Burada geçen, kavüyle, gücü ve imkanı olasına rağ­men şehevî duygulardan uzak duran ve kadınlara yaklaşmayan, demektir. Aynı zamanda salih peygamberlerden doğup yetişecektir. Çünkü; Hz. Yahya, peygamberler soyundan gelen bir peygamberdir. Ya da kendisi de peygamberler kervanından bir peygamber olacaktır, demektir. [64]

 

40 - (Zekeriya:) "Rabbim! Ben yaşı hayli ilerlemiş bîr ihtiyar olduğum halde, karım da kısır iken nasıl olur da bir çocuğum olabil­sin?!" dedi. (Rabbi de) şöyle dedi: "Evet aynen öyle (senin bir çocuğun olacak). Zira Allah ne dilerse onu yapar."

"(Zekeriya:) «Rabbim! Ben yaşı hayli ilerlemiş bir ihtiyar olduğum halde..." ki bu sırada kendisi 99 yaşında bulunuyordu.

"Bana yaşlılık ulaştı", demekle de, ona yüksek, ilerlemiş bir yaş gelip çattı, sözünü akla getiriyor. Yani "yaşlılık bütünüyle varlığını üze­rimde gösterdi ve belimi büktü, gücümü kaybettirdi", demek istiyordu.

"karım da kısır iken..." eşim de doğum yapmayan bir kadın iken. Bu sırada hanımı 98 yaşında bulunuyordu.

"benim nasıl olur da bir çocuğum olabilsin?!» Çünkü böyle bir şey normalinde uygun olan bir durum değildir. Bu ba­kımdan adeta uzak bir ihtimal gibi görüyor olmanın yanında yüce Allah'ın gücü ve kudretini de bir bakıma tazim ile karşılıyor ve bunda her hangi bir kuşkuya da kapılmıyor.

"(Rabbi de) şöyle buyurdu: «Evet aynen öyle (senin bir çocuğun olacak). Zira Allah ne dilerse onu yapar.»" Çünkü; gerçekten bunlar hayret ve şaşkınlık doğuran fiillerdendir. [65]

 

41 - (Zekeriya) dedi ki: "Rabbim! bana bir alâmet göster." (Rabbi de) şöyle buyurdu: "Senin alâmetin, insanlarla işaretle anlaş­man dışında üç gün süreyle konuş m aman dır. Bir de Rabbini çok çok an ve akşam sabah hep Rabbini teşbih et."

 

"(Zekeriya) dedi. ki: «Rabbim! bana bir alâ­met göster.»" Yani; öyle bir alâmet göster ki, onun sayesinde eşimin gebe kaldığını bileyim ve o nimet gelince de onu şükür ile karşılayayım, dedi.

Kıraat imamlarından Nafı ve Ebu Amr, kavlinde yer alan, kelimesini olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, olarak kıraat etmişlerdir.

"(Rabbi de) §öyle buyurdu: «Senin alâmetin, insanlarla, işaretle anlaşman dışında üç gün .sü­reyle konuşmamandır.»" Ya sadece el ile veya baş ile, ya da göz veya kaş­larınla işaretle konuşmandır. Yani; konuşmama dışında bir takım hareket­lerle meramını anlatmaktır. Nitekim; bir hareketle işaret yapıldığında Arap­ça'da denir. İşretleşme ile anlaşma konuşmaktan istisna edildi. Çünkü; işaret esas itibariyle konuşma cinsinden olan bir şey değildir. Zira konuşan bir kimse söz söylediğinde ve söylenen ya da konuşulan bu söz­den de bir şey anlaşıldığında işte bu, Kelâm yani söz ya da konuşma adı­nı alır. Ya da bu, burada istisnayı münkatidir.

Ayette Özellikle "insanlarla konuşmama " noktasının istenme nede­ni, onlarla konuşabilme gücüne sahip olduğu halde, dilini onlarla konuş­mamak için tutması, hapsetmesidir, istenen budur. Çünkü insanlarla ko­nuşmamasına rağmen Allah'ı zikretmeye ve teşbihte bulunmaya gücü ye­tiyor, onun bu özelliği kendisinde bakidir. Bunun içindir ki, Rabbimiz

şöyle buyurmuştur:

"Bir de Rabbini çok çok an ve sabah akşam, hep Rabbini teşbih et." Yani; insanlarla konuşmakta acze düştüğün o günlerde Rabbini zikret, Sübhanellah, diyerek tesbihatta bulun.

Gerçekten bu, oldukça apaçık olan mucizelerden ve kanıtlardan bi­rer kanıt ya da ayet ve mucizedir. Böylece üç günlük bir süreyle insanlar konuşmamak suretiyle onlarla bir bakıma alâkasını kesecek ve tüm ihlâ-sıyla o günlerde Rabbini zikre kendisini adayacaktır. Dili zikirden ve tesbihattan başka bir şeyle meşgul olmayacaktır.

Burada adeta şöyle bir durum sergilenmiş bulunmaktadır. Hz. Zekeriya (Aleyhi's-selâm) Rabbine şükretmek için ondan bir ayet isteyince, ona şöyle denildi: "Senin işaretin ya da alâmetin, Allah'a şültretmen dışında dilini tutmandır." Kaldı ki; burada cevapların en güzeli, sorunun kendi­sinden çıkarılanıdır.

kelimesi, Zeval vaktinden gün batınıma kadar olan vakte denir. ise, tan vaktinden itibaren kuşluk zamanına kadar olan vakte denir. [66]

 

Meali

 

42. Melekler: "Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni temiz­ledi ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı." demişlerdi.

43. Ey Meryem! Rabbinin huzurunda dur, secde et ve rükû eden­lerle birlikte rükû et.

44. (Ey Muhammed) Bütün bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb (bilinemezlik) ile ilgili haberlerdir. Meryem'in sorumluluğunu ki­min üzerine alacağına ilişkin kura maksadıyla kalemlerini attıkları sırada sen yanlarında değildin. Kaldı ki; onlar bu hususta aralarında çekişir-lerken de sen yanlarında bulunmuyordun.

45. Hani melekler Meryem'e demişlerdi ki: "Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni katından bir kelime ile müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O hem dünyada ve hem ahirette sânı yüce ve (Allah katında) ona yakın kılınanlardandır.

46. Beşikte bir bebek iken ve yetişkinlik çağında iken de insanlarla konuşacak ve salihlerden olacaktır.

47. Meryem (bunun üzerine) dedi ki: "Rabbim! Bana bir beşer eli dokunmamış olduğu halde nasıl olur da benim bir oğlum olabilir?" Allah da şöyle buyurdu: "Evet işte böyledir. Allah dilediğini yaratır. Allah bir şeye hükmedince ona yalnızca, "ol" der, o şey de hemen oluverir."

48. "(Allah) ona kitabı, hikmeti (eşyanın sırlarını), Tevrat ve İncil'i de öğretecek."

49. "O, İsrailoğullarına bir elçi olarak gönderildiğinden onlara di­yecek ki: 'Doğrusu ben, size Rabbiniz tarafından bir mucize ile geldim. Şüphesiz ben, size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, bunun ardından da ona üflerim. O da Allah'ın izniyle hemen canlanan bir kuş oluverir. Aynı zamanda anadan doğma kör olanları ve abraş (denilen tendeki ala­ca) hastalığım da iyileştirir ve Allah'ın izniyle ölüleri de diriltirim. Bu arada size, yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiğiniz şeyleri de haber ve­ririm. Eğer gerçekten inanan kimselerden iseniz bütün bunlarda sizin için kesin deliller ve vardır."

50. "Ve ben, benden önce gönderilen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim. Ben size Rabbi-nizden bir mucize getirdim. Öyleyse Allah'tan korkun ve (bana) itaat edin."

51. "Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde hemen Ona kulluk edin! İşte dosdoğru olan yol budur." [67]

 

Tefsiri

 

42 - Melekler: "Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni temizledi ve âlemierin kadınlarına üstün kıldı" demişlerdi.

 

Ayetin başında yer alan, kavli daha önce geçen, kavli üzerine atfedilmiş tir. Ya da bu, takdirindedir.

Rivayete göre melekler Hz. Meryem'le şifahi (sözlü) olarak konuş­muşlardır:

"Şüphesiz Allah önce seni annenden adak olarak kabul etmekle seni büyütüp yetiştirmekle ve seni çok üstün meziyet ve değerlere sahip kılmakla seçti. Seni kirletecek fiillerden de arındırıp tertemiz halde kıldı bir başka hu­sus da seni dünya kadınlarının üzerinde bir değere ve üstünlüğe sahip kıldı. Çünkü babasız olarak sana İsa'yı bağışladı. Oysa böyle bir durum hiçbir dünya kadınına nasip olmuş bir şey değildir." [68]

 

43 - Ey Meryem! Rabbine ihlâs ve samimiyetle itaat et –taatini sürekli yap veya namazda kıyamını uzun tut-, namaz kılarak secdeye kapan -burada kunut ve secde ile emredilen şey namazdır, diye yorum­lanmıştır. Çünkü kunut ve secde namazın asli unsurlarındandır. Daha sonra da Meryem'e şöyle denildi:- ve rükû edenlerle (cemaate katılarak namaz kılanlarla) birlikte sen de (namaz kıl ve) rükûya var.

 

Yani; senin de namazın namaz kılanlarla birlikte yani cemaatle ol­sun. Ya da kendini bizzat namaz kılanlar arasında hep gör, hep onların sayıları arasında yer al, başkalarının sayılarına katılma, demektir. [69]

 

44 - Bütün bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb (bilin­mezlik) ile ilgili haberlerdir. Meryem'in sorumluluğunu kimin üzeri­ne alacağına ilişkin kura maksadıyla kalemlerini attıkları sırada sen yanlarında değildin. Kaldı ki; onlar bu hususta aralarında çekişirlerken de sen yanlarında bulunmuyordun.

 

"Bütün bunlar," Yani; daha önce geçen İmran'ın karısı Hz. Meryem'in annesi Hanne'nin, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Meryem'in (Aleyhis's-Selâm) durumlarıyla ilgili hususlar, "sana uahyelınekie olduğumuz gayb (bilinemezlik) ile ilgili haberlerdir." Yani; bu anlatılanlar, senin daha önceleri bilmediğin, ancak vahiy yo­luyla öğrenebildiğin ğayb ile alâkalı yani bilinemeyen gerçeklerle ilgi­li bilgilerdir.

"Kimin Meryem'ln sorumluluğunu alacağına ilişkin kura maksadıyla kalemlerini allık­ları sırada sen yanlarında, değildin." Burada geçen kalemlerden kasıt, fal oklarıdır. Onlar bu okları, kura çekmek amacıyla nehre atarlardı. Ya da burada sözü edilen kalemlerden kasıt, kendisiyle Tevrat'ı yazmakta olduldan kalemlerdir. Bu kalemleri mübarek saydıklarından teberruken ku­ra atmak için bu kalemleri kullanmayı tercih ettiler, demek olabilir.

kavli, kavlinin delâlet ettiği bir mah-zufa taallûk etmektedir. Burada sanki şöyle denilmiştir:

"Meryem'in sorumluluğunu hangisi üstleniyor diye «baktıkları halde» kalemlerini (fal oklarını) o  atıyorlardı. "

Veya o mahzuf ifadesidir. Bu durumda mana; "Meryem'in sorumluluğunu hangisinin üstlene­ceğini «bilmeleri için» kalemlerini (fal oklarını) o nehre atıyorlardı." şeklinde olur.

Ya da o mahzuf  ifadesidir. Bu durumda ise mana şu şe­kildedir:

"Onlardan hangisi Meryem'in sorumluluğunu üstlenecek «diyerek» kalemlerini (fal oklarını) o nehre atıyorlardı. "onlar bu hususta aralarında lor-hışırlarken de sen yanlarında, değildin." Yani; Meryem'in hali hakkında, onun sorumluluğunu üstlenmek hususunda birbirleriyle yarışırlarken sen orada bulunmuyordun. [70]

 

45 - Hani melekler Meryem'e demişlerdi ki: "Ey Meryem! Şüphesiz Altah seni katından bir kelime ile müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O hem dünyada ve hem ahirette (Allah katında) ona yakın kılınanlardandır.

 

"Hani melekler Meryem'e demişlerdi ki:" Burada geçen, kelimesi, manasınadır. "Ey Meryem.' Şüphesiz Allah seni kalından bir kelime -İsa- ile müjdele­mektedir." Burada, cer mevziinde gelmiştir ve kav­linin de sıfatıdır. "Onan adı. Meryem oğlu İsa Mesih'tir."

Burada, mübtedadır. Kelimeye raci olan buradaki zamirin müzekker olarak gelmiş olması, Kelimenin müsemması olan şeyin -ki bu Hz. İsa'dır- müzekker olması sebebiyledir. Bunun haberi de, kelimesidir. Cümle bütünüyle, kavlinin sıfatı olması hase­biyle cer mahallinde gelmiştir.

"mesih" kelimesi tıpkı, "sıddîk" ve "faruk" kelimeleri gibi üstünlük manası ifade eden lâkaplardandır. Bu­nun İbranice deki aslı, Manası da mübarek, demektir. Tıp­kı onun şu kavli gibi:

"Her nerede olursan olayım Rabbim beni mübarek kıldı.[71]

Bir başka yoruma göre, Hz. İsa (Aleyhi's-Selâmfnm "Mesih" diye ad­landırılmış olması, hastalıklı olan birine dokunmuş ise mutlaka o iyileş­miştir, demektir. Bir diğer yoruma göre ise, Hz. İsa (Aleyhis-Selâm) herhangi bir yeri, vatan edinmeyip hep gezip dolaşması nedeniyle "Mesih" den­miştir. "İsa" ismi, "mesih" kelimesinden bedeldir.

kavli mahzuf bir mübtedanm haberidir. Yani; "O, Meryem 'in oğludur. " demektir. Ancak bu ifadenin, "İsa" isminin sıfatı olması caiz olmaz. Çünkü çocuğun ismi sadece "İsa" olup, yoksa "Meryem oğlu İsa" demek değildir. Ancak ayette özeİlikle "Meryem oğlu İsa" diye vurgulanmış olması, onun babasız dünyaya geldiğini bildirmek içindir. Dolayı­sıyla annesinden başkasına nisbet olunamaz.

O hem dünyada -peygam­berlikle ve taatle- ve hem ahirelle -yüksek bir makama ve şefaat etmeye hak kazanan- ve (Allah katında) -semaya çekilmekle- ona yakın kılınan­lardandır. " Yani; yakın kılındığı sabit olanlardandır. [72]

 

46 - Beşikte bir bebek iken ve yetişkinlik çağında iken de in­sanlarla konuşacak ve salihlerden olacaktır.

 

Burada, kelimesi, manasına olup, konuşacak olan, demektir. kavli ise, kelimesinin zamirinden haldir. Yani; henüz beşikte bir bebek olduğu sabit iken de konuşacak olan, demektir.

Bebeklerin dinlenmesi ve uyumaları için hazırlanan beşik ve benzeri şeylerdir. Burada mastar olarak zikredilmiş oldu. kavli de bunun üzerine matuftur. Yani, "O hem bebek iken ve hem olgun­luk çağında iken insanlarla konuşacaktır. " demektir. Yani; o bu iki du­rumda da halkla konuşabilecektir. Çünkü; peygamberlerin konuşmaları bebeklik çağlarında olsun olgunluk dönemlerinde olsun, ani aşılamayacak veya yadırganacak bir hâl değildir. Çünkü; onlarda akıl her zaman yerin­de ve sapasağlamdır, aklî melekelerinde bir sıkıntı sala söz konusu değil­dir. O hep peygamberlerin verdikleri haberleri ve bilgileri hayatının her çağında -ki buna bebeklik dahildir- verecektir. [73]

 

47 - Meryem bunun üzerine dedi ki: "Rabbim! Bana bir beşer eli dokunmamış olduğu halde nasıl olur da benim bir oğlum olabilir?" Allah şöyle buyurdu: "Evet işte böyledir. Allah dilediğini yara­tır. Allah bir şeye hükmedince ona yalnızca, "ol" der, o şey de hemen oluverir."

 

Yani; Allah bir şeyin olmasını takdir buyurunca, onu hiç ertelemek-sizin derhal var eder. Fakat onu, kavliyle ya da emriyle ifade buyu­rur. Bu da, bir şeyi yaratıp var etmedeki sürati ve hızı haber vermektedir. [74]

 

48 - "(Allah) ona kitabı, hikmeti (eşyanın sırlarını), Tevrat ve İncil'i de öğretecek."

 

Kıraat imamlarından Nafı ve Asım, kelimesini burada gö­rüldüğü gibi aynen okumuşlardır. Yani harfiyle, olarak okumuşlardır. Konumu itibariyle de, üzerine matuf olduğundan haldir. Ancak bu iki kıraat imamının" dışındakiler ise, bu kelimeyi harfiyle, olarak ve mübteda olan bir söz yani bir yeni cümle kabul ederek okumuşlardır.

Ayette yer alan, kavli de yazı yazmak, yani kitabet ma-nasınadır. Çünkü; Hz. Isa (Aleyhi's-Selam) kendi döneminin yazı yazan kişi olarak en güzel hat sahibi olan bir kimse idi. Bir diğer yoruma göre de bundan maksat, Allah'ın kitaplarıdır. kavlinden murat ise, He­lâl ve haram konularını açıklanması demektir. Ya da, ayette geçen, "ki­taptan" kasıt, el ile yazı yazmasıdir, "hikmetten" kasıt ise dil ile yani gü­zel bir anlatımla anlatmak demektir[75].

 

49 - "O, İsrailoğullarına bir elçi olarak gönderildiğinden on­lara diyecek ki: 'Doğrusu ben, size Rabbiniz tarafından bir mucize ile geldim. Şüphesiz ben, size çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, bunun ardından da ona üflerim. O da Allah'ın izniyle hemen canla­nan bir kuş oluverir. Aynı zamanda anadan doğma kör olanları ve abraş (denilen tendeki alaca) hastalığını da iyileştirir ve Allah'ın izniy­le ölüleri de diriltirim. Bu arada size, yediklerinizi ve evlerinizde bi­riktirdiğiniz şeyleri de haber veririm. Eğer gerçekten inanan kim­selerden iseniz bütün bunlarda sizin için kesin deliller vardır."

 

"O, İsrailoğullarına bir elçi olarak gönderildiğinden onlara diyecek ki:"

Ayetin başında yer alan, kavli, "Biz onu bir elçi, bir Rasûl kılacağız. " demektir. Ya da bu, hal konumundadır. Yani, "O dünyada da ahirette de değerli, şerefli, saygın olmanın yanında, İsrailoğullarına gönderilen bir elçi olacak," demektir.

"Doğrusu ben, size Rabbiniz tarafından bir mucize ile geldim." Burada, kavli, demektir. Burada yukarıdaki manaya delâlet eden ve peygamberlik iddiamı doğrulayan bir gerçekle geldim yad bir gerçeği, bir mucizeyi size getirdim. "Şüphesiz ben, size çamurdan kus seklinde bir şey yapar," yani; ben sizin için kuş suretinde bir şey yapabilme gücü­ne sahibim, demektir.

Burada, kavli, kavlinden bedel olarak mansubdur. Ya da, kavlinden bedel olarak mecrurdur. Veya mahzur bir mübtedanın haberi olarak merfudur. Bu mahzuf mübteda da zamiridir. Yani, "Onu sizin için ben yaparım. " demektir.

Kıraat imamlarından Nafı ise bunu yeni bir cümle olarak, diye okumuştur.

"Bunun ardından da ona üflerim." kavlindeki zamir, harfine racidir. Yani; "O kuş şeklinde temsil edilen şeye üf-

lerim." "0da Allah'ın izniyle hemen canlanan bir kuş oluverir." O da tıpkı diğer kuşlar gibi bir kuş olar. Haliyle bütün bun­lar da Allah'ın izni ve emriyle olmaktadır.

Kıraat imamlarından Nafi, kelimesini, olarak oku­muştur. Rivayete göre Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) yarasa kuşlu dışında bir başka kuş yaratmamıştır.

Aynı zamanda anadan doğma kör olanları, ve abraş denilen tendeki alaca hastalığını da iyileş­tirir ve Allah'ın izniyle Ölüleri de diriltirim." Ayette özellikle, "Allah 'in iz­niyle" ifadesinin tekrarlanmasının sebebi, Hz. İsa (Aleyhis-Selâm)''ya ilâhlık isnadının vehmini önlemeye yöneliktir. Böyle bir inanç ve düşünceye kapılınması ihtimalini ortadan kaldırmak içindir.

Rivayete göre kavmi bakıp dururken Hz. İsa (Aleyhi1 s-Selâm), Hz. Nûh (Aleyhis s-Selâm) oğlu Şam'ı diriltmiştir. Bunun üzerine orada bulunanlar şöyle demiştir:

"Bu apaçık bit büyüdür. Bize bundan başka bir ayet, bir mucize göster." Onların bu isteği üzerine Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) şöyle dedi:

"Ey filan kişi, sen şu yemeği yedin ve ey filan kimse, senin için de şu gizlenmiştir." Nitekim; işin bu noktasını şimdi ele alacağımız ayetin bu kısıtlı bize bildirmektedir.

"Bu arada size yedik­lerinizi ve evlerinizde biriktirdikleriniz şeyleri de haber veririm."

Bu ayette yer alan her iki harfi, manasınadır ya da mastariyedir.

''Eğer gerçekten inanan kimselerden iseniz bütün bunlarda, -bu anlatılan şeylerde— sizin için kesin de­liller ve mucizeler vardır." [76]

 

50 - "Ve ben, benden önce gönderilen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim. Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Öyleyse Allah'tan korkun ve (bana) itaat edin."

 

Ben size bir mucize ile gönderildiğim gibi "Ve ben, benden önce gönderilen Tevrat'ı doğrulayan olarak" da gönderildim. Ve "sîze haram kılı­nan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim." Yine burası da, "Size Rab­binizden bir ayet (mucize) ile gönderildim." kısmının bir cevabıdır. Yani, "Ben Rabbiniz tarafından bir mucize ile gönderildim, Allah'ın size Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) şeriatında haram kıldıklarını helâl kılmak için gönderildim." Çünkü; Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) şeriatında iç yağı ha­ram kılındığı gibi, deve eti, balık ve tırnaklı olan her hayvan haram kılın­mıştı, îşte Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm), onlara bu sayılanların bir kısmını Allah'­ın emri ve izni gereği helâl kılmıştır.

"Ben size Rabbinizden bir mucize gelirdim."

Bu cümlenin tekrarı te'kit içindir. "Öyleyse Allah'tan -ve beni yalanlamaktan, bana karşı gelmekten- korkun ve (bana)-emirlerime- itaat edin." [77]

 

51 - "Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbiniz-dir. O halde hemen Ona kulluk edin! İşte dosdoğru olan yol budur."

 

"Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, .sizin de Rabbinizdir." Bu ifade ile Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) kul olduğunu kabullenip ikrar ettiği gibi, kendisinden rububiyyeti (rab olmayı) nefyediyor. Oysa Hristiyanlar, Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) ulûhiyetine, Allah'ın oğlu olduğu­na inanırlar.

"O hakle hemen (ona, kulluk edin." Bana değil. İşte dosdoğru olan yol budur" Çünkü bu yol, sahibini ebedi olan nimetlerin olduğu yere ulaştırır. [78]

 

Meali

 

52. İsa, onların inkârlarında ısrar ettiklerini sezince, "Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Havariler, "Allah'ın dininin yar­dımcıları bizleriz, biz Allah'a iman ettik. Bizim Müslüman olduğumuza şahit ol." dediler.                      

53. "Ey Rabbimiz! İndirdiğine (kitaba) inandık. Peygamberine de uyduk. Bizi, şahitlerle birlikte yaz."

54. (Yahudiler,) Tuzak kurdular. Ama Allah, onların tuzaklarını boşa çıkardı. Çünkü Allah, tuzak kuranları en iyi biçimde cezalandırır.

55. Allah şöyle buyurmuştu: "Ey İsa! Ben seni vefat ettireceğim. Seni katıma yükselteceğim. Seni kâfirlerden temize çıkaracağım. Sana iman edip tâbi olanları da kıyamet gününe kadar inkarcıların üstünde tutacağım. Sonra hepinizin dönüşü banadır. İşte o zaman aranızda anlaş­mazlığa düştüğünüz her konu hakkında hükmü ben vereceğim."

56. "İnkâr edenlere gelince, onları hem dünyada ve hem ahirette şiddetli bir azaba çarptıracağım. Onların yardımcıları da olmayacaktır."

57. İman edip salih ameller işleyenlere gelince, Allah onların amel­lerinin karşılığını tastamam olarak verecektir. Allah zalimleri sevmez.

58. (Ey Rasûlüm!) Bunları sana ayetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan anlatıyoruz. [79]

 

Tefsiri

 

52 - İsa, onların inkârlarında ısrar ettiklerini sezince, "Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Havariler, "Allah'ın dininin yardımcıları bizleriz, biz Allah'a iman ettik. Bizim Müslü­man olduğumuza şahit ol." dediler.

 

"İsa onların inkârlarında ısrar ettikterini sezince," Yahudilerin gerçek anlamda inkarcı olduklarını ve bunda hiçbir kuşkuya yer olmadığını, tıpkı duyu organlarıyla kesin olarak bili-nen gerçekler gibi kesin alarak öğrenince, Allah yolunda kimler bana yardımcı olacak?» dedi."

Kıraat imamlarından Nafi ve Ebu Cafer, kelimesinin sonundaki harfini üstünlü olarak, şeklinde okumuşlardır. Bu kelime, kelimesini çoğuludur, tıpkı kelimesinin, kelimesinin çoğulu olduğu gibi veya kelimesi nasıl ki kelimesinin çoğulu ise bu da kelimesinin çoğuludur. kavli bir mahzufa mütealliktir ve kelimenin sonunda yer alan, harfinden haldir. Yani, "Benimle Allah'ın dinine yardım ko­nusunda kim Allah 'a gidecek ve kim ona sığınacak? " demektir.

"Havarileri, «Allah'ın dininin yar­dımcıları bizleriz," Bir kimsenin havarisi denince, ona candan ve sadakat­le bağlı olan öz arkadaşları, candaşları demektir. "biz Allah 'a iman ellik." -Ey İsa- "bizim İslâm \ kabul eniğimize sahil ol.» dediler," Havariler, Müslüman olduklarına ilişkin olarak ve imanlarını pekiştirmek maksadıyla Hz. İsa'nın kendilerine şahitlik etme­sini istediler. Çünkü; peygamberler yarın kıyamet gününde kavimlerinin durumlarına göre ya onların lehlerinde veya aleyhlerinde şahitlik yapa­caklardır. Buradan da İslâm ile imanın aynı olduklarını anlıyoruz. Çünkü bu, bunun için bir delildir. [80]

 

53 - "Ey Rabbimiz! İndirdiğine (kitaba) inandık. Peygambe­rine de uyduk. Bizi, şahitlerle birlikte yaz,"

Kıyamet gününde ümmetlerine şahitlik yapacak olan peygamber­lerle beraber yaz ya da senin vahdaniyetine şahitlikte bulunacak olanlarla beraber yaz veya Ümmet-i Muhammed'le beraber yaz. Çünkü onlar hal­kın üzerinde yarın şahitlikte bulunacaklardır. [81]

 

54 - (Yahudiler,) Tuzak kurdular. Ama Allah, onların tuzakla­rını boşa çıkardı. Çünkü Allah, tuzak kuranları en iyi biçimde ce­zalandırır."

 

Hz. İsa (Aleyhis-Seâm) öldürmek veya çarmıha germek istemeleri sırasında, Hz. İsa (Aleyhis-Selâm), kâfir Yahudilerin ya da İsrailoğullarının kesin küfürlerini ve kendisini öldürmek istediklerini sezdiği kimseler tuzak kurdular, komplolara giriştiler.

 Ancak Allah onların tuzaklarını kendi başlarına ge­çirdi. Çünkü Hz. İsa (Aleyhis-Selâm) yi semaya yani göğe çekti. Dolayısıy­la Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) yi öldürmek isteyeni, ona benzeterek, o böylece öldürülerek kendisinin kurduğu tuzağa kendisi yakalandı. Allah'a tuzak kurmak gibi bir durum izafe olunamaz. Ancak bu, Allah'ın onları ceza­landırması manasında kullanılır. Çünkü; böyle bir ifadenin kullanılması halk nezdinde pek kabul görmez ve hoş karşılanmaz. Nitekim; aldatmak ve alay etmek gibi ifadeler için de Allah hakkında söylenmez, zira yine bunlar da halk açısından nahoş olarak karşılanan ifadelerdir. Yani, "Allah tuzak kurdu, Allah aldattı, Allah alay etti." türünden ifadeler genelde, "Allah cezalandırdı" olarak anlamlandınlırlar. Nitekim, "Şerhu'l-Te'vilât" adlı eserde de böyle yazar.

Cezalandıranların en güçlüsü Allah'tır. Ceza-landırılan kimsenin hiç de bilemeyeceği ve farkına varamayacağı yerden cezalandırmaya, tokadı indirmeye güçlü olanların en kadir olanıdır. [82]

 

55 - Allah şöyle buyurmuştu: "Ey İsa! Ben seni dünyada vefat ettireceğim. Seni katıma yükselteceğim. Seni kâfirlerden temize çıka­racağım. Sana iman edip tâbi olanları da kıyamet gününe kadar in­karcıların üstünde tutacağım. Sonra hepinizin dönüşü banadır. İşte o zaman aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz her konu hakkında hük­mü ben vereceğim."

 

"Hani Allah şöyle buyurmuştu: «Ey ha! Sen, seni vefat ettireceğim."

Ayetin baş tarafı olan, kavlinin zar­fıdır. kavli de, "seni eceline erdireceğim, ecelini tamamlatacağım" demektir. Manası ise şöyledir: "Kâfirlerin seni öldürmelerinden seni koruyacağım. Senin ölümün onların elinden olmayacak ve seni normal ece­linle ölüme götüreceğim, öldüreceğim."

"Seni kalıma yükselteceğim." Yani; kendi semâma ve meleklerin bulunduğu, karargâh kurdukları yere alıp yükselteceğim. "Seni kâfirler (tuzaklarından kurtarıp arındı-racağım." Onlann kötü komşuluklanndan, yakınlarında bulunmaktan ve iğrenç, kötü sohbet ve konuşmalarından arındırıp temizleyecek ve kur­taracağım.

Bir yoruma göre, demek, Seni yerden alacağım kabzedeğim, demektir. Yani; herhangi bir şeyi eksiksiz olarak yerine getirildiğinde bu kelime kullarîılır. Örneğin; denir ki, "Filanın üzerindeki malımı tümüyle aldım. ", demektir. Ya da bunun ma­nası şöyledir: "Ben seni şimdilik katıma yükseltiyorum. Ancalc sen sema­dan (gökten) indikten sonra zamanın gelince, ömrün sona erince seni öl­düreceğim." Çünkü; aralarında yer alan haıfi yani kelimeleri arasındaki harfi, tertibi gerektirmez, bir sırayı izlemez. Nitekim; Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"İsa ümmetim üzerine bir halife olarak inecek (gelecek), haçı parçala­yacak, domuzları öldürecek ve yeryüzünde kırk yıl kadar kalacak, evlene­cek, çocukları olacak ve daha sonra da ölecektir. Doğrusu başında ben, son­larında da İsa bulunacak olan bir ümmet nasıl olabilir ki (hiç helak olur mu)? Kaldı ki; Ehl-i Beytimden olacak olan Mehdi de onların ortasında yer alacak."[83]

Ya da bunun yorumu şöyledir: "Seni uyutacağım ve sen uyuyorken seni katıma yükselteceğim ki; herhangi bir korku ve endişeye kapılmayasın. Bir de uyanınca kendini göğe yükselmiş ve mukarreblerle (bana yakın olanlarla) birliktesin."

"Sana iman edip labi olardan -Müslümanları- da kıyamet gününe kadar -reddeden-inkârcdarın aslimde, tutacağım," Çünkü; Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm)'ya tabi olan­lar, uyanlar, her ne kadar şeriatleri farklı olsa da, temelde İslâm'ın özüne uyanlardır. Ancak onu yalanlayanlar değil, Yahudi ve Hristiyanlardan olup da onun aleyhinde yalan uyduranlar üstün tutulacak değillerdir. Müslü­manların ya da o dönemde Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) uyanların onlara üstün gelmeleri kimi zaman hüccet, delil ya da kanıtlarla olacaktır, çoğu zaman da, hem hüccet yani delil ve kanıtlarla hem de kılıç [84]üstünlüğü ile galebe çalacaklardır.

"Sonra hepinizin -ahirette- dönüşü banadır. İşte o zaman aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz her konu hakkında hükmü ben vereceğim." [85]

 

56 - "İnkâr edenlere gelince, onları hem dünyada ve hem ahi­rette şiddetli bir azaba çarptıracağım. Onların yardımcıları da olmayacaktır." [86]

 

57 - İman edip salih ameller işleyenlere gelince, Allah onların amellerinin karşılığını tastamam olarak verecektir. Allah zalimleri sevmez.

 

İşte bu iki ayet nihayetinde hükmü ortaya koymaktadır, sonucu açıklamaktadır. kıraati Hafs'a aittir. [87]

 

58 - (Ey Rasûlüm!) Bunları sana ayetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan anlatıyoruz.

 

Burada, ile Hz. İsa (Âleyhi's-Selâm) ile alâkalı ve daha başka konularla ilgili geçen olaylara işaret etmektedir. Bu, aynı zamanda mübtedadır. kavli de bunun haberidir. haberden sonra bir ikinci haberdir. Ya da mahzuf bir mübtedanın haberidir. kavli de, Kur1 an demektir. Yani; muhkem, sağlam haberler getiren anlamındadır. Ya da birçok hikmetleri taşıması bakımından sanki hep hikmetle konuşur, anlamındadır. [88]

 

Meali

 

59. İsa'nın durumu Allah katında tıpkı Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı ve ona, "Ö1İ" dedi, o da hemen oluverdi.

60. (Ey Peygamber!) Rabbinden sana gelen vahiy haktır. Sakın şüpheye kapılanlardan olma!

61. Sana gelen bu gerçek bilgilerden sonra kim seninle tartışmaya girerse (onlara) de ki: "Gelin! Çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınları­mızı ve kadınlarınızı çağıralım ve sonra topluca dua ederek, kimler yalan söylüyorsa, Allah'tan o yalancıları helak etmesini dileyelim.

62. İşte bu anlatılanlar gerçek kıssalardır. Allah'tan başka da kendi­sine kulluk edilecek bir başka ilâh da yoktur. Şüphesiz Allah Azizdir, Hakimdir.

63. Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak Allah, fesat çıkaranları en iyi bilendir.

64. (Ey Rasûlüm!) de ki: "Ey Kitap ehli! Gelin bize ve size vahiy yoluyla indirilen aramızda ortak bir söze gelin. Allah'tan başkasına kul­luk etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim." Eğer yüz çevirirlerse, bu takdir­de, "Şahit olun ki; bizler Allah'ın hükümlerine boyun eğmiş olan Müslümanlarız." deyin. [89]

 

Tefsiri

 

Şimdi tefsirim yapacağımız bu ayet Necran'dan gelen Hristiyan heyetiyle alâkalıdır. Çünkü bu heyet, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)

"Sen hiç babası olmadan bir çocuğun dünyaya geldiğini gördün mü?" diye bir som yöneltmişlerdi. Bunun üzerine şu ayet bu konuyla alâkalı olarak nazil olmuştur.

 

59 - İsa'nın durumu Allah katında tıpkı Adem'in durumu gibi­dir. Onu topraktan yarattı ve ona, "Ol!" dedi, o da hemen oluverdi.

 

"İsa'nın durumu, Allah kalında tıpkı Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı."

Yani; Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) durumu ve onun garipsenen veya yadırganan hali tıpkı Hz. Adem (Aleyki's-Selâmfin durumu gibidir. "Çünkü; Allah onu da topraktan yarattı." Ona çamurdan bir ceset ya da beden takdir buyurdu. Aslında Hz. Adem (Aleyhis-Selâm) ile alâkalı olarak araya giren bu cümle açıklama ve tefsir mahiyetinde bir cümledir. Çünkü; Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) da yaratılışı onunkisine benzemektedir. O halde esas itibariyle bu, üzerinde tartışılması gereken bir husus olmamalıdır. Yani; Allah, İsa (Aleyhis-selâm) babasız yaratmış olduğu gibi Adem (Aleyhi's-Selâm) de topraktan yaratmış ve ortada ne bir baba ve ne de bir anne var. O halde Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) yaratılışında şaşılacak ne var ki? Eğer Hz. İsa (Aleyhis-Selâm) babasız olarak yaratılması hali yadırganacak bir du­rum ise, o halde anne ve babası olmadan Adem (Aleyhi'sSelâm) yaratıl­ması olayı ondan daha da yadırganacak bir durum olmaz mı? Babasız olarak dünyaya gelen Hz. İsa (Aieyhi's-Selâmj'ya göre Hz. Adem (Aleyhi's-Se-lâmf'm anne ve baba olmadan yaratılması harikulade bir şey değil midir, olağan dışı bir durum ve normal doğum ölçüsü ele alındığında bu, daha da garipsenemez mi?

Burada garip olan bir olay ondan çok daha garip olan bir diğer olaya benzetilerek durum ortaya konuyor ki, böylece hasım olan taraf artık konuşamaz ve tartışamaz bir duruma gelmiş olsun. Dolayısıyla sağ­lıklı bir şeklide düşünebilen bir kimse, kendisince yadırgadığı bir olayın çok daha ötesinde yadırganan bir olay ile karşılaştığında, bundan böyle dili tutulur ve konuşamaz olur. Eğer inada sapmayacaksa gerçeği teslim eder ve kabullenir.

Bir ilim adamından gelen rivayete göre, kendisi Rumların (Bizans­lıların) eline esir düşer. Bu arada,-onlara;

— Neden sizler İsa'ya tapıyorsunuz, diye sorar. Onların cevabı:

  Çünkü, o babasız olarak dünyaya gelmiştir, olur. Bu defa o alim kişi, onlara şöyle bir karşılık verir:

  Öyleyse tapmılmaya Adem, ondan daha lâyıktır; çünkü onun ne annesi ve ne de babası vardır. Onlaf:

— İsa ölüleri diriltir, derler. Bu defa o alim kişi:

— Burada da tapınılmaya daha lâyık olan kişi bu takdirde sekiz bin kişiyi dirilten Hizkil (Aleyhi's-Selâm) olmalıdır. Çünkü İsa peygamber sadece dört kişi diriltmiştir. Bu defa onlar tekrar:

— O anadan doğma körleri ve alaca ten hastalığını tedavi edip iyileş­tirir, derler. Alim zat da:

— O halde Circis (Aleyhi's-Selâm) ondan daha çok tapınılmaya lâyık ol­malıdır. Çünkü önce pişirilir ve sonra da yakılırdı, fakat sonra dipdiri ola­rak kalkardı, kendisine bir şey olmazdı, diye onlara cevap verdi.

ona, dedi, o da hemen olu­verdi." Yani; Allah onu bir beşer olarak var etti. O da hemen bir beşer olarak var oldu.

burada, demektir. Yani, denme­liydi. Ancak burası yeri olmadığından detaya inmek istemiyoruz. Bu da mazi olan yani dili geçmişin hal hikayesidir veya mazi halin hikayesidir. ise haberin haber üzerine tertibi içindir, yoksa kendisinden haber verilenin tertibi için değildir. [90]

 

60 - (Ey Peygamber!) Rabbinden sana gelen vahiy haktır. Sa­kın -ey duyup işiten- şüpheye kapılanlardan olma!

 

Buradaki hitabın Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi veSellemfe olması ih­timali de vardır. Bu takdirde bu, daha çok sebat etme noktasında bir he­yecana getirmektir. Çünkü; Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem).masumdur, bu bakımdan da şüpheye düşmekten beridir, uzaktır. kavli mahzuf niübtedanın haberidir. Yani, "O haktır, gerçektir" demektir. [91]

 

61 - Sana gelen bu gerçek bilgilerden sonra kim seninle tar­tışmaya girerse onlara de ki: "Gelin! Çocuklarımızı ve çocuklarını­zı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım ve sonra topluca dua ede­rek, kimler yalan söylüyorsa, Allah'tan o yalancıları helak etmesini dileyelim.

 

"Sana gelen tüm bu gerçek bilgilerden sonra -Hristiyanlardan- kim seninle -İsa hakkında-tarlısmaya girerse onlara de ki:" Kesin biİİ anlamına gelen beyyineler-den, delillerden sonra... burada anlamındadır.

"Gelin!" Burada gelin, demekten murat, gayretle ve kendi reyiyle karar vererek gelmek manasınadır. Yoksa zaten kendileri hep ora­dalar. Bu, "gelin birlikte bir şey yapalım ve karar verelim ki, sonucuna da katlanalım. " anlamında bir eyleme veya fiile çağrıdır. Bu tıpkı, "Ge­lin şu mesele konusunda düşünelim. " demek gibi bir ifadedir.

"Bizler ve sizler hepimiz kendimizi ortaya koymak sureliyle biz kendi çocuklarımızı, siz de kendi, çocuklarınızı, biz kadınlarımızı siz de kadınla­rınızı çağıralım." Bizden ve sizden hepimiz bizzat kendimizi ortaya koy­mak suretiyle çocuklarımızı ve kadınlarımızı da çağıralım, hep birlikte lânetleşelim.

"ve sonra topluca lanetlenmek için dua ederek," Burada, kelimesi, demektir. veya net manasındadır, lanet etmek, lanetlemek demektir. Örneğin; de­mek, "Allah ona lanet etsin, Allah onu rahmetinden ırak eylesin, uzaklaştırsın. " demektir. İşte "ibtihal' asıl manası budur. Daha sonra bu keli­me zorda kalınan her durum için dua ya da beddua manasında kullanılır oldu. Yani; karşılıklı bir lânetleşme söz konusu olmasa da artık her sıkı­şık anlarda başvurulan dua olarak ele alındı.

Rivayete göre Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Seiiem) onları bu manada mübaheleye, lânetleşmeye çağırdığında, dediler ki:

— Bu konuda biraz bekleyip düşünelim ve bir karara varalım. Niha­yet; içlerinde Akib dedikleri ve sözcüleri konumunda bulunan Abdulme-sih adındaki kişi adamlarına karşı söze şöyle başladı ve:

— Ey Hristiyan topluluğu! Allah'a yemin ederim ki; siz de Muhammed'in gerçekten gönderilen bir elçi (peygamber) olduğunu görüp anladınız. Herhangi bir kavim bir peygamberle lânetleşmemiş olsun ki, mutlaka onla­rın yaşlıları ortadan yok olmuş ve geriden de küçükleri artık yetişip gelme­miştir. Eğer siz böyle bir şey yapacak olursanız kesin olarak helak olup gi­dersiniz. Eğer yapmazsanız, dininize sarılın kalın, başka da bir şey yapma­yın. Gidin bu adamla (Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile) vedalaşın ve ülkenize dönün, diye konuştu.

Nihayet ertesi sabah Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem). gittiler. Bu Sirada Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) torunu Hüseyin (Radıyallahu Anh) kucağına almış, Hasan (Radıyallahu Anh) da eline yapışmış, arkasın­dan kızı Hz. Fatıma (Radıyallahu Anha) ve onun da arkasından Hz. Ali (Radıyallahu Anh) bulunduğu halde yürüyorlardı ve onlara şöyle diyordu:

— Ben dua ettiğim zaman siz de benim yaptığım duaya amin deyin.

Necran heyetinin lideri, papazları ya da dini konuda bilgili adanılan bu manzarayı görünce kendi adamlarına dönerek şöyle dedi:

  Ey Hristiyanlar topluluğu! Doğrusu ben karşımda öyle yüzler gö­rüyorum ki; eğer bunlar bir dağın yerinden sökülüp atılması için dua etse­ler, Allah o dağı onların bu duasıyla yerinden yok eder. Sakın bunlarla mü-baheleye, lânetleşmeye girmeyin, aksi takdirde helak olursunuz ve bundan böyle yer yüzünde bir tek Hristiyan bile kalmaz.

Bunun üzerine dediler ki:

— Ey Ebu'l-Kasım (Ey Muhammed!) Biz, seninle böyle bir mübaheleye girişmemeye karar verdik. Onların bu kararlan üzerine Rasûlullah (Satyallâ hu Aleyhi ve Sellem} onlarla, her yıl Müslümanlara, iki bin hülle (takim elbise) veya altın cizye (vergi) vermek üzere antlaşma yaptı, barış imzaladı. Son­ra da Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

"Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki; gerçekten helak olma­ları Necran heyetini yüzlerinden okunuyordu (üzerlerine inmiş sarkıp duruyordu). Eğer lânetleşmiş olsalardı, mutlaka maymunlarla domuzlara dönüştürüleceklerdi."[92]

Burada mübahele olayı her ne kadar Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile onu yalanlayan kimseleri ilgilendiren bir konu ise de, çocuk­ların ve kadınların yani tümüyle ailesinin buna eklemesi, bunun daha çok güven verici ve inancı pekiştiriri olması sebebiyledir. Kendisine olan ke­sin güven halini ortaya koymak, kendisinin davasında doğru ve samimi olduğuna dair kesin inancı göstermek içindir. İşte bunu için Rasûlullah (Sallâllahu Aleyhi ve Sellem) en sevdiklerini, ciğerparelerini bundan dolayı orta­ya koyma ve tehlikeye atma cesaretini gösterdi. Meseleyi sadece kendini ortaya koymakla, bırakmadı. Kaldı ki; hasmının da kesin olarak yalancı olduğunu bildiğinden, onların hem kendileri ve hem de tüm sevdikleri varlıkları ve ciğerpare!eriyle helak olmalarını istiyordu. Çünkü; mübahe­le yani lânetleşme olayı eğer gerçekleşmiş olsaydı mutlaka helak olacak­lardı. Zaten Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de onların helak olacakları­nı bu manada kesin olarak biliyordu.

Aile bireylerinden olan çocukların ve kadınların da böyle bir olay­da yer almalarının istenmesi, bunların aile bireylerinin en değerli varlık­ları olması sebebiyledir. Gönülden en çok bağlanılan varlıklar olması ne­deniyledir. Bir de ayette görüldüğü gibi kendisinden önce bunların ortaya konmalarının sebebi, onlara karşı olan sevgisinin ve onların kalbindeki yerlerinin ne kadar fazla olduğunu göstermek içindir.

îşte bütün bu anlatılanlardan çıkan gerçek şudur. Bu ayette anlatı­lanlar ve ayetin kendisi, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Seiiemf'm pey­gamberliğinin sahih olduğunun kanıtıdır. Çünkü; bu konuda ne muhalif olan birinden ve ne de taraftar olan herhangi bir kimseden buna cevap ve karşılık verildiğine ilişkin bir rivayet yapılmamıştır.

"kimleryatan söylüyorsa, Allah'tan o yalancıları helak etmelerini dileyelim." Yani; bizden olsun, sizden olsun İsa hakkında kim yalancıysa, Allah onları helak etsin, isteyelim. Buradaki, kelimeleri, kelimesi üzerine ma­tufturlar[93].

 

62 - İşte bu anlatılanlar gerçek kıssalardır. Allah'tan başka da kendisine kulluk edilecek bir başka ilâh da yoktur. Şüphesiz Allah Azizdir, Hakimdir.

 

"işte bu anlatılanlar gerçeğin la kendisidir."

Görüldüğü gibi, edatının ismi ile haberi arası, kavliyle ayrılmıştır. Ya da mübtedadır. kavli ise bunu haberi­dir. Cümle de, edatının haberidir. Yine görüldüğü gibi fasıl zamir olan, kelimesinin başına harfinin gelmesi yani duhulü caiz­dir. Mademki burada görüldüğü gibi haber olan bir kelimeye har­fini gelmesi caiz görülmektedir, bu takdirde fasl zamiri olan kelimenin başına gelmesi haydi haydi caizdir. Çünkü bu, mübtedaya, habere göre daha çok yakındır. Esasen işin doğru olanı bunun mübtedanm başııia dahil olmasıdır.

"Allah'ları başka, da kendisine kulluk edilecek bir başka ilâh da yoktur."

Burada yer alan, cer edatı tıpkı, kelimesinde olduğu gibi feth üzere mebni kabilindedir. Bu da istiğrak manasını elde etmek için böyledir. Bunda asıl amaç, Hristiyanların teslis yani üçleme, üç ilâh kabul etme yanlışını reddetmek içindir.

"Şüphesiz Allah -intikam almada-Azizdir, (her şeye gücü yetendir, her şeyi bir hikmete bağlı olarak işleyen­dir) -hükümleri değerlendirmede ve gereğini yapmada- Halimdir." [94]

 

63 - Eğer yüz çevirirlerse -kabul etmezlerse-, muhakkak Allah, fesat çıkaranları en iyi bilendir.

 

İşte bu durum bir başka ayette belirtildiği gibi onlar için söz konusu azap ile bir tehdit demektir. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

"Onlara bozgunculuk yapmalarına karşılık azap üstüne azap ekleriz.[95]

 

64 - (Ey Rasûlüm!) de ki: "Ey Kitap ehli! Gelin bize ve size va­hiy yoluyla indirilen aramızda ortak bir söze gelin. Allah'tan başka­sına kulluk etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim." Eğer yüz çevirir­lerse, bu takdirde, "Şahit olun ki; bizler Allah'ın hükümlerine boyun eemiş olan Müslümanlarız." deyin.

