Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bil Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsik-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Zekebîyya Ve Oğlu Yahya (A.S.)
Hıristiyanlara Göre Hz. İsa'nın Nesebi
Meryem'in İsa'ya Gebe Kalması Ve Onu Doğurması
Melek Cebrail'in (A.S.) Yusuf'a Bakire Meryem'in (A.S.)
Gebe Olduğunu Haber Vermesi
İsa'nın (A.S.) Sünnet Edilmesi
Yusuf İle Meryem'in İsa'yı (A.S.) Mısır'a Getirmeleri
Mesih'in Peygamberliği Nasıl Başladı
Yahudiler Ve Mesih'in Çarmığa Gerilmesi
Nasaba (Yani Hristiyanlar) Katında Mesih'in Durumu
Çarmıha Gerilmek Ve Bütün Beşeriyyete Feda Edilmek İnancı
Putperestliktir
İsa Mesih'in Âhiretteki Durumu
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İbi’l Mesur (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Medine Mescidinde Kılınan Namazın Derecesî
Medine döneminde nazil
olmuştur.
200 Ayettir.
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adiyle.
(1) Elif-Lam,
Mim.
(2) Allah,
kendisinden başka mabud olmayandır, daimidir ve koruyup durandır.
(3) Sana hak
olarak, kendisinden önceki kitapları
tastik eden, kitabı indirdi. Daha önce de nisanları hidayet etsin diye Tevrat
ve İncili ve hak ile bâtıl arasını ayıran kitabı da indirdi.
(4) Allah'ın
Âyetlerini.inkâr edenlere şüphesiz şiddetli azap vardır. Allah galip ve
intikam sahibidir.
(5) Şüphesiz
ki, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah'a gizli değildir.
(6) O, öyle
bir Allah'tır ki, istediği şekilde sizi ana rahimlerinde şekillendirir. O'ndan
başka ilâh yoktur. O her şeye gücü yeten, Azîz ve (kudreti sonsuz) Hakimdir.
(7) O, Sana
kitabı indirendir. O Kitapta Kitabın temeli olan kesin manâlı Âyetler vardır.
Başka Âyetleri de müteşahib (yani çeşitli
anlama gelen) Âyetlerdir.Kalplerindebâtıla meyi olanlara gelince onlar fitne ve
müteşabih Âyeti (istediği şekilde) tevil etmek için mü-teşabih Âyetlere
uyarlar.
Halbuki Müteşabih
Âyetin tevilini Allah'tan başkası bilmez. Üim-de derinleşenler «müteşabihe îman
ettik hepisi Rabbimizin katından inmiştir.» derler. Kâmil akıl sahipleri
müstesna, bu Âyetleri başkası iyice düşünmez!
(8) «Ey
Rabbimiz! Bizi hidayet ettikten sonra
kalbimizi bâtıla kaydırma ve katından bize rahmet ihsan et Şüphesiz ki, sen
bağışlaması en fazla olan zatsın.»
(9) «Ey
Rabbimiz! Şüphesiz ki, sen oluşunda şüphe olmayan bir gün için insanları
toplayıcısın. Şüphesiz ki, Allah sözünden caymaz.» (derler)
[1]
El Bakara Sûresinin
başında geçtiği gibi Elif-Lâm-Mim hurufu mukattaadandır. Manasını ancak Allah
bilir.
Sûrenin «âlî-îmran»
ismini alması, içinde İmran ailesinin bahsi olduğundan ileri geliyor.
(2) «Allah
kendisinden başka ilâh yoktur. Diridir, daima yaratıkların tedbirini tedvir
eder!.» Allah Resûlü'nden gelen bir rivayette, «auah'-ın İsmi-Azamı üç sûrede
vardır. El - Bakara sûresinde «Allahulâilâhe illa Huvel-Hayyul-Kayyûmü» Âyeti, âli
- imran'da «Allahulâilâhe Ula Huvel Hayyul Kayyümü!» Âyeti ve «Tâhâ» Sûresinde
«Ve Anetül - Vucûhu lil - Hayyil - Kayyûmi» Âyetidir.» varid olmuştur.
(3) «Sana Hak ile Kitabı indirdi!..»
Hak demek, adalet veya
doğruluk demektir. Çünkü Kitap, verdiği haberleri doğru verir. Ya da hak, Kitabın
Allah'ın katından geldiğini isbat edici deliller demektir.
Allah Tevratı Musa'ya,
İncili îsa'ya indirdi. Hedefleri, insanları hidayetetmekti. Eğer kendimizi daha
önce gelen Peygamberlerin şeri-atiyle de mükellef kabul edersek, «insanlar
için» tabirinden bütün insanlar kasdediür. Aksi takdirde insandan maksat, Hz.
Musa ile Hz. İsa'nın kavimleri olur.»
«Furkanı indirdi!.»
Furkandan maksat, Hak ile Bâtılın arasını ayırd eden ilâhî kitaplardır. Kur'an,
Tevrat ve İncil'i zikr ettikten sonra ikinci kez Furkanı zikr etmenin nedeni,
diğer semavî kitapları kapsamasıdır.
Bir görüşe göre «Furkandan maksat, Zebur'dur veya mu'cizeler-
dir. Ya da Kur'an'dır.
Önce Kur'an'i kitab tabiriyle zikretmesinden sonra Hak ile Bâtılı ayırd edici
manâsına gelen «furkan» tabiriyle zikretmesinin nedeni, faziletini belirtmek,
ve sânını yüceltmektir. Vahyin mahsulü olmakta diğer kitaplarla ortaktır. Fakat
Hak ile Bâtılı ayırd edici yönünden mu'cize olmakta takdir ve onlardan ayrılıyor.
(5) İntikam,
mücrimi cezalandırmak demektir. Evrende bulunan her şeyi ister genel, ister
özel, ister. îman ister küfür olsun hepsini Allah bilir: «Şüphesiz ki, yerde
ve gökde bulunan hiç bri şey Allah'a gizli değildir!..» Âyeti bunun delilidir.
Bu Âyet aynı zamanda Allah'ın Hayat sıfatına da delâlet eder.
«Allah o Allah'dır ki,
sizi anneler rahminde dilediği şekilde şekillendirdi. Ondan başka mabûd
yoktur. Aziz ve Hakimdir!..» Ayeti Ce-lîle, Cenab-ı Mevlânın kâmil kudretine ve
sonsuz hikmetine delâlet eder.
Bâzılarına göre, isa
(a.s.) Rabdir» diyenlerin aleyhinde bu Âyette delil vardır. Necran'dan gelen
Hıristiyan heyeti, isa (a.s.) hususunda Resûlüllah ile mücadeleye giriştikleri
zaman, Sûrenin başından seksen küsuruncu Âyete kadar olan kısım nazil oldu.
ResûlüIIah'ın delillerini takrir edip Necranlılann şüphelerine cevab verdi.
(7) «Allah
odur ki, senin üzerine Kitab indirdi. O Kitabın bir kısım Âyetleri muhkemdir.
Kitabın aslını teşkil eden bu Âyetlerdir...»
Kur'an'ı Kerim'in
Âyetleri genel olarak muhkem ve müteşa-bih olarak iki kısma ayrılır. Muhkem
Âyetler, Kitabın esasını teşkil ederler diğer Âyetlerin manâları onlara irca
edilir. Müteşabih Âyetler, bir çok manâya muhtemel olan icmal veya zahire
muhalif olduğundan maksadı belirgin olmayan ancak derin bir araştırmadan sonra
çözülen Âyetlerdir.
Âlim kişilerin
fazileti bilinsin diye Müteşabih Âyetlerin manâsının çözümlenmesi düşünceye ve
tetkike bağlanmıştır. Bu Âyetleri düşünmek için fazla çalışma arzulan kabarsın,
bu Âyetlerin maksadını bildiren ilimlerin elde edilmesi için fazla çabalar
yapılsın diye kapalı gelmişlerdir. Böyle âlimler, bu çabalarından, Muhkem ile
Müteşabih Ayetlerin arasını bağdaştırmak ve manâlarını çıkarmaktan ötürü yüce
derecelere nail olur. Cenab-ı Hakk'm «elif - Lâm - Ra. O, bir ki-tabdır.
Âyetleri muhkem kılınmıştır.» sözünün manâsı «Manânın fe-sadlığından ve lâfzın
karışıklığından korunmuştur!» demektir. Yoksa «Bütün Âyetleri muhkemdir» demek
değildir. Yine Allah'ın «Müteşabih bir kitap olarak indirdik» sözünün manâsı
«Onların bâzısı diğerine manânın doğruluğunda ve lafzın fesahatinde benzer!»
demektir. Yoksa hepsi Müteşabih Âyetlerdir demek değildir.
Âyette geçen «uheru» kelimesi
«uhra» kelimesinin çoğuludur. Manâsı «Başka Âyetler» demektir.
«Kalblerinde ve bâtıla
meyletme olanlara gelince, onlar
fitne için kitabın müteşabih Âyetlerine
yapışırlar!..»
Bidatçılar, müteşabih
Âyetlerin zahirine veya bâtıl tevillere yapışıp halkı saptırmaya ve dinde
şübheye düşürmeye çalışırlar. İstedikleri istikamette tevilederler.
Yani Bidatçılar iki
şeyden Ötürü Müteşabih Âyetlere yapışırlar: a) Fitne çıkarmak, b) Teviletmek
için. Bu iki sebeb birden Müteşabih Âyetlere tabî olmalarına neden olabilirler.
Birinci sebeb inatçı, fikri sabit kimseye, ikinci sebeb ise, cahile uygun
düşer.
«O, Âyetlerin tevilini
ancak Allah bilir.» Eğer Âyette Allah kelimesi üzerinde durursan, manâsı
«Onların tevilini sadece Allah bilir. Ondan başkası bilmez. İlim de
derinleşenler, hadlerini bildiklerinden «Hepsi Rabbimizin katından gelmiştir.
Hepsine îman ettik» derler.» demek olur.
Eğer Allah kelimesi
üzerinde durulmaz «ver - Rasihûne» lâfza-i Celâl üzerine atfedilirse. o
takdirde Âyetin manâsı şöyle olur: «O Müteşabih Âyetlerin tevilini ancak Allah
ve ilimde derinleşenler bilir!..»
Allah kelimesi
üzerinde vakfedenler, «Müteşabihlerin ilmi Allah'a maljsusdur. Onu başkasına
bildirmemiştir! Meselâ, Dünya ne kadar devam edecek. Kıyamet ne zaman kopacak,
neden Zebaniler ondokuz kişidir gibi hakikati kapalı bulunan şeyleri ancak o,
bilir!» demişlerdir.
«Senin üzerine Kitabı
indirendir o Allah!..» Âyetinin kendisinden önce geçen «Dilediği şekilde sizi
anne rahminde şekillendirendir, O Allah!..» Âyetiyle münasebeti şu olsa gerek:
«Birinci Âyet, cesedin şekillendirilmesi ve tasvir edilmesi hakkındadır.
İkinci Âyet ise, ruhun ilimle tasvir edilmesi ve terbiyesi hakkındadır. Veya
birine Âyet, Hıristiyanların «İsa Allah'ın kelimesidir onu Meryem'in rahmine attı.
Ve Allah'dan gelen bir ruh'dur!» mealindeki Âyetlere yapışıp bâtıl inançlarını
savunmalarına bir cevabdır. Nitekim Hıristiyanların «İsa'nın Allah'dan başka
pederi yok» sözlerinin de cevabını teşkil eder. Zira bu sözden, Allah'ın peder
(haşa) olduğu anlaşılır. Annelerin karnındaki ceninleri Allah dilediği tarzda
şekillendirir. Babanın menisi olsun olmasın çocuğun teşekkülü onun kudreti
dahilindedir. O, ra-himdekine şekil veren olduğu için babası olamaz. Ancak
Rabbidir.
(8) «Ey
Rabbimiz kalbimizi Haktan Bâtıla kaydırtma» Allah Resulü, «Adem oğlunun kalbi
Rahman'ın parmaklarından ikisinin arasındadır. Eğer dilerse, Hak üzerinde
durdurur, dilerse Hak üzerinden kaydırır.»
buyurmuştur.
Âyette bahsi geçen
«Rahmet» kelimesinden maksat Hakk'm üzerinde sabit kalmak için verilen tevfik
veya günahlar için verilen af demektir. «Şüphesiz ki, sen çokça hibe edensin.»
cümlesi, her isteğin karşılığını verebilir güçte olduğunu bildirdiği gibi,
hidayet ve delâletin de Allah'dan olduğunu bildirir. Kuluna vermekte olduğu
hidayeti bir lütfudur. Yoksa hiçbir şeyin yapılması ona vacip değildir. «Muhakkak
kî, Allah sözünden caymaz.» cümlesi, ulûhiyetin gereğini iş'ar eder.
«elvaidîye» gurubu bu
Âyete dayanarak fasık ve facirlere vaat edilen ceza tatbik edilecektir
demişlerdir. Onlara cevap olarak deriz ki, fasıklan cezalandırmak başka
delillerden de anlaşıldığı gibi, af olunmamalarına ve ayni zamanda tövbe
etmemelerine bağlıdır.
[2]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
Rahman ve Rahiym olan
Allah'ın adıyla başlıyoruz.
(1)
«Elif.Lam.Mim. «Allah, ondan başka mabud olmayan, diri, her an yarattıklarım
gözetip durandır...»
Bu ayet hakkında gelen
eserler:
Tabarani
[El-Evset]inde zaif bir senedle İbn Abbas'tan rivayet etti. Allah'ın Resulü:
«Kim ki içinde Âl-i
İmrandan (Meryemin babası İmranın aile efradından) bahsedilen sureyi cuma günü
okursa, o gün güneş batmca-ya kadar melekler ona duada bulunurlar.» buyurdu.
(Dikkat amellere teşvik eden zaif hadislerle amel edile gelmiştir.)
Said bin Mansur ve
Beyhaki ([Şuab ul İman] da Ömer bin Hat-tab'dan rivayet ettiler:
«Kim ki el Bakara,
Al-i tmran ve Nisa sûrelerini okursa, Allah katında hekim [hikmete ermiş] 1
erden yazılır.»
Eddarimi, [Fedail]inde
Ebu Ubeyd ve Beyhaki [Şuab ul îman]ın-da İbn Mesud'dan rivayet ettiler:
«Al-i İmran suresi
fakirlerin ne güzel hazinesidir. Kişi kalkar onu gecenin son bölümında okur.»
Said bin Mansur Ebi
Ata'dan rivayet etti:
«Al-i tmran suresinin
adı Tevrat'ta Tayyibe süresidir.»
İbn îshak, İbn Cerir
ve îbn ul Munzir Muhammed bin Cafer bin Zübeyr'den rivayet ettiler:
«Allah'ın Resulüne
Necran Hıristiyanlannın heyeti geldi. Altmış süvari idiler. Onların aralarında
eşraftan ondört kişi vardı. Allah Resulü ile konuşanları: Ebu'l Haris bin
Alkame, El-Akib, Abdulmesih ve El Eyhem-Esseyid adlı kimselerdi. Sonuncusu
Kralın din iüzerinde olan Hristiyanlardandı. Onlar dinleri hususunda ihtilaf
etmelerine rağmen gah İsâ Allah'tır gâh İsâ Allah'ın çocuğudur [Haşa] ve gâh da
İsâ Allah üçlüsünden biridir diyorlar!.. Diğer Hristiyaniarın sözü de böyledir.
Onlar, İsa'ya Allah demelerini şöyle tevcih ediyorlardı: İsa ölüleri diriltir,
hastalan sıhhata kavuşturur. Gaibten haber verir. Çamurdan bir kuş şekli
yapar, sonra ona üfler de onlar kuş oluverirler.» derler. Oysa bütün bunlar
Allah'ın izniyledir. Allah, insanlara İsa'yı bir mucize kılsın diye bunları ona
vermiştir.
İsâ Allah'ın oğludur
demelerinin delilini şöyle getirirler: İsa'nın bilinen bir babası yoktur. İsa
beşikte iken konuşup Ademoğullanndan hiç kimsenin yapmadığı birşeyi yaptı. İsâ
Allah üçlüsünün (Haşa) birisidir demelerinin delili de şudur: Allah Kur'an'ında
ve diğer ki-tablarında «Biz yaptık, biz yarattık, biz emrettik, biz hükmettik»
diyor. Eğer Allah bir olsaydı ancak «Ben yaptım, ben emrettim, ben hükmettim,
ben yarattım» diyecekti. Fakat Allah, İsâ ve Meryem vardır» diyorlar. îşte
bütün bu sözler hakkında Kur'an-ı Kerim nazil oldu. Âl-i İmran suresi geldi.
Cenab ı Hak bu surede peygamberine onların sözlerini nakletti. Peygamber ile
konuşan iki Hristiyan âlimi evvela peygamberden «Müslüman olunuz» teklifini aldılar.
Onlar «Biz senden daha önce müslüman olmuşuz» cevabını verdiler. Cenab-ı
Peygamber «tikinizde hilafı hakikati söylüyorsunuz. Sizi müslüman olmaktan,
islâm olmaktan meneden sizin Allah'a çocuk nisbet etmekliğinizdir.» Bunun
üzerine onlar Resûlu Ekremden sordular:
— O halde, Ey
Muhammed, Allah İsa'nın babası değil ise, İsa'nın oabasi kimdir?»
Resûlü-Ekrem susup
onlara hiçbir cevab vermedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu hususta onların
sözlerini, emirlerindeki ihtilaflarını, tamamen Âl-i îman sûresinin 83. âyetine
kadar indirdi. Cenab-ı Hak nefsini onların dediklerinden tenzih etmekle tek
başına yarattığını tek basma emrettiğini, yaratmakta ve emirde ortağı
olmadığını söyleyerek sûreyi açtı. Onların kendiliklerinden icad ettikleri
küfriyatı reddederek kendisine ortak koştuklarını tamamen yok sayarak açtı.
Onların arkadaşları hakkında söylediklerini çürüterek açtı. Onlar bu
ayet-lerle delâlette olduklarını bilsinler diye buyurdu:
(2) Allah
Odur ki, kendinden başka hiçbir ilâh yoktur...»
Yani onun beraberinde,
onun yaptıklarında hiçbir ortağı yoktur. O ölümsüz bir diridir. Oysa
Hristiyanlann iddiasına göre tsâ ölmüştür. O sultam üzerinde kaimdir. Oysa İsâ
zail olmuş, gitmiştir.
îbn îshak, «Bana
Muhammed bin Şehir rivayet etti:
«Necran heyeti
Resûlüllah'a geldiğinde İsâ ve Meryem'in durumunu peygamberden sordular. Onlar
hakkında Âl-i İmran sûresinin başlangıcı (80). sekseninci ayete kadar indi.»
El Beyhaki
«Delail»inde aynı şeyi rivayet ediyor. Ibn Cerir ve İbn Ebi Hâtim-Rebi'den
rivayet ediyorlar: Hristİyanlar Allah'ın Resulüne geldiler ve peygamberle
Isa bin Meryem hakkında, mücadele
ettiler. Ve Cenab-ı Peygamberden sordular:
— Onun babası kimdir?
Böylece Allah üzerinde
yalan ve bühtanlar ettiler. Bunun için
peygamber onlardan sordu:
— Siz bilmez misiniz, her çocuk babasına
benzer?
— Evet biliyoruz, dediler.
— Siz bilmez misiniz, Rabbiniz diridir,
Ölümsüzdür. İsa'nın üzerine ölüm
gelecektir.
Onlar:
— Evet, bunu da biliyoruz.
Cenab-ı Peygamber:
— Siz bilmez misiniz, Rabbınız her şeyi idare
eder ?Her şeyi korur. Her şeyi meydana getirir. Herşeye nzık verir.
Onlar:
— Evet!
Cenab-ı Peygamber:
— Acaba İsa bu kudrete sahib midir?
— Hayır, dediler.
Cenab-ı Peygamber:
— Siz bilmez misiniz, Cenab-ı Hakka yerde ve
gökte hiçbir şey gizli kalmaz.
Onlar:
— Evet, biliyoruz, dediler.
Cenab-ı Peygamber:
— Acaba İsa Allah'ın bildirdiğinden başka
birşey bilir mi?
— Hayır, bilmez, dediler.
Cenab-ı Peygamber:
— O halde siz bilmez misiniz Cenab-ı Hak İsa'yı
annesinin rahminde dilediği şekilde suretlendirmiştir? Siz bilmez misiniz ki,
Rabbımz yemez, içmez ve Rabbımz için tuvalet bahis konusu değildir?
Onlar:
— Evet bunu da biliyoruz, dediler.
Cenab-ı Peygamber:
— Siz bilmez misiniz, İsa'yı annesi hamletti?
Yani diğer kadın-Iaırn çocuklanna gebe kalmaları gibi onunla gebe kaldı. Diğer
kadınların doğurdukları gibi annesi onu doğurdu. Diğer çocukların gıdası gibi
o da çocuğunu gıdalandırdı. Sonra İsâ yemek yiyordu. Su içiyordu. Tuvalet
ihtiyacı vardı.
Onlar:
— Evet bunların hepsini biliyoruz, dediler.
Cenab-ı Peygamber:
— O halde İsâ nasıl sizin iddia ettiğiniz gibi
olabilir?
Böylece onlar mağlub
olduklarını bildiler. Ama buna rağmen ancak küfürlerine devam etmekte İsrar
ettiler. Cenab-ı Hak bunun üzerine:
«Allah o Allah'tır ki
kendinden başka hiçbir ilâh yoktur. Ezeli ve ebedi hayat ile vardır. Zat ve
kemâl sıfatlarıyla herşeye hakimdir...»
âyetini indirdi...
(3) «Allah
kitabı kendinden öncekileri tasdik edici olarak sana indirmiştir...» Bu ayetin
tefsirinde gelen eserler:
El Feryadi, Abd bin
Humeyd ve İbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler:
«Kendinden önceki
kitablar ve peygamberleri tasdik edici olarak indirmiştir demektir.»
İbn Ebi Hatim,
Hasan'dan rivayet etti:
«Kendinden öncekini
tasdik edici olarak indirdi» demek Nuh, İbrahim, Hud ve diğer peygamberlere gelen
mucize ve beyyineleri tasdik ederek indi demektir.»
(6) «Rahimlerde
dilediği gibi sizi şekillendiren odur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur...» Bu
âyetin tefsirinde: îbn Munzir, İbn Mesud'dan şöyle rivayet etti: «Sizi erkek ve
dişi olarak dilediği şekilde şekillendirir.»
îbn Cerir, Süddi
tarikıyla Ebu Malik'ten, Ebu Salih'ten, îbn Ab-bas'tan rivayet ediyor. O da
Murre'den, İbn Mesut'tan ve sahabelerin bazılarından rivayet ediyor:
«Rahimlerde dilediği
gibi sizi şekillendiren odur» ayetinin tefsirinde şunları söylediler:
«Meni damlası
rahimlere girdikten sonra kırk gün rahimde uçar, fırlar, gezer. Sonra kan
pıhtısına dönüşür, kırk gün durur. Sonra et parçasına dönüşür, kırk gün durur.
Yaradılmak çağma geldiğinde Cenab-ı Hak bir melek gönderir, onu suretlendirir.
Melek, parmakları arasında bir toprak getirir. O et parçasına karıştırır. Sonra
onu hamur yapar. Sonra emrolunduğu gibi onu suretlendirir. Sonra sorar: Erkek
midir dişi mi, Şaki midir Said mi? Rızkı nedir? Ömrü nedir? Dünyadaki eser ve
etkisi nedir? Musibelteri nedir? Cenab-ı Hak söyler, melek yazar. O cesed
öldüğü zaman o toprak nereden alınmış ise oraya defnedilir.»
Abd bin Humeyd, ve İbn
Cerir Katade'den bu ayetin tefsirinde şunları rivayet etmiştir:
«Cenab-ı Hak, erkek
veya dişi, kırmızı veya beyaz, siyah veya sarı, tam veya eksik olmasını ana
rahminde çizer.»
(7) «Sana
Kur'an'ı indiren Odur. Bunun bir kısım ayetleri açık ve kesindir. Bunlar
Kur'an'm esasıdır. Diğer bir takım ayetler de vardır ki, müteşabihtir. İşte
kalplerinde şüphe bulunanlar fitne aramak ve teviline gitmek için Kur'an'm
müteşabih ayetlerine uyarlar. Halbuki o müteşabihin tevilini yalnız Allah
bilir. İlimde kökleşmiş ve metin olmuş kimseler ise, «Biz ona inandık, açık ve
kapalı bütün ayetler rabbimiz tarafındandır» derler. Onları akıllılar iyice
düşünür...»
Bu ayet hakkında gelen
eserler:
İbn Cerir, İbn ul
Munzir ve İbn Ebi Hatim, Ali b. Talha tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Muhkem ayetler,
neshedici helal, haramı, cezalar, farzları
ve imanı bildiren ayetlerdir. Müteşabih ayetler, neshedilmiş, mukaddem,
muahhar ve darbımeseller, yeminler ve kendisine inanılır fakat kendisiyle
amele temel olmayan ayetlerdir.»
İbn Cerir El-Ufi
tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet eder: «Muhkem ayetler, o neshedici ayetlerdir
ki onunla insan cezalandırılır, ona inanılır ve onunla ameledilir. Müteşabih
ayetler, o neshedilmiş ayetlerdir ki, onlarla insan herhangi bir ceza görmez.»
Said bin Mansur, İbn
El-Hâtim ve Hâkim, Abdullah bin Kays tankıyla îbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Onun bir kısım
ayetleri muhkemdir.» âyetinden maksat, Enam suresinin son üç ayeti ve [Mubahele
ayetiyle onu takib eden ayetler] dir.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir başka bir tarakla İbn Abbastan rivayet ettiler:
«Muhkem ayetler,
mubahala ayetinden başlar üç ayete kadar gider. Ve «Rabbin kendisinden başka
kimseye ibadet etmemenizi hükmetti» âyetinden başlar, ondan sonraki üç âyete
kadar gider.
İbn Cerir, Es Süddi
Tarikıyla Ebi Malik'ten, Ebi Salih'ten, İbn Abbas'tan, Mürre bin Mesut'ten ve
sabahelerin bazılarından naklediyor:
«Muhkem ayetler, o
neshedici ayetlerdir ki, onlarla amel edilir. Müteşabihat, o neshedilen
ayetlerdir.»
Abd bin Humeyd İbn
Abbas tarikıyla rivayet ediyor: «Muhkem ayetler, helal ve haram bildiren
ayetlerdir.»
Abd bin Humeyd, ve
Feryabi Mücahid'den rivayet ediyor:
«Muhkem ayetler,
içinde helâl ve haram bahsi olan ayetlerdir. Al-i İmranın diğer ayetleri ise
müteşabihtirler. Bir kısmı diğerini tasdik eder. Mesela «Onunla ancak
fasıkları dalalete götürür» ayetiyle «böylece Allah azabı iman etmeyenlerin
üzerine kılar» ayeti gibi. Bunlar birbirini tasdik eden ayetlerdir. Ve meselâ:
«Hidayet talebe-denleri Allah hidayet yönünden artırır. Takvasından onlara
verim ayeti gibi.»
İbn Ebi Hatim Rebi'den
rivayet etti:
«Muhkem ayetler,
emreden ve yasaklayan ayetlerdir.»
Abd bin Humeyd, İbn
Cerir ve İbn Ebi Hatim İshak bin Suveyd'-ten rivayet ettiler:
Yahya bin Yağmur ile
Ebul Fahike «Onlar kitabın
esaslarıdır.»
ayetinin tefsirinde
mücadele ettiler.
Ebu Fakih'e «O
ayetler, surelerin açılışlarıdır. (Yani
mukattaattır) Onlardan Kur'an çıkartılır. Mesela Elif, lam, mim. O kitabntan el
Bakara suresi çıkartılmıştır. «Elif, lam, mim. Allah o Allah'tır ki ondan başka
mabud yoktur. O hayy ve Kayyumdum
âyetinden Al-i
îmran suresi
çıkartılmıştır.» dedi.
Yahya:
«Onlar, o, ayetlerdir
ki, onlardan farzlar, emirler, yasaklar, he-lallar, cezalar ve dinin direği
olan meseleleri çıkar» dedi.
İbn Ebi Hatim Said bin
Cübeyr'den:
«Onlar kitabın
annesidir.» den maksad kitabın aslıdır demektir. Çünkü onlar bütün kitablarda yazılmıştır.»
dediğini rivayet etti.
İbn Cerir, Muhammed
bin Cafer bin Zübeyr'den rivayet etti: «Muhkem ayetler, Rabbin hücceti,
kulların ismeti, hasımları susturan, batılı defeden ve kendilerinde tahrif
olmayan ve konuldukları yerde olduğu gibi kalan ayetlerdir. Diğer ayetler ise,
kapsamda müteşabihtirler. Onların tasrif, tahrif ve tevilleri vardır. Cenab-ı
Hak kullarını helal ve haramda denediği gibi orada da kullarını deniyor. Onlar,
batıla sarf edilmezler ve haktan tahrif edilerek kaydırılamaz-lar.»
İbn Leyla Ata bin
Dinar'dan ve Said bin Cübeyr'den rivayet etti: «Onlar kitabın anasıdırlar.»
Yani bütün kitablarda yazılıdırlar.
Mukatil bin Hayyan:
«Yani hiçbir din ehli
onlardan razı olmadığını belirtemez.»
İbn ul Münzir, Said
bin Cübeyr'den rivayet etti:
«Müteşabihler,
Kur'an-ı Kerimin manaları halka kapalı olan ayetleridir. Halk onları okuduğu
zaman, manâlarını anlıyamaz. Bunun için de sapıtanlar sapıtıyorlar. Her gurup
Kur'an'ın müteşabih âyetlerinden birisini okur ve «Bu âyet bizim içindir» der.
İşte el-hâru-rîye firkası müteşabih ayetlerden «Kim ki, Allah'ın indirdiğiyle
hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendisidir» âyetine tabi oldular. Sonra
bu ayetle beraber şunu okudular: «Kâfir olanlar Rabbine denk tutarlar.»
El-Haruriye imamın haksızlıkla hükmettiğini görünce «imam kâfir oldu, çünkü
Rabbine denk tuttu. Kim ki Rabbine denk tutarsa, şirk koşmuş olur. Öyleyse bu
imamlar müşriktirler» derler.
El Buhari «Tarih»inde
ve İbn Cerir, İbn İshak... el Kelbi'den, Ebu Salih'ten, İbn Abbas'tan, Cabir
bin Abdullah bin Rebab'tan rivayet ettiler:
«Ahtab oğlu Ebu Yaser
nam Yahudi geçti. Yahudilerden birisi Resûlüllah'a vardı. Cenab-i Peygamber
el-Bakara suresinin başlangıcı olan Elif, lam, mim. Zalikel kitabı okudu. Ebu
Yaser kardeşi Huyey bin Ahtebe ve Yahudiden olan bazı kişilere vardı:
— Siz biliyor musunuz? (yani malumunuz olsun)
Yemin ederim ki, Muhammedi dinledim Kendisine indirilenin arasında [elif, lam, mim, zalikel kitabı] okuyordu.
Huyey:
— Sen bunu bizzat işittinmi?
Ebu Yasır:
— Evet, işittim, dedi. Böylece Huyey o
kişilerle beraber Resûlüllah'a vardılar:
Sana indirilen kitabta
elif, lam, mim, zalikeyi okuduğun doğrumudur?
Cenab-ı Peygamber:
— Evet öyledir.
Yahudiler:
Birçok peygamber Allah
katından gönderildi. Hiçbir peygambere mülkünün ne kadar devam edeceğini
açıklayan bir hüküm geldiğini bilmiyoruz. Senden başka Ümmetinin ne kadar
yaşıyacağım açıklayan bir peygamberi bilmiyoruz. Elif (1) bir, lâm (30) otuz,
mim (40) kırk eder. Bu yetmişbir sene eder, dedikten sonra:
— Ey Muhammedi! Bununla beraber başkası da var
mıdır? diye sordular. Cenab-ı
Peygamber:
— Evet onunla beraber Elif, lâm, mim, sad
vardır.
Huyey:
— Bu, daha ağır ve dhaa uzundur. Elif bir, lam
otuz, mim kırk, sad doksan eder. Bu (131) yüzotuzbir sene eder. Bununla beraber
başkası da var mıdır?
Cenab-ı Peygamber:
— Evet, elif, lam, Ra vardır.
Huyey:
— Bu, daha ağır ve daha uzundur. Elif bir, lam
otuz, Ra (200) ikiyüz eder. Yekûnu ikiyüzotuz bir sene eder. Bununla beraber başkası da var mıdır?
Cenab-ı Peygamber:
— Evet, Elif, lam, Mim, Ra vardır.
Huyey:
— Bu, daha ağır ve daha uzundur. Bu
(271) ikiyüzyetmişbir eder. Sonra
senin emrin bizim için kapalı oldu.
Bilemeyiz az mıdır sana verilen, çok mudur dediler.»
Bu muhavereden sonra
Yahudiler, kalkın gidelim dediler. Bunlardan sonra Ebu Yaser, kardeşi ve
beraberindeki Yahudiler «Belki bütün bunlar Muhammed'e verilmiştir: [71 + 131 +
273 + 271 = 704] dedi.
Onlar da «Muhammed'in
durumu bizim için kapalı oldu.» dediler ve bu ayetlerin onlar hakkında nazil
olduğunu iddia ettiler.
«Sana Kur'an'ı indiren
(ydur. Bunun bir kısım âyetleri açık ve kesindir. Bunlar Kur*an'ın esasıdır.
Diğer bir kısım âyetler vardır ki mü-teşabihtirler. (Kapah-Benzeşen).
Kalblerinde zeyğ olanlar fitne çıkarmak için muteşabih âyetlerin ardına düşerler.
Halbuki o muteşabihin
tevilini yalnız Allah bilir...»
îbn Cerir, İbn ul
Munzir ve İbn Ebi Hatim, Ali tarikiyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Şek ehli, muhkemi
müteşabih üzerine, müteşabihi muhkem üzerine hamlederler. Ve karıştırırlar.
Böylece Cenab-ı Hak da bunları onlara kapalı bıraktı. Oysa mütşabihin tevilini
Allah'tan başkası bilmez. Manası kıyamet gününde tahakkuk edecek. Tevilini
Cenab-ı Haktan başkası bilmez.»
îbn Cerir, İbn Mesud
tarikıyla rivayet eder:
<<Zeyğ» şek
demektir.
ibn Cüreyc:
Kalblerinde zeyğ
olanlardan maksat, münafıklardır, diyor.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir Mücahid'den rivayet ettiler:
Onlar kitabın
muteşabih âyetlerine tâbi olurlar. Onların dalâlete gittikleri ve içinde helak
oldukları kapı, müteşabihin tevilini istemeleridir. Bunu başkasına fitneyi
taleb etmek maksadıyla isterler. Yani şüpheye düşürmeyi taleb etmek maksadıyla
isterler.
Abdurrezzak, Said bin
Mansur, Abd bin Humeyd, Buhari, Müslim, Daremi, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn
Mace ve İbn Cerir, İbnul Mun-zir, İbn Ebi Hatim, İbn Hibban, Beyhaki
«Delail»inde çeşitli yollardan Hz. Aişe'den rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü:
«Allah o Allah'tır ki
senin üzerine kitabı indirdi. O kitabın muhkem âyetleri vardır. Onlar, kitabın
esasım teşkil ederler. Diğer âyetleri vardır, muteşabih tirler. Kalblerinde
zeyğ (yani şek) olanlar müteşabih-Iere tabi olurlar.» âyetini okuduğu zaman
şöyle buyurdu:
«Bu âyetler hususunda
mücadele edenleri gördüğünüzde biliniz ki, burada Cenab-ı Hak onları
kastediyor. Onlardan sakınınız.»
Buhari'nin lafzında
«Kur'an'm muteşabih âyetlerine tâbi olanları gördüğünüzde biliniz ki, Cenab-ı
Hakkın kastettiği onlardır. Onlardan
sakınınız» şeklinde
varid olmuştur.
İbn Cerir, «Muteşabih
âyetleri taleb edip tevil edenleri gördüğünde Allah'ın ismini an ve onlardan
sakın,» dedi.
İbn Cerir'in diğer bir
lafzında «Kur'an'm muteşabih âyetlerinin ardına düşenleri ve orada mücadele
edenleri gördüğünüzde biliniz ki Cenab-ı Hakkın kastettiği zeyğehli onlardır.
Sakın onlarla oturmayınız» dedi.
Abdurrezzak ve Ahmed,
Ebu-Ümame tarikıyla Allah'ın Resûlü'n-den rivayet ediyorlar:
«Kalplerinde şüphe
olanlar onun muteşabih âyetlerine tâbi olurumdan maksat haricilerdir.» Nitekim
«o gün bazı yüzler ağınr ve bazı yüzler simsiyah kesilir» (Ali-îmran 106)
âyetinden de hariciler kas-dedilmiştir...
Tabarani, Ebu Malik
el-Eş'ari'den rivayet etti: Allah'ın Resulü buyurdu:
«Ümmetim için üç
hasletten korkuyorum:
1- Malları
çoğalıp dolayısıyla hasedleşmelerinden ve savaşmalarından korkuyorum,
2- Kitabın
kendilerine açılıp verildiğinde onu ele alıp müteşabih-lerin tevilini
aramalarından korkarım.Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde
kökleşenler «ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katından gelmiştir. Ancak akıl
sahihleri bunu hatırlarlar» derler.
Dikkat hadisde
bahsedilen üçüncü haslete tesadüf edilmedi.
Hakim, rivayet edip
tasrih ettiği bir hadisi Ebu Hureyre'den naklediyor:
Allah'ın Resulü
«Ümmetim için korktuklanmdan birisi onlarda mal çoğalacaktır. Mal hususunda
münakaşaya tutulacaklar ve savaşacaklar. Şüphesiz ümmetim için korktuklarımdan
birisi de Kur'an onlara açılacak, onu kâfir de, münafık da okuyacak, mümin
onun helâlini helâl bilecektir. (Kâfir ise, sadece metnini okumakla
kalacaktır.)»
Ebu Ya'la Huzeyfe'den,
o da Resûlullah'tan rivayet etti: «Ümmetimin içinde bir kavm olacak, Kur'an'ı
okuyacaklar. Fakat darının dağılması gibi onu dağıtacaklar. Onun tevili olamayan şekillerde onu tevil
edecekler.»
İbn Saad ve îbn Dureys
Fedail'inde, İbn Merduyeh Arar bin Şua-yib'ten, o da babasından, o da
dedesinden rivayet ediyorlar.
«Kur'an'da münakaşa
eden bir kavmin yanına Cenab-ı Peygamber çıktı. Öfkelendi. Ve buyurdu:
«İşte sizden önceki
ümmetler böyle yapmakla delâlete gittiler. Pey-gamberleriyle ihtilâfa
düştüklerinden ötürü helak oldular. Allah'ın kitabının bir kısmını diğerine
vurmak suretiyle helak oldular.»
Yine devamla:
«Şüphesiz Kur'an bir
kısmı diğerini tekzib etsin diye inmemiştir, inmiştir ki, bir kısmı diğerini
tasdik etsin. Kur'an'dan bildiğinize yapışıp onunla amel ediniz. Sizin
üzerinizde kapalı kalana da (Allah'ın katında nasılsa öyle) îman ediniz.»
İbn Cerir ve Hakim,
Ebu Mesud Es Seçeri «El İbane» adlı eserinde Îbni-Mesut'tan rivayet ettiler:
«İlk kitab, bir babtan
ve bir harf üzerine iniyordu. Kur'an yedi kapıdan yedi harf üzerine indi:
Nehyeder, emreder, helâli var, haramı var, muhkemi var, müteşabihi var ve
darbımeselleri vardır. Kur'an'ın helâlini helâl biliniz. Haramını haram
biliniz. Size ne emrederse onu yapınız. Sizi neden sakındırırsa ondan
sakınınız. Onun darbımesellerinden ibret dersi alınız. Muhkemiyle amel ediniz,
müteşabihine iman ediniz. Ve deyiniz ki, biz ona iman ettik, hepsi Rabbimizin
katından-dırj»
Tabarani Ömer bin Ebi
Seleme'den rivayet etti:
Resûlüllah Abdullah
bin Mesud'a şunları söyledi: «Kitablar gökten bir tek kapıdan iniyorlardı. Şüphesiz
ki, Kur'an yedi kapıdan yedi harf üzerine indi. Helâl, haram, muhkem,
müteşabih, darbımeseller, emirler ve yasaklar... Öyleyse onun helâlini helâl
bil. Onun haramım haram bil. Onun muhkemiyle amel et. Onun müteşabi-hinin
yanında dur. Onun darbımesellerinden ibret al. Şüphesiz hepsi Allah'ın
katındandır. Şüphesiz ki. akıl sahihleri iyice düşünürler.»
İbn Deriş (veya
Dureys) İbn Cerir ve İbn Ul Munzir İbn Mesut'tan rivayet ettiler:
«Kur'an, beş vecih
üzerine nazil olmuştur. Helâl, haram, muhkem, müteşabih, darbımeseller. Helâli
helâl, haramı haram bil. Müteşabiha iman et. Muhkemle amel et ve
darbımesellerden de ibret al.»
İbn Cerir ve
Nesrul-Makdisi El Hücce'de Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü
büyürdür
«Kur'an yedi harf
üzerine nazil oldu. Kur'an'daki mira (mücadele) kükfürdür. Kur'an'dan
bildiğinizle amel ediniz. Kur'an'dan bilmediklerinizi onun âlimine götürünüz.»
Beyhaki «Şuab ul İman»
da Ebu Hureyre'den rivayet etti. Resulü Ekrem:
«Kur'an'ı
i'rablayıniz. Onun gariblerine tâbi olunuz. Onun garipleri onun farzları ve
cezlarıdır. Şüphesiz kî Kur'an beş vecih üzerine, helâl, haram, muhkem,
müteşabih ve darbımeseller üzerine inmiştir. Helâliyle amel ediniz. Haramından
sakınınız.Muhkemine tâbi olunuz. Müteşabihine iman ediniz. Darbımesellerinden
ibret alınız.»
îbn Ebi Hatim İbn
Abbas'tan rivayet etti:
«Kur'an çeşitli
fenlere sahiptir. Sırtlan ve karınlan vardır. Acaib-likleri bitmez tükenmez.
Onun sonuna (zirvesine) vanlamaz. Kim ki, ona yavaşça dalarsa kurtulur. Kim ki
ona şiddetli bir şekilde dalış yaparsa felâkete gider. Haberler,
darbımeseller, Halal - Haram, Nasıh, mensuh, Muhkem, Müteşabihi, karnı ve sırtı
vardır. Onun sırtı okumaktır. Karnı tevildir. Binaenaleyh onun hakkında
âlimlerin huzurunda oturunuz. Onun hususunda sefihlerden kaçınınız. Sakın
âlimin kayışlarını aramayınız.»
İbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim, Rebî'den rivayet ettiler.
Necran hristiyanları
Allah'ın Resûlü'nden sordular:
«Sen İsa'nın Allah'ın
kelimesi ve Allah'tan bir ruh olarak geldiğini söylemiyor musun?»
Allah'ın Resulü:
«Evet onu söylüyorum.»
Hristiyanlar:
«O halde bize bu
kâfidir» dediler.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak:
«Kalblerinde şek ve
zeyğ olanlar fitneyi aradıklarından dolayı onun müteşabihi erine tâbi olurlar»
âyetini indirdi.
Abdurrezzak ve Abd bin
Humeyd ve îbn Cerir Tavus'tan o da İbn Abbas'tan rivayet ediyor: İbn Abbas:
«Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez» âyetini okuduktan sonra «ilimde
derinleşenler biz ona iman ettik derler» âyetini okudu.
İbn Cerir ve İbn ul
Munzir, İbn Ebi Muleyke'den rivayet ederler: Âişe validemizin yanında bu
âyetleri okudum. Buyurdular: «Alimlerin ilimdeki kökleşenleri (râsihleri)
Kur'an'ın muhkemlerine,
müteşabihine iman ederler. O müteşabihin
tevilini Allah'tan başkası bilemez. Onlar müteşabihin tevilini
bilmiyorlar.» îbn Cerir Urve'den rivayet etti:
«İlimde derinleşenler,
müteşabihin tevilini bilmezler. Fakat onlar «ona iman ettik, hepsi Rabbimizin
katından gelmiştir» derler.»
îbn Ebi Şeybe îbn
Mesud'dan rivayet etti:
«Yolun işaretleri
olduğu gibi Kur'an'in işaretleri vardır. Onlardan tanıdığınıza yapışınız. Sizin
üzerinizde kapalı kalanı ise bırakınız. Yani indi tevillere girişmeyiniz.»
