AL-İ İMRAN SÛRESİ
(Bu sûre Medine'de nazil
olmuştur, 200 âyetten müteşekkildir.
1. Elif, Lâm, Mîm.
2. Allah, kendisinden başka
hiçbir mabud bulunmayan bir tek ilâhtır. Hay'dır (diridir), Kayyum'dur.
3. (Ey Peygamber!) O, sana
Kitab'i, kendisinden önce gönderilen kitapları doğrulayan ve gerçekleri de
açıklayan hak bir kitap olarak indirdi. Tevrat'ı ve İncil'i de O indirmiştir.
4. Bundan (Kur'an dan) önce
insanlar için birer hidayet idiler. Ve Allah, Furkan'ı (Kur'an'ı) da indirdi.
Doğrusu Allah'ın ayetlerini inkâr edenler için pek şiddetli bir azap vardır ve
Allah, intikamı en güçlü olan ve üstün gelendir.
5. Şüphesiz ki gökte ve yerde
olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.
6. Sizi rahimlerde dilediği
gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur. O Azizdir, Hakimdir.
7. (Ey Muhammedi) Kitab'ı
(Kur'an'ı) sana indiren O'dur. O'nun bir kısım ayetleri muhkemdir (açıktır).
Bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabih (yoruma açık) ayetlerdir. Fakat
kalplerinde eğrilik bulunanlar sadece fitne çıkarmak ve te'vil etmek için
müteşabih ayetlerle uğraşırlar. Oysa onların te'vilini ancak Allah bilir.
İlimde derinleşip yüksek payeye erenler ise, "Biz onlara iman ettik. Hepsi
de Rabbimizin katın-dandır." derler. Doğrusu bu inceliği ancak akıllı
kimseler gereğince düşünüp anlarlar.
8. (İlimde derinleşip yüksek
payeye erenler şöyle yakarırlar;) "Rab-bimiz! Bize doğru yolu gösterip
bizi o yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! Katından bize rahmet
bağışla! Muhakkak ki Sen lütfü en bol olansın.
9. "Rabbimiz!
Geleceğinden asla şüphe olmayan günde muhakkak insanları toplayacakJSensin.
Şüphesiz Allah sözünden asla caymaz."
10. Şüphesiz kâfirlerin malları
da çocukları da (çevreleri) onları Allah'tan gelecek olan azaptan asla
kurtaramayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtıdırlar.
11. (İşte bu kâfirlerin tutum
ve davranışları tıpkı) Firavun hanedanı ile öncekilerin hali gibidir. Onlar da
bizim ayetlerimizi yalanladılar. Allah da hemen onları günahları yüzünden
yakalayıverdi. Allah cezalandırması pek şiddetli olandır.
12. (Rasûlüm!) Kâfirlere de ki:
"Pek yalan bir gelecekte siz mağlup olacak ve cehennemde de
toplanacaksınız. Orası ne kötü kalınacak yerdir."
[1]
1 -
Elif, Lâm, Mîm.
Önce kıraat açısından bunu ele alacağız. Daha sonra
ikinci ayetin tefsirine geçeceğiz.
Bu, "Elif. Lâm. Mimellahu ..." olarak
kıraat imamlarınca okunmuştur. Şöyle ki:
kavlindeki, harfi sakin olduğundan ve ondan sonra
gelen, lâfz-ı celâldeki harfi de sakin olması sebebiyle, harfine fetha (üstün)
bir hareke verilmiştir. Çünkü; iki sakin yani harekesiz harf yan yana
geldiğinden okunma zorluğu doğmuştur. Bu zorluğu önlemek için fetha harekesiyle
harfi hareke!enmiştir. Fetha harekelerin en hafifi (kolayı) olması nedeniyle
bu hareke verilmiştir. Ancak, "mîm" diye söylerken, mimden önce var
olan ile ve harfinden Önce gelen esreli göz önünde bulundurularak sondaki
harfine esre harekesi verilmemiştir. Bunun da nedeni peş peşe esre harflerin
gelmesinden sakınmaktır. Bir de, harfinin fetha ile harekelenmesi, harfi
sakindir ve ondan Önceki harfi de sakindir diye değildir. Eğer gerçekten böyle
olmuş olsaydı bu takdirde, ifadesinde geçen harfinin mutlak manada fetha
olması gerekirdi, vacip olurdu. Bunun için: harfinin fetha harekesi, lâfz-ı
celâlin başında yer alan hemze harfinin fetha (üstün) harekesidir, işte bu
hareke harfinden alınıp harfine taşındı demek doğru olmaz. Çünkü;
"Allah" lâfzının başında yer alan harfi, vasıl hemzesidir. Bu hemze
geçiş halinde düşer, okunmaz. Dolayısıyla onunla beraber bunun harekesi de
düşer. Eğer bu vasi 'sinin fetha harekesinin harfine nakli caiz olabilseydi,
mutlaka nin kendisinin de yerinde kalması gerekirdi. Oysa vasi sinin gösterilmesi
caiz değildir. Yani; yazılışta sabittir ve fakat kıraatte yoktur.
Ancak kıraat imamlarından Ebu Cafer Yezid ile A'şa diye şöhret kazanan Ebu Yusuf Yakub İbn Halife harfini sakin okumuşlar yani, "Elif, lam, mim" olarak okumuşlardır. Bu iki kıraat imamı aynı zamanda, lâfzının başındaki harfini de harekeli olarak, tarzında kıraat etmişlerdir. Bu ikisinin dışında kalan kıraat imamları ise, vasletmişler ve haıfini de fetha ile okumuşlardır.[2]
2 - Allah, kendisinden başka
hiçbir mabud bulunmayan bir tek ilâhtır. Hay'dır (diridir), Kayyum'dur.
mübtedadir. bunun haberidir. harfinin haberi
muzmardır. Bunun takdiri efe şöyledir: 'Varlık aleminde O'ndan başka hiçbir şey
yoktur."
zamiri raf mahallinde gelmiştir. Çünkü; ve isminin
mahalli (yeri) bakımından ondan bedeldir. mahzuf bir mübtedanın haberidir. Yani
bu, demektir. Ya da bu, zamirinden bedeldir.
kavli, vezninde (kalıbında) bir kelimedir. Kelime, fiilijıin kökünden türemedir. Bu da "adaleti ayakta tutan ve her nefsin kazandıklarına hükmeden, onlar üzerinde kaim olan " demektir. [3]
3 - (Ey Peygamber!) O, sana
Kitab'ı, kendisinden önce gönderilen kitapları doğrulayan ve gerçekleri de
açıklayan hak bir kitap olarak indirdi. Tevrat'ı ve İncil'i de O indirmiştir.
"(Ey Peygamber!) 0, şano, Kitab'ı, kendisinden
önce gönderilen kitapları doğrulayan ve gerçekleri de açıklayan hak bir kitap
olarak indirdi."
Burada, takdirindedir. Kitap'tan amaç da Kur'an'dır.
ise haldir. Yani, "Onu sabit ve kesin hak bir Kitap (Kur'an) olarak
indirdi." demektir.
ise kendinden önce manasınadır. "Tevrat'ı, ve
Incifi de O indirmiştir." Tevrat ve İncil isimleri ya-bancı olan yani
Arapça olmayan iki isimdir. Tevrat ismi, kelimesinden, incil ismi de isminden
türemiştir. Ancak bu zoraki bir yorumlamadır. Bu kelimelerin kalıpları da
şöyledir. Tevrat, kalıbmda, İncil de, kalıbında gelmiştir. Ancak bu isimlerin
Arapça-laşmalarından sonra böyle olmaları doğru ve sahih kabul edilebilir. Bir
de bu ayette Kitab'ın, (yani Kur'an'm) indirilmesiyle Tevrat ve İncil'in indirilmelerinde
yer alan kelimeler farklı kalıplarda kullanılmıştır. Örneğin; Kitap için,
ifadesi zikredildiği halde, Tevrat ve İncil için, ifadesi zikredilmiştir.
Çünkü; Kur'an tek bir defada toplu hâlde indirilmemiştir. Kur'an 23 yıllık bir
zaman dilimi içeri-sinde nazil olmuştur. Oysa Tevrat ile incil bir defada ve
toplu hâlde nazil olmuşlardır.[4]
4 - Bundan (Kur'an'dan) önce
insanlar için birer hidayet idiler. Ve Allah, Furkan'ı (Kur'an'ı) da indirdi.
Doğrusu Allah'ın ayetlerini inkâr edenler için pek şiddetli bir azap vardır ve
Allah, intikamı en güçlü olan ve üstün gelendir.
"Ki bunlar Kur'an'dan önce -Musa ile îsa'-nın
kavmine veya tüm- insanlar için birer hidayet idiler." O "Ve Allah,
Furkan'ı (Kur'an'ı) da indirdi.
Bu ayette yer alan, kelimesi, cins manasında ele alındığı
takdirde, hak ile batılı birbirinden ayırdeden her ilâhi ve semavî kitap
demektir. Ya da bununla denmek istenen, "Zebur" adındaki kitaptır. Ya
da Kur'an'ın bir sıfatı olması bakımından ve onun değerini, şanını yüceltmek
anlamında Kur'an yerine olmak üzere bunu tekrarlamıştır.
"Doğrusu, Allah'ın ayetlerini -indirilen
kitaplarını ve daha başkaca şeyleri- inkâr edenler için pek şiddetli bir azap
vardır." "Ve Allah intikamı en Bunun için, fiili kullanılmıştır.
güçlü olan ve üstün gelendir." Oldukça şiddetli ve ağır ceza verme yetkisi ve gücüne sahip olandır. Bu itibarla onun azabı ve cezası gibisi bir intikamı ve öç almayı asla hiçbir kimse güç yetiremez. [5]
5 - Şüphesiz ki, gökte ve yerde
olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.
Ayette, "gök ve yer" ifadelerine yer
verilmiş olmasının sebebi şu a-çıdandır: Allah kimler inkâr ediyor, kimler iman
ediyor, onların hepsini bilir ve hepsine muttalidir ve dolayısıyla onları buna
göre ya cezalandıracak veya ödüllendirecektir, demektir.
[6]
6 - Sizi rahimlerde dilediği
gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O Aziz'dir (her şeye gücü
yetendir) -kendi yarattığı alemlerde hükümrandır-, Hakim'dir (her hükmü bir
hikmete dayalıdır) -Her işi bir hikmete bağlı olarak yerine getirir -.
Rivayete göre Mecranoğullarına (Hristiyanlarına) ait bir heyet Medine'ye gelmişti. Sayıları altmış kadar idi. Aralarında on dört kişi kadarı ileri gelenlerden idiler. Başlarında da bir emirleri, bir vezirleri bir de alimleri bulunuyordu. Emirleri Akib adında biri idi, vezirleri de Seyid diye andıkları Eyhem adında biri idi. Bir de papaz olan ve Ebu Harise diye anılan alimleri bulunuyordu. Bunlar Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) konusunda tartışmaya giriştiler ve:
"—Eğer İsa Allah'ın oğlu değilse, o halde
babası kimdir, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (Sallalldhu Aleyhi'veSellem)
kendilerine:
— Sis bilmez misiniz, bir çocuk olmasın ki babasına
benzememiş olsun, diye söyledi. Gelen heyet:
— Elbette
babasına benzer, dediler. Rasûlullah (Sallâhu Aleyhi ve Sellem) bu defa:
— Siz, Allah'ın Hayy (hep diri olan ve ölmeyen)
olduğunu, İsa'nın ise öldüğünü bilmez misiniz? diye sordu. Oysa bizim Rabbimiz
kullan üzerinde egemendir, onları ayakta tutan ve koruyan, nzık veren O'dur.
İsa ise bunların hiçbirisini yapmaya asla kadir değildir. Yerde ve gökte her
ne varsa hiçbir şey asla Allah'a gizli kalmaz, Allah hepsini bilir. Oysa İsa
sadece kendisine öğretilenlerin dışında asla bir şey bilmez, bilemez. Kaldı
ki; yüce Allah, İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirmiş, annesi
de onu karnında taşımış ve daha sonra zamanı gelince de doğurmuş ve büyütmek
üzere de emzirmiştir. İsa da yer, içer ve konuşurdu; çünkü o da hadistir,
sonradan yaratılmadır. Oysa Rabbimiz bütün bunlardan münezzehtir."
İşte Rasûlullah';n bu konuşması karşısında hepsi seslerini kestiler, bir şey diyemediler. İşte bunlarla ilgili olmak üzere Âl-i İmran Suresinin başından itibaren seksen küsur ayet bunlarla ilgili olarak indirmiştir.[7]
7 - (Ey Muhammed!) Kitab'ı
(Kur'an'ı) sana indiren O'dur. Onun bir kısım ayetleri muhkemdir (açıktır).
Bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabih (yoruma açık) ayetlerdir. Fakat
kalplerinde eğrilik bulunanlar sadece fitne çıkarmak ve te'vil etmek için müteşabih
ayetlerle uğraşırlar. Oysa onların te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşip
yüksek payeye erenler ise, "Biz onlara iman ettik. Hepsi de Rabbimizin
katındandır." derler. Doğrusu bu inceliği ancak sağduyu sahibi akıllı
kimseler gereğince düşünüp anlarlar.
"Ey Muhammedi Bu Kitab'ı (Kur'an'i) sana
indiren O'dur, "Onun -Kitabın- bir kısım ayetleri muhkemdir
(açıktır)." İbareleri net olarak anlaşılır durumdadır. Çünkü; yanlış
yorumlardan korunmuş, bir takım müteşabih anlamlara gelmekten korunma altına
alınmıştır. Bu muhkem ayetlerde herhangi bir karışıklık söz konusu olmaz.
"Bunlar kitabın esasıdır." Müteşabih
denilen ve anlaşılmaları kolay olmayan ayetler bu esas olan ayetlere göre değerlendirilir
ve anlaşılamamaları durumunda muhkem ayetlere başvurulur. "Bir kısım
ayetler ise, mütesahihtir. Farklı farklı
ihtimalleri taşıdıklan gibi birçok benzer manada ifadeleri de içerirler.
Örneğin;
"Rahman olan Allah Arş'ı istiva etti.[8]
ayetinde yer alan, kelimesi gibi. İstiva kelimesi,
hem otunnak, hem güç ve kudret ve hem de istila gibi manalara gelir. Bir defa
ilk mana olan, "oturma" manasına gelmez. Çünkü bu manaya gelmediğine
dair elde muhkem delil, ayet vardır. Bu muhkem delil ya da ayet şöyledir,
Rabbimiz buyuruyor ki:
"O'nun (Allah'ın) benzeri hiçbir şey
yoktur."[9]
Bir başka ifadeye göre muhkem, Allah'ın indirmiş
olduğu her kitabında emrettiği şeylerdir. Örneğin; Rabbimizin şu kavli gibi:
"De ki;
Gelin, Rabbinizin size neleri
haram kıldığını okuyayım..[10]."[11]
Yine Rabbimiz bir başka yerde de şöyle buyuruyor:
"Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ...
kesin bir şekilde emretti,"
[12]ayeti
ve devamındaki ayetler de yine aynı gerçeği dile getirmektedir.
Müteşabih, muhkemin ötesinde olan, muhkem gibi bir
kesinlik ifade etmeyen, demektir. Ya da müteşabih demek, tek bir ihtimalden
başka bir şeye ihtimali olmayan yahut birçok yönlere göre ihtimali bulunan demektir.
Ya da tevili.bilinen ve tevili bilinemeyen demektir. Ya da bu, kendisiyle amel
olunan neshedici, yani nasih olan hüküm ile kendisiyle a-mel olunmayan mensuh
(hükmü yürürlükten kaldırılan) demektir.
Ancak Kur'an'in tamamı muhkem olarak gelmedi. Çünkü;
müteşabih olanlarda kimi imtihan edilmesi konusu vardır. Çünkü; bu hak üzere
sabit olan ile, bu konuda yalpalayan arasındaki gerçeği ayirdetmek, gerçek
iman edenle imanında sıkıntısı olanı belirlemek içindir. Bir bu konuda alimlerin
kafa yormaları, fikir yürütmeleri, gerçek nedir, ne değildir açısından
düşünerek bu alanda derinlemesine; akıllarını yorarcasma çalıştırmaları
istenmektedir. Sonuçta bunu muhkem olanlar ile değerlendirerek gerçeğe
ulaşmaları talep edilmektedir. Çünkü; müteşabih olanları sonuçta muhkem
olanlar çerçevesinde ele alıp değerlendirmekte gerçekten önemli ve güzel
yararlar bulunmaktadır. Aynı şekilde birçok ilimler kazanmak ve Allah katında
da üstün derecelere ermek demektir.
"Fakat kalplerinde eğrilik bulunanlar" Bu
tür kimseler gerçekten bidat ehli olan sapıklardır. "sadece fdne çıkarmak
ve onları farklı yorumlamak için mütekabili ayetlerle uğraşır dururlar."
Bidat ehli sapıklar, hep muhkem olarak tatbik edilemeyecek olan müteşabih ayetleri
gündeme getirirler ve kafaları hep onlara takılıp kalır. Bu arada hak ehlinden
olan ve bir bakıma muhkem ile bir mutabakatı bulunan hükümlere yani müteşabih
meselelere takılıp kalırlar. Çünkü; bidat ehlinin bu gibi meselelere takılıp
kalmalarının amacı halkın inançlarını sarsmak ve dinleri hakkımda kafalarında
bir şüphe ya da kuşku uyandırma ve onları hak olan doğru yoldan saptırmaktır.
Çünkü; istedikleri şey, onu kendi kafalarında oluşturdukları sapık bir manaya
göre tevil edip yorumlamaktır.
"Oysa onların Le'o ilini ancak Allah bilir.''
Yani; asıl verilmesi gereken mana ve yapılması icabeden yorumunu ise yalnızca
Allah bilir, Allah'tan başkası asla bilemez.
"ilimde derinle-şip yüksek payeye erenler ise:
«Biz onlara iman etlik. Hepsi de Rabbinizin kalındandır,» derler." Gerçek
anlamda bir ilmi ehliyete ulaşanlar, o noktada söz sahibi bulunanlar ve bu
konu üzerinde durup meseleye dört elle sarılanlar var ya, işte onlar bunun
için, "Biz onlara inandık, çünkü hepsi de Rabbimiz tarafından
indirilmedir." derler.
Cumhur Ulema'ya göre, diye devam eden kısım ye-ni
bir cümledir. Dolayısıyla cumhura göre, kavli üzerinde vakfetmek, yani durmak
gerekir. Bunlar müteşabihi de, Allah'ın, bilgisini, sadece kendisine ayırdığı
ve kendisine özgü kıldığı ilim, diye yorumlamışlardır. Cumhura göre bu,
mübtedadır ve bunu haberi de, kavlidir. Yüce Allah bu kavliyle ilimde
derinleşip yüksek payelere erişenleri senada bulunuyor ve onları imanlarındaki
teslimiyetleri herhangi bir keyfiyeti araştırmaksızın bildirilen şeyin
gerçekliliği-ne aynen iman etmeleri sebebiyle övüyor.
Müteşabih ayetlerin indirilmesindeki yarar ise şöyledir: Buna iman edip etmemeleri hususunu -ki kendisi zaten bilmektedir-, Allah'ın bunların hak olduklarına ilişkin neyi murat ettiğine iman etmelerini belirlemek, ortaya koymasını sağlamaktır. Bir de bunun yanında beşer olarak insan aklının bilemeyeceği ve bilmesine akü erdirip o noktalara ulaşamayacağı, bu hususta akıllarının bu gerçekleri öğrenmede yetersiz kaldığını bildirmektir. Nitekim; Übeyy b. Ka'b'ın kıraati ile Abdul-lah b. Mesud'un, kıraati bu gerçeği teyid etmektedir.
Ancak bazı kıraat imamları ise, üzerinde durmamakta,
yani vakfetmemektedirler. Bunlar, ilimde yüksek payeye erenlerin, üstün bir
dereceye gelenlerin yani rusûh sahibi olanların da bunu bileceklerini
söylemektedirler. O takdirde ise mana şöyle olmaktadır:
"Şu tevili bilenler var ya, işte onlar, «biz
müteşabih olanlara veya Kitaba iman ettik», derler."
"Bunların tamamı Rabbi/niz kalındandır"
"Doğrusu; ancak akıllı kimseler gereğince düşünüp anlarlar." Öğüt alırlar.
kelimesinin aslı, dür. ise akıl sahipleri demektir.
Bu da ilimde yüksek manevi derecelere erenlerin zihin açısından ileri bir
seviyeye geldiklerine, Rabbimin manevi lütfuna mazhar olduklarına ve makul,
sağduyulu bir düşünceye sahip olduklarına işaretle onlar için bir övgüdür.
kavli de, kavlinden hâldir.
[13]
8 - (İlimde derinleşip yüksek
payeye erenler şöyle yakanrlar:) 'Rabbimiz! Bize doğru yolu gösterip bizi o
yola ilettikten -muhkem olanlarla amel edip müteşabih olanlara da teslimiyet
gösterdikten- sonra kalplerimizi saptırma! -kalplerde şüphe yaratmak suretiyle
gönüllerimizin haktan dönmesine fırsat verme!- Katından bize rahmet -nimet ver-
ve merhametinle -ona muvaffakiyet ve onda sebat etmemizi sağlamakla- muamele
buyur! Çünkü; Sen gerçekten bol bol ikram edip -hibesi ve
insanıyla-bağışlayansın."
Ayetin bu kısımları ilimde gerçekten üstün
derecelere erenlere ait olan sözlerdir. Bunun aynı zamanda yeni bir cümle
olarak değerlendirilmesi de mümkündür. Nitekim; bunu izleyen ayet de böyledir.
O ayet de şudur:
[14]
9 - "Rabbimiz!
Geleceğinden asla şüphe olmayan günde muhakkak insanları toplayacak olan
Sensin. Şüphesiz Allah sözünden asla caymaz." Onları gelmesinde asla bir
şüphe ve kuşku duyulmayan hesap gününde veya ceza gününde kesin olarak toplayıp
bir araya getireceksin. Mana şöyledir:
"Doğrusu ilâhtık ya da ilâh olabilme özelliği,
sözünden caymakla, sözde durmamakla çelişki gösterir. Bu itibarla ilâh olan bir
zat asla ve kat'a sözünden caymaz. O mutlak manada sözünde durur ve verdiği sözü
de yerine getirir." Bu, esasen şu ifadeye benzer bir ifadedir. Gerçekten
cömert olan kişi, asla kendisinden bir istekte bulunan kimseyi boş çevirmez,
hayal kırıklığına, uğratmaz. Dolayısıyla ayetin ifade ettiği mana da şöyle
olmaktadır:
"Allah, Müslümanlara ve kâfirlere ne gibi bir söz vermiş ise, sevap ve cezalandırma olarak asla bunlardan caymaz, kesinlikle bunları yerine getirir." [15]
10 - Şüphesiz -Allah Rasûlünü
reddeden- kâfirlerin mallan da çocukları da (çevreleri) onları Allah'tan
gelecek olan azaptan asla kurtaramayacaktır -kendilerine bir fayda
getirmeyecek ve azaba da mani olamayacaklardır-. İşte onlar cehennemin
yakıtıdırlar, odunudurlar.
[16]
11 - (İşte bu kâfirlerin tutum
ve davranışları tıpkı) Firavun hanedanı ile daha önceki inkarcıların hali
gibidir. Onlar da bizim ayetlerimizi ve hükümlerimizi yalanladılar. Allah da
hemen onları -işledikleri- günahları üzerinde suçüstü yakalayıverdi. Allah
cezalandırması pek şiddetli olandır.
Ayette geçen, hal, durum, herhangi bir işteki tutum
ve davranış demektir. Herhangi bir işte veya şeydeki çaba ve gayreti,
çalışması ve elde ettiği şey, demektir. Yani bu, genel manada iş ve durum
olarak insanm yaptığı fiiller manasına gelir.
kavlinde yer alan, harfi, mahallen merfudur. Takdiri
de şöyledir: "Hakk'ı yalanlama konusunda şu kâfirlerin hali tıpkı kendilerinden
önce geçen Firavun hanedanı ile onlar gibi daha önce geçen diğer kâfirlerin
halleri gibidir."
Ya da bu, nasb edatıyla mahallen mansubdur. Yani,
"Onları .... kurtaramayacaktır. Tıpkı şu kimselerin kurtulamadıkları,
varlıklarının bir yararı olmadığı gibi" demektir.
Kıraat imamlarından Ebu Amr, kelimesini Kur'an'in
ge-çen her yerinde 'siz olarak olarak okumuştur.
kavli ise, yaptıkları şeyler veya onlara yapılanlar
açısından, kavlini açıklamaktadır. Adeta onların durumlarını sor-gulayan
mukadder bir sualin cevabı niteliğindedir. Aynı zamanda bunun hal olması da
caizdir. Yani, "yalanlamış oldukları halde" demektir.
Bir de, denir ki bu, Yani onu bundan dolayı
yakalayıp cezalandırdım demektir.
"Allah, cezalandırması pek şiddetti olandır." Buradaki izafet, izafet-i gayrimahzadır. Yani; bu şekil itibariyle bir izafet olup hakikat ya da gerçek manada bir izafet terkibi değildir. [17]
12 - (Rasûlüm!) Kâfirlere de ki:
"Pek yakın bir gelecekte siz mağlup olacak ve cehennemde de
toplanacaksınız. Orası ne kötü kalınacak bir yerdir."
Yani; karar kılacakları, yerleşip kalacakları yer
olan cehennem ne kötü bir yerdir.
Ayette her ne kadar Mekke müşrikleri denmek
isteniyorsa da, bu, her türden, renk ve boyadan kâfiri içermektedir.
Yine yakın bir gelecekte yenilecek olanların her ne kadar Bedir savaşında yenilen kâfirlerden söz ediliyor ise de, bu ayını zamanda tıpkı Mekke'de mağdur ve mazlum kalıp hicret etmek zorunda bırakılan o altın nesil gibi, nesiller her şeye rağmen oldukça pek yakın bir gelecekte yenileceklerini Rabbimiz burada onların şahısında tüm mazlum Müslümanlara müjde vermektedir. Ebu Cehil ve benzeri kimselerin şahsında da kâfirlerin sonlarını bildiriyor.
kelimesi, dipsiz kuyu manasında olup, kelimesinden
alınmadır. Ayrıca kıraat imamlarından Hamza ve Ali, kelimesiyle, kelimesini
harfiyle değil de, harfiyle, ve olarak kıraat etmişledir.
[18]
13. Şüphesiz karşı karşıyla
gelen iki toplulukta sizin için büyük bir ders vardır. (Bunlardan) biri Allah
yolunda savaşan bir topluluktu, diğeri de kâfir bir topluluktu. (Müşrikler)
Müslümanları kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Allah dilediğini
yardımıyla destekler. Doğrusu bunda uzağı görebilen basiret erbabı için
çıkarılacak büyük bir ders vardır.
[19]
Aslında bu hitap Mekkeli Kureyş müşriklerine olmakla
birlikte genelde tüm kâfir ve müşrikleredir. "Şüphesiz karşı karşıyla
gelen iki toplulukla sizin için büyük bir ders vardır. Bunlardan biri Allah
yolunda savaşan -mü'min- bir topluluktu, diğeri de kâfir bir topluluktu."
"(Müşrikler) Müslümanları kendilerinin iki katı
olarak görüyorlardı." Yani; müşrikler Müslümanların sayılarını tıpkı
kendilerininki gibi iki bin olarak veya (savaşa katılan) Müslümanların 313
olan sayılarını iki kat olarak görüyorlardı. Çünkü, yüce Allah, Müslümanların
sayılarının, müşriklerin sayılarından oldukça az olmasına rağmen, müşrikler
korksun için Müslümanların sayılarını düşmanlarının gözlerinde kat kat olarak
göstermiştir ki; müşrikler Müslümanlarla girişecekleri bir savaşta korksunlar
istenmiştir.
Kıraat imamlarından Nafı de, kavlini, harfiyle,
olarak okumuştur. Yani: "Ey Kureyş müşrikleri! Siz Müslümanların sayısını
tıpkı kâfir olan toplumunuzun sayısı gibi iki katı olarak göreceksiniz-"
Veya, "Kendilerinin olduğunun iki katı gibi görecelisiniz." Ancak
burada ele alınıp anlatılanlar, Enfal Suresinde yer alan, "Sizi onların
gözlerinde az gösteriyor."
[20]ile
herhangi bir çelişki meydana getiriyor değildir. Çünkü; ilk başta onlar
ötekilerin gözlerinde oldukça az bir sayı olarak gösterildi ki; böylece onlara
karşı saldırabilme cesaretini kazansınlar istenmiştir. Ne zamanki toplanıp
savaş için bir araya geldikler, ta ki onları yenene dek hep onların gözlerinde
sayıca oldukça çok olarak gösterildiler. Burada azlık ve çokluk durumları iki
farklı durum açısındandır. Bunun benzeri farklı durumlarda ve konumlarda
meydana gelen olaylara göre değerlendirilir. Nitekim, Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"İşte o gün insanlara da cinlere de günahları
sorulmaz."
[21]
Özellikle burada dikkat çekilen nokta kıyamet
gününde mahşer alanında herkes simalarından tanınacaklarından bu bakımdan
onlara bir şey sorulmayacaktır, demektir. Dolayısıyla bu ayetin tefsirinde her
şey ortama göre değerlendirilirden maksat bu ve benzeri şeylerdir. Nitekim;
bir diğer ayetde de Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Onları tutuklayın, çünkü onlar
sorgulanacaklardır."
[22]
Onların gözünde kimi zaman çok bir sayı olarak
gösterilmesi ve kimi zaman da az sayıda gösterilmeleri, gücün gösterilmesini,
yüce Allah'ın kudretini daha net olarak ve mübalağalı ya da beliğ bir tarzda
ortaya koymaktadır. Ayetin ya da mucizenin açık bir şekilde gösterilmesidir.
Ayette yer alan, kavli hal olarak mansubdur. Çünkü
bu, bizzat gözle görülme olayıdır. Çünkü bunu, kavlinden öğ-renmekteyiz. Delil
burasıdır. Yani; "Apaçık bir şekilde çıplak gözlerle, arada herhangi bir
şey olmaksızın gördüler. " demektir.
"Allah dilediğini yardımıyla des-tekler."
Nitekim; Bedir ehlinin sayılarını düşmanlarının gözünde çok göstererek onlara
destek verdiği gibi bu samimiyette olan her mü'rnini de bu manada
destekleyecektir. "Doğrusu bun-da -az sayıdakileri çok sayıda göstermede-
basiret erbabı için büyük bir ders -öğüt- Dardır."
[23]
14. Şehevî isteklere,
kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma ve damgalı
güzel atlara, hayvanlara ve ekine olan düşkünlük insanlar için cazip hale
getirildi. Oysa bütün bunlar bu dünya hayatının metaıdır. Fakat en güzel
varılacak yer Allah katında olanıdır.
15.
(Habibim, onlara) de ki:
"Size tüm bunlardan çok daha hayırlı ve üstün olan şeyleri bildireyim mi?
Doğrusu takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan ve içinde
ebedi olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır.
Allah kullarını görür."
16. "Rabbimiz! Biz kesin
olarak iman ettik. Kusurlarımızı bağışla. Ve bizi cehennem ateşinin azabından
koru!" diyenler,
17. (Onlar) sabredenler,
dosdoğru olanlar, (Allah'a) itaat edenler, Allah yolunda infak edenler ve seher
vakitlerinde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir."
[24]
14 - Şehevî isteklere,
kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma ve damgalı
güzel atlara, hayvanlara ve ekine olan düşkünlük insanlar için cazip hale
getirildi. Oysa bütün bunlar bu dünya hayatının metaldir. Fakat en güzel varılacak
yer Allah katında olanıdır.
"Şehevî isteklere, .... olan düşkünlük insanlar
için cazip hale getirildi." Cumhura göre bunları insanlara süslü ve cazip
olarak gösteren bizzat yüce Allah'ın kendisidir. Nitekim; Rabbimiz bir başka
kavlinde şöyle buyurmaktadır:
"Biz, insanların hangisinin daha güzel amel
edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir
ziynet yaptık."[25]
Nitekim; İmam Mücahid'in kıraati de ayrıca zaten
bunun delilidir.
O bunu, olarak malum şeklinde okumuştur. Ancak Hasan
Basri ise, süslü ve cazip halde gösteren şeytandır, demiştir.
Şehvet, nefsin bir şeyi şiddetle çekmesi, aşın
olarak istemesi demektir. Özellikle ayette kimi şeylerden söz edilerek ele
alınmış olması, insanların bu gibi şeylere aşın olan düşkünlüklerinden ve arzu
etmelerin-dendir. Veya bunlara şehevat olarak isim verilmiş olması, bunların
oldukça basit ve önemsiz şeyler olduğunu demek ve murat etmek
istediğin-dendir. Çünkü; şehvet denen şey, esasen bilge kimseler açısından pek
de uygun kabul edilmeyen rezilce şeylerdir. Yani; insanı rezil edebilecek
konumlara ve komikliklere düşürecek önemsiz ve basit şeylerdir. Dolayısıyla
şehevî duyguların ve burada tek tek sayılan şeylerin esiri konumuna gelenler
yerilmeyi, uyarılmayı hakkeden kimseler demektir. Çünkü; bunlar kendi adlarına
bir tür behimî ya da"hayvanca bir yaşantıyı kabullenmişlerdir,
demektir.
'kadınlara ve cariyelere-, oğullara,..." Burada,
kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Burada bu ifade ile "erkek çocuklar"
kas do Umurken, Kur'an'ın başka yerlerinde geçen bu ifade hem erkek ve hem kız
çocuklarını kapsamaktadır. Yani; genel olarak çocuklar, demektir. Çünkü doğal
olarak insanlar hep erkek çocukları olsun isterler. Kaldı ki; erkek çocuklar
bir bakıma insanın geleceğidir ve ailesini ya da toplumunu savunmaları için
onlardan yararlanılır.
"kantar, kanttır yığılmış allın ve
gümüşe," Ayette yer alan, kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu da
"oldukça çokça ma! ve varlık" demektir. Bir yoruma göre de bu,
"bir sığır tulumu dolusu altın ve gümüş" ya da, "yüz bin
dinar" demektir.
İslâm'ın geldiği ilk dönemlerde Mekke'de gerçekten
yüklerle ya da kasalarla ifade edilecek mal varlığına sahip yüz kadar kişi
vardı.
kasalarda veya belli yerlerde saklanıp gizli
tutulan, def-nedilen manasınadır. Burada, altın manasına gelen, kelimesiyle
meselenin isimlendirilmesinin sebebi, bunun harcama yoluyla çabucak elden çıkıp
yok olmasındandır. yani gümüş ismini alması ise, bunun da yine infak ve harcama
yoluyla dağılıp gitmesi nedeniyledir. Çünkü; kelimesi ayırma ve dağılma
manasınadır. Nitekim; diğeri de, kelimesinden alınmadır ki o da gitmek anlamına
gelir.
"Salma ve damgalı, güzel allara," Yine
burada, diye isimlendirilmesi, yürürken adeta böbürlenerek, büyüklük göstererek
yürümesi nedeniyle bu isim verilmiştir.
damgalanmış, özel işaret vurulmuş, belirlenmiş manasınadır
ki, kelime, kelimesinden türemedir. Bu da alâmet, belirti demektir. Ya da bu,
meraya yaylıma bırakılan serbest atlar demektir. Nitekim, da bu manadadır.
"...hayvanlara ve ekine olan düşkünlük insanlar
için cazip hale getirildi." Ayette geçen, kavlinden kasıt ileride bir
başka surede göreceğimiz gibi erkekli ve dişili olmak üzere sekiz sınıf hayvan
kastedilmektedir. Yani; deve, sığır, koyun ve keçi, ki bunlar erkekli dişili
sekiz sınıf oluştururlar.
"Oysa bütün bunlar -bu sayılan şeylerbu dünya hayalının metaldir." Çünkü insan dünyada bunlardan yararlanır. "Fakal en. güzel varılacak yer Allah kalında olanıdır."
Daha sonra Rabbimiz onları dünyadan uzaklaştırarak
bir başka aleme götürerek şöyle buyurdu:
[26]
15 - (Habibim, onlara) de ki:
"Size tüm bunlardan çok daha hayırlı ve üstün olan şeyleri bildireyim mi?
Doğrusu takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan ve içinde
ebedi olarak kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır.
Kaldı ki; Allah kullarını görür."
"(Habibim! Onlara) de ki: Size ilim bunlardan
çok daha hayırlı ve üstün olan şeyleri bildireyim mi?" Yani; yukanda
sayılan ve insanlara cazip gelen şeylerden... Doğrusu takva sahipleri için
Rableri kalında alımdan uma/dar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları
cennetler," Bu, yeni ve açıklayıcı mahiyette olan bir cümledir. Burada insanlar
için nelerin daha hayırlı olabileceklerine ait delil verilmektedir, yol
gösterilmektedir.
Ayette geçen, kelimesi mübteda yani öznedir. kavli
ise bunun haberidir. kavli de, kavlinin sıfatıdır. Diğer taraftan, kavlindeki
harfinin, kelimesine taallûku da caizdir. Özellikle takva sahiplerin-den
tahsisle söz edilmiş olması, burada sayılan nimetlerden yararlanacak olanların
bu kimseler olması nedeniyledir. kavlinin merfu olarak gelmesi ise, bunun,
olarak takdir edilmesindendir. Bir de bu kelimeyi, kavlinden bedel olarak kabul
edenlere göre kelimesini cer ile olcuyanlar da var ki, onların bu okuyuşunu
ış-te'bu bedel olma hali destekliyor.
"tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır."
Allah'ın rızasına ve hoşnutluğuna ermek vardır. "Kaldı, ki; Allah
kullarını görür."
[27]
16 - "Rabbimiz! Biz -senin
davetine icabet ederek- kesin olarak iman ettik. Kusurlarımızı -verdiğin söze
göre- bağışla. Ve bizi -fazlınla- cehennem ateşinin azabından koru!"
diyenler,
kavli medih üzere mansubdur veya merfudur. Ya da
"takva sahiplerinin" sıfatı olarak mecrurdur. Ya da, kelimesinin
sıfatı olarak mecrurdur.
[28]
17 - (Onlar) sabredenler,
dosdoğru olanlar, (Allah'a) itaat edenler, Allah yolunda infak edenler ve
seher vakitlerinde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir."
"Onlar sabredenler," Allah'a taatte,
musibetlere ve felâ-ketlere dayanmada hep sabrederler. kavli de yine medih
üzere mansubdur. "dosdoğru olanlar" Hep söz olarak haktan haber
veririler, hükümlerin gerektirdiği şekilde amelleri fiilen yerine getirirler
ve kesin bir kararlılıkla ve niyetle hakka ve gerçeğe sarılırlar.
"(Allah'a) itaat edenler," içtenlikle ve sadakatle yalvarıp yakaran,
dua edenler, itaat edenler, "Allah yolunda, infak edenler" tasadduku
elden bırakmayıp ihtiyaç sahiplerinin dertlerine derman olanlar, "ve seher
vakitlerinde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir" Hep Allah'tan
affedilmelerini isteyenlerdir. Özellikle burada "seher vaktine"
dikkat çekilmesinin bir nedeni vardır. Bu, dualara en çok icabet olunan bir
vakittir ya da duaların en çok kabul edildiği vakit olmasındandır. Çünkü bu,
halvet vaktidir. Zira herkesin uyumakta olduğu bir sırada, sıcak yatağından
kalkarak Rabbine dilekçe sunmak, ağlayarak derdini ve problemini O'na aktarmak
gibi nafile bir ibadet yoktur. Nitekim; Hz Lokman (Aleyhi's-Selâm) oğluna
şöyle bir öğütte bulunuyor:
"Ey oğul! Seher vaktinde uyanıp öten horoz
senden daha erken ve akıllıca davranıp kalkmasın, sen ondan önce davran, sakın
o öterken sen misil mışıl uyumayasm."
Sıfat ya nitelikler arasında yer alan ve bir bağ edatı olan harfi, burada bu özellikleri taşıyan kimselerin taşıdıkları bu niteliklerin her biri açısından ayrı ayrı bir kemale, özelliğe ve üstünlüğe delâlet olsun içindir. Aynı zamanda her bir nitelik ya da özelliğin övme ya da medih konusunda bağımsız birer sıfat olduklarını, bu açıdan birinin diğeriyle bağlı olmadığını bildirmek ve öğretmek içindir. [29]
18. Allah, kendisinden başka
ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de (Allah'tan başka
ilâh olmadığına) adaletle şahitlik ettiler. Azîz ve Hakim olan Allah'tan başka
ilâh yoktur.
19. Allah katında (tek makbul)
din İslâm'dır. Ancak kitap ehli kendilerine ilim (gerçekler) geldikten
(bildirildikten) sonra sadece aralarındaki haset ve azgınlık sebebiyle
ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki; Allah
hesabı çok çabuk görendir.
20. Eğer seninle tartışırlarsa
(onlara) de ki: "Bana uyup iman edenlerle birlikte ben, kendimi tamamiyle
Allah'a adayıp teslim ettim." Ve yine kitap ehline ve ümmî olanlara de
ki: "Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?" Eğer kabul ederlerse, kesin
olarak hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, senin üzerine düşen yalnızca
tebliğ etmektir. Allah kullarının her haline vakıftır.
21. Doğrusu, Allah'ın
ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve bir de halka
adaleti emredenleri öldürenler var ya, işte onlara çok acıklı bir azabı
müjdele!
22. Onların tüm yaptıkları hem
dünyada ve hem ahirette boşa gitmiştir, onların hiçbir yardımcısı da yoktur.
23. (Ey Peygamber!) Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi ki, aralarında hüküm verilmesi için
Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da sonra aralarından bir grup bundan cayarak
bu hükme sırt çeviriyor.
24. Bunun sebebi, "Bize
sayılı birkaç günden başka cehennem ateşi dokunmayacaktır." demeleridir.
Gerçekten dinleri konusunda uyduragel-dikleri şey onları bu hususta yanılgıya
düşürmüştür.
25. Asla şüphe bulunmayan
kıyamet gününde onları topladığımızda acaba halleri nice olur ki? Ve o günde
hiçbir kimseye asla haksızlık edilmeksizin herkesin kazandığı kendilerine
tastamam verilecektir.
[30]
18 -
Allah, kendisinden başka
ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de Allah'tan başka
ilâh olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Azîz ve Hakim olan Allah'tan başka
ilâh yoktur.
"Allah, kendisinden başka ilâh olmadı-ğma
şahitlik etti. Burada mana olarak hükmetti ve dedi,-söyledi manalarına gelir.
"Melekler (de) ..." Burada geçen
"Melekler de" kavli ise, "Onlar açıkça da görmüş oldukları yüce
Allah 'in muazzam kudreti karşısında gördükleri gerçeklere ve o muazzam
kudretin sahibi dışında bir başka ilâh olmadığına tanıklık ettiler. "
demektir.
"ce ilim sahipleri de Allah'tan başka ilâh
olmadığına adaletle şahitlik etliler.." Ayetin bu kısmında yer alan,
kavlinden murat peygamberleri ilim adamları ve inanmış bilgili kimseler,
demektir. kavli de, dağıtılan ya da taksim edilmiş olan nzık ve eceller
konusunda Allah'ın yaratmış olduğu gerçeğin dışına çıkarak adalet sınırlarını
çiğnemezler. Allah'ın dağıttığı sevap olsun, ya da amellere göre
cezalandırması olsun bu hususlarda da adalet ölçüsünün dışına taşmazlar.
Aynı şekilde Rabbimizin kullarının bir birlerine karşı acımaları ve insaf ölçülerini çiğnememeleri, aralarındaki meselelerde eşitlik esaslarını ayakları altına almamaları konusunda adalet ölçüleri içerisinde hareket edenler demektir.
kelimesi Allah isminden müekked haldir veya, bu,
zamirinden haldir. Bilindiği gibi iki çeşit hal vardır. Bunlardan biri,
müekkidedir, ki zilhalden ayrılmaz. Diğeri de mütehavvile veya muntakile adını
alır ki, burası yeri olmadığından detaylarına inmek istemiyoruz.
Ya da bunun iki matuf kılmaksızın halin nasbıyla
ifradı da, yani bu manada müfret olması da caizdir. Örneğin; Arapça olarak,
diyecek olursan bu, caiz olmaz. Çünkü; aralarında bir il-bas yani bir
anlaşılamayan taraf yoktur. Zira her ikisi de erkektir. Fakat, diyecek olursan
bu, caizdir. Çünkü burada Zeydi, Hind'den ayıran özellik onun erkek olmasıdır.
Ya da, kelimesi medih üzere mansubdur.
Bir de âyette, kavli iki kez geçti ki bu, te'kit
maksadıyladır.
"Azîz ve Hakim olan Allah'tan başka ilâh
yoklar."
Ayetin sonunda yer alan, kavli, istinaf cümlesi ya-ni
yeni bir cümle olarak merfudur. Yani bu, demektir. Yoksu bu, zamirinin bir
vasfı yani sıfatı demek değildir. Çünkü zamirler tavsif olunamazlar
(nitelenemezler). Dolayısıyla, "yenilmeyen, her an üstün ve güçlü
olan" demektir. ise asla haktan dönme-yen, taviz vermeyeni manasınadır.
[31]
19 - Allah katında (tek makbul)
din İslâm'dır. Ancak kitap ehli kendilerine ilim (gerçekler) geldikten
(bildirildikten) sonra sadece aralarındaki haset ve azgınlık sebebiyle
ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki; Allah
hesabı çok çabuk görendir.
"Allah
kalında (tek makbul) din İslâm'dır" Bu bir cümleyi, müstenefedir yani
mübteda olan bir cümledir yoksa bu açıklama mahiyetinde olan bir istinaf
cümlesi, yeni bir cümle değildir. Burada, kavlindeki, edatı hemzenin fethiyle,
kıraat imamı olan, Ali Kisai tarafından, şeklinde okunmuştur. Bu da, kavlinden
bedel yapılmak suretiyle böyle okunmuştur. Yani mana şöyledir: "Allah
katında gerçek inanılacak dinin İslâm olduğuna Allah şahitlik etti."
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir
hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Her kim bu ayeti uyuyacağı sırada okursa, işte
bundan dolayı Allah, yetmişbin varlık yaratır. Bu yaratılanlar ta kıyamet
gününe kadar onun bağışlanması için Allah'tan mağfiret dilerler. Her kim de bu
ayeti okuduktan sonra ben de Allah'ın kendisine bunu şahit kıldığı şeylerle
şahitlikte bulunacağım ve ben bu ğahitliği Allah'a havale buyuracağım. Çünkü
bu, yarın Allah katında benim için bir vedia (emanet), depozito olacaktır.
Kıyamet gününde Allah şöyle buyuracaktır: Kuşkusuz kulumun benim katımda
emanet olarak duran bir sözü (ahdi) bulunmaktadır. Oysa ben verdiği sözü yerine
getirmede vafara en çok lâyık olanım. Bu bakımdan bu kulumu cennete sokun
hele!"[32]
"Ancak kitap ehli kendilerine ilim geldikten
(bildirildikten) sonra sadece aralarındaki haset ve azgınlık sebebiyle ayrılığa
düştüler."
Kitap ehlinden kasıt Yahudi ve Hristiyanlardan
olanlardır. İhtilâfa ve anlaşmazlığa düştükleri nokta ise, her iki kesim de
Tevhid dini olan İslâm'ı terk ettiler, kabul etmediler. Nasara denilen
Hristiyanlar teslis, yani üç ilâh inancına sarıldılar. Yahudiler ise, Uzeyir
Allah'ın oğludur, dediler.
ile bildirilen gerçek ise, kendisinde asla bir
yanlışlık ve eğrilik bulunmayan hak din olan İslâm'dır.
demek, aralarında baş gösteren ihtilâf ve ayrılık
sırf birbirlerini çekememeleri ve haset etmeleri sebebiyledir. Çünkü; her iki
toplum da liderlik peşinde ve baş olma davasmdadırlar, hepsi de dünyalık çıkar
kaygısıyla hareket etmektedirler. Çünkü; her iki toplumda bir takım insanları
peşlerine takarak ve onları aldatarak hakkın kendilerinde olduğu yalanını
savunuyorlardı. Oysaki İslâm'ın hak dini oluşunda şüphe olmadığı gibi onlar da
zaten bunda şüphe etmiyorlardı. Çıkarları ve menfaatleri öyle gerektirdiğinden
dolayı böyle yanlış ve batıl bir yol izliyorlardı.
Ancak bir yoruma göre bunlar, Hz. Muhammed
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) in peygamberliği konusunda ihtilâf edip
duruyorlardı tartışma bunu üzerinde idi. Çünkü; kimisi onun peygamberliğini
kabul ediyor ve kimisi de red ediyordu.
Bir yoruma göre de, bu ihtilâfa düşenler Nasara
dediğimiz Hristi-yanlardır. Çünkü; kendilerine gerçek bilgi geldikten ve onun
da Allah'ın bir kulu olduğunu öğrendikten sonra işte bu gerçeğe rağmen onun hakkında
ihtilâfa düştüle'r. Teslis inancım savundular.
"Kim
Allah'ın ayetlerini -hüccet ve delilleri, kanıtlan- inkâr ederse, bilsin ki;
Allah hesabı çok çabuk görendir." Cezayı pek hızlı olarak uygulayandır.
[33]
20 - Eğer seninle tartışırlarsa
(onlara) de ki: "Bana uyup iman edenlerle birlilikte ben, kendimi
tamamiyle Allah'a adayıp teslim ettim." Ve yine kitap ehline ve ümmî
olanlara de ki: "Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?" Eğer kabul
ederlerse, kesin olarak hidayete ermişlerdir- Eğer yüz çevirirlerse, senin
üzerine düşen yalnızca tebliğ etmektir. Allah kullarının her haline vakıftır.
"Eğer seninle larli-strlarsa," Yani; hak din İslâm'dır, konusunda seninle tartışıp mücadele ederlerse. Burada bu konu ile ilgili olarak Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile tartışan ve mücadele edenlerin cumhura göre Necran oğullarına mensup Hristiyanlarıdır.
"(onlara) de ki: Bana uyup iman edenlerle
birlikle ben, kendimi lanıamiyie Allah'a adayıp teslim eltim."
De ki ben varlığımı ihlâs ile ve tümüyle kendimi bir
tek olan Allah'a teslim ederek Müslüman oldum. Allah'a ibadet etmekle
birilikte kesinlikle bu konuda bir başkasını O'na ortak koşmadım. Allah ile
birlikte bir başka ilâhı çağırıp ona dua ile onu mabud edinmedim. Yani; kısaca
benim dinim tevhid dinidir. Bir tek Allah'a iman etme dinidir. Ki bu din, en
sağlam ve her şüpheden uzak olan tek dindir. Nitekim; bu gerçek benim
tarafımdan böyle olduğu bilinmenin yanında zaten sizin de tarafınızdan bilinmektedir.
Ben gerçekten yeni ve aykırı bir şey getirmiş değilim ki bu konuda kalkıp benimle
tartışıp mücadele edesiniz?...
Diğer taraftan-bunun bir benzeri ayet de yine
tefsirini yaptığımız bu surede yer alan şu ayettir. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"(Ey Peygamber) de ki: Ey kitap ehli, bizim de
sisin de üzerinize inen tüm semavî kitaplarda inen eşit ve ortak olan noktada
gelin birleşelim; Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na eş koşarak asla
hiçbir şeyi kendisine denk edinmeyelim. Allah'ı bırakarak kimimiz kimimizi rab
edinmesin. Eğer kabul etmeyip yüz çevirirlerse, şöyle deyin: "Şahit olun
ki; biz Allah'ın her hükmünü kesin olarak kabul eden Müslümanları.[34]
İşte bu ayet, onların üzerinde bulundukları
inançlarını ve savuna-geldikleri şeyleri reddetmektedir.
Bir de Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
ile birlikte onun yanında yer alan mü'minler de hiçbir şüphe ve kuşkuya yer
vermeksizin aynen teslim olmuşlardır. O halde bu konuda tartışmanın ne anlamı
var söyletebilir misiniz?
Kıraat imamlarından Nafı, Ebu Cafer, İbn Amir, Hafs,
A'şa (Ebu Yusuf Yakup b. Halife) ve Burcumi (Abdülhamit b. Salih), kavlini
gördüğünüz gibi, olarak harfinin fethasıyla okumuşlardır. Bu imamların dışında
kalan İbn Kesir, Ebu Amr, Asım, Hamza, Kisai, Yakup, Hadrami ve Halef ise
harfinin sükunu ile, olarak kıraat etmişlerdir.[35]
kavli ise, kavlindeki harfi üzerine atfolunmuştur.
Yani; bu demektir ki,. "Ben ve bana uyanlar teslim olduk." demektir.
Ayrıca bu kelimenin mef ul ile ayrılması da nahiv açısından güzeldir.
Diğer taraftan kavlindeki harfinin
"ile-bera-ber" manasına gelen, manasında olması da caizdir. Böyle
olması halinde bu kelime mef'ul-ü meah olur. Bu kelime, olarak okunduğu gibi,
olarak da okunabilir. Yani; hem vasi (ge-çiş) ve hem vakf (duruş) halinde de
böyle okunabilir, caizdir. Bunu her iki halde caiz görenler kıraat imamlarından
Sehl b. Muhammed ile Yakup b. İshak'tır. Ancak kıraat imamlarından olan Ebu Amr
ise bu iki imama sadece vasi okuyuşu halinde katılmıştır.
"Veyine kitap ehline ve ümmi olanlara
-Kendilerinin herhangi ilâhi bir kitabı olmayan müşrik Araplara- de ki: Siz de
İslâm'ı kabul ettiniz mi?"
Buradaki, kavlinde iki hemze yer almaktadır. Bunu bu
şekilde okuyan kıraat imamları Küfe kıraat okulu mensuplarıdırlar.
Yani bunu manası şöyledir: "Çok açık ve net
delillere dayalı olarak İslâm'ın hak olduğu gerçeği size geldi ve bildirildi.
Siz bu gerçekler karşısında İslâm'ı kabul ettiniz mi? Yoksa siz hâlâ küfrünüz
üzere direnip kalmakta mısınız?"
Bir diğer yoruma göre bu lâfız bir soru lâfzıdır,
mana itibariyle de emir anlamındadır. Yani, "Hemen Müslüman olun!" Ya
da "İslâm dinine girin!" demektir. Bu adeta, şu ayetteki ifadeye
benzer bir ifadedir:
"Artık vazgeçtiniz mi?"[36]
Bu her ne kadar meallerde ve burada da bizim
yaptığımız gibi soru olarak görüyorsanız da esasen bunun manası, "vazgeçin" şeklinde emir
manasınadır. İşte yukarıdaki ayette de, olarak soru şeklinde gelmiş ise de bu,
"Müslüman olun, İslâm'a girin." demektir.
"Eğer İslâm dinini kabul ederlerse, kesin olarak hidayete ermişlerdir." Bu demektir ki; irşat olmuşlardır ve böylece sapıklıktan kurtulup hak yolu bulmuşlardır. "Eğer yüz çevirirlerse, senin üzerine düsen yalnızca tebliğ etmektir." Yani; onlar sana hiçbir şey yapamazlar ve zarar da veremezler. Çünkü sen uyaran bir elçisin. Bu itibarla senin vazifen risaleti ve yüklendiğin mesajı tebliğ etmek, iletmek ve bildirmektir. Bir de hidayet yolunu gösterip bu hususta onları uyarmandır.
"Allah kullarının her haline vakıftır."
Müslüman iseler, bundan dolayı onları mükâfatlandıracak, kâfir iseler,
küfürleri yüzünden onları cezalandıracaktır.
[37]
21 - Doğrusu, Allah'ın
ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve bir de halka
adaleti emredenleri öldürenler var ya, işte onlara çok acıklı bir azabı
müjdele!
"Doğrusu, Allah'ın ayetlerini inkâr edenler,
peygamberleri haksız yere zulmederek öldürenler" Burada "peygamberleri
öldürenler" diye kendilerinden söz edilenler Yahudiler olup, bunlardan
sonra gelen nesilleri de atalarının bu vahşetine ve zulmüne rıza gösterip
memnun olanlardır.
kavli burada müekked haldir. Çünkü peygamberin
öl-dürülmesi hiçbir zaman hak olarak değerlendirilemez ve hak olamaz. "ve
bir de -peygamberler dışında- halka adaleli emredenleri -Hz. Hamza'yı-
öldürenler var ya," Rasûlul-lah (Saiiaüâhu Aleyhi ve Seiiemftan gelen
rivayete göre demiştir ki:
"Günün hemen ilk saatlerinde İsrailoğullan kırk
üç peygamberlerini bir anda Öldürdüler. İşte bu olay karşısında haksızlığa
dayanamayan İsrail-oğullarından iman etmiş olan ibadet ehli tam yüz on iki kişi
harekete geçerek, iyilikleri ve hakkı anlatan peygamberleri halisiz yere
öldürenlere iyiliği emredip onları kötülük işlemekten menettiler. Onlar da
kendilerine karşı böyle bir görevle harekete geçen yüz on iki inanmış kişinin
tamamım aynı günün sonunda kılıçtan geçirip hepsini öldürdüler."[38]
"İşle onlara çok acıklı bir azabı
müjdele!" Bu ayette, edatının haberi olan, kavlinin başına, harfi
gelmiştir. Çünkü, bunun ismi ceza manasını içermektedir. Sanki ayette şöyle
denilir gibidir:
"O küfürde ısrar edenler var ya, işte onları
müjdele!" Yani bu şöyle demektir: "Her kim inkâr ederse, küfürde
direnirse, işte onları müjdele! " Bunu da sebebi şundan dolayıdır:
edatı mübteda olmanın manasını değiştirmez. Yani; kelime yine görev olarak mübteda görevini üstlenmiştir ama, burada bu edatın görevi, orada tahkik ve kesinlik manasını kazandırmak için gelmiştir. Burada, harfini gelmiş olması, sanki gelmemiş mesabesindedir. Eğer burada söz konusu, edatının yerine, veya edatlarından biri gelmiş olsaydı, bu takdirde harfinin gelmesi mümkün olamazdı, yani mümteni olurdu. [39]
22 - Onların tüm yaptıkları hem
dünyada ve hem ahirette boşa gitmiştir -zayi olmuştur-, onların hiçbir zaman
yardımcıları da olmayacaktır.
Dünyada Allah'ın rahmetinden uzak kalarak lanete
uğrayacaklar, ve rezil rüsvay olacaklardır. Ahirette ise en acıklı azaba
çarptırılacaklardır. Ayetin sonu başı olması itibariyle sırf vakfetmek yani
durmak için cemi yani çoğul olarak gelmiştir. Eğer böyle olmasaydı nekra olan
müfret bir kelime mana itibariyle nefıy yani olumsuzluk açısından daha bir
genel olurdu.
[40]
23 - (Ey Peygamber!) Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi ki, aralarında hüküm verilmesi için
Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da sonra aralarından bir grup bundan cayarak bu
hükme sırt çeviriyor.
"(Ey Peygamber!) Kendilerine kitaptan bir pay
verilenleri görmedin mi ki?" Bu ayette konu edilenler Yahudi din
bilginleri yani hahamlardır. Onlar gerçekten Tevrat konusunda doğru manada bir
hayli bilgilere sahip bulunuyorlardı.
Ayette yer alan, cer edatı ya teb'iz manasınadır ya
da beyan içindir Yani; ya bir kısmı veya bazısı demektir ya da açıklama anlamındadır,
demektir.
"aralarında hüküm verilmesi için Allah'ın
kitabına, -yani Tevrat'a ya da Kur'an'a- çağrılıyorlar da" bir hüküm
nedeniyle aralarında hakim olması, ona göre hüküm verilmesi ya da Hz. Peygamber
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) aralarında hüküm vermesi için çağrılıyorlar
da,...
Rivayete göre Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve
Sellem) onlara ait bir mektebe (eğitim kurumuna) gitti de onları hakka davet
etti.. Bunun üzerine Yahudi din bilginlerinden Naim b. Amr ile Haris b. Zeyd
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) a.
"—Sen hangi dindensin veya hangi din üzeresin?
diye soru yönelttiler. Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de:
— İbrahim'in dini üzereyim, cevabını verdi. Bu iki
Yahudi Haham, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
— Aslında İbrahim Yahudi idi, diye karşılık verince,
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Onlara:
— Öyle ise,
gelin Tevrat'a gidip onu hakem kılalım, aramızda gerçek hükmü o versin, İbrahim
gerçekten Yahudi miydi, değil miydi bakalım?" diye teklif edince, her iki
Yahudi köşeye sıkıştıklarını anladılar ve Tevrat'a bakmaktan kaçındılar, kabul
etmediler.[41]
"sonra aralarından bir grup bundan cayarak bu
hükme sırt çeviriyorlar." Çünkü; bu zaten oldum olası onların adetidir.
Onlar karakter olarak böyle bir yapıya sahiptirler. Tarih boyunca hep döneklik
etmişler ve hep arkadan vurup hançerlemişlerdir. Dolayısıyla onların bu halini
garipsememek gerekir.
[42]
24 - Bunun sebebi, "Bize
sayılı birkaç günden başka cehennem ateşi dokunmayacaktır." demeleridir.
Gerçekten dinleri konusunda uydurageldikleri şey onları bu hususta yanılgıya
düşürmüştür.
"Bunun sebebi: Bize saydı birkaç günden başka
cehennem ateşi dokunmayacaktır», demeleridir. " Yahudilerin kendilerine
uygulanacak olan azabı pek umursamadıklarından ve basit bir azap olarak gelip
geçecektir düşünce ve inancı sebebiyle böyle hareket ediyorlar ve haktan yüz
çeviriyorlar. Çünkü; inançlarına göre birkaç gün yandıktan sonra ateşten çıkıp
kurtulacaklardır ki bu günlerde öyle uzun süreli değildir.
Örneğin; Yahudi inancına göre ya kırk gün
yanacaklar, ceza görecekler, ya da yedi gün kadar bir ceza göreceklerdir. Onun
için de her şeyi yapmak onlara göre mubah sayılmaktadır.
Ayetteki, mübtedadır. ise haberidir.
"Gerçeklen dinleri, konusunda uy-durageldikleri
şey, onları bu hususta yanılgıya düşürmüştür." Yani; Allah'-a karşı
iftiraya kalkışmaları onları yalan uydurmaya ve yanılgıya düşürmüştür. Çünkü;
Yahudiler şöyle bir gerekçeyle ortaya çıkıyorlar:
"Biz Allah'ın öz oğullarıyız ve aynı zamanda
O'nun yanında yer alan en sevgili kullarıyız. Bizim bu açıdan diğer insanlara
göre bir ayrıcalığımız vardır. Bu ayrıcalık sebebiyle Allah diğer kullarına
azap ettiği gibi bize işlediğimiz günah ve cinayetlerimiz sebebiyle uzun bir
müddet azap etmeyecek ve bizi gayet kolay verbasit bir cezalandırmadan oldukça
kısa sürecek bir zaman içerisinde geçirecektir."
[43]
25 - Asla şüphe bulunmayan
kıyamet gününde onları topladığımızda acaba halleri nice olur ki? Ve o günde
hiçbir kimseye asla haksızlık edilmeksizin -işledikleri günahlarında bir artışa
ve yaptıkları iyiliklerde de bir eksikliğe gidilmeksizin- herkesin kazandığı
kendilerine tastamam verilecektir.
Acaba o inkarcı Yahudilerin ve onları onayanların
hali nice olacak ki!? Çünkü; şüphesiz olarak gelecek olan o kıyamet gününde
herkese ne kazandıysa o verilecektir.
Ayetteki, zamiri "Her nefis ya da herkes"
anlamındaki ifadenin üzerine mana itibariyle racidir.
[44]
26. (Ey Rasûlüm!) De ki:
"t,y mülkün (ve hakimiyetin) sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine
verirsin ve dilediğinden de çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini
de alçaltirsın. Çünkü; her iyilik Senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye
kadirsin.
27.
Geceyi (kısaltarak) gündüze
katarsın, gündüzü de (kısaltarak) geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden
de ölüyü çıkarırısın. Dilediklerini de hesapsız olarak nziklandınrsın."
28. Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri (işlerinde) dost (edinip söz sahibi) kılmasınlar. Her kim böyle yaparsa hiçbir şeyde Allah'tan yardım göremez. Meğerki o kâfirlerden (can ve mal güvenliğiniz açısından) bir korkunuz olmuş olsun. Allah sizi kendisinden sakındırıyor. (Sonuçta) varış Allah'adır.
29.
(Ey Rasûlüm!) onlara de ki:
"(Niyetinizi) ister içinizde gizli tutun, ister onu açığa vurun, Allah
bunların hepsini bilir. O, göklerde olanları da, yerde olanları da bilir.