 

"(Ey Rasûlüm!) De ki: «Ey kitap ehli!»" Yani; Ey Yahudiler ve Hristiyanlar veya ey Necran heyeti ya da ey Medine'de ikamet etmekte olan Yahudiler! "Celin, bize ve size vahiy yoluyla indirilen aramızda ortak bir söz üzerinde anlaşalım" Üzerinde tartı şılatnayac ak olan Kur'an, Tevrat ve İncil kitap-lan üzerinde anlaşalım. Ayette geçen, kavlinin açıklaması ise ayetin şimdi ele alacağımız bu kısmıdır:

"Gelin, Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizirabler edinmeyelim." Yani atamızdaki o ortak kelimeye gelin, gelin ki; "Uzeyir Allah 'in oğludur ve ya İsa Mesih Allah 'in oğludur. " gibi şeyler demeyelim. Çünkü; bu her iki kimse de bizlerdendir ve bizim gibi birer insandırlar. Aynı zaman Allah'­ın şeriatında izin verdikleri dışında din bilginlerinizin kendiliklerinden getirdikleri kimi helâl ve haram konularında onlara itaat etmeyelim.

Adiy b. Hatim'den gelen rivayete göre, demiş ki:

"— Ey Allah'ın Rasûlü! Biz onlara kullukta bulunmadık ki. Bunun ü-zerine Rasûlullah (Saiiaüâhu Aleyhi ve Seiiem) de şöyle buyurmuştur;

— Onlar sizin için bazı şeyleri helâl sayıp bazı şeyleri de haram kılmı­yorlar mı? Siz de onların bu yaptıklarına katılıp onları almıyor musunuz? Adiy de:

— Evet demiş. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de:

— İşte sizin bu yaptığınız şey onlara kullukta bulunmanız, itaat etmeniz, Rab edinmenizdir."[96]

"Eğer -tevhit inancından-yüz çevirirlerse, bu takdirde, «şahit olun ki bizler Allah'ın hükümlerine bo­yun eğmiş Miislümanlarız» deyin." Yani; hüccet ve deliller sizi bağlar, do­layısıyla sizin gerçekleri itiraf etmeniz gerekir. Gelin, Müslüman olduğu­muzu artık siz de itiraflarınızla kabullenin ve kendisin de buna karşı çıktığı­nızı söyleyin.. Yani; tıpkı birbirleriyle güreşip yenişenlerin ta da galip ge­len tarafın yenilen tarafa, "Artık galibin ve yenen kimsenin ben olduğumu itiraf et ve bana seni yendiğim gerçeğini de teslim et." gibi bir ifadedir bu. [97]

 

Meali

 

65. Ey Kitap ehli! İbrahim konusunda ne diye tartışıyorsunuz? Oy­sa Tevrat da, İncil de kesin olarak ondan sonra indirilmiştir. Siz hâlâ buna da mı akıl erdirmeyeceksiniz?

66. İşte sizler böylesiniz. (Varsayalım ki;) sizler bildikleriniz hak­kında tartışıp duruyorsunuz; ama, hakkında hiç bilgi sahibi olmadığınız konularda ne diye tartışıyorsunuz? Oysa gerçekleri en iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz.

67. İbrahim, Yahudi de değildi, Hristiyan da. Fakat o muvahhid bir Müslümandı. O, Allah'a ortak koşan müşriklerden asla olmadı.

68. İnsanlar içinde İbrahim'e en yakın olanlar şüphesiz ona iman edenler, onun soyundan gelen şu peygamber (Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velisidir.

69. Kitap ehli bir grup, sizi dininizden saptırmayı arzulamaktadır­lar. Oysa onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkında bile olmazlar.

70. Ey kitap ehli! Sizler (bütün gerçeklere) tanıklık edip durduğu­nuz halde ne diye Allah'ın apaçık ayetlerini inkâr ediyorsunuz?

71. Ey kitap ehli! Niçin hakkı batıl ile karıştırıyor ve bile bile hakkı (gerçeği) gizliyorsunuz?

72. Kitap ehlinden (Yahudilerden) bir topluluk birbirlerine yol gösterip şöyle dediler: "Müslümanlara indirilene günün başında iman etmiş gibi gözükün; (fakat çok fazla beklemeden) günün sonunda da onu inkâr edin, ola ki, (dinlerinden) dönerler. [98]

 

Tefsir

 

65 - Ey Kitap ehli! İbrahim konusunda ne diye tartışıyorsu­nuz? Oysa Tevrat da, İncil de kesin olarak ondan sonra indirilmiş­tir. Siz hâlâ buna da mı akıl erdirmeyeceksiniz?

 

"Ey kitap ehli! ibrahim konusunda ne diye tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, incil de kesin olarak ondan sonra indirilmiştir." İster Yahudiler olsun, ister Hıristiyanlar olsun, Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) kendilerinden olduğunu iddia ettiler. Bu konuda Hz. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile ona iman eden mü'minlerle tartıştılar.

Denildi ki; Yahudilik, ancak Tevrat'ın nazil olmasından sonra mey­dana geldiği gibi, Hristiyanlık da ancak İncil'in inmesinden sonra mey­dana gelmiştir. Oysa Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) ile Hz. Musa (Aleyhis-Selâm) arasında geçen zaman bin yıldır. Yine Hz. İbrahim (Aleyhis-Selâm) ile Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) arasında geçen süre ise iki bin yıldır. Nasıl olur da İbra­him peygamberden bunca uzun yıllar değil asırlar geçtikten sonra İbra­him (Aleyhi•s-Selâm) Yahudi veya Hristiyan dini üzere olabilsin ki? Bu, mümkün mü? "Siz hâlâ buna da mı akıl erdirmeyecelcsiniz?" Hâlâ kalkıp bu türden münakaşalara, tartışmalara artık girmeyin. Bu tür mücadele ve tartışmaları bırakın. [99]

 

66 - işte sizler boylesiniz. (Varsayalım ki;) sizler bildikleriniz hakkında tartışıp duruyorsunuz; ama, hakkında hiç bilgi sahibi ol­madığınız konularda ne diye tartışıyorsunuz? Oysa gerçekleri en iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz.

 

İşte sizler boylesiniz;" burada tenbih için­dir. mübtedadır. haberdir.

"(Varsayalım ki;) sizler, bildikleriniz hakkında tartışıp duruyorsunuz," kavli ilk cümleyi açıklayan yeni, müstenefe bir cümledir. Yani; mana şöyledir: "Siz öyle ahmak kimsetersiniz ki; sizin ahmaklığınızın ve akılsızlığınızın açıklaması da şudur. Sizler Tevrat ve İncil'in ele aldığı ve diyelim ki, hakkında bilgi sahibi ol­duğunuz konuları tartışıyorsunuz, "

"ama, hakkında hiç bilgi sahihi, olmadığınız konularda ne diye tartışıyorsunuz?" Örneğin; siz Yahudi ve Hristiyanların kitaplarında Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) dini hakkında hiçbir şey ele alınmazken, neden tartışıyorsunuz?

Bir diğer yoruma göre, burada, manasınadır. ise onun sılası yani ilgi ya da yan cümleciğidir.

Kıraat imamlanndan Nafı ve Ebu Cafer ile Ebu Amr, kavlini med ile ve fakat hemzesiz olarak, Kur'an'da geçen her yerde şeklinde kıraat etmişlerdir.

"Oysa -hakkında tartıştığınız- gerçek­leri en iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz." Çünkü; sizin o konulardan haberi­niz yok, siz o konuların cahilisiniz.

Daha sonra Rabbimiz, Hz. İbrahim (Aleyhi's-Seiâmj'in onların inanç­larından beri olduğunu, onların batıl birtakım inamşlarıyla alâkası bulun­madığını şöyle açıklıyor: [100]

 

67 - ibrahim, Yahudi de değildi, Hristiyan da. Fakat o muvahhid bir Müslümandi. O, Allah'a ortak koşan müşriklerden asla olmadı.

 

Sanki burada bu ayette geçen, "müşrikler" ifadesinden yüce Allah Yahudi ve Hristiyanlan'murat eder gibidir. Çünkü; bunlardan biri Hz. Uzeyir (Aleyhi's-Selâm), diğeri de Mesih (Aleyhi's-Selâm)i Allah'a ortak koşmak­tadırlar. Ya da bunun manası, "İbrahim onlardan olmadığı gibi müşrikler­den de değildi." demektir. [101]

 

68 - İnsanlar içinde İbrahim'e en yakın olanlar -ona en candan bağlı bulunanlar- şüphesiz -onun döneminde ve ondan sonra- ona iman edenler, onun soyundan gelen -özellikle- şu peygamber (Muhammed) ve -ümmetinden- ona iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velisi, yar­dımcısı ve dostudur.

 

Burada ayrıca Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) vurgu yapılması, onun fazileti açısındandır. Ki "şu peygamber" ifadesinden kasıt da, Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem).

El-Vely, yakınlık manasınadır. [102]

 

69 - Kitap ehlinden bir grup -Yahudi- sizi dininizden saptır­mayı arzulamaktadırlar. Oysa onlar sadece kendilerini saptırırlar-insanları doğru yoldan saptıranların vebali sadece kendilerinedir. Çünkü sapmalarının ve saptırmalarının azabı kendilerine katlanarak yüklenir. Onlar hâlâ- da bunun farkında bile olmazlar."

Çünkü; Yahudiler, Hz. Huzeyfe'yi, Hz. Ammar'ı ve Hz.' Muaz'ı (Radıyaliahu Anhüm) Yahudiliğe çağırmışlardı[103].

 

70 - Ey kitap ehli! Sizler (bütün gerçeklere) tanıklık edip dur­duğunuz halde -bu gerçeklerin Allah'ın ayetleri olduğunu itiraf ettiğiniz halde- ne diye Allah'ın apaçık ayetlerini -Tevrat ve İncil'i- inkâr edi­yorsunuz?

 

Çünkü Yahudi ve Hristiyanlar, bu kitaplarda Allah Rasûlü (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'nün peygamberliğinin sıhhatine ilişkin olarak ve daha baş­ka hususlar açıkça zikredildiği halde, onlara iman etmemektedirler.

Ya da ne diye Kur'an'ı, vt Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) peygamberliğine ilişkin delilleri ne diye inkâr ediyorsunuz? Oysa sizler onun niteliklerin hem Tevrat'ta ve hem İncil'de görüp duruyorsunuz. Ya da sizler anlatılanların ve gelen tüm ayetlerin hak olduklarını bildiğiniz halde neden dolayı o ayetleri inkâr ediyorsunuz[104]?

 

71 - Ey kitap ehli! Niçin hakkı batıl -Musa ile İsa'ya iman eder­ken Muhammed'i inkâr- ile karıştırıyor ve bile bile hakkı (gerçeği) -Mu-hammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellemfin vasfinı- gizliyorsunuz? Oysa onun hak olduğunu sizler de bilmektesiniz. [105]

 

72 - Kitap ehlinden (Yahudilerden) bir topluluk -kendi araların­da- birbirlerine yol gösterip şöyle dediler: "Müslümanlara indirilene -Kur'an'a- günün başında iman etmiş gibi gözükün; (fakat çok fazla beklemeden) günü sonunda da onu inkâr edin. Ola ki, dinlerinden dö­nerler."

 

kavli burada zarftır. Yani; günün başında, ilk saatlerinde, demektir. Mana şöyledir:

"Müslümanlara indirilenlere günün erken saatlerinde inanmış gibi gözükün, fakat günün sonunda ise onu inkâr edin. Ola ki, böyle bir durum­da Müslümanlar şöyle düşünebilir ve diyebilirler ki: «Bunlar kitap ehli kim­selerdir. Öyle bilmeden bir şeyden dönmezler. Eğer dönmüşlerse mutlaka bil­dikleri bir gerçek vardır'" diye böylece onlar da sizin İmandan dönmenizle onlar da dönebilirler belki?..»" [106]

 

Meali

 

73. (Kitap ehli) dediler ki: "Sakın ha! Kendi dininize uyanlardan başkasına  inanmayın." (Ey Peygamber! Onlara) de ki: "Asıl hidayet, Al­lah'ın hidayetidir." Dediler ki: "Size verilenin benzerinin, sizden olma­yan birine verilmesinden dolayı delil getireceklerine de inanmayın." (Ey Peygamber!) De ki: "Gerçek lütuf Allah'ın elindedir. Allah onu dilediği­ne verir. Allah, lütuf ve ihsanı geniş olan ve her şeyi en iyi bilendir."

74. Allah rahmetini dilediği kuluna ait (has) kılar. Allah büyük (ge­niş) lütuf sahibidir.

75. Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki, kendisine kasalarla dolu hazineler emanet etsen, onu sana eksiksiz olarak tekrar iade eder. Yine onların içinden öylesi kimseler de vardır ki; kedisine bir tek dinar da bı-raksan tepesinde durup dikilmezsen onu sâna iade etmez. Bunun nedeni, "Bizden olmayanlara böyle davranmak günah değildir." demelerindendir ve onlar bilerek (kasten) Allah'a yalan söylemektedirler.

76. Hayır, gerçek hiç de onların ileri sürdükleri gibi değildir. Her kim verdiği sözünü yerine getirir, (Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak) sakınırsa, şüphesiz ki Allah sakınanları sever.

77. Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini basit (önemsiz) bir bedel karşılığında değiştirenlerin ahirette asla bir nasipleri yoktur. Allah, onlarla kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize de çıkarmayacaktır. İşte onlar için acıklı bir azap vardır.

78. Şüphesiz kitap ehlinden öyleleri de vardır ki; dilleriyle kitabı eğip bükerek siz onu, kitaptan okuyor sanasınız diye çarpıtarak okurlar. Oysa okudukları kitaptan değildir. Bu, "Allah katından gelmedir." der­ler, oysa o, Allah katından değildir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.

79. Hiçbir beşerin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet (hüküm) ve pey­gamberlik verdikten sonra kalkıp insanlara, "Allah'ı bırakıp bana kul olun." demesi mümkün değildir. Aksine o şöyle der: "Öğretmekte ve okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde rabbaniler (halis ve samimi kullar) olun."

80. Size: "Melekleri ve peygamberleri rabler edinin." diye de em­retmez. Siz Allah'ın emirlerine boyun eğip Müslüman olduktan sonra o size hiç küfre gireceğiniz bir şeyi emreder mi? [107]

 

Tefsiri

 

73 - (Kitap ehli) dediler ki: "Sakın ha! Kendi dininize uyanlar­dan başkasına inanmayın." (Ey Peygamber! Onlara) de ki: "Asıl hida­yet, Allah'ın hidayetidir." Dediler ki: "Size verilenin benzerinin, siz­den olmayan birine verilmesinden dolayı delil getireceklerine de inan­mayın." (Ey Peygamber!) De ki: "Gerçek lütuf Allah'ın elindedir. Al­lah onu dilediğine verir. Allah, lütuf ve ihsanı geniş olan ve her şeyi en iyi bilendir."

 

"(Kitap ehli) dediler ki: «Sakın ha! Kendi, dininize uyanlardan başkasına inanmayın.» (Ey Peygamber! Onlara) de ki: «Asıl hidayet, Allah'ın gerçek hidayetidir.» "

Ayetteki, kavli "Dediler ki; «size verilenin benzerinin sizden olmayan birine verilmesinden dolayı..." kavline mütealliktir. Aralarında yer alan cümle ise mutarize (parantez) cümlesidir. Yani bu şu manayadır: "Sakın ha! Sizden olmayan birine size verilenin bir benzeri verildi diye inancınızı onlara açıklamayın, bunu sa­dece kendi dindaşlarınıza açıklayın, başkalarına değil. " Yahudiler bu­nunla şunu demek istiyorlar:

"Müslümanlara da tıpkı size verilen (gönderilen) Tevrat gibi bir kita­bın gelişim bu manada tasdik etmeyin, doğrulamayın, bu gerçeği içinizde gizli tutun, onu kendi taraftarlarınız dışında kalanlara açıklamaya, ifşaya kalkışmayın. Çünkü; bu gerçeği öğrenirlerse dinlerinde yani Müslüman ol­malarında direnmeleri ve bağlılıkları artar. İslama fazlasıyla sarılırlar. Özellikle de müşriklerin yanında böyle şeyler konuşmayın ki; Müslüman olmasınlar. Müslümanlar da bu sayede onları dinlerine davet etmesinler."

"delilgetireceklerine inanmayın." ayetin bu kısmı, kavline matuftur. kavlindeki zamir de, kavline aittir. Çünkü bu kelimesi çoğul manasınadır. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır:

"Size tabi olanların (uyanların) dışında hiçbir kimseye uymayın. Çün­kü; yarın kıyamet gününde Müslümanlar hak üzere olduklarına ilişkin ola­rak karşınıza delil ile çıkarlar. Böylece Allah katında ellerindeki sağlam de­liller sayesinde size üstün gelirler."

Burada yer alan, "Asıl hidayet Allah 'in elinde olan gerçek hidayet­tir. Allah kimi dilerse onu Müslüman olması için hidayete erdirir ve o da böylece İslâm üzere sebat kılar ve bu öyle de olmuştur. " İtiraz ya da pa­rantez cümlesi, işte bu gerçeğin ifadesidir. Dolayısıyla sizin tuzaklarınız, planlarınız size bir yarar sağlamadı, sağlamayacaktır da, hatta sizin kendi aranızda onların doğruluğunu bildiğiniz halde Müslümanlarla müşriklere işin bu tarafını gizleyerek İslâm'ı kabul etmeye engel çabalarınız da size bir fayda getirmedi.

"(Ey Peygamber!) De ki: «Gerçek lütuf Allah'ın elindedir. Allah onu kullarından dilediğine verir.»" Bununla hidayete erdirme ve muvaffakiyet murat olunmaktadır. Ya da cümlenin manası, kavliyle tamamlanmaktadır. Yani, "Böyle görünürde inanmış gibi gözükmeyin. " demektir. Çünkü; Yahudi­ler günü başında iman etmiş gibi ortaya çıkıyorlardı. Ancak sizin dininize uyanlara, sizden olanlara açıklayın. Yani; sizden Müslüman olup da sizin talimatlarınıza göre hareket edenlere açıklayın. Çünkü; böylelerinin İslâm'ı bırakıp eski inançlarına dönmeleri diğerlerinin dönüşüne göre daha inandırıcı olur.

kavlinin manası, demektir. Evet siz bunu söylediniz ve bu manada gereken yollan denedi­niz, yoksa bir başka şey için değil. Yani, tüm başvurduğunuz bu yollar si­zin azgınlığınız ve hasediniz yüzündendir.

Yani, size verilen ilim ve Kitap'tan sizden olmayan birine verilmiş olması sizi bu söylediklerinizi söylemeye sevk etti, sırf bunun için böyle bir yolu denediniz. Nitekim; İbn Kesir'in de kıraati bunu gösterir. Çünkü o, kelimesini soru manasında şeklinde elifi uzatarak med ile okumuştur. Yani, "Kendilerine haset edip çekemediğiniz kimselere size verilen kitabın bir benzerinin verilmesi yü-zünden mi? ..." Buna göre, kavlinin manası şöyle olur:

"Size verilen bir benzerinin verilmiş olması sebebiyle sizler yapabile­ceklerinizin tamamını yaptınız, denemedik yol bırakmadınız. Her şeyi dene­diniz. Ya da yarın Rabbiniz katında onların sizin karşınıza delil ile çıkma­ları ve onu inkâr ettiğiniz gerçeğinin gelip sizi yakalaması korkusundan böyle bir yola girdiniz."

"Allah lütuf ve ikramı -rahmeti-geniş olan ve -maslahat açısından- her şeyi de en iyi bilendir." [108]

 

74 - Allah rahmetini  -İslâm'ı- dilediği kuluna ait (has) kılar. Allah büyük (geniş) lütuf ve ihsan sahibidir. [109]

 

75 - Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki, kendisine kasa­larla dolu hazineler emanet etsen, onu sana eksiksiz olarak iade eder. Yine onların içinden öylesi kimseler de vardır ki; kedisine bir tek dinar da bıraksan tepesinde durup dikümezsen onu sana iade etmez. Bunun nedeni, "Bizden olmayanlara böyle davranmak gü­nah değildir." demelerindendir ve onlar bilerek (kasten) Allah'a ya­lan söylemektedirler.

 

"Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki; kendisine kasalar dolu hazineler emanet etsen, onu sana eksiksiz olarak iade eder." Burada sözü edilen kişi Abdullah b. Selâm (v.43/...)'dır. Kureyş'ten biri kendisine 1200 ukye (yedi mıskal) altın ema­net bırakır, o da aynen onu kendisine iade eder. "Yine onların içinden Öylesi kimseler de vardır ki; kendisine bir tek dinar bıraksan, tepesinde durup dikilmezsen onu sana iade etmez." Bu şahıs da Finhas b. Azura'dır. Çünkü Kureyş'ten biri ona bir dinar emanet bırakır; ancak Finhas bunu inkâr eder ve emanete ihanette bulunur.

Bir yoruma göre genelde güvenilir olan toplum HristiyanIardır. Çünkü olara güven daha fazla idi. Az da olsa ihanet içerisinde bulunanlar ise Yahudilerdir. Çünkü; onlar daha çok ihanet içinde yaşadıklarından bu, onlarda bir huy halini almıştır.

Yani; ey hak sahibi! Sen onun başında dikilip durmadığın müddetçe, bu hususta yakasına sarılmadıkça çıkarıp vermez.

Kıraat imamlarından İbn Kesir, İbn Amir, Nafı, Ali el-Kisai ve Hafs, kavliyle, kavlindeki harfini kesra ile ve tok bir sesle okumuşlardır. Bir rivayete göre Ebu Amr, ihtilas yapmıştır. Di­ğer kıraat imamları da bunu harfini sükunu ile okumuşlardır.

"Bunun nedeni, «Biz-den olmayanlara böyle davranmak vjünah değildir.» demelerindendir."

işaret ismiyle belirtilmek istenen şey, kavlinin ifade ettiği, "onu iade etmez, gerivermez" manasına işarettir. Çünkü; ödemeleri ya da geri vermeleri gereken şeyi vermeyip edayı terk etmişlerdir. Yani; onların, üzerlerine düşen hakkı çiğneme sebebi, şu ifadeleridir:

"Bizden olmayanlara, ilmmî Araplara bir sey Ödemek bize gerekmez.,' Çünkü, bizden olmayanlann varlıklarını alıp yemek bize mubahtır, demelerinden ileri gelmektedir. Yani, ümmiler konusunda bizi ilgilendiren bir günah, bir yerme söz konusu değildir. Bu­nunla kitap ehli olmayanları kasdediyorlar ve şunu demek istiyorlar, on­ların mallarını herhangi bir yoldan almamızda bize bir vebal yoktur. On­ların mal varlıklarını tutmamız, vermememiz, onlara zarar vermemiz ga­yet olağan bir şeydir. Çünkü; onlar bizim dinimizden değillerdir. Nite­kim; Yahudiler bu manada kendilerine karşı çıkanlara zulmetmeyi helâl saymaktadırlar ve diyorlar ki: "Bizim kitabımızda onlara saygı gösterme­miz gerektiğine ilişkin bir hüküm yoktur. "

Rivayete göre Kureyştilerden bazı kimselerle Yahudilerle alışveriş­te bulunurlar. Kureyşliler Müslüman olduktan sonra Yahudilerde olan alacaklarını istediler. Onlar da:

— Sizin bizden bir alacağınız yoktur. Çünkü siz dininizi bıraktınız, diye karşılık verdiler. Gerekçe olarak bunu kitaplarına dayandırıyorlardı ve:

— Bizim kitabımızda böyle bir borcun ödeneceğine dair bir bilgi yok, diyorlardı.

"Ve onlar -kendilerinin ya-lancılar olduğunu- bilerek (kasten) -bu ödememe olayı bizim kitabımızda var diye- Allah hakkında yalan söylemektedirler." [110]

 

76 - Hayır, gerçek hiç de onların ileri sürdükleri gibi değildir. Her kim verdiği sözünü yerine getirir, (Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak) sakınırsa, şüphesiz ki Allah sakınanları sever.

 

Ümmiler veya kendilerinden olmayanlar hakkında kendi lehlerine olabilecek şekilde ortaya attıkları gerekçelerini bu ifade ile Rabbimiz red ediyor ve bilâkis onların söyledikleri bu gerekçe onların dediği gibi değildir, durum onların aleyhinedir.

"Hayır! Gerçek hiç de onların ileri sürdükleri gibi değildir. Her kim verdiği sözünü yerine getirir, (Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak) sakınırsa,"

Aslında, cümlesi yeni bir cümledir ya da müste'nefe cümlesidir. Bu, kelimesinin yerini aldığı bir cümleyi tesbit edip ortaya koymaktadır. kavlindekİ zamir ise yüce Allah'a racidir. Yani, "Allah 'a verdiği sözü yerine getiren bu manada Emir ve yasaklar çerçevesinde sakınan herkes. " demektir.

İyi bilsin fiı; Allan, emir ve yasakları çerçe­vesinde hareket eden takva sahibi kullarını sever." Yani, onları sever. Bura­da zamir gelmesi gereken yere bizzat ismin kendisi (ismi zahir) getiril­miştir. Bu da, kelimesidir. Dolayısıyla tüm müttakiler, ceza edatı olan, kelimesine raci olan zamir yerine geçmiştir. Bu konu içerisine iman ve bunun dışında tüm salih ameller girdiği gibi sakınılıp kaçınılması gereken küfür ve her kötü amel de bunun kapsamına girer.

Söylendiğine göre bu ayet kitap ehlinden olan Abdullah b. Selâm ve benzerleri hakkında nazil olmuştur.

Diğer taraftan zamirin, kavline raci olması da caiz olur. "Yani; verdiği sözü yerine getiren herkim, ihanette bulunma ve tuzağa düşürme gibi kötü şeylerden uzak durarak sakınır, Allah'ın emir ve ya­saklarını uygularsa, işte Allah onu sever. "

Bu ayet Yahudilerden Tevrat'ı tahrif ederek. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) özeliklerini anlatan ayetleri ve hükümleri değiştirip bu­nun için rüşvet alanlar hakkında nazil olmuştur. [111]

 

77 - Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini basit (önem­siz) bir bedel karşılığında değiştirenlerin ahirette asla bir nasipleri yoktur. Allah, onlarla kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, on­lara bakmayacak ve onları temize de çıkarmayacaktır. İşte onlar için acıklı bir azap vardır.

 

"Allah'a karsı verdikleri sözü -yanlarında olanı tasdik eden pey­gambere iman edeceklerine dair Allah'a verdikleri sözü- ve -Vallahi biz o peygambere iman edeceğiz ve ona mutlaka yardımcı olacağız diye-ye­minlerini basit (önemsiz) -rüşvet almak, makam kapmak ve bunun gibi— bîr bedel karşılığında değiştirenlerin ahirette asla nasipleri yoktur."

kavli, kavlindeki zamirin Allah'a raci olduğu-nu güçlendiriyor. nasibi, payı ve hissesi yoktur, demektir.

kıyamet gününde -kendilerini sevindirecek bir- güzellikle konuşma­yacak, onlara rahmet gözüyle bakmayacak ve onları -övgüyle- temize kurmayacaktır." ( bir azap vardır." [112]

 

78 - Şüphesiz kitap ehlinden öyleleri de vardır ki; dilleriyle kitabı eğip bükerek siz onu, kitaptan okuyor sanasmız diye çarpıta­rak okurlar. Oysa okudukları kitaptan değildir. Bu, "Allah katından gelmedir." derler, oysa o, Allah katından değildir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.

 

Şüphesiz kitap ehlinden öyleleri de vardır ki; dilleriyle kitabı eğip bükerek, siz onu, kitaptan okuyor sanasmız diye çarpıtarak okurlar."

Burada sözü edilenler Ka'b b. Eşref, Malik b. Sayf, Huyey b. Ah-tap ve başkalarıdırlar. Bunları doğru olan şeklini dilleriyle değiştirerek okurlardı.

Leyy , eğmek, bükmek ve sarmak ve değiştirmek gibi manalara gelir. Bundan murat ise, Yahudilerin Tevrat'ı tahrif etmeleri ve boz­malarıdır. Örneğin; recm ayetini, Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile alâkalı nitelikleri ve daha başka hükümleri değiştirip bozmuşlardır.

kavlindeki zamir, kavlinin ifade ettiği manaya racidir. O da Tevrat'ın ya da Kitabın tahrif edildiği gerçeğidir. Ayrıca bundan muradın şöyle olduğu da caiz olabilir; "Kitaba benzer sözler söyleyerek, bu benzetilenleri kitaptan şamasınız, diye par­lar. " Zaten Kitaptan kasıt da Tevrat'tır.

"Oysaki okudukları kitaptan değildir." "«Bu, Allah kalından gelmedir.» derler." Bu cümle, kavlini te'kit içindir. Bu ifade ile onlar daha da aşağılanmakta ve şenaatleri ortaya konmaktadır. "Oysa o Allah kalından de­ğildir. Onlar bile bile Allah hakkında (Allah adına) yalan uyduruyorlar." Onlar kesin yalancıdırlar. [113]

 

79 - Hiçbir beşerin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet (hüküm) ve peygamberlik verdikten sonra kalkıp insanlara, "Allah'ı bırakıp bana kul olun." demesi mümkün değildir. Aksine o şöyle der: "Öğret­mekte ve okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde rabbaniler (halis ve samimi kullar) olun."

 

"Hiçbir kimsenin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet (hüküm) ve peygamberlik verdikten sonra" Bu ayet Hz. İsa (Aleyhi'sSelâm) tapınmaya itikadı yalanlamaktadır. Anla­tıldığına göre bir adam Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi veSellem) gelir ve:

"— Ey Allah'ın Rasûlü! Biz aramızda birbirimizle selâmladığımız gibi seninle selâmlaşıyoruz. Senin önünde eğilip secde etmeyelim mi, diye sorar. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) da şöyle buyurur:

— Allah'tan başkasına secde etmek, eğilmek yakışık almaz. Ancak peygamberinize saygılı olun ve hakkı da ehil olana verin."[114]

Ayette yer alan, "hüküm" kelimesinden kasıt hikmet demektir veya Sünnet manasınadır ya da hüküm vermek, yargılamak, demektir.

"kalkıp halka, «Allah'ı bırakıp bana kul olun.» deme hakkına sahip değildir."

Burada, kavli, kavline matuftur.

"Aksine O şöyle,der: «Öğretmekte ve okutmakla olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler (halis ve samimi kullar) olun.»" Fakat o, "rabbaniler p/un" der.

rabbaniy kelimesi, harflerinin ilâvesiyle "Rabbe mensup, Rabbe ait" demektir. Bu da, Allah'a çok fazla bağlı ve itaatkâr olan, demektir. Nitekim; Abdullah b. Abbas öldüğü zaman İbn Hanefi'ye (v.81/...) demiş ki:

"Bu ümmetin rabbanisi vefat etti." Hasan Basri'ye göre rabbaniler; "Fakih (derin anlayış sahibi) olan alimlerdir." Kimilerime göre de; "Öğ­retici olan alimlerdir." Bazıları da: "Rabbani demek, ilmiyle amel eden alim, demektir." demişlerdir.

Kıraat imamlarından Asım ve Ibn Amir, olarak kıraat et­mişlerdir. Yani; kendinizden başkalarını, demektir. Fakat bu imamların dışında kalanlar da bunu, olarak kıraat etmişlerdir.

Yani; okutmakta olduğunuz, demektir. Mana şöyledir: "Sizin ilim öğrenmeniz ve öğretmeniz sebebiyle rabbaniler var oldu." "Rabbani" Allah'a itaate son derece bağlı olan demektir. Çünkü bu, hem ilim öğrenmeye ve hem öğretmeye sebep teşkil eder. Dolayısıyla kendini tümüyle ilme adayan, ömrünü bu yolda tüketenler, sıkıntılara kat­lananlar ve fakat bunun gereğiyle amel etmeyenler için delil olması bakı­mından bu ayet yeter. Çünkü böyleleri güzel bir ağaç dikerek onun güzel manzarasıyla eğlenip durduğu halde, fakat onun meyvesinden yazık ki yararlanmıyor. İşte kendini ilme adadığı halde bütün zamanını onunla ya­rarlanmadan geçiren kimsenin geçirdiği zamana yazık olur.

Bir yoruma göre de: kavlinin manası, onu halka oku­yan, demektir. Nitekim; Rabbimizin şu kavli de bunun gibidir:

"Biz onu, Kur'an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye ayırdık."[115]

İşte bunun manası da, olur, bu da tedris kökünden alın­madır. Nitekim; İbn Cubeyr'in de kıraati böyledir. [116]

 

80 - Size: "Melekleri ve peygamberleri rabler edinin." diye de emretmez. Siz Allah'ın emirlerine boyun eğip Müslüman olduktan sonra o size hiç küfre gireceğiniz bir şeyi emreder mi?

 

"O aynı zamanda size: «Melekleri ve peygamberleri rabler edinin.» diye de emretmez."

Burada, kavli nasb ile olmak üzere, kavli üzerine matuftur. Bunun durumu ise, kavlindeki olumsuzluk manasını artırmak ya da te'kit için baştaki, mezidedir. Bu­nun manası şöyledir:

"Hiçbir insan, Allah kendisinden haber versin diye peygamber olarak göndersin, Allah'ın kullarını yalnızca Allah'a kulluk etsinler ve Allah'a eşler ve denkler edinmeyi terk etsinler göreviyle dilesin, sonra da bu adam kalksın insanlara, onların kendisine kulluk etmelerini emretmiş olsun ve size de, «Melekleri ve peygamberleri rabler edinin.» diye emretmiş olsun. İşte bu, olacak şey değildir."

Örneğin; bu adeta şu ifadeye benzer:

"Ben Zeyd'e ikramda bulunayım da o da kalksın beni aşağılasın ve beni önemsememiş olsun. "

Kıraat imamlarından İbn Kesir, Nafı, Ebu Amr ve Ali, fiilindeki harfini merfu olarak okumuşlar; çünkü bunu yeni bir cüm­leye giriş olarak değerlendirmişlerdir.

 "Siz Allah'ın emirlerine boyun eğip Müslüman olduktan sonra o size hiç küfre gireceğiniz bir şeyi emreder mı?"

kavlinin başında yer alan hemze, inkâr icindir. Bir de, kavliyle, kavlindeki zamir­ler de, kavline veya lâfza-i celâline racidir. kavli ise, burada muhatapların Müslümanlar olduğunu göstermektedir. Çünkü; Müslümanlar Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve secde etmek için kendisinden istemişlerdi. [117]

 

Meali

 

81. (Ey Kitap ehli!) Hani Allah nebilerden "Ben size kitap ve hik­meti (şeriatın sırlarını) verdim. Sonra da yanınızda olanı doğrulayan bir rasûl gelince mutlaka ona iman edecek ve onu mutlaka destekleyeceksi­niz." diye söz almıştı ve "Kabul edip bununla ilgili ahdimi (emirlerimi) yüklendiniz mi?" diye buyurduğunda, (nebiler de:) "İkrar ettik." (kabul ettik) diye cevap vermişlerdi. Allah da: "Öyle ise birbirinize şahit olun! Ben de sizinle beraber size şahitlikte bulunanlardanım." buyurdu.

82. Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar, fasıkların ta kendileridir.

83. Onlar Allah'ın dininden başka bir din mi istiyorlar? Oysa gök­lerde ve yerde var olan her şey ister istemez Ona boyun eğmiştir. Sonun­da da Ona döndürüleceklerdir.

84. (Ey Muhammedi) de ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve diğer pey­gamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Biz (iman bakımın­dan) hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz, hepsine imam ederiz. Ve biz Al­lah'a teslim olmuşuz.

85. Her kim İslâm'dan bafka bir din ararsa, o (istediği din) asla kendisinden kabul edilmeyecek ve o ahirette kendisine hüsrana uğrayan­lardan olacaktır.

86. İman edip, Rasûlün hak olduğuna şehadet ettikten ve kendileri­ne apaçık beyyineler (kanıtlar) geldikten sonra inkarcılığa sapan bir top­luma Allah nasıl hidayet nasip eder? Oysa Allah zalim bir toplumu asla hidayete erdirmez.

87. İşte onların cezalan, Allah'ın meleklerin ve bütün insanların la­netlerinin üzerlerine olmasıdır.

88. Onlar, o lanetin içinde ebediyen kalıcıdırlar. Onlardan azap ha­fifletilmez ve kendilerine yüz verilmez.

89. Ancak tevbe edip iman ederek durumlarını düzeltenler müs­tesna. Şüphesiz ki Allah gafurdur, rahimdir.

90. İman ettikten sonra (yeniden) küfre girenlerin, sonra da azıtıp çok daha ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve onlar sapıkların ta kendileridir.

91. Şüphesiz inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, işte onlar, yer­yüzü dolusu altını fidye olarak verseler bile, bu, asla onlardan kabul edil­meyecektir. Onlar için kıyamet gününde acıklı bir azap vardır ve onları azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları da olmayacaktır. [118]

 

Tefsiri

 

81 - (Ey Kitap ehli!) Hani Allah nebilerden "Ben sîze kitap ve hikmeti (şeriatın sırlarım) verdim. Sonra da yanınızda olanı doğrula­yan bir rasûl gelince mutlaka ona iman edecek ve onu mutlaka des­tekleyeceksiniz." diye söz almıştı ve "Kabul edip bununla ilgili ahdimi (emirlerimi) yüklendiniz mi?" diye buyurduğunda, (nebiler de:) "İkrar ettik." (kabul ettik) diye cevap vermişlerdi. Allah da: "Öyle ise birbi­rinize şahit olun! Ben de sizinle beraber size şahitlikte bulunanlar­danım." buyurdu.

 

"(Ey Kitap ehli!) Hani Allah nebilerden .....söz almıştı." Ayete hemen baktığımızda, kendilerinden kesin söz alı­nanların, peygamberler olduğunu görmekteyiz. Ancak ayetten, "kendile­rinden kesin söz alınmış olanların, peygamberlerin soylarından gelen ço­cukları olduğu" manası da çıkabilir. Bunlar ise İsrailoğullandır. Bu ise muzafın hazfedildiği varsayımına göredir.

Ben size kitap ve hikmeti (şeriatın sırlarını) verdim."

Buradaki, kelimesinde yer alan, harfi, lam i tavtiadir. Çünkü; ayete baktığımızda, "kendilerinden söz alınma" olayı sanki bir yemine dayalı alınan bir söz, yemin ile alâkalı bir ifade imiş gibi bir ma­na sergiliyor. kavlindeki harfi ise, kasemin, yani yeminin cevabıdır. Ayrıca edatının şart manasını taşıması (içermesi) de caizdir. ise hem kasem yani yemin ve hem şartın cevabı yerine geçmesi olabildiği gibi şu manada ilgi cümleciği olması da caizdir. Size onu verince, yani: "size gönderdiğim o peygamber gelince, mutlaka ona iman edin ...." ilgi cümleciği­ne (sıla üzerine) matuftur. Burada bulunan aid (zamir) mahzuf olup edatına racidir. Bu, takdirindedir.

"Sonra, da yanınızda olanı -yanınızdaki kitabı- doğrulayan bir peygamber -Muhammed- gelince, mutlaka ona -o peygambere- iman edecek ve onu -Muhammed'i- mutlaka destekleyeceksiniz, diye söz ahms."

Kıraat imamlarından Hamza, harfinin kesrası ile, olarak okumuştur. Ayetteki, edatı ise, manasınadır veya bu edatı mastar manasında olan bir edattır. Yani; mana şöyledir: "Size bir kitap ve hikmet vermeliden sonra da yanınızdakini doğ­rulayan bir elçi (Muhammed'i) göndermemden dolayı..," harfi ise talil yani sebep (illet) bildirmek içindir. Yani; bu durumda mana şöyle olur:

"Allah, Rasûle mutlaka iman edesiniz ve size hikmeti verdiğimden do­layı mutlaka onu destekleyesiniz, diye Allah kendilerinden (sizden) kesin söz aldı. Kaldı ki; size, kendisine iman etmenizi ve ona destek vermenizi emret­tiğim peygamber, size karşı aykırı bir şey getirmiş değildir, nitekim o da iman noktasında size muvafakat etmektedir, iman edilecek hususlara zaten iman etmektedir."

Kıraat imamlarından Nafi ve Ebu Cafer, kavlini birinci çoğul şahıs olarak olarak okumuştur.

"ve «kabul edip bununla ilgili ahdimi (emirlerimi) yüklendiniz mi?» diye buyurduğunda" Yani; Allah, "Siz, benim sizden istediklerimi, ahdimi kabul ettiniz mi?" diye buyurdu.

Ayette, kelimesine yer verilmesinin sebebi, yani; "ağır yük, zor olan yük" demektir. Bu ağır ve zor olan yükü üstlendiniz mi, ma­nasınadır.

''Nebiler de: «İkrar etlik (kabul ettik).» diye cevap vermişlerdi." "Allah da; «öylefsî birbirinize şahit olun. Ben de sizinle birlikle size şahitlikle bulunanlar­danım.» diye buyurdu." Kiminiz kiminize bu ikrar ve kabulünüzden do­layı şahitlikte bulunun. Ben de sizinle beraber sizin bu ikrar ve kabulle­riniz için ve birbirinize olan şahitlikleriniz için olan tanıklığınıza şahit­likte bulunacağım.

İşte bu, onlardan ilerisi için alınan pekiştirilmiş bir ifadedir ve ger­çeklerden sapmamaları için bir uyandır. Çünkü; ortada Allah'ın şahitliği ile birlikte bir de kendi aralarında birbirlerine olan şahitlikleri bilinince, bundan kolay kolay dönmek mümkün olmaz.

Bir başka yoruma göre ise, yüce Allah meleklerine: "Bunlara şahit olun." diye buyurmuştur. [119]

 

82 - Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar, fasıklarm ta kendileridir. [120]

 

 "Arlık her kim imandan dönerse," verdiği ke­sin sözden, pekiştirilmiş ifadeden, kabul ettikten sonra verdiği kesin ant­laşmadan döner, ahdini bozarsa, gelecek olan peygambere iman etmekten yüz çevirirse, "İşte onlar,/asıkların ta kendilevidir." Yani azılı kâfirlerdendir. [121]

 

83 - Onlar Allah'ın dininden başka bir din mi istiyorlar? Oysa göklerde ve yerde var olan her şey ister istemez Ona boyun eğmiştir sonunda da Ona döndürüleceklerdir.

 

"Onlar Allah'ın dininden başka bir din mi isliyorlar?" Bir cümleyi diğer bir cümleye atfeden harfinin başına soru şeklinde inkâr manasına gelen harfi gelmiştir. Dolayısıyla mana şöyledir:

"İşte onlar, Allah'ın koyduğu sınırları (hükümleri) çiğneyip inkâr edenlerin ta kendileridir ve bu yüzden Allah'ın dininden başka bir din istiyor­lar." Daha sonra bu iki cümle arasına inkâr manasındaki hemze harfi yer aşmıştır.

Ayrıca bu cümlenin mahzuf bir başka cümle başka üzerine atfedil­mesi de caizdir! Bu cümlenin takdiri de şöyledir: "Onlar hâlâ yüz çeviri­yorlar da Allah 'in dininden başka bir din mi istiyorlar? "

Burada mef ul yani tümleç, fiili (yüklemi) üzerine takdim olunmuş­tur. Mef ul ise, kavlidir. Çünkü; inkâr bakımından bu, ol­dukça önemlidir. Diğer taraftan inkâr manasını taşıyan harf ise har­fidir. Bu ise batıl olan mabutlara, ilâhlaştırılan şeylere ve sistemlere yö­neliktir.

"Oysa göklerde ıh:yerde var olan her şey isler islemez O'na teslim olmuşlar." Yani; gökte melekler, yer yüzünde insan ve cinler, kısaca her varlık ya eldeki mevcut delillere bakarak ve akıl yürüterek kendi istekleriyle Allah'ın dinini kabul edip teslim olmuşlardır. Ya da kendilerine karşı silâh, ok veya kılıç kul­lanılarak zorla yola getirilmişlerdir. Yahut da azabı görerek yola gelmiş­lerdir. Örneğin; îsrailoğullarınm başları üzerine Tur dağının kaldırılması, Firavun'un suda boğulması, insanların ölümle yüz yüze gelmeleri gibi. Nitekim; yüce Allah bir başka ayetinde şöyle buyuruyor:

"Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman: 'Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik.' derler."[122]

 ve kelimeleri hâl olmaları bakımından her ikisi de mansubdurlar. Yani; "itaat ederek (kendi istekleriyle de olsa), zorla da (istemeyerek de) olsa..." demektir.

"Ve sonunda O'na döndürüleceklerdir." Dolayısıyla işledikleri amellere göre cezalandırılacaklardır.

Kıraat imamlarından Hafs, ve kelimelerini harfiyle okumuştur. Fakat kıraat imamlarından olan Ebu Amr ise, kavlini harfiyle ve harfinin de fethiyle, olarak okumuştur. Çünkü; azıtıp sapanlar bizzat yüz çevi­renlerdir. Oysa Allah'a dönecek olanlar ise, bütün insanlardır. Bu iki kı­raat imamı dışındaki diğer kıraat imamları ise, söz konusu her iki keli­meyi de harfiyle ve bir de harfinin fethiyle olmak üzere, ve olarak okumuşlardır. [123]

 

84 - (Ey Muhammedi) de ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbra­him, İsmail, Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Biz (iman halamından) hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz, hepsine imam ederiz. Ve biz Allah'a teslim olmuşuz.

 

 "(Ey Muhammedi) De ki; Biz Allah'a., bize indirilene, .... iman ellik." Bu ayette yüce Allah, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ve iman edip onunla beraber hareket edenlere, ken­dileriyle ilgili durumlarını açık olarak ortaya koymaları için kendilerine emir buyuruyor. İşte bu bakımdan, "de ki" kavlindeki zamiri te­kil olarak zikretti ve "iman ettik" kavlindeki zamiri de çoğul olarak getirdi.

Ya da krallar nasıl ki kendilerinden söz ettiklerinde saygı ifade eden kelimelerle söz ederlerse, Allah da peygamberine, kendisinden söz etmesini ve Allah tarafından görevlendirilen peygamberinin değerini yü­celttiğinden söz etmesini emretmektedir.

Bu ayette, fiili, isti'lâ harfi olan, cer edatıyla müteaddi (geçişli) kılınmıştır. Nitekim; Bakara Suresinin 136. ayetinde ise bu, intiha (sonuç) ve neticeye varma ve varacağı noktaya ulaşma manasında olan cer edatıyla müteaddi kılınmıştır. Çünkü; bu ayetlerde her iki mana da bulunmaktadır. Yani; hem isti'lâ (yukarıdan aşağıya iniş) ve hem intiha (bitiş noktasına ulaşma) vardır. Çünkü; vahiy üstten yüce Al­lah'tan geliyor ve Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) son buluyor. Dola­yısıyla bazen bu iki manadan biriyle ve bazen de diğeriyle gelmektedir.

"Lübab" adlı eserin yazarı diyor ki: "Bakara Suresi, 136. ayetteki, "deyin/söyleyin" kavlinin olması dolayısıyla, bununla hitap ümmetedir. Dolayısıyla burada ancak, cer edatının gelmesi doğrudur. Orada, cer edatının zikredilmesi yerinde olmaz. Çünkü; gön­derilen ilâhî kitaplar sonuçta gelip peygamberlerde ve onların ümmetle-rinde son buluyor. Oysa bu ayette yüce Allah, "de ki" emriyle söze başlamaktadır. Bu emir de, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in ümmetine değil, bizatihi Rasûlullah'ın kendi şahsınadir. Bunun için de burada uygun olan da, cer edatının gelmesidir. Çünkü; peygam­bere indirilen kitapta ümmetin herhangi bir ortaklığı yoktur."[124]

Burada yüce Allah'ın şu kavline bir işaret vardır:[125]

"İbrahitn'e, ismail'e, Ishak'a, Vakup'a ve torunlarına indirilenlere, ... iman etlik." Bu ayette yer alan, kelimesi torunlar demek olup, bununla Hz. Yakup (Aleyhis-selâm) oğullan, soyu kasdolunmaktadır. Çünkü; yü­ce Allah onun soyundan peygamberler göndermiştir. "Musa'ya, isa'ya ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman etlik.

Bu ayette geçen kavli, Bakara Suresi, 136. ayette tekrar olunduğu halde bu ayette, kavlinde tekrar olunmamıştır.

Çünkü; daha önce zaten, kelimesi zikrolunmuştur. Kaldı ki; bundan önce 81. ayette, buyurmuştur. Yine bu ayette geçen, "Rablerinden" kavli, "Rableri tarafından, Rableri katın- Rableri nezdinden" demektir.

 (iman bakımından) hiçbirini diğerlerinden ayırt etmeyiz, hepsine iman ederiz." Nitekim; Yahudi ve Hristiyan-lar iman açısından kimi peygamberlere inanıyor ve kimilerini inkâr edi­yorlardı. "Ve biz Allah'a teslim olmuş (boyun eğmiş) Müslümanlarız." Kendimizi O'na bağlamış tevhit inancına sahip kimse­leriz. Allah'a kulluk ve ibadetimizde Allah'a hiçbir şeyi asla şerik (ortak) kurmayız. [126]

 

85 - Her kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o (istediği din) asla kendisinden kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayan­lardan olacaktır.