îbn Cerir Eş'hep
tankıyla İmam Malik'ten rivayet ediyor: İmam Malik «onun tevilini ancak Allah
bilir» âyetini okuyor, duruyordu. Sonra 'mübteda olarak' «ilimde rusuh
kesbedenler ona iman ettik» derlerdi. «Onlar onun tevilini bilmezlerdi» diye
başlardı.
îbn Cerir ve îbn Ebi
Hatim ve Tabarani Enes'ten, Ebi Ümame'-den, Vaile bin Aska'dan, Ebi Derda'dan
rivayet ettiler:
Allah Resûlü'nden
«ilimde derinleşenlerin» kim olduğu soruldu. Buyurdu:
«Yemini doğru, dili
yalancı olmayan, kalbi müstakim bulunan, karnı ve tenasül uzvu haramdan sakınan
kimselerdir ilimde derinleşenler.»
İbn ul Munzir, El
Kelbi tarikıyla Ebi Salih'ten, İbn Abbas'tan rivayet etti.
Kur'an'in tefsiri dört
çeşittir:
1- Bir
tefsir vardır ki âlimler onu bilirler.
2- Bir
tefsir vardır halk onu bilmezse mazur sayılmaz. O da helâlini, haramını
bilmektir.
3- Bir
tefsir vardır ki Araplar lügatlarıyla onu bilirler.
4- Bir tefsir
vardır ki onun tevilini Allah'tan
başkası bilmez. «Onu biliyorum» diye ortaya atılan yalancıdır.
îbn Cerir İbn Abbas
tarikıyla rivayet ediyor. Allah'ın Resulü (S. A.V.) buyurdu:
«Kur'an, yedi harf
üzerinde nazil olmuştur. Helâl ve haramı vardır. Hiç kimse onları bilmediği
tadirde mazur sayılamaz. Bir tefsiri vardır M, herkes onu bilmek
mecburiyetindedir. Bir kısmı vardır ki ancak Araplar onu tefsir ederler. Bir
kısmı vardır ki âlimler onu uefsir ederler. Bir de müteşabihi vardır ki, onu
Allah'tan başkası bilemez. Allah'tan başka kim onu biliyorum derse o
yalancıdır.»
Darimi Müsned'inde ve
Nasr ul Makdisi hüccetinde Süleyman binal Yesar'dan rivayet ettiler:
Adı «Subeyğ» olan bir
kişi Medine'ye geldi. Halktan Kur'an'ın mü-teşabih âyetlerinin manâsını soruyordu.
Bundan haberdar olan Ömer (R.A.) onu huzuruna çağırdı. Onu dövmek için hurma
dallarından sopalar hazırlamıştı. Hz. Ömer:
«Sen kimsin?»
O:
«Ben Allah'ın kulu
Subeyğ'im» dedi. Hz. Ömer de:
«Ben de Allah'ın kulu
Ömer'im» dedi ve Hz. Ömer dallardan birisini alıp onun başından kanlar
akıncaya kadar onu dövdü. Subeyğ:
«Ey müminlerin emir i!
Artık yeter. Kafamda hissettiğim gitti» dedi.
Darimi ayni hadiseyi
Nafi' tarikıyla rivayet ediyor:
Iraklı Subeyğ
ordugâhta askerlerden Kur'an'ın bir takım şeylerini sormaya durmadan devam
ediyordu. Kumandan Âmr bin Âs, Subeyğ'i Ömer bin Hattab'a gönderdi. Subeyğ Hz.
Ömer'e geldiğinde Cenab-ı Ömer hurma dallarından sopalar hazırlattı ve Subeyğ'e
vurdu. Onun belini yaralar ve bereler içinde bıraktı, sonra vurmasını bıraktı.
Ta ki iyileşinceye kadar. İkinci kez huzuruna çağırdı ve yine vurdu. Tekra-ren.
Ta ki iyileşinceye kadar mühlet verdi. Üçüncü kez vurmak üzere onu huzuruna
çağırınca Subeyğ, Hz. Ömer'e şunları söyledi:
«Eğer beni öldürmek
istiyorsan güzel bir şekilde öldür. Eğer beni tedavi etmek istiyorsan Allah'ın
hüccetine yemin ederim ben tedavi oldum.»
Bunun üzerine Hz. Ömer
Subeyğ'e Irak'a gitmek için izin verdi. Ve Irak valisi Ebu Musa el Eş'ariye
«Sakın müslümanlardan hiçbir kimse Subeyğ'in yanında oturup sohbetinde
bulunmasın» diye yazdı.
Nasr el Makdisi
«Hüccet» de İbn Âsakir Ebi Osman en Nehdi'den rivayet ederler. Hz. Ömer
Basra'lılara «Subeyğ'le oturmayınız» diye emirname gönderdiğinde, «Subeyğ bize
gelmek istediğinde yüz kişi olsak dahi hepimiz aynup, o mecliste tek kişi
kalmazdı».
İbn Âsakir Muhammed
bin Sirin'den rivayet eder.
Hz. Ömer, Irak valisi
Ebu Musa el Eş'ari'ye «Subeyğ'le kimse oturmasın, lâkin Subeyğ*in maaşını ve
rızkını da kesme» diye name yazdı.
Nasr «El Hücceh» de ve
îbn Âsakİr, Zera'dan rivayet ediyor: «Asel oğlu Subeyğ'i Basra'da gördüm. Sanki
uyuz bir deve idi. Bir toluluğa geliyor, oturuyor. Onlar tanımıyorlardı. Öbür
topluluktan birisi Hz. Ömer'in emrini onlara duyuruyordu. Hepsi kalkıyor,
Subeyğ tek başına kalıyordu.»
Nasr, Ebu îshak'tan
rivayet etti:
«Hz. Ömer, Ebu Musa el
Eş'ari'ye yazdı. «Bunlardan sonra şüphesiz ki Esbağ gizli olanı bilmek için
kendisini zorladı. Esas vazifesini zayi etti. Bu yazım sana vardığında sakın
onunla biat etmeyiniz. Hasta düşerse onu ziyaret etmeyiniz. Ölürse cenazesinde
hazır bulunmayınız.» [3]
El Herevi kelâmın
aleyhinde îmam Şafii'den şunu rivayet ediyor: Kelâm ehli hakkındaki hükmüm Hz.
Ömer'in Subeyğ hakkındaki hükmü gibidir. Onlar hurma dallarıyla dövülecekler,
devenin sırtına bindirilecekler, aşiretler ve kabileler arasında
gezdirilecekler. Tellal «işte kitab ve sünneti terkedip kelâm ilmine
yönelenlerin cezası budur» diye bağıracaktır.
Şaflinin «kelâm» dan
maksat, felsefi konulara girip de Allah'ın zatını ve bir takım îslâmî gerçekleri
felsefi bir şekilde tahlile kalkışmaktır. Yoksa «Akaİd ilmi» diye adlandırılan
Kur'an ve Sünnetten alınan kelâm burada kastedilmemektedir. Nitekim bu husus
ileriki âyetlerin tefsirinde gelecektir.
Darimi Hz. Ömer
tarikıyla rivayet eder. Hz. Ömer buyurdu: «Size bazı kimseler gelecektir. Kur'an'ın
müteşabih âyetleriy-le sizinle
mücadele edeceklerdir. Onları hadisle
susturmaya çalışınız.
Çünkü hadisin
.arkadaşları (yani muhaddisler) Allah'ın kitabını herkesten daha iyi bilirler.
Nasr el Makdisi «Hüccet»
de İbn Âmr'den rivayet eder: Allah'ın Resulü (S.A.V.) çıktı. Baktı ki eshabı
Kur'an konusunda mücadele ediyorlar.
Birisi bir âyet getiriyor, öbürüsü başka bir âyet getiriyor. Cenab-ı
Peygamber sanki yüzünde nar danesi patlatılmış bir hale geldi ve buyurdu:
«Siz bunun için mi
yaratılmışsınız? Bunun için mi emredilmişsiniz? Allah'ın kitabından bazı
âyetleri diğerine neden çarpıyorsunuz? Bakınız, Kur'an size ne emretmişse ona
tâbi olunuz. Sizden neyi neh-yetmişse ondan sakınınız.»
Nasr el Makdisi «Hücceh»
e de Ebu Hureyre'den rivayet ediyor: Biz Hz. Ömer'in yanında bulunuyorduk. Bir
kişi geldi, Hz. Ömer'den «Kur'an mahluk mudur, gayri mahlûk mudur» diye sordu. Hz. Ömer ayağa kalktı. Onun
yakasına yapıştı. Onu Hz. Ali'ye kadar sürüp götürdü:
«Ey Eba Hasan! Dinler
misin, bu kişi ne diyor?»
Hz. Ali: «Ne diyor?»
«Bu kişi bana geldi.
Kur'an mahlûk mudur, gayri mahlûk mudur?» diye soruyor.
Hz. Ali:
«Bu bir kelimedir. Bu
kelimenin meyvesi olacaktır. Eğer senin yerinde ben emrin başında olsaydım onun
boynunu vururdum» dedi.
Kur'an'ın mahlûk olup
olmamasının müzakere ve münakaşası Abbasi Halifesi Me'mun'un zamanında ortaya
atıldı. Bazı guruplar Kur'an'ın mahlûk olduğunu ileri sürüp müdafaa ettiler.
Ahmed İbn Han-bel gibi ehli sünnetin imamları da Kur'an'ın gayri mahlûk ve
Allah'ın sıfatı olduğunu savundular. İmam Ahmed ve benzeri alimler bu meselede
birçok sıkıntılara maruz bırakıldılar. Hapishanelere atıldılar. Dövüldüler.
Hatta son defasında İmam Ahmed bu meselede Bağdad'da yakalandı. İmam Ahmed zincirlere
vuruldu ve Tarsus'a, halîfenin yanına gönderildi. İmam Ahmed Adana şehrine
geldiğinde «Allah'a yalvardım. Yarab! Bu fitneden bizi kurtar. Sabah ezanlarım dinledim.
Arkasında halifenin
vefat ettiği haberini öğrendim» diyor. Memun'un yerine geçen kardeşi
Mu'tasinVin huzuruna İmam Ahmed getirilmeden, o, şekliyle Bağdad'a geri
gönderilmiştir. Ve Mu'tesim tarafından İmanı Ahmed azaba duçar edilmiştir. Bu
hâdise İslâm tarihinde dil-hun hâdiselerden birisidir. Allah bizi böyle
fitnelerden muhafaza eylesin.
Alimlerin bazıları bu
âyeti okuduklarında «ilimde rasih olanlar» üzerinde vakfediyor. Yani onun
tevilini Allah biliyor, ilimde rasih olanlar biliyor tarzında okuyorlardı.
Tefsir âlimlerinin birçoğu buna tâbi olmuşlardır. Usul ehli de buna tâbi olmuşlardır.
Ve usul ehli «Manâsı anlaşılmayan bir şey ile Allah'ın kullarına hitab etmesi
uzak bir ihtimaldir» derler. Yani Kur'an'da olan herşeyin manâsı anlaşılıyor
demek istediler.
İbn Ebi Nüceyh,
Mücahid'den o da İbn Abbas'tan rivayet etti: «Ben müteşabihlerin tevilini bilen
rasihlerden birisiyim.»
İbn Ebi Nüceyh
Mücahid'den rivayet etti:
«İlimde derinleşenler
onun tevilini bilirler ve biz ona îman ettik derler.»
Rebi bin Enes'de böyle
dedi.
Muhammed bin İshak,
Muhammed bin Cafer bin Zübeyr'den rivayet ediyor:
«Müteşabihin, Allah
tarafından irade edilen mânâsım ancak Allah bilir. İlimde rasih olanlar «Biz
ona iman ettik» derler. Sonra o müte-şabih âyetlerin tevillerini hiç kimsenin
değişik tevili olmayan muhkem âyetin tevili üzerine yaparlar. Böylece onların
sözleriyle kitab yeknesak oldu. Bir kısmı diğerini tasdik edici oldu.
Muhaliflerin hüccetleri de bitmiş oldu. Mazeret bununla açığa çıktı. Batıl
bununla zail oldu. Küfür bununla defedildi...!»
[4]
Hadiste Allah'ın
Resulü İbn Abbas için şu duayı yaptı: «Ey Allah'ım! Dinde onu fakih kıl.
Anlayış ver. Ona Kur'an tevilini öğret.»
Alimlerin bazıları bu
makamda tafsilât ve açıklama yaparak demiştir ki:
«Tevil» kelimesi
Kur'an'da zikredildiği zaman ondan iki mânâ irade ediliyor.
1- Şey'in
hakiki manasında olan tevil, şeyin gerçekten dönüş bulduğu nokta mânâsında olan
tevil: «Ey Babam! İşte daha önceki rüyamın tevili budur» âyetinde olduğu
gibi... Eğer tevilden bu mânâ kastedilirse, lafzai celâl üzerine vakfedilir.
Onun tevilini ancak Allah bilir mânâsı âyetten çıkar. İlimde rasih olanlar biz
ona îman ettik derler. Çünkü emirlerin hakikatlerini ve künhünü gerçek şekilde
Allah'tan başkası bilmez. O vakit «errasihun» kelimesi mübteda olur. «Onlar,
biz ona îman ettik» cümlesi de ouun haberi olur. Yani başlıba-şına bir cümle
olur. Eğer tevilden «Bize onun tevili açıklaması
haber verilmiştin} âyetinde olduğu gibi tefsir, açıklama, mânâsı kasde-düirse o
vakit «ilimde rasih olanlar» üzerinde vakfedilir. Yani onun tevilini ancak
Allah ile ilimde derinleşenler bilebilir. Çünkü ilimde derinleşenler de tevilin
bu mânâsında müteşabih âyetlerin mânâlarını fehmederler. Her ne kadar eşyanın
hakikatlannı gerçek mânâda kap-samamişlarsa da böyle bir anlayışları oluşur. O
vakit «biz ona îman ettik» cümlesi hal olur. Yani âyetin mânâsı «onun tevilini
ancak Allah ve biz ona îman ettik dedikleri halde ilimde rasih olanlar
bilirler.» olur.
Cenab-ı Hakkın
«onların biz ona, yani müteşebihe, îman ettik» dediklerini bize haber
vermektedir. «Biz müteşabihe îman ettik. Hepsi Rabbimizin katından gelmiştir.»
Yani müteşabih de muhkemdir. Haktır ve doğrudur. Birisi diğerini doğrular ve
diğerinin şahidi olur. Çünkü hepsi Allah'ın katından gelmiştir. Allah katından
gelen iki şey veya eşya arasında çelişki yok. Nitekim Cenab-ı Hak başka
âyetlerde «Onlar Kur'an'ı tedebbur etmezler mi? Eğer Kur'an Allah'ın gayrisinden
gelmiş olsaydı onda birçok ihtilâf göreceklerdi. (Nisa: 82) buyurmuştur. Ve
bunun için de Cenab-ı Hak âyetin sonunda «Ancak akıl sahihleri hatırlarlar»
buyuruyor. Yani ancak akıl sahibîeri mânâlarını fehmederler, onlar ancak
tedebbur ederler. Selim akıl sahibi olanlardan başkası bunu bilmez.
İmam Ahmed,
Ma'mer'den, o Zuhri'den, o Amr bin Şuayb'ten o babasından, o da babasından
rivayet etti: Allah'ın Resulü Kur'an'da mücadele eden bir kavmi dinledi ve
buyurdu:
«Sizden öncekiler
ancak bununla helak oldular. Allah'ın kitabının bir kısmını diğerine vurdular.
Allah'ın kitabı, ancak bir kısmı diğerini tasdik etsin diye inmiştir. Sakın
bir kısmı ile diğer kısmını tekzib etmeyiniz. O kitabtan neyi biliyorsanız onu
söyleyiniz. Bilmediklerinizi bilginine havale ediniz.»
Ebu Ya'la el Musili
müsnedinde Ebu Hureyre tarikıyla rivayet eder. Allah'ın Resulü:
«Kur'an yedi harf
üzerine indi. Kur'an'daki cidal küfürdür. Kur*-an'daki cidal küfürdür.
Kur'an'daki cidal küfürdür. Ondan bildiğinizle amel ediniz. Bilmediğinizi
bilenine (Yani Allah'a) (C.C.) reddediniz» buyurdu.
îbn ul Munzir bu
âyetin tefsirinde:
Bana Muhammed bin
Abdullah bin Abdulhakem, Vehb'ten, o Nafi bin Yezid'den rivayet etti:
«İlimde rasih olanlar
Allah'ın azameti önünde tevazu edenlerdir. Allah'a (C.C.) rızasını elde etmek
için yalvaranlar ve tezellül edenlerdir. Onlar üstlerindeki kimselere büyüklük
taslamazlar. Derece bakımından altlarındaki kimselere karşı da böbürlenmezler.
Cenab-ı Hak, onların Rablerine yalvarışlarını şöyle hikâye ediyor:
(8)-
Ey
Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma. Katından bize bir
merhamet ihsan et. Şüphesiz ki sen çok bağışlayıcısın.» n
İbn Ebi Hatim, Amr bin
Abdullah el-Evdi'den, İbn Cerir Ebu Ku-reyp'ten, bunların ikisi de Veki'den, o
da Abdulhamid bin Behran'dan, o Şehr bin Havşeb'ten, o da Ümmü Seleme'den
rivayet etti. Allah'ın Resulü:
«Ey kalbleri evirip
çeviren (Rabbim!) Beni dinin üzerinde sabit kıl» diye dua ettikten sonra:
«Ey Rabbimiz! Bize
hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma. Katından bize bir rahmet ihsan
et. Şüphesiz ki sen çok bağışlayıcısın.» âyetini okudu.
Başka bir rivayette
Ümmü Seleme şöyle dedi: Allah'ın Resulü duasında çokça: «Ey kalbleri evirip çeviren Allah'ım. Kalbimi dininin üzerine
sabit kıl» diye dua ederdi.
Ben:
«Ey Allah'ın Resulü!
Kalb te evrilip çevrilir mi?»
Resûlüllah:
«Evet, Allah
Ademoğullanndan hiç kimseyi yaratmamış ki onun kalbi Allah'ın parmaklarından
ikisi arasında olmasın. Allah dilerse, o kalbi müstakim kılar, dilerse, onu
kaydırır. Biz Rabbimizden bizim kalbimizi hidayet ettikten sonra kaydırmamasını
istiyoruz. Bize katından bir rahmet vermesini istiyoruz. Çünkü o çokça hibe
edendir» buyurdu.
[5]
Hadisin başka bir
rivayetinde Ümmü Seleme:
«Ey Allah'ın Resulü! O
halde bana bir dua öğret ki nefsim için onunla dua edeyim» diye ricada bulundu.
Cenab-ı Peygamber:
—Evet, de ki: «Ey
Peygamber olan Muhammed'in Rabbi! Benim için günahımı affeyle. Kalbimin
öfkesini gider, fitnenin saptırmalarından beni koru.»
tbn Merduyeh Süleyman
bin Ahmed tankıyla Katade'den, Hassan el Areç'ten, Hz. Aişe'den rivayet etti:
«Allah'ın Resulü
çokça, «Ey kalbleri evirip çeviren. Benmi kalbimi dinin üzerine sabit kıl»,
diye dua ederdi. Ben:
— Ey Allah'ın Resulü!
Amma da bu dua ile dua ediyorsun?
Cenab-ı Peygamber:
— Hiçbir kalb yoktur
ki, Rahman'ın parmaklarından ikisinin arasında olmasın. Rahman dilerse onu
mukim ve doğru kılar, dilerse onu eğri ve sapıklığa kayıcı kılar. Ey Aişe!
Cenabı Hakkın «Ey Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalbimizi saptırma»
âyetini dinlemedin
mi? diye buyurdu.»
İbn Kesir «Bu hadis,
bu senedle gariptir. Fakat aslı sahihaynde ve başka Sünen kitablannda birçok
tarikla sabit olmuştur. Ama onlarda bu âyetin bahsi yoktur.» diyor.
Ebu Davud, Nesei, İbn
Merduyeh Ebu Abdurrahman el Makberi hadisinden rivayet etmişlerdir.
Nesei - İbn Hibban,
Abdullah bin Vehb, Said bin Ebu Eyyub el En-sari tarikiyla rivayet etmişlerdir.
Ona Abdullah bin Velid et-Tievi, ona Said bin Museyyib, ona Hz. Âişe haber
vermiştir:
Allah'ın Resulü
geceleyin uyandığında:
— Senden başka mabud
yok! Sen ortaktan münezzehsin. Günahım için senin affını taleb ediyorum. Senin
rahmetini diliyorum. Ey Allah'ım! Üim yönünden beni artır. Beni hidayet
ettikten sonra kalbimi kaydırma. Katından bana bir rahmet hibe et Şüphesiz ki
sen çokça hibe edensin.» diye yalvarırdı.
(9) Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen geleceğinde hiç şüphe
olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Kesinlikle Allah vaadinden dönmez...»
Bu âyet hakkında gelen
bir eser:
îbn Neccar Tarih'inde
Cafer bin Muhammed el-Huldi.den rivayet etti. Allah'ın Resulü şöyle buyurdu:
«Bir şeyi kaybolan bir
kimse bu âyeti okursa Allah ona o şeyini geri verir. Fakat bu âyeti okuduktan
sonra şu duayı da ekleyecektir:
«Ey Allah'ım! Ey
insanları oluşmasında şüphe olmayan bir günde bir araya getiren. Benim
kaybolmuş malımı biraraya getirip cemeyle. Şüphesiz ki, sen herşeye kadirsin.»
[6]
(10) Şüphesiz
ki, kâfirlerin ne mallan ne de
çocukları Allah'a karşı onlara bir fayda sağlar. İşte onlar (evet) onlar
ateşin odunlarıdırlar.
(11) Onların
tutumları, Firavun âli'nin ve onlardan öncekilerin tutumu gibidir. Onlar
Âyetlerimizi yalanladılar. Allah da günahlarından dolayı onları azaba duçar
etti. Allah'ın cezası pek şiddetlidir.
(12) (Ey
Habibim!) Kâfirlere de ki: «Gelecekte yenileceksiniz, ve derlenip Cehenneme
gönderileceksiniz. Cehennem ne kötü döşektir.»
(13) Sizin
için biri Allah yolunda döğüşen diğeri kâfir olan iki gurubun karşılaştığında
ibret vardır. Kâfirler karşılarındaki Mü'minle-ri çıplak gözleri ile kesinlikle
iki misli görürlerdi. Allah yardımı ile dilediğini destekler. Şüphesiz ki, bu
olayda kesinlikle basiret sahipleri için bir ibret vardır.
(14) İnsanlara
kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşlerden, salma
ve güzel atlardan, develerden ve ekinlerden meydana gelen şehvetlere
(isteklere) karşı aşırı sevgi beslemek güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya
hayatının metaıdırlar. Oysa Allah'ın katında en güzel dönüp varılacak yer bulunmaktadır.
(15) (Ey
Habibim!) De ki: «Bunlardan daha iyisini size haber vereyim mi? (O da) Allah'a karşı gelmekten
sakınanlara Rablerinin katında
(ağaçlarının) altından ırmaklar akan ve
içinde daimi kalacakları Cennetler ve tertemiz eşler ve Allah'tan gelen razılık vardır. Allah kullarını
görücüdür.»
[7]
(10) Genel
olarak kâfirlerin hakkında veya necran heyetinin
hakkında veya Yahudiler veya Arap müşrikleri hakkında şu Âyet nazil oldu:
«Şüphesiz ki, kâfirlerin ne mallan ne evlâttan Allah katında hiçbir yarar
getirmez!..»
Küfürün cezası
ebedidir. Muvakkat bir zaman için yanıp ateşten çıkanlar son nefeste îmanla
gidenlerdir. Kâfirin ne kadar yaran olursa olsun ondan Allah katında hiç bir
fayda göremez!..
(12)
«Kâfirlere de ki: «Mağlûp olacaksınız ve derlenip Cehennem'e sürüleceksiniz.»
»
Bu kâfirler, Mekke
müşrikleridir. Mağlûbiyetleri bedîr günü oldu. Bir tefsirciye göre, kâfirler,
Yahudilerdir. Resûlüllah onları be-nu-kaynuka' panayınnda bir araya getirip
Kureyşlilerin başına gelenlerin onların da başlarına gelmemesi için
dikkatlerini çekti. Onlar ise Resûlüllah'a: «Sakın harp taktiğini bilmeyen
kimseleri daha önce mağlûp etmen seni aldatmasın, yemin ederiz ki, bizimle
savaşırsan kesinlikle bizim tam insanlar olduğumuzu öğreneceksin!» dediler. Bunun
üzerine yukandaki Âyet nazil oldu.
Yahudilerden «benî-kureyze»
kabilesinin kılıçtan geçirilmesi «benî-nâdîr» kabilesinin sürülmesi hayber'in fethedilmesi
ve diğer Yahudilerin haraca bağlanması, Cenab-ı Hakk'ın Âyetteki sözünü
doğruladı. Dolayısı ile bu Âyet Peygamberliğin delillerinden oldu.
Karşı karşıya gelen
kâfir ve Müslüman guruplardan maksat, bedir günündeki karşılaşmadır. O savaca
katılan Kureyş kâfirleri bin kişiye yakındı, Müslümanlar ise üçyüz on kişi
idiler. Fakat kâfirler onları ikibin kişi dolaylarında görüyorlardı. Bu
Allah'dan Müminlere verilen manevî bir imdattır. Savaşmazdan önce Mü'minleri
az gördüler İştahları kabarıp hücum ettiklerinde Mü'minlerin kendilerinin iki
mislisi olduklarını müşahade ettiler.
Âyetin manâsı
«Mü'minler, kâfirleri, kendilerinin iki misli olarak gördüler, Cenabı Hakk'ın
«Eğer sizden sabreden yüz kişi var ise kâfirlerden ikiyüz kişiyi mağlûp eder.»
Vadini hatırladılar ve sebat gösterdiler.» demek de olabilir. Halbuki kâfirler
kendilerinin üç misli idiler. Eğer gerçekten kâfirleri olduğu gibi görmüş
olsalardı belki de korkarlardı.
Âyette bahsi geçen «şehevat»
kelimesi, şehvet kelimesinin çoğuludur. Nefsin istekleri demektir. Onlan Mü'minlere süslü gösteren Allah'tır.
Çünkü fiillerin ve isteklerin yaratıcısı Allah'dır. Bu süslendirme ya denemek
veya -eğer Allah rızasına uygun ise- âhiret saadetine vesiledir. Yaşama ve
beşer soyunun devamı için de olabilir. Bâzı tefsir-cilere göre, süsleyici
şeytandır. Ayet zem (yermek) için nazil olmuştur. Yani kendilerine bahsi geçen
şeyler aşın şekilde sevimli ve süslü görünürse iyi değildir. «el cübba'l»
helâl ve haram arasında bu hususta fark yapmıştır. Yani helâla karşı güzel,
harama karşı çirkindir.
Âyette bahsi geçen el
kanâtîr, kıntar'rn çoğuludur, Kıntar, çok mal veya yüzbin altından müteşekkil
hazine demektir. Bâzıları, bir öküz derisi dolusu altın demektir, dedi.
[8]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(10) Şüphesiz ki kâfirlerin malları da çocukları da
kendilerine Allah'a karşı hiçbir şey kazandırmaz. Ve ateşin yakıtı olan da
onlardır.
(11) Tıpkı
Fir'avn ailesi ve onlardan öncekilerin adeti gibi âyetlerimizi yalanladılar.
Böylece Allah günahları nedeniyle onları yakala-' yi verdi...»
Bu âyetin hakkında
gelen eserler:
îbn Cerir ve tbn Ebi
Hatim, îbn Abbas'tan «DE'B» yapmak demektir. Yani yaptıkları Firavn aile
efradının ve daha öncekilerin yaptıkları gibidir.
Îbnu-Munzir ve Ebu
Şeyh, îbn Abbas'tan rivayet ettiler:
Ite'b, fiil demektir.
Yani onların fiilleri Firavri ailesinin fiili gibidir.
Ebu Şeyh, Mücahid'den
bunun benzerini rivayet etmiştir.
îbn Cerir, Rebi'den:
De'b kelimesi, sünnet
manasınadır. Onların sünnetleri (adetleri gibi) şartlan, yollan Firavn
ailesinin ve daha öncekilerin gidişatlan gibidir.
İbn Ebi Hatim, îbn
Meryem tarikıyla Haris kızı Hind'den o da Abdullah bin Abbas'm annesi Ümmül
Fazıl'dan rivayet ettiler:
Biz Mekke'de iken
Allah'ın Resulü geceleyin kalktı ve: «Ey Allah'ım, ben tebliğ ettim mi? Ey
Allah'ım, ben tebliğ ettim mi? Ey Allah'ım, ben tebliğ ettim mi?» diye
seslendi. Ömer kalktı:
«Evet, sen tebliğ
ettin» dedi. Sonra sabahlanınca Allah'ın Resûlif buyurdu:
«And olsun, İslâm
ortaya çıkacaktır. Öyle ki küfür eski vatanlan-ııa dönecektir. Andolsun bazı
kişiler İslâmı denizlere kaydıracaklar. Andolsun halkın üzerine bir zaman
gelecektir, Kur'an'ı öğrenecekler, okuyacaklar. Sonra «biz okuduk ve öğrendik,
kimdir bizden daha hayırlı?» diyeceklerdir. Acaba onlarda hayr var mıdır
[9]
Eshab:
«Ey Allah'ın Resulü!
Onlar kimlerdir?» diye sordular. Peygamber:
«Onlar sizdendir.
Onlar ateşin yakıtlarıdır.» buyurdu.
Bu hadisi îbn
Merduyeh, Yezid bin Abdullah tarikıyla Haris Kızı Hind'den o da Ümmül Fazıl'dan
aşağıda geleceği tarzda rivayet etti:
«Resûlüllah bir keçe
Mekke'de kalktı. «Ben tebliğ ettim mi?» diye üç defa seslendi. Ömer kalktı:
«Ey Allah'ım!»
dedikten sonra Resûlüllah'a cevap olarak: «Evet, sen tebliğ ettin. Sen titizlik
gösterdin. Var kuvvetinle çalıştın. Nasihat ettin. Sabreyle.» dedi.
Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber:
«Andolsun ki, iman,
küfrü eski inlerine döndürecek şekilde belirecektir, ortaya çıkacaktır.
Andolsun, bazı kişiler îslâmı denizlere kadar götürecektir. Andolsun, halkın
üzerine bir zaman gelecektir ki Kur'an'ı okuyup öğrendikten sonra:
— Biz okuduk ve
öğrendik. Bizden daha hayırlı olan kimdir? diyecekler! Oysa onlarda hiçbir
hayr yoktur.»
Sahabe:
«Ey Allah'ın Resulü!
Onlar kimlerdir? (Hangi millettendirler?)
«Onlar sizdendir.
Onlar ateşin yakıtlarıdır» diye cevab verdi.
(12) Kafirlere de ki: Yalanda mağlûb olacaksınız. Ve
toplanı] Cehennemce sürükleneceksiniz. Cehennem ne kötü beşiktir - yatak tu.»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Muhammed bin îshak bin
Yesar, İbn Katade'den rivayet etti:
Bedir ehlinin başına
gelen geldikten sonra Cenab-ı Peygamber Medine'ye döndü. Yahudileri Beni Kaynuka çarşısında bir araya getird:
ve onlara:
«Ey Yahudi Cemaati!
Kureyşin başına gelen, Allah tarafından si' zin başınıza gelmezden önce
müslüman olunuz» diye hitap etti. Yahudiler:
«Ey Muhammed! Sakın
Kureyşilerden alkolik olup harbi bilmeyen bazı kimseleri öldürmen, senin
nefsini aldatmasın? Sana yemin ederiz eğer bizimle savaşırsan bileceksin ki,
biziz İnsan. Ve sen bizim gibilerle o vakta kadar mülâki olmadığını
bileceksin» dediler.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak «Basiret sahihleri için ibrettir» cümlesine kadar bu âyeti celîleyi
indirdi.
(13)
Andolsun ki, karşı karşıya gelen iki toplulukta sizin için bir âyet (alâmet,
ibret) vardır..»
Bu toplulukların Allah
yolunda savaşanı eshab-ı güzîn ve Bedir Aslanlarıdır. Kâfir olan topluluk ise,
Mekke'nin senaditleri ve Kureyşİ-lerdir. Bunu İbn Cerir tefsirinde rivayet
etmektedir. İbn Cerir'irr tefsirinde bazı âlimlerden rivayet ettiğine göre
müşrikler Bedir gününde müslümanlan iki katlan olarak görüyorlardı. Yani
Cenab-ı Hak onların bu görgülerini îslâmın onlara galib gelmesine sebeb kıldı.
Ve bu tevil üzerinde ancak bir yönden işkal var. O da şudur: Müşrikler o gün
savaştan önce onlara Müslüman askerlerinin tahminini yapsın diye Ömer bin
Saad'ı gönderdiler. Onlara «Müslüman askeri 300 küsur veya 300 den biraz az
sayıdadır» dedi. Hakikat da böyle idi. Bedir ordusu 310 küsur kişi idi. Sonra
harp başladığında Allah (C.C.) meleklerin havasından ve ileri gelenlerinden bin
kişiyle onlara yardım gönderdi.
İkinci görüş, müslüman
gurub kâfir gurubu iki misilleri olarak görüyorlardı. Buna rağmen Cenab-ı Hak
onlara nusret verdi. Bunda da El Üfi'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre
herhangi bir işkal yoktur. «Müminler Bedr gününde 313 kişiydi. Müşrikler 626
kişiydi.» Sanki îbn Abbas'ın bu tefsiri bu âyetin zahirinden alınmıştır. PVıkat
bu meşhurun hilafıdır. Tarihçiler, siyerciler ve vakanüvislerin rivayetlerine
ters düşüyor. Cumhurun katında maruf olanın da hilafıdır. Çünkü marufa göre
müşrikler (900) ile (1000) dokuz yüz ile bin arasında idiler. Nitekim Muhammed
bin îshak, Yezid bin Numan'dan, o da Urve bin Zubeyr'den rivayet etti ki,
Allah'ın Resulü Beni Haccac'ın kölesi olan siyah köleden Kureyş kaç kişidir
diye sorduğunda, onlar çoktur, dedi. Allah'ın Resulü:
«Her gün kaç deve
kesiyorlar?»
«Bir gün dokuz bir gün
on deve boğazlıyorlar» dedi. Allah'ın Resulü:
«Kavim 900 ile 1000
kişi arasındadır» buyurdu.
Ebu îshak es-Subeyi'f
Cariye'den, o Hz. Ali'den (K.V.) rivayet ediyor:
«Kureyşiler bin kişi
idi.»
îbn Mesud da böyle demiştir.
Meşhur şudur ki onlar 900 ile 1000 kişi arasında idiler. Bu takdire binâen
onlar müslümanlann üç katı idiler. Bu tefsire binaen «Bunlar onları açıkça iki
misli görüyorlardı» söz müşkil oluyor. Fakat İbn Cerir şöyle bir tevil
getiriyor:
Sen, yanında bin
dirhem olduğu halde «Ben onun iki misline muhtacım» dersin, oysa hakikatta üç
bin dirheme muhtaçsın. Yani üç binin yerine binin iki misli kullanılabilir,
diyor. îbn Cerİr'in bu teviline binaen işkal ortadan kalkıyor. Fakat iki
görüşün üzerine birden va-rid olan bir sual ortaya çıkıyor:
Âl-i îmran süresindeki
bu âyet ile Enfal süresindeki «karşı karşıya geldiğinizde Allah olacağı olan
işi gerçekleştirmek için onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu ve işler Allah'a döndürülür.» (Enfal, 44). Âyetinin
arasında nasıl cem'i yapılacaktır. Cevab şudur:
Âü-îmran sûresinde
belirtilen durum ayrı bir durumdur. Enfal sûresinde belirtilen durum da başka
bir zamanda olan ayrı bir durumdur. Nitekim Es Suddi Tayyibi'den, o îbn Abbas'tan
rivayet ederler:
Âl-i îmran süresindeki
hâdise Bedr gününde oldu.
Abdullah bin Mesud:
Biz müşriklere baktık,
gözümüzde zaif olduklarını gördük. Sonra onlara baktık, bizden çok fazla
görünmüyorlardı. Ancak bir tek kişi fazla vardı. Bu «karşı karşıya geldiğinizde
Allah olacağı olan işi gerçekleştirmek için onları gözlerinizde az gösteriyor.
Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu» âyetinin mânâsıdır.
Ebu îshak, Abdullah
bin Mesud tarikıyla rivayet ediyor: Onlar bizim gözümüzde azaldılar. Hatta
yanımdaki bir kişiye: «Onları yetmiş kişi olarak mı görüyorsun?» diye sordum.
O da:
«Onları yüz kişi
görüyorum» diye cevab verdi. Onlardan bir kişiyi esir tutup sorduk:
«Siz kaç kişisiniz?»
«Biz bin kişiyiz»
dedi. Her gurup diğerini gördüklerinde müslü-manlar müşrikleri iki misilleri
olarak gördüler. Ta ki Allah'a tevekkül etsinler, Allah'a yönelsinler ve
Allah'ın yardımını taleb etsinler. Müşrikler de müminleri öyle gördüler. Ta ki
onların kalbinde korku oluşsun. Sonra harp safı tutulduğunda ve birbirlerinin
içerisine girildiğinde Cenab-ı Hak müşrikleri müslümanlann gözünde azalttı.
Müslümanları da müşriklerin gözünde azalttı. Ta ki btri diğerine hücum etsin.
Ta ki olacak olan iş gerçekleşmiş olsun. Hak batıldan ayrılsın, tman kelimesi
küfür ve tuğyan kelimesine galib gelsin. Müminler aziz olsun, kâfirler zelil
olsun. Nitekim Cenab-ı Hak buyurmuştur:
«Andolsun Allah size
Bedir'de yardım etti. Siz ise zaif idiniz.» (Âli-îmran: 123),
Bu âyetin devamında
ise Cenab-ı Hak:
«Allah yardımı ile
dilediğini teyid eder. Bunda basiret sahihleri için ibret vardır» buyurdu. Yani
basireti açık olan bundan ibret alır. Anlayışı açık olan bundan anlıyor ki
Cenab-ı Hak hakimi mutlaktır.
İstediğini yapar. Onun
kaderi ilahisi cari olur. Hiçbir engel ile karşılaşmaz.
(14) Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve
gümüşe, salma (güzel) atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan şehvet tutkusu
insanlar için süslendirilip çekici kılındı...»
Bu âyetin tefsirinde
seleften gelen eserler:
Cenab-ı Hak bu âyeti
celîlede dünya hayatında insanlara süslü gösterilen kadınlar ve oğullar gibi
lezzetlerin çeşitlerini zikretmektedir. Kadınlarla başlıyor. Çünkü onlardan
gelen fitne daha şediddir. Nitekim Sahihte varid olmuştur:
«Kendimden sonra
erkeklere kadınlardan daha şiddetli bir fitneyi bırakmadım.»
Kadınlarla evlenmekten
maksat iffetli olmak, çoluk, çocuğa sahib olmak ise matlub ve merğubtur.
Nitekim evlenmeyi, bolca çocuk elde etmeye dair teşvik ve terğib eden çok
hadisler vârid olmuştur. O hadislerde:
«Bu ümmetin en
hayırlısı kadın yönünden en fazlaya sahib olanıdır.»
«Dünya lezzet
metaldir. Onun en hayırlı metaı da saliha bir kadındır. Saliha kadın o
kadıddır ki, kocası kendisine baktığında kocasını sevindirir. Kocası kendisine
emrettiğinde kocasına itaat eder. Kocası olmadığı zaman, nefsini ve kocasının
malını korur. Kocasının hukukunu gözetir.»
«Bana dünyanızdan
kadın, güzel koku sevdirildi. Gözümün aydınlığı namazda kılındı» Duyuruldu.
Aişe validemiz ((Allah
Resulünün katında, at müstesna kadından daha sevimli birşey yoktu» diyor. Başka
bir rivayette «Allah Resulünün katında kadın müstesna attan daha sevimlisi
yoktu» denmektedir.
Oğlanların sevilmesine
gelince, bu bazan başkasına karşı böbürlenme ve süs için oluyor. Bu âyetin
zemmettiği kısma girmiş oluyor. Bazen de sadece Allah'a kulluk yapan ve Allah'a
ortak koşmayan ümmeti Muhammed'in ve neslin çoğaltılması için oluyor. Bu ise,
övülmüş bir durumdur. Nitekim hadiste Allah'ın Resulü:
«Sevilen ve doğuran
kadınlarla evleniniz. Şüphesiz ki kıyamet gülünde diğer ümmetlere karşı
sizin çokluğunuzla iftihar ederim» bu hırmaktadır.
Mal sevgisine gelince,
bu da bazan iftihar etmek, zaiflere karşı enginlik taslamak ve böbürlenmek için
olur. Bu mezmumdur. Yeril-niştir. Bazan da Allah'a yaklaştırıcı yönlere infak
etmek için silayı ahm yapmak için, hayr
ve taatlara sarfetmek için istenilir. Bu ise, jer'an övülmüş bir istektir.
Tefsir âlimleri kıntak'ın ne kadar oldu-junda değişik görüşler belirtmişlerdir.
Hulasa onun çok mal olduğunla düğümlenmektedir. Nitekim Dahhak ve başka
müfesirler böyle denişlerdir. Bazıları (1000) bin dinardır, bazıları (1200)
binikiyüz, basılan (12.000) onikibin dinar, bazıları (40.000) kırkbin,
bazıları 60.000) altmışbin dinar, bazıları (70.000) yetmiş bin dinar, bazıları
(80.000) seksen bin dinar demişlerdir. îmam Amed, Abdussamed'den, Hammad'dan, o
Asım'dan, o Ebi Salih'ten, o Ebu Hureyre'den rivayet etti. Allah'ın Resulü
buyurdu:
«Kintar (12.000) oniki
bin evkiyedir. Her evkıye yer ile gök ara-sındakinden daha hayırlıdır.»
İbn Mace, bu hadisi
Ebu Bekr bin Ebi Şeybe'den, o da Abdussamed'den, o da Hammad'dan rivayet etti.
tbn Cerir de, Bendar, İbn Mehdi, Hammad, Asim, Ebu Salih ve Ebu-Hureyre'den
(mevkuf olarak) rivayet etmiştir. Bu, tıpkı Veki'ın tefsirinde Hammad'dan,
Asım'-pan, Zekvan'dan, Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadis gibidir.
«Kintar (12.000)
Evkiyedir. Evkiye yer ile gök arasında olandan Üaha hayırlıdır.» (Yani bir
Evkiyeyi Allah için sarfetmek bundan daha hayırlıdır.)
Vekı'm senedi daha
sıhhatlidir.
İbn Cerir, Muaz bin
Cebel ve İbn Ömer'den de bu rivayeti yaptı. İbn Ebi Hatim, Ebu Hureyre ve Ebi
Derda'dan rivayet ederek:
«Kintar 1200
evkıyedir.» dedi.
ibn Cerir bize Ubey
bin Kâab tarikıyla Allah'ın Resûlü'nden rivayet etti:
«Kintar (1200)
Evkiyedir.»
İbn Kesir «Bu hadis,
hadisi münkerdir» diyor. En geçerli ihtimal Ubey bin Kâab'm üzerinde mevkuf
olmasıdır.
İbn Merduyeh, Ümmü
Derda'dan, o da Ebu Derda'dan rivayet etti. Allah'ın Resulü buyurmuştur:
«Kim ki yüz âyet
okursa gafillerden yazılmaz. Kim ki yüz âyetten bin âyete kadar okursa, sabahladığında
Allah'ın katında onun bin Kintar ecri vardır. Bin Kintar ecir, büyük bir dağ
mislidir.»
Hakim Müstedrek»inde,
Ebu Abbas Muhammed bin Yakub tankıyla Enes ibn Malik'ten rivayet ediyor:
Allah'ın Resûlü'nden
«kanatirun mukantara» ne demektir diye soruldu. Buyurdular: .
«Kintar (2000)
Evkiyedir.»
Bu hadis, Şeyheynin
şartı üzerinde sıhhatlidir. Fakat Şeyheyn bunu rivayet etmemiştir diyor. Hakim.
îbn Ebi Hâtem başka
bir lafızda aynı hadisi Ahmed bin Abdur-rahman Rukki tarikıyla Enes'ten rivayet
etti. Allah'ın Resulü:
«Kintar bin dinardır.»
buyurdu.