Allah her şeye kadirdir."
30. Herkesin iyilik olarak ne
yaptıklarını ve kötülük olarak işlediklerini karşısında göreceği ahiret
gününde, (kötülük işlemiş olanlar), kendileriyle işledikleri günahları
arasında uzak bir mesafe olsun arzu edeceklerdir. Allah (kendisine karşı
gelmemeniz için) sizi uyarıyor. Zira
Allah kullarına karşı çok şefkat ve merhamet sahibidir.
31. (Ey Rasûlüm!) De ki:
"Eğer siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. (Çünkü;) Allah çok çok mağfiret eden ve çok
çok merhamet edendir."
32.
(Rasûlüm!) De ki:
"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz ki;
Allah kâfirleri asla sevmez.
[45]
26 - (Ey Rasûlüm!) De ki:
"Ey mülkün (ve hakimiyetin) sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin
ve dilediğinden de çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de
alçaltırsın. Çünkü; her iyilik Senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.
"(Ey Rasûlüm!) De ki: "Ey mülkün ve hakimiyetin
sahibi Allah'ım! Bu ayetin başında yer alan, kavlindeki, harfi, ünlem harfi
olan ve ey manasına gelen harfine karşılıktır. İşte bu bakımdan bu ikisi aynı
kelimede bir araya gelemezler. Yani, denemez. Zaten bu, bu değerli ismin bazı
hususiyetlerindendir.
Nitekim; yemin manasında aynı durumu harfinde de görmekteyiz,
bu özellik orada da vardır. Yine nida (ünlem) harfinin buna dahil olması,
kendisinde lâm-ı tarif denilen belirtme harfinin bulunması da bunun
özelliklerindendir.
Aynı şekilde başına gelen hemzenin kat'î hemze
olması da böyledir. Yani, denir ve fakat bu manada, denemez. Aynı zamanda
tefhim ile okunur.
kavli ise, mülkün cinsine, kendisine sahip olan, tıpkı
varlık sahiplerinin kendi mal varlıklarında diledikleri gibi nasıl tasarrufta
bulunuyorlarsa Allah da öylece kendi mülkünde dilediği ve istediği gibi
tasarrufta bulunur. O'na asla kimse müdahale etmez, edemez. İşte ayetin bu
kısmı da ikinci bir ünlemdir, nidadır. Yani bu, "Ey mülkün Maliki ve
sahibi!" demektir.
"Sen mülkü dilediğine verirsin." Sen
mülkünde kime ne kadarlık bir pay ve nasip ayırmış isen o kadar verirsin.
"ve dilediklerinden de çekip alırsın."
Yani onu da ondan çeker alırsın. İlk geçen, "mülk" ifadesi genel yani
amm'dır. Daha sonra geçen iki "mülk" ifadeleri ise genel olandan yani
tümden cüz (tikel/kısmî) olandır. Bu manada hastırlar.
Rivayete göre Hz Peygamber (Saiiailâhû Aleyhi ve
Sellem) Mekke'yi fethedince, ümmetine Fars yani Acem dediğimiz İran ile
Rum/Bizans mülkünü ümmetine vadetmiştir. Bunun üzerine Yahudiler ile iki yüzlü
kimseler olarak tanımlanan münafıklar bunun karşısında şöyle alay eder
oldular.
"Heyhat! heyhat'! Şu zavallılara bakın hele!?..
İran ve Bizans mülkünü Muhammed mi alacakmış, bu nasıl olacak ki? Mekke ve
Medine Muham-med'in nesine yetmiyor ki, her halde Muhammed hayal görüyor."
gibisinden havalara girmişlerdi. Çünkü; adı geçen bu iki toplum da hem güçlü
ve hem de engelleyici varlığa sahipler, diyorlardı. İşte bunu üzerine biraz
sonra gelecek ayetin şu kısmı nazil olmuştur:[46]
Çünkü mülkünde kimine varlık vererek
"dilediklerini yüceltirsin," "dilediklerini de -elinde ve
avu-cunda ne varlıpı varsa onlardan alarak- alçallırsm. "Çünkü her iyilik
Senin elindedir." Yani; iyilik de kötülük de senin elindedir. Dolayısıyla
yüce Allah burada birbiri olan iyiliği zikretmekle yetindi diğeri de
anlaşılacağından ondan, yani şer denen kötülükten söz etmedi.
Ya da buradaki ifade ile söylenmek istenen şey;
kâfirlerin kabul etmeyip inkâr ettikleri ve mü'minlerin ise yöneldikleri hayır
olan şeylerle ilgili hususlardır. İşte bunu için, diye buyurdu. Mademki hayır
ve iyilik senin elindedir. Sen onu, düşmanlarına rağmen velilerine, dostlarına,
dinini hakim kılmak için çalışanlara verirsin.
"Şüphesiz Sen her şeye kadirsin." Senin
kendilerine güç vermemen durumunda hiçbir kimse hiçbir şeye asla güç
yetiremez. Çünkü; Senden başka güç ve iktidar sahibi
olan asla yoktur.
Bir yoruma göre ise, kavlinden maksat, afiyet ve
sağlıkla alâkalı olan mülktür. Ya da kanaatkarlıkla alâkalı olan mülk demektir.
Nitekim; Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimden cennet kralları (melikleri), günlük
miktarıyla yetinen kanaat sahibi olan kimselerdir."[47]
Ya da burada geçen, "mülk" kavlinden kasıt
geceleyin kalkıp ibadet etmek demektir. İmam Şiblî (v.334/945) de şöyle der:
"Kainatı ver edenle yetinip dünya ve ahireti
düşünmemek, sadece onları var eden ile yetinmek gerekir. Yani; marifet
yoluyla, kişinin Rabbini tanımasıyla insan yücelir. Ya da sadece kainatı var
edenle yetinmekle Aziz olur veya kanaat sahibi olmakla yücelir. İnsan bunların
zıddı olan şeylerle
de zelil olup alçalır."
Daha sonra da Rabbimizin yüce kudretini zikretmeye, gece ve gündüz arasındaki münasebeti, mevsimler çerçevesinde uzayıp kısalmalarını, birbiri ardı sıra hep geldiklerini, ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarma olayım ele almaya başladı ve bunu için de Rabbimiz bundan sonraki ayetiyle bu gerçekleri dile getirdi. Bunların hemen ardından geniş ve bol nzık verdiğini bu gerçeklere bağlı olarak bildirdi. [48]
27 - Geceyi (kısaltarak) gündüze
katarsın, gündüzü de (kısaltarak) geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın,
diriden de ölüyü çıkarırısın. Dilediklerim de hesapsız olarak
rızıklandırırsm."
"Geceyi kısaltmak gündüze katarsın, gündüzü de
kısaltarak geceye katarsın." kelimesi, mastar ifadesiyle, kelimesi, bir
şeyi diğer bir şeyin içine sokmak ve girdirmek demektir. Bu ifade burada mecazi
anlamda kullanılmıştır. Yani; gecenin saatleri eksilir, ya da geceler
kısalmaya başlar ve gündüzleri de uzar. Aynı şekilde zamanı geldiğinde bu defa
gündüzün saatleri kısalmaya ve geceler de uzamaya başlar.
"Ölüden diriyi çıkarırsın." Nutfe denen
spermden ya da meniden canlıyı çıkarıp yaratırsın veya yumurtadan civciv
çıkarırısın ya da kâfir olandan mü'min kimse var edersin. "diriden de
ölüyü çıkarırısın." insandan meniyi ya da nut-feyi veya spermi, tavuktan
yumurtayı ve mü'minden de kâfiri çıkarır var edersin.
"Dilediklerini, de hesapsız olarak
rı-zıklandıhrsın." Gerçi her ne kadar bunun durumu Allah katında bilinen
bir gerçek ise de yaratılanlar bunun ne sayısını, ne miktarım ve ne de ölçüsünü
bilebilirler. Bunun da nedeni yaratılanlar, akıllara böylesine durgunluk veren
ve hayret uyandıran manasındaki bu muazzam ve yüce fiilleri var eden kudretin
ne kadar üstün olduğunu delilleriyle anlayıp kavrayabilsinler.
Bunun yanında aynı kudretin kullarından
dilediklerine sonsuz ve hesapsız manada nzık verme kudretine sahip olduklarını
da anlayıp kavrasınlar. Dolayısıyla böyle bir gücün ve kudretlin sahibi olan
Allah, Arap olmayan toplumlardan mülkü alıp Araplara vermeye kadir olması yanında
aynı zamanda ellerinden mülklerini ve varlıklarını aldığı Arap olmayan
unsurları veya o dönemin ateşe tapan İran toplumu ile yine sapık o-lan Bizans
toplumunu da zelil kılmaya kadirdir. Onları zelil hale getirdiği gibi Müslüman
Arap toplumunu da aziz ve güçlü kılar. Bazı kaynaklarda ise şöyle ifadeler yer
almaktadır:
"Ben Allah, melikler melikiyim, krallar ustu
kralım. Bütün kralların kalpleri ve perçemleri benim elimdedir. Gerçekten kullarım
bana itaat ettikleri müddetçe, ben o kralları başlarında onlara merhamet eder
hale getiririm. Eğer kullarım bana karşı gelir ve hükümlerimi tanımazlarsa,
ben o kralları onların başlarında kendilerine zulmeden kimseler kılarım. Sakın
krallara, sizi idare edip duranlara küfredip bununla zamanınızı geçirip durmayın.
Ancak yaptıklarınızdan dolayı tevbe ederek bana dönün ki; size şefkat edeyim,
onların aleyhinde olarak yanınızda yer alayım."
İşte bu ifadeler bize Rasûlullah (Salallahu Aleyhi
ve Sellem) şu hadislerinin ifade ettiği manayı hatırlatıyor:
"Siz nasıl iseniz, başınıza sizi öyle idare
edecek biri getirilir."[49]
Kıraat imamlarından Medine okulu ile Ebu Bekir
dışında Küfe okulu mensupları, Kur'an'in hangi yerinde geçerse geçsin, kavli
ile, kavillerindeki harflerini şeddeli ve meksur olarak kıraat etmişlerdir.
[50]
28 - Mü'minler, mü'minleri
bırakıp da kâfirleri (işlerinde) dost (edinip söz sahibi) kılmasınlar. Her kim
böyle yaparsa hiçbir şeyde Allah'tan yardım göremez. Meğerki o kâfirlerden
(can ve mal güvenliğiniz açısından bir) korkunuz olmuş olsun. Allah sizi
kendisinden sakındırıyor. (Sonuçta) varış Allah'adır.
"Mü'minler, muminkri bırakıp da kâfirleri
işlerinde dost edinip söz sahibi kılmasınlar."
Bu ayet, inanlarla kâfirler arasındaki yakınlık ve
karabet nedeniyle var olan içten dostluk ve samimiyet, sır bildirmeleri
yasakladığı gibi, İslâm öncesi aralarında var olan sadakat sebebiyle onları
kendilerine yakın bilip sırdaş edinmeleri veya buna benzer şeyleri de
yasaklamaktadır. Nitekim; bu gerçek Kur'an'da çok çok tekrar edilmiş ve
mü'minler bu açıdan uyarılmışlardır. Kaldı ki; iman açısından Allah için
sevmek ve Allah için buğzetmek gerçekten büyük ve önemli olan bir meseledir.
Yani burada şu gerçeği vurguluyor ve diyor ki,
"Kâfirleri bırakıp mü'minlerle dostluk kurmanız, yetkiyi onlara vermeniz
sizin için kaçınılmaz bir görevdir. Sakın kâfirleri mü'minlere tercih
etmeyin."
Her kim böyle yaparsa işle onlar Allah'ın yardım ve
rahmetinden uzaktırlar." Yani; her kim ne tür olursa olsun kâfirlerden
yana tavır takınır, onlarla birlikte hareket ederse, artık onun Allah'tan her
hangi bir yardım ve velayet beklemesi ortadan kalkmıştır. Böyle yapanlar
Allah'tan bir şey beklemesinler. Çünkü; hem dost ile beraber olma görüntüsünü
vermek ve bir de onun düşmanlarının safında yer alarak onları da veli edinmek
esasen birbiriyle çelişir, bir şaşkınlıktır.
"Meğerki o kâfirlerden (can ve mal
güven-liginiz açısından bir) korkunuz olmuş olsan." Yani; gerçekten
düşmanlarınız olan kâfirler tarafından mutlak kaçınmanızı gerektiren bir korku
ve endişe haliniz varsa, o zaman durum değişir.
Kısaca bulunduğunuz ortamda gerçekten kâfirlerden ve
kâfırleşmiş kafalardan üzerinizde yetki sahibi bir güç varsa ve bunlar da sizin
mal ve can güvenliğiniz açısından gerçekten büyük bir tehlike oluşturuyorlarsa,
korkunuz da bu sebepten ise, işte bu gibi durumlarda görünürde dost imiş gibi
gözükmek ve öyle davranmak suretiyle düşmanlıklarını bertaraf etmek ya da
önlemek için caiz olur.
"Allah sizi kendisinden sakındırıyor." Yani; bizzat yüce Allah'ın kendisi sizi uyarıyor. Bu itibarla Allah'ın düşmanlarını bağrınıza basarak onlara yetki vermek suretiyle üzerinize Allah'ın gazabını ve öfkesini çekmeyin. Eğer dikkat edilirse bu, gerçekten büyük bit tehdit demektir. Mü'minler bu tehdidi iyi değerlendirsinler.
"(Sonuçta) varis Allah'adır" Yani; sonunda
dönüp varacağınız yer Allah'ın huzuru olacaktır. Zaten azaplandırma ve ceza
verme de O'nun katında olacaktır. İşte bu da bir başka tehdit ve uyandır.
[51]
29 - (Ey Rasûlüm!) onlara de ki:
"(Niyetinizi) ister içinizde gizli tutun, ister onu açığa vurun, Allah
bunların hepsini bilir göklerde olanları da, yerde olanları da bilir. Allah her
şeye kadirdir."
"(Ey Rasûlüm!) Onlara de ki: (Niyetinizi)
-kafirlere karşı dostluğunuzu ve ayrıca Allah'ın hoşlanmadığı, rıza
göstermediği şeyleri- ister içinizde gizli tutun, isler onu açığa vurun, Allah
bunların hepsini bilir." Ona karşı işlediğiniz hiçbir şey gizli kalmaz,
hepsini bilir. Doğrusu bu, en net ve en beliğ bir tehdittir.
"Ve Allah, göklerde olan (bi-tenleri) de, yerde olan (bitenleri) de bilir." Bu bir yeni cümledir. Yoksa şartın cevabı üzerine atfedilen bir cümle değildir. Bu şu demektir: "O Allah, göklerde var olanları da yerde var olanları da bilendir. Dolayısıyla sizin ne bir saklınız, gizliniz ve ne de alenen yaptığınız bir şey O'na asla gizli kalmaz. O sizin her şeyinizden haberdar olandır."
"Allah
her şeye kadirdir." Bu itibarla Al-lan sizi cezalandırmaya da elbette
kadirdi.
[52]
30 - Herkesin iyilik olarak ne
yaptıklarını ve kötülük olarak işlediklerini karşısında göreceği ahiret
gününde, (kötülük işlemiş olanlar), kendileriyle işledikleri günahları
arasında uzak bir mesafe olsun arzu edeceklerdir. Allah (kendisine karşı
gelmemeniz için) sizi uyarıyor. Zira Allah kullarına karşı çok şefkat ve
merhamet sahibidir.
"Herkesin iyilik olarak yaptıklarını ve kötülük
olarak işlediklerini karşısında göreceği ahiret gününde, (kötülük işlemiş
olanlar,) kendileriyle isledikleri günahları arasında uzak bir mesafe
olsun arzu edeceklerdir."
Bu ayette geçen kelimesi, kelimesiyle mansubdur.
Diğer taraftan, kavlinde bulunan zamir de, kelimesine aittir. Yani; bunun
manası şöyle olmaktadır:
"Kıyamet gününde herkes işlediği hayrı
(iyiliği) ve şerri (kötülüğü) hazır ve gerçek olarak karşısında gördüğünde,
işte o gün ile kendisi arasında hiçbir zaman varıp ulaşılamayacak bir mesafe,
bir aralık olsun temennisinde bulunacaktır."
Ya da bu, kelimesi, "hatırla, an"
manasında olan, mukadder fiiliyle mansubdur. Dolayısıyla bu, sadece, üzerinde
vaki olur, gerçekleşir. kavli de mübteda olarak merfu olur. kelimesi de bunun
haberi olur. Bu takdirde de mana şöyledir: "Kötülük işlemiş olan kimse
de, kendisiyle o kötülüğü arasında uzak-laşabileceği (kaçabileceği) bir mesafe
olsun isteyecektir. "
Ancak burada, kavlinin merfu olması sebebiyle,
ayette geçen, kelimesinin şart için olması sahih (doğru) olmaz. Evet burada
merfu olmak caiz olabilir; ama, bu takdirde şartın mazi fiil olması gerekir.
Bu olmadığı takdirde caiz olmaz. Ancak daha çok cezm olabilmektedir. Nitekim,
bu sahanın otorite alimlerinden olan İmam Müberred Ebu'l-Abbas Muhammed b.
Yezid b. Abdulekber (v.286/899)'den gelen rivayete göre der ki: "Merfu
olarak okunması şazdır. " yani, az rastlanan bir durumdur.
"Yüce Allah, bizzat sizin (kendisine karşı gelmemeniz
için) sizi uyarıyor." Bu ayetin burada da tekrar edilmesinin sebebi,
insanların gaflete düşmemeleri için ve her an kendilerini ahiret ve Ölüm ötesi
hayat için iyi olarak hazırlamalarını akıllarında tutmalarını isteyen bir
uyarıdır. "OysakiAllah kullarına karşı çok şefkat ve merhamet
sahibidir." Nitekim; Allah'ın kullarına karşı merhametli olduğu ve onlara
şefkatle muamele ettiğinin bir kanıtı da bizzat kendisinin kullarını burada da
görüldüğü gibi tekrar tekrar uyarmasıdır. Evet uyarıyor ki ileride Allah'ın
gazabı ile karşı karşıya kalmasınlar.
Ayrıca yüce Allah'ın kemal manasmdaki kudreti
sebebiyle kullarını uyarması yanında burada, rahmetinin genişliği sebebiyle
bunu umut etmeleri ve beklemeleri manasının da var olabilmesi de caiz olduğu da
murat olunmuş olabilir. Çünkü; Rabbimiz bir başka ayetinde şöyle buyurmaktadır:
"Kuşkusuz senin Rabbin tevbe eden mü'min
kulları için kesin olarak mağfiret sahibi olduğu gibi, Allah düşmanı kâfirleri
cezalandırmak için de mutlak manada acıklı bir azabın sahibidir de."[53]
Bu ayetin nüzul sebebi, şöyledir. Yahudiler:
"Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz."
diyorlardı. Onların bu tür konuşmaları üzerine Rabbimiz şöyle buyurdu[54]:
31 - (Ey Rasûlüm!) De kî:
"Eğer siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı da bağışlasın. Çünkü; Allah çok çok mağfiret eden ve
çok çok merhamet edendir."
(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer siz gerçeklen Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah sîzden memnun ve hoşnut kalsın" Kulun Allah'ı sevmesi ancak şöyle olur; 'Allah'a taat ve itaati başkalarının taat ve itaatine tercih edecektir. Allah'ın kulunu sevmesi ise, kulundan razı olması ve yaptıklarını övmesidir. Hasan Basri'den gelen rivayete göre demiş ki:
"Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
döneminde bazı kimseler ve toplumlar Allah'ı seviyor iddiasında bulundular.
İşte bunu üzerine ileri sürdükleri ve söyleyip durdukları iddialarım
amelleriyle doğrulanmalarını istedi. Çünkü sevgi, doğrulanmayı gerekli kılar.
Dolayısıyla kim Allah'ı seviyor iddiasında bulunuyorsa ve buna rağmen de Allah
Rasûlünün sünnetine ve onun dininin yani şeriatının uygulamalarına karşı
çıkıyorsa, o ve benzerleri kesin yalancıdırlar. Çünkü; Allah'ın Kitab'ı olan
Kur'an onlar yalanlamaktadır."
Bir diğer yoruma göre de, Allah sevgisi denen,
"mahabbetullah" ya da "rnuhabbetullah" Allah'ı bilip
tanımak yani "marifetullah" demektir. Sürekli olarak hep Allah
korkusunu ve O'na olan bağlılık duygusunu devam ettirmektir. Kalbini ve fikrini
hep O'nunla ve onu anmak, onun dinini yani şeriat ahkamını uygulamakla meşgul
bulundurmalı, bunun planları üzerinde kafa yormalıdır. Hep Rabbiyle ünsiyet ve
yakınlık elde etmeli, sürekli bu yolları denemelidir.
Farklı bir yorum ise şöyle yapılmıştır: "Allah
sevgisinin ya da ma-habbetinin alâmeti, Müslümanlar, söz, fiil (eylem) ve
davranışlarıyla sadece Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ait olan ve
ona has (Özgü) bulunan davranışları tatbik etmeli, uygulamalı ve buna uyarak
hep o yolda
yürümelidir."
Yine bir yoruma göre de mahabbetin, yani Allah'ı
sevmiş olmanın en belirgin bir özelliği de, Müslümamn sürekli ya da daimi
manada tefekkür halinde bulunmalıdır. Burada tefekkürden kasıt Allah'ın
şeriatını ve kanunlarını uygulayabilme açısından ne yapılabilirin üzerinde
fikir jimnastiğini yapması, pratik hayatta çözümler üretmesi, eğitiminden,
Öğretimine, öğretiminden de pratik hayattaki tatbikatına varıncaya dek
gerekeni yapmalıdır. Bunun için halveti yani boş zamanları değerlendirmeli ve
buna zaman ayırmalıdır. Yoksa uçmak kaçmak anlamındaki halvet değildir bu.
Hep sessizliği yeğleyerek doğru düşünme imkanlarını
kazanabilme-lidir. Bakınca hatayı, yanlışı ve kötüyü görmemeli, onlara da göz
yum-mamalıdır. Kısaca baktığı zaman hep Allah'ın hükümlerini görmeli,
çağınlınca ya da seslenilince de hakkın dışında başka bir şey duymamalı,
din-lememeli, bunlara izin vermemelidir. Allah için başına herhangi bir şey
isabet edince de buna üzülmemeli, başkasının başına bir şey gelince de bundan
sevinç duymamalıdır. Allah'tan başka kimseden korkmamalı ve yine Allah'tan
başkasından bir beklenti içine girmemelidir,
"ve günahlarınızı, da bağışlasın. Çünkü Allah,
çok çok mağfiret eden ve çok çok merhamet edendir."
[55]
32 - (Rasûlüm!) De ki:
"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer (Allah ve Rasûlüne itaatten) yüz
çevirirlerse, şüphesiz ki; Allah kâfirleri asla sevmez.
Çünkü; Allah ve Rasûlüne itaat demek, sevginin
kanıtlanması ve alâmeti demektir. Eğer itaatten yüz çevirecek olurlarsa Allah
onları asla sevmez.
kelimesinin muzari olması ihtimali de vardır. Yani;
demek de olabilir.
[56]
33. Şüphesiz Allah Adem'i,
Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçerek alemlere üstün kıldı.
34.
(Bunlar) birbirlerinin
zürriyetindendir (aynı soydandır). Allah her şeyi işitendir, bilendir.
35. İmran'ın hanımı demişti ki:
"Rabbim! Ben, karnımdakini sana hizmet etsin diye adadım. (Bu adağımı)
benden kabul buyur! Çünkü; sen (yapılan her duayı) duyan ve (her ma/tsadı) en
iyi bilensin."
36. (İmran 'in hanımı) onu
(bebeği) doğurunca demişti ki: "Rabbim! Onu kız olarak doğurdum."
Oysaki Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir. (İmran'ın karısı:)
"Erkek ile kız aynı değildir. Ben ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu,
şeytanın şerrinden koruman için senin himayene bırakıyorum." dedi.
37. Rabbi; onu güzel bir
hoşnutlukla kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi büyüterek yetiştirdi. Cnun
bakımının üstlenmesini de Zekeriya'ya verdi. Zekeriya her ne zaman onun
bulunduğu mabede girdiyse, onun yanında bir rızık (farklı yiyecekler) bulurdu.
Zekeriya: "Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?" diye sorardı. O
da: "O rızık Allah tarafından bana gönderilmektedir. Şüphesiz Allah
dilediklerine hesapsız rızık verir." derdi.
38. Orada Zekeriya, Rabbine dua
ederek dedi ki: "Rabbim! Bana katından tertemiz ve salih bir nesil ver!
Çünkü gerçekten sen dua edenin duasını işitirsin."
39. (Zekeriya) mabedde durup
namaz kılıp dua etmekte iken, melekler ona şöyle seslendiler: "Şüphesiz
Allah sana Yahya'yı müjdeler. O Allah'tan gelecek olan bir kelimeyi tasdik
eden, kavminin efendisi, iffetli ve sahillerden bir peygamber olacaktır."
40. (Zekeriya:) "Rabbim! Ben yaşı hayli ilerlemiş bir ihtiyar olduğum halde, karım da kısır iken nasıl olur da bir çocuğum olabilsin?!" dedi. (Rabbi de) şöyle dedi: "Evet aynen öyle (senin bir çocuğun olacak). Zira Allah ne dilerse onu yapar."
41. (Zekeriya) dedi ki:
"Rabbim! bana bir alâmet göster." (Rabbi de) şöyle buyurdu:
"Senin alâmetin, insanlarla işaretle anlaşman dışında üç gün süreyle
konuşmamandır. Bir de Rabbini çok çok an ve akşam sabah hep Rabbini teşbih et."
[57]
33 -
Şüphesiz Allah -insanlığın
babası- Adem'i, -rasûllerin şeyhi, piri- Nuh'u, İbrahim ailesini -İsmail'i,
İshak'ı ve bu ikisinin soyundan gelenleri- ve İmran ailesini İmran b.
Yashur'un iki çocuğu olan Musa ve Harun'u- seçerek alemlere üstün kıldı.
Yine bir yoruma göre de, "Hz. îsa ve İmran b.
Masan kızı Meryem'i" evet bunların hepsini kendi dönemlerinin insanlarına
üstün kılarak seçti.
Ancak Hz. Musa ile Hz. Harun'un babalan olan İmran
b. Yashur ile, Hz. İsa'nın dedesi ve Hz. Meryem'in de babası olan İmran b.
Masan arasında, kısaca iki İmran arasında geçen zaman 1800 yıllık bir zamandır.
Yani; iki İmran arasında on sekiz asırlık bir zaman geçmiştir.
[58]
34 - (Bunlar) birbirlerinin
zürriyetindendir (aynı soydandır). Allah her şeyi işitendir, bilendir.
Allah kimin seçilmeye ve tercih edilmeye daha lâyık
olduğunu elbette kendisi çok daha iyi olarak bilir. Ya da Allah, İmran'in
hanımının dediklerini ve niyetini işitendir ve bilendir.
Burada yer alan, kelimesi, "Al-i İbrahim"
ile "Al-i îmran'dan" bedeldir. mübtedadır. Bunun haberi de nasb
mahallinde olup zürriyet kelimesinin sıfatıdır. Yani adı geçen her iki aile de,
İmran ve İbrahim aileleri müteselsil manada bit tek soydan birbirlerini
izleyerek geliyorlar, demektir. Hepsi de aynı soy kütüğünden gelmektedirler.
Örneğin; Hz. Musa ve Hz. Harun İmran'm
çocuklarıdırlar. İmran ise Yashur'un oğludur. Yashur Kahes'in, Kahes de
Lavi'nin, Lavi ise Ya-kub'un çocuğudur. Yakub İshak'tandır. Nitekim; Meryem
oğlu İsa da dedesi ve annesinin babası İmran b. Masan da böyledir. Bunlar
Yahuza b. Yakup b. İshak'ta yani İshak torunu Yakup oğlu Yahuza'da soy olarak
birleşmektedirler. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi veSdiem)
ise Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâmfin soyundandır.
Yine bir yoruma göre bunlar din açısından da aynı köktendirler. Bu bakımdan da biri diğerinden sayılmaktadır. [59]
35 - İmran'm hanımı demişti ki:
"Rabbim! Ben, karnımdakini Sana hizmet etsin diye adadım. (Bu adağımı)
benden kabul buyur! Çünkü; Sen (yapılan her duayı) duyan ve (her maksadı) en
iyi bilensin."
"İmran'm hanımı demişti ki: Rabbim! Ben,
karnımdakini Sana hizmet etsin diye adadım."
Bu ayetin başında yer alan kelimesi, kavliyle mansub
olmuştur veya burada muzmar olan bir, fiiliyle mansub kılınmıştır. Burada geçen
İmran'dan kasıt ise, İmran b. Masan'dır ve Meryem'in annesi Hanne'nin kocası,
Hz. İsa (Aleyhi s-Selâm) da dedesidir. Hanne de Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) ninesi
ya da anne annesidir. Han-ne de Fakuza'nın kızıdır.
"Sana adadım'" yani, senin uğrunda
mabedinde hizmette bulunması için bunu kendim için kesin bir görev edindim,
kendime vacip ya da gerekli saydım. kavlinde yer alan, kelimesi, harfinden
haldir. Bu da, manasınadır. Yani bu, "Onu Beytu'l-Makdise hizmet için
özgür kıldım, onun üzerinde hiçbir kimsenin söz sahibi olmamasını diledim ve
ben onu bu gayenin dışında herhangi bir maksat ile de bir hizmete
koşmayacağım." demektir.
Aslında bu türden bir adakta bulunmak onların
inançlarına göre meşru idi. Ya da bunun manası, "Sırf sana ibadet etsin
diye adadım, başka değil. " manasınadır. Örneğin; "Özgür çamur
harç" diye bir tabir söylenir ki, bunu manası, "pürüzsüz en sağlıklı
harç" demektir. İşte buradaki ifade de buna benzer bir anlam taşımaktadır.
"(Bu adağımı) benden kabul buyur!" Kıraat
imamlarından Nafi, Ebu Cafer ve Ebu Amr, burada geçen, kavlini, olarak
harfinin fethasıyla okumuşlardır.
Takabbul, bir şeyden memnun kalarak ve hoşnutluğunu
göstererek almak demektir.
"Çünkü; Sen (yapılan her duayı) duyan ve (her
maksadı) en iyi bilensin."
[60]
36 -
(İmrân'ın hanımı) onu
(bebeği) doğurunca demişti ki: "Rabbira! Onu kız olarak doğurdum."
Oysaki Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir. (İmran'm karısı:)
"Erkek ile kız aynı değildir. Ben ona Meryem adım verdim. Onu ve soyunu,
şeytanın şerrinden koruman için senin himayene bırakıyorum." dedi.
"İmran'ın hanımı onu (bebeği) doğurunca demişti
ki:"
Burada geçen zamir, kavline racidir. Zamirin
müen-nes bir zamir olarak gelmesi ise, kız çocuğuna hamile olması açısındandır.
Ya da, "nefs" kelimesine racidir. Çünkü bu, müennes bir kelimedir
veya kelimesine racidir, çünkü bu da zaten müennes bir kelimedir. İşte tüm bu
ihtimaller sebebiyle zamir müennes olarak gelmiştir.
"Rabbim Ben onu kız çocuk olarak doğurdum.''
Burada geçen, kelimesi, kavlindeki zamirden haldir. Yani; bunun manası şu
demektir: "Ben gebe kaldığım çocuğu ya da nefsi (canı) veya nesemeyi
(canlıyı) kız olarak doğurdum.
Hz. Meryem'in annesi Hanne'nin böyle söylemesinin
sebebi, genelde mabede adanan kimseler erkek çocuklar olması sebebiyledir.
Dolayısıyla kız çocuk dünyaya gelince Rabbine bir bakıma bir mazeret arz
ediyor, özür beyan ediyor. Rabbine karşı üzüntüsünü ..ve mahzun olduğunu
sunuyor. İşte Meryem'in annesi Hanne'nin böyle mahzun, üzüntülü ve kederli bir
şeklide söylenmesi üzerine Rabbi de şöyle buyurdu:
"Oysaki Allah zaten onun ne doğurduğunu daha
iyi bilmekledir." Burada yüce Allah, onun doğurduğuna tazim ifadesiyle
teselli babında böyle buyurdu. Çünkü Allah, onun doğurduğu şeyin ne olduğunu
zaten bizzat en iyi olarak bilmektedir. Aynı zamanda buna bağlı olarak
olabilecek çok büyük ve önemli olayları, işleı de en iyi bilendir.
Kıraat imamlarından İbn Amir ile Ebu Bekir
kelimesini, ohrak kıraat etmişlerdir. Bunun da manası şöyle olur: "Ola ki
Allah 'in bunda bir sırrı ve bir hikmeti vardır. " Bu durumda bu ifade de,
"Meryem'in, söyledikleri içerisinde yer alan bir ifade" demek olur.
Birinci duruma göre, kavli üzerinde vakfedilir, yani durulur. kavli, bir giriş
ya da başlangıç cümlesi olup, yüce Allah'ın ne buyurduğunu haber vermektedir.
"(İmran'ın karısı:) -istemekte olduğu erkek ile
-ona verdiği, bağışladığı- kız aynı değildir." Burada, kavillerinde yer
alan lâm her ikisinde de ahd içindir.
"Ben ona Meryem adını verdim." Ayetin bu
cümlesi, daha önce geçen, kavli üzerine matuftur. Bunların arasında ise iki
tane mutarize (parantez) cümlesi bulunmaktadır.
Burada özellikle, Meryem'in annesi Hanne tarafından,
kızına Meryem adını verdiğini Rabbine belirtip söylemiş olmasının amacı şudur.
Çünkü İbranice dilinde "Meryem" demek, "ibadet eden kadın",
manasına olduğu içindir. Hanne bu ismi kızma vermekle Rabbinden şunu diliyordu,
Rabbine daha çok yaklaşmak, O'ndan kızını her tür fenalıktan korumak arzu
ediyordu, talebi ve dileği bu idi. Böyle kızını yapacakları şeyler verilen
isimle bir uyum sağlasın isteniyordu. Onun için olmasını arzuladığı her şeyi
doğrulamasını istemekteydi. Nitekim; ayette söylediklerini ve dilekleri görmez
misin? Ne söyledikleri üzerinde düşünmez misin? O hemen bu isteklerine şunları
da ekliyor, Rabbinden onu ve ondan doğacak olan çocuğu şeytanın her
kötülüğünden koruması için hemen şöyle yakarıyor:
"Onu ue soyunu, ko-vulmuş şeylanın şerrinden
koruman için senin himayene bıraluyorum, dedi "
Kıraat imamlarından Nafı, kavlini, olarak okumuştur. Racim, lanetlenmiş, uzaklaştırılmış demektir.
Bir hadiste şöyle Duyurulmaktadır:
"Doğan hiçbir çocuk olmasın ki, doğum esnasında
şeytan ona dokunmamış olsun. İşte şeytanın çocuğa (bebeğe) bu dokunuşu
esnasında bağırıp feryad etmesi bundandır. Şeytan doğum sırasında sadece Meryem
ile oğluna dokunamamıştır."[61]
37 - Rabbi, onu güzel bir
hoşnutlukla kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi büyüterek yetiştirdi. Onun
bakımının üstlenmesini de Ze-keriya'ya verdi. Zekeriya her ne zaman onun
bulunduğu mabede girdiyse, onun yanında bir rızık (farklı yiyecekler) bulurdu.
Zekeriya: "Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?" diye sorardı. O
da: "O rızık Allah tarafından bana gönderilmektedir. Şüphesiz Allah dilediklerine
hesapsız rızık verir." derdi.
"Rabbi, onu güzel bir hoşnutlukla kabul
etli." Allah Meryem'i adak olarak kabul etti, erkek adak yerine onu
memnuniyet ve hoşnutlukla aldı ve güzel bir kabul ile kabul buyurdu.
Kabul, kendisiyle herhangi bir şeyin kabullendiği ve
alındığı şeye olan ad ya da isim. Örneğin; tıpkı enfiyenin (burun otunun) içine
konduğu enfiye kutusu gibi. Çünkü; buranın adanan erkekler gibi Meryem'e ait
kılınması, orada kalmasına izin verilmesi bu kabulü gösteriyor. Çünkü; Hz.
Meryem'e gelene dek ondan önce hiçbir kız çocuk, adak olarak kabul
edilmemiştir. Ya da ondan önce hiçbir kız, annesi tarafından hemen doğumun
ardından ve henüz yetişme ve olgunluk çağına gelmeden ve hizmet edebilir bir
olgunluğa gelmeden oraya teslim edilmemiştir.
Anlatıldığına göre Meryem'in annesi Hanne, kızını
doğurunca hemen onu bir bez parçasına (kundağa) sararak, alıp Mescid-i Aksa'ya
götürmüştür. Kız bebeğini Hz. Harun (Aleyhi's-Seiânifûn soyundan olan ve hahamlık
(din) görevini yapan oğullarının yanma bırakır. Onlar da Beyt-i Makdis'te
kalıyorlardı ve oranın bakımını üstlenmişlerdi. Bu tıpkı Kabe'nin bakımını
üstlenen kimselerin yaptığı görev gibi bir görev idi.
Meryem'in annesi Hanne onlara, işte bu benim kız
bebeğim buraya adanmıştır, dedi. Onlar da derhal bunun bakımı için
birbirleriyle yarıştılar. Çünkü bu bebek onların imamlarının, liderlerinin ve
kurbanlarının sahibinin kız bebeği idi. Çünkü; onlar Allah'a bir şeyi kurban
ederlerken onun nezaretinde bu görevi yerine getirirlerdi.
Masanoğulları, İsrailoğullarının liderleri ve
onların din görevlileri, din bilginleri idiler. Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm)
bakım için kendileriyle tartışıp yarıştığı kimselere:
"Ben bu bebeğe bakmaya daha hak sahibiyim, ona
bakmak öncelikli olarak benim görevimdir. Çünkü; ben onun annesinin kız
kardeşiyle, yani teyzesiyle evliyim." demiş ise de, diğerleri bunu kabul
etmemişler ve:
"Aramızda kura çekelim, kura kime isabet
ederse, kız çocuğun bakımım da o üstlensin." dediler. Hz. Meryem'in
bakımını üstlenmek isteyenler on yedi kişi idiler. Hepsi beraberce bir nehre
gittiler. Hepsi de Tevrat'ı yazdıkları ellerindeki kalemlerini nehre attılar.
Nehre kura maksadıyla atılan kalemlerden herkesin kalemi suya batıp
kaybolurken Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) kalemi batmadı, o su üzerinde kaldı.
İşte böylece bebek Meryem'in bakımını da Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) üstlenmiş
oldu.
Yine bir görüşe göre, bu mastar bir kelimedir ve
burada bir muzaf takdir olunmaktadır. Şöyle ki: "Rabbi onu güzel bir kabul
ediş şekliyle kabul etti." Yani, "Güzel bir kabulü içeren bir halde
kabul buyurdu." Demektir. Bu da ihtisası gerektirir, yani bir bakıma bir
hususiyet göstermektedir.
"Onu güzel (bir bitki gibi) büyüterek yetiştirdi."
Burada Meryem'im yetiştirilmesinin, eğitilip büyütülmesinin bir bitkiye
benzetilmesi, güzel terbiye anlamında bir mecaz ifadesidir. Nitekim; İbn Ata
Ebu'l Abbas Ahmed b. Muhammed b. Sehl (v.309/921) şöyle der:
"Doğrusu onun İsa gibi bir meyvesi oldu, işte
bu nebatların ya da bitkilerin en güzelidir."
kelimesi "sadr"m aksine mastar bir
kelimedir. Ya da bunun takdiri, şeklindedir.
yani onu kabul etti veya onunla ilgilenilmesi
garanti-sini verdi. "Onun bakımının üstlenmesini de Zekeriya'ya
verdi" Yani; yüce Allah, Meryem'in bakım görevini, işleriyle ve durumuyla
ilgilenmesini Zekeriya (Aleyhi1 s-Sdâm) peygambere verdi, bakımına onu kefil
kıldı.
Kıraat imamlarından Asım, Hamza, Kisai ve Halef, olarak
şeddeli okumuşlardır. Yine kıraat imamlarında Küfe okulu mensupları ismini
elifsiz olarak Kur'an'm her geçen yerinde kasr ile okumuşlardır. Sadece Ebu
Bekir Şube Kasr ile okumamıştır. Ebu Bekir bu ismi sadece burada med ile, yani
uzatarak ve mansub olarak okumuştur. Diğer kıraat imamları ise tıpkı ikinci ve
üçüncü isimde olduğu gibi med ile merfu olarak okumuşlardır.
"Zekeriya" İbranice dilinde "hep
zikreden, sürekli olarak teşbihte bulunan, sübhanallah" diyen kimse
manasınadır.
"Zekeriya her ne zaman onun bulunduğu mabede
girdiyse, onun yanında bir fizik (farklı yiyecekler) bulurdu." Hz.
Meryem'im rızkı ona cennetten gelirdi. O asla hiçbir meme emmemiştir. Hz.
Zekeriya (Aleyhi's-Selâm), onun yanına vardığında eğer mevsim yaz ise, kış
meyvelerinden, şayet kış ise yaz meyvelerinden bulurdu.
Rivayete göre Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm), Meryem
için, mescitin içerisinde mihrap diye isimlendirilen bir oda (yer) yaptı.
Buraya Meryem merdivenlerle çıkardı.
Yine söylendiğine göre mihrap, oturulması ya da
meclis edinilmesi için tahsis edilen en değerli, en önde bulunan ve en kutsal
olan yer demektir. Sanki bu, Beyt-i Makdis'in, yani Mescid-i Aksa'mn en
değerli ve en en kutsal kabul edilen yerinde kurulmuş anlamına gelir gibidir.
Yine bir başka yoruma göre o dönemde bunlar mescitlerine mihrap adım
verir-lermiş, dolayısıyla bu da bu manada bir mescit demek olur. İşte mihrap
denilen ve Hz. Meryem için hazırlanan bu yere sadece Hz. Zekeriya
(Aiey-hi's-Selâm) tek başına girip çıkardı, bir başkası onunla beraber oraya
çıkamazdı. İşte Zekeriya onun yanında her defasında farklı rızıklar bulması
üzerine:
Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?» diye
sorardı." Yani; bu dünyadaki rızıklara hiç benzemeyen bu rızıklar,
yiyecekler sana nereden geliyor, diye sorardı. Çünkü gelenler henüz o
mevsimlerde bulunması mümkün olmayan şeylerdi.
"O da: «o nzık, Allah tarafından bana gön-derilmekiedir," Bunu yadırgamamak gerekir. Söylendiğine göre Hz. Meryem henüz küçücük bir bebek iken tıpkı oğlu Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) daha beşikte iken konuştuğu gibi o da konuşurmuş. "Şüphesiz Allah dilediklerine hesapsız nzık verir.» derdi " Buradaki ifade ya Meryem'in söylediği ifadelerden bir cümledir veya âlemlerin Rabbi Allah'ın kelâmındandır.
"Hesapsız" demek, onun çokluğu asla takdir
olunamaz ölçüye gelemez, onun muhasebesi yoktur ve o bir tek amele karşılık
çok çok mükâfatlar verebilir, demektir.
[62]
38 - Orada Zekeriya, Rabbine dua
ederek dedi ki: "Rabbim! Bana katından tertemiz ve salih bir nesil ver!
Çünkü gerçekten sen dua edenin duasını işitirsin."
demek, o yerde, demektir. Çünkü; Hz. Zekeriya
(Aleyhi's-Selâm) henüz Hz. Meryem'e ait olan mihrap yani odada oturuyorken, demektir.
Ya da işte o zamanda, o esnada veya o vakitte, demektir. Bilindiği gibi,
kelimesi, kelimesi ve kelimesi bazen zaman ve vakit manalarında kullanılırlar.
Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) Meryem'deki
olağanüstülüğü görünce, Allah katındaki yerini ve değerini, kerametini görmesi
üzerine, kendisinin de tıpkı İmran'm hanımı Hanne'den doğan Meryem gibi
kendisinin de İmran kızı İsa'dan bir çocuğunun olmasını diledi. Gerçi Hz.
Zekeriya (Aleyhi's-Selâm)'mn hanımı İşa hem yaşlı ve hem kısır idi,
doğurmuyordu ama, yine de o bundan bir çocuğu olsun istiyordu. Nitekim; annesi
de böyle idi.
Yine bir yoruma göre de şöyle denilmiştir: "Hz.
Zekeriya (Aleyhi's-Seiâm) Meryem'in yanında mevsimi olmayan meyveleri görünce
hemen uyandı, bu olay dikkatini çekti, böylece kısır olan eşinin de doğurabileceğini
bundan çıkardı. Bunun üzerine de ayette geçtiği şekilde dua etti."
"zürriyet" kelimesi, çocuk manasınadır. Bu
kelime hem tekil manasında olarak ve hem çoğul anlamında olarak kullanılan bir
kelimedir. kelimesi, mübarek, temiz ve salih manalarına gelir. Bu kelimenin
müennes olarak gelmesi, kelimesinin lâfız itibariyle müennes olmasındandır.
Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm) duasının sonunda ise,
"Muhakkak sen duayı işitirsin." demekle, yapılan duaya icabet
edersin, demek istemektedir[63]
39 - Zekeriya mabedde durup
namaz kılıp dua etmekte iken, melekler ona şöyle seslendiler: "Şüphesiz
Allah sana Yahya'nın doğumunu müjdeler. O Allah'tan gelecek olan bir kelimeyi
doğrulayan, kavminin efendisi, iffetli ve salihlerden bir peygamber
olacaktır."
"Zekeriya Mabedde durup namaz alıp dua etmekte
iken, melekler ona şöyle seslendiler:' Esasen Hz. Zekeriya (Aleyhis-Selâm)
seslenenin Hz. Cebrail (Aleyhi1s-Selâm) olduğu söylenir. Fakat,
"melekler" diye çoğul ifadesiyle zikredilmiş olması şundandır:
Hz. Zekeriya (Aleyhi's-Selâm)ya. gelen ses bu türden
bir çoğul ses grubu idi. Tıpkı şu ifadeye benzer bir cümle, "Filan kimse
atlara biniyor." gibi oysa binilen bir tek attır, tamamı değil. İşte
burada da bu türden bir mana inceliği vardır.
Ancak kıraat imamlarından Hamza ile Ali bu kelimeyi
hem harfiyle ve hem de imaleli olarak, şeklinde kıraat etmişlerdir.
Ayrıca bu ayetten şu gerçeği de öğrenmekteyiz.
İnsanlar arzularına ancak namaz ve dualarla kavuşabilirler. Çünkü; namazlarda
birçok dualar yer aldığından dolayısıyla dualara icabet daha fazladır, duaların
kabulü daha çok namaz ile kazanılır. Aynı şekilde insanın ihtiyaçlarının
karşılanabilmesi de onun namaz kılmasına ve bundaki niyetine bağlıdır. Nitekim;
İbn Ata şöyle der:
"Yüce Allah kulu üzerinde en değerli ve en
üstün halin ya da durumun kapısını, onun emirlere olan bağlılığı ve onlara
uyması ölçüsüne, Allah'a karşı yapmakta olduğu taatlerindeki ihlâsma ve
samimiyetine, bir de mescitlere ve bu manadaki önemli yerlere devam durumuna
göre açar."
''Şüphesiz Allah sana Yahya'yı müjdeler/' Kıraat
imamlarından îbn Amir ve Hamza, edatını "kavi" maddesinin izmariyle
esreli olarak, şeklinde okumuşlardır. Ya da zaten nida yani ünlem ifadesi kavi
manasındadır, bu bakımdan da kesra ile okumuşlardır. Bunlar dışında kalan
kıraat imamları ise, fetha ile olarak okumuşlardır.
kavlini ve mabadını Hamza ve Ali, sülâsiden olarak,
olarak okumuşlardır. Bu takdirde kelimenin sülâsisi, fiilidir. İster şeddeli
olarak olsun, ister şeddesiz olarak olsun Arap dili açısından her ikisi de
kullanılmaktadır.
kelimesi eğer Arapça bir kelime değilse
gayrimunsarif olan bir kelimedir. Ki doğru olanı da budur. Tıpkı Musa ve Isa
isimleri gibi marifelik ve ucmelik vardır. Yani; kelime bu manada hem özel bir
isimdir ve hem de Arapça kökenli olmayan bir isimdir. Eğer bu isim Arapça
kökenli ise, bu takdirde marifeiik yani özel isimlik ve bir de fiil kalıbında
(vezninde) olan Özelliği taşımaktadır. Örneğin "yağmur" kelimesi
gibi. Bu kelime hem özel isimdir ve hem de fiil kalıbında olan bir kelimedir.
Her iki halde de gaynmunsariftir.
"O Allah'ları gelecek olan bir kelimeyi
doğrulayan," kelimesi Yahya'dan haldir. Ayette tasdik edece-ği kelime ise
Hz. Isa (Aleyhis-Selâm) ki, Yahya (Aleyhi's-Selâm) ona iman edecektir, onun
peygamberliğini kabul edecektir. Nitekim; Hz. İsa (Aley-'ya ilk iman eden Hz.
Yahya (Aleyhi's-Selâm)'dır. Hz. İsa (Aleyhi's-Selam) Allah'ın kelimesi yani,
"kelimetullah" denmiştir. Çünkü; yüce Allah Hz. İsa
(Aleyhi's-Selâm)yı babasız olarak, emriyle var etmiştir. Ya da, "Allah'tan
gelecek bir kelimeyi doğrulayan... " demek, ondan gelecek olan bir kitabı
tasdik edecek olan demektir.
"Kavminin efendisi," yani; kavmine
önderlik edecek olan, şeref, saygınlık ve derece bakımından onların üzerinde
bir değere sahip olacak olan, demektir. Çünkü; Hz. Yahya (Aleyhis-Selâm)
kavminin üzerinde onlar arasında bir değer ve üstünlüğe sahip bulunuyordu.
Zira o hiçbir zaman bir kötülük işlememiştir. Gerçek efendi diye işte ona ancak
denir!
Nitekim; Cüneyd-i Bağdadi (v.29-909)şöyle der:
"O kendisini yaratanın değerini bildiğinden her iki kainatta da cömertlikle değer kazanan bir kimsedir."
"iffetli ve salihlerden bir peygamber
olacaktır," Burada geçen, kavüyle, gücü ve imkanı olasına rağmen şehevî
duygulardan uzak duran ve kadınlara yaklaşmayan, demektir. Aynı zamanda salih
peygamberlerden doğup yetişecektir. Çünkü; Hz. Yahya, peygamberler soyundan
gelen bir peygamberdir. Ya da kendisi de peygamberler kervanından bir peygamber
olacaktır, demektir.
[64]
40 - (Zekeriya:) "Rabbim!
Ben yaşı hayli ilerlemiş bîr ihtiyar olduğum halde, karım da kısır iken nasıl
olur da bir çocuğum olabilsin?!" dedi. (Rabbi de) şöyle dedi: "Evet
aynen öyle (senin bir çocuğun olacak). Zira Allah ne dilerse onu yapar."
"(Zekeriya:) «Rabbim! Ben yaşı hayli ilerlemiş
bir ihtiyar olduğum halde..." ki bu sırada kendisi 99 yaşında bulunuyordu.
"Bana yaşlılık ulaştı", demekle de, ona
yüksek, ilerlemiş bir yaş gelip çattı, sözünü akla getiriyor. Yani
"yaşlılık bütünüyle varlığını üzerimde gösterdi ve belimi büktü, gücümü
kaybettirdi", demek istiyordu.
"karım da kısır iken..." eşim de doğum
yapmayan bir kadın iken. Bu sırada hanımı 98 yaşında bulunuyordu.
"benim nasıl olur da bir çocuğum olabilsin?!»
Çünkü böyle bir şey normalinde uygun olan bir durum değildir. Bu bakımdan
adeta uzak bir ihtimal gibi görüyor olmanın yanında yüce Allah'ın gücü ve kudretini
de bir bakıma tazim ile karşılıyor ve bunda her hangi bir kuşkuya da
kapılmıyor.
"(Rabbi de) şöyle buyurdu: «Evet aynen öyle (senin bir çocuğun olacak). Zira Allah ne dilerse onu yapar.»" Çünkü; gerçekten bunlar hayret ve şaşkınlık doğuran fiillerdendir. [65]
41 - (Zekeriya) dedi ki:
"Rabbim! bana bir alâmet göster." (Rabbi de) şöyle buyurdu:
"Senin alâmetin, insanlarla işaretle anlaşman dışında üç gün süreyle
konuş m aman dır. Bir de Rabbini çok çok an ve akşam sabah hep Rabbini teşbih
et."
"(Zekeriya) dedi. ki: «Rabbim! bana bir alâmet
göster.»" Yani; öyle bir alâmet göster ki, onun sayesinde eşimin gebe
kaldığını bileyim ve o nimet gelince de onu şükür ile karşılayayım, dedi.
Kıraat imamlarından Nafı ve Ebu Amr, kavlinde yer
alan, kelimesini olarak okumuşlardır. Diğerleri ise, olarak kıraat etmişlerdir.
"(Rabbi de) §öyle buyurdu: «Senin alâmetin,
insanlarla, işaretle anlaşman dışında üç gün .süreyle konuşmamandır.»" Ya
sadece el ile veya baş ile, ya da göz veya kaşlarınla işaretle konuşmandır. Yani;
konuşmama dışında bir takım hareketlerle meramını anlatmaktır. Nitekim; bir
hareketle işaret yapıldığında Arapça'da denir. İşretleşme ile anlaşma
konuşmaktan istisna edildi. Çünkü; işaret esas itibariyle konuşma cinsinden
olan bir şey değildir. Zira konuşan bir kimse söz söylediğinde ve söylenen ya
da konuşulan bu sözden de bir şey anlaşıldığında işte bu, Kelâm yani söz ya da
konuşma adını alır. Ya da bu, burada istisnayı münkatidir.
Ayette Özellikle "insanlarla konuşmama "
noktasının istenme nedeni, onlarla konuşabilme gücüne sahip olduğu halde,
dilini onlarla konuşmamak için tutması, hapsetmesidir, istenen budur. Çünkü
insanlarla konuşmamasına rağmen Allah'ı zikretmeye ve teşbihte bulunmaya gücü
yetiyor, onun bu özelliği kendisinde bakidir. Bunun içindir ki, Rabbimiz
şöyle buyurmuştur:
"Bir de Rabbini çok çok an ve sabah akşam, hep
Rabbini teşbih et." Yani; insanlarla konuşmakta acze düştüğün o günlerde
Rabbini zikret, Sübhanellah, diyerek tesbihatta bulun.
Gerçekten bu, oldukça apaçık olan mucizelerden ve
kanıtlardan birer kanıt ya da ayet ve mucizedir. Böylece üç günlük bir süreyle
insanlar konuşmamak suretiyle onlarla bir bakıma alâkasını kesecek ve tüm
ihlâ-sıyla o günlerde Rabbini zikre kendisini adayacaktır. Dili zikirden ve
tesbihattan başka bir şeyle meşgul olmayacaktır.
Burada adeta şöyle bir durum sergilenmiş
bulunmaktadır. Hz. Zekeriya (Aleyhi's-selâm) Rabbine şükretmek için ondan bir
ayet isteyince, ona şöyle denildi: "Senin işaretin ya da alâmetin, Allah'a
şültretmen dışında dilini tutmandır." Kaldı ki; burada cevapların en
güzeli, sorunun kendisinden çıkarılanıdır.
kelimesi, Zeval vaktinden gün batınıma kadar olan vakte denir. ise, tan vaktinden itibaren kuşluk zamanına kadar olan vakte denir. [66]
42.
Melekler: "Ey Meryem! Şüphesiz
Allah seni seçti, seni temizledi ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı."
demişlerdi.
43. Ey Meryem! Rabbinin
huzurunda dur, secde et ve rükû edenlerle birlikte rükû et.
44. (Ey Muhammed) Bütün bunlar
sana vahyetmekte olduğumuz gayb (bilinemezlik) ile ilgili haberlerdir.
Meryem'in sorumluluğunu kimin üzerine alacağına ilişkin kura maksadıyla
kalemlerini attıkları sırada sen yanlarında değildin. Kaldı ki; onlar bu
hususta aralarında çekişir-lerken de sen yanlarında bulunmuyordun.
45. Hani melekler Meryem'e
demişlerdi ki: "Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni katından bir kelime ile
müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O hem dünyada ve hem
ahirette sânı yüce ve (Allah katında) ona yakın kılınanlardandır.
46. Beşikte bir bebek iken ve
yetişkinlik çağında iken de insanlarla konuşacak ve salihlerden olacaktır.
47. Meryem (bunun üzerine) dedi
ki: "Rabbim! Bana bir beşer eli dokunmamış olduğu halde nasıl olur da
benim bir oğlum olabilir?" Allah da şöyle buyurdu: "Evet işte
böyledir. Allah dilediğini yaratır. Allah bir şeye hükmedince ona yalnızca,
"ol" der, o şey de hemen oluverir."
48. "(Allah) ona kitabı,
hikmeti (eşyanın sırlarını), Tevrat ve İncil'i de öğretecek."
49.
"O, İsrailoğullarına
bir elçi olarak gönderildiğinden onlara diyecek ki: 'Doğrusu ben, size
Rabbiniz tarafından bir mucize ile geldim. Şüphesiz ben, size çamurdan kuş
şeklinde bir şey yapar, bunun ardından da ona üflerim. O da Allah'ın izniyle
hemen canlanan bir kuş oluverir. Aynı zamanda anadan doğma kör olanları ve
abraş (denilen tendeki alaca) hastalığım da iyileştirir ve Allah'ın izniyle
ölüleri de diriltirim. Bu arada size, yediklerinizi ve evlerinizde
biriktirdiğiniz şeyleri de haber veririm. Eğer gerçekten inanan kimselerden
iseniz bütün bunlarda sizin için kesin deliller ve vardır."
50. "Ve ben, benden önce
gönderilen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak
için gönderildim. Ben size Rabbi-nizden bir mucize getirdim. Öyleyse Allah'tan
korkun ve (bana) itaat edin."
51. "Şüphesiz Allah benim
de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde hemen Ona kulluk edin! İşte
dosdoğru olan yol budur."
[67]
42 - Melekler: "Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni seçti, seni temizledi ve âlemierin kadınlarına üstün kıldı" demişlerdi.
Ayetin başında yer alan, kavli daha önce geçen,
kavli üzerine atfedilmiş tir. Ya da bu, takdirindedir.
Rivayete göre melekler Hz. Meryem'le şifahi (sözlü) olarak konuşmuşlardır:
"Şüphesiz Allah önce seni annenden adak olarak
kabul etmekle seni büyütüp yetiştirmekle ve seni çok üstün meziyet ve değerlere
sahip kılmakla seçti. Seni kirletecek fiillerden de arındırıp tertemiz halde
kıldı bir başka husus da seni dünya kadınlarının üzerinde bir değere ve
üstünlüğe sahip kıldı. Çünkü babasız olarak sana İsa'yı bağışladı. Oysa böyle
bir durum hiçbir dünya kadınına nasip olmuş bir şey değildir."
[68]
43 - Ey Meryem! Rabbine ihlâs ve
samimiyetle itaat et –taatini sürekli yap veya namazda kıyamını uzun tut-,
namaz kılarak secdeye kapan -burada kunut ve secde ile emredilen şey namazdır,
diye yorumlanmıştır. Çünkü kunut ve secde namazın asli unsurlarındandır. Daha
sonra da Meryem'e şöyle denildi:- ve rükû edenlerle (cemaate katılarak namaz
kılanlarla) birlikte sen de (namaz kıl ve) rükûya var.
Yani; senin de namazın namaz kılanlarla birlikte yani cemaatle olsun. Ya da kendini bizzat namaz kılanlar arasında hep gör, hep onların sayıları arasında yer al, başkalarının sayılarına katılma, demektir. [69]
44 -
Bütün bunlar sana
vahyetmekte olduğumuz gayb (bilinmezlik) ile ilgili haberlerdir. Meryem'in
sorumluluğunu kimin üzerine alacağına ilişkin kura maksadıyla kalemlerini
attıkları sırada sen yanlarında değildin. Kaldı ki; onlar bu hususta aralarında
çekişirlerken de sen yanlarında bulunmuyordun.
"Bütün bunlar," Yani; daha önce geçen
İmran'ın karısı Hz. Meryem'in annesi Hanne'nin, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve
Meryem'in (Aleyhis's-Selâm) durumlarıyla ilgili hususlar, "sana
uahyelınekie olduğumuz gayb (bilinemezlik) ile ilgili haberlerdir." Yani;
bu anlatılanlar, senin daha önceleri bilmediğin, ancak vahiy yoluyla
öğrenebildiğin ğayb ile alâkalı yani bilinemeyen gerçeklerle ilgili
bilgilerdir.
"Kimin Meryem'ln sorumluluğunu alacağına
ilişkin kura maksadıyla kalemlerini allıkları sırada sen yanlarında,
değildin." Burada geçen kalemlerden kasıt, fal oklarıdır. Onlar bu okları,
kura çekmek amacıyla nehre atarlardı. Ya da burada sözü edilen kalemlerden
kasıt, kendisiyle Tevrat'ı yazmakta olduldan kalemlerdir. Bu kalemleri mübarek
saydıklarından teberruken kura atmak için bu kalemleri kullanmayı tercih
ettiler, demek olabilir.
kavli, kavlinin delâlet ettiği bir mah-zufa taallûk
etmektedir. Burada sanki şöyle denilmiştir:
"Meryem'in sorumluluğunu hangisi üstleniyor
diye «baktıkları halde» kalemlerini (fal oklarını) o atıyorlardı. "
Veya o mahzuf ifadesidir. Bu durumda mana;
"Meryem'in sorumluluğunu hangisinin üstleneceğini «bilmeleri için»
kalemlerini (fal oklarını) o nehre atıyorlardı." şeklinde olur.
Ya da o mahzuf
ifadesidir. Bu durumda ise mana şu şekildedir:
"Onlardan hangisi Meryem'in sorumluluğunu üstlenecek
«diyerek» kalemlerini (fal oklarını) o nehre atıyorlardı. "onlar bu
hususta aralarında lor-hışırlarken de sen yanlarında, değildin." Yani;
Meryem'in hali hakkında, onun sorumluluğunu üstlenmek hususunda birbirleriyle
yarışırlarken sen orada bulunmuyordun.
[70]
45 - Hani melekler Meryem'e
demişlerdi ki: "Ey Meryem! Şüphesiz Altah seni katından bir kelime ile
müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O hem dünyada ve hem
ahirette (Allah katında) ona yakın kılınanlardandır.
"Hani melekler Meryem'e demişlerdi ki:"
Burada geçen, kelimesi, manasınadır. "Ey Meryem.' Şüphesiz Allah seni
kalından bir kelime -İsa- ile müjdelemektedir." Burada, cer mevziinde
gelmiştir ve kavlinin de sıfatıdır. "Onan adı. Meryem oğlu İsa
Mesih'tir."
Burada, mübtedadır. Kelimeye raci olan buradaki
zamirin müzekker olarak gelmiş olması, Kelimenin müsemması olan şeyin -ki bu
Hz. İsa'dır- müzekker olması sebebiyledir. Bunun haberi de, kelimesidir. Cümle
bütünüyle, kavlinin sıfatı olması hasebiyle cer mahallinde gelmiştir.
"mesih" kelimesi tıpkı, "sıddîk"
ve "faruk" kelimeleri gibi üstünlük manası ifade eden lâkaplardandır.
Bunun İbranice deki aslı, Manası da mübarek, demektir. Tıpkı onun şu kavli
gibi:
"Her nerede olursan olayım Rabbim beni mübarek
kıldı.[71]
Bir başka yoruma göre, Hz. İsa (Aleyhi's-Selâmfnm
"Mesih" diye adlandırılmış olması, hastalıklı olan birine dokunmuş
ise mutlaka o iyileşmiştir, demektir. Bir diğer yoruma göre ise, Hz. İsa
(Aleyhis-Selâm) herhangi bir yeri, vatan edinmeyip hep gezip dolaşması nedeniyle
"Mesih" denmiştir. "İsa" ismi, "mesih"
kelimesinden bedeldir.
kavli mahzuf bir mübtedanm haberidir. Yani; "O,
Meryem 'in oğludur. " demektir. Ancak bu ifadenin, "İsa" isminin
sıfatı olması caiz olmaz. Çünkü çocuğun ismi sadece "İsa" olup, yoksa
"Meryem oğlu İsa" demek değildir. Ancak ayette özeİlikle "Meryem
oğlu İsa" diye vurgulanmış olması, onun babasız dünyaya geldiğini
bildirmek içindir. Dolayısıyla annesinden başkasına nisbet olunamaz.