 

"Her kim islâm'dan başka bir din ararsa..." Yani tevhit inancı olan bir tek Allah'a imanı ve İslâmi yaşantıyı bırakıp başka bir din ve inanç ararsa... bu ayette geçen kelimesi dilbilgisi bakımından temyizdir ve bundan dolayı da mansubdur.

"Bilsin ki o islediği din asla kendisinden kabul edilmeyeceklirve o ahirelte kendine yazık edenlerden olacaktır." Yani, hüsrana uğrayacaktır.

Şimdi tefsirini ele alacağımız ayet, önce İslâm'ı kabul edip sonra da İslâm'dan dönen ve ondan sonra da Mekke'ye giden bir topluluk hak­kında nazil olmuştur. [127]

 

86 - İman edip, Rasûlün hak olduğuna şehadet ettikten ve ken­dilerine apaçık beyyineler (kanıtlar) geldikten sonra inkarcılığa sapan bir topluma Allah nasıl hidayet nasip eder? Oysa Allah zalim bir top­lumu asla hidayete erdirmez.

 

"İman etmelerinden Rasâlün hak olduğuna, sehadel ettikten ve kendilerine apaçık beyyineler (kanıtlar) geldikten sonra inkarcılığa sapan bir topluma Allah, nasıl hidayet eşler?" Bu ayette geçen, kelimeşinin başında yer alan harfi hal vavıdır. Ancak burada, kelimesi muzmar (gizlidir). Bu, şu demektir:

"İnkâr ettiler. Oysa Rasûl Muhammed'in hak peygamber olduğuna kesin olarak şahitlikte bulunmuşlardı. "

Ya da buradaki harfi, kelimesinde var olan fiil manaşı üzerine atfolunmuştur. Çünkü; bunun manası; "iman ettikten son­ra..." "Ve kendilerine apaçık beyyineler (kanıtlar) geldikten sonra"nm ifade ettiği manada, "Kur'an ve benzeri diğer muci­zeler gibi şahitler geldikten sonra " demektir.

"Oysa Allah, zalim bir topluma asla doğru yola iletmez." Yani; onlar kâfirliği tercih ettikleri sürece ya da on­ların kâfir olarak ölmeleri halinde, Allah onlara cennet yolunu asla gös­termez. [128]

 

87 - İşte onların cezaları, Allah'ın meleklerin ve bütün insan­ların lanetlerinin üzerlerine olmasıdır.

Bu ayette geçen, mübtedadır. ikinci mübtedadır. Bunun haberi de, kavlidir. Bu haber ve ikinci mübteda ikisi birlikte birinci mübteda olan, kelimesinin haberidirler. Ya da kavli, kavlinden bedeli istimaldir. [129]

 

88 - Onlar, o lanetin içinde ebediyen kalıcıdırlar. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yüz verilmez.

Bu ayetin kavli, kavlindeki zamirinden haldir. [130]

 

89 - Ancak dinden -büyük asli küfürden veya irtidattan- tevbe edip iman ederek durumlarını -bozduklarını ve yanlışlarını- düzeltenler -veya salâha girenler- müstesna. Çünkü; Allah tevbe edenleri -küfürlerini- mağfiret buyuran ve onlara merhamet edendir.

 

Şimdi tefsirini okuyacağımız ayet Yahudiler hakkında nazil olmuştur. [131]

 

90 - İman ettikten sonra (yeniden) küfre girenlerin, sonra da azıtıp çok daha ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve onlar sapıkların ta kendileridir.

 

"Doğrusu -Musa ve Tevrat'a- iman ellikten sonra yeniden küfre girenlerin" İsa ve İncil'i inkâr edenlerin "Sonra da -Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i ve Kur'an'ı in­kâr ederek- küfürde azılıp çok daha, ileri gidenlerin," Ya da Hz. Muham­med (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) henüz peygamber olarak gönderilmezden önce ona inandıkları hâlde sonradan inkâr edenlerin ve daha sonra da bu küfür ve inkârlarında ısrar ederek azıtıp daha da ileri gidenlerin, her fır­satta ve her zaman ona dil uzatanların "Tevbeleri asla kabul edilmeyecekler." Veya bu ayet, dinden dönen mürtedler hakkında nazil olmuştur. Bunlar dinden döndükten sonra, Mekke'ye dönerler ve küfürlerini daha da ileri götürerek şöyle derler:

"Biz şimdilik Mekke'de ikâmet edip kalıyoruz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile ilgili olarak, ondan önce gelenlerin başına gelen felâketle­rin onunda başına gelecek günleri bekleyip duruyoruz."

İşte bunların "Tevbeleri asla kabul edilmeyecektir." Yani; yeis (umut­suzluk) anında, iş işten geçtikten sonra bunların iman etmeleri işe yara­mayacaktır ve kendilerinden tevbeleri de kabul olunmayacaktır. Çünkü bunlar, ancak ölüm anında ve iş işten geçtikten sonra, varacakları yeri de gördükten sonra iman etmişlerdir. Nitekim; yüce Allah bunlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: [132]

 

91 - Şüphesiz inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, işte onlar, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler bile, bu, asla Onlardan ka­bul edilmeyecektir. Onlar için kıyamet gününde acıktı bir azap vardır ve onlan azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.

 

Bu ayette bulunan kavlindeki harfi, bu cümle­nin şart ve ceza cümlesi olarak geldiğini bildirmek içindir. Bu kimseler­den fidyenin kabul edilmeme nedeni, bunların kâfir kimseler olarak öl-melerindendir. Daha Önce geçen 90. ayette benzer kelimede harfi­nin yer almaması, cümlenin mübteda ve haber cümlesi olduğunu yani isim cümlesi olduğunu göstermek içindir. Ayetteki kelimesi de temyizdir.

İşte durumları böyle olan inkarcılar, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler bile yine de onlardan bu fidye kabul edilmeyecektir. Onlar bu bakımdan azaptan da kurtulmayacaklardır.

Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde kâfirlere denilecek ki: «Eğer senin yeıyüzü (dünya) dolusu altının olsa kurtulman için fidye olarak veriri misin?» O da, «Evet» diyecek. Ancak kendisine, «Oysa senden bundan çok daha kolay olanı daha önceden istenmişti.» denilecektir."[133]

Bir başka yoruma göre, kavlindeki harfi, olumsuzluğu daha da pekiştirmek içindir. [134]

 

Meali

 

92.  Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça asla gerçek "iyi"ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz ki Allah onu hakkıyla bilir.

93. Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in (Yakub'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında, İsrail oğullarına yiyeceklerin her çeşidi helâl idi. (Ey Muhammedi) de ki: "(Ey Yahudiler!) Eğer iddianızda doğru ise­niz, Tevrat'ı getirin de onu okuyun."

94. Artık her kim bundan sonra Allah adına yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

95. (Ey Muhammedi) De ki: "Allah, doğru söylemiştir. O hâlde hak­ka (tevhide) yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyun Çünkü o, Allah'a or­tak koşanlardan değildi."

96. Şüphesiz insanlar için ilk mabet olarak kurulan ev, âlemlere be­reket ve hidayet kaynağı olan Mekke'deki ev (Kabe)'dir.

97. Orada (Beytü'l-Haram'da) apaçık ayetler ve ayrıca İbrahim'in makamı vardır. Her kim oraya girerse (her saldırıdan) emin (güvencede) olur. Oraya yoJ bulabilenlerin o evi (beyti) haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Artık her kim inkâr ederse (bilsin ki), şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir.

98. (Ey Peygamber!) De ki: "Ey kitap ehli! Allah yaptıklarınızı gö­rüp durduğu hâlde neden Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?"

99. De ki: "Ey kitap ehli! (Hak/gerçek dinin İslam olduğuna) tanık olup durduğunuz hâlde, neden Allah'ın yolunu eğri (yanlış) göstermeye kalkışarak iman edenleri Allah'ın yolundan saptırmaya çalışıyorsunuz?

Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir."

100. Ey iman edenler! Eğer siz kendilerine kitap verilenlerden her­hangi bir kesime itaat eder (uyar)samz sizi imanınızdan (inanmanızdan) sonra yeniden kâfirler olarak geri döndürürler.

101. Size Allah'ın ayetleri okunup dururken, bir de Allah'ın Rasûlü aranızda iken nasıl oluyor da hakkı inkâr ederek dalâlete saparsınız. Her kim Allah'ın dinine bağlanırsa (tutunursa) o kimse kesinlikle doğru yola

iletilmiştir. [135]

 

Tefsiri

 

92 - Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça as­la gerçek "iyi"ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz ki Allah onu hakkıyla bilir.

 

"Siz sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla gerçek «iyi»ye eremezsiniz." Yani; gerçek iyiyi elde edemezsiniz veya gerçek iyilerden olamaz-siniz. Ya da Allah'ın sizin için hazırladığı gerçek "iyi"ye, sevaba ve cennete kavuşamazsınız. Taki yaptığınız harcama­larınız sizin için en gözde olan malınızdan ya da farklı bir değer biçtiği­niz mallarınızdan vermedikçe... Hasan Basri diyor ki:

"Kim sevdiği şeylerden, bu sevdiği şey tek bir hurma tanesi de olsa, Allah için harcarsa, işte o kimse hüküm bakımından bu ayetin içerisinde yer alır."

Vasıti Ebu Bekir Muhammed b. Musa (v.320/932) ise'şöyle diyor:

"Birr'e yani gerçek 'iyi'ye ulaşabilmek kişinin sevdiği şeylerden harca­masıyla olur. Allah'a kavuşmak ise, her iki dünyadan da feragatle elde edilir."

Ebu Bekir el-Verrak da şöyle der: "Sizin gerçek iyiliğiniz ve hizmeti­niz kardeşlerinize ulaşmadıkça, benim gerçek iyiliğim/sevabım ve mükâfa­tım size ulaşmaz."

Eğer özetle demek gerekirse; "Kişi, istediğini elde edebilmesi, an­cak onun uğrunda sevdiğini gözden çıkarmasıyla kazanabilir. "

Ömer b. Abdülazİz'den aktarıldığına göre:

"Kendisi heybeler (paketler) dolusu şeker satın alır ve sonra da satın aldığı bu şekerleri de sadaka olarak dağıtırmtş. Kendisine:

— Bu şekerlere harcadığın parayı sadaka olarak dağıtsan olmaz mı, diye sorduklarında, şu karşılığı verir:

  Çünkü, ben şekeri çok daha fazla seviyorum. Dolayısıyla en çok sevdiğimi Allah yolunda harcamak istiyorum."

"Her ne. harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir." Yani; sizin Allah yolunda harcadıklarınızı Allah onu her yönüyle bilir. Dolayısıyla ona göre de size mükâfat verir.

Ayette geçen, ilk cer edatı teb'iz içindir. Yani bir kısmı, ba­zısı manasını taşır. Bu ise Abdullah b. Mesud'un kıraatine göredir. Yani; mana şöyledir: "Sevdiğiniz şeylerin bir kısmım ya da birazım verinceye kadar vermedikçe..." demektir. İkinci edatı ise tebyîn yani açıkla­ma mahiyetindedir. Yani; "Hangi şeylerden harcamak iyi olursa siz onu istersiniz (seversiniz). Hangi şey kötüdür siz onu harcamak istemezsiniz."

Şimdi tefsirini okuyacağımız ayetin nüzul sebebi şöyledir: 'Yahudiler Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'e,

— Sen İbrahim'in dini üzere olduğunu ileri sürüyorsun. Oysa İbrahim peygamber deve etini yemez ve deve sütünü de içmezdi. Fakat sen hem deve etini yiyor ve hem sütünü içiyorsun, demişlerdi. İşte bunun üzerine Rasûlul-lah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

  Bu söyledikleriniz İbrahim (Aleyhi's-Selâm)'e helâl idiler ve biz de onları helâl sayıyoruz."[136]

Ancak Yahudiler bunların hem Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) ve hem Hz. Nuh (Aleyhis-Selâm) un dinlerinde haram olduğunu ve haramhklannı sürdür­düklerini iddia ettiler. İşte onların bu iddialarının bir yalandan ibaret oldu­ğunu açıklamak üzere şimdi okuyacağımız bu ayet nazil olmuştur. [137]

 

93 - Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in (Yakub'un) ken­disine haram kıldığı şeyler dışında, İsrailoğullarına yiyeceklerin her çeşidi helâl idi. (Ey Muhammed!) de ki: "(Ey Yahudiler!) Eğer iddia­nızda doğru iseniz, Tevrat'ı getirin de onu okuyun."

 

"Tevrat'ın indirilmesinden Önce, israil'in (Yakub'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında, hrailoğullanna yiyeceklerin her çe­şidi helâl idi."

Bu ayette geçen, kavli hakkında tartışma söz konusu olan her yiyecek demektir. Bu yiyeceklerin içinde daha önceden haram olan leş ve kan gibi şeyler de yer almaktadır.

Burada geçen, helâl idi demektir. Kelime olarak ise mastar bir kelimedir. Örneğin; denir ki, "Şey helâl olarak helâl kılındı. " manasındır. İşte bu açıdan bu, hem müzekker (eril) ve hem müennese (dişil kelimeye) sıfat olmada eşit olduğu gibi müfret (tekil) ve ce­mi (çoğul) oluşta da eşit olan bir kelimedir. Nitekim, yüce Allah bir baş­ka ayette de şöyle buyuruyor:

"Bu kadınlar onlara helâl değildir."[138]

Ayette geçen "İsrail" Hz. Yakub (Aleyhi's-Selâm)'un diğer adıdır.

Kıraat imamlarından Ibn Kesir, Ebu Amr ve Yakub'a göre, kelimesi tahfif ile yani harfinin sükûnu ve harfinin şeddesiz okunmasıyla, olarak kıraat etmişlerdir.

Bu ayette söz konusu edilen haram şey, deve eti ve sütüdür. Çünkü; bu yiyecek maddeleri onun için daha lezzetli ve yiyeceklerin en gözdesi, iyisi idi. Ayetin manası şöyledir:

"İsrail'in, yani Yakub'un bizzat kendi kendisine haram kıldığı şeyler dışında henüz Tevrat indirilmeden Önce İsrailoğullarına ya da Yakuboğul-lanna yiyeceklerin her çeşidi helâl idi. Ancak Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) Tev­rat inince (gelince) onlara deve eti ile deve sütü de haram kılındı. Çünkü; bizzat İsrail'in; yani Hz. Yakub (Aleyhi's-Selâm) kendisi bunları kendisine ha­ram kılmış idi. İşte bundan dolayı bu, Yahudilere de haram kılınmış oldu."

"(Ey Muhammed!) de ki: «(Ey Yahudiler!) Eğer iddianızda doğru iseniz, Tevrat'ı gelirin de onu okuyun.»" İşte ayetin bu kısmında yer alan ifade onları susturan bir emir­dir. Çünkü bu ayetle, Yahudilerle yapılacak olan tartışmada, bizzat onla­rın kendi kitapları olan Tevrat'ı getirmeleri ve Tevrat'ta var olan gerçekle onların susturulmaları isteniyor. Zira Tevrat'ta, onlara haram kılınan biz­zat onların zulümleri, azgınlıkları ve taşkınlıkları yüzünden meydana ge­len bir haramdır. Yoksa onların ileri sürdükleri gibi öteden beri var olan bir haram değildir. Ancak Yahudiler Hz. Peygamber (Aleyhis-selâm), Tev­rat'ı getirip okumaya cesaret edemediler. Nihayet apışıp kaldılar. Çünkü; verecekleri bir cevap kalmamıştı.

İşte bu ayet Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) doğruluğuna ilişkin apaçık bir delil olduğu gibi aynı zamanda inkârına kalkıştıkları şe­yin de neshedilebileceğinin, yani yürürlükten kaldırılabileceğinin de caiz olduğunu gösteren bir delil ve kanıttır. [139]

 

94 - Artık her kim bundan sonra Allah adına yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

Yani; her kim kendilerine gösterilen kesin kanıtlardan sonra söz konusu yiyeceklerin haram olduğunu savunur ve iddia ederse, onlar ken­dilerine acımayan ve büyüklük taslayan, apaçık kanıtlan tanımayan za­limlerin ta kendileridirler. [140]

 

95 - (Ey Muhammedi) De ki: "Allah, doğru söylemiştir. O hâl­de hakka (tevhide) yönelmiş olarak İbrahim'in dinine uyun Çünkü o, Allah'a ortak koşanlardan değildi."

 

"(Ey Muhammed!) De ki: «Allah bildirdiklerinde doğru söylemiştir." Yani; söz konusu yiyeceklerin haram olmadığını bildir­mesinde Allah, doğru söylemiştir. Ayrıca burada Yahudilerin yalancı kim­seler olduklarına ilişkin bir tariz bulunmaktadır. Yani; Allah'ın indirdiği hü­kümlerde doğru söylediği artık kesin olarak sabit olduğu gibi, Yahudilerin de yalancı kimseler olduğu gerçeği de kesinleşmiş bulunmaktadır.

'O hâlde hakka (tevhide) yönelmiş olarak. İbrahim'in dinine uyun.»" Çünkü bu din, Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile onun yanında yer alıp ona iman etmiş olanların dini olan İslâm dinidir. Bu dine uyun ki; sizi fesadın, bozgunculuğun her çeşidine bulayan, dininizi ve dünyanızı mahveden Yahudilikten kurtulasınız. Çün­kü bu Yahudilik, sizin kötü emellere ve amaçlara yönelmeniz için, sizleri Allah'ın kitabını tahrife (değiştirip bozmaya) kadar götürmüştür. Sizi bu­na zorlamıştır. Allah'ın, İbrahim'e ve ona uyanlara helâl kıldığı temiz şeyleri haram kılmaya kadar götürmüştür.

Ayette geçen, kelimesi İbrahim'den hâldir. Bu, batıl dinlerden hak olan dine, tevhide yönelmek ve dönmek demektir.

"Çünkü o, Allah'a ortak koşanlardan değildi.

Yahudiler bizim kıblemiz sizin kıblenizden öncedir, diye itiraz et­tiklerinde işte şimdi okuyacağımız ayet nazil olmuştur. [141]

 

96 - Şüphesiz insanlar için ilk mabet olarak kurulan ev, âlem­lere bereket ve hidayet kaynağı olan Mekke'deki ev (Kâbe)'dir.

 

"Şüphesiz insanlar için ilk mabet olarak kurulan ev" Esasen o mabedi kuran Azız ve Celîl olan yüce Allah'tır. "Allah insanlar için bir beyt (ev) kurdu." demek, onlar için ibadet ede­cekleri bir yer belirlerdi, tayin etti demektir. Sanki ayette şöyle der gibi:

"İnsanlar için ibadet edecekleri merkez olarak kurulan ilk ev (yer) Kabe'dir." Nitekim; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Mesdd-i Haram, Beyt-i Makdis'ten tam kırk yıl önce kurulmuştur."[142]

Bir rivayete göre bunu ilk inşa eden Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm). Yine rivayete göre Hz. Nuh (Aleyhis-Selâm) tufanından sonra ilk hac edilen yer (ev) burasıdır. Bir başka rivayete göre de gök ile yer yaratıldığı sırada su yüzüne ilk çıkan ev (beyt) burasıdır. Bir diğer rivayete göre ise, Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) tarafından yer yüzünde yapılan ilk ev burasıdır.

kavli de burada, kelimesinin sıfatı olup cer mahallinde gelmiştir. Haberi ise, "Mekke'de olan evdir." kavlidir. Bekke ismi haram beldenin özel adıdır. İster Mekke ve is­ter Bekke ismi olsun, her ikisi de Mekke için kullanılan oraya ait iki özel isimdir.

Bir yoruma göre Mekke, beldenin, yani genel olarak yörenin adıdır. Bekke ise mescide ait yerin adıdır. Başka bir yoruma göre Mekke ismi, kök itibariyle Bekke isminden türemedir. Bu ise mana bakımından sıkı­şıklık, izdiham ve kalabalık manalarına gelir. Çünkü; insanlar buraya ka­labalıklar hâlinde gelirler. Ya da burası, zalimleri boyunlarını eğmeye mecbur bıraktığı için Bekke ismi verilmiştir. Çünkü; oraya hangi zalim saldırmışsa, Allah onun belini mutlaka kırmıştır.

kavli, hayrı ve bereketi bol olan demektir. Yani; hac ve umre ibadetini işleyenler için bol bereketli sevap olduğu gibi, aynı za­manda günahların bağışlanması da vardır. Âlemlere hi­dayet oluşu ise, buranın bütün Müslümanlara ait kıble olmasındandır ve ibadetlerinde döndükleri istikamettir.

ve kelimeleri, kelimesindeki zamirden hâldirler. [143]

 

97 - Orada (Beytü'I-Haram'da) apaçık ayetler ve ayrıca İbra­him'in makamı vardır. Her kim oraya girerse (her saldırıdan) emin (güvencede) olur. Oraya yol bulabilenlerin o evi (beyti) haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Artık her kim inkâr ederse (bilsin ki), şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir.

 

"Beytü'l-Haram'da apaçık ayetler ve ayrıca İbrahim'in makamı vardır." Yani hiçbir kimsenin şaşırmayacağı, birbirine karıştıramayacağı apaçık işaretler vardır.

Ayetteki, kavli kavlinin atfı beyanı­dır. Cemi (çoğul) olan bir kelimenin tekil olan bir kelime ile açıklanması sahihtir. Çünkü; o tek olan şey bile yeri ve makamı itibariyle birçok ayet­ler ve mucizeler değerindedir. Zira; şanının yüceliği zaten ortadadır. Çün­kü bu, yüce Allah'ın kudretine delâlet bakımından en güçlü delildir.

Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) in peygamberliğinin eseri, kaskatı olan taş üzerinde ayak izini bırakması ve daha başkaca ayetleri kapsamına al­ması böyledir. Çünkü; ayağının izi o kaskatı taş üzerinde çıkmıştır, bu­nun çıkması bir mucizedir. Ayaklarının ta topuklarına kadar taşta iz bı­rakması bir başka ayettir. Kaldı ki; bir taşın diğerine göre yumuşaması da bir mucizedir. Hatta bu taşın diğer peygamberlerin mucizeleri yanında daha sonraki nesillere kadar varlığını sürdürmesi de yine Hz. .İbrahim'e ait bir mucizedir.

"Her kim oraya girerse (her saldırıdan) emin (güvencede) olur." Bu cümle her ne kadar mana bakımından bir ibtida veya şart cümlesi ise de havlinin atfı beyanıdır. Çünkü bu cüm­le, oraya girecek bir kimsenin güvencede olduğunu gösteriyor. Sanki bu­rada şöyle denir gibidir:

"Orada apaçık ayetler, mucizeler vardır; Hz. İbrahim'in makamı var, oraya girenin can güvenliği var, " Burada zikredilen bu iki örnek, çoğul anlamındadır. Yani; orada birçok mucizeler ve birçok şeyler var demektir. Şunu söylemek de caizdir:

Bu iki ayetin zikredilmesiyle diğer ayetlerin, mucizelerin bunların kapsamı içerisinde var olduğu gerçeğidir. Çünkü; bu ikisi zaten birçok ayet ya da mucizenin olduğuna delildirler. Bu ikisi dışında da daha bir­çok ayetler ya da mucizeler var demektir. Örneğin; atanlarının çokluğuna rağmen atılan taşların yok olması, Kuşların uçarlarken Beytullah'ın üze­rinden yüksekten uçarak gitmekten sakınmaları, Beytullah'ın üzerinden uçmamaları ve daha buna benzer nice örnekler, ayetler... Yine bunun bir örneği de dünya ile alâkalı olan bir şeyin bir zikir ya da dua ile birlikte ele alınmış olmasıdır. Çünkü Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle bu­yurmuştur:

"Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi; Güzel koku, kadınlar ve gözü­mün nuru namaz."[144]

Hadiste yer alan, "gözümün nuru (aydınlığı) namaz" maddesi, sayı­lan dünyalık üç maddeden biri değildir. Aksine bu, yeni bir isim cümle­sidir. Çünkü; namaz dünyaya ait olan bir şey değildir. Dolayısıyla üçüncü madde burada zikredilmeden var olduğu kabul edilerek hemen ahiretle ilgili olana geçilmiştir. Sanki Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve iseüem) üçüncü maddeyi zikretmek istemedi ve onu bu sebepten terk etti ve şu noktaya dikkatimizi çekti gibi; Peygambere düşen görev dünyaya ait bir şey üze­rinde durmamaktır. İşte bunun için hemen ahiretle alâkalı olan ibadete, namaza geçti, din ile alâkalı olanını zikretti.

Bu eser (hadisin) sebebiyle alâkalı olarak şöyle bir yorum yapıl­mıştır: Beytullah'ın (Kabe'nin) duvarları yükseltilirken Hz. İbrahim (Aley-hi's-Seitmfvn yorgun düşmesi ve güçsüz duruma düşmesi üzerine taşlan yerine yerleştirmede zorlanınca, işte üzerinde ayak izlerinin bulunduğu taşın üzerine çıkarak duvarı yükseltmeye çalıştı. Bu sırada üzerine çıktığı taşın üzerinde ayaklan gömülerek taşın üzerinde iz bıraktı.

Başka bir yoruma göre Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) Şam'dan ziyaret için Mekke'ye gelir. Gelini (Hz. İsmail (Aleyhi's-Selâm )in eşi) de kayınpe­deri olan Hz. İbrahim — Binitinden in de, başını yıka (serinlen), der. Ancak Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) bineğinden inmez. Bunun üzerine Hz. İsmail (Aleyhi's-Sdâmf'-in hanımı olan gelini, söz konusu taşı Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâmfırı üzerin­de olduğu binitin yanına getirir. Taşı önce sağ tarafa koyar, Hz. İbrahim (Aieyhvs-Seiâm) de sağ ayağını bu taşın üzerine basar, gelini de Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm)m başının sağ yanını yıkar. Sonra taşı alır ve sol tarafa ko­yar. Bu defa Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) sol ayağını taşın üzerine basar ge­lini bu sefer de başının sol tarafını yıkar. İşte Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) ayakları bu esnada taş üzerinde iz bırakır.

"Her kim oraya girerse her (saldırıdan emin) (güvencede) olur." demek Hz. ibrahim (Aleyhi's-Selâm) ip. duası bereketiyle oraya girenin güvencede olacağı gerçeğidir. Çünkü; Hz. İbrahim (Âleyhi's-Selâm) şöyle dua etmişti:

"Rabbim! Bu şehri emin belde kıl."[145]

Eğer bir kimse gerçek anlamda bir cinayet ya da suç işlese, sonra gidip Harem'e sığınırsa, dokunulmazdır, orada bulunduğu sürece yaka­lanmaz.

Hz. Ömer (v.24/644) şöyle der:

"Ben Harem sınırlan içerisinde babam Hattab'm katilini yakalama imkânım bulabilsem, o kimse oradan çıkmadıkça asla dokunamam."

Eğer Harem sınırları dışında bir kimse bir suç işler veya irtidat eder (dinden dönerse) ya da zina fiilini işleyen biri gidip Harem'e sığınırsa, o kimseye dokunulmaz. Ancak onun orada barınmasına, orada yiyip içme­sine imkân verilmez. Ona orada bulunduğu müddetçe bir şey de satılmaz. Böylece baskı altında tutulur ki; sonuçta oradan çıkmak mecburiyetinde kalabilsin ve yakalansın.

Bir başka yoruma göre de; "Cehennem ateşinden güvencede olur. " Çünkü; Hz. Peygamber (Sattattâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

''Her kim iki haremden birinde ölürse, kıyamet gününde cehennem ateşinden emin olmuş olarak diriltilir."[146]

Yine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar:

"Hacun ile Baki denilen yerler çevresiyle birlikte alınır ve her ikisi de cennete serpiştirilir. Bu iki yer Mekke ile Medine'nin mezarlıklarıdır."[147]

Yine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

"Kim gündüzün bir vaktinde (bir saatinde) ya da anında Mekke'nin kavurucu sıcaklığına sabrederse, cehennem o kimseden iki yüz yıllık bir yol mesafesinde uzaklaşır."[148]

"Oraya yol bula­bilenlerin o evi (Beyti) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkı­dır. " Yani; yol bulabilen için hacca gitmeleri kesin bir farz olmuştur.

Kıraat imamlarından Ebu Bekir Şu'be dışında Hafs, Hamza, Kisai ve Halef harfinin kesriyle olarak okumuşlardır. Bu kıraat tarikine Küfe okulu denir. Kesre okuyuşuna göre, kelimesi isimdir. Fetha ile yani, olarak okunması hâlinde bu, keli­menin mastar şekli olur.

Bir yoruma göre bu kelime ister kesre ile okunsun ister fetha ile okunsun dil bilgisi bakımından her ikisi de, fiilinin mastarıdırlar. edatına gelince bu kelime, Külden bedeli ba'zdır.. Bu bakımdan da mahallen mecrurdur.

"oraya yol bulabilenler" kavlini Hz. Pey­gamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem); "azık ve yol vasıtası, binit ve bağlı şey­ler" olarak tefsir etmişlerdir.[149]

kavlindeki zamir ise, "beyt"e veya "hac"ca racidir. Dolayı-sıyla bir yere veya bir şeye nereden ve nasıl çıkış bulunursa, işte o şeyin veya o yerin yolu odur. Yüce Allah'ın, kavli nazil olunca Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bütün dinlere mensup kimseleri toplayarak onlara şöyle seslendi:

"Yüce Allah size haca farz kılmıştır. Bundan böyle haccedin."[150]

İşte bunun üzerine ona iman eden tek bir din erbabı oldu. Bunlar da Müslüman olan toplumdur. Beş din erbabı ise onu inkâr ettiler. Biz ona iman etmeyiz ve biz oraya doğru ibadet edip namaz kılmayız, hac ibade-tini de yapmayız, dediler. İşte bunun üzerine, "Arlık her kim inkâr ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." Kavli nazil oldu. Yani bu, her kim hac ibadetinin farz o-luşunu inkâr ederse, demektir. Bu görüş, Abdullah b. Abbas'ın, Hasan Basri'nin ve Atâ'nın görüşüdür. Aynı zamanda bu küfür ifadesinin, nan­körlük manasında olması da caizdir. Yani, "Her kim Allah 'in kendilerine bahşeylediği vücut sağlığına, vermiş olduğu bol rızka şülcretmez ve aynı zamanda hac ibadetim de yapmazsa, bilsin ki, Allah âlemlere muhtaç de­ğildir. " Allah'ın onların kendisine itaatlerine de ihtiyacı yoktur.

Bu ayette farklı şekilde tekit ifadeleri, aynı zamanda şiddet içeren manalar vardır. İşte bunlardan bir kısmını şöylece sayabiliriz. Örneğin:

ve cer edatı gibi. Yani, "O hac ibadeti halkın boy­nunda farz olan bir haktır. "

Yine bu ayette ibdal var ve amacı (maksadı) defalarca vurgulama var. Burada aynı zamanda konuyu tekrar var. Çünkü kapalı olan bir anla­tımdan sonra, açıklama, mücmel (kısa ve toplu) anlatımdan sonra detay var ki bu konu dolayısıyla farklı iki şekilde anlatılıyor. İşte bunlardan biri, kavlidir. Bu ifade, yerinedir. Böylece hac ibadetini imkânı olduğu hâlde yerine getirmeyen, terk eden kimse hak­kında daha ağır bir ifade kullanılmış bulunmaktadır. Burada diğer bir husus da istiğna durumudur. Yani; Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığıdır.

Bu da, Allah'ın gazabına, kin ve öfkesine bir delildir. Bu ifadelerden bir diğeri de, kavlidir. Çünkü; yüce Allah burada, dememiştir. Zira kavlinin içerdiği mana delâlet ba­kımından çok daha geniş kapsamlıdır. Bu ise delil ve burhana dayalıdır. Çünkü; yüce Allah âlemlere muhtaç olmayınca, dolayısıyla hiçbir şeye ve kimseye asla muhtaç olmaz. İşte bu, kamil manada istiğnaya, yani hiç­bir varlığa muhtaç olmadığına delâlet eden bir ifade ve kanıttır. Dolayı­sıyla bu, aynı zamanda bu maksatla gelecek olan en büyük azaba daha fazlasıyla delâlet eder[151].

 

98 - (Ey Peygamber!) De ki: "Ey kitap ehli! Allah yaptıklarınızı görüp durduğu hâlde neden Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?"

 

kavlindeki harfi, hâl içindir. Mana ise şöyledir:

"Hz. Muhammed (Aleyhi's-Selâm)'in davetinde bildirmiş olduğu haberde doğru söylediğine dair tüm deliller bu gerçeği gösterirken nasıl olur da bu ayet ve delilleri inkâr edersiniz? Oysaki Allah sizin tüm amellerinize (yaptık­larınıza) kesinlikle şahittir. Bundan dolayı da sizi cezalandıracaktır." [152]

 

99 - De ki: "Ey kitap ehli! (Gerçek dinin İslam olduğuna) tanık olup durduğunuz hâlde, neden Allah'ın yolunu eğri (yanlış) göster­meye kalkışarak iman edenleri Allah'ın yolundan saptırmaya çalışı­yorsunuz? Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir."

 

"De ki: «Ey kitap ehli! Hak (gerçek) dinin Allah'ın dini olduğuna tanık olup durduğunuz hâlde, neden Allah'ın yolunu eğri (yanlış) göstermeye kalkışarak inananları Allah'ın yolundan saptırıyorsunuz (men ediyorsunuz).?" Ayette geçen, kelimesi menetmek, engel olmak manasınadır. Dolayısıyla mana şöyledir: "Allah'ın gidilmesi ve izlenme­sini emretmiş olduğu yolun gerçek hak din olduğu bilindiği hâlde -ki bu da İslâm'dır- siz insanları bile bile bu yoldan nasıl engelleyip men edersiniz?"

Bilindiği gibi kitap ehli denilen Yahudi ve Hristiyanlar, İslâm dini­ne girmek isteyenleri gayret ve çabalarıyla bu hak yoldan çevirmek gay­reti içinde idiler. İşte ayet bu noktaya dikkat çekmektedir.

Ayetteki, kelimesi mahallen mansubdur ve manası da "istiyorsunuz" demektir. kelimesi de doğru ve mutedil olan ana yoldan ve çizgiden insanları soğutmak, yolu eğri ve yanlış göstermek, de­mektir. Dolayısıyla mana şöyledir:

"Siz doğru ve normal olan yoldan hitabınızda yer alan son peygambe­rin asıl niteliklerini değiştirerek ve benzeri yollar deneyerek saptırmak isti­yorsunuz. "

"Oysa siz ona tanık olup durmaklasınız.'"' Buna rağ­men doğruluğuna tanık olduğunuz o hak (gerçek) olan Allah yolundan insanları saptırıyorsunuz. Kaldı ki; bu doğru olan yoldan sapan kimse hem kendisi sapıktır ve hem de başkalarını da saptırandır. Ancak "Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." Yani; Allah'ın yolundan sapmanızdan Allah haberdardır. Bütün yaptıklarınızı bilir.

İşte ayetin bu son kısmı gerçekten büyük bir tehdidi ve şiddetli bir azabı içermektedir.

Şimdi ele alacağımız bu ayetle mü'minlerin, dine karşı engel çıka­ran bu kimselerden uzak durmaları isteniyor ve onlarla beraber olmaları yasaklanıyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor: [153]

 

100 - Ey iman edenler! Eğer siz kendilerine kitap verilenler­den herhangi bir kesime itaat eder (uyar)sanız sizi imanınızdan (inan­manızdan) sonra yeniden kâfirler olarak geri döndürürler.

 

Rivayet edildiğine göre Medineli Yahudilerden Şas bin Kays, En-sardan olan Evs ve Hazrec kabilelerinden insanların bir araya gelip top­landıkları ve birlikte sohbet ettikleri, meselelerini görüştükleri yere gelir. Fakat Ensardan Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki samimiyeti ve güzel muhabbetlerini görünce, Yahudi Şas b. Kays, Evs ve Hazrec arasındaki bu birlik ve beraberlikten oldukça büyük bir rahatsızlık duyar. Çünkü; bu iki kabile cahiliye döneminde, İslâm öncesi dönemde birbirleriyle kanlı bıçaklı iki düşman toplum idiler.

Ancak Müslüman olmalarından sonra aralarındaki geçmişe ait tüm kin ve düşmanlıkları bir tarafa bırakmışlar ve hepsi de candan kardeş ol­muşlardı. Bu, İslâm kardeşliğinden başka bir şey değildi.

İşte Yahudi Şas bin Kays bu dikkat çekici manzarayı görünce, bun­dan dolayı büyük bir rahatsızlık duydu. Müslümanların birliğini kıskan­maya başladı. Bu adam söz konusu bu birliği bozmak üzere hemen hare­kete geçti. Yanında bulunan bir Yahudi delikanlısını çağırır. Daha önce Evs ile Hazrec kabileleri arasında cereyan eden Buas olayını hatırlatma­sını ve aralarında bir fitne çıkması için gerekeni yapmasını istedi. Böy­lece iki kardeş kabile arasında yeniden fitne ateşini yakmasını ve bunları tekrar düşman kardeşler yapmasını emretti.

Buas Savaşı, Evs kabilesiyle Hazrec kabilesi arasında çıkan bir sa­vaştır. Bu savaşta Evs tarafı Hazrec kabilesini yenmişti.

Emri alan genç Yahudi derhal işe koyulur. Bunun etkisiyle iki kabi­le arasında eski cahiliye duygulan harekete geçer. Hemen birbirlerini si­lahlı düelloya, çarpışmaya davet ederler ve silâha sarılırlar. Bu durum he­men Hz. Peygamber (Sallalîâhu Aleyhi ve seiiemfe iletilir. Rasûlullah (Saliallâhu Aleyhi ve Sellem) de beraberindeki muhacir ve Ensar ile birlikte toplantı ye-nne gelir ve:

"Allah size, İslâm sayesinde ikramda bulunduğu hâlde ve aranızda sevgi, kardeşlik bağlarını pekiştirmişken ve henüz ben de sizin aranızda ha­yatta iken, yeniden bu cahiliye adetine davetiye çıkarıyorsunuz?" uyarısın­da bulunur.

Bu uyan üzerime orada bulunanlar derhal, bu işin şeytandan kay­naklanan bir fitne eseri olduğunun^farkına varırlar. Hemen silâhlarını bı­rakıp ağlaşarak birbirlerinin boyunlarına sarılıp kucaklaşırlar.

İşte bu ayet bununla ilgili olarak nazil olmuştur. [154]

 

101 - Size Allah'ın ayetleri okunup dururken, bir de Allah'ın Rasûlü aranızda iken nasıl oluyor da hakkı inkâr ederek dalâlete saparsınız. Her kim Allah'ın dinine bağlanırsa (tutunursa) o kimse kesinlikle doğru yola iletilmiştir.

 

Size Allahın ayetleri okunup dururken, bir de Allah'ın Rasûlü aranızda iken nasıl oluyor da hakkı eder de dalâlete saparsınız?"

Buradaki istifham/soru, inkâr, şaşkınlık ve taac­cüp/hayret manalannadır. Yani; "Küfür nereden gelip size bulaşır? Nere­den gelip kapınızı çalar?" Oysa Allah'ın ayetleri -ki bu, benzerini getir­mekten herkesi aciz bırakan Kur'an'dır-, Allah Rasûlü'nün dilinden size taptaze okunup durmaktadır. Kaldı ki; Allah Rasûlü de sizin aranızda bu­lunuyor, sizi uyarıyor ve size öğüt veriyor. Kafanızda oluşan şüphe ve kuşkulan ortadan kaldırıyor.

"Her kim Allah'ın dinine (şeriatına) bağlanırsa (tutunursa)," kitabına sanlırsa ya da bu onların kâfirlerin kötülük ve tu­zaklarının bertaraf edilmesinde Allah'a sığınmaları için bir teşvik mana-sındadır. "O kimse kesinlikle doğru yola ile-ülmislir." Hak olan dine kesin olarak iletilmiştir. Veya o kimse şüphe an­larında olsun, şiddet ve sıkıntılı durumlarında olsun Rabbini kendisi için bir sığınılacak yer ve makam kabul ederse... [155]

 

Meali

 

102. Ey iman edenler! Allah'tan nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sakının ve Müslüman olarak ölün.

103. Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sanlın ve (cahiliyede oldu­ğu gibi) dağılıp parçalanmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini de hatır­layın; hani sizler birbirinize düşman idiniz de, Allah gönüllerinizi birbi­rinize yaklaştırmıştı. Onun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz. Yine bir ateş çukurunun tam kenarında bulunurken, Allah sizi oradan (iman ve İs­lâm sayesinde) kurtarmıştı. İşte Allah, doğru yola eresiniz diye ayetlerini size böylece açıklar.

104. (Ey inananlar!) İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten de meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa eren­lerin ta kendileridir.

105. (Siz,) kendilerine apaçık deliler geldikten sonra bölünüp par­çalanan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap

vardır.

106. Nice yüzlerin ağardığı ve nice yüzlerin de karardığı (o kıyamet gününde), yüzleri kararmış olanlara (şöyle denir): "Siz imanınızdan sonra inkâr mı ettiniz? Öyleyse inkâr ettiğiniz şey sebebiyle tadın azabı!"

107. Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmetiyle cennette­dirler ve onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar.

108. İşte bunlar sana hak olarak okuduğumuz, Allah'ın ayetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.

109. Göklerde ve yerde var olan her şey Allah'ın mülküdür. (So­nunda) bütün işler Allah'a döndürülür.

110. Siz insanların (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a iman edersiniz. Eğer Ki­tap ehli de iman etseydi, kesinlikle bu, onlar için çok daha hayırlı olurdu. Gerçi içlerinden iman edenler de var ama, onların çoğu fasıktır.

 

Tefsiri

 

102 - Ey iman edenler! Allah'tan nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sakının ve Müslüman olarak ölün.

 

"Ey iman edenler! Allah'ları nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sakının." Çünkü; Allah'ın emir ve yasak­larına uymak, gereğini yapmak Allah'a lâyık olacak bir şekilde çalışmak farzdır. Bu ise, farz olan görevleri yapıp yerine getirmek ve haram olan şeylerden, yasaklardan da sakınmak demektir. Abdullah b. Mesud'dan gelen rivayete göre demiş ki:

"Allah'a isyan etmemek ve karşı gelmemek kaydıyla itaatte bulunmak, şükretmek ve nankörlükte bulunmamaktır. Allah'ı unutmamak ve her an hatırlamaktır." Ya da, "Allah için, kınayanın kınamasına asla aldırış etme­mek, kişinin kendisinin, çocuklarının veya babalarının aleyhine de olsa hep adalet üzere bulunup doğruluk üzere hareket etmektir."

Başka bir yoruma göre ise; "Bir kul, diline sahip olmadığı müddet­çe gereği gibi Allah'ın emirlerine bağlanmış sayılmaz."

"et-Tuka" kelimesi, kelimesinden türemedir. Bu da tıpkı, "et-Tu'detu" kelimesinin kelimesinden türediği gibidir.

"Ve Müslüman olarak ölün." Sakın ölümünüz İslâm'dan başka bir din, bir durum ve inanç üzere olmasın. Ölüm gelip sizi yakaladığı zaman inancınız sadece İslâm inancı olsun. [156]

 

103 - Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve (cahiliyede olduğu gibi) dağılıp parçalanmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın; hani sizler birbirinize düşman idiniz de, Allah gönülleri­nizi birbirinize yaklaştırmıştı. Onun nimeti sayesinde kardeş olmuş­tunuz. Yine bir ateş çukurunun tam kenarında bulunurken, Allah si­zi oradan (iman ve İslâm sayesinde) kurtarmıştı. İşte Allah, doğru yo­la eresiniz diye ayetlerini size böylece açıklar.

 

"Hep birlikle Allah'ın ipine sımsıkı sardın." Çünkü Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:

"Kuran yüce Allah'ın asla kopma imkân ve ihtimali bulunmayan en sağlam ipidir. Onun incelikleri ve hayret uyandıran hikmetleri asla bitip tü­kenmez. O çok okunmakla yıpranıp eskimez. Ona dayalı olarak konuşan mutlaka doğru söyler. Onun emir ve yasakları doğrultusunda amel eden mutlaka doğru yolu bulur. Her kim ona tutunup bağlanırsa kesinlikle dos­doğru olan Allah'ın yoluna iletilir."[157]

muhatap zamirinden haldir. Bir yoruma göre de bu ayetin tefsirinde, "Ümmetin itinama sarılıp bağlanın. " diye ele alınmıştır.

"Cahiliyede olduğu gibi dağılıp parçalanmayın." Sakın parçalanmayın. Ümmetin icmaına delil olarak işte ayetin bu dağılıp par­çalanmayın kısmı gösterilmiştir. Kısaca sonuçta Müslümanların bölünüp parçalanmalarına neden olabilecek hareket ve davranışlardan uzak durun. Zira böyle yapılması hâlinde birlik, beraberlik ve toplu hâlde hareket et­me ortadan kalkar. Ya da adeta Yahudilerle Hristiyanların anlaşmazlığa düştükleri gibi aranıza aynen bu manada ihtilâf ve anlaşmazlık girer. Bu sebepten dolayı da haktan uzaklaşıp ayrılmış olursunuz. O hâlde böyle bir duruma düşmeyin. Veya tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi anlaş­mazlığa düşerek birbirinizle savaştığınız gibi savaşıp parçalanmayın.

"Allah'ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın; hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah, gönüllerinizi birbirinize yaklaştırmıştı. Onun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz." Çünkü; cahiliye döneminde bunların arasında hem düşmanlık vardı ve hem de savaş bulunuyordu. Allah İslâm sayesinde bunların gönüllerini birleştirdi. Kalplerine sevgi ve muhabbet yerleştirdi. İşte bu sayede onlar birbirleriyle kimseler oldular.

"Siz yine bir ateş çukurunun tam ke­narında bulunurken" Neredeyse siz, üzerinde bulunduğunuz ve savundu­ğunuz inkarcılık ve küfür yüzünden tam cehennem ateşinin düşüverecektiniz. "Allah sizi oradan iman ve İslâm sayesinde kur­tarmıştı. " İşte ayetin bu kısmı Mutezile aleyhine bir cevaptır. Çünkü; Mu­tezile mezhebinin görüşüne göre, onları ateşten kurtaran yine bizzat onla­rın kendileridir. (Haşa) Allah değildir.

kelimesindeki zamir, kelimesine racidir. Bu zamirin müennes (dişil) olması kelimesiyle izafet (isim tamlaması)

meydana getirmesi nedeniyledir. Bir tarafı, kenarı manasınadir. kelimesinin lamel fiili yani sonu harfidir. Bu bakımdan bu kelimenin tesniyesi (ikili) olarak gelir.

"İşte Allah, doğru yola eresiniz diye ayetlerini size böylece açıklar." Yani; içinde emir ve yasakla­rının, vaad ve vaidinin (tehdidinin) yer aldığı Kitabını (Kur'an'ı) böylece açıklar ki; bu sayede doğru yolu bulabilesiniz ya da doğru olan gerçeğe ulaşmayı, kendisiyle sevap kazanabileceğiniz şeyi elde edesiniz. [158]

 

104 - (Ey inananlar!) İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

 

"(Ey inananlar!) içinizden iyiliğe çağıran, -Şeriatın ve akim gü-zel ve uygun bulduğu- iyili/deri emreden kötülükleri -şeriatın ve akim çir­kin gördüklerini- de meneden bir topluluk bulunsun." Bir diğer yoruma göre ayette geçen "maruftan" kasıt Kitap ve sünnete uygun olan demek­tir, "münkerden" kasıt ise, Kitap ve sünnete aykırı olan şeylerdir. Veya maruftan kasıt Allah'a karşı yapılması gereken taattır, münker de Allah'a karşı gelmek, isyana kalkışmaktır.

"Hayra davet" veya "iyiliğe çağrı, irşad" yapılması gereken veya terk edilmesi icabeden yükümlülükler konusunda gerekeni yapmakla ilgi­li her türlü sorumluluk demektir. Ancak atıf yoluyla buna eklenen diğer iki husus ise daha özel bir anlam taşırlar.

Ayette geçen edatı teb'iz için olup, bir kısmı/bazısı, mana­sına gelir. Çünkü; "marufu emretmek ve münker olanı da menetmek" far-z-ı kifaye olan bir ibadettir. Dolayısıyla bu görevi yapabilecek veya üstle­necek olan kimselerin mutlaka Özel bir eğitimden geçirilmeleri, maruf ve münker ile alâkalı ilimleri öğrenmeleri gerekir. Bu görevi nasıl ve ne şe­kilde yapmaları gerektiği hususunda da ayrıca bunu ilmini, eğitim ve öğretimini almaları icabeder.

Örneğin; önce işe basitten ve kolayından başlar, bu yoldan uyarı­larını değerlendirir. Eğer bununla başarı elde olunamazsa hafif cezadan ağrına doğru basamak basamak gereken tedbirleri uygular. İşte bu da eh­liyet işidir. Nitekim; yüce Allah önce: "Onların arasını bulun, ıslah edin, düzeltin.." [159]diye buyurur, eğer bu onlara kâr etmezse bu defa: "...Allah'ın hükmünü kabul edene dek saldıran tarafla savaşın." diye buyurmaktadır.

Ya da bu edatı tebyin (açıklama) manasınadır. Dolayısıyla bunun manası, "Emreden bir ümmet olun." demek olur. Nitekim; yüce Allah'ın şu kavlinde olduğu gibi: '

"Siz insanların (iyiliği için) ortaya çıkarılmış (gönderilmiş) en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emredersiniz..." [160]     buyurmaktadır.