Tabarani Abdullah bin
Muhammed bin Ebi Meryem'den, o da Hasan Basri tarikıyla mursel veya mevkuf
olarak:
«Kintar 1200 dinardır»
diye rivayet etti.
El Uf i de, bunu İbn
Abbas'tan rivayet etmiştir. Dahhak «Araplardan bazıları kintar (1200)
dinardır, bazıları kintar (12.000) dinardım diyor» diye rivayet etti.
İbn Ebi Hatim,
Harun'dan, Hammad'dan, Said el Harasî'den, Ebi Nedre'den, Ebi Said el Hudri'den
rivayet etti:
«Kintar, bir öküz
derisinin dolusu altın demektir.»
Ebu Muhammed, bu
hadisi Muhammed bin Musa el Harası, Hammad bin Zeyd'den merfu olarak rivayet
etmiş, fakat mevkuf olması daha sıhhatlidir.
[10]
îbn Abbas (R.A.),
«El-Musevvcme» ağzıyla otlayan at demektir, dedi.
Mücahid, İkrime, Said
bin Cübeyr, Abdurrahman bin Abdullah bin Ebzi, Es Süddi - Errebi' bin Enes, Ebi
Sina ve başkaları da böyle rivayet etmişlerdir.
Mekhul; «el-musevveme»
alnında ve ayaklarında beyazlık olan at demektir, diyor. İmam Ahmed, Yahya bin
Said tarikıyla Ebi Zer'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü:
«Hiçbir arabi at
yoktur ki ona her fecirle beraber iki dua ile dua etmesi için izin verilmesin.
O der:
— Ey Allah'ım!
Beni-Ademden verdiğine beni verdin. Beni onun en sevimli malından kıl. Onu da bana
yumuşak kıl. Veyahut ta beni ehlinin ve malının onun katında en sevimlisi kıl.»
buyurdu.
Ayetteki «Enam»
kelimesinin manası: deve, sığır ve koyunlardır. «Hars» kelimesi ekilip biçilmek
için edinilen yer demektir. İmam Ahmed, Ruh bin İbade (veya, Ubbad) tarikıyla
Suveyd bin Hubeyre'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Bir kişinin kendisi
için en hayırlı malı serkeş olmayan kısrağı ile aşılanmış, sırt sırta vermiş ve
bol meyve veren hurmalığıdır» buyurdu.
Îbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim Ebu Bekir bin Hafs bin Ömer bin Saad'dan rivayet etti:
«insanlara kadınlar,
oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, yayıma salınmış güzel atlar,
davarlar ve ekinlerden yana nefsin isteklerine muhabbet süslenip bezendi»
âyeti indiğinde Hz. Ömer:
«Ey Rabbimiz, şimdi mi
onu süslendirdin bizim için?» dedi. Bunun üzerine:
(15) Ey Habibim! De ki, size bunlardan daha hayırlısını
haber vereyim nü?» âyeti celilesi sonuna kadar indi. Bunu dinleyen Ömer ağlayıp:
«Ey Rabbira! Sen onu kalblerde süslü kılmışsındır» dedi.
İbn Ebi Şeybe ve
Abdullah bin Ahmed «Zevaid uz Zühd»de ve İbn Ebi Hatim Eslem'den rivayet
ettiler:
Abdullah bin Erkam'ı
gördüm. Hz. Ömer'e süs eşyası olarak bir kap ve gümüş getirdi. Hz. Ömer:
— Ey Allah'ım! Sen bu
malı zikrettin ve dedin ki «İnsanlar için şehvetlerin sevgisi, kadınlar,
oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, yayılıma salınmış atlar,
davarlar ve ekinlerden yana nefsin İsteklerine muhabbet süslenip bezendi.» Ve
yine dedin ki, «Elinize gelmeyen, elinizden fevt olan nesne için üzülmeyiniz.
Size verilenden dolayı da sevinmeyiniz. Bizim gücümüz buna yetmiyor. Ancak
bize süslenmiş bir şeyle sevinmek bizim tabii bir durumumuzdur. Ey Alah'ım!
Bizi onu hakkıyle alıp infak edenlerden eyle. Onun şerrinden sana sığınıyorum»
dedi.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir Hasan'dan rivayet ettiler: «Kim bunu insanların kalbine süslü göstermiş?
Yaratandan daha fazla onu zemmeden bir kimse yok.» (Yani süslü gösteren yaratan
de-
İbn Ebi Hatim,
Hasan'dan:
Bunu süsleyen
şeytandır.
îbn Cerir, Es
Süddi'den rivayet eder:
«Allah (a gelince
onun) katında «Hüsnü meab» vardır. Yani güzel dönüş yeri olan Cennet vardır.»
(15) «Ey
Habibim! De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? O nefisleri
imrendiren süslerden korunanlar için Rableri katında ağaçlan altından ırmaklar
akan Cennetler var...»
Bu âyetin tefsirinde
gelen eserler:
Abd bin Humeyd, îbn ul
Munzir ve İbn Ebi Hâtem, Katade yoluyla rivayet ettiler:
«Bize Hz. Ömer'in
şöyle dua ettiği rivayet edildi: «Ey Babbim! Sen bize dünyayı süslü kıldın. Ve bize
haber verdin ki, dünyadan sonraki hayat (ahiret) dünyadan daha hayırlıdır. O
halde daha hayırlı ve daha baki planda bizim nasibimizi kıl.» îbn Kesir:
«Cennetin yanlarında
ve ortasında bal, süt, şarabı hakiki ve sudan nehirler akıyor. Gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen daha nice nimetler.
İnsanlar orada ebediy-yen baki kalırlar. Oradan başka yere gitmek istemezler.
Cennette kirden, habasetten, eziyetten, hayzdan ve nifastan tertemiz olan eşler
var... Dünya kadınlarında beliren her türlü kirden uzak eşlerdir onlar...
Bir de Allah'ın rızası
vardır. Allah ebediyyen onlardan kızmaz. Bunun için Cenab-ı Hak, Tevbe
sûresinde «Allah'tan gelen nza daha yüce ve daha büyüktüm buyurur. Yani onlara
verilen ebedî nimetlerin hepsinden daha üstün budur. «Allah kullarını
görücüdür. Herkese neye müstahaksa onu verir» diyor.
[11]
(16) O
muttakiler ki: «Ey Rabbimiz! Muhakkak ki, biz iman ettik. Bizim için
günâhlarımızı bağışla. Ve bizi ateşin azabından koru.» derler.
(17) Sabreden,
doğru olan, ibadette daimi olan, (Allah yolunda) sarfeden ve seherlerde
bağışlanma diliyen kimselerdir.
(18) Allah,
melekler ve ilim sahihleri şahidlik ederler ki, Allah'-dan başka adaletle
(hükmünde) kaim olan ilâh yoktur. Allah1 dan başka ilâh yoktur. Her şeye gücü
yeten Aziz ve Hakimdir.
Şüphesiz ki, Allah
katında din tslâmdır. Kitab ehli kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki
hasetten ötürü ihtilâfa düştüler. Kim ki, Allah'ın Âyetlerini inkâr ederse
(bilsin ki) şüphesiz ki, Allah hesabı çabuk görür.
(20) (Ey
Hâbibün!) Seninle tartışırlarsa, de ki:
«Ben kendimi Allah'a verdim ve bana tabî olanlar da..» Kitabehline ve
Kitapsızlara, «Siz de (benim Müslüman olduğum gibi) Müslüman oldunuz mu?» de.
Eğer Müslüman olurlarsa kesinlikle hidayete ermişlerdir. Eğer yüzlerini
çevirirlerse, sana sadece ve sadece bolca tebliğ etmek düşer. Allah kullarını
görücüdür.
(21) Şüphesiz
ki, Allah'ın Âyetlerini inkâr edenler, haksız olarak Peygamberleri öldürenler
ve (insanlardan) adaleti emredenleri öldürenler (var ya onlar
için) elem verici bir azabı müjdele.
(22 İşte
onlar, hem dünyada hem âhirette amelleri yanan kim-selerdir. Onlar için
yardımcılar da yoktur.
[12]
(16) Sabır,
doğruluk, ciddi ibâdet, Allah için infak etmek ve seher vakitlerinde Allah'a
yalvarmak sıfatları, gerçek yolcunun makamıdır. yolcunun Allah ile olan
muamelesi ya tevessül ya da istektir. Tevessül, nefsi kötülüklerden alıkoymak
ve iyilikleri yapmaya zorlamak gibi ya nefisledir veya bedenledir.
Nefis ile olanı sabır
sıfatını kapsıyor. Bedenle olan, doğruluk gibi ya sözledir, ciddi ibadet gibi
ya özledir. Veya tevessül Allah yolunda harcamak gibi malla olur. İstek ise, af
talebi iledir. Çünkü affı talep etmek isteklerin en büyüğüdür. Belki de
isteklerin derleyicisidir. Ce-nab-ı Hakk'ın seher vaktini özel olarak zikir
etmesinin nedeni şudur: Dualar o zamanda kabule daha yakındır. Çünkü ibadet o
anda daha zor nefis daha durulaşmış iç âlem daha derli topludur. Hele ibadete
dalanlar için...
Denildi ki, gerçek
yolcular seher zamanı namaz kıldıktan sonra af talebinde bulunurlar sonra da
dua ederlerdi..
(18) «Allah
melekler ve ilmi sahipleri adalet ile kaim olan Allah'dan başka ilâh olmadığına
şahitlik ettiler.»
Bu Âyeti Celîle, ilim
sahiplerinin faziletini sergiler. Onlar Öyle bir yüce makama varmışlar ki,
Allah onların şahitliğine kıymet veriyor.
Allah'ın şahitliği
birliğine delâlet eden delilleri koymak ve birliğini haykıran Âyetleri
indirmekledir. Meleklerin şahitliği, ikrarladır. Âlimlerin şahitliği ise, bu
delillere inanmak ve İnkarcılara karşı onları kullanmakladır. Allah'ın
adaletle kaim olması, taksimatında ve hükmünde adaletsizliğin bulunmaması
demektir. «kaimen» kelimesi terkibinde Allah lâfzına hal düşmektedir veya huve
zamirinin halidir. Muhtemel ki, Âyetin manâsı «Adaletle payidar olanı överim»
demek olsun. Veya «Kaimen» kelimesi «L» dan sonra gelen «İlah» kelimesinin
sıfatıdır. Yani Allah'dan başka adaletle kaim olan ilâh yoktur demek oluyor.
Bâtıl ve beşerin kafalarından çıkan bâtıl mabutlar ise pek çoktur.
«Gerçekten Allah
katında din tslâmdır.»
Bu cümle, müstakil ve
kendisinden önceki cümleyi destekleyici bir cümledir. Yani Allah'ın katında
İslâmdan başka makbul sayılacak herhangi bir din mevcut değildir. İslâm dini,
Allah'ın tevhidine inanmak ve Muhammed'in getirdiği sistemle amel etmektir.
«din» kelimesinin
tarifi çeşitli şekillerde yapılmıştır. En güzeli, «Beşeriyeti ebedi saadete
doğru sevk edip götüren ilâhi nizamdır.» şeklindeki tarifdir. Yahudi ve
Hıristiyanlar veya daha önce gelen kitaplara İnananlar gerçeği bildikten sonra
kıskanarak ve baş olma hevesine kapılarak İslâm dini hakkında ihtilâfa
düştüler. Bir gurup, İslâm dini haktır dedi. Başka bir gurup, sadece Arapların
dinidir, dedi. Başka bir gurup da kökünü inkar etti. Diğer bir gurup ise tevhid
fikrine karşı çıktı. Böylece Hıristiyanlar «teslis» (üçleme) akidesine
kaydılar. Yahudiler «Üzeyir Allah'ın oğludur!» diye sapıttılar.
Bazı tefsirciler bu
ihtilâfa düşenler Musa (A.S.)'dan sonra onun ümmetidir dediler. Bâzıları
Hıristiyanlardır, İsa (A.S.) hakkında ihtilâf ettiler, dedi. Fakat Âyetin
genel akışına en uygun tefsir birinci tefsirdir. Zira onunla İslâm dininin
gerçekçiliği savunulmaktadır.
(20) «Eğer
din hususunda seninle cedelleşirlerse, de ki: Kendimi Allah'a teslim ettim ve
bana tabi olanları da!...»
Bu Âyeti Celîle
Resûlüllah'a tabî olanların imanlarının kuvvetli-liğini, sarsılmazlığını
getirmekle beraber onlara danışmadan Peygamberin direkt onlar namına söz
verecek kadar onlara güvendiğini de açıklamaktadır. Dolayısı ile ashabın
yüceliklerini de özellikle ve başta olmak üzere ilân etmektedir.
Bir insan düşün ki,
Peygamber onun namına söz veriyor. Hatta Allah, Peygamberine onun namına söz
ver diyor. Bunun yüceliği bizim terazimiz ile tartılabilir mi? Bizi teselli
eden nokta, bizim de Resûlüllah'a tabî olanlar kervanında bir yolcu
olmaklığımızdır!
«Eğer onlar yüz
çevirirlerse, sana düşen ancak yorulmadan tebliğ etmektir!...»
Bu Âyet, Resûlüllah'ın
vazifesini tayin eden Âyetler cümlesinden-dir. Peygamberin illa îmana
getirtecektir, illa hidayet ettirecektir diye bir vazifesi yoktur.
(21) «Allah'ın Âyetlerini inkâr edenler, haksız olarak
Peygamberleri ve adaleti emreden insanları öldürenlere, elem verici azabı müjde
ver.»
Bunlardan maksad,
Resûlüllah'ın döneminde yaşayan kitap ehlidir. Her ne kadar kendileri
Peygamberleri öldürmemişlerse de, daha önce Peygamberleri ve Peygamberlerin
tebâlarını öldüren abâ ve ecdatlarının yaptıklarına razı olup katıldıkları,
Resûlüllah'ı ve Mü'min-leri öldürmek niyetinde oldukları için sanki öldürmüşler
gibi gösteril-diler. Fakat Allah Mü'minleri korur.
[13]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(16) O takva sahihleri ki onlar: Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki biz iman ettik. Artık
bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru, derler.
(17) Sabredenler,
doğru olanlar, gönülden boyun eğenler, intak edenler ve seher vakitlerinde
bağışlanma dileyenler (onlardır..)»
Bu âyetlerle ilgili
olarak seleften gelen eserler: Abd bin Humeyd Katade den rivayet eder:
— sabîrûn, Allah'ın
taatl üzerinde sabredip onun haramlarından sakman kimselerdir. sadîkun,
niyetleri fiillerine uygun düşenlerdir, kalbleri ve dilleri dosdoğru
olanlardır. Hem gizlide, hem açıkta doğruluktan ayrılmayanlardır. kanîtun,
Allah'a itaat eden kullardır. Seherlerde istiğfar edenler ise namaz
ehlidirler.»
Ibn Ebi Hatim Said bin
Cübeyr'den:
«Sabredenlerden
maksat, Allah'ın emrine karşı sabredenlerdir. Sadıklardan maksat, imanlarında
doğruluk gösterenlerdir. Kanitinden maksat, Allah'a itaat eden kullarıdır.
Mallarını infak edenlerden maksat, mallarını Allah hakkında sarfedenlerdir.
Seherlerde tevbe ve istiğfar edenlerden maksat, namaz kılanlardır» dedi.
îbn Ebi Şeybe ve îbn
Ebi Hatim, Zeyd bin Eslem'den rivayet ederler:
«Seherlerde istiğfar
talebinde bulunanlar, sabah hamazlannda-ha-zır bulunanlardır.»
îbn Cerir ve İbn ul
Munzir ve îbn Ebi Hatim, İbn Ömer'den rivayet ederler:
îbn Ömer geceleyin
kalkıp namaz kılıyordu. Sonra: «Ey Nafi! Biz seher vaktine girdik mi?» diye
soruyor, kölesi: «Hayır» diyordu. O zaman tekraren namaza dönüyordu. Ne zaman
kölesi «Evet, biz seher vaktine girdik» dese oturuyor, Allah'tan af talebinde
bulunuyor, sabaha kadar dua ediyordu.»
tbn Cerir ve İbn
Merduyeh, Enes bin Malik'ten rivayet ederler: Allah'ın Resulü bize emretti ki
seher vaktinde yetmiş defa af talebinde bulunalım.
tbn Cerir, Cafer bin
Muhammed'den rivayet eder: Kim ki, geceleyin namaz kıldıktan sonra gecenin
sonunda yetmiş dela af talebinde bulunursa, o, Mustağfirinlerden yazılmış
olur.»
tbn Ebi Şeybe ve Ahmed
«Ez-Zühd»de Ebu Said el Hudri'den rivayet ettiler:
Kulağımıza geldiğine
göre Davud (A.S.) Cebrail.den sordu:
«Ey Cebrail! Gecenin
hangi cüz'ü daha üstündür?»
Cebrail:
«Ey Davud! Bilmem.
Ancak Allah'ın Arşı seher zamanında kıpır danır» dedi. (Dikkat hadis
muteşabihdir).
îbn Cerir, Veki'den o
da Ubey'den, o da Hureys bin Ebi Metar'dan, o da İbrahim bin Hatib'tan o da
babasından rivayet etti: Seher zamanı camiin bir köşesinde oturmuş: «Ey Rabbim!
Bana emrettin. Sana itaat ettim. îşte bu seherdir, beni affet.» diye yalvaran
bir kişiyi dinledim. Baktım ki, îbn Mesut'tur.»
(18)
Allah, Allah'ın melekleri ve adaleti yerine getiren alimler Allah'tan başka;
mabud olmadığına şahitlik etmişlerdir. Ondan başka mabud yoktur. O güçlüdür,
hakimdir...»
Bu ayet hakkında
seleften gelen eserler:
îbn Seni «Amelul Yevmi
Velleyli» adlı eserinde, Hz. Ali'den rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü,
Fatiha sûresi, Ayetel kürsi ve Al-i İmran'dan, birisi bu, ikincisi de «Ey
Habibim! De ki, ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen dilediğine mülkü verirsin,
dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini de
zelil edersin. Hayr yalnız senin elindedir. Muhakkak ki sen herşeye kadirsin.
Geceyi gündüze sokarsın. Ve gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi, diriden ölüyü
çıkarırsın. Dilediğine de sayısız nzık verirsin» âyeti olmak üzere iki âyet,
Allah'ın arşına asılıdırlar. Bunlarla Allah arasında perde yok. Bunlar, «Ey
Rabbî-miz! Bizi yerine indirip Sana isyan edecek kullarına gönderiyorsun».
Cenab-ı Hak «Ben yemin etmişim, kim ki sizi namazdan, yani farz namazdan sonra
okursa, ona cenneti mekân edeceğim. Küfür müstesna, ameli ne olursa olsun. Onu
Firdevsin ta ortasında yerleştireceğim. Her-gün ona yetmiş defa bakacağım, en
azı affetmek olmak şartiyle her gün onun yetmiş ihtiyacını yerine getireceğim.
Onu düşmanımdan korur ve ona düşmanıma karşı yardım edeceğim.»
Deylemi «Müsned ul
Firdevs»te Ebu Eyyub El Ensari'den (merfu olarak) rivayet etmiştir;
«Fatiha sûresi,
Ayetelkürsi, Şehidellah ve KuliUahümme malikel Mülk âyetleri indirilmek
istenildiği zaman, Arşa asılı bulunuyorlardı:
«Ey Babbimiz! Bizi
sana isyanla amel eden bir kavme gönderiyorsun» dediler. Cenab-ı Hak: «tzzet
ve celâlime, mekânım (Manevi mertebe kastediliyor) yüceligine yemın-u-kasem
ederim ki, farz namazın arkasında sizi okuyan
herhangi bir kulumu ne
kadar günahı olursa olsun içinde bulunduğu günâhlardan affedeceğim. Onu Firdevs
cennetinde yerleştireceğim. Hergün ona yetmiş defa bakacağım ve onun yetmiş
ihtiyacını yerine getireceğim ki, bunların en azı mağfirettir.»
îmam Ahmed, Tabarani
ve îbnu Seni, Zubeyr bin Avvam'dan rivayet ederler:
Resûlüllah'ın Arefe'de
olduğu bir devirde bu âyeti «aziz ve hakim»
| kelimelerine kadar okuduğunu işittim ve «Ben de bunun üzerine şahitlik
edenlerdenim, ey Rabbim» dediğini dinledim.»
İbn Adiyy ve Tabarani
«Evset» de, Beyhaki «Şuab ul İman»da Ha-tib «Tarih»inde, îbn Necar, Galib el
Kattan'dan rivayet ettiler:
Ticaret maksadıyla
Kûfe'ye vardım. A'meş'in yakınına indim. Bir gece yanında kalmak istedim. A'meş
kalktı, teheccüd namazını kıldıktan sonra bu âyeti okudu:
«Allah'ın şahitlik
ettiği konuya ben de şahitlik ederim. Ve bu şahitliğimi Allah'ın katına emanet
olarak bırakırım. Bu benim Allah katındaki emanetim d ir.» (Bu kelimeyi bir kaç defa söyledi).
Ben dedim ki, mutlaka
A'meş bu hususta birşeyler dinlemiştir. Ondan bu hususu sordum. Bana dedi ki:
Bana Ebu Vail ona
Abdullah haber verdi:
Allah'ın Resulü
buyurdu:
«Bu şahitliğin sahibi
kıyamet gününde getirilir. Allah:
«Benîm kulum bana bir
emanet vermiştir. Ben ahdini yerine getirenlerin hepsinden daha müstahakım ki
ahdimi yerine getireyim. Kulumu cennete götürün» buyurdu.
(19)
Şüphesiz ki din Allah katında tslâmdır. Kendilerine kitab verilen, hakikati
bildikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı İslâm dini hakkında ihtilâfa
düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki, Allah onun
cezasını vermekte çok çabuk hesab görücüdür...»
Bu âyetin tefsiri
hakkında gelen eserler: Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den rivayet
ettiler: «İslâm, Allah'tan başka mabud olmadığına tanıklık yapmak, Allah katından Peygamberin
getirmiş olduğunun hepsini ikrar etmektir,
İslâm, Cenab-ı Hakkın zatı için koyduğu bir dindir. Onunla Peygamberlerini
göndermiş, velilerini ona muttali kılmış, ondan başkasını kabul etmez. Ancak
ona karşı mükâfat verir.»
îbn Ebi Hatim,
Dahhak'tan bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: «Hiçbir Peygamber fslâmdan başka
bir dinle gönderilmedi.»
Abd bin Humeyd ve îbn
Ul Munzir, Said bin Cübeyr'den rivayet etti.
Kabe'nin etrafında 360
put dikiliydi. Arap kabilelerinden her birisinin bir veya iki putu vardî.
Cenab-ı Hak «Allah, melekleri ve adaleti yerine getiren âlimler, ondan başka
mabud olmadığına şahitlik etmişlerdir» âyetini indirdi. Bu âyet, indiği zaman
bütün putlar Kabe'ye secde edercesine yüzüstü düştüler.
Kendilerine ilim
geldikten sonra ihtilafa düşenlerin, İsrailoğullan olduğunu îbn Ebi Hatim, Said
bin Cübeyr'den rivayet ediyor.
İbn Cerir,
Ebu'l-Âliye'den:
Onlar dünyayı taleb
etmek için, dünya mülkünü edinmek ve saltanatım elde etmek için ilim
kendilerine geldikten sonra ihtilâfa düştüler. Bir kısmı diğerini dünya için
öldürmeye başladı. Halbuki daha önce insanların alimleri (ve öncüleri)
idiler...»
İbn Cerir Rebi'den
rivayet ediyor:
Mûsâ (A.S.) ölüme
hazırlandığı zaman, îsrailoğullannm âlimlerinden yetmiş kişiyi huzuruna
çağırdı. Tevrat'ı onlara tevdi etti ve onları Tevrat'ın üzerinde emin kıldı.
Bunlardan her bir alîm, Tevrat'ın bir parçasının emini idi. Musa, halife olarak
Nun oğlu Yuşa (A.S.)'mı seçti. Birinci, ikinci ve üçüncü asırlar Musa'nın
(A.S.) ölümü üzerinden geçtikten sonra aralarına ayrılık düştü. Oysa onlar o
yetmiş âlimin ilim okumuş evlâtlarından idiler. Aralarında kanlar akıtıldı. Şer
ve ihtilâf girdi. Bütün bunlara sebeb olan aralarındaki bilginlerdi. Fitne onlardan
geliyordu. O bilginler dünyayı ve saltanatı elde etmek, hazinelere ve dünya
muzahrafatma sahib olmak için böyle yapıyorlardı. Ve bunun cezası olarak, Allah
onların üzerine Cebabireyi, (dünyanın diktatörlerini, zalimlerini) musallat
kıldı.
İbn Cerir, Muhammed
bin Cafer bin Zubeyr'den rivayet etti: İhtilâfa düşen kitab ehlinden maksat,
Hristiyanlardır. «Sana gelen ilim onlara geldikten sonra ihtilâfa düştüler.»Yani
onlar daf «Allah'ın ortaksız olduğunu bildikten sonra ihtilâfa düşüp Allah'a şirk koştular.»
«Allah, onun cezasını
vermekte çok çabuk hesab görücüdür» âyeti hakkında İbn Cerir'in Mücahid'den
gelen rivayetinde:
«Onların yaptıklarını
saymakta çok seridir.» deniliyor,
(20) (Ey
Habibim!) Eğer seninle tartışmaya
girişirlerse 'Ben bana uyanlarla
birlikte kendimi Allah'a verdim' de...»
Peygamberle tartışmaya
girişenlerin Yahudi ve hristiyanlar olduğunu İbn Ebi Hatim, Hasan'dan rivayet
ediyor.
Onların Yahudi ve
Hristiyan olduklarını, «Din ancak Yahudilik veya Hıristiyanlıktır» dediklerinde
Peygamberle tartıştıklarını İbn Cü-reyc rivayet ediyor.
«(Ey Muhammed!) De ki:
Ben, kendimi bana bağlı olanlarla birlikte Allah'a teslim ettim.»
İbn Cüreyc, Muhammed
bin Cafer bin Zübeyr'den rivayet etti: «Onlar getirdikleri batıl, «Biz
yarattık, biz yaptık, biz kıldık, biz emrettik» gibi müteşabih âyetlerle ileri
sürdükleri batıl sözlerdir. Onlarla sana gelecekler. Şüphesiz ki, o, batıl bir
sözdür. Onlar, bu terim ve tâbirlerdeki hakkı biliyorlar. Buna rağmen inkâra
kalkışıyorlar. Sen de ki «Ben özümü Allah'a teslim ettim.» »
İbn Ebi Hâtûn
Hasan'dan:
«Ben bana tâbi
olanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim}) âyetinin mânâsı: «Sana tâbi
olanlar da senin dediğin gibi desinler» demektir.
El Hakim, Beyz bin
Hakim'den, o babasından, o da dedesinden rivayet etti: Allah Resûlü'ne geldim:
«Ey Allah'ın
Peygamberi! Allah'ın veçhiyle, (zatiyle) sana yemin verdiriyor ve soruyorum:
Babbimiz seni hangi vazifelerle vazifelendirerek göndermiştir?»
Cenab-ı Peygamber:
«Beni İslâm ile
göndermiştir» dedi. Ben:
«Bunun alâmeti,
(nişanesi nedir?» Cenab-ı Peygamber: «Bunun nişanesi, «Ben özümü Allah'a
tesllim ettim ve Allah'tan başka herşeyden vaz geçtim» diyeceksin. Namazı
kılacaksın. Zekâtı vereceksin» devamla «Müslümanm herşeyisi diğer müslümana
haramdır. Müslümanlar yardımlaşan iki kardeştirler. Allah, müslüman olduktan
sonra şirk koşan herhangi bir müslümandan hiçbir amelini kabul etmez. Meğer ki
müşriklerden ayrılıp müslümanlara gelirse... Bana ne oluyor ki, sizi
kemerlerinizden tutup da ateşten uzaklaştırmaya çalışıyorum. Dikkat edilsin!
Şüphesiz benim Rabbim beni çağıracaktır. Dikkat edilsin! Şüphesiz ki benim
Rabbim benden «Sen kullarıma tebliğ ettin mi?» diye soracaktır. Şüphesiz ben:
«Ey Rabbim! Onlara tebliğ ettim» diyeceğim. Şu anda hazır bulunanlarınız hazır
bulunmayanlarınıza bunu tebliğ etsin. Sonra sizler ağızlarınız bez parçalarıyla
veya süzgeçlerle bağlı olduğu halde çağrılacaksınız. Sonra herhangi birinizin
ilk açıklama yapan uzvu ayaklarıyla elleri olacaktır...» dedi.
Ben:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bu, bizim dinimiz midir?»
Cenab-ı Peygamber:
«Bu, bizim dinimizdir.
Sen nerde iyilik yaparsan sana kâfidir» dedi.
«Kendilerine kitab
verilenlerle okur yazar olmayan müşriklere 'siz de İslâmı kabul ettiniz mi?'
diye söyle...»
Bu âyetle ilgili
eserler:
ibn Kesir bu âyetin
tefsirinde şunları söylüyor:
Sonra Cenab-ı Hak,
kulu ve Resulü Muhammed'e Allah'ın yoluna (ve dinine) insanları davet etmesini
emretti. Onların Allah'ın dinine girmesini ve Allah'ın vazife olarak Muhammed'e
verdiklerine inanmalarını onlara (iki kitabın ehline, Yahudi ve Hristiyanlara)
bir de müşriklerden olan ümmilere, söylemesini emretti. Ve âyeti celîle: «Onların
hesabı Allah'a aittir. Dönüşleri Allah'adır. Allah dilediğini hidayet eder,
dilediğini saptırır. Eksiksiz ve noksansız hikmet Allah'ındır. Her-şeyi
susturan delil Allah'ın yed-i kudretindedir,» dedi. Bu mânâyı «Allah kullarını
görücüdür» cümlesi de te'kid etmektedir. Yani Cenab-ı Hak, kimin hidayete hak
kazanmış olduğunu, (müstehak olduğunu) kimin hidayete hak kazanmamış olduğundan
ayırd eder.
«Allah yaptığından
sorulmaz. İnsanlar sorulur. Bu, Cenab-ı Hakkın hikmet ve rahmetinden ileri
geliyor. Bu âyeti celîle ve benzeri âyetler Resulü Ekremin Peygamberliğinin
bütün beşeriyet için olduğuna delâlet eden âyetlerin en açıklarıdır. Nitekim bu
durum, Peygamberin dinini tetkik eden bir kimseye yüzde yüz görünmektedir. Nitekim
kitab ve sünnet, birçok âyet ve hadislerle bu duruma parmak basmaktadır. Meselâ
Resûlüllah'ın bütün insanlara Peygamber olarak gönderildiğini belirten bir âyet
şudur:
«De ki: Ey İnsanlar!
Şüphesiz ki ben hepinize birlikte gönderilen Allah'ın elçisiyim.» (Araf: 158).
Başka bir âyet:
«Furkani kulu üzerine
âlemlere korkutucu olsun diye indiren Allah ortaktan münezzehtir.» (Furkan: 1)
Gerek Müslim ve
Buhari'de ve gerekse diğer sünnet kitablannda müteaddit vakıalarla tevatür
derecesinde sabit olmuştur ki, Resulü Ekrem mektublannı ve elçilerini
göndererek yeryüzündeki insanların bütün taifelerini Allah'ın dinine davet
etmiştir. Ümmi Araplar, Acemler, ve kitab ehlinin hepsini Allah'ın dinine
davet etmiştir. Bu da, Cenab-ı Hakkın Peygamberine vermiş olduğu emrini yerine
getirmek içindir.
Abdurrezzak,
Ma'merden, o Hammam'dan o Ebu Hureyre'den rivayet etti: Allah'ın Resulü
buyurdu;
«Nefsimi yed-i
kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim, İster Yahudi olsun, ister
Hıristiyan olsun şu ümmetten yani yeryüzündeki insanlardan herhangi bir kimse
benim Peygamberliğimi işitip bana indirilene iman etmeden ölürse, cehennem
ehlinden olur.»
Hadisi Müslim rivayet
etmiştir.
Başka bir hadisde:
«Ben, kırmızı ve
siyaha yani Arab ve Acem ırklarına Peygamber olarak gönderildim.»
Başka bir hadisde:
«Her Peygamber
özellikle kavmine Peygamber olarak gönderiliyordu. Fakat ben bütün insanlara
Peygamber olarak gönderildim.» buyurdu.
İmam Ahmed, Muemmil'den,
o Hammad'dan, o Sabit'ten, o Enes'-ten rivayet etti:
Yahudi bir genç Allah
Resulünün abdest suyunu getiriyordu ve Peygambere nalinlerini veriyordu. O genç
bir ara hastalandı. Allah'ın Resulü onu ziyaret etti. Bu esnada babası da
yanıbaşında oturmakta idi. Allah'ın Resulü «Ey Falan» diye gencin ismini alarak
hitab etti:
«De ki: Allah'tan
başka mabud yok.» Genç bu teklifin karşısında kaldığında babasının yüzüne
baktı. Babası susuyordu. Cenab-ı Peygamber bunu tekrarladı. Yine genç Babasına
baktı. Babası gence «Ebul-Ka-sim'a _yani Hz. Muhammed'e itaat
et. Onun dediğini söyle »dedi. Genç: «Eşhedüenlâilâheillallahu ve enneke
Resûlüllahi - Ben Allah'tan başka mabud olmadığına, senin de Allah'ın
Peygamberi olduğuna şahitlik ederim» dedikten sonra Cenab-ı Peygamber onun
yanından çıktı ve şunları söyledi:
«Hâmd o Allah'a olsun
ki, benim vasıtamla bu genci ateşten kurtardı.»
Hadisi Buhari
sahihinde rivayet etmiştir. Bu türden daha nice âyet ve hadisler vardır.
[14]
(21)
Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ve haksız olarak Peygamberleri öldürenler ve
insanlar arasında insaf ve adaleti emredenleri ezip yokedenler var ya! İşte
onlan çok acıklı bir azab ile müjdele...»
Bu âyetle ilgili
eserler:
Îbn-Cerir ve îbn Ebi
Hatim Ebu Ubeyde Âmr bin Cerrah'tan rivayet ediyorlar:
Ben:
«Ey Allah'ın Resulü!
Kıyamet gününde insanların en şiddetli azaba duçar olanı hangisidir?»
Cenab-ı Peygamber:
«Bir Peygamberi
öldüren veya marufu yasaklar, münkeri emreden kişidir» dedikten sonra bu âyeti
«Onlar içüı yardımcılar yoktur.» cümlesine kadar okudu. Daha sonra:
«Ey Eba Ubeyde!
İsrailoğullan günün başında ve bir saat zarfında (43) kırküç Peygamberi
öldürdüler" Bunun üzerine abidlerinden, yüzyetmiş kişi İsrailoğullannı
Allah'ın emrine davet ettiler. Emri bil marufu yapmalarını emredip nıünkerden
onları alıkoymaya çalıştılar. Bu 170 kişinin tamamını aynı günün sonunda
öldürdüler. İşte Cenab-ı Hakkın burada bahsettiği kimseler onlardır.»
Abdullah bin Mesut'tan
gelen bir hadiste:
«israiloğullan günün
başlangıcında (300) üçyüz Peygamber Öldürdüler. Aynı günün sonunda pazarlarını
kurup bakliyatlarım sattılar. Yani
tinmadılar.»
Hadisi İbn Ebi Hatim
rivayet etmiştir. İşte onlar böbürlenerek hakkı kabul etmediklerinden ve halkın
üzerinde tafra sattıklarından ötürü Cenab-ı Hakk dünyada zillet ve ezikliği
onlara verdi. Ahirette de onlara rezil edici azabı verecektir. Nitekim Cenab-ı
Hak âyetin sonunda «Onlara elem verici bir azabla müjde ver» dedi. Başka bir
âyette de:
«îşte onlar o
kimselerdir ki dünya ve ahirette amelleri yanmıştır. Onlara herhangi bir
yönden yardımcılar da yoktur...» (Tevbe: 69).
[15]
(23) Ey
Habibim! Kendilerine Kitaptan bir nasib verilenleri görmedin mi? Aralarında
hükmetsin diye Allah'ın Kitabına
çağırılırlar. Sonra onlardan bir gurup dönmüşlerdir. Onlar, (âdetleri) döneklik
olan bir kavimdir.
(24) Bu
haktan dönüş onların «Ateş bize kesinlikle sayılı günlerden fazla
değmeyecektir.» demelerindendir. Uydurdukları yalan onları dinlerinde
aldatmıştır.
(25) Acaba
geleceğinde şüphe olmayan günde onları
topladığımız ve kendilerine haksızlık yapılmayarak her nefse kazandığı
eksiksiz verildiği zaman nasıl olacaktır?
(26) (Ey
Habibim!) De ki: «Ey mülkün sahibi olan
Allah'ım, mülkü dilediğine verirsin. Mülkü dilediğinden çekip alırsın.
Dilediğinin aziz kılarsın ve dilediğini zelil edersin. İyilik ancak senin
elindedir. Ke sinlikle sen herşeye kadirsin,
(27) Geceyi
gündüze ve gündüzü geceye geçirirsin. Diriyi ölüden ve ölüyü diriden
çıkarırsın. Dilediğine hesapsız rızık verirsin.
(28) Sakın
hâ Mü'minler Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim ki, böyle
yaparsa, Allah katında onun hiçbir değeri yoktur. Meğer onlardan kesinlikle
sakmasınız. Allah sizi nefsinden (kahrından) sakındırır, dönüş ancak
Allah'adır.
(29) (Ey
Habibim!) De ki: «içinizde olanı gizleseniz
de, açığa vursanız da Allah onu bilir ve yine Allah göklerde ve yerlerde olanı
bilir. Allah her şeye kadirdir.»
[16]
(23)
«Kendilerine Kitaptan bir nasip verilenleri görmez misin?...» Burada sözü
edilen Kitaptan maksat Tevrat'tır. Onları çağıran Hz. Mu-hammed'dir. Allah'ın
Kitabından murad, Kur an veya Tevrat'tır. Zira Resûlüllah Yahudi medreselerine
gidip bakarken Âmr oğlu Nüayim ve Zeyd oğlu El-Haris sordular: «Ey Muhammedi
Sen hangi dinin üzerindesin?» Resûlüllah: «İbrahim'in dini üzerindeyim!»
deyince, ikisi Resûlüllah'a: «Şübhesiz ki, İbrahim Yahudi idi. (!)» dediler.
Bunun üzerine Resûlüllah: «Öyle ise gelin Tevrat'a müracaat edelim ve onu
aramızda hakem yapalım.» teklifinde bulundu.
Neden «Hayır senin
elindedir!» denilmiştir de «Şer senin elindedir.» denilmemiştir? Çünkü bizzat
yapılması istenen hayır'dır. şer ise, yapılması arazîdir. Zira kül'lü hayrı
içermiyen hiçbir cüzi ŞER yoktur. Ya da hitapta edep gözetilmiştir. Veya
buradaki bahsin konusu hayırdır. Zira rivayet edildi ki, Resûlüllah Medine'nin
etrafında hendek eştirmek istediğinde, ashabını onar onar gurublara bölüp her
guruba kırk arşmlık yer verdi. Onu eşmelerini diledi. Ashab eşmeye başladılar.
Hendekte büyük ve sert bir kaya çıktı. Kazma ve kürekler kıramaz oldular.
Selman'i Resûlüllah'a gönderdiler. Haber verdi. Resûlüllah gelip kazmayı aldı.
Taşa bir darbe vurunca, taştan çakan şimşekten Medine'yi kapsayan iki dağın
arası apaydın oluverdi. Sanki karanlık gecenin içinde bir çıra parlıyordu.
Peygamber tekbir getirdi. Ashab da beraberinde tekbir aldılar. Resûlüllah
(S.A.V.) «Bu şimşekten bana tâ hire'nin köşkleri göründü. Sanki köpeklerin ön
dişleri gibi idiler.» dedikten sonra ikinci darbeyi taşa indirdi. «Rum
diyarının kırmızı köşkleri bana göründü bu şimşekten!» dedikten sonra üçüncü
darbeyi vurdu. «Sana'nm köşkleri bana göründü.» dedikten sonra devam etti:
«Cebrail bana haber verdi ki, ümmetim bütün buralara hâkim olacaktır. O halde
müjdelenin!» dedi.
Bu hadiseden sonra
münafıklar seferber olup şöyle propaganda yaptılar: «Ey Müslümanlar! Hayret
etmiyor musunuz? Muhammet! size boş ümid verip bâtıl vaidlerde bulunuyor. Tâ
Yesrib'den hire'nin kasırlarını ve kisra'nın medain'ini gördüğünü ve onların
sizin olacağını söylüyor. Halbuki, siz korkudan titriyorsunuz ve hendek açıyorsunuz!..»
Bunun akabinde de «Ey Allahım! Ey mülkün sahibi!...» âyeti nazil oldu.
(26) «Şüphesiz
sen her şeye kadirsin.» cümlesi ile şerrin de yed'i kudretinde olduğuna işaret
etti.
(27) «Geceyi
gündüze gündüzü de geceye geçirirsin!..» Yani birisini diğerine sırayla
girdirip devam ettirirsin veya sıra ile uzatıp eksiltirsin. Diriyi ölüden
çıkartmak ve aksisi, hayvanları elementlerinden yaratmak ve öldürmek veya
hayvanı meni damlasından, damlayı da
hayvandan yaratır demektir.
Bâzı tefsir âlimlerine
göre, diriden maksat, Mü'min ölüden maksat kâfirdir. Yani Mü'mini kâfirden,
kâfiri Mü'minden ayırır.
(28) «Sakın
Mü'minler kâfirleri veli edinmesinler.» Âyeti Celîle, ister akrabalıktan olsun,
ister cahiliyet devrinden kalan bir dostluktan olsun kâfirleri velî edinmenin
yasak olduğunu ilân eder. Tâ ki, onlardan buğuz etmek de, sevmek de Allah için
olsun. Muhtemel ki, savaşlarda ve diğer dünya işlerinde kâfirlerden yardım
talep etmenin yasaklığını ilân eder.
«Kim ki, Mü'minleri
bırakıp kâfirleri dost edinirse onun için Allah'ın yardımı bahis konusu
olamaz.» Zira Allah ile kâfir ters düşerler. Bir arada olmaları muhaldir. Meğer
ki, kâfirler tarafından gelen korkunuzu bertaraf etmek maksadı ile olursa, o
zaman ruhsat verilir. Yani kâfirlere karşı takiyye (gizlenme) kullanmalıdır.
Nitekim Hz. İsa'dan gelen bir rivayette «Daima orta ol ve kenarda yürü.»
denilmiştir.
[17]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(23)
«Kendilerine kitabtan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın
kitabı hükmetsin diye davet edildiklerinde onlardan bir gurup yüz çeviriyordu.
Onlar böyle hakikatlardan yüz çevirmeyi adet edinenlerdir...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
İbn îshak ve İbn
Cerir, îbn Abbas tarikıyla rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü
«Beyt-ul-Midras» denilen hücreye girdi. Orada bulunan Yahudi cemaatini Allah'a
davet etti. Resûlüllah'tan Numan bin Amr ve Hars bin Zeyd adlı Yahudiler
sordular:
«Ey Muhammedi Sen
hangi dinin üzerindesin?»
Resûlüllah:
«İbrahim'in milleti
(dini) üzerindeyim» dedi. Onlar:
«Kesinlikle İbrahim
Yahudi idi» dediler. Cenab-ı Peygamber onlara:
«Öyleyse gelin sizinle
Tevrat'a başvuralım. Tevrat bizimle sizin ara-nızda hakem olsun.»
Onlar Resûlüllah ile
Tevrat'a başvurmaktan vazgeçtiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, «Onların
uydurmakta oldukları yalanlar kendilerini dinlerinde aldattı» cümlesine kadar
âyetleri indirdi...
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir Katade'den rivayet ettiler: «Kendilerine kitabtan bir pay verilenler»
Yahudilerdir. Allah'ın kitabı aralarında hakemlik yapsın (Allah'ın
Peygamberine îman etsinler) diye çağrıldılar. Oysa onlar, o Peygamberi
yanlarında bulunan Tevrat'ta yazılı olarak görüyorlardı. Sonra onlar yüz
çevirdikleri halde Peygambere veya kitaba sırt çevirdiler.
İbn Cerir İbn
Cüreyc'ten rivayet etti:
«Kitab ehli, hak ve
cezalar hususunda aralarında hükmetsin diye kitaba yani Tevrat'a
çağrılıyorlardı. Peygamber de onlara İslâm'ı telkin ederek, onları İslâm'a
davet ediyordu. Onlar ise bundan yüz çeviri
riyorlardı.»