O hem dünyada -peygamberlikle ve taatle- ve hem
ahirelle -yüksek bir makama ve şefaat etmeye hak kazanan- ve (Allah katında)
-semaya çekilmekle- ona yakın kılınanlardandır. " Yani; yakın kılındığı
sabit olanlardandır.
[72]
46 - Beşikte bir bebek iken ve
yetişkinlik çağında iken de insanlarla konuşacak ve salihlerden olacaktır.
Burada, kelimesi, manasına olup, konuşacak olan,
demektir. kavli ise, kelimesinin zamirinden haldir. Yani; henüz beşikte bir
bebek olduğu sabit iken de konuşacak olan, demektir.
Bebeklerin dinlenmesi ve uyumaları için hazırlanan
beşik ve benzeri şeylerdir. Burada mastar olarak zikredilmiş oldu. kavli de
bunun üzerine matuftur. Yani, "O hem bebek iken ve hem olgunluk çağında
iken insanlarla konuşacaktır. " demektir. Yani; o bu iki durumda da
halkla konuşabilecektir. Çünkü; peygamberlerin konuşmaları bebeklik çağlarında
olsun olgunluk dönemlerinde olsun, ani aşılamayacak veya yadırganacak bir hâl
değildir. Çünkü; onlarda akıl her zaman yerinde ve sapasağlamdır, aklî
melekelerinde bir sıkıntı sala söz konusu değildir. O hep peygamberlerin
verdikleri haberleri ve bilgileri hayatının her çağında -ki buna bebeklik
dahildir- verecektir.
[73]
47 - Meryem bunun üzerine dedi
ki: "Rabbim! Bana bir beşer eli dokunmamış olduğu halde nasıl olur da
benim bir oğlum olabilir?" Allah şöyle buyurdu: "Evet işte böyledir.
Allah dilediğini yaratır. Allah bir şeye hükmedince ona yalnızca,
"ol" der, o şey de hemen oluverir."
Yani; Allah bir şeyin olmasını takdir buyurunca, onu
hiç ertelemek-sizin derhal var eder. Fakat onu, kavliyle ya da emriyle ifade
buyurur. Bu da, bir şeyi yaratıp var etmedeki sürati ve hızı haber
vermektedir.
[74]
48 - "(Allah) ona kitabı,
hikmeti (eşyanın sırlarını), Tevrat ve İncil'i de öğretecek."
Kıraat imamlarından Nafı ve Asım, kelimesini burada görüldüğü gibi aynen okumuşlardır. Yani harfiyle, olarak okumuşlardır. Konumu itibariyle de, üzerine matuf olduğundan haldir. Ancak bu iki kıraat imamının" dışındakiler ise, bu kelimeyi harfiyle, olarak ve mübteda olan bir söz yani bir yeni cümle kabul ederek okumuşlardır.
Ayette yer alan, kavli de yazı yazmak, yani kitabet
ma-nasınadır. Çünkü; Hz. Isa (Aleyhi's-Selam) kendi döneminin yazı yazan kişi
olarak en güzel hat sahibi olan bir kimse idi. Bir diğer yoruma göre de bundan
maksat, Allah'ın kitaplarıdır. kavlinden murat ise, Helâl ve haram konularını
açıklanması demektir. Ya da, ayette geçen, "kitaptan" kasıt, el ile
yazı yazmasıdir, "hikmetten" kasıt ise dil ile yani güzel bir
anlatımla anlatmak demektir[75].
49 - "O, İsrailoğullarına
bir elçi olarak gönderildiğinden onlara diyecek ki: 'Doğrusu ben, size
Rabbiniz tarafından bir mucize ile geldim. Şüphesiz ben, size çamurdan kuş
şeklinde bir şey yapar, bunun ardından da ona üflerim. O da Allah'ın izniyle
hemen canlanan bir kuş oluverir. Aynı zamanda anadan doğma kör olanları ve
abraş (denilen tendeki alaca) hastalığını da iyileştirir ve Allah'ın izniyle
ölüleri de diriltirim. Bu arada size, yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiğiniz
şeyleri de haber veririm. Eğer gerçekten inanan kimselerden iseniz bütün
bunlarda sizin için kesin deliller vardır."
"O, İsrailoğullarına bir elçi olarak
gönderildiğinden onlara diyecek ki:"
Ayetin başında yer alan, kavli, "Biz onu bir
elçi, bir Rasûl kılacağız. " demektir. Ya da bu, hal konumundadır. Yani,
"O dünyada da ahirette de değerli, şerefli, saygın olmanın yanında,
İsrailoğullarına gönderilen bir elçi olacak," demektir.
"Doğrusu ben, size Rabbiniz tarafından bir
mucize ile geldim." Burada, kavli, demektir. Burada yukarıdaki manaya
delâlet eden ve peygamberlik iddiamı doğrulayan bir gerçekle geldim yad bir gerçeği,
bir mucizeyi size getirdim. "Şüphesiz ben, size çamurdan kus seklinde bir
şey yapar," yani; ben sizin için kuş suretinde bir şey yapabilme gücüne
sahibim, demektir.
Burada, kavli, kavlinden bedel olarak mansubdur. Ya
da, kavlinden bedel olarak mecrurdur. Veya mahzur bir mübtedanın haberi olarak
merfudur. Bu mahzuf mübteda da zamiridir. Yani, "Onu sizin için ben
yaparım. " demektir.
Kıraat imamlarından Nafı ise bunu yeni bir cümle
olarak, diye okumuştur.
"Bunun ardından da ona üflerim."
kavlindeki zamir, harfine racidir. Yani; "O kuş şeklinde temsil edilen
şeye üf-
lerim." "0da Allah'ın izniyle hemen
canlanan bir kuş oluverir." O da tıpkı diğer kuşlar gibi bir kuş olar.
Haliyle bütün bunlar da Allah'ın izni ve emriyle olmaktadır.
Kıraat imamlarından Nafi, kelimesini, olarak okumuştur.
Rivayete göre Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) yarasa kuşlu dışında bir başka kuş
yaratmamıştır.
Aynı zamanda anadan doğma kör olanları, ve abraş denilen tendeki alaca hastalığını da iyileştirir ve Allah'ın izniyle Ölüleri de diriltirim." Ayette özellikle, "Allah 'in izniyle" ifadesinin tekrarlanmasının sebebi, Hz. İsa (Aleyhis-Selâm)''ya ilâhlık isnadının vehmini önlemeye yöneliktir. Böyle bir inanç ve düşünceye kapılınması ihtimalini ortadan kaldırmak içindir.
Rivayete göre kavmi bakıp dururken Hz. İsa (Aleyhi1
s-Selâm), Hz. Nûh (Aleyhis s-Selâm) oğlu Şam'ı diriltmiştir. Bunun üzerine
orada bulunanlar şöyle demiştir:
"Bu apaçık bit büyüdür. Bize bundan başka bir
ayet, bir mucize göster." Onların bu isteği üzerine Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm)
şöyle dedi:
"Ey filan kişi, sen şu yemeği yedin ve ey filan
kimse, senin için de şu gizlenmiştir." Nitekim; işin bu noktasını şimdi
ele alacağımız ayetin bu kısıtlı bize bildirmektedir.
"Bu arada size yediklerinizi ve evlerinizde
biriktirdikleriniz şeyleri de haber veririm."
Bu ayette yer alan her iki harfi, manasınadır ya da
mastariyedir.
''Eğer gerçekten inanan kimselerden iseniz bütün
bunlarda, -bu anlatılan şeylerde— sizin için kesin deliller ve mucizeler
vardır."
[76]
50 - "Ve ben, benden önce
gönderilen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak
için gönderildim. Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Öyleyse Allah'tan
korkun ve (bana) itaat edin."
Ben size bir mucize ile gönderildiğim gibi "Ve ben, benden önce gönderilen Tevrat'ı doğrulayan olarak" da gönderildim. Ve "sîze haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim." Yine burası da, "Size Rabbinizden bir ayet (mucize) ile gönderildim." kısmının bir cevabıdır. Yani, "Ben Rabbiniz tarafından bir mucize ile gönderildim, Allah'ın size Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) şeriatında haram kıldıklarını helâl kılmak için gönderildim." Çünkü; Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) şeriatında iç yağı haram kılındığı gibi, deve eti, balık ve tırnaklı olan her hayvan haram kılınmıştı, îşte Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm), onlara bu sayılanların bir kısmını Allah'ın emri ve izni gereği helâl kılmıştır.
"Ben size Rabbinizden bir mucize
gelirdim."
Bu cümlenin tekrarı te'kit içindir. "Öyleyse
Allah'tan -ve beni yalanlamaktan, bana karşı gelmekten- korkun ve
(bana)-emirlerime- itaat edin."
[77]
51 - "Şüphesiz Allah benim
de Rabbimdir, sizin de Rabbiniz-dir. O halde hemen Ona kulluk edin! İşte
dosdoğru olan yol budur."
"Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, .sizin de Rabbinizdir." Bu ifade ile Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) kul olduğunu kabullenip ikrar ettiği gibi, kendisinden rububiyyeti (rab olmayı) nefyediyor. Oysa Hristiyanlar, Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) ulûhiyetine, Allah'ın oğlu olduğuna inanırlar.
"O hakle hemen (ona, kulluk edin." Bana
değil. İşte dosdoğru olan yol budur" Çünkü bu yol, sahibini ebedi olan
nimetlerin olduğu yere ulaştırır.
[78]
52.
İsa, onların inkârlarında
ısrar ettiklerini sezince, "Allah yolunda benim yardımcılarım
kimlerdir?" dedi. Havariler, "Allah'ın dininin yardımcıları
bizleriz, biz Allah'a iman ettik. Bizim Müslüman olduğumuza şahit ol."
dediler.
53. "Ey Rabbimiz!
İndirdiğine (kitaba) inandık. Peygamberine de uyduk. Bizi, şahitlerle birlikte
yaz."
54. (Yahudiler,) Tuzak
kurdular. Ama Allah, onların tuzaklarını boşa çıkardı. Çünkü Allah, tuzak
kuranları en iyi biçimde cezalandırır.
55. Allah şöyle buyurmuştu:
"Ey İsa! Ben seni vefat ettireceğim. Seni katıma yükselteceğim. Seni
kâfirlerden temize çıkaracağım. Sana iman edip tâbi olanları da kıyamet gününe
kadar inkarcıların üstünde tutacağım. Sonra hepinizin dönüşü banadır. İşte o
zaman aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz her konu hakkında hükmü ben
vereceğim."
56. "İnkâr edenlere
gelince, onları hem dünyada ve hem ahirette şiddetli bir azaba çarptıracağım.
Onların yardımcıları da olmayacaktır."
57. İman edip salih ameller
işleyenlere gelince, Allah onların amellerinin karşılığını tastamam olarak
verecektir. Allah zalimleri sevmez.
58.
(Ey Rasûlüm!) Bunları sana
ayetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan anlatıyoruz.
[79]
52 - İsa, onların inkârlarında
ısrar ettiklerini sezince, "Allah yolunda benim yardımcılarım
kimlerdir?" dedi. Havariler, "Allah'ın dininin yardımcıları bizleriz,
biz Allah'a iman ettik. Bizim Müslüman olduğumuza şahit ol." dediler.
"İsa onların inkârlarında ısrar ettikterini
sezince," Yahudilerin gerçek anlamda inkarcı olduklarını ve bunda hiçbir
kuşkuya yer olmadığını, tıpkı duyu organlarıyla kesin olarak bili-nen gerçekler
gibi kesin alarak öğrenince, Allah yolunda kimler bana yardımcı olacak?»
dedi."
Kıraat imamlarından Nafi ve Ebu Cafer, kelimesinin
sonundaki harfini üstünlü olarak, şeklinde okumuşlardır. Bu kelime, kelimesini
çoğuludur, tıpkı kelimesinin, kelimesinin çoğulu olduğu gibi veya kelimesi
nasıl ki kelimesinin çoğulu ise bu da kelimesinin çoğuludur. kavli bir mahzufa
mütealliktir ve kelimenin sonunda yer alan, harfinden haldir. Yani,
"Benimle Allah'ın dinine yardım konusunda kim Allah 'a gidecek ve kim ona
sığınacak? " demektir.
"Havarileri, «Allah'ın dininin yardımcıları bizleriz," Bir kimsenin havarisi denince, ona candan ve sadakatle bağlı olan öz arkadaşları, candaşları demektir. "biz Allah 'a iman ellik." -Ey İsa- "bizim İslâm \ kabul eniğimize sahil ol.» dediler," Havariler, Müslüman olduklarına ilişkin olarak ve imanlarını pekiştirmek maksadıyla Hz. İsa'nın kendilerine şahitlik etmesini istediler. Çünkü; peygamberler yarın kıyamet gününde kavimlerinin durumlarına göre ya onların lehlerinde veya aleyhlerinde şahitlik yapacaklardır. Buradan da İslâm ile imanın aynı olduklarını anlıyoruz. Çünkü bu, bunun için bir delildir. [80]
53 - "Ey Rabbimiz!
İndirdiğine (kitaba) inandık. Peygamberine de uyduk. Bizi, şahitlerle birlikte
yaz,"
Kıyamet gününde ümmetlerine şahitlik yapacak olan peygamberlerle beraber yaz ya da senin vahdaniyetine şahitlikte bulunacak olanlarla beraber yaz veya Ümmet-i Muhammed'le beraber yaz. Çünkü onlar halkın üzerinde yarın şahitlikte bulunacaklardır. [81]
54 -
(Yahudiler,) Tuzak kurdular.
Ama Allah, onların tuzaklarını boşa çıkardı. Çünkü Allah, tuzak kuranları en
iyi biçimde cezalandırır."
Hz. İsa (Aleyhis-Seâm) öldürmek veya çarmıha germek
istemeleri sırasında, Hz. İsa (Aleyhis-Selâm), kâfir Yahudilerin ya da
İsrailoğullarının kesin küfürlerini ve kendisini öldürmek istediklerini sezdiği
kimseler tuzak kurdular, komplolara giriştiler.
Ancak Allah
onların tuzaklarını kendi başlarına geçirdi. Çünkü Hz. İsa (Aleyhis-Selâm) yi
semaya yani göğe çekti. Dolayısıyla Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) yi öldürmek
isteyeni, ona benzeterek, o böylece öldürülerek kendisinin kurduğu tuzağa
kendisi yakalandı. Allah'a tuzak kurmak gibi bir durum izafe olunamaz. Ancak
bu, Allah'ın onları cezalandırması manasında kullanılır. Çünkü; böyle bir
ifadenin kullanılması halk nezdinde pek kabul görmez ve hoş karşılanmaz.
Nitekim; aldatmak ve alay etmek gibi ifadeler için de Allah hakkında söylenmez,
zira yine bunlar da halk açısından nahoş olarak karşılanan ifadelerdir. Yani,
"Allah tuzak kurdu, Allah aldattı, Allah alay etti." türünden
ifadeler genelde, "Allah cezalandırdı" olarak anlamlandınlırlar.
Nitekim, "Şerhu'l-Te'vilât" adlı eserde de böyle yazar.
Cezalandıranların en güçlüsü Allah'tır.
Ceza-landırılan kimsenin hiç de bilemeyeceği ve farkına varamayacağı yerden
cezalandırmaya, tokadı indirmeye güçlü olanların en kadir olanıdır.
[82]
55 - Allah şöyle buyurmuştu:
"Ey İsa! Ben seni dünyada vefat ettireceğim. Seni katıma yükselteceğim.
Seni kâfirlerden temize çıkaracağım. Sana iman edip tâbi olanları da kıyamet
gününe kadar inkarcıların üstünde tutacağım. Sonra hepinizin dönüşü banadır.
İşte o zaman aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz her konu hakkında hükmü ben
vereceğim."
"Hani Allah şöyle buyurmuştu: «Ey ha! Sen, seni
vefat ettireceğim."
Ayetin baş tarafı olan, kavlinin zarfıdır. kavli
de, "seni eceline erdireceğim, ecelini tamamlatacağım" demektir.
Manası ise şöyledir: "Kâfirlerin seni öldürmelerinden seni koruyacağım.
Senin ölümün onların elinden olmayacak ve seni normal ecelinle ölüme
götüreceğim, öldüreceğim."
"Seni kalıma yükselteceğim." Yani; kendi
semâma ve meleklerin bulunduğu, karargâh kurdukları yere alıp yükselteceğim.
"Seni kâfirler (tuzaklarından kurtarıp arındı-racağım." Onlann kötü
komşuluklanndan, yakınlarında bulunmaktan ve iğrenç, kötü sohbet ve
konuşmalarından arındırıp temizleyecek ve kurtaracağım.
Bir yoruma göre, demek, Seni yerden alacağım
kabzedeğim, demektir. Yani; herhangi bir şeyi eksiksiz olarak yerine
getirildiğinde bu kelime kullarîılır. Örneğin; denir ki, "Filanın
üzerindeki malımı tümüyle aldım. ", demektir. Ya da bunun manası şöyledir:
"Ben seni şimdilik katıma yükseltiyorum. Ancalc sen semadan (gökten)
indikten sonra zamanın gelince, ömrün sona erince seni öldüreceğim."
Çünkü; aralarında yer alan haıfi yani kelimeleri arasındaki harfi, tertibi
gerektirmez, bir sırayı izlemez. Nitekim; Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve
Sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"İsa ümmetim üzerine bir halife olarak inecek
(gelecek), haçı parçalayacak, domuzları öldürecek ve yeryüzünde kırk yıl kadar
kalacak, evlenecek, çocukları olacak ve daha sonra da ölecektir. Doğrusu
başında ben, sonlarında da İsa bulunacak olan bir ümmet nasıl olabilir ki (hiç
helak olur mu)? Kaldı ki; Ehl-i Beytimden olacak olan Mehdi de onların
ortasında yer alacak."[83]
Ya da bunun yorumu şöyledir: "Seni uyutacağım
ve sen uyuyorken seni katıma yükselteceğim ki; herhangi bir korku ve endişeye
kapılmayasın. Bir de uyanınca kendini göğe yükselmiş ve mukarreblerle (bana
yakın olanlarla) birliktesin."
"Sana iman edip labi olardan -Müslümanları- da
kıyamet gününe kadar -reddeden-inkârcdarın aslimde, tutacağım," Çünkü; Hz.
İsa (Aleyhi's-Selâm)'ya tabi olanlar, uyanlar, her ne kadar şeriatleri farklı
olsa da, temelde İslâm'ın özüne uyanlardır. Ancak onu yalanlayanlar değil,
Yahudi ve Hristiyanlardan olup da onun aleyhinde yalan uyduranlar üstün
tutulacak değillerdir. Müslümanların ya da o dönemde Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm)
uyanların onlara üstün gelmeleri kimi zaman hüccet, delil ya da kanıtlarla
olacaktır, çoğu zaman da, hem hüccet yani delil ve kanıtlarla hem de kılıç
[84]üstünlüğü
ile galebe çalacaklardır.
"Sonra hepinizin -ahirette- dönüşü banadır. İşte o zaman aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz her konu hakkında hükmü ben vereceğim." [85]
56 - "İnkâr edenlere
gelince, onları hem dünyada ve hem ahirette şiddetli bir azaba çarptıracağım.
Onların yardımcıları da olmayacaktır."
[86]
57 - İman edip salih ameller
işleyenlere gelince, Allah onların amellerinin karşılığını tastamam olarak
verecektir. Allah zalimleri sevmez.
İşte bu iki ayet nihayetinde hükmü ortaya
koymaktadır, sonucu açıklamaktadır. kıraati Hafs'a aittir.
[87]
58 - (Ey Rasûlüm!) Bunları sana
ayetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan anlatıyoruz.
Burada, ile Hz. İsa (Âleyhi's-Selâm) ile alâkalı ve daha başka konularla ilgili geçen olaylara işaret etmektedir. Bu, aynı zamanda mübtedadır. kavli de bunun haberidir. haberden sonra bir ikinci haberdir. Ya da mahzuf bir mübtedanın haberidir. kavli de, Kur1 an demektir. Yani; muhkem, sağlam haberler getiren anlamındadır. Ya da birçok hikmetleri taşıması bakımından sanki hep hikmetle konuşur, anlamındadır. [88]
59. İsa'nın durumu Allah
katında tıpkı Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı ve ona,
"Ö1İ" dedi, o da hemen oluverdi.
60.
(Ey Peygamber!) Rabbinden
sana gelen vahiy haktır. Sakın şüpheye kapılanlardan olma!
61. Sana gelen bu gerçek bilgilerden
sonra kim seninle tartışmaya girerse (onlara) de ki: "Gelin! Çocuklarımızı
ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım ve sonra topluca
dua ederek, kimler yalan söylüyorsa, Allah'tan o yalancıları helak etmesini
dileyelim.
62. İşte bu anlatılanlar gerçek
kıssalardır. Allah'tan başka da kendisine kulluk edilecek bir başka ilâh da
yoktur. Şüphesiz Allah Azizdir, Hakimdir.
63. Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak Allah, fesat çıkaranları en iyi bilendir.
64. (Ey Rasûlüm!) de ki:
"Ey Kitap ehli! Gelin bize ve size vahiy yoluyla indirilen aramızda ortak
bir söze gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayalım, Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim." Eğer
yüz çevirirlerse, bu takdirde, "Şahit olun ki; bizler Allah'ın
hükümlerine boyun eğmiş olan Müslümanlarız." deyin.
[89]
Şimdi tefsirim yapacağımız bu ayet Necran'dan gelen
Hristiyan heyetiyle alâkalıdır. Çünkü bu heyet, Hz. Peygamber (Sallallâhu
Aleyhi ve Sellem)
"Sen hiç babası olmadan bir çocuğun dünyaya geldiğini gördün mü?" diye bir som yöneltmişlerdi. Bunun üzerine şu ayet bu konuyla alâkalı olarak nazil olmuştur.
59 - İsa'nın durumu Allah
katında tıpkı Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı ve ona,
"Ol!" dedi, o da hemen oluverdi.
"İsa'nın durumu, Allah kalında tıpkı Adem'in
durumu gibidir. Onu topraktan yarattı."
Yani; Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) durumu ve onun
garipsenen veya yadırganan hali tıpkı Hz. Adem (Aleyki's-Selâmfin durumu
gibidir. "Çünkü; Allah onu da topraktan yarattı." Ona çamurdan bir
ceset ya da beden takdir buyurdu. Aslında Hz. Adem (Aleyhis-Selâm) ile alâkalı
olarak araya giren bu cümle açıklama ve tefsir mahiyetinde bir cümledir. Çünkü;
Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) da yaratılışı onunkisine benzemektedir. O halde esas
itibariyle bu, üzerinde tartışılması gereken bir husus olmamalıdır. Yani;
Allah, İsa (Aleyhis-selâm) babasız yaratmış olduğu gibi Adem (Aleyhi's-Selâm)
de topraktan yaratmış ve ortada ne bir baba ve ne de bir anne var. O halde Hz.
İsa (Aleyhi's-Selâm) yaratılışında şaşılacak ne var ki? Eğer Hz. İsa
(Aleyhis-Selâm) babasız olarak yaratılması hali yadırganacak bir durum ise, o
halde anne ve babası olmadan Adem (Aleyhi'sSelâm) yaratılması olayı ondan daha
da yadırganacak bir durum olmaz mı? Babasız olarak dünyaya gelen Hz. İsa
(Aieyhi's-Selâmj'ya göre Hz. Adem (Aleyhi's-Se-lâmf'm anne ve baba olmadan
yaratılması harikulade bir şey değil midir, olağan dışı bir durum ve normal
doğum ölçüsü ele alındığında bu, daha da garipsenemez mi?
Burada garip olan bir olay ondan çok daha garip olan
bir diğer olaya benzetilerek durum ortaya konuyor ki, böylece hasım olan taraf
artık konuşamaz ve tartışamaz bir duruma gelmiş olsun. Dolayısıyla sağlıklı
bir şeklide düşünebilen bir kimse, kendisince yadırgadığı bir olayın çok daha
ötesinde yadırganan bir olay ile karşılaştığında, bundan böyle dili tutulur ve
konuşamaz olur. Eğer inada sapmayacaksa gerçeği teslim eder ve kabullenir.
Bir ilim adamından gelen rivayete göre, kendisi
Rumların (Bizanslıların) eline esir düşer. Bu arada,-onlara;
— Neden sizler İsa'ya tapıyorsunuz, diye sorar.
Onların cevabı:
— Çünkü, o
babasız olarak dünyaya gelmiştir, olur. Bu defa o alim kişi, onlara şöyle bir
karşılık verir:
— Öyleyse
tapmılmaya Adem, ondan daha lâyıktır; çünkü onun ne annesi ve ne de babası
vardır. Onlaf:
— İsa ölüleri diriltir, derler. Bu defa o alim kişi:
— Burada da tapınılmaya daha lâyık olan kişi bu
takdirde sekiz bin kişiyi dirilten Hizkil (Aleyhi's-Selâm) olmalıdır. Çünkü İsa
peygamber sadece dört kişi diriltmiştir. Bu defa onlar tekrar:
— O anadan doğma körleri ve alaca ten hastalığını
tedavi edip iyileştirir, derler. Alim zat da:
— O halde Circis (Aleyhi's-Selâm) ondan daha çok
tapınılmaya lâyık olmalıdır. Çünkü önce pişirilir ve sonra da yakılırdı, fakat
sonra dipdiri olarak kalkardı, kendisine bir şey olmazdı, diye onlara cevap
verdi.
ona, dedi, o da hemen oluverdi." Yani; Allah
onu bir beşer olarak var etti. O da hemen bir beşer olarak var oldu.
burada, demektir. Yani, denmeliydi. Ancak burası
yeri olmadığından detaya inmek istemiyoruz. Bu da mazi olan yani dili geçmişin
hal hikayesidir veya mazi halin hikayesidir. ise haberin haber üzerine tertibi
içindir, yoksa kendisinden haber verilenin tertibi için değildir.
[90]
60 - (Ey Peygamber!) Rabbinden
sana gelen vahiy haktır. Sakın -ey duyup işiten- şüpheye kapılanlardan olma!
Buradaki hitabın Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi
veSellemfe olması ihtimali de vardır. Bu takdirde bu, daha çok sebat etme
noktasında bir heyecana getirmektir. Çünkü; Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve
Sellem).masumdur, bu bakımdan da şüpheye düşmekten beridir, uzaktır. kavli
mahzuf niübtedanın haberidir. Yani, "O haktır, gerçektir" demektir.
[91]
61 - Sana gelen bu gerçek
bilgilerden sonra kim seninle tartışmaya girerse onlara de ki: "Gelin!
Çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım ve
sonra topluca dua ederek, kimler yalan söylüyorsa, Allah'tan o yalancıları
helak etmesini dileyelim.
"Sana gelen tüm bu gerçek bilgilerden sonra
-Hristiyanlardan- kim seninle -İsa hakkında-tarlısmaya girerse onlara de
ki:" Kesin biİİ anlamına gelen beyyineler-den, delillerden sonra... burada
anlamındadır.
"Gelin!" Burada gelin, demekten murat,
gayretle ve kendi reyiyle karar vererek gelmek manasınadır. Yoksa zaten
kendileri hep oradalar. Bu, "gelin birlikte bir şey yapalım ve karar
verelim ki, sonucuna da katlanalım. " anlamında bir eyleme veya fiile
çağrıdır. Bu tıpkı, "Gelin şu mesele konusunda düşünelim. " demek
gibi bir ifadedir.
"Bizler ve sizler hepimiz kendimizi ortaya
koymak sureliyle biz kendi çocuklarımızı, siz de kendi, çocuklarınızı, biz
kadınlarımızı siz de kadınlarınızı çağıralım." Bizden ve sizden hepimiz
bizzat kendimizi ortaya koymak suretiyle çocuklarımızı ve kadınlarımızı da
çağıralım, hep birlikte lânetleşelim.
"ve sonra topluca lanetlenmek için dua
ederek," Burada, kelimesi, demektir. veya net manasındadır, lanet etmek,
lanetlemek demektir. Örneğin; demek, "Allah ona lanet etsin, Allah onu
rahmetinden ırak eylesin, uzaklaştırsın. " demektir. İşte "ibtihal'
asıl manası budur. Daha sonra bu kelime zorda kalınan her durum için dua ya da
beddua manasında kullanılır oldu. Yani; karşılıklı bir lânetleşme söz konusu
olmasa da artık her sıkışık anlarda başvurulan dua olarak ele alındı.
Rivayete göre Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve
Seiiem) onları bu manada mübaheleye, lânetleşmeye çağırdığında, dediler ki:
— Bu konuda biraz bekleyip düşünelim ve bir karara
varalım. Nihayet; içlerinde Akib dedikleri ve sözcüleri konumunda bulunan
Abdulme-sih adındaki kişi adamlarına karşı söze şöyle başladı ve:
— Ey Hristiyan topluluğu! Allah'a yemin ederim ki;
siz de Muhammed'in gerçekten gönderilen bir elçi (peygamber) olduğunu görüp
anladınız. Herhangi bir kavim bir peygamberle lânetleşmemiş olsun ki, mutlaka
onların yaşlıları ortadan yok olmuş ve geriden de küçükleri artık yetişip
gelmemiştir. Eğer siz böyle bir şey yapacak olursanız kesin olarak helak olup
gidersiniz. Eğer yapmazsanız, dininize sarılın kalın, başka da bir şey yapmayın.
Gidin bu adamla (Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile) vedalaşın ve
ülkenize dönün, diye konuştu.
Nihayet ertesi sabah Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem). gittiler. Bu Sirada Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
torunu Hüseyin (Radıyallahu Anh) kucağına almış, Hasan (Radıyallahu Anh) da
eline yapışmış, arkasından kızı Hz. Fatıma (Radıyallahu Anha) ve onun da
arkasından Hz. Ali (Radıyallahu Anh) bulunduğu halde yürüyorlardı ve onlara
şöyle diyordu:
— Ben dua ettiğim zaman siz de benim yaptığım duaya
amin deyin.
Necran heyetinin lideri, papazları ya da dini konuda
bilgili adanılan bu manzarayı görünce kendi adamlarına dönerek şöyle dedi:
— Ey
Hristiyanlar topluluğu! Doğrusu ben karşımda öyle yüzler görüyorum ki; eğer
bunlar bir dağın yerinden sökülüp atılması için dua etseler, Allah o dağı
onların bu duasıyla yerinden yok eder. Sakın bunlarla mü-baheleye, lânetleşmeye
girmeyin, aksi takdirde helak olursunuz ve bundan böyle yer yüzünde bir tek
Hristiyan bile kalmaz.
Bunun üzerine dediler ki:
— Ey Ebu'l-Kasım (Ey Muhammed!) Biz, seninle böyle
bir mübaheleye girişmemeye karar verdik. Onların bu kararlan üzerine Rasûlullah
(Satyallâ hu Aleyhi ve Sellem} onlarla, her yıl Müslümanlara, iki bin hülle
(takim elbise) veya altın cizye (vergi) vermek üzere antlaşma yaptı, barış imzaladı.
Sonra da Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
"Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki;
gerçekten helak olmaları Necran heyetini yüzlerinden okunuyordu (üzerlerine
inmiş sarkıp duruyordu). Eğer lânetleşmiş olsalardı, mutlaka maymunlarla
domuzlara dönüştürüleceklerdi."[92]
Burada mübahele olayı her ne kadar Hz. Peygamber
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile onu yalanlayan kimseleri ilgilendiren bir
konu ise de, çocukların ve kadınların yani tümüyle ailesinin buna eklemesi,
bunun daha çok güven verici ve inancı pekiştiriri olması sebebiyledir.
Kendisine olan kesin güven halini ortaya koymak, kendisinin davasında doğru ve
samimi olduğuna dair kesin inancı göstermek içindir. İşte bunu için Rasûlullah
(Sallâllahu Aleyhi ve Sellem) en sevdiklerini, ciğerparelerini bundan dolayı
ortaya koyma ve tehlikeye atma cesaretini gösterdi. Meseleyi sadece kendini
ortaya koymakla, bırakmadı. Kaldı ki; hasmının da kesin olarak yalancı olduğunu
bildiğinden, onların hem kendileri ve hem de tüm sevdikleri varlıkları ve
ciğerpare!eriyle helak olmalarını istiyordu. Çünkü; mübahele yani lânetleşme
olayı eğer gerçekleşmiş olsaydı mutlaka helak olacaklardı. Zaten Rasûlullah
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de onların helak olacaklarını bu manada kesin
olarak biliyordu.
Aile bireylerinden olan çocukların ve kadınların da
böyle bir olayda yer almalarının istenmesi, bunların aile bireylerinin en
değerli varlıkları olması sebebiyledir. Gönülden en çok bağlanılan varlıklar
olması nedeniyledir. Bir de ayette görüldüğü gibi kendisinden önce bunların
ortaya konmalarının sebebi, onlara karşı olan sevgisinin ve onların kalbindeki
yerlerinin ne kadar fazla olduğunu göstermek içindir.
îşte bütün bu anlatılanlardan çıkan gerçek şudur. Bu
ayette anlatılanlar ve ayetin kendisi, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve
Seiiemf'm peygamberliğinin sahih olduğunun kanıtıdır. Çünkü; bu konuda ne
muhalif olan birinden ve ne de taraftar olan herhangi bir kimseden buna cevap
ve karşılık verildiğine ilişkin bir rivayet yapılmamıştır.
"kimleryatan söylüyorsa, Allah'tan o
yalancıları helak etmelerini dileyelim." Yani; bizden olsun, sizden olsun
İsa hakkında kim yalancıysa, Allah onları helak etsin, isteyelim. Buradaki,
kelimeleri, kelimesi üzerine matufturlar[93].
62 - İşte bu anlatılanlar gerçek
kıssalardır. Allah'tan başka da kendisine kulluk edilecek bir başka ilâh da
yoktur. Şüphesiz Allah Azizdir, Hakimdir.
"işte bu anlatılanlar gerçeğin la
kendisidir."
Görüldüğü gibi, edatının ismi ile haberi arası, kavliyle ayrılmıştır. Ya da mübtedadır. kavli ise bunu haberidir. Cümle de, edatının haberidir. Yine görüldüğü gibi fasıl zamir olan, kelimesinin başına harfinin gelmesi yani duhulü caizdir. Mademki burada görüldüğü gibi haber olan bir kelimeye harfini gelmesi caiz görülmektedir, bu takdirde fasl zamiri olan kelimenin başına gelmesi haydi haydi caizdir. Çünkü bu, mübtedaya, habere göre daha çok yakındır. Esasen işin doğru olanı bunun mübtedanm başııia dahil olmasıdır.
"Allah'ları başka, da kendisine kulluk edilecek
bir başka ilâh da yoktur."
Burada yer alan, cer edatı tıpkı, kelimesinde olduğu
gibi feth üzere mebni kabilindedir. Bu da istiğrak manasını elde etmek için
böyledir. Bunda asıl amaç, Hristiyanların teslis yani üçleme, üç ilâh kabul
etme yanlışını reddetmek içindir.
"Şüphesiz Allah -intikam almada-Azizdir, (her şeye gücü yetendir, her şeyi bir hikmete bağlı olarak işleyendir) -hükümleri değerlendirmede ve gereğini yapmada- Halimdir." [94]
63 - Eğer yüz çevirirlerse
-kabul etmezlerse-, muhakkak Allah, fesat çıkaranları en iyi bilendir.
İşte bu durum bir başka ayette belirtildiği gibi
onlar için söz konusu azap ile bir tehdit demektir. Çünkü Rabbimiz şöyle
buyurmuştur:
"Onlara bozgunculuk yapmalarına karşılık azap
üstüne azap ekleriz.[95]
64 - (Ey Rasûlüm!) de ki:
"Ey Kitap ehli! Gelin bize ve size vahiy yoluyla indirilen aramızda ortak
bir söze gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayalım, Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim." Eğer
yüz çevirirlerse, bu takdirde, "Şahit olun ki; bizler Allah'ın
hükümlerine boyun eemiş olan Müslümanlarız." deyin.
"(Ey Rasûlüm!) De ki: «Ey kitap ehli!»"
Yani; Ey Yahudiler ve Hristiyanlar veya ey Necran heyeti ya da ey Medine'de
ikamet etmekte olan Yahudiler! "Celin, bize ve size vahiy yoluyla indirilen
aramızda ortak bir söz üzerinde anlaşalım" Üzerinde tartı şılatnayac ak
olan Kur'an, Tevrat ve İncil kitap-lan üzerinde anlaşalım. Ayette geçen,
kavlinin açıklaması ise ayetin şimdi ele alacağımız bu kısmıdır:
"Gelin, Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim ve
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizirabler
edinmeyelim." Yani atamızdaki o ortak kelimeye gelin, gelin ki;
"Uzeyir Allah 'in oğludur ve ya İsa Mesih Allah 'in oğludur. " gibi
şeyler demeyelim. Çünkü; bu her iki kimse de bizlerdendir ve bizim gibi birer
insandırlar. Aynı zaman Allah'ın şeriatında izin verdikleri dışında din
bilginlerinizin kendiliklerinden getirdikleri kimi helâl ve haram konularında
onlara itaat etmeyelim.
Adiy b. Hatim'den gelen rivayete göre, demiş ki:
"— Ey Allah'ın Rasûlü! Biz onlara kullukta
bulunmadık ki. Bunun ü-zerine Rasûlullah (Saiiaüâhu Aleyhi ve Seiiem) de şöyle
buyurmuştur;
— Onlar sizin için bazı şeyleri helâl sayıp bazı
şeyleri de haram kılmıyorlar mı? Siz de onların bu yaptıklarına katılıp onları
almıyor musunuz? Adiy de:
— Evet demiş. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) de:
— İşte sizin bu yaptığınız şey onlara kullukta
bulunmanız, itaat etmeniz, Rab edinmenizdir."[96]
"Eğer -tevhit inancından-yüz çevirirlerse, bu takdirde, «şahit olun ki bizler Allah'ın hükümlerine boyun eğmiş Miislümanlarız» deyin." Yani; hüccet ve deliller sizi bağlar, dolayısıyla sizin gerçekleri itiraf etmeniz gerekir. Gelin, Müslüman olduğumuzu artık siz de itiraflarınızla kabullenin ve kendisin de buna karşı çıktığınızı söyleyin.. Yani; tıpkı birbirleriyle güreşip yenişenlerin ta da galip gelen tarafın yenilen tarafa, "Artık galibin ve yenen kimsenin ben olduğumu itiraf et ve bana seni yendiğim gerçeğini de teslim et." gibi bir ifadedir bu. [97]
65. Ey Kitap ehli! İbrahim
konusunda ne diye tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de kesin olarak ondan
sonra indirilmiştir. Siz hâlâ buna da mı akıl erdirmeyeceksiniz?
66. İşte sizler böylesiniz.
(Varsayalım ki;) sizler bildikleriniz hakkında tartışıp duruyorsunuz; ama,
hakkında hiç bilgi sahibi olmadığınız konularda ne diye tartışıyorsunuz? Oysa
gerçekleri en iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz.
67.
İbrahim, Yahudi de değildi,
Hristiyan da. Fakat o muvahhid bir Müslümandı. O, Allah'a ortak koşan
müşriklerden asla olmadı.
68. İnsanlar içinde İbrahim'e
en yakın olanlar şüphesiz ona iman edenler, onun soyundan gelen şu peygamber
(Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velisidir.
69. Kitap ehli bir grup, sizi dininizden saptırmayı arzulamaktadırlar. Oysa onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkında bile olmazlar.
70. Ey kitap ehli! Sizler
(bütün gerçeklere) tanıklık edip durduğunuz halde ne diye Allah'ın apaçık
ayetlerini inkâr ediyorsunuz?
71. Ey kitap ehli! Niçin hakkı
batıl ile karıştırıyor ve bile bile hakkı (gerçeği) gizliyorsunuz?
72. Kitap ehlinden
(Yahudilerden) bir topluluk birbirlerine yol gösterip şöyle dediler:
"Müslümanlara indirilene günün başında iman etmiş gibi gözükün; (fakat çok
fazla beklemeden) günün sonunda da onu inkâr edin, ola ki, (dinlerinden)
dönerler.
[98]
65 - Ey Kitap ehli! İbrahim
konusunda ne diye tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de kesin olarak ondan
sonra indirilmiştir. Siz hâlâ buna da mı akıl erdirmeyeceksiniz?
"Ey kitap ehli! ibrahim konusunda ne diye
tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, incil de kesin olarak ondan sonra
indirilmiştir." İster Yahudiler olsun, ister Hıristiyanlar olsun, Hz.
İbrahim (Aleyhi's-Selâm) kendilerinden olduğunu iddia ettiler. Bu konuda Hz.
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile ona iman eden mü'minlerle
tartıştılar.
Denildi ki; Yahudilik, ancak Tevrat'ın nazil
olmasından sonra meydana geldiği gibi, Hristiyanlık da ancak İncil'in
inmesinden sonra meydana gelmiştir. Oysa Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) ile Hz.
Musa (Aleyhis-Selâm) arasında geçen zaman bin yıldır. Yine Hz. İbrahim
(Aleyhis-Selâm) ile Hz. İsa (Aleyhi's-Selâm) arasında geçen süre ise iki bin
yıldır. Nasıl olur da İbrahim peygamberden bunca uzun yıllar değil asırlar
geçtikten sonra İbrahim (Aleyhi•s-Selâm) Yahudi veya Hristiyan dini üzere
olabilsin ki? Bu, mümkün mü? "Siz hâlâ buna da mı akıl
erdirmeyecelcsiniz?" Hâlâ kalkıp bu türden münakaşalara, tartışmalara
artık girmeyin. Bu tür mücadele ve tartışmaları bırakın.
[99]
66 - işte sizler boylesiniz.
(Varsayalım ki;) sizler bildikleriniz hakkında tartışıp duruyorsunuz; ama,
hakkında hiç bilgi sahibi olmadığınız konularda ne diye tartışıyorsunuz? Oysa
gerçekleri en iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz.
İşte sizler boylesiniz;" burada tenbih içindir.
mübtedadır. haberdir.
"(Varsayalım ki;) sizler, bildikleriniz
hakkında tartışıp duruyorsunuz," kavli ilk cümleyi açıklayan yeni,
müstenefe bir cümledir. Yani; mana şöyledir: "Siz öyle ahmak kimsetersiniz
ki; sizin ahmaklığınızın ve akılsızlığınızın açıklaması da şudur. Sizler Tevrat
ve İncil'in ele aldığı ve diyelim ki, hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuları
tartışıyorsunuz, "
"ama, hakkında hiç bilgi sahihi, olmadığınız
konularda ne diye tartışıyorsunuz?" Örneğin; siz Yahudi ve Hristiyanların
kitaplarında Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) dini hakkında hiçbir şey ele
alınmazken, neden tartışıyorsunuz?
Bir diğer yoruma göre, burada, manasınadır. ise onun
sılası yani ilgi ya da yan cümleciğidir.
Kıraat imamlanndan Nafı ve Ebu Cafer ile Ebu Amr,
kavlini med ile ve fakat hemzesiz olarak, Kur'an'da geçen her yerde şeklinde
kıraat etmişlerdir.
"Oysa -hakkında tartıştığınız- gerçekleri en
iyi Allah bilir, siz bilemezsiniz." Çünkü; sizin o konulardan haberiniz
yok, siz o konuların cahilisiniz.
Daha sonra Rabbimiz, Hz. İbrahim (Aleyhi's-Seiâmj'in
onların inançlarından beri olduğunu, onların batıl birtakım inamşlarıyla
alâkası bulunmadığını şöyle açıklıyor:
[100]
67 - ibrahim, Yahudi de değildi,
Hristiyan da. Fakat o muvahhid bir Müslümandi. O, Allah'a ortak koşan
müşriklerden asla olmadı.
Sanki burada bu ayette geçen, "müşrikler"
ifadesinden yüce Allah Yahudi ve Hristiyanlan'murat eder gibidir. Çünkü;
bunlardan biri Hz. Uzeyir (Aleyhi's-Selâm), diğeri de Mesih (Aleyhi's-Selâm)i
Allah'a ortak koşmaktadırlar. Ya da bunun manası, "İbrahim onlardan
olmadığı gibi müşriklerden de değildi." demektir.
[101]
68 - İnsanlar içinde İbrahim'e
en yakın olanlar -ona en candan bağlı bulunanlar- şüphesiz -onun döneminde ve
ondan sonra- ona iman edenler, onun soyundan gelen -özellikle- şu peygamber
(Muhammed) ve -ümmetinden- ona iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velisi, yardımcısı
ve dostudur.
Burada ayrıca Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) vurgu yapılması, onun fazileti açısındandır. Ki "şu peygamber" ifadesinden kasıt da, Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem).
El-Vely, yakınlık manasınadır. [102]
69 - Kitap ehlinden bir grup
-Yahudi- sizi dininizden saptırmayı arzulamaktadırlar. Oysa onlar sadece
kendilerini saptırırlar-insanları doğru yoldan saptıranların vebali sadece
kendilerinedir. Çünkü sapmalarının ve saptırmalarının azabı kendilerine
katlanarak yüklenir. Onlar hâlâ- da bunun farkında bile olmazlar."
Çünkü; Yahudiler, Hz. Huzeyfe'yi, Hz. Ammar'ı ve
Hz.' Muaz'ı (Radıyaliahu Anhüm) Yahudiliğe çağırmışlardı[103].
70 - Ey kitap ehli! Sizler
(bütün gerçeklere) tanıklık edip durduğunuz halde -bu gerçeklerin Allah'ın
ayetleri olduğunu itiraf ettiğiniz halde- ne diye Allah'ın apaçık ayetlerini
-Tevrat ve İncil'i- inkâr ediyorsunuz?
Çünkü Yahudi ve Hristiyanlar, bu kitaplarda Allah
Rasûlü (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'nün peygamberliğinin sıhhatine ilişkin
olarak ve daha başka hususlar açıkça zikredildiği halde, onlara iman
etmemektedirler.
Ya da ne diye Kur'an'ı, vt Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) peygamberliğine ilişkin delilleri ne diye inkâr ediyorsunuz? Oysa sizler onun niteliklerin hem Tevrat'ta ve hem İncil'de görüp duruyorsunuz. Ya da sizler anlatılanların ve gelen tüm ayetlerin hak olduklarını bildiğiniz halde neden dolayı o ayetleri inkâr ediyorsunuz[104]?
71 - Ey kitap ehli! Niçin hakkı
batıl -Musa ile İsa'ya iman ederken Muhammed'i inkâr- ile karıştırıyor ve bile
bile hakkı (gerçeği) -Mu-hammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellemfin vasfinı-
gizliyorsunuz? Oysa onun hak olduğunu sizler de bilmektesiniz.
[105]
72 - Kitap ehlinden (Yahudilerden)
bir topluluk -kendi aralarında- birbirlerine yol gösterip şöyle dediler:
"Müslümanlara indirilene -Kur'an'a- günün başında iman etmiş gibi gözükün;
(fakat çok fazla beklemeden) günü sonunda da onu inkâr edin. Ola ki,
dinlerinden dönerler."
kavli burada zarftır. Yani; günün başında, ilk
saatlerinde, demektir. Mana şöyledir:
"Müslümanlara indirilenlere günün erken saatlerinde inanmış gibi gözükün, fakat günün sonunda ise onu inkâr edin. Ola ki, böyle bir durumda Müslümanlar şöyle düşünebilir ve diyebilirler ki: «Bunlar kitap ehli kimselerdir. Öyle bilmeden bir şeyden dönmezler. Eğer dönmüşlerse mutlaka bildikleri bir gerçek vardır'" diye böylece onlar da sizin İmandan dönmenizle onlar da dönebilirler belki?..»" [106]
73. (Kitap ehli) dediler ki:
"Sakın ha! Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın." (Ey Peygamber! Onlara) de
ki: "Asıl hidayet, Allah'ın hidayetidir." Dediler ki: "Size
verilenin benzerinin, sizden olmayan birine verilmesinden dolayı delil
getireceklerine de inanmayın." (Ey Peygamber!) De ki: "Gerçek lütuf
Allah'ın elindedir. Allah onu dilediğine verir. Allah, lütuf ve ihsanı geniş
olan ve her şeyi en iyi bilendir."
74.
Allah rahmetini dilediği
kuluna ait (has) kılar. Allah büyük (geniş) lütuf sahibidir.
75. Kitap ehlinden öyle
kimseler vardır ki, kendisine kasalarla dolu hazineler emanet etsen, onu sana
eksiksiz olarak tekrar iade eder. Yine onların içinden öylesi kimseler de
vardır ki; kedisine bir tek dinar da bı-raksan tepesinde durup dikilmezsen onu
sâna iade etmez. Bunun nedeni, "Bizden olmayanlara böyle davranmak günah
değildir." demelerindendir ve onlar bilerek (kasten) Allah'a yalan
söylemektedirler.
76. Hayır, gerçek hiç de
onların ileri sürdükleri gibi değildir. Her kim verdiği sözünü yerine getirir,
(Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak) sakınırsa, şüphesiz ki Allah sakınanları
sever.
77. Allah'a karşı verdikleri
sözü ve yeminlerini basit (önemsiz) bir bedel karşılığında değiştirenlerin
ahirette asla bir nasipleri yoktur. Allah, onlarla kıyamet gününde onlarla
konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize de çıkarmayacaktır. İşte onlar
için acıklı bir azap vardır.
78. Şüphesiz kitap ehlinden
öyleleri de vardır ki; dilleriyle kitabı eğip bükerek siz onu, kitaptan okuyor
sanasınız diye çarpıtarak okurlar. Oysa okudukları kitaptan değildir. Bu,
"Allah katından gelmedir." derler, oysa o, Allah katından değildir.
Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.
79. Hiçbir beşerin, Allah'ın
kendisine kitap, hikmet (hüküm) ve peygamberlik verdikten sonra kalkıp insanlara,
"Allah'ı bırakıp bana kul olun." demesi mümkün değildir. Aksine o
şöyle der: "Öğretmekte ve okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde rabbaniler
(halis ve samimi kullar) olun."
80.
Size: "Melekleri ve
peygamberleri rabler edinin." diye de emretmez. Siz Allah'ın emirlerine
boyun eğip Müslüman olduktan sonra o size hiç küfre gireceğiniz bir şeyi
emreder mi?
[107]
73 - (Kitap ehli) dediler ki:
"Sakın ha! Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın." (Ey
Peygamber! Onlara) de ki: "Asıl hidayet, Allah'ın hidayetidir."
Dediler ki: "Size verilenin benzerinin, sizden olmayan birine
verilmesinden dolayı delil getireceklerine de inanmayın." (Ey Peygamber!)
De ki: "Gerçek lütuf Allah'ın elindedir. Allah onu dilediğine verir.
Allah, lütuf ve ihsanı geniş olan ve her şeyi en iyi bilendir."
"(Kitap ehli) dediler ki: «Sakın ha! Kendi,
dininize uyanlardan başkasına inanmayın.» (Ey Peygamber! Onlara) de ki: «Asıl
hidayet, Allah'ın gerçek hidayetidir.» "
Ayetteki, kavli "Dediler ki; «size verilenin
benzerinin sizden olmayan birine verilmesinden dolayı..." kavline
mütealliktir. Aralarında yer alan cümle ise mutarize (parantez) cümlesidir.
Yani bu şu manayadır: "Sakın ha! Sizden olmayan birine size verilenin bir
benzeri verildi diye inancınızı onlara açıklamayın, bunu sadece kendi
dindaşlarınıza açıklayın, başkalarına değil. " Yahudiler bununla şunu
demek istiyorlar:
"Müslümanlara da tıpkı size verilen
(gönderilen) Tevrat gibi bir kitabın gelişim bu manada tasdik etmeyin,
doğrulamayın, bu gerçeği içinizde gizli tutun, onu kendi taraftarlarınız
dışında kalanlara açıklamaya, ifşaya kalkışmayın. Çünkü; bu gerçeği
öğrenirlerse dinlerinde yani Müslüman olmalarında direnmeleri ve bağlılıkları
artar. İslama fazlasıyla sarılırlar. Özellikle de müşriklerin yanında böyle şeyler
konuşmayın ki; Müslüman olmasınlar. Müslümanlar da bu sayede onları dinlerine
davet etmesinler."
"delilgetireceklerine inanmayın." ayetin
bu kısmı, kavline matuftur. kavlindeki zamir de, kavline aittir. Çünkü bu
kelimesi çoğul manasınadır. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır:
"Size tabi olanların (uyanların) dışında hiçbir
kimseye uymayın. Çünkü; yarın kıyamet gününde Müslümanlar hak üzere
olduklarına ilişkin olarak karşınıza delil ile çıkarlar. Böylece Allah katında
ellerindeki sağlam deliller sayesinde size üstün gelirler."
Burada yer alan, "Asıl hidayet Allah 'in elinde
olan gerçek hidayettir. Allah kimi dilerse onu Müslüman olması için hidayete
erdirir ve o da böylece İslâm üzere sebat kılar ve bu öyle de olmuştur. "
İtiraz ya da parantez cümlesi, işte bu gerçeğin ifadesidir. Dolayısıyla sizin
tuzaklarınız, planlarınız size bir yarar sağlamadı, sağlamayacaktır da, hatta
sizin kendi aranızda onların doğruluğunu bildiğiniz halde Müslümanlarla
müşriklere işin bu tarafını gizleyerek İslâm'ı kabul etmeye engel çabalarınız
da size bir fayda getirmedi.
"(Ey Peygamber!) De ki: «Gerçek lütuf Allah'ın
elindedir. Allah onu kullarından dilediğine verir.»" Bununla hidayete
erdirme ve muvaffakiyet murat olunmaktadır. Ya da cümlenin manası, kavliyle
tamamlanmaktadır. Yani, "Böyle görünürde inanmış gibi gözükmeyin. "
demektir. Çünkü; Yahudiler günü başında iman etmiş gibi ortaya çıkıyorlardı.
Ancak sizin dininize uyanlara, sizden olanlara açıklayın. Yani; sizden Müslüman
olup da sizin talimatlarınıza göre hareket edenlere açıklayın. Çünkü;
böylelerinin İslâm'ı bırakıp eski inançlarına dönmeleri diğerlerinin dönüşüne
göre daha inandırıcı olur.
kavlinin manası, demektir. Evet siz bunu söylediniz
ve bu manada gereken yollan denediniz, yoksa bir başka şey için değil. Yani,
tüm başvurduğunuz bu yollar sizin azgınlığınız ve hasediniz yüzündendir.
Yani, size verilen ilim ve Kitap'tan sizden olmayan
birine verilmiş olması sizi bu söylediklerinizi söylemeye sevk etti, sırf bunun
için böyle bir yolu denediniz. Nitekim; İbn Kesir'in de kıraati bunu gösterir.
Çünkü o, kelimesini soru manasında şeklinde elifi uzatarak med ile okumuştur.
Yani, "Kendilerine haset edip çekemediğiniz kimselere size verilen kitabın
bir benzerinin verilmesi yü-zünden mi? ..." Buna göre, kavlinin manası
şöyle olur:
"Size verilen bir benzerinin verilmiş olması sebebiyle sizler yapabileceklerinizin tamamını yaptınız, denemedik yol bırakmadınız. Her şeyi denediniz. Ya da yarın Rabbiniz katında onların sizin karşınıza delil ile çıkmaları ve onu inkâr ettiğiniz gerçeğinin gelip sizi yakalaması korkusundan böyle bir yola girdiniz."
"Allah lütuf ve ikramı -rahmeti-geniş olan ve
-maslahat açısından- her şeyi de en iyi bilendir."
[108]
74 - Allah rahmetini -İslâm'ı- dilediği kuluna ait (has) kılar.
Allah büyük (geniş) lütuf ve ihsan sahibidir.
[109]
75 -
Kitap ehlinden öyle kimseler
vardır ki, kendisine kasalarla dolu hazineler emanet etsen, onu sana eksiksiz
olarak iade eder. Yine onların içinden öylesi kimseler de vardır ki; kedisine
bir tek dinar da bıraksan tepesinde durup dikümezsen onu sana iade etmez. Bunun
nedeni, "Bizden olmayanlara böyle davranmak günah değildir."
demelerindendir ve onlar bilerek (kasten) Allah'a yalan söylemektedirler.
"Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki;
kendisine kasalar dolu hazineler emanet etsen, onu sana eksiksiz olarak iade
eder." Burada sözü edilen kişi Abdullah b. Selâm (v.43/...)'dır.
Kureyş'ten biri kendisine 1200 ukye (yedi mıskal) altın emanet bırakır, o da
aynen onu kendisine iade eder. "Yine onların içinden Öylesi kimseler de
vardır ki; kendisine bir tek dinar bıraksan, tepesinde durup dikilmezsen onu
sana iade etmez." Bu şahıs da Finhas b. Azura'dır. Çünkü Kureyş'ten biri
ona bir dinar emanet bırakır; ancak Finhas bunu inkâr eder ve emanete ihanette
bulunur.
Bir yoruma göre genelde güvenilir olan toplum
HristiyanIardır. Çünkü olara güven daha fazla idi. Az da olsa ihanet içerisinde
bulunanlar ise Yahudilerdir. Çünkü; onlar daha çok ihanet içinde
yaşadıklarından bu, onlarda bir huy halini almıştır.
Yani; ey hak sahibi! Sen onun başında dikilip
durmadığın müddetçe, bu hususta yakasına sarılmadıkça çıkarıp vermez.
Kıraat imamlarından İbn Kesir, İbn Amir, Nafı, Ali
el-Kisai ve Hafs, kavliyle, kavlindeki harfini kesra ile ve tok bir sesle
okumuşlardır. Bir rivayete göre Ebu Amr, ihtilas yapmıştır. Diğer kıraat
imamları da bunu harfini sükunu ile okumuşlardır.
"Bunun nedeni, «Biz-den olmayanlara böyle
davranmak vjünah değildir.» demelerindendir."
işaret ismiyle belirtilmek istenen şey, kavlinin
ifade ettiği, "onu iade etmez, gerivermez" manasına işarettir. Çünkü;
ödemeleri ya da geri vermeleri gereken şeyi vermeyip edayı terk etmişlerdir.
Yani; onların, üzerlerine düşen hakkı çiğneme sebebi, şu ifadeleridir:
"Bizden olmayanlara, ilmmî Araplara bir sey
Ödemek bize gerekmez.,' Çünkü, bizden olmayanlann varlıklarını alıp yemek bize
mubahtır, demelerinden ileri gelmektedir. Yani, ümmiler konusunda bizi
ilgilendiren bir günah, bir yerme söz konusu değildir. Bununla kitap ehli
olmayanları kasdediyorlar ve şunu demek istiyorlar, onların mallarını herhangi
bir yoldan almamızda bize bir vebal yoktur. Onların mal varlıklarını tutmamız,
vermememiz, onlara zarar vermemiz gayet olağan bir şeydir. Çünkü; onlar bizim
dinimizden değillerdir. Nitekim; Yahudiler bu manada kendilerine karşı
çıkanlara zulmetmeyi helâl saymaktadırlar ve diyorlar ki: "Bizim
kitabımızda onlara saygı göstermemiz gerektiğine ilişkin bir hüküm yoktur.
"
Rivayete göre Kureyştilerden bazı kimselerle Yahudilerle alışverişte bulunurlar. Kureyşliler Müslüman olduktan sonra Yahudilerde olan alacaklarını istediler. Onlar da:
— Sizin bizden bir alacağınız yoktur. Çünkü siz dininizi bıraktınız, diye karşılık verdiler. Gerekçe olarak bunu kitaplarına dayandırıyorlardı ve:
— Bizim kitabımızda böyle bir borcun ödeneceğine dair
bir bilgi yok, diyorlardı.
"Ve onlar -kendilerinin ya-lancılar olduğunu-
bilerek (kasten) -bu ödememe olayı bizim kitabımızda var diye- Allah hakkında
yalan söylemektedirler."
[110]
76 - Hayır, gerçek hiç de
onların ileri sürdükleri gibi değildir. Her kim verdiği sözünü yerine getirir,
(Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak) sakınırsa, şüphesiz ki Allah sakınanları
sever.
Ümmiler veya kendilerinden olmayanlar hakkında kendi
lehlerine olabilecek şekilde ortaya attıkları gerekçelerini bu ifade ile
Rabbimiz red ediyor ve bilâkis onların söyledikleri bu gerekçe onların dediği
gibi değildir, durum onların aleyhinedir.
"Hayır! Gerçek hiç de onların ileri sürdükleri
gibi değildir. Her kim verdiği sözünü yerine getirir, (Allah'ın emir ve
yasaklarına uyarak) sakınırsa,"
Aslında, cümlesi yeni bir cümledir ya da müste'nefe
cümlesidir. Bu, kelimesinin yerini aldığı bir cümleyi tesbit edip ortaya
koymaktadır. kavlindekİ zamir ise yüce Allah'a racidir. Yani, "Allah 'a
verdiği sözü yerine getiren bu manada Emir ve yasaklar çerçevesinde sakınan
herkes. " demektir.
İyi bilsin fiı; Allan, emir ve yasakları çerçevesinde
hareket eden takva sahibi kullarını sever." Yani, onları sever. Burada
zamir gelmesi gereken yere bizzat ismin kendisi (ismi zahir) getirilmiştir. Bu
da, kelimesidir. Dolayısıyla tüm müttakiler, ceza edatı olan, kelimesine raci
olan zamir yerine geçmiştir. Bu konu içerisine iman ve bunun dışında tüm salih
ameller girdiği gibi sakınılıp kaçınılması gereken küfür ve her kötü amel de
bunun kapsamına girer.
Söylendiğine göre bu ayet kitap ehlinden olan
Abdullah b. Selâm ve benzerleri hakkında nazil olmuştur.
Diğer taraftan zamirin, kavline raci olması da caiz
olur. "Yani; verdiği sözü yerine getiren herkim, ihanette bulunma ve
tuzağa düşürme gibi kötü şeylerden uzak durarak sakınır, Allah'ın emir ve yasaklarını
uygularsa, işte Allah onu sever. "
Bu ayet Yahudilerden Tevrat'ı tahrif ederek.
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) özeliklerini anlatan ayetleri ve
hükümleri değiştirip bunun için rüşvet alanlar hakkında nazil olmuştur.
[111]
77 -
Allah'a karşı verdikleri
sözü ve yeminlerini basit (önemsiz) bir bedel karşılığında değiştirenlerin
ahirette asla bir nasipleri yoktur. Allah, onlarla kıyamet gününde onlarla
konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize de çıkarmayacaktır. İşte
onlar için acıklı bir azap vardır.
"Allah'a karsı verdikleri sözü -yanlarında
olanı tasdik eden peygambere iman edeceklerine dair Allah'a verdikleri sözü-
ve -Vallahi biz o peygambere iman edeceğiz ve ona mutlaka yardımcı olacağız diye-yeminlerini
basit (önemsiz) -rüşvet almak, makam kapmak ve bunun gibi— bîr bedel
karşılığında değiştirenlerin ahirette asla nasipleri yoktur."
kavli, kavlindeki zamirin Allah'a raci olduğu-nu
güçlendiriyor. nasibi, payı ve hissesi yoktur, demektir.
kıyamet gününde -kendilerini sevindirecek bir-
güzellikle konuşmayacak, onlara rahmet gözüyle bakmayacak ve onları -övgüyle-
temize kurmayacaktır." ( bir azap vardır."
[112]
78 - Şüphesiz kitap ehlinden
öyleleri de vardır ki; dilleriyle kitabı eğip bükerek siz onu, kitaptan okuyor
sanasmız diye çarpıtarak okurlar. Oysa okudukları kitaptan değildir. Bu,
"Allah katından gelmedir." derler, oysa o, Allah katından değildir.
Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.
Şüphesiz kitap ehlinden öyleleri de vardır ki;
dilleriyle kitabı eğip bükerek, siz onu, kitaptan okuyor sanasmız diye
çarpıtarak okurlar."
Burada sözü edilenler Ka'b b. Eşref, Malik b. Sayf,
Huyey b. Ah-tap ve başkalarıdırlar. Bunları doğru olan şeklini dilleriyle
değiştirerek okurlardı.
Leyy , eğmek, bükmek ve sarmak ve değiştirmek gibi
manalara gelir. Bundan murat ise, Yahudilerin Tevrat'ı tahrif etmeleri ve bozmalarıdır.
Örneğin; recm ayetini, Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile alâkalı
nitelikleri ve daha başka hükümleri değiştirip bozmuşlardır.
kavlindeki zamir, kavlinin ifade ettiği manaya
racidir. O da Tevrat'ın ya da Kitabın tahrif edildiği gerçeğidir. Ayrıca bundan
muradın şöyle olduğu da caiz olabilir; "Kitaba benzer sözler söyleyerek,
bu benzetilenleri kitaptan şamasınız, diye parlar. " Zaten Kitaptan kasıt
da Tevrat'tır.