İşte onlar kurtuluşa erenlerin la kendıleridir." Yani; kamil anlamda gerçek kurtuluşu hak eden bunlardır. Nite­kim; Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve s'ellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

"Her kim Allah'ın emrettiği doğrultuda iyiliği emreder ve kötülüğü de menederse o kimse Allah'ın arzında (yeryüzünde) onun halifesidir, Rasûlü-nün halifesidir ve Kitabının halifesidir."[161]

 

105 - (Siz,) kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.

 

Çünkü; bunlar birbirlerine olan düşmanlıkları yüzünden dinde ayrı­lığa düştüler de birbirlerini tekfir ettiler. Oysa kendilerinde üzerinde itti­fak etmeleri, birleşmeleri gereken bir kelimeleri (kitapları) vardı ki bu Hak olan Allah'ın kelimesi idi. Bu hak kelimesi ise onların iman birliğini sağlayan bir kelime idi. "İşte onlar için büyük bir azap vardır, " [162]

 

106 - Nice yüzlerin ağardığı ve nice yüzlerin de karardığı (o kıyamet gününde), yüzleri kararmış olanlara (şöyle denir) "Siz ima­nınızdan sonra inkâr mı ettin iz? Öyleyse inkâr ettiğiniz şey sebebiyle tadın azabı!"

 

"Nice yüzlerin ağardtğt ve nice yüz­lerin de karardığı, o kıyamet gününde," Yüzleri ağaranlar inananlardır, yüz­leri kararanlar ise kâfirlerdir. Çünkü; beyazlık nurdan kaynaklandığı gibi karanlık veya siyahlık da zulmetten kaynaklanır. kavlîndeki kelimesi zarf olarak mansubdur bu ise, kavlidir. Ya da kelimesi kelimesiyle veya fiiliyle mansubdur.

"Yüzleri kararmış o-tanlara -misak gününde- şöyle denir: Siz imanınızdan sonra inkâr mı elli­niz?" Esasen burada murat olunan bütün kâfirlerdir. Bu görüş Übeyy'e ait olup doğru olan da bu görüştür.

Ya da bunlardan maksat mürtedler (dinden dönenler) veya müna­fıklardır. Yani; siz görünürde inanır gibi gözüküp gerçekte inancınızı saklayarak kâfir mi oldunuz?

Veya bunlardan maksat kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlardır. Bunların iman etmelerinden sonra kâfirlikleri, Hz. Peygamber (Sallailâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz henüz peygamber olarak gönderilmezden önce onun Allah elçisi olduğunu itiraf ettikleri hâlde, peygamber olarak gön­derilmesinden sonra onu yalanlamaya kalkışmışlar ve yalanlamışlardır. İşte bu, onların iman etmelerinden sonra küfre girmeleri demektir.

Diğer taraftan bu cümlenin başında yer alması uygun olan, kavli mahzuftur. Yani; hem harfi ve hem kavi maddesi hazf olun­muştur. Çünkü zaten bu, mananın gelişi itibariyle bilinmektedir.

kelimesinin başındaki hemze de tevbih yani azarlama ve onların durumlarından Ötürü şaşkınlık ve hayret bildirmek manasınadır.

"Öyleyse inkâr elliğiniz şey sebe­biyle ladin azabı!" [163]

 

107 - Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmetiyle cennettedirler ve onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar.

 

"Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmetiyle cennetledirler/' Allah'ın rahmeti demek, onun ebedi olan sevabı demektir. Daha sonra yeni bir girişle Rabbimiz şöyle buyuruyor: 'Ve onlar orada ebedi olarak kaka­dırlar. " Oradan bir daha ayrılmazlar ve onlara orada ölüm de yoktur. [164]

 

108 - İşte bunlar sana hak olarak okuduğunuz şeyler, Allah'ın ayetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.

 

"işle bunlar sana hak olarak okuyup anlattığımız şeyler, Allah'ın ayetleridir." Yani; iyilikte bulunanlara mükâfat vadeden, kötülük işleyenlere de tehdit ve uyarıda bulunan ve da­ha başkaca hükümler içeren Allah'ın hakkı ve adaleti gösteren ayetleri­dirler. Böylece iyilik yapana bunun karşılığı verileceği gibi, kötülük işle­yene de kötülüğünün cezası verilecektir.

"Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek islemez." Yani; yüce Allah suçsuz yere haksızlık ederek asla hiçbir kulu­na haksızlık yapmaz veya bir suçlunun cezasını olması gerekenden fazla olarak vermez ya da iyilikte bulunan bir kimsenin de sevabını olması ge­rekenden düşük olarak vermez, hiçbirine haksızlıkta bulunmaz. [165]

 

109 - Göklerde ve yerde var olan her şey Allah'ın mülküdür. (Sonunda) bütün işler Allah'a döndürülür.

 

İyilikte bulunan kimseye işlediği iyilik sebebiyle mükâfatım, kötü­lük işleyene de kötülüğü yüzünden cezasını verir.

Kıraat imamlarından Ibn Amr, Hamza ve Ali Kisai keli­mesini, olarak okumuşlardır.

Bu ayetin tefsirine geçmeden önce bir noktayı iyice belirtmek gere­kir. Nakıs fiillerden olan, fiili, herhangi bir şeyin mübhem (kapa­lı), anlaşılamaz veya zor anlaşılır olması itibariyle geçmişte bir şeyin var olmasının söz konusu olması gerekir. Nitekim; bununla ilgili olarak daha Önce geçen bir örnek sergilenmediği gibi aynı zamanda devam edegelen bir şeyin de artık kesilmiş olduğuna dair de bir kanıt yoktur.

Konuyu daha iyi anlayabilmek için bunu biraz açalım; fiili, herhangi bir şeyin, niteliğin var olduğunu (mevcudiyetini) belirtir. Fakat, burada asıl mesele nakıs bir fiil olan, kelimesiyle ilgilidir. Çünkü; eğer  kelimesi tam fiil olursa, bu takdirde bu, manasında olur. Bu ise herhangi bir şeyin var olduğu manasında, de­mek olur. O takdirde de bu, vaki oldu, meydana geldi ve meydana geldi manalarına gelir. Dolayısıyla bu fiilin geçmişle ilgili ola­rak bir şeyin meydana gelmesine herhangi bir delâleti yoktur, bu, böyle bir ihtimalden uzaktır, denemez. Yani; bu fiil de geçmişte olmuş olan bir şeye delâlet edebilir.

Oysa nakıs olan fiilinin bu anlamda herhangi bir şeye delâ­leti yoktur. Nakıs olan bu fiilde sadece müphemlik (kapalılık) manası vardır. Bu bakımdan bu nakıs fiil olabilecek şeylerde yani hadis olanlarda söz konusudur.

Örneğin; "Zeyd, binen (binici) oldu." gibi. Bir de süreklilik manası ifade eder. Örneğin; "Allah, Gafur ve Rahimdir." gibi. İşte, kavli de böyledir. Yani; kavli ile, "Bu ümmet daha önce hayırlı bir ümmet değil­di de, şimdi öyle bir ümmet oldu." gibi bir manaya delâlet etmez veya "Bu hayırlılık onlardan kesildi." gibi bir anlam da ifade etmez. Ancak burada ifadesi bunun fiilinin tam fiil olduğu manası vehmettirmesin. Çünkü; fiilinin nakıs fiil olduğu apaçık ortadadır. [166]

 

110 - Siz insanların (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı üm­metsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a iman eder­siniz. Eğer Kitap ehli iman etseydi, kesinlikle bu, onlar için çok daha hayırlı olurdu. Gerçi içlerinden iman edenler de var ama, onların çoğu fasıktır.

 

Siz insanların iyiliği için ortaya çı­karılmış hayırlı bir ümmetsiniz." Bu ayetteki, kavli ile sanki, denir gibidir. Yani; "Siz en hayırlı bir ümmet oldunuz." veya "Siz Allah'ın ezeli olan ilminde en hayırlı bir ümmet idiniz." veya "Levh-i Mahfuz 'da en hayırlı bir ümmet idiniz. " Yahut da "Siz, sizden daha Önce geçen ümmetler için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olarak tanınan bir ümmet idiniz. " demektir.

kelimesindeki cer edatı, fiiline mü­tealliktir.

emreder, kötülükleri meneder ve Allah'a iman edersiniz."

Bu ayetteki diye başlayan cümle yeni bir cümledir. Bu cümle ile bu ümmetin neden hayırlı bir ümmet oldukları yönleri açıkla­nıyor. Örneğin; "Zeyd, insanları yediren ve giydiren soylu bir kimsedir. " cümlesinde olduğu gibi. Dikkat edilirse bu cümlede de Zeyd adındaki kimsenin soyluluk yönü yedirme ve giydirme özellikleriyle açıklanıyor.

yani; "İmanı ve Allah Rasûlüne itaati emredersiniz." "Küfürden ve her sakıncalı şeyden de menedersiniz." "ve Allah 'a imanda devam edersiniz-" Ya da bu özellikler arasında yer alan atıf edatı harfi tertibi gerektirmeyebilİr.

Eğer kitap ehli iman etmiş ol­salardı, kesinlikle bu, onlar için çok hayırlı olurdu." Yani; hâlen üzerinde bulundukları ve inatla sürdürdükleri inançlarından vazgeçerek Hz. Muhammed (Sallaliâhu Aleyhi ve Sellem) iman etmiş olsalardı bu, onlar için daha iyi ve hayırlı olurdu. Çünkü; kitap ehli sırf makam, mevki ve şöhret pe­şinde koşturduklarından ve başkalarının kendilerine uymalarım istedik­lerinden dolayı kendi sapık ve batıl inançlannı İslâm dinine tercih ediyor­lardı. Oysa Kitap ehli iman etmiş olsalardı istedikleri o şeylere de, riya­sete yani makam ve mevkilere de gelebilir ve başkaları da kendilerine tâ­bi olabilirdi. Ancak bunlar dünya çıkarlarım batıl inançları adına tercih ettiler, Bu itibarla kendileri için hayırlı olanı batıl dinleri uğruna feda etti­ler. Hâlbuki iman etselerdi belki dünyada da istediklerini yine elde ede­bilirlerdi. Çünkü; iman etmeleri hâlinde kendilerine iki kat ecir vaad buyurulmuştu.

"Gerçi içlerinden -Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi- iman edenler de var ama, onların çoğu/asıktır." Küfürde inat eden aşırı ve azılı kimselerdir. [167]

 

Meali

 

111. Onlar (Kitap ehli) size (dilleriyle incitip) rahatsız etmekten başka asla bir şey yapamazlar. Eğer sizinle savaşa girecek olsalar, arkala­rını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da olunmaz.

112. Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet dam­gası vurulmuştur. Ancak (bu zilletten) Allah'ın ahdine ve mü'minlerin hi­mayesine sığınanlar müstesna. Onlar Allah'ın gazabına uğramışlar ve üzerlerine miskinlik damgası vurulmuştur. Bunun sebebi, onların Allah'­ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir. Bu da onların isyan etmelerinden ve haddi aşmalanndandır.

113. Bununla beraber Kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onların içle­rinde Öyle samimi inanmış bir topluluk vardır ki; gece vakitlerinde sec­deye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.

114. (Onlar) Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kö­tülükten menederler ve hayır işlerinde yarışırlar. İşte bunlar salih kimse­lerdendir.

115. Onların işledikleri hiçbir iyilik asla karşılıksız kalmayacaktır. Allah takva sahiplerini çok iyi bilir.

116. inkâr edenlere gelince şüphesiz ki, onların mallan da, çocukları da Allah katından gelecek bir azaba karşı kendilerine asla fayda sağlama­yacaktır. İşte onlar, cehennemliktirler; onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar.

117. Onlann bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaları­nın durumu, kendilerine zulmetmiş (yazık etmiş) bir toplumun ekinlerini vurup da yok eden kavurucu bîr rüzgârın durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmemiştir, ancak onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.

118. Ey inananlar! Kendi dişınızdakileri kendinize sırdaş edinme­yin. Çünkü onlar hiçbir vakit size fenalık yapmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri hep ister dururlar. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde gizledik­leri (İtin ve düşmanlık) ise (açıkladıklarından) daha büyüktür. Eğer düşü­nüp ak I ediyorsanız işte size ayetlerimizi böyle açıkladık. [168]

 

Tefsiri

 

111 - Onlar (Kitap ehli) size (dilleriyle incitip) rahatsız etmek­ten başka asla bir şey yapamazlar. Eğer sizinle savaşa girecek olsa­lar, arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da olunmaz.

 

"Kitap ehil size (dilleriyle incitip) rahatsız et­mekten başka bir şey yapamazlar." Size verecekleri zarar sadece sözle sa­taşmaktan başka bir şey olamayacaktır. Onlar dininiz konusunda size sa­taşacaklar veya sizi tehdit edecekler ya da bu ve benzeri türden sıkıntı vermeye çalışacaklardır. "Eğer sizinle savasa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar." Yani; hezimete uğ­rarlar, öldürmek veya esir almak gibi size bu anlamda asla zarar vere­mezler. "Sonra onlara yardım da olunmaz." Yani daha sonra hiçbir kimse tarafından onlara destek verilmez, onlara yandaş çıkmaz, size karşı onların yanında yer alacak bir kimse bulunmaz.

Ayetin bu kısmında bunlardan Müslüman olanlar için İslâm'da se­bat ettikleri gerçeği anlatılıyor. Çünkü; Yahudiler, kendilerinden olup da Müslüman olanları hep rahatsız etmişler, onları tehdit ederek rahatsızlık verip durmuşlardır.

Buradaki kavli şart ve ceza cümlesi üzerine matuf haber manasında yeni bir cümledir. Yoksa bu, üzerine matuf bir cümle değildir. Eğer bu cümle kavli üzerine matuf olsaydı bu takdirde, denilirdi.

Ancak bu, yeni bir cümle olarak getirildi ki, bununla, İster savaşsın­lar, ister savaşmasınlar, onlara herhangi bir yardımın olmayacağını bildir­mek için Allah bu cümleyi zikrediyor. Cümlenin takdiri şöyledir: "Size bil­diriyorum ki, eğer onlar sizinle savaşırlarsa mutlaka bozguna uğrayacaklar­dır ve size yine haber veriyorum ki, onlara yardım da olunmayacaktır."

edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirmek­tedir. Çünkü; Yahudilere hep rezil olmak ve aşağılanmak gibi bir durum­larının olacağını bildirmek, onlara arkalarını dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha büyük bir olaydır. [169]

 

112 - Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Ancak (bu zilletten) Allah'ın ahdine ve mü'min-Ierin himayesine sığınanlar müstesna. Onlar Allah'ın gazabına uğra­mışlar ve üzerlerine miskinlik damgası vurulmuştur. Bunun sebebi, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamber­leri öldürmeleridir. Bu da onların isyan etmelerinden ve haddi aşmaIarındandır.

 

"Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgam vurulmuştur." Yani; bu zillet ve aşa­ğılanma damgası artık onların kendilerinden ayrılmaz bir Özellikleri ol­muştur. "Âncak bu zilletten Allah'ın ah-dine ve mü'mınlenn himayesine sığınanlar müstesna,"

Buradaki, hâl olarak mahallen mansubdur. Kelimenin başındaki harfi mahzuf olan bir kelimeye mütealliktir. Bu

ise, "Allah'ın dinine, himayesine girmeleri, ona^ıkı sıkıya sarılıp bağ­lanmaları hâli müstesna. " demektir. Ayette geçen, "ip" keli­mesi burada ahd ve zimmet manalarmadır. Dolayısıyla bunun manası şöyledir:

"Her halükârda Yahudilere zillet damgası vurulmuştur. Meğerki on­lar Allah'ın ve inananların himayesine girmiş olsunlar, Onun dinine girip himayesini istesinler. İşte bu, müstesna."

Yani; Allah'ın ve Müslümanların himayesine girmeleri hâli onları kurtarır. Çünkü; onlar için bu hâlin dışında bir izzet ve üstünlük yoktur. Bu ise, onların cizye (vergi) vermeyi kabullenerek bu himaye ya da ko­runma altına girmeyi kabullenmeleriyim sağlanabilir.

"Onlar döne dolaba her bakımdan Allah'ın gazabına uğramışlardır —Allah'ın gazabı onlara artık gerekli hâle gelmiştir-. Üzerlerine miskinlik damgası vurulmuştur." Yani; fakirlik onlar için artık vazgeçilmez bir ceza hâlini almıştır. Onlar her şeye rağmen hep ihtiyaç içinde kalacaklardır. Çünkü onlar: "Doğrusu Allah fakirdir (ihtiyaç içindedir). Biz ise zenginiz (hiçbir şeye muhtaç değiliz)." demişlerdi.[170]

Veya varlık içinde olsalar bile hep fakirlik ve yoksulluk endişesi ve rahatsızlığı içinde kıvranıp duracaklardır.

"Bunun sebebi onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygam­berleri öldürmeleridir."

Burada, işaret ismiyle ayette söz konusu edilen zillet, aşa­ğılanma, meskenet, Allah'ın gazabına uğrayarak dönmeleri gibi durumla­rına işaret olunmaktadır. Yani işte onların başlarına gelen bu şeyler, bu kimselerin Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamber­leri de Öldürmeleri sebebiyledirf Yüce Allah devamla şöyle buyuruyor:

"Başka bir sebep ise, Allah'a isyan etmeleri ve hadlerini aşmalarıdır." Yani; bu küfür ya da inkâr ve bu öldür­me olayı onların Allah'a isyan ederek karşı gelmeleri ve hadlerini aşma­ları yüzündendir. [171]

 

113 - Bununla beraber kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onla­rın içlerinde öyle samimi inanmış bir topluluk vardır ki; gece vakit­lerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.

 

"Kitap ehlinin hepsi bîr değildir." Yani; kitap ehlinin hepsi aynı değiller. "Onların içlerinde öyle samimi inanmış bir topluluk vardır ki;" adaletli, dürüst ve dosdoğru bir ce­maat vardır.

Bu ayette geçen, kavli, kavlini açıklamak için bir müstenef cümledir. Tıpkı, kavlini açıklamak için gelen kavli gibi.[172]

kelimesi de fiilinden alınma olup bu, adeta, kavli gibidir. Yani, "Ben değneği diktim, o da hemen ayakta durdu." ifadesi gibi. Yani; yolunu ve hedefini düzeltti, demektir. Bunlar da onların içinden Müslümanlığı kabul eden Yahudilerdir. "gece vahitlerinde -saatlerinde- secdeye kapana­rak -namaz kılarak- Allah 'in ayetlerini -Kur'an'ı- okurlar," Bir yoruma göre burada söz konusu edilen yatsı namazıdır.. Çünkü Kitap ehli yatsı namazını kılmazlardı.

Yine bir yoruma göre burada "Gece vakitlerinde secdeye kapanarak Kur'an okurlar." demekten kasıt, teheccüd (gece) namazı kılarlar, demektir.

Ayetteki kelimesi, tıpkı kelimesi gibi, keli­mesinin çoğuludur. Ya da tıpkı, kelimesi gibi, kelimesinin çoğuludur. Veya kelimesi gibi kelimesinin çoğuludur. [173]

 

114 - (Onlar) Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emre­der, kötülükten menederler ve hayır işlerinde yarışırlar. İşte bunlar salih kimselerdendir.

 

"(Onlar) Allah'a ve ahirel gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten menederler ve hayır işlerinde yarışırlar." Yani; imanı ve her tür iyiliğin kapılarını gösterip emrederler. Küfürden ve şeriatın yasak­ladığı şeylerden de menederler. Hayır ve iyilikleri kaçırmamak için o işlerde acele ederler.

Ayetteki, kavliyle kavli mahallen merfu olup ümmet kelimesinin sıfatıdırlar. Yani; "onlar hep ayakta durup namaz kı­lan, Kur'an okuyan inanmış kimselerdir."

Yüce Allah burada mü'minleri öyle vasıflarla niteliyor ki; bu vasıf ya da özellikler Yahudilerde bulunmayan özelliklerdir. Çünkü onlar ge­celeyin secdeye kapanarak, namaz kılarak Allah'ın ayetlerini okumadık­ları gibi, mü'minler gibi de iman etmemişlerdir. Onların imanları Hz. Üzeyir (Aleyhi's-Selâm). Allah'a ortak koşmak olan bir inançtır. Aynı zaman­da onlar Allah'ın bazı kitapları ile bazı peygamberlerini de inkâr ederler. Ahirete imanları da yine farklıdır. Çünkü; Yahudiler Allah (Çelle Celâlu-hufı, vasfedilmemesi gereken niteliklerle tanıtıyorlar. Aynı şekilde Allah'ın istediği doğrultuda emretmek ve nehyetmek konusunda da farklı bir inan­ca sahiptirler. Çünkü; Yahudiler hep yalakalık yapan bir toplumdurlar. Hayırda yarışta da farklı özelliklere sahiptirler. Çünkü; bu konudaki işleri hep ağırdan alırlar. Hayırda yarış yapmak, o işe istekle girişmek demek­tir. Çünkü; bir işe rağbet eden ya da ona istekli olan kimse mutlaka onu yerine getirmek için de hemen ara vermeden derhal gereğini yapar.

"İşte bunlar -yukarıdaki özellikleri taşı-yanlar- iyi kimselerdendir." Yani Müslümanlardandır. Ya da durumları Allah katında iyi olan ve Allah'ın kendilerinden razı olduğu kimseler­dendir. [174]

 

115 - Onların işledikleri hiçbir iyilik asla karşılıksız kalma­yacaktır. Allah takva sahiplerini çok iyi bilir.

 

"Onların işledikleri hiçbir iyilik asla karşılıksız kalmayacaktır." Bu ayetteki ve fiil­leri, Ebu Bekir Şu'be dışında Küfe okuluna mensup kıraat imamlarına gö­re harfiyle okunmuştur. Ancak Ebu Amr muhayyer hareket etmiş­tir. Yani, bu zat hem ve hem harfleriyle gaip ve muhatap ola­rak okumuştur. Küfe okuluna mensup imamlar; Hafs, Hamza, Kisai ve Halef. Bunların dışında kalan diğer kıraat imamları da bu kelimeleri harfiyle okumuşlardır.

Her ne kadar, ve filleri tek bir mef'ule müteaddi iseler de bu ayette, kelimesi iki mef'ule müteaddidir; yani iki mef ul almıştır. Örneğin; ve fiilleri mahrumluk manasını içermeleri bakımından, dersin. San­ki şöyle denir gibi: "Onu mahrum bırakmayacaksınız. " Yani; "Onu ala­cağı mükâfattan yoksun ve mahrum bırakmayacağınız. "

"Allah takva sahiplerini çok iyi bilir." İşte bu­rada yüce Allah, Emirlerini yerine getiren ve yasaklarından da uzak du­ran takva sahiplerine bol sevap müjdesi veriyor. [175]

 

116 - İnkâr edenlere gelince şüphesiz ki, onların malları da, çocukları da Allah katından gelecek bir azaba karşı kendilerine asla fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemliktirler; onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar. [176]

 

117 - Onların bu dünya hayatında yapmakta oldukları harca­malarının durumu, kendilerine zulmetmiş (yazık etmiş) bir toplumun ekinlerini vurup da yok eden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmemiştir, ancak onlar kendi kendilerine zulmet­mişlerdir.

 

"Onların bu dünya hayatında yapmakla oldukları harcamaların durumu" Kendileri için övünç vesilesi olan şeyler, kimi üstünlükler ve övgü kazanmaya neden olan şeyler, top­lum arasında güzel olarak anılmak gibi şeylerin durumu veya küfurleriyle birlikte kendilerini Allah'a yaklaştıracak şeyler yapmalarının ve harca-malarının durumu, "kendilerine -küfürleri sebebiyle- zulmetmiş (yazık etmiş) bir toplumun ekinlerini vurup da yok eden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir." Çünkü bu onların inkârlarının sonucu olarak onlara verilen bir cezadır.

Ayetteki, kavli, "Tıpkı helak edici, yok edici bir rüz­gârın durumu gibidir. " demektir. Bundan maksat ise ekin demektir.. Ya da, yaptıkları harcamalarının helak olması durumu adeta bir rüzgârın eki-ni helak etmesi gibidir. demek şiddetli ve kavurucu soğuk demektir. Bu, Ibn Abbas (Radıyallahu Anh) görüşüdür. Bu, aynı zamanda mübteda ve haberdir, yani isim cümlesidir. Aynı zamanda kelimeşinin sıfatı olması bakımından mahallen mecrurdur.

"Onlara -ekinlerini yok etmekle- Allah zulmelmedi. "Ancak onlar kendi kendilerine zulmettiler." Yani; kazandıkları ve işledikleri suç nedeniyle kendileri bu cezayı hakkettiler.

Ya da camir infak edenlere racidir. Yani; "Allah'ın söz konusu kâ­firlerin harcamalarını kabul etmemesiyle Allah onlara zulmetmedi. Fakat bunlar kendi kendilerine yazık ettiler. Çünkü, yaptıkları harcama ya da infak ile kabul olunabilir liyâkatte bir şey getirip sunmadılar." demektir. [177]

 

118 - Ey inananlar! Kendi dışınızdakileri kendinize sırdaş e-dinmeyin. Çünkü onlar hiçbir vakit size fenalık yapmaktan geri dur­mazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri hep ister dururlar. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde gizledikleri (kin ve düşmanlık) ise (açıkladıklarından) daha büyüktür. Eğer düşünüp aklediyorsanız işte size ayetlerimizi böyle açıkladık.

Şimdi tefsirini okuyacağımız ayet, mü'minlerin münafıklarla aynı safta yer almamalarını ve onlara karşı dikkatli olmalarını emrediyor:

 

Ey inananlar! Kendi dışınızdakıleri kendinize sırdaş edinmeyin."

demek, kişinin en yakın dostu, içten ve candan arkadaşı, sırdaşı ve her türlü gizli işlerine vakıf olan kimse demektir. Burada durum elbisenin astarına veya vücudun tene isabet eden kısmına ifadesiyle benzetilmesi ile Rabbimiz münafık olan kimselerle bu manada iç içe olmamamızı istiyor. Nitekim,Filân kimse benim şianmdır. " denir ki; bu ifade ile o kimsenin onun en yakın ve candan dostu ve arkadaşı ol­duğunu dile getirmek ister. Nitekim, bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Ensar, şiardır (iç elbisedir), diğer Müslümanlar ise disar (dış elbise)dır."[178]

Burada Ensann yani Medineli Müslümanların iç elbiseye benze­tilmesi, İslâm'a ve Müslümanlara kucak açmaları nedeniyle Müslüman­ların ve Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) sırlarına vakıf olmaları denmek istenmiştir. Onların dışındakileri de dış elbiseye benzetmesi ise, ten ile temas eden elbise misali her sırdan haberdar olmamaları anlamınadır.

kavliyle yani "sizden olmayanlar, sizin dışınızdakiler" ifadesiyle kendi cinsinizden olan çocuklarınızdan, yani Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin, demektir. Bu, kavli, kelimesinin sıfatıdır. Yani, "Sizin dışımzdaküeri, kendinize sırdaş ve ka­rındaş edinmeyin ki, sonunda sizi cezalandıracak bir duruma gelmesinler."

"Çünkü; onlar hiçbir vakit size fenalık yapmak­ları geri durmazlar." Bu, kavli kavlinin sıfatı olması itibariyle mahallen mansubdur. Yani mana şöyledir: "Dininizi fesa­da uğratmak ve bozmak için ellerinden geleni yaparlar, önlerindekini arka­larına bırakmazlar."

Ayette geçen kelimesi bir şeyde eksik ve kusur yapmak, demektir. kelimesi de fesat ve bozgunculuk demektir. Bu kelime temyiz olduğu için de mansubdur. Ya da cer harfinin hazfıyle -ki bu harf de cer edatıdır- mansubdur ve bu, demektir. "

"Size sıkınlı ve zarar verecek şeyleri hep ister durur-lor. ' Yani, sizin sıkıntı yaşamanızı ve zarar görmenizi arzu ederler. Ayet­teki, edatı mastariyedir. ise, "şiddetli ve ağır zarar ve sı­kıntı." demektir. Yani; "Dininiz konusunda olsun dünyanız bakımından olsun size en ağır zararı ve sıkıntıyı ve en aşırı olanını vermek isterler." Bu, Yeni bir cümledir. Çünkü münafıkların sırdaş edinmenin yasakhğının gerekçesini ve nedenini ortaya koymaktadır, sebebini açıklamaktadır. Tıpkı bundan sonra gelen şu cümle gibi:

"Gerçeklen kin ve düşmanlıkları ağız-farından dökülen sözlerinden belli olmakladır." Çünkü; bu münafıklar her ne kadar kendilerini açığa vurmamak için konuşmamak ve bir şey söyle­memek maksadıyla kendilerini zorlasalar da yine de kendilerine hakim olamayarak bir şeyler ağızlarından kaçırıyorlar. Müslümanlara olan kinle­rini ve salyalarını istemeyerek de olsa bazen kusmak zorunda kalıyorlar.

Kalplerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise açıkladıklarından daha büyüklür. Eğer düşünüp aklediyorsanız isle size ayetlerimizi böyle açıkladık." Yani; dinde ihlâs ve samimiyet sahibi olmanın, Allah'ın dostlarına sevgi gös­termenin ve Allah düşmanlarına da düşmanlık beslemenin gerekliliğini gösteren ayetleri size açıkladık. Eğer bu açıklananlar üzerinde akıl yorar­sanız gerçeği bulabilirsiniz. [179]

 

Meali

 

119. İşte siz (öyle kimselersiniz ki); onlar sizi sevmedikleri hâlde siz onları seversiniz. Ve, bütün kitaplara inanırsınız. Onlar sizinle karşı­laştıkları zaman, "İman ettik." derler. Yalnız kaldıklarında ise, size karşı olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "Kininizle kahrolup geberin!" Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini hakkıyla bilendir.

120. Size bir iyilik dokunursa bu, onları huzursuz eder. Eğer başını­za bir musibet gelirse buna da sevinirler. Eğer sabreder ve (Allah 'in emir ve yasakları doğrultusunda) sakınırsanız onların tuzağı size İliç bir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.

121. Hani sen, mü'minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenin yanından ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.

122. Hani, Allah kendilerinin yardımcısı olduğu hâlde sizden iki grup bozulmaya yüz tutmuştu. Mü'minler ancak Allah'a dayanıp gü­vensinler. [180]

 

Tefsiri

 

119 - İşte siz (öyle kimselersiniz ki); onlar sizi sevmedikleri hâl­de siz onları seversiniz. Ve, bütün kitaplara inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman, "İman ettik." derler. Yalnız kaldıklarında ise, size karşı olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "Kininizle kahrolup geberin!" Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini hakkıyla bilendir.

 

"İşte siz (öyle kimselersiniz ki); onlar sizi sevmedikleri hâlde, siz onları seversiniz."

Ayetteki, tembih yani uyarı manasınadır. mübtedadır.

Bunun haberi de, kelimesidir. Yani, mana şöyle olmaktadır: "Ey

kitap ehlinden münafık olanları dost ve sırdaş edinen yanlış (hatalı) yol­daki mü'minler! Siz onları seversiniz ama onlar, sizi sevmezler. " İşte ayetin bu kısmı münafıkları dost ve sırdaş edinenlerin hatalarını açıklıyor. Çünkü; mü'minler buğzedilmeleri ve kendilerine karşı tavır sergilenmesi gerekenlere karşı her tür sevgilerini sunuyorlar.

Yahut da buradaki kavli mevsuldür. Bunun sılası ise kavlidir.

"Oysa siz bütün kitaplara inanıyor­sunuz. " Ayetin bu kısmının başında yer alan harfi hâl vavıdir. Bu, kavliyle mansubdur. Yani mana şöyle olmaktadır:

"Onlar sizi sevmezler. Oysaki siz onların kitaplarının tamamına da iman ediyorsunuz. Bununla beraber onlar size buğzedip kin güdüyorlar. Onlar sizin kitabınızdan hiçbir şeye inanmazlarken size ne oluyor da onları sevip duruyorsunuz?"

İşte ayetin bu kısmında böyle hareket eden mü'minler için oldukça büyük bir uyarı, tekdir ve kınama bulunmaktadır. Çünkü o münafıklar batıl olan davalarında sizin hakkınızda daha da katı tutumludurlar, çok daha serttirler.

Bir yoruma göre buradaki "kitaptan" kasıt cins anlamında olup bü­tün semavî (ilâhî) kitaplar kasdedilmiştir.

"Onlar sizinle karşılaştıkları zaman, «iman ellik» derler." Yani, tevhid kelimesini açıkça okuyup söylerler. "Yalnız kaldıklarında ise," Yani; sizden ayrılınca ve kendi a-damlarıyla baş başa kaldıklarında ise, "Size karşı olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar." Dikkat edilirse öfkeli olanlarla nedamet/pişmanlık duyanlar parmaklarını, par­maklarının uçlarım ve başparmaklarını ısıranlar olarak niteleniyor.

"De ki: «Kininizle kavrulup geberinf» " Bu onlar aleyhine yapılan bir bedduadır. Bununla kin ve öfkelerinin giderek art­ması ve sonuçta bu kinleriyle helak olmaları istenmektedir. Ayette "kin­lerinin artmasından" murat İslâm'ın güçlenmesiyle öfke ve düşmanlıkla­rının çoğalması, İslâm'ın güçlenmesinden rahatsızlıklarını artması vurgu­lanmak isteniyor. Müslümanların da güçlenmeleri ve münafıkların gide­rek zelil ve rezil olmaları dile getiriliyor.

"Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini hakkıyla bilendir." Kuşkusuz Allah münafıkların içlerinde sakladıkları kin, öfke ve düşmanlıklarım en iyi bildiği gibi, onların kendi adamlarıyla başbaşa kaldıkları zaman ne yaptıklarına ilişkin olan durumlarını da en iyi bilir. Çünkü bu mananın varlığı da zaten cümle içinde ve kapsamında var demektir. Yani bu şu manadadır:

"Onlara, kendi adamlarıyla baş başa kaldıklarında kin ve Öfkelerin­den dolayı parmaklarını nasıl ısırdıklarını da bildir ve onlara de ki: «Sizin kendi aranızda saklayıp gizli tuttuğunuz en gizlinizi de Allah hakkıyla bi­lendir. Çünkü; Allah sinelerde gizli tutulanı bilir. Sanmayın ki, sizin ara­nızda saklayıp gizli tuttuğunuz sırları Allah bilmez. O her şeyden haber­dardır.»"

Ya da bu, söylenenin dışındadır. Yani, ayetin sonuç ve netice kısmıdır:

"Ey Muhammedi Şunu onlara söyle! Onların gizlemekte oldukları şe­ye muttali olup bunu sana bildirmeme şaşkınlık gösterme! Çünkü Ben, bun­dan çok daha gizli olanlarını, en gizli olanlarını bilirim. Bu da, onların si­nelerinde gizledikleri kin ve düşmanlıklarıdır." [181]

 

120 - Size bir iyilik dokunursa bu, onları huzursuz eder. Eğer başınıza bir musibet gelirse buna da sevinirler. Eğer sabreder ve (Al­lah'ın.emir ve yasakları doğrultusunda) sakınırsanız onların tuzağı size hiç bir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yapıp ettiklerini çepe­çevre kuşatmıştır.

 

"Size bir iyilik -bolluk, bereket, gani­met ve zafer, başarı- dokunursa bu, onları huzursuz eder." Bu başarılardan onlar rahatsız olurlar ve üzülürler. "Eğer basınıza bir musibet gelirse -yukarıda anlattıklarımızın tersi bir du­rum olursa- buna da sevinirler." felâketlerin gelmesinden sevinç duyarlar. Ayette geçen, kelimesi, isabet etmekten ve başa gelmekten isti­aredir. Sanki her ikisi de mana itibariyle bir gibidir. Görmez misin bir başka ayette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Eğer sana bir iyilik (zafer) erişirse bu, onları üzer. Şayet başı­na bir musibet gelirse bu defa da, «İyi ki biz Önceden ihtiyatlı hare­ket ettik.» derler.» [182]

"Eğer -onların düşmanlıklarına veyahut dini yükümlülüklere ve bununla ilgili sıkıntılara- sabreder ve Allah'ın emir ve yasadan doğrultusunda sakınırsanız," Sizi menettiği gibi onlarla dost­luk kurmaktan veya Allah'ın haram kıldıklarından uzak durursanız, "Onların tuzağı size bir zarar vermez." Hilesi si­ze bir şey yapamaz. Çünkü siz, Allah'ın himayesindesiniz. İşte bu, Al­lah'tan bir öğretimdir, bir irşaddır. Dolayısıyla sabır ve takva sayesinde düşmanların tuzağından kurtulma imkânı sağlanmış olmaktadır.

Bir bilge kişi şöyle der:

"Eğer seni çekemeyen ve haset eden birini rezil etmek ve susturmak is­tersen kendi adına ona karşı ihsanda bulun."

Kıraat imamlarından İbn Kesir. Ebu Amr. Yakup ve Nafı kelimesini olarak okumuşlardır. Bu da kök ola­rak, kökünden alınmadır ve manasınadır. Bu ise galebe çalmak, üstün gelmek manasınadır.

Ancak işin müşkil (zor) yanı bunların dışındakilerin kıraatidir. Çün­kü bu, şartın cevabıdır. Oysa şartın cevabı da meczum olur. Mufaddal İbn Muhammed Dabbi'nin Asım'dan rivayeti olan kıraatinde olduğu gibi bu­nun harfinin fethasıyla olması gerekirdi. Ancak harfini mazmum (ötreli) olarak gelmesi harfinin ötreli olması bakımından ona uygun olarak gelmiştir. Örneğin; fiili gibi. İşte bu da böyledir.

"Şüphesiz Allah, onların yapıp elliklerini çepeçevre kuşatmıştır:" Yani; Allah onların sabırlarını, takvalarını ve daha başka her şeylerini tümüyle kuşatmıştır, bilendir. Dolayısıyla siz neye lâyıksanız, Allah onu size yapacaktır. Bu mana kıraat imamlarından Sehl b. Muhammed'in okuyuşuna göredir. Çünkü Sehl buradaki keli­mesini olarak harfiyle okumuştur. Sehl dışındakiler ise bunu, harfiyle okumuşlardır. Mana şöyledir:

"Allah, sizin düşmanlık konusunda yaptıklarınızı bilir ve buna göre de onları cezalandırır." [183]

 

121 - Hani sen, müzminleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenin yanından ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.

 

"Hani sen müz­minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenin yanın­dan ayrılmıştın," Ey Muhammedi Sen ailenin yanından bir sabah erkenden Medine'den ayrılmıştın. Burada belirtilmek istenen husus, "Rasûluttah'ın hücresinden (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) ayrılıp Uhud 'a gitmesi "dır.

"Mü'minleri yerleştirmek.." bu, hâldir.

"Savaş yerleri ve menzilleri "demektir. Yani; sağ, sol, merkez nok­talarına ve her iki savaş kanadına ve artçılar olarak yerleştirmek için... kelimesi burada, kelimesine taallûk etmektedir.

"Allah hakkıyla, konuştuklarınızı işiten ve yap­tıklarınızı -niyetlerinizi ve içinizden geçenleri- de en iyi bilendir."

Anlatıldığına göre müşrikler çarşamba günü Uhud'a konarlar. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) ashabıyla istişarede bulundu. Bu arada Abdullah b. Übey'i de çağırıp onunla istişarede bu­lundu. O da bunun üzerine:

Medine'de kal, diye görüş bildirdi ve:

— Biz ne zaman bir düşmana karşı çıkıp savaştıysak, mutlaka o sa­vaşı kazanmışızdır. Her ne zaman onlar bizi bulunduğumuz yerde vurmaya geldilerse, biz onlardan darbe almışızdır, dedi. İşte bunu üzerine Rasûlul-lah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

— Ben rüyamda birtakım sığırların etrafımda boğazlanmış oldukla­rım gördüm. Ancak ben bunu hayra yorumladım. Aynı zamanda kılıcımın keskin tarafından bir kısmının kesmez olduğunu gördüm. Bunu da bozguna uğrama olarak yorumladım. Yine ben, ellerimi oldukça sağlam olan bir zır­ha koyduğumu gördüm bunu da Medine olarak yorumladım.

Ancak kimileri gidip savaşmak için durmaksızın can atıyorlardı. Sonunda Rasûlullah (Sallatlâhu Aleyhi ve Seiiem) zırhını giydi. Fakat Medine dışında savaşmak için can atanlar bu defa yaptıklarına pişmanlık duydu­lar ve dediler ki:

— Ey Allah'ın Rasûlü! Sen ne buyurursan biz onu işlemeye hazırız. Ancak Rasûlullah (SalUülâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

— Bir peygamberin, zırhını giydikten sonra savaşmadan tekrar çıkar­ması yakışık almaz. Nihayet, cuma namazından sonra çıktı ve yanında­ki lerle beraber şevval ayının ortasında cumartesi günü dağ yolunu tuta­rak Uhud'da sabahladı. [184]

 

122 - Hani, Allah kendilerinin yardımcısı olduğu hâlde sizden iki grup bozulmaya yüz tutmuştu. Mü'minler ancak Allah'a daya­nıp güvensinler.

 

"Hani Allah, kendi­lerinin yardımcısı olduğu hâlde sizden iki bölük bozulmaya yüzlulmustu."

Burada kelimesi, kelimesinden bedeldir. Ya da bunda amel yapan amil, kelimesidir. kavlinden maksat Ensardan iki kabile olup bunlar da Hazrec kabilesinden Selemeoğullan ile Evs'ten Hariseoğullan idiler:

Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bin kişilik bir kuvvetle Uhud'a çıktı. Müşriklerin sayısı ise üç bin kişi idi. Rasûlullah (Sallallâhu Aley­hi ve Sellem) sabretmeleri hâlinde ashabına fetih ve zafer sözü verdi. Ancak münafıkların başı ve lideri olan Abdullah b. Übey b. Selul kendisine bağ­lı olan askerleri alıp ayırdı ki; bunların sayılan üçte bir kadar bulunmak­taydı ve "Neden biz canımızı ve çocuklarımızı ölüme atalım ki? " dedi. İş­te bunun üzerine adı geçen iki kabile de neredeyse onlara katılmak üzere niyetlenmişlerdi. Ancak Allah onları korudu. Böylece Rasûlullah (Sallâllahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte savaşa katıldılar.

kavli, takdirindedir. Yani, korkmaya ve zayıf düşmeye başladılar, çözüldüler, demektir. Çünkü korkaklık ve zayıflık demektir.

Allah onların dostudur, yardımcısı ve sevenidir. Ya da işlerini düzenleyen, üzerine alandır. O hâlde neden korkup zaafa düşü­yorlar? Neden Allah'a dayanıp güvenmiyorlar ki?

"Mü'nıinler ancak Allah'a dayanıp güvensinler." Allah onlara, kendisinden başkalarına güvenmemelerini em­retti. İşlerini yalnızca Allah'a havale etmelerini istedi. Cabir diyor ki:

"Biz karar ve Önem verdiğimiz, niyet ettiğimiz şeyi yerine getirmedikçe Allah'a yemin olsun ki; biz o şeyden memnun kalmayız. Çünkü; yüce Allah bize, velimiz ve yardımcımız olduğunu haber vermiştir." [185]

 

Meali

 

123. Şüphesiz ki siz Bedir'de zayıf bir durumda iken, yardım et­mişti. Allah'tan sakının ki, şükretmiş olasınız.

124. Hani sen mü'minlere o zaman şöyle diyordun: "Rabbinizin in­dirmiş olduğu üç bin melek ile sizi güçlendirmesi, sizin için yeterli değil midir?"

125. Evet, bu size yeter. Eğer sabreder ve sakınırsanız, (düşmanla­rınız) da ansızın üzerinize baskın yapacak olurlarsa Rabbiniz, işaretlen­miş beş bin melekle sizi takviye eder.

126. Allah, (bu yardımı) size sırf bir zafer müjdesi olsun ve bunun­la gönülleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa yardım ve zafere erdirmek ancak güç ve hikmet sahibi olan Allah katındandır.

127. (Bu yardım ile) kâfirlerden bir kısmını helak edip (ortadan kaldırmak) ve bir kısmını da ümitlerini yitirmiş olarak dönüp gitsinler di­ye perişan etmek için sizi desteklemiştir.

128. Senin onlar için yapabileceğin bir şeyin yoktur. Allah dilerse Müslüman olsunlar diye ya onların tevbelerini kabul eder veya küfürleri yüzünden onlara azab eder. Çünkü onlar zalimdirler.

129. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini ba­ğışlar, dilediğine de azab eder. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

130. Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'­tan sakının ki, kurtuluşa eresiniz.

131. Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.

132. Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ki, rahmet olurlasınız. [186]

 

Tefsiri

 

Şimdi tefsirin okuyacağımız ayet ile Bedir Savaşı gününde mü'­minlere nasibettiği zaferin gereci olarak sayılarının azlığına rağmen Al­lah'a tevekkülün, Ona dayanıp güvenmenin gereğini Rabbimiz kendile­rine hatırlatmada bulunuyor ve şöyle buyuruyor:

 

123 - Şüphesiz ki  siz Bedir'de zayıf bir durumda iken, Allah yardım etmişti. Allah'tan sakının ki, şükretmiş olasınız.

 

"Şüphesiz ki siz Bedir'de zayıf bir durumda iken Allah size yardım etmişti." Bedir, Mekke ile Medine ara­sında bulunan bir suyun adıdır. Burası Bedir adında bir kişiye ait olduğu için onun adıyla anılmıştır.

Ya da burada Rabbimizin önce Uhud Savaşını zikredip ardından da Bedir'i zikretmesi, sabır ile şükür olayını bir arada göstermesi içindir. kavliyle Müslümanların sayıca azlıklarını dile getirmiştir. Çünkü, Müslümanlar sayı bakımından 313 kişi idiler. Oysa buna karşılık düşman kuvvetinin sayısı bine ulaşıyordu. Kaldı ki; maddi yapıları ve si­lâh gücü açısından da üstün idiler.

Ancak sayıca az ve güçsüz olan Müslümanların her şeye rağmen manevi güç ve moral üstünlüğü vardı. Müslümanlarda sadece tek bir de­ve ve bir at bulunuyordu. Diğerleri ise piyade idiler. Düşmanların ise yüz kadar atı bulunuyordu, ayrıca savaş araç ve gereçleri, mızrakları ve yük develeri bakımından da üstün idiler.

Ayette, "zelil" kelimesinin çoğulu olan kelimesi cem-i kıl-let (azlık çoğul) olarak gelmiştir. Bunun sebebi de, onların zelil olmaları demek sayılarının azlığı manasmdadır. Yoksa perişanlık ve hezimet ma-nasında değildir.

"Allah'ları sakının ki, şükretmiş olasınız." Yani; Allah Rasûlü ile birlikte olup sebat edin ki; Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamanız sebebiyle Allah'ın zafer ve nimetlerine ere­rek buna şükredesiniz. [187]

 

124 - Hani sen mü'minlere o zaman şöyle diyordun: "Rabbinizin indirmiş olduğu üç bin melek ile sizi güçlendirmesi, sizin için yeterli değil midir?"

 

"Hani sen mü'minlere o zaman şöyle diyordun:" Bu cümle, kavlinden zarftır. Çünkü Bedir gününde onlara bunu söylemişti. Yani: "Allah size bu sözü söylediğinizde size yardımda bulunmuştu. " demektir. Ya da bu, kavlinden ikinci bedeldir. Bu takdirde bu söz onlara Uhud Savaşında denilmiştir, demektir.

"Rabbinizin indirmiş olduğu üç bin melek ile sizi güçlendirmesi, sizin için yeterli değil midir?"

Kıraat imamlarından İbn Amir, kavlini, rak okumuştur. Ebu Hayve de bunu, olarak kıraat etmiştir. Bu da yardım ve zater demektir.

kavlinin manası şöyledir: Onlara üç bin melekle destek verilmesinin onlara yetmeyeceğini belirten inkar manasında bir istifhamdır. Burada edatının getirilmesi ise nefyi yani olumsuzluğu pekiştirmek ya da tekit içindir. Bir de onların azlığına ve zayıflıklarına rağmen, düşmanlarını sayılarının çokluğu yanında, güç ve kuvvetleri açı­sından sanki umutlarını kesmiş gibidirler. [188]

 

125 - Evet, bu size yeter. Eğer sabreder ve sakınırsanız, (düş­manlarınız da) ansızın üzerinize baskın yapacak olurlarsa Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle sizi takviye eder.

 

"Evet, bu sîze yeter." Bu ifade edatından sonra olum­suz manaya karşı olumluluğu belirtiyor. Yani; "Onlarla size takviye ya­pılması size yeter", demektir. Bu yeterliliği gerektirmektedir. Sonra şöyle buyurdu:

"Eğer -savaşa- sabreder ve Allah'tan sakınır­sanız" Allah Rasûlüne muhalefetten ve karşı gelmekten uzak durursanız, "düşmanlarınız da ansızın üzerinize baskın yapacak olurlarsa/' müşrikler ansızın size saldırırlarsa...