(24) «Bu,
onların 'ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacaktır'
demelerinden ileri geliyordu...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Abd bin Humeyd
Mücahid'den rivayet etti:
Onlar, bu belli
günlerden Adem'in (A.S.) içinde yaratılmış olduğu günleri kastediyorlar.
Onlar ateşte yedi gün
azab çekeceklerini, her günün bin senenin yerine geçeceğini iddia ederler ve
hakka muhalefet ederek, bu cüreti gösterip Allah'a iftira ederler.
«Onların bu iftiraları
dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür...»
Abd bin Humeyd ve Ibn
ul Munzir bu âyetin yorumunda şöyle di-m
yorlar:
Onların «Biz Allah'ın
oğullan ve dostlarıyız» demeleri onları aldatmıştır.
Abd bin Humeyd ve îbn
Cerir Mücahid'den: «Onların «Ateş ancak bizi belli günler yakalar» demeleri
onları aldatmıştır» şeklinde rivayet ettiler.
Ibn Ebi-Hâtim, Sait
bin Zübeyr'den:
(25) «Herkese
hiç zulm edilmeyerek dünyada kazandığı tamamen ödendiği vakit halleri nasıl
olacaktır?» âyetinin tefsirinde ister doğru olsun ister facir olsun, ameli
ister hayrdan olsun ister serden olsun herkesin
amellerinin karşılığı
kendilerine verilecek ve hiç kimse zulüm görmeyecektir.
(26) «De ki:
Ey mülkün sahibi Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü
alırsın. Dilediğini aziz kılarsın, dilediğini aiçaltırsın. Hayr senin
elindedir. Şüphesiz ki sen herşeye güç yetirensin...»
Bu âyet hakkında gelen
yorumlar:
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir Katade'den rivayet ediyorlar: Bize, Allah'ın Peygamberi rabbinden fars ve rum mülkünü milletine vermesini diledi.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi denildi.
îbn ul Munzir Hasan
Basri'den rivayet etti:
Cebrail (A.S.)
Resûlüllah'a (S.A.V.) geldi:
«Ey Muhammedi
Rabbinden iste, ve: Ey mülkün sahibi Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve
dilediğinden mülkü alırsın» de dedi ve âyeti sonuna kadar okudu. Sonra tekrar
Cebrail (A.S.) gelip:
— Ey Muhammed! Rabbinden iste. Ve:
— Ey Rabbim beni
doğruluk yerine dahil et (âyetinin sonuna kadar) de dedi.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber Rabbinden Rabbinin emriyle onları istedi ve Rabbi de ona verdi.
Tabarani Ibn Abbas'tan
o da Resûlüllah'tan rivayet ediyor: «Allah'ın en yüce ismi o isimdir ki onunla
Allah çağrıldığı zaman mutlaka icabet eder. O isim bu âyettedir. Al-i İmran
sûresinin bu âyetinde (îsmi-azam) vardır.
îbn Ebi Hatim, İbn
Abbas tarikıyla rivayet etti:
Allah'ın îsmî-azamı:
«Ey mülkün sahibi
Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın.
Dilediğini aziz, ve dilediğini aiçaltırsın. Hayr senin elindedir. Şüphesiz ki
sen her şeye kadirsin» âyetindedir.
İbn Ebi Dünya «Ed Dua»
da Muaz İbn Cebel'den rivayet etti:
Resûlüllah'a boynumda
bulunan bir borçtan dolayı şikâyette bulundum. Bana:
«Ey Muaz! İster misin
senin borcun eda edilsin?»
— Evet, ya Resûlellah!
İsterim,» dedim. Resûlüllah buyurdu:
«De ki:
Ey mülkün sahibi
Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Dilediğini
aziz kılarsın ve dilediğini aiçaltırsın. Hayr senin elindedir ve gerçekten sen
herşeye kadirsin. Dünya ve âhi-ret rahmanısın. Dünya ve âhiret rahimisin. Dünya
ve âhirette dilediğini dilediğine verirsin. Onlarda dilediğini dilediğinden
menedersin. Benim borcumu boynumdan kaldır. Ey Muaz! Eğer senin boynunda
yeryüzü dolusu altın borç olursa Cenab-ı Hak, onun edasını kolaylaştırıp ihsan
edecektir.»
Tabarani Muaz bin
Cebel'den rivayet etti:
Cenab-ı Peygamber bir
cuma günü Muaz'ı görmedi. Namazı kıldıktan sonra Muaz'a geldi:
«Ey Muaz! Niçin seni
görmedim?»
Muaz:
«Bir Yahudinin
üzerimde altından bir vakıyye alacağı vardı. Sana gelmek üzere çıktım. Bana mani
oldu.
Bunun üzerine Cenab-ı
Peygamber:
«Sana bir dua
öğreteyim ki, onunla dua ettiğin zaman
eğer bir dağ kadar boynunda borç bulunsa dahi
Allah onu edâ edecektir. Ey Muaz, Allah'ı şöyle çağır:
Ey mülkün sahibi
Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın.
Dilediğini aziz yaparsın ve dilediğini alçaltır-sın. Hayr senin elindedir.
Şüphesiz sen her şeye kadirsin. Geceyi gündüze bağlayıp katarsın. Gündüzü de
geceye bağlayıp katarsın. Diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden
çıkarırsın. Sen dilediğine hesabsız rızık verirsin. Ey dünya ve âhiret rahmanı
ve rahimi! Dünya ve âhi-retten dilediğine verirsin. Onları dilediğinden
menedersin. Beni başkasının rahmetinden zengin kılacak derecede bana rahmet et
ey Allahım! Beni fakirlikten zengin kıl. Borcumu eda et. Beni kullarının
arasında ibadetinde ve yolundaki cihadda öldürt.»
İbn Ebi Hatim İbni
Abbas'tan «Mülkten maksat, Peygamberliktir» diye rivayet etmiştir.
«Geceyi gündüze
bağlayıp katarsın. Gündüzü de geceye bağlayıp katarsın. Diriyi ölüden
çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın...»
Bu âyetin tefsirinde,
Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh, İbn
Mesud'tan rivayet ettiler:
«Kışı yazdan, yazı da
kıştan alıyor. Diri olan kişiyi Ölü olan nutfe-(Meni) den, ölü olan nutfeyi de
diri olan kişiden çıkarıyor.»
Said bin Mansur ve İbn
ul Munzir'in İbn Mesud'tan rivayet ettiklerine göre, kış günlerinden alıp
kışın gecelerine katıyor, yaz gecelerinden alıp yazın günlerine katıyor.
İbn Abbas'tan İbn Ebi
Hatim ve İbn Cerir ve Abd bin Humeyd şunları rivayet ederler:
«Geceden eksiltilen
zaman, gündüze katılır. Gündüzden eksiltilen zaman da, geceye katılır.»
İbn Cerir Es Süddi
tarikıyla rivayet ediyor:
«Gündüzü geceye
katıyor. Gece onbeş saat oluyor, gündüz dokuz saat kalıyor. Geceyigündüze
katıyor, gündüz onbeş saat oluyor, gece dokuz saat kalıyor.»
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir Mücahid tarikıyla rivayet ederler: «Diriyi ölüden, ölüyü diriden
çıkarmanın manâsı, diri olan insanlan ölü nutfelerden, ölü olan nutfeleri de
diri olan insanlardan, diğer hayvanlardan ve bitkilerden çıkarır!...»
İkrime tarikıyla Ebu
Şeyh'in rivayet ettiğine göre; dirinin ölüden çıkması, yumurtanın diri
hayvandan çıkması demektir. Zira o, ölüdür. Sonra o yumurtadan diri ve canlı
bir hayvan çıkıyor. İbn Cerir, İkri-me'den bu âyetin tefsirinde «Hurmayı
çekirdekten ve çekirdeği hurmadan, taneyi başaktan, başağı taneden çıkarır.»
şeklinde tefsir ettiğini rivayet ediyor.
İbn Cerir ve Ebu
Şeyh'in Hasan'dan rivayet ettiklerine göre diriden maksat, mümindir, kâfirden
çıkıyor. Ölüden maksat, Kâfirdir, mü'-minden çıkıyor. Mü'min kalbi diri olan
bir kuldur. Kâfir kalbi ölü olan bir kuldur.»
Seymen'den gelen bir
hadisi Said bin Mansur ve îbn Cerir şöyle rivayet ederler:
İbn Merduyeh'in Ebi
Osman En-Nehdi tarikıyla Selmani Farisi'den rivayet ettiği bir eserde Allah'ın
Resulü:
«Allah (C.C.) Adem'i
(A.S.) yarattığı zaman onun zürriyetini çıkarttı. Sağ eliyle bir avuç
avuçladı. İşte bunlar cennet ehlidir ve ben perva etmem (yani bunu açıkça
söylerim) buyurdu. Diğer eliyle bir avuç avuçladı. Ona her düşük, zaif ve
çirkin geldi. İşte bunlar da ateş ehlidirler ve ben pervaetmem buyurdu. Bundan
sonra bazısını diğerine karıştırdı. Böylece kâfiri müminden, mümini kâfirden
çıkardı. İşte bu âyeti celîlenin tefsiri budur, dedi.
îbn Cerir Muhammed bin
Cafer bin Zübeyr'den rivayet etti: «Geceyi gündüze katarsın, gündüzü geceye
katarsın, diriyi ölüden, Ölüyü diriden çıkarırsın. Bu kudretinle mülkü
dilediğine verirsin ve dilediğinden çekip alırsın. Ve dilediğine hesapsız nnk
verirsin. Buna senden başkasının gücü yetmez. Ancak sen yaparsın.» Sanki
Cenab-ı Hak, bu âyette «İsa'yı (A.S.) mucize olarak ölüleri diirltmek, hastalan
şifaya kavuşturmak, çamurdan kuş yapmak, gaibten haber vermek gibi bazı
şeylere musallat kıldım. Her şeye değil diyor», çünkü Hristiyan-lar bunlara
bakarak «İsa mabuddur» demişlerdi.
Bunları, Peygamber olduğunda mucize olsun ve
halk onu Peygamberlik davasında tastik etsinler diye verdim. Ama benim
saltanat ve kudretimde öyle şeyler vardır ki, onları İsa'ya vermemişimdir.
Meselâ: mülki, dilediğime vermek, Peygamberliği dilediğim kimseye vermek.
Geceyi gündüze, gündüzü geceye katmak, diriyi ölüden, ölüyü diriden çıkarmak,
ister doğru olsun ister facir dilediğim kuluma hesabsız nzık vermek. Bütün bunlar
îsa'mn gücünde ve takatında yoktur. Hem böyle bir yetkiyi de İsa'ya vermedim.
Acaba onlar bunu düşünüp de ibret almazlar mı? Bu onlar için bir delil olmaz
mı? Eğer İsa ilâh olsaydı bütün bunları yapması gerekirdi. Oysa İsâ onların
kanaatına göre krallardan kaçıyor, diktatörlerin elinden kurtulmak için bir
memleketi terkedip, öbür memlekete intikal ediyordu.
(28) «Sakın
müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, onun
Allah'la alâkası kesilmiş olur. Meğer ki kâfirlerden sakıtlasınız. Allah sizi
zatından sakındırıyor. Dönüş ancak Allah'adır...»
Bu âyetin tefsirinde
seleften gelenler:
îbn îshak, İbn Cerir
ve îbn Bbi Hatim İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
Haccac bin Amr, Kaab
bin Eşrefin anlaşmalısı idi. îbn Ebi Ha-kıyk ve Kays bin Zeyd adlı Yahudilerle
beraber Ensardan müslüman olan bazı kişilerle içli - dışlı bir muhabbet
kurdular ki, onları dinlerinden çevirsinler. Bu manzarayı gören Rifaa bin
Munzir, ve Abdullah bin Cübeyr ve Saad bin Haysem'e o, müslüman Ensarlüara:
«Şu Yahudilerden
sakınınız. Onların içli-dışlı dostluklarından ha-2er ediniz. Sakın sizi dininiz
hususunda fitnelendirmesinlem dediler.
Fakat o Ensarlı zatlar
bu nasihati dinlemediler. Bunun üzerine Ce-nab-ı Hak bu âyeti celîleyi «Allah
herşeye kadirdir» cümlesine kadar indirdi.
İbn Cerir, İbn Ebi
Hatim, Ali tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyorlar;
Cenab-ı Hak bu âyette
kâfirlerle mulatefe etmeyi, müminleri bırakıp onları içli dışlı dost edinmeyi
müminler için yasaklıyor. Ancak kâfirler galibseler o zaman müminler onlara
lütufkâr davrandıklarını belirtecekler, fakat dinde onlara muhalefet
edeceklerdir. Nitekim «Meğer ki kâfirlerden sakınasıruz» cümlesi bunu ifade
eder.
İbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim Süddi'den rivayet ediyorlar: «Kim ki müminleri bırakıp kâfirleri dost
edinirse, onun Allah'la alâkası kesilmiş olur» cümlesinin manası «Allah ondan
teberri etmiştir» demektir.
[18]
İbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim, El Ufi tankıyla îbn Abbas'tan: «Takıyye dille olur. Kim ki bir işi
yapmaya zorlanırsa, dil ile onu konuşur, tehdid edenin tehdidinden sakınır.
Fakat kalbi îman ile mutmain olacaktır. Böyle olursa, ona bu davranış hiçbir zarar vermez. Çünkü takıyye ancak
dille olur.» rivayet etti...
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, İbn ul Munzir" ve Hakim, Ata tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet
ettiler:
«Takıyye dil ile
konuşmaktır. Kalb îman ile mutmain olacaktır. Elini uzatıp öldürmeye çektir.
Herhangi bir günaha elini uzatmayacaktır. Böylece mahzurlu sayılmaz.»
İbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim, Mücahid'den rivayet ettiler: «Takıyye ancak dünya işlerinde olur.»
İbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim Ebu'l Âliye'den rivayet ettiler: «Takıyye ancak dünya işlerinde olur.»
İbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim Ebu'l Âliye'den rivayet ettiler: «Takıyye amelle olmaz, dille olur.»
Azdurrezzak ve İbn Cerir,
Katade tarikıyla rivayet ederler:
«Ancak seninle kâfirin
arasında bir akrabalık var ise silayı rahm yapabilirsin. Zira «Meğer ki
kâfirlerden sakmasmız» cümlesi bunu ifade ediyor...»
Abd bin Humeyd, Hasan
Basri'den rivayet ediyor: «Takıyye kıyamet gününe kadar caizdir.»
Abd bin Humeyd, Ebi
Reca'dan rivayet ediyor. Ebu Reca «Tuka-tan» kelimesi yerine «Takıyyeten»
okumuştur[19],
Bu âyeti celîle
takıyye diye bilinen bir hadiseye parmak basmaktadır. Bu münasebetle acaba
müslümanlar arasında birbirlerine karşı takiyye yapabilirler mi? Yoksa takıyye
sadece müslümanlarla kâfirler arasında mıdır? Bu hususları biraz daha deşmek ve
nakletmek istiyorum. Tevfik Allah'tandır.
İbn Kesir şunları
söylüyor:
«Allah mümin kullarını
kâfirleri dost edinmekten nehyetmiştir. Müminleri bırakıp onları dost edinip,
onlara sevgilerini ve gizli durumlarını söylemek haramdır. «Böyle yapan bir
kimsenin Allah ile alâkası kesilmiştir» cümlesiyle sır veren tehdid edildi.
Yani Allah'ın bu husustaki yasağını çiğneyen bir kimse Allah'tan uzaklaşmıştır.
Nitekim Ce-nab-ı Hak başka bir âyette:
«Ey müminler!
Düşmanımı ve düşmanınızı dost edinmeyin. Siz onlara sevgi yolluyorsunuz.
Halbuki onlar Hak'tan size geleni inkâr ediyorlar. Rabbiniz olan Allah'a îman
ediyorsunuz diye Peygamberi de sizi de diyarınızdan çıkarıyorlardı. Eğer siz
benim yolumda cihada çıkar ve rızamı isterseniz düşmanlarımı ve düşmanlarınızı
dost edinmeyiniz. Onlara sevgi göstererek sır veriyorsunuz. Halbuki ben sizin
gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilirim. Sizden kim bunu yaparsa muhakkak
doğru yolun ortasından sapmıştır. (El Mümtehine 1).
«Ey îman edenler!
Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyiniz. Allah'a kendi aleyhinizde açık
bir hüccet kılmak mı (vermek mi) istiyorsunuz» (En Nisa: 144).
«Ey müminler!
Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdır.
Sizden onlarla dost olanlar onlardandır. Allah zalim olan kavmi hidayet etmez.»
(El Maide 51).
Cenab-ı Hak
Araplardan, Ensar ve Muhacirlerden olan müminlerin dostluğunu, «İman edip
hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücadele edenler,
Müminleri iskân edip onlara yardım edenler birbirlerinin dostlarıdır. İman ettikleri halde hicret etmeyenlerin velayetlerinden
hicret edinceye kadar size birşey yoktur. Bununla beraber eğer onlar sizden
din hususunda yardım isterlerse aranızda anlaşma bulunan kavmin aleyhinde
olmamak şartıyla onlara yardım etmek size vacibtir. Allah işlediklerinizi
görür. Kâfirler birbirlerinin dostudur. Eğer siz birbirinize dost olmazsanız
yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur.» (En Fal, 72-73) emretmektedir.
«Meğer ki kâfirlerden
sakınasınız» âyeti celîlesi ancak bazı memleketler ve bazı vakitlerde
kâfirlerin şerrinden korkan bir insan zahiriyle onlardan sakınma tedbirlerine
başvurur, batınıyle niyeti yine onların aleyhinde olacaktır. Nitekim Buharı,
Ebu Derda'dan rivayet etmiştir:
«Şüphesiz biz bazı
kavimlerin yüzüne gülümsüyoruz. Ama bizim kalbimiz onları lanetliyor.»
Es Sevri, İbn
Abbas'tan rivayet ediyor: «Takıyye amelle değil ancak lisan ile olur.»
El Ufi de İbn
Abbas'tan böyle rivayet etti: «Takıyye ancak dilledir.»
Ebul-Aliye, Ebu Şa'sa,
Dahak ve Rebi bin Enes de böyle dediler. Onların bu dediklerini şu âyet
desteklemektedir:
«İmandan sonra Allah'ı
inkâr eden gazaba uğrar. Ancak kalbi imanla mutmain olduğu halde küfre zorlanan
müstesnadır. Fakat küfre sinesini açanlara Allah tarafından gazabolunur. Ve
onlara büyük azab vardır.» (En Nahl: 10 ).
Buhari, Hasan'ın
«Takıyye kıyamet gününe kadar vardır» dediğini rivayet ediyor...
Bunları söyledikten
sonra Cenab-ı Hak:
(29) «Allah
sizi nefsinden sakındırıyor.» Yani dostlarına düşmanlık yapıp düşmanlarım dost
edinirseniz azabından ve satvetinden sizi sakındırıyor.Dönüş ancak Allah'adır.
Ta ki her.amel edene amelinin karşılığını versin.
İbn Ebi Hatim Meymun
bin Mehran tarikıyla rivayet etti:
Muaz bin Cebel bize
geldi ve:
«Ey Evs oğulları. Ben
Allah Resûlü'nün elçisiyim. Biliyorsunuz dönüş Allah'adır. Ya cennete veya
cehennemedir» dedi.
Alusi «Ruh Ul Meani'de
takıyye hakkında şunları söylüyor: Âyette Takiyyenin meşruiyetine delil vardır.
Takıyye nefsin, veya namus veya malın düşmanların şerrinden korunması şeklinde
tarif edilmiştir. Düşmanlık iki kısımdır:
1- Din
ihtilâfından meydana gelen düşmanlıktır.
2- Dünyevî
menfaatlardan ileri gelen düşmanlıktır. Birincisine misal kâfir ile müslümanın
arasındaki düşmanlık, ikincisine misal ise, maldan dolayı .ticari emtialardan
dolayı, mülkten veya idareden dolayı çatışanların düşmanlığıdır. Binaenaleyh
Takıyye de iki kısım olur:
Birinci kısımda şer'i
hüküm şudur:
Muhaliflerin
taarruzundan dolayı dinini izhar etme imkânını elde edemeyen her müslümana
oradan hicret etmek, dinini açıkça yerine getirecek bir memlekete gitmek
vacibtir. «Ben mazeret sahibiyim,
zaifim» deyip de orada kalmak, dinini gizlice yürütmeye çalışmak asla caiz
değildir. Çünkü Cenab-ı Hakkın arzı geniştir. Evet, çocuk, kadın, ama, ve
mahpuslar gibi şer'i mazerete sahib olanlar için, Öldürmekle korkutulan
çocuklarının, babalarının veya annelerinin katliyle tehdid edilen ve bu korku
zanni galib ile yerine getirilecek diye endişe eden, boynunun vurulmasından,
gıda maddelerinin, maişetinin hapsedilmesinden endişe eden bir kimse için
muhalifle ve muvafıkla zaruret miktarı durmak caizdir. Fakat bununla beraber
dini uğrunda oradan çıkıp kaçmak için çeşitli tedbirlere baş vurmalıdır. Eğer
korku ve menfaatin elden kaçırılması,
tahammül edilecek bir tarzda ise,
meselâ: Kuvveti yetecek şekilde hapis, öldürmiyecek şeklinde döğülmek gibi durumda onlara
muvafakat etmesi caiz olmaz. Bununla beraber muvafakat ettiği yerlerde de
ruhsata yapışmış oluyor. Eğer dinini izhar ederse, azimet olur. Azimete yapışan
bir insanın nefsi telef olursa kesinlikle şehit olur. Bunun ruhsat olmasına
Hasan Basri'nin şu eseri delâlet eder:
Yalancı peygamber
Müseyleme Resûlüllah'ın eshabından iki
kişi yakaladı. Birisine:
«Muhammed'in Allah'ın
Resulü olduğuna tanıklık eder inisin?»
diye sordu. O da:
«Evet, ederim» dedi.
«Benim de Allah'ın
Resulü olduğuma tanıklık eder misin?» diye sordu. O da:
«Evet, ederim» dedi.
Sonra ikinciyi çağırdı:
«Muhammed'in Allah'ın
Resulü olduğuna tanıklık eder misin?»
Şahabı:
«Evet, ederim.»
«Benim Allah'ın Resulü
olduğuma tanıklık eder misin?»
Sahabi:
«Ben sağırım,
işitmedim» dedi. Bu sözü üç defa tekrar etti. Her defasında sahabi «Ben
sağırım» dedi. Sonunda sahabinin boynunu vurdu. Bu haber Allah'ın Resûlü'ne
vardığında buyurdu:
«Şu öldürülen,
doğruluk ve yakın üzerine gitti, faziletine yapıştı. Ona ne mutlu! Diğerine
ise, Allah ruhsat vermiştir. Onun herhangi bir günahı yoktur» buyurdu.
Takiyyenin ikinci
kısmına gelince alimler din için hicret edip etmemek hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları böyle bir durumda «Takıyye vacibtir» dedi. Çünkü Cenab-ı
Hak: «Sakın ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız» buyurmuştur. Bir de
İslâm, malın zayi edilmesini haram olarak ilân etmiştir.
Başka bir gurup da
«Böyle bir yerden hicret etmek vacib değildir. Çünkü bu makamda hicret dünyevî
maslahatlardan birisidir. Bu dünyevi maslahatı terketmekte dinde herhangi bir
noksan oluşturmaz.» Çünkü din birliği vardır. Kuvvetli olan düşmanı ise, mümin
oluşundan ötürü ona kötülük dokundurmuyor. Bazıları da «Hakikat şudur ki, eğer
nefsinin veya akrabalarının veya efradı ailesinin helak edilmesinden
korkuyorsa, buradan hicret etmesi vacib olur. Fakat bu hicret Allah'a
yaklaştırıcı bir ibâdet değildir ki onun üzerine sevab terettüp etsin. Çünkü
burada hicretin nedeni sadece dünyevî bir maslahattır. Bu maslahatta sadece o
muhacire racidir. Dinin Islâhı için değildir ki onun üzerine sevab terettüp etsin.
Zira her vacibin üzerine sevab terettüp etmez. Çünkü tahkik neticesinde
görüldü ki, acıkıldığı zaman yemek, bilinen zararlılardan korunmak, hastalık
getirmesi umulan durumlardan sakınmak, sıhhat halinde zehir içmekten sakınmak
ve saire gibi vaciblerin bir kısmı vardır ki onların üzerine herhangi bir sevab
terettüp etmez. Hatta vaciblerin çoğu ibadet de değildir. İşte bu hicret de bu
kabildendir. Allah ve Resûlü'ne yapılan hicret gibi değildir ki, Allah'ın
fazlıyla ahiret sevabını elde ettirmiş olsun.
Bazı kimseler kâfir,
fasık, zalimlerle müracaat etmek ve onlarla yumuşak konuşmak, yüzlerine gülmek,
beraberlerinde inşirah göstermek, eziyyetlerinden korunmak için onlara
birşeyler vermek, dillerini kesmek (susturmak) namusunu onlardan korumak için
onlara Iütufta bulunmak Takıyye kabilindendir demişlerdir. Bu durum Kur'an'ca
yasak ilân edilen «kâfirlerin dostluğu» kabilinden de değildir. Hatta bu durum
sünnettir ve meşru bir emirdir. Zira Deylemi Resulü Ekrem'den şu hadisi
rivayet ediyor:
«Nasıl ki Cenab-ı Hak
farzları yerine getirmeyi bana emrettiği gibi halk ile müdaraat yapmayı da
bana emretti.»
Başka bir rivayette:
«Ben müdaraat ile
gönderildim» dedi.
Cami'de «Size
bnğzedilen bir kervan gelecektir. Onlar size geldiklerinde yüzlerine
sevindiklerinizi belirtiniz» denmektedir.
İbn Ebi Dünya «Allah'a
iman etmekten sonra akim başı halk ile müdarattır» diye rivayet etti.
El Beyhaki'nin
rivayetinde «Aklın başı müdaraattır» diye gelmiştir.
Tabarani «Halk ile
müdaraat yapmak sadakadır» diye rivayet etti.
Tabarani'nin diğer bir
rivayetinde «Mümin namusunu neyle korursa o sadaka olur» diye gelmiştir.
îbn Adiyy ve îbn
Asakir «kim ki müdaraatçı olarak yaşar ve ölürse o şehid olarak ölmüştür.
Malınızla namusunuzu koruyunuz. Herhangi biriniz dinini müdafaa etmek için
diliyle tesannu yapsın.»
Bureyde Hz. Aişe'den
rivayet etti:
((Bir kişi
Resûlüllah'ın huzuruna çıkmak için izin istedi. Ben de Resûlüllah'ın
katındaydım. Cenab-ı Peygamber «Aşiretin ne kötü oğludur veya ne kötü
kardeşidir» dedi. Sonra ona izin verdi. Onunla yumuşak konuştu. O çıkıp
giderken ben:
«Ey Allah'ın Resulü!
Sen dediğini dedin. Sonra onunla neden yumuşak konuştun?» diye sordum.
Buyurdular:
«Ey Aişe! O kimse ki
halk onu terkeder veya onun fahiş konuşmalarından korunmak için ondan kaçınır o
insanların en şerlisidir.»
Buhari, «Ebu Derda»dan
rivayet etti:
«Şüphesiz ki, biz bazı
kavimlerin yüzüne tebessüm ediyoruz. Şüphesiz ki, kalbimiz onlara lanet
ediyor.»
El Keşmihini
rivayetinde:
«Şüphesiz ki kalbimiz
onlardan buğzediyor.» şeklindedir.
İbn Ebi Dünya ve
İbrahim el Haremi rivayetinde: «Biz onların yüzüne gülüyoruz» eki
gelmiştir. Bu hususta daha nice
hadisler vardır. Fakat dine eksiklik getirecek şekilde müdaraat etmek münkeri
işlemek, halkın suizannım gerektirecek şekilde müdaraat etmek uygun değildir
ve yasaktır.
Bu incelemenin
arkasında halktan İki değişik gurubun iki görüşü vardır. O guruplar harici'ler
ile Şii'lerdir. Hariciler «Takıyye hiçbir hal ü kârda caiz değildir»
demişlerdir. Malın gözetilmesi, nefsin ve namusun korunması din mukabilinde
asla ivaz konusu edilemez. Haricilerin bu hususta çok kati ve acaib görüşleri
vardır. Onlardan birisine göre «Eğer bir kişi namaz kıldığı esnada hırsız veya
bir gasbedici gelip malını çalmak veya gaspetmek istiyorsa ve bu malı
hıfzedildiği yerden çıkarmaya çalışıyorsa, bu kişi namazını yarıda bırakmaz,
kesmez. Namazı kesmek ona haramdır. O namaza devam edecek, malı da gidecektir»
demişlerdir. Ve katı gurup Resûlüllah'ın (S.A.V.) sahabisi «Bureyde't ul
Eslemiye namaz içinde iken atı kaçmasın diye atın yularını ayaklarının altına
alıp da atı korumasından dolayı itham etmişlerdir. Apaçıktır ki, bu mezheb,
(yani haricilerin bu görüşü) tefritin tâ kendisidir.
Şia'lara gelince,
onların bu husustaki görüşleri çelişkilidir. Bazıları her sözde, zaruret
anında Takıyye caizdir demişlerdir. Bazıları da iltifat ve İslahtan dolayı
sözlerde Takıyye vacib olmuştur derler. Müminin Öldürülmesi gibi fiillerde
Takıyye caiz değildir demişlerdir. Dinin ifası olduğu zanni galible gelen veya
bilinen konuda da Takıyye caiz değildir demişlerdir. Şia alimlerinden el Müfit
şunları söylüyor:
«Takıyye bazı
zamanlarda vacib olur. Bazı vakitlerde onun yapılması terkedilmesinden daha
üstündür. Bazı yerlerde terkedilmesi yapılmasından üstündür.»
Ebu Cafer et-Tusi:
«Rivayetlerin zahiri
de delâlet eder ki, nefisten korkulduğu zaman Takıyye vacib olur.» dedi.
Ebu Cafer'in gayrisi:
«Takıyye maldan
korkulduğu zaman da vacib olur. Namusun korunması için nriistahabtır.»
Hatta ehli sünnet
velcemaat'Ia bir araya gelen bir şii için sünni-lerin namazında, oruçlarında ve
diğer dini. muamelelerinde onlara uymak müstehabtır, dedi.
Şialar ehli beyt
imamlarının bazılarından rivayet ettiler: «Kim ki, Takıyye yoluyla bir
sünninin arkasında namaz kılarsa sanki
o bir peygamberin arkasında namaz kılmıştır.»
Bu sünni arkasında
kılınan namazın bilahere kaza edilip edilmeyeceği hususunda şialann ihtilâfı
vardır. Takıyye olsun diye sünniler-le beraber oruç bozmanın helâl olmadığı bir
yerde orucu bozan bir kimsenin orucunu kaza edip etmeyeceği hususunda da iki
görüş vardır. Bir tek sünniden şia mezhebine hücum etmesin diye Takıyyeye
başvurulmasının efdal olup olmadığı hususunda da şialann ihtilâfı vardır. Şia
alimlerinin çoğu burada da «Takıyye, takıyye yapmamaktan daha üstündür»
demişlerdir.
Bazıları «En az bir korku veya dünya tamamdan ötürü
kâfirliği İzhar etmek caizdir.»
Bazıları da
«vacibtir». Bu görüşün ifratta çok ileri bir dereceye kadar gittiği de açık bir
hakikattir. Şia alimleri şia mezhebini reddetmek için delilin kaim olduğu yerlerde
ehli sünnet mezhebine uygun hareket eden ehli beyt imamlarının katında değişmez
bir kaide olmuştur. Ve bunun üzerine inançlarına bunu esas yapmışlardır. Ve
şimdi de onların arasında şayi' olan budur. Hatta bunu Allah'ın selat ü selâmına
mazhar olan peygamberlere de nispet etmişlerdir. Onların bu görüşlerinde yüzde
seksen gayeleri hulefayi raşidinin halifeliklerini iptal etmektir. Fakat Allah
(C.C.) buna müsaade etmemiştir.
Şialann kitab ve
kaynaklarında Hz. Ali'nin ve evlâtlarının Takıyye sahibi oldukları fikrini
iptal edecek deliller vardır. Onlann «Takıyye daha üstündüm demelerini dahi
iptal edecek deliller vardır. Kur'-an'ı Kerim'den sonra şialann iddiasına göre
en sıhhatli kitab olan Nehc ul Belağa'da Emirilmüminin Hz. Ali (K.V.) şunu
söylüyor:
«Doğruluğun sana zarar
verdiği, yalanın sana yarar sağladığı yerde doğruluğu yalana tercih etmek
imanın alâmetidir.»
Acaba Hz. Ali'nin
(K.V.) bu sözü onlann «Şüphesiz Allah katında
en keremliniz en
müttekî olanımzdır.» âyetinde ki, «mütteki»yi «En fazla Takıyye yapanınızdır»
şeklinde tefsir etmeleriyle nasıl bağdaşır? Nehc ul Belağa'da Hz. Ali (K.V.)
«Allah'a yemin ederim ki, tek başıma onlarla karşı karşıya gelsem, onlar da
yeryüzünün bütün hakimleri olsa ben perva etmem ve korkmam. Şüphesiz ki ben
onların içinde bulundukları delaletten ve benim üzerinde bulunduğum hidayetten
haberdarım. Basiret sahibiyim. Nefsimde bunu biliyor ve bundan gelen bir
yakinden bunu anlıyorum. Allah'ın likasını ve güzel sevabını ben beklemekteyim
ve bunu umuyorum.» İşte Nehcul Belağa'mn bu kelâmında Hz. Ali'nin (K.V.) tek
başına olduğu halde düşmanın yeryüzü dolusu olmalanna rağmen onlarla
harbetmekten korkmadığı gerçeği vardır. Böyle bir kahramanın dinin yıkıntısı
içinde olan konularda Takıyye yapması acaba tasavvur edilir mi?
El Ayaşi, Zürara bin
Eğyün'den, o Ebubekr bin Hazim'den rivayet ettiler:
«Bir kişi abdest aldı.
Mestlerin üzerine meshetti ve camie girdi. Hz. Ali (K.V.) geldi onun boynuna
bastı ve:
«Azab olasıca! Sen
abdestsiz namaz mı kılıyorsun» dedi. Kişi:
«Ömer bana bunu
emretti» dedi. Hz. Ali kişinin elinden tutup Ömer'e (R.A.) götürdü. Sonra:
«Dinle bakalım! Bu
senden ne rivayet ediyor?» dedi. Böylece Ömer'e (R.A.) bağırdı. Ömer (R.A.):
«Evet, ben ona bunu
emrettim. Dikkat et» dedi. Hz. Ali (K.V.), Ömer'e (R.A.) karşı sesini, bu
rivayetteki iddiaya göre nasıl yükseltmiştir. Onun dediğini nasıl inkâr
etmiştir. Nasıl Takıyyeye sanlma-mıştır.
Şialarm inandığı
Nehcul Belağa'nın sarihi el Ravendi Selmani Farisi'den rivayet ediyor:
Hz. Ali'nin kulağına
geldi ki, Ömer (R.A.), Ali'nin (K.V.) taraftarlarını tân etmiştir, Medine
bostanlarına giden yolların bazılarında Ömer'i karşılayan Ali'nin elinde yayı
vardır:
«Ey Ömer! Benim
kulağıma geldi ki benim taraftarlarıma tân etmişsin. .
Ömer (R.A.) ona:
— Sen kelliğin üzerine
otur! deyince Hz. Ali:
«Sen buradasın» dedi
ve elindeki yayını yere attı. Yay kocaman bir ejderhaya döndü. Deve gibi bir
ejderha. Ağzını açtı. Ömer'e yutmak üzere hucûma geçti.
Ömer:
«Ey Eba Hasan!
Allah'tan kork, Allah'tan. Ben bundan sonra hiçbir şey söylemiyeceğim» deyip
Hz. Ali'ye yalvardı. Ali elini ejderhanın sırtına vurdu. Ejderha eskisi gibi
yay oluverdi. Ve Ömer evine gitti.
Selman dedi ki:
«Geceleyin Ali (K.V.)
beni çağırdı. Ömer'e git! Ona doğu taraflarından bir mal gelmiştir. O malı
gizlemek istiyor. Ona «Ali sana o doğu tarafından geleni çıkar, müstahak
olanlara dağıt. Onu gizleme, seni rezil ederim (haşa) diyor de...»
Selman:
Ben Ömer'e (R.A.)
gittim. Hz. Ali'nin (K.V.) mesajım ilettim. Ömer (R.A.) bana:
«Arkadaşının emrinden
bana haber ver. O nereden bunu bildi?»
Ben:
«Acaba bunun gibi
meseleler ona gizli olur mu?»
Ömer (R.A.):
«Ey Selman! Sana
söylediklerimi kabul et. AH ancak bir sihirbazdır (haşa). Ben senin hakkında
hüsnü zan taşıyorum. Doğrusu senin ondan ayrılıp bizden olmandır.»
Ben Ömer'e (R.A.):
«Senin gibi değildir.
Ali (K.V.) nübüvvet sırlarını miras
yoluyla almıştır. Ondan gördüğüm budur. Daha onun yanında bundan fazlası da
vardır. Bunlar peygamberlik sırlanndandır» dedim.
Ömer (R.A.):
«Git, Ali'ye baş ve
göz üzerine emrini dinleyeceğimi söyle.»
Dönüp Ali'ye (K.V.)
geldim. Ali (K.V.) bana:
«Seninle Ömer arasında
cereyan edeni sana haber vereyim mi?»
Ben Ali'ye:
«Sen benden daha iyi
bilirsin dedim» ve Ali (K.V.), aramızda cereyan edeni söyledi. Sonra Ali
(K.V.):
«Şüphesiz ejderhanın
korkusu o ölünceye kadar kalbinde kalacak-||
tır dedi.» îşte bu rivayet ŞİA'NIN katındaki Takıyyenin boynunu kesiyor
ve katlediyor. Çünkü bu yayın sahibi hiçbir şeye muhtaç olamaz. Böyle bir yay
sahibi kızı (Ümmü Külsüm'ü) korkarak ve Takıyye yaparak Ömer'le nasıl
evlendirir? Zevce olarak nasıl veriyor?
ŞİA muhaddislerinden
Kuleyni, Muaz bin Kesir'den, Ebi Abdullah'tan
rivayet ediyor:
Cenab-ı Hak
Peygamberin üzerine bir kitab indirdi. Cebrail (A.S.): «Ey Muhammedi Bu senin
Nucebalara olan vasiyyetindir» dedi.
Cenab-ı Peygamber:
«Nucebalar kimlerdir
ya Cebrail?» diye sordu. Cebrail (A.S.): «Ebu TalnVin oğlu Ali ile onun
soyundan gelen çocuklarıdır. O kitabın
üzerinde altından mühürler vardı.» Cebrail kitabı Resûlüllah'a verdi, ResûlüUah
da Ali'ye (K.V.) verip o mühürlerden birisini açmasını ve içindekilerle amel
etmesini emretti. Ali (K.V.) de sonradan Ha-san'a verdi. O mühürlerden birisini
açmasını ve onun içindekilerle amel etmesini emretti. Hasan da Hüseyin'e verdi.
O mühürlerden birisini açtı. Orada «Kavminle beraber şehid olmaya çık. Onlar
ancak seninle beraber olurlarsa şehadet mertebesi vardır onlar için. Nefsini
Allan için sabi yazılıydı. Hüseyin daha iyisini yaptı. Sonra Hüseyin oğlu Ali
Zey-|r| nelabidin'e onu verdi. O da
bir mührü açıp orda «Başını eğ, sükût et, h
evinden çıkma. Rabbine ölünceye kadar kulluk yap.» yazılıydı. O da öyle
yaptı. O da oğlu Muhammed Bakır'a verdi. O da hatemlerden birisini açtı. Orada
şu yazıyı gördü: «Halka hadis naklet. Onlara fetva ver.
Ehli beytin ilimlerini
neşret. Salih aba ve ecdadının doğruluğunu bil-dir. Veya onlara inan. Onları
tasdik et. Salan Allah'tan başka hiç kimseden korkma. Çünkü hiç kimsenin sana
kötülük dokunduracağı yoktur.»
tur.»
O da oğlu Cafer
Sadık'a verdi. Cafer Sadık hatemlerden birisini açtı. Orada şunu gördü: «Halka
hadis naklet. Fetva ver. Sakın Allah'tan başkasından korkma. Ehli beytin
ilimlerini, salih ecdadının doğruluğunu neşret. Çünkü sen emniyet
içerisindesin.» O da öyle yaptı. O da Musa Kâzım'a verdi. Ve böylece El
Mehdi'ye kadar geldi.»
Başka bir tarikle yine
Muaz'dan, Ebi Abdullah'tan rivayet ediyor: Beşinci mühürde «Emniyet içerisinde
de korku içerisinde de hakkı haykır Allah'tan başkasından korkma.» diye
yazılıdır.
îşte bu rivayet te
açıkça bildiriyor ki. bu ehli beytin tahir ve tertemiz imanları şianın iddia
ettiği gibi dünyevî Takıyye yapmaya mü-said değildir. Takıyye yapmazlardı da..
Şia âlimlerinden Selim
bin Kays el-Hilâli uzun bir haberde şunları naklediyor: Emirulmüminin dedi ki:
«Allah'ın Resulü vefat
edince, halk Ebubekre meyledip ona biat ettiler. Fatıma'yı bindirdim. Hasan'ın
ve Hüseyin'in ellerinden tuttum. bedir ehlinden hiç kimse, Muhacir ve Ensardan
daha önce imana gelen hiç kimse kalmadı ki, Fatıma onlara «Allah'tan korkunuz.
Benim hakkımı İnkâr etmeyiniz» demesin. Ve onları bana yardım etmeye davet
etmesin. Bütün bu insanlardan dört kişiden başkası ona evet demedi: Zübeyr,
Selman, Eu Zer ve Mikdad...»
Evet, bu rivayet de
delâlet eder ki Takıyye Hz. Ali'ye vacib değildir. Çünkü Hz. Ebubekr'e biat
edenlerin yanında bunu yapmak Takiy-yenin olmadığını belirtiyor.
Eban bin Ayyaş'm
kitabında «Halkın Ebubekr'e biat ettiği ve Hz. Ali'nin (K.V.) biat etmediği bir
devrede, Ebubekr (R.A.), Künfizi Hz. Ali'ye (K.V.) gönderdi:
«Git Ali'ye de ki,
Allah fiesûlü'nün halifesine icabet et!»
Künfiz gitti ve Hz.
Ali'ye bu mesajı iletti. Hz. Ali:
«Ne tez, Allah
Resûlü'nün kesesinden yalan uydurdunuz.
(Haşa) irtidat ettiniz. Yemin ederim Resûlüllah benden başkasını halîfe
kılmadı.» diye karşılık verdi. (Haşa ki) böyle bir söz Hz. Ali'den çıksın.)
Aynı kitabta Ömer
(R.A.), Ali'ye (K.V.): «Ebubekr*e biat et» dedi. Ali (K.V.): «Eğer bunu
yapmazsam ne yapacaksın?»
Ömer (R.A.):
«Allah'a yemin ederim,
boynunu vururum» dedi. Ali:
«(Haşa) yalan
söylüyorsun. Allah'a yemin ederim, ey
Sahhak'in
oğlu! Senin buna gücün
yetmez. Sen bunu yapmaktan daha zayıf ve
haşa daha Ieimsin.»
İşte bu rivayetler
(eğer doğruysa) açıkça delâlet ederler ki, Ta-kiyye yapmak merhalelerce Hz.
Ali'den (K.V.) uzaktır. Eğer Takıyye vacib olsaydı, bü küfürleşmenin ve
münakaşanın ne manası vardır.
Şia âlimlerinden
Muhammed bin Sinan, Hz. Ali'nin (K.V.), Hz. Ömer'e (R.A.):
. «Ey mağrur! Seni
Ummu Ma'mer'in yanında gelen bir yara ile dünyada öldürülmüş olarak görüyorum.
Ona zulmen hükmedeceksin. O seni öldürecektir ve onunla senin burnunun yerlere
sürtünmesine rağmen cennete girecektir!...»
Aynı adam rivayet
ediyor:
Hz. Ali, bir defa Hz.