"Oysaki okudukları kitaptan değildir." "«Bu, Allah kalından gelmedir.» derler." Bu cümle, kavlini te'kit içindir. Bu ifade ile onlar daha da aşağılanmakta ve şenaatleri ortaya konmaktadır. "Oysa o Allah kalından değildir. Onlar bile bile Allah hakkında (Allah adına) yalan uyduruyorlar." Onlar kesin yalancıdırlar. [113]
79 - Hiçbir beşerin, Allah'ın
kendisine kitap, hikmet (hüküm) ve peygamberlik verdikten sonra kalkıp
insanlara, "Allah'ı bırakıp bana kul olun." demesi mümkün değildir.
Aksine o şöyle der: "Öğretmekte ve okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde
rabbaniler (halis ve samimi kullar) olun."
"Hiçbir kimsenin, Allah'ın kendisine kitap,
hikmet (hüküm) ve peygamberlik verdikten sonra" Bu ayet Hz. İsa (Aleyhi'sSelâm)
tapınmaya itikadı yalanlamaktadır. Anlatıldığına göre bir adam Rasûlullah
(Sallallâhu Aleyhi veSellem) gelir ve:
"— Ey Allah'ın Rasûlü! Biz aramızda
birbirimizle selâmladığımız gibi seninle selâmlaşıyoruz. Senin önünde eğilip
secde etmeyelim mi, diye sorar. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) da
şöyle buyurur:
— Allah'tan başkasına secde etmek, eğilmek yakışık
almaz. Ancak peygamberinize saygılı olun ve hakkı da ehil olana verin."[114]
Ayette yer alan, "hüküm" kelimesinden
kasıt hikmet demektir veya Sünnet manasınadır ya da hüküm vermek, yargılamak,
demektir.
"kalkıp halka, «Allah'ı bırakıp bana kul olun.»
deme hakkına sahip değildir."
Burada, kavli, kavline matuftur.
"Aksine O şöyle,der: «Öğretmekte ve okutmakla
olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler (halis ve samimi kullar) olun.»"
Fakat o, "rabbaniler p/un" der.
rabbaniy kelimesi, harflerinin ilâvesiyle
"Rabbe mensup, Rabbe ait" demektir. Bu da, Allah'a çok fazla bağlı ve
itaatkâr olan, demektir. Nitekim; Abdullah b. Abbas öldüğü zaman İbn Hanefi'ye
(v.81/...) demiş ki:
"Bu ümmetin rabbanisi vefat etti." Hasan
Basri'ye göre rabbaniler; "Fakih (derin anlayış sahibi) olan
alimlerdir." Kimilerime göre de; "Öğretici olan alimlerdir."
Bazıları da: "Rabbani demek, ilmiyle amel eden alim, demektir."
demişlerdir.
Kıraat imamlarından Asım ve Ibn Amir, olarak kıraat
etmişlerdir. Yani; kendinizden başkalarını, demektir. Fakat bu imamların
dışında kalanlar da bunu, olarak kıraat etmişlerdir.
Yani; okutmakta olduğunuz, demektir. Mana şöyledir:
"Sizin ilim öğrenmeniz ve öğretmeniz sebebiyle rabbaniler var oldu."
"Rabbani" Allah'a itaate son derece bağlı olan demektir. Çünkü bu,
hem ilim öğrenmeye ve hem öğretmeye sebep teşkil eder. Dolayısıyla kendini
tümüyle ilme adayan, ömrünü bu yolda tüketenler, sıkıntılara katlananlar ve
fakat bunun gereğiyle amel etmeyenler için delil olması bakımından bu ayet
yeter. Çünkü böyleleri güzel bir ağaç dikerek onun güzel manzarasıyla eğlenip
durduğu halde, fakat onun meyvesinden yazık ki yararlanmıyor. İşte kendini ilme
adadığı halde bütün zamanını onunla yararlanmadan geçiren kimsenin geçirdiği
zamana yazık olur.
Bir yoruma göre de: kavlinin manası, onu halka okuyan,
demektir. Nitekim; Rabbimizin şu kavli de bunun gibidir:
"Biz onu, Kur'an olarak, insanlara dura dura
okuyasın diye ayırdık."[115]
İşte bunun manası da, olur, bu da tedris kökünden
alınmadır. Nitekim; İbn Cubeyr'in de kıraati böyledir.
[116]
80 - Size: "Melekleri ve
peygamberleri rabler edinin." diye de emretmez. Siz Allah'ın emirlerine
boyun eğip Müslüman olduktan sonra o size hiç küfre gireceğiniz bir şeyi
emreder mi?
"O aynı zamanda size: «Melekleri ve
peygamberleri rabler edinin.» diye de emretmez."
Burada, kavli nasb ile olmak üzere, kavli üzerine matuftur. Bunun durumu ise, kavlindeki olumsuzluk manasını artırmak ya da te'kit için baştaki, mezidedir. Bunun manası şöyledir:
"Hiçbir insan, Allah kendisinden haber versin
diye peygamber olarak göndersin, Allah'ın kullarını yalnızca Allah'a kulluk
etsinler ve Allah'a eşler ve denkler edinmeyi terk etsinler göreviyle dilesin,
sonra da bu adam kalksın insanlara, onların kendisine kulluk etmelerini
emretmiş olsun ve size de, «Melekleri ve peygamberleri rabler edinin.» diye
emretmiş olsun. İşte bu, olacak şey değildir."
Örneğin; bu adeta şu ifadeye benzer:
"Ben Zeyd'e ikramda bulunayım da o da kalksın
beni aşağılasın ve beni önemsememiş olsun. "
Kıraat imamlarından İbn Kesir, Nafı, Ebu Amr ve Ali,
fiilindeki harfini merfu olarak okumuşlar; çünkü bunu yeni bir cümleye giriş
olarak değerlendirmişlerdir.
"Siz
Allah'ın emirlerine boyun eğip Müslüman olduktan sonra o size hiç küfre
gireceğiniz bir şeyi emreder mı?"
kavlinin başında yer alan hemze, inkâr icindir. Bir
de, kavliyle, kavlindeki zamirler de, kavline veya lâfza-i celâline racidir.
kavli ise, burada muhatapların Müslümanlar olduğunu göstermektedir. Çünkü;
Müslümanlar Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve secde etmek için kendisinden
istemişlerdi.
[117]
81. (Ey Kitap ehli!) Hani Allah
nebilerden "Ben size kitap ve hikmeti (şeriatın sırlarını) verdim. Sonra
da yanınızda olanı doğrulayan bir rasûl gelince mutlaka ona iman edecek ve onu
mutlaka destekleyeceksiniz." diye söz almıştı ve "Kabul edip bununla
ilgili ahdimi (emirlerimi) yüklendiniz mi?" diye buyurduğunda, (nebiler
de:) "İkrar ettik." (kabul ettik) diye cevap vermişlerdi. Allah da:
"Öyle ise birbirinize şahit olun! Ben de sizinle beraber size şahitlikte
bulunanlardanım." buyurdu.
82. Artık bundan sonra her kim
dönerse, işte onlar, fasıkların ta kendileridir.
83.
Onlar Allah'ın dininden
başka bir din mi istiyorlar? Oysa göklerde ve yerde var olan her şey ister
istemez Ona boyun eğmiştir. Sonunda da Ona döndürüleceklerdir.
84. (Ey Muhammedi) de ki:
"Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, Yakup ve torunlarına
indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve diğer peygamberlere Rableri tarafından
verilenlere iman ettik. Biz (iman bakımından) hiçbirini diğerinden ayırt
etmeyiz, hepsine imam ederiz. Ve biz Allah'a teslim olmuşuz.
85. Her kim İslâm'dan bafka bir
din ararsa, o (istediği din) asla kendisinden kabul edilmeyecek ve o ahirette
kendisine hüsrana uğrayanlardan olacaktır.
86. İman edip, Rasûlün hak
olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık beyyineler (kanıtlar)
geldikten sonra inkarcılığa sapan bir topluma Allah nasıl hidayet nasip eder?
Oysa Allah zalim bir toplumu asla hidayete erdirmez.
87. İşte onların cezalan,
Allah'ın meleklerin ve bütün insanların lanetlerinin üzerlerine olmasıdır.
88. Onlar, o lanetin içinde
ebediyen kalıcıdırlar. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yüz
verilmez.
89. Ancak tevbe edip iman
ederek durumlarını düzeltenler müstesna. Şüphesiz ki Allah gafurdur, rahimdir.
90. İman ettikten sonra
(yeniden) küfre girenlerin, sonra da azıtıp çok daha ileri gidenlerin tevbeleri
asla kabul edilmeyecektir. Ve onlar sapıkların ta kendileridir.
91. Şüphesiz inkâr edip kâfir
olarak ölenler var ya, işte onlar, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler
bile, bu, asla onlardan kabul edilmeyecektir. Onlar için kıyamet gününde
acıklı bir azap vardır ve onları azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları da
olmayacaktır.
[118]
81 - (Ey Kitap ehli!) Hani Allah
nebilerden "Ben sîze kitap ve hikmeti (şeriatın sırlarım) verdim. Sonra da
yanınızda olanı doğrulayan bir rasûl gelince mutlaka ona iman edecek ve onu
mutlaka destekleyeceksiniz." diye söz almıştı ve "Kabul edip bununla
ilgili ahdimi (emirlerimi) yüklendiniz mi?" diye buyurduğunda, (nebiler
de:) "İkrar ettik." (kabul ettik) diye cevap vermişlerdi. Allah da:
"Öyle ise birbirinize şahit olun! Ben de sizinle beraber size şahitlikte
bulunanlardanım." buyurdu.
"(Ey Kitap ehli!) Hani Allah nebilerden
.....söz almıştı." Ayete hemen baktığımızda, kendilerinden kesin söz alınanların,
peygamberler olduğunu görmekteyiz. Ancak ayetten, "kendilerinden kesin
söz alınmış olanların, peygamberlerin soylarından gelen çocukları olduğu"
manası da çıkabilir. Bunlar ise İsrailoğullandır. Bu ise muzafın hazfedildiği
varsayımına göredir.
Ben size kitap ve hikmeti (şeriatın sırlarını)
verdim."
Buradaki, kelimesinde yer alan, harfi, lam i
tavtiadir. Çünkü; ayete baktığımızda, "kendilerinden söz alınma"
olayı sanki bir yemine dayalı alınan bir söz, yemin ile alâkalı bir ifade imiş
gibi bir mana sergiliyor. kavlindeki harfi ise, kasemin, yani yeminin
cevabıdır. Ayrıca edatının şart manasını taşıması (içermesi) de caizdir. ise
hem kasem yani yemin ve hem şartın cevabı yerine geçmesi olabildiği gibi şu
manada ilgi cümleciği olması da caizdir. Size onu verince, yani: "size
gönderdiğim o peygamber gelince, mutlaka ona iman edin ...." ilgi
cümleciğine (sıla üzerine) matuftur. Burada bulunan aid (zamir) mahzuf olup
edatına racidir. Bu, takdirindedir.
"Sonra, da yanınızda olanı -yanınızdaki kitabı-
doğrulayan bir peygamber -Muhammed- gelince, mutlaka ona -o peygambere- iman
edecek ve onu -Muhammed'i- mutlaka destekleyeceksiniz, diye söz ahms."
Kıraat imamlarından Hamza, harfinin kesrası ile,
olarak okumuştur. Ayetteki, edatı ise, manasınadır veya bu edatı mastar
manasında olan bir edattır. Yani; mana şöyledir: "Size bir kitap ve hikmet
vermeliden sonra da yanınızdakini doğrulayan bir elçi (Muhammed'i)
göndermemden dolayı..," harfi ise talil yani sebep (illet) bildirmek
içindir. Yani; bu durumda mana şöyle olur:
"Allah, Rasûle mutlaka iman edesiniz ve size
hikmeti verdiğimden dolayı mutlaka onu destekleyesiniz, diye Allah
kendilerinden (sizden) kesin söz aldı. Kaldı ki; size, kendisine iman etmenizi
ve ona destek vermenizi emrettiğim peygamber, size karşı aykırı bir şey
getirmiş değildir, nitekim o da iman noktasında size muvafakat etmektedir, iman
edilecek hususlara zaten iman etmektedir."
Kıraat imamlarından Nafi ve Ebu Cafer, kavlini
birinci çoğul şahıs olarak olarak okumuştur.
"ve «kabul edip bununla ilgili ahdimi
(emirlerimi) yüklendiniz mi?» diye buyurduğunda" Yani; Allah, "Siz,
benim sizden istediklerimi, ahdimi kabul ettiniz mi?" diye buyurdu.
Ayette, kelimesine yer verilmesinin sebebi, yani;
"ağır yük, zor olan yük" demektir. Bu ağır ve zor olan yükü
üstlendiniz mi, manasınadır.
''Nebiler de: «İkrar etlik (kabul ettik).» diye
cevap vermişlerdi." "Allah da; «öylefsî birbirinize şahit olun. Ben
de sizinle birlikle size şahitlikle bulunanlardanım.» diye buyurdu."
Kiminiz kiminize bu ikrar ve kabulünüzden dolayı şahitlikte bulunun. Ben de
sizinle beraber sizin bu ikrar ve kabulleriniz için ve birbirinize olan şahitlikleriniz
için olan tanıklığınıza şahitlikte bulunacağım.
İşte bu, onlardan ilerisi için alınan pekiştirilmiş
bir ifadedir ve gerçeklerden sapmamaları için bir uyandır. Çünkü; ortada
Allah'ın şahitliği ile birlikte bir de kendi aralarında birbirlerine olan
şahitlikleri bilinince, bundan kolay kolay dönmek mümkün olmaz.
Bir başka yoruma göre ise, yüce Allah meleklerine:
"Bunlara şahit olun." diye buyurmuştur.
[119]
82 - Artık bundan sonra her kim
dönerse, işte onlar, fasıklarm ta kendileridir.
[120]
"Arlık her kim imandan dönerse," verdiği kesin sözden, pekiştirilmiş ifadeden, kabul ettikten sonra verdiği kesin antlaşmadan döner, ahdini bozarsa, gelecek olan peygambere iman etmekten yüz çevirirse, "İşte onlar,/asıkların ta kendilevidir." Yani azılı kâfirlerdendir. [121]
83 - Onlar Allah'ın dininden
başka bir din mi istiyorlar? Oysa göklerde ve yerde var olan her şey ister
istemez Ona boyun eğmiştir sonunda da Ona döndürüleceklerdir.
"Onlar Allah'ın dininden başka bir din mi
isliyorlar?" Bir cümleyi diğer bir cümleye atfeden harfinin başına soru
şeklinde inkâr manasına gelen harfi gelmiştir. Dolayısıyla mana şöyledir:
"İşte onlar, Allah'ın koyduğu sınırları (hükümleri) çiğneyip inkâr edenlerin ta kendileridir ve bu yüzden Allah'ın dininden başka bir din istiyorlar." Daha sonra bu iki cümle arasına inkâr manasındaki hemze harfi yer aşmıştır.
Ayrıca bu cümlenin mahzuf bir başka cümle başka
üzerine atfedilmesi de caizdir! Bu cümlenin takdiri de şöyledir: "Onlar
hâlâ yüz çeviriyorlar da Allah 'in dininden başka bir din mi istiyorlar?
"
Burada mef ul yani tümleç, fiili (yüklemi) üzerine
takdim olunmuştur. Mef ul ise, kavlidir. Çünkü; inkâr bakımından bu, oldukça
önemlidir. Diğer taraftan inkâr manasını taşıyan harf ise harfidir. Bu ise
batıl olan mabutlara, ilâhlaştırılan şeylere ve sistemlere yöneliktir.
"Oysa göklerde ıh:yerde var olan her şey isler
islemez O'na teslim olmuşlar." Yani; gökte melekler, yer yüzünde insan ve
cinler, kısaca her varlık ya eldeki mevcut delillere bakarak ve akıl yürüterek
kendi istekleriyle Allah'ın dinini kabul edip teslim olmuşlardır. Ya da
kendilerine karşı silâh, ok veya kılıç kullanılarak zorla yola
getirilmişlerdir. Yahut da azabı görerek yola gelmişlerdir. Örneğin;
îsrailoğullarınm başları üzerine Tur dağının kaldırılması, Firavun'un suda
boğulması, insanların ölümle yüz yüze gelmeleri gibi. Nitekim; yüce Allah bir
başka ayetinde şöyle buyuruyor:
"Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman:
'Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik.' derler."[122]
ve kelimeleri
hâl olmaları bakımından her ikisi de mansubdurlar. Yani; "itaat ederek
(kendi istekleriyle de olsa), zorla da (istemeyerek de) olsa..." demektir.
"Ve sonunda O'na döndürüleceklerdir."
Dolayısıyla işledikleri amellere göre cezalandırılacaklardır.
Kıraat imamlarından Hafs, ve kelimelerini harfiyle
okumuştur. Fakat kıraat imamlarından olan Ebu Amr ise, kavlini harfiyle ve
harfinin de fethiyle, olarak okumuştur. Çünkü; azıtıp sapanlar bizzat yüz çevirenlerdir.
Oysa Allah'a dönecek olanlar ise, bütün insanlardır. Bu iki kıraat imamı
dışındaki diğer kıraat imamları ise, söz konusu her iki kelimeyi de harfiyle
ve bir de harfinin fethiyle olmak üzere, ve olarak okumuşlardır.
[123]
84 - (Ey Muhammedi) de ki:
"Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, Yakup ve torunlarına
indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve diğer peygamberlere Rableri tarafından
verilenlere iman ettik. Biz (iman halamından) hiçbirini diğerinden ayırt
etmeyiz, hepsine imam ederiz. Ve biz Allah'a teslim olmuşuz.
"(Ey
Muhammedi) De ki; Biz Allah'a., bize indirilene, .... iman ellik." Bu
ayette yüce Allah, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ve iman edip
onunla beraber hareket edenlere, kendileriyle ilgili durumlarını açık olarak
ortaya koymaları için kendilerine emir buyuruyor. İşte bu bakımdan, "de
ki" kavlindeki zamiri tekil olarak zikretti ve "iman ettik"
kavlindeki zamiri de çoğul olarak getirdi.
Ya da krallar nasıl ki kendilerinden söz
ettiklerinde saygı ifade eden kelimelerle söz ederlerse, Allah da peygamberine,
kendisinden söz etmesini ve Allah tarafından görevlendirilen peygamberinin
değerini yücelttiğinden söz etmesini emretmektedir.
Bu ayette, fiili, isti'lâ harfi olan, cer edatıyla
müteaddi (geçişli) kılınmıştır. Nitekim; Bakara Suresinin 136. ayetinde ise bu,
intiha (sonuç) ve neticeye varma ve varacağı noktaya ulaşma manasında olan cer
edatıyla müteaddi kılınmıştır. Çünkü; bu ayetlerde her iki mana da
bulunmaktadır. Yani; hem isti'lâ (yukarıdan aşağıya iniş) ve hem intiha (bitiş
noktasına ulaşma) vardır. Çünkü; vahiy üstten yüce Allah'tan geliyor ve
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) son buluyor. Dolayısıyla bazen bu iki
manadan biriyle ve bazen de diğeriyle gelmektedir.
"Lübab" adlı eserin yazarı diyor ki:
"Bakara Suresi, 136. ayetteki, "deyin/söyleyin" kavlinin olması
dolayısıyla, bununla hitap ümmetedir. Dolayısıyla burada ancak, cer edatının
gelmesi doğrudur. Orada, cer edatının zikredilmesi yerinde olmaz. Çünkü; gönderilen
ilâhî kitaplar sonuçta gelip peygamberlerde ve onların ümmetle-rinde son
buluyor. Oysa bu ayette yüce Allah, "de ki" emriyle söze
başlamaktadır. Bu emir de, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in
ümmetine değil, bizatihi Rasûlullah'ın kendi şahsınadir. Bunun için de burada
uygun olan da, cer edatının gelmesidir. Çünkü; peygambere indirilen kitapta
ümmetin herhangi bir ortaklığı yoktur."[124]
Burada yüce Allah'ın şu kavline bir işaret vardır:[125]
"İbrahitn'e, ismail'e, Ishak'a, Vakup'a ve
torunlarına indirilenlere, ... iman etlik." Bu ayette yer alan, kelimesi
torunlar demek olup, bununla Hz. Yakup (Aleyhis-selâm) oğullan, soyu
kasdolunmaktadır. Çünkü; yüce Allah onun soyundan peygamberler göndermiştir.
"Musa'ya, isa'ya ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilenlere
iman etlik.
Bu ayette geçen kavli, Bakara Suresi, 136. ayette
tekrar olunduğu halde bu ayette, kavlinde tekrar olunmamıştır.
Çünkü; daha önce zaten, kelimesi zikrolunmuştur. Kaldı ki; bundan önce 81. ayette, buyurmuştur. Yine bu ayette geçen, "Rablerinden" kavli, "Rableri tarafından, Rableri katın- Rableri nezdinden" demektir.
(iman
bakımından) hiçbirini diğerlerinden ayırt etmeyiz, hepsine iman ederiz."
Nitekim; Yahudi ve Hristiyan-lar iman açısından kimi peygamberlere inanıyor ve
kimilerini inkâr ediyorlardı. "Ve biz Allah'a teslim olmuş (boyun eğmiş)
Müslümanlarız." Kendimizi O'na bağlamış tevhit inancına sahip kimseleriz.
Allah'a kulluk ve ibadetimizde Allah'a hiçbir şeyi asla şerik (ortak) kurmayız.
[126]
85 - Her kim İslâm'dan başka bir
din ararsa, o (istediği din) asla kendisinden kabul edilmeyecek ve o ahirette
hüsrana uğrayanlardan olacaktır.
"Her kim islâm'dan başka bir din ararsa..." Yani tevhit inancı olan bir tek Allah'a imanı ve İslâmi yaşantıyı bırakıp başka bir din ve inanç ararsa... bu ayette geçen kelimesi dilbilgisi bakımından temyizdir ve bundan dolayı da mansubdur.
"Bilsin ki o islediği din asla kendisinden
kabul edilmeyeceklirve o ahirelte kendine yazık edenlerden olacaktır."
Yani, hüsrana uğrayacaktır.
Şimdi tefsirini ele alacağımız ayet, önce İslâm'ı
kabul edip sonra da İslâm'dan dönen ve ondan sonra da Mekke'ye giden bir
topluluk hakkında nazil olmuştur.
[127]
86 - İman edip, Rasûlün hak
olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık beyyineler (kanıtlar)
geldikten sonra inkarcılığa sapan bir topluma Allah nasıl hidayet nasip eder?
Oysa Allah zalim bir toplumu asla hidayete erdirmez.
"İman etmelerinden Rasâlün hak olduğuna, sehadel ettikten ve kendilerine apaçık beyyineler (kanıtlar) geldikten sonra inkarcılığa sapan bir topluma Allah, nasıl hidayet eşler?" Bu ayette geçen, kelimeşinin başında yer alan harfi hal vavıdır. Ancak burada, kelimesi muzmar (gizlidir). Bu, şu demektir:
"İnkâr ettiler. Oysa Rasûl Muhammed'in hak peygamber olduğuna kesin olarak şahitlikte bulunmuşlardı. "
Ya da buradaki harfi, kelimesinde var olan fiil manaşı üzerine atfolunmuştur. Çünkü; bunun manası; "iman ettikten sonra..." "Ve kendilerine apaçık beyyineler (kanıtlar) geldikten sonra"nm ifade ettiği manada, "Kur'an ve benzeri diğer mucizeler gibi şahitler geldikten sonra " demektir.
"Oysa Allah, zalim bir topluma asla doğru yola
iletmez." Yani; onlar kâfirliği tercih ettikleri sürece ya da onların
kâfir olarak ölmeleri halinde, Allah onlara cennet yolunu asla göstermez.
[128]
87 - İşte onların cezaları,
Allah'ın meleklerin ve bütün insanların lanetlerinin üzerlerine olmasıdır.
Bu ayette geçen, mübtedadır. ikinci mübtedadır.
Bunun haberi de, kavlidir. Bu haber ve ikinci mübteda ikisi birlikte birinci
mübteda olan, kelimesinin haberidirler. Ya da kavli, kavlinden bedeli
istimaldir.
[129]
88 -
Onlar, o lanetin içinde
ebediyen kalıcıdırlar. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yüz verilmez.
Bu ayetin kavli, kavlindeki zamirinden haldir.
[130]
89 -
Ancak dinden -büyük asli
küfürden veya irtidattan- tevbe edip iman ederek durumlarını -bozduklarını ve
yanlışlarını- düzeltenler -veya salâha girenler- müstesna. Çünkü; Allah tevbe
edenleri -küfürlerini- mağfiret buyuran ve onlara merhamet edendir.
Şimdi tefsirini okuyacağımız ayet Yahudiler hakkında
nazil olmuştur.
[131]
90 - İman ettikten sonra
(yeniden) küfre girenlerin, sonra da azıtıp çok daha ileri gidenlerin tevbeleri
asla kabul edilmeyecektir. Ve onlar sapıkların ta kendileridir.
"Doğrusu -Musa ve Tevrat'a- iman ellikten sonra
yeniden küfre girenlerin" İsa ve İncil'i inkâr edenlerin "Sonra da
-Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i ve Kur'an'ı inkâr ederek- küfürde
azılıp çok daha, ileri gidenlerin," Ya da Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem) henüz peygamber olarak gönderilmezden önce ona inandıkları hâlde
sonradan inkâr edenlerin ve daha sonra da bu küfür ve inkârlarında ısrar ederek
azıtıp daha da ileri gidenlerin, her fırsatta ve her zaman ona dil uzatanların
"Tevbeleri asla kabul edilmeyecekler." Veya bu ayet, dinden dönen
mürtedler hakkında nazil olmuştur. Bunlar dinden döndükten sonra, Mekke'ye
dönerler ve küfürlerini daha da ileri götürerek şöyle derler:
"Biz şimdilik Mekke'de ikâmet edip kalıyoruz.
Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile ilgili olarak, ondan önce gelenlerin
başına gelen felâketlerin onunda başına gelecek günleri bekleyip
duruyoruz."
İşte bunların "Tevbeleri asla kabul
edilmeyecektir." Yani; yeis (umutsuzluk) anında, iş işten geçtikten sonra
bunların iman etmeleri işe yaramayacaktır ve kendilerinden tevbeleri de kabul
olunmayacaktır. Çünkü bunlar, ancak ölüm anında ve iş işten geçtikten sonra,
varacakları yeri de gördükten sonra iman etmişlerdir. Nitekim; yüce Allah
bunlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
[132]
91 - Şüphesiz inkâr edip kâfir
olarak ölenler var ya, işte onlar, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler
bile, bu, asla Onlardan kabul edilmeyecektir. Onlar için kıyamet gününde
acıktı bir azap vardır ve onlan azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları da
olmayacaktır.
Bu ayette bulunan kavlindeki harfi, bu cümlenin
şart ve ceza cümlesi olarak geldiğini bildirmek içindir. Bu kimselerden
fidyenin kabul edilmeme nedeni, bunların kâfir kimseler olarak
öl-melerindendir. Daha Önce geçen 90. ayette benzer kelimede harfinin yer
almaması, cümlenin mübteda ve haber cümlesi olduğunu yani isim cümlesi olduğunu
göstermek içindir. Ayetteki kelimesi de temyizdir.
İşte durumları böyle olan inkarcılar, yeryüzü dolusu
altını fidye olarak verseler bile yine de onlardan bu fidye kabul
edilmeyecektir. Onlar bu bakımdan azaptan da kurtulmayacaklardır.
Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde kâfirlere denilecek ki: «Eğer
senin yeıyüzü (dünya) dolusu altının olsa kurtulman için fidye olarak veriri
misin?» O da, «Evet» diyecek. Ancak kendisine, «Oysa senden bundan çok daha
kolay olanı daha önceden istenmişti.» denilecektir."[133]
Bir başka yoruma göre, kavlindeki harfi, olumsuzluğu
daha da pekiştirmek içindir.
[134]
92. Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda)
harcamadıkça asla gerçek "iyi"ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız
şüphesiz ki Allah onu hakkıyla bilir.
93. Tevrat'ın indirilmesinden
önce İsrail'in (Yakub'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında, İsrail
oğullarına yiyeceklerin her çeşidi helâl idi. (Ey Muhammedi) de ki: "(Ey
Yahudiler!) Eğer iddianızda doğru iseniz, Tevrat'ı getirin de onu
okuyun."
94.
Artık her kim bundan sonra
Allah adına yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
95. (Ey Muhammedi) De ki:
"Allah, doğru söylemiştir. O hâlde hakka (tevhide) yönelmiş olarak
İbrahim'in dinine uyun Çünkü o, Allah'a ortak koşanlardan değildi."
96. Şüphesiz insanlar için ilk
mabet olarak kurulan ev, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olan Mekke'deki
ev (Kabe)'dir.
97. Orada (Beytü'l-Haram'da)
apaçık ayetler ve ayrıca İbrahim'in makamı vardır. Her kim oraya girerse (her
saldırıdan) emin (güvencede) olur. Oraya yoJ bulabilenlerin o evi (beyti)
haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Artık her kim inkâr
ederse (bilsin ki), şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir.
98.
(Ey Peygamber!) De ki:
"Ey kitap ehli! Allah yaptıklarınızı görüp durduğu hâlde neden Allah'ın
ayetlerini inkâr ediyorsunuz?"
99. De ki: "Ey kitap ehli!
(Hak/gerçek dinin İslam olduğuna) tanık olup durduğunuz hâlde, neden Allah'ın
yolunu eğri (yanlış) göstermeye kalkışarak iman edenleri Allah'ın yolundan
saptırmaya çalışıyorsunuz?
Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir."
100. Ey iman edenler! Eğer siz
kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir kesime itaat eder (uyar)samz sizi
imanınızdan (inanmanızdan) sonra yeniden kâfirler olarak geri döndürürler.
101. Size Allah'ın ayetleri
okunup dururken, bir de Allah'ın Rasûlü aranızda iken nasıl oluyor da hakkı
inkâr ederek dalâlete saparsınız. Her kim Allah'ın dinine bağlanırsa
(tutunursa) o kimse kesinlikle doğru yola
iletilmiştir.
[135]
92 -
Siz sevdiğiniz şeylerden
(Allah yolunda) harcamadıkça asla gerçek "iyi"ye eremezsiniz. Her ne
harcarsanız şüphesiz ki Allah onu hakkıyla bilir.
"Siz sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda
harcamadıkça asla gerçek «iyi»ye eremezsiniz." Yani; gerçek iyiyi elde
edemezsiniz veya gerçek iyilerden olamaz-siniz. Ya da Allah'ın sizin için
hazırladığı gerçek "iyi"ye, sevaba ve cennete kavuşamazsınız. Taki
yaptığınız harcamalarınız sizin için en gözde olan malınızdan ya da farklı bir
değer biçtiğiniz mallarınızdan vermedikçe... Hasan Basri diyor ki:
"Kim sevdiği şeylerden, bu sevdiği şey tek bir
hurma tanesi de olsa, Allah için harcarsa, işte o kimse hüküm bakımından bu
ayetin içerisinde yer alır."
Vasıti Ebu Bekir Muhammed b. Musa (v.320/932)
ise'şöyle diyor:
"Birr'e yani gerçek 'iyi'ye ulaşabilmek kişinin
sevdiği şeylerden harcamasıyla olur. Allah'a kavuşmak ise, her iki dünyadan da
feragatle elde edilir."
Ebu Bekir el-Verrak da şöyle der: "Sizin gerçek
iyiliğiniz ve hizmetiniz kardeşlerinize ulaşmadıkça, benim gerçek
iyiliğim/sevabım ve mükâfatım size ulaşmaz."
Eğer özetle demek gerekirse; "Kişi, istediğini
elde edebilmesi, ancak onun uğrunda sevdiğini gözden çıkarmasıyla kazanabilir.
"
Ömer b. Abdülazİz'den aktarıldığına göre:
"Kendisi heybeler (paketler) dolusu şeker satın
alır ve sonra da satın aldığı bu şekerleri de sadaka olarak dağıtırmtş.
Kendisine:
— Bu şekerlere harcadığın parayı sadaka olarak
dağıtsan olmaz mı, diye sorduklarında, şu karşılığı verir:
— Çünkü, ben
şekeri çok daha fazla seviyorum. Dolayısıyla en çok sevdiğimi Allah yolunda
harcamak istiyorum."
"Her ne. harcarsanız Allah onu hakkıyla
bilir." Yani; sizin Allah yolunda harcadıklarınızı Allah onu her yönüyle
bilir. Dolayısıyla ona göre de size mükâfat verir.
Ayette geçen, ilk cer edatı teb'iz içindir. Yani bir
kısmı, bazısı manasını taşır. Bu ise Abdullah b. Mesud'un kıraatine göredir.
Yani; mana şöyledir: "Sevdiğiniz şeylerin bir kısmım ya da birazım
verinceye kadar vermedikçe..." demektir. İkinci edatı ise tebyîn yani
açıklama mahiyetindedir. Yani; "Hangi şeylerden harcamak iyi olursa siz
onu istersiniz (seversiniz). Hangi şey kötüdür siz onu harcamak
istemezsiniz."
Şimdi tefsirini okuyacağımız ayetin nüzul sebebi şöyledir: 'Yahudiler Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'e,
— Sen İbrahim'in dini üzere olduğunu ileri sürüyorsun. Oysa İbrahim peygamber deve etini yemez ve deve sütünü de içmezdi. Fakat sen hem deve etini yiyor ve hem sütünü içiyorsun, demişlerdi. İşte bunun üzerine Rasûlul-lah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
— Bu
söyledikleriniz İbrahim (Aleyhi's-Selâm)'e helâl idiler ve biz de onları helâl
sayıyoruz."[136]
Ancak Yahudiler bunların hem Hz. İbrahim
(Aleyhi's-Selâm) ve hem Hz. Nuh (Aleyhis-Selâm) un dinlerinde haram olduğunu ve
haramhklannı sürdürdüklerini iddia ettiler. İşte onların bu iddialarının bir
yalandan ibaret olduğunu açıklamak üzere şimdi okuyacağımız bu ayet nazil
olmuştur.
[137]
93 - Tevrat'ın indirilmesinden
önce İsrail'in (Yakub'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında,
İsrailoğullarına yiyeceklerin her çeşidi helâl idi. (Ey Muhammed!) de ki:
"(Ey Yahudiler!) Eğer iddianızda doğru iseniz, Tevrat'ı getirin de onu
okuyun."
"Tevrat'ın indirilmesinden Önce, israil'in
(Yakub'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında, hrailoğullanna yiyeceklerin
her çeşidi helâl idi."
Bu ayette geçen, kavli hakkında tartışma söz konusu
olan her yiyecek demektir. Bu yiyeceklerin içinde daha önceden haram olan leş
ve kan gibi şeyler de yer almaktadır.
Burada geçen, helâl idi demektir. Kelime olarak ise
mastar bir kelimedir. Örneğin; denir ki, "Şey helâl olarak helâl kılındı.
" manasındır. İşte bu açıdan bu, hem müzekker (eril) ve hem müennese
(dişil kelimeye) sıfat olmada eşit olduğu gibi müfret (tekil) ve cemi (çoğul)
oluşta da eşit olan bir kelimedir. Nitekim, yüce Allah bir başka ayette de
şöyle buyuruyor:
"Bu kadınlar onlara helâl değildir."[138]
Ayette geçen "İsrail" Hz. Yakub
(Aleyhi's-Selâm)'un diğer adıdır.
Kıraat imamlarından Ibn Kesir, Ebu Amr ve Yakub'a
göre, kelimesi tahfif ile yani harfinin sükûnu ve harfinin şeddesiz
okunmasıyla, olarak kıraat etmişlerdir.
Bu ayette söz konusu edilen haram şey, deve eti ve
sütüdür. Çünkü; bu yiyecek maddeleri onun için daha lezzetli ve yiyeceklerin en
gözdesi, iyisi idi. Ayetin manası şöyledir:
"İsrail'in, yani Yakub'un bizzat kendi
kendisine haram kıldığı şeyler dışında henüz Tevrat indirilmeden Önce
İsrailoğullarına ya da Yakuboğul-lanna yiyeceklerin her çeşidi helâl idi. Ancak
Hz. Musa (Aleyhi's-Selâm) Tevrat inince (gelince) onlara deve eti ile deve
sütü de haram kılındı. Çünkü; bizzat İsrail'in; yani Hz. Yakub (Aleyhi's-Selâm)
kendisi bunları kendisine haram kılmış idi. İşte bundan dolayı bu, Yahudilere
de haram kılınmış oldu."
"(Ey Muhammed!) de ki: «(Ey Yahudiler!) Eğer
iddianızda doğru iseniz, Tevrat'ı gelirin de onu okuyun.»" İşte ayetin bu
kısmında yer alan ifade onları susturan bir emirdir. Çünkü bu ayetle,
Yahudilerle yapılacak olan tartışmada, bizzat onların kendi kitapları olan
Tevrat'ı getirmeleri ve Tevrat'ta var olan gerçekle onların susturulmaları
isteniyor. Zira Tevrat'ta, onlara haram kılınan bizzat onların zulümleri,
azgınlıkları ve taşkınlıkları yüzünden meydana gelen bir haramdır. Yoksa
onların ileri sürdükleri gibi öteden beri var olan bir haram değildir. Ancak
Yahudiler Hz. Peygamber (Aleyhis-selâm), Tevrat'ı getirip okumaya cesaret edemediler.
Nihayet apışıp kaldılar. Çünkü; verecekleri bir cevap kalmamıştı.
İşte bu ayet Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve
Sellem) doğruluğuna ilişkin apaçık bir delil olduğu gibi aynı zamanda inkârına
kalkıştıkları şeyin de neshedilebileceğinin, yani yürürlükten
kaldırılabileceğinin de caiz olduğunu gösteren bir delil ve kanıttır.
[139]
94 - Artık her kim bundan sonra
Allah adına yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
Yani; her kim kendilerine gösterilen kesin kanıtlardan sonra söz konusu yiyeceklerin haram olduğunu savunur ve iddia ederse, onlar kendilerine acımayan ve büyüklük taslayan, apaçık kanıtlan tanımayan zalimlerin ta kendileridirler. [140]
95 -
(Ey Muhammedi) De ki:
"Allah, doğru söylemiştir. O hâlde hakka (tevhide) yönelmiş olarak
İbrahim'in dinine uyun Çünkü o, Allah'a ortak koşanlardan değildi."
"(Ey Muhammed!) De ki: «Allah bildirdiklerinde
doğru söylemiştir." Yani; söz konusu yiyeceklerin haram olmadığını bildirmesinde
Allah, doğru söylemiştir. Ayrıca burada Yahudilerin yalancı kimseler
olduklarına ilişkin bir tariz bulunmaktadır. Yani; Allah'ın indirdiği hükümlerde
doğru söylediği artık kesin olarak sabit olduğu gibi, Yahudilerin de yalancı
kimseler olduğu gerçeği de kesinleşmiş bulunmaktadır.
'O hâlde hakka (tevhide) yönelmiş olarak. İbrahim'in dinine uyun.»" Çünkü bu din, Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile onun yanında yer alıp ona iman etmiş olanların dini olan İslâm dinidir. Bu dine uyun ki; sizi fesadın, bozgunculuğun her çeşidine bulayan, dininizi ve dünyanızı mahveden Yahudilikten kurtulasınız. Çünkü bu Yahudilik, sizin kötü emellere ve amaçlara yönelmeniz için, sizleri Allah'ın kitabını tahrife (değiştirip bozmaya) kadar götürmüştür. Sizi buna zorlamıştır. Allah'ın, İbrahim'e ve ona uyanlara helâl kıldığı temiz şeyleri haram kılmaya kadar götürmüştür.
Ayette geçen, kelimesi İbrahim'den hâldir. Bu, batıl
dinlerden hak olan dine, tevhide yönelmek ve dönmek demektir.
"Çünkü o, Allah'a ortak koşanlardan değildi.
Yahudiler bizim kıblemiz sizin kıblenizden öncedir,
diye itiraz ettiklerinde işte şimdi okuyacağımız ayet nazil olmuştur.
[141]
96 - Şüphesiz insanlar için ilk
mabet olarak kurulan ev, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olan Mekke'deki
ev (Kâbe)'dir.
"Şüphesiz insanlar için ilk mabet olarak
kurulan ev" Esasen o mabedi kuran Azız ve Celîl olan yüce Allah'tır.
"Allah insanlar için bir beyt (ev) kurdu." demek, onlar için ibadet
edecekleri bir yer belirlerdi, tayin etti demektir. Sanki ayette şöyle der
gibi:
"İnsanlar için ibadet edecekleri merkez olarak
kurulan ilk ev (yer) Kabe'dir." Nitekim; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Mesdd-i Haram, Beyt-i Makdis'ten tam kırk yıl
önce kurulmuştur."[142]
Bir rivayete göre bunu ilk inşa eden Hz. İbrahim
(Aleyhi's-Selâm). Yine rivayete göre Hz. Nuh (Aleyhis-Selâm) tufanından sonra
ilk hac edilen yer (ev) burasıdır. Bir başka rivayete göre de gök ile yer
yaratıldığı sırada su yüzüne ilk çıkan ev (beyt) burasıdır. Bir diğer rivayete
göre ise, Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm) tarafından yer yüzünde yapılan ilk ev
burasıdır.
kavli de burada, kelimesinin sıfatı olup cer
mahallinde gelmiştir. Haberi ise, "Mekke'de olan evdir." kavlidir.
Bekke ismi haram beldenin özel adıdır. İster Mekke ve ister Bekke ismi olsun,
her ikisi de Mekke için kullanılan oraya ait iki özel isimdir.
Bir yoruma göre Mekke, beldenin, yani genel olarak yörenin adıdır. Bekke ise mescide ait yerin adıdır. Başka bir yoruma göre Mekke ismi, kök itibariyle Bekke isminden türemedir. Bu ise mana bakımından sıkışıklık, izdiham ve kalabalık manalarına gelir. Çünkü; insanlar buraya kalabalıklar hâlinde gelirler. Ya da burası, zalimleri boyunlarını eğmeye mecbur bıraktığı için Bekke ismi verilmiştir. Çünkü; oraya hangi zalim saldırmışsa, Allah onun belini mutlaka kırmıştır.
kavli, hayrı ve bereketi bol olan demektir. Yani;
hac ve umre ibadetini işleyenler için bol bereketli sevap olduğu gibi, aynı zamanda
günahların bağışlanması da vardır. Âlemlere hidayet oluşu ise, buranın bütün
Müslümanlara ait kıble olmasındandır ve ibadetlerinde döndükleri istikamettir.
ve kelimeleri, kelimesindeki zamirden hâldirler.
[143]
97 - Orada (Beytü'I-Haram'da)
apaçık ayetler ve ayrıca İbrahim'in makamı vardır. Her kim oraya girerse (her
saldırıdan) emin (güvencede) olur. Oraya yol bulabilenlerin o evi (beyti)
haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Artık her kim inkâr
ederse (bilsin ki), şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir.
"Beytü'l-Haram'da apaçık ayetler ve ayrıca
İbrahim'in makamı vardır." Yani hiçbir kimsenin şaşırmayacağı, birbirine
karıştıramayacağı apaçık işaretler vardır.
Ayetteki, kavli kavlinin atfı beyanıdır. Cemi
(çoğul) olan bir kelimenin tekil olan bir kelime ile açıklanması sahihtir.
Çünkü; o tek olan şey bile yeri ve makamı itibariyle birçok ayetler ve
mucizeler değerindedir. Zira; şanının yüceliği zaten ortadadır. Çünkü bu, yüce
Allah'ın kudretine delâlet bakımından en güçlü delildir.
Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) in peygamberliğinin
eseri, kaskatı olan taş üzerinde ayak izini bırakması ve daha başkaca ayetleri
kapsamına alması böyledir. Çünkü; ayağının izi o kaskatı taş üzerinde
çıkmıştır, bunun çıkması bir mucizedir. Ayaklarının ta topuklarına kadar taşta
iz bırakması bir başka ayettir. Kaldı ki; bir taşın diğerine göre yumuşaması
da bir mucizedir. Hatta bu taşın diğer peygamberlerin mucizeleri yanında daha
sonraki nesillere kadar varlığını sürdürmesi de yine Hz. .İbrahim'e ait bir
mucizedir.
"Her kim oraya girerse (her saldırıdan) emin
(güvencede) olur." Bu cümle her ne kadar mana bakımından bir ibtida veya
şart cümlesi ise de havlinin atfı beyanıdır. Çünkü bu cümle, oraya girecek bir
kimsenin güvencede olduğunu gösteriyor. Sanki burada şöyle denir gibidir:
"Orada apaçık ayetler, mucizeler vardır; Hz.
İbrahim'in makamı var, oraya girenin can güvenliği var, " Burada
zikredilen bu iki örnek, çoğul anlamındadır. Yani; orada birçok mucizeler ve
birçok şeyler var demektir. Şunu söylemek de caizdir:
Bu iki ayetin zikredilmesiyle diğer ayetlerin,
mucizelerin bunların kapsamı içerisinde var olduğu gerçeğidir. Çünkü; bu ikisi
zaten birçok ayet ya da mucizenin olduğuna delildirler. Bu ikisi dışında da
daha birçok ayetler ya da mucizeler var demektir. Örneğin; atanlarının
çokluğuna rağmen atılan taşların yok olması, Kuşların uçarlarken Beytullah'ın
üzerinden yüksekten uçarak gitmekten sakınmaları, Beytullah'ın üzerinden
uçmamaları ve daha buna benzer nice örnekler, ayetler... Yine bunun bir örneği
de dünya ile alâkalı olan bir şeyin bir zikir ya da dua ile birlikte ele
alınmış olmasıdır. Çünkü Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi; Güzel
koku, kadınlar ve gözümün nuru namaz."[144]
Hadiste yer alan, "gözümün nuru (aydınlığı)
namaz" maddesi, sayılan dünyalık üç maddeden biri değildir. Aksine bu,
yeni bir isim cümlesidir. Çünkü; namaz dünyaya ait olan bir şey değildir.
Dolayısıyla üçüncü madde burada zikredilmeden var olduğu kabul edilerek hemen
ahiretle ilgili olana geçilmiştir. Sanki Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve
iseüem) üçüncü maddeyi zikretmek istemedi ve onu bu sebepten terk etti ve şu
noktaya dikkatimizi çekti gibi; Peygambere düşen görev dünyaya ait bir şey üzerinde
durmamaktır. İşte bunun için hemen ahiretle alâkalı olan ibadete, namaza geçti,
din ile alâkalı olanını zikretti.
Bu eser (hadisin) sebebiyle alâkalı olarak şöyle bir
yorum yapılmıştır: Beytullah'ın (Kabe'nin) duvarları yükseltilirken Hz.
İbrahim (Aley-hi's-Seitmfvn yorgun düşmesi ve güçsüz duruma düşmesi üzerine
taşlan yerine yerleştirmede zorlanınca, işte üzerinde ayak izlerinin bulunduğu
taşın üzerine çıkarak duvarı yükseltmeye çalıştı. Bu sırada üzerine çıktığı
taşın üzerinde ayaklan gömülerek taşın üzerinde iz bıraktı.
Başka bir yoruma göre Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm)
Şam'dan ziyaret için Mekke'ye gelir. Gelini (Hz. İsmail (Aleyhi's-Selâm )in
eşi) de kayınpederi olan Hz. İbrahim — Binitinden in de, başını yıka
(serinlen), der. Ancak Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) bineğinden inmez. Bunun
üzerine Hz. İsmail (Aleyhi's-Sdâmf'-in hanımı olan gelini, söz konusu taşı Hz.
İbrahim (Aleyhi's-Selâmfırı üzerinde olduğu binitin yanına getirir. Taşı önce
sağ tarafa koyar, Hz. İbrahim (Aieyhvs-Seiâm) de sağ ayağını bu taşın üzerine
basar, gelini de Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm)m başının sağ yanını yıkar. Sonra
taşı alır ve sol tarafa koyar. Bu defa Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) sol
ayağını taşın üzerine basar gelini bu sefer de başının sol tarafını yıkar.
İşte Hz. İbrahim (Aleyhi's-Selâm) ayakları bu esnada taş üzerinde iz bırakır.
"Her kim oraya girerse her (saldırıdan emin)
(güvencede) olur." demek Hz. ibrahim (Aleyhi's-Selâm) ip. duası
bereketiyle oraya girenin güvencede olacağı gerçeğidir. Çünkü; Hz. İbrahim
(Âleyhi's-Selâm) şöyle dua etmişti:
"Rabbim! Bu şehri emin belde kıl."[145]
Eğer bir kimse gerçek anlamda bir cinayet ya da suç
işlese, sonra gidip Harem'e sığınırsa, dokunulmazdır, orada bulunduğu sürece
yakalanmaz.
Hz. Ömer (v.24/644) şöyle der:
"Ben Harem sınırlan içerisinde babam Hattab'm
katilini yakalama imkânım bulabilsem, o kimse oradan çıkmadıkça asla
dokunamam."
Eğer Harem sınırları dışında bir kimse bir suç işler
veya irtidat eder (dinden dönerse) ya da zina fiilini işleyen biri gidip
Harem'e sığınırsa, o kimseye dokunulmaz. Ancak onun orada barınmasına, orada
yiyip içmesine imkân verilmez. Ona orada bulunduğu müddetçe bir şey de
satılmaz. Böylece baskı altında tutulur ki; sonuçta oradan çıkmak
mecburiyetinde kalabilsin ve yakalansın.
Bir başka yoruma göre de; "Cehennem ateşinden
güvencede olur. " Çünkü; Hz. Peygamber (Sattattâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurmuştur:
''Her kim iki haremden birinde ölürse, kıyamet
gününde cehennem ateşinden emin olmuş olarak diriltilir."[146]
Yine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurmuşlar:
"Hacun ile Baki denilen yerler çevresiyle
birlikte alınır ve her ikisi de cennete serpiştirilir. Bu iki yer Mekke ile
Medine'nin mezarlıklarıdır."[147]
Yine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
buyuruyor ki:
"Kim gündüzün bir vaktinde (bir saatinde) ya da
anında Mekke'nin kavurucu sıcaklığına sabrederse, cehennem o kimseden iki yüz
yıllık bir yol mesafesinde uzaklaşır."[148]
"Oraya yol bulabilenlerin o evi (Beyti) haccetmesi,
Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. " Yani; yol bulabilen için hacca
gitmeleri kesin bir farz olmuştur.
Kıraat imamlarından Ebu Bekir Şu'be dışında Hafs,
Hamza, Kisai ve Halef harfinin kesriyle olarak okumuşlardır. Bu kıraat tarikine
Küfe okulu denir. Kesre okuyuşuna göre, kelimesi isimdir. Fetha ile yani,
olarak okunması hâlinde bu, kelimenin mastar şekli olur.
Bir yoruma göre bu kelime ister kesre ile okunsun
ister fetha ile okunsun dil bilgisi bakımından her ikisi de, fiilinin mastarıdırlar.
edatına gelince bu kelime, Külden bedeli ba'zdır.. Bu bakımdan da mahallen
mecrurdur.
"oraya yol bulabilenler" kavlini Hz. Peygamber
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem); "azık ve yol vasıtası, binit ve bağlı şeyler"
olarak tefsir etmişlerdir.[149]
kavlindeki zamir ise, "beyt"e veya
"hac"ca racidir. Dolayı-sıyla bir yere veya bir şeye nereden ve nasıl
çıkış bulunursa, işte o şeyin veya o yerin yolu odur. Yüce Allah'ın, kavli
nazil olunca Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bütün dinlere mensup
kimseleri toplayarak onlara şöyle seslendi:
"Yüce Allah size haca farz kılmıştır. Bundan
böyle haccedin."[150]
İşte bunun üzerine ona iman eden tek bir din erbabı
oldu. Bunlar da Müslüman olan toplumdur. Beş din erbabı ise onu inkâr ettiler.
Biz ona iman etmeyiz ve biz oraya doğru ibadet edip namaz kılmayız, hac
ibade-tini de yapmayız, dediler. İşte bunun üzerine, "Arlık her kim inkâr
ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." Kavli nazil
oldu. Yani bu, her kim hac ibadetinin farz o-luşunu inkâr ederse, demektir. Bu
görüş, Abdullah b. Abbas'ın, Hasan Basri'nin ve Atâ'nın görüşüdür. Aynı zamanda
bu küfür ifadesinin, nankörlük manasında olması da caizdir. Yani, "Her
kim Allah 'in kendilerine bahşeylediği vücut sağlığına, vermiş olduğu bol rızka
şülcretmez ve aynı zamanda hac ibadetim de yapmazsa, bilsin ki, Allah âlemlere
muhtaç değildir. " Allah'ın onların kendisine itaatlerine de ihtiyacı
yoktur.
Bu ayette farklı şekilde tekit ifadeleri, aynı
zamanda şiddet içeren manalar vardır. İşte bunlardan bir kısmını şöylece
sayabiliriz. Örneğin:
ve cer edatı gibi. Yani, "O hac ibadeti halkın
boynunda farz olan bir haktır. "
Yine bu ayette ibdal var ve amacı (maksadı)
defalarca vurgulama var. Burada aynı zamanda konuyu tekrar var. Çünkü kapalı
olan bir anlatımdan sonra, açıklama, mücmel (kısa ve toplu) anlatımdan sonra
detay var ki bu konu dolayısıyla farklı iki şekilde anlatılıyor. İşte bunlardan
biri, kavlidir. Bu ifade, yerinedir. Böylece hac ibadetini imkânı olduğu hâlde
yerine getirmeyen, terk eden kimse hakkında daha ağır bir ifade kullanılmış
bulunmaktadır. Burada diğer bir husus da istiğna durumudur. Yani; Allah'ın
hiçbir şeye muhtaç olmadığıdır.
Bu da, Allah'ın gazabına, kin ve öfkesine bir delildir. Bu ifadelerden bir diğeri de, kavlidir. Çünkü; yüce Allah burada, dememiştir. Zira kavlinin içerdiği mana delâlet bakımından çok daha geniş kapsamlıdır. Bu ise delil ve burhana dayalıdır. Çünkü; yüce Allah âlemlere muhtaç olmayınca, dolayısıyla hiçbir şeye ve kimseye asla muhtaç olmaz. İşte bu, kamil manada istiğnaya, yani hiçbir varlığa muhtaç olmadığına delâlet eden bir ifade ve kanıttır. Dolayısıyla bu, aynı zamanda bu maksatla gelecek olan en büyük azaba daha fazlasıyla delâlet eder[151].
98 - (Ey Peygamber!) De ki:
"Ey kitap ehli! Allah yaptıklarınızı görüp durduğu hâlde neden Allah'ın
ayetlerini inkâr ediyorsunuz?"
kavlindeki harfi, hâl içindir. Mana ise şöyledir:
"Hz. Muhammed (Aleyhi's-Selâm)'in davetinde bildirmiş olduğu haberde doğru söylediğine dair tüm deliller bu gerçeği gösterirken nasıl olur da bu ayet ve delilleri inkâr edersiniz? Oysaki Allah sizin tüm amellerinize (yaptıklarınıza) kesinlikle şahittir. Bundan dolayı da sizi cezalandıracaktır." [152]
99 - De ki: "Ey kitap ehli!
(Gerçek dinin İslam olduğuna) tanık olup durduğunuz hâlde, neden Allah'ın
yolunu eğri (yanlış) göstermeye kalkışarak iman edenleri Allah'ın yolundan
saptırmaya çalışıyorsunuz? Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir."
"De ki: «Ey kitap ehli! Hak (gerçek) dinin
Allah'ın dini olduğuna tanık olup durduğunuz hâlde, neden Allah'ın yolunu eğri
(yanlış) göstermeye kalkışarak inananları Allah'ın yolundan saptırıyorsunuz
(men ediyorsunuz).?" Ayette geçen, kelimesi menetmek, engel olmak
manasınadır. Dolayısıyla mana şöyledir: "Allah'ın gidilmesi ve izlenmesini
emretmiş olduğu yolun gerçek hak din olduğu bilindiği hâlde -ki bu da
İslâm'dır- siz insanları bile bile bu yoldan nasıl engelleyip men
edersiniz?"
Bilindiği gibi kitap ehli denilen Yahudi ve
Hristiyanlar, İslâm dinine girmek isteyenleri gayret ve çabalarıyla bu hak
yoldan çevirmek gayreti içinde idiler. İşte ayet bu noktaya dikkat
çekmektedir.
Ayetteki, kelimesi mahallen mansubdur ve manası da
"istiyorsunuz" demektir. kelimesi de doğru ve mutedil olan ana yoldan
ve çizgiden insanları soğutmak, yolu eğri ve yanlış göstermek, demektir.
Dolayısıyla mana şöyledir:
"Siz doğru ve normal olan yoldan hitabınızda yer alan son peygamberin asıl niteliklerini değiştirerek ve benzeri yollar deneyerek saptırmak istiyorsunuz. "
"Oysa siz ona tanık olup durmaklasınız.'"'
Buna rağmen doğruluğuna tanık olduğunuz o hak (gerçek) olan Allah yolundan
insanları saptırıyorsunuz. Kaldı ki; bu doğru olan yoldan sapan kimse hem
kendisi sapıktır ve hem de başkalarını da saptırandır. Ancak "Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir." Yani; Allah'ın yolundan sapmanızdan
Allah haberdardır. Bütün yaptıklarınızı bilir.
İşte ayetin bu son kısmı gerçekten büyük bir tehdidi
ve şiddetli bir azabı içermektedir.
Şimdi ele alacağımız bu ayetle mü'minlerin, dine
karşı engel çıkaran bu kimselerden uzak durmaları isteniyor ve onlarla beraber
olmaları yasaklanıyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
[153]
100 -
Ey iman edenler! Eğer siz
kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir kesime itaat eder (uyar)sanız
sizi imanınızdan (inanmanızdan) sonra yeniden kâfirler olarak geri döndürürler.
Rivayet edildiğine göre Medineli Yahudilerden Şas
bin Kays, En-sardan olan Evs ve Hazrec kabilelerinden insanların bir araya
gelip toplandıkları ve birlikte sohbet ettikleri, meselelerini görüştükleri
yere gelir. Fakat Ensardan Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki samimiyeti ve
güzel muhabbetlerini görünce, Yahudi Şas b. Kays, Evs ve Hazrec arasındaki bu
birlik ve beraberlikten oldukça büyük bir rahatsızlık duyar. Çünkü; bu iki
kabile cahiliye döneminde, İslâm öncesi dönemde birbirleriyle kanlı bıçaklı iki
düşman toplum idiler.
Ancak Müslüman olmalarından sonra aralarındaki
geçmişe ait tüm kin ve düşmanlıkları bir tarafa bırakmışlar ve hepsi de candan
kardeş olmuşlardı. Bu, İslâm kardeşliğinden başka bir şey değildi.
İşte Yahudi Şas bin Kays bu dikkat çekici manzarayı
görünce, bundan dolayı büyük bir rahatsızlık duydu. Müslümanların birliğini
kıskanmaya başladı. Bu adam söz konusu bu birliği bozmak üzere hemen harekete
geçti. Yanında bulunan bir Yahudi delikanlısını çağırır. Daha önce Evs ile
Hazrec kabileleri arasında cereyan eden Buas olayını hatırlatmasını ve
aralarında bir fitne çıkması için gerekeni yapmasını istedi. Böylece iki
kardeş kabile arasında yeniden fitne ateşini yakmasını ve bunları tekrar düşman
kardeşler yapmasını emretti.
Buas Savaşı, Evs kabilesiyle Hazrec kabilesi
arasında çıkan bir savaştır. Bu savaşta Evs tarafı Hazrec kabilesini yenmişti.
Emri alan genç Yahudi derhal işe koyulur. Bunun
etkisiyle iki kabile arasında eski cahiliye duygulan harekete geçer. Hemen
birbirlerini silahlı düelloya, çarpışmaya davet ederler ve silâha sarılırlar.
Bu durum hemen Hz. Peygamber (Sallalîâhu Aleyhi ve seiiemfe iletilir.
Rasûlullah (Saliallâhu Aleyhi ve Sellem) de beraberindeki muhacir ve Ensar ile
birlikte toplantı ye-nne gelir ve:
"Allah size, İslâm sayesinde ikramda bulunduğu
hâlde ve aranızda sevgi, kardeşlik bağlarını pekiştirmişken ve henüz ben de
sizin aranızda hayatta iken, yeniden bu cahiliye adetine davetiye
çıkarıyorsunuz?" uyarısında bulunur.
Bu uyan üzerime orada bulunanlar derhal, bu işin
şeytandan kaynaklanan bir fitne eseri olduğunun^farkına varırlar. Hemen
silâhlarını bırakıp ağlaşarak birbirlerinin boyunlarına sarılıp kucaklaşırlar.
İşte bu ayet bununla ilgili olarak nazil olmuştur.
[154]
101 - Size Allah'ın ayetleri
okunup dururken, bir de Allah'ın Rasûlü aranızda iken nasıl oluyor da hakkı
inkâr ederek dalâlete saparsınız. Her kim Allah'ın dinine bağlanırsa
(tutunursa) o kimse kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
Size Allahın ayetleri okunup dururken, bir de Allah'ın
Rasûlü aranızda iken nasıl oluyor da hakkı eder de dalâlete saparsınız?"
Buradaki istifham/soru, inkâr, şaşkınlık ve taaccüp/hayret
manalannadır. Yani; "Küfür nereden gelip size bulaşır? Nereden gelip
kapınızı çalar?" Oysa Allah'ın ayetleri -ki bu, benzerini getirmekten
herkesi aciz bırakan Kur'an'dır-, Allah Rasûlü'nün dilinden size taptaze okunup
durmaktadır. Kaldı ki; Allah Rasûlü de sizin aranızda bulunuyor, sizi uyarıyor
ve size öğüt veriyor. Kafanızda oluşan şüphe ve kuşkulan ortadan kaldırıyor.
"Her kim Allah'ın dinine (şeriatına) bağlanırsa
(tutunursa)," kitabına sanlırsa ya da bu onların kâfirlerin kötülük ve tuzaklarının
bertaraf edilmesinde Allah'a sığınmaları için bir teşvik mana-sındadır. "O
kimse kesinlikle doğru yola ile-ülmislir." Hak olan dine kesin olarak
iletilmiştir. Veya o kimse şüphe anlarında olsun, şiddet ve sıkıntılı
durumlarında olsun Rabbini kendisi için bir sığınılacak yer ve makam kabul
ederse...
[155]
102.
Ey iman edenler! Allah'tan
nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sakının ve Müslüman olarak ölün.
103. Hep birlikte Allah'ın ipine
sımsıkı sanlın ve (cahiliyede olduğu gibi) dağılıp parçalanmayın. Allah'ın
üzerinizdeki nimetini de hatırlayın; hani sizler birbirinize düşman idiniz de,
Allah gönüllerinizi birbirinize yaklaştırmıştı. Onun nimeti sayesinde kardeş
olmuştunuz. Yine bir ateş çukurunun tam kenarında bulunurken, Allah sizi oradan
(iman ve İslâm sayesinde) kurtarmıştı. İşte Allah, doğru yola eresiniz diye
ayetlerini size böylece açıklar.
104. (Ey inananlar!) İçinizden
hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten de meneden bir topluluk bulunsun.
İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
105. (Siz,) kendilerine apaçık
deliler geldikten sonra bölünüp parçalanan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın.
İşte onlar için büyük bir azap
vardır.
106. Nice yüzlerin ağardığı ve
nice yüzlerin de karardığı (o kıyamet gününde), yüzleri kararmış olanlara
(şöyle denir): "Siz imanınızdan sonra inkâr mı ettiniz? Öyleyse inkâr
ettiğiniz şey sebebiyle tadın azabı!"
107. Yüzleri ağaranlara gelince,
onlar Allah'ın rahmetiyle cennettedirler ve onlar orada ebedi olarak
kalıcıdırlar.
108.
İşte bunlar sana hak olarak
okuduğumuz, Allah'ın ayetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.
109.
Göklerde ve yerde var olan
her şey Allah'ın mülküdür. (Sonunda) bütün işler Allah'a döndürülür.
110. Siz insanların (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a iman edersiniz. Eğer Kitap ehli de iman etseydi, kesinlikle bu, onlar için çok daha hayırlı olurdu. Gerçi içlerinden iman edenler de var ama, onların çoğu fasıktır.
102 - Ey iman edenler! Allah'tan
nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle sakının ve Müslüman olarak ölün.