Ayetteki kelimesi, "kazanın ya da tencerenin kaynaması" manasınadır. Nitekim, tabiri bu manadadır. Bu ifade sürat ve hız manasında istiare olarak kullanılmıştır. Daha sonra bu, hakkında asla bir oyalanma ve sahibi tarafından bir zikzak söz konusu olmayan şeylere isim olarak kullanılmıştır. Nitekim, denir ki; bu, "Hemen acele ile çıktı. " demektir. Hatta, "Geldiği gibi anında çıktı, dur­madı. " ifadesi de böyledir. Nitekim; Hanefi alimlerinden büyük; imam Ubeydullah b. Dilhem Ebu'l-Hasan Kerhî (v.340/951)'nin;

"Mutlak emir fevrilik ifade eder, terahi ifade etmez." kavli de bu manadadır. Yani; "Mutlak manadaki bir emir, derhal gereğinin yapılma­sını icabetürir, yoksa geciktirmeyi değil." Bu durumda ayetin bu kısmı­nın manası şöyledir: "Onlar hemen şu anda size saldıracak olurlarsa."

 "Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle size takviye eder." Meleklerin getirilmesi duru­munda onların getirilmesi ya da gönderilmesi açısından inişleri ertelen­mesi geciktirilmez. Yani; yüce Allah, sizin zafere ermenizde ve size yar­dım etmede acele eder, sizin fethinizi kolaylaştırır. Meğerki sabretmiş olasınız ve Allah'ın emirlerine ve yasaklarına bağlı kalarak Allah'tan sakınasmız.

kelimesini İbn Kesir, Ebu Amr, Asım ve Sehl har­finin esresiyle olmak üzere, olarak okumuşlardır. Bunun da manası, "işaretli, alâmeti olan" demektir. Ya da onların binekleri olan atları nişanlı, işaretli veya alâmetli olup bununla savaş atları olduğu anla­şılsın diyedir. Zaten  kelimesi alâmet, işaret ve nişan demektir.

İmam Dahhak ise, bunların hayvanların alınlarında ve kuyrukların­da beyaz yün ile damgalanmış olduklarını söylemiştir.

Yukarıda adı geçen imamların dışındaki kıraat imamları ise bu keli­meyi harfinin fethasıyla, olarak okumuşlardır. Bu da işaretli, üzerlerinde nişan bulunan demektir. İmam Kelbi (v. 146/763) de şöyle demiştir:

"Omuzları üzerinden sarkıtılmış sarı renkli sarıklarla işaretli melek­ler." Bedir savaşı gününde Zübeyr b. Avvam'm sarığı san renkli idi. Ni­tekim, inen melekler de böyle sarı renkli sarıklarla inmişlerdir.

Katade (v.H8/736)'nin rivayetine göre önce bin, daha sonra üç bin ve en son olarak da beş bin olarak inmişlerdir[189].

 

126 - Allah, (bu yardımı size) sırf bir zafer müjdesi olsun ve bununla gönülleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa yardım ve zafere erdirmek ancak güç ve hikmet sahibi olan Allah katmdandır.

 

"Allah, bu yardımı size sırf bir zafer müjdesi, olsun ve bununla, gönülleriniz rahatlasın diye yaptı." Bu ayette kavlindeki zamir, kavlinin delâlet ettiği imdada (takviyeye) racidir. yani;

"Yüce Allah'ın meleklerle siz^e takviye göndermesi sizin zafere ere­ceğinizi bildirmek maksadıyla bir müjdeci olsunlar diye ve bir de, nasıl ki, "sekine" îsrailoğullannın zaferi ve kalplerinin huzur bulması için verilmiş ise "bununla sizin gönülleriniz huzur bul­sun diye size göndermiştir, "

"Yoksa yardım ve zafere erdirmek güç ve hikmet sahibi olan Allah kalındandır." Yoksa bu savaşma ile olacak bir şey değildir. Yani; zafer savaşan güçlünün ya da zayıfın tarafından değil, ancak Allah'tandır. Yoksa melekler tarafından da değil­dir. Ancak bu, kendisinden yardım ve zafer umut edilen ve bu güce sahip olan Allah'ın takviyesi ve Onun rahmetinden umutvar olmakla olabilir.

O "Azizdir" hükümlerinde Ona karşı koyacak ve galebe çalacak bir başka güç yoktur. O "Hakim'dir" yani; O dostla­rına zafer verir, yardımda bulunur, onları düşmanlarının saldırısıyla dener. [190]

 

127 - (Bu yardım ile) kâfirlerden bir kısmını helak edip (orta­dan kaldırmak) ve bir kısmını da ümitlerini yitirmiş olarak dönüp git­sinler diye perişan etmek için sizi desteklemiştir.

 

"Bu yardım ile kâfirlerden bir kısmını helak edip ortadan kaldırmak" kavlindeki edatı ya, kavline, veya kavline ya da, kavline mütealliktir.

Mana şöyledir: "Onlardan bir grup helak olmak üzere ve bir grup da esir düşerek helak olsunlar diye. " Bilindiği gibi Bedir gününde müş­riklerden yetmiş kişi öldürülmüş ve yetmiş kişi de esir alınmıştı. Bunlar arasında Kureyş'in önde gelen liderleri de bulunuyordu.

'Ve bir kısmını da hezimete uğratıp pe- etmek için onları hezimete uğratmıştır." Burada, kavli onlan rezil rüsvay etmek için ya da hezimete uğratmakla öfkelerini artır­mak için demektir. Aslında, kelimesi kalpte oluşan aşırı korku olup bundan dolayı yüzde bunun belirtileri görülür ve hemen durum yüze yansır. kavli de; zafere ermeden ve bir başarı ka-zanmadan, isteklerine ulaşamadan dönüp gitmek demektir. [191]

 

128 - Senin onlar için yapabileceğin bir şeyin yoktur. Allah dilerse Müslüman olsunlar diye ya onların tevbelerini kabul eder ya da küfürleri yüzünden onlara azab eder. Çünkü onlar zalimdirler.

 

"Senin onlar için yapabileceğin bir şeyin yoklar." Ayetteki, kelimesi kelimesinin ismidir. Haberi de, kavlidir. kavli ise, kelimesinden hâldir. Çünkü bu, mukaddem sıfattır.

"Allah dilerse Müslüman olsunlar diye ya onların levbelerini kabul eder." Bu cümle, kavli üzerine atfolunmüştur.  kavli de matuf ile matufun aleyh arasında itiraz (parantez) cümlesi, yani yan cümleciktir. Mana ise şöyledir:

'Yüce Allah onların her şeylerine sahip ve maliktir. Dolayısıyla ya on­ları helak eder veya hezimete uğratıp perişan kılar ya da Müslüman olmaları hâlinde onların tevbelerini kabul buyurur."

veya küfürleri yüzünden onlara azab eder." Eğer kâfir­liklerinde ısrar ederlerse onları azab eder. Senin onlar adına yapabilece­ğin hiçbir şey yoktur. Sen ancak onları uyarmak, onlarla cihat etmekle me­mur bir kulsun

İmam Ferra Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad b. Abdullah (v.207/ 822)'a göre buradaki kelimesi manasınadır. îbn İsa (Ebu'l-Hasan Ali b. İsa) (328-420/939-1029)'ya göre bu, manasınadır.

Örneğin; Yani; "Ya hakkımı verirsin. Ya da ben onu zorla almasını bilirim." demektir. Buna göre mana şöyle ol­maktadır: "Onların durumuyla ilgili olarak senin yapabileceğin bir şey yok­tur. Meğerki Allah onların tevbelerini kabul etmiş olsun, bu takdirde sen on­ların durumuna sevinir mutlu olursun ya da Allah onlara azab eder, bu du­rumda da sen onlardan intikamını almış olursun."

Bir yoruma göre de; Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onlara bedduada bulunmak istemiş, ancak Allah onların içinden iman edecek olanları bildiği için Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) böyle yapmaktan menetmiştir.

"Çünkü onlar zalimdirler," Dolayısıyla azaplandırılmayı hak etmişlerdir. [192]

 

129 - Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah çok bağışlayan ve çok merhametedendir.

 

Emir sana değil, Allah'a aittir. Çünkü göklerde ve yerde her ne var­sa hepsi Onun mülküdür. Bu bakımdan dilediği mü'minleri bağışlar ve dilediği kâfirlere de azab eder. [193]

 

130 - Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yeme­yin. -Faiz yeme hususunda- Allah'tan sakının ki, kurtuluşa eresiniz.

 

Kıraat imamlarından Ibn Kesir ve Ibn Amir kelimesini şeddeli olarak, okumuşlardır. Bu ise faiz konusunda şiddetli kınama ve uyan ile birlikte almış oldukları faizin her türünü, yani katla­malı olanını da olmayanını da yasaklıyor. Çünkü cahiliye döneminde adam faizle para mal veriyor, vade bitiminde ise gelip borçluya ya alaca­ğımı verirsin ya da faizin miktarım artırırsın diye baskı uygulardı. Ancak bu artırma hâlinde süreyi biraz daha uzatırdı. [194]

 

131 - Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.

 

İmam Azam Ebu Hanife (v.150/767) (Rahmemtlâhi-Aleyh) diyor ki: "Bu ayet, Kur'an'da yer alan en korkutucu bir ayettir. Çünkü; Allah bu ayette kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşiyle mü'minleri tehdit edip kor­kutmaktadır. Eğer Allah'ın haramlarından sakınmazlarsa bu tehdit onlar

içindir."

Bundan sonra mü'minlerin Allah ve Rasûlüne itaat etmeleri hâ­linde Allah'ın rahmetinden umutvar olabileceklerini şu kavliyle ifade buyuruyor: [195]

 

132 - Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ki, rahmet olunasınız.

 

İşte bu ayetle Mürcie mezhebinin görüşleri reddedilmektedir. Çün­kü; bu mezhebin görüşüne göre, "Bir kimse eğer iman etmiş ise, onun gü­nah işlemesi imanına zarar vermez."

Ancak bize (Ehli Sünnete) göre, kâfir olmayan isyankâr mü'minlerden kimileri cehenneme girerler. Fakat sonunda cezalarını çektikten son­ra onlar da cennete gireceklerdir.

Yüce Allah'ın, yani; "umulur ki" manalarına gelen bu edatları bu gibi yerlerde zikretmiş olması -her ne kadar tefsir bilginleri bu iki edat için, "Bunlar, Allah tarafından zikredilirse kesinlik anlamı içerir. " demişlerse de- arif olan bir kimsenin mutlaka işin takva yönüne dikkat etmesi gerekir ve Allah'ın rızasının öyle kolay kolay kaza­nı lamayacağına işaret etmeleri icabeder. Allah'ın rahmet ve sevabının güç kazanılacağım bilmeleri gerekir. [196]

 

Meali

 

133. Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşun. (Bu cennet,) müttakiler için hazırlanmıştır.

134. (O takva sahipleri) boklukta ve darlıkta Allah yolunda harcar­lar, öfkelerini yutarlar ve insanlan bağışlarlar. Allah da iyilikte bulu­nanları sever.

135. (İşte bu özellikleri taşıyanlar) herhangi bir kötülük yaptıkla­rında veya kendi kendilerine yazık ettiklerinde Allah'ı hatırlayıp hemen günahları yüzünden bağışlanmalarını dilerler. (Zaten) günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki? Bir de onlar işledikleri günahlar üzerinde bile bile ısrar etmezler.

136. İşte onların mükâfatları Rablerinden bir bağışlanma, içlerinde sonsuza dek kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Bu şekil­de amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir.

137. Sizden önce nice (ümmetler hakkında) ilahi kanunlar gelip geçmiştir. Şöyle bir yeryüzünü (dünyayı) dolaşın da, (Allah 'in hükümle­rini ve ayetlerini) yalanlayanların sonlarının ne olduğunu bir görün.

138. İşte bu (Kur'an'da anlatılan gerçekler), insanlar için bir açık­lama ve (Allah 'in emir ve yasaklan doğrultusunda hareket edip) sakınan­lar için de bir hidayet ve bir öğüttür.

139. Gevşeklik göstermeyin ve üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçek­ten iman etmişseniz, en üstün sizsiniz. [197]

 

Tefsiri

 

133 - Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşun. (Bu cennet,) müttakiler için hazırlanmıştır.

 

Rabbinizin mağfiretine ve genişliği gökler ile yer kadar olan cennete koşun.

Kıraat imamlarından Nafı ve Ebu Cafer ile İbn Amir harfi ol­maksızın diye okumuşlardır. Bunu ile yani; olarak okuyanlar bu ayeti makabline (bir öncesine) atfetmektedirler. harfini hazfedip (düşürüp) okuyanlar ise, bunu yeni bir cümle olarak ka­bul etmektedirler.

"Mağfiret ve cennete koşmak" demek, kişiyi bu iki nimete kavuşturacak amellerde bulunması ve onlara koşması de­mektir. Daha sonra da bu amellerin şunlar olabileceği belirtilmiştir: beş vakit namaz, namazın ilk (iftitah) tekbiri veya Allah'a karşı olan taatler, ihlâs, tevbe, cuma namazı ve cemaat.

"O cennetin genişliği gökler ile yerin genişliği kadardır. " Nitekim, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

".. O cennetin genişliği gökle yerin genişliği kadardır."[198]

Bundan murat, cennetin genişlik ve yayılmışhkla tanıtılmasıdır. Burada Rabbimiz, halk tarafından bilinen yaratılmışların en geniş ve ya­yılmış olanına benzeterek cenneti tanıtmaktadır. Özellikle "genişlik" ifa­desinin kullanılması sırf mübalağa için ve uzun olmaya göre daha yaygın olan bu ifadeye yer verilmiştir. Yani; cennetin uzunluğunun çok daha fazla oluşuna dikkat çekmek içindir.

İbn Abbas'tan rivayete göre; "Eğer cennet birbirine eklense, genişliği yedi kat gök ile yedi yeryüzü kadardır."

"Cennet yedinci kat ya da dördüncü kat göktedir." tarzında gelen rivayetin manası, "Cennet, o cihette ya da yöndedir." demektir. Yoksa "oradadır" veya, "onun bir kısmındadır" demek değildir. Bu ifade tıpkı, "ev bahçededir" ifadesine benzer ki, eğer ev, ona ekli ise, evin kapısı bahçe kapısından tarafadır, anlamında demektir.

"(Bu cennet,) Allah'ın'emir ve yasakları doğrultu­sunda sakınanlar için hazırlanmıştır." kavli aynı zamanda "cen-net" kelimesinin sıfatı olduğundan mahallen mecrurdur. Yani, "...sakı­nanlar için hazırlanmış olan geniş bir cennet. "

Geçen her iki ayet de hem cennetin ve hem cehennemin yaratılmış olduklarını göstermektedir. Muttaki (sakınan) demek, şirkten uzak duran demektir. Nitekim; yüce Allah şöyle Duyurmuştur:

"Rabbinizden mağfiret sebeplerine ve Allah'a ve peygamberle­rine inananlar için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşuşun." [199]

Ya da masiyetlerden sakınıp uzak duranlar için...

Eğer bundan murat ikinci yorum ise bu, "Herhangi bir cezalandır­ma olmaksızın cennet onlarındır. " manasınadır. Eğer asıl mana ilk yorum ise bu takdirde, "Sonunda yine cennet onlar içindir." demektir. [200]

 

134 - (O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta Allah yolunda har­carlar, öfkelerini yutarlar ve insanları bağışlarlar. Allah da iyilikte bulunanları sever.

 

"O takva sahipleri bollukta ve darlık ta Allah yo lunda harcarlar,"

Eğer, kavli mübteda kabul edilirse kavli üzerinde vakfedilir (durulur). Dolayısıyla, (bir sonraki ayetteki) kavli de bunun üzerine atfedilmiş olunur. diye başlayan ayet de haber yapılır. Eğer  kavli kavline sıfat yapılırsa ve kavli de buna atfedilirse bu takdirde vakfedilmez (durulmaz). Yani, "Sakınanlar ve tevbe edenler için hazırlanmıştır. " olarak değerlendirilirse durulmaz.

"Cennet, hatalarında ısrar edenler için değil sadece emir ve yasaklar doğrultusunda sakınan ve tevbe edmler içindir." diye söylersen ben de bu­na karşılık derim ki:

"Bunun her iki kesim için de hazırlanmış olabilmesi de caizdir. Daha sonra Allah'ın lütfü ile ve bağışlamasıyla bu ikisinden başkaları da girecek­tir. Örneğin: «Şu sofra emir (başkan) için hazırlanmıştır.», denilir ki; daha sonra aynı sofi-adan onu izleyenler, tabi olanlar da yiyebilir, manası da çı­kar. İşte bu da bunun gibidir. Nitekim, yüce Allah'ın şu buyruğunu görmez misin:"

"Kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşinden sakının."[201]

buyurulduğu gibi kâfirler dışında da bazı kimselerin oraya gireceği husu­sunda ittifak bulunmaktadır. Çünkü buna, yalnızca kâfirler girecektir anlamına gelmez.

Ayette infaka, yani Allah yolunda harcamaya öncelik verilmesinin sebebi, Allah yolunda harcama yapmanın nefse en ağır gelen bir ibadet olmasından ve ihlâsa en çok delâlet etmesindendir. Çünkü; Allah yolunda infakta harcamada bulunmak günümüzün en çok ihtiyaç duyulan amelle­rin en önemlisi ve en büyüğüdür. Çünkü düşmana karşı koyabilmek ve gerektiği gibi savaşmak buna bağlıdır. Aynı şekilde Müslüman fakir ve yoksullarına karşı gerekeni yapmak da infaka bağlıdır.

Bir başka yoruma göre ise her durumda ve her halükârda infakta bulunmalıdır. Çünkü; her zaman bolluk hâli yaşayan olduğu gibi darlık çekenler de vardır.

"Öfkelerini yutarlar" Yani; öfkelerini gereğini yapmaktan geri durumlar. Nitekim, kırba (testi) ağzına kadar dolup taştığında, denir. Nitekim; öfkeyi yutmak, öfkesine sahip ol­mak veya öfkesini tutmak ifadesi de bu manayadır. Yani, sabretmek sure­tiyle nefsine hakim olmaktır ve öfkeden bir iz ve eser bırakmamaktır.

Aslında Gayz: Öflceden kalpteki hararetin yanması (kan dolaşımının artması) demektir. Hz. Peygamber (Sâllâllahu Aleyhi ve Sellem)den rivayete göre şöyle buyurmuştur.

"Herhangi bir kimse öflcesinin gereğini yapabilecek durumda iken eğer öfkesini yutarsa Allah onun kalbini güven ve iman ile doldurur."[202]

'Ve insanları, bağışlarlar." Yani; herhangi biri kendisine karşı bir yanlışlık yapar, hata işlerse onu hesaba çekmez. Nite­kim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Kıyamet gününde bir ünleyici şöyle seslenir: «Ücretleri Allah tarafın­dan ödenecek kimseler neredeler?» Bu sese ancak bağışlayanlar kalkıp karşılık vereceklerdir."[203]

Süfyan İbn Uyeyne (v.198/813) Bunu Harun Reşid'e anlatır. Harun Reşit ise birine oldukça öfkelenmişti. Ancak bunun üzerine ona dokun­madı, bağışladı.

"Allah da iyilikle bulunanları sever." kelimesinin başındaki harfi Eğer cins manasında ise, bu, her tür iyiliği kapsar. Aynı zamanda burada söz konusu olan özellik­lere sahip bulunanlar da girer. Eğer bu harfi ahd içinse sadece bu­rada söz konusu edilenlere işaret eder.

İmam Sevri (v. 161/777) de diyor ki: "İhsan, senin kötülük yapan kimseye iyilikte bulunmandır. Çünkü; iyilikte bulunan kimseye iyilik yap­mak karşılıklı alışverişte bulunmak, ticaret yapmak demektir." [204]

 

135 - (İşte bu özellikleri taşıyanlar) herhangi bir kötülük yap­tıklarında veya kendi kendilerine yazık ettiklerinde Allah'ı hatırla­yıp hemen günahları yüzünden bağışlanmalarını dilerler. (Zaten) gü­nahları Allah'tan başka kim bağışlar ki? Bir de onlar işledikleri gü­nahlar üzerinde bile bile ısrar etmezler.

 

"(işte bu özellikleri taşıyanlar) herhangi bir günah islediklerinde"

kelimesi oldukça çirkin ve iğrenç fiil demektir. Burada, kavlinin mübteda, kavlinin de haber olması da caizdir.

"veya kendi kendile­rine yazık elliklerinde Allah'ı hatırlayıp hemen günahları, yüzünden bağış­lanmalarını dilerler." Bir yoruma göre, büyük günahlar demek­tir, "Nefse zulmetmek, kendine yazık etmek" ise küçük günahlar manası­nadır. Ya da "fahişe" kelimesinden kasıt zina demektir. Nefse zulmetmek ise öpmek, dokunmak ve benzeri günahlar.demektir.

Hemen tevbe etmeleri için dilleriyle veya kalpleriyle derhal Allah'ı hatırlayıp anarlar. İşledikleri şeyin çirkin ve günah olması nedeniyle onlardan vazgeçip mağfiret ve bağış­lanma dilerler. Anlatıldığına göre bu ayet nazil olduğu zaman İblis ağ­lamış.

"Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki?" Burada, mübtedadır. ise bunun haberidir. Ayrıca bu kelimede  edatına raci bir zamir vardır, kavli ise kelimesindeki zamirden bedeldir. Bunun mana olarak takdiri şöyledir:

'Aslında Allah'tan başka günahları bağışlayacak hiçbir güç yoktur. Yalnızca Allah bağışlar." Bu ise matuf ile matufun aleyh arasında bir muterize (parantez) cümlesidir. Bu ifade ile kulların gönüllerini almak ve hoş tutmak da bulunmaktadır. Tevbeye özendirme ve ona teşvik vardır. Umutsuzluktan ve yeisten kurtulma duygusu bulunmaktadır. Aynı za­manda Allah'ın rahmetinin bol ve geniş olduğu ve tevbe edeni Allah'ın bağışlayabileceği inancı verilmektedir. Öyle ki; bir kimsenin günahı ne kadar büyük olursa olsun Allah'ın mağfiretinin bunun çok çok üstünde büyük olduğu, kereminin ve lütfunun daha büyük olduğu inancı yerleş­tiriliyor.

"Bir de onlar işledikleri günahlar üzerinde bile bile ısrar etmezler." Yani; işledikleri kötü fiillerinde durup onda ısrar etmekle, durmazlar. Bir şeyde ısrar etmek demek, onun üzerinde çok durmak demektir. Nitekim; Hz. Peygamber (Shiialîâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:

"Eğer bir kimse günde yetmiş kere de günah işlese mağfiret dilediği müddetçe o günahlarda ısrar etmiş sayılmaz."[205]

Yine şöyle rivayet olunmuştur:

"Mağfiret dilendiği müddetçe büyük günah kalmaz, günahta ısrar e-dildiği müddetçe de küçük günahlar küçük olarak kalmaz, büyür." [206]

kavli, kavlindeki zamirden hâldir. Ya­ni onlar kötülük yaptıklarını, yanlış iş işlediklerini bilirler veya onlar gü­nahları yalnızca Allah'ın bağışlayacağını, Ondan başka hiçbir kimsenin günahları bağışlamayacağını bilirler. [207]

 

136 - İşte onların -bu nitelikleri taşıyanların- mükâfatları -tevbe etmeleri sebebiyle- Rablerinden bir bağışlanma, -Allah'ın rahme-tiyle- içlerinde sonsuza dek kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Bu şekilde amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir.

 

Ayette mahsusun bil medih mahzuftur. Yani, "Bu şekilde amel işleyenlerin mükâfatlarının mağfiret ve cennetler olması ne güzeldir. " demektir.

Bu ayetin nüzul (iniş) nedeni bir hurma satıcısıyla alâkalıdır. Ken­disinden hurma satın almak isteyen bir kadına, "Evimde bunların daha güzeli var." diyerek kadını alıp evine götürür ve onu kucaklayıp öper. Fakat daha sonra ise yaptığına pişmanlık duyar.

Bir başka anlatıma göre ise ayet Ensardan biri hakkında nazil ol­muştur. Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bununla Sakif kabilesin­den birini kardeş yapmıştı. Sakifli kardeşi Ensardan olan kardeşini bir gazaya gitmesi sebebiyle evinin ihtiyaçları için görevlendirmişti. Bu şa­hıs söz konusu ailenin ihtiyacı var jnı yok mu diye sormak üzere o ailenin evine gider, arkadaşının hanımını görünce onu öper ve fakat yaptığı bu şeyden dolayı pişmanlık duyar. Çığlıklar atarak çöle kaçar Allah da tev-besini kabul buyurur. İşte bu sebeple bu ayet nazil olmuştur. [208]

 

137 - Sizden önce nice (ümmetler hakkında) ilahi kanunlar gelip geçmiştir. Şöyle bir yeryüzünü (dünyayı) dolaşın da, (Allah'ın hüküm­lerini ve ayetlerini) yalanlayanların sonlarının ne olduğunu bir görün.

 

Yani; Allah'ın ayetlerini ve hükümlerini yalanlayanların başlarına gelen olayları ve onların uygulamalarını görün de bunlardan kendiniz için ders çıkarıp ibret alın. [209]

 

138 - İşte bu (Kur'an'da anlatılan gerçekler), -veya bu Kur'an-insanlar için bir açıklama ve (Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket edip) -şirkten- sakınanlar için de bir hidayet -irşat ve doğru yolu gösterme- ve bir öğüttür. Bir teşvik ve uyandır. [210]

 

139 - Gevşeklik göstermeyin ve üzüntüye kapılmayın. Eğer kten iman etmişseniz, en üstün sizsiniz.

gerçekten iman etmişseniz, en üstün sizsiniz.

 

"Gevşeklik göstermeyin." Başınıza gelen hezimet sebe­biyle, bozguna uğramanız yüzünden cihat görevinden gevşeyip geri kal­mayın, cihadı hep sürdürün.

ve üzüntüye kapılmayın." Ele geçiremediğiniz gani­metler ya da sizden ölenler ve yaralananlar için üzülmeyin. Uhud Sava­şında Müslümanların başlarına gelenlerden dolayı Allah tarafından hem Rasûlullah (Sallalîâhu Aleyhi ve Sellem) ve hem ashabını teselli babında bir hükümdür ve onların gönüllerini güçlendiren bir ayettir.

"En üstün sizsiniz," Sizin durumunuz onlardan çok daha üstündür ve siz galipsiniz. Çünkü onların Uhud Savaşında size ver­dirdikleri kayıpların çok çok üstünde siz Bedir gününde onlara tattırdınız, sizin yaşadıklarınızın en ağırını onlar Bedir gününde ölü ve esirleriyle, bozguna uğramakla yaşadılar. Ya da sonuç bakımından hem yardım ve hem zafer açısından siz onlardan en üstünsünüz. Bu, Müslümanların üs­tünlük ve galip gelme bakımından kendilerine verilen bir müjdedir. Çün­kü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz bizim ordumuz mutlaka onlara üstün gelecektir."[211]

Kaldı ki; siz durum ve konum bakımından da onlardan en üstünsü­nüz. Çünkü; sizin savaşmanız Allah içindir, Allah'ın Kelimesini, şeriatını yüceltmek içindir. Oysa onlar şeytan adına ve küfrü yüceltmek için çarpı­şıyorlar. Ya da sizin ölüleriniz cennette, oysa onların ölüleri ise cehen­nemdedirler.

"Eğer gerçekten iman elmişseniz.." Bu nehye kavline mütealliktir. Yani; eğer sağlam ve sıhhatli bir inanca sa-hipseniz "gevşeklik göstermeyin." Çünkü; imanın sıhhatli oluşu kalbin kuvvetlenmesini gerektirir, Allah'ın vadine güvenmeyi sağlar, düşmana önem vermemeyi, onu basit görmeyi öğretir. Ya da kavli,  kavline mütealliktir. Yani "Eğer siz Allah 'm size vadettiği şeyi ve size vermiş olduğu galip gelme müjdesini doğruluyorsanız... " demektir. [212]

 

Meali

 

140. (Ey mü'miriler!) Eğer siz (Uhud'da) bir yara almışsanız, (Be­dir'de düşmanınız olan) o kavim de aynı şekilde bir yara almıştır. İşte biz o günleri (kiminde zafer ve kiminde hezimetle) insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve içinizden şahitler (şehitler) edinsin. Allah zalimleri sevmez.

141. (İşte bu aynı zamanda,) Allah'ın mü'minleri ortaya çıkarması ve kâfirleri (inkarcıları) helak etmesi içindir.

142.Yoksa siz, Allah içinizden cihat edenleri belli etmeden ve sab­redenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?

143. And olsun ki; siz ölümle karşılaşmazdan önce onu (şehit ol­mayı) isteyip dururdunuz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz; ama hâlâ bakıp duruyorsunuz.

144. Muhammed, ancak (diğer peygamberler gibi) bir peygamber­dir. Ondan önce de (nice) peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür ya da öldürülürse, ökçelerinizin üzerine yeniden küfre mi döneceksiniz? Her kim dininden dönerse, hiçbir şeklide Allah'a zarar vermiş olmayacaktır. (Dininde sebat edip) şükredenleri Allah mükâfatlandıracaktır.

145. Hiçbir nefis yoktur ki, ölümü Allah'ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmış (takdir edilmiştir). Her kim dün­ya nimetlerini isterse, ona ondan veririz, kim de (yaptıklarıyla) ahiret se­vabını isterse ona da ondan veririz. Biz (dinlerinde sebat ile) şükredenleri mükâfatlandırac ağız.

146. Nice peygamberler vardır ki; beraberlerinde kendilerini Rable-rine adamış kişilerle birlikte savaktılar. Onlar Allah yolunda başlarına ge­lenler sebebiyle gevşemediler, zaaf göstermediler ve boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever.

147. Onların (kendilerini Rablerine adamış olanların) sözleri sade­ce şöyle demekten ibarettir. "Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki aşı­rılığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfir olan kavme (top­luma) karşı bize zafer ver."

148. (Sonunda) Allah da onlara dünya nimetini ve (en önemlisi) ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah ihsanda bulunanları sever. [213]

 

Tefsiri

 

140 - (Ey mü'minler!) Eğer siz (Uhud'da) bir yara almışsanız, (Bedir'de düşmanınız olan) o kavim de aynı şekilde bir yara almıştır. İşte biz o günleri (kiminde zafer ve kiminde hezimetle) insanlar ara­sında döndürür dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve içinizden şahitler (şehitler) edinsin. Allah zalimleri sevmez.

 

"(Ey mü'minler!) Eğer siz (Uhud'da) bir yara almışsanız," Kıraat imamlarından Hafs dışında Küfe kıraat okulu mensupları harfinin ötersiyle kelimesini Kur'an'ın her nere­sinde geçerse olarak okumuşlardır. Bunların dışındaki kıraat imamları ise fetha harekesi ile olarak okumuşlardır. Her iki keli­me de tıpkı ve gibi dil bakımından aynı manada kulla­nılan iki kelimedir. Bİr yoruma göre eğer fetha harekesiyle olursa yara manasına gelir, eğer ötüre harekesiyle olursa yaradan dolayı oluşan ağrı ve acı manasınadır.

"(Bedir'de) düşmanınız olan o kavim de aynı şekilde bir yara alımşır." Yani; onlar Uhud'da sizi yenmişlerse, siz de daha önce Bedir gününde onlar/yenmiştiniz. Dolayısıyla onların o gün Bedir'de yenilgiye uğramaları kalplerinde size karşı bir zaaf oluştur­madı ve bu, onları sizinle yeniden savaşmaktan alıkoymadı. O hâlde sizin bu durumda hiç zaafa düşmemeniz ve korkuya kapilmamamz daha yerinde olmaz mı? "işte biz 6 günleri kiminde zafer ve kiminde hezimetle insanlar arasında döndürür dururuz." Yani; on­da var olan nimet ya da külfeti, intikamı bazen bir tarafa ve bazen de di­ğer tarafa veririz. Nitekim; İmam Siybeveh'in kitabında yer verdiği şu beyit bu dile getirir:

Bir gün biz yeneriz savaşta, bir gün yeniliriz Bir gün seviniriz bir gün de üzülürüz.

mübtedadır. ise bunun sıfatıdır. İse haberdir. "Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın." Biz zafer ve hezimeti insanlar arasında dönüp dolaştırırız ki; böylece birçok tedbir örneklerini öğrenmiş olsunlar.

Aynı zamanda Allah daha önceden de bildiği gibi sabır, iman ve daha başka şeylerle kendisini kanıtlamış olan mü'minleri meydana çıkar­sın, bilsin için. "ve içinizden şahitler (şehitler) edin­sin. " Yani; sizden bazılarınıza şehitlik vererek ikramda bulunsun. Rabbimiz burada bununla Uhud gününde şehit düşen mü'minleri murat ediyor. Ya da yarm kıyamet gününde diğer ümmetler üzerinde sizden şahitlik yapmaya elverişli kimseler çıkarsın için. Nitekim; Rabbimizin şu kavli de buna işaret ediyor:

"İşte böylece insanlara karşı şahit olmanız, ve peygamberlerin de süse karşı şahit olması için sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık."[214]

Allah zalimleri sevmez." Bu cümle kimi sebeplere işaret için gelen itiraz (parantez) cümlesidir. Manası ise söyle­

dir: "Allah, imanda sebat ederek kendi yolunda cihat üzere hareket edenler­den olmayan münafıklarla kâfirleri sevmez." [215]

 

141 - (İşte bu ayın zamanda,) Allah'ın müzminleri ortaya çıkar­ması ve kâfirleri (inkarcıları) helak etmesi içindir.

 

Ayette geçen, "temhis" kelimesi, temizlemek ve arın-dırmak, tasfiye edip ayıklamak manalarına gelir. ise helak et­mek ve yok etmek manasınadır. Yani; mana şöyle olmaktadır:

"Eğer devlet ve üstünlük inananlardan yana olmazsa bunu ayıkla­mak, tasfiye etmek, şehadete ermek ve şahitlik içindir. Eğer yenilgi kâfirlerin olursa bu, onların helak olmaları ve izlerinin silinmesi içindir." [216]

 

142 - Yoksa siz, Allah içinizden cihat edenleri belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?

 

"Yoksa siz, cennete gireceğinizi mi sandiniz?" Ayetin baş tarafında yer alan edatı, münkatıadır. Başındaki hemze ise inkâr manasınadır. Yani; "sanmayınız" demektir.

"Allah içinizden cihat edenleri belli etmeden" Yani; siz savaşmadığınız müddetçe, demektir. Çünkü; ilim maluma (bilgi bilinene) taallûk eder, onunla bağlantılıdır. Dolayı­sıyla burada bilginin olmayışını onun mutaallâkmm olmadığı manasın­da gelmiştir. Çünkü; olması gerekenin olmaması diğerinin de olmadığı manasınadır. Örneğin; "Allah filân kimseden bir hayır bilmedi (bilmiş değildir) denir ki; bu, "onda hayır beklenecek bir durum yok ki; Allah onun bir iyilik işlediğini bilmiş olsun. " manasınadır. Yani; o hiç iyilik yap­maz demektir.

edatı ise manasınadır. Ancak bunda bir bakıma her an bir beklenti var manası bulunmaktadır. Yani bu, geçmişte bir cihadın ol­madığını bildirmekle beraber geleceğe dönük olarak her an çıkabilir, de­mektir.

"ve savaşla sabredenleri ortaya çıkarmadan,..." edatının izmariyle mansubdur. Başındaki harfi de cemi (çoğul) manasınadır. Örneğin; sütle birlikte balık yeme, gibi. Ya da bu kelime, daha önce geçen, kavli üzerine matuf olup bundan dolayı meczumdur. Ancak iki sa­kin kelime yanyana geldiklerinden ötürü mim harfine hareke verilmiştir. Fetha harekesiyle harekelenmiş olması makablinin meftuh (üstünlü) ol­masındandır. [217]

 

143 - And olsun ki; siz Ölümle karşılaşmazdan önce onu (şehit olmayı) isteyip dururdunuz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz; ama hâlâ bakıp duruyorsunuz.

 

"And olsun ki; ölümle karşılaşmazdan önce Ölümü (şehit olmayı) isleyip duruyordunuz," Bu ifa­deyle Bedir savaşına katılmamış olanlara sesleniliyor. Çünkü; bunlar Ra-sûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile beraber bir gazaya katılmak arzusunda olan kimselerdi. Çünkü; şehit olma temennisini gösteriyorlardı. Bunlar Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile müşriklere karşı çıkmak için istek ve ısrar gösterenlerdi. Bunun için Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Seüemfı zorlu-yorlardi. Oysa Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Medine'de kalıp savun­ma savaşı yapmak istiyordu. Yani; mana şöyledir: "Siz onu görmezden önce ölmek, şehit olmak için hep isteyip duruyordunuz. Bunun ne manaya geldiğini, şiddetini de biliyordunuz. "

İşte şimdi onu karşınızda gördünüz; ama hâlâ bakıp duruyorsunuz." Yani; kardeşleriniz gözlerinizin önünde öldürülüp şehit olunurken ve siz de ölümle yüz yüze gelmişken onu çıp­lak gözlerinizle görüp gözetip yaşadınız.

İşte bu, onlar için bir ayıplama ve kınamadır. Çünkü; ölümü iste­mişlerdi. Aynı zamanda bu ölüme neden olan şeyi şiddetle arzulamışlar-dı. Bu, Allah Rasûlünün isteğine rağmen onu Medine dışında savaşa zor­lamaları isteği idi. Daha sonra hezimete uğramaları, yenilgileri de bundan dolayı oldu.

Esas bilinmesi gereken gerçek şehitlik mertebesine ermeyi arzula­maktır. Onlar bunun için şehitliği istediler. Oysa bunun içinde kâfirlere galebe çalmayı, onlara üstün gelmeyi kastetmediler, sadece şehit olmayı dilediler. Bu adeta şu örneğe benzer. Adam gidip Müslüman olmayan bir doktora tedavi olup onun verdiği ilâçtan alıp içiyor. Ona tedavi için giden kimsenin amacı ondan bir şifa beklemektir, iyileşmektir. Ancak aklına hiçbir zaman Allah düşmanına bir menfaat ve çıkar sağladığını getirmez ve sanatına yardımcı olduğunu, ona değer kazandırdığını düşünemez.

İbn Kamia bir taş atarak Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) azı dişini kırınca, hemen Rasûlullah'ı öldürmek üzere atıldı. Ancak Mus'ab b. Umeyr (Radıyallahu Anh) derhal engel oldu ve Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) savundu. Hz. Mus'ab (Radıyaiiahu Anh), bayrak (sancak) taşırdı. Fa­kat Hz. Mus'ab (Radıyailahu Anh), İbn Kamia tarafından şehit edildi. İbn Ka­mia, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) öldürdüğünü sanarak,

— Muhammed'i öldürdüm, diye seslendi. Derken bu arada:

— Haberiniz olsun, Muhammed öldürüldü, diye bir ses duyuldu. Bu sesin şeytan tarafından olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygam­ber (Saiiaüâhu Aleyhi ve Sdiemf'm öldürüldüğü yalanı halk arasında yayılmış oldu. Böylece orduda çözülüp dağılma başgösterdi. Ancak Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'.

  Ey Allah'ın kulları! Bana doğru gelin, diyerek ashabını böylece toparlamaya çalışıyordu. Nihayet ashabından bir kısmı gelip çevresinde toplandılar. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kaçışları sebebiyle onları

kınadı. Onlar da:                          

— Ey Allah'ın Rasûlü! Babamız ve anamızla hepimizin canı uğruna feda olsun. Bize senin öldürüldüğün haberi geldi. Biz de bunun üzerine geri dönüp kaçtık, dediler. İşte şimdi mealini okuyacağımız ayet bunun üzeri­ne nazil olmuştur. "[218]

 

144 - Muhammed, ancak (diğer peygamberler gibi) bir pey­gamberdir. Ondan önce de (nice) peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür ya da öldürülürse, ökçelerinizin üzerine yeniden küfre mi dö­neceksiniz? Her kim dininden dönerse, hiçbir şeklide Allah'a zarar vermiş olmayacaktır. (Dininde sebat edip) şükredenleri Allah mükâ­fat! andıracaktır.

 

"Muhammed ancak diğer peygamberler gibi bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir." Daha önceki peygamberler nasıl gelip girmişlerse Mu­hammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de gidecektir. Önceki peygamberlerin git­melerinden sonra nasıl ki, onların dinlerine bağlı kalan tabileri onlardan sonra var olmuşlarsa, sizin de Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) sonra onun dinine bağlanıp sarılmanız gerekir. Çünkü; peygamberlerin gönderilmelerinin asıl amacı risaleti, peygamberlik görevini tebliğdir, ge­rekli ve bağlayıcı delili ya da hücceti sunmaktır. Yoksa hep kavmi arasın­da kalıp yaşaması demek değildir.

"Eğer o ölür ya da Öldürü-liirse, ökçelerinizin üzerine yeniden küfre mi döneceksiniz?" Ayetin başında bulunan harfi kendisinden önceki cümleye şart cümlesi olarak ta­allukta bulunmaktadır ki; kendisinden önceki cümle sebebiyet manasına­dır. Baştaki hemze de inkâr manasınadır. Böylece Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) önce geçen peygarnberleri, bunlann gerisingeri ökçeleri üzerinde dönmelerinin sebebi kılmak doğru değildir. Yani; ölüm veya öl­dürülme sebebiyle o peygamberlerin bu dünyadan gitmiş olmaları, onla­rın bıraktıkları davalarını terk etmeye neden olamaz. Çünkü; Hz. Mu-hammed (Sallallâhu Aleyhi ve Selem) kavmi de biliyorlar ki, ondan önce ge­lip geçen peygamberlerin gitmiş olmaları, dinlerinin sona ermesi anla­mında değildir. Onlardan sonra onların o din üzerinde varlıklarını sürdür­meleri, hak dine olan bağlılıklarından ve ona sarılmalarından kaynakla­nıyor. Dolayısıyla bu, Müslümanların da Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellemfin dinine sarılıp ona bağlanmalarını gerektirmektedir, yoksa ge­risin geri Ökçeleri üzerinde dönmeyi değil.

Ökçeler üzerinde geriye, dönmek demek, mecazî anlamda olup, dinin­den dönmek, irtidat etmek veya hezimete (bozguna) uğramak manasınadır.

"Her kim dininden dö­nerse, hiçbir şekilde Allah'a zarar vermiş olmayacaktır." O ancak kendisi­ne zarar verir. "Dininde sebat edip Zikredenleri Allah mükâfatlandır'acaklır." Yani; dininde sebat edip dönmeyenler... Allah, onları "şükredenler" diye adlandırıldı. Çünkü onlar yaptıkları şeyler se­bebiyle İslâm nimetine şükrettiler. [219]

 

145 - Hiçbir nefis yoktur ki, ölümü Allah'ın iznine bağlı olma­sın. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmış (takdir edilmiştir). Her kim dünya nimetlerini isterse, ona ondan veririz, kim de yaptıklarıyla ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz (dinlerinde sebat ile) şükredenleri mükâfatlandıracağız.

 

 "Hiçbir canlı yoktur ki; ölümü Allah'ın iznine bağlı iznine bağlı olmasın." Yani; hepsi Allah'ın bilgisi ve ilmi dahilindedir. Veya Allah'ın, o l«imsenin ölümü hususunda ölüm me­leğine izin vermesine bağlıdır. Burada mana şöyle olmaktadır: "Allah'ın dilemesi ve izni olmaksızın bir canlının ölümü imkânsızdır." İşte ayetin bu kısmında cihada teşvik ve düşman ile karşılaşmaya da cesaretlendirme bulunmaktadır. Dolayısıyla bundan sakınıp kaçınmanın herhangi bir yarar sağlamayacağını da bildirmektedir. Çünkü; hiçbir kimse eceli gelmeden, süresi bitmeden ölmeyecektir. Hatta en tehlikeli olayların içerisine dalsa ve insanların oraya girenin kurtuluşu olamaz dedikleri yerlerde bile eğer ecel bitmemişse ölüm gelip onu yakalamaz. Bombardıman misali her ta­raftan silâh ve mermilerle, öldürücü silâhlarla devam eden savaşların or­tasında kalsa da eceli gelmemişse Ölüm gelip onu yakalamaz.

"Otum belirli bir süreye göre yazılmış (takdir edilmiş-tir)." Yani; ölüm vakti belirlenen bir şey olup ne bir an öne alınır ve ne de bir an geri atılır. Kısaltılıp uzatılmaz. Süresinde gerçekleşir. kelimesi müekked mastardır. Çünkü mana: "Ölüm, süresi tayin edilmiş bir yazı olarak kesinleşmiş bir yazıdır. " demektir.

Her kim ameliyle -giriştiği savaş ile- dünya nimetini -ganimetini- islerse, ona ondan veririz.'' Bu, Uhud Savaşı gününde ganimetlerin peşine takılıp da savaşı bırakanlara bir tariz, bir uyarı niteliğindedir. "Kim de yaptıklarıyla ahirel sevabını -Allah'ın kelimesinin yücelmesini ve ahiretteki derecesinin üstün olmasını- isterse ona da on­dan veririz. Biz dinlerinde sebat ile şiihredenleri mükâfatlandıracağız." Allah'ın dininde sebat ederek Allah'a şükreden ve cihat yapmaktan hiç­bir şeyin kendilerini alıkoymadığı ve meşgul etmediği kimseleri de hiç kimsenin hayal etmediği mükâfatlarla ödüllendireceğiz. [220]

 

146 - Nice peygamberler vardır ki; beraberlerinde kendilerini Rablerine adamış kişilerle birlikte savaştılar. Onlar Allah yolunda baş­larına gelenler sebebiyle gevşemediler, zaaf göstermediler ve boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever.

 

"Nice peygamberler vardır ki; beraberlerinde kendilerini Rablerine adamış kişilerle birlikte savaştılar." Bu ayetteki, kelimesinin aslı dir. Burada kelimesinin başına teşbih anlamında olan harfi gelmiştir. Bu da teksir, yani çoktuk manasında olan, "nice" kelimesi manasınadır.

Kıraat imamlarından İbn Kesir, Kur'an'ın neresinde gelirse gelsin, kavlini, vezninde, olarak okumuştur. Diğer ki-raat imamları ise ayette görüldüğü gibi okumuşlardır.

kelimesini ise kıraat imamlarından İbn Kesir, Ebu Amr, Yakup ve Nafi olarak okumuşlardır. ise kelimesindeki zamirden hâldir. Manası da şöyledir: "Beraberlerinde kendilerini Rablerine adamış alimler olduğu hâlde öldürüldüler."

ise rabbaniler (kendilerini Rablerine adayanlar) manasınadır.                                                                                                                       

Hasan Basri bunu harfinin dammesiyle (ötreyle)  olarak kırat ederken kimisi de harfinin fethasıyla, olarak okumuşlardır. Fetha yani üstün hareke ile okumak kıyasa göredir. Çünkü bu şekliyle "Rabbe mensup" demektir. Ancak damme ve kesre hareke ile okumak ise olagelen değişiklikler sebebiyledir.

"Onlar Allah yolunda baslarına gelenler sebebiyle gevşemediler -peygamberlerinin öldürülmesi sırasında çözülüp dağılmadılar-, düşman karşısında zaaf göstermediler" ondan sonra cihat etmekten geri kalmadılar "ve onlara boyun eğmediler." Düşmanlarının önünde eğilmediler. Rasûlullah (Saiiattâhu Aleyhi ve Sellemfm Öldürüldüğü haberi üzerine meydana gelen panikte ve gösterilen zaaf sebebiyle burada onlara bir tariz yer almaktadır. Çünkü bazı sahabi öylesine zaaf içine girdiler ki; bunlar münafıkların başı olan Abdullah b. Übey b. Selûl'ü aracı kılıp Ebu Süfyan'a göndermeyi ve ondan eman dilemeyi bile düşünmüşlerdi. "Allah -kâfirlerle yapılan cihada- sabredenleri sever." [221]

 

147 - Onlar (kendilerini Rablerine adamış olanların) sözleri sa­dece şöyle demekten ibarettir. "Rabbimiz! Günahlarımızı ve içimiz­deki aşırılığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfir olan kavme (topluma) karşı bize zafer ver."

 

"(Kendilerini Rablerine adamış olan­ların) sözleri sadece söyle demekten ibarettir:" Onların bu esnada söyledik-leri sözler ancak şu ifadelerden ibaret bulunmaktadır. "Rabbimiz günahlarımızı ve ilimizdeki aşırdığımızı ba-ğışla;" Kul olmamız bakımından yaptığımız yanlışları bizden geç. Bu, onların kendilerini Rablerine adayanlar olmalarına rağmen, yine de gü­nah ve suçu kendilerine izafe etmeleri, kusuru kendilerinden bulmaları manasınadır. "Ayaklarımızı yolunda, sabit kıl;" Savaşta bize sebat ver. "kâfir olan kavme (topluma) karsı bize zafer ver." Bizim üstün gelmemizi sağla.

Dikkat edilirse burada geçen duanın baş tarafına ilk madde olarak günahlardan mağfiret istenmiştir. Bu madde savaşın tam ortasında ayak­ların sebatı, savaşa direnme gücü ve düşmana karşı zafer isteklerinden önce getirilmiştir. Bunun da sebebi, duanın kabul edilmesi ve icabeti ba­kımından en uygun yol olmasındandır. Çünkü; bununla alçak gönüllü­lük, düşmana boyun eğmeme manası aslında dile getiriliyor. [222]

 

148 - (Sonunda) Allah öf onlara dünya nimetini ve (en önemlisi) ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah ihsanda bulunanları sever.