Ömer'e:
— Senin ve yerine kaim
olduğun arkadaşın yırtılacak, paramparça edilecek bir perdeniz vardır. Siz Resûlüllah'm
komşuluğundan çıkarılacaksınız. Kuru bir ağaç üzerine asılacaksınız. O ağaç
yapraklanacak-tır. Onunla sizi dost edinenler fitneleneceklerdir. Sonra İbrahim
için yakılan ateş getirilecektir. Cercis, Danyal, her peygamber ve her sıd-dik
getirilecektir. Siz o ateşte asılacak ve yakılacaksınız. Ve kül olacaksınız.
Sonra bir rüzgâr esecek, külünüzü denize saçacaktır!»
Ey okuyucu! Allah
rızası için bu yalanlan, aslı ve astan olmayan uydurmasyonları Hz. Ali'den
nakleden kişiye bak. Bu kişi nasıl Hz. Ali'ye Takıyyeyi nisbet ediyor. Hz. Ali
Takıyyeye bürünmüştür diyor. Ortaktan uzak olan Allah bilir ki, bu görüşler,
hayretlerin hayreti ve korkunç bir hastalıktır. Allah hidayet versin.
Onların görüşlerini
reddeden delillerden birisi de şudur: Takıyye ancak korkudan ileri geliyor.
Korku da iki kısımdır. Birisi nefisten dolayı korkmak. Bu ise imam hazeratlan
hakkında iki yönden yoktur. Birincisi onların eceliyle ölmeleri kendi
seçenekleri ve kendi isteklerine bağlıdır. Nitekim bu meseleyi şialarm önderi ve
lideri ve Sünniler katında Buhari ne ise şialar katında kitabı o olan el
Kuleyni «El Kafiy-ye»sinde böyle tesbit etmiştir. Buna bir bab ayırmış ve bütün
imamıy-ye şialannın imamları da bunun üzerine ittifak etmişlerdir. İkincisi
imamlar olmuş ve olacak herşeyi bilirler. Onlar kendi ecellerini de bilirler,
nasıl öleceklerini bilirler. Ölümlerinin vakitlerini bilirler. Tafsilatını ve
tahsisatını yani genelini, özelini her tarafını bilirler. O halde ölümün vakti
gelmezden önce nefislerinden niçin korksunlar?
Niçin dinlerinde Takıyye göstersinler? Mümin olan avamı aldatsınlar?
İkinci korku, meşakkat, bedenî eziyyet, küfür ve hürmetsizlik gibi şeylerden
korkmaktır. Şüphe yoktur ki bu şeylere göğüs germek ve bunlara karşı sabır
göstermek salih kişilerin vazifesidir.
Salih kişiler eskiden beri daimi bir şekilde Allah'ın emirlerini yerine getirmek hususunda
belâlara göğüs germişlerdir. Diktatör sultanlara karşı çoğu kez çıkarlardı.
Peygamber beytinin ehline gelince onlar
bu zahmetlere katılmak ve Allah'ın dinine yardım etmek hususunda bu belalara göğüs germek ve
cedleri olan Resûlüllah'm dinine karşı gelenlere karşı gelmek vazifeleridir.
Yani bunu yapmak onlar için herkesten daha fazla gereklidir. Bir de eğer
Takıyye şiaların iddia ettikleri gibi vacib olsaydı, imamlar imamı olan Hz. Ali
hiçbir zaman Allah Resulünün halifesinin Matından altı ay geri kalır mıydı?
Niçin Hz. Ali şiaların iddia ettikleri gibi vacib olan Takıyyeyi ilk vahlede
yerine getirmedi? Şiaların Peygamberlere nisbet ettikleri Takıyyeyi şu
âyetlerin ifade ettiği manalar reddetmektedir, «Onlar, (o Peygamberler) ki
Allah'ın risalesini insanlara tebliğ edenler, ondan içleri titreyerek
korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesab görücü
olarak Allah yeter.» (Ahzab, 39).
«Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmayacak olursan onun elçiliğini
tebliğ etmenüş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz ki Allah
kâfir olan topluluğu hidayete eriştirmez.» (Maide, 67).
Daha bu manada nice
âyetler vardır. Eğer şialar, Takıyyeden insanlarla müdaraat etmeyi
kastediyorlarsa, daha önce işaret ettiğimiz müdaraat gibi, bu müdaraatı
Peygambere ve Hz. Ali'nin soyundan gelen iinamlara nispet etmenin bir tarafı
olur. Ve bu Abd bin Humeyd'in Hasan Basri'den «Takıyye kıyamete kadar caizdir»
diye rivayet ettiği eserin ihtimallerinden birisidir. İkinci ihtimal Takıyyenin
zahirine hamletmek ve onun caiz olmasına hükmetmektir. Bu da daha önce
yaptığımız açıklamaya göredir.
Bazı insanlar;
Takıyyenin özel bir çeşidini vacib kılmışlardır. Ki bu da müminlere özel bir
çeşittir. Bu, ilahî sırlan ağyardan hıfzetmektir. O sırlar ki ifşa
edildiklerinde külli ve genel mefsedetleri doğururlar. Müminlerin havaslarını
görürsün ki; bir sır kendilerinden sorulursa müphem ve kapalı bir şekilde onu
ifade ediyorlar. Öyle bir konuşma yaparlar ki, eğer o konuşma avama
arzedilirse, hatta avamın okumuşuna bile arzedilse onu anlamazlar. Onu
havaslar möyle kalıplara dökerler ki ondan maksadın ne olduğunu ancak havasın
bardağını yalayanlar bilir. Veya havasın anber gibi olan nefeslerinin
tereşşuhleri kalbine damlamış kimseler bilir. Hernekadar havasın bu tarzda hareket
etmesi üzerine birçok kimsenin dalalete gitmesi terettüp etse de ve bu
davranışları o büyüklere tan edilmesine yol açmışsa ve bir çoğuna zındıklık
sıfatı verilmesine sebeb olmuşsa da, onların kelâmını dinleyen, onların
öldürülmesine fetva verilmiş ise de onlar tahkik neticesinde görmüşler ki,
bunlar o sırları ifşa ettikleri takdirde yeryüzünü kapsayacak mefsedetlerden
daha ehvendir. Senin sevdiğinle yemin ederim şerrin bir kısmından daha
ehvendir. Esrarı ehlinden ketmetmek ise orada büyük bir hayrın fevti, elem
verici bir azabın da gerektiricisi vardır.[20]
Değerli okuyucu!
Alusi'den özetle yaptığımız nakillere kendiliğimizden hiçbir şey katmadık.
Ancak Alusi'nin baz: ibareleri alınmadı. Yani konumuzla ilgili olmayan bazı
noktalar alınmadı. Kesinlikle bilinsin ki, şianın veya diğer gurubların iddia
ettikleri gibi Allah Resû-lü'nün eshabı birbirine girmemişlerdir. Dünya mertebeleri için veya dünya serveti
için iddia edildiği gibi birbirini tahrik etmemişler, en kaba ve en nadan
insanların birbirlerine hitab ettkleri şekilde birbirlerine hitab
etmemişlerdir. Sokak çocukları arasında ağız kavgalan yapılırken söylenen
sözler, haşa bin defa haşa, Hz. Ali gibi bilimin kapısı olan bir zattan
çıkmamıştır. Allah'ın diliyle, Kur'an'm tabiriyle Re-sûlullah'a arkadaş olduğu
ve sahabiliği ilân edilen Hz. Ebubekr'e karşı Hz. Ali asla ve kafa böyle kaba
ve çirkin sözler söylememiştir. Zaten Hz. Ali'den kaba ve çirkin sözlerin
çıkması tasavvur bile edilemez. Nasıl tasavvur edilir? Oysa o Resulü Ekrem'in
terbiyesi altında büyümüş, adabını ve dersini Hz. Peygamberden almış, Kur'an'ı
A'dan Z'ye kadar Peygamber ağzından dinlemiş ve Peygamberin hanesinde de küçüklüğünden
ölünceye kadar, yaşamış, eğitilmiş ve geliştirilmiştir. Eğer o kahraman,
Peygamber talebesi ve perverdesi Hz. Ali'nin Hz. Ömer'e veya Hz. Ebubekr'e
veya dört sahabi müstesna diğer eshabı kirama karşı bu kadar kini olsaydı
onları yoldan sapmış olarak görseydi, ihanete başlamış olduklarını, (haşa bin
defa haşa) hissetseydi, tek başına kalsa dahi onlara karşı çıkar, mücadele
eder ve ölüm şerbetini seve seve, isteyerek içerdi. Kesinlikle bu tür
konuşmalar, ister Kuleyni nakletsin ister Tusi nakletsin, kim naklederse etsin,
ister Sünniler, ister şiiler nakletsin, aslı astan yoktur. Bunu nakledenler ya
sahabeyi tanımamış zavallılardır veya yüce İslâmın gizli düşmanlarıdır. Veya
gizli düşmanların desiselerine kurban olmuş kimselerdir. Sahabe nezihdir. Hz.
Mu-hammed'in şanına yakışan bir talebedir. O bilerek dinini dünyasına merdiven
yapmamıştır. Bilerek din kardeşinin ırzına namusuna dille dahi olsa
saldırmamıştır. O bilerek bütün beşeriyetin dini olarak gönderilen İslama
ihanet etmemiştir. Onları bu tür ihanetlerden tenzih eder, onların ruhlarını
takdis etmesini Cenab-ı Haktan taleb ve niyaz eder, Allah onlardan razı olsun
der ve başka bir müfessirin takıyya hakkındaki görüşüne geçeriz.
El Mennar sahibi Reşid
Riza TakiyyE hakkında şunları söylüyor:
Bazı kimseler bu
âyetle Takıyyenin caiz olduğuna istidlal etmişlerdir. Takıyye, hakka muhalif
olarak yapılan iş veya söylenen söz ve harekettir. Bunu da zarardan korunmak
için yapıyor. Takıyyeyi çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. Çeşitli şart ve
hükümler ileri sürmüşlerdir.
Bazıları «Nefis, namus
ve malı korumak için Takıyye meşru kılınmıştır» demiştir.
Bazıları «Takıyye malı
korumak için caiz değildir, ancak zaiflik haline mahsustur» demişlerdir.
Bazıları «Takıyye her
halde caizdim demişler.
Hariciler «Dinde
mutlaka takıyye memnudur. Müslüman ne kadar zorlanırsa zorlansın, ölümünden
dahi korksa, dinde Takıyye yapamaz. Çünkü dinin üzerine hiçbir şey çıkamaz»
dediler. Fakat şu âyeti celîle, «Kim imanından sonra Allah'a karşı küfre sapıp
da kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu
halde baskı altında zorlanan hariç küfre göğsü açarsa, işte onların üstünde
Allah'tan, bir gazab vardır ve büyük bir azab ta onlarındır. Bu onların dünya
hayatını âhirete göre daha sevimli bulmalarından ve Allah'ın da küfre sapan bir
toplumu hidayete ulaştırmamasındandir,» (Nahl, 106-107) aleyhlerinde delildir.
Binaenaleyh zorlandığı halde nefsini tehlikeden korumak için küfür kelimesini
söyleyen, eğer göğsü küfre karşı açılmamış ve dünya hayatını âhirete tercih
etmemiş ise, kâfir olmaz.. Belki Ammar ibn Yaser in mazur sayıldığı gibi, böyle
bir kimse Özür sahibi olur mazur sayılır. Müseyleme'nin zulmüne karşı «Senin
peygamber olduğuna dair şahitlik ederim» diyen sahabi mazur sayıldığına göre, bu kimse de mazur sayılır.
Şia'dan nakledildiğine
göre, Takıyye onların yanında dini esaslardan bir esastır. Onların iddialarına
göre peygamberler ve ehli beytin imamları Takıyye üzerinde yürümüşlerdir.
Şialardan bu hususta birbirini nakzeden ve birbiriyle çarpışan birçok garib ve
hurafeler nakledilmektedir. Muhalif, belki de bazan zanna dayanarak bu
nakilleri yapar. Hele mânâca nakli daha da zanna dayanmaktadır. Bizim bu
tefsirimizde münakaşalara ve ihtilâfi meselelerde cedele yer yoktur. Bu âyeti
celîlenin en fazla delâlet ettiği mânâ şudur: Bir müslüman kâfirlerin
mazarratından sakınabilir. Nahl sûresinin 106. âyetinin delâlet ettiği şey de
budur. Bütün bunlar ruhsat kabilindendir. Bu ruhsatlar da dinin ittibaı
mecburi olan meselelerinden ve asıllarından değil arizî zaruretlerden ileri
geliyor. Bunun için müslümanın dinini izhar etmekten korktuğu yerden ve dinini
gizlemeye mecbur olduğu yerden hicret etmesinin vucubuna icma edilmiştir.
Kâmil mümin alâmetidir ki, Allah hususunda herhangi bir kınayanın kınanmasına
kulak vermesin. Nitekim Cenab-ı Hak:
«Öyleyse insanlardan
korkmayın, benden korkunuz» (Maide 44), «İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını
korkutur. Siz onlardan kork-mayınız. Eğer müminlerseniz benden korkunuz.» (Al-i
İmran, 175) buyurmuştur. Resûlüllah ile eshabi kiram Allah hususunda
eziyyetlere tahammül eder, meşakkatlara göğüs gerer ve sabrederlerdi.
İslâmî haklardan
herhangi birisini yıkmayan, herhangi bir batılın bina edilmesine sebeb olmayan
müdaraata gelince, o akıllılıktır, müstehabtır. Adabı muaşeret onu gerektirir.
Fakat münafıklık hududuna kadar gitmemesi şarttır. Uydurmasyon birtakım
meseleleri ortaya çıkarmamak şarttır. Hele sefihlerin hitabında müdaraat daha
da lüzumludur. Ta ki onların hamakatlarından korunsun, fahiş konuşmalarından
muhafaza edilsin.
[21]
Büyük müfessir Ebi
Abdullah Muhammed bin Ahmed el Ensari El Kurtubi «El Cami li Ahkâmil-Kur'an»
adlı tefsirinde Takıyye hususunda şunları söylüyor:
Muaz bin Cebel ve
Mücahid rivayet ettiler Takıyye, müslüman-larm kuvvet bulmadıkları ve İslâmın
başlangıcındaki bir zamanda oldu. Bugün ise Cenab-ı Hak Islâmı aziz kılmıştır.
Müslümanların düşmanlarından ittika etmeye ihtiyaçları kalmamıştır.
[22]
îbn Abbas «Takıyye,
diliyle konuşur fakat kalbi imanda mutmaindir. Talayyeden ötürü başkasını
öldürmez ve herhangi bir haramı işleyemez» diyor.
Hasan «Takıyye, insan
için kıyamete kadar caizdir. Fakat katilde takıyye yoktur» dedi.
Cabir bin Zeyd,
Mücahid ve Dahhak «Mümin, kâfirler arasında bulunuyorsa, diliyle onlarla
müdaraat etmesi lâzımdır. Eğer nefsinden korkuyorsa, eğer kalbi de iman ile mutmain ise bunu
yapabilir. Taiayye ancak ölüm korkusu veya herhangi bir azanın kesilmesi korkusu
veya tahammülü güç ve zor olan büyük bir eziyyetin korkusu bahis konusu ise caiz
ve helâl olur.»
Küfre zorlanan bir
kimse için, sıhhatli olan şudur ki, selabet gösterecektir. Küfür kelimesiyle
telaffuz etmemeye azimli olacaktır. Fakat bunu telâffuz etse de Nahl sûresinde
geleceği gibi caizdir.»[23]
Merhum Seyyid Kutub
«Fi zilal il Kur'an» adlı eserinde şunları söylüyor:
«Sadece bazı
memleketler ve bazı zamanlarda korkan bir insan için Takıyye ruhsatı
verilmiştir. Fakat bu da dil ile olan Takıyyedir. Kalble muhabbet, amelle tekid
etmek değildir. Zira İbn Abbas «Takıyye amelle değil ancak dille olur» dedi.
Müslüman ile kâfir arasında muhabbetin teessüs etmesi Allah tarafından ruhsatlı
kılınan Takıyye-den değildir. Halbuki kâfir mutlak şekilde hayatta Allah'ın
kitabının hükmüne razı değildir. Nitekim âyetin siyakı da burada zimnen buna delâlet
eder. Sûrenin başka bir âyetinde ise bu zimni delâlet açıkça belirtildi.
Müminin ameliyle Takıyye adı altında herhangi bir surette kâfire yardım
etmesi, ruhsatlı kılman Takıyyeden değildir. Bu aldatma, Allah'ın kesesinden
uydurulmuştur ve caiz de değildir.[24]
İmam Ebul Bereket
Abdullah bin Ahmed en Nesefi «Medarik ut Tenzil ve Hakaik ul Tevil)) adlı
eserinde şunları söylüyor:
Kâfirin senin üzerinde
bir sultanı olduğunda, nefsinden ve malından korkuttuğunda o zaman senin için
onu dost kabul etmeyi izhar etmek, düşmanlığını iptal ettiğini belirtmem caiz
olur.
İmam Muhyiddin,
Alaeddin Ali bin Muhammed el Bağdadi es Sofî «El Hazin» diye bilinen tefsirinde
Takıyye hususunda şunları söylüyor:
Cenab-ı Hak müminlere
kâfirleri dost edinmeyi, onlara yağcılık yapmayı, gizli sırlarını onlara açmayı
bu âyette yasak ilân ediyor. Ancak kâfirler galib iseler, müslümanlar
tahakkümleri altında ise veya müslüman kâfir bir kavmin içinde bulunuyorsa
diliyle onlara müdahene eder. Fakat kalbi iman ile mutmain olacaktır. Ta ki
böylece nefsinden onların zararını defetsin. Ancak ne durumda olursa olsun
Takıy-ye yoluyla herhangi bir müslümanm kanını helâl edemez. Herhangi bir
haramı helâl kılamaz. Veya haramlardan herhangi bir şeyi yapamaz. Kâfirleri
müslümanlann iç âlemlerine (avretlerine), muttali kılamaz. Takıyye ancak
öldürülmekten korkmakla beraber niyeti sağlam ise olur. Cenab-ı Hak «Kalbi iman
ile mutmain olduğu halde zorlanan bir kimse takıyye yapabilir buyuruyor» (Nahl,
106).
Sonra bu Takıyye
ruhsattır. Eğer kişi imanının izharı üzerinde sabreder, Öldürülünceye kadar
tahammül gösterirse, büyük bir ecre nail olur.
Bir kavm «Bugün artık
Takıyye yoktur. Takıyye Isl&mın başlangıcında din daha tam ve kuvvetlice
yerleşmediğinden ve müslümanlar, güçlü olmadığından dolayı caiz idi. Bugün ise
Cenab-ı Hak İslâmı ve müslümanlan aziz kılmıştır. İslâm ehlinin düşmanlarından
Takıyye yoluyla korunmaya ihtiyaçları kalmamıştır» dedi.
Yahya el Büke, «Said
bin Cübeyr'den Haccac-i Zalim zamanında sordum:
— Hasan, «Takiyye kalb iman ile mutmain
olduktan sonra dille-olur» diyor. Ne buyuruluyor?
Said:
— Emniyet anında Takıyye yok. Takıyye ancak
harptedir.» buyurdu.
Bazıları «Takıyye
nefsi zarardan korumak için caizdir. Çünkü zararı nefisten defetmek imkân
nispetinde vacîbtir.» der
[25]
(30) Hatırla,
o günü ki, her nefis hayırdan işlediğini önünde hazır olarak buluyor.
Kötülükten işlediği ile arasında uzun
bir mesafe olmasını diler. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarına
karşı şefkatlidir.
(31) (Ey
Habibim!) De ki: «Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabî olunuz ki, Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çokça affedici ve merhamet
edicidir.»
(32) (Ey
Habibim!) De ki: «Allah'a ve Peygambere itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz
biliniz ki, kesinlikle Allah kâfirleri sevmez.»
(33) Şüphesiz
ki, Allah adem'i, nuh'u, İbrahim ailesini ve îm-ran ailesini âlemlere tercih
etti.
(34) Birbirinin
soyundan gelmedir. Allah işiten ve bilendir.
(35) Hatırla
o zamanı ki, imran'm karısı, «Ey Rabbim!
Karnımda olanı sana köle olarak adadım. Benden kabul et. Şüphesiz ki, işiten ve bilen ancak sensin.»
demişti.
(36) Ne
zaman ki, onu doğurdu (şöyle) dedi: «Ey
Rabbim! Ben onu kız olarak doğurdum.» Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir.
Erkek kadın gibi değildir.(Devamla) «Şüphesiz ki, ben onun adını meryem koydum,
şüphesiz ki, ben onu da onun zürriyetini de kovulmuş şeytandan sana
sığındırırım.» (dedi).
(37) Meryem'in
Rabb'i onu güzel bir kabul ile karşıladı ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü.
Onu Zekeriya'run himayesine verdi. Ze-keriya onun odasına (veya mabede) her
girişte onun yanında bir nzık bulurdu. «Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?» (diye)
sorduğunda meryem: «Allah tarafından geldi. Şüphesiz ki, Allah
istediğine sayısızca nzık verir.» dedi.[26]
(30) «Her
nefsin hayırdan ve serden işlediğini
önünde hazır bulacağı günde!...» Bu Âyeti celîlesindeki «yevme» kelimesi
«tevaddu» fiilinin mef'ulü (Nesnesi) ise, Âyetin mânâsı şöyle olur: «Her nefis
amellerinin sahifelerini veya Hayır ve Serden olan karşılığını gördükleri gün, arasıyle o ameller ve o
günün dehşetinin arasında uzun bir mesafe olmasını temenni eder.»
Eğer «yevme» kelimesi mukadder
olan «uzkür» fiilinin mef'ulü olursa, o zaman mânâ şöyle olur: «Hatırla o günü
ki, her nefis işlediği hayrı Önünde hazır olarak görür, işlediği kötülüğü de.
O kötülükle o günde arasında uzun bir mesafenin olmasını ister olduğu
halde...»
(31) «De ki,
Eğer Allah'ı seviyorsanız Bu Âyetteki
F-İN sevgi, taatın irade etmesi demektir. Bu irade ibadette Peygambere
uymayı gerektirir. Onun izinde gitmeyi iktiza eder. Bu Âyetin sebebi nüzulü
şöyle rivayet edilmektedir: Yahudiler, «Biz Allah'ın çocukları ve dostlarıyız»
diye iddia ettiler. Âyet onlan yalancı
çıkarmak ve Allah dostunun Peygamberine tabi plan kimse olduğunu beyan etmek için indirildi. Nüzul sebebi,
bâeı tefsircilere göre, necran heyetinin «îsâ'* ya kulluk etmemiz Allah
içindir.» demeleridir. Bâzılarına göre de Peygamber döneminde «Biz Allah'ı
severiz!» diyen bir gurubun özleri ile sözlerini tasdik etmek için
gönderilmiştir.
(32) «De ki,
Allah'a ve Resûlü'ne itaat ediniz.» Bu
Âyetteki «fe-in teveulev» kelimesi geçmiş fiil de olabilir, gelecek fiil de.
Yani «Onlar yüz çevirirlerse veya siz yüz çevirirseniz...» manâlarına
gelmesi muhtemeldir. Allah'a ve onun Resûlü'ne itaat etmemek küfüre
sebeptir. Bu itaatsizlikte bulunan ne yaparsa boşunadır. Nitekim Cenabı Hak: «Şüphesiz ki, Allah
kâfirleri sevmez.» cümlesini «Yüz çevirirlerse veya yüz çevirirseniz,»
cümlesinin tamamlayıcısı olarak getirmiştir. Bu Âyet Allah sevgisinin
Mü'minlere mahsus bir şey olduğunu sergiler.
(33) «Allah
Adem'i, Nuh'u, İbrahim'in âlini ve îmran'ın âlini âlemlere üstün kılmıştır.»
Âyeti Celîlesi Hz. Adem'in ve diğer adı geçen zatların Peygamberliğini ilân
etmektedir. Binaenaleyh Âdem (A.S. )için Peygamber değildir diyenleri
yalanlamaktadır.
Âyette bahisleri geçen
zatları Peygamberlikle ruhî ve cismî özelliklerle diğer insanlardan üstün
kılmıştır. Bu Âyet Mü'min insanların meleklerden üstün olduğuna delil olabilir.
İbrahim'in âli, Hz.
İsmail, Hz. İshak ve evlâtlarıdır.
Resulü Ekrem de bu
kitleye dahildir. îmran'm âli, Musa (A.S.) ve Harun (A.S.)'dur. İkisi de İmran'm
oğludur. imran yeshur'un, o kahis'in, o lavi'nin, o Hz. Yakub (A.S.)'in
oğludur. Muhtemel ki, imran'ın âlinden maksat, îsa (a.s.) ve annesi meryem
olsun. meryem'in babası îmran, masa'nın, o, elazar'ın, o ebi yuz'un, o
yu-ze'nin, o zerbabîn'in, o salyan'ın, o yuhennan'm, o lîşîya'nın, o emun'un, o
meneşken'in, o hazîka'nm, o ahâz'ın, o yusam'ın, o uza'mn, o buram'ın o
safit'in, o ışa'nm, o raci'nin, o da hz. süleyman'm oğludur. musa (a.s.)'in
babası imran ile meryem (a.s.)'in babası imran'm arasında tam bin sekizyüz sene
bir zaman vardır.
(35) «imran'm
hanımının «ey rabbim! senin için karnımdaki çocuğu adadım.» dediği zamanı
hatırla!» bu hanımın ismi fakuz kızı hanne'dir. hz. isa'nın Anneannesidir, Hz.
Musa'nın kız kardeşi meryem ise, o ikinci Meryem'den binsekizyüz sene önce
yaşamıştır.
îsa (A.S.)'nm annesi
Meryem'e, işte bu Meryem'dir diyenler yanılmışlardır. Zira İsa'nın annesi
Meryem'i Zekeriya (A.S.) büyütmüştür. Zekeriya ise İbni Masa'nın muasırıdır.
İsa'nın kızı ile evlenmiştir. Böylece Zekeriya'mn oğlu Hz. Yahya ile Hz. İsa
(A.S.) baba bir teyze çocuklarıdır. Rivayet ediliyor ki, Hanne kısır ve ihtiyar
idi. Bir ara gölgelikte otururken yavrularına gıda veren bir kuş gördü.
Kalbine çocuk sevgisi düştü ve çocuğu isteyerek şöyle dua etti: «Ey Allahım!
Eğer bana bir evlât verirsen, senin için boynumda adak olsun ki, onu Kudsi
Şerife (Beytül Makdis'e sadaka edeceğim ve onun hizmetkârlarından yapacağım.»
Böylece Meryem'e gebe kaldıktan sonra kocası İmran vefat etti. O zaman da
sadece erkek çocuklar bu şekilde adak edilirlerdi. Belki de Meryem'in annesi bu
takdir üzerine çocuğu nezir etti ve erkek olmasını istedi. Fakat onu kız
olarak doğurduğu zaman şöyle seslendi: «Ey Rabbim! Onu kız olarak doğurdum.» Bu
sözünü üzüntüsünden ve hasret çektiğinden söyledi. Çünkü oğlan bekliyordu.
Bilmezdi ki, bu tarz doğuşta belki Allah'ın bir sırrı vardı veya kız daha hayırlıydı.
Ve Allah'a şöyle seslenmeye devam etti:
«Ona Meryem adını
verdim. Onu ve soyunu koğulmuş şeytanın şerrinden sana sığındırıyorum.» Meryem,
ibrani lüğatmda ibâdet eden demektir. «recim» kelimesi koğulmuş ve taşlanmış
demektir. Allah Resûlü'nden, «Her doğan yavrunun doğuşu sırasında şeytan onu
sıvazlar, şeytanın sıvazlanmasından çocuk bağırır, ancak Meryem ve oğlu İsa
(A.S.) müstesnadır.» buyrulmuştur. Hadîsin manâsı, «Şeytan her çocuğu sapıtmak
hevesinde bulunur. Öyle ki, çocuk onun girişiminden etkilenir. Ancak Meryem ile
oğlu İsa (A.S.) etkilenmediler. Zira Cenabı Hak onları bu duanın bereketi ile
korudu.» demektir.
(37)
«Meryem'in Rabbi Meryem'i güzel bir tarzda kabul eyledi.», yani kız çocuğunu
erkek yerine kabul etti. Veya doğar doğmaz büyümezden ve hizmete yararlı
olmazdan önce onu kabul etti. Zira rivayete göre Hanne, Meryem'i doğurduğu
zaman onu çaputa sardı. Mescide götürüp Haham'lann yanma bırakarak, «İşte bu
adağı alınız!» dedi. Hahamlar, Meryem hocalarının ve Başhahamlarının kızı
olması hesabi ile onu büyütmek için âdeta yarıştılar. Zira Masa'nın iki oğlu
İsrailoğul-lannın başı ve hükümdarları idiler. Zekeriya (A.S.), «Ben Meryem'i
büyütmeye daha lâyıkım. Zira teyzesi nikâhımın altındadır.» dedi. Onlar,
«Ancak kur'â çekmek sureti ile kime düşerse ona verilecektir.» diye İsrar
ettiler. Yirmiyedi kişi idiler, bir nehrin kenarına gittiler. Kalemlerini
nehre attılar. Zekeriya'mn kalemi su üzerinde yüzdü. Diğer kalemler de dibe
daldılar. Böylece Meryem'i büyütme hakkını Zekeri-ya'ya verdiler. Zira kur'a
şekilleri böyle idi.
Zekeriya Meryem'in
odasına her girdiğinde onun yanında mevsimin dışında yetişen meyveleri görüp
sorardı: «Ey Meryem! Bu sana nereden gelmiştir...»
Buradaki elmihrab
kelimesi, oda, Mescit veya Mescitin en şerefli yeri olan öndeki imam merkezi
demektir. Çünkü orada şeytan ile harb ve nefis ile mücadele edilir.
Rivayet ediliyor ki,
«Zekeriya'dan başka kimse Meryem'in odasına girmezdi.
Ve Zekeriya odadan
çıktığında yedi kapıyı kitlerdi. Buna rağmen yazın kış meyvelerini, kışın da
yaz meyvelerini odada görürdü. «Ey Meryem! Bu nzik sana nerden geldi?» diye
sorardı. Zira kapılar kilitli, mevsimi olmayan meyveler nerden ve nasıl geldi?
Bu Âyet, velîlere kerametin verilmesinin mümkün olduğuna dair delildir. Hz.
Zekeriya'nm mu'cizesidir denilmez. Zira böyle olsaydı, sual sormaması
gerekirdi. Meryem (A.S.) cevab olarak, «O, Allah katındandir!...» dedikten
sonra «Ey Zekeriya! Bunu uzak görme!» diye ekledi. Denildi ki, Meryem oğlu İsa
(A.S.) gibi, daha küçük iken konuştu. Hiç bir kadının memesini emmedi. Rızkı
Cennet'ten üzerine her zaman inerdi.
«Şüphesiz ki, Allah
dilediğine hesapsız nzık verir!» Bu cümle, ihtimal ki Hz. Meryem'in
konuşmasından bir parça olsun. Yine muhtemel ki, Allah'ın kelâmından olsun.
Bir incelik: Rivayete
göre, Hz. Fatımetüz-Zehrâ (R.A.), yüce pederi Hz. Muhammed'e (S.A.V.) iki kete
ile biraz et hazırladı. Resûlüllah (S.A.V.), o yemeği kızı Fatıma'ya iade
ettikten sonra, «Ey kızım! Gel!» diye emretti. Fatıma (R.A.) gelip tabağın
kapağını açınca, ekmek ve et ile dolu buldu. Resûlüllah (S.A.V.), «Ey Fatıma!
Bu nzık sana nereden geldi?» diye sordu. Fatıma (R.A.), «Bu, Allah'ın katından
geldi Şüphesiz ki, Allah dilediğine hesapsız nzık verir!» diye cevab verdi. Bu
cevab karşısında Resûlüllah (S.A.V.), «Ey Fatıma! Seni İsrailoğul-Ian
kadınlannm başı olan Meryem'e benzeten Allah'a hamdederim!» dedikten sonra, Hz.
Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ve «Ehl-i Bey t» ini o yemek üzerine topladı.
Hepsi doyasıya yediler. Yemek hâlâ eskisi gibi kaldı. Bu sefer, Hz. Fatıma, o
yemekten komşularına da dağıttı.
[27]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(30) Hatırla o günü M, herkes hayırdan işlediğini önünde
hazır buluyor. Kötülükten işlediği ile arasında uzun bir mesafe olmasını diler.
Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullanna karşı şefkatlidir.
Bu âyetin tefsirinde
îbn Kesir şunu söylüyor:
«Bahsedilen gün,
kıyamet günüdür. O günde kul hayrdan ve şerden yaptıklarını tamamen kendi
yanında hazır bulur. Nitekim Ce-nab-ı Hak başka bir âyette:
«O günde insanoğluna
daha önce ve daha sonra yaptığı herşey haber verilir» (Kıyame: 13) buyuruyor.
İnsanoğlu o gün amelinden güzelini görürse, bu onu sevindirir. Amelinden
çirkinini, karşısında görürse ister ki ondan teberri etsin. İster ki
aralarında uzun bir mesafe bulunsun. Nitekim dünyada beraberinde olan ve
kötülüğe teşvik eden şeytanına şunları söyler:
«Keşke benimle senin
aranda batı ile doğu arasındaki mesafe kadar uzak bir mesafe olsaydı. Amma da
kötü bir arkadaşsın.»
«Allah sizi nefsinden
sakındınn» âyeti celîlesinin tefsirinde «cezasından sizi sakındırır»
denilmektedir. Cenab-ı Hak bu tehdidi savurduktan sonra kullarını ümitsizliğe
düşürmemek için, rahmetinden ve lütfundan ümitlerini kesmemeleri için «Allah
kullanna çokça merhamet edici ve lütfedicidir» buyurdu.
Hasan Basri «kullarını
nefsinden sakındırması da, kullar hakkındaki rahmetinden bir parçadır» dedi.
Hasan Basri'den
başkası rivayet etti: «rauf» rahim demektir. Yani kullan hakkında merhamet
edicidir. İster ki onlar onun dosdoğru yolu üzerinde müstakim bulunsunlar.
Yıkılmaz ve sarsılmaz dini üzerinde sarsılmaz bir tarzda olsunlar. Ve şefkat
sahibi peygamberine tâbi olmalarını ister.
(31) (Ey Habibim!) De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana
tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin...»
Bu âyeti celîle
hakkında seleften gelen rivayetler:
İbn Cerir (Bekr bin
Esved) tarikıyla Hasan'dan rivayet ediyor:
Resûlüllah'ın devr-i
saadetinde bir kavm gelip:
«Ey Muhammed! Biz
Rabbimizi seviyoruz» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi ve bu
âyetle Cenab-ı Hak, Peygamberine tâbi olmayı kendi sevgisinin nişanesi ve
belirtisi yaptı. Ona muhalefet etmeyi de kendi azabına alâmet kıldı.
îbn Cerir Hasan
tarikıyla rivayet ediyor: Resûlüllah'ın devrinde bazı kimseler:
«Ey Muhammedi Allah'a
yemin ederiz, biz Rabbimizi seviyoruz»
dediler. Bunun üzerine
şu âyeti celîle nazil oldu.
İbn Ebi-Hâtim ve İbn
Cerir, Ubbad bin Masur tarikıyla rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü
zamanında bazı kimseler Allah'ı sevdiklerini iddia ettiler. Cenab-ı Hak onların
sözünün tasdikini amellerinden icad etmek istiyerek buyurdu:
«De M: Eğer sîz
Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz...»
Böylece Hz. Muhammed'e
tâbi olmak onlann sözünün tasdiki, (doğrulaması) olur.
Abd bin Humeyd Hasan
tarikıyla rivayet ediyor: Allah'ın Resulü: «Benim sünnetimden yüzünü çeviren
benden değildir» dedikten sonra bahis konusu olan âyeti okudu.»
İbn Cerir Muhammed bin
Cafer bin Zübeyr'den rivayet ediyor.
«De ki, eğer siz
Allah'ı seviyorsanız yani İsa hakkında
söylediğiniz Allah'ın sevgisinden ve taziminden ileri geliyorsa bana tâbi
olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için affetsin. Yani daha Önce geçmiş küfrünüzü sizin için
bağışlasın. Allah çokça affedici ve çokça merhamet edicidir.»
... îsfahani
«Terğib»inde îbn Ömer'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Herhangi bir müminin
İmanı hevası benim size getirmiş olduğum ilahî sisteme tâbi olmadıkça kemale
eremez.»
İbn Ebi Hatim, Ebu
Derda'dan rivayet ediyor.
«De ki, eğer siz Allah'ı
seviyorsanız bana tâbi olunuz.» Yani doğruluk, takva ve tevazu üzerinde, nefsi
zelil etmek konusunda bana tâbi olunuz.
Hakim Tirmizi ve îbn
Asakir Ebu Derda'dan rivayet ettiler: Bu âyetteki TABEİYET doğrulukta, takvada,
tevazuda ve nefsin zilletinde olur.»
îbn Asakir, Aişe
validemizden bu âyet hakkında şunları rivayet ediyor:
Buradaki tabeiyet,
tevazu, takva, doğruluk ve nefsin zilleti hususlarında olur» dedi.
îbn Ebi-Hâtim ve Ebu
Naim, Aişe validemizden rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü
buyurdu:
«Şirk kap karanlık
gecede sipsivri taşın üzerinde yürüyen küçücük karıncanın izinden daha
gizlidir. Şirkin en az mertebesi zulmün herhangi bir şeyinden ötürü bir inşam
sevmek, adaletin en azından dolayı bir insandan buğzetmektir. Din ancak sevgi
ve Allah yolunda büğzet-mektir. Cenab-ı Hak:
«De ki, eğer siz
Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allah ta sizi sevsin» buyurmuştur.
îbn Ebi-Hâtim,
Havşab'ın tarikıyla Hasan'dan rivayet ediyor:
«İnsanların Allah'ı
sevmelerinin nişanesi, onun Resulü Hz. Mu-hammed'in sünnetine tâbi
olmalarıdır.»
îbn Ebi-Hâtim, Süfyan
bin Uyeyne'den rivayet etti:
Süfyan'dan «Kişi
sevdiği ile beraberdir» sözünün mânâsı soruldu. Cevab olarak dedi ki:
— Sen Cenab-ı Hakkın
«De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah ta sizi sevsin»
âyetini dinlemedin mi? Cenab-ı Hak burada «sizi yaklaştırsın» diyor. Sevgi
zaten yaklaştırmaktır. Allah kâfirleri sevmez ve yaklaştırmaz.
Cenab-ı Hakkın
insanlar için günâhlarını affetmesi Peygambere tâbi olmalarının sayesinde, ve
Peygamberliğin bereketinden ileri geliyor.
(32) Ey
Habibim! De ki, Allah'a ve onun Resulüne itaat ediniz. Eğer itaattan yüz
çevirirseniz, biliniz ki Allah kâfirleri sevmez...»
Bu âyeti celîleyi,
selef şöyle yorumlamıştır:
Allah Resulüne
muhalefet etmek küfürdür. Allah Resulünün peşinden ayrılmak, insanı küfre
götürür. Ve Resûlüllah'a muhalefet etmekle, nitelenmiş bir kimseyi Allah
sevmez. «Ben Allah'ın sevgilisiyim, Allah'ı severim» dese «Ben Peygamberi
bilmem, ama Allah'ı çok güzel bilirim» şeklinde bir iddiada bulunsa da, ümmi,
peygamberlerin so nuncusu, cin ve inse peygamber olarak gönderilen Hz.
Muhammed'e tâbi olmadıkça Allah onu sevmez. Zira Mürseller, ululazimler ve
diğeı peygamberler dahi Hz. Muhammed'in zamanında olsaydılar ona tabi olmaktan
başka çıkar yolları olmazdı. Onların tek çıkar yollan ona tâbi olmak, taatine
girmek, şeriatına ittiba etmektir. Nitekim bunun tafsilâtı şu âyette:
«Hatırla o zamanı ki,
Allah Peygamberin misakini, (bağlılık vaat-larını) şöyle almıştı:
İzzetim hakkı için
size kitab ve hikmetten verdim. Sonra size be-raberimizdekini tasdik eden bir
Peygamber geldiğinde mutlaka ona iman edeceksiniz ve her halde ona yardımda
bulunacaksınız. Bunu ikrar ettiniz mi ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı,
alıp kabullendiniz mi? buyurdu. Onlar:
«Kabul ettik»,
dediler. Allah da şöyle buyurdu:
«Öyleyse birbirinize
karşı şahid olun. Ben de sizinle beraber şahitlerdenim» (Ali îmran, 81)
belirtilmiştir. İnşaallah-u Tealâ bu âyetin tefsiri yapılırken bu durum uzun
uzadıya ele alınacaktır.
(33) Şüphesiz ki Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini,
İmran ailesini âlemlere tercih etti...»
Bu âyet hakkında
seleften gelen açıklamalar:
İbn Kesir «Adem'in
seçilmesi, Cenab-ı Hak onu yed-i kudretiyle yarattı. Ruhundan ona üfledi.
Meleklerini ona secde ettirdi. Herşeyin isimlerini ona öğretti. Onu cennetine
yerleştirdi. Sonra onu hikmeti ilâhisinden ötürü cennetten yeryüzüne indirdi.
Nuh'u seçti. Onu insanlara ilk gönderilen Resul yaptı, insanların putlara
taptıkları ve Allah'a rastgele nesneleri ortak koştukları bir devrede insanları
Allah'ın birliğine çağırdı. İnsanlar arasında uzun bir zaman durdu. Gece
gündüz, gizli ve açık onları Allah'ın birlemesine çağırıyordu. Onun bu çabası
ancak onları bundan kaçırmaya elverişli oldu. Bundan sonra onların aleyhinde Allah'a
yalvardı. Cenab-ı Hak onların hepsini tufan ile boğdurmak suretiyle silip
götürdü. Ancak Nuh'un Allah tarafından gönderilen dinine tâbi olanlar
kurtuldu. İbrahim familyasını alemlerin üzerinde üstün kıldı. Bu familyada Hz.
Muhammed vardır. İm-ran'ın ailesini de âlemlere üstün kıldı. Buradaki İmran'dan
maksat, Hz. İsa'nın annesi Meryem'in babası İmran'dır. Muhammed bin İshak bin
Yesar, «Bu îmran bin Yasin bin Nisa bin Heskiya bin İbrahim bin Ğaraya bin Nahş
bin Ecr bin Behva bin Nazm bin Makaski, bin İşa bin Eyas, bin Rahiam bin
Süleyman bin Davud'dur. (Allah'ın selatu selâmı onların üzerinde olsun). Bu
görüşe binaen İsa (A.S.) de Hz. Adem'in zürriyetindendir.
(35) Ey Habibim! Hatırla o zamanı ki, tmran'ın hanımı
şöyle dedi:
Ey Rabbim! Karnımdakini
azad edilmiş olarak sana adadım. Onu benden kabul et...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
İmran'ın karısı,
Meryem'in annesidir. İsmi Hanne binti Faluz'dur.
Muhammed bin İshak
«gebe kalmaz bir hanım idi. Bir gün yavrusuyla oynayan bir kuş gördü. Ve çocuk
doğurmayı arzuladı. Allah'a kendisine bir çocuk vermesini, hibe etmesini
istedi. Cenab-ı Hak duasını kabul etti. Kocasıyla cinsi ilişki kurup gebe
kaldı. Gebe kalması yüzdeyüz kesinleşince karnmdakini halisen Beytul Makdis'in
hizmetine ve ibâdete bırakılmış olarak adadı ve:
«Ey Rabbim!
Karnımdakini azad edilmiş olarak sana adadım. Onu benden kabul et. Şüphesiz ki
işiten ve bilen ancak sensin. (Yani duamı işiten, niyetimi bilen ancak sensin
dedi.»
Bunları söylerken
karnındakinin oğlan mı kız mı olduğunu bilmiyordu. Karnmdakini doğurduğunda:
«Ey Rabbim! Onu kız
doğurdum dedi. Halbuki Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir. Erkek kadın
gibi değildir.» Yani kuvvette, ibadetteki metanette, Mescidi Aksa'nm hizmetinde
erkek kadın gibi değildir. Daha elverişlidir.
«Ona Meryem ismini
verdim» cümlesi çocuğun doğup dünyaya geldiği günde çocuğa isim vermenin caiz
olmasının delilidir. Herneka-dar bu bizden önceki ümmetlerin şeriati ise de
Kur'an onu takrir ve tesbit edersk hikâye ettiğinden dolayı bizim de şeriatımız
olur. Ve bu hususta Allah'ın Resûlü'nden hadis de gelmiştir. Nitekim Cenab-ı
Peygamber «Bu gece benim bir çocuğum doğdu, ona babam İbrahim'in ismini
verdim» dedi.