"Ey iman edenler! Allah'ları nasıl sakınmak
gerekiyorsa öyle sakının." Çünkü; Allah'ın emir ve yasaklarına uymak,
gereğini yapmak Allah'a lâyık olacak bir şekilde çalışmak farzdır. Bu ise, farz
olan görevleri yapıp yerine getirmek ve haram olan şeylerden, yasaklardan da
sakınmak demektir. Abdullah b. Mesud'dan gelen rivayete göre demiş ki:
"Allah'a isyan etmemek ve karşı gelmemek
kaydıyla itaatte bulunmak, şükretmek ve nankörlükte bulunmamaktır. Allah'ı
unutmamak ve her an hatırlamaktır." Ya da, "Allah için, kınayanın
kınamasına asla aldırış etmemek, kişinin kendisinin, çocuklarının veya
babalarının aleyhine de olsa hep adalet üzere bulunup doğruluk üzere hareket
etmektir."
Başka bir yoruma göre ise; "Bir kul, diline
sahip olmadığı müddetçe gereği gibi Allah'ın emirlerine bağlanmış
sayılmaz."
"et-Tuka" kelimesi, kelimesinden
türemedir. Bu da tıpkı, "et-Tu'detu" kelimesinin kelimesinden
türediği gibidir.
"Ve Müslüman olarak ölün." Sakın ölümünüz
İslâm'dan başka bir din, bir durum ve inanç üzere olmasın. Ölüm gelip sizi
yakaladığı zaman inancınız sadece İslâm inancı olsun.
[156]
103 - Hep birlikte Allah'ın ipine
sımsıkı sarılın ve (cahiliyede olduğu gibi) dağılıp parçalanmayın. Allah'ın
üzerinizdeki nimetini de hatırlayın; hani sizler birbirinize düşman idiniz de,
Allah gönüllerinizi birbirinize yaklaştırmıştı. Onun nimeti sayesinde kardeş
olmuştunuz. Yine bir ateş çukurunun tam kenarında bulunurken, Allah sizi
oradan (iman ve İslâm sayesinde) kurtarmıştı. İşte Allah, doğru yola eresiniz
diye ayetlerini size böylece açıklar.
"Hep birlikle Allah'ın ipine sımsıkı sardın."
Çünkü Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:
"Kuran yüce Allah'ın asla kopma imkân ve
ihtimali bulunmayan en sağlam ipidir. Onun incelikleri ve hayret uyandıran
hikmetleri asla bitip tükenmez. O çok okunmakla yıpranıp eskimez. Ona dayalı
olarak konuşan mutlaka doğru söyler. Onun emir ve yasakları doğrultusunda amel
eden mutlaka doğru yolu bulur. Her kim ona tutunup bağlanırsa kesinlikle dosdoğru
olan Allah'ın yoluna iletilir."[157]
muhatap zamirinden haldir. Bir yoruma göre de bu ayetin
tefsirinde, "Ümmetin itinama sarılıp bağlanın. " diye ele alınmıştır.
"Cahiliyede olduğu gibi dağılıp
parçalanmayın." Sakın parçalanmayın. Ümmetin icmaına delil olarak işte
ayetin bu dağılıp parçalanmayın kısmı gösterilmiştir. Kısaca sonuçta Müslümanların
bölünüp parçalanmalarına neden olabilecek hareket ve davranışlardan uzak durun.
Zira böyle yapılması hâlinde birlik, beraberlik ve toplu hâlde hareket etme
ortadan kalkar. Ya da adeta Yahudilerle Hristiyanların anlaşmazlığa düştükleri
gibi aranıza aynen bu manada ihtilâf ve anlaşmazlık girer. Bu sebepten dolayı
da haktan uzaklaşıp ayrılmış olursunuz. O hâlde böyle bir duruma düşmeyin. Veya
tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi anlaşmazlığa düşerek birbirinizle
savaştığınız gibi savaşıp parçalanmayın.
"Allah'ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın;
hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah, gönüllerinizi birbirinize
yaklaştırmıştı. Onun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz." Çünkü; cahiliye
döneminde bunların arasında hem düşmanlık vardı ve hem de savaş bulunuyordu.
Allah İslâm sayesinde bunların gönüllerini birleştirdi. Kalplerine sevgi ve
muhabbet yerleştirdi. İşte bu sayede onlar birbirleriyle kimseler oldular.
"Siz yine bir ateş çukurunun tam kenarında
bulunurken" Neredeyse siz, üzerinde bulunduğunuz ve savunduğunuz
inkarcılık ve küfür yüzünden tam cehennem ateşinin düşüverecektiniz.
"Allah sizi oradan iman ve İslâm sayesinde kurtarmıştı. " İşte
ayetin bu kısmı Mutezile aleyhine bir cevaptır. Çünkü; Mutezile mezhebinin
görüşüne göre, onları ateşten kurtaran yine bizzat onların kendileridir.
(Haşa) Allah değildir.
kelimesindeki zamir, kelimesine racidir. Bu zamirin
müennes (dişil) olması kelimesiyle izafet (isim tamlaması)
meydana getirmesi nedeniyledir. Bir tarafı, kenarı
manasınadir. kelimesinin lamel fiili yani sonu harfidir. Bu bakımdan bu
kelimenin tesniyesi (ikili) olarak gelir.
"İşte Allah, doğru yola eresiniz diye
ayetlerini size böylece açıklar." Yani; içinde emir ve yasaklarının, vaad
ve vaidinin (tehdidinin) yer aldığı Kitabını (Kur'an'ı) böylece açıklar ki; bu
sayede doğru yolu bulabilesiniz ya da doğru olan gerçeğe ulaşmayı, kendisiyle
sevap kazanabileceğiniz şeyi elde edesiniz.
[158]
104 -
(Ey inananlar!) İçinizden
hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten meneden bir topluluk bulunsun.
İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
"(Ey inananlar!) içinizden iyiliğe çağıran, -Şeriatın ve akim gü-zel ve uygun bulduğu- iyili/deri emreden kötülükleri -şeriatın ve akim çirkin gördüklerini- de meneden bir topluluk bulunsun." Bir diğer yoruma göre ayette geçen "maruftan" kasıt Kitap ve sünnete uygun olan demektir, "münkerden" kasıt ise, Kitap ve sünnete aykırı olan şeylerdir. Veya maruftan kasıt Allah'a karşı yapılması gereken taattır, münker de Allah'a karşı gelmek, isyana kalkışmaktır.
"Hayra davet" veya "iyiliğe çağrı,
irşad" yapılması gereken veya terk edilmesi icabeden yükümlülükler
konusunda gerekeni yapmakla ilgili her türlü sorumluluk demektir. Ancak atıf
yoluyla buna eklenen diğer iki husus ise daha özel bir anlam taşırlar.
Ayette geçen edatı teb'iz için olup, bir
kısmı/bazısı, manasına gelir. Çünkü; "marufu emretmek ve münker olanı da
menetmek" far-z-ı kifaye olan bir ibadettir. Dolayısıyla bu görevi
yapabilecek veya üstlenecek olan kimselerin mutlaka Özel bir eğitimden geçirilmeleri,
maruf ve münker ile alâkalı ilimleri öğrenmeleri gerekir. Bu görevi nasıl ve ne
şekilde yapmaları gerektiği hususunda da ayrıca bunu ilmini, eğitim ve
öğretimini almaları icabeder.
Örneğin; önce işe basitten ve kolayından başlar, bu
yoldan uyarılarını değerlendirir. Eğer bununla başarı elde olunamazsa hafif
cezadan ağrına doğru basamak basamak gereken tedbirleri uygular. İşte bu da ehliyet
işidir. Nitekim; yüce Allah önce: "Onların arasını bulun, ıslah edin,
düzeltin.."
[159]diye
buyurur, eğer bu onlara kâr etmezse bu defa: "...Allah'ın hükmünü kabul
edene dek saldıran tarafla savaşın." diye buyurmaktadır.
Ya da bu edatı tebyin (açıklama) manasınadır.
Dolayısıyla bunun manası, "Emreden bir ümmet olun." demek olur.
Nitekim; yüce Allah'ın şu kavlinde olduğu gibi: '
"Siz insanların (iyiliği için) ortaya
çıkarılmış (gönderilmiş) en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği
emredersiniz..."
[160] buyurmaktadır.
İşte onlar kurtuluşa erenlerin la
kendıleridir." Yani; kamil anlamda gerçek kurtuluşu hak eden bunlardır. Nitekim;
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve s'ellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
"Her kim Allah'ın emrettiği doğrultuda iyiliği
emreder ve kötülüğü de menederse o kimse Allah'ın arzında (yeryüzünde) onun
halifesidir, Rasûlü-nün halifesidir ve Kitabının halifesidir."[161]
105 - (Siz,) kendilerine apaçık
deliller geldikten sonra ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük
bir azap vardır.
Çünkü; bunlar birbirlerine olan düşmanlıkları
yüzünden dinde ayrılığa düştüler de birbirlerini tekfir ettiler. Oysa
kendilerinde üzerinde ittifak etmeleri, birleşmeleri gereken bir kelimeleri
(kitapları) vardı ki bu Hak olan Allah'ın kelimesi idi. Bu hak kelimesi ise
onların iman birliğini sağlayan bir kelime idi. "İşte onlar için büyük bir
azap vardır, "
[162]
106 -
Nice yüzlerin ağardığı ve
nice yüzlerin de karardığı (o kıyamet gününde), yüzleri kararmış olanlara
(şöyle denir) "Siz imanınızdan sonra inkâr mı ettin iz? Öyleyse inkâr
ettiğiniz şey sebebiyle tadın azabı!"
"Nice yüzlerin ağardtğt ve nice yüzlerin de
karardığı, o kıyamet gününde," Yüzleri ağaranlar inananlardır, yüzleri
kararanlar ise kâfirlerdir. Çünkü; beyazlık nurdan kaynaklandığı gibi karanlık
veya siyahlık da zulmetten kaynaklanır. kavlîndeki kelimesi zarf olarak
mansubdur bu ise, kavlidir. Ya da kelimesi kelimesiyle veya fiiliyle mansubdur.
"Yüzleri kararmış o-tanlara -misak gününde-
şöyle denir: Siz imanınızdan sonra inkâr mı elliniz?" Esasen burada murat
olunan bütün kâfirlerdir. Bu görüş Übeyy'e ait olup doğru olan da bu görüştür.
Ya da bunlardan maksat mürtedler (dinden dönenler)
veya münafıklardır. Yani; siz görünürde inanır gibi gözüküp gerçekte
inancınızı saklayarak kâfir mi oldunuz?
Veya bunlardan maksat kitap ehli olan Yahudi ve
Hristiyanlardır. Bunların iman etmelerinden sonra kâfirlikleri, Hz. Peygamber
(Sallailâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz henüz peygamber olarak gönderilmezden
önce onun Allah elçisi olduğunu itiraf ettikleri hâlde, peygamber olarak gönderilmesinden
sonra onu yalanlamaya kalkışmışlar ve yalanlamışlardır. İşte bu, onların iman
etmelerinden sonra küfre girmeleri demektir.
Diğer taraftan bu cümlenin başında yer alması uygun
olan, kavli mahzuftur. Yani; hem harfi ve hem kavi maddesi hazf olunmuştur.
Çünkü zaten bu, mananın gelişi itibariyle bilinmektedir.
kelimesinin başındaki hemze de tevbih yani azarlama
ve onların durumlarından Ötürü şaşkınlık ve hayret bildirmek manasınadır.
"Öyleyse inkâr elliğiniz şey sebebiyle ladin
azabı!"
[163]
107 - Yüzleri ağaranlara gelince,
onlar Allah'ın rahmetiyle cennettedirler ve onlar orada ebedi olarak
kalıcıdırlar.
"Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın
rahmetiyle cennetledirler/' Allah'ın rahmeti demek, onun ebedi olan sevabı
demektir. Daha sonra yeni bir girişle Rabbimiz şöyle buyuruyor: 'Ve onlar orada
ebedi olarak kakadırlar. " Oradan bir daha ayrılmazlar ve onlara orada
ölüm de yoktur.
[164]
108 - İşte bunlar sana hak olarak
okuduğunuz şeyler, Allah'ın ayetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek
istemez.
"işle bunlar sana hak olarak okuyup anlattığımız şeyler, Allah'ın ayetleridir." Yani; iyilikte bulunanlara mükâfat vadeden, kötülük işleyenlere de tehdit ve uyarıda bulunan ve daha başkaca hükümler içeren Allah'ın hakkı ve adaleti gösteren ayetleridirler. Böylece iyilik yapana bunun karşılığı verileceği gibi, kötülük işleyene de kötülüğünün cezası verilecektir.
"Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek
islemez." Yani; yüce Allah suçsuz yere haksızlık ederek asla hiçbir kuluna
haksızlık yapmaz veya bir suçlunun cezasını olması gerekenden fazla olarak
vermez ya da iyilikte bulunan bir kimsenin de sevabını olması gerekenden düşük
olarak vermez, hiçbirine haksızlıkta bulunmaz.
[165]
109 - Göklerde ve yerde var olan
her şey Allah'ın mülküdür. (Sonunda) bütün işler Allah'a döndürülür.
İyilikte bulunan kimseye işlediği iyilik sebebiyle
mükâfatım, kötülük işleyene de kötülüğü yüzünden cezasını verir.
Kıraat imamlarından Ibn Amr, Hamza ve Ali Kisai kelimesini,
olarak okumuşlardır.
Bu ayetin tefsirine geçmeden önce bir noktayı iyice
belirtmek gerekir. Nakıs fiillerden olan, fiili, herhangi bir şeyin mübhem
(kapalı), anlaşılamaz veya zor anlaşılır olması itibariyle geçmişte bir şeyin
var olmasının söz konusu olması gerekir. Nitekim; bununla ilgili olarak daha
Önce geçen bir örnek sergilenmediği gibi aynı zamanda devam edegelen bir şeyin
de artık kesilmiş olduğuna dair de bir kanıt yoktur.
Konuyu daha iyi anlayabilmek için bunu biraz açalım;
fiili, herhangi bir şeyin, niteliğin var olduğunu (mevcudiyetini) belirtir.
Fakat, burada asıl mesele nakıs bir fiil olan, kelimesiyle ilgilidir. Çünkü;
eğer kelimesi tam fiil olursa, bu
takdirde bu, manasında olur. Bu ise herhangi bir şeyin var olduğu manasında, demek
olur. O takdirde de bu, vaki oldu, meydana geldi ve meydana geldi manalarına
gelir. Dolayısıyla bu fiilin geçmişle ilgili olarak bir şeyin meydana
gelmesine herhangi bir delâleti yoktur, bu, böyle bir ihtimalden uzaktır,
denemez. Yani; bu fiil de geçmişte olmuş olan bir şeye delâlet edebilir.
Oysa nakıs olan fiilinin bu anlamda herhangi bir
şeye delâleti yoktur. Nakıs olan bu fiilde sadece müphemlik (kapalılık) manası
vardır. Bu bakımdan bu nakıs fiil olabilecek şeylerde yani hadis olanlarda söz
konusudur.
Örneğin; "Zeyd, binen (binici) oldu." gibi. Bir de süreklilik manası ifade eder. Örneğin; "Allah, Gafur ve Rahimdir." gibi. İşte, kavli de böyledir. Yani; kavli ile, "Bu ümmet daha önce hayırlı bir ümmet değildi de, şimdi öyle bir ümmet oldu." gibi bir manaya delâlet etmez veya "Bu hayırlılık onlardan kesildi." gibi bir anlam da ifade etmez. Ancak burada ifadesi bunun fiilinin tam fiil olduğu manası vehmettirmesin. Çünkü; fiilinin nakıs fiil olduğu apaçık ortadadır. [166]
110 -
Siz insanların (iyiliği)
için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve
Allah'a iman edersiniz. Eğer Kitap ehli iman etseydi, kesinlikle bu, onlar
için çok daha hayırlı olurdu. Gerçi içlerinden iman edenler de var ama, onların
çoğu fasıktır.
Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış
hayırlı bir ümmetsiniz." Bu ayetteki, kavli ile sanki, denir gibidir.
Yani; "Siz en hayırlı bir ümmet oldunuz." veya "Siz Allah'ın
ezeli olan ilminde en hayırlı bir ümmet idiniz." veya "Levh-i Mahfuz
'da en hayırlı bir ümmet idiniz. " Yahut da "Siz, sizden daha Önce
geçen ümmetler için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olarak tanınan bir ümmet
idiniz. " demektir.
kelimesindeki cer edatı, fiiline mütealliktir.
emreder, kötülükleri meneder ve Allah'a iman
edersiniz."
Bu ayetteki diye başlayan cümle yeni bir cümledir.
Bu cümle ile bu ümmetin neden hayırlı bir ümmet oldukları yönleri açıklanıyor.
Örneğin; "Zeyd, insanları yediren ve giydiren soylu bir kimsedir. "
cümlesinde olduğu gibi. Dikkat edilirse bu cümlede de Zeyd adındaki kimsenin
soyluluk yönü yedirme ve giydirme özellikleriyle açıklanıyor.
yani; "İmanı ve Allah Rasûlüne itaati emredersiniz."
"Küfürden ve her sakıncalı şeyden de menedersiniz." "ve Allah 'a
imanda devam edersiniz-" Ya da bu özellikler arasında yer alan atıf edatı
harfi tertibi gerektirmeyebilİr.
Eğer kitap ehli iman etmiş olsalardı, kesinlikle bu, onlar için çok hayırlı olurdu." Yani; hâlen üzerinde bulundukları ve inatla sürdürdükleri inançlarından vazgeçerek Hz. Muhammed (Sallaliâhu Aleyhi ve Sellem) iman etmiş olsalardı bu, onlar için daha iyi ve hayırlı olurdu. Çünkü; kitap ehli sırf makam, mevki ve şöhret peşinde koşturduklarından ve başkalarının kendilerine uymalarım istediklerinden dolayı kendi sapık ve batıl inançlannı İslâm dinine tercih ediyorlardı. Oysa Kitap ehli iman etmiş olsalardı istedikleri o şeylere de, riyasete yani makam ve mevkilere de gelebilir ve başkaları da kendilerine tâbi olabilirdi. Ancak bunlar dünya çıkarlarım batıl inançları adına tercih ettiler, Bu itibarla kendileri için hayırlı olanı batıl dinleri uğruna feda ettiler. Hâlbuki iman etselerdi belki dünyada da istediklerini yine elde edebilirlerdi. Çünkü; iman etmeleri hâlinde kendilerine iki kat ecir vaad buyurulmuştu.
"Gerçi içlerinden -Abdullah b. Selâm ve
arkadaşları gibi- iman edenler de var ama, onların çoğu/asıktır." Küfürde
inat eden aşırı ve azılı kimselerdir.
[167]
111. Onlar (Kitap ehli) size
(dilleriyle incitip) rahatsız etmekten başka asla bir şey yapamazlar. Eğer
sizinle savaşa girecek olsalar, arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım
da olunmaz.
112. Onlar nerede bulunurlarsa
bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Ancak (bu zilletten)
Allah'ın ahdine ve mü'minlerin himayesine sığınanlar müstesna. Onlar Allah'ın
gazabına uğramışlar ve üzerlerine miskinlik damgası vurulmuştur. Bunun sebebi,
onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri
öldürmeleridir. Bu da onların isyan etmelerinden ve haddi aşmalanndandır.
113. Bununla beraber Kitap
ehlinin hepsi bir değildir. Onların içlerinde Öyle samimi inanmış bir topluluk
vardır ki; gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.
114.
(Onlar) Allah'a ve ahiret
gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten menederler ve hayır işlerinde
yarışırlar. İşte bunlar salih kimselerdendir.
115. Onların işledikleri hiçbir iyilik asla karşılıksız kalmayacaktır. Allah takva sahiplerini çok iyi bilir.
116. inkâr edenlere gelince
şüphesiz ki, onların mallan da, çocukları da Allah katından gelecek bir azaba
karşı kendilerine asla fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemliktirler;
onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
117. Onlann bu dünya hayatında
yapmakta oldukları harcamalarının durumu, kendilerine zulmetmiş (yazık etmiş)
bir toplumun ekinlerini vurup da yok eden kavurucu bîr rüzgârın durumu gibidir.
Onlara Allah zulmetmemiştir, ancak onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.
118. Ey inananlar! Kendi
dişınızdakileri kendinize sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar hiçbir vakit size
fenalık yapmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri hep ister
dururlar. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden)
belli olmaktadır. Kalplerinde gizledikleri (İtin ve düşmanlık) ise
(açıkladıklarından) daha büyüktür. Eğer düşünüp ak I ediyorsanız işte size
ayetlerimizi böyle açıkladık.
[168]
111 - Onlar (Kitap ehli) size
(dilleriyle incitip) rahatsız etmekten başka asla bir şey yapamazlar. Eğer
sizinle savaşa girecek olsalar, arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım
da olunmaz.
"Kitap ehil size (dilleriyle incitip) rahatsız
etmekten başka bir şey yapamazlar." Size verecekleri zarar sadece sözle
sataşmaktan başka bir şey olamayacaktır. Onlar dininiz konusunda size sataşacaklar
veya sizi tehdit edecekler ya da bu ve benzeri türden sıkıntı vermeye
çalışacaklardır. "Eğer sizinle savasa girecek olsalar, size arkalarını
dönüp kaçarlar." Yani; hezimete uğrarlar, öldürmek veya esir almak gibi
size bu anlamda asla zarar veremezler. "Sonra onlara yardım da
olunmaz." Yani daha sonra hiçbir kimse tarafından onlara destek verilmez,
onlara yandaş çıkmaz, size karşı onların yanında yer alacak bir kimse bulunmaz.
Ayetin bu kısmında bunlardan Müslüman olanlar için
İslâm'da sebat ettikleri gerçeği anlatılıyor. Çünkü; Yahudiler, kendilerinden
olup da Müslüman olanları hep rahatsız etmişler, onları tehdit ederek
rahatsızlık verip durmuşlardır.
Buradaki kavli şart ve ceza cümlesi üzerine matuf
haber manasında yeni bir cümledir. Yoksa bu, üzerine matuf bir cümle değildir.
Eğer bu cümle kavli üzerine matuf olsaydı bu takdirde, denilirdi.
Ancak bu, yeni bir cümle olarak getirildi ki, bununla, İster savaşsınlar, ister savaşmasınlar, onlara herhangi bir yardımın olmayacağını bildirmek için Allah bu cümleyi zikrediyor. Cümlenin takdiri şöyledir: "Size bildiriyorum ki, eğer onlar sizinle savaşırlarsa mutlaka bozguna uğrayacaklardır ve size yine haber veriyorum ki, onlara yardım da olunmayacaktır."
edatı mertebe açısından terahi manasınadır. Yani;
aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları
bildirmektedir. Çünkü; Yahudilere hep rezil olmak ve aşağılanmak gibi bir
durumlarının olacağını bildirmek, onlara arkalarını dönüp kaçacaklarını haber
vermekten daha büyük bir olaydır.
[169]
112 - Onlar nerede bulunurlarsa
bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Ancak (bu zilletten)
Allah'ın ahdine ve mü'min-Ierin himayesine sığınanlar müstesna. Onlar Allah'ın
gazabına uğramışlar ve üzerlerine miskinlik damgası vurulmuştur. Bunun sebebi,
onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri
öldürmeleridir. Bu da onların isyan etmelerinden ve haddi aşmaIarındandır.
"Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar
üzerlerine zillet damgam vurulmuştur." Yani; bu zillet ve aşağılanma
damgası artık onların kendilerinden ayrılmaz bir Özellikleri olmuştur.
"Âncak bu zilletten Allah'ın ah-dine ve mü'mınlenn himayesine sığınanlar
müstesna,"
Buradaki, hâl olarak mahallen mansubdur. Kelimenin
başındaki harfi mahzuf olan bir kelimeye mütealliktir. Bu
ise, "Allah'ın dinine, himayesine girmeleri,
ona^ıkı sıkıya sarılıp bağlanmaları hâli müstesna. " demektir. Ayette
geçen, "ip" kelimesi burada ahd ve zimmet manalarmadır. Dolayısıyla
bunun manası şöyledir:
"Her halükârda Yahudilere zillet damgası
vurulmuştur. Meğerki onlar Allah'ın ve inananların himayesine girmiş olsunlar,
Onun dinine girip himayesini istesinler. İşte bu, müstesna."
Yani; Allah'ın ve Müslümanların himayesine girmeleri
hâli onları kurtarır. Çünkü; onlar için bu hâlin dışında bir izzet ve üstünlük
yoktur. Bu ise, onların cizye (vergi) vermeyi kabullenerek bu himaye ya da korunma
altına girmeyi kabullenmeleriyim sağlanabilir.
"Onlar döne dolaba her bakımdan Allah'ın
gazabına uğramışlardır —Allah'ın gazabı onlara artık gerekli hâle gelmiştir-.
Üzerlerine miskinlik damgası vurulmuştur." Yani; fakirlik onlar için artık
vazgeçilmez bir ceza hâlini almıştır. Onlar her şeye rağmen hep ihtiyaç içinde
kalacaklardır. Çünkü onlar: "Doğrusu Allah fakirdir (ihtiyaç içindedir).
Biz ise zenginiz (hiçbir şeye muhtaç değiliz)." demişlerdi.[170]
Veya varlık içinde olsalar bile hep fakirlik ve yoksulluk endişesi ve rahatsızlığı içinde kıvranıp duracaklardır.
"Bunun sebebi onların Allah'ın ayetlerini inkâr
etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir."
Burada, işaret ismiyle ayette söz konusu edilen
zillet, aşağılanma, meskenet, Allah'ın gazabına uğrayarak dönmeleri gibi
durumlarına işaret olunmaktadır. Yani işte onların başlarına gelen bu şeyler,
bu kimselerin Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri
de Öldürmeleri sebebiyledirf Yüce Allah devamla şöyle buyuruyor:
"Başka bir sebep ise, Allah'a isyan etmeleri ve
hadlerini aşmalarıdır." Yani; bu küfür ya da inkâr ve bu öldürme olayı
onların Allah'a isyan ederek karşı gelmeleri ve hadlerini aşmaları
yüzündendir.
[171]
113 - Bununla beraber kitap
ehlinin hepsi bir değildir. Onların içlerinde öyle samimi inanmış bir topluluk
vardır ki; gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.
"Kitap ehlinin hepsi bîr değildir." Yani;
kitap ehlinin hepsi aynı değiller. "Onların içlerinde öyle samimi inanmış
bir topluluk vardır ki;" adaletli, dürüst ve dosdoğru bir cemaat vardır.
Bu ayette geçen, kavli, kavlini açıklamak için bir
müstenef cümledir. Tıpkı, kavlini açıklamak için gelen kavli gibi.[172]
kelimesi de fiilinden alınma olup bu, adeta, kavli
gibidir. Yani, "Ben değneği diktim, o da hemen ayakta durdu." ifadesi
gibi. Yani; yolunu ve hedefini düzeltti, demektir. Bunlar da onların içinden
Müslümanlığı kabul eden Yahudilerdir. "gece vahitlerinde -saatlerinde-
secdeye kapanarak -namaz kılarak- Allah 'in ayetlerini -Kur'an'ı-
okurlar," Bir yoruma göre burada söz konusu edilen yatsı namazıdır.. Çünkü
Kitap ehli yatsı namazını kılmazlardı.
Yine bir yoruma göre burada "Gece vakitlerinde secdeye kapanarak Kur'an okurlar." demekten kasıt, teheccüd (gece) namazı kılarlar, demektir.
Ayetteki kelimesi, tıpkı kelimesi gibi, kelimesinin
çoğuludur. Ya da tıpkı, kelimesi gibi, kelimesinin çoğuludur. Veya kelimesi
gibi kelimesinin çoğuludur.
[173]
114 -
(Onlar) Allah'a ve ahiret
gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten menederler ve hayır işlerinde
yarışırlar. İşte bunlar salih kimselerdendir.
"(Onlar) Allah'a ve ahirel gününe inanırlar,
iyiliği emreder, kötülükten menederler ve hayır işlerinde yarışırlar."
Yani; imanı ve her tür iyiliğin kapılarını gösterip emrederler. Küfürden ve
şeriatın yasakladığı şeylerden de menederler. Hayır ve iyilikleri kaçırmamak
için o işlerde acele ederler.
Ayetteki, kavliyle kavli mahallen merfu olup ümmet
kelimesinin sıfatıdırlar. Yani; "onlar hep ayakta durup namaz kılan,
Kur'an okuyan inanmış kimselerdir."
Yüce Allah burada mü'minleri öyle vasıflarla
niteliyor ki; bu vasıf ya da özellikler Yahudilerde bulunmayan özelliklerdir.
Çünkü onlar geceleyin secdeye kapanarak, namaz kılarak Allah'ın ayetlerini
okumadıkları gibi, mü'minler gibi de iman etmemişlerdir. Onların imanları Hz.
Üzeyir (Aleyhi's-Selâm). Allah'a ortak koşmak olan bir inançtır. Aynı zamanda
onlar Allah'ın bazı kitapları ile bazı peygamberlerini de inkâr ederler.
Ahirete imanları da yine farklıdır. Çünkü; Yahudiler Allah (Çelle Celâlu-hufı,
vasfedilmemesi gereken niteliklerle tanıtıyorlar. Aynı şekilde Allah'ın
istediği doğrultuda emretmek ve nehyetmek konusunda da farklı bir inanca
sahiptirler. Çünkü; Yahudiler hep yalakalık yapan bir toplumdurlar. Hayırda
yarışta da farklı özelliklere sahiptirler. Çünkü; bu konudaki işleri hep
ağırdan alırlar. Hayırda yarış yapmak, o işe istekle girişmek demektir. Çünkü;
bir işe rağbet eden ya da ona istekli olan kimse mutlaka onu yerine getirmek
için de hemen ara vermeden derhal gereğini yapar.
"İşte bunlar -yukarıdaki özellikleri
taşı-yanlar- iyi kimselerdendir." Yani Müslümanlardandır. Ya da durumları
Allah katında iyi olan ve Allah'ın kendilerinden razı olduğu kimselerdendir.
[174]
115 - Onların işledikleri hiçbir
iyilik asla karşılıksız kalmayacaktır. Allah takva sahiplerini çok iyi bilir.
"Onların işledikleri hiçbir iyilik asla
karşılıksız kalmayacaktır." Bu ayetteki ve fiilleri, Ebu Bekir Şu'be
dışında Küfe okuluna mensup kıraat imamlarına göre harfiyle okunmuştur. Ancak
Ebu Amr muhayyer hareket etmiştir. Yani, bu zat hem ve hem harfleriyle gaip ve
muhatap olarak okumuştur. Küfe okuluna mensup imamlar; Hafs, Hamza, Kisai ve
Halef. Bunların dışında kalan diğer kıraat imamları da bu kelimeleri harfiyle
okumuşlardır.
Her ne kadar, ve filleri tek bir mef'ule müteaddi
iseler de bu ayette, kelimesi iki mef'ule müteaddidir; yani iki mef ul
almıştır. Örneğin; ve fiilleri mahrumluk manasını içermeleri bakımından,
dersin. Sanki şöyle denir gibi: "Onu mahrum bırakmayacaksınız. "
Yani; "Onu alacağı mükâfattan yoksun ve mahrum bırakmayacağınız. "
"Allah takva sahiplerini çok iyi bilir."
İşte burada yüce Allah, Emirlerini yerine getiren ve yasaklarından da uzak duran
takva sahiplerine bol sevap müjdesi veriyor.
[175]
116 -
İnkâr edenlere gelince
şüphesiz ki, onların malları da, çocukları da Allah katından gelecek bir azaba karşı
kendilerine asla fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemliktirler; onlar
orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
[176]
117 - Onların bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamalarının durumu, kendilerine zulmetmiş (yazık etmiş) bir toplumun ekinlerini vurup da yok eden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmemiştir, ancak onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.
"Onların bu dünya hayatında yapmakla oldukları
harcamaların durumu" Kendileri için övünç vesilesi olan şeyler, kimi
üstünlükler ve övgü kazanmaya neden olan şeyler, toplum arasında güzel olarak
anılmak gibi şeylerin durumu veya küfurleriyle birlikte kendilerini Allah'a
yaklaştıracak şeyler yapmalarının ve harca-malarının durumu, "kendilerine
-küfürleri sebebiyle- zulmetmiş (yazık etmiş) bir toplumun ekinlerini vurup da
yok eden kavurucu bir rüzgârın durumu gibidir." Çünkü bu onların
inkârlarının sonucu olarak onlara verilen bir cezadır.
Ayetteki, kavli, "Tıpkı helak edici, yok edici
bir rüzgârın durumu gibidir. " demektir. Bundan maksat ise ekin
demektir.. Ya da, yaptıkları harcamalarının helak olması durumu adeta bir
rüzgârın eki-ni helak etmesi gibidir. demek şiddetli ve kavurucu soğuk
demektir. Bu, Ibn Abbas (Radıyallahu Anh) görüşüdür. Bu, aynı zamanda mübteda
ve haberdir, yani isim cümlesidir. Aynı zamanda kelimeşinin sıfatı olması
bakımından mahallen mecrurdur.
"Onlara -ekinlerini yok etmekle- Allah
zulmelmedi. "Ancak onlar kendi kendilerine zulmettiler." Yani;
kazandıkları ve işledikleri suç nedeniyle kendileri bu cezayı hakkettiler.
Ya da camir infak edenlere racidir. Yani;
"Allah'ın söz konusu kâfirlerin harcamalarını kabul etmemesiyle Allah
onlara zulmetmedi. Fakat bunlar kendi kendilerine yazık ettiler. Çünkü,
yaptıkları harcama ya da infak ile kabul olunabilir liyâkatte bir şey getirip
sunmadılar." demektir.
[177]
118 - Ey inananlar! Kendi
dışınızdakileri kendinize sırdaş e-dinmeyin. Çünkü onlar hiçbir vakit size
fenalık yapmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri hep ister
dururlar. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden)
belli olmaktadır. Kalplerinde gizledikleri (kin ve düşmanlık) ise
(açıkladıklarından) daha büyüktür. Eğer düşünüp aklediyorsanız işte size
ayetlerimizi böyle açıkladık.
Şimdi tefsirini okuyacağımız ayet, mü'minlerin
münafıklarla aynı safta yer almamalarını ve onlara karşı dikkatli olmalarını
emrediyor:
Ey inananlar! Kendi dışınızdakıleri kendinize sırdaş
edinmeyin."
demek, kişinin en yakın dostu, içten ve candan
arkadaşı, sırdaşı ve her türlü gizli işlerine vakıf olan kimse demektir. Burada
durum elbisenin astarına veya vücudun tene isabet eden kısmına ifadesiyle
benzetilmesi ile Rabbimiz münafık olan kimselerle bu manada iç içe olmamamızı
istiyor. Nitekim,Filân kimse benim şianmdır. " denir ki; bu ifade ile o
kimsenin onun en yakın ve candan dostu ve arkadaşı olduğunu dile getirmek
ister. Nitekim, bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Ensar, şiardır (iç elbisedir), diğer
Müslümanlar ise disar (dış elbise)dır."[178]
Burada Ensann yani Medineli Müslümanların iç
elbiseye benzetilmesi, İslâm'a ve Müslümanlara kucak açmaları nedeniyle
Müslümanların ve Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) sırlarına vakıf
olmaları denmek istenmiştir. Onların dışındakileri de dış elbiseye benzetmesi
ise, ten ile temas eden elbise misali her sırdan haberdar olmamaları
anlamınadır.
kavliyle yani "sizden olmayanlar, sizin
dışınızdakiler" ifadesiyle kendi cinsinizden olan çocuklarınızdan, yani
Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin, demektir. Bu, kavli, kelimesinin
sıfatıdır. Yani, "Sizin dışımzdaküeri, kendinize sırdaş ve karındaş
edinmeyin ki, sonunda sizi cezalandıracak bir duruma gelmesinler."
"Çünkü; onlar hiçbir vakit size fenalık yapmakları
geri durmazlar." Bu, kavli kavlinin sıfatı olması itibariyle mahallen
mansubdur. Yani mana şöyledir: "Dininizi fesada uğratmak ve bozmak için
ellerinden geleni yaparlar, önlerindekini arkalarına bırakmazlar."
Ayette geçen kelimesi bir şeyde eksik ve kusur
yapmak, demektir. kelimesi de fesat ve bozgunculuk demektir. Bu kelime temyiz
olduğu için de mansubdur. Ya da cer harfinin hazfıyle -ki bu harf de cer
edatıdır- mansubdur ve bu, demektir. "
"Size sıkınlı ve zarar verecek şeyleri hep
ister durur-lor. ' Yani, sizin sıkıntı yaşamanızı ve zarar görmenizi arzu
ederler. Ayetteki, edatı mastariyedir. ise, "şiddetli ve ağır zarar ve sıkıntı."
demektir. Yani; "Dininiz konusunda olsun dünyanız bakımından olsun size en
ağır zararı ve sıkıntıyı ve en aşırı olanını vermek isterler." Bu, Yeni
bir cümledir. Çünkü münafıkların sırdaş edinmenin yasakhğının gerekçesini ve
nedenini ortaya koymaktadır, sebebini açıklamaktadır. Tıpkı bundan sonra gelen
şu cümle gibi:
"Gerçeklen kin ve düşmanlıkları ağız-farından dökülen sözlerinden belli olmakladır." Çünkü; bu münafıklar her ne kadar kendilerini açığa vurmamak için konuşmamak ve bir şey söylememek maksadıyla kendilerini zorlasalar da yine de kendilerine hakim olamayarak bir şeyler ağızlarından kaçırıyorlar. Müslümanlara olan kinlerini ve salyalarını istemeyerek de olsa bazen kusmak zorunda kalıyorlar.
Kalplerinde gizledikleri kin ve düşmanlık ise
açıkladıklarından daha büyüklür. Eğer düşünüp aklediyorsanız isle size
ayetlerimizi böyle açıkladık." Yani; dinde ihlâs ve samimiyet sahibi
olmanın, Allah'ın dostlarına sevgi göstermenin ve Allah düşmanlarına da
düşmanlık beslemenin gerekliliğini gösteren ayetleri size açıkladık. Eğer bu
açıklananlar üzerinde akıl yorarsanız gerçeği bulabilirsiniz.
[179]
119. İşte siz (öyle
kimselersiniz ki); onlar sizi sevmedikleri hâlde siz onları seversiniz. Ve,
bütün kitaplara inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman, "İman
ettik." derler. Yalnız kaldıklarında ise, size karşı olan kinlerinden
dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "Kininizle kahrolup
geberin!" Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini hakkıyla bilendir.
120. Size bir iyilik dokunursa
bu, onları huzursuz eder. Eğer başınıza bir musibet gelirse buna da
sevinirler. Eğer sabreder ve (Allah 'in emir ve yasakları doğrultusunda)
sakınırsanız onların tuzağı size İliç bir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların
yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
121. Hani sen, mü'minleri savaşa
uygun yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenin yanından ayrılmıştın. Allah
hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.
122. Hani, Allah kendilerinin
yardımcısı olduğu hâlde sizden iki grup bozulmaya yüz tutmuştu. Mü'minler ancak
Allah'a dayanıp güvensinler.
[180]
119 - İşte siz (öyle
kimselersiniz ki); onlar sizi sevmedikleri hâlde siz onları seversiniz. Ve,
bütün kitaplara inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman, "İman
ettik." derler. Yalnız kaldıklarında ise, size karşı olan kinlerinden
dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "Kininizle kahrolup
geberin!" Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini hakkıyla bilendir.
"İşte siz (öyle kimselersiniz ki); onlar sizi
sevmedikleri hâlde, siz onları seversiniz."
Ayetteki, tembih yani uyarı manasınadır. mübtedadır.
Bunun haberi de, kelimesidir. Yani, mana şöyle
olmaktadır: "Ey
kitap ehlinden münafık olanları dost ve sırdaş
edinen yanlış (hatalı) yoldaki mü'minler! Siz onları seversiniz ama onlar,
sizi sevmezler. " İşte ayetin bu kısmı münafıkları dost ve sırdaş
edinenlerin hatalarını açıklıyor. Çünkü; mü'minler buğzedilmeleri ve
kendilerine karşı tavır sergilenmesi gerekenlere karşı her tür sevgilerini
sunuyorlar.
Yahut da buradaki kavli mevsuldür. Bunun sılası ise
kavlidir.
"Oysa siz bütün kitaplara inanıyorsunuz.
" Ayetin bu kısmının başında yer alan harfi hâl vavıdir. Bu, kavliyle
mansubdur. Yani mana şöyle olmaktadır:
"Onlar sizi sevmezler. Oysaki siz onların
kitaplarının tamamına da iman ediyorsunuz. Bununla beraber onlar size buğzedip
kin güdüyorlar. Onlar sizin kitabınızdan hiçbir şeye inanmazlarken size ne
oluyor da onları sevip duruyorsunuz?"
İşte ayetin bu kısmında böyle hareket eden mü'minler
için oldukça büyük bir uyarı, tekdir ve kınama bulunmaktadır. Çünkü o
münafıklar batıl olan davalarında sizin hakkınızda daha da katı tutumludurlar,
çok daha serttirler.
Bir yoruma göre buradaki "kitaptan" kasıt
cins anlamında olup bütün semavî (ilâhî) kitaplar kasdedilmiştir.
"Onlar sizinle karşılaştıkları zaman, «iman
ellik» derler." Yani, tevhid kelimesini açıkça okuyup söylerler.
"Yalnız kaldıklarında ise," Yani; sizden ayrılınca ve kendi
a-damlarıyla baş başa kaldıklarında ise, "Size karşı olan kinlerinden
dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar." Dikkat edilirse öfkeli olanlarla
nedamet/pişmanlık duyanlar parmaklarını, parmaklarının uçlarım ve
başparmaklarını ısıranlar olarak niteleniyor.
"De ki: «Kininizle kavrulup geberinf» " Bu
onlar aleyhine yapılan bir bedduadır. Bununla kin ve öfkelerinin giderek artması
ve sonuçta bu kinleriyle helak olmaları istenmektedir. Ayette "kinlerinin
artmasından" murat İslâm'ın güçlenmesiyle öfke ve düşmanlıklarının
çoğalması, İslâm'ın güçlenmesinden rahatsızlıklarını artması vurgulanmak
isteniyor. Müslümanların da güçlenmeleri ve münafıkların giderek zelil ve
rezil olmaları dile getiriliyor.
"Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini hakkıyla
bilendir." Kuşkusuz Allah münafıkların içlerinde sakladıkları kin, öfke ve
düşmanlıklarım en iyi bildiği gibi, onların kendi adamlarıyla başbaşa
kaldıkları zaman ne yaptıklarına ilişkin olan durumlarını da en iyi bilir.
Çünkü bu mananın varlığı da zaten cümle içinde ve kapsamında var demektir. Yani
bu şu manadadır:
"Onlara, kendi adamlarıyla baş başa kaldıklarında kin ve Öfkelerinden dolayı parmaklarını nasıl ısırdıklarını da bildir ve onlara de ki: «Sizin kendi aranızda saklayıp gizli tuttuğunuz en gizlinizi de Allah hakkıyla bilendir. Çünkü; Allah sinelerde gizli tutulanı bilir. Sanmayın ki, sizin aranızda saklayıp gizli tuttuğunuz sırları Allah bilmez. O her şeyden haberdardır.»"
Ya da bu, söylenenin dışındadır. Yani, ayetin sonuç
ve netice kısmıdır:
"Ey Muhammedi Şunu onlara söyle! Onların
gizlemekte oldukları şeye muttali olup bunu sana bildirmeme şaşkınlık gösterme!
Çünkü Ben, bundan çok daha gizli olanlarını, en gizli olanlarını bilirim. Bu
da, onların sinelerinde gizledikleri kin ve düşmanlıklarıdır."
[181]
120 -
Size bir iyilik dokunursa
bu, onları huzursuz eder. Eğer başınıza bir musibet gelirse buna da sevinirler.
Eğer sabreder ve (Allah'ın.emir ve yasakları doğrultusunda) sakınırsanız
onların tuzağı size hiç bir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yapıp
ettiklerini çepeçevre kuşatmıştır.
"Size bir iyilik -bolluk, bereket, ganimet ve
zafer, başarı- dokunursa bu, onları huzursuz eder." Bu başarılardan onlar
rahatsız olurlar ve üzülürler. "Eğer basınıza bir musibet gelirse
-yukarıda anlattıklarımızın tersi bir durum olursa- buna da sevinirler."
felâketlerin gelmesinden sevinç duyarlar. Ayette geçen, kelimesi, isabet
etmekten ve başa gelmekten istiaredir. Sanki her ikisi de mana itibariyle bir
gibidir. Görmez misin bir başka ayette Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Eğer sana bir iyilik (zafer) erişirse bu,
onları üzer. Şayet başına bir musibet gelirse bu defa da, «İyi ki biz Önceden
ihtiyatlı hareket ettik.» derler.»
[182]
"Eğer -onların düşmanlıklarına veyahut dini
yükümlülüklere ve bununla ilgili sıkıntılara- sabreder ve Allah'ın emir ve
yasadan doğrultusunda sakınırsanız," Sizi menettiği gibi onlarla dostluk
kurmaktan veya Allah'ın haram kıldıklarından uzak durursanız, "Onların
tuzağı size bir zarar vermez." Hilesi size bir şey yapamaz. Çünkü siz,
Allah'ın himayesindesiniz. İşte bu, Allah'tan bir öğretimdir, bir irşaddır.
Dolayısıyla sabır ve takva sayesinde düşmanların tuzağından kurtulma imkânı
sağlanmış olmaktadır.
Bir bilge kişi şöyle der:
"Eğer seni çekemeyen ve haset eden birini rezil
etmek ve susturmak istersen kendi adına ona karşı ihsanda bulun."
Kıraat imamlarından İbn Kesir. Ebu Amr. Yakup ve Nafı
kelimesini olarak okumuşlardır. Bu da kök olarak, kökünden alınmadır ve
manasınadır. Bu ise galebe çalmak, üstün gelmek manasınadır.
Ancak işin müşkil (zor) yanı bunların dışındakilerin
kıraatidir. Çünkü bu, şartın cevabıdır. Oysa şartın cevabı da meczum olur.
Mufaddal İbn Muhammed Dabbi'nin Asım'dan rivayeti olan kıraatinde olduğu gibi
bunun harfinin fethasıyla olması gerekirdi. Ancak harfini mazmum (ötreli)
olarak gelmesi harfinin ötreli olması bakımından ona uygun olarak gelmiştir.
Örneğin; fiili gibi. İşte bu da böyledir.
"Şüphesiz Allah, onların yapıp elliklerini
çepeçevre kuşatmıştır:" Yani; Allah onların sabırlarını, takvalarını ve
daha başka her şeylerini tümüyle kuşatmıştır, bilendir. Dolayısıyla siz neye
lâyıksanız, Allah onu size yapacaktır. Bu mana kıraat imamlarından Sehl b.
Muhammed'in okuyuşuna göredir. Çünkü Sehl buradaki kelimesini olarak harfiyle
okumuştur. Sehl dışındakiler ise bunu, harfiyle okumuşlardır. Mana şöyledir:
"Allah, sizin düşmanlık konusunda
yaptıklarınızı bilir ve buna göre de onları cezalandırır."
[183]
121 - Hani sen, müzminleri savaşa
uygun yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenin yanından ayrılmıştın. Allah
hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.
"Hani sen müzminleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenin yanından ayrılmıştın," Ey Muhammedi Sen ailenin yanından bir sabah erkenden Medine'den ayrılmıştın. Burada belirtilmek istenen husus, "Rasûluttah'ın hücresinden (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) ayrılıp Uhud 'a gitmesi "dır.
"Mü'minleri yerleştirmek.." bu, hâldir.
"Savaş yerleri ve menzilleri "demektir.
Yani; sağ, sol, merkez noktalarına ve her iki savaş kanadına ve artçılar
olarak yerleştirmek için... kelimesi burada, kelimesine taallûk etmektedir.
"Allah hakkıyla, konuştuklarınızı işiten ve yaptıklarınızı
-niyetlerinizi ve içinizden geçenleri- de en iyi bilendir."
Anlatıldığına göre müşrikler çarşamba günü Uhud'a
konarlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) ashabıyla
istişarede bulundu. Bu arada Abdullah b. Übey'i de çağırıp onunla istişarede bulundu.
O da bunun üzerine:
Medine'de kal, diye görüş bildirdi ve:
— Biz ne zaman bir düşmana karşı çıkıp savaştıysak,
mutlaka o savaşı kazanmışızdır. Her ne zaman onlar bizi bulunduğumuz yerde
vurmaya geldilerse, biz onlardan darbe almışızdır, dedi. İşte bunu üzerine
Rasûlul-lah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
— Ben rüyamda birtakım sığırların etrafımda
boğazlanmış olduklarım gördüm. Ancak ben bunu hayra yorumladım. Aynı zamanda
kılıcımın keskin tarafından bir kısmının kesmez olduğunu gördüm. Bunu da
bozguna uğrama olarak yorumladım. Yine ben, ellerimi oldukça sağlam olan bir
zırha koyduğumu gördüm bunu da Medine olarak yorumladım.
Ancak kimileri gidip savaşmak için durmaksızın can
atıyorlardı. Sonunda Rasûlullah (Sallatlâhu Aleyhi ve Seiiem) zırhını giydi.
Fakat Medine dışında savaşmak için can atanlar bu defa yaptıklarına pişmanlık
duydular ve dediler ki:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Sen ne buyurursan biz onu
işlemeye hazırız. Ancak Rasûlullah (SalUülâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
— Bir peygamberin, zırhını giydikten sonra
savaşmadan tekrar çıkarması yakışık almaz. Nihayet, cuma namazından sonra
çıktı ve yanındaki lerle beraber şevval ayının ortasında cumartesi günü dağ
yolunu tutarak Uhud'da sabahladı.
[184]
122 - Hani, Allah kendilerinin
yardımcısı olduğu hâlde sizden iki grup bozulmaya yüz tutmuştu. Mü'minler ancak
Allah'a dayanıp güvensinler.
"Hani Allah, kendilerinin yardımcısı olduğu
hâlde sizden iki bölük bozulmaya yüzlulmustu."
Burada kelimesi, kelimesinden bedeldir. Ya da bunda
amel yapan amil, kelimesidir. kavlinden maksat Ensardan iki kabile olup bunlar
da Hazrec kabilesinden Selemeoğullan ile Evs'ten Hariseoğullan idiler:
Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bin
kişilik bir kuvvetle Uhud'a çıktı. Müşriklerin sayısı ise üç bin kişi idi.
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) sabretmeleri hâlinde ashabına fetih
ve zafer sözü verdi. Ancak münafıkların başı ve lideri olan Abdullah b. Übey b.
Selul kendisine bağlı olan askerleri alıp ayırdı ki; bunların sayılan üçte bir
kadar bulunmaktaydı ve "Neden biz canımızı ve çocuklarımızı ölüme atalım
ki? " dedi. İşte bunun üzerine adı geçen iki kabile de neredeyse onlara
katılmak üzere niyetlenmişlerdi. Ancak Allah onları korudu. Böylece Rasûlullah
(Sallâllahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte savaşa katıldılar.
kavli, takdirindedir. Yani, korkmaya ve zayıf
düşmeye başladılar, çözüldüler, demektir. Çünkü korkaklık ve zayıflık demektir.
Allah onların dostudur, yardımcısı ve sevenidir. Ya
da işlerini düzenleyen, üzerine alandır. O hâlde neden korkup zaafa düşüyorlar?
Neden Allah'a dayanıp güvenmiyorlar ki?
"Mü'nıinler ancak Allah'a dayanıp
güvensinler." Allah onlara, kendisinden başkalarına güvenmemelerini emretti.
İşlerini yalnızca Allah'a havale etmelerini istedi. Cabir diyor ki:
"Biz karar ve Önem verdiğimiz, niyet ettiğimiz
şeyi yerine getirmedikçe Allah'a yemin olsun ki; biz o şeyden memnun kalmayız.
Çünkü; yüce Allah bize, velimiz ve yardımcımız olduğunu haber vermiştir."
[185]
123.
Şüphesiz ki siz Bedir'de zayıf
bir durumda iken, yardım etmişti. Allah'tan sakının ki, şükretmiş olasınız.
124. Hani sen mü'minlere o zaman
şöyle diyordun: "Rabbinizin indirmiş olduğu üç bin melek ile sizi
güçlendirmesi, sizin için yeterli değil midir?"
125. Evet, bu size yeter. Eğer
sabreder ve sakınırsanız, (düşmanlarınız) da ansızın üzerinize baskın yapacak
olurlarsa Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle sizi takviye eder.
126. Allah, (bu yardımı) size
sırf bir zafer müjdesi olsun ve bununla gönülleriniz rahatlasın diye yaptı.
Yoksa yardım ve zafere erdirmek ancak güç ve hikmet sahibi olan Allah
katındandır.
127. (Bu yardım ile) kâfirlerden
bir kısmını helak edip (ortadan kaldırmak) ve bir kısmını da ümitlerini
yitirmiş olarak dönüp gitsinler diye perişan etmek için sizi desteklemiştir.
128.
Senin onlar için
yapabileceğin bir şeyin yoktur. Allah dilerse Müslüman olsunlar diye ya onların
tevbelerini kabul eder veya küfürleri yüzünden onlara azab eder. Çünkü onlar
zalimdirler.
129. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.
130. Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki, kurtuluşa eresiniz.
131.
Kâfirler için hazırlanmış
olan ateşten sakının.
132. Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ki, rahmet olurlasınız. [186]
Şimdi tefsirin okuyacağımız ayet ile Bedir Savaşı
gününde mü'minlere nasibettiği zaferin gereci olarak sayılarının azlığına
rağmen Allah'a tevekkülün, Ona dayanıp güvenmenin gereğini Rabbimiz kendilerine
hatırlatmada bulunuyor ve şöyle buyuruyor:
123 - Şüphesiz ki siz Bedir'de zayıf bir durumda iken, Allah
yardım etmişti. Allah'tan sakının ki, şükretmiş olasınız.
"Şüphesiz ki siz Bedir'de zayıf bir durumda
iken Allah size yardım etmişti." Bedir, Mekke ile Medine arasında bulunan
bir suyun adıdır. Burası Bedir adında bir kişiye ait olduğu için onun adıyla
anılmıştır.
Ya da burada Rabbimizin önce Uhud Savaşını zikredip
ardından da Bedir'i zikretmesi, sabır ile şükür olayını bir arada göstermesi
içindir. kavliyle Müslümanların sayıca azlıklarını dile getirmiştir. Çünkü,
Müslümanlar sayı bakımından 313 kişi idiler. Oysa buna karşılık düşman
kuvvetinin sayısı bine ulaşıyordu. Kaldı ki; maddi yapıları ve silâh gücü
açısından da üstün idiler.
Ancak sayıca az ve güçsüz olan Müslümanların her
şeye rağmen manevi güç ve moral üstünlüğü vardı. Müslümanlarda sadece tek bir
deve ve bir at bulunuyordu. Diğerleri ise piyade idiler. Düşmanların ise yüz
kadar atı bulunuyordu, ayrıca savaş araç ve gereçleri, mızrakları ve yük
develeri bakımından da üstün idiler.
Ayette, "zelil" kelimesinin çoğulu olan
kelimesi cem-i kıl-let (azlık çoğul) olarak gelmiştir. Bunun sebebi de, onların
zelil olmaları demek sayılarının azlığı manasmdadır. Yoksa perişanlık ve hezimet
ma-nasında değildir.
"Allah'ları sakının ki, şükretmiş
olasınız." Yani; Allah Rasûlü ile birlikte olup sebat edin ki; Allah'ın
emir ve yasaklarını uygulamanız sebebiyle Allah'ın zafer ve nimetlerine ererek
buna şükredesiniz.
[187]
124 - Hani sen mü'minlere o zaman
şöyle diyordun: "Rabbinizin indirmiş olduğu üç bin melek ile sizi
güçlendirmesi, sizin için yeterli değil midir?"
"Hani sen mü'minlere o zaman şöyle diyordun:" Bu cümle, kavlinden zarftır. Çünkü Bedir gününde onlara bunu söylemişti. Yani: "Allah size bu sözü söylediğinizde size yardımda bulunmuştu. " demektir. Ya da bu, kavlinden ikinci bedeldir. Bu takdirde bu söz onlara Uhud Savaşında denilmiştir, demektir.
"Rabbinizin indirmiş olduğu üç bin melek ile
sizi güçlendirmesi, sizin için yeterli değil midir?"
Kıraat imamlarından İbn Amir, kavlini, rak
okumuştur. Ebu Hayve de bunu, olarak kıraat etmiştir. Bu da yardım ve zater
demektir.
kavlinin manası şöyledir: Onlara üç bin melekle
destek verilmesinin onlara yetmeyeceğini belirten inkar manasında bir
istifhamdır. Burada edatının getirilmesi ise nefyi yani olumsuzluğu pekiştirmek
ya da tekit içindir. Bir de onların azlığına ve zayıflıklarına rağmen,
düşmanlarını sayılarının çokluğu yanında, güç ve kuvvetleri açısından sanki
umutlarını kesmiş gibidirler.
[188]
125 - Evet, bu size yeter. Eğer
sabreder ve sakınırsanız, (düşmanlarınız da) ansızın üzerinize baskın yapacak
olurlarsa Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle sizi takviye eder.
"Evet, bu sîze yeter." Bu ifade edatından
sonra olumsuz manaya karşı olumluluğu belirtiyor. Yani; "Onlarla size
takviye yapılması size yeter", demektir. Bu yeterliliği gerektirmektedir.
Sonra şöyle buyurdu:
"Eğer -savaşa- sabreder ve Allah'tan sakınırsanız"
Allah Rasûlüne muhalefetten ve karşı gelmekten uzak durursanız,
"düşmanlarınız da ansızın üzerinize baskın yapacak olurlarsa/' müşrikler
ansızın size saldırırlarsa...
Ayetteki kelimesi, "kazanın ya da tencerenin
kaynaması" manasınadır. Nitekim, tabiri bu manadadır. Bu ifade sürat ve
hız manasında istiare olarak kullanılmıştır. Daha sonra bu, hakkında asla bir
oyalanma ve sahibi tarafından bir zikzak söz konusu olmayan şeylere isim olarak
kullanılmıştır. Nitekim, denir ki; bu, "Hemen acele ile çıktı. "
demektir. Hatta, "Geldiği gibi anında çıktı, durmadı. " ifadesi de
böyledir. Nitekim; Hanefi alimlerinden büyük; imam Ubeydullah b. Dilhem
Ebu'l-Hasan Kerhî (v.340/951)'nin;
"Mutlak emir fevrilik ifade eder, terahi ifade
etmez." kavli de bu manadadır. Yani; "Mutlak manadaki bir emir,
derhal gereğinin yapılmasını icabetürir, yoksa geciktirmeyi değil." Bu
durumda ayetin bu kısmının manası şöyledir: "Onlar hemen şu anda size
saldıracak olurlarsa."
"Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle
size takviye eder." Meleklerin getirilmesi durumunda onların getirilmesi
ya da gönderilmesi açısından inişleri ertelenmesi geciktirilmez. Yani; yüce
Allah, sizin zafere ermenizde ve size yardım etmede acele eder, sizin
fethinizi kolaylaştırır. Meğerki sabretmiş olasınız ve Allah'ın emirlerine ve
yasaklarına bağlı kalarak Allah'tan sakınasmız.
kelimesini İbn Kesir, Ebu Amr, Asım ve Sehl harfinin
esresiyle olmak üzere, olarak okumuşlardır. Bunun da manası, "işaretli,
alâmeti olan" demektir. Ya da onların binekleri olan atları nişanlı,
işaretli veya alâmetli olup bununla savaş atları olduğu anlaşılsın diyedir.
Zaten kelimesi alâmet, işaret ve nişan
demektir.
İmam Dahhak ise, bunların hayvanların alınlarında ve
kuyruklarında beyaz yün ile damgalanmış olduklarını söylemiştir.
Yukarıda adı geçen imamların dışındaki kıraat
imamları ise bu kelimeyi harfinin fethasıyla, olarak okumuşlardır. Bu da
işaretli, üzerlerinde nişan bulunan demektir. İmam Kelbi (v. 146/763) de şöyle
demiştir:
"Omuzları üzerinden sarkıtılmış sarı renkli
sarıklarla işaretli melekler." Bedir savaşı gününde Zübeyr b. Avvam'm
sarığı san renkli idi. Nitekim, inen melekler de böyle sarı renkli sarıklarla
inmişlerdir.
Katade (v.H8/736)'nin rivayetine göre önce bin, daha sonra üç bin ve en son olarak da beş bin olarak inmişlerdir[189].
126 - Allah, (bu yardımı size)
sırf bir zafer müjdesi olsun ve bununla gönülleriniz rahatlasın diye yaptı.
Yoksa yardım ve zafere erdirmek ancak güç ve hikmet sahibi olan Allah
katmdandır.
"Allah, bu yardımı size sırf bir zafer müjdesi,
olsun ve bununla, gönülleriniz rahatlasın diye yaptı." Bu ayette
kavlindeki zamir, kavlinin delâlet ettiği imdada (takviyeye) racidir. yani;
"Yüce Allah'ın meleklerle siz^e takviye
göndermesi sizin zafere ereceğinizi bildirmek maksadıyla bir müjdeci olsunlar
diye ve bir de, nasıl ki, "sekine" îsrailoğullannın zaferi ve
kalplerinin huzur bulması için verilmiş ise "bununla sizin gönülleriniz
huzur bulsun diye size göndermiştir, "
"Yoksa yardım ve zafere erdirmek güç ve hikmet
sahibi olan Allah kalındandır." Yoksa bu savaşma ile olacak bir şey
değildir. Yani; zafer savaşan güçlünün ya da zayıfın tarafından değil, ancak
Allah'tandır. Yoksa melekler tarafından da değildir. Ancak bu, kendisinden
yardım ve zafer umut edilen ve bu güce sahip olan Allah'ın takviyesi ve Onun
rahmetinden umutvar olmakla olabilir.
O "Azizdir" hükümlerinde Ona karşı koyacak
ve galebe çalacak bir başka güç yoktur. O "Hakim'dir" yani; O dostlarına
zafer verir, yardımda bulunur, onları düşmanlarının saldırısıyla dener.
[190]
127 - (Bu yardım ile) kâfirlerden
bir kısmını helak edip (ortadan kaldırmak) ve bir kısmını da ümitlerini
yitirmiş olarak dönüp gitsinler diye perişan etmek için sizi desteklemiştir.
"Bu yardım ile kâfirlerden bir kısmını helak edip ortadan kaldırmak" kavlindeki edatı ya, kavline, veya kavline ya da, kavline mütealliktir.
Mana şöyledir: "Onlardan bir grup helak olmak
üzere ve bir grup da esir düşerek helak olsunlar diye. " Bilindiği gibi
Bedir gününde müşriklerden yetmiş kişi öldürülmüş ve yetmiş kişi de esir
alınmıştı. Bunlar arasında Kureyş'in önde gelen liderleri de bulunuyordu.
'Ve bir kısmını da hezimete uğratıp pe- etmek için
onları hezimete uğratmıştır." Burada, kavli onlan rezil rüsvay etmek için
ya da hezimete uğratmakla öfkelerini artırmak için demektir. Aslında, kelimesi
kalpte oluşan aşırı korku olup bundan dolayı yüzde bunun belirtileri görülür ve
hemen durum yüze yansır. kavli de; zafere ermeden ve bir başarı ka-zanmadan,
isteklerine ulaşamadan dönüp gitmek demektir.
[191]
128 - Senin onlar için
yapabileceğin bir şeyin yoktur. Allah dilerse Müslüman olsunlar diye ya onların
tevbelerini kabul eder ya da küfürleri yüzünden onlara azab eder. Çünkü onlar
zalimdirler.
"Senin onlar için yapabileceğin bir şeyin
yoklar." Ayetteki, kelimesi kelimesinin ismidir. Haberi de, kavlidir.
kavli ise, kelimesinden hâldir. Çünkü bu, mukaddem sıfattır.
"Allah dilerse Müslüman olsunlar diye ya onların levbelerini kabul eder." Bu cümle, kavli üzerine atfolunmüştur. kavli de matuf ile matufun aleyh arasında itiraz (parantez) cümlesi, yani yan cümleciktir. Mana ise şöyledir:
'Yüce Allah onların her şeylerine sahip ve maliktir.
Dolayısıyla ya onları helak eder veya hezimete uğratıp perişan kılar ya da
Müslüman olmaları hâlinde onların tevbelerini kabul buyurur."
veya küfürleri yüzünden onlara azab eder." Eğer
kâfirliklerinde ısrar ederlerse onları azab eder. Senin onlar adına yapabileceğin
hiçbir şey yoktur. Sen ancak onları uyarmak, onlarla cihat etmekle memur bir
kulsun
İmam Ferra Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad b. Abdullah
(v.207/ 822)'a göre buradaki kelimesi manasınadır. îbn İsa (Ebu'l-Hasan Ali b.