 

"Sonunda Allah da onlara dünya sevabını (nimetini)" yardımı, zaferi ve ganimeti "ve en önemlisi ahiret sevabıma güzel olanını verdi " Mağfireti ve cenneti verdi. Ayette "güzel" ifadesine yer verilmiş olması, ahiretin fazlı ve öncelikli olması bakımındandır. Çünkü; Allah katında kulu için hazırlanan şey budur. "Allah ihsanda bulunanları sever." Yani; ihsanda bulunan ve iyilik yapan işte bu rabbanilerdir, ki işte Allah onları sever. [223]

 

Meali

 

149. Ey iman edenler! Eğer kâfirlere (sözlerine) uyarsanız sizi ök­çelerinizin üzerine (eski dininize) çevirirler. İşte o zaman büsbütün kay­bedenlerden olursunuz.

150. Oysa sizin Mevlanız Allah'tır. O, yardım edenlerin en ha-yırlısıdır.

151. Allah'ın kendileri haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalplerine yakında korku sa­lacağız. Onların gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacakları yer ne kötüdür!

152. Şüphesiz Allah, size verdiği sözünü yerine getirmiştir. Siz düşmanlarınızı Allah'ın izni (ve yardımıyla) kırıp geçiriyordunuz. Ne var ki Allah size, istediğiniz galibiyeti (üstünlüğü) gösterdikten sonra zaafa düştünüz ve peygamberin verdiği emir konusunda tartışmaya başladınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden kiminiz dünyayı istiyor ve kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra Allah, sizi denemek için onları yenmenizden alı­koydu. Bununla beraber yine de sizi bağışladı. Allah, mü'minlere karşı çok lütufkârdır.

153. Allah Rasûlü arkanızdan sizi çağırıp durduğu hâlde siz hiç kimseye bakmaksızın (savaş alanından kaçarak) uzaklaşıyordunuz. İşte bunun için Allah size keder üzerina?keder verdi ki; bundan dolayı ne eli­nizden gidenlere ve ne de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

154. Sonra o kederin ardından Allah size bir güven (duygusu) ve uyuklama (hâli) indirdi ki; bu, içinizden bir kısmınızı bütünüyle ört­müştü. Bir kısmı ise canlarının derdine düşmüşlerdi. Allah'a karşı hak­sız yere cahiliye dönemindekine benzer düşüncelere kapılmaya başla­dılar, "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı. (Ey Muhammed) De ki: "Bütün işler Allah'a aittir." Onlar sana açıklayamadıkları şeyleri içle­rinde gizli tutuyorlar. Ve diyorlar ki: "Eğer bu işten bizim bir payımız olsaydı, burada öldürülmezdik." Onlara de ki: "Eğer evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmeleri (alınlarına) yazılmış olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden giderlerdi. Allah, gönüllerinizde olanları yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için sizi bu dene­melerden geçiriyor. Allah sinelerin özünde olanı çok iyi bilir." [224]

 

Tefsiri

 

149 - Ey iman edenler! Eğer kâfirlere (sözlerine) uyarsanız sizi ökçelerinizin üzerine (eski dininize) çevirirler. İşte o zaman büs­bütün kaybedenlerden olursunuz.

 

"Ey iman edenler! Eğer kâfirlere (sözlerine) uyarsanız, sizi ökçelerinizin üzerine gerisin geri eski dininize çevirirler." Yani; sizi şirke geri döndürür­ler. İşte o zaman büsbütün kaybedenlerden olursu­nuz." Bir yoruma göre bu hüküm bütün kâfirler için olmak üzere âmm (genel)dır. Dolayısıyla mü'minlere düşen görev onlardan uzak durmaktır, hiçbir konuda onlara itaat etmemektir. Aksi takdirde bu, onlarla muvafa­kate, anlaşmaya kadar gidebilir. Aralarında mesafe olmalı ki; onlarla bir­liktelik olmamış olsun.

Süddi Kebir'den gelen yoruma göre demiştir ki: "Eğer Ebu Süfyan ve arkadaşlarına sığınır, onlardan eman dilerseniz, onlar sizi tekrar şirke, küfür inancına döndürürler."

Hz. Ali (Radıyaliahu Anh/den gelen rivayete göre demiştir ki: "Bu ayet, mü'minlerin bozguna uğramaları üzerine münafıkların, «Tekrar kar­deşlerinizin yanına dönün ve onların dinine girin.» demeleri üzerine na­zil olmuştur." [225]

 

150 - Oysa sizin Mevlamz (Allah'tır). O, yardım edenlerin en hayirlısıdir.

Size yardım edecek olan O' dur. O hâlde başkalarından yardım is­temekten uzak durun. [226]

 

151 - Allah'ın kendileri haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalplerine yakın­da korku salacağız. Onların gidecekleri yer de cehennemdir. Zalim­lerin varacakları yer ne kötüdür!

 

"Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'-a ortak koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız," Kıraat imamlarından Ibn Amir ve Ali Kisai, kelimesini Kur'an'ın neresinde geçerse geçsin harfinin ötresiyle, olarak okumuşlardır. Her ikisi de dil açısından okunabilmektedir.

Rivayete göre Allah, Uhud Savaşında müşriklerin kalplerine korku salmıştır. Bundan dolayı ortada hiçbir durum yok iken ve galip durumda iken kaçıp Mekke'ye gitmişlerdir.

"Allah'a ortak koşmaları sebebiyle" Yani; şirkleri yüzünden. Kısaca kalplerine korku atılmasının nedeni, onların Allah'a ortak koşmaları, kimi şeyleri Allah şerik tanımalarıdır. "Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği.." Yani; ken­disine şerik (ortak) koşulsun diye yüce Allah'ın haklarında hiçbir kanıt ve hüccet indirmediği şeyleri ilâhlar olarak tanıdılar. Yani; "Aslında şirk için bir delil vardır da, Allah bunlara bu konuda bir delil (hüccet) indir­medi." demek değildir. Çünkü; şirkin hangi türü olursa olsun kesinlikle onun lehinde bir delilin ya da hüccetin inmesi asla söz konusu olmadığı gibi zaten doğru değildir. Buradaki ifadeden asıl maksat şudur; Şirkle alâkalı hiçbir delilin inmeyeceğini, inmesinin de mümkün olmadığını bü­tünüyle reddetmektir. Nitekim, şair şöyle der:

Orada bir kertenkele yok ki, ürküp deliğe girsin.

Yani; orada herhangi bir kertenkelenin bulunmasına önem verme­diği gibi deliğe de girip saklanmaz. Onu umursamaz, demektir.

"Onların gidecekleri -döne­cekleri-yer cehennemdir. Zalimlerin dönüp gidecekleri yer ne kötüdür." Ki onların girecekleri yer cehennem ateşidir. Burada mahsusun bizzem mahzuftur.

Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ashabıyla beraber Medine'ye döndüklerinde bazı kimseler:

"Bize bu yenilgi nereden geldi? Oysa Allah bize yardım ve zafer vadetmişti." demişlerdi. İşte bunun üzerine şimdi tefsirini okuyacağımız a-yet nazil olmuştur: [227]

 

152 - Şüphesiz Allah, size verdiği sözünü yerine getirmiştir. Siz düşmanlarınızı Allah'ın izni" ve yardımıyla kırıp geçiriyordımuz. Ne var ki Allah size, istediğiniz galibiyeti (üstünlüğü) gösterdikten son­ra zaafa düştünüz ve peygamberin verdiği emir konusunda tartışma-

ya başladınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden kiminiz dünyayı isti­yor ve kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra Allah, sizi denemek için onları yenmenizden alıkoydu. Bununla beraber yine de sizi bağışladı. Allah, mü'minlere karşı çok lütufkârdır.

 

"Şüphesiz Allah, size verdiği sözünü olduğu gibi yerine getirmiştir." Yani; Allah sözünü ve vaadini gerçekleştirmiştir. "Siz düşmanlarınızı Allah'ın izni De yardımıyla kırıp geçiriyordunuz" Yani; onların köklerini kazırcasına Allah'ın emri ve bil­gisi ile hızlı bir şekilde öldürüyordunuz. İbn İsa da: "onu öldürmekle orta­dan kaldırdı." diye bu kelimeyi manalandınyor.

"Nihayet zaafa düştünüz" korktunuz "ve peygamberin verdiği emir konusunda tartışmaya başladınız" ihti­lafa düştünüz ve emre karşı geldiniz." Yani, merkezi bıraka­rak peygamberinizin emrini tanımadınız, gidip ganimetle meşgul oldunuz. "Allah, size istediğiniz galibiyeti (üs­tünlüğü) gösterdikten sonra..." Zaferi kazandıktan, kâfirleri kahredip ezdikten sonra.. kelimesinin müteallâkı (taalluk ettiği kelime) mah-zuftur. Takdiri ise, kavlidir. Yardımını sizden esirgedi. Ayrıca mananın şöyle olması da caizdir: "Allah siz zaafa düştüğünüz ana kadar verdiği sözünü olduğu gibi yerine getirdi. " "içinizden kiminiz dünyayı istiyor." ganimete konmak istiyor. İşte merke­zi bırakıp ganimete koşan bunlardır.

Rivayete göre savaşta Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Uhud'u ar­kasına almış ve Medine istikametlerine gelecek şekilde durmuştu. Okçu­ları da dağın önemli merkezine yerleştirmişti. Okçuların yerlerinden hiç­bir şekilde ayrılmamaları için de kesin bir talimat vermişti. Müslümanlar ister kazansınlar, ister kaybetsinler, okçuların hiçbir şekilde yerlerini terk etmemelerini kesin bir dille ifade buyurmuştu. Müşrikler gelmeye başla­dıklarında okçular onların atlılarını vuruyorlardı, geri kalanlar ise kılıçla­rıyla düşmana saldırıyordu. Nihayet bozguna uğradılar, Müslümanlar da peşlerine takılarak onları öldürüyorlardı

Sonunda Müslümanlar zaafa düştüler ve peygamberin emrini tartış­maya başladılar. Kimisi:

— Müşrikler artık bozguna uğradılar, biz neden hâlâ yerimizde bek­leyelim ki, demeye başladılar.

— Hemen siz de gidin Müslüman askerlerine katılın, kardeşlerinizle birlikte siz de ganimete koyulun, diye konuşurken, kimisi de:

— Allah Rasûlü'nün emrine karşı gelmeyin, uyarısında bulunuyordu.

Emre uyarak yerinde kalanlar şunlardı; Okçuların komutanı Ab­dullah b. Cübeyr ile sayıları onu bulmayan birkaç kişi kalmışlardı. İşte şimdi manasını okuyacağımız ayet bu noktaya işaret ediyor:

"ve kiminiz de ahireli isliyor." Müşrikler hemen Müslüman okçuların bulunduğu tarafa saldırarak, komutan Ab­dullah b. Cübeyr'i öldürdüler. Oradan da Müslümanların üzerine saldırı­ya geçtiler. Bunun üzerine Müslümanlar bozguna uğradılar. Dolayısıyla bunun üzerine Müslümanlardan da şehit düşenler oldu. İşte ayetin şu kav­li de buna işaret buyuruyor:

"Sonra Allah, sizi -musibetlere karşı sabretme ya da etmeme, böyle bir durumda sebat edip etmeme konusun­da— denemek için onları, yenmenizden sizi alıkoydu." Yani; Allah sizden yardım elini çekti. İşte bunun sonucu olarak da onlar sizi yendiler. Kısaca Allah sizi bir denemeden, sınavdan geçirdi. Çünkü Allah, kulunun duru­muna göre onu değerlendirip ya ödüllendirecek veya cezalandıracaktır. Yoksa Allah katında bilinen duruma göre değil. Yani; kulunu imtihan et­meden ne yapacağım zaten bildiği gerçeğiyle muamele edecek değildir.

"Bununla beraber yine de sizi bağışladı." Çünkü; Allah'ın Rasûlü'nün emrine karşı gelmenizden sonra duyduğunuz piş­manlık nedeniyle sizden meydana gelen aşın ve yanlış davranışınızı Al­lah bağışladı.

"Allah müminlere karsı çok lütuf-kârdır." Onları affetmekle, tevbelerini kabul buyurmakla lütufkârdır. Ya da O Allah her halükârda onlara Karşı lütuf sahibidir. İster başarı ve üs­tünlük mü'minlerden yana olsun, ister düşmanlardan yana olsun, Allah her halükârda mü'minlere karşı lütuf ve ikram sahibidir. Çünkü imtihan olmak, birtakım denemelerden geçmek de bir rahmettir. Nitekim; başarı zaferdi, yardım da zaferdi. [228]

 

153 - Allah Rasülü arkanızdan sizi çağırıp durduğu hâlde siz hiç kimseye bakmaksızın (savaş alanından kaçarak) uzaklaşıyordunuz. İşte bunun için Allah size keder üzerine keder verdi ki; bundan do­layı ne elinizden gidenlere ve ne de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

 

"Allah Rasâlü arkanızdan sizi çağırıp durduğu hâlde siz hiç kimseye bakmaksızın savaş alanından kaçarak uzaklaşıp duruyordunuz." Ayetin baş tarafındaki, kavli, ya kavliyle veya, ya da gizli bir kavliyle mansubdur. Yani, siz yeryüzünde hızlıca ka­çıp gidiyordunuz. İs'ad kelimesi, yeryüzünde gitmek, yürümek, hareket etmek manalarına olup uzaklaşmak da bu mananın içerisin­de yer almaktadır.

yani ''kimseye dönüp bakmıyorsunuz." Bu ifade Müslümanların büyük bir panik ve korku içinde kaçışmalarını ve düş­mandan olan korkularını sergileyen bir ifadedir. "Oysa Allah Rasâlü arkanızdan sizi çağırıp duruyordu," RasûlulIah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ashabına şöyle sesleniyordu:

"Ey Allah'ın kulları! Bana gelin, bana! Kim geri dönüp bana gelirse cennet onu bekliyor."

cümlesi^hâl olarak gelmiştir. Yani; arkanızdan, oluşturduğunuz kaçış grubundan. Örneğin; insanların ardından geldim, onlardan sonra geldim, tabirleri de bu manadadır. Nitekim, Onların ilki olarak geldim, ifadesi de "öncüleri gelen ilk cemaatleri olarak geldim" demektir.

"İşle bunun için Allah size keder üzerine keder verdi ki," Bu cümle, üzerine matuftur. Yani, "Allah, sizin onları yenmenizi engellemesiyle sizi keder ve üzüntü üzerine kederle cezalan­dırdı. Çünkü siz, Allah Rasûlü'ne karşı gelmekle, emrini tutmamakla ona karşı gelmiştiniz ve ona böyle bir acıyı tattirmıştınız. Bunun için de Allah size keder üstüne keder tattırdı. Ya da kat kat üzüntü, çok şiddetli sıkıntı verdi, tasa üzerine tasa getirdi, biri bitmeden diğerini getirdi."

Kısaca Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) öldürüldüğü, yaralandı­ğı, müşriklerin zafer kazandığı haberinin yayılması, kendilerinden öldü­rülenlerin haberlerinin yaygınlaşması, ganimeti elden kaçırmaları, zafer kazanmamaları gibi korku, panik ve dağılma hareketleri hep bu keder cinsinden olan şeylerdir.

"bundan dolayı ne eli­nizden gidenlere ve ne de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz." Yani; bundan böyle tasa ve üzüntü tatmanız hâlinde bir daha elde edemediğiniz çıkar­larınız için ve gelecekte başınıza gelebilecek musibetler bakımından de­neyimli olasınız ki; bir daha aşırı bir hüzne ve üzüntüye kapılmayasınız. Korkularınızın ve endişelerinizin yersiz olduğunu bilesiniz.

"Allah bütün yaptıklarıızdan haberdardır." Amelinizi ve işlediklerinizi Allah bilir. Yaptıklarınızdan hiçbir şey Al­lah'a gizli kalmaz. İşte bu, Allah'a itaate teşvik ve isyandan uzaklaşmaya da bir uyan ve korkutmadır. [229]

 

154 - Sonra o kederin ardından Allah size bir güven (duygusu) ve uyuklama (hâli) indirdi ki; bu, içinizden bir kısmınızı bütünüyle örtmüştü. Bir kısmı ise canlarının derdine düşmüşlerdi. Allah'a karşı haksız yere cahiliye dönemindekine benzer düşüncelere kapılmaya başladılar, "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı. (Ey Muhammed) De ki: "Bütün işler Allah'a aittir." Onlar sana açıklayamadıkları şey­leri içlerinde gizli tutuyorlar. Yine diyorlar ki: "Eğer bu işten bizim bir payımız olsaydı, burada öldürülmezdik." Onlara de ki: "Eğer evle­rinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmeleri (alınlarına) yazılmış olan­lar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden giderlerdi. Allah, gönüllerinizde olanları yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için sizi bu denemelerden geçiriyor. Allah sinelerin özünde olanı çok iyi bilir."

 

"Sonra o kederin ardından Allah size bu güven ve uyuklama hâli indirdi ki; bu, içi­nizden bir kısmınızı bütünüyle Örtüp bürümüştü." Daha sonra Allah mü'minlere güven indirdi, kendilerinde oluşan korkuyu yok etti. Öyle ki; bu güvenden ötürü uyuklamaya başladılar, kendilerini uyku hâli bastı.

Ebu Talha diyor ki: "Biz savaş saflarında bulunuyor olduğumuz hâl­de, hepimizi bir uyuklama bürüdü, Hatta kimimizin elinden kılıcı düşüyor­du da, hemen uyanıp alıyordu, kılıç tekrar düşüyor ve düşen kılıcı yine alı­yorduk."[230]

kelimesi, emniyet ve güven demektir. kelimesi, kelimesinden bedeldir veya Mef ulun bihtir. Fakat, kelimesi de kelimesinden mukaddem hâldir. Tıpkı, gibi. Dolayısıyla ayet esasen şöyle demektedir: "Allah üzerinize güven dolu bir uyuklama indirdi." Çünkü uyuklamanın kendisi güven demek değildir. Burada aynı zamanda, kelimesinin mef ulü leh veya "güven sahibi" anlamında muhataptan hâl olması da caizdir. Ya da, kelimesinin tıpkı kelimesinin, kelimesinin çoğulu olduğu gibi, kelimesinin çoğulu olması da caizdir. yani, uyuklama bürüdü (kapladı), tuttu. Kıraat imamlarından Hamza ve Ali bu ke­limeyi harfiyle ve imaleyle okumuşlardır. Yani, bunu "güven" kıldı.

Bunun manası sizden bir grup, bir cemaat ve yakin sahibi kimseler, demektir.

"Bir kısmı -münafıklar- ise canlarının derdine düşmüşlerdi." Bunlar yalnızca kendilerini ve canlarını nasıl kurta­racaklarını düşünüyorlardı. Bunların din adına bir endişeleri, bir dertleri yoktu. Rasûlullah'ı ve Müslümanları -Allah onlardan razı olsun- dert e-dinmemişlerdi.

"Allah'a karsı haksız yere cahi- dönemindekine benzer düşüncelere kapamaya başladılar." Buradaki  kavli mastar hükmündedir. Yani; "Bu münafıklar hak manadald bir zan ile düşünmeleri gerekirken tam bunun tersi olan ve hak ile ilgisi bulunmayan bir şekilde ve zan ile düşünürler. " Bu da, Allah Rasûlü Hz. Muhammed (Sallâhü Aleyhi ve sellem) yardım etmeme düşün­cesi ve arzusudur.

kavli bir öncesinden bedeldir. Bundan maksat; cahili toplumlara ve dinlere ait düşünce sistemine bağlı bir düşünceye sahip çıkarlar. Ya da cahiliye toplumunun düşünce sistemine bağlı bir düşünce­yi gündeme getirirler. Yani; böyle bir düşünceye başkaları değil, sadece müşrikler, Allah'a ortak koşan cahiller sahip çıkarlar, onlar savunurlar.

"Bu işlen bize bir şey var mı, diyorlardı." Ey Müslüman toplumu, Allah'ın bu emrinde (işinde) bizim bir payımız var mı? Müşrikler böyle bir soru ile Allah'ın yardımını ve düş­manlara üstün gelmeyi soruyorlardı.

"De ki: Bütün işler Allah'a aittir." Yani; yardun, zafer ve üstün gelme işi. Hepsi de Allah'ın dost ve velileri olan mü­minler içindir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

"Doğrunu bizim ordumuz mutlaka üstün gelecektir."[231]

kavli emri tekit içindir. lâfza-i celâli edatının haberidir. kavli mübtedadır, haberi de; lâfza-i celâlidir. Cümlenin kendisi de, edatının haberidir.

Kıraat imamlarından Ebu Amr; lâm harfinin ref iyle, olarak okumuştur.

"Onlar sana açıklayamadıkları şeyleri, içlerinde gizli tutuyorlar." Kılıç ve öldürme korkusuyla açıklaya-mıyorlar.

"Yine diyorlar ki:" O münafıklar senin onlara dediğin, Her  şeyAllah'ın elindedir," sözünü inkâr maksadıyla kendi kendilerine veya birbirlerine şöyle derler:

"Eğer bizim bir pa­yımız olsaydı, burada öldürülmezdik." Yani; iş, Muhammed'in; "Her şey Allah'ın elindedir. " ve Allah'ın dostları içindir, diye söylediği gibi olsay­dı, galip olanlar mutlaka Müslümanlar olurdu, hiçbir zaman biz mağlup olmazdık, dediler. Bu ifadeleri, söz konusu Uhud Savaşında kimi Müslü­manların şehit düşmeleri üzerine söylüyorlardı.

kavli, kavlinin sıfatıdır. kavli de, kavlinin haberidir veya bir başka sıfattır. Ya da hâldir. Yani,

"Bizzat kendileri sandılar ki." demektir. kavli de, kavlinden bedeldir. kavli ise, kavlinden hâldir. kavli de hâl ile zi'lhâl arasında muterize (parantez) cümleşidir. fiili, fiilinden bedeldir ya da istinaf cümlesidir.

"Onlara de ki: «Eğer evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmeleri tak­dir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp gi­derlerdi.»1' Yani; yüce Allah'ın ezeli ilminde sizden eğer bu Uhud Sava­şında öldürülecek olanlar olacak idiyse ve bu da Levh-i Mahfuz'da takdir edilip yazılmış idiyse, sizin bundan kurtuluşunuz asla mümkün olmaya­caktı. Hatta sizler evlerinizde oturuyor olsa idiniz bile yine ölüm gelip sizi bulurdu. Mutlaka sizin kendinizin arasında bir arbede çıkardı ve siz­den üzerine öldürülmeleri takdir edilenler kesinlikle öldürülüp düşecek­leri yerlere gelirlerdi. Yani Uhud'daki düşecekleri yerlere gelirlerdi. Çün­kü; Allah'ın bildiği gerçek mutlaka olacağına varırdı.

Mana şöyledir: "Allah Levh-i Mahfuz'da mü'minlerden kimin öldürü­lüp şehit edileceğini yazmıştır. Buna rağmen galip olanların üstün gelen­lerin de sonuçta onlar olacağını da yazmıştır. İslâm dininin de bütün dinlere üstün geleceğini de bu manada takdir buyurmuştur. Ancak kimi zamanlar­da meydana gelen bir takım yenilgilerin sebebi de onların arındırılmaları içindir, bir tür denemedir."

"Allah, gönül­lerinizde olanları yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için sizi bu denemelerden geçiriyor." Mü'minlerin gönüllerindeki samimiyet ve ihlâsı denemek, ortaya çıkarmak ve onların kalplerindeki şeytanî vesveseyi de arındırmak için bu yollardan geçirip deniyor. Nitekim; bunu yaptı ya da bunları birçok maslahatlar gereği işledi. İmtihan ve deneme için işledi. "Allah sinelerin özünde olanı çok iyi bilir.'3 Yani; orada nelerin gizlenip saklandığını her bakımdan bilir. [232]

 

Meali

 

155. (Uhud'da) iki ordunun (mü'mirilerle müşriklerin) karşı karşı­ya geldikleri gün, içinizden sizi bırakıp kaçanları, işledikleri birtakım yanlışlar yüzünden, şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Yine de Allah on­ları bağışlamıştı. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok şefkatlidir.

156. Ey iman edenler! Sizler, (herhangi bir maksatla) yolculuğa çık­tıkları veya savaşa katıldıkları zaman (ölen) kardeşleri için; "Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler ve öldürülmezlerdi." diyen inkarcı münafık­lar gibi olmayın. Allah (bunu) kendi kalplerinde (onlara karşı) bir hasret (ve üzüntü) yaratmak için (söyletti). Zira canı veren de alan da Allah'tır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

157. (Ey Mü'miriler!) Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz iyi bilin ki; Allah'ın mağfiret ve rahmeti, onların toplayıp biriktirdikle­rinden daha hayırlıdır.

158. Şüphesiz ki, ölseniz de öldürülseniz de, muhakkak ki, hesap için ahirette yalnızca Allah'ın huzurunda toplanacaksınız. [233]

 

Tefsiri

 

155 - (Uhud'da) iki ordunun (mü'minlerle müşriklerin) karşı karşıya geldikleri gün, içinizden sizi bırakıp kaçanları, işledikleri birtakım yanlışlar yüzünden, şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Yi­ne de Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok şefkatlidir.

 

"(Uhud'da) iki ordurtunf mü'minlerle müşriklerin karşı karcıya geldi/deri gün, içinizden sizi bırakıp kaçanları," Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in imanlı ordusu ile Ebu Süfyan'ın müşrik ordusu savaşmak için karşı karşıya geldikleri gün, geri dönenleri "işledikleri bir Lakun yanlışlar yüzünden, şeytan yoldan çıkarmak istemişti." Şeytan kendi­lerini yanlışa çağırmış ve onları bu yanlış yola sürüklemişti. Çünkü; mer­kez noktayı terk etmemeleri emrini almışlardı. Buna rağmen terk ettiler. Allah Rasûlünün orada durup sebat etmeleri emrine rağmen oradan ayrıl­mışlardı.

Burada "Şeytan onları yoldan çıkarmak istemişti. " diye mesele-nin şeytana izafe edilmesi bir lütuf ve bir gerçeği vurgulamak içindir. Ayrıca konuyu, "onların işledikleri" ile irtibatlandırması da bir öğüt ve yola ge­tirmedir, tediptir.                      

Uhud Savaşında Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ashabın­dan sadece on üç kişisi hariç diğerleri savaş alanından ayrılıp uzaklaşmışlardı. Bu zatlar da; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Hz. Talha, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebu Vakkas idiler. Diğerleri de Ensardan idiler.

"Yine de Allah onları bağışlamıştı." Onların hatalanın geçti, görmezden geldi. "Şüphesiz Allah -günahları- çok bağışlayandır, çok şefkatlidir." [234]

 

156 - Ey iman edenler! Sizler, (herhangi bir maksatla) yolculu­ğa çıktıkları veya savaşa katıldıkları zaman (ölen) kardeşleri için; "Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler ve öldürülmezlerdi." di­yen inkarcı münafıklar gibi olmayın. Allah (bunu) kendi kalplerinde (onlara karşı) bir hasret (ve üzüntü) yaratmak için (söyletti). Zira canı veren de alan da Allah'tır. Allah bütün yapıp ettiklerinizi çok iyi görendir.

 

"Ey iman edenler Sizler, herhangi bir maksatla -ticaret veya başka şeyler için- yolculukta veya gazada iken hayatlarını kaybeden -soy veya nifak­ta- kardeşleri için; «Eğer bizim yanımızda, kalsalardı, ölmezler ve öldürül­mezlerdi.» diyen inkâra münafıklar -Abdullah b. Übey b. Selul ve arka­daşları- gibi olmayın."

Ayette geçen, kelimesi, kelimesini çoğuludur. Tıpkı  ve kelimeleri gibi. Gidenlerin bir kısmı ölmüş ve bir kıs-mı da öldürülmüştü. Bunun için de böyle konuşmakta idiler.

"Allah, bu düşünceyi, onların kaza. ve kadere iman etmemeleri ve kaybettikleri yakınları sebebiyle onulmaz

bir yara olsun için gönüllerine yerleştirdi." kavimdeki harfi, kavline mütealliktir. Yani; mana şöyledir:

"Bu ifadeleri kullanan şu adamlar gibi olmayın, onların inandıkları gibi inanmayın. Özellikle Allah, bunun o toplumun gönüllerinde bir üzüntü var etmesini istedi ve sizin gönüllerinizi de bundan kurtardı."

Veya bu harfi, kavline taalluk etmektedir. Bu durum­da ise mana şöyle olur: "Onlar bu ifadeleri söylediler ve böyle inandılar ki; bu, onların kalplerinde bir yara (hasret) oluştursun."

Hasret, sevdiğini ya da sevgiliyi elden kaçırmaya karşı duyulan pişmanlık, nedamet demektir.

Can veren de alan da, Allah'tır" İşte ayetin bu kısmı, münafıkların, "Savaş eceli keser, ecel gelmeden ölüme neden olur." inanç ve düşüncelerini, görüşlerini reddetmektedir. Çünkü her şey Allah'ın elindedir. Kimi zaman yolculuğa çıkanı da, gazaya gideni de ya­şatır, öldürmez. Fakat, Allah bazen de mukim olanı, oturanı, yerinden ay­rılmayanı öldürür. Çünkü bunlar yalnızca Allah'ın elindedir. "Allah, bütün yapıp ettiklerinizi çok iyi görendir." Sizi amel­lerinize göre ya cezalandırır veya ödüllendirir.

Kıraat imamlarından Ibn Kesir, Hamza ve Ali, kelimesi­ni, olarak kıraat etmişlerdir. Yani; "inkarcıların, küfredenle­rin yaptıklarını çok iyi görendir. "[235]

 

157 - (Ey Mü'minler!) Eğer Allah yolunda öldürülür veya bir ölürseniz iyi bilin ki; Allah'ın mağfiret ve rahmeti, onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.

 

"(Ey mü'minler!) Eğer Allah yolıında öldürülür veya ölürseniz."

Kıraat imamlarından Asım dışında Nafi, Hamza Kisai ve Halef kelimesini harfinin kesriyle, olarak okumuşlardır. Bu sure dışında Hafs da onlara tabi olmuştur. Sanki Hafs bu surede, kavliyle, kavli arasında okuma bakımından bir uyum ol­sun istemiş gibidir. Bu imamların dışındakiler ise Kur'an'ın bütününde bunu, olarak zamme ile okumuşlardır. Zamme ile okuyuş, 'dan alınmadır. Kesre ile okuma ise, Man alınma­dır. Tıpkı, gibi. Nitekim; nasıl ki, diyorsan aynen bunun gibi, dersin.

"Allah'ları sizin için olacak olan bir mağfiret ve rahmet, onların toplayıp biriktirdikleri bütün dünyalıklarından daha hayırlıdır." Ayetteki, edatı manasınadır. Aid mahzuftur. Ayette görüldüğü gibi, kıraat imamlarından Hafs, kelimesini aynen olduğu gibi okumuştur. Ancak bunun dışında kalan Na­fi, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Amir, Asım, Hamza ve Kisaî, harfiyle, olarak okumuşlardır. [236]

 

158 - Şüphesiz ki, ölseniz de öldürülseniz de, muhakkak ki, hesap için ahirette yalnızca Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.

 

Rahmeti geniş ve bol olan, sevap ve mükâfat veren, verdiği sevabı oldukça büyük olan Rahim Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.

Burada yüce Allah'ın adının öncelikli olarak yer alması ve O'na bağlı olan harfe lam harfinin gelmiş bulunması, delile ve burhana gerek duymayan önemli bir durumdur. Kasemin (yeminin) cevabıdır. Bu da şartın cevabı yerine geçen bir şeydir. Nitekim, kavli de böyledir.

Münafıklar, yandaşlarından yolculuğa çıkanlar ya da savaşa giden­ler için: "Eğer Medine'de oturup kalmış olsalardı, ölmeyeceklerdi. " di­yorlardı. İşte bu ayet, öncelikle kâfirlerin bu iddialarım reddediyor. Müs­lümanları da böyle düşüncelere sahip olmaktan menediyor. Çünkü; böyle bir inanış, sonuçta cihada katılmamak gibi bir rahatsızlığa sebep olabilir. Sonra Allah onlara şöyle buyuruyor:

"Eğer ölümle ya da Allah yolunda öldürülmekle korktuğunuz hayatın son bulması gerçekleşecekse, unutmayın ki; Allah yolunda ölmek suretiyle elde edeceğiniz mağfiret ve rahmet, sizin dünyada iken elde edip topladık-lorumdan hayırlıdır. Çünkü; dünya ahiret için azık hazırlama yeridir. Kul eğer amaca ulaşırsa, artık bundan böyle herhangi bir azığa da gerek duymayacaktır." [237]

 

 

Meali

 

159. (Ey Muhammedi) Allah'ın bir rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşak davrandm. Şayet sen kavmine kaba ve katı yürekli olsaydın, mutlaka onlar çevrenden dağılıp giderlerdi. O hâlde onları bağışla ve on­lar için Allah'tan mağfiret dile. İşlerinde onlarla istişarede bulun. Kesin olarak bir işe karar verdiğinde de Allah'a (dayanıp) güven. Çünkü Allah (İtendisine dayanıp) güvenenleri sever.

160. Eğer Allah size yardım ederse artık size üstün gelecek (hiçbir kimse ve kuvvet) yoktur. (Ve eğer) bir de sizi yardımsız bırakırsa, Ondan sonra size yardım edecek olan kimdir? İşte bunun içindir ki, mü'minler yalnızca Allah'a dayanıp güvensinler.

161. Hiçbir peygamberin, gizlice ganimet malından alıp ihanet et­mesi söz konusu olamaz. Her kim bu hıyanetliği yaparsa kıyamet günü hıyanetliği ile (aşırdığı şeyin günahını boynunda taşıyarak) gelir. Sonra herkese kazandığı tastamam olarak verilir ve onlar hiçbir haksızlığa uğra­tılmazlar.

162. Hiç Allah'ın rızasına uyanla Allah'ın hışmına (gazabına) uğ­rayan bir olur mu? Allah'ın hışmına (gazabına) uğrayanın yeri cehen­nemdir. Ve orası ne kötü bir varış yeridir.

163. Onlar (insanlar) Allah katında derece derecedirler. Allah onla­rın yaptıklarını çok iyi görmektedir.

164. And olsun ki; Allah mü'minlere, içlerinden bir peygamber göndermekle büyük bit lütufta bulunmuştur. Bu peygamber, onlara Al­lah'ın ayetlerini okur, (onları maddi ve manevi her tür kirden) arındırır, onlara Kitap ve hikmeti (sünneti) öğretir. Oysa onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.

165. (Uhud'da) başınıza gelen bir felâket sebebiyle, "(Biz doğru yolda iken, başımıza bu) nereden geldi?" mi diyorsunuz? Oysa siz bu fe­lâketin iki katını düşmanlarınıza tattırmıştınız. (Ey Peygamber! Onlara) de ki: "Bu felâket, sizin kendinizin kusurudur." Şüphesiz Allah Kadir'dir.

166. İki ordunun karşı karşıya geldiği gün başınıza gelenler, Allah'ın izniyle olup mü'minleri ortaya çıkarmak içindi.

167. Bir de münafık olan kimseleri (meydana çıkarmak içindi). On­lara  (münafıklara): "Gelin Allah yolunda savaşın veya savunmada bulu­nun." denildiğinde; onlar, "Savaş olacağını bilseydik, mutlaka size uyar­dık." dediler. O gün onlar, imandan daha çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Oysa Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir.

168. (O münafıklar,) kardeşleri için: "Eğer bizi dinleselerdi, (sava­şa gidip) öldürülmezlerdi." diyen kimselerdir. (Ey Muhammedi Onlara) de ki: "Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, kendinizden ölümü uzaklaş­tırın bakalım!." [238]

 

Tefsiri

 

159 - (Ey Muhammedi) Allah'ın bir rahmeti sebebiyle sen on­lara yumuşak davrandin. Şayet sen kavmine kaba ve katı yürekli ol­saydın, mutlaka onlar çevrenden dağılıp giderlerdi. O hâlde onları bağışla ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. İşlerinde onlarla istişarede bulun. Kesin olarak bir işe karar verdiğinde de Allah'a (daya­nıp) güven. Çünkü Allah kendisine (dayanıp) güvenenleri sever.

 

"(Ey Muhammedi) Allah'ta senin kalbinde var elliği bir rahmet, sebebiyle sen kavmine yumuşak davrandın." Burada ki edatı mezide olup tekit manasmdadır. Bir de, Rasûlullah'ın kavmine yumuşak davranmasının nedeninin Allah'tan olan bir rah­met sayesinde olduğuna delâlet etmek içindir.

Rahmet: Kişinin sükunetini ve soğukkanlılığına koruması, yumu­şak davranmayı başarması, karşısındakine lütufkâr olmasıdır. İşte Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de sahabesine ve askerlerine böyle davran­mış, onları kendisine bağlamıştır.

"Şayet sen kavmine kaba ve katı yürekli bir kimse olarak davransaydın, mutlaka, onlar çevren­den dağılıp giderlerdi." Hepsi senden uzaklaşıp giderlerdi, yanında onlar­dan bir tek kimseyi bile bulamazdın. hâlde onları ba­ğışla" Onların Uhud gününde sana karşı olan davranışlarını bağışla, gör­mezden gel. "ve onları affetmesi için Allah'tan mağfiret dile." Allah'a karşı yapmaları gereken görevlerindeki kusurlarını bağışlaması için ve onlara karşı şefkatli olduğunu göstermek için Allah'tan bağışlan­malarını iste. "İşlerinde onlarla istişarede bulun." Ya­ni; hakkında sana vahiy gelmemiş olan şeylerde, örneğin savaş ve benze­ri konularda, onlara danış, görüşlerini al ki, gönülleri hoş kalsın, içlerin­de bir ferahlık oluşsun, değerleri yücelmiş olsun. Böylece ümmetin de seni bu gibi konularda örnek edinsinler. Nitekim, bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

''Herhangi bir toplum yoktur ki istişare etmemiş olsunlar, onlar mut­laka işlerinin en doğru olanına sevkedüirler."[239]

Ebu Hureyre'den rivayete göre demiş ki: "Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sdlem)'ın ashabından daha çok istişarede bulunan başka hiçbir kimse görmedim."[240]

"Filan kimseyle istişare yaptım." demek, herhangi bir konuda her ikimiz de görüşlerimizi ortaya koyduk, demektir. Nitekim, demek balı kaynağından, peteğinden çıkarıp aldım, manasınadır.

Bu ayet, aynı zamanda içtihadın caiz olduğuna delâlet ettiği gibi, kıyasın da hüccet/delil olduğunu da açıklamış olmaktadır.

"Kesin olarak bir işe karar verdiğinde de Allah'a dayanıp güven." İstişare yaptıktan sonra ise, eğer bir konuda kesin karara varırsan, vardığın karan uygulamak için kararını en doğru olan yönde kullan. Yoksa meşverete göre değil, kendi kesin kanaat ve kararın ne ise onu uygula. "Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."

Tevekkül, Allah'a dayanıp güvenmektir, işi, gerekeni yaptıktan son­ra Allah'a havale etmektir.

Zinnun Mısrî (v.245/859) şöyle der: "Tevekkül; esbabı aradan çek­mek ve sebepleri kesmektir." [241]

 

160 - Eğer Allah size yardım ederse artık size üstün gelecek (hiçbir kimse ve kuvvet).yoktur. (Ve eğer) bir de sizi yardımsız bıra­kırsa, Ondan sonra size yardım edecek olan kimdir? İşte bunun için­dir ki, mü'minler yalnızca Allah'a dayanıp güvensinler.

 

"Eğer Allah -tıpkı Bedir'de olduğu gibi- size yardım ederse, arlık size üstün gelecek hiçbir kimse ve kuvvet yok-tur." Çünkü Allah yardımı, kuvvet ve zaferi, üstünlüğü kendisinde gör­meyene, kendi gücüne güvenmeyene verir, onlara destek çıkar. Rabbine ve O'nun kudretine yapışıp O'na sığınana imdat eder.

Ve eğer sizi -Uhud Sa­vaşında yardımsız bıraktığı gibi-yardımsız bırakırsa ondan -yenilgiden-sonra size yardım edecek olan kimdir?" Çünkü Allah onlara yardımı bırak­mıştı. Bu, tıpkı, "Artıkfilân kimseden sonra sana kim iyilikte bulunur ki? " ifadesine benzer bir ifadedir. Yani; sen haddini bilmezsen, sana hep yar­dım eden filân kimseyi de yanında bulamazsın, demektir. Bu, her işin Allah'ın elinde olduğu hakkında bir uyarıdır, tembihtir ve Allah'a tevek­kül etmenin gerektiğinin de bir ikazıdır.

'İşle bunun içindir ki; mü'minler, yalnızca Allah'a dayanıp güvensinler." İnananlar güven konusunda Al­lah'tan başkasına yaslanıp durmasınlar, işlerini hep O'na havale etsinler. Çünkü kendileri de bilirler ki; Allah'tan başka onlara bir yardım eden ol­mayacaktır. Kaldı ki; zaten imanları da bunu gerektirir. [242]

 

161 - Hiçbir peygamberin, gizlice ganimet malından alıp iha­net etmesi söz konusu olamaz. Her kim bu hıyanetliği yaparsa kıya­met günü hıyanetliği ile (aşırdığı şeyin günahını boynunda taşıyarak) gelir. Sonra herkese kazandığı tastamam olarak verilir ve onlar hiç­bir haksızlığa uğratılmazlar.

 

"Hiçbir peygamberin, gizlice ganimet malımdan alıp ihanet etmesi söz konusu olamaz."

Kıraat imamlarından Ibn Kesir, Ebu Amr ve Asım, kelime­sini ayette görüldüğü gibi okumuşlardır. Bu da ihanet etmek manasına gelir. Bu kıraat imamlarının dışında kalanlar ise, harfinin dammı ve harfinin de fethasıyla, olarak okumuşlardır.

ve kelimeleri ganimete ihanet etmek, bir şeyi gizlice al­mak, aldatan olarak bulmak ve görmek demektir. Yani; Peygambere böy­le bir şeyi yapması doğru değildir. Yani; peygamberlik görevinin kendisi bizzat böyle bir şeye engeldir. Nitekim, bu kelimeyi meçhul okuyanlar da neticede aynı sonucuna varırlar. Çünkü manası şöyledir:

"Peygamberde böyle bir davranışın varlığı doğru değildir, söz konusu bile olamaz."

Anlatıldığına göre Bedir savaşı gününde, müşriklerin yenilmesi üzerine müşriklerden alınan ganimet mallan arasında bir kadife parçası kaybolur. Bunun üzerine münafıklardan biri;

"Belki de o parçayı Rasûlullah almıştır." diye iftiraya kalkışınca, bu­nun üzerine bu ayet nazil olmuştur. [243]

"Her kim ganimete ihanet ederse kıyamet günü aşırdığı şeyin günahını boynunda taşıyarak gelir." Yani; ça­lıp aşırdığı şeyin aynısını, sırtında taşımak suretiyle mahşer yerine gelir. Nitekim, hadiste de böyle belirtilmiştir.[244]

Ya da çaldığı şeyin günahını ve vebalini yüklenerek mahşer yerine gelir. "Sonra herkese kazandığı tastamam olarak verilir." Yani; ne kazanmışsa ameline göre ya ödül olarak veya ce­za olarak kendisine verilir.

Dikkat edilirse bu ayette geçen, kelimesi, harfiyle geldi, olarak harfiyle gelmedi. Çünkü öyle gelseydi, kavliyle bir mana birliği olabilirdi. Böyle getirmedi ki, mana genel olmuş olsun. Çünkü buradaki gibi, olarak getiril­mesi, genel olsun diyedir. Böylece amel bakımından aldatan ve aldatma­yan herkes manaca burada yer alsın istenmiştir. Dolayısıyla mana bakı­mından onunla i rtib ati andın İmiş oldu. Zira, bu ifade daha uygun ve daha beliğ bir ifadedir. Çünkü aldatma, ihanet bilinince, dolayısıyla ister iyilik işlesin, ister kötülük işlemiş olsun herkes kazancının karşılığını eksiksiz olarak alacaktır. Bu arada bunlar arasında böyle ihanet içinde olanlar da mutlak manada ve kesin olarak onların kaçıp kurtulmaları da mümkün ol­mayacaktır. "Ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar." Yani, herkes kazandığı kadarıyla cezalandınlacaktır. [245]

 

162 - Hiç Allah'ın rızasına uyanla -Muhacirin ve Ensarla- Al­lah'ın hışmına (gazabına) uğrayan -münafık ve kâfirler- bir olur mu? Allah'ın hışmına (gazabına) uğrayanın yeri cehennemdir. Ve orası ne kötü bir varış yeridir -dönüş yeridir-.[246]

 

163 - Onlar (insanlar) Allah katında derece derecedirler. Allah onların yaptıklarını çok iyi görmektedir.

 

"İnsanlar- işledikleri amel bakımından ahireUe Allah kalında derece derecedirler." Yani; insanların kendileri amel bakı­mından nasıl farklılık gösteriyorlarsa dereceleri bakımından da derece derecedirler. Ya da dereceler sahibidirler. Mana şöyle olmaktadır: "Bu insanlardan ödüllendirilmiş olanlarla cezalandırılmış olanların dereceleri farklı farklıdır. Ya da bunların sevap ve ceza bakımından dereceleri bir­birlerinden ayrıdır."

"Allah onların yaptıklarını çok iyi görmek­ledir." Allah onların işledikleri amellerini bilip gördüğü gibi alacakları derecelerini de bilip görmektedir. Dolayısıyla onları işte bu durumlarına ve hesaplarına göre cezalandıracaktır[247].

 

164 - And olsun ki; Allah mü'minlere, içlerinden bir peygam­ber göndermekle büyük bit lütufta bulunmuştur. Bu peygamber, on­lara Allah'ın ayetlerini okur, onları (maddi ve manevi her tür kirden) arındırır, onlara Kitap ve hikmeti (sünneti) öğretir. Oysa onlar bun­dan önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.

 

"Andol­sun ki Allah mü'minlere, içlerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lülufta bulunmuştur." Kavminden Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile beraber olup iman edenlere büyük ikramda bulunmuştur. Özellikle bun­lardan mü'min olanlardan söz etmesinin nedeni, Peygamberin gönderil­mesinden yararlananların bunlar olması sebebiyledir.

"İçlerinden bir peygamber" demekle onların arasından onlar gibi Arap olan biri demektir veya Hz. İsmail (Aleyhi's-Şelâm) soyundan olması sebebiyledir. Çünkü kendileri de o soydan gelmişlerdir. Buradaki minnet ve lütuf ise, peygamberin onların arasından ve içlerinden biri olmasın­dandır. Çünkü dilleri birdir. Dolayısıyla konuşup anlaş ab ilmeleri ve on­dan alıp öğrenmek istedikleri şeyler konusunda gayet kolaylık çekecek­lerdir. Kaldı ki; o peygamberin nasıl bir kimse olduğunu, doğruluk ve gü­venilirlik yönünü de her bakımdan çok iyi bilmektedirler. İşte işin bu yö­nü, ona daha kolay inanmalarını sağlayacaktır ve daha yakinen onu doğ­rulayacaklardır. Kaldı ki; peygamberin kendilerinden bir olması da, onla­ra bir yer ve şeref kazandıracaktır.

Ayrıca; Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kıraatinde, diye okuması da, onların en şereflisi ve saygını, manası vardır.

"Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okur," Kur'an'ı okur. Oysa daha Önce cahiliye döneminde yaşayan bir toplum idiler. Kulakları vahiy duyup dinlememişti.

"onları maddi ve manevi her tür kirden arındırır," Onları iman etmeleri sebebiyle küfür bataklığından, azıp sapmaktan temizler ve­ya onlardan farz olan zekâtı alır.

"onlara Kitap ve hikmeti (sünneti) öğretir. Oysa onlar bundan -Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) peygamber olarak gönderi lmezden- önce -hakkında hiçbir şüphe olmayan- apaçık bir sapıklık -körlük ve cehalet- içinde bu­lunuyorlardı. "

edatı ise, edatının hafifletilmiş şeklidir. kavlindeki harfi de, bununla nefı arasını belirlemek ve ayırdetmek içindir. Takdiri ise şöyledir: "Oysa asıl durum ve mesele onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı." [248]

 

165 - (Uhud'da) başınıza gelen bir felâket sebebiyle, "(IBiz doğ­ru yolda iken, başımıza bu) nereden geldi?" mi diyorsunuz? Oysa siz bu felâketin iki katını düşmanlarınıza tattırmıştmiz. (Ey Peygamber! Onlara) de ki: "Bu felâket, sizin kendinizin kusurudur." Şüphesiz Al­lah Kadirdir.

 

"Basınıza gelen bir felâket sebebiyle, «Biz doğru yolda iken, bağımıza bu nereden geldi?» ini diyorsunuz? Oysa siz bu felâketin iki kalını düşmanlarınıza tattırmış Uruz." Burada söz konusu edilen, Uhud Savaşında ölen yetmiş şehittir. Oysa Bedir savaşında Müslüman taraf olarak siz de kâfirlerden yetmişini öldürmüş ve yetmiş kişilerini de esir almıştınız. kavli kavlinin sıfatı olarak raf mahallinde gelmiştir.