Hadisi, hem Müslim,
hem Buhari rivayet etmiştir. Yine Müslir ve Buhari'de sabit olmuştur ki, annesi
oğlan kardeşini doğurduğu za man Enes bin Malik kardeşini aldı, Allah'ın
Resulüne götürdü. C£ nab-ı Peygamber ona çiğnediği bir hurmayı emzirtti ve ona
Abdullal ismini verdi.
Sahihi Buhari'de de şu
vardır: «Bir kişi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bu gece benim bir çocuğum dünyaya geldi Ona ne isim vereyim» diye sordu.
Cenab-ı Peygamber: «Oğluna Abdurrahman ismini ver» diye cevab verdi.»
Katade'nin Hasan
Basri'den, onun da Semurre bin Cündep'ten ri vayet ettikleri şu hadis:
«Her oğlan çocuk
akikasma bağlıdır. Onun doğumundan yedi gür sonra alakası kesilir. Ona o zaman
isim verilir. Onun tüyleri traş edilir.» gelmiştir. Bu hadisi İmam Ahmed ve
sünen ehli rivayet etmiş Tirmizi de «sahihtir» demiştir. Bu hadis gibi Zübeyr
bin Bekâr'ır Kitab un Nesep'te Allah'ın Resulünden rivayet ettiği şu hadis de
vardır:
«Cenab-ı Peygamber
oğlu İbrahim için akika kesti ve ona İbrahim ismini verdi.»
Bu hadisin isnadı
sabit değildir. Sahihteki hadise muhaliftir. Eğer sıhhatli ise Resulü Ekrem o
günde onun ismini şöhrete kavuşturdu, yaydı mânâsına hamledilir.[28]
«Şüphesiz hem onu hem
zürriyetini kovulup uzaklaştırılan şeytanın şerrinden sana sığındırırım dedi.»
...
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Meryem'in annesi hem
Meryem'i, hem de Meryem'in zürriyetini şeytanın şerrinden Allah'a sığındırdı.
Meryem'in zürriyeti oğlu İsa (A.S.) dır. Cenab-ı Hak da, Hanna'nm bu duasını
kabul etti. Nitekim Abdurrezzak Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor. Allah'ın
Resulü buyurdu:
«Doğan her çocuğa
doğduğu zaman, şeytan dokunur. O da şeytamn dokunmasından feryad eder, bağırır.
Ancak Meryem ve oğlu bundan müstesnadır.»
Ebu Hureyre bu hadisi
rivayet ettikten sonra «İsterseniz şu âyeti okuyunuz» dedi:
«Şüphesiz hem onu hem
de zürriyetini kovulmuş şeytanın şerrinden sana sığındırırım...»
Müslim ve Buhari
Abdurrezzak'ın hadisinden rivayet etmişlerdir. İbn Cerir Ahmed'den benzerini
rivayet etmiştir. Başka bir hadisinden de şunu rivayet etmiştir:
«Hiçbir çocuk yoktur
ki, şeytan onu bir veya iki defa sıkmasın. Ancak Meryem'in oğlu İsa ile Meryem
bundan müstesnadır» dedikten sonra Resûlüllah «Onu ve zürriyetini kovulmuş
şeytanın şerrinden sana sığındırırım» âyetini okudu.
Cafer bin Rabia
tarikıyla Ebu Hureyre'den gelen bir hadiste Allah'ın Resulü buyurdu:
«Ademoğullannın
hangisi doğduğu zaman şeytan onun yan tarafına vurur. Ancak Meryem'in oğlu İsa
müstesnadır. Şeytan onun ya* nına parmak atmak için giderken şeytan ile onun
arasına perde gerildi.»
(37) Bunun üzerine Rabbisi o Meryem'i güzel bir kabulle
kabul etti ve onu güzel bir tarzda yetiştirdi. Meryem'e Zekeriyya'yı kefil kıldı.
Zekeriyya Meryem'in yanma mabede her girişinde onun yanında bir nzık buldu...»
Bu âyet, hakkında
seleften gelen yorumlar:
Cenab-ı Hak, bu âyette
Meryem'in annesinin adağı olarak Meryem'i kabul ettiğini ve onu güzel bir şekilde,
temiz bir manzarada yaratmış olduğunu, onun için kabulün bütün sebeblerini
kolaylaştırdığını haber veriyor. Onu salih kullarıyla beraber kıldı ki,
onlardan ilim, hayr ve dini öğrenmiş olsun. Bunun için Cenab-ı Hak ona
Zekeriyya'yı kefil kıldığını buyurdu.
İbn îshak diyor ki:
Allah'ın bu lütfü şu noktadan geliyor: Meryem yetimdi. Allah ona yetimliğinden
dolayı merhamet etti.
Başka müfessirler
«İsrailoğullarına kıtlık dolu bir sene isabet etti. Bu kıtlıktan dolayı
Zekeriyya Meryem'i kefaletine aldı» dediler. Bu iki görüşün arasında terslik
yoktur. Cenab-ı Hakkın Zekeriyya'yı ona kefil kılması, onun saadetini temin
etmek içindir. Ta ki Zekeriyya'dan ilim ve faideli hikmeti ve salih ameli
Öğrensin. Bir de Zekeriyya, rivayetlere göre Meryem'in halasının kocası idi.
Halalar anneler mesabesindedir. Halasının yanında yetişmiş bir insan annesinin
yanında yetişmiş gibidir.
îbn îshak ve İbn Cerir
«Zekeriyya Meryem'in ablasının kocası idi» dediler. Nitekim sahihte de bu varid
olmuştur ki Miraç gecesinde Ce-nab-ı Peygamber İsâ ile Yahya'yı bir arada
gördü. Onlar hala çocuklarıdır, dedi. Evet, bu hadisten anlaşılıyor ki, îsâ'mn
annesi ile Yahya'nın annesi (yani Zekeriya'nm hanımı) kızkardeştiler. Fakat
İbn İs-hak'ın rivayetine de bu hadis şamil gelebilir. Çünkü genişlik yönünden,
(mecazen) ablaya teyze denilebilir. Bu rivayete göre, Meryem, halasının
himayesi altında idi. Sahihayn'de sabit olmuştur ki, Resûl-ü Ekrem (S.A.V.), Hamza'nın kızı Amra
(veya Amare) hakkında Cafer bin Ebi Talib'in hanımı olan teyzesi himayesinde
olmasına hükmederek: «Teyze anne yerindedir.» dedi.
Bütün bunlardan sonra
Cenab-ı Hak, Meryem'in büyüklüğünden ve ibadet yerindeki celadetinden
bahsederek buyurdu:
«Zekeriyya Meryem'in
yanına, mabede her girişinde onun yanında bir nzık buldu...»
Mücahid ve İkrime,
Said bin Cübeyr, Ebu Şa'se, İbrahim Nehaİ, Dahhak, Katade, Rebi bin Enes,
Atiyyet ul Ufi ve Süddi «kış mevsiminde onun yanında yaz meyvesini, yaz
mevsiminde onun yanında kış meyvesini buldu» dediler.
Mücahid «nzıktan
maksat ilimdir» dedi. Yani Zekeriyya onun yanma her girdiğinde içinde ilim
bulunan bir sahife buldu. İbn Ebi-Hâ-tim bunu rivayet etmiştir. Fakat birinci
rivayet daha sıhhatlidir.
Bu âyeti celîlede
evliyanın kerametlerinin olduğuna dair delil vardır. Sünneti seniyyede de bunun
birçok benzeri vardır. Keramet haktır, vardır. Çünkü Cenab-ı Hak:
«tyi biliniz ki,
Allah'ın dostlarına (velilere) korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar
Allah'a inanmış ve ona karşı gelmekten sakınmış kimselerdir.» (Yunus 62-63).
Zekeriyya Meryem'in
katında rızkı görünce:
«Ey Meryem! Bu sana
nerden gelmiştir?» diye sordu. Meryem: «Bu nzık Allah'ın katmdandır. Şüphesiz ki Allah dilediğine hesapsız nzık
verir» dedi.
Hafız Ebu Ya'la, Cabir
tarikıyla rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü birkaç
gün yemek bulamadı. Bu durum Hz. Peygambere gayet ağır geldi. Hanımlarının
evlerine müracaat etti. Onların hiçbirisinin yanında yiyecek birşey bulamadı.
Kızı Fatıma'ya geldi:
«Ey kızım! Senin
katanda yemem için, birşey var mıdır? Ben acıktım» dedi. Fatıma:
«Hayır! Anam-babam
sana feda olsun, yoktur»
[29] dedi.
Fatıma'-mn katından çıktığında Fatıma'nın bir cariyesi Fatıma'ya iki ekmek, bir
parça et gönderdi. Fatıma o cariyeden onu aldı ve bir çanakta sakladı ve
«Allah'a yeminim olsun, Resulullah'ı nefsime ve benim katım-dakine tercih
ederim, bunu Resulullah'a yedireceğim» dedi. Halbuki Fatıma'nın aile efradının
hepsi açtı ve yemeğe ihtiyaçları da vardı. Ya oğlu Hasan veya Hüseyin'i
Resulullah'a gönderdi. Resulullah, Fatıma kızının evine geri geldi. Fatıma:
«Babam ve annem sana
feda olsun! Cenab-ı Hak bir şey verdi. Onu sana sakladım» dedi.
«Ey kızım! Getir
bakayım» dedi. Fatıma «Resûlüllah'a çanağı getirdim ve açtım. Çanağı et ve
ekmekle dolu gördüğümde şaşakaldım ve bildim ki, bu Allah'tan gelen bir
berekettir. Böylece Allah'a hem-dettim. Peygamberine selâtü selâm getirdim, ve
çanağı Resûlüllah'a takdim ettim. Resulullah çanağı görünce Allah'a hamdetti.
«Ey kızım! Bu sana
nerden gelmiştir» diye sordu. Fatıma Hz. Meryem'in sözünü okuyarak: «O
Allah'ın katından gelmiştir. Şüphesiz ki,
Allah dilediğine
hesapsız rmk verir» dedi. Böylece Cenab-ı Peygamber Allah'a hamdedip dedi ki:
— Ey kızım! Seni
İsrailoğullannm hanımlannm hatunu Meryem'e benzeten Allah'a hamdederim. Çünkü
Meryem'e Allah bir nzık verdiği ve «Bu nzık sana nerden geldi?» diye
sorulduğunda «O Allah'ın katından geldi. Şüphesiz ki Allah dilediğine hesapsız
nzık verir» derdi. Böylece Cenab-ı Peygamber Hz. Ali'ye haber gönderdi. Sonra
Resulü Ekrem, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve peygamberin bütün hanımları ve
peygamber hanesinin halkı bu yemekten yediler, hepsi doydular. Fatıma «Çanak
olduğu gibi dolu kaldı. Onu da komşulara hediye ettim. Cenab-ı Hak orada
bereket ve bol hayır kıldı» dedi.
[30]
(38) Orada
Zekeriya Rabbine dua ederek, «Ey Rabbim! Katan dan bana temiz bir soy ihsan et.
Şüphesiz kî, sen işiticisin.» (dedi.)
(39) Zekeriyya
mabette ayak üstü durup namaz kılarken
melekler ona, «şüphesiz ki, sana Allah'ın emriyle (Var olan İsa'yı) tasdib
eden, efendi ve şehvetten kaçınan salihlerden bir Peygamber olarak Yahya'yı
müjdeleriz» diye seslendiler.
(40) Zekeriyya,
«Ey Rabbim! Ben iyice kocarmş, karım da kısır olduğu halde nasıl çocuğum
olabilir?» dedi.
Allah, «Durum
böyledir. Allah dilediğini yapar.» dedi.
(41) Zekeriyya,
«Ey Rabbim! Bana bir nişan kıl.» dedi. Allah, «Nisanın üç gün işaretle anlaşma
dışında insanlarla konuşmanıandir. Rabbinî çokça zikret. Akşam, sabah hamdet.»
dedi.
(42) Hatırla
o zamanı ki, melekler, «Ey Meryem! Allah seni seçip temizledi. Âlemlerin
kadınlarından seni üstün kıldı.»
(43) Ey
Meryem! Rabbine gönülden itaat et, secde et, rükû' edenlerle beraber
rükû' et!» dediler.
(44) (Ey
Habibim!) Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerinden-dir. Meryem'i hangisinin
himayesine alacağım bilmeleri için kalemlerini attıkları zaman sen onların
yanında değildin. Bu hususda münakaşa ettikleri zaman sen yanlarında
bulunmuyordun.
(45) Hatırla
o zamanı ki, melekler,
«Ey Meryem! Şüphesiz
Allah sana tarafından bir kelime ile müjde veriyor ki, onun ismi Meryem oğlu
îsa Mesih'dir. Dünyada da âhirette de makbul ve Allah'a yakın
kılınanlardandır.» dediler.[31]
(38)
Zekeriyya (A.S.) meyvaları, mevsimleri olmayan zamanda görünce, kısır bir
kadının ihtiyar bir insandan çocuk doğurabileceğini sezdi. Allah'a yalvarıp,
«Katından bana bir zürriyet ver.» diye dilekte bulundu. Çünkü çocuk sahibi
olması mutat yolda ve normal sebepler içinde değildi. «Ey Rabbim! Katından bana
güzel bir zürriyet ihsan et. Sen duayı kabul edensin.»
Bu dua neticesinde
Cenabı Hak Zekeriyya kuluna Yahya'yı verdi. Âyeti Celîlede Yahya'ya (A.S.)
doğrulayıcı, efendi, şiddetle yasaklardan kaçınan ve salihlerden olan ve
Peygamberlik sıfatları verilmiştir, Allah'dan gelen bir kelimeyi yani İsa'yı
(A.S.) doğruladı. İsa'ya (A.S.) Allah kelimesi demenin manâsı, Allah'ın emriyle
babasız olarak var olması demektir. Yahya'nın (A.S.) efendiliği hayatında
hiçbir defa günaha teşebbüs etmemesinden ileri geliyor. Şehvetler ve nefsin
isteklerinden kaçındığından perhiz manâsını ifade eden «Hasur» niteliğini
almıştır. Rivayete göre, küçük iken, oynaşan çocuklar kendisini oyuna davet
ettiler de «Ben oyun için yaradılmamışım ki!» diye susturucu bir cevapla işin
içinden çıktı.
(40) «Zekeriyya:
«Ey Rabbim! Bana hanımımın gebe olduğuna dair bir nişan ver.» Tâ ki, onunla gebelikten haberdar olup müjdeleneyim, şükredeyim ve
bekleyişin sıkıntısından kurtulayım.»
(41) «Allah:
«Senin nişanın, üç gün insanlarla konuşmaz hale gelmen-dir.» Zekeriyya'nm dili
halk ile konuşmaktan tutuldu. Tâ ki, bu büyük nimetin şükrüne dalsın ve
Allah'ı ansın. O, ancak işaretle anlaşabildi. Bu müddette çokça Rabb'ini
zikretmekle emrolunmuştu. Ve öyle de yaptı.»
(42)
«Hatırla o vakti ki, Melekler Meryem'e şöyle dediler: «Allah seni seçti temizledi ve âlemlerin
kadınlarına üstün kıldı.» Bu konuşma Meryem ile Melekler arasında şifahi oldu.
Meryem'in kerameti idi. Ke-<ı, râmeti inkâr eden guruplar, «Âyeti Celîle
Zekeriyya'nın mu'cizesi veya İsa'nın Peygamberliğinin başlangıcını bildirir.
Zira kadının Peygamber olmadığını Âlimler icma ile söylemişlerdir. Çünkü Âyet «Ey
Muhammedi Senden önce ancak erkek Peygamberler
gönderdik.» diyor.» demişlerdir.
Bir görüşe göre,
meleklerin konuşması Meryem'e ilham yoluyla bildirildi.
Âyette bahsi geçen
(istifa) kelimesi Meryem'in «Beytül Makdis» hizmetkârlığına kabul edilmesi için
annesinin dileği kabul olunmak suretiyle tahakkuk etmiştir. Meryem'in
temizlenmesi ise, kadınlarda görülen hayız gibi kirliliklerden uzak
bulunmasındandır.
Onun hidayeti ve
babasız olarak bir çocuğun kendisine verilmesi, o çocuğun konuşup Annesini
itham edenlere cevap vermesi onun diğer kadınlara üstün kılınması demektir.
Kalemlerinden maksat,
kur*a çekmekte kullandıkları ve daha önce Tevrat'ı yazmakta kullandıkları
kalemlerdir.
El Mesih Hz. îsâ'nın
lâkabıdır. Nitekim «Es-Sıddîk» Hz. Ebubekr'in lâkabı olduğu gibi!.. «Mesih»
kelimesi İbranice «Meşiha»dan geliyor. Manâsı mübarek demektir. îsa kelimesi de
İbranice «işu» kelimesinin arapçası olduğu gibi... «Mesih» sıvazlama manâsında
olan «mesihn kökünden geliyor. Zira îsâ (A.S.) bereketle hastanın sırtım sıvazlar
hasta şifa bulurdu. Veya Cebrail onun sırtını sivazlamıştı.
İsa (A.S.) için
kullanılan «Vecih» kelimesinin manâsı, dünyada Peygamber ve âhirette şefaati
makbul insan demektir.
[32]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(38) Orada Zekeriyya Rabbine dua etti (yalvardı):
— Ey Rabbimî Bana
katından temiz bir zürriyet hibe et! Şüphesiz sensin duayı işiten...»
Bu âyeti celîle ile
ilgili olarak seleften gelen tefsirler:
îbn Kesir şöyle diyor:
«Zekeriyya (A.S.),
Allah'ın kış meyvesini yazda, yaz meyvesini kışta Meryem'e rızık olarak
verdiğini görünce, kendisini ihtiyarlamış bir piri fâni, kemikleri gevşemiş ve
başı bembeyaz olmasına ve hanımı-
nın yaşlı ve kısır
bulunmasına rağmen, kendisine vâris olacak temiz bir zürriyete iştiyak
hissetti. Bununla beraber Rabbinden gizlice:
«Ey Rabbim! Bana
katından bir temiz zürriyet ihsan et» diye yakardı. Temizden maksat salih bir
evlâttır.
Zekeriyya mihtapta
namaz kılarken melekler kendisine seslendiler. Yani melekler şifahen ona hitab
ettiler. O mihrabta ibadet içerisinde iken Allah ona meleklerin sesini
işittirdi. Sonra Cenab-ı Hak, meleklerin ona müjdelediklerini
(39) Allah, sana adı Yahya ve senin sulbünden gelecek bir
oğul ihsan edecektin) şeklinde nakletti.
Kattade ve başka
müfessirler «Hz. Yahya'ya yahya isminin verilmesinin sebebi, Cenab-ı Hakkın
onu imanla hayy edip diriltmiş olmasındandır.» dediler. «O Allah'tan gelen bir
kelimeyi tasdik edicidir» cümlesindeki kelimeden maksad, el ufi ibn Abbas'tan,
Hasan, Ka-tade, İkrime, Mücahid, Ebu Şa'sa, Süddi, Er Rabi bin Enes, Dehhak ve
başkalarından rivayet ettiğine göre Meryem'in oğlu İsa'dır.
Rabi bin Enes,
«Meryem'in oğlu İsa'yı ilk tasdik eden Yahya (A.S.)
dır» dedi.
Katade, «Allah'tan
gelen kelimeyi tasdik etmenin, manası, onun sünneti ve yolu üzerinde bulunmak
demektir» dedi.
îbn Cüreyc, İbn
Abbas'tan rivayet ediyor:
«Yahya ile İsa
teyzeoğulları idi. Yahya'nın annesi, Meryem'e:
Ben benîm karnımda
bulunanın senin karnında bulunana secde
ta'zim) ettiğini seziyorum, dedi» İşte bu, Hz. Yahya'nın Meryem'in
karnında bulunan İsa'yı tasdik etmesidir. Böylece, ilk İsa'yı tasdik eden zat
Yahya (A.S.) dır. Allah'ın kelimesi olan İsa'dan Yahya sinnen daha büyükdür.»
Süddi de böyle diyor
[33]
Âyette bahsi geçen
«Seyyid» kelimesi, Ebul Âliye, Rabi bin Enes, Katade, Said bin Cübeyr ve diğer
müfessirlerin açıklamasına göre «Halini» demektir.
Katade «İlimde ve
ibadette Önder demektir» dedi.
îbn Abbas, Es Sevri ve
Dahhak «Seyyid demek, Allah'tan korkan ve halim insan demektir.» dedi
Said bin Müseyyib
«Seyyid demek, âlim ve fâkih demektir» diyor.
Atiyye «Seyyid demek,
dininde ve ahlâkında efendi olan demektir» dedi.
İkrime «Seyyid, o,
kimsedir ki Öfkesi halimi iğini yenmez» dedi. îbn Zeyd «Seyyid, şerif demektir»
dedi.
Mücahid ve başka
tefsirciler «Seyyid, Allah katında kerim olan kişi demektir» dediler.
«hasur» kelimesi ise,
İbn Mesud ve Îbn Abbas'tan, Mücahid ve İkrime'den, Said bin Cübeyr, Ebu Şa'se
ve Atiyye el Ufi'den rivayet edildiğine göre «Kadınlarla cinsi ilişki kurmayan
kişi» demektir.
Ebu'l Âliye, Rabi bin
Enes, «Hasur odur ki, çocuğu
doğmamıştır ve menisi olmamıştır» dediler.
îbn Ebi Hatim,
Ubey'den İbn Abbas tarikiyle «Hasur, o zattır ki, menisi akmaz» diye rivayet
ettiler.
îbn Ebi Hatim burada
cidden garib olan bir hadisi rivayet etmiştir. O da şudur:
İbn Âs, «Seyyid» ve
«Hasur» kelimelerini Cenab-ı Peygamber okuduktan sonra eğilip yerden birşey
aldı ve buyurdu:
«Onun tenasül uzvu
bunun gibiydi» diye rivayet ediyor.
İbn Ebi Hatim,
Abdullah bin Amr bin As tarikıyla rivayet etti:
«Allah'ın
mahlûklarından hiç kimse yoktur ki, günah ile Allah'ın huzuruna varmasın. Ancak
Zekeriyya oğlu Yahya bu hükmün dışındadır.» Sonra Said «Seyyiden» ve «Hasuren»
kelimelerini okudu. Sonra yerden birşey aldı:
«Hasur o kimsedir ki,
onun tenasül uzvu bunun gibidir» dedi.
Bu hadisi rivayet
eden Yahya bin Said el-Kattan küçük ve
serçe parmağıyla işaret etti.
Bu hadis mevkuftur.
Fakat daha önceki merfu hadisten isnad yönünden daha sıhhatlidir. Aynı hadisi
İbn ul Munzir de tefsirinde rivayet etmiştir.
Ahmed bin Davud es
Semnani, Said tarikıyla rivayet ediyor:
Abdullah bin Amr bin
As'tan dinledim. Allah'ın Resulü buyurdu: «Hiçbir kul yoktur ki Allah'ın
huzuruna varsın da günah sahibi
olmasın. Ancak Zekeriyya oğlu Yahya bu hükmün dışındadır. Çünkü Cenab-ı Hak
onun için «Ve seyyiden ve hasura» buyurdu.»
Bunları söyledikten
sonra «Onun tenasül organı elbisenin kenarı gibiydi» deyip parmak boğumu ile
işaret etti.
İbn Ebi Hatim,
Ubeyden, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor: «Bütür Ademoğullan Allah'a bir
günah ile mülaki olur. Allah dilerse, onu onunla azaba duçar eder, dilerse
merhamet eder. Ancak Zekeriyya oğlu Yahya bunun dışındadır. Çünkü o seyyid ve
hasurdur ve salihlerden bir peygamberdi.»
Peygamber bunları
söyledikten sonra eğilip yerden bir çöp aldı: «Onun tenasül organı bu çöp gibi
idi» buyurdular.
Kadı îyad «Eş
Şifa»smda Cenab-ı Hakkın Yahya kulunu hasur-luk sıfatıyle övmesini «tenasül
organı yoktu» tarzında yorumlayanlar yanılmıştırlar. bu yorumu, tefsir
âlimlerinin zekileri reddetmişlerdir. Alimlerin müdekkikleri bunu kabul
etmemişlerdir. Bu yorum, Yahya için bir eksiklik ve bir ayıptır. Peygamberlere
böyle bir eksiklik uygun düşmez, dediler. Bunun manâsı ancak «O günahlardan
masum» idi demektir. Yani «sanki tenasül organı yokmuş gibi, günahları işlemiyordu
demektir» dediler.
Bazıları da «O,
nefsini şehvetlerden menedici idi» şeklinde «hasur» kelimesini tefsir
etmişlerdir.
Bazıları da «Kadınlar
hususunda şehveti yoktu» şeklinde tefsir etmişlerdir. İşte senin için bu
tefsirler şunu belirtti ki, evlenmeye gücün olmaması bir nakisedir. Fazilet,
onun mevcud olmasından sonra Hz. İsa'nın yaptığı gibi nefisle cihad etmek
suretiyle onu menetmektir veya Hz. Yahya'da olduğu gibi, Cenab-ı Hakkın
yardımıyle onu menetmektedir. Sonra bu şehvet, kendisini zabteden ve o hususta
vacibi yerine getiren ve ona rağmen Rabbisinden uzaklaşmayan için büyük bir
derecedir. Bizim peygamberimizin derecesidir. Kadınlarının çokluğu onu
Rabbisinin ibadetinden alakoymadı. Belki bu durumu onu ibâdet yönünden daha da
artırdı. Onları afif kılması, onların nafakalarını temin etmesi, onlar için
çalışması, onları hidayet etmesi hepsi onun ecrinin artmasına vesile oldu. Evet
Resûlü-Ekrem'in açıkça bu kadar çok kadınla evlenmesi, dünyasının nazlarından
değildir. Ama başkasının dünyasının hazlanndandır. Nitekim buyurdu:
«Dünyanızdan bana üç
şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün nuru namaz.»
İşte bu peygamberin
sözüdür: «Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi»
dedi.
Bu âyeti kerimeden
maksat, Hz. Yahya'yı Hasur olmakla övmektir. Yoksa «O kadınlarla cinsî ilişki
kuramazdı» şeklindeki bir tefsir, övmek
değil yermek olur. Belki âyetin mânası, Kadı îyad'ın ve başka tefsircilerin
dediği gibi «Yahya (A.S.) fahişelerden ve çirkinliklerden masum idi. Ama
helâlinden kadınlarla evlenmesine bir mani olamazdı. Helâl kadınıyle
birleşmesine, onları doğurtup zürriyet sahibi olmasına engel değildi. Belki
Hz. Zekeriyya'nın duasından da onun neslinin varlığı anlaşılıyor. Nitekim
Zekeriyya «Katından bana temiz bir
zürriyet ihsan et» dedi. Yani bana zürriyeti
olan bir evlâdı ihsan et dedi.
[34]
«Salihlerden bir
peygamber olacak (Yahya'yı) ver.» cümlesi, Hz. Yahya'nın doğumunu müjdeledikten
sonra onun peygamberliğini de müjdeliyor. Bu, birinci müjdeden daha üstündür.
Tıpkı Cenab-ı Hakkın başka bir âyette «Biz Musa'yı sana geri döndüreceğiz ve
onu peygamberlerden kılacağız» (Kısas: 7) buyurması gibi.
Zekeriyya (A.S.) bu
müjdeyi aldığında ihtiyarlık döneminde kendisinin bir çocuğu olacağından
hayrete düştü. Ve şöyle dedi:
(40)
Ey Rabbim! Kocalma bana gelmişken, hanımım da kısırken bir oğlum nasıl
olabilir?»
Melek, Zekeriyya
(A.S.)'ya cevab verdi: «Böylece Allah dilediğini yapar. Allah'ın emri böylece
büyüktür. Hiçbir şey Allah'ı aciz bırakmaz. Hiçbir şey Allah için zor
değildir.»
Zekeriyya:
(41) Ey Rabbim! Bana bir alâmet ver» dedi. Yani çocuğun
ben-
fden olacağına, doğup
dünyaya geleceğine dair bir nişan ver.
Cenab-ı Hak: «Senin alâmetin, üç gün işaretle anlaşma dışında insanlarla
ko-nuşamamandır» buyurdu. Yani sen sıhhatli bulunduğun, her şeyin mazbut olduğu
halde konuşamaz hale geleceksin, demektir. Sonra çokça zikret, teşbih et bu
halinle.
[35]
Zekeriyya Kur'an-ı
Kerimde sekiz defa zikredilmiştir. AI-i îm-ran'ın 37-38. âyetlerinde, En'am'ın
85, Meryem'in 2 ve 7., Enbiya sûresinin 89. âyetinde. Yahya (A.S.) Al-i
îmran'ın 39., En'am'ın 85., Meryem'in 7. ve 12., El Enbiya'nın 90. âyetinde
zikredilmiştir. Hz. Zekeriyya'nın nesebi ne Kur'an'da ne de ehli kitab katında
bulunan peygamber kitablannda zikredilmemiştir. Ehli kitab katında başka bir
Zekeriyya vardır. Onun kıssası Kur'an'da yok. Onun hristiyan katında «kanun»
kitablanndan bir kitabı vardır. O Berhiya oğlu Zekeriyya'-dır. Daryos zamanında
yaşamıştır. Yani İsa'dan üç asır önce. O'dur kitabının 9. faslında Hz. Ömer'in
halifeliğinden bahseden. Hz. Ömer'in Örşelime (yani Kuduse) galib geleceğini,
muzaffer olarak oraya gireceğini, mütevazi bir şekilde bir merkebin sırtında
oraya geleceğini haber veren odur. Fakat hristiyanlar onun bu sözünü Hz. Mesih
ile tevil ediyorlar. Yahudiler de kendilerince beklenen Mesihi-Deccal ile tevil
jü| etmişlerdir.
Yahya peygamberin
babası Zekeriyya'ya gelince, görülüyor ki, Kudüs'ün hizmetinde ortak
olanlardan bir zattır. Buna binaen onun adı lavi olur. Kur'an-ı Kerim'de
İmran'ın hanımı, Meryem'in annesi, Meryem'i Kudüs'e hizmet etmek için adadığı
zaman, onu hizmetkârların yanma getirdi. Her birisi onu yetiştirmeğe kalkıştı.
Ve böylece kur'a çektiler. Meryem Zekeriyya'nın nasibi oldu ve Zekeriyya
Meryem'i yetiştirdi. Nitekim Cenab-ı Hak «Meryem'e Zekeriyya'yi kefil kıldı»
buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim Meryem hakkındaki kur'aya şu âyetle işaret
buyurmaktadır:
(44) Ey Habibim! İşte bu gayb haberi erindendir. Sana
vahyettik. Meryem'e hangisi kefil olacaktır diye kalemlerini atarlarken sen
onların yanlarında değildin. Çekilirlerken de yanlarında değildin.»
Zekeriyya Meryem'in
teyzesinin kocası idi. Hz. îsa ile Hz. Zekeriy-ya'nın teyze çocukları olduğu Mir'aç
hadisinde de mecazi bir şekilde -bildirilmiştir.
Zekeriyya Cenab-ı
Hakkın Meryem'e vermiş olduğu apaçık âyetlerini ve beklenilmeyen yerlerde ona
gönderdiği rızkı gördüğünde soruyordu:
«Ey Meryem! Bu sana
nereden geldi?»
Meryem de.
«Allah'ın katından
geldi Şüphesiz Allah dilediğini hesabsız nzık-landınr» diye cevab veriyordu.
Zekeriyya bu çağda kocamış bir vaziyette idi. Saçları bembeyazdı. Hanımı
doğuramaz ve kısırdı. Artık çocuğunun olmasından ümidini kesecek bir çağdaydı.
îsrailoğullan için korkuyordu ki, kendisinden sonra riyaset makamını işgal
edecek olan azadlılan onlan yoldan çıkarır.
Çünkü onların halini görüyor, ilâhî nizama bağlı olmadıklarını müşahede
ediyordu. Cenab-ı Hakkın Meryem'e olan ikramı onu dua kapısını çalmaya teşvik
etti. Dünyada mutmain olarak gitmesi için Allah'tan kendisine nzık olarak bir zürriyet vermesini
istedi. Nefsinde daima Rabbine bu hususta münacaat ediyordu. Mihrabta namaz
kılarken melekler ona müjde getirdiler:
«Allah sana Yahya'yı
müjde ediyor. Allah'tan gelen bir kelimeyi tasdik edicidir. Baş ve iffetlidir.
Ve salihlerden bir peygamberdir.» Bunun üzerine Zekeriyya Rabbına müracaat
ederek sordu: «Ey Babbim! Kocalmam bana gelmişken, hanımım da kısır iken nasıl
bir oğlum olabilir?»
Allah, Zekeriyya'ya
meleklerin diliyle;
«Böylece Allah
dilediğini yapar» cevabını verdi. Ve Zekeriyya çocuğu olacağına dair bir
alâmet, bir nişan istedi. Cenab-ı Hak ona «üç gün sıhhatli olduğu halde halkla
konuşmaktan âciz olacaksın. Ancak işaretle anlaşabileceksin» dedi. Ve bu da
oldu. Hanımı Yahya'ya gebe kaldı. Umulur ki Hz. Zekeriyya'nın babasının adı
Berhiya idi. Öbür Ze-keriyya'nm babası gibi. Çünkü Barnabe İncil'indeki bir
âyette:
«Mesih Yahudilere
söyledi:
— Sizin üzerinize tâ
Berhiye oğlu Zekeriyya'ya kadar öldürmüş olduğunuz peygamberlerin kanlan
gelecektir.
Ki o Berhiya oğlu
Zekeriyya'yi da Heykel ile Mezbah arasında öldürdünüz, dedi.»
Tefsir âlimleri «Yahya
peygamberin babası Zekeriyya (A.S.), Yahya'nın öldürüldüğü hâdisede
öldürülmüştür. Yani babası ile oğlu aynı hadisede şehid edilmişlerdir»
diyorlar.
Yahya'ya gelince,
Zekeriyya'nın hanımının hamli idi. Kitab ehli «Bu hanımın adı Elizabet'tir»
diyorlar... Meryem, İsa'ya hamile olduğu zaman, o da Hz. Yahya'ya hamile idi.
Böylece Yahya'yı doğurup dünyaya getirdi. Ne bizim katımızda, ne de ehli kitab
katında Hz. Yahya'nın çocukluğu hakkında sıhhatli bir bilgi yoktur. Ancak ehli
kitab der ki, «Yahya çocukluğunda çöle çıkar, çekirge île çöl balı yerdi.»
Hz. Yahya, Hz.
Musa'nın şeriatında zirveye çıkmış bir yetişkindi. O, şeriatınahkâmmı soran
herkes, ona müracaat ederdi. O çağda Filistin idarecilerinden Firodes isimli
bir kişi hâkimdi. Onun kardeşinin bir kızı vardı. Adı Firodiya idi. Dünyanın en
güzellerindendi. Amcası onunla evlenmek istedi. Kız ve annesi de bunu
arzuluyordu. Ancak Hz. Yah-
ya bu evliliğe razı olmadı.
Çünkü böyle bir evlilik Tevrat'a göre haramdı. Hz. Yahya'nın bu evliliğe
muariz olduğu da bilinmekteydi. Kızın annesi Hz. Yahya'nın aleyhinde fırsat
kolluyordu. Kızım süsleyip püsleyerek amcasının yanına soktu. Kız amcasının
önünde reverans yaparak oynadı. Amcası sarhoş olacak derecede bu hareketten memnun
oldu. Kıza «Neyi istiyorsan söyle, sana vereyim» dedi. Kızın annesi daha önce
kızma talimat vermişti: «Kızım! Senden amcan neyi istiyorsan vereyim dediği
zaman Zekeriyya oğlu Yahya'nın başını bu tabakta istiyorum de» demişti.
Kız da: «Yahya'nın
başını istiyorum» dedi. Amcası kızın bu isteğini yerine getirmek suretiyle Hz.
Yahya'yı öldürttü...
Yahudiler, kişinin
kızkardeşinin ve oğlan kardeşinin kızıyla evlenmesi hususunda, ihtilâf
etmişlerdir. Yahudilerden «Rabbaniyyun» adlı gurup bunu caiz görürler.
«Kurraun» gurubu ise bunu meneder-ler. Birinci gurubun delili; kızkardeşin
kızıyla dayısının, oğlan kardeşinin kızıyle amcanın evlenmesinin haram olduğu
Tevrat'ta zikredilmemiş olmasıdır.
Hz. Yahya, salah ve
takvanın en mükemmel şekliyle sıfatlıydı. Tâ çocukluğundanberi böyleydi.
Cenab-ı Hak onun hususunda: «Çocuk iken ona hüküm verdik» buyuruyor.
Zahire bakılırsa
Cenab-ı. Hak nzık olarak ona Tevrat'a yönelmeyi vermiştir, öyle ki, o
çocukluğunda Tevrat bilgini oldu. Otuz yaşma gelmezden önce kendisine
peygamberlik verildi. Halkı günahtan tevbe etmeye çağırıyordu. Halkı Ürdün
nehrine götürerek günahlardan tevbe etmek üzere yıkıyarak vaftiz ediyordu. Hz.
İsa'yı da o yıkamıştır. Yahudiler ona «Yuhanna el Mu'medani» (vaftizci yuhenna)
derlerdi.
Yahudilerden bazıları,
Hz. Yahya'dan sordular: «Sen, mesih misin?» Cevab:
— Hayır!
«Sen, o peygamber
misin?» Cevab:
— Hayır! Yahudiler:
«O halde sen mesih
değilsin, o peygamber de değilsin. Niçin halkı yıkıyorsun (vaftiz yapıyorsun) ?»
Cevab:
«Çölde çağıran bir
sesim ben. Rabbin yoluna geliniz. Dosdoğru onun yolunda yürüyünüz.»
îşte böylece Yahya
(A.S.)'nin durumu sona erdi.
Mesih İsa'ya Yahya'nın
ölüm haberi gelince ortaya çıkıp halkın arasına girdi, onları Allah'a davet
etmek üzere çalıştı ve halkı Allah'a kul olmaya çağırdı.
(42) Ey Habİbim! Hatırla o zamanı ki melekler şöyle
demişlerdi: Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti. Seni tertemiz ve âlemlerin
kadınlarına üstün kıldı...»
Bu âyet hakkında
seleften gelen rivayetler: Abdurrezzak, Said bin Müseyyib yoluyla rivayet
ediyor.
Ebu Hureyre Resulü
Ekrem'den rivayet ederek şöyle dedi: «Deveye binen kadınların en hayırlıları
Kureyş kadınlarıdır. Çünkü onlar çocukları küçük iken onları şefkatle
kucaklıyor, kocalarının malına herkesten daha çok dikkat ediyorlar.»
Ebu-Hureyre «Bu
hadîsin hükmünden istisna edilen îmran kızı Meryem asla develere binmemiştir.»
dedi.
İbn Ebi Şeybe, Buhari,
Müslim, Tirmizi, Nesei ve İbn Cerir, Hz. Ali'den (K.V.) rivayet ederler. Resûlüllah'tan
dinledim:
«Onların
(İsrailoğullannın) kadınlarının hayırlısı İmran'ın kızı Meryem'dir.
Bunların (Kureyş'in)
kadınlarının hayırlısı Huveylid'in km Hati-cedir.»
Hakim, İbn Abbas
tarikıyla rivayet ediyor.
«Alemlerin
kadınlarının en üstünü Hatice, Patıma, Meryem ve Fi-rav'nın hanımı Asiye'dir.»
İbn Merduveyh,
Enes'ten rivayet ediyor:
«Allah, dünya
kadınlarından dört kadım üstün kılmıştır: Muzahın kızı Asiye, Îmran krzı
Meryem, Hüvey 1 id kızı Hatice, Muhammed kız? Fatima.»
İbn Ebi Şeybe, Buhari,
Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn Mace ve İbn Cerir Ebu Musa'dan rivayet ettiler:
«Erkeklerden çok kimse
kemal derecesine erdi Kadınlardan ancak îmran'ın kızı Meryem, Firav'nın hatunu
Asiye, kemal derecelerine erdiler. Aişe'nin kadınlar üzerindeki fazileti etli
tiridin diğer yemekler üzerindeki fazileti gibidir.»
İbn Ebi Şeybe ve İbn
Cerir Hz. Fatima'dan rivayet ediyorlar:
Resûlüllah bana «Betul
olan Meryem değil, sen cennet kadınlarıma başısın» dedi.
-İbn Cerir, Ammar bin
Saad'dan rivayet ediyor: «Hatice benim ümmetimin kadınlarından üstün kılındı. Tıbkı
Meryem'in âlemlerin kadınlarına üstün kılındığı gibi.
Cennet kadınlarının
başı İmran'in kızı Meryem'dir. Sonra Fatıma, sonra Hatice, sonra Firavnın
hanımı Asiye'dir.»
İbn Asakir
Mukattil'den, Dahhak'tan, İbn Abbas'tan rivayet etti: «Dört kadın vardır,
yaşadıkları âlemin başıdırlar: tmran'm
kızı Meryem, Muzahim'in kızı Asiye, Huveylid'in kızı Hatice, Muhammed'in kızı
Fatıma. Alem yönünden bunlann en üstünü Fatima'dır.»
Yani Fatıma'nın âlemi
diğerlerinin âlemlerinden üstündür.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Mücahit tarikıyla rivayet ederler: «Allah seni seçti ve tertemiz kıldı.»
Yani iman yönünden seni güp-güzel kıldı.
ibn Ebi Hatim,
Süddi'den rivayet ediyor:
«Seni temiz kıldı.»
Yani hayızdan. Seni âlemlerin kadınları üzerine seçti.» Yani senin içinde
yaşadığın o zaman ki, âlemlerin kadınlarından seni üstün kıldı demektir.
[36]
Abd bin Humeyd ve îbn
Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler: «Meryem'e Rabbin için ibadet et denildiği
zaman ayaklan şişecek derecede İbadette bulundu.»
Evzai «Meryem iki
ayağından irinler akacak derecede ibâdete devam etti.» diyor.
îbn Asakir, İbn
Said'den «Meryem, ayakları şişecek kadar ibâdete devam ederdi» şeklinde rivayet
ediyor.
İbn Cerir, îbn Ebi
Hatim «El Ufi» tankıyla îbn Abbas'tan rivayet ederler:
Meryem mescide
getirildikten sonra mescidin hizmetinde ortaklaşa çalışanlar ve orada vahy
yazanlar, vahy yazmış oldukları kalemleriyle kur'a çektiler ki, hangisi
Meryem'i büyütecektir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onun büyütülmesi emrini
Zekeriyya'ya verdi. Ve böylece Cenab-ı Hak Hz. Muhammed'e «Kalemlerini
atarlarken sen onların yanlarında değildin. Çekilirlerken de yanlarında
değildin.» diyor.
Burada çok acaib,
Kur'an ve sünnetin ruhuyla pek uyum sağlamayan bir hadiseyi İshak bin Bişr ve
İbn Asakir, Vehb bin Münebbih'-ten rivayet ediyorlar. O da şudur:
Meryem'in hamileliği
istikrar bulup Cebrail ona müjde verdiğinde o Cenab-ı Hakkın keremine güvendi.
İtminana kavuştu. Nefsini hoş tuttu. Eteklerini sımsıkı toplayıp ibadete
yöneldi. Mabede adanmışlardan birisi olan halası oğlu Yusuf da beraberinde idi.
Aralarında perde vardı. Perdenin arkasında onun hizmetinde bulunuyordu.
Meryem'le konuşuyor ve perde arkasında ona, ihtiyaçları ne ise, getirip veriyordu.
Meryem'in hamile oluşuna ilk muttali olan bu zattır. Yusuf bun-dan dolayı kaygı
duydu. Mahzun oldu. Önü alınmaz belâdan korktu. Meryem'in bu çocuğu nerden
getirdiğini bilmiyordu. Yusuf öyle bir hale geldi ki kendi işine bakmaz oldu.