İsa) (328-420/939-1029)'ya göre bu, manasınadır.
Örneğin; Yani; "Ya hakkımı verirsin. Ya da ben
onu zorla almasını bilirim." demektir. Buna göre mana şöyle olmaktadır:
"Onların durumuyla ilgili olarak senin yapabileceğin bir şey yoktur.
Meğerki Allah onların tevbelerini kabul etmiş olsun, bu takdirde sen onların
durumuna sevinir mutlu olursun ya da Allah onlara azab eder, bu durumda da sen
onlardan intikamını almış olursun."
Bir yoruma göre de; Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem) onlara bedduada bulunmak istemiş, ancak Allah onların içinden iman
edecek olanları bildiği için Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) böyle
yapmaktan menetmiştir.
"Çünkü onlar zalimdirler," Dolayısıyla
azaplandırılmayı hak etmişlerdir.
[192]
129 - Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah çok
bağışlayan ve çok merhametedendir.
Emir sana değil, Allah'a aittir. Çünkü göklerde ve
yerde her ne varsa hepsi Onun mülküdür. Bu bakımdan dilediği mü'minleri
bağışlar ve dilediği kâfirlere de azab eder.
[193]
130 - Ey iman edenler! Kat kat
arttırılmış olarak faiz yemeyin. -Faiz yeme hususunda- Allah'tan sakının ki,
kurtuluşa eresiniz.
Kıraat imamlarından Ibn Kesir ve Ibn Amir kelimesini
şeddeli olarak, okumuşlardır. Bu ise faiz konusunda şiddetli kınama ve uyan ile
birlikte almış oldukları faizin her türünü, yani katlamalı olanını da
olmayanını da yasaklıyor. Çünkü cahiliye döneminde adam faizle para mal
veriyor, vade bitiminde ise gelip borçluya ya alacağımı verirsin ya da faizin
miktarım artırırsın diye baskı uygulardı. Ancak bu artırma hâlinde süreyi biraz
daha uzatırdı.
[194]
131 -
Kâfirler için hazırlanmış
olan ateşten sakının.
İmam Azam Ebu Hanife (v.150/767) (Rahmemtlâhi-Aleyh)
diyor ki: "Bu ayet, Kur'an'da yer alan en korkutucu bir ayettir. Çünkü;
Allah bu ayette kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşiyle mü'minleri
tehdit edip korkutmaktadır. Eğer Allah'ın haramlarından sakınmazlarsa bu
tehdit onlar
içindir."
Bundan sonra mü'minlerin Allah ve Rasûlüne itaat etmeleri hâlinde Allah'ın rahmetinden umutvar olabileceklerini şu kavliyle ifade buyuruyor: [195]
132 - Allah'a ve Rasûlüne itaat
edin ki, rahmet olunasınız.
İşte bu ayetle Mürcie mezhebinin görüşleri
reddedilmektedir. Çünkü; bu mezhebin görüşüne göre, "Bir kimse eğer iman
etmiş ise, onun günah işlemesi imanına zarar vermez."
Ancak bize (Ehli Sünnete) göre, kâfir olmayan
isyankâr mü'minlerden kimileri cehenneme girerler. Fakat sonunda cezalarını
çektikten sonra onlar da cennete gireceklerdir.
Yüce Allah'ın, yani; "umulur ki"
manalarına gelen bu edatları bu gibi yerlerde zikretmiş olması -her ne kadar
tefsir bilginleri bu iki edat için, "Bunlar, Allah tarafından zikredilirse
kesinlik anlamı içerir. " demişlerse de- arif olan bir kimsenin mutlaka
işin takva yönüne dikkat etmesi gerekir ve Allah'ın rızasının öyle kolay kolay
kazanı lamayacağına işaret etmeleri icabeder. Allah'ın rahmet ve sevabının güç
kazanılacağım bilmeleri gerekir.
[196]
133. Rabbinizin mağfiretine ve
genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşun. (Bu cennet,) müttakiler için
hazırlanmıştır.
134.
(O takva sahipleri) boklukta
ve darlıkta Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanlan
bağışlarlar. Allah da iyilikte bulunanları sever.
135. (İşte bu özellikleri taşıyanlar) herhangi bir kötülük yaptıklarında veya kendi kendilerine yazık ettiklerinde Allah'ı hatırlayıp hemen günahları yüzünden bağışlanmalarını dilerler. (Zaten) günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki? Bir de onlar işledikleri günahlar üzerinde bile bile ısrar etmezler.
136. İşte onların mükâfatları Rablerinden bir bağışlanma, içlerinde sonsuza dek kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Bu şekilde amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir.
137. Sizden önce nice (ümmetler
hakkında) ilahi kanunlar gelip geçmiştir. Şöyle bir yeryüzünü (dünyayı) dolaşın
da, (Allah 'in hükümlerini ve ayetlerini) yalanlayanların sonlarının ne
olduğunu bir görün.
138. İşte bu (Kur'an'da
anlatılan gerçekler), insanlar için bir açıklama ve (Allah 'in emir ve
yasaklan doğrultusunda hareket edip) sakınanlar için de bir hidayet ve bir
öğüttür.
139. Gevşeklik göstermeyin ve
üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, en üstün sizsiniz.
[197]
133 - Rabbinizin mağfiretine ve
genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşun. (Bu cennet,) müttakiler için
hazırlanmıştır.
Rabbinizin mağfiretine ve genişliği gökler ile yer
kadar olan cennete koşun.
Kıraat imamlarından Nafı ve Ebu Cafer ile İbn Amir
harfi olmaksızın diye okumuşlardır. Bunu ile yani; olarak okuyanlar bu ayeti
makabline (bir öncesine) atfetmektedirler. harfini hazfedip (düşürüp) okuyanlar
ise, bunu yeni bir cümle olarak kabul etmektedirler.
"Mağfiret ve cennete koşmak" demek, kişiyi
bu iki nimete kavuşturacak amellerde bulunması ve onlara koşması demektir.
Daha sonra da bu amellerin şunlar olabileceği belirtilmiştir: beş vakit namaz,
namazın ilk (iftitah) tekbiri veya Allah'a karşı olan taatler, ihlâs, tevbe,
cuma namazı ve cemaat.
"O cennetin genişliği gökler ile yerin
genişliği kadardır. " Nitekim, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
".. O cennetin genişliği gökle yerin genişliği
kadardır."[198]
Bundan murat, cennetin genişlik ve yayılmışhkla
tanıtılmasıdır. Burada Rabbimiz, halk tarafından bilinen yaratılmışların en
geniş ve yayılmış olanına benzeterek cenneti tanıtmaktadır. Özellikle
"genişlik" ifadesinin kullanılması sırf mübalağa için ve uzun olmaya
göre daha yaygın olan bu ifadeye yer verilmiştir. Yani; cennetin uzunluğunun
çok daha fazla oluşuna dikkat çekmek içindir.
İbn Abbas'tan rivayete göre; "Eğer cennet
birbirine eklense, genişliği yedi kat gök ile yedi yeryüzü kadardır."
"Cennet yedinci kat ya da dördüncü kat
göktedir." tarzında gelen rivayetin manası, "Cennet, o cihette ya da
yöndedir." demektir. Yoksa "oradadır" veya, "onun bir
kısmındadır" demek değildir. Bu ifade tıpkı, "ev bahçededir"
ifadesine benzer ki, eğer ev, ona ekli ise, evin kapısı bahçe kapısından
tarafadır, anlamında demektir.
"(Bu cennet,) Allah'ın'emir ve yasakları
doğrultusunda sakınanlar için hazırlanmıştır." kavli aynı zamanda
"cen-net" kelimesinin sıfatı olduğundan mahallen mecrurdur. Yani,
"...sakınanlar için hazırlanmış olan geniş bir cennet. "
Geçen her iki ayet de hem cennetin ve hem cehennemin
yaratılmış olduklarını göstermektedir. Muttaki (sakınan) demek, şirkten uzak
duran demektir. Nitekim; yüce Allah şöyle Duyurmuştur:
"Rabbinizden mağfiret sebeplerine ve Allah'a ve
peygamberlerine inananlar için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin
genişliği kadar olan cennete koşuşun."
[199]
Ya da masiyetlerden sakınıp uzak duranlar için...
Eğer bundan murat ikinci yorum ise bu, "Herhangi bir cezalandırma olmaksızın cennet onlarındır. " manasınadır. Eğer asıl mana ilk yorum ise bu takdirde, "Sonunda yine cennet onlar içindir." demektir. [200]
134 - (O takva sahipleri)
bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları
bağışlarlar. Allah da iyilikte bulunanları sever.
"O takva sahipleri bollukta ve darlık ta Allah
yo lunda harcarlar,"
Eğer, kavli mübteda kabul edilirse kavli üzerinde
vakfedilir (durulur). Dolayısıyla, (bir sonraki ayetteki) kavli de bunun
üzerine atfedilmiş olunur. diye başlayan ayet de haber yapılır. Eğer kavli kavline sıfat yapılırsa ve kavli de
buna atfedilirse bu takdirde vakfedilmez (durulmaz). Yani, "Sakınanlar ve
tevbe edenler için hazırlanmıştır. " olarak değerlendirilirse durulmaz.
"Cennet, hatalarında ısrar edenler için değil
sadece emir ve yasaklar doğrultusunda sakınan ve tevbe edmler içindir."
diye söylersen ben de buna karşılık derim ki:
"Bunun her iki kesim için de hazırlanmış olabilmesi
de caizdir. Daha sonra Allah'ın lütfü ile ve bağışlamasıyla bu ikisinden
başkaları da girecektir. Örneğin: «Şu sofra emir (başkan) için
hazırlanmıştır.», denilir ki; daha sonra aynı sofi-adan onu izleyenler, tabi
olanlar da yiyebilir, manası da çıkar. İşte bu da bunun gibidir. Nitekim, yüce
Allah'ın şu buyruğunu görmez misin:"
"Kâfirler için hazırlanmış olan cehennem
ateşinden sakının."[201]
buyurulduğu gibi kâfirler dışında da bazı kimselerin
oraya gireceği hususunda ittifak bulunmaktadır. Çünkü buna, yalnızca kâfirler
girecektir anlamına gelmez.
Ayette infaka, yani Allah yolunda harcamaya öncelik
verilmesinin sebebi, Allah yolunda harcama yapmanın nefse en ağır gelen bir
ibadet olmasından ve ihlâsa en çok delâlet etmesindendir. Çünkü; Allah yolunda
infakta harcamada bulunmak günümüzün en çok ihtiyaç duyulan amellerin en
önemlisi ve en büyüğüdür. Çünkü düşmana karşı koyabilmek ve gerektiği gibi
savaşmak buna bağlıdır. Aynı şekilde Müslüman fakir ve yoksullarına karşı
gerekeni yapmak da infaka bağlıdır.
Bir başka yoruma göre ise her durumda ve her
halükârda infakta bulunmalıdır. Çünkü; her zaman bolluk hâli yaşayan olduğu
gibi darlık çekenler de vardır.
"Öfkelerini yutarlar" Yani; öfkelerini
gereğini yapmaktan geri durumlar. Nitekim, kırba (testi) ağzına kadar dolup
taştığında, denir. Nitekim; öfkeyi yutmak, öfkesine sahip olmak veya öfkesini
tutmak ifadesi de bu manayadır. Yani, sabretmek suretiyle nefsine hakim
olmaktır ve öfkeden bir iz ve eser bırakmamaktır.
Aslında Gayz: Öflceden kalpteki hararetin yanması
(kan dolaşımının artması) demektir. Hz. Peygamber (Sâllâllahu Aleyhi ve
Sellem)den rivayete göre şöyle buyurmuştur.
"Herhangi bir kimse öflcesinin gereğini
yapabilecek durumda iken eğer öfkesini yutarsa Allah onun kalbini güven ve iman
ile doldurur."[202]
'Ve insanları, bağışlarlar." Yani; herhangi
biri kendisine karşı bir yanlışlık yapar, hata işlerse onu hesaba çekmez. Nitekim
bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Kıyamet gününde bir ünleyici şöyle seslenir:
«Ücretleri Allah tarafından ödenecek kimseler neredeler?» Bu sese ancak
bağışlayanlar kalkıp karşılık vereceklerdir."[203]
Süfyan İbn Uyeyne (v.198/813) Bunu Harun Reşid'e
anlatır. Harun Reşit ise birine oldukça öfkelenmişti. Ancak bunun üzerine ona
dokunmadı, bağışladı.
"Allah da iyilikle bulunanları sever."
kelimesinin başındaki harfi Eğer cins manasında ise, bu, her tür iyiliği
kapsar. Aynı zamanda burada söz konusu olan özelliklere sahip bulunanlar da
girer. Eğer bu harfi ahd içinse sadece burada söz konusu edilenlere işaret
eder.
İmam Sevri (v. 161/777) de diyor ki: "İhsan, senin kötülük yapan kimseye iyilikte bulunmandır. Çünkü; iyilikte bulunan kimseye iyilik yapmak karşılıklı alışverişte bulunmak, ticaret yapmak demektir." [204]
135 - (İşte bu özellikleri
taşıyanlar) herhangi bir kötülük yaptıklarında veya kendi kendilerine yazık
ettiklerinde Allah'ı hatırlayıp hemen günahları yüzünden bağışlanmalarını
dilerler. (Zaten) günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki? Bir de onlar
işledikleri günahlar üzerinde bile bile ısrar etmezler.
"(işte bu özellikleri taşıyanlar) herhangi bir
günah islediklerinde"
kelimesi oldukça çirkin ve iğrenç fiil demektir.
Burada, kavlinin mübteda, kavlinin de haber olması da caizdir.
"veya kendi kendilerine yazık elliklerinde
Allah'ı hatırlayıp hemen günahları, yüzünden bağışlanmalarını dilerler."
Bir yoruma göre, büyük günahlar demektir, "Nefse zulmetmek, kendine yazık
etmek" ise küçük günahlar manasınadır. Ya da "fahişe"
kelimesinden kasıt zina demektir. Nefse zulmetmek ise öpmek, dokunmak ve
benzeri günahlar.demektir.
Hemen tevbe etmeleri için dilleriyle veya
kalpleriyle derhal Allah'ı hatırlayıp anarlar. İşledikleri şeyin çirkin ve
günah olması nedeniyle onlardan vazgeçip mağfiret ve bağışlanma dilerler.
Anlatıldığına göre bu ayet nazil olduğu zaman İblis ağlamış.
"Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar
ki?" Burada, mübtedadır. ise bunun haberidir. Ayrıca bu kelimede edatına raci bir zamir vardır, kavli ise
kelimesindeki zamirden bedeldir. Bunun mana olarak takdiri şöyledir:
'Aslında Allah'tan başka günahları bağışlayacak
hiçbir güç yoktur. Yalnızca Allah bağışlar." Bu ise matuf ile matufun
aleyh arasında bir muterize (parantez) cümlesidir. Bu ifade ile kulların
gönüllerini almak ve hoş tutmak da bulunmaktadır. Tevbeye özendirme ve ona
teşvik vardır. Umutsuzluktan ve yeisten kurtulma duygusu bulunmaktadır. Aynı zamanda
Allah'ın rahmetinin bol ve geniş olduğu ve tevbe edeni Allah'ın
bağışlayabileceği inancı verilmektedir. Öyle ki; bir kimsenin günahı ne kadar
büyük olursa olsun Allah'ın mağfiretinin bunun çok çok üstünde büyük olduğu,
kereminin ve lütfunun daha büyük olduğu inancı yerleştiriliyor.
"Bir de onlar işledikleri günahlar üzerinde
bile bile ısrar etmezler." Yani; işledikleri kötü fiillerinde durup onda
ısrar etmekle, durmazlar. Bir şeyde ısrar etmek demek, onun üzerinde çok durmak
demektir. Nitekim; Hz. Peygamber (Shiialîâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurmuşlardır:
"Eğer bir kimse günde yetmiş kere de günah
işlese mağfiret dilediği müddetçe o günahlarda ısrar etmiş sayılmaz."[205]
Yine şöyle rivayet olunmuştur:
"Mağfiret dilendiği müddetçe büyük günah
kalmaz, günahta ısrar e-dildiği müddetçe de küçük günahlar küçük olarak kalmaz,
büyür."
[206]
kavli, kavlindeki zamirden hâldir. Yani onlar
kötülük yaptıklarını, yanlış iş işlediklerini bilirler veya onlar günahları
yalnızca Allah'ın bağışlayacağını, Ondan başka hiçbir kimsenin günahları
bağışlamayacağını bilirler.
[207]
136 - İşte onların -bu
nitelikleri taşıyanların- mükâfatları -tevbe etmeleri sebebiyle- Rablerinden
bir bağışlanma, -Allah'ın rahme-tiyle- içlerinde sonsuza dek kalacakları,
altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Bu şekilde amel işleyenlerin mükâfatı
ne güzeldir.
Ayette mahsusun bil medih mahzuftur. Yani, "Bu
şekilde amel işleyenlerin mükâfatlarının mağfiret ve cennetler olması ne
güzeldir. " demektir.
Bu ayetin nüzul (iniş) nedeni bir hurma satıcısıyla
alâkalıdır. Kendisinden hurma satın almak isteyen bir kadına, "Evimde
bunların daha güzeli var." diyerek kadını alıp evine götürür ve onu
kucaklayıp öper. Fakat daha sonra ise yaptığına pişmanlık duyar.
Bir başka anlatıma göre ise ayet Ensardan biri hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bununla Sakif kabilesinden birini kardeş yapmıştı. Sakifli kardeşi Ensardan olan kardeşini bir gazaya gitmesi sebebiyle evinin ihtiyaçları için görevlendirmişti. Bu şahıs söz konusu ailenin ihtiyacı var jnı yok mu diye sormak üzere o ailenin evine gider, arkadaşının hanımını görünce onu öper ve fakat yaptığı bu şeyden dolayı pişmanlık duyar. Çığlıklar atarak çöle kaçar Allah da tev-besini kabul buyurur. İşte bu sebeple bu ayet nazil olmuştur. [208]
137 - Sizden önce nice (ümmetler
hakkında) ilahi kanunlar gelip geçmiştir. Şöyle bir yeryüzünü (dünyayı) dolaşın
da, (Allah'ın hükümlerini ve ayetlerini) yalanlayanların sonlarının ne olduğunu
bir görün.
Yani; Allah'ın ayetlerini ve hükümlerini
yalanlayanların başlarına gelen olayları ve onların uygulamalarını görün de
bunlardan kendiniz için ders çıkarıp ibret alın.
[209]
138 - İşte bu (Kur'an'da
anlatılan gerçekler), -veya bu Kur'an-insanlar için bir açıklama ve (Allah'ın
emir ve yasakları doğrultusunda hareket edip) -şirkten- sakınanlar için de bir
hidayet -irşat ve doğru yolu gösterme- ve bir öğüttür. Bir teşvik ve uyandır.
[210]
139 - Gevşeklik göstermeyin ve
üzüntüye kapılmayın. Eğer kten iman etmişseniz, en üstün sizsiniz.
gerçekten iman etmişseniz, en üstün sizsiniz.
"Gevşeklik göstermeyin." Başınıza gelen hezimet sebebiyle, bozguna uğramanız yüzünden cihat görevinden gevşeyip geri kalmayın, cihadı hep sürdürün.
ve üzüntüye kapılmayın." Ele geçiremediğiniz
ganimetler ya da sizden ölenler ve yaralananlar için üzülmeyin. Uhud Savaşında
Müslümanların başlarına gelenlerden dolayı Allah tarafından hem Rasûlullah
(Sallalîâhu Aleyhi ve Sellem) ve hem ashabını teselli babında bir hükümdür ve
onların gönüllerini güçlendiren bir ayettir.
"En üstün sizsiniz," Sizin durumunuz
onlardan çok daha üstündür ve siz galipsiniz. Çünkü onların Uhud Savaşında size
verdirdikleri kayıpların çok çok üstünde siz Bedir gününde onlara tattırdınız,
sizin yaşadıklarınızın en ağırını onlar Bedir gününde ölü ve esirleriyle,
bozguna uğramakla yaşadılar. Ya da sonuç bakımından hem yardım ve hem zafer
açısından siz onlardan en üstünsünüz. Bu, Müslümanların üstünlük ve galip
gelme bakımından kendilerine verilen bir müjdedir. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
"Şüphesiz bizim ordumuz mutlaka onlara üstün
gelecektir."[211]
Kaldı ki; siz durum ve konum bakımından da onlardan
en üstünsünüz. Çünkü; sizin savaşmanız Allah içindir, Allah'ın Kelimesini,
şeriatını yüceltmek içindir. Oysa onlar şeytan adına ve küfrü yüceltmek için
çarpışıyorlar. Ya da sizin ölüleriniz cennette, oysa onların ölüleri ise cehennemdedirler.
"Eğer gerçekten iman elmişseniz.." Bu
nehye kavline mütealliktir. Yani; eğer sağlam ve sıhhatli bir inanca sa-hipseniz
"gevşeklik göstermeyin." Çünkü; imanın sıhhatli oluşu kalbin
kuvvetlenmesini gerektirir, Allah'ın vadine güvenmeyi sağlar, düşmana önem
vermemeyi, onu basit görmeyi öğretir. Ya da kavli, kavline mütealliktir. Yani "Eğer siz
Allah 'm size vadettiği şeyi ve size vermiş olduğu galip gelme müjdesini
doğruluyorsanız... " demektir.
[212]
140. (Ey mü'miriler!) Eğer siz
(Uhud'da) bir yara almışsanız, (Bedir'de düşmanınız olan) o kavim de aynı
şekilde bir yara almıştır. İşte biz o günleri (kiminde zafer ve kiminde
hezimetle) insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri
ortaya çıkarsın ve içinizden şahitler (şehitler) edinsin. Allah zalimleri
sevmez.
141. (İşte bu aynı zamanda,)
Allah'ın mü'minleri ortaya çıkarması ve kâfirleri (inkarcıları) helak etmesi
içindir.
142.Yoksa siz, Allah içinizden
cihat edenleri belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete
gireceğinizi mi sandınız?
143. And olsun ki; siz ölümle
karşılaşmazdan önce onu (şehit olmayı) isteyip dururdunuz. İşte şimdi onu
karşınızda gördünüz; ama hâlâ bakıp duruyorsunuz.
144. Muhammed, ancak (diğer
peygamberler gibi) bir peygamberdir. Ondan önce de (nice) peygamberler gelip
geçmiştir. Eğer o ölür ya da öldürülürse, ökçelerinizin üzerine yeniden küfre
mi döneceksiniz? Her kim dininden dönerse, hiçbir şeklide Allah'a zarar vermiş
olmayacaktır. (Dininde sebat edip) şükredenleri Allah mükâfatlandıracaktır.
145. Hiçbir nefis yoktur ki,
ölümü Allah'ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmış
(takdir edilmiştir). Her kim dünya nimetlerini isterse, ona ondan veririz, kim
de (yaptıklarıyla) ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz
(dinlerinde sebat ile) şükredenleri mükâfatlandırac ağız.
146. Nice peygamberler vardır
ki; beraberlerinde kendilerini Rable-rine adamış kişilerle birlikte savaktılar.
Onlar Allah yolunda başlarına gelenler sebebiyle gevşemediler, zaaf
göstermediler ve boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever.
147. Onların (kendilerini
Rablerine adamış olanların) sözleri sadece şöyle demekten ibarettir.
"Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki aşırılığımızı bağışla;
ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfir olan kavme (topluma) karşı bize zafer
ver."
148.
(Sonunda) Allah da onlara
dünya nimetini ve (en önemlisi) ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah
ihsanda bulunanları sever.
[213]
140 - (Ey mü'minler!) Eğer siz
(Uhud'da) bir yara almışsanız, (Bedir'de düşmanınız olan) o kavim de aynı
şekilde bir yara almıştır. İşte biz o günleri (kiminde zafer ve kiminde
hezimetle) insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri
ortaya çıkarsın ve içinizden şahitler (şehitler) edinsin. Allah zalimleri
sevmez.
"(Ey mü'minler!) Eğer siz (Uhud'da) bir yara
almışsanız," Kıraat imamlarından Hafs dışında Küfe kıraat okulu mensupları
harfinin ötersiyle kelimesini Kur'an'ın her neresinde geçerse olarak
okumuşlardır. Bunların dışındaki kıraat imamları ise fetha harekesi ile olarak
okumuşlardır. Her iki kelime de tıpkı ve gibi dil bakımından aynı manada kullanılan
iki kelimedir. Bİr yoruma göre eğer fetha harekesiyle olursa yara manasına
gelir, eğer ötüre harekesiyle olursa yaradan dolayı oluşan ağrı ve acı
manasınadır.
"(Bedir'de) düşmanınız olan o kavim de aynı
şekilde bir yara alımşır." Yani; onlar Uhud'da sizi yenmişlerse, siz de
daha önce Bedir gününde onlar/yenmiştiniz. Dolayısıyla onların o gün Bedir'de
yenilgiye uğramaları kalplerinde size karşı bir zaaf oluşturmadı ve bu, onları
sizinle yeniden savaşmaktan alıkoymadı. O hâlde sizin bu durumda hiç zaafa
düşmemeniz ve korkuya kapilmamamz daha yerinde olmaz mı? "işte biz 6
günleri kiminde zafer ve kiminde hezimetle insanlar arasında döndürür
dururuz." Yani; onda var olan nimet ya da külfeti, intikamı bazen bir
tarafa ve bazen de diğer tarafa veririz. Nitekim; İmam Siybeveh'in kitabında
yer verdiği şu beyit bu dile getirir:
Bir gün biz yeneriz savaşta, bir gün yeniliriz Bir
gün seviniriz bir gün de üzülürüz.
mübtedadır. ise bunun sıfatıdır. İse haberdir.
"Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın." Biz zafer ve hezimeti
insanlar arasında dönüp dolaştırırız ki; böylece birçok tedbir örneklerini
öğrenmiş olsunlar.
Aynı zamanda Allah daha önceden de bildiği gibi
sabır, iman ve daha başka şeylerle kendisini kanıtlamış olan mü'minleri meydana
çıkarsın, bilsin için. "ve içinizden şahitler (şehitler) edinsin. "
Yani; sizden bazılarınıza şehitlik vererek ikramda bulunsun. Rabbimiz burada
bununla Uhud gününde şehit düşen mü'minleri murat ediyor. Ya da yarm kıyamet
gününde diğer ümmetler üzerinde sizden şahitlik yapmaya elverişli kimseler çıkarsın
için. Nitekim; Rabbimizin şu kavli de buna işaret ediyor:
"İşte böylece insanlara karşı şahit olmanız, ve
peygamberlerin de süse karşı şahit olması için sizi vasat (orta) bir ümmet
kıldık."[214]
Allah zalimleri sevmez." Bu cümle kimi
sebeplere işaret için gelen itiraz (parantez) cümlesidir. Manası ise söyle
dir: "Allah, imanda sebat ederek kendi yolunda cihat üzere hareket edenlerden olmayan münafıklarla kâfirleri sevmez." [215]
141 - (İşte bu ayın zamanda,)
Allah'ın müzminleri ortaya çıkarması ve kâfirleri (inkarcıları) helak etmesi
içindir.
Ayette geçen, "temhis" kelimesi,
temizlemek ve arın-dırmak, tasfiye edip ayıklamak manalarına gelir. ise helak
etmek ve yok etmek manasınadır. Yani; mana şöyle olmaktadır:
"Eğer devlet ve üstünlük inananlardan yana olmazsa
bunu ayıklamak, tasfiye etmek, şehadete ermek ve şahitlik içindir. Eğer
yenilgi kâfirlerin olursa bu, onların helak olmaları ve izlerinin silinmesi
içindir."
[216]
142 - Yoksa siz, Allah içinizden
cihat edenleri belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete
gireceğinizi mi sandınız?
"Yoksa siz, cennete gireceğinizi mi
sandiniz?" Ayetin baş tarafında yer alan edatı, münkatıadır. Başındaki
hemze ise inkâr manasınadır. Yani; "sanmayınız" demektir.
"Allah içinizden cihat edenleri belli
etmeden" Yani; siz savaşmadığınız müddetçe, demektir. Çünkü; ilim maluma
(bilgi bilinene) taallûk eder, onunla bağlantılıdır. Dolayısıyla burada
bilginin olmayışını onun mutaallâkmm olmadığı manasında gelmiştir. Çünkü;
olması gerekenin olmaması diğerinin de olmadığı manasınadır. Örneğin;
"Allah filân kimseden bir hayır bilmedi (bilmiş değildir) denir ki; bu,
"onda hayır beklenecek bir durum yok ki; Allah onun bir iyilik işlediğini
bilmiş olsun. " manasınadır. Yani; o hiç iyilik yapmaz demektir.
edatı ise manasınadır. Ancak bunda bir bakıma her an
bir beklenti var manası bulunmaktadır. Yani bu, geçmişte bir cihadın olmadığını
bildirmekle beraber geleceğe dönük olarak her an çıkabilir, demektir.
"ve savaşla sabredenleri ortaya çıkarmadan,..." edatının izmariyle mansubdur. Başındaki harfi de cemi (çoğul) manasınadır. Örneğin; sütle birlikte balık yeme, gibi. Ya da bu kelime, daha önce geçen, kavli üzerine matuf olup bundan dolayı meczumdur. Ancak iki sakin kelime yanyana geldiklerinden ötürü mim harfine hareke verilmiştir. Fetha harekesiyle harekelenmiş olması makablinin meftuh (üstünlü) olmasındandır. [217]
143 - And olsun ki; siz Ölümle
karşılaşmazdan önce onu (şehit olmayı) isteyip dururdunuz. İşte şimdi onu
karşınızda gördünüz; ama hâlâ bakıp duruyorsunuz.
"And olsun ki; ölümle karşılaşmazdan önce Ölümü
(şehit olmayı) isleyip duruyordunuz," Bu ifadeyle Bedir savaşına
katılmamış olanlara sesleniliyor. Çünkü; bunlar Ra-sûlullah (Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem) ile beraber bir gazaya katılmak arzusunda olan kimselerdi. Çünkü;
şehit olma temennisini gösteriyorlardı. Bunlar Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve
Sellem) ile müşriklere karşı çıkmak için istek ve ısrar gösterenlerdi. Bunun
için Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Seüemfı zorlu-yorlardi. Oysa Rasûlullah
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Medine'de kalıp savunma savaşı yapmak istiyordu.
Yani; mana şöyledir: "Siz onu görmezden önce ölmek, şehit olmak için hep
isteyip duruyordunuz. Bunun ne manaya geldiğini, şiddetini de biliyordunuz.
"
İşte şimdi onu karşınızda gördünüz; ama hâlâ bakıp
duruyorsunuz." Yani; kardeşleriniz gözlerinizin önünde öldürülüp şehit
olunurken ve siz de ölümle yüz yüze gelmişken onu çıplak gözlerinizle görüp
gözetip yaşadınız.
İşte bu, onlar için bir ayıplama ve kınamadır.
Çünkü; ölümü istemişlerdi. Aynı zamanda bu ölüme neden olan şeyi şiddetle
arzulamışlar-dı. Bu, Allah Rasûlünün isteğine rağmen onu Medine dışında savaşa
zorlamaları isteği idi. Daha sonra hezimete uğramaları, yenilgileri de bundan
dolayı oldu.
Esas bilinmesi gereken gerçek şehitlik mertebesine
ermeyi arzulamaktır. Onlar bunun için şehitliği istediler. Oysa bunun içinde
kâfirlere galebe çalmayı, onlara üstün gelmeyi kastetmediler, sadece şehit
olmayı dilediler. Bu adeta şu örneğe benzer. Adam gidip Müslüman olmayan bir
doktora tedavi olup onun verdiği ilâçtan alıp içiyor. Ona tedavi için giden
kimsenin amacı ondan bir şifa beklemektir, iyileşmektir. Ancak aklına hiçbir
zaman Allah düşmanına bir menfaat ve çıkar sağladığını getirmez ve sanatına
yardımcı olduğunu, ona değer kazandırdığını düşünemez.
İbn Kamia bir taş atarak Rasûlullah (Sallallâhu
Aleyhi ve Sellem) azı dişini kırınca, hemen Rasûlullah'ı öldürmek üzere atıldı.
Ancak Mus'ab b. Umeyr (Radıyallahu Anh) derhal engel oldu ve Rasûlullah
(Sallallâhu Aleyhi ve sellem) savundu. Hz. Mus'ab (Radıyaiiahu Anh), bayrak
(sancak) taşırdı. Fakat Hz. Mus'ab (Radıyailahu Anh), İbn Kamia tarafından
şehit edildi. İbn Kamia, Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) öldürdüğünü
sanarak,
— Muhammed'i öldürdüm, diye seslendi. Derken bu
arada:
— Haberiniz olsun, Muhammed öldürüldü, diye bir ses
duyuldu. Bu sesin şeytan tarafından olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla Hz.
Peygamber (Saiiaüâhu Aleyhi ve Sdiemf'm öldürüldüğü yalanı halk arasında
yayılmış oldu. Böylece orduda çözülüp dağılma başgösterdi. Ancak Rasûlullah
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'.
— Ey Allah'ın
kulları! Bana doğru gelin, diyerek ashabını böylece toparlamaya çalışıyordu.
Nihayet ashabından bir kısmı gelip çevresinde toplandılar. Rasûlullah
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kaçışları sebebiyle onları
kınadı. Onlar da:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Babamız ve anamızla hepimizin canı uğruna feda olsun. Bize senin öldürüldüğün haberi geldi. Biz de bunun üzerine geri dönüp kaçtık, dediler. İşte şimdi mealini okuyacağımız ayet bunun üzerine nazil olmuştur. "[218]
144 - Muhammed, ancak (diğer
peygamberler gibi) bir peygamberdir. Ondan önce de (nice) peygamberler gelip
geçmiştir. Eğer o ölür ya da öldürülürse, ökçelerinizin üzerine yeniden küfre
mi döneceksiniz? Her kim dininden dönerse, hiçbir şeklide Allah'a zarar vermiş
olmayacaktır. (Dininde sebat edip) şükredenleri Allah mükâfat! andıracaktır.
"Muhammed ancak diğer peygamberler gibi bir
peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir." Daha
önceki peygamberler nasıl gelip girmişlerse Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve
Sellem) de gidecektir. Önceki peygamberlerin gitmelerinden sonra nasıl ki,
onların dinlerine bağlı kalan tabileri onlardan sonra var olmuşlarsa, sizin de
Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) sonra onun dinine bağlanıp sarılmanız
gerekir. Çünkü; peygamberlerin gönderilmelerinin asıl amacı risaleti,
peygamberlik görevini tebliğdir, gerekli ve bağlayıcı delili ya da hücceti
sunmaktır. Yoksa hep kavmi arasında kalıp yaşaması demek değildir.
"Eğer o ölür ya da Öldürü-liirse, ökçelerinizin üzerine yeniden küfre mi döneceksiniz?" Ayetin başında bulunan harfi kendisinden önceki cümleye şart cümlesi olarak taallukta bulunmaktadır ki; kendisinden önceki cümle sebebiyet manasınadır. Baştaki hemze de inkâr manasınadır. Böylece Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) önce geçen peygarnberleri, bunlann gerisingeri ökçeleri üzerinde dönmelerinin sebebi kılmak doğru değildir. Yani; ölüm veya öldürülme sebebiyle o peygamberlerin bu dünyadan gitmiş olmaları, onların bıraktıkları davalarını terk etmeye neden olamaz. Çünkü; Hz. Mu-hammed (Sallallâhu Aleyhi ve Selem) kavmi de biliyorlar ki, ondan önce gelip geçen peygamberlerin gitmiş olmaları, dinlerinin sona ermesi anlamında değildir. Onlardan sonra onların o din üzerinde varlıklarını sürdürmeleri, hak dine olan bağlılıklarından ve ona sarılmalarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu, Müslümanların da Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellemfin dinine sarılıp ona bağlanmalarını gerektirmektedir, yoksa gerisin geri Ökçeleri üzerinde dönmeyi değil.
Ökçeler üzerinde geriye, dönmek demek, mecazî
anlamda olup, dininden dönmek, irtidat etmek veya hezimete (bozguna) uğramak
manasınadır.
"Her kim dininden dönerse, hiçbir şekilde
Allah'a zarar vermiş olmayacaktır." O ancak kendisine zarar verir.
"Dininde sebat edip Zikredenleri Allah mükâfatlandır'acaklır." Yani;
dininde sebat edip dönmeyenler... Allah, onları "şükredenler" diye
adlandırıldı. Çünkü onlar yaptıkları şeyler sebebiyle İslâm nimetine
şükrettiler.
[219]
145 - Hiçbir nefis yoktur ki,
ölümü Allah'ın iznine bağlı olmasın. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmış
(takdir edilmiştir). Her kim dünya nimetlerini isterse, ona ondan veririz, kim
de yaptıklarıyla ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz (dinlerinde
sebat ile) şükredenleri mükâfatlandıracağız.
"Hiçbir
canlı yoktur ki; ölümü Allah'ın iznine bağlı iznine bağlı olmasın." Yani;
hepsi Allah'ın bilgisi ve ilmi dahilindedir. Veya Allah'ın, o l«imsenin ölümü
hususunda ölüm meleğine izin vermesine bağlıdır. Burada mana şöyle olmaktadır:
"Allah'ın dilemesi ve izni olmaksızın bir canlının ölümü
imkânsızdır." İşte ayetin bu kısmında cihada teşvik ve düşman ile
karşılaşmaya da cesaretlendirme bulunmaktadır. Dolayısıyla bundan sakınıp
kaçınmanın herhangi bir yarar sağlamayacağını da bildirmektedir. Çünkü; hiçbir
kimse eceli gelmeden, süresi bitmeden ölmeyecektir. Hatta en tehlikeli
olayların içerisine dalsa ve insanların oraya girenin kurtuluşu olamaz
dedikleri yerlerde bile eğer ecel bitmemişse ölüm gelip onu yakalamaz.
Bombardıman misali her taraftan silâh ve mermilerle, öldürücü silâhlarla devam
eden savaşların ortasında kalsa da eceli gelmemişse Ölüm gelip onu yakalamaz.
"Otum belirli bir süreye göre yazılmış (takdir
edilmiş-tir)." Yani; ölüm vakti belirlenen bir şey olup ne bir an öne
alınır ve ne de bir an geri atılır. Kısaltılıp uzatılmaz. Süresinde
gerçekleşir. kelimesi müekked mastardır. Çünkü mana: "Ölüm, süresi tayin
edilmiş bir yazı olarak kesinleşmiş bir yazıdır. " demektir.
Her kim ameliyle -giriştiği savaş ile- dünya
nimetini -ganimetini- islerse, ona ondan veririz.'' Bu, Uhud Savaşı gününde
ganimetlerin peşine takılıp da savaşı bırakanlara bir tariz, bir uyarı
niteliğindedir. "Kim de yaptıklarıyla ahirel sevabını -Allah'ın
kelimesinin yücelmesini ve ahiretteki derecesinin üstün olmasını- isterse ona
da ondan veririz. Biz dinlerinde sebat ile şiihredenleri
mükâfatlandıracağız." Allah'ın dininde sebat ederek Allah'a şükreden ve
cihat yapmaktan hiçbir şeyin kendilerini alıkoymadığı ve meşgul etmediği
kimseleri de hiç kimsenin hayal etmediği mükâfatlarla ödüllendireceğiz.
[220]
146 -
Nice peygamberler vardır ki;
beraberlerinde kendilerini Rablerine adamış kişilerle birlikte savaştılar.
Onlar Allah yolunda başlarına gelenler sebebiyle gevşemediler, zaaf
göstermediler ve boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever.
"Nice peygamberler vardır ki; beraberlerinde kendilerini Rablerine adamış kişilerle birlikte savaştılar." Bu ayetteki, kelimesinin aslı dir. Burada kelimesinin başına teşbih anlamında olan harfi gelmiştir. Bu da teksir, yani çoktuk manasında olan, "nice" kelimesi manasınadır.
Kıraat imamlarından İbn Kesir, Kur'an'ın neresinde
gelirse gelsin, kavlini, vezninde, olarak okumuştur. Diğer ki-raat imamları ise
ayette görüldüğü gibi okumuşlardır.
kelimesini ise kıraat imamlarından İbn Kesir, Ebu
Amr, Yakup ve Nafi olarak okumuşlardır. ise kelimesindeki zamirden hâldir.
Manası da şöyledir: "Beraberlerinde kendilerini Rablerine adamış alimler
olduğu hâlde öldürüldüler."
ise rabbaniler (kendilerini Rablerine adayanlar)
manasınadır.
Hasan Basri bunu harfinin dammesiyle (ötreyle) olarak kırat ederken kimisi de harfinin
fethasıyla, olarak okumuşlardır. Fetha yani üstün hareke ile okumak kıyasa
göredir. Çünkü bu şekliyle "Rabbe mensup" demektir. Ancak damme ve
kesre hareke ile okumak ise olagelen değişiklikler sebebiyledir.
"Onlar Allah yolunda baslarına gelenler sebebiyle gevşemediler -peygamberlerinin öldürülmesi sırasında çözülüp dağılmadılar-, düşman karşısında zaaf göstermediler" ondan sonra cihat etmekten geri kalmadılar "ve onlara boyun eğmediler." Düşmanlarının önünde eğilmediler. Rasûlullah (Saiiattâhu Aleyhi ve Sellemfm Öldürüldüğü haberi üzerine meydana gelen panikte ve gösterilen zaaf sebebiyle burada onlara bir tariz yer almaktadır. Çünkü bazı sahabi öylesine zaaf içine girdiler ki; bunlar münafıkların başı olan Abdullah b. Übey b. Selûl'ü aracı kılıp Ebu Süfyan'a göndermeyi ve ondan eman dilemeyi bile düşünmüşlerdi. "Allah -kâfirlerle yapılan cihada- sabredenleri sever." [221]
147 - Onlar (kendilerini
Rablerine adamış olanların) sözleri sadece şöyle demekten ibarettir.
"Rabbimiz! Günahlarımızı ve içimizdeki aşırılığımızı bağışla;
ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfir olan kavme (topluma) karşı bize zafer
ver."
"(Kendilerini Rablerine adamış olanların)
sözleri sadece söyle demekten ibarettir:" Onların bu esnada söyledik-leri
sözler ancak şu ifadelerden ibaret bulunmaktadır. "Rabbimiz günahlarımızı
ve ilimizdeki aşırdığımızı ba-ğışla;" Kul olmamız bakımından yaptığımız
yanlışları bizden geç. Bu, onların kendilerini Rablerine adayanlar olmalarına
rağmen, yine de günah ve suçu kendilerine izafe etmeleri, kusuru kendilerinden
bulmaları manasınadır. "Ayaklarımızı yolunda, sabit kıl;" Savaşta
bize sebat ver. "kâfir olan kavme (topluma) karsı bize zafer ver."
Bizim üstün gelmemizi sağla.
Dikkat edilirse burada geçen duanın baş tarafına ilk madde olarak günahlardan mağfiret istenmiştir. Bu madde savaşın tam ortasında ayakların sebatı, savaşa direnme gücü ve düşmana karşı zafer isteklerinden önce getirilmiştir. Bunun da sebebi, duanın kabul edilmesi ve icabeti bakımından en uygun yol olmasındandır. Çünkü; bununla alçak gönüllülük, düşmana boyun eğmeme manası aslında dile getiriliyor. [222]
148 - (Sonunda) Allah öf onlara
dünya nimetini ve (en önemlisi) ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah
ihsanda bulunanları sever.
"Sonunda Allah da onlara dünya sevabını (nimetini)" yardımı, zaferi ve ganimeti "ve en önemlisi ahiret sevabıma güzel olanını verdi " Mağfireti ve cenneti verdi. Ayette "güzel" ifadesine yer verilmiş olması, ahiretin fazlı ve öncelikli olması bakımındandır. Çünkü; Allah katında kulu için hazırlanan şey budur. "Allah ihsanda bulunanları sever." Yani; ihsanda bulunan ve iyilik yapan işte bu rabbanilerdir, ki işte Allah onları sever. [223]
149. Ey iman edenler! Eğer
kâfirlere (sözlerine) uyarsanız sizi ökçelerinizin üzerine (eski dininize)
çevirirler. İşte o zaman büsbütün kaybedenlerden olursunuz.
150. Oysa sizin Mevlanız
Allah'tır. O, yardım edenlerin en ha-yırlısıdır.
151. Allah'ın kendileri
haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmaları sebebiyle
kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Onların gidecekleri yer de
cehennemdir. Zalimlerin varacakları yer ne kötüdür!
152. Şüphesiz Allah, size
verdiği sözünü yerine getirmiştir. Siz düşmanlarınızı Allah'ın izni (ve
yardımıyla) kırıp geçiriyordunuz. Ne var ki Allah size, istediğiniz galibiyeti
(üstünlüğü) gösterdikten sonra zaafa düştünüz ve peygamberin verdiği emir
konusunda tartışmaya başladınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden kiminiz
dünyayı istiyor ve kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra Allah, sizi denemek için
onları yenmenizden alıkoydu. Bununla beraber yine de sizi bağışladı. Allah,
mü'minlere karşı çok lütufkârdır.
153. Allah Rasûlü arkanızdan
sizi çağırıp durduğu hâlde siz hiç kimseye bakmaksızın (savaş alanından
kaçarak) uzaklaşıyordunuz. İşte bunun için Allah size keder üzerina?keder verdi
ki; bundan dolayı ne elinizden gidenlere ve ne de başınıza gelenlere
üzülmeyesiniz. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
154. Sonra o kederin ardından
Allah size bir güven (duygusu) ve uyuklama (hâli) indirdi ki; bu, içinizden bir
kısmınızı bütünüyle örtmüştü. Bir kısmı ise canlarının derdine düşmüşlerdi.
Allah'a karşı haksız yere cahiliye dönemindekine benzer düşüncelere kapılmaya
başladılar, "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı. (Ey
Muhammed) De ki: "Bütün işler Allah'a aittir." Onlar sana
açıklayamadıkları şeyleri içlerinde gizli tutuyorlar. Ve diyorlar ki:
"Eğer bu işten bizim bir payımız olsaydı, burada öldürülmezdik."
Onlara de ki: "Eğer evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmeleri
(alınlarına) yazılmış olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden
giderlerdi. Allah, gönüllerinizde olanları yoklamak ve kalplerinizdekileri
temizlemek için sizi bu denemelerden geçiriyor. Allah sinelerin özünde olanı
çok iyi bilir."
[224]
149 - Ey iman edenler! Eğer
kâfirlere (sözlerine) uyarsanız sizi ökçelerinizin üzerine (eski dininize)
çevirirler. İşte o zaman büsbütün kaybedenlerden olursunuz.
"Ey iman edenler! Eğer kâfirlere (sözlerine) uyarsanız, sizi ökçelerinizin üzerine gerisin geri eski dininize çevirirler." Yani; sizi şirke geri döndürürler. İşte o zaman büsbütün kaybedenlerden olursunuz." Bir yoruma göre bu hüküm bütün kâfirler için olmak üzere âmm (genel)dır. Dolayısıyla mü'minlere düşen görev onlardan uzak durmaktır, hiçbir konuda onlara itaat etmemektir. Aksi takdirde bu, onlarla muvafakate, anlaşmaya kadar gidebilir. Aralarında mesafe olmalı ki; onlarla birliktelik olmamış olsun.
Süddi Kebir'den gelen yoruma göre demiştir ki: "Eğer Ebu Süfyan ve arkadaşlarına sığınır, onlardan eman dilerseniz, onlar sizi tekrar şirke, küfür inancına döndürürler."
Hz. Ali (Radıyaliahu Anh/den gelen rivayete göre
demiştir ki: "Bu ayet, mü'minlerin bozguna uğramaları üzerine
münafıkların, «Tekrar kardeşlerinizin yanına dönün ve onların dinine girin.»
demeleri üzerine nazil olmuştur."
[225]
150 - Oysa sizin Mevlamz
(Allah'tır). O, yardım edenlerin en hayirlısıdir.
Size yardım edecek olan O' dur. O hâlde
başkalarından yardım istemekten uzak durun.
[226]
151 - Allah'ın kendileri
haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmaları sebebiyle
kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Onların gidecekleri yer de
cehennemdir. Zalimlerin varacakları yer ne kötüdür!
"Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil
indirmediği şeyleri Allah'-a ortak koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalplerine
yakında korku salacağız," Kıraat imamlarından Ibn Amir ve Ali Kisai,
kelimesini Kur'an'ın neresinde geçerse geçsin harfinin ötresiyle, olarak
okumuşlardır. Her ikisi de dil açısından okunabilmektedir.
Rivayete göre Allah, Uhud Savaşında müşriklerin
kalplerine korku salmıştır. Bundan dolayı ortada hiçbir durum yok iken ve galip
durumda iken kaçıp Mekke'ye gitmişlerdir.
"Allah'a ortak koşmaları sebebiyle" Yani;
şirkleri yüzünden. Kısaca kalplerine korku atılmasının nedeni, onların Allah'a
ortak koşmaları, kimi şeyleri Allah şerik tanımalarıdır. "Allah'ın
kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği.." Yani; kendisine şerik
(ortak) koşulsun diye yüce Allah'ın haklarında hiçbir kanıt ve hüccet
indirmediği şeyleri ilâhlar olarak tanıdılar. Yani; "Aslında şirk için bir
delil vardır da, Allah bunlara bu konuda bir delil (hüccet) indirmedi."
demek değildir. Çünkü; şirkin hangi türü olursa olsun kesinlikle onun lehinde
bir delilin ya da hüccetin inmesi asla söz konusu olmadığı gibi zaten doğru
değildir. Buradaki ifadeden asıl maksat şudur; Şirkle alâkalı hiçbir delilin
inmeyeceğini, inmesinin de mümkün olmadığını bütünüyle reddetmektir. Nitekim,
şair şöyle der:
Orada bir kertenkele yok ki, ürküp deliğe girsin.
Yani; orada herhangi bir kertenkelenin bulunmasına önem vermediği gibi deliğe de girip saklanmaz. Onu umursamaz, demektir.
"Onların gidecekleri -dönecekleri-yer
cehennemdir. Zalimlerin dönüp gidecekleri yer ne kötüdür." Ki onların
girecekleri yer cehennem ateşidir. Burada mahsusun bizzem mahzuftur.
Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
ashabıyla beraber Medine'ye döndüklerinde bazı kimseler:
"Bize bu yenilgi nereden geldi? Oysa Allah bize
yardım ve zafer vadetmişti." demişlerdi. İşte bunun üzerine şimdi
tefsirini okuyacağımız a-yet nazil olmuştur:
[227]
152 - Şüphesiz Allah, size
verdiği sözünü yerine getirmiştir. Siz düşmanlarınızı Allah'ın izni" ve
yardımıyla kırıp geçiriyordımuz. Ne var ki Allah size, istediğiniz galibiyeti
(üstünlüğü) gösterdikten sonra zaafa düştünüz ve peygamberin verdiği emir
konusunda tartışma-
ya başladınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden
kiminiz dünyayı istiyor ve kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra Allah, sizi
denemek için onları yenmenizden alıkoydu. Bununla beraber yine de sizi
bağışladı. Allah, mü'minlere karşı çok lütufkârdır.
"Şüphesiz Allah, size verdiği sözünü olduğu
gibi yerine getirmiştir." Yani; Allah sözünü ve vaadini
gerçekleştirmiştir. "Siz düşmanlarınızı Allah'ın izni De yardımıyla kırıp
geçiriyordunuz" Yani; onların köklerini kazırcasına Allah'ın emri ve bilgisi
ile hızlı bir şekilde öldürüyordunuz. İbn İsa da: "onu öldürmekle ortadan
kaldırdı." diye bu kelimeyi manalandınyor.
"Nihayet zaafa düştünüz" korktunuz
"ve peygamberin verdiği emir konusunda tartışmaya başladınız" ihtilafa
düştünüz ve emre karşı geldiniz." Yani, merkezi bırakarak peygamberinizin
emrini tanımadınız, gidip ganimetle meşgul oldunuz. "Allah, size
istediğiniz galibiyeti (üstünlüğü) gösterdikten sonra..." Zaferi
kazandıktan, kâfirleri kahredip ezdikten sonra.. kelimesinin müteallâkı
(taalluk ettiği kelime) mah-zuftur. Takdiri ise, kavlidir. Yardımını sizden
esirgedi. Ayrıca mananın şöyle olması da caizdir: "Allah siz zaafa
düştüğünüz ana kadar verdiği sözünü olduğu gibi yerine getirdi. "
"içinizden kiminiz dünyayı istiyor." ganimete konmak istiyor. İşte
merkezi bırakıp ganimete koşan bunlardır.
Rivayete göre savaşta Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem) Uhud'u arkasına almış ve Medine istikametlerine gelecek şekilde
durmuştu. Okçuları da dağın önemli merkezine yerleştirmişti. Okçuların
yerlerinden hiçbir şekilde ayrılmamaları için de kesin bir talimat vermişti.
Müslümanlar ister kazansınlar, ister kaybetsinler, okçuların hiçbir şekilde
yerlerini terk etmemelerini kesin bir dille ifade buyurmuştu. Müşrikler gelmeye
başladıklarında okçular onların atlılarını vuruyorlardı, geri kalanlar ise
kılıçlarıyla düşmana saldırıyordu. Nihayet bozguna uğradılar, Müslümanlar da
peşlerine takılarak onları öldürüyorlardı
Sonunda Müslümanlar zaafa düştüler ve peygamberin
emrini tartışmaya başladılar. Kimisi:
— Müşrikler artık bozguna uğradılar, biz neden hâlâ
yerimizde bekleyelim ki, demeye başladılar.
— Hemen siz de gidin Müslüman askerlerine katılın,
kardeşlerinizle birlikte siz de ganimete koyulun, diye konuşurken, kimisi de:
— Allah Rasûlü'nün emrine karşı gelmeyin, uyarısında
bulunuyordu.
Emre uyarak yerinde kalanlar şunlardı; Okçuların
komutanı Abdullah b. Cübeyr ile sayıları onu bulmayan birkaç kişi kalmışlardı.
İşte şimdi manasını okuyacağımız ayet bu noktaya işaret ediyor:
"ve kiminiz de ahireli isliyor." Müşrikler
hemen Müslüman okçuların bulunduğu tarafa saldırarak, komutan Abdullah b.
Cübeyr'i öldürdüler. Oradan da Müslümanların üzerine saldırıya geçtiler. Bunun
üzerine Müslümanlar bozguna uğradılar. Dolayısıyla bunun üzerine Müslümanlardan
da şehit düşenler oldu. İşte ayetin şu kavli de buna işaret buyuruyor:
"Sonra Allah, sizi -musibetlere karşı sabretme
ya da etmeme, böyle bir durumda sebat edip etmeme konusunda— denemek için
onları, yenmenizden sizi alıkoydu." Yani; Allah sizden yardım elini çekti.
İşte bunun sonucu olarak da onlar sizi yendiler. Kısaca Allah sizi bir
denemeden, sınavdan geçirdi. Çünkü Allah, kulunun durumuna göre onu
değerlendirip ya ödüllendirecek veya cezalandıracaktır. Yoksa Allah katında
bilinen duruma göre değil. Yani; kulunu imtihan etmeden ne yapacağım zaten
bildiği gerçeğiyle muamele edecek değildir.
"Bununla beraber yine de sizi bağışladı."
Çünkü; Allah'ın Rasûlü'nün emrine karşı gelmenizden sonra duyduğunuz pişmanlık
nedeniyle sizden meydana gelen aşın ve yanlış davranışınızı Allah bağışladı.
"Allah müminlere karsı çok lütuf-kârdır." Onları affetmekle, tevbelerini kabul buyurmakla lütufkârdır. Ya da O Allah her halükârda onlara Karşı lütuf sahibidir. İster başarı ve üstünlük mü'minlerden yana olsun, ister düşmanlardan yana olsun, Allah her halükârda mü'minlere karşı lütuf ve ikram sahibidir. Çünkü imtihan olmak, birtakım denemelerden geçmek de bir rahmettir. Nitekim; başarı zaferdi, yardım da zaferdi. [228]
153 -
Allah Rasülü arkanızdan sizi
çağırıp durduğu hâlde siz hiç kimseye bakmaksızın (savaş alanından kaçarak)
uzaklaşıyordunuz. İşte bunun için Allah size keder üzerine keder verdi ki;
bundan dolayı ne elinizden gidenlere ve ne de başınıza gelenlere
üzülmeyesiniz. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
"Allah Rasâlü arkanızdan sizi çağırıp durduğu
hâlde siz hiç kimseye bakmaksızın savaş alanından kaçarak uzaklaşıp
duruyordunuz." Ayetin baş tarafındaki, kavli, ya kavliyle veya, ya da
gizli bir kavliyle mansubdur. Yani, siz yeryüzünde hızlıca kaçıp gidiyordunuz.
İs'ad kelimesi, yeryüzünde gitmek, yürümek, hareket etmek manalarına olup
uzaklaşmak da bu mananın içerisinde yer almaktadır.
yani ''kimseye dönüp bakmıyorsunuz." Bu ifade
Müslümanların büyük bir panik ve korku içinde kaçışmalarını ve düşmandan olan
korkularını sergileyen bir ifadedir. "Oysa Allah Rasâlü arkanızdan sizi
çağırıp duruyordu," RasûlulIah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ashabına
şöyle sesleniyordu:
"Ey Allah'ın kulları! Bana gelin, bana! Kim
geri dönüp bana gelirse cennet onu bekliyor."
cümlesi^hâl olarak gelmiştir. Yani; arkanızdan,
oluşturduğunuz kaçış grubundan. Örneğin; insanların ardından geldim, onlardan
sonra geldim, tabirleri de bu manadadır. Nitekim, Onların ilki olarak geldim,
ifadesi de "öncüleri gelen ilk cemaatleri olarak geldim" demektir.
"İşle bunun için Allah size keder üzerine keder
verdi ki," Bu cümle, üzerine matuftur. Yani, "Allah, sizin onları
yenmenizi engellemesiyle sizi keder ve üzüntü üzerine kederle cezalandırdı.
Çünkü siz, Allah Rasûlü'ne karşı gelmekle, emrini tutmamakla ona karşı
gelmiştiniz ve ona böyle bir acıyı tattirmıştınız. Bunun için de Allah size
keder üstüne keder tattırdı. Ya da kat kat üzüntü, çok şiddetli sıkıntı verdi,
tasa üzerine tasa getirdi, biri bitmeden diğerini getirdi."
Kısaca Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
öldürüldüğü, yaralandığı, müşriklerin zafer kazandığı haberinin yayılması,
kendilerinden öldürülenlerin haberlerinin yaygınlaşması, ganimeti elden
kaçırmaları, zafer kazanmamaları gibi korku, panik ve dağılma hareketleri hep
bu keder cinsinden olan şeylerdir.
"bundan dolayı ne elinizden gidenlere ve ne de
başınıza gelenlere üzülmeyesiniz." Yani; bundan böyle tasa ve üzüntü
tatmanız hâlinde bir daha elde edemediğiniz çıkarlarınız için ve gelecekte
başınıza gelebilecek musibetler bakımından deneyimli olasınız ki; bir daha
aşırı bir hüzne ve üzüntüye kapılmayasınız. Korkularınızın ve endişelerinizin
yersiz olduğunu bilesiniz.
"Allah bütün yaptıklarıızdan haberdardır." Amelinizi ve işlediklerinizi Allah bilir. Yaptıklarınızdan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. İşte bu, Allah'a itaate teşvik ve isyandan uzaklaşmaya da bir uyan ve korkutmadır. [229]
154 - Sonra o kederin ardından
Allah size bir güven (duygusu) ve uyuklama (hâli) indirdi ki; bu, içinizden bir
kısmınızı bütünüyle örtmüştü. Bir kısmı ise canlarının derdine düşmüşlerdi.
Allah'a karşı haksız yere cahiliye dönemindekine benzer düşüncelere kapılmaya
başladılar, "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı. (Ey Muhammed)
De ki: "Bütün işler Allah'a aittir." Onlar sana açıklayamadıkları şeyleri
içlerinde gizli tutuyorlar. Yine diyorlar ki: "Eğer bu işten bizim bir
payımız olsaydı, burada öldürülmezdik." Onlara de ki: "Eğer evlerinizde
kalmış olsaydınız bile, öldürülmeleri (alınlarına) yazılmış olanlar, öldürülüp
düşecekleri yerlere kendiliklerinden giderlerdi. Allah, gönüllerinizde olanları
yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için sizi bu denemelerden geçiriyor.
Allah sinelerin özünde olanı çok iyi bilir."
"Sonra o kederin ardından Allah size bu güven
ve uyuklama hâli indirdi ki; bu, içinizden bir kısmınızı bütünüyle Örtüp
bürümüştü." Daha sonra Allah mü'minlere güven indirdi, kendilerinde oluşan
korkuyu yok etti. Öyle ki; bu güvenden ötürü uyuklamaya başladılar, kendilerini
uyku hâli bastı.
Ebu Talha diyor ki: "Biz savaş saflarında
bulunuyor olduğumuz hâlde, hepimizi bir uyuklama bürüdü, Hatta kimimizin
elinden kılıcı düşüyordu da, hemen uyanıp alıyordu, kılıç tekrar düşüyor ve
düşen kılıcı yine alıyorduk."[230]
kelimesi, emniyet ve güven demektir. kelimesi, kelimesinden
bedeldir veya Mef ulun bihtir. Fakat, kelimesi de kelimesinden mukaddem hâldir.
Tıpkı, gibi. Dolayısıyla ayet esasen şöyle demektedir: "Allah üzerinize
güven dolu bir uyuklama indirdi." Çünkü uyuklamanın kendisi güven demek
değildir. Burada aynı zamanda, kelimesinin mef ulü leh veya "güven
sahibi" anlamında muhataptan hâl olması da caizdir. Ya da, kelimesinin
tıpkı kelimesinin, kelimesinin çoğulu olduğu gibi, kelimesinin çoğulu olması da
caizdir. yani, uyuklama bürüdü (kapladı), tuttu. Kıraat imamlarından Hamza ve
Ali bu kelimeyi harfiyle ve imaleyle okumuşlardır. Yani, bunu
"güven" kıldı.
Bunun manası sizden bir grup, bir cemaat ve yakin
sahibi kimseler, demektir.
"Bir kısmı -münafıklar- ise canlarının derdine
düşmüşlerdi." Bunlar yalnızca kendilerini ve canlarını nasıl kurtaracaklarını
düşünüyorlardı. Bunların din adına bir endişeleri, bir dertleri yoktu.
Rasûlullah'ı ve Müslümanları -Allah onlardan razı olsun- dert e-dinmemişlerdi.
"Allah'a karsı haksız yere cahi- dönemindekine
benzer düşüncelere kapamaya başladılar." Buradaki kavli mastar hükmündedir. Yani; "Bu
münafıklar hak manadald bir zan ile düşünmeleri gerekirken tam bunun tersi olan
ve hak ile ilgisi bulunmayan bir şekilde ve zan ile düşünürler. " Bu da,
Allah Rasûlü Hz. Muhammed (Sallâhü Aleyhi ve sellem) yardım etmeme düşüncesi
ve arzusudur.
kavli bir öncesinden bedeldir. Bundan maksat; cahili
toplumlara ve dinlere ait düşünce sistemine bağlı bir düşünceye sahip çıkarlar.
Ya da cahiliye toplumunun düşünce sistemine bağlı bir düşünceyi gündeme
getirirler. Yani; böyle bir düşünceye başkaları değil, sadece müşrikler,
Allah'a ortak koşan cahiller sahip çıkarlar, onlar savunurlar.
"Bu işlen bize bir şey var mı,
diyorlardı." Ey Müslüman toplumu, Allah'ın bu emrinde (işinde) bizim bir
payımız var mı? Müşrikler böyle bir soru ile Allah'ın yardımını ve düşmanlara
üstün gelmeyi soruyorlardı.
"De ki: Bütün işler Allah'a aittir." Yani;
yardun, zafer ve üstün gelme işi. Hepsi de Allah'ın dost ve velileri olan müminler
içindir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
"Doğrunu bizim ordumuz mutlaka üstün
gelecektir."[231]
kavli emri tekit içindir. lâfza-i celâli edatının
haberidir. kavli mübtedadır, haberi de; lâfza-i celâlidir. Cümlenin kendisi de,
edatının haberidir.
Kıraat imamlarından Ebu Amr; lâm harfinin ref iyle,
olarak okumuştur.