"Ey Peygamber! Onlara de ki: «Bujelâket; sizin kendinizin kusurudur.»" Çünkü Medine'den çıkıp Medine dışında savaşmayı siz kendiniz istediniz Veya terk etmemeniz gereken merkezi (mevzii) kendiniz terk ettiniz de ondan.

edatı, kavliyle mansubdur. kavli de, edalıyla izafet (isim tamlaması) oluşturduğundan dolayı mahallen mecrurdur. Bunun takdiri de şöyledir: "Başınıza felâket geldiğinde siz mi dediniz?"

kavli ise kavlin makulü olması sebebiyle mansubdur. Ayetin başında yer alan hemze ise takrir yani meseleyi tespit ve bir de durumu başlarına vurup uyarmak, dikkatlerini çekmek içindir. harfi de, bu cümleyi daha önce geçen ve Uhud kıssasını aktaran, [249]ayeti üzerine atfolunmuştur. Veya mahzuf olan bir cümle üzerine matuftur. Sanki şöyle deniliyor gibi: "Siz böyle mi yaptınız? Bu takdirde siz şöyle mi dediniz? "

"Şüphesiz Allah Kadirdir." Allah yar-dım edip zafer vermeye kadir olduğu gibi, bunu engellemeye de kadirdir[250].

 

166 - İki ordunun karşı karşıya geldiği gün başınıza gelenler, Allah'ın izniyle olup mü'minleri ortaya çıkarmak içindi.

 

Ayetteki, edatı, manasınadır ve mübtedadır. Yani; mü'minlere ait ordu ile müşriklere ait ordunun karşı karşıya geldiği gün, demektir. Bunu haberi de, kavlidir. Ya­ni: Allah'ın izni ve ilmi ya da bilgisi veya kazası dahilinde olmaktadır. [251]

 

167 - Bir de münafık olan kimseleri (meydana çıkarmak için­di). Onlara (münafıklara); "Gelin Allah yolunda savaşın veya savun­mada bulunun." denildiğinde; onlar, "Savaş olacağını bilseydik, mut­laka size uyardık." dediler. O gün onlar, imandan daha çok küfre ya­kındılar. Onlar, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Oy­sa Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir.

 

"Bir de münafık olan kimseleri meydana çıkar­mak içindi " Nitekim, öyle de olmuştur. Böylece inananlarla münafıkları meydana çıkarmak için. Kısaca berikilerin mü'min kimseler olduğunu di­ğerlerinin de ikiyüzlü münafık kimseler olduğunun ortaya çıkarılması içindir. "O münafıklara: «gelin, Allah yolunda -mü'minlerin savaştığı gibi ahiret için- savaşın veya -ahiret için savaşmayac aks anız kendi canınızı, ailenizi ve mallarınızı ko­rumak için- savunmada bulunun.» denildiğinde"

kavli mübteda ya da giriş olan yeni bir ifadedir. Bir yoruma göre kavli, "Eğer savaşmayacaksanız bari cihat edenlerin gücünü olsun artırmak için sayınızla düşmana karşı savunmaya geçin. Çünkü; sayıca fazla olmak düşmanın psikolojik bakımdan ürküp korkmasına neden olur, bu da mü'minlerin ya da mücahitlerin güç ve kuvvet bakımından üstünlüğü" manasını taşır.

"onlar: «Savaş olacağını bilseydik, mutlaka, size uyardık.» dediler." Yani; savaş olarak adlandırılan şeyin ger­çekte savaş olduğunu bilmiş olsaydık kesinlikle size uyardık. Böyle diye­rek bununla, "Siz savunmakta olduğunuz şeyde ve savaş yapma konusun­da hata ediyorsunuz. Görüşünüz yerinde değildir. Çünkü bunun gibisine savaş adı verilmez. Çünkü savaş demek, kişinin canını tehlikeye atması demektir." İşte münafıkların görüş ve itirazları..

"O gün onlar, imandan daha çok küfre yakındılar." Yani; o gün onlar sureta inanıyor gibi gözüküyor­lardı. Küfürlerinden bir şey sergilemiyorlardı. Çünkü; kendilerinde küf­rün belirtilerini gösteren herhangi bir durum yoktu. Ancak İslâm ordusun­da çözülme başgösterince ve yenilgi, bozgun görülünce işte bu durumla birlikte kendilerinde var olduğu sanılan imandan uzaklaşmaya başladılar ve böylece küfre daha yakın bir hâle gelmiş oldular.

Ya da bunlar yardım ve güç bakımından mü'minlere yakın olmak­tan daha çok küfür ehlime yakın idiler. Çünkü; bunla mü'minlerin safın­dan ayrılıp uzaklaşmakla bir bakıma İslâm ordusunun gücünü zayıflattı­lar ve müşrikleri de takviye etmiş oldular.

"Onlar kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı." Yani; bunlar esas itibariyle kalplerinde var olmayan iman ve benzeri şeyleri varmış gibi dilleriyle söyleyip duru­yorlardı.

Burada onların bu iki yüzlü durumlarını bir de "Ağızlarıyla söylü­yorlardı. " diye ayrıca belirtmesi, konuyu tekidetmek ve pekiştirmek ve bir de mecazı önlemek içindir.

"Oysa Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir " Yani; iki yüzlülüklerini ve münafıklıklarını en iyi bilendir. [252]

 

168 - (O münafıklar,) kardeşleri için: "Eğer bizi dinleselerdi, (savaşa gidip) öldürülmezlerdi." diyen kimselerdir. (Ey Muhammed! On­lara) de ki: "Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, kendinizden ölümü uzaklaştırın bakalım!."

 

"(O münafıklar) kardeşleri için; «Eğer bizi dinleselerdi, (savaşa gidip) öldürülmezlerdi» di­yen kimselerdir." Yani; münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl ve arkadaşları.

kavli, zamirinin takdiriyle mahallen merfudur.

Yani; takdirindedir. Veya bu, kavlindeki harfinden bedel olarak merfudur. Ya da bu, kelimesinin izmariyle mansubdur. Yahut da, kavlinden bedel olarak mansubtur. Veya bu, ya da, kavillerindeki zamirlerden bedel olarak mecrurdur.

Yani Uhud Savaşında öldürülen münafık kardeşleri için, bu gibileri için. Yani; bu münafıklar söylediklerini söyle­diler ama, kendileri de Medine'de oturup savaşa katılmadılar.

Yani; "Eğer bizim kendilerinden istediğimizi, emirlerimizi kardeşlerimiz yerine getirmiş olsalardı ve bize itaat edip Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) a katılmasalardı, İslâm ordusundan ayrıl­mış olsalardı, bizim gibi Medine'de oturup kalsalardı ve bize muvafakat etselerdi, biz bugün nasıl öldürülmemiş isek onlar da bugün öldürülmüş olmayacaklardı."

"(Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, kendinizden ölümü azoldaşlınn bakalım!.»" Yani; kaçmak ve sakınmak eğer kadere bir fayda getirecekse elinizden geleni yapın bakalım. Kısaca ölüme karşı tedbirini­zi gösterin de görelim.

Ya da bunun manası şöyledir: "Habibim onlara de ki: Eğer, siz öldü­rülmeyi, savaşa katılmayıp evlerinizde (Medine'de) oturmakla kendinizden uzaklaştırmak için bir yol bulabilmişseniz, öyleyse kendinizden ölümü uzak­laştırın, bundan böyle Ölmeyin bakalım."

Rivayete göre münafıkların bu sözleri konuşup sarfettikleri günde yetmiş münafık hiç savaşa katılmadıkları hâlde o gün öldü. [253]

 

Meali

 

169. Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Orada rızıklandırılıyorlar.

170. (İşte bu şehitler,) Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği (mükâfatlarla) sevinç ve mutluluk içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmamış (hayatta) olanlara da, "onlar için herhangi bir korku olmadığını ve mahzun da olmayacaklarını müjdelerler.

171. (Yine onlar,) Allah'tan gelecek bir nimeti ve fazlını ve Allah'ın, (salih amel işleyen) mü'minlerin ecirlerini zayi etmeyeceğini müjdelerler.

172. Aldıkları yaraya rağmen Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına ica­bet eden, özellikle içlerinden iyilikte bulunan ve sakınanlar için pek bü­yük bir ecir vardır.

173. (O mü'minler ki,) birtakım kimseler kendilerine: "Doğrusu, (düşmanlarınız olan) insanlar size karşı bir araya geldiler; Onlardan kor­kun" demişlerdi de (bu söz), onların Allah'a olan imanlarını artırdı ve: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir." dediler.

(Nitekim; bu mü'minler, düşmanla karşılaşmak için çıktıktan sonra) kendilerine hiçbir fenalık dokunmaksızın Allah'tan bir nimet ve büyük bir bollukla geri döndüler. (Bu uğurda) Allah'ın rızasına da uygun hareket ettiler. Allah pek büyük lütuf sahibidir.

175. Hiç şüphesiz sizi dostlarıyla korkudan (ürkütmeye çalışan) şey­tandır. Eğer gerçekten inanıyorsanız, onlardan korkmayın, Benden korkun. [254]

 

Tefsiri

 

169 - Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Orada riziklandirilıyorlar.

 

Bu ayet Uhud'da şehit düşenler hakkında nazil olmuştur. kavlini kıraat imamlarından İbn Amir, Hamza, Ali Kisai ve Asım burada görüldüğü gibi okumuşlardır. Bu imamların dışın­dakiler ise, bu kelimeyi harfinin kesresiyle, olarak kıraat etmişlerdir. Burada bununla hitap Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olduğu gibi aynı zamanda herkesedir. Kıraat imamlarından İbn Amir, kelimesini olarak okumuştur.

Söz konusu bu şehitler Allah katında ona yakın olarak yaşayan kim­selerdir. Nasıl ki, dünyada insanlar yiyip içiyorlarsa, onlar da aynen ora­da öyle yiyip içiyorlar.                     

Yeme ve içme ifadelerini Rabbimiz, onların yaşamakta olduklarını teyit etmek için getirmiştir. Allah, orada onlara verdiği rızıkla nimet için­de bulundukları durumu anlatıyor. [255]

 

170 - (İşte bu şehitler,) Allah'ın lütuf ve kereminden kendile­rine verdiği (mükâfatlarla) sevinç ve mutluluk içindedirler. Arkaların­dan henüz kendilerine katılmamış (hayatta) olanlara da, "onlar için herhangi bir korku olmadığını ve mahzun da olmayacaklarını müj­delerler.

 

"(Îşte bu şehitler,) Allah 'in lütuf ve kereminden kendilerine verdiği (mükâfatlarla) sevinç ve mutluluk içindedir­ler. " Bu, Allah'ın onlara şehitliği vermesi, buna muvaffak kılması ve bu­na bağlı olarak Allah'a yakın olmaları ve yaşıyor (diri) olmaları bakımın­dan yüce Allah'ın ayrıca kendilerini başkalarından üstün kılarak ikram ve ihsanda bulunmak suretiyle cennet rızkını ve nimetlerini onlara derhal ik­ram etmesidir. Nitekim; Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyur­maktadır:

"Kardeşleriniz Uhud Savaşında şehit düşünce yüce Allah onların ruh­larını yeşil kuşların kursaklarına yerleştirdi. Kuşlar kendilerini cennet ne­hirlerinin etrafında gezdirip duruyorlar. Cennetin meyvelerinden yiyiyor ve Arş'm altında altundan kandillerde/köşk ve saraylarda barınıyorlar."[256]

Bir diğer yoruma göre bu rızık kıyamet gününde cennette onlara verilecektir. Ancak bu, zayıf bir görüştür. Çünkü; mana âmm (genel) iken bunu ayrıca tahsis etmede (özel bir duruma indirmede) bir yarar yoktur.

"Arkalarından henüz kendilerine kaldmamış (hayatta) olanlara da; 'onlar için herhangi bir korku ve kederin bulunmadığını'' müjdelerler." Yani; henüz öldürülmeyip şehit düşmemiş olan ve hayatta kalıp da arka­larından cihadı sürdüren mücahit kardeşlerine de sevindirici haberi ver­mek isterler. Veya/'henüz kendilerine katılmamış olanlar "dan maksat he­nüz onların derecesine ve eriştikleri faziletli makama erişmemiş olanlar, demektir. İşte bunlara herhangi bir korkunun bulunmadığının müjdesini vermek dilerler. kavli, kavlinden bedeldir. Bunun manası şöyle olmaktadır:

"Kendileri şehit düştükten sonra geride kalan mü'minlerin durumuy­la alâkalı olarak kendilerine açıkça gösterilen ve açıklanan gerçeklerden do­layı sevinmek ve müjdeyi de vermek isterler." Bu sevinç ve müjde olayı, kendilerinin kıyamet gününde yerlerinden kalktıklarında gayet emin ve güvencede olarak diriltilip kaldırılacakları hâlidir. Çünkü yüce Allah on­lara bu müjdeyi bildirmiştir. İşte onlar da bu müjdeden ötürü oldukça mutlu oldukları gibi, kendilerinden sonra gelecek olan mücahit kardeşle­rine de içinde bulundukları bu mutlu durumu haber vermenin sevincini yaşarlar.

Şehitlerin durumunun burada ele alınmış olması ve bu şehitlerin kendilerinden sonra gelecek olanları bundan ötürü müjdelemek istemele­rinin nedeni, gerideki mücahit kardeşlerinin cihat ibadetine daha ciddi bir anlamda sarılmalarım arzulamalarındandır. Bir de, şehitler mertebesine erişmeye onlan teşvik edip özendirmektir. İşte bundan dolayı şehitler ora­da üzüntü de duymayacaklardır. [257]

 

171 - (Yine onlar,) Allah'tan gelecek bir nimeti ve fazlını -Al­lah'ın kendilerine verdiği nimetle ve yine kendilerine sunulan daha fazla ihsanlarla- ve Allah'ın, (salih amel işleyen) mü'minlerin ecirlerini zayi etmeyeceğini müjdelerler.

 

Aksine çok daha fazlasını vereceğinin mutluluğunu yaşarlar. kavli nimet ve fazilet üzerine atfolunmuştur.

Kıraat imamlarından Ali Kisaî, yeni bir cümle kabul ederek, kavlini, hemzenin esresiyle, olarak okumuştur. Cümleyi de muterize, yani parantez cümlesi olarak kabul etmiştir. [258]

 

172 - Aldıkları yaraya rağmen Allah'ın ve Rasûlü'nün çağ­rısına icabet eden, özellikle içlerinden iyilikte bulunan ve sakınanlar için pek büyük bir ecir vardır.

 

"Aldıkları yaraya rağmen Allah'ın ve Rasûlünün çağrısına koşup gelenlere," kavli mübtedadir. Bunun haberi de, kavlidir. Veya bu, kelimesinin sıfatıdır ya da medih olarak mansubdur. cerh, yani yaralama manasınadır.

Anlatıldığına göre Ebu Süfyan ve arkadaşları savaş alanı olan Uhud'dan ayrılıp Ravha denilen yere geldiklerinde ayrılışlarına pişmanlık duyup tekrar dönmek ve savaşı sürdürmek isterler. Ancak onların bu ni­yetleri Rasûlullah (Saiiaüâhu Aleyhi ve Seiiemfa ulaşır. İşte bunun üzerine Ra-sûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onlara gözdağı ve korku vererek onları ür­kütüp uzaklaştırmak ister. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bu maksatla hemen ashabını görevlendirir, Ebu Süfyan'ın peşinden giderek onu ve ar­kadaşlarını izlemelerini söyler. Uhud Savaşında bu maksatla Medine'­den yetmiş sahabi yola çıkar.

Nihayet bunlar Hamrâu'1-Esed denilen yere gelirler. Buranın Medi­ne'ye olan uzaklığı sekiz mil mesafededir. Rasûlullah (Sallaüâhu Aleyhi ve Seiiemfm bu ashabı arasında yaralı olanlar da bulunuyordu. Yüce Allah, Ebu Süfyan ve arkadaşlarını, yani müşrik ordusunun kalbine korku saldı, Tekrar Müslümanların karşısına çıkıp savaşmaktan korkup kaçtılar. Oysa müşrikler sözde galiptiler. Buna rağmen Müslümanlardan, Allah'ın izniy­le, korkup kaçtılar. İşte bu ayet bu olay üzerine nazil olmuştur.

"Özellikle bunların içinde iyilikle bulunan ve sakınanlar için pek büyük bir ecir vardır." Burada edatı Tebyin, yani açıklama içindir. Bu, tıpkı Allah Teâlâ'nın şu ayetinde geçen edatı gibidir. Rabbimiz bu ayette şöyle buyuruyor:

"Allah, onların içinden iman edip salih amel işleyenler için mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir."[259]

Çünkü Allah ve Rasûlünün çağrışma uyanların hepsi de özellikle iyilikte bulunup, emir ve yasaklar doğrultusunda hareket eden ve Allah'­ın azabından sakınan kimselerdir. Yoksa bunlardan bir kısmı böyledir, de­mek değildir. Bu açıdan ahirette bunlar için büyük bir ecir ve mükâfat vardır. [260]

 

173 - (O mü'minler ki,) birtakım kimseler kendilerine: "Doğ­rusu, (düşmanlarınız olan) insanlar size karşı bir araya geldiler; on­lardan korkun" demişlerdi de bu söz, onların Allah'a olan imanla­rını artırdı ve: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir." dediler.

 

"(O mü'minler ki,) bir lakım kimseler kendilerine dediler ki:" Ayetin bu kısmı, kavlinden bedeldir.

"Doğrusu düşmanlarınız olanlar sizin için, büyük bir ordu hazırladılar. Aman ha onlardan korkun/." Anla­tıldığına göre Ebu Süfyan Uhud'dan ayrılacağı sırada Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) a:

"— Ey Muhammed! Seneye Bedir'de karşılaşmak üzere, diye seslenir.

Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de:

— İnşallah, diye karşılık verir. Ertesi sene Ebu Süfyan bu maksatla Mekke halkıyla birlikte yola çıktı, ancak yüce Allah Ebu Süfyan'm kalbi­ne bir korku saldı. Bunun üzerine geri dönmeyi uygun buldu. Ebu Süfyan bu sırada umre ziyaretini yapmak için Mekke'ye gelmiş olan Naim b. Mesud el-Eşcai ile karşılaştı. Ona dedi ki:

— Ey Mesud! Bedir'de buluşmak üzere Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile sözleşmiştik. Ben bundan böyle gitmemeyi, bu işten kurtulmayı düşünüyorum. Medine'ye git, onları böyle bir savaştan alıkoy, sana on deve var"

İşte bu teklif üzerine Naim yola çıkar. Medine'ye geldiğinde onla­rın Bedir'de savaşmak üzere tam anlamıyla hazırlanmış olduklarını gö­rür. Bu durum karşısında Müslümanlara dedi ki:

— Siz onlara karşı mı çıkmak istiyorsunuz? Oysa onlar size karşı, si­zin karşı koyamayacağınız kadar büyük bir ordu hazırlamışlar? Allah'a ye­min ederim ki; onların elinden bir tek kişiniz bile kurtulamaz." Bunun üze­rine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de şöyle buyurdu:

— Allah'a yemin olsun ki, benimle birlikte bir kişi de çıkmasa ben tek başıma onlarla savaşmak üzere çıkacağım! Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yetmiş ashabiyla birlikte yola çıktı ve çıkışlarında hep şöyle diyor­lardı:

— Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.

Nihayet Bedir'e ulaştılar. Burada tam sekiz gece kaldılar. Beraber­lerinde ticaret eşyası da bulunuyordu. Onu orada sattılar. Büyük kâr elde ettiler. Daha sonra elleri dolu olarak kazanç elde ederek Medine'ye bol •imkânlarla ve sağ salim olarak ve herhangi bir savaş olmaksızın geri döndüler.

Ebu Süfyan da Mekke'ye geri döndü. Mekke halkı bundan böyle Ebu Süfyan'm ordusuna, "Karavana/Sevik ordusu" adını verdiler. Mek­ke halkı;

— Siz püre, ezme ve karavana yemek için sefere çıktınız." diye konu­şuyorlardı.[261]

Bu ayette geçen birinci, kelimesinden maksat, Naim b. Mesud el-Eşcai'dir. Ancak kelime mana itibariyle çoğul olsa da bununla belirtilmek istenen tek kişidir. Ya bundan maksat ona tabi olarak engel çıkarmaya çalışan benzer kişilerdir. İkinci, kelimesinden kasıt ise Ebu Süfyan ve arkadaşlarıdır. "Onlardan korkun, onlar­dan uzak durun ha!" demektir.

"İşte bu söz onların Allah'a olan imanlarını artırdı ve:" Yani; "Düşmanlarınız sizin için büyük bir ordu hazırladılar, aman ha onlardan uzak durun." sözü, mü'minlerin imanlarını daha fazla­sıyla artırdı. Kısaca söz konusu olan ifade veya Naim'in verdiği haber, söyledikleri şeyler, mü'minlerin gözünü açmış oldu, gerçeği daha net ola­rak gördüler ve,

"Allah bize yeler. O ne güzel vekil­dir, dediler." Yani; Allah bize kafidir. Her şeye karşı Allah bize yeter, biz sadece O'nun gücüne güveniriz. Nitekim, yeterlilik anlamında olmak üze­re, denir ki; bu, "o şey ona yeter. " demektir. Bu, yeterlilik manasında, demektir. Bunun da delili, "sana yetecek bir adam" demektir. Bu ifade ile nekire (belirsizlik) nite­lenmektedir. Çünkü; buradaki izafet (tamlama) hakiki olmayan bir tamla­madır yani lâfzıdır, marifelik ifade etmez. Çünkü bu, ism-i fail manasınadır. İşlerin kendisine vekâlet olunduğu Allah ne güzeldir. [262]

 

174 - (Nitekim; bu mü'minler, düşmanlarla karşılaşmak için çıktıktan sonra,) kendilerine hiçbir fenalık dokunmaksızin Allah'tan bir nimet ve büyük bir bollukla geri döndüler. (Bu uğurda) Allah'ın rızasına da uygun hareket ettiler. Allah pek büyük lütuf sahibidir.

 

"Nitekim, (bu mü'-minler,) daha sonra, kendilerine hiçbir fenalık dokunmaksızın -düşmanın hile ve tuzaklarından başlarına bir şey gelmeden- Allah'tan bir nimet -Se­lâmet ve düşmandan kurtulmakla- ve büyük bir bollukla -ticarette büyük bir kazançla, bir dirhem kazanç yerine iki dirhem kazançla- sağ salim geri döndüler." Buradaki, kavli, kavlindeki zamirden hâldir. Aynı şekilde, böyledir. Bunun mana yönünden takdir ise şöyledir: "Bedir'den dönerlerken herhangi bir kötülüğe maruz kalmaksızın aynı zamanda büyük bir kar elde ederek geri döndü­ler. " Bu uğurda Allah'ın rızasına da uygun hareket ettiler." Ayetin bu kısmı, kavli üzerine matuftur.

Düşmanın karşısına cesaretle, metanetle, hiçbir geri adım atmaksı-zın çıktılar. "Allah pek büyük lütuf ve kerem sahibi­dir. " Yapmış olduklan şeylerde Allah onlara muvaffakiyet ve basan vere­rek büyük bir üstünlük kazandırdı. [263]

 

175 - Hiç şüphesiz sizi dostlarıyla korkutan (ürkütmeye çalı­şan) şeytandır. Eğer gerçekten inanıyorsanız, onlardan korkmayın, Benden korkun.

 

"Hiç şüphesiz sizi dostlarıyla münafık olan adamlarıyla- korkutup ürkütmeye çalışan şeytandır."

Bu cümledeki, kelimesi, işaret isminin ha-beridir. Yani bu, şöyledir: "Sizi bu işten «geri çevirmek isteyen (ürkütme­ye çalışan)» şeytandır. " Bu ise Ebu Süfyan tarafından on deve verilerek gönderilen Naim ya da Nuaym adındaki kişidir. cümleşi müstenefe (yeni bir) cümledir. Düşmanın şeytanlıklarını açıklamak­tadır. Veya, kelimesi işaret isminin sıfatıdır. Bu durumda, kavli de haberidir.

"Eğer gerçeklen inanıyorsa­nız onlardan -şeytanın dostlan olan kâfirlerden- korkmayın. Benden kor­kun. " Çünkü iman, kula, Allah korkusunu başka tüm korkulara tercih et­mesini sağlar.

Kıraat imamlarından Sehl b. Muhammed ve Yakub b. İshak, hem vasi (geçiş) ve hem vakf (duruş) hâlinde, kelimesinde harfini göstererek, olarak okumuşlardır. Fakat, bu iki imama sadece geçiş, yani vasi hâlinde Ebu Amr muvafakat etmiştir. [264]

 

Meali

 

176. (Ey Muhammedi) inkârda yarışanlar seni üzüntüye düşürme-sinler. Zira; onlar asla Allah'a zarar veremezler. Allah, ahiretten yana on­lara hiçbir nasip bırakmamak ister. Onlar için çok büyük bir azap vardır.

177. Şüphesiz; imanı verip karşılığında küfrü (inkârı) satın alanlar, asla Allah'a zarar veremeyeceklerdir. Onlar için çok elim bir azap vardır.

178. İnkâr edenler, mühlet vermemizi kendileri için daha hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine onlara zaman tanımamız sadece günahla­rını artırmaları içindir. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.

179. Allah, mü'minleri üzerinde bulunduğunuz şu durumda (müna­fıklarla iç içe olmuş hâlde) bırakacak değildir; sonuçta murdar olan ile te­miz olanı ayırt edecektir. Ey iman edenler! Allah size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (ve onu gaybtan haberdar kılar). O hâlde Allah'a ve Rasûlüne iman edin. Eğer iman eder ve sakınırsanız, (bu takdirde) sizin için pek büyük bir ecir vardır.

180. Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeylerde cim­rilik gösterenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Ak­sine bu, onlar için serdir (çok daha kötüdür). Cimrilik ettikleri şeyler kı­yamet günü boyunlarına bir halka olarak dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yapıp ettiklerinizden haberdardır.

181. "Gerçekten Allah fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin söz­lerini muhakkak Allah işitmiştir. Biz onların bu söylediklerini ve hak­sız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağız ve: "Tadın o yakıcı azabı!" diyeceğiz.

182. İşte bu azap, (sizin dünyada iken) kendi ellerinizle işlemiş ol­duğunuz şeylerfin karşılığadır. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.

183. "Doğrusu Allah bize Tevrat'ta, gökten inen ateşin yiyeceği (ya­kıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmama­mız hususunda söz aldı." diyenlere de ki: "Benden önce size, apaçık muci­zelerle ve aynı zamanda bu söylediğiniz mucizeyle nice peygamberler gel­di. Eğer iddianızda doğru kimseler idiyseniz, öyleyse ne diye onları öldür­dünüz?"

184. (Ey Rasûlüm!) Eğer seni yalanladı I arsa, senden önce de apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitaplar getiren nice peygamberler de yalanlanmıştı. [265]

 

Tefsiri

 

176 - (Ey Muhammedi) İnkârda yarışanlar seni üzüntüye düşürmesinler. Zira; onlar asla Allah'a zarar veremezler. Allah, ahiret-ten yana onlara hiçbir nasip bırakmamak ister. Onlar için çok büyük bir azap vardır.

 

"İnkârda yarışanlar seni üzüntüye düşürmesinler."

Kıraat imamlarından İmam Nafi. Enbiya Suresi hariç kavlini Kur'an'ın tamamında olarak okumuştur. Enbiya Sü­resindeki ayeti kerimede ise şöyledir:[266]

Yani; "Sana zarar vermeleri korkusu, seni üzüntüye, kedere düşür­mesin. " Görmez misin bak yüce Allah ne buyuruyor:

"Çünkü; onlar asla Allah'a -Allah'ın dostlarına- zarar veremezler," Yani; onlar küfürde yarışırlarken sadece kendilerine zarar verirler. Bundan dolayı doğacak vebal onların kendi­lerine dönecektir, başkasına değil. Nitekim, yüce Allah şu kavliyle de on­ların işlediklerinin vebalinin kendilerine döneceğini ve onlara ait olaca­ğını şöyle açıklıyor:

"Allah ahiretten yana onlara hiçbir nasip bırakmamak ister. Onlar için -sevaba kar­şılık- çok büyük bir azap vardır." İşte bu ifade, bir kimsenin kendi kendi­ne verdiği zararı daha net olarak ortaya koymaktadır.

Ayrıca bu ayet, küfür ve masiyetlerin de kişinin iradesine bağlı şey­ler olduğunun delilidir. Çünkü; bu kimseler iradelerini, tercihlerini seçim­lerini ahirette kendileri için bir sevap olmaması yönünde kullanmışlardır. Dolayısıyla küfür ve masiyetleri iradeleri dışında olan bir şey değildir. [267]

 

177 - Şüphesiz İmanı verip karşılığında küfrü (inkârı) satın alan­lar, -imanı küfürle değiştirenler- asla Allah'a -hiçbir şekilde ve hiçbir şeyde- zarar veremeyeceklerdir. Onlar için çok elim bir azap vardır.

 

Bu ayetteki, kelimesi mastar olarak mansubdur.

Bundan önce geçen ayet, savaştan geri kalmak suretiyle cihada ka­tılmayan münafıklar hakkındadır. Veya İslâm'dan dönen mürtedlerle alâ­kalıdır. İkinci ayet ise bütün kâfirlerle alâkalıdır veya birincisi tüm kâfir­lerle alâkalıdır, bu ayet ise ötekilerle ilgilidir. [268]

 

178 - İnkâr edenler, mühlet vermemizi kendileri için daha ha­yırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine onlara zaman tanımamız sadece günahlarını artırmaları içindir. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.

 

İnkar eden­ler, mühlet ver/nemizi kendileri için daha hayırlı olduğunu sanmasınlar." Bu ayetten sonra gelen üç ayet daha, kavlindeki harfini ötreli olarak okumakla birlikte harfiyle olarak okunmaktadır. Bu kıraat, îbn Kesir ve Amr'ın kıraatidir. Ancak kıraat imamlarından Hamza bunların hepsini harfi yerine harfiyle, olarak kıraat etmiştir. Nafı, Ebu Cafer ve İbn Amir bunların tamamını harfiyle kıraat etmişlerdir. Ancak İbn Amir, Al-i İmran, 188. ayetindeki bu kelimeyi harfiyle, olarak okumuş­tur. Diğerleri ise ilk ikisini harfiyle, son ikisini de, harfiyle okumuşlardır.

kavli, kelimesini ile okuyanlara göre merfudur. Yani; "kâfirler sanmasınlar ki" demektir.

kavlindeki, edatı ismi ve ha­beriyle beraber, kelimesinin iki mef'ulü yerin dedir! er. Bunun mana bakımından takdiri şöyledir: "Kâfir olanlar, bizim onlara mühlet ver­memizin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar."

'daki edatı, mastariyedir. Dolayısıyla yazım tekniğine uygun olarak bu 'nın ayrı olarak yazılması gerekir. Ancak bu keli­me, İmam olarak kabul edilen Hz. Osman (Radıyallahu Anh) Mushaf ında, şeklinde bitişik olarak yazılmıştır.

Bu kelimeyi harfiyle, olarak okuyanlar açısından da, kavli mansubdur. Buna göre manası şöyle olur: "Kâ­firlere mühlet vermemizi, onlar için hayırlı olduğunu sanma. "

kavli, kâfirlerden bedeldir. Yani; "Bizim kâfirlere mühlet vermemizi onlar için hayırlı olduğunu sanma:" edatı isim ve haberiyle beraber iki mef ul yerine geçmektedirler. "İmlâ" demek, onlara mühlet verilmesi, süre ve zaman tanın­ması demektir, ömürlerinin uzun kılınmasıdır.

"Aksine onlara zaman tanımamız sa­dece günahlarını artırmaları içindir." İşte buradaki, kelimesinin yazı tekniği bakımından bitişik yazılması gerekir. Çünkü bu kelime birin­ciye göre farklıdır ve bu, edatı mâ-i kâffedir. Ayrıca bu, cümle ola­rak yeni bir cümle (müstenefe)dir. Bir önce geçen cümleyi sebep yönün­den açıklamaktadır. Sanki şöyle denir gibi: "Neden onlar bu süreyi ken­dileri için hayırlı olarak sanmasınlar?" Bunun üzerine şöyle cevap veri­liyor: "Aksine onlara zaman tanımamız sadece günahlarını artırmaları içindir." Aslah olan yani en iyiyi yaratma ve masiyet işlemenin de irade ile olduğu meselesinde bu ayet Mutezilenin aleyhine ve bizim de lehimi­ze olmak üzere bizim için bir delildir.

"Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır." [269]

 

179 - Allah, mü'minleri üzerinde bulunduğunuz şu durumda (münafıklarla iç içe olmuş hâlde) bırakacak değildir; sonuçta murdar olan ile temiz olanı ayırt edecektir. Ey iman edenler! Allah size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini se­çer (ve onu gaybtan haberdar kılar). O hâlde Allah'a ve Rasûlüne iman edin. Eğer iman eder ve sakınırsanız, bu takdirde sizin için pek bü­yük bir ecir vardır.

 

"Allah, mü'minleri, üzerinde bulunduğunuz şu durumda (münafıklarla içice olmuş hâlde) bıra­kacak değildir;'' Yani; samimi, ihlâs sahibi ve dürüst olan mü'minlerle münafıkları birbirine karışmış, biri ötekisinden ayırt edilemez bir durum­da bırakacak değildir. kelimesindeki harfi, nefyi yani olumsuzluğu tekit (pekiştirmek) içindir.

"Sonuçla, murdar olan ile tertemiz olara ayırt edecektir." Yani, böylece ikiyüzlü münafık kimse ile samimi, dürüst ve ihlâs sahibi mü'min olan kimse ortaya çıkıp anlaşılmış osun. kelimesini kıraat imamlarından Hamza ve Ali, olarak kıraat etmişlerdir. yani "siz" kelimesindeki muhatap ifade; tasdik eden halis müzminlerle münafıklara yöneliktir. Sanki burada şöyle denir gibidir:

"Allah, içinizden samimi ve dürüst olan mü'minlerle, kiminizin kimi münafıklarla içli dışlı olan hâli ortaya çıkıp anlaşılana dek bırakacak değil­dir ki, böylece Allah'ın peygamberine göndereceği vahiy yoluyla ve durum­larınızı bildirmekle onlarla sizin durumunuz meydana çıkıp anlaşılabilsin,"

"Ey iman edenler! Allah size gayot bildirecek değildir." Yüce Allah sizden herhangi birinizi gayb, yani bilinemeze ait ilimlere sizi vakıf kılacak değildir. Dolayısıyla Allah Ra-sûlünün size herhangi bir kimsenin münafık olduğunu bildirmesine, biri­nin de samimi ve ihlâs sahibi olduğunu söylemesine yanlış bir anlam ve­rerek bakmayın, hatalı bir değerlendiremeye girişmeyin. Çünkü yüce Al­lah kalplerde var olan gizli şeyleri ona bildirerek peygamberini bu konu­da bilgilendirmektedir. Böylece Peygamber birinin küfründen bilgi verir­ken, diğerinin de imanından haber verebiliyor.

"Fakat Allah, peygamberle-tinden dilediğini seçer ve onu gaybtan haberdar kılar." Yani; ancak Allah peygamber gönderir ve ona vahyeder ve bu yoldan gayb âleminde şu şey­ler şöyle ve şöyledir, diye bilgi ve haber getirir. Buna bağlı olarak da, "fi­lan kimsenin kalbinde münafıklık vardır, filan kimsenin gönlünde ise dü­rüstlük, ihlâs ve samimiyet vardır. " diye ümmetini, inananlarını haberdar kılar. Peygamberin verdiği bu türden haberler, onun kendi kafasından de­ğil bizzat yüce Allah'ın ona bildirmesiyle olmaktadır.

Bu ayet Batıni görüşe sahip olanlar aleyhine bizim için delildir. Çünkü Batıniler, imamlarının da bu ilme sahip olduğunu ileri sürmekte­dirler. Eğer böyle bir kimsenin peygamberliği sabit değilse, dolayısıyla eldeki bu nassa (delile) aykırı hareket ediyorlar, demektir. Zira Batıniler rasûl olmayanın da gayba ait bilgileri bileceğini iddia ediyorlar. Eğer böyle biri için peygamber olduğunu ileri sürerlerse bu takdirde bu nassın dışında bir başka nassa da aykın davranmış olurlar. Bu ise, "peygamberle­rin sonuncusu" manasında olan,[270] ayetine aykırıdır.

"O hâlde Al­lah'a ve Rasûlüne -ihlâs ile- iman edin, Eğer iman eder ve —nifaktan- sakı­nırsanız, bu takdirde sizin için — ahirette— pek büyük bir ecir vardır."

Şimdi tefsirini okuyacağımız ayet zekâta karşı çıkan ve mani olan kimseler hakkında nazil olmuştur. [271]

 

180 - Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeyler­de cimrilik gösterenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu san­masınlar. Aksine bu, onlar için serdir (çok daha kötüdür). Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü boyunlarına bir halka olarak dolana­caktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yapıp ettik­lerinizden haberdardır.

 

Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar." Buradaki, kelimesini, harfiyle, olarak okuyanlar buraya bir tane mahzuf muzaf takdir etmektedirler. Yani, "cimrilerin cimriliğini.... sanma" demektir. zamiri, fasl zamiridir. kavli burada ikinci mef uldür.

Nitekim; bu kelimeyi, olarak harfiyle okuyanlar, bu kelimenin failini (öznesini) Allah Rasûlü'ne veya herhangi birine raci zamiri olarak değerlendiriyorlar. Kimisi de bu kelimenin failini, kavlini kabul ediyorlar. Bu durumda cümlenin takdiri şöyledir: "Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeyleri Allah yolunda harcamayıp cimrilik gösterenler" in cimriliklerinin "kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar."

zamiri, fasl zamiridir. kavli de ikinci mef uldür.

"Aksine bu, onlar için serdir (çok daha kötüdür)." Çünkü mal ve varlıkları pek yakın bir gelecekte kendilerinden yok ola­caktır. Dolayısıyla ellerinde sadece cimrilikleri sebebiyle kazandıkları veballeri kalacaktır. "Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü boyunlarına bir halka olarak dolanacaktır." Ayetin bu kısmı, kavlini tefsiridir. Yani; hakkını ve zekâtını vermedikleri, menettikleri mallan, yarın kıyamet günüde bir halka şeklin­de boyunlarına dolanacaktır. Nitekim; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Kim malının zekâtını vermezse o mal tüysüz ve iki dişi olan çok ze­hirli bir erkek yılan hâline gelir, o şahsın boynuna dolanır, ona durmadan sokarak onu böylece cehennem ateşine sürükler." [272]

"Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır." Gök ve yer ehlinin miras yoluyla buralardan elde ettikleri mal ve başka şeylerin tamamı Allah'a aittir. Onlara ne oluyor ki; Allah'ın mül­künde onun malında cimrilik ediyor ve bu malı Allah yolunda harcamı­yorlar?

"miras" kelimesinin aslı olup, makabli meksur olduğun­dan burada harfi harfine dönüştürülmüştür.

"Allah bütün yapıp etliklerinizden haberdar­dır." Kıraat imamlarından İbn Kesir ve Ebu Amr, kelimesini harfiyle, olarak okumuşlardır. harfiyle okumak ise, iltifat yoluyladır. Bu tehdit ve uyarı bakımından çok daha etkilidir. An­cak harfiyle okumak ise zahire göredir. [273]

 

181 - "Gerçekten Allah fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin sözlerini muhakkak Allah işitmiştir. Biz onların bu söylediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağız ve: "Tadın o ya­kıcı azabı!" diyeceğiz.

 

"«Gerçeklen Allah fakirdir, biz ise zenginiz.» diyenlerin sözlerini muhakkak Allah is it­miştir. " Bu ifadeyi Yahudiler,

"Var mıdır Allah'a güzel bir ödünç verecek bir kimse?[274]

mealindeki ayeti dinlediklerinde söylemişlerdi. Demişlerdi ki:

"Muhammed'in Rabbı bizden ödünç istiyor. Bu takdirde biz zenginiz, Allah fakirdir."

"Allah, onu işitmiştir. " demenin manası, "Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Allah ona uygun bir ceza hazırlamıştır. "Biz onların bu söylediklerini....amel defterle­rine yazacağız." Yani; biz hafaza meleklerine, onların söylediklerini def­tere yazmalarını emredeceğiz. Ya da onları muhafaza edeceğiz. Çünkü; yazma işi, insanların yapageldiklerini muhafaza edeceğiz, demektir. Bu ifade mecazi bir mana olarak isimlendirilmiştir.

edatı ise burada mastariyedir ve bu, manasınadır.

"... halisiz yere peygamberleri Ö Idürmelerini,yazacağız ve ..." Ayetin bu kısmı, edatı üzerine matuftur. Pey­gamberlerin öldürülmesi olayını bunu bir karinesi kılıyor ve burada her iki olayın da büyük günah olması bakımından eşit manadadırlar. Çünkü; Allah'ın peygamberlerini öldürenler, böyle bir sözü söylemekten de geri durmazlar, buna da çekinmeden kalkışabilirler. kıyamet gününde onlara "Tadın o yakıcı azabı, diyeceğiz." Siz Müslümanları nasıl üzüp kedere boğmuşsanız, şimdi de siz cehennem ateşini tadın.

İmam Dahhak diyor ki:

"Cehennem bekçileri bu sözü onlara söyleyecekler. Bunun yüce Allah'a izafe olunmasının sebebi, bu emri verenin yüce Allah olması sebebiyledir." Nitekim; Rabbimizin, "yazacağız" kavli de böyledir.

Kıraat imamlanndan Hamza, diye okudu. [275]

 

182 - İşte bu azap, sizin dünyada iken kendi ellerinizle işle­miş olduğunuz şeylerin karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.

 

bir önceki ayette anlatılan cezalandırma olayına işaret etmektedir. İşte bu azap sizin daha Önce işlemiş oldu-ğunuz küfür ve measi sebebiyledir. Meselenin, kelimesine izafesi, şundan dolayıdır. Yapılan işlerin çoğunun el ile yapılmasından dolayıdır. Dolayısıyla yapılan her iş genelde el ile işlendiğinden bunun (diğer azala­ra) galebe çalması nedeniyledir. Nitekim; herhangi bir şeyi emrederken, bunu işleyen ya da yapan için bunun faili diye ad verilir, "ellerin" ayette zikredilmesi tahkik içindir. Yani; bizzat kendisinin emriyle kendisi yaptı, başkası değil.

Çünkü; Allah kullarına zulmetmez ve herhangi bir suç işlemeden de onları cezalandırmaz. [276]

 

183 - "Doğrusu Allah bize Tevrat'ta, gökten inen ateşin yiye­ceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamız hususunda söz aldı." diyenlere de ki: "Benden Önce size, apaçık mucizelerle ve aynı zamanda bu söylediğiniz mucizeyle nice peygamberler geldi. Eğer iddianızda doğru kimseler idiyseniz, öyleyse ne diye onları öldürdünüz?"

 

"Doğrusu, Allah bize Tevrat'la, gökten inen ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanma/namız hususunda söz aldı, diyenlere" Bu ayette geçen, kavli daha önçeki ayette geçen, kavlinden bedel olarak cer mahallinde gelmiştir. Ya da bu, fiilinin izmariyle mansubdur. Ya da bu, zamirinin izmariyle merfudur.

Allah bize Tevrat'ta emretti, bize tavsiye etti. Yani; Allah'a bir kurban adayacak, bu arada gökten bir ateş inerek o kurbanı yiyecek (yakıp kor hâline getirecektir. Eğer sen bize bunu getirirsen biz de seni tasdik ederiz.

İşte onların bu sözleri, batıl birtakım boş sözlerden ibarettir. Al­lah'a bir iftirada bulunmaktır. Çünkü; ateşin kurbanı yemesi meselesi on­ların, o olayı getirip gösterene iman etmeleri için bir sebep oluşturacak­tır. Ancak bu da bir mucizedir. Ve diğer mucizelerle bu da aynı derecede bir mucizedir. Ayrıca bir de bunu istemenin hiç bir manası yoktur.

"De ki: Benden Önce size, -kurban dışında- apaçık mucizelerle ve aynı zamanda bu söyle­diğiniz -kurban ile- mucizeyle nice peygamberler geldi." Yani; sizinde aynı dinde olduğunuz sizden önce geçen dindaşlarınıza ve milletinize de bunlar gelmişti. Nitekim; siz de onların işledikleri fiillerinden memnun bu­lunmaktasınız.

"Eğer iddianızda doğru kimseler idiyseniz, öyleyse ne diye onları öldürdünüz?" Eğer iman etmemenizin ge­rekçesi bu söyledikleriniz ise, o hâlde onların size getirdiklerine neden i-man etmediniz? Ve niçin onları öldürdünüz? Gerçekten, "Bizim iman etmemizi geciktirme sebebimiz budur." sözlerinizde dürüst ve samimi i-dıysenız, buyurun. [277]

 

184 - (Ey Rasûlüm!) Eğer seni yalanladılarsa, senden önce de apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygam­berler de yalanlanmıştı.

Eğer Yahudiler seni yalanladılarsa, bu seni sıkıntıya sokmasın. Çünkü senden önce geçen milletler de peygamberlerine aynı şekilde dav­ranmışlardır. Onlar da apaçık mucizelerle, kitaplarla ve sahifelerle, ayrıca aydınlatıcı kitapla geldiler.

kelimesi kelimesinin çoğuludur. Bu ise, ke­limesinden alınmadır. Bu da yazmak manasınadır. Kitap ise bütün ilâhi kitaplar* demektir. ise aydınlatma anlamındadır. Söylendiğine göre her ikisi de esasen birdir. Fakat sadece iki vasfın farklı olması nede­niyle burada ikisi de verilmiştir.

Zebur ise; ilâhi bir kitap olup bunda zecri tedbirler ve ağır cezayı içeren hükümler vardır. ise doğru yolu gösteren, hidayete erdiren kitap demektir. [278]

 

Meali

 

185 . Her nefis ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü, (iyi ya da kö­tü) yaptıklarınızın karşılığı size tastamam olarak verilecektir. Kim cehen­nem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa o, muhakkak kurtuluşa ermiş­tir. Bu dünya hayatı, aldatıcı (geçici) şeylerden başka bir şey değildir.

186. And olsun ki; siz mutlaka mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; ister sizden Önce kendilerine kitap verilenlerden, ister Allah'a ortak koşanlardan olsun, sizi oldukça rahatsız eden sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder, (Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda) sakınırsanız, işte bu (davranış, üzerinde kararlılıkla durulması gereken) önemli işlerdendir,

187. Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "(Kitaplarında yer alan tüm hükümleri) mutlaka insanlara açıklayacak ve onu gizlemeye­ceksiniz." diyerek söz almıştı. Fakat onlar bunu kulak ardı edip umursama-dılar ve az bir dünyalığa sattılar. Yaptıkları alış veriş ne kadar da kötü!

188. (Ey Muhammedi) Yaptıklarıyla sevinen ve yapmadıklarıyla da övülmeyi isteyen kimselerin azaptan kurtulacaklarını sanma! Onlar için elem verici bir azap vardır.

189. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, her şeye güç ye­ti rendir. [279]

 

Tefsiri

 

185 - Her nefis ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü, (iyi ya da kötü) yaptıklarınızın karşılığı size tastamam olarak verilecektir. Kim cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa o, muhak­kak kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı, aldatıcı (geçici) şeylerden başka bir şey değildir.

 

"Her nefis ölümü tadacaktır." Burada, kavli mübtedadır. kavli de bunun haberidir. Eğer kelime mana bakımından genellik (umum) ifade ediyorsa bu takdirde nek­re (belirsiz) olan bir kelimeyle giriş yapmak caiz olur. Mana ise şöyledir:

"Salkın onların seni yalanlamaları, seni üzmesin. Çünkü, sonuçta in­sanların dönüp huzura gelecekleri Benim. Dolayısıyla seni yalanlamaların­dan ötürü onları cezalandıracağım gibi, seni de sabrettiğin için mükâfatlan­dıracağım. "

İşte bu, "Ancak kıyamet günü, iyi ya da kötü yaptıklarınızın karşılığı size taslamam olarak verilecektir." Aye­tinin belirttiği manadır. Yani; kıyamet gününde işlediklerinizin sevabı ek­siksiz olarak size verilecektir. Çünkü; dünya ödüllendirme veya cezalan­dırma yurdu değildir. "Kim cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa, o mutlak kurtulu­şa ermiştir."

Ayette geçen, uzak oldu. kelimesi ise uzaklaş­tırmak manasınadır. Hayrı kazandı, demektir. Bir yoruma göre, "Bu kimse için mutlak manada kurtuluş meydana gelmiştir. " demektir.

Nitekim; fevz: "Sevgiliye, sevilen ve arzulanan şeye ka­vuşmak, onu elde etmek, arzulanmayan ve istenmeyen şeyden de uzak ol­mak. " demektir.

''Bu dünya hayalı, aldatıcı geçici şeylerden başka bir şey değildir." Dikkat edilirse bu ayette dünya, pazarda satış için getirilen ayıplı bir malın ayıbının gizlenerek iyi ve değerli imiş süsü verilerek satılıp ve fakat sonradan ayıbı anlaşılınca bir hiç olan eşya­ya benzetilmiştir. İşte burada asıl aldatan hileci düzenbaz olan şeytandır.