Çünkü kendisi de hikmetli ve ibadete dalıcı bir kişi idi. Meryem perde arkasına
çekilmezden evvel onunla beraberdi. Onunla beraber büyüdü. Meryem ve Yusuf
ibadet sularını getirmek istedikleri zaman, su testilerini alıp çöle gidiyor,
testileri dolduruyor, beraberce mabede dönüyorlardı. Meryem mabede dönmek
üzere iken Melekler Meryem'e müjde verdiler:
«Ey Meryem! Şüphesiz
ki Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı.» Yusuf, dinlediği bu seslerden hayret
ediyordu. Yusuf Meryem'in gebe olduğunu görünce Meryem hakkında nefsine şüphe
düştü. Hatta nerdeyse fitneye girecekti. Nefsinde Meryem'i itham etmeyi irade
ettiğinde, Cenab-ı Hak Meryem'i tertemiz kıldı, onu seçti. Bir de daha önce
Allah Meryem'in annesine Meryem'i koruma ve zürriyetini koruma, kovulmuş
şeytanın şerrinden sakındırma vaadini vermişti. Yusuf bunları hatırladı.
Meleklerin «Ey Meryem! Allah seni seçti ve tertemiz kıldı» sözlerini
işitiyordu. Ve Yusuf Meryem hakkında Cenab-ı Hakkın vermiş olduğu faziletleri
hatırladı. Ve Zekeriyya'nm onu mih-rabta koruduğunu hatırladı. Hiç kimse onun yanına
girmiyordu. Şeytan da onu iğva edemezdi. Acaba bu yükü nerden gelmişti? Yusuf,
Meryem'in renginin bozulduğunu, karnının şiştiğini görünce daha da beter bir
hale düştü. Ve böylece kinaye yoluyla sordu: - Ey Meryem! Acaba tohumsuz ziraat
olur mu?
Meryem:
— Evet, olur. "Vusuf:
— O nasıl olur?
Meryem:
— Cenab-ı Hak ilk tohumu yarattı. Orada bitki
yoktu. İlk bitkiyi bitirdi. Orada tohum yoktu. Belki de sen 'eğer Allah tohum
ile bitkiye yardım etmeseydi bitki
bitmezdi. Onu tohumsuz bitirmeye gücü
yetmezdi' diyorsun. (Böyle inanırsın?)
Yusuf:
— Böyle demekten
Allah'a sığınırım. Sen doğru söyledin. Nur ve hikmeti konuştun. NasılI ki
Cenab-ı Hak ziraatı tohumsuz ve tohumu ziraatsız ilk anda yaratmaya kadir ise,
tohumsuz bir ziraatı da her an kılmaya kadirdir. Fakat ey Meryem! Bana haber
ver. Ağaç susuz ve yağmursuz biter mi?»
Meryem:
— Ey Yusuf! Bilmez
misin, tohumun ve ziraatın, suyun, yağmurun, ağacın bir tek halikı, (yaratanı)
vardır. Yoksa sen su, yağmur olmazsa o Yaradan ağacı bitirmeye kadir değil mi
diyorsun?
Yusuf:
— Allah'a böyle demekten sığmıyorum. Sen doğru
söyledin. Bana haber ver: Acaba erkek olmaksızın çocuk olur mu?
Meryem:
— Evet, olur.
Yusuf:
— O nasıl olur?
Meryem:
— Bilmez misin Cenab-ı Hak Adem ile Havva'yı
gebelik olmaksızın, kadın olmaksızın, erkek olmaksızın yaratmıştır.
Yusuf:
— Bana kendi hakkında haber ver, senin bu
hamlin nereden?
Meryem:
— Allah bana kendisinden gelen bir kelimeyi
müjdeledi. O gelenin ismi Meryem oğlu Mesih İsa'dır. Ve âyeti «O salihlerden
bir peygamberdir» cümlesine kadar okudu. Yusuf anladı ki, bu, Cenab-ı Haktan
gelen bir emirdir. Meryem hakkında irade etmiş olduğu hayrdan dolayı bu emri
vermiştir. Bundan sonra Meryem hakkında konuşmadı ve sustu. Bu durum Meryem
doğum sancılarını çekinceye kadar devam etti. O anda Cenab-ı Hak tarafından
Meryem'e «Mihrabtan çık» nidası geldi.»
Bu eser
Israiliyyattandır. Zaten Yahudiler katında Yusuf Necar diye bir Yusuf Hz.
Meryem'in sözlüsü olarak gösterilmektedir. Oysa Kur*an ve sünnet Meryem'in
sahasını böyle şeylerden uzak tutmaktadırlar. Garib olan şudur ki İmam Suyuti
bu îsrailiyatı «Ed Durrul Mansur» adlı tefsirinde iki kez naklediyor ve
herhangi bir yorumda ve herhangi bir izahta bulunmuyor.
îbn Cerir ve İbn ul
Munzir İbrahim tankıyla rivayet ettiler:
«mesih» sıddık
demektir.
İbn Cerir, Said
tarikıyla rivayet ediyor:
isa'ya mesih denilmiş,
çünkü o bereketle meshedilmiştir (sıvazlanmıştır.)
îbn Ebi Hatim, Yahya
bin Abdurrahman es Sakafi'den rivayet ediyor:
İsa seyyah idi. Onun
için ona mesih ismi. verildi. Akşam bir yerde sabah başka bir yerdeydi
Refoluncaya kadar da evlenmedi.
[37]
O Allah'ın kulu ve
Resulüdür. Meryem'in rahmine ilka edilmiş ilâhî bir kelimedir. Ve Allah'tan
gelen bir ruhtur. İsrailoğullarından en son gelen peygamberdir. Nitekim bütün
insanların en son gelen peygamberi Hz. Muhammed olduğu gibi. İsa (A.S.)'nm
Kur'an'daki adı «el-mesih» deyimiyle geçmektedir. Bu, İsa'nın lâkabıdır. Bazen
de İsa lafzıyla kullanılmıştır. Bu da onun özel ismidir. İbranice Yeşu'-dur ismi.
Yani Muhlis (Kurtarıcı) demektir. Bu işarettir ki, o, onların birçok
günahlarından ve dalâletlerinden halas olmalarına sebeb olmuştur. Bazan da
Kur'an'da ibn meryem künyesiyle zikredilmiştir.
Hz. İsa'nın bahsi
Kur'an'in onüç sûresinde, (33) otuz üç âyette geç mektedir. Otuz üç sene
yaşamasına belki de işaret vardır.
[38]
Hristiyanlar Hz.
İsa'nın nesebini zikrettikleri zaman Yusuf er Neccar'm nesebini zikretmiş
oluyorlar. Çünkü onlar Hz. İsa'ya Yusui Neccar'ın oğlu yesu diye çağlıyorlardı.
Yusuf-i Neecar'a gelince, daha Önce de belirttiğimiz gibi o Yahudi
delikanlılarından salih bir delikanlı idi. Meryem'in kavmindendi.
lüka el isahah-Evvelin
2. fıkrasında diyor ki: Bu Yusuf i Nec-car, Davud'un ailesindendi. Meryem mesih
ile hamile kalmazdan önce onun isteklisi idi. Meryem'i hamile görünce, bu
manzara Meryem'i terketmesine onu iteledi. Çünkü kendisi salih bir kişi idi.
Fakat rüyasında böyle bir şeyi yapmamakla emrolundu. Çünkü Meryem kirlilikt ten
beri bir hatundu.
[39]
yesu' İsa, Yusuf'u
Neccar oğlu diye meşhur olarak yetişti. Bar-naba İncil'inde Hz. Meryem hamile
olduğunu hissettiği andan itibaren Yusufu Neccan kendisine a'şir yani nişanlı
arkadaş olarak edindi diyor. Bu arkadaş edinme adeti Yahudilerde ta bugüne kadar
da mevcuttur. Genç oğlan kızın ailesine gelir, kızı ister. Kızı istemesinden
itibaren arkadaş oluyorlar. Fakat aralarında karı koca muamelesi yoktur. Kâfi
bir zaman böyle devam ederler. Kız, çocuğun ahlâkına, çocuk da kızın ahlâkına
razı olurlarsa, aralarında evlilik tamamlanır. Birbirlerini beğenmezlerse,
isteme feshedilir. Herkes kendi yolunda devam eder. Fakat bütün bunlar olurken
aralarında karı koca muamelesi cereyan etmez.
Hıristiyanlar, Yusufu
Neccar'ın nesebi olan Hz. İsa Mesih'in nesebi konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Öyle bir ihtilâf ki, ona muttali olan insan mutlaka tenakuz hissediyor.
Meselâ: Matta ve Luka
bu neseb konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan başka İncil yazarlarının
hiçbirisi İsa'nın nesebini zikretme-miştir.
Matta İncil'ine göre
İsa'nın nesebi:
yaşu' bin Yusuf bin
Yakub bin Metan bin Yaazur, bin Yehud, bin Enim, bin Sadık bin Azur bin Yakin
büıYehud bin Zerba bin Şel-tain bin Yekmiya bin Yuşiya bin Emumin bir Mensa bin
Haskiya bin Ehazin, bin Yusan bin Azyan bin Yevarin bin Beuşafid bin Asya bin
Ebya bin Yahiam bin Süleyman bin Davud bin Yesa bin Hubeyd bin Buaz bin Selnun
bin Nahşun bin Aminadat bin Aram bin Hasrun bin Faris bin Yehuda bin Yakub bin
İshak bin İbrahim'dir.
Meşinin Luka
İncil'indeki nesebi:
yesu' bin Yusuf, Necar
bin Hâli, bin Lavi, bin Melka bin Yena bin Yusuf bin Metafiya bin Amus bin
Nahun bin Hasli bin Necai bin Mas bin Metafiya bin Şem'i bin Yusuf bin Yehuda
bin Yuhanna bin Rifa bin Zerba bin ... şeytain bin Nuri bin Mevta bin Ebi bin
Husam bin Elmevadin bin İyr bin Yusa bin Yeazir bin Yurİm bin Mutefenna bin
Laus bin Şemun bin Yehuda bin Yusuf bin Yunan bin Elyakin bin Milyan bin Nasa
bin Davud bin Yesa bin TJbid bin Buİz bin Selmun bin Nahşun bin Aminadat bin
Aram bin Hasrun bin Faris bin Yehuda bin Yakub bin îshak bin İbrahim'dir.
Bu iki neseb cetvelini
karşılaştırdığımızda görüyoruz ki, Matta «Yakubun oğlu Yusuf», Luka ise
«Halinin oğlu Yusuf» diyor. Matta «Mesih, Süleyman bin Davud'un evlâdındandır»,
Luka «o Nasa bin Davud'un evlâdındandır» diyor. Mata «Meşinin babaları
Davud'dan Babil sürgününe kadar meşhur sultanlardır», Luka ise ona muhalefet
ederek «onlar ne sultanlar ne de meşhur değiller. Ancak Davud ve Nasa şöhrete
kavuşmuşlardır» diyor. Mata «Şeltail Yekniyanm oğludur» diyor. Luka «Şeltail
Şifinin oğludur» diyor. Meta «Zerbabilin oğlu Ebi Hud»dur diyor. Luka «Risadır»
diyor. Halbuki Zerbabilin oğullarının isimleri on üçüncü İshahın birinci
safnnda günlerin haberlerinde yazılıdır. Onlann aralarında ne Ebi Hud var, ne
de Risa. Mata «Davud ile Mesih arasında onaltı kuşak vardır» diyor. Luka
«onlann aralarında kırkbir kuşak vardır» diyor. Bu birbirlerini nakzeden,
birbirine muhalif düşen rivayetlerdir. Ve kalbe gelir ki bunlar tahkiksiz
yazarlardır. Bunların aralarını bulmak için sarfedilen bütün mesailer neticesiz
kalmıştır.
[40]
Meryem (A-S.)'e
gelince, Kur'ari-i Kerİm'de onbir defa
zikredil-mistir. Al-i İmran sûresinin (26, 42-44.) âyetlerinde. Meryem
sûresinin (16, 27.) âyetlerinde, El Müminûn sûresinde (50.) âyette, Ez Zuh-ruf
sûresinde (57.), Tahrim sûresinde (12.), En Nisa sûresinin (156.) âyetlerinde
zikredilmiştir. Bazan da özel ismi olan Meryem'in gayri-siyle zikredilmiştir.
Meselâ: «O kadın ki, cinsiyet organını zinadan korudu» âyetinde işaretle
zikredildiği gibi. Mesih'in kıssası
Kur'an'da müteaddid yerlerde zikredilmiştir. Onların bir kısmı bu âlemde cereyan
etmiş bir kısmının da kıyamet gününde olması beklenmektedir. Hz. Meryem, oğlu
İsa'dan önce vücuda geldiğinde onun varlığı ve onun durumu İsa'nın vücudunu
haber veriyordu. Ve İsa'dan (A.S.) vaki olacak ilahî hizmetlerin birer habercisi idi. Öyleyse biz Meryem'in kıssasını ve
durumlarını İsa'nın kıssalarından önce zikredelim.
[41]
İmran, İsrail âlimleri
arasında büyük bir zattı. Hanımı gebe kaldı. Hamlindekini azad ederek mabedin
hizmetine vermeyi adadı. Doğurduğu zaman baktı ki kızdır. Allah'ın mabedinde
hizmet etmek için erkek bekliyordu. Özür diler gibi ve üzüntü duyarak Cenab-ı
Hakka yönelip şöyle dedi;
«Yarab! Onu dişi
olarak doğurdum.»
«Allah onun ne
doğurduğunu ondan daha iyi bilirdi. Erkek dişi gibi değildir. Ona Meryem adını
verdi. Onu ve zürriyetini kovulmuş şeytanın şerrinden sana sığındırıyorum.»
Fakat Cenab-ı Hak, o
doğan yavruyu güzel bir şekilde kabul etti ve güzel bir şekilde onu yetiştirdi.
Zahir şudur ki İmran, kızı daha küçük iken vefat etti. Kızı kendisini besleyene
muhtaç oldu. Annesi onu mabed bakıcılarına getirdiğinde kimin onu besleyeceği
konusunda ihtilâf ettiler. Ve böylece kur'a çektiler. Böylece onun terbiyesini
Yahya'nın babası Zekeriyya (A.S.) üstelendi.
Zekeriyya Meryem'in
teyzesinin kocası idi. Meryem'e baktığı esnada onun yanında Allah'tan gelen
rızık görüyordu. Halbuki o mevsimde öyle rızıkîar insanların yanında yoktu:
«Ey Meryem! Bu sana
nerden gelmiştir?»
O da:
«Allah'ın katındandır.
Şüphesiz Allah dilediğini hesapsız nzıklan-dınr» diye cevab veriyordu. Melekler
Meryem'e gelip Allah'ın kendisini seçmiş olduğunu, duasını kabul ettiğini,
kendisini pisliklerden arındırdığını haber verir ve onu ibadete, Allah'a
kulluk yapmağa var kuvvetleriyle teşvik ederlerdi. İşte Meryem böylece
tertemiz, kötülüklerden uzak bir çevrede yetişti.
Meryem bu tertemizlik
içinde yetişirken, Allah'ın inayeti her taraftan kendisini kapsarken, kadınlık
çağma geldiğinde tek başına, halvette bulunduğu bir anda Cebrail (A.S.)
kendisine göründü. Cenab-ı Hak Cebrail'i bir genç adam suretinde ona gönderdi.
Meryem titremeğe başladı. Kendisine kötülük yapacağını zannetti. «Senden
Allah'a sığınıyorum» dedi. «Eğer sen muttaki olsaydın burada olmazdın» diye
ilâve etti. Cebrail (A.S.) ona, kendisinin Allah katından geldiğini haber
verdi. Ona zeki bir çocuk hibe etmek için geldiğini söyledi. Meryem hayrete
düştü. Kendisinin nasıl çocuğu olabilirdi? Kimse ona dokunmamıştı. Cebrail (A.S.)
Meryem'e durumu kolaylaştırdı. Meseleyi Allah'ın kudretine havale etti: «Allah
o mabuddur ki hiçbirşey-den aciz değildir.» Meryem'in entarisinin yakasına
üfürdü. Ve hemen hamile kalıverdi.
Bazı âyetlerde Cenab-ı
Hak, Meryem'e gelen «ruh»'u «Melekler» deyimiyle ifade buyurmuştur. Burada
çoğul kastedilmemiştir. Kastedilen şey Meryem'le konuşan meleklerin cinsinden
olan birisidir. Çünkü âyet «O dedi ki, böylece Babbin emretmiştir» şeklinde
müfred (tekil) olarak gelmektedir. Ona haber verilenlerin arasında «Senin oğlunun
adı, Meryem oğlu Mesih İsa'dır. Bu hem dünyada, hem ahirette baş ve şerefli
olacaktır. Allah'a yaklaştırılmış kimselerden olacaktır. Hem beşikte iken hem
de yetişkin halinde halkla konuşacaktır.» Bu işaret eder ki, beşikte konuşması
ancak yetişkin bir insanın konuşmasına benzer bir konuşmadır. Allah ona kitab,
hikmet ve Tevrat'ı öğretecektir. Ona İncil'i (yani müjdeyi) verecektir. O,
Allah'ın kudretine dair halk için bir mucize olacak ve kullar için Allah'tan
gelen bir rahmet olacaktır. Çünkü Cenab-ı Hak onun vasıtasıyla kurtuluş yolunu
kullarına ihsan edecektir. Zira Yahudilerin hepsi materyalist olmuştu,
Allah'ın hududlanna tecavüz etmişlerdi ve kitabını gözetmiyorlardı. Onun
haramını helâl, helâlini haram kılmışlardı.
İşte İsa onları hidayet etmek ve sapıklıktan çevirmek için gelmişti. mesih
kelimesi ibranice «peygamber» ve «kral» manâsına geliyor. Ayetten maksat «O
İsrailoğullanna kral olacaktır» demek değildir. Belki o senin evlâdına vermiş
olduğun isim gibi Allah tarafından İsa'ya verilen bir isimdir. Veya Sultan veya
Emir manâsına geliyordu. Bazan âyetten maksat, o* ahlâk, fazilet, rahmet ve
saltanatıyla gelecektir ve bunlara da baş olacaktır şeklindedir.
bernaba İncil'inin
birinci faslında nassı şöyle olan bir âyet vardır:
«Cenab-ı Hak, son
günlerde Melek Cebrail'i, Davud'un neslinden, Yehuda'nın torunlarından olan ve
Meryem denilen bir bakireye gönderdi. Bu bakire ki, temizin bütün manasıyla
yaşamakta ve günahın hepsinden uzak durmakta, kınanmaya vesile olabilecek
herşeyden münezzeh bulunmakta, oruçla beraber namaza devam etmekte idi. O tek
başına bir gün dururken Melek Cebrail (A.S.) odasına girdi. Ona:
«Allah seninle beraber
olsun ey Meryem!» diye selâm verdi. Bakire Meryem meleğin görünmesinden ürktü.
Fakat Melek:
«Ey Meryem! Korkma!
Çünkü sen Allah katından bir nimete nail oldun ve Allah seni seçti ki, sen
İsrail milletine gönderilen bir peygamberin annesi olasın. Onlarda ö peygamber
vasıtasıyla ihlasla getirdiği şeriatlarına devam etsin» diye onu teşyi etti.
Bakire, Melekten sordu:
«Ben nasıl çocuk
doğururum? Ben bir kişi tanımıyorum ki?»
Melek cevap verdi:
«Şüphesiz ki insanı
insansız olarak yaratan Allah senin rahminden de nişansız olarak bir insan
yaratmaya kadirdir. Çünkü onun katında muhal diye birşey yoktur.»
Meryem cevab verdi:
«Ben Allah'ın kadir
olduğunu biliyorum. Onun meşiyet ve isteği olsun.»
Melek:
«Ona yesu ismini
vereceğim peygamber ile hamile ol. Onu içkiden, sarhoşluk veren her maddeden,
necis etten muhafaza et. Çünkü o çocuk Cenab-ı Hakkın mukaddes kıldığı bir
kuludur.»
Meryem bir zaman
meyledip durdu. Sonra:
«İşte ben Allah'ın
kuluyum senin dediğinin şekli olsun» dedi.
[42]
Luka'nın «O en yücenin
oğlu diye çağrılıyor. Senden doğan çocuk
Allah'ın oğlu diye
çağrılıyor. Allah babası Davud'un
kürsüsünü ona
verecektir» sözlerine
gelince, bu ibareler sadece Luka tarafından nakledilmiştir. İncil
yazarlarından hiçbiri, Luka'dan başka, bu ibareleri nakletmemişlerdir. Acaba ne
İsa'nın tilmizi olan ne de oniki havariden birisi olan Luka'ya niçin bu ilham
verilir de Hz. İsa'nın halini gören ve onun durumunu bilen eshabı da dahil
diğerlerine niçin verilmemiştir? Belki Luka bilahere dine girmiş, İsa'yı
görmemiş; ve İsa ile konuşmamış, Pavlus'un talebesi olmuştur. Bu ibareler ancak
İsa'nın durumunu süslü göstermek, halkı ona tazim etmeye teşvik etmek için Luka
tarafından uydurulmuştur. Oysa Mesih İsa hiç te bu uydurmasyon öğmelere muhtaç
değildir.
«El Farık Beynel
Mahlûk ve'1-Halik» adlı kitabında müellif «Ma-bud, ona, babası Davud'un
kürsisinî verecek» cümlesine tânedecek iki
güzel yorum
getirmiştir:
1- İsa
Yavakin'in evlâdındandır. Yani Meryem o soydan gelmiştir. Davud'un kürsisine
oturmaya elverişli değildir Çünkü Barih'in peygamber Ermiya'nm ağzından yazmış
olduğu sahife yakıldığında vahyi
Ermiya'nın yanma indi. Nitekim Ermiya'mn kitabının (36.) sa-hifesinde (30.)
âyette şunu görüyorsun:
Rab böyle dedi: Yehuda
padişahı Yevakinin zıddına ondan Davud'un
kürsisine oturan birisi olmayacaktır.
2- İkinci
yorum, Mesih Davud'un kürsisine oturmamakla beraber Hristiyanlarm iddia
ettikleri gibi onun öldürülmesi, hiyanet ettiği için Yahudilere teslim edilmesi
emredildi. Hristiyanların iddiasına göre onlar yaptıklarını yaptıktan sonra
onu salbettiler.
Bu yorumlarla beraber
Yuhanna İncil'inin 6. faslından anlaşılıyor ki onu başlarına kral tayin etmek
isteyen kavminden o kaçtı. O Cenab-ı Hakkın Cebrail (A.S.) vasıtasıyla onun
doğumundan önce bakire annesine vermiş olduğu müjdeden dolaya emredilir de
kaçarsa bu tasavvur edilemez. Malumdur ki Yakub'un hanedanından gelenler daimi
değil bir saat için de olsa kral olamaz. Luka'nın «En yücenin oğlu diye
çağrılın) cümlesine gelince, bu cümle Zekeriyya'nın oğlu Yuhanna yani Yahya
hakkında «Sen ey çocuk, en yücenin peygamberisin» sözünden alınmış ve tahrif
edilmiştir. İsâ hakkında Luka onu melek diliyle «Sen en yücenin oğlusun»
şeklinde vermiştir. «Ta ki, Mesih, mabud oğlu mabuddur» vehmini insanlara
versin.
[43]
Meryem meleğin eteğine
üflemesiyle İsa'ya gebe kaldı. Tabiidir ki onu doğuruncaya kadar gebeliğin
bütün fasıllarını geçirdi. Kur*an-ı Kerim bu fasıllardan herhangi bir haber
vermiyor. Beyzavi «Onun hami müddeti yedi aydır» diyor. Bazıları bir sene,
bazıları sekiz aydır. Fakat sekiz ayda doğup dünyaya gelen hiçbir çocuk,
İsa'dan başka yaşamamıştır» diyor.
[44] Bazıları,
bir saattir demişler. Yani onunla gebe kalır kalmaz doğum yaptı şeklinde zaif
bir görüş te vardır. Bütün bu görüşler zoraki tevillerdir. Çünkü İsa (A.S.)'mn
hamideki oluşması acaib olduğu için hami müddetinde de onu göstermeye çalışmışlardır.
Oysa elimizde hami müddetinde acaibliği tesbit edecek herhangi bir vesika
yoktur. Öyleyse tabii emre yani, adetin cereyan ettiği emre hamletmek
daha" güzeldir.[45]
Abdulvahab
en-Neccar'ın «Kİsas-ı Enbiya»smm dip notlarında şu garib hadise
nakledilmektedir:
Mısır'ın meşhur el
Ahram gazetesi 1939 yılı 9 Mayıs tarihinde «Beş yaşında bir anne» başlığı
altında şu hadiseyi neşretti:
Ondört mayıs 1939
tarihinde Cenubi Amerika'da Peru'nun başkenti Lima'da doğum hastanesinde Lİna
Medina adlı beş yaşında ve kızıl hindlilerden olan bir çocuk ağırlığı altı
kg.'a varan ve çok sıhhatli bir bebek doğurmuştur. Sezeryanla doğum yaptırmaya
mecbur kalan doktor küçük annenin karnını deşmek suretiyle çocuğu almıştır. Bebek
annesinin beş yaşında olmasını tasdik eden, daha annenin süt dişlerinin
değişmemiş olmasıdır.»
Meryem'in doğum
yapması gelip çatınca bir hurma ağacının altına gitmeye mecbur kaldı. Orada beytullehım
denilen yerde bir hurma ağacının altına gitti. Burası Beytulmakdis'e birkaç km.
uzakta olan bir yerdir.
El Beyzavi «Doğum
mevsimi kış zamanına tesadüf etti.
Hurma ağacı kupkuru idi. O ağacın altına gelmesinin iki nedeni vardı.
Birisi halkın gözünden uzak olmak, ikincisi ağaca doğum anında tutunmaktı.
İşte orada Meryem bin hesabı hesapladı. Halkın kendisi için ne diyeceklerini
ve kendisine nasıl zina
iftirasını yakıştıracağını hesab
ederek «Keşke ben bundan evvel ölmüş olsaydım» ve «Keşke ben unu* tulmuş
olsaydım» diyordu. İşte o anda onun altından bir ses geldi: «Üzülme! Rabbin
senin altında bir nehir kılı vermiştir.» Bu sesin sahibi Cebrail'di. Meryem'in bulunduğu yerden daha aşağılarda
bir yerde bulunuyordu.
Bazıları «Bu sesin
sahibi İsa idi» diyorlar. «Hurma ağacının dalını kendine doğru çek. Senin
üzerine biçilmiş ve yaş hurma düşecektir. Ye, iç. Gözün aydın olsun.»
Cenab-ı Hak bununla
Meryem'in korkusunu gidermek istedi. Ve istedi ki, Meryem bu kuru ağaçtan yaş
meyveyi icad eden, kış mevsiminde bunu meydana getiren, bu dağın tepesinde
onun altında nehir akıtan, ondan kınayanların kınamasını, müfterilerin
iftirasını uzaklaştırmaya kadir olduğunu bilsin... Böylece Cenab-ı Hak «Ye,
iç. Gözün aydın olsun. Onların sözleri seni üzmesin. Beşerden herhangi bir
kimseyi gördüğünde de ki 'Ben Rahman için konuşmaktan sükût etmeyi adadım.
Bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.»
İşte o anda Cenab-ı
Hak onun zinadan beri olduğuna dair burhanı bizzat icad etti.
Burada bir sual
kalıyor: Meryem'in iç gömleğinin yakasına üfüren meleğin üfürmesiyle îsâ nasıl
doğar? Biz hiçbir insanı görmeyiz ki, bir erkekle bir kadının birleşmesinden
hariç bir şeyle meydana gelsin. Bunun cevabı şudur: Bu gebeliğin emri acaib
olarak gelmiştir. Allah'ın kudretine delil olarak gelmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak
kadını (Meryem'i) kendisine başka bir insanın dokunması olmaksızın doğurur kılmıştır.
Bu, Cenab-ı Hakkın gökler ve yerleri, gökler ve yerlerde olan acaiblikleri
yaratmasından daha garip değildir. Belki bir insanın bir erkek ve dişinin cinsî
ilişkisinden sonra meydana gelmesinden de daha garip değildir. Hayvanın
yaratılmasından, çeşitli devrelerden geçirilmesinden, ceninin çeşitli
devrelerden geçirilmesinden de daha garip değildir. Bütün bunlar lisan-ı hal
ile Cenab-ı Hakkın hakim, alim, kadir olduğunu ilân ederler.
Cenab-ı Hak Kur'an-ı
Keriminde «Biz Meryem'in oğlu ile onun annesi Meryem'i birer mucize kıldık»
diyor. Eğer itiraz eden, Allah'ın âyetine îman edip, Cenab-ı Hak, peygamberleri
ve başkaları için aca-ibleri yaratır imanına sahib ise mesele kolaydır. Eğer
Allah'ın âyetlerini ve Cenab-ı Hakkın kadir ve hakîm olan bir mabud olduğunu
kabul ve ikrar etmiyorsa, ona cevabımız şudur:
«Bu, Adem'i (A.S.)
annesiz ve babasız yaratan Allah'ın sun'udur. Adem'i (A.S.) bu şekilde yaratan
Allah'a (C.C.) annesi olup babası olmayan İsa'yı (A.S.) yaratmak kolay gelir.
Bu, Cenab-ı Hakkın sun'u ilahisidir. Sünnetin cereyanı hilafına tecelli etti.
Bazen kadın maymun doğuruyor. Oysa cinsleri bir değildir. Bazen deve doğurur.
Başka şey doğurur. Bu her an olağan işlerdir. Günlük mevkuteler ve gazeteler,
bize bunu haber vermektedirler. Aklen mümkündür ki, başka kadınların adetine
muhalif olarak Meryem İsa'yı doğurmuş olsun. O da babası olmadığı halde anne
sahibi olsun. Nitekim Adem (A.S.) babasız ve anasız gelmiştir. Nitekim Cenab-ı
Hak:
«İsa'nın meselesi Allah
katında Adem meselesi gibidir. Allah Adem'i topraktan yarattı. Sonra ona ol
dedi. O da oluverdi.» (Ali-îm-ran: 59) buyuruyor. Çünkü kadınların adeti
genellikle böyle değildir. Acaba bir erkekle temas olmaksızın doğuran bir
kadının durumu şu gökler âleminin durumundan daha mı acaibtir? Seyyar ve sabit
yıldızlan halketmekten daha mı hayret vericidir? Her yıldızın kendi
yörüngesinde muntazam bir şekilde yeknesak bir kanunla yürümesinden daha mı
acaibtir? Her birisinin arz âleminde bir özelliği vardır ki başkasında yoktur.
Böyle olmasından daha mı acaibtir? Hiçbirisi diğeriyle çarpışmaz. Hiçbirisinin
deveranı diğerinin deveranını iptal etmez. Hiçbirisinin işi diğerine mani
olmaz. Bu yıldızların bazılarının ışığı bize ışık seneleriyle milyonlarca
senede ancak varabilir. İlmin bu evrende keşfetmiş olduğu acaibliklerden daha
ma acaibtir bu?
İkinci sual, Mesih
İsa'yı doğurduğu zaman Meryem'in kaç yaşında olduğudur. Beyzavî Tefsirinde «On
üç yaşında olduğunu», bazıları da, on yaşında olduğunu ve hamile kalmazdan önce
iki defa hayz görmüş olduğunu söylüyor. Fakat, Meryem doğuracak dereceye
gelmişti diyerek kesmek kâfi gelir.
Üçüncü sual: Hurma
dalının sallanmasmdaki hikmet neydi?
Niçin Cenab-ı Hak onun
doğumu halinde ona yaş meyveleri rızık olarak verdi?
Cevab şudur:
O anda Meryem'in
durumuna ihtimam gösterecek bir kimse yoktu. Kendisi lohusa halinde olduğundan
kendi nefsine yemek hazırlamağa da gücü yetmiyordu. Nifaslı bir kadına
hazırlanan yemeklerden de uzaktı. Bir de yaş hurma tatlı bir yemektir.
Herhangi bir işleme muhtaç da değildir. Cenab-ı Hak şefkat olsun diye Meryem'e
bunu vermiştir. Beyzavi tefsirinde «yaş hurma nifaslı kadınların yemeğidir,
onların mizacına uygundur» diyor. Yani doğuran bir kadının mizacına en uygun
yemek budur, diyor.
Yine Beyzavi «Bu
hurma, kuru bir hurma ağacı idi, ne başında tomurcuklar vardı, ne de meyvesi.
Vakit kıştı. Meryem onu sallarken Cenab-ı Hak onda tomurcuklar icad etti.
Tomurcukların içinde hurma salkımları vardı. İçindeki mucizelerden dolayı
Meryem'in sahasını pisliklerden beri olmasına delâlet ettiği için Allah
bununla Meryem'e teselli verdi. Onun gibi bu kerametlere sahib olandan
fahişelerin sadir olması düşünülemez...»
Beyzavi'nin bu
tevilleri Allah'ın kudreti ilâhisinden uzak değildir. Kudreti ilâhi bunu
yaptırabilir. Mucizeler de sabittir. Fakat mucizeler hususunda delilsiz israf
etmenin uygun olmadığı da ortadadır. Beyza-vi'nin söylemiş olduğu bu miktar
Kur'an'da varid olandan fazladır. Kur'an'dan başka tahrif olunmamış diğer
semavî kitablarda varid olandan da fazladır. Böyle konularda dikkatli olmak
gerektir. Biz deriz ki: «O, meyveli bir hurma idi.»
Abdulvahhabı Neccar
«Kısası Enbiya»smda bunlan söyledikten sonra şöyle devam ediyor:
Ben derim ki,
Meryem'in Mesih'i doğurduğu zamanda Beytullahm'-de hurmanın varlığı pek
nadirdir. Beytüllahm'de Mesih'in doğum yerinde bina edilen bir kilisede taşın
oyulduğu bir yeri gördüm. Belki de bu oyulmuş yer Meryem'in yanında doğum
yaptığı hurmanın bitim merkezi idi. Orada koyunların ağılı vardı. O ağıl ki
doğumdan sonra Hz. Meryem, Hz. İsa'yı oraya bıraktı. Çünkü Meryem'in bir evi
yoktu ki oraya gitsin. Koyunları otlamaya götüren çobanların çardağına girdi.
Orada şehrin kenarında çoban deresi denilen derin bir dere de vardı. Vadide
mevcuttu.
Meryem'in
Beytüllahm'de bulunmasının sebebi ^uydu: O zamandaki hakim (idareci), halkın
nüfusunun sayılmasını, onların defterlere geçirilmesini emretti. Meryem
beraberinde sözlüsü Yusuf'u Neccar olduğu halde sayım defterine geçirilmek
üzere Beytüllahnı'e gelmiş bulunuyordu, îşte mucize olan doğum orada oldu.
Nehre gelince, orada nehir yoktu. Umulur ki mucize olarak Meryem'in doğum
zamanında Cenab-ı Hak gür akan bir çeşmeyi icad etmiştir. O da bir zaman devam
ettikten sonra kaybolmuştur.
încil sahihleri
Meryem'in İsa (A.S.) ile gebe kaldığından Matta ve Luka hariç
bahsetmemektedirler. Matta'nm ibaresi kısadır. bab bir, âyet 18 ve takib eden
diğer âyetlerde olduğu gibi: îsâ Mesih'in doğumuna gelince, o şöyle oldu:
Yüsrtfun sözlüsü olan Meryem Yusuf'la bir araya gelmezden önce RuhuHaıd ustan
gebe kaldı. Onun sözlüsü Yusuf salih bir insandı. Bunun rusvay olmasını
istemedi. Gizlice bunu boşamak, niyetinde idi. O bu emirleri düşünürken o
zamanda Rabbin Meleği rüya âleminde ona göründü. Şöyle diyordu:
— Ey Davudunoğlu
Yusuf! Sakın hanımın Meryem'i tutmaktan korkma. Çünkü Meryem'in rahminde
bulunan ruhulkuds'tendir. O bir oğul doğuracaktır. Ona Yesu (veya İsa) ismi
verilecektir. Çünkü o oğul milletini hatalardan kurtaracaktır.»
Luka'nın ibaresi (bab
bir, âyet 26) «Altıncı ayda (yani Zekeriy-ya'nın hanımı Elizabeth'in gebe
kalışının altıncı ayında) Allah tarafından Melek Cebrail, cehlinde Naşire
isimli şehirde, Davud'un hanesinden olup ismi Yusuf olan bir kişinin sözlüsü
bulunan bakireye gönderilmişti. Bakirenin İsmi Meryem'di. Melek onun bulunduğu
yere girdi:
«Ey kendisine nimet
edilen! Selâm sana olsun. Rab seninledir. Sen kadınlar arasında mübareksin»
dedi. Bakire, Meleği gördüğü zaman onun bu sözlerinden çok şaşırarak titredi.
Bu selâmın neticesinin ne olduğunu da düşündü. Melek ona:
«Ey Meryem! Korkma.
Çünkü sen Allah katında bir nimet olarak var oldun. İşte sen gebe kalarak bir
çocuk doğuracaksın. Onun adı Yesu'dur. Bu da büyük olacaktır.»
Bunlan söyledikten
sonra Luka, Kur'an'a muhalif olarak Hz. İsa'nın kıssasını arzetmeye devam
eder,
[46]
Başlığı altında
Bernaba İncil'inin ikinci Paslında şunlar gelmiştir.
«Meryem'e gelince, o
Cenab-ı Hakkın meşiyetini bilirdi. İsrail-oğullannın kendisinden öfkelenmesinden
korkardı. Çünkü gebe idi. Sanki o zina işlemiş gibi. Onu recmedeceklerdi. O
kendi aşiretinden, iyi siretli, ahlâkı doğru ve mazbut, adı Yusuf olan bir zatı
nişanlı edinmişti. Çünkü Yusuf salih bir insandı. Allah'tan korkardı. Oruçla,
namazla Allah'a yaklaşmaya çalışırdı. El emeğiyle geçinirdi. Çünkü kendisi
marangozda İşte Bakirenin tanıdığı kişi bu idi. İstekli olarak bunu kendisine
edinmişti. Ve bu ilâhî ilham ile kendisine keşfolunmus,-tu. Yusuf salih bir
kişi olduğundan dolayı Meryem'i gebe halinde gördüğünde onu o yerden
uzaklaştırmaya azmetti. Çünkü o Allah'tan korkuyordu. Yusuf uykuda iken
Allah'ın Meleği ona göründü ve:
«Niçin hanımın olacak
Meryem'i uzaklaştırmak istiyorsun?» diye-
rek kınadı. Bil ki
onun karnında bulunan ancak Allah'ın meşiyetiyle olmuştur. O bakire, bir erkek
doğuracaktır. Ona YASU ismini vereceksiniz. Bakire o oğuldan içkiyi, sarhoşluk
vericiyi ve her necis olan eti uzak tutacaktır. Çünkü o annesinin rahminden
gelen Allah'ın takdis ettiğidir. O Allah'tan gelen bir peygamberdir. îsrail
şa'bma gönderilmiştir. Ta ki Yehuda'yı kalbine dönüştürsün, tsrailoğullannı
Rabbi-nin şeriatına soksun. Musa'nın namusunda (Tevrat'ta) yazıldığı gibi
yapsın. O Allah'ın kendisine vermiş olduğu büyük bir kudret getirecektir. O
birçok kimsenin kurtuluşuna vesile olacak büyük mucizeler getirecektir.»
Yusuf uykudan uyanınca
Allah'a şükretti. Meryem'le beraber bütün hayatı boyunca kaldı. Büyük bir
ihlasla Allah'a hizmet etti.»
îşte İncil'lerde gelen
budur. Bu Kur'an-ı Kerim'deki Meryem kıssalarına muhalefet etmemektedir. Ancak
burada Yusufu Neccar hikâyesi arttırılmıştır. Bu ise Kur'an'da sükûtla
geçiştirilmiştir. Biz bunu ne tasdik ederiz, ne de tekzib... Bunu irad etmek
sıhhatlidir. Daha önce Yahudilerde, bir kız için isteklinin (Filortün) seçilmesi
adetinin mevcud olduğunu söyledik. Mühim olan Hz. İsa'nın babasız, sadece Allah'ın
Kudretiyle bir bakire kızın rahminde oluşması, Meryem'in zinadan beri
olmasıdır...
[47]
Meryem'in sahasının
kirliliklerden beri olduğu hakkındaki bilgisi kalbini mutmain kılacak kıratta
değildi. Vesveseler onu tuttu. Halkın onun için diyeceklerini- bin defa ölçüp
tartıyordu. Doğum sancılan geldiğinde vesveseler daha da arttı. Halkın ona
atfedecekleri kelimeyi gözlerinin önüne getirdi. Cenab-ı Hakkın şu âyette
belirttiğini kalbinden geçirdi:
«Nihayet Cebrail'in
üfürniesiyle Meryem İsa'ya gebe kaldı ve bununla uzak bir yere çekildi. Sonra
doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaya götürdü. 'Ah! Ne olaydım, bundan
önce öleydim de unutulmuş gitmiş olaydım' dedi. Meryem'e aşağı tarafından şöyle
çağrıldı:
— Sakın üzülme! Rabbin
senin alt yanında bir su arkı yarattı, hurmalar dökülsün. Artık ye, iç. Gözün
aydın olsun. Eğer insanlardan Hurmanın da dalını kendine doğru silkele. Üzerine
devrilmiş taze birini görürsen 'Ben Rahman'a bir oruç (susmak) adadım. Onun
için bugün hiç kimseyle asla söz söylemiyeceğim* de.»
(Meryem 22, ;23, 24,
25, 26).
Fakat Meryem kendisini
kınayacak ve kendisine tân edecek kimselere verilecek cevabı irade ediyordu. İşte
o çağıran bunun üzerine Meryem'e muallim ve mürşid olarak şunları söyledi:
«Eğer insanlardan
birini görürsen 'Ben Allah'a susmak hususunda söz verdim. Adadım ki kimseyle
konuşmayayım. Onun için bugün hiç kimseyle asla söz söylemiyeceğim' de.»
(Enbiya: 26).
O devirde bugün
Hindistan'da olduğu gibi konuşmamak ta bir çeşit ibadet idi. Bazı kimseler
haftanın bir günü konuşmaktan susarak, konuşmamak suretiyle oruç tutarlardı.
Meryem elinde, kucağında oğlu İsa (A.S.) olduğu halde kavmine geldiğinde bu
inen hadiseden, bu gelen büyük haberden sarsıldılar. Meryem'in tertemiz
yetişmiş olması, soy ve sopunun temiz olması, takva ile bu yaşa gelmesi, onları
daha da şaşırtıyordu. Onun bu temiz geçmişi, onlan getirmiş olduğuna ve gözle
görünen bu hadiseye karşı onu şiddetle kınamalarını gerektirdi. Şöyle dediler:
«Ey Meryem! Doğrusu
sen acaib bir şey getirdin.» Yani günahtan tiksinecek bir günah yaptın.
«Ey Harun'un
kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi Anan da iffetsiz bir kadın
değildi» (Meryem, 27-28).
Müfessirler, «Ey
Harun'un kızkardeşi» demekte ihtilâf etmişler. Bazıları «Meryem, Harun
(A.S.)'un zürriyetinden ve soyundan olduğundan dolayı ona Harun'un kız kardeşi
denilmiştir» demişlerdir. Nitekim Temim kabilesinden olan bir kimse için «Ey
Temim'in kardeşi»» Ezd kabilesinden olana «Ey Ezd kardeşi» denildiği gibi.
Bu tevil iktiza eder
ki, Meryem ve oğlu Lavi bin Yakub'un soyundan olsunlar. Fakat bunun hiçbir
kıymeti yoktur. Şöhret şudur ki, Meryem Davud'un ailesinden geliyor. Mesih'in bizzat sözü vardır:
«Babamız Davud,
şüphesiz babamız Davud.» Barnabe İncil'inde bu ibare tekrar edilmektedir. Diğer
İncil'lerde de bazı hastaların Mesih'e «Ey Davud'un oğlu! Bana merhamet et»
dediği varittir. Davud ise Ye-huda'nın torunîarındandır.
Başka tefsir âlimleri,
«Ey Harun'un kız kardeşi» sözünü Meryem'in zamanında olup fâsık olan bir
kişiye onu benzetmek mânâ-sındadır diyorlar. Nitekim bir kimseyi katillikle ve
zulümle vasıflandırmak istediğin zaman, hırsızbaşı ve bu hususta ün yapan «Ebu
Hureyşe» ye onu nisbet ediyor ve «Ey Eba Hureyş'in kardeşi» diyorsun. Bu kişi
şiddetli ve merhametsiz birçok olaya önderlik yapmış, sonunda 1302'de Tan ta
şehrinde idam edilerek öldürülmüştür. El Garbiye halkı katılıkta, zulümde,
katillikte ileri giden herkesi buna benzeterek «Ebu Hureyşenin kardeşi»
diyorlardı.
[48]
Başka müfessirler de
«Buradaki Harun, Musa (A.S.)'nm ağabey-si olan Harun değildir. Bu Meryem'in
zamanında bulunan salih bir kişiydi. Bu sözlerini Meryem'le istihza etmek
suretiyle söylediler. Çünkü onların nazarında Meryem çok kötü birşey yapmıştı.»
dediler!...