"Onlar sana açıklayamadıkları şeyleri,
içlerinde gizli tutuyorlar." Kılıç ve öldürme korkusuyla
açıklaya-mıyorlar.
"Yine diyorlar ki:" O münafıklar senin
onlara dediğin, Her şeyAllah'ın
elindedir," sözünü inkâr maksadıyla kendi kendilerine veya birbirlerine
şöyle derler:
"Eğer bizim bir payımız olsaydı, burada
öldürülmezdik." Yani; iş, Muhammed'in; "Her şey Allah'ın elindedir.
" ve Allah'ın dostları içindir, diye söylediği gibi olsaydı, galip
olanlar mutlaka Müslümanlar olurdu, hiçbir zaman biz mağlup olmazdık, dediler.
Bu ifadeleri, söz konusu Uhud Savaşında kimi Müslümanların şehit düşmeleri
üzerine söylüyorlardı.
kavli, kavlinin sıfatıdır. kavli de, kavlinin
haberidir veya bir başka sıfattır. Ya da hâldir. Yani,
"Bizzat kendileri sandılar ki." demektir.
kavli de, kavlinden bedeldir. kavli ise, kavlinden hâldir. kavli de hâl ile
zi'lhâl arasında muterize (parantez) cümleşidir. fiili, fiilinden bedeldir ya
da istinaf cümlesidir.
"Onlara de ki: «Eğer evlerinizde kalmış
olsaydınız bile, öldürülmeleri takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri
yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi.»1' Yani; yüce Allah'ın ezeli
ilminde sizden eğer bu Uhud Savaşında öldürülecek olanlar olacak idiyse ve bu
da Levh-i Mahfuz'da takdir edilip yazılmış idiyse, sizin bundan kurtuluşunuz
asla mümkün olmayacaktı. Hatta sizler evlerinizde oturuyor olsa idiniz bile
yine ölüm gelip sizi bulurdu. Mutlaka sizin kendinizin arasında bir arbede
çıkardı ve sizden üzerine öldürülmeleri takdir edilenler kesinlikle öldürülüp
düşecekleri yerlere gelirlerdi. Yani Uhud'daki düşecekleri yerlere gelirlerdi.
Çünkü; Allah'ın bildiği gerçek mutlaka olacağına varırdı.
Mana şöyledir: "Allah Levh-i Mahfuz'da mü'minlerden kimin öldürülüp şehit edileceğini yazmıştır. Buna rağmen galip olanların üstün gelenlerin de sonuçta onlar olacağını da yazmıştır. İslâm dininin de bütün dinlere üstün geleceğini de bu manada takdir buyurmuştur. Ancak kimi zamanlarda meydana gelen bir takım yenilgilerin sebebi de onların arındırılmaları içindir, bir tür denemedir."
"Allah, gönüllerinizde olanları yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için sizi bu denemelerden geçiriyor." Mü'minlerin gönüllerindeki samimiyet ve ihlâsı denemek, ortaya çıkarmak ve onların kalplerindeki şeytanî vesveseyi de arındırmak için bu yollardan geçirip deniyor. Nitekim; bunu yaptı ya da bunları birçok maslahatlar gereği işledi. İmtihan ve deneme için işledi. "Allah sinelerin özünde olanı çok iyi bilir.'3 Yani; orada nelerin gizlenip saklandığını her bakımdan bilir. [232]
155. (Uhud'da) iki ordunun
(mü'mirilerle müşriklerin) karşı karşıya geldikleri gün, içinizden sizi
bırakıp kaçanları, işledikleri birtakım yanlışlar yüzünden, şeytan yoldan
çıkarmak istemişti. Yine de Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz, Allah çok
bağışlayandır, çok şefkatlidir.
156. Ey iman edenler! Sizler,
(herhangi bir maksatla) yolculuğa çıktıkları veya savaşa katıldıkları zaman
(ölen) kardeşleri için; "Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler ve
öldürülmezlerdi." diyen inkarcı münafıklar gibi olmayın. Allah (bunu)
kendi kalplerinde (onlara karşı) bir hasret (ve üzüntü) yaratmak için
(söyletti). Zira canı veren de alan da Allah'tır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla
görendir.
157. (Ey Mü'miriler!) Eğer Allah
yolunda öldürülür veya ölürseniz iyi bilin ki; Allah'ın mağfiret ve rahmeti,
onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.
158. Şüphesiz ki, ölseniz de
öldürülseniz de, muhakkak ki, hesap için ahirette yalnızca Allah'ın huzurunda
toplanacaksınız.
[233]
155 -
(Uhud'da) iki ordunun
(mü'minlerle müşriklerin) karşı karşıya geldikleri gün, içinizden sizi bırakıp
kaçanları, işledikleri birtakım yanlışlar yüzünden, şeytan yoldan çıkarmak
istemişti. Yine de Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz, Allah çok
bağışlayandır, çok şefkatlidir.
"(Uhud'da) iki ordurtunf mü'minlerle
müşriklerin karşı karcıya geldi/deri gün, içinizden sizi bırakıp
kaçanları," Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in imanlı ordusu ile
Ebu Süfyan'ın müşrik ordusu savaşmak için karşı karşıya geldikleri gün, geri
dönenleri "işledikleri bir Lakun yanlışlar yüzünden, şeytan yoldan
çıkarmak istemişti." Şeytan kendilerini yanlışa çağırmış ve onları bu
yanlış yola sürüklemişti. Çünkü; merkez noktayı terk etmemeleri emrini
almışlardı. Buna rağmen terk ettiler. Allah Rasûlünün orada durup sebat
etmeleri emrine rağmen oradan ayrılmışlardı.
Burada "Şeytan onları yoldan çıkarmak
istemişti. " diye mesele-nin şeytana izafe edilmesi bir lütuf ve bir
gerçeği vurgulamak içindir. Ayrıca konuyu, "onların işledikleri" ile
irtibatlandırması da bir öğüt ve yola getirmedir, tediptir.
Uhud Savaşında Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) ashabından sadece on üç kişisi hariç diğerleri savaş alanından ayrılıp
uzaklaşmışlardı. Bu zatlar da; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Hz. Talha, Abdurrahman
b. Avf, Sa'd b. Ebu Vakkas idiler. Diğerleri de Ensardan idiler.
"Yine de Allah onları bağışlamıştı."
Onların hatalanın geçti, görmezden geldi. "Şüphesiz Allah -günahları- çok
bağışlayandır, çok şefkatlidir."
[234]
156 - Ey iman edenler! Sizler,
(herhangi bir maksatla) yolculuğa çıktıkları veya savaşa katıldıkları zaman
(ölen) kardeşleri için; "Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler ve
öldürülmezlerdi." diyen inkarcı münafıklar gibi olmayın. Allah (bunu)
kendi kalplerinde (onlara karşı) bir hasret (ve üzüntü) yaratmak için
(söyletti). Zira canı veren de alan da Allah'tır. Allah bütün yapıp
ettiklerinizi çok iyi görendir.
"Ey iman edenler Sizler, herhangi bir maksatla
-ticaret veya başka şeyler için- yolculukta veya gazada iken hayatlarını
kaybeden -soy veya nifakta- kardeşleri için; «Eğer bizim yanımızda,
kalsalardı, ölmezler ve öldürülmezlerdi.» diyen inkâra münafıklar -Abdullah b.
Übey b. Selul ve arkadaşları- gibi olmayın."
Ayette geçen, kelimesi, kelimesini çoğuludur. Tıpkı ve kelimeleri gibi. Gidenlerin bir kısmı
ölmüş ve bir kıs-mı da öldürülmüştü. Bunun için de böyle konuşmakta idiler.
"Allah, bu düşünceyi, onların kaza. ve kadere
iman etmemeleri ve kaybettikleri yakınları sebebiyle onulmaz
bir yara olsun için gönüllerine yerleştirdi."
kavimdeki harfi, kavline mütealliktir. Yani; mana şöyledir:
"Bu ifadeleri kullanan şu adamlar gibi olmayın,
onların inandıkları gibi inanmayın. Özellikle Allah, bunun o toplumun
gönüllerinde bir üzüntü var etmesini istedi ve sizin gönüllerinizi de bundan
kurtardı."
Veya bu harfi, kavline taalluk etmektedir. Bu durumda
ise mana şöyle olur: "Onlar bu ifadeleri söylediler ve böyle inandılar ki;
bu, onların kalplerinde bir yara (hasret) oluştursun."
Hasret, sevdiğini ya da sevgiliyi elden kaçırmaya
karşı duyulan pişmanlık, nedamet demektir.
Can veren de alan da, Allah'tır" İşte ayetin bu kısmı, münafıkların, "Savaş eceli keser, ecel gelmeden ölüme neden olur." inanç ve düşüncelerini, görüşlerini reddetmektedir. Çünkü her şey Allah'ın elindedir. Kimi zaman yolculuğa çıkanı da, gazaya gideni de yaşatır, öldürmez. Fakat, Allah bazen de mukim olanı, oturanı, yerinden ayrılmayanı öldürür. Çünkü bunlar yalnızca Allah'ın elindedir. "Allah, bütün yapıp ettiklerinizi çok iyi görendir." Sizi amellerinize göre ya cezalandırır veya ödüllendirir.
Kıraat imamlarından Ibn Kesir, Hamza ve Ali,
kelimesini, olarak kıraat etmişlerdir. Yani; "inkarcıların, küfredenlerin
yaptıklarını çok iyi görendir. "[235]
157 - (Ey Mü'minler!) Eğer Allah
yolunda öldürülür veya bir ölürseniz iyi bilin ki; Allah'ın mağfiret ve
rahmeti, onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.
"(Ey mü'minler!) Eğer Allah yolıında öldürülür
veya ölürseniz."
Kıraat imamlarından Asım dışında Nafi, Hamza Kisai ve Halef kelimesini harfinin kesriyle, olarak okumuşlardır. Bu sure dışında Hafs da onlara tabi olmuştur. Sanki Hafs bu surede, kavliyle, kavli arasında okuma bakımından bir uyum olsun istemiş gibidir. Bu imamların dışındakiler ise Kur'an'ın bütününde bunu, olarak zamme ile okumuşlardır. Zamme ile okuyuş, 'dan alınmadır. Kesre ile okuma ise, Man alınmadır. Tıpkı, gibi. Nitekim; nasıl ki, diyorsan aynen bunun gibi, dersin.
"Allah'ları sizin için olacak olan bir mağfiret
ve rahmet, onların toplayıp biriktirdikleri bütün dünyalıklarından daha
hayırlıdır." Ayetteki, edatı manasınadır. Aid mahzuftur. Ayette görüldüğü
gibi, kıraat imamlarından Hafs, kelimesini aynen olduğu gibi okumuştur. Ancak
bunun dışında kalan Nafi, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Amir, Asım, Hamza ve Kisaî,
harfiyle, olarak okumuşlardır.
[236]
158 - Şüphesiz ki, ölseniz de
öldürülseniz de, muhakkak ki, hesap için ahirette yalnızca Allah'ın huzurunda
toplanacaksınız.
Rahmeti geniş ve bol olan, sevap ve mükâfat veren,
verdiği sevabı oldukça büyük olan Rahim Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.
Burada yüce Allah'ın adının öncelikli olarak yer
alması ve O'na bağlı olan harfe lam harfinin gelmiş bulunması, delile ve
burhana gerek duymayan önemli bir durumdur. Kasemin (yeminin) cevabıdır. Bu da
şartın cevabı yerine geçen bir şeydir. Nitekim, kavli de böyledir.
Münafıklar, yandaşlarından yolculuğa çıkanlar ya da
savaşa gidenler için: "Eğer Medine'de oturup kalmış olsalardı,
ölmeyeceklerdi. " diyorlardı. İşte bu ayet, öncelikle kâfirlerin bu
iddialarım reddediyor. Müslümanları da böyle düşüncelere sahip olmaktan
menediyor. Çünkü; böyle bir inanış, sonuçta cihada katılmamak gibi bir
rahatsızlığa sebep olabilir. Sonra Allah onlara şöyle buyuruyor:
"Eğer ölümle ya da Allah yolunda öldürülmekle
korktuğunuz hayatın son bulması gerçekleşecekse, unutmayın ki; Allah yolunda
ölmek suretiyle elde edeceğiniz mağfiret ve rahmet, sizin dünyada iken elde
edip topladık-lorumdan hayırlıdır. Çünkü; dünya ahiret için azık hazırlama
yeridir. Kul eğer amaca ulaşırsa, artık bundan böyle herhangi bir azığa da
gerek duymayacaktır."
[237]
159. (Ey Muhammedi) Allah'ın bir
rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşak davrandm. Şayet sen kavmine kaba ve katı
yürekli olsaydın, mutlaka onlar çevrenden dağılıp giderlerdi. O hâlde onları
bağışla ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. İşlerinde onlarla istişarede
bulun. Kesin olarak bir işe karar verdiğinde de Allah'a (dayanıp) güven. Çünkü
Allah (İtendisine dayanıp) güvenenleri sever.
160. Eğer Allah size yardım
ederse artık size üstün gelecek (hiçbir kimse ve kuvvet) yoktur. (Ve eğer) bir
de sizi yardımsız bırakırsa, Ondan sonra size yardım edecek olan kimdir? İşte
bunun içindir ki, mü'minler yalnızca Allah'a dayanıp güvensinler.
161.
Hiçbir peygamberin, gizlice
ganimet malından alıp ihanet etmesi söz konusu olamaz. Her kim bu hıyanetliği
yaparsa kıyamet günü hıyanetliği ile (aşırdığı şeyin günahını boynunda
taşıyarak) gelir. Sonra herkese kazandığı tastamam olarak verilir ve onlar
hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.
162. Hiç Allah'ın rızasına
uyanla Allah'ın hışmına (gazabına) uğrayan bir olur mu? Allah'ın hışmına
(gazabına) uğrayanın yeri cehennemdir. Ve orası ne kötü bir varış yeridir.
163. Onlar (insanlar) Allah
katında derece derecedirler. Allah onların yaptıklarını çok iyi görmektedir.
164. And olsun ki; Allah mü'minlere,
içlerinden bir peygamber göndermekle büyük bit lütufta bulunmuştur. Bu
peygamber, onlara Allah'ın ayetlerini okur, (onları maddi ve manevi her tür
kirden) arındırır, onlara Kitap ve hikmeti (sünneti) öğretir. Oysa onlar bundan
önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.
165. (Uhud'da) başınıza gelen
bir felâket sebebiyle, "(Biz doğru yolda iken, başımıza bu) nereden
geldi?" mi diyorsunuz? Oysa siz bu felâketin iki katını düşmanlarınıza
tattırmıştınız. (Ey Peygamber! Onlara) de ki: "Bu felâket, sizin
kendinizin kusurudur." Şüphesiz Allah Kadir'dir.
166. İki ordunun karşı karşıya
geldiği gün başınıza gelenler, Allah'ın izniyle olup mü'minleri ortaya çıkarmak
içindi.
167. Bir de münafık olan
kimseleri (meydana çıkarmak içindi). Onlara
(münafıklara): "Gelin Allah yolunda savaşın veya savunmada bulunun."
denildiğinde; onlar, "Savaş olacağını bilseydik, mutlaka size uyardık."
dediler. O gün onlar, imandan daha çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde
olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Oysa Allah, gizlediklerini çok iyi
bilendir.
168. (O münafıklar,) kardeşleri
için: "Eğer bizi dinleselerdi, (savaşa gidip) öldürülmezlerdi."
diyen kimselerdir. (Ey Muhammedi Onlara) de ki: "Eğer doğru söyleyen
kimseler iseniz, kendinizden ölümü uzaklaştırın bakalım!."
[238]
159 - (Ey Muhammedi) Allah'ın bir
rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşak davrandin. Şayet sen kavmine kaba ve katı
yürekli olsaydın, mutlaka onlar çevrenden dağılıp giderlerdi. O hâlde onları
bağışla ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. İşlerinde onlarla istişarede
bulun. Kesin olarak bir işe karar verdiğinde de Allah'a (dayanıp) güven. Çünkü
Allah kendisine (dayanıp) güvenenleri sever.
"(Ey Muhammedi) Allah'ta senin kalbinde var
elliği bir rahmet, sebebiyle sen kavmine yumuşak davrandın." Burada ki
edatı mezide olup tekit manasmdadır. Bir de, Rasûlullah'ın kavmine yumuşak
davranmasının nedeninin Allah'tan olan bir rahmet sayesinde olduğuna delâlet
etmek içindir.
Rahmet: Kişinin sükunetini ve soğukkanlılığına
koruması, yumuşak davranmayı başarması, karşısındakine lütufkâr olmasıdır.
İşte Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de sahabesine ve askerlerine
böyle davranmış, onları kendisine bağlamıştır.
"Şayet sen kavmine kaba ve katı yürekli bir
kimse olarak davransaydın, mutlaka, onlar çevrenden dağılıp giderlerdi."
Hepsi senden uzaklaşıp giderlerdi, yanında onlardan bir tek kimseyi bile
bulamazdın. hâlde onları bağışla" Onların Uhud gününde sana karşı olan
davranışlarını bağışla, görmezden gel. "ve onları affetmesi için
Allah'tan mağfiret dile." Allah'a karşı yapmaları gereken görevlerindeki
kusurlarını bağışlaması için ve onlara karşı şefkatli olduğunu göstermek için
Allah'tan bağışlanmalarını iste. "İşlerinde onlarla istişarede
bulun." Yani; hakkında sana vahiy gelmemiş olan şeylerde, örneğin savaş
ve benzeri konularda, onlara danış, görüşlerini al ki, gönülleri hoş kalsın,
içlerinde bir ferahlık oluşsun, değerleri yücelmiş olsun. Böylece ümmetin de
seni bu gibi konularda örnek edinsinler. Nitekim, bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
''Herhangi bir toplum yoktur ki istişare etmemiş
olsunlar, onlar mutlaka işlerinin en doğru olanına sevkedüirler."[239]
Ebu Hureyre'den rivayete göre demiş ki:
"Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sdlem)'ın ashabından daha çok istişarede
bulunan başka hiçbir kimse görmedim."[240]
"Filan kimseyle istişare yaptım." demek,
herhangi bir konuda her ikimiz de görüşlerimizi ortaya koyduk, demektir.
Nitekim, demek balı kaynağından, peteğinden çıkarıp aldım, manasınadır.
Bu ayet, aynı zamanda içtihadın caiz olduğuna delâlet
ettiği gibi, kıyasın da hüccet/delil olduğunu da açıklamış olmaktadır.
"Kesin olarak bir işe karar verdiğinde de Allah'a dayanıp güven." İstişare yaptıktan sonra ise, eğer bir konuda kesin karara varırsan, vardığın karan uygulamak için kararını en doğru olan yönde kullan. Yoksa meşverete göre değil, kendi kesin kanaat ve kararın ne ise onu uygula. "Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."
Tevekkül, Allah'a dayanıp güvenmektir, işi, gerekeni
yaptıktan sonra Allah'a havale etmektir.
Zinnun Mısrî (v.245/859) şöyle der: "Tevekkül;
esbabı aradan çekmek ve sebepleri kesmektir."
[241]
160 - Eğer Allah size yardım
ederse artık size üstün gelecek (hiçbir kimse ve kuvvet).yoktur. (Ve eğer) bir
de sizi yardımsız bırakırsa, Ondan sonra size yardım edecek olan kimdir? İşte
bunun içindir ki, mü'minler yalnızca Allah'a dayanıp güvensinler.
"Eğer Allah -tıpkı Bedir'de olduğu gibi- size
yardım ederse, arlık size üstün gelecek hiçbir kimse ve kuvvet yok-tur."
Çünkü Allah yardımı, kuvvet ve zaferi, üstünlüğü kendisinde görmeyene, kendi
gücüne güvenmeyene verir, onlara destek çıkar. Rabbine ve O'nun kudretine
yapışıp O'na sığınana imdat eder.
Ve eğer sizi -Uhud Savaşında yardımsız bıraktığı gibi-yardımsız bırakırsa ondan -yenilgiden-sonra size yardım edecek olan kimdir?" Çünkü Allah onlara yardımı bırakmıştı. Bu, tıpkı, "Artıkfilân kimseden sonra sana kim iyilikte bulunur ki? " ifadesine benzer bir ifadedir. Yani; sen haddini bilmezsen, sana hep yardım eden filân kimseyi de yanında bulamazsın, demektir. Bu, her işin Allah'ın elinde olduğu hakkında bir uyarıdır, tembihtir ve Allah'a tevekkül etmenin gerektiğinin de bir ikazıdır.
'İşle bunun içindir ki; mü'minler, yalnızca Allah'a
dayanıp güvensinler." İnananlar güven konusunda Allah'tan başkasına
yaslanıp durmasınlar, işlerini hep O'na havale etsinler. Çünkü kendileri de
bilirler ki; Allah'tan başka onlara bir yardım eden olmayacaktır. Kaldı ki;
zaten imanları da bunu gerektirir.
[242]
161 - Hiçbir peygamberin, gizlice
ganimet malından alıp ihanet etmesi söz konusu olamaz. Her kim bu hıyanetliği
yaparsa kıyamet günü hıyanetliği ile (aşırdığı şeyin günahını boynunda
taşıyarak) gelir. Sonra herkese kazandığı tastamam olarak verilir ve onlar hiçbir
haksızlığa uğratılmazlar.
"Hiçbir peygamberin, gizlice ganimet malımdan
alıp ihanet etmesi söz konusu olamaz."
Kıraat imamlarından Ibn Kesir, Ebu Amr ve Asım,
kelimesini ayette görüldüğü gibi okumuşlardır. Bu da ihanet etmek manasına
gelir. Bu kıraat imamlarının dışında kalanlar ise, harfinin dammı ve harfinin
de fethasıyla, olarak okumuşlardır.
ve kelimeleri ganimete ihanet etmek, bir şeyi
gizlice almak, aldatan olarak bulmak ve görmek demektir. Yani; Peygambere böyle
bir şeyi yapması doğru değildir. Yani; peygamberlik görevinin kendisi bizzat
böyle bir şeye engeldir. Nitekim, bu kelimeyi meçhul okuyanlar da neticede aynı
sonucuna varırlar. Çünkü manası şöyledir:
"Peygamberde böyle bir davranışın varlığı doğru
değildir, söz konusu bile olamaz."
Anlatıldığına göre Bedir savaşı gününde, müşriklerin
yenilmesi üzerine müşriklerden alınan ganimet mallan arasında bir kadife
parçası kaybolur. Bunun üzerine münafıklardan biri;
"Belki de o parçayı Rasûlullah almıştır."
diye iftiraya kalkışınca, bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.
[243]
"Her kim ganimete ihanet ederse kıyamet günü
aşırdığı şeyin günahını boynunda taşıyarak gelir." Yani; çalıp aşırdığı
şeyin aynısını, sırtında taşımak suretiyle mahşer yerine gelir. Nitekim,
hadiste de böyle belirtilmiştir.[244]
Ya da çaldığı şeyin günahını ve vebalini yüklenerek
mahşer yerine gelir. "Sonra herkese kazandığı tastamam olarak
verilir." Yani; ne kazanmışsa ameline göre ya ödül olarak veya ceza
olarak kendisine verilir.
Dikkat edilirse bu ayette geçen, kelimesi, harfiyle
geldi, olarak harfiyle gelmedi. Çünkü öyle gelseydi, kavliyle bir mana birliği
olabilirdi. Böyle getirmedi ki, mana genel olmuş olsun. Çünkü buradaki gibi,
olarak getirilmesi, genel olsun diyedir. Böylece amel bakımından aldatan ve
aldatmayan herkes manaca burada yer alsın istenmiştir. Dolayısıyla mana bakımından
onunla i rtib ati andın İmiş oldu. Zira, bu ifade daha uygun ve daha beliğ bir
ifadedir. Çünkü aldatma, ihanet bilinince, dolayısıyla ister iyilik işlesin,
ister kötülük işlemiş olsun herkes kazancının karşılığını eksiksiz olarak
alacaktır. Bu arada bunlar arasında böyle ihanet içinde olanlar da mutlak
manada ve kesin olarak onların kaçıp kurtulmaları da mümkün olmayacaktır.
"Ve onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar." Yani, herkes kazandığı
kadarıyla cezalandınlacaktır.
[245]
162 - Hiç Allah'ın rızasına
uyanla -Muhacirin ve Ensarla- Allah'ın hışmına (gazabına) uğrayan -münafık ve
kâfirler- bir olur mu? Allah'ın hışmına (gazabına) uğrayanın yeri cehennemdir.
Ve orası ne kötü bir varış yeridir -dönüş yeridir-.[246]
163 - Onlar (insanlar) Allah
katında derece derecedirler. Allah onların yaptıklarını çok iyi görmektedir.
"İnsanlar- işledikleri amel bakımından ahireUe Allah kalında derece derecedirler." Yani; insanların kendileri amel bakımından nasıl farklılık gösteriyorlarsa dereceleri bakımından da derece derecedirler. Ya da dereceler sahibidirler. Mana şöyle olmaktadır: "Bu insanlardan ödüllendirilmiş olanlarla cezalandırılmış olanların dereceleri farklı farklıdır. Ya da bunların sevap ve ceza bakımından dereceleri birbirlerinden ayrıdır."
"Allah onların yaptıklarını çok iyi görmekledir."
Allah onların işledikleri amellerini bilip gördüğü gibi alacakları derecelerini
de bilip görmektedir. Dolayısıyla onları işte bu durumlarına ve hesaplarına
göre cezalandıracaktır[247].
164 -
And olsun ki; Allah
mü'minlere, içlerinden bir peygamber göndermekle büyük bit lütufta
bulunmuştur. Bu peygamber, onlara Allah'ın ayetlerini okur, onları (maddi ve
manevi her tür kirden) arındırır, onlara Kitap ve hikmeti (sünneti) öğretir.
Oysa onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.
"Andolsun ki Allah mü'minlere, içlerinden bir
peygamber göndermekle büyük bir lülufta bulunmuştur." Kavminden Rasûlullah
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile beraber olup iman edenlere büyük ikramda
bulunmuştur. Özellikle bunlardan mü'min olanlardan söz etmesinin nedeni,
Peygamberin gönderilmesinden yararlananların bunlar olması sebebiyledir.
"İçlerinden bir peygamber" demekle onların
arasından onlar gibi Arap olan biri demektir veya Hz. İsmail (Aleyhi's-Şelâm)
soyundan olması sebebiyledir. Çünkü kendileri de o soydan gelmişlerdir.
Buradaki minnet ve lütuf ise, peygamberin onların arasından ve içlerinden biri
olmasındandır. Çünkü dilleri birdir. Dolayısıyla konuşup anlaş ab ilmeleri ve
ondan alıp öğrenmek istedikleri şeyler konusunda gayet kolaylık çekeceklerdir.
Kaldı ki; o peygamberin nasıl bir kimse olduğunu, doğruluk ve güvenilirlik
yönünü de her bakımdan çok iyi bilmektedirler. İşte işin bu yönü, ona daha
kolay inanmalarını sağlayacaktır ve daha yakinen onu doğrulayacaklardır. Kaldı
ki; peygamberin kendilerinden bir olması da, onlara bir yer ve şeref
kazandıracaktır.
Ayrıca; Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
kıraatinde, diye okuması da, onların en şereflisi ve saygını, manası vardır.
"Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini
okur," Kur'an'ı okur. Oysa daha Önce cahiliye döneminde yaşayan bir toplum
idiler. Kulakları vahiy duyup dinlememişti.
"onları maddi ve manevi her tür kirden
arındırır," Onları iman etmeleri sebebiyle küfür bataklığından, azıp
sapmaktan temizler veya onlardan farz olan zekâtı alır.
"onlara Kitap ve hikmeti (sünneti) öğretir. Oysa onlar bundan -Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) peygamber olarak gönderi lmezden- önce -hakkında hiçbir şüphe olmayan- apaçık bir sapıklık -körlük ve cehalet- içinde bulunuyorlardı. "
edatı ise, edatının hafifletilmiş şeklidir.
kavlindeki harfi de, bununla nefı arasını belirlemek ve ayırdetmek içindir.
Takdiri ise şöyledir: "Oysa asıl durum ve mesele onlar bundan önce apaçık
bir sapıklık içinde bulunuyorlardı."
[248]
165 - (Uhud'da) başınıza gelen
bir felâket sebebiyle, "(IBiz doğru yolda iken, başımıza bu) nereden
geldi?" mi diyorsunuz? Oysa siz bu felâketin iki katını düşmanlarınıza
tattırmıştmiz. (Ey Peygamber! Onlara) de ki: "Bu felâket, sizin kendinizin
kusurudur." Şüphesiz Allah Kadirdir.
"Basınıza gelen bir felâket sebebiyle, «Biz
doğru yolda iken, bağımıza bu nereden geldi?» ini diyorsunuz? Oysa siz bu
felâketin iki kalını düşmanlarınıza tattırmış Uruz." Burada söz konusu
edilen, Uhud Savaşında ölen yetmiş şehittir. Oysa Bedir savaşında Müslüman
taraf olarak siz de kâfirlerden yetmişini öldürmüş ve yetmiş kişilerini de esir
almıştınız. kavli kavlinin sıfatı olarak raf mahallinde gelmiştir.
"Ey Peygamber! Onlara de ki: «Bujelâket; sizin
kendinizin kusurudur.»" Çünkü Medine'den çıkıp Medine dışında savaşmayı
siz kendiniz istediniz Veya terk etmemeniz gereken merkezi (mevzii) kendiniz
terk ettiniz de ondan.
edatı, kavliyle mansubdur. kavli de, edalıyla izafet
(isim tamlaması) oluşturduğundan dolayı mahallen mecrurdur. Bunun takdiri de
şöyledir: "Başınıza felâket geldiğinde siz mi dediniz?"
kavli ise kavlin makulü olması sebebiyle mansubdur.
Ayetin başında yer alan hemze ise takrir yani meseleyi tespit ve bir de durumu
başlarına vurup uyarmak, dikkatlerini çekmek içindir. harfi de, bu cümleyi daha
önce geçen ve Uhud kıssasını aktaran,
[249]ayeti
üzerine atfolunmuştur. Veya mahzuf olan bir cümle üzerine matuftur. Sanki şöyle
deniliyor gibi: "Siz böyle mi yaptınız? Bu takdirde siz şöyle mi dediniz?
"
"Şüphesiz Allah Kadirdir." Allah yar-dım
edip zafer vermeye kadir olduğu gibi, bunu engellemeye de kadirdir[250].
166 - İki ordunun karşı karşıya
geldiği gün başınıza gelenler, Allah'ın izniyle olup mü'minleri ortaya çıkarmak
içindi.
Ayetteki, edatı, manasınadır ve mübtedadır. Yani; mü'minlere ait ordu ile müşriklere ait ordunun karşı karşıya geldiği gün, demektir. Bunu haberi de, kavlidir. Yani: Allah'ın izni ve ilmi ya da bilgisi veya kazası dahilinde olmaktadır. [251]
167 - Bir de münafık olan
kimseleri (meydana çıkarmak içindi). Onlara (münafıklara); "Gelin Allah
yolunda savaşın veya savunmada bulunun." denildiğinde; onlar, "Savaş
olacağını bilseydik, mutlaka size uyardık." dediler. O gün onlar, imandan
daha çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla
söylüyorlardı. Oysa Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir.
"Bir de münafık olan kimseleri meydana çıkarmak
içindi " Nitekim, öyle de olmuştur. Böylece inananlarla münafıkları
meydana çıkarmak için. Kısaca berikilerin mü'min kimseler olduğunu diğerlerinin
de ikiyüzlü münafık kimseler olduğunun ortaya çıkarılması içindir. "O
münafıklara: «gelin, Allah yolunda -mü'minlerin savaştığı gibi ahiret için-
savaşın veya -ahiret için savaşmayac aks anız kendi canınızı, ailenizi ve
mallarınızı korumak için- savunmada bulunun.» denildiğinde"
kavli mübteda ya da giriş olan yeni bir ifadedir.
Bir yoruma göre kavli, "Eğer savaşmayacaksanız bari cihat edenlerin gücünü
olsun artırmak için sayınızla düşmana karşı savunmaya geçin. Çünkü; sayıca
fazla olmak düşmanın psikolojik bakımdan ürküp korkmasına neden olur, bu da
mü'minlerin ya da mücahitlerin güç ve kuvvet bakımından üstünlüğü"
manasını taşır.
"onlar: «Savaş olacağını bilseydik, mutlaka,
size uyardık.» dediler." Yani; savaş olarak adlandırılan şeyin gerçekte
savaş olduğunu bilmiş olsaydık kesinlikle size uyardık. Böyle diyerek bununla,
"Siz savunmakta olduğunuz şeyde ve savaş yapma konusunda hata
ediyorsunuz. Görüşünüz yerinde değildir. Çünkü bunun gibisine savaş adı
verilmez. Çünkü savaş demek, kişinin canını tehlikeye atması demektir."
İşte münafıkların görüş ve itirazları..
"O gün onlar, imandan daha çok küfre
yakındılar." Yani; o gün onlar sureta inanıyor gibi gözüküyorlardı.
Küfürlerinden bir şey sergilemiyorlardı. Çünkü; kendilerinde küfrün
belirtilerini gösteren herhangi bir durum yoktu. Ancak İslâm ordusunda çözülme
başgösterince ve yenilgi, bozgun görülünce işte bu durumla birlikte
kendilerinde var olduğu sanılan imandan uzaklaşmaya başladılar ve böylece küfre
daha yakın bir hâle gelmiş oldular.
Ya da bunlar yardım ve güç bakımından mü'minlere
yakın olmaktan daha çok küfür ehlime yakın idiler. Çünkü; bunla mü'minlerin
safından ayrılıp uzaklaşmakla bir bakıma İslâm ordusunun gücünü zayıflattılar
ve müşrikleri de takviye etmiş oldular.
"Onlar kalplerinde olmayanı ağızlarıyla
söylüyorlardı." Yani; bunlar esas itibariyle kalplerinde var olmayan iman
ve benzeri şeyleri varmış gibi dilleriyle söyleyip duruyorlardı.
Burada onların bu iki yüzlü durumlarını bir de
"Ağızlarıyla söylüyorlardı. " diye ayrıca belirtmesi, konuyu tekidetmek
ve pekiştirmek ve bir de mecazı önlemek içindir.
"Oysa Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir " Yani; iki yüzlülüklerini ve münafıklıklarını en iyi bilendir. [252]
168 - (O münafıklar,) kardeşleri
için: "Eğer bizi dinleselerdi, (savaşa gidip) öldürülmezlerdi." diyen
kimselerdir. (Ey Muhammed! Onlara) de ki: "Eğer doğru söyleyen kimseler
iseniz, kendinizden ölümü uzaklaştırın bakalım!."
"(O münafıklar) kardeşleri için; «Eğer bizi
dinleselerdi, (savaşa gidip) öldürülmezlerdi» diyen kimselerdir." Yani;
münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl ve arkadaşları.
kavli, zamirinin takdiriyle mahallen merfudur.
Yani; takdirindedir. Veya bu, kavlindeki harfinden
bedel olarak merfudur. Ya da bu, kelimesinin izmariyle mansubdur. Yahut da,
kavlinden bedel olarak mansubtur. Veya bu, ya da, kavillerindeki zamirlerden
bedel olarak mecrurdur.
Yani Uhud Savaşında öldürülen münafık kardeşleri
için, bu gibileri için. Yani; bu münafıklar söylediklerini söylediler ama,
kendileri de Medine'de oturup savaşa katılmadılar.
Yani; "Eğer bizim kendilerinden istediğimizi,
emirlerimizi kardeşlerimiz yerine getirmiş olsalardı ve bize itaat edip
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) a katılmasalardı, İslâm ordusundan
ayrılmış olsalardı, bizim gibi Medine'de oturup kalsalardı ve bize muvafakat
etselerdi, biz bugün nasıl öldürülmemiş isek onlar da bugün öldürülmüş
olmayacaklardı."
"(Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, kendinizden ölümü azoldaşlınn bakalım!.»" Yani; kaçmak ve sakınmak eğer kadere bir fayda getirecekse elinizden geleni yapın bakalım. Kısaca ölüme karşı tedbirinizi gösterin de görelim.
Ya da bunun manası şöyledir: "Habibim onlara de ki: Eğer, siz öldürülmeyi, savaşa katılmayıp evlerinizde (Medine'de) oturmakla kendinizden uzaklaştırmak için bir yol bulabilmişseniz, öyleyse kendinizden ölümü uzaklaştırın, bundan böyle Ölmeyin bakalım."
Rivayete göre münafıkların bu sözleri konuşup
sarfettikleri günde yetmiş münafık hiç savaşa katılmadıkları hâlde o gün öldü.
[253]
169.
Allah yolunda öldürülenleri
ölü sanmayın. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Orada
rızıklandırılıyorlar.
170. (İşte bu şehitler,)
Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği (mükâfatlarla) sevinç ve
mutluluk içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmamış (hayatta)
olanlara da, "onlar için herhangi bir korku olmadığını ve mahzun da
olmayacaklarını müjdelerler.
171. (Yine onlar,) Allah'tan
gelecek bir nimeti ve fazlını ve Allah'ın, (salih amel işleyen) mü'minlerin
ecirlerini zayi etmeyeceğini müjdelerler.
172. Aldıkları yaraya rağmen
Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına icabet eden, özellikle içlerinden iyilikte
bulunan ve sakınanlar için pek büyük bir ecir vardır.
173. (O mü'minler ki,) birtakım kimseler kendilerine: "Doğrusu, (düşmanlarınız olan) insanlar size karşı bir araya geldiler; Onlardan korkun" demişlerdi de (bu söz), onların Allah'a olan imanlarını artırdı ve: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir." dediler.
(Nitekim; bu mü'minler, düşmanla karşılaşmak için
çıktıktan sonra) kendilerine hiçbir fenalık dokunmaksızın Allah'tan bir nimet
ve büyük bir bollukla geri döndüler. (Bu uğurda) Allah'ın rızasına da uygun
hareket ettiler. Allah pek büyük lütuf sahibidir.
175. Hiç şüphesiz sizi
dostlarıyla korkudan (ürkütmeye çalışan) şeytandır. Eğer gerçekten inanıyorsanız,
onlardan korkmayın, Benden korkun.
[254]
169 - Allah yolunda öldürülenleri
ölü sanmayın. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Orada
riziklandirilıyorlar.
Bu ayet Uhud'da şehit düşenler hakkında nazil olmuştur. kavlini kıraat imamlarından İbn Amir, Hamza, Ali Kisai ve Asım burada görüldüğü gibi okumuşlardır. Bu imamların dışındakiler ise, bu kelimeyi harfinin kesresiyle, olarak kıraat etmişlerdir. Burada bununla hitap Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olduğu gibi aynı zamanda herkesedir. Kıraat imamlarından İbn Amir, kelimesini olarak okumuştur.
Söz konusu bu şehitler Allah katında ona yakın
olarak yaşayan kimselerdir. Nasıl ki, dünyada insanlar yiyip içiyorlarsa,
onlar da aynen orada öyle yiyip içiyorlar.
Yeme ve içme ifadelerini Rabbimiz, onların yaşamakta
olduklarını teyit etmek için getirmiştir. Allah, orada onlara verdiği rızıkla
nimet içinde bulundukları durumu anlatıyor.
[255]
170 - (İşte bu şehitler,)
Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği (mükâfatlarla) sevinç ve
mutluluk içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmamış (hayatta)
olanlara da, "onlar için herhangi bir korku olmadığını ve mahzun da
olmayacaklarını müjdelerler.
"(Îşte bu şehitler,) Allah 'in lütuf ve
kereminden kendilerine verdiği (mükâfatlarla) sevinç ve mutluluk içindedirler.
" Bu, Allah'ın onlara şehitliği vermesi, buna muvaffak kılması ve buna
bağlı olarak Allah'a yakın olmaları ve yaşıyor (diri) olmaları bakımından yüce
Allah'ın ayrıca kendilerini başkalarından üstün kılarak ikram ve ihsanda
bulunmak suretiyle cennet rızkını ve nimetlerini onlara derhal ikram
etmesidir. Nitekim; Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır:
"Kardeşleriniz Uhud Savaşında şehit düşünce
yüce Allah onların ruhlarını yeşil kuşların kursaklarına yerleştirdi. Kuşlar
kendilerini cennet nehirlerinin etrafında gezdirip duruyorlar. Cennetin
meyvelerinden yiyiyor ve Arş'm altında altundan kandillerde/köşk ve saraylarda
barınıyorlar."[256]
Bir diğer yoruma göre bu rızık kıyamet gününde
cennette onlara verilecektir. Ancak bu, zayıf bir görüştür. Çünkü; mana âmm
(genel) iken bunu ayrıca tahsis etmede (özel bir duruma indirmede) bir yarar
yoktur.
"Arkalarından henüz kendilerine kaldmamış
(hayatta) olanlara da; 'onlar için herhangi bir korku ve kederin
bulunmadığını'' müjdelerler." Yani; henüz öldürülmeyip şehit düşmemiş olan
ve hayatta kalıp da arkalarından cihadı sürdüren mücahit kardeşlerine de
sevindirici haberi vermek isterler. Veya/'henüz kendilerine katılmamış olanlar
"dan maksat henüz onların derecesine ve eriştikleri faziletli makama
erişmemiş olanlar, demektir. İşte bunlara herhangi bir korkunun bulunmadığının
müjdesini vermek dilerler. kavli, kavlinden bedeldir. Bunun manası şöyle
olmaktadır:
"Kendileri şehit düştükten sonra geride kalan mü'minlerin durumuyla alâkalı olarak kendilerine açıkça gösterilen ve açıklanan gerçeklerden dolayı sevinmek ve müjdeyi de vermek isterler." Bu sevinç ve müjde olayı, kendilerinin kıyamet gününde yerlerinden kalktıklarında gayet emin ve güvencede olarak diriltilip kaldırılacakları hâlidir. Çünkü yüce Allah onlara bu müjdeyi bildirmiştir. İşte onlar da bu müjdeden ötürü oldukça mutlu oldukları gibi, kendilerinden sonra gelecek olan mücahit kardeşlerine de içinde bulundukları bu mutlu durumu haber vermenin sevincini yaşarlar.
Şehitlerin durumunun burada ele alınmış olması ve bu
şehitlerin kendilerinden sonra gelecek olanları bundan ötürü müjdelemek
istemelerinin nedeni, gerideki mücahit kardeşlerinin cihat ibadetine daha
ciddi bir anlamda sarılmalarım arzulamalarındandır. Bir de, şehitler
mertebesine erişmeye onlan teşvik edip özendirmektir. İşte bundan dolayı
şehitler orada üzüntü de duymayacaklardır.
[257]
171 - (Yine onlar,) Allah'tan
gelecek bir nimeti ve fazlını -Allah'ın kendilerine verdiği nimetle ve yine
kendilerine sunulan daha fazla ihsanlarla- ve Allah'ın, (salih amel işleyen)
mü'minlerin ecirlerini zayi etmeyeceğini müjdelerler.
Aksine çok daha fazlasını vereceğinin mutluluğunu
yaşarlar. kavli nimet ve fazilet üzerine atfolunmuştur.
Kıraat imamlarından Ali Kisaî, yeni bir cümle kabul
ederek, kavlini, hemzenin esresiyle, olarak okumuştur. Cümleyi de muterize,
yani parantez cümlesi olarak kabul etmiştir.
[258]
172 -
Aldıkları yaraya rağmen
Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına icabet eden, özellikle içlerinden iyilikte
bulunan ve sakınanlar için pek büyük bir ecir vardır.
"Aldıkları yaraya rağmen Allah'ın ve Rasûlünün
çağrısına koşup gelenlere," kavli mübtedadir. Bunun haberi de, kavlidir.
Veya bu, kelimesinin sıfatıdır ya da medih olarak mansubdur. cerh, yani
yaralama manasınadır.
Anlatıldığına göre Ebu Süfyan ve arkadaşları savaş
alanı olan Uhud'dan ayrılıp Ravha denilen yere geldiklerinde ayrılışlarına
pişmanlık duyup tekrar dönmek ve savaşı sürdürmek isterler. Ancak onların bu niyetleri
Rasûlullah (Saiiaüâhu Aleyhi ve Seiiemfa ulaşır. İşte bunun üzerine Ra-sûlullah
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onlara gözdağı ve korku vererek onları ürkütüp
uzaklaştırmak ister. Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bu maksatla hemen
ashabını görevlendirir, Ebu Süfyan'ın peşinden giderek onu ve arkadaşlarını
izlemelerini söyler. Uhud Savaşında bu maksatla Medine'den yetmiş sahabi yola
çıkar.
Nihayet bunlar Hamrâu'1-Esed denilen yere gelirler.
Buranın Medine'ye olan uzaklığı sekiz mil mesafededir. Rasûlullah (Sallaüâhu
Aleyhi ve Seiiemfm bu ashabı arasında yaralı olanlar da bulunuyordu. Yüce
Allah, Ebu Süfyan ve arkadaşlarını, yani müşrik ordusunun kalbine korku saldı,
Tekrar Müslümanların karşısına çıkıp savaşmaktan korkup kaçtılar. Oysa müşrikler
sözde galiptiler. Buna rağmen Müslümanlardan, Allah'ın izniyle, korkup
kaçtılar. İşte bu ayet bu olay üzerine nazil olmuştur.
"Özellikle bunların içinde iyilikle bulunan ve sakınanlar için pek büyük bir ecir vardır." Burada edatı Tebyin, yani açıklama içindir. Bu, tıpkı Allah Teâlâ'nın şu ayetinde geçen edatı gibidir. Rabbimiz bu ayette şöyle buyuruyor:
"Allah, onların içinden iman edip salih amel
işleyenler için mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir."[259]
Çünkü Allah ve Rasûlünün çağrışma uyanların hepsi de
özellikle iyilikte bulunup, emir ve yasaklar doğrultusunda hareket eden ve
Allah'ın azabından sakınan kimselerdir. Yoksa bunlardan bir kısmı böyledir, demek
değildir. Bu açıdan ahirette bunlar için büyük bir ecir ve mükâfat vardır.
[260]
173 - (O mü'minler ki,) birtakım
kimseler kendilerine: "Doğrusu, (düşmanlarınız olan) insanlar size karşı
bir araya geldiler; onlardan korkun" demişlerdi de bu söz, onların
Allah'a olan imanlarını artırdı ve: "Allah bize yeter. O ne güzel
vekildir." dediler.
"(O mü'minler ki,) bir lakım kimseler
kendilerine dediler ki:" Ayetin bu kısmı, kavlinden bedeldir.
"Doğrusu düşmanlarınız olanlar sizin için,
büyük bir ordu hazırladılar. Aman ha onlardan korkun/." Anlatıldığına
göre Ebu Süfyan Uhud'dan ayrılacağı sırada Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) a:
"— Ey Muhammed! Seneye Bedir'de karşılaşmak
üzere, diye seslenir.
Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de:
— İnşallah, diye karşılık verir. Ertesi sene Ebu
Süfyan bu maksatla Mekke halkıyla birlikte yola çıktı, ancak yüce Allah Ebu
Süfyan'm kalbine bir korku saldı. Bunun üzerine geri dönmeyi uygun buldu. Ebu
Süfyan bu sırada umre ziyaretini yapmak için Mekke'ye gelmiş olan Naim b. Mesud
el-Eşcai ile karşılaştı. Ona dedi ki:
— Ey Mesud! Bedir'de buluşmak üzere Muhammed
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ile sözleşmiştik. Ben bundan böyle gitmemeyi, bu
işten kurtulmayı düşünüyorum. Medine'ye git, onları böyle bir savaştan alıkoy,
sana on deve var"
İşte bu teklif üzerine Naim yola çıkar. Medine'ye
geldiğinde onların Bedir'de savaşmak üzere tam anlamıyla hazırlanmış
olduklarını görür. Bu durum karşısında Müslümanlara dedi ki:
— Siz onlara karşı mı çıkmak istiyorsunuz? Oysa
onlar size karşı, sizin karşı koyamayacağınız kadar büyük bir ordu
hazırlamışlar? Allah'a yemin ederim ki; onların elinden bir tek kişiniz bile
kurtulamaz." Bunun üzerine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de
şöyle buyurdu:
— Allah'a yemin olsun ki, benimle birlikte bir kişi
de çıkmasa ben tek başıma onlarla savaşmak üzere çıkacağım! Rasûlullah (Sallallâhu
Aleyhi ve Sellem) yetmiş ashabiyla birlikte yola çıktı ve çıkışlarında hep
şöyle diyorlardı:
— Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.
Nihayet Bedir'e ulaştılar. Burada tam sekiz gece
kaldılar. Beraberlerinde ticaret eşyası da bulunuyordu. Onu orada sattılar.
Büyük kâr elde ettiler. Daha sonra elleri dolu olarak kazanç elde ederek
Medine'ye bol •imkânlarla ve sağ salim olarak ve herhangi bir savaş olmaksızın
geri döndüler.
Ebu Süfyan da Mekke'ye geri döndü. Mekke halkı
bundan böyle Ebu Süfyan'm ordusuna, "Karavana/Sevik ordusu" adını
verdiler. Mekke halkı;
— Siz püre, ezme ve karavana yemek için sefere
çıktınız." diye konuşuyorlardı.[261]
Bu ayette geçen birinci, kelimesinden maksat, Naim
b. Mesud el-Eşcai'dir. Ancak kelime mana itibariyle çoğul olsa da bununla
belirtilmek istenen tek kişidir. Ya bundan maksat ona tabi olarak engel
çıkarmaya çalışan benzer kişilerdir. İkinci, kelimesinden kasıt ise Ebu Süfyan
ve arkadaşlarıdır. "Onlardan korkun, onlardan uzak durun ha!"
demektir.
"İşte bu söz onların Allah'a olan imanlarını
artırdı ve:" Yani; "Düşmanlarınız sizin için büyük bir ordu
hazırladılar, aman ha onlardan uzak durun." sözü, mü'minlerin imanlarını
daha fazlasıyla artırdı. Kısaca söz konusu olan ifade veya Naim'in verdiği
haber, söyledikleri şeyler, mü'minlerin gözünü açmış oldu, gerçeği daha net olarak
gördüler ve,
"Allah bize yeler. O ne güzel vekildir,
dediler." Yani; Allah bize kafidir. Her şeye karşı Allah bize yeter, biz
sadece O'nun gücüne güveniriz. Nitekim, yeterlilik anlamında olmak üzere,
denir ki; bu, "o şey ona yeter. " demektir. Bu, yeterlilik manasında,
demektir. Bunun da delili, "sana yetecek bir adam" demektir. Bu ifade
ile nekire (belirsizlik) nitelenmektedir. Çünkü; buradaki izafet (tamlama)
hakiki olmayan bir tamlamadır yani lâfzıdır, marifelik ifade etmez. Çünkü bu,
ism-i fail manasınadır. İşlerin kendisine vekâlet olunduğu Allah ne güzeldir.
[262]
174 - (Nitekim; bu mü'minler,
düşmanlarla karşılaşmak için çıktıktan sonra,) kendilerine hiçbir fenalık
dokunmaksızin Allah'tan bir nimet ve büyük bir bollukla geri döndüler. (Bu
uğurda) Allah'ın rızasına da uygun hareket ettiler. Allah pek büyük lütuf
sahibidir.
"Nitekim, (bu mü'-minler,) daha sonra, kendilerine hiçbir fenalık dokunmaksızın -düşmanın hile ve tuzaklarından başlarına bir şey gelmeden- Allah'tan bir nimet -Selâmet ve düşmandan kurtulmakla- ve büyük bir bollukla -ticarette büyük bir kazançla, bir dirhem kazanç yerine iki dirhem kazançla- sağ salim geri döndüler." Buradaki, kavli, kavlindeki zamirden hâldir. Aynı şekilde, böyledir. Bunun mana yönünden takdir ise şöyledir: "Bedir'den dönerlerken herhangi bir kötülüğe maruz kalmaksızın aynı zamanda büyük bir kar elde ederek geri döndüler. " Bu uğurda Allah'ın rızasına da uygun hareket ettiler." Ayetin bu kısmı, kavli üzerine matuftur.
Düşmanın karşısına cesaretle, metanetle, hiçbir geri
adım atmaksı-zın çıktılar. "Allah pek büyük lütuf ve kerem sahibidir.
" Yapmış olduklan şeylerde Allah onlara muvaffakiyet ve basan vererek
büyük bir üstünlük kazandırdı.
[263]
175 - Hiç şüphesiz sizi
dostlarıyla korkutan (ürkütmeye çalışan) şeytandır. Eğer gerçekten
inanıyorsanız, onlardan korkmayın, Benden korkun.
"Hiç şüphesiz sizi dostlarıyla münafık olan
adamlarıyla- korkutup ürkütmeye çalışan şeytandır."
Bu cümledeki, kelimesi, işaret isminin ha-beridir.
Yani bu, şöyledir: "Sizi bu işten «geri çevirmek isteyen (ürkütmeye
çalışan)» şeytandır. " Bu ise Ebu Süfyan tarafından on deve verilerek
gönderilen Naim ya da Nuaym adındaki kişidir. cümleşi müstenefe (yeni bir)
cümledir. Düşmanın şeytanlıklarını açıklamaktadır. Veya, kelimesi işaret
isminin sıfatıdır. Bu durumda, kavli de haberidir.
"Eğer gerçeklen inanıyorsanız onlardan
-şeytanın dostlan olan kâfirlerden- korkmayın. Benden korkun. " Çünkü
iman, kula, Allah korkusunu başka tüm korkulara tercih etmesini sağlar.
Kıraat imamlarından Sehl b. Muhammed ve Yakub b.
İshak, hem vasi (geçiş) ve hem vakf (duruş) hâlinde, kelimesinde harfini
göstererek, olarak okumuşlardır. Fakat, bu iki imama sadece geçiş, yani vasi
hâlinde Ebu Amr muvafakat etmiştir.
[264]
176. (Ey Muhammedi) inkârda
yarışanlar seni üzüntüye düşürme-sinler. Zira; onlar asla Allah'a zarar
veremezler. Allah, ahiretten yana onlara hiçbir nasip bırakmamak ister. Onlar
için çok büyük bir azap vardır.
177. Şüphesiz; imanı verip
karşılığında küfrü (inkârı) satın alanlar, asla Allah'a zarar
veremeyeceklerdir. Onlar için çok elim bir azap vardır.
178. İnkâr edenler, mühlet vermemizi kendileri için daha hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine onlara zaman tanımamız sadece günahlarını artırmaları içindir. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.
179. Allah, mü'minleri üzerinde
bulunduğunuz şu durumda (münafıklarla iç içe olmuş hâlde) bırakacak değildir;
sonuçta murdar olan ile temiz olanı ayırt edecektir. Ey iman edenler! Allah size
gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer
(ve onu gaybtan haberdar kılar). O hâlde Allah'a ve Rasûlüne iman edin. Eğer
iman eder ve sakınırsanız, (bu takdirde) sizin için pek büyük bir ecir vardır.
180. Allah'ın lütuf ve
kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler, bunun kendileri
için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine bu, onlar için serdir (çok daha
kötüdür). Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü boyunlarına bir halka olarak
dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yapıp
ettiklerinizden haberdardır.
181. "Gerçekten Allah
fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin sözlerini muhakkak Allah
işitmiştir. Biz onların bu söylediklerini ve haksız yere peygamberleri
öldürmelerini yazacağız ve: "Tadın o yakıcı azabı!" diyeceğiz.
182. İşte bu azap, (sizin
dünyada iken) kendi ellerinizle işlemiş olduğunuz şeylerfin karşılığadır.
Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.
183. "Doğrusu Allah bize
Tevrat'ta, gökten inen ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban
getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamız hususunda söz aldı." diyenlere
de ki: "Benden önce size, apaçık mucizelerle ve aynı zamanda bu
söylediğiniz mucizeyle nice peygamberler geldi. Eğer iddianızda doğru kimseler
idiyseniz, öyleyse ne diye onları öldürdünüz?"
184. (Ey Rasûlüm!) Eğer seni
yalanladı I arsa, senden önce de apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı
kitaplar getiren nice peygamberler de yalanlanmıştı.
[265]
176 -
(Ey Muhammedi) İnkârda
yarışanlar seni üzüntüye düşürmesinler. Zira; onlar asla Allah'a zarar
veremezler. Allah, ahiret-ten yana onlara hiçbir nasip bırakmamak ister. Onlar
için çok büyük bir azap vardır.
"İnkârda yarışanlar seni üzüntüye
düşürmesinler."
Kıraat imamlarından İmam Nafi. Enbiya Suresi hariç
kavlini Kur'an'ın tamamında olarak okumuştur. Enbiya Süresindeki ayeti
kerimede ise şöyledir:[266]
Yani; "Sana zarar vermeleri korkusu, seni
üzüntüye, kedere düşürmesin. " Görmez misin bak yüce Allah ne buyuruyor:
"Çünkü; onlar asla Allah'a -Allah'ın dostlarına- zarar veremezler," Yani; onlar küfürde yarışırlarken sadece kendilerine zarar verirler. Bundan dolayı doğacak vebal onların kendilerine dönecektir, başkasına değil. Nitekim, yüce Allah şu kavliyle de onların işlediklerinin vebalinin kendilerine döneceğini ve onlara ait olacağını şöyle açıklıyor:
"Allah ahiretten yana onlara hiçbir nasip
bırakmamak ister. Onlar için -sevaba karşılık- çok büyük bir azap
vardır." İşte bu ifade, bir kimsenin kendi kendine verdiği zararı daha
net olarak ortaya koymaktadır.
Ayrıca bu ayet, küfür ve masiyetlerin de kişinin
iradesine bağlı şeyler olduğunun delilidir. Çünkü; bu kimseler iradelerini,
tercihlerini seçimlerini ahirette kendileri için bir sevap olmaması yönünde
kullanmışlardır. Dolayısıyla küfür ve masiyetleri iradeleri dışında olan bir
şey değildir.
[267]
177 - Şüphesiz İmanı verip
karşılığında küfrü (inkârı) satın alanlar, -imanı küfürle değiştirenler- asla
Allah'a -hiçbir şekilde ve hiçbir şeyde- zarar veremeyeceklerdir. Onlar için
çok elim bir azap vardır.
Bu ayetteki, kelimesi mastar olarak mansubdur.
Bundan önce geçen ayet, savaştan geri kalmak suretiyle cihada katılmayan münafıklar hakkındadır. Veya İslâm'dan dönen mürtedlerle alâkalıdır. İkinci ayet ise bütün kâfirlerle alâkalıdır veya birincisi tüm kâfirlerle alâkalıdır, bu ayet ise ötekilerle ilgilidir. [268]
178 - İnkâr edenler, mühlet
vermemizi kendileri için daha hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine onlara
zaman tanımamız sadece günahlarını artırmaları içindir. Onlar için aşağılayıcı
bir azap vardır.
İnkar edenler, mühlet ver/nemizi kendileri için
daha hayırlı olduğunu sanmasınlar." Bu ayetten sonra gelen üç ayet daha,
kavlindeki harfini ötreli olarak okumakla birlikte harfiyle olarak
okunmaktadır. Bu kıraat, îbn Kesir ve Amr'ın kıraatidir. Ancak kıraat
imamlarından Hamza bunların hepsini harfi yerine harfiyle, olarak kıraat
etmiştir. Nafı, Ebu Cafer ve İbn Amir bunların tamamını harfiyle kıraat
etmişlerdir. Ancak İbn Amir, Al-i İmran, 188. ayetindeki bu kelimeyi harfiyle,
olarak okumuştur. Diğerleri ise ilk ikisini harfiyle, son ikisini de, harfiyle
okumuşlardır.
kavli, kelimesini ile okuyanlara göre merfudur.
Yani; "kâfirler sanmasınlar ki" demektir.
kavlindeki, edatı ismi ve haberiyle beraber,
kelimesinin iki mef'ulü yerin dedir! er. Bunun mana bakımından takdiri
şöyledir: "Kâfir olanlar, bizim onlara mühlet vermemizin kendileri için
hayırlı olduğunu sanmasınlar."
'daki edatı, mastariyedir. Dolayısıyla yazım
tekniğine uygun olarak bu 'nın ayrı olarak yazılması gerekir. Ancak bu kelime,
İmam olarak kabul edilen Hz. Osman (Radıyallahu Anh) Mushaf ında, şeklinde
bitişik olarak yazılmıştır.
Bu kelimeyi harfiyle, olarak okuyanlar açısından da,
kavli mansubdur. Buna göre manası şöyle olur: "Kâfirlere mühlet
vermemizi, onlar için hayırlı olduğunu sanma. "
kavli, kâfirlerden bedeldir. Yani; "Bizim
kâfirlere mühlet vermemizi onlar için hayırlı olduğunu sanma:" edatı isim
ve haberiyle beraber iki mef ul yerine geçmektedirler. "İmlâ" demek,
onlara mühlet verilmesi, süre ve zaman tanınması demektir, ömürlerinin uzun
kılınmasıdır.
"Aksine onlara zaman tanımamız sadece
günahlarını artırmaları içindir." İşte buradaki, kelimesinin yazı tekniği
bakımından bitişik yazılması gerekir. Çünkü bu kelime birinciye göre farklıdır
ve bu, edatı mâ-i kâffedir. Ayrıca bu, cümle olarak yeni bir cümle
(müstenefe)dir. Bir önce geçen cümleyi sebep yönünden açıklamaktadır. Sanki
şöyle denir gibi: "Neden onlar bu süreyi kendileri için hayırlı olarak
sanmasınlar?" Bunun üzerine şöyle cevap veriliyor: "Aksine onlara
zaman tanımamız sadece günahlarını artırmaları içindir." Aslah olan yani
en iyiyi yaratma ve masiyet işlemenin de irade ile olduğu meselesinde bu ayet
Mutezilenin aleyhine ve bizim de lehimize olmak üzere bizim için bir delildir.
"Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır."
[269]
179 - Allah, mü'minleri üzerinde
bulunduğunuz şu durumda (münafıklarla iç içe olmuş hâlde) bırakacak değildir;
sonuçta murdar olan ile temiz olanı ayırt edecektir. Ey iman edenler! Allah
size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer
(ve onu gaybtan haberdar kılar). O hâlde Allah'a ve Rasûlüne iman edin. Eğer
iman eder ve sakınırsanız, bu takdirde sizin için pek büyük bir ecir vardır.
"Allah, mü'minleri, üzerinde bulunduğunuz şu
durumda (münafıklarla içice olmuş hâlde) bırakacak değildir;'' Yani; samimi,
ihlâs sahibi ve dürüst olan mü'minlerle münafıkları birbirine karışmış, biri
ötekisinden ayırt edilemez bir durumda bırakacak değildir. kelimesindeki
harfi, nefyi yani olumsuzluğu tekit (pekiştirmek) içindir.
"Sonuçla, murdar olan ile tertemiz olara ayırt
edecektir." Yani, böylece ikiyüzlü münafık kimse ile samimi, dürüst ve
ihlâs sahibi mü'min olan kimse ortaya çıkıp anlaşılmış osun. kelimesini kıraat
imamlarından Hamza ve Ali, olarak kıraat etmişlerdir. yani "siz"
kelimesindeki muhatap ifade; tasdik eden halis müzminlerle münafıklara
yöneliktir. Sanki burada şöyle denir gibidir:
"Allah, içinizden samimi ve dürüst olan
mü'minlerle, kiminizin kimi münafıklarla içli dışlı olan hâli ortaya çıkıp anlaşılana
dek bırakacak değildir ki, böylece Allah'ın peygamberine göndereceği vahiy
yoluyla ve durumlarınızı bildirmekle onlarla sizin durumunuz meydana çıkıp
anlaşılabilsin,"
"Ey iman edenler! Allah size gayot bildirecek
değildir." Yüce Allah sizden herhangi birinizi gayb, yani bilinemeze ait
ilimlere sizi vakıf kılacak değildir. Dolayısıyla Allah Ra-sûlünün size
herhangi bir kimsenin münafık olduğunu bildirmesine, birinin de samimi ve
ihlâs sahibi olduğunu söylemesine yanlış bir anlam vererek bakmayın, hatalı
bir değerlendiremeye girişmeyin. Çünkü yüce Allah kalplerde var olan gizli
şeyleri ona bildirerek peygamberini bu konuda bilgilendirmektedir. Böylece
Peygamber birinin küfründen bilgi verirken, diğerinin de imanından haber
verebiliyor.
"Fakat Allah, peygamberle-tinden dilediğini
seçer ve onu gaybtan haberdar kılar." Yani; ancak Allah peygamber gönderir
ve ona vahyeder ve bu yoldan gayb âleminde şu şeyler şöyle ve şöyledir, diye
bilgi ve haber getirir. Buna bağlı olarak da, "filan kimsenin kalbinde
münafıklık vardır, filan kimsenin gönlünde ise dürüstlük, ihlâs ve samimiyet
vardır. " diye ümmetini, inananlarını haberdar kılar. Peygamberin verdiği
bu türden haberler, onun kendi kafasından değil bizzat yüce Allah'ın ona
bildirmesiyle olmaktadır.