Said b. Cubeyr'den rivayet olunmuştur, demiş ki: "Bu ayet, dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler içindir. Fakat her kim de dünya ile ahiret hayatını kazanmak istiyorsa, bu takdirde dünya, kişiyi ahirete ulaş-üran bir eşya yani metadır."

Tabiinden olan Hasan Basri ise şöyle demiştir: "Dünya, tıpkı sonuç­ta insanın elinde bir şey bırakmayan yeşil bitki ve çocukların oyun ve eğlen­cesine benzer. Çünkü; yeşillik kurur, oyun da son bulur." [280]

 

186 - And olsun ki; siz mutlaka mallarınız ve canlarınız ko­nusunda imtihana çekileceksiniz; ister sizden önce kendilerine kitap verilenlerden, ister Allah'a ortak koşanlardan olsun, sizi oldukça ra­hatsız eden sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder, (Allah'ın emir ve ya­sakları doğrultusunda) sakınırsanız, işte bu (davranış, üzerinde kararlı­lıkla durulması gereken) önemli işlerdendir.

 

"And olsun ki; siz, mutlaka inalla-rınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz;7' Allah'a yemin ol­sun ki, sizler malınızı Allah yolunda harcadınız mı, harcamadınız mı bu konuda deneneceğiniz gibi malınıza gelen birtakım âfetlerle de imtihan olunacaksınız. Ayrıca Öldürülmek, esir düşmek, yaralanmak gibi husus­larda canınızla da imtihan olunacaksınız. Hatta buna benzer daha farklı ve çeşitli felâketlerle de imtihan geçireceksiniz.

Bu ayette geçen, kelimesi görülmeyen ve içte olan can (ruh) olmayıp görülen beden olduğunu gösteriyor. Bu açıdan ayet bunun için bir delildir. Yoksa birtakım filozofların ileri sürdükleri gibi görülme­yen can demek değildir. Nitekim; bu gerçek, "Şerhu'l-Te'vilat" adlı eser­de de aynen böyle ele alınmıştır.

"ister sizden önce kendilerine kitap verilenlerden -Yahudi ve Hıristiyanlardan-, ister Allah'a ortak koşanlardan olsun, sizi oldukça rahatsız eden sözler işiteceksiniz." Örneğin; dininize dil uzatmaları ve iman etmek isteyenlerin iman etmelerini engellemeleri ve iman etmiş olanları da hata­lı yoldadır, diye göstermeleri ve benzeri şeyler gibi.

"Eğer -onların ezaları­na- sabreder, Allah'ın emir ve yasaklan doğrultusunda -hareket eder ve Allah'ın emirlerine karşı gelmekten- sakınırsanız, işte bu davranış, üzerinde karaıiıhkla durulması gereken önemli işlerdendir." Yani; bu manada kararlılık önemli meselelerdendir, kısaca üzerinde durulması gereken iş­lerdendir.

Burada böylece mü'minlere seslenilmesi, ileride başlarına gelebile­cek bu türden olaylar karşısında hazırlıklı olsunlar ve şiddete, musibet­lere karşı sabır göstersinler, diyedir. Böyle bir durumda paniğe kapılma­sınlar, geri adım atmasınlar, ürkmesinler içindir. [281]

 

187 - Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "(Kitap­larında yer alan tüm hükümleri) mutlaka insanlara açıklayacak ve onu gizlemeyeceksiniz." diyerek söz almıştı. Fakat onlar bunu kulak ardı edip umursamadılar ve az bir dünyalığa sattılar. Yaptıkları ahş veriş ne kadar da kötü!

 

"Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden, «Kitaplarında yer alan tüm hükümleri mutlaka insanlara açıklayacak ve onu -insanlardan— gizlemeye­ceksiniz.» diyerek söz almıştı." İşte yüce Allah'ın onlardan söz aldığı za­manı bir hatırla. kelimesi harfiyle muhatap kipi olarak gelmiştir. Bunun sebebi, onlara hitap olayını hikaye etmiş olma­sındandır. Nitekim; benzer durum, Allah Teâlâ'nın şu kavlinde de şöyle geçmektedir:

"Biz, Kitap'ta (Tevrat'ta) İsrailoğullarına: «Sizler, yeryüzünde iki defa fesat (bozgunculuk) çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız.» diye bildirdik,"[282]

Bu ayetteki, kelimesi ile, kelimesi buna örnektirler.

Kıraat imamlarından^ İbn Kesir, Ebu Amr ve Ebu Bekir, kavlini olarak harfiyle okumuşlardır. Çünkü bunlar gaiptirler. Zamir ise kitaba racidir.

Yüce Allah burada Kitabın (yani Tevrat'ın) açıklanmasının mutlak manada gerektiği ve farz olduğu gerçeğini belirttiği gibi, aynı şekilde onu gizlemekten de kaçınmalarını farz kılmıştır.

"Fakat onlar bunu kulak ardı edip umursamadılar Misakı, verdikleri sözü terk ettiler. Kendilerinden alınan ke­sin sözü tutmadılar. Yani; sözlerine riayet etmediler, ona iltifat dahi et­mediler.

yani "arkalarına atmak" demek, bir şeye değer vermemekten, önemsememekten bir özlü sözdür. Bunun için gerekli ça­lışmayı yapmayıp terk etmek manasınadır.

Burası, ilim adamlarının halka hakkı yalın olarak ve saklamadan, tüm gerçekleriyle anlatmalarının vacip (farz) olduğu konusunda bir delil­dir. İlim adamları, bildikleri gerçekleri mutlaka halka anlatmak zorunda­lar. Kötü bir gaye için ve zalimlere kolaylık sağlamak maksadıyla ya da bazı kimseleri hoş tutmak ve memnun etmek için hareket etmemeliler, gerçekleri saklamamahdırlar. Aynı zamanda kendisine bir menfaat sağla­mak veya kendisine bir zarar gelecek düşüncesiyle yahut da sırf başkala­rına bilgi vermemek, başkalarının Öğrenmelerini istememek düşüncesiyle ilmi saklaması, öğretmemesi doğru değildir. Çünkü; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Kim, ehil olan birinden ilmi saklarsa (öğretmezse), Allah ateşten bir gem ile ağzına gem vurur.[283]

"ve az bir dünyalığa -ba­sit bir çıkara karşılık- sallılar. Yaptıkları alışveriş ne kadar da kötü." [284]

 

188 - (Ey Muhammedi) Yaptıklarıyla sevinen ve yapmadıklarıyla da övülmeyi isteyen kimselerin azaptan kurtulacaklarını san­ma! Onlar için elem verici bir azap vardır.

 

"Ey Muhammedi Halkı saplırarak yaptıklarıyla sevinen ve yapmadıklarıyla da övülmeyi isleyen kimselerin azaptan kurtulacaklarını sanma!" Burada, fiilindeki hitap Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)dır. Bunun iki mef ullerinden biri, kavlidir. İkinci meful ise, kelimesidir.

"Sakın ha azaptan kurtulacakla­rını sanmayasınf" Ancak buradaki, kavli tekit içindir. Bu, "Sakın ha onların kurtulacaklarını sanmayasın. " takdirindedir. Bu­rada, kavli yaptılar, işlediler, demektir. Bu kıraat Übey b. Kab'ın kıraatidir. Bu aynı zamanda, olarak da zikredilmiştir. Her ikisi de "işledi/yaptı" manasınadırlar. Yüce Rabbimiz şöyle buyur­maktadır:

'Şüphesiz O'nun vadi yerini bulacaktır,"[285]

"Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın!'[286]

İbrahim Nehai (v.96/714), kelimesini, olarak kıraat etmiştir. Bu da verdiler, manasındır.

"Onlar için elem verici bir azap vardır."

Rivayete göre; Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Yahudilere, bir konu hakkında Tevrat'ta ne söylendiğini sormuş, Yahudiler de gerçeği gizleyip tam onun aksi olan şekilde, yani Tevrat'ta var olmayan bir bilgi vermişlerdir. Bununla da Hz. Peygamber (Saliaiiâhu Aleyhi ve Setlemfi güya doğruladıklarını, tasdik ettiklerini göstermek istediler, böylece sözde Ra-sûlullah'ı överlerken aslında yaptıkları hile ile de kendi kendilerine sevi­nip duruyorlardı.

İşte bu durumu yüce Allah, Rasûlüne bildirdi ve onları tehdit ifade eden ayetini indirerek Rasûlünü böylece teselli etmiş oldu. Yani; Rabbimiz burada şöyle buyurmaktadır;

"Sevinerek sana karşı koymaya çalışan, hile ve tuzaklar hazırlayan, bununla mutlu olan ve yapmadıklarıyla da övülmek isteyen, senin kendi­lerine sorduğun şeyde yanlış bilgi vererek sana doğru habermiş gibi bildiren Yahudilerin azaptan kurtulacaklarını sakın sanmayasm!"

Bir diğer görüşe göre burada söz konusu edilenler, münafıklardır. Çünkü; bunlar görünürde iman etmiş gibi gözüktükleri hâlde esasta inan­mamaktaydılar. Bundan dolayı da seviniyorlardı. Böylece asıl amaçlarını elde etmek istiyorlardı. Gerçekte var olmayan imanlarıyla da övülmeyi arzu ediyorlardı.

Bu ayette, yaptığı bir iyilikle şımararak sevinen kimselere, böbürle­nenlere bir tehdit yer almaktadır. Çünkü; bunlar aslında hiç kendilerinde var olmayan bir değerin varmış gibi halk tarafından söylenip bundan ötü­rü övülmelerini isterler. [287]

 

189 - Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, her şeye güç yeti rendir.

 

Burada yüce Rabbimizin, "Göklerin ve yerin mülkü Allah 'indir. " buyurması, onların her şeylerine malik ve sahip olduğunu ifade etmesidir. Bunun aynı zamanda, "Muhakkak Allah fakirdir..."[288] ayetinde ifade edil­diği gibi onların bu sözlerini de yalanlama hususu yer almaktadır.

"Allah her şeye güç yetirendir. " buyurmakla da, Allah onları ceza­landırmaya da kadirdir, buyurmaktadır. [289]

 

Meali

 

190. Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündü­zün birbiri ardınca gelip gidişinde elbette sağduyu sahibi kimseler için (Allah 'in yüce kudreti hakkında fikir veren) deliller vardır.

191. Onlar, ayakta dururlarken, otururlarken, yanları üzerinde ya­tarlarken (her zaman) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin (ince ve eşsiz) yaratılışı konusunda derin derin düşünürler. (Ve şöyle derler:) "Ey Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın. Seni teşbih ve tenzih ederiz. Bizi cehennem ateşinin azabından koru!"

192. "Ey Rabbimiz! Doğrusu Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, muhakkak onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur."

193. "Ey Rabbimiz! Biz, «Rabbinize iman edin.» diye imana çağı­ran bir davetçiyi işittik ve hemen iman ettik. Rabbimiz! Artık bizim gü­nahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı da iyilerle beraber al."

194. "Ey Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize vadettiklerini bize ver. Kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadin­den dönmezsin." [290]

 

Tefsiri

 

190 - Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde elbette sağduyu sahibi kim­seler için (Allah'ın yüce kudreti hakkında fikir veren) deliller vardır.

 

Yani; tıpkı kabuktan özün çıkarıldığı gibi akimi heva ve hevesin­den arındıran kimseler için kadim, her şeyi en iyi bilen ve her şeye gücü yeten, hikmet sahibi bir sanatkarın varlığını gösteren deliller vardır.

Yani; böyleleri şu gerçeği çok iyi kavrarlar." Cevherlerden meydana gelen arazlar (şeyler), aynı zamanda o cevherin de sonradan var olduğu­nun delilidirler. Çünkü; sonradan var edilmiş olan bir şeyden ayrılmayan bir cevher, ve sonradan var olma özelliğinden hali olmayan ve hadislik-ten ayrılmayan şey de aynen hadistir (sonradan var edilmedir).

Diğer taraftan bir şeyin hadisliği, (sonradan var edilmiş olması,) mutlak manada onu meydana getiren bir muhdisin (yaratanın) varlığına, kadimliğine delâlet eder. Aksi takdirde o şey de yine bir başka muhdise (var ediciye) muhtaçtır. Bu da böylece sonsuza dek sürer gider. Kaldı ki; sanatının güzelliği ise ayrıca o zatın ilminin delilidir. En iyi olarak ya­ratması (itkanı) da O zatın hikmet sahibi bir zat olduğuna delâlet eder. Bu zatın bekası da kudretinin delili ve kanıtıdır. Nitekim Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Şöyle buyurmuştur.

"Bu ayeti okuyup da üzerinde gereği gibi düşünmeyenlere yazıklar olsun!"[291]

Hikaye olunduğuna göre İsrailoğullanndan bir kimse otuz yıl müd­detle Allah'a ibadet edince, bir bulut gelip onu gölgelermiş. İşte bu ma­nada bir genç Allah'a ibadet eder, ancak herhangi bir bulut bu genci göl­gelemez. Bunun üzerine annesi kendisine:

— Belki bu otuz yıllık süre içerisinde bir yanlış iş yapmış olabilirsin, bu durum ondan kaynaklanıyor olabilir, der. Oğlu da:

— Ben böyle bir şey hatırlayamıyorum, diye cevaplar. Annesi:

— Belki de sen, göğe bakarken bu bakışların herhangi birisine ibret nazarıyla bakmamış olabilirsin, der. Oğlu da:

— Belki de böyle bir şeydir, deyince, annesi:

— İşte bulutun gelip seni gölgelememesi bundan başka bir şey de­ğildir, der. [292]

 

191 - Onlar, ayakta dururlarken, otururlarken, yanlan üze­rinde yatarlarken (her zaman) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin (ince ve eşsiz) yaratılışı konusunda derin derin düşünürler. Ve şöyle der­ler: "Ey Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın. Seni teşbih ve tenzih ederiz. Bizi cehennem ateşinin azabından koru!"

 

"Onlar, ayakla dururlarken -ayakta durabilecek güçleri varken-, otururlarken, -güçleri yetmediğinde de-yanları üzeri yatarlarken her zaınan Allah'ı anarlar." Namaz kılarlar. burada, kelimesinin sıfatı olarak mahal­len mecrurdur veya kelimesinin izmariyle mansubdur. Veya gizli zamiriyle merfudur.

kelimeleri, fiiline ait failin zamirinden hâldirler. Nitekim; aynı şekilde, kavli de hâldir. Diğer taraftan bu kelimeyle, "herhâlükârda Allah'a anmak" da murat olunmuş olabilir. Çünkü; insan her an bu gibi durumları yaşayabilir. Nitekim; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Kim cennet bahçelerinden daha fazla yararlanıp yemek istiyorsa, Allah'ı çokça ansın"[293]

"Göklerin ve yerin ince ve eşsiz yaratılışı konusunda derin derin düşünürler," Yani; bütün bu muazzam ve yüce kainatın ve içinde var olan her şeyin yaratılışı konusunda, Al­lah'ın varlığına işaret eden her varlık hakkında tefekküre dalarlar. Hatta kimi varlıkları anlamada zorluk çekmesiyle de bunlar üzerinde derin ola­rak düşünür durur. Yüce Allah'ın zatının yüceliğini düşünüp tefekküre dalar. Nitekim; Hz. Peygamber (Saûallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle rivayet olunmuştur:

"Adam yatağına uzanıp yatarken bir de başım yukarı kaldırıp yıldız­lara ve göğe bakar. Bunun üzerine şöyle der: «Senin de bir Rabbinin ve ya­ratıcının olduğuna şahitlik ederim. Allah'ım! Beni bağışla.» Rabbi de kuluna bakar da kulunu böylece bağışlar."[294]

Yine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır: "Tefekkür gibi ibadet yoktur."[295]

Söylendiğine göre tefekkür, gafleti yok eder. Gönülde de Allah kor­kusunu meydana getirir. Doğrusu gönülleri parlatmada üzüntü gibisi ol­madığı gibi, gönülleri aydınlatmada da tefekkür gibisi yoktur.

"Bu akıl sahipleri söyle derler: «Ey Rabbimiz Sen bunu boş yere yaratmadın.»" Bu cümle hâl yerindedir. Yani; dü­şünürlerken şöyle derler. Mana ise şöyledir:

"Sen yarattığın hiçbir şeyi boş yere yaratmadın, bir hikmete dayan­madan yaratmadın. Aksine hepsini de büyük bir hikmet gereği olarak yarat­tın. Sen bütün bunları mükellef olanlar için yerler oluştursun için, yaratık­ların seni tanırlarken delil olsunlar için var ettin."

Burada, "halk" (yaratma) tabiriyle yaratılanlar (mahlukat) murat olunmuştur. Ya da göklerle yere işaret olunmuştur. Çünkü; bunlar da ya­ratılmış şeyler manas nidadırlar. Sanki şöyle denilmektedir: "Sen, bu hay­ret uyandıran yaratılmışları boşuna yaratmadın. "

"Seni teşbih ve tenzih ederiz." Seni yaratılmışlardan ba­tıl olan şeylerle vasfetnıekten uzak kılar, tenzih ederiz. Bu muterize (parantez) cümlesidir. Bizi cehennem ateşinin azabından koru!» " Burada, kavlinin başına gelen, harfi ceza manasını verdirmek içindir. Bunun takdiri de şöyledir: "Öyleyse seni tenzih ederiz, Sen de biz koru!" [296]

 

192 - "Ey Rabbimiz! Doğrusu Sen kimi cehennem ateşine so­karsan, muhakkak onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiçbir yardımcı­ları yoktur."

 

Ey Rabbimiz! Doğrusu sen kimi cehennem ateşine sokarsan, mutlaka onu rezil etmişsindir" Aşağıladın, helak ettin, rüsvay ettin, demektir. Vaid yani tehdit ehli veya uyarılanlar bu ayeti ve bir de şu ayeti kendilerine delil gösterdiler:

"Peygamberlcri ve onunla birlikte iman edenleri utandırmaya­cağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar."[297]

Yani; bu ayetlere dayanarak mü'min olarak kimse cehenneme gir­mez ki, ebedi olarak kalmış olsun, diyorlar, Ehli Sünnet olarak biz de di­yoruz ki; "Hz. Cabir (Radyallahu Anh) şöyle diyor:

"Mü'minin cezalandırılması, onun tedibidir, eğer bunun üzerinde bir cezası varsa bu da, mutlak manada rezil olmasıdır."

"Zalimlerin de hiçbir yardımcıları yoktur," kelimesindeki harfi, cehenneme girenlere işaret­tir. Bundan maksat da kâfirlerdir. Bu bakımdan kâfirlerin kendilerine yardım edecek olan yardımcıları da şefaat edenleri de mü'minlerin olduğu gibi olmayacaktır. [298]

 

193 - "Ey Rabbimiz! Biz, «Rabbinize iman edin.» diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve hemen iman ettik. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı da iyilerle beraber al."

 

"Ey Rabbimiz! Biz,...bir davelçiyi işittik." Örneğin, "Adam şöyle derken duydum. " dersin. Dolayısıyla yapılan eyle­mi adama isnad etmiş olursun ve bu arada duyulan ya da dinlenen şeyi hazfedersin (söylemezsin). Çünkü sen, kişiyi ondan dinlediğinle tanıt­maktasın. Dolayısıyla duyduğun ya da dinlediğini zikretmeye gerek duy­mazsın. Eğer herhangi bir vasıf ya da tanıtma olmasaydı, onun bunda herhangi bir payı da olmazdı. Bu bakımdan, filancanın sözünü dinledim, denilir.

Ayette seslenenden amaç; Ya Allah Rasûlü'dür (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) veya Kur'an'dır.

"diye... imana çağıran, ..." Allah'a iman etmeleri için.. Burada böylece çağıran zatın yüceliğinin, üstünlüğünü göstermek­tedir, Çünkü; imana davet denen daha üstün bir davetçi olamaz.

"Rabbinize iman, edin, ... diye., biz de hemen iman etlik." Buradaki, kavli, demektir. Ya da, Rabbinize iman edin, demektir.

Şeyh Muhammed Mansur Maturidi'ye göre bu ayet, imanda istisna yapmanın batıl olduğuna delildir.

''Rabbimiz! Arlık bizim günahlarımızı, -büyük günahlarımızı- bağışla," kötülüklerimizi -küçük günahlarımızı- Ört," "canımızı da iyilerle beraber al." İyilerin sohbetine devam edenlerle beraber hareket eden ve onlardan sayılan.

Ebrar: Sünnete bağlı olarak hareket edenler demektir. Bu kelime, kelimesinin veya kelimesinin çoğuludur. Tıpkı

ve kelimeleriyle  ve kelimeleri gibi. [299]

 

194 - "Ey Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize vadet-tiklerini bize ver. Kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden dönmezsin."

 

"Ey Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize vadeLliklerini de bize ver," Peygamberlerini doğrulamak konusunda ya da peygamberlerin yoluyla bize söz verdiğin makamı, ya da onların diliyle verdiklerini de isteriz.

edatı, kavline mütealliktir. Vadolunan şey ise, sevap olan şeylerdir ya da düşmana karşı zafer ve üstünlük kazanılma­sıdır. Bu kimseler, Allah'ın vadettiklerini yerine getirmeyi istemektedir­ler. Allah ise asla sözünden caymaz. Çünkü; bunun manası, kıyamet ile alâkalı olarak verilen sözlerin yerine getirilmesi için gereken sebeplere sarılıp onları sürdürmeyi muhafaza konusunda başarı istemektir. Yahut

da bundan murat şudur:

"Bizi, kendilerine söz verdiklerinden eyle." Çünkü; verilen söz, ki­min için verildiği belli değil, bu, açıklanmamıştır. Veya bundan murat:

"Biz, senin bizim için hazırlamış olduğun ve söz verdiğin şeylere ulaştırma­da sebatlı kıl"

"Kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme!" Ya da bu, alçak gönüllülük göstermenin bir göstergesidir. "Şüphesiz Sen vaadinden asla dönmezsin." Buradaki, kelimesi, vaat manasında mastardır. [300]

 

Meali

 

195. Bunun üzerine Rableri onların dualarında şöyle karşılık verdi: "Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden salih amel işleyenlerin amelini boşa çıkarmam. Hep birbirinizdensiniz. Artık dinleri uğruna hicret eden­lerin, ülkelerinden çıkarılanların ve Benim yolumda işkence görenlerin, çarpışanların ve öldürülenlerin günahlarını mutlaka örtecek ve and olsun ki, kendilerini altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu, Allah katından (onların güzel amellerine) bir karşılıktır. Mükâfatların en güzel olanı Allah katındadır.

196. (Ey Muhammedi) İnkâr edenlerin bolluk ve refah içinde diyar diyar gezmeleri sakın seni yanıltmasın.

197. O azıcık bir menfaattir. Sonunda onların varacakları yer ce­hennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir.

198. Ancak Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için Allah tarafın­dan bir ikram olarak (hazırlanan), altlarından ırmaklar akan cennetleri vardır. Orada ebedi olarak kalıcıdırlar. Allah katında var olan şeyler de ihsan sahibi kimseler için daha hayırlıdır.

199. Kitap ehlinden öyleleri de vardır ki; Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın ayetlerini az bir değer karşılığında satmazlar. İşte onlar için Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir.

200. Ey iman edenler! Sabredin; (sabırda düşmanlarınızın karşısın­da) sebat edin, (cihat için) hazırlıklı ve uyanık bulunun, Allah'tan sakının ki, başarıya erişebilesiniz. [301]

 

Tefsiri

 

195 - Bunun üzerine Rableri onların dualarına şöyle karşılık verdi: "Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden salih amel işleyenlerin amelini boşa çıkarmam. Hep birbirinizdensiniz. Artık dinleri uğruna hicret edenlerin, ülkelerinden çıkarılanların ve Benim yolumda iş­kence görenlerin, çarpışanların ve öldürülenlerin günahlarını mutla­ka örtecek ve and olsun ki, kendilerini altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu, Allah katından (onların güzel amellerine) bir karşılıktır. Mükâfatların en güzel olanı Allah katındadır.

 

"Bunun üzerine Rableri onların dualarına şöyle karşılık verdi:" Cevap verdi, icabet etti. Nitekim, ve de bu manayadır.

"Ben, erkek olsun içinizden salih amel işleyenlerin amelini boşa, çıkarmam." Burada, kavli, demektir. burada, kelimesinin sıfatıdır. kavli de amili açıklayan bir ifadedir.

"Hepiniz, eşitsiniz, birbirinizden bir üstünlügünüz yoktur." Yani; erkek kadındandır, kadın da erkektendir. Hepiniz Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm)'in çocuklarısınız. Ya da din ve yardım açısından birbirinizdensiniz.

Bu, bir muterize (parantez) cümlesidir. Bununla kadınların erkek­lerle, yüce Allah'ın güzel amel işleyen kullarına vadettiği şeylerde ortak oldukları açıklanmıştır.

îmam Cafer Sadık (v.80-148/699-765) -Allah kendisinden razı ol­sun- derki:

"Herhangi bir konuda bir kimse bir problem yaşarsa, bunun üzerine beş kez; «Ey Rabbimiz! .... » diyeyakarırsa, Allah o kimseyi korktuğundan emin kılar ve istediğini de verir, dedikten sonra burada dua olarak geçen ayetleri okudu."

"Artık dinleri uğrunda hicret edenlerin," Bu cümle mübtedadır ve, "onlardan güzel amel işleyenler" kısmını açıklamakta­dır.. Bu da adeta onlara tazim ve saygı ifadesini belirtmek için söylenmiş­tir. Sanki şöyle buyurulmaktadır: "Şu üstün ve değerli işleri yapanlar ki; bu da vatanlarından ayrılıp uzak düşmektir, nerede güvenli bir şekilde imanla­rının gereğini yaşayacağız diye dinlerini yaşamak için Allah'a kaçıp koşanlardır.

Hicret olayı İslâm'ın başlangıcında var olduğu gibi ahir zamanda da var olacaktır ve var oluşu hep sürdürecektir.

"ülkelerinden çıkanların," doğup büyüdükleri ve yetiştikleri vatanlarından çıkarılıp sürgün edilenlerin, "ve Banim yolumda işkence görenlerin," hakaret edilerek, dövüle­rek, mallan yağmalanarak zulüm ve işkence çekenlerin, Burada, "benim yolumda" ifadesinden murat, "dinim uğrunda, dinim yolunda" demektir.

"Çarpışanların ve öldürülen­lerin günahlarını mutlaka örtecek." Allah'a ortak koşanlarla, müşriklerle savaşan ve bu uğurda şehit düşenlerin günahlarını mutlaka Örteceğim.

Kıraat imamlarından İbn Kesir ve İbn Amir, kavlini, olarak okumuşlardır. Ayrıca kıraat imamlarından Hamza ile Ali Kisai de, kavlini takdim ve tehir suretiyle, şeklinde kıraat etmişlerdir. Bu okuyuş tarzıyla, harfinin tertip için olmadığını görüyor ve bunu delil gösteriyoruz.

mübtedasmın haberi, kavlidir ve bu, mahzuf bir kase­min (yeminin) de cevabıdır.

"ve and okun ki, kendi-lerini altlarından ırmaklar' akan cennetlere koyacağım." Bu cümle az önce belirttiğimiz gibi mahzuf bir kasemin cevabıdır.

"Bu, Allah katından onların güzel amellerine bir karşılıktır."

kelimesi burada müekked mastardır. Yani, sevap veya ödül olarak, demektir. Kaldı ki; kavli, "And olsun ki; onlara sevap vereceğim, onları mutlaka ödüllendirece­ğim. " manasınadır.

"Mükâfatların en güzel olanı Allah katındadır." Yani; mükâfat verebilecek yegâne zat yüce Allah'tır. O'ndan baş­kası asla buna kadir olamaz.

Rivayet olunduğuna göre, kimi mü'minler, Allah düşmanlarının bolluk ve refah içinde yaşadıklarını gördüklerinde;

— "Doğrusu Allah düşmanları gördüğümüz kadarıyla bolluk ve refah içerisinde bir hayat geçiriyorlar. Bize gelince, biz açlıktan ölmek üzereyiz, nefesimiz kokuyor." diye yakınmışlar. İşte şimdi tefsirini okuyacağımız a-yet bununla ilgili olarak nazil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyuruyor: [302]

 

196 - (Ey Muhammed!) İnkâr edenlerin bolluk ve refah içinde diyar diyar gezmeleri sakın seni yanıltmasın.

 

Bu ayetteki hitap herkes içindir ya da Hz. Peygamber (SaîMiâhü Aleyhi ve Seiiemfç olup, onun şahsında başkalarına yapılmış olmaktadır. Ya da bir toplumun liderleri veya önderleri onlar adına bir şey söylerler. Dolayısıy­la o kimsenin söylediği şey ya da hitabı herkese ve herkes adına olmuş olur, anlamındadır. Burada adeta şöyle denir gibidir: "Sizi aldatmasın, sizi yanıltmasın." Ya da "Allah Rasûlü (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onların hâline aldanmış değildi, bununla beraber Rasûlullah'm sahip bulunduğu bu özelliği bununla pekiştirilmiş ve buna bağlı olarak sebat etmiş bulunmak­tadır. Bu tıpkı şı ayetteki ifade gibidir:

"Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma!" [303]ve

"Sakın müşriklerden olma!"[304]

Yukarıda sunulan yasaklamalar adeta emir konusunda Rabbimizin şu ayetlerinde seçen hükme benzemektedir:

"Bize doğru yolu göster!"   ve[305]

"Ey iman edenler! İman edin (imanda sebat edin!)" [306]gibi. [307]

 

197 - O azıcık bir menfaattir. Sonunda onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir.

 

Bu, mahzuf bir mübtedanın haberidir. Yani; "Onların ülkeleri ge­zip dolaşmaları, bundan yararlanmaları geçici ve oldukça önemsiz bir yararlanmadır. " Burada söylenmek istenen şey, elde ettikleri dünyalık­ları, ahiretteki nimetlere oranla bir hiç mesabesindedir, denmektedir veya Allah'ın ahirette mü'minler için hazırladığı sevap yanında bunların dün­yalıklarının adı bile geçmez. Veyahut, onların bu imkânları geçici oldu­ğundan bu bakımdan hiçbir değeri ve önemi yoktur, demektir. Çünkü; bir şey yok olacaksa o şey az demektir ve bu manada yok olan her şey az hükmündedir, hiçtir, denir. Bu itibarla bu kimselerin kendi varacakları a-sıl yer için hazırlamakta oldukları şeyler ne kötüdür.. [308]

 

198 - Ancak Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için,Allah tarafından bir ikram olarak hazırlanan altlarından ırmaklar akan cennetleri vardır. Orada ebedi olarak kalıcıdırlar. Allah katında var olan şeyler de ihsan sahibi kimseler için daha hayırlıdır.

 

"Ancak takva sahipleri -Rablerine şirk koşmaktan sakınanlar- için, allın­dan ırmaklar akan cennetler vardır." "Ora­da ebedi olarak kalıcıdırlar. Allah tarafından kendilerine hazırlanan nice ağırlama ve ikramlar vardır."

ve Gelen konuk için konulan şey, inen sofra demektir. Bu kelime de, kelimesinden hâldir. Çünkü sıfatla tah­sis edilmiştir. Amil ise, kavlindeki harfidir. Ya da bu, müekked bir mastardır. Adeta, "bir rızık ve bağış, vergi olarak" demek gibi­dir. kavli de bunun sıfatıdır.

"Allah katında var oları şeyler de ılışan sahibi kimseler için daha hayırlıdır." Yani; Allah karında sürekli ve çok olanlar, facirlerin, inkarcıların gezip dolaşarak elde ettikleri az ve geçici olan şeylerden daha hayırlıdır.

kelimesi aynı zamanda, şeklinde şeddeli olarak da kıraat olunmuştur. Bu takdirde artar, manasını da içerir. Bu, istidrak için­dir. Yani; onların yararlanmalarının ya da yararlandırılmalarının bir de­vamlılığı yoktur. Ancak böyle bir devamlılık takva sahipleri için vardır.

Aşağıda gelecek ayet Kitap ehlinden olup da Müslüman olan Ab­dullah b. Selâm ve diğerleri hakkında ya da Necran Hristiyanlarından olan kırk kişi hakkında nazil olmuştur. Bunların otuz iki kişisi Habeşis­tan, geri kalan sekiz kişisi de Rum (Bizans) Hristiyanlanndan idiler. Bun­lar Hz. is"a (Aleyhi's-Sdâmfmn dininde iken İslâm dinini kabul etmişlerdi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: [309]

 

199 - Kitap ehlinden öyleleri de vardır ki; Allah'a, size indiri­lene ve kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın ayetlerini az bir değer karşılığında sat­mazlar. İşte onlar için Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir.

 

"Kitap ehlinden Öyleleri de vardır ki; Allah'a, size indirilene -Kur'an'a- ve kendilerine indirilene -Tevrat ve İncil'e- lam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler." Burada, edatının ismi olan, üzerine ibtida için olan harfi gelmiştir. Bunun sebebi arala­rında var olan zarf ile aralarını ayırmak içindir. kelimesi, fiilinin failinden hâldir. Çünkü; kavli cemi (çoğul) manasınadır.

"Allah'ın ayetlerini az bir değer karr şdığında salmazlar. "Yani; onlardan İslâm dinin kabul etmeyen hahamlar­la büyüklerinin yaptıkları gibi yapmazlar. Allah'ın dinini satan kimseler değillerdir onlar. Bu cümle de yine hâlden sonra ikinci bir hâl cümlesidir.

"İşte onlar için Rableri kalında mü­kâfatlan vardır." Yani; onlar için tahsisi edilen ecirleri vardır ki; bu, şu ayette söz konusu edilen ecirdir.

"İşte onlara,  (sabretmelerinden dolayı,) mükâfatları iki defa verilecektir."[310]

"Şüphesiz Allak, hesabı çok çabuk gö­rendir." Çünkü; yüce Allah'ın ilmi her şeyde geçerlidir, ilmi her şeyi kuşatmıştır. [311]

 

200 - Ey iman edenler! Sabredin; sabırda düşmanlarınızın kar­şısında sebat edin (cihat için) hazırlıklı ve uyanık bulunun, Allah'tan sakının ki, başarıya erişebilesiniz.

 

"Ey iman edenler! Sabredin;" Din konusunda ve dini sorumlulukları için sabredip göğüs gerin. Cüneyd-i Bağda­di diyor ki:

"Sabır: Feryadı ve sıkıntıyı bir tarafa atarak bütün gücü o istenmeyen şey üzerinde yoğunlaştırıp gerekeni yapmaktır."

"Sabırda düşmanlarınızın karşısında, sebat ederek onlar­dan öne,geçmeye çalışın," Savaşın tüm şiddetlerine karşın sabırda onları yenin. Onlardan daha az sabır ve sebat göstermeyin. Cihat sırasında Al­lah'ın düşmanları karşısında direnin, geri çekilmeyin. "cihat için hazırlıklı ve uyanık bulunun." Sınır ve nöbet yerlerinde direnip bek­leyin, nöbetinizi ihmal etmeyin. Oralarda atlarınızı, her türlü silâhlarınızı, savaş araç ve gereçlerinizi sağlama alın. Sürekli teyakkuz hâlinde bulu­nun ve her an savaşa çıkacakmış gibi hazır olun. "Allah'tan sakının ki; başarıya erişebilesiniz."

Felah: Arzu edilmeyen olaydan ya da şeylerden kurtul­duktan sonra istenen şeyde sürekli olarak kalmaktır.

edatı, geleceğin bilinememesi gibi şeylerde kullanılır. Bu­da , kişi umduğu ve beklentisi içinde olduğu şeylere dayanıp güvenerek geleceği için amel işlemekten geri kalmaması manasını içerir.

Bir başka yorum ise şöyledir: "Bana olan muhabbetiniz için sabre­din, nimetlerime karşı da elinizden geldiği kadar sabır yarışında olun ve Be­nim dinime hizmet için canınızı ortaya koyun. Böyle yapmanız hâlinde olur ki kurtuluşa erersiniz ve bana yakın olma imkânını kazanmış olursunuz."

Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyuruyor:

"Zehraveyni, Bakara ve Ali İmran surelerini okuyun. Çünkü bu ikisi kıyamet gününde adeta iki bulut veya iki kuş sürüsü imişcesine sizi gölge­lemek üzere gelecekler ve kendilerini okuyanları savunacaklar." [312]

Allah en iyiyi ve en doğruyu bilendir. Sonuçta dönüş ve varış O'nadir. [313]

 

 

 



[1] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/204-205.

[2] Yani, "Elif Lâm Mimellahu,.." olarak okumuşlardır.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/205-206.

[3] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/206-207.

[4] Bu sebepten dolayı, onlar için, fıiü kullanılmıştır.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/207-208.

[5] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/208-209.

[6] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/209.

[7] İbn Cerir ve îbn Ebu Hatim rivayet etmişlerdir. Bk. el-Dürrü'l-Mensur, 2/142. Vahidi, Esbabu'I-Nüzul, S: 53. el-Bahrul Muhit, 2/373 vd.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/209-210.

[8] Taha,5.

[9] Şura,ll.

[10] En'am, 151

[11] İşte bu ve devamındaki ayetler bu gerçeği açık olarak anlatmaktadırlar (Müterc.)

[12] İsra, 23.

[13] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/210-214.

[14] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/214.

[15] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/215.

[16] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/215.

[17] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/215-216.

[18] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/216-218.

[19] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/218.

[20] Enfal, 44.

[21] Rahman, 39.

[22] Saffet, 24.

[23] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/218-221.

[24] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/221-222.

[25] Kehf,'7.

[26] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/222-224.

[27] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/224-225.

[28] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/225.

[29] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/226-228.

[30] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/228.

[31] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/229-230.

[32] Bk. Heysemi, Mecmeauzzevaid; 6/325-326. Heysemi demiştir ki, bunu Taberani rivayet etmiştir. Ancak rivayet zincirinde bunun Ömer İbn Muhtar var ki, bu adam zayıf bir ravidir. Bk. el-Dürrü'1-Mensur, 2/166. (Çev.)

[33] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/230-232.

[34] Al-i İmran, 64.

[35] Bk. Mu'cemu'l-Kıraati'l-Kur'aniyye, 2/16 08.

[36] Maide, 91.

[37] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/232-235.

[38] Bk. İbn Cerir, Tefsir; 2/216. 236.

[39] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/235-236.

[40] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/236-237.

[41] Bk. Bir önceki kaynak, 2/217.

[42] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/237-238.

[43] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/238-239.

[44] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/239-240.

[45] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/241.

[46] Bk. Vahidi, Esbabu'l- Nüzul, s. 63.

[47] Elimizde mevcut olarak bulunan mütevatir hadis kaynaklarında böyle bir rivayete rastlayamadik (çev).

[48] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/242-244.

[49] Kudai bu hadisi, "Müsnedu'l-Şİhab" kitabında rivayet etmiştir. S: 372.

[50] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/244-246.

[51] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/246.

[52] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/248.

[53] Fussilet,43.

[54] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/248-250.

[55] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/250-251.

[56] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/252-254.

[57] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/254-255.

[58] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/255.

[59] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/255-256.

[60] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/256-257.

[61] Buhari, 3431. Müslim, Fedail, (146) 2366. Ahmed, Müsned; 2/233.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/257-259.

[62] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/259-263.

[63] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/263-264.

[64] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/264-266.

[65] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/266-267.

[66] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/267-270.

[67] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/270-271.

[68] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/271-272.

[69] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/272.

[70] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/272-273.

[71] Meryem, 31.

[72] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/273-275.

[73] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/275.

[74] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/275-276.

[75] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/276.

[76] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/276-278.

[77] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/278-279.

[78] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/279-280.

[79] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/280-281.

[80] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/281-282.

[81] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/282.

[82] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/282-283.

[83] Bk. İbn Cerir, 3/291. et-Dürrü'1-Mensur, 2/225.

[84] Yani silâh ve teknoloji üstünlüğü ile. (Müterc.)

[85] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/283-285.

[86] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/285.

[87] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/285-286.

[88] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/286-287.

[89] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/287-288.

[90] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/288-290.

[91] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/290.

[92] Ebu Nuaym, bunu, "Delâil'un-Nübüvve" de Muhammed b. Mervan el-Süddi yoluyla Kelbi'den, o da Ebu Salih yoluyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor. İbn Mervan İse metruktür ve yalancılıkla töhmet altında bulunmaktadır. Haşiyetu'l-Keşşâf, 1/369.

[93] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/291-294.

[94] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/294-295.

[95] Nahl, 88.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/295.

[96] Tirmizi, 3095. Tirmizi bu, garip bir hadistir, demiştir. 296.

[97] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/295-297.

[98] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/298.

[99] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/298-299.

[100] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/299-300.

[101] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/300.

[102] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/301.

[103] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/301.

[104] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/301-302.

[105] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/302.

[106] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/302-304.

[107] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/304-305.

[108] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/305-307.

[109] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/307.

[110] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/308-309.

[111] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/309-310.

[112] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/311.

[113] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/311-312.

[114] Bk. Vahidi, Esbabu'l-Nüzul; S:74. Hasan Basri rivayet etmiştir. Ancak İbn Hacer şöyle diyor: "Ben bu hadisle ilgili olarak bir isnada rastlayamadım. Bk. Haşiyetu'l-Keşşâf; 1/378.

[115] İsra, 106.

[116] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/312-314.

[117] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/314-317.

[118] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/317-318.

[119] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/318-320.

[120] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/320-321.

[121] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/321-322.

[122] Ğafir/Mü'min, 84.

[123] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/321-323.

[124] Ancak "Lübab" adlı eserin müellifinin bu görüşü ihtiyatla ele alınmalıdır. Çünkü bu ayet meselenin müellifin dediği gibi olmadığına işaret etmektedir. (Müterc).

[125] Al-i İmran, 72.

[126] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/323-325.

[127] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/325-326.

[128] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/326.

[129] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/326.

[130] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/326.

[131] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/326-327.

[132] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/327-328.

[133] Ahmed b. Hanbel, Müsned; 3/218. Buhari, 6538. Müslim, 2805/52.

[134] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/328-330.

[135] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/330-331.

[136] Vahidi, Esbabu'l-Nüzul, s: 75-76.

[137] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/331-333.

[138] Mümtehine, 10.

[139] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/333-334.

[140] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/334-335.

[141] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/335.

[142] Buharı; 3366. Müslim; 520. Ahmed, Müsned; 5/160,166.

[143] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/335-337.

[144] Ahmed b. Hanbel, Müsned; 3/108. Nesai, Sünenu'l-Kiibra; 8888. Hakim, Müstedrek; 2/160.

[145] Bakara, 126.

[146] Beyhaki, Şuab;4180.

[147] İbn Hacer, ben bu hadisi bulamadım, diyor. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; 1/389.

[148] Ukayii, el-Duafau'İ-Kebir; 1/226. Ukayli bu hadisle alâkalı olarak; "Bu, batıl ve aslı olmayan bir sözdür" demiştir.

[149] Bak, Tirmizi; 2998.

[150] Taberi, Tefsir; 4/20.

[151] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/337-342.

[152] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/342.

[153] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/342-343.

[154] Taberi, Tefsir; 4/23.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/343-345.

[155] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/345-347.

[156] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/348.

[157] Tirmizi, 2906. Bu hadis burada anlatılandan çok daha uzundur. Ancak Tirınizi, bu, isnadı meçhul/bilinemeyen olan bir hadistir ve ravileri arasında yer alan Haris'ul A'ver ise, hakkında pek güzel sözler söylenen biri değildir, der.

[158] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/349-350.

[159] Hucurat, 9.

[160] Âl-i İmran, 110.

[161] Zehebi, Mizanu'l-t'tidal, 3/400 eserinde Kadih bin Rahmet'in hal tercemesinde şöyle diyor: "Ezdi ve başkaları bu şahsın oldukça pek yalancı biri olduğunu söylemiş­lerdir."

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/350-352.

[162] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/352.

[163] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/352-353.

[164] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/353-354.

[165] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/354.

[166] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/354-356.

[167] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/356-359.

[168] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/359-360.

[169] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/360-361.

[170] Al-i İmran, 181.

[171] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/361-363.

[172] AI-i İmran,110.

[173] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/363-364.

[174] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/364-365.

[175] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/365.

[176] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/366.

[177] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/366-367.

[178] Buhari, 4330. Müslim, 1061.

[179] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/367-370.

[180] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/370-371.

[181] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/371-373.

[182] Tevbe, 50.

[183] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/373-375.

[184] Ahmed, Müsned; 1/271. Beyhaki, Delailu'j- Nübüvve; 3/205.

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/375-376.

[185] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/376-378.

[186] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/379.

[187] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/379-381.

[188] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/381.

[189] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/382-383.

[190] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/383-384.

[191] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/384-385.

[192] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/385-386.

[193] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/386.

[194] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/386-387.

[195] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/387.

[196] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/387-388.

[197] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/388-389.

[198] Hadid, 21.

[199] Hadid,21.

[200] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/389-391.

[201] AI-imran, 131.

[202] Ebu Davud; 4776. Tirmizi, 2022.

[203] İbn Mace; 4186. Beyhaki, el-Şuab; 7451.

[204] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/391-393.

[205] Bak. Ebu Davud; 1514. Tirmizi; 3554.

[206] Bak. Deylemi, Müsnedu'I-Firdevs; 7944.

[207] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/393-395.

[208] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/395-396.

[209] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/396.

[210] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/396.

[211] Saffat, 173.

[212] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/396-399.

[213] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/399-400.

[214] Bakara, 143.

[215] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/400-402.

[216] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/402.

[217] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/402-403.

[218] Bak, Haşiyetu'i-Keşşaf, 1/421. İbn Hacer diyor ki: "Uhud savaşıyla ilgili haberler arasından çıkarılan bir haberdir bu."

İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/403-405.

[219] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/405-406.

[220] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/406-407.

[221] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/407-409.

[222] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/409.

[223] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/409-412.

[224] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/412-413.

[225] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/413-414.

[226] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/414.

[227] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/414-415.

[228] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/415-418.

[229] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/418-420.

[230] Buhari, 4562.

[231] Saffat, 173.

[232] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/420-424.

[233] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/424-425.

[234] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/425-426.

[235] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/426-427.

[236] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/427-428.

[237] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/428-431.

[238] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/431-432.

[239] İbn Hacer diyor ki, mahfuz olanı bunun Hasan Basri'den rivayet olunduğudur. Taberi ise bunu tefsirinde Hasan Basri üzerinde mevkuf olarak göstermektedir. Bk. Taberi, Tefsir; 4/152 (çev.).

[240] İbn Hacer diyor ki; bu, üzerinde tahrifat/değişiklik yapılan bir ifadedir. Çünkü bunun doğru şekli şöyledir: "Rasulâllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'tan daha çok ashabıyia is­tişarede bulunan bir başka kimseyi göremedim" Bk. Tirmİzi, cihad ile ilgili bir ha­disle birlikte zikretmiştir. Hn. 1714.

[241] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/432-434.

[242] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/434-435.

[243] Bak. Tirmizi; 3009.

[244] Bak. Ahmed bin. Hanbel; Müsned: 2/426. Buharı; 3073. Müslim; 1831.

[245] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/435-437.

[246] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/437.

[247] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/437.

[248] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/438-439.

[249] Ali îmran, 152.

[250] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/439-440.

[251] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/440.

[252] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/440-442.

[253] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/442-444.

[254] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/444-445.

[255] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/445-446.

[256] Bak. Ebu Davud; 2520.

[257] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/446-447.

[258] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/447-448.

[259] Fetih, 29.

[260] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/448-449.

[261] Bunu ibn Sa'd, İbn îshak, Musa b.. Ukbe ve daha başkaları yoluyla rivayet etmiştir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; 1/441.

[262] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/449-451.

[263] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/451-452.

[264] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/452-455.

[265] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/455-456.

[266] Enbiya, 103.

[267] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/456-457.

[268] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/457.

[269] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/457-459.

[270] Ahzab, 40.

[271] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/459-461.

[272] Ahmed b. Hanbel, Müsned; 2/520. Buhari, 1402. Nesai, 6/23-24. İbn Mace, 1786.

[273] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/461-463.

[274] Bakara, 245.

[275] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/463-464.

[276] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/464-465.

[277] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/465-466.

[278] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/466-467.

[279] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/467-468.

[280] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/468-470.

[281] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/470-471.

[282] İsra, 4.

[283] Ahmed b. Hanbel, Müsned; 2/263. Ebu Davud, 3658. Tirmizi, 2649. İbn Mace; 261.

[284] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/471-472.

[285] Meryem, 61.

[286] Meryem, 27.

[287] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/473-474.

[288] Al-i İmran, 181.

[289] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/474-475.

[290] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/475-476.

[291] Bk. Süyutı, el-Durr ul-Mensur, 2/409.

[292] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/476-477.

[293] İbn Ebu Şeybe, Musannaf; 10/302.

[294] Salebi rivayet etmiştir. Bak. Haşiyetu'I-Keşşaf, 1/454.

[295] Bak. Beyhaki, Şuabu'I-İman; 4648.

[296] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/477-479.

[297] Tahrim!8.

[298] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/479-480.

[299] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/480-481.

[300] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/481-482.

[301] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/483.

[302] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/483-486.

[303] Kasas, 86.

[304] Enam,  14.

[305] Fatiha, 6.

[306] Nisa, 136.

[307] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/486-487.

[308] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/487-488.

[309] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/488-489.

[310] Kasas, 54.

[311] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/489-490.

[312] Bak. Müslim; 804.

[313] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 2/490-491.