Bu ayet Batıni görüşe sahip olanlar aleyhine bizim için delildir. Çünkü Batıniler, imamlarının da bu ilme sahip olduğunu ileri sürmektedirler. Eğer böyle bir kimsenin peygamberliği sabit değilse, dolayısıyla eldeki bu nassa (delile) aykırı hareket ediyorlar, demektir. Zira Batıniler rasûl olmayanın da gayba ait bilgileri bileceğini iddia ediyorlar. Eğer böyle biri için peygamber olduğunu ileri sürerlerse bu takdirde bu nassın dışında bir başka nassa da aykın davranmış olurlar. Bu ise, "peygamberlerin sonuncusu" manasında olan,[270] ayetine aykırıdır.
"O hâlde Allah'a ve Rasûlüne -ihlâs ile- iman
edin, Eğer iman eder ve —nifaktan- sakınırsanız, bu takdirde sizin için —
ahirette— pek büyük bir ecir vardır."
Şimdi tefsirini okuyacağımız ayet zekâta karşı çıkan
ve mani olan kimseler hakkında nazil olmuştur.
[271]
180 - Allah'ın lütuf ve
kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler, bunun kendileri
için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine bu, onlar için serdir (çok daha
kötüdür). Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü boyunlarına bir halka olarak
dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yapıp ettiklerinizden
haberdardır.
Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği
şeylerde cimrilik gösterenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu
sanmasınlar." Buradaki, kelimesini, harfiyle, olarak okuyanlar buraya bir
tane mahzuf muzaf takdir etmektedirler. Yani, "cimrilerin cimriliğini....
sanma" demektir. zamiri, fasl zamiridir. kavli burada ikinci mef uldür.
Nitekim; bu kelimeyi, olarak harfiyle okuyanlar, bu
kelimenin failini (öznesini) Allah Rasûlü'ne veya herhangi birine raci zamiri
olarak değerlendiriyorlar. Kimisi de bu kelimenin failini, kavlini kabul
ediyorlar. Bu durumda cümlenin takdiri şöyledir: "Allah'ın lütuf ve kereminden
kendilerine verdiği şeyleri Allah yolunda harcamayıp cimrilik gösterenler"
in cimriliklerinin "kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar."
zamiri, fasl zamiridir. kavli de ikinci mef uldür.
"Aksine bu, onlar için serdir (çok daha
kötüdür)." Çünkü mal ve varlıkları pek yakın bir gelecekte kendilerinden
yok olacaktır. Dolayısıyla ellerinde sadece cimrilikleri sebebiyle
kazandıkları veballeri kalacaktır. "Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet günü
boyunlarına bir halka olarak dolanacaktır." Ayetin bu kısmı, kavlini
tefsiridir. Yani; hakkını ve zekâtını vermedikleri, menettikleri mallan, yarın
kıyamet günüde bir halka şeklinde boyunlarına dolanacaktır. Nitekim; bir
hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Kim malının zekâtını vermezse o mal tüysüz ve
iki dişi olan çok zehirli bir erkek yılan hâline gelir, o şahsın boynuna
dolanır, ona durmadan sokarak onu böylece cehennem ateşine sürükler."
[272]
"Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır."
Gök ve yer ehlinin miras yoluyla buralardan elde ettikleri mal ve başka
şeylerin tamamı Allah'a aittir. Onlara ne oluyor ki; Allah'ın mülkünde onun
malında cimrilik ediyor ve bu malı Allah yolunda harcamıyorlar?
"miras" kelimesinin aslı olup, makabli
meksur olduğundan burada harfi harfine dönüştürülmüştür.
"Allah bütün yapıp etliklerinizden haberdardır."
Kıraat imamlarından İbn Kesir ve Ebu Amr, kelimesini harfiyle, olarak
okumuşlardır. harfiyle okumak ise, iltifat yoluyladır. Bu tehdit ve uyarı
bakımından çok daha etkilidir. Ancak harfiyle okumak ise zahire göredir.
[273]
181 - "Gerçekten Allah
fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin sözlerini muhakkak Allah
işitmiştir. Biz onların bu söylediklerini ve haksız yere peygamberleri
öldürmelerini yazacağız ve: "Tadın o yakıcı azabı!" diyeceğiz.
"«Gerçeklen Allah fakirdir, biz ise zenginiz.»
diyenlerin sözlerini muhakkak Allah is itmiştir. " Bu ifadeyi Yahudiler,
"Var mıdır Allah'a güzel bir ödünç verecek bir
kimse?[274]
mealindeki ayeti dinlediklerinde söylemişlerdi.
Demişlerdi ki:
"Muhammed'in Rabbı bizden ödünç istiyor. Bu
takdirde biz zenginiz, Allah fakirdir."
"Allah, onu işitmiştir. " demenin manası,
"Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Allah ona uygun bir ceza hazırlamıştır.
"Biz onların bu söylediklerini....amel defterlerine yazacağız."
Yani; biz hafaza meleklerine, onların söylediklerini deftere yazmalarını
emredeceğiz. Ya da onları muhafaza edeceğiz. Çünkü; yazma işi, insanların
yapageldiklerini muhafaza edeceğiz, demektir. Bu ifade mecazi bir mana olarak
isimlendirilmiştir.
edatı ise burada mastariyedir ve bu, manasınadır.
"... halisiz yere peygamberleri Ö
Idürmelerini,yazacağız ve ..." Ayetin bu kısmı, edatı üzerine matuftur.
Peygamberlerin öldürülmesi olayını bunu bir karinesi kılıyor ve burada her iki
olayın da büyük günah olması bakımından eşit manadadırlar. Çünkü; Allah'ın
peygamberlerini öldürenler, böyle bir sözü söylemekten de geri durmazlar, buna
da çekinmeden kalkışabilirler. kıyamet gününde onlara "Tadın o yakıcı
azabı, diyeceğiz." Siz Müslümanları nasıl üzüp kedere boğmuşsanız, şimdi
de siz cehennem ateşini tadın.
İmam Dahhak diyor ki:
"Cehennem bekçileri bu sözü onlara
söyleyecekler. Bunun yüce Allah'a izafe olunmasının sebebi, bu emri verenin
yüce Allah olması sebebiyledir." Nitekim; Rabbimizin,
"yazacağız" kavli de böyledir.
Kıraat imamlanndan Hamza, diye okudu.
[275]
182 - İşte bu azap, sizin dünyada
iken kendi ellerinizle işlemiş olduğunuz şeylerin karşılığıdır. Yoksa Allah
kullarına zulmedici değildir.
bir önceki ayette anlatılan cezalandırma olayına
işaret etmektedir. İşte bu azap sizin daha Önce işlemiş oldu-ğunuz küfür ve measi
sebebiyledir. Meselenin, kelimesine izafesi, şundan dolayıdır. Yapılan işlerin
çoğunun el ile yapılmasından dolayıdır. Dolayısıyla yapılan her iş genelde el
ile işlendiğinden bunun (diğer azalara) galebe çalması nedeniyledir. Nitekim;
herhangi bir şeyi emrederken, bunu işleyen ya da yapan için bunun faili diye ad
verilir, "ellerin" ayette zikredilmesi tahkik içindir. Yani; bizzat
kendisinin emriyle kendisi yaptı, başkası değil.
Çünkü; Allah kullarına zulmetmez ve herhangi bir suç işlemeden de onları cezalandırmaz. [276]
183 - "Doğrusu Allah bize
Tevrat'ta, gökten inen ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban
getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamız hususunda söz aldı." diyenlere
de ki: "Benden Önce size, apaçık mucizelerle ve aynı zamanda bu söylediğiniz
mucizeyle nice peygamberler geldi. Eğer iddianızda doğru kimseler idiyseniz,
öyleyse ne diye onları öldürdünüz?"
"Doğrusu, Allah bize Tevrat'la, gökten inen
ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere
inanma/namız hususunda söz aldı, diyenlere" Bu ayette geçen, kavli daha
önçeki ayette geçen, kavlinden bedel olarak cer mahallinde gelmiştir. Ya da bu,
fiilinin izmariyle mansubdur. Ya da bu, zamirinin izmariyle merfudur.
Allah bize Tevrat'ta emretti, bize tavsiye etti.
Yani; Allah'a bir kurban adayacak, bu arada gökten bir ateş inerek o kurbanı
yiyecek (yakıp kor hâline getirecektir. Eğer sen bize bunu getirirsen biz de
seni tasdik ederiz.
İşte onların bu sözleri, batıl birtakım boş
sözlerden ibarettir. Allah'a bir iftirada bulunmaktır. Çünkü; ateşin kurbanı
yemesi meselesi onların, o olayı getirip gösterene iman etmeleri için bir
sebep oluşturacaktır. Ancak bu da bir mucizedir. Ve diğer mucizelerle bu da
aynı derecede bir mucizedir. Ayrıca bir de bunu istemenin hiç bir manası
yoktur.
"De ki: Benden Önce size, -kurban dışında- apaçık mucizelerle ve aynı zamanda bu söylediğiniz -kurban ile- mucizeyle nice peygamberler geldi." Yani; sizinde aynı dinde olduğunuz sizden önce geçen dindaşlarınıza ve milletinize de bunlar gelmişti. Nitekim; siz de onların işledikleri fiillerinden memnun bulunmaktasınız.
"Eğer iddianızda doğru kimseler idiyseniz,
öyleyse ne diye onları öldürdünüz?" Eğer iman etmemenizin gerekçesi bu
söyledikleriniz ise, o hâlde onların size getirdiklerine neden i-man etmediniz?
Ve niçin onları öldürdünüz? Gerçekten, "Bizim iman etmemizi geciktirme
sebebimiz budur." sözlerinizde dürüst ve samimi i-dıysenız, buyurun.
[277]
184 - (Ey Rasûlüm!) Eğer seni
yalanladılarsa, senden önce de apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap
getiren nice peygamberler de yalanlanmıştı.
Eğer Yahudiler seni yalanladılarsa, bu seni
sıkıntıya sokmasın. Çünkü senden önce geçen milletler de peygamberlerine aynı
şekilde davranmışlardır. Onlar da apaçık mucizelerle, kitaplarla ve
sahifelerle, ayrıca aydınlatıcı kitapla geldiler.
kelimesi kelimesinin çoğuludur. Bu ise, kelimesinden
alınmadır. Bu da yazmak manasınadır. Kitap ise bütün ilâhi kitaplar* demektir.
ise aydınlatma anlamındadır. Söylendiğine göre her ikisi de esasen birdir.
Fakat sadece iki vasfın farklı olması nedeniyle burada ikisi de verilmiştir.
Zebur ise; ilâhi bir kitap olup bunda zecri tedbirler ve ağır cezayı içeren hükümler vardır. ise doğru yolu gösteren, hidayete erdiren kitap demektir. [278]
185 . Her nefis ölümü tadacaktır.
Ancak kıyamet günü, (iyi ya da kötü) yaptıklarınızın karşılığı size tastamam
olarak verilecektir. Kim cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa o,
muhakkak kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı, aldatıcı (geçici) şeylerden başka
bir şey değildir.
186. And olsun ki; siz mutlaka
mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; ister sizden Önce
kendilerine kitap verilenlerden, ister Allah'a ortak koşanlardan olsun, sizi
oldukça rahatsız eden sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder, (Allah'ın emir ve
yasakları doğrultusunda) sakınırsanız, işte bu (davranış, üzerinde kararlılıkla
durulması gereken) önemli işlerdendir,
187. Vaktiyle Allah, kendilerine
kitap verilenlerden, "(Kitaplarında yer alan tüm hükümleri) mutlaka
insanlara açıklayacak ve onu gizlemeyeceksiniz." diyerek söz almıştı.
Fakat onlar bunu kulak ardı edip umursama-dılar ve az bir dünyalığa sattılar.
Yaptıkları alış veriş ne kadar da kötü!
188. (Ey Muhammedi)
Yaptıklarıyla sevinen ve yapmadıklarıyla da övülmeyi isteyen kimselerin azaptan
kurtulacaklarını sanma! Onlar için elem verici bir azap vardır.
189.
Göklerin ve yerin mülkü
Allah'ındır. Allah, her şeye güç yeti rendir.
[279]
185 - Her nefis ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü, (iyi ya da kötü) yaptıklarınızın karşılığı size tastamam olarak verilecektir. Kim cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa o, muhakkak kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı, aldatıcı (geçici) şeylerden başka bir şey değildir.
"Her nefis ölümü tadacaktır." Burada,
kavli mübtedadır. kavli de bunun haberidir. Eğer kelime mana bakımından
genellik (umum) ifade ediyorsa bu takdirde nekre (belirsiz) olan bir kelimeyle
giriş yapmak caiz olur. Mana ise şöyledir:
"Salkın onların seni yalanlamaları, seni
üzmesin. Çünkü, sonuçta insanların dönüp huzura gelecekleri Benim. Dolayısıyla
seni yalanlamalarından ötürü onları cezalandıracağım gibi, seni de sabrettiğin
için mükâfatlandıracağım. "
İşte bu, "Ancak kıyamet günü, iyi ya da kötü
yaptıklarınızın karşılığı size taslamam olarak verilecektir." Ayetinin
belirttiği manadır. Yani; kıyamet gününde işlediklerinizin sevabı eksiksiz
olarak size verilecektir. Çünkü; dünya ödüllendirme veya cezalandırma yurdu
değildir. "Kim cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa, o mutlak
kurtuluşa ermiştir."
Ayette geçen, uzak oldu. kelimesi ise uzaklaştırmak
manasınadır. Hayrı kazandı, demektir. Bir yoruma göre, "Bu kimse için
mutlak manada kurtuluş meydana gelmiştir. " demektir.
Nitekim; fevz: "Sevgiliye, sevilen ve arzulanan şeye kavuşmak, onu elde etmek, arzulanmayan ve istenmeyen şeyden de uzak olmak. " demektir.
''Bu dünya hayalı, aldatıcı geçici şeylerden başka
bir şey değildir." Dikkat edilirse bu ayette dünya, pazarda satış için
getirilen ayıplı bir malın ayıbının gizlenerek iyi ve değerli imiş süsü
verilerek satılıp ve fakat sonradan ayıbı anlaşılınca bir hiç olan eşyaya
benzetilmiştir. İşte burada asıl aldatan hileci düzenbaz olan şeytandır.
Said b. Cubeyr'den rivayet olunmuştur, demiş ki:
"Bu ayet, dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler içindir. Fakat her
kim de dünya ile ahiret hayatını kazanmak istiyorsa, bu takdirde dünya, kişiyi
ahirete ulaş-üran bir eşya yani metadır."
Tabiinden olan Hasan Basri ise şöyle demiştir:
"Dünya, tıpkı sonuçta insanın elinde bir şey bırakmayan yeşil bitki ve
çocukların oyun ve eğlencesine benzer. Çünkü; yeşillik kurur, oyun da son
bulur."
[280]
186 - And olsun ki; siz mutlaka
mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; ister sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden, ister Allah'a ortak koşanlardan olsun, sizi
oldukça rahatsız eden sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder, (Allah'ın emir ve
yasakları doğrultusunda) sakınırsanız, işte bu (davranış, üzerinde kararlılıkla
durulması gereken) önemli işlerdendir.
"And olsun ki; siz, mutlaka inalla-rınız ve
canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz;7' Allah'a yemin olsun ki, sizler
malınızı Allah yolunda harcadınız mı, harcamadınız mı bu konuda deneneceğiniz
gibi malınıza gelen birtakım âfetlerle de imtihan olunacaksınız. Ayrıca Öldürülmek,
esir düşmek, yaralanmak gibi hususlarda canınızla da imtihan olunacaksınız.
Hatta buna benzer daha farklı ve çeşitli felâketlerle de imtihan
geçireceksiniz.
Bu ayette geçen, kelimesi görülmeyen ve içte olan
can (ruh) olmayıp görülen beden olduğunu gösteriyor. Bu açıdan ayet bunun için
bir delildir. Yoksa birtakım filozofların ileri sürdükleri gibi görülmeyen can
demek değildir. Nitekim; bu gerçek, "Şerhu'l-Te'vilat" adlı eserde
de aynen böyle ele alınmıştır.
"ister sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
-Yahudi ve Hıristiyanlardan-, ister Allah'a ortak koşanlardan olsun, sizi
oldukça rahatsız eden sözler işiteceksiniz." Örneğin; dininize dil
uzatmaları ve iman etmek isteyenlerin iman etmelerini engellemeleri ve iman
etmiş olanları da hatalı yoldadır, diye göstermeleri ve benzeri şeyler gibi.
"Eğer -onların ezalarına- sabreder, Allah'ın
emir ve yasaklan doğrultusunda -hareket eder ve Allah'ın emirlerine karşı
gelmekten- sakınırsanız, işte bu davranış, üzerinde karaıiıhkla durulması
gereken önemli işlerdendir." Yani; bu manada kararlılık önemli
meselelerdendir, kısaca üzerinde durulması gereken işlerdendir.
Burada böylece mü'minlere seslenilmesi, ileride
başlarına gelebilecek bu türden olaylar karşısında hazırlıklı olsunlar ve
şiddete, musibetlere karşı sabır göstersinler, diyedir. Böyle bir durumda
paniğe kapılmasınlar, geri adım atmasınlar, ürkmesinler içindir.
[281]
187 - Vaktiyle Allah, kendilerine
kitap verilenlerden, "(Kitaplarında yer alan tüm hükümleri) mutlaka
insanlara açıklayacak ve onu gizlemeyeceksiniz." diyerek söz almıştı.
Fakat onlar bunu kulak ardı edip umursamadılar ve az bir dünyalığa sattılar.
Yaptıkları ahş veriş ne kadar da kötü!
"Vaktiyle Allah, kendilerine kitap
verilenlerden, «Kitaplarında yer alan tüm hükümleri mutlaka insanlara
açıklayacak ve onu -insanlardan— gizlemeyeceksiniz.» diyerek söz
almıştı." İşte yüce Allah'ın onlardan söz aldığı zamanı bir hatırla.
kelimesi harfiyle muhatap kipi olarak gelmiştir. Bunun sebebi, onlara hitap
olayını hikaye etmiş olmasındandır. Nitekim; benzer durum, Allah Teâlâ'nın şu
kavlinde de şöyle geçmektedir:
"Biz, Kitap'ta (Tevrat'ta) İsrailoğullarına:
«Sizler, yeryüzünde iki defa fesat (bozgunculuk) çıkaracaksınız ve azgınlık
derecesinde bir kibre kapılacaksınız.» diye bildirdik,"[282]
Bu ayetteki, kelimesi ile, kelimesi buna
örnektirler.
Kıraat imamlarından^ İbn Kesir, Ebu Amr ve Ebu
Bekir, kavlini olarak harfiyle okumuşlardır. Çünkü bunlar gaiptirler. Zamir ise
kitaba racidir.
Yüce Allah burada Kitabın (yani Tevrat'ın)
açıklanmasının mutlak manada gerektiği ve farz olduğu gerçeğini belirttiği
gibi, aynı şekilde onu gizlemekten de kaçınmalarını farz kılmıştır.
"Fakat onlar bunu kulak ardı edip umursamadılar
Misakı, verdikleri sözü terk ettiler. Kendilerinden alınan kesin sözü
tutmadılar. Yani; sözlerine riayet etmediler, ona iltifat dahi etmediler.
yani "arkalarına atmak" demek, bir şeye
değer vermemekten, önemsememekten bir özlü sözdür. Bunun için gerekli çalışmayı
yapmayıp terk etmek manasınadır.
Burası, ilim adamlarının halka hakkı yalın olarak ve saklamadan, tüm gerçekleriyle anlatmalarının vacip (farz) olduğu konusunda bir delildir. İlim adamları, bildikleri gerçekleri mutlaka halka anlatmak zorundalar. Kötü bir gaye için ve zalimlere kolaylık sağlamak maksadıyla ya da bazı kimseleri hoş tutmak ve memnun etmek için hareket etmemeliler, gerçekleri saklamamahdırlar. Aynı zamanda kendisine bir menfaat sağlamak veya kendisine bir zarar gelecek düşüncesiyle yahut da sırf başkalarına bilgi vermemek, başkalarının Öğrenmelerini istememek düşüncesiyle ilmi saklaması, öğretmemesi doğru değildir. Çünkü; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Kim, ehil olan birinden ilmi saklarsa
(öğretmezse), Allah ateşten bir gem ile ağzına gem vurur.[283]
"ve az bir dünyalığa -basit bir çıkara
karşılık- sallılar. Yaptıkları alışveriş ne kadar da kötü."
[284]
188 - (Ey Muhammedi)
Yaptıklarıyla sevinen ve yapmadıklarıyla da övülmeyi isteyen kimselerin azaptan
kurtulacaklarını sanma! Onlar için elem verici bir azap vardır.
"Ey Muhammedi Halkı saplırarak yaptıklarıyla sevinen
ve yapmadıklarıyla da övülmeyi isleyen kimselerin azaptan kurtulacaklarını
sanma!" Burada, fiilindeki hitap Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve
Sellem)dır. Bunun iki mef ullerinden biri, kavlidir. İkinci meful ise,
kelimesidir.
"Sakın ha azaptan kurtulacaklarını
sanmayasınf" Ancak buradaki, kavli tekit içindir. Bu, "Sakın ha
onların kurtulacaklarını sanmayasın. " takdirindedir. Burada, kavli
yaptılar, işlediler, demektir. Bu kıraat Übey b. Kab'ın kıraatidir. Bu aynı
zamanda, olarak da zikredilmiştir. Her ikisi de "işledi/yaptı"
manasınadırlar. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
'Şüphesiz O'nun vadi yerini bulacaktır,"[285]
"Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey
yaptın!'[286]
İbrahim Nehai (v.96/714), kelimesini, olarak kıraat
etmiştir. Bu da verdiler, manasındır.
"Onlar için elem verici bir azap vardır."
Rivayete göre; Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve
Sellem) Yahudilere, bir konu hakkında Tevrat'ta ne söylendiğini sormuş,
Yahudiler de gerçeği gizleyip tam onun aksi olan şekilde, yani Tevrat'ta var
olmayan bir bilgi vermişlerdir. Bununla da Hz. Peygamber (Saliaiiâhu Aleyhi ve
Setlemfi güya doğruladıklarını, tasdik ettiklerini göstermek istediler, böylece
sözde Ra-sûlullah'ı överlerken aslında yaptıkları hile ile de kendi kendilerine
sevinip duruyorlardı.
İşte bu durumu yüce Allah, Rasûlüne bildirdi ve
onları tehdit ifade eden ayetini indirerek Rasûlünü böylece teselli etmiş oldu.
Yani; Rabbimiz burada şöyle buyurmaktadır;
"Sevinerek sana karşı koymaya çalışan, hile ve
tuzaklar hazırlayan, bununla mutlu olan ve yapmadıklarıyla da övülmek isteyen,
senin kendilerine sorduğun şeyde yanlış bilgi vererek sana doğru habermiş gibi
bildiren Yahudilerin azaptan kurtulacaklarını sakın sanmayasm!"
Bir diğer görüşe göre burada söz konusu edilenler,
münafıklardır. Çünkü; bunlar görünürde iman etmiş gibi gözüktükleri hâlde
esasta inanmamaktaydılar. Bundan dolayı da seviniyorlardı. Böylece asıl
amaçlarını elde etmek istiyorlardı. Gerçekte var olmayan imanlarıyla da
övülmeyi arzu ediyorlardı.
Bu ayette, yaptığı bir iyilikle şımararak sevinen
kimselere, böbürlenenlere bir tehdit yer almaktadır. Çünkü; bunlar aslında hiç
kendilerinde var olmayan bir değerin varmış gibi halk tarafından söylenip
bundan ötürü övülmelerini isterler.
[287]
189 - Göklerin ve yerin mülkü
Allah'ındır. Allah, her şeye güç yeti rendir.
Burada yüce Rabbimizin, "Göklerin ve yerin mülkü Allah 'indir. " buyurması, onların her şeylerine malik ve sahip olduğunu ifade etmesidir. Bunun aynı zamanda, "Muhakkak Allah fakirdir..."[288] ayetinde ifade edildiği gibi onların bu sözlerini de yalanlama hususu yer almaktadır.
"Allah her şeye güç yetirendir. " buyurmakla da, Allah onları cezalandırmaya da kadirdir, buyurmaktadır. [289]
190. Muhakkak ki göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde elbette
sağduyu sahibi kimseler için (Allah 'in yüce kudreti hakkında fikir veren)
deliller vardır.
191. Onlar, ayakta dururlarken,
otururlarken, yanları üzerinde yatarlarken (her zaman) Allah'ı anarlar,
göklerin ve yerin (ince ve eşsiz) yaratılışı konusunda derin derin düşünürler.
(Ve şöyle derler:) "Ey Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın. Seni teşbih
ve tenzih ederiz. Bizi cehennem ateşinin azabından koru!"
192. "Ey Rabbimiz! Doğrusu
Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, muhakkak onu rezil etmişsindir. Zalimlerin
hiçbir yardımcıları yoktur."
193. "Ey Rabbimiz! Biz, «Rabbinize iman edin.» diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve hemen iman ettik. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı da iyilerle beraber al."
194. "Ey Rabbimiz!
Peygamberlerin aracılığıyla bize vadettiklerini bize ver. Kıyamet gününde bizi
rezil rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden dönmezsin."
[290]
190 - Muhakkak ki göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde elbette
sağduyu sahibi kimseler için (Allah'ın yüce kudreti hakkında fikir veren)
deliller vardır.
Yani; tıpkı kabuktan özün çıkarıldığı gibi akimi
heva ve hevesinden arındıran kimseler için kadim, her şeyi en iyi bilen ve her
şeye gücü yeten, hikmet sahibi bir sanatkarın varlığını gösteren deliller
vardır.
Yani; böyleleri şu gerçeği çok iyi kavrarlar."
Cevherlerden meydana gelen arazlar (şeyler), aynı zamanda o cevherin de
sonradan var olduğunun delilidirler. Çünkü; sonradan var edilmiş olan bir
şeyden ayrılmayan bir cevher, ve sonradan var olma özelliğinden hali olmayan ve
hadislik-ten ayrılmayan şey de aynen hadistir (sonradan var edilmedir).
Diğer taraftan bir şeyin hadisliği, (sonradan var
edilmiş olması,) mutlak manada onu meydana getiren bir muhdisin (yaratanın)
varlığına, kadimliğine delâlet eder. Aksi takdirde o şey de yine bir başka
muhdise (var ediciye) muhtaçtır. Bu da böylece sonsuza dek sürer gider. Kaldı
ki; sanatının güzelliği ise ayrıca o zatın ilminin delilidir. En iyi olarak yaratması
(itkanı) da O zatın hikmet sahibi bir zat olduğuna delâlet eder. Bu zatın
bekası da kudretinin delili ve kanıtıdır. Nitekim Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem) Şöyle buyurmuştur.
"Bu ayeti okuyup da üzerinde gereği gibi
düşünmeyenlere yazıklar olsun!"[291]
Hikaye olunduğuna göre İsrailoğullanndan bir kimse
otuz yıl müddetle Allah'a ibadet edince, bir bulut gelip onu gölgelermiş. İşte
bu manada bir genç Allah'a ibadet eder, ancak herhangi bir bulut bu genci gölgelemez.
Bunun üzerine annesi kendisine:
— Belki bu otuz yıllık süre içerisinde bir yanlış iş
yapmış olabilirsin, bu durum ondan kaynaklanıyor olabilir, der. Oğlu da:
— Ben böyle bir şey hatırlayamıyorum, diye cevaplar.
Annesi:
— Belki de sen, göğe bakarken bu bakışların herhangi
birisine ibret nazarıyla bakmamış olabilirsin, der. Oğlu da:
— Belki de böyle bir şeydir, deyince, annesi:
— İşte bulutun gelip seni gölgelememesi bundan başka bir şey değildir, der. [292]
191 - Onlar, ayakta dururlarken,
otururlarken, yanlan üzerinde yatarlarken (her zaman) Allah'ı anarlar,
göklerin ve yerin (ince ve eşsiz) yaratılışı konusunda derin derin düşünürler.
Ve şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın. Seni teşbih
ve tenzih ederiz. Bizi cehennem ateşinin azabından koru!"
"Onlar, ayakla dururlarken -ayakta durabilecek
güçleri varken-, otururlarken, -güçleri yetmediğinde de-yanları üzeri
yatarlarken her zaınan Allah'ı anarlar." Namaz kılarlar. burada,
kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur veya kelimesinin izmariyle
mansubdur. Veya gizli zamiriyle merfudur.
kelimeleri, fiiline ait failin zamirinden hâldirler.
Nitekim; aynı şekilde, kavli de hâldir. Diğer taraftan bu kelimeyle,
"herhâlükârda Allah'a anmak" da murat olunmuş olabilir. Çünkü; insan
her an bu gibi durumları yaşayabilir. Nitekim; bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Kim cennet bahçelerinden daha fazla yararlanıp
yemek istiyorsa, Allah'ı çokça ansın"[293]
"Göklerin ve yerin ince ve eşsiz yaratılışı
konusunda derin derin düşünürler," Yani; bütün bu muazzam ve yüce kainatın
ve içinde var olan her şeyin yaratılışı konusunda, Allah'ın varlığına işaret
eden her varlık hakkında tefekküre dalarlar. Hatta kimi varlıkları anlamada
zorluk çekmesiyle de bunlar üzerinde derin olarak düşünür durur. Yüce Allah'ın
zatının yüceliğini düşünüp tefekküre dalar. Nitekim; Hz. Peygamber (Saûallâhu
Aleyhi ve Sellem) şöyle rivayet olunmuştur:
"Adam yatağına uzanıp yatarken bir de başım
yukarı kaldırıp yıldızlara ve göğe bakar. Bunun üzerine şöyle der: «Senin de
bir Rabbinin ve yaratıcının olduğuna şahitlik ederim. Allah'ım! Beni bağışla.»
Rabbi de kuluna bakar da kulunu böylece bağışlar."[294]
Yine Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurmaktadır: "Tefekkür gibi ibadet yoktur."[295]
Söylendiğine göre tefekkür, gafleti yok eder.
Gönülde de Allah korkusunu meydana getirir. Doğrusu gönülleri parlatmada
üzüntü gibisi olmadığı gibi, gönülleri aydınlatmada da tefekkür gibisi yoktur.
"Bu akıl sahipleri söyle derler: «Ey Rabbimiz
Sen bunu boş yere yaratmadın.»" Bu cümle hâl yerindedir. Yani; düşünürlerken
şöyle derler. Mana ise şöyledir:
"Sen yarattığın hiçbir şeyi boş yere
yaratmadın, bir hikmete dayanmadan yaratmadın. Aksine hepsini de büyük bir
hikmet gereği olarak yarattın. Sen bütün bunları mükellef olanlar için yerler
oluştursun için, yaratıkların seni tanırlarken delil olsunlar için var
ettin."
Burada, "halk" (yaratma) tabiriyle
yaratılanlar (mahlukat) murat olunmuştur. Ya da göklerle yere işaret
olunmuştur. Çünkü; bunlar da yaratılmış şeyler manas nidadırlar. Sanki şöyle
denilmektedir: "Sen, bu hayret uyandıran yaratılmışları boşuna
yaratmadın. "
"Seni teşbih ve tenzih ederiz." Seni yaratılmışlardan batıl olan şeylerle vasfetnıekten uzak kılar, tenzih ederiz. Bu muterize (parantez) cümlesidir. Bizi cehennem ateşinin azabından koru!» " Burada, kavlinin başına gelen, harfi ceza manasını verdirmek içindir. Bunun takdiri de şöyledir: "Öyleyse seni tenzih ederiz, Sen de biz koru!" [296]
192 - "Ey Rabbimiz! Doğrusu
Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, muhakkak onu rezil etmişsindir. Zalimlerin
hiçbir yardımcıları yoktur."
Ey Rabbimiz! Doğrusu sen kimi cehennem ateşine
sokarsan, mutlaka onu rezil etmişsindir" Aşağıladın, helak ettin, rüsvay
ettin, demektir. Vaid yani tehdit ehli veya uyarılanlar bu ayeti ve bir de şu
ayeti kendilerine delil gösterdiler:
"Peygamberlcri ve onunla birlikte iman edenleri
utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere
sokar."[297]
Yani; bu ayetlere dayanarak mü'min olarak kimse
cehenneme girmez ki, ebedi olarak kalmış olsun, diyorlar, Ehli Sünnet olarak
biz de diyoruz ki; "Hz. Cabir (Radyallahu Anh) şöyle diyor:
"Mü'minin cezalandırılması, onun tedibidir,
eğer bunun üzerinde bir cezası varsa bu da, mutlak manada rezil
olmasıdır."
"Zalimlerin de hiçbir yardımcıları
yoktur," kelimesindeki harfi, cehenneme girenlere işarettir. Bundan
maksat da kâfirlerdir. Bu bakımdan kâfirlerin kendilerine yardım edecek olan
yardımcıları da şefaat edenleri de mü'minlerin olduğu gibi olmayacaktır.
[298]
193 - "Ey Rabbimiz! Biz,
«Rabbinize iman edin.» diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve hemen iman
ettik. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört,
canımızı da iyilerle beraber al."
"Ey Rabbimiz! Biz,...bir davelçiyi
işittik." Örneğin, "Adam şöyle derken duydum. " dersin.
Dolayısıyla yapılan eylemi adama isnad etmiş olursun ve bu arada duyulan ya da
dinlenen şeyi hazfedersin (söylemezsin). Çünkü sen, kişiyi ondan dinlediğinle
tanıtmaktasın. Dolayısıyla duyduğun ya da dinlediğini zikretmeye gerek duymazsın.
Eğer herhangi bir vasıf ya da tanıtma olmasaydı, onun bunda herhangi bir payı
da olmazdı. Bu bakımdan, filancanın sözünü dinledim, denilir.
Ayette seslenenden amaç; Ya Allah Rasûlü'dür
(Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) veya Kur'an'dır.
"diye... imana çağıran, ..." Allah'a iman
etmeleri için.. Burada böylece çağıran zatın yüceliğinin, üstünlüğünü göstermektedir,
Çünkü; imana davet denen daha üstün bir davetçi olamaz.
"Rabbinize iman, edin, ... diye., biz de hemen
iman etlik." Buradaki, kavli, demektir. Ya da, Rabbinize iman edin,
demektir.
Şeyh Muhammed Mansur Maturidi'ye göre bu ayet,
imanda istisna yapmanın batıl olduğuna delildir.
''Rabbimiz! Arlık bizim günahlarımızı, -büyük günahlarımızı- bağışla," kötülüklerimizi -küçük günahlarımızı- Ört," "canımızı da iyilerle beraber al." İyilerin sohbetine devam edenlerle beraber hareket eden ve onlardan sayılan.
Ebrar: Sünnete bağlı olarak hareket edenler
demektir. Bu kelime, kelimesinin veya kelimesinin çoğuludur. Tıpkı
ve kelimeleriyle
ve kelimeleri gibi.
[299]
194 - "Ey Rabbimiz!
Peygamberlerin aracılığıyla bize vadet-tiklerini bize ver. Kıyamet gününde bizi
rezil rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden dönmezsin."
"Ey Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize
vadeLliklerini de bize ver," Peygamberlerini doğrulamak konusunda ya da
peygamberlerin yoluyla bize söz verdiğin makamı, ya da onların diliyle
verdiklerini de isteriz.
edatı, kavline mütealliktir. Vadolunan şey ise,
sevap olan şeylerdir ya da düşmana karşı zafer ve üstünlük kazanılmasıdır. Bu
kimseler, Allah'ın vadettiklerini yerine getirmeyi istemektedirler. Allah ise
asla sözünden caymaz. Çünkü; bunun manası, kıyamet ile alâkalı olarak verilen
sözlerin yerine getirilmesi için gereken sebeplere sarılıp onları sürdürmeyi
muhafaza konusunda başarı istemektir. Yahut
da bundan murat şudur:
"Bizi, kendilerine söz verdiklerinden
eyle." Çünkü; verilen söz, kimin için verildiği belli değil, bu,
açıklanmamıştır. Veya bundan murat:
"Biz, senin bizim için hazırlamış olduğun ve
söz verdiğin şeylere ulaştırmada sebatlı kıl"
"Kıyamet gününde bizi rezil rüsvay etme!"
Ya da bu, alçak gönüllülük göstermenin bir göstergesidir. "Şüphesiz Sen
vaadinden asla dönmezsin." Buradaki, kelimesi, vaat manasında mastardır.
[300]
195. Bunun üzerine Rableri
onların dualarında şöyle karşılık verdi: "Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden
salih amel işleyenlerin amelini boşa çıkarmam. Hep birbirinizdensiniz. Artık
dinleri uğruna hicret edenlerin, ülkelerinden çıkarılanların ve Benim yolumda
işkence görenlerin, çarpışanların ve öldürülenlerin günahlarını mutlaka örtecek
ve and olsun ki, kendilerini altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım.
Bu, Allah katından (onların güzel amellerine) bir karşılıktır. Mükâfatların en
güzel olanı Allah katındadır.
196. (Ey Muhammedi) İnkâr
edenlerin bolluk ve refah içinde diyar diyar gezmeleri sakın seni yanıltmasın.
197.
O azıcık bir menfaattir.
Sonunda onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir.
198. Ancak Rablerine karşı
gelmekten sakınanlar için Allah tarafından bir ikram olarak (hazırlanan),
altlarından ırmaklar akan cennetleri vardır. Orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
Allah katında var olan şeyler de ihsan sahibi kimseler için daha hayırlıdır.
199. Kitap ehlinden öyleleri de
vardır ki; Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene tam bir
samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın ayetlerini az bir
değer karşılığında satmazlar. İşte onlar için Rableri katında mükâfatları
vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir.
200. Ey iman edenler! Sabredin;
(sabırda düşmanlarınızın karşısında) sebat edin, (cihat için) hazırlıklı ve
uyanık bulunun, Allah'tan sakının ki, başarıya erişebilesiniz.
[301]
195 - Bunun üzerine Rableri
onların dualarına şöyle karşılık verdi: "Ben, erkek olsun kadın olsun
içinizden salih amel işleyenlerin amelini boşa çıkarmam. Hep
birbirinizdensiniz. Artık dinleri uğruna hicret edenlerin, ülkelerinden
çıkarılanların ve Benim yolumda işkence görenlerin, çarpışanların ve
öldürülenlerin günahlarını mutlaka örtecek ve and olsun ki, kendilerini
altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu, Allah katından (onların
güzel amellerine) bir karşılıktır. Mükâfatların en güzel olanı Allah
katındadır.
"Bunun üzerine Rableri onların dualarına şöyle
karşılık verdi:" Cevap verdi, icabet etti. Nitekim, ve de bu manayadır.
"Ben, erkek olsun içinizden salih amel
işleyenlerin amelini boşa, çıkarmam." Burada, kavli, demektir. burada,
kelimesinin sıfatıdır. kavli de amili açıklayan bir ifadedir.
"Hepiniz, eşitsiniz, birbirinizden bir
üstünlügünüz yoktur." Yani; erkek kadındandır, kadın da erkektendir.
Hepiniz Hz. Adem (Aleyhi's-Selâm)'in çocuklarısınız. Ya da din ve yardım
açısından birbirinizdensiniz.
Bu, bir muterize (parantez) cümlesidir. Bununla
kadınların erkeklerle, yüce Allah'ın güzel amel işleyen kullarına vadettiği
şeylerde ortak oldukları açıklanmıştır.
îmam Cafer Sadık (v.80-148/699-765) -Allah
kendisinden razı olsun- derki:
"Herhangi bir konuda bir kimse bir problem
yaşarsa, bunun üzerine beş kez; «Ey Rabbimiz! .... » diyeyakarırsa, Allah o
kimseyi korktuğundan emin kılar ve istediğini de verir, dedikten sonra burada
dua olarak geçen ayetleri okudu."
"Artık dinleri uğrunda hicret edenlerin,"
Bu cümle mübtedadır ve, "onlardan güzel amel işleyenler" kısmını
açıklamaktadır.. Bu da adeta onlara tazim ve saygı ifadesini belirtmek için
söylenmiştir. Sanki şöyle buyurulmaktadır: "Şu üstün ve değerli işleri
yapanlar ki; bu da vatanlarından ayrılıp uzak düşmektir, nerede güvenli bir
şekilde imanlarının gereğini yaşayacağız diye dinlerini yaşamak için Allah'a
kaçıp koşanlardır.
Hicret olayı İslâm'ın başlangıcında var olduğu gibi
ahir zamanda da var olacaktır ve var oluşu hep sürdürecektir.
"ülkelerinden çıkanların," doğup
büyüdükleri ve yetiştikleri vatanlarından çıkarılıp sürgün edilenlerin,
"ve Banim yolumda işkence görenlerin," hakaret edilerek, dövülerek,
mallan yağmalanarak zulüm ve işkence çekenlerin, Burada, "benim
yolumda" ifadesinden murat, "dinim uğrunda, dinim yolunda"
demektir.
"Çarpışanların ve öldürülenlerin günahlarını
mutlaka örtecek." Allah'a ortak koşanlarla, müşriklerle savaşan ve bu
uğurda şehit düşenlerin günahlarını mutlaka Örteceğim.
Kıraat imamlarından İbn Kesir ve İbn Amir, kavlini,
olarak okumuşlardır. Ayrıca kıraat imamlarından Hamza ile Ali Kisai de, kavlini
takdim ve tehir suretiyle, şeklinde kıraat etmişlerdir. Bu okuyuş tarzıyla,
harfinin tertip için olmadığını görüyor ve bunu delil gösteriyoruz.
mübtedasmın haberi, kavlidir ve bu, mahzuf bir kasemin
(yeminin) de cevabıdır.
"ve and okun ki, kendi-lerini altlarından ırmaklar' akan cennetlere koyacağım." Bu cümle az önce belirttiğimiz gibi mahzuf bir kasemin cevabıdır.
"Bu, Allah katından onların güzel amellerine
bir karşılıktır."
kelimesi burada müekked mastardır. Yani, sevap veya
ödül olarak, demektir. Kaldı ki; kavli, "And olsun ki; onlara sevap
vereceğim, onları mutlaka ödüllendireceğim. " manasınadır.
"Mükâfatların en güzel olanı Allah
katındadır." Yani; mükâfat verebilecek yegâne zat yüce Allah'tır. O'ndan
başkası asla buna kadir olamaz.
Rivayet olunduğuna göre, kimi mü'minler, Allah
düşmanlarının bolluk ve refah içinde yaşadıklarını gördüklerinde;
— "Doğrusu Allah düşmanları gördüğümüz
kadarıyla bolluk ve refah içerisinde bir hayat geçiriyorlar. Bize gelince, biz
açlıktan ölmek üzereyiz, nefesimiz kokuyor." diye yakınmışlar. İşte şimdi
tefsirini okuyacağımız a-yet bununla ilgili olarak nazil olmuştur. Rabbimiz
şöyle buyuruyor:
[302]
196 - (Ey Muhammed!) İnkâr
edenlerin bolluk ve refah içinde diyar diyar gezmeleri sakın seni yanıltmasın.
Bu ayetteki hitap herkes içindir ya da Hz. Peygamber
(SaîMiâhü Aleyhi ve Seiiemfç olup, onun şahsında başkalarına yapılmış
olmaktadır. Ya da bir toplumun liderleri veya önderleri onlar adına bir şey
söylerler. Dolayısıyla o kimsenin söylediği şey ya da hitabı herkese ve herkes
adına olmuş olur, anlamındadır. Burada adeta şöyle denir gibidir: "Sizi
aldatmasın, sizi yanıltmasın." Ya da "Allah Rasûlü (Sallallâhu Aleyhi
ve Sellem) onların hâline aldanmış değildi, bununla beraber Rasûlullah'm sahip
bulunduğu bu özelliği bununla pekiştirilmiş ve buna bağlı olarak sebat etmiş bulunmaktadır.
Bu tıpkı şı ayetteki ifade gibidir:
"Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma!"
[303]ve
"Sakın müşriklerden olma!"[304]
Yukarıda sunulan yasaklamalar adeta emir konusunda
Rabbimizin şu ayetlerinde seçen hükme benzemektedir:
"Bize doğru yolu göster!" ve[305]
"Ey iman edenler! İman edin (imanda sebat
edin!)"
[306]gibi.
[307]
197 - O azıcık bir menfaattir.
Sonunda onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir.
Bu, mahzuf bir mübtedanın haberidir. Yani;
"Onların ülkeleri gezip dolaşmaları, bundan yararlanmaları geçici ve
oldukça önemsiz bir yararlanmadır. " Burada söylenmek istenen şey, elde
ettikleri dünyalıkları, ahiretteki nimetlere oranla bir hiç mesabesindedir,
denmektedir veya Allah'ın ahirette mü'minler için hazırladığı sevap yanında bunların
dünyalıklarının adı bile geçmez. Veyahut, onların bu imkânları geçici olduğundan
bu bakımdan hiçbir değeri ve önemi yoktur, demektir. Çünkü; bir şey yok
olacaksa o şey az demektir ve bu manada yok olan her şey az hükmündedir,
hiçtir, denir. Bu itibarla bu kimselerin kendi varacakları a-sıl yer için
hazırlamakta oldukları şeyler ne kötüdür..
[308]
198 - Ancak Rablerine karşı
gelmekten sakınanlar için,Allah tarafından bir ikram olarak hazırlanan
altlarından ırmaklar akan cennetleri vardır. Orada ebedi olarak kalıcıdırlar.
Allah katında var olan şeyler de ihsan sahibi kimseler için daha hayırlıdır.
"Ancak takva sahipleri -Rablerine şirk
koşmaktan sakınanlar- için, allından ırmaklar akan cennetler vardır."
"Orada ebedi olarak kalıcıdırlar. Allah tarafından kendilerine hazırlanan
nice ağırlama ve ikramlar vardır."
ve Gelen konuk için konulan şey, inen sofra
demektir. Bu kelime de, kelimesinden hâldir. Çünkü sıfatla tahsis edilmiştir.
Amil ise, kavlindeki harfidir. Ya da bu, müekked bir mastardır. Adeta, "bir
rızık ve bağış, vergi olarak" demek gibidir. kavli de bunun sıfatıdır.
"Allah katında var oları şeyler de ılışan
sahibi kimseler için daha hayırlıdır." Yani; Allah karında sürekli ve çok
olanlar, facirlerin, inkarcıların gezip dolaşarak elde ettikleri az ve geçici
olan şeylerden daha hayırlıdır.
kelimesi aynı zamanda, şeklinde şeddeli olarak da
kıraat olunmuştur. Bu takdirde artar, manasını da içerir. Bu, istidrak içindir.
Yani; onların yararlanmalarının ya da yararlandırılmalarının bir devamlılığı yoktur.
Ancak böyle bir devamlılık takva sahipleri için vardır.
Aşağıda gelecek ayet Kitap ehlinden olup da Müslüman
olan Abdullah b. Selâm ve diğerleri hakkında ya da Necran Hristiyanlarından
olan kırk kişi hakkında nazil olmuştur. Bunların otuz iki kişisi Habeşistan,
geri kalan sekiz kişisi de Rum (Bizans) Hristiyanlanndan idiler. Bunlar Hz.
is"a (Aleyhi's-Sdâmfmn dininde iken İslâm dinini kabul etmişlerdi. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
[309]
199 - Kitap ehlinden öyleleri de
vardır ki; Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene tam bir
samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın ayetlerini az bir
değer karşılığında satmazlar. İşte onlar için Rableri katında mükâfatları
vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir.
"Kitap ehlinden Öyleleri de vardır ki; Allah'a,
size indirilene -Kur'an'a- ve kendilerine indirilene -Tevrat ve İncil'e- lam
bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler." Burada, edatının
ismi olan, üzerine ibtida için olan harfi gelmiştir. Bunun sebebi aralarında
var olan zarf ile aralarını ayırmak içindir. kelimesi, fiilinin failinden
hâldir. Çünkü; kavli cemi (çoğul) manasınadır.
"Allah'ın ayetlerini az bir değer karr şdığında
salmazlar. "Yani; onlardan İslâm dinin kabul etmeyen hahamlarla
büyüklerinin yaptıkları gibi yapmazlar. Allah'ın dinini satan kimseler
değillerdir onlar. Bu cümle de yine hâlden sonra ikinci bir hâl cümlesidir.
"İşte onlar için Rableri kalında mükâfatlan
vardır." Yani; onlar için tahsisi edilen ecirleri vardır ki; bu, şu ayette
söz konusu edilen ecirdir.
"İşte onlara,
(sabretmelerinden dolayı,) mükâfatları iki defa verilecektir."[310]
"Şüphesiz Allak, hesabı çok çabuk görendir." Çünkü; yüce Allah'ın ilmi her şeyde geçerlidir, ilmi her şeyi kuşatmıştır. [311]
200 - Ey iman edenler! Sabredin;
sabırda düşmanlarınızın karşısında sebat edin (cihat için) hazırlıklı ve
uyanık bulunun, Allah'tan sakının ki, başarıya erişebilesiniz.
"Ey iman edenler! Sabredin;" Din konusunda
ve dini sorumlulukları için sabredip göğüs gerin. Cüneyd-i Bağdadi diyor ki:
"Sabır: Feryadı ve sıkıntıyı bir tarafa atarak
bütün gücü o istenmeyen şey üzerinde yoğunlaştırıp gerekeni yapmaktır."
"Sabırda düşmanlarınızın karşısında, sebat
ederek onlardan öne,geçmeye çalışın," Savaşın tüm şiddetlerine karşın
sabırda onları yenin. Onlardan daha az sabır ve sebat göstermeyin. Cihat
sırasında Allah'ın düşmanları karşısında direnin, geri çekilmeyin. "cihat
için hazırlıklı ve uyanık bulunun." Sınır ve nöbet yerlerinde direnip bekleyin,
nöbetinizi ihmal etmeyin. Oralarda atlarınızı, her türlü silâhlarınızı, savaş
araç ve gereçlerinizi sağlama alın. Sürekli teyakkuz hâlinde bulunun ve her an
savaşa çıkacakmış gibi hazır olun. "Allah'tan sakının ki; başarıya
erişebilesiniz."
Felah: Arzu edilmeyen olaydan ya da şeylerden kurtulduktan
sonra istenen şeyde sürekli olarak kalmaktır.
edatı, geleceğin bilinememesi gibi şeylerde
kullanılır. Buda , kişi umduğu ve beklentisi içinde olduğu şeylere dayanıp
güvenerek geleceği için amel işlemekten geri kalmaması manasını içerir.
Bir başka yorum ise şöyledir: "Bana olan
muhabbetiniz için sabredin, nimetlerime karşı da elinizden geldiği kadar sabır
yarışında olun ve Benim dinime hizmet için canınızı ortaya koyun. Böyle
yapmanız hâlinde olur ki kurtuluşa erersiniz ve bana yakın olma imkânını
kazanmış olursunuz."
Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)
Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyuruyor:
"Zehraveyni, Bakara ve Ali İmran surelerini
okuyun. Çünkü bu ikisi kıyamet gününde adeta iki bulut veya iki kuş sürüsü
imişcesine sizi gölgelemek üzere gelecekler ve kendilerini okuyanları
savunacaklar."
[312]
Allah en iyiyi ve en doğruyu bilendir. Sonuçta dönüş
ve varış O'nadir.
[313]
[1] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/204-205.
[2] Yani, "Elif Lâm
Mimellahu,.." olarak okumuşlardır.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/205-206.
[3] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/206-207.
[4] Bu sebepten dolayı, onlar
için, fıiü kullanılmıştır.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/207-208.
[5] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/208-209.
[6] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/209.
[7] İbn Cerir ve îbn Ebu Hatim
rivayet etmişlerdir. Bk. el-Dürrü'l-Mensur, 2/142. Vahidi, Esbabu'I-Nüzul, S:
53. el-Bahrul Muhit, 2/373 vd.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/209-210.
[8] Taha,5.
[9] Şura,ll.
[10] En'am, 151
[11] İşte bu ve devamındaki
ayetler bu gerçeği açık olarak anlatmaktadırlar (Müterc.)
[12] İsra, 23.
[13] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/210-214.
[14] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/214.
[15] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/215.
[16] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/215.
[17] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/215-216.
[18] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/216-218.
[19] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/218.
[20] Enfal, 44.
[21] Rahman, 39.
[22] Saffet, 24.
[23] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/218-221.
[24] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/221-222.
[25] Kehf,'7.
[26] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/222-224.
[27] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/224-225.
[28] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/225.
[29] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/226-228.
[30] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/228.
[31] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/229-230.
[32] Bk. Heysemi, Mecmeauzzevaid;
6/325-326. Heysemi demiştir ki, bunu Taberani rivayet etmiştir. Ancak rivayet
zincirinde bunun Ömer İbn Muhtar var ki, bu adam zayıf bir ravidir. Bk.
el-Dürrü'1-Mensur, 2/166. (Çev.)
[33] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/230-232.
[34] Al-i İmran, 64.
[35] Bk.
Mu'cemu'l-Kıraati'l-Kur'aniyye, 2/16 08.
[36] Maide, 91.
[37] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/232-235.
[38] Bk. İbn Cerir, Tefsir;
2/216. 236.
[39] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/235-236.
[40] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/236-237.
[41] Bk. Bir önceki kaynak,
2/217.
[42] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/237-238.
[43] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/238-239.
[44] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/239-240.
[45] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/241.
[46] Bk. Vahidi, Esbabu'l- Nüzul,
s. 63.
[47] Elimizde mevcut olarak
bulunan mütevatir hadis kaynaklarında böyle bir rivayete rastlayamadik (çev).
[48] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/242-244.
[49] Kudai bu hadisi,
"Müsnedu'l-Şİhab" kitabında rivayet etmiştir. S: 372.
[50] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/244-246.
[51] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/246.
[52] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/248.
[53] Fussilet,43.
[54] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/248-250.
[55] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/250-251.
[56] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/252-254.
[57] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/254-255.
[58] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/255.
[59] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/255-256.
[60] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/256-257.
[61] Buhari, 3431. Müslim,
Fedail, (146) 2366. Ahmed, Müsned; 2/233.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/257-259.
[62] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/259-263.
[63] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/263-264.
[64] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/264-266.
[65] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/266-267.
[66] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/267-270.
[67] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/270-271.
[68] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/271-272.
[69] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/272.
[70] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/272-273.
[71] Meryem, 31.
[72] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/273-275.
[73] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/275.
[74] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/275-276.
[75] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/276.
[76] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/276-278.
[77] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/278-279.
[78] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/279-280.
[79] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/280-281.
[80] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/281-282.
[81] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/282.
[82] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/282-283.
[83] Bk. İbn Cerir, 3/291.
et-Dürrü'1-Mensur, 2/225.
[84] Yani silâh ve teknoloji
üstünlüğü ile. (Müterc.)
[85] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/283-285.
[86] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/285.
[87] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/285-286.
[88] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/286-287.
[89] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/287-288.
[90] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/288-290.
[91] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/290.
[92] Ebu Nuaym, bunu,
"Delâil'un-Nübüvve" de Muhammed b. Mervan el-Süddi yoluyla Kelbi'den,
o da Ebu Salih yoluyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor. İbn Mervan İse metruktür
ve yalancılıkla töhmet altında bulunmaktadır. Haşiyetu'l-Keşşâf, 1/369.
[93] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/291-294.
[94] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/294-295.
[95] Nahl, 88.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/295.
[96] Tirmizi, 3095. Tirmizi bu,
garip bir hadistir, demiştir. 296.
[97] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/295-297.
[98] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/298.
[99] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/298-299.
[100] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/299-300.
[101] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/300.
[102] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/301.
[103] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/301.
[104] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/301-302.
[105] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/302.
[106] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/302-304.
[107] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/304-305.
[108] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/305-307.
[109] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/307.
[110] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/308-309.
[111] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/309-310.
[112] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/311.
[113] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/311-312.
[114] Bk. Vahidi, Esbabu'l-Nüzul;
S:74. Hasan Basri rivayet etmiştir. Ancak İbn Hacer şöyle diyor: "Ben bu
hadisle ilgili olarak bir isnada rastlayamadım. Bk. Haşiyetu'l-Keşşâf; 1/378.
[115] İsra, 106.
[116] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/312-314.
[117] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/314-317.
[118] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/317-318.
[119] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/318-320.
[120] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/320-321.
[121] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/321-322.
[122] Ğafir/Mü'min, 84.
[123] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/321-323.
[124] Ancak "Lübab" adlı
eserin müellifinin bu görüşü ihtiyatla ele alınmalıdır. Çünkü bu ayet meselenin
müellifin dediği gibi olmadığına işaret etmektedir. (Müterc).
[125] Al-i İmran, 72.
[126] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/323-325.
[127] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/325-326.
[128] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/326.
[129] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/326.
[130] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/326.
[131] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/326-327.
[132] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/327-328.
[133] Ahmed b. Hanbel, Müsned;
3/218. Buhari, 6538. Müslim, 2805/52.
[134] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/328-330.
[135] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/330-331.
[136] Vahidi, Esbabu'l-Nüzul, s:
75-76.
[137] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/331-333.
[138] Mümtehine, 10.
[139] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/333-334.
[140] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/334-335.
[141] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/335.
[142] Buharı; 3366. Müslim; 520.
Ahmed, Müsned; 5/160,166.
[143] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/335-337.
[144] Ahmed b. Hanbel, Müsned;
3/108. Nesai, Sünenu'l-Kiibra; 8888. Hakim, Müstedrek; 2/160.
[145] Bakara, 126.
[146] Beyhaki, Şuab;4180.
[147] İbn Hacer, ben bu hadisi
bulamadım, diyor. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; 1/389.
[148] Ukayii, el-Duafau'İ-Kebir;
1/226. Ukayli bu hadisle alâkalı olarak; "Bu, batıl ve aslı olmayan bir
sözdür" demiştir.
[149] Bak, Tirmizi; 2998.
[150] Taberi, Tefsir; 4/20.
[151] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/337-342.
[152] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/342.
[153] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/342-343.
[154] Taberi, Tefsir; 4/23.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/343-345.
[155] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/345-347.
[156] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/348.
[157] Tirmizi, 2906. Bu hadis
burada anlatılandan çok daha uzundur. Ancak Tirınizi, bu, isnadı
meçhul/bilinemeyen olan bir hadistir ve ravileri arasında yer alan Haris'ul
A'ver ise, hakkında pek güzel sözler söylenen biri değildir, der.
[158] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/349-350.
[159] Hucurat, 9.
[160] Âl-i İmran, 110.
[161] Zehebi, Mizanu'l-t'tidal,
3/400 eserinde Kadih bin Rahmet'in hal tercemesinde şöyle diyor: "Ezdi ve
başkaları bu şahsın oldukça pek yalancı biri olduğunu söylemişlerdir."
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/350-352.
[162] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/352.
[163] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/352-353.
[164] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/353-354.
[165] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/354.
[166] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/354-356.
[167] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/356-359.
[168] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/359-360.
[169] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/360-361.
[170] Al-i İmran, 181.
[171] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/361-363.
[172] AI-i İmran,110.
[173] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/363-364.
[174] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/364-365.
[175] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/365.
[176] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/366.
[177] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/366-367.
[178] Buhari, 4330. Müslim, 1061.
[179] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/367-370.
[180] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/370-371.
[181] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/371-373.
[182] Tevbe, 50.
[183] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/373-375.
[184] Ahmed, Müsned; 1/271.
Beyhaki, Delailu'j- Nübüvve; 3/205.
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/375-376.
[185] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/376-378.
[186] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/379.
[187] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/379-381.
[188] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/381.
[189] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/382-383.
[190] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/383-384.
[191] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/384-385.
[192] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/385-386.
[193] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/386.
[194] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/386-387.
[195] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/387.
[196] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/387-388.
[197] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/388-389.
[198] Hadid, 21.
[199] Hadid,21.
[200] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/389-391.
[201] AI-imran, 131.
[202] Ebu Davud; 4776. Tirmizi,
2022.
[203] İbn Mace; 4186. Beyhaki, el-Şuab;
7451.
[204] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/391-393.
[205] Bak. Ebu Davud; 1514.
Tirmizi; 3554.
[206] Bak. Deylemi,
Müsnedu'I-Firdevs; 7944.
[207] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/393-395.
[208] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/395-396.
[209] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/396.
[210] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/396.
[211] Saffat, 173.
[212] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/396-399.
[213] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/399-400.
[214] Bakara, 143.
[215] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/400-402.
[216] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/402.
[217] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/402-403.
[218] Bak, Haşiyetu'i-Keşşaf,
1/421. İbn Hacer diyor ki: "Uhud savaşıyla ilgili haberler arasından
çıkarılan bir haberdir bu."
İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları:
2/403-405.
[219] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/405-406.
[220] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/406-407.
[221] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/407-409.
[222] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/409.
[223] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/409-412.
[224] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/412-413.
[225] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/413-414.
[226] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/414.
[227] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/414-415.
[228] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/415-418.
[229] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/418-420.
[230] Buhari, 4562.
[231] Saffat, 173.
[232] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/420-424.
[233] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/424-425.
[234] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/425-426.
[235] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/426-427.
[236] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/427-428.
[237] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/428-431.
[238] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/431-432.
[239] İbn Hacer diyor ki, mahfuz
olanı bunun Hasan Basri'den rivayet olunduğudur. Taberi ise bunu tefsirinde
Hasan Basri üzerinde mevkuf olarak göstermektedir. Bk. Taberi, Tefsir; 4/152
(çev.).
[240] İbn Hacer diyor ki; bu,
üzerinde tahrifat/değişiklik yapılan bir ifadedir. Çünkü bunun doğru şekli
şöyledir: "Rasulâllah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'tan daha çok ashabıyia
istişarede bulunan bir başka kimseyi göremedim" Bk. Tirmİzi, cihad ile
ilgili bir hadisle birlikte zikretmiştir. Hn. 1714.
[241] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/432-434.
[242] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/434-435.
[243] Bak. Tirmizi; 3009.
[244] Bak. Ahmed bin. Hanbel;
Müsned: 2/426. Buharı; 3073. Müslim; 1831.
[245] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/435-437.
[246] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/437.
[247] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/437.
[248] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/438-439.
[249] Ali îmran, 152.
[250] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/439-440.
[251] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/440.
[252] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/440-442.
[253] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/442-444.
[254] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/444-445.
[255] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/445-446.
[256] Bak. Ebu Davud; 2520.
[257] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/446-447.
[258] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/447-448.
[259] Fetih, 29.
[260] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/448-449.
[261] Bunu ibn Sa'd, İbn îshak,
Musa b.. Ukbe ve daha başkaları yoluyla rivayet etmiştir. Bak.
Haşiyetu'l-Keşşaf; 1/441.
[262] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/449-451.
[263] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/451-452.
[264] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/452-455.
[265] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/455-456.
[266] Enbiya, 103.
[267] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/456-457.
[268] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/457.
[269] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/457-459.
[270] Ahzab, 40.
[271] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/459-461.
[272] Ahmed b. Hanbel, Müsned;
2/520. Buhari, 1402. Nesai, 6/23-24. İbn Mace, 1786.
[273] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/461-463.
[274] Bakara, 245.
[275] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/463-464.
[276] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/464-465.
[277] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/465-466.
[278] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/466-467.
[279] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/467-468.
[280] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/468-470.
[281] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/470-471.
[282] İsra, 4.
[283] Ahmed b. Hanbel, Müsned;
2/263. Ebu Davud, 3658. Tirmizi, 2649. İbn Mace; 261.
[284] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/471-472.
[285] Meryem, 61.
[286] Meryem, 27.
[287] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/473-474.
[288] Al-i İmran, 181.
[289] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/474-475.
[290] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/475-476.
[291] Bk. Süyutı, el-Durr
ul-Mensur, 2/409.
[292] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/476-477.
[293] İbn Ebu Şeybe, Musannaf;
10/302.
[294] Salebi rivayet etmiştir.
Bak. Haşiyetu'I-Keşşaf, 1/454.
[295] Bak. Beyhaki, Şuabu'I-İman;
4648.
[296] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/477-479.
[297] Tahrim!8.
[298] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/479-480.
[299] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/480-481.
[300] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/481-482.
[301] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/483.
[302] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/483-486.
[303] Kasas, 86.
[304] Enam, 14.
[305] Fatiha, 6.
[306] Nisa, 136.
[307] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/486-487.
[308] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/487-488.
[309] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/488-489.
[310] Kasas, 54.
[311] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/489-490.
[312] Bak. Müslim; 804.
[313] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri,
Ravza Yayınları: 2/490-491.