Meryem konuşmamayı
adadığı için bu sözleri dinlediğinde, beşikte bulunan oğluna işaret etti.
Onlardan istedi ki, ondan sorsunlar. Onlar Meryem'in bu işaretini daha da
garib sayarak şöyle dediler:
«Biz, beşikteki
çocukla nasıl konuşuruz?»
İsa (A.S.) onlara
mühlet vermeksizin annesinin tertemiz ve günahtan beri olmasına delâlet eden
ve şifa verici olan cevabını hemen yapıştırdı. Bu cevab ilân ederdi ki, îsâ
onlara gelen ve Allah tarafından kendilerine kitab verilen ehli ilimden
olacaktır. Ve Cenab-ı Hak onu peygamber yapacak, ona bereket ihsan edecek, o
nereye yönelirse, orada bereket olacaktır. Ve Allah'ın ona namazı, zekâtı hayat
boyunca vasiyet ettiğine delâlet etti. O annesi hakkında doğru bir evlâd olacağına,
mütevazı bir kul olacağına, mütekebbir ve şaki olmayacağına delâlet etti. İşte
onun sözü:
«Allah'ın bir mucizesi
olarak İsa dedi ki:
— Ben gerçekten
Allah'ın kuluyum. Bana kitab verdi ve benî bir peygamber yaptı. Bu tahakkuk
edecektir. Beni her nerde olsam mübarek ve, hayr öğreten kıldı. Ve hayatta
bulunduğum müddetçe bana namaz ve zekâtı emretti. Beni anneme ihsankâr kıldı.
Ve beni azgın bir zorba yapmadı. Hem doğduğum gün, hem öleceğim gün, hem diri
olarak kaldırılacağım gün selâm benim üzerimdedir.» (Meryem, 29-33).
İncil'lerde İsa'nın
(A.S.) doğumu ile ilgili olarak gelen âyetler:
Matta, İsa'nın (A.S.)
doğumunda sadece Beytillahm'de, El Yahu-diye'de, Kral Hirodes'An zamanında
doğmuş olduğunu söyleyerek kesiyor. Luka'ya gelince, o biraz daha geniş yer
veriyor ve diyor ki:
«O günlerde Kayser
Avgustus'tan bir emir çıktı: Bütün vatandaşların sayımı yapılacaktır.» Herkes
kendi şehrine gidip sayılmak ve yazılmakla mükellef tutuldu. Yusuf da El
Celile'den En Nasıra adlı şehirden el Yehudiye'ye, (yani Beytilahme) geldi.
Burası 'Beytilahm' diye bilinen ve Davud şehri idi. Çünkü Yusuf nişanlısı
Meryem'le beraber Davud'un soyundandı. Nişanlısı Meryem'le beraber yazılmak
için buraya geldi. Meryem gebe idi. Onlar burada iken Meryem'in günleri tamam
oldu. İlk oğlunu doğurdu. Sardı ve evde bir yeri olmadığı için bir yemliğe koydu.»
bernaba üçüncü fasılda
diyor ki:
— O zamanda Kayserdin
emriyle Yahudiyenin valisi Hildos idi. Bi-latis Harman ile Kayafan'ın manevi
liderlikleri zamanında hakim idi. Onlar Kayserin emriyle bütün nüfusları sayıp
yazmağa başladılar, O zaman herkes şehrine gitti. Hangi soydan ise, zatını
ispatladı ve yazılmak İstediler. Yusuf Celil'in bir şehri olan Nasira'ye bağlı
Beytilahme gebe olan hanımı ile beraber gittiler. Çünkü Beytilahm Yusuf'un
şehri idi. O Davud'un familyasındandı. Kayserin emriyle orada yazılmak
İstiyordu. Beytilahm'e vardıklarında yatacak bir yer bulamadılar. Çünkü şehir
küçüktü. Garibler yazılmak üzere çok gelmişlerdi. Şehrin haricinde çoban yatağı
olan bir evde konakladılar. Orada iken Meryem'in doğum günleri tamam oldu.
Bakire Meryem'i şiddetli bir nur kapsadı. Elemsiz olarak oğlunu doğurdu.
Bulundukları evde yer olmadığı için Onu çaputlara sardıktan ve çobanın
kulübesine bıraktıktan sonra kucağına aldı. Meleklerden büyük bir gurup sevinç
ile eve geldiler. Allah'ı teşbih eder, Allah'tan korkanlara selâm müjdesini
yayarlardı. Meryem ile Yusuf YESU'un doğumuna dair Allah'a hamdettiler. En
büyük sevinç ile onu büyütmeye koyuldular.»
Okuyucu görür ki bu
kitablarda ne hurmanın, ne de nehrin bahsi vardır. Ne de Meryem'in konuşmamayı
adaması, ne de kavminin kınaması ve ne de İsa'nın beşikte iken konuşması
vardır. Bütün bunlar Kur'an'da zikredilmiştir. O Kur*an ki, ehli kitabın bütün
kitablanna hakimdir. Ehli kitabın bu hakikatlardan sükût etmesinde herhangi bir
garabet yoktur. Evet, onların sükût etmesinde, Kur'an'm da bunları ispat
etmesinde bir garabet yok. .Çünkü Cenab-ı Hak Kur'an'ında:
«Sonra bu misaklannı sözlerini bozdukları içindir ki, biz on-lan lanetledik.
Ve kal Merini kaskatı ettik. Onlar kelimeleri yerlerinden oynatarak
değiştirir, tahrif ederler. Ve onlar emredil dikleri hakikatlardan nasib
almayı da unuttular. İçlerinden pek azı müstesna sen onlardan daima bir hainlik
farkına varıp duracaksın. Öyleyken yine onlardan suçluları bağışla ve aldırma.
Çünkü Allah iyilik edenleri sever.» (El Maide, 13).
İmkân yoktur ki,
Meryem'in gebe kalması ve doğurması Yahudiler arasında münakaşa vesilesi ve
muhakeme vasıtası olmasın. Ve akıl kabul etmez ki, onlar Meryem'in «Bu Allah'ın
fiiliyle olmuştur. Herhangi bir insanın burada bir müdahalesi yoktun» sözüyle
ikna olsunlar. Oysa İncil'ler tamamen bu hususta dut yemiş bülbüller gibi
sükût etmişlerdir. Daha önce belirttiğimiz gibi sadece, Kur'an'i Kerim bu
hadiseyi nakletmektedir. Kur'an'm ibaresinden anlaşıldığına göre onlar
Meryem'e zina isnad ettiler:
«Bir de Yahudilerin
İsa'yı inkâr etmeleri ve Meryem'e zina isna-dıyla büyük bir iftirada bulunup
aleyhinde sözleri...» (En Nisa, 56).
[49]
Yahudi şeriatında
çocuk doğumundan sekiz gün sonra sünnet edilir. Çünkü Allah (C.C.) İbrahim'e
bunu emretmiştir. Mesih'in sekiz günü tamam olduğu zaman sünnet edileli. Onun
sünneti Kur'an'da bah-sedilmemektedir. Luka İncil'inin ikinci babının 21. âyetinde
bahsedilmektedir. Sekiz günü tamam
olduğunda çocuğun sünnet çağı geldi.
Ona YE5U (İsâ) adı
verildi. Nitekim bu isim daha önce meleklerden de gelmişti. Yani annesinin
rahminde daha oluşmazdan önce...
Bernabe încili'nin 5.
faslında şunlar vardır:
«Sekiz gün tamam
olduktan sonra Rabbin şeriatına göre, Musa'nın kitabında yazıldığı gibi, çocuk
alındı. İkisi çocuğu kucakladılar. Sünnet etmek için mabede götürdüler. Çocuğu
sünnet ettiler. Ona YESU' adını verdiler. Annesi onunla gebe kalmazdan önce
melekler de bu ismi vermişlerdi...»
[50]
. Mecusüerle Yesu
hikâyesini, dört İncil'den sadece Matta ikinci babta alıyor ve Barnabe de
İncil'inde zikrediyor. O hikâyenin hülâsası şudur:
Doğuda üç mecusi ateşe tapan göklerdeki yıldızları murakabe ediyorlardı.
Onlara şiddetle parlayan bir yıldız göründü. Onlar o yıldızın yol göstermesiyle
ta Yehuda'ya yani Beytilahm'a geldiler. Bey-tilahm'e gelirken yeruşalim'e
uğradılar ve «Yehud'un kralı nerde doğdu?» diye sordular. Kral hîrodes bu sözü
işitti ve irkildi. Kâhin ve kâtibleri topladı. Onlardan Mesih'in nerde
doğacağını sordu. Onlar Beytilahm'de doğacağını söylediler. Hirodes gelen
mecusileri gizlice huzuruna çağırdı. «Niçin geldiniz?» diye sordu, onlar «Biz
doğuda bir yıldız gördük. O bizi buraya getirdi» dediler. Onlar Yehud kralına
takdim edilmek üzere hediyeler getirmişlerdi. Böylece, Hirodes, onlara
Beytilahm'e gitmeyi emretti. Ve o çocuğu araştırmalarını ve kendisine haber
vermelerini istedi. Onlar Beytilahm'e gittiler. Yıldızın onları hidayet ettiği
çocuğa secde edip hediyeleri takdim ettiler. Hirodes'tan çocuk konusunda
korktuklarından onun yanına dönmediler. Oradan doğruca memleketlerine gittiler.
Geri dönmediklerinden Hirodes onların kendisine karşı hile yaptıklarını
anladı. Ve böylece Beytilahm'de doğmuş her çocuğun öldürülmesini emretti.»
Bana öyle geliyor ki
bu hikâye dogmatik ve yapmacık bir hikâyedir. Ateşe tapanların İsa Mesih ile
ne ilgileri olabilir? Yıldız onların önünden nasıl yürüyerek kendilerine yol
gösterir? Niçin onları Yeruşalim'e getirmiştir? Niçin onları direkt Beytilahm'e
götürmemiştir. Bu hikâyenin puta tapanların kitablarmda birçok benzerleri
vardır, îşte ince bir tetkik ile araştırma yapan fcuka bunu zikretmemiş, buna
işaret de etmemiştir. Mesih'in Mısır'a gittiğini de zikretmemiştir. Belki
onların ikisinin Nasira'da kaldıklarını zikretmiştir.
[51]
Bu meseleyi dört
İncil'den sade Matta ikinci babın onüçüncü âyetinde almış, bir de Barnabe
zikretmiştir. Hülâsası şudur:
Hirodes, Beytilahm'de
doğan her erkek çocuğun öldürülmesini emrettiğinde rüya âleminde Yusufu Necar'a
çocuk ile annesinin Mısır'a götürülmesi emri verildi. Çünkü Kral Beytilahm'de
doğan ve doğacak her erkek çocuğun öldürülmesini emretmişti. Yusufu Neccar
acelece kalktı. Çocuk ve annesini alarak onları Mısır'a götürdü. Hirodes helak
olup gidinceye kadar da Mısır'da kaldılar. Helak olduktan sonra rüya âleminde
Yusuf'a çocuk ile annesini memleketlerine götürme emri verildi. Çünkü çocuğu
öldürmek isteyenler helak oldular. Ve böylece Yusuf da dönüş yaptı.»
Kim ki daha fazla
açıklamalar istiyorsa Bernabe İncil'ine müracaat etsin. 6. faslın başından 8.
faslın sonuna kadar bu konu işlenmektedir.
Kur'an'ın
müfessirlerinden bazıları «Meryem'in oğlu İsa'yı da annesiyle bir alâmet
laldık. Çünkü onu babasız yarattık. İkisini düz ve suyu bulunan yüksek bir
yerde barındırdık» (El Muminun 50) âyetinde geçen bu yer'in Mısır olduğunu
söylediler.
Mısır'daki Mesihiler
«Hz. İsa ile Meryem Aynuşşems beldesinde durdular. Orada bulunan bir ağacın
gölgesinde gölgelendiler» dediler. O, ağacın kökü ta yakın zamanlara kadar
devam edegeldi. Ona Azra (yani Bakire) nin ağacı derlerdi. O ağaç El Matari'ye
nahiyesine düşüyor. Ve halen de Mısır'daki hristiyanlar onu ziyarete
gidiyorlar.
«El-Faruk beynel
Mahluk u vel Halik» adlı kitabta bu hikâye ta-zif edilmektedir. Müracaat
edilsin.
[52]
Bu olay Yesu,
(Beytilahm'e) dönüş yaptığında ve oniki yaşına geldiğinde oldu. Hirodes helak
olduktan sonra Melekler uyku âleminde Yusuf'a «Yehudiyeye dönüş yap. Çünkü
çocuğu öldürmek istiyenler helak oldular» dediler. Yusuf çocuk ile annesini
aldı. Çocuk yedi yaşma gelmişti. Yehudiyeye gelmek istemedi. Zira işitmişti ki
Hirodes'in oğlu Ar-helaosun Yahudiye'de hâkim olmuştur. Böylece Yahudiye'ye
değil de El-Celile gitti. Çünkü Yehudiye'de kalmaktan korktu. Yerleşmek için
Nasira'ya gittiler. Çocuk hikmet ve nimet içinde, Allah ve insanların önünde
büyümeğe başladı. Yesu 12 yaşına geldiğinde Meryem ve Yusuf'la beraber
Yeruşalime (Orşelime) gidip Musa'nın kitabında yazıldığına ve Rabbm kitabına
göre orada secde etmek istediler. Amaçlan tamam olduktan sonra Yesuu
kaybettiler. Bu hadiseden sonra dönüş yaptılar. Çünkü onlar zannettiler ki
Yesu akrabalarıyla beraber vatanına dönüş yapmıştır. Bunun için Yusuf'la
beraber Meryem de Yeruşalim-den dönüş yaptılar. Yesuu akraba ve komşular
arasında arıyorlardı. Üçüncü gün çocuğu âlimler arasında mabedde Namus (Cibril)
hususunda münakaşa ederken gördüler. Herkesi, sual ve cevablarıyla şaşırtıyordu.
Herkes «ona nasıl bir ilim verilmiştir?» diyordu. O hâlâ çocuktu.
Okuma-yazmayı bile öğrenmemişti. Annesi ona çıkışarak:
«Ey oğul! Sen bizim
başımıza ne getirdin. Babanla üç günden beri seni arıyoruz. Biz mahzunuz.»
Yesu ona cevab olarak:
«Bilmez misin Allah'ın
hizmeti anne ve babaların hizmetine takdim edilir.»
Sonra Yesu, anne ve
babasıyla (annesinin kocası veya nişanlısıy-le) beraber Nasira'ya indi. Onlara
itaatkâr bir evlât idi. Tevazu ve hürmet gösterirdi onlara.
İncil'den yapılan
bütün bu nakillerinden anlıyoruz ki, Mesih güzel bir şekilde yetişti. Onun
yetişmesinde herhangi bir toz yoktur. Din hususunda tâ küçüklüğünden beri
gayret sahibiydi. Dinin hikmet ve esrarını öğrenmek hususunda son derece
haristi.
Bilgilerini takviye ve
ilmini tespit etmek için fırsat kolluyordu. Âlimlerle oturuyor, onlarla
münakaşa ediyordu. Onlardan soruyor, onlara cevab veriyordu. Çocuklukla gençlik
devresinin geçtiği muhit ilim, hikmet ve din muhitiydi.
İncil'ler Mesih'in
oniki yaşından yirmi dokuz yaşına kadar olan döneminden bahsetmemektedirler. Bu
dönemde Mesih nerdeydi? Bu on yedi senelik zaman içinde ne yapıyordu? Bu
hususta İncil'lerde bir haber yoktur. Bazılarında annesi ve babasının Nasira'da
yerleştiklerine dair işaretler vardır. Fakat adeti olduğu gibi bayram ve
toplantı günlerinde kitabın tefsirini yapmadan, kitab hususunda yazar ve âlimlerle
mücadele etmeden nasıl dururdu? Ve onun mabede dönüp veya din ile ilgili
herhangi bir amelde bulunduğu hususu da İncil'lerde zik-redilmemiştir.
Avrupalılar ve
Avrupalı araştırmacılardan bazıları derler ki, Mesih bu müddet zarfında
Hindistan'a gitti. BUDA ve törenlerini orada öğrendi. Vatanına dönüş yapınca
öğretmeye ve vaaza başladı. Öğrettiği şeyler BUDA'nın öğrettiklerine denkti.
Nefsin tekmili, ve temizlenmesi hususunda teşvikte bulunuyordu!,..»
Avrupalılar bunu
söyledikten sonra «Mesih'in Öğrettikleriyle Bu-da'nın öğrettiklerini
karşılaştırdığımızda ortaya çıkıyor ki Buda'nın öğrettikleri selbî idi. Yani o
nefsi serlerden tecrit etmeye teşvik ediyordu. Mesih'in öğrettikleri ise icabî
idi. O nefsi vermeğe, bayramlarda ve seyranlarda, toplantı günlerinde nefsi
hayır yapmaya teşvik ediyordu» dediler.
Benim bu hususta
güvendiğim şudur: Onun bu on yedi senelik zarfındaki durumunun ilmini Allah'a
havale etmek.
[53]
Kur'an-ı Kerim
Mesih'in peygamberliğinin başlangıcım belirtmiyor. Nasıl başladığını
açıklamıyor. İncil sahihleri bu hususta Zekeriya oğlu Yahya olan Yuhanna
Mağmedani bir zaman çölde durdu. Orada çekirge ile çöl balı yiyordu. Elbiseleri
deve tüyündendi. Beline deriden yapılmış bir kuşak bağlıyordu. Sonra Ürdün
nahiyesinde göründü.
Tevbe ile halkı
korkutuyordu. Yerusalim ve Erden (Ürdün'e) yakın olan muhitin ahalisi onun
yanına gittiler. Onları Ürdün nehrinde vaftiz ediyordu. Göklerin sultanının
yaklaşmasıyla onları korkutuyordu.
Kâhinler ona haber
gönderdi ve sordular: «O, Uya mıdır?» O «Hayır» dedi. «O, O Mesih midir?» O
«Hayır» dedi. «O, O Peygamber midir?». O gene «Hayır» dedi.
Kâhinler «O, halde sen
bunlar değil isen niçin halkı vaftiz ediyorsun, yani yıkatıyorsun? Ne
tlya'sın, ne Mesih'sin, ne de Ö, Peygambersin. Niçin bunu yapıyorsun?» Ve kim
olduğunu kendisinden ısrarla sordular. O, cevab olarak «Rabbin yoluna
hazırlanınız! Dosdoğru olarak onun yollarında yürüyünüz. Çünkü göklerin
saltanatı yaklaşmıştır» diye çölde bağıran ses benim» dedi. Bu cümle 3. İshah,
40. âyet Hazeki-el'den alınmıştır.
Mesih Yuhanna'ya
geldi. Onun eliyle Ürdün nehrinde vaftiz edildi. Ruhulkuds bir güvercin gibi
onun üzerine indi. Bundan sonra Mesih kırk gün çölde oruç tuttu. Yemez, içmezdi.
Sonra orucunun akabinde açlık hissedince şeytan tarafından denendi. Şeytan ona
gelip: «Eğer sen Allah'ın oğlu isen söyle ki bu taş ekmek olsun.» Mesih ona
«sadece ekmekle insan yaşar değildir» diye yazılıdır. Belki insan Allah'ın
femnıi kudretinden çıkan her kelime ile yaşıyor» dedi.
Böylece onu heykelin
tam kanadında durdurdu. «Eğer sen Allah'ın oğlu isen buradan nefsini aşağıya
at. Çünkü yazılıdır ki o Meleklerine seni korumalarını vasiyet etmiştir. Onlar
seni ellerinin üzerinde taşırlar. Ta ki bir taşa ayağın çarpmasın.»
Mesih ona «Yazılıdır ki mabudun olan Rabbini
denemeyeceksin»
dedi.
Böylece İblis onu
yüksek bir dağın tepesine çıkardı. Ona yerin memleketlerini ve vecdini
gösterdi. «Sana bütün bunları vereceğim, eğer sen gülüp bana secde edersen»
dedi.
Mesih ona: «Ey şeytan!
Git. Çünkü yazılıdır ki mabudun olan Rabbe secde edeceksin. Sadece ona kulluk
yapacaksın.» dedi. Böylece şeytan Mesih'in yanından ayrıldı. Melekler geldi.
Mesih bunun akabinde anladı ki Yuhanna ölmüştür. Böylece Celile'ye geldi.
Nasıra'yı terketti. Kefer-Naim denilen yerde durdu ve Allah'ın saltanat müjdesini
durmadan veriyordu. Mesih'in yaşı otuzdu.
[54]
Bu hususta Barnabe'nin
rivayeti de vardır. Barnabe hülasa yapmaksızın 10. fasılda rivayeti nassen
şöyle varid olmuştur:
30 yaşındaki Yesu...
Zeytin dağının
üzerinde Melek Cebrail'den İncil'i aldı...
Yesu, otuz yaşına
geldiğinde kendisinin dediği gibi Zeytindağına zeytin toplamak için annesiyle
beraber çıktı. Öğle vakti namaz kılmakta iken şu kelimelere vardı:
— Ey Rab! Rahmetle.
Bunları söylerken bir
nur kendisine göründü. Onu kapsamıştı. Sayısı belli olmayacak kadar Melek onu
kapsamıştı. O Melekler Allah'ın hamdi yapılsın diyorlardı. Cebrail (A.S.) olan
Melek bir ayna gibi pı-nl pırıl parlayan bir kitab getirdi. O, Yesuun kalbine
indi. O kalb ki, Allah'ın ne yaptığını, ne dediğini onunla biliyordu. Allah
neyi irade eder, onunla farkediyördu.»[55]
incil, İsa'dan (A.S.)
sonra olup onun hallerini, yaptıklarını, vaazlarım, mucizelerini belirten
kıssalara denir. Tabi bu, urfî mânâsıdır. Kilise dört İncü'i kabul eder:
1) Metta,
2) Markos,
3) Luka,
4) Yuhenna.
Bu İncil'lerden hiç biri Hz. İsa'nın zamanında yazılmamıştır. Hz. İsa'dan sonra
talebeleri, talebelerin talebeleri peygamberlik kıssalarını yazdılar. Herkes
yazdığına İncil dedi. İncil'ler yüz küsura kadar çıktı. Aralarından dördü
seçildi. Kilise kanunu oldu. Müellifin eliyle yazılmış bir tek İncil nüshası
mevcud değildir.
1- Metta İncili:
Hıristiyanlara göre
ilk încildir. Metta'nın esas nüshasını yaktılar. Elde bulunan onun
tercümesidir. Çünkü aslı İbranice idi. Cirumun ifade ettiği gibi bugünkü Metta'nın mütercimi dahi bilinmemektedir.
Hindistan'da Mesih'in
dinini yaymaya giden Pantiyos, Metta'nın her-şeyi îbranice yazılmış bir İncil
nüshasını orada buldu. Bu İncil, İskenderiye'ye getirildi. Kayserin
kütüphanesinde ta Kayser zamanına kadar kaldı. Fakat bu İbranice nüsha
bilâhere kayboldu. Kaybolduktan sonra Yunancatercümesi ortaya çıktı. Fakat
kimin tercüme ettiği bilinmemektedir.
2- Markos
İncili:
Butrus 1880'de
Beyrut'ta basılan«Murevvicil-Ehbar-fi Teracimil Ebrar» adlı kitabında hulâsa
olarak şunu söylüyor:
Markos, Lavi
kabilesinden bir Yahudi idi. Butros'un talebesi idi. Beş şehir ikliminde doğup
dünyaya geldi. Roma ehlinin isteği üzerine İncil'i yazdı. İsa'nın (A.S.)
mabudiyetini inkâr ediyordu. İncil'inde Mesih İsa'nın Betros'u övdüğünü
yazmıyor. İskenderiye hapishanesinde Milattan (68) altmış sekiz sene sonra
öldürüldü. Onu öldüren putperestlerdi. Onun İncil'inin telif tarihinde de
Hristiyanlar ihtilâf etmişlerdir. Bazıları Petros'un tedbiriyle Milâdın 61.
senesinde ümmetlerin yaran için İncil'ini yazmıştır, dediler.
3- Luka
İncil'i:
Matta İncil'inde
ihtilâf eden hristiy ani arın Luka İncil'i hakkındaki ihtilâfı daha az
değildir. Luka, Antakya ehlinden bir
doktordu. İsa Mesih'i asla görmemişti.
Hristiyan dinini Pavlos'tan öğrenmişti. Pavlos da mutaasıp bir Yahudi
idi. Hristiyanlığa karşı son derece düşmanlık beslerdi. O da İsa -
Mesih'i görmemiştir. Daimi bir şekilde hristiyanlara Kötülük
yaptı. Baktı ki, hristiyanlara yaptığı
kötülük onun açısından faide vermiyor. Bu sefer hristiyanlığa hileli yollardan
girmeğe teşebbüs etti. Mesih'e inandığını belirtti. Ve iddia etti ki, sara
hastalığına tutulmuştu. Sara halinde İsa Mesih onu ellemiş ve onu etbalanna
kötülük yapmaktan menetmiştir. İşte o vakitten itibaren İsa'ya iman etmiş, İsa
Mesih onun İncirini müjdelemek için onu va-zifelendirmiştir. O, hilesini
kiliseye de yutturdu. Odur hristiyanlan Hz. İsa'nın getirmiş olduğu namusun gereklerinden
çıkarmaya teşvik eden. Isa o namusun ahkâmını iptal etmek için değil teyid
etmek için gelmiştir. Fakat Pavlos onlara murdar olan hayvanın etini yemek,
şarap içmek gibi haramları helâl kıldı. Onlara bildirdi ki amel olmasa dahi,
iman tek başına kurtuluşa vesile olur. Luka, İncil'ini Markos İncil'inden
sonra telif etti. Bu da Petors ve Pavlus'un ölümünden sonra oldu.
4- Yuhanna
İncil'i:
Mesihlilerin
birçokları, Yuhanna İncili'nin, Mesih'in oniki talebesinden olan Yuhanna
yazmış değildir. Talebe Yuhanna'nın babasının adı Zebdi'dir. Balıkçı idi.
Celile'nin Sayda kısmında doğmuştur. İsa'nın (A.S.) cidden sevmiş olduğu
Yuhanna odur. Bu İncil'in telif tarihinde ihtilâf vardır. Bazıları (65),
altmış beşde, bazıları (96) doksan altı, bazıları (98) doksan sekizde telif
edildiğini söyler. Hristiyanların birçokları; bu İncil İsa'nın talebesi olan
Yuhanna'nın İncil'i değildir demişlerdir.
Hulâsa: Tetkik
neticesinde bilmiş oluyoruz ki, bütün bu İncil'ler özel bir gaye için
yazılmıştır. Bu da Mesih'in Hanlığını ispat etmek, Mesih'in insan olduğunu
savunan bütün talimleri ortadan kaldırmaktı. İncil'lerin müellifleri ayrı ayrı
olduğundan dolayı kendileri de ihtilaflı olmuşlardır. Bazıları İncil'lerinde
bir takım halleri, bir takım acaiblikler zikrediyorlar ki, diğerleri onlardan
bahsetmiyor. Bazıları bir haberi eksiklik veya fazlalık bakımından diğer
İncil'deki habere ters düşecek şekilde naklediyor.
Bernabe İncil'i:
Barnabe Mesih'in
etbaından ve önün davetini neşretmeye devam edenlerden idi. Göklerin melekûtünün
yaklaştığını müjdelemeğe gayret gösterenlerdendi. Onun hakkında
«Kitab-ul-AğmaI»ın Bab 2 âyet: 36 da şöyle denilmektedir:
Havarilerden olan
Yusuf Bernaba (Bernabas) —Vaiz oğlu diye şöhret bulmaktadır— aslen Kıbns'lı
Lavi'lerdendİ. Bu kişi kilisede güvenilir bir kişi idi. Halkı dine davet etmek
hususunda o seçilirdi. «A'malur - Rüsül» Bab 11. âyet 22. Yureşalimde bulunan
kilisenin ezanında onlardan haber dinledim. Barnabe'yi gönderdiler. Antakya'ya
gitsin diye. 23, o Barnabe gelip Allah'ın nimetini görünce sevindi. Halka
kalbinin bütün azimetiyle Rabbe sebat kılmak üzere vazetti. 24. Çünkü O salih
bir kişi idi. Ruhulkudus ve iman ile dolu idi. Böylece büyük bir cemaati Rabbe
kattı, yetiştirdi.
A'mal, Bab 11 — Ayet:
29:
Talebeler mümkün
olduğu nispette herbirisi Yehuda'da sakin olan kardeşlerin yararına bir şeyi
hizmet olsun diye göndermeyi lüzumlu gördüler.
30. Bunu yaptılar.
Barnabe ve Saul eliyle onu ihtiyarlara gönderdiler.
A'mal, Bab 12 — âyet:
25.
Barnabe ve Şaul
Yureşalim'de hizmeti ikmal ettikten sonra dönüş yaptılar. Beraberinde Markos
lakabıyle tanınan Yuhanna'yı da götürdüler.
A'mal, Bab 13 — âyet:
2.
Onlar Rabbe hizmet
ettikleri ve oruç tuttukları bir anda Ruhulkudus onlara 'Bana Barnabe ve
Saul'u getiriniz. Onları yapmağa davet ettiğim amel için' dedi.
A'mal 15 — âyet: 11.
Lâkin Rab Yesuun
nimetiyle iman ederiz ki, onlar kurtulduğu gibi biz de kurtulalım. Bütün
cumhuru susturalım. Onlar Barnabe ve Pavlos'u dinlerlerdi. Bu iki şahıs Cenab-ı
Hakkın yapmış olduğu bütün âyetler ve ümmetlerde icra etmiş olduğu bütün
acaibliklerden bahsederlerdi.
Barnabe'nin
havarilerden olduğunu ispat eden daha çok nakiller vardır. Son olarak Amalin
15; babın 35. âyetini nakledelim:
Pavlos ve Bernaba'ya
gelince, onlar Antakya'da durdular. Halka talim ederler ve beraberinde birçok
kimseler de olduğu halde müjde veriyorlardı. Rabbin kelimesinin müjdesini
veriyorlardı.
İşte, bu Barnabe'nin
mudevven bir İncil'i vardı. Matta, Luka, Markos ve Yuhanna İncil'leri gibi
Mesih'in kıssasından ibarettir. Senedi kesiktir. Tıpkı diğer İncil'lerin
senedlerinin kesik olduğu gibi... Bu İncil'i arapçaya tercüme eden Dr. Halil
Saade şunları söylüyor:
Araştırmacıların bu
İncil hakkındaki görüşleri çelişkilidir. Tarihçilerin bu husustaki mezhepleri
ayrı ayrıdır. Bu hususta dalalet ve hidayeti karıştırmışlardır. Bunun
hakikatini doğruluk ve havai nefis arasında araştırmışlardır. Eserleri ve
kitabları konuşturmuşlardır. Asırlar ve şehirlerden sormuşlardır. Bütün bu
didinmelere rağmen hastalığı şifaya kavuşturacak, susuzluğu giderecek birşey
elde edememişlerdir. Bu İncil'in nüshası Papa Siktis Kütübhanesinde Roma'da
İdi. Faramerino adlı bir rahib onu görünce gizlice aldı. Okudu ve İslâm'a
girdi. Bu da 16. asrın sonlarında oldu.
Dr. Halil Saade, bu
İncil'in önsözünde der ki:
«Bernabe İncilinin
kâtibi, Endülüs'lü bir Yahudidir. Yahudi dinini son derece iyi biliyor. Ona
muttalidir. Hristiyan olmuş, hristiyanliğı da son derece iyi bir şekilde
kavramıştır. Sonra Müslüman olmuş, İs-lâm dinine de vakıf olmuştur. Kanaati, en
doğru bir kanaat ve sevaba en yakin olandır.»
Sonra Dr. Saad'e şöyle
devam eder:
Bütün bunlardan sonra
bu încil hikmetten apaçık âyetleri kapsamaktadır. Edebi felsefeden yüksek bir
tarz işlemektedir. Tabirlerinin basit olmasına rağmen yüce belâgatıyla akıllan
sihir etmektedir. Bu İncil beşeri düşünceleri yüce ufuklara götürmekte, onları
hayvani şehvetlerden tenzih etmeğe çalışmaktadır. Marufu emr, münkeri
neh-yeder. İnsanları faziletlere teşvik eder. Rezaletleri çirkin olarak göstermeğe
çalışır. İnsanı diğer insanlara ihsan etme yolunda nefsini feda etmeğe
çağırır. Ta ki insandan enaniyetin her türlü etkisi gitsin. Ve insan
kardeşlerinin yaran için yaşasın.
Bu İncil'i neşreden
Seyyid Muhammed Raşit Riza
'mukaddime'-sinde şöyle diyor:
«Barnabe İncil'inden
bahseden en eski kitab Papa Birinci Calis-yosun kilisece okunması yasak ve
haram olan kitablar listesini kapsayan kitabtır. Calisyos Miladın beşinci
asrının sonlarında Papalık vazifesine gelmiştir. Yani Resulü Ekrem'in
peygamberliğinden Önce Papa olmuştur. Buna rağmen Dr. Saade'nin dediği gibi
bazı Avrupa âlimleri bugün Bernabe İncil'i hakkında şüphe ediyorlar. Fakat
ispat daima nefyden öncedir. İşte ispat ediyoruz ki, Resulü Ekrem gelmezden-önce
1. Calisyos bu İncil'den bahsetmiştir.
Durum ne olursa olsun
Barnabe İncil'i Hz. İsa'nın hakkında telif edilen İncil'lerden birisidir. Fakat
belagatı bakımından hepsinden üstündür. Tâbirlerin incelikleri bakımından
hepsini geçmiştir. Bazı emirleri sarahaten ve açıkça ortaya koyuyor. Umulur ki
kiliseyi onun aleyhine kışkırtan o, emirlerdir. Öyle ki, Papa Calisyosun onu
yasak kitablar listesine dahil etmiştir.
Meselâ: O emirlerden
birisi Hz. Muhammed'in ismini açıkça birçok yerde nakletmesidir. Ben Bernabe
İncil'inden nakil yapıyorumun manası: «Bu İncil'e ne önünden ne arkasından
herhangi bir batıl gelip kanşmamıştır» demek değildir. Belki onun rivayeti
hadiseler için daha açık ve hadiseleri daha tam manasıyla araştırmıştır. Ondan
dolayı naklediyoruz. Benim nazanmda Bernabe İncil'inin bazı konulan şiiri
mübalâğalardan hali değildir. Bununla beraber Dr. Saade mukaddimesinde Bernabe
İncil'i hakkında uzun uzadıya ihtimalleri ve reyleri naklettikten sonra şunu
söylüyor:
«Başka bir İncil
vardır. Ona Oğintosi İncil'i deniliyor. Onun da namı ve nişanı silinmiştir. O
papaz Pavlos'un aleyhinde işlenen bir mukaddime ile başlar. Bernabe İncirinde
olduğu gibi bir hatime ile sonuçlanır. Muhtemeldir ki, Oğintosi İncil'inin
yazan Bernabe İncil'ini yazanın (fikir) babası olsun.»
Yani Bernabe İncil'i
bundan alınmıştır ihtimali vardır...
Ben de Dr. Saade'ye
karşılık derim ki, muhtemel ki bu Oğintosi İncil'inin babası Bernabe İncil'i
olsun. Yani o, Bernabe İncil'inde bulduklarını yazıp iktibas etmiştir. Bernabe
İncil'inin bu Oğintosi İncil'ine esas ve kök olması sıhhatli olabilir. Ve
insanlıkta kardeşlerimiz olan Mesihiler bütün İncil'leri imha etmeseydiler,
kilise onların okunmasını yasak ilân etmeseydi onların hepsi elimize
geçeceklerdi. Tahrif edilmiş olsalar dahi hepsine muttali olurduk. Ve güzel
bir panayır olurdu. Fakat kilisenin o yasağı bütün o İncil'leri yok etti.
Belki de onların içerisinde pek iyileri de vardı. Eğer böyle olmasa Oğintos
İncil'i ve dört İncil'de bahsedilen diğer İncil'ler nerededir? Pavlos meselâ
halkı birtakım İncil'lerin söylediklerinden sakındırıyor. «Bunlar, Mesih'in
İncil'ini değiştirmek istiyor» diyor. Onlar nerededir?
[56]
Havariler Meryem oğlu
İsa'nın (A.S.) arkadaşlarıdır. Onları o, seçmiş ve talebe edinmiştir. Onlar
ona îman etmekte tereddüt göstermediler. Onun talebeliğini yaptılar. Ondan
öğrendiler. Onİki kişi idiler.
havari kelimesi
İbranice olarak bilinmemektedir. Arapça olursa, Kamus sahibi Resûlüllah'ın
havarisi Zübeyr bin Avvam'a ıtlak olunmuştur diyor. Tetkik neticesinde görülür
ki, Peygamber için Ensarne İse, Hz. İsa için de Havariler odur. İncil'lerde
«Talebeler» tabiriyle bahisleri geçmektedir. Yani ilim talebinde arkadaşlık
yapanlar.
Havarilerin Matta
İncil'inde onuncu babda isimleri geçmektedir. Bernabe İncil'inin 14. faslında
isimleri geçmektedir. Matta'nın katında Havariler:
1- Simun
(Petrus da deniliyor),
2- Endereas
(Simun'in kardeşi)
3-Yakub bin
Zebedi
4- Yuhanna (Yakub'un kardeşi),
5- Filipus,
6- Bartolomeus,
7- Tomas,
8- Metatel-Aşır
(vergici) Al-feus'un oğlu,
9- Yakup,
10 - Taddeus,
11-
Simun
Gayyur,
12- Yehuda
îskaryot'tır.
Havarilerin
Bernabe'deki adlan:
1-
Endereas,
2- Simun
(yani balıkçı- Petrus),
3- Bernabe,
4-
Metatel-eşar,
5-Yuhanna bin Zebedi
6-Yakûb bin
Zebedi,
7-
Tedaeus,
8- Yahuda,
9-
Bersulmas,
10- Filipus,
11-
Yakub
bin Alfaus,
12- Yehuda
îskaryot'tur.
Görüldüğü gibi Bernabe
Torna ile Simunogayurun adlarını çıkarıyor, kendi ismi ile Tedaeus ismini
koyuyor. Sevab ve doğruluk Bornabe ile beraberdir: Fakat kilise Bernabe İle
Simun'un isimlerini havariler arasından silmiştir. Çünkü ikisi de aynı fikirde
idiler. Diğer kişileri havarî listesine sokmuşlar.
Hz. İsa'ya iman eden
bu havarileri Hz. İsa Yahudi köylerine, şehirlerine gönderir ki, İsa'nın
(A.S.) davetini inkâr eden, İsa (A.S.) hakkında yalanlar uyduran kimseleri
dinine davet etsinler. Bu havarilerin hepsi bir defada gelip İsa'ya iman etmiş
değildirler. Değişik zamanlarda gelmişlerdir. Cenab-ı Hak, Al-i İmran, el'Maide
ve Essaf
sûrelerinde
havarilerden bahsetmektedir. İstersen Âl-i İmran sûresinin (52-53.) âyetlerini,
El Maide'nin- (111.) âyetini, Essafın (14.) âyetlerini oku.
[57]
Mucize adeti yırtan ve
tehaddi ile (yani meydan okumakla) beraber olan bir emirdir. Cenab-ı Hak onu
peygamberlerinden herhangi birisinin eliyle meydana getirir. Onunla beraber
muarız da yoktur. Sanki Cenab-ı Hak, o mucize ile o kendilerine peygamber
gelmiş kullarına «Benden size tebliğ ettiği hususta peygamberimi tasdik
ediniz» diyor.
Mucizelere benzer
birtakım harikuladeler peygamber olmayan insanlardan çıkar.Meselâ: gerçek bir
müslümandan böyle bir harika çıkarsa onun adı keramettir. Hindistan'ın
putperest fakirlerinden, bir kâfirden, bir putperestten, bir ateşe tapandan
çıkarsa onun adı istidraç'tır.
İsa (A.S.) vazu-irşada
başladığı zaman Allah tarafından mucizelerle takviye edildiğini söylüyordu. O
mucizeleri başkası yapamazdı! O çamurdan kuş şekilleri yapar, sonra üfler. O da
Allah'ın izniyle kuş olup uçardı. O anadan doğma körleri göze kavuşturur, alaca
hastalığına tutulmuşları el vurmak suretiyle şifaya kavuşturur. Allah'ın İzniyle
ölüleri diriltiyordu ve onlara-yiyeceklerini ve evlerinde saklamakta oldukları
nzıklanm açıklıyordu. Bütün bu mucizeler onun doğruluğuna kâfi derecede
delildirler ve onların iman etmesini de gerektiriyor. Onlara Tevrat'ı tasdik
ettiğini, Tevrat'ın bütün hükümlerine iman ettiğini ve onları da ona tabi
olmaya teşvik ettiğini söylüyordu,, açıklıyordu. Onlara Tevrat'ta haram edilen
bazı şeyleri helâl kıldığını da söylüyordu.
Böylece halk, İsa
(A.S.) hakkında onu yalanlayanlarla kabul edenler olmak üzere iki guruba
ayrıldı. İstersen Al-i İmran sûresinin 49-51. âyetlerini, el Maide sûresinin
110. âyetini, Ez Zuhruf sûresinin 63-64. âyetlerini oku.
Hz. İsa'nın bu
mucizeleri fiilen kendisinden vaki olmuş mudur? Yoksa bu mucizeleri her an
yapabilirim demekle mi iktifa etmiştir.
Kur'an-i Kerim'de o
mucizelerin Hz. İsa'dan sadır olduklarına dair açık bir ibare yoktur. Kur'an
Hz. İsa'dan bu mucizeleri oluşturmaya istidat vardı. Bunları yapmaya Cenab-ı
Hak ona bir kuvvet verdiğine delâlet ediyor.
Fahreddin Razi'nin
çokça kendisinden nakl yapmakta olduğu Ebu Müslim de böyle diyor. Fakat biz
bununla beraber deriz ki, nefis bu mucizelerin îsrailoğullarının gözleri önünde
cereyan etmesine daha mutmain oluyor. Çünkü Cenab-ı Hak «Hatırla o zamanı ki
İsrailoğul-lannı senden uzak tuttuk. Onlara beyyinelerle, (mucizelerle)
geldiğin zaman onlardan kâfir olanlar 'Bu apaçık bir sihirdir1 dediler.» (Saf:
6) buyurmuştur.
İncil'lere gelince,
onlar bu hususlarda çok acaiblikleri ve harikuladeleri zikretmektedirler.
Onları zikretmeye hacet yok. Ancak kesin olarak biliyoruz ki, Cenab-ı Hak diğer
peygamberlerine verdiği gibi kulu ve Peygamberi Hz. İsa'ya da birçok
mucizelerin istidadını vermiş. ve birçok mucizeleri de vaki olmuş ve
görülmüştür.
[58]
Hz. İsa'nın sonucu
Kur'an Kıssalarına göre hem acaibtir hem de apaçık bir şekilde cereyan
etmiştir. Hz. İsa kâhinler ve ferisileri talim-leriyle tenkid etmekle
riyakârlıklarım ortaya çıkarmış, habisliklerini ortaya sermiş Onlar da bundan
dolayı Hz. İsa'ya her türlü hileyi düşünmüşler ve onu öldürmek için bütün
yollandenemeye girişmişlerdir. Böyle olunca Rum (Bizans) genel valisine Hz.
İsa'yı şikâyet etmek için bir sürü iftiralar dizmişlerdir:
«Ben Yahudilerin
kralıyım» diyormuş. «Oysa biz Romalı Kayser'in krallığından başka bir kral
kabul etmiyoruz» şeklinde iftiralar yaparlardı. Bunun üzerine vali Meryem oğlu
İsa Mesih'i yakalamak için bir gurubu gönderdi. Bu durum Hz. İsa'yı yakından
ilgilendiriyor ve ona bir eziyet dokunmasından korkardı. Cenab-ı Hak onu onların
elinden kurtardı. Onlardan tertemiz yaptı. Onun benzerliğini, hain ve onlara
jurnalcilik yapan bir talebesinin üzerine attı. İncil'lerin tarifine göre bu
îskaryot Yehuda'dır. öyle bir hale geldi ki onu her gören «Bu İsa'dır» diyordu.
Bu tutulup asıldı ve öldürüldü. Mesih İsa onların şerrinden kurtuldu. Cenab-ı
Hak tamam olacak hadiseyi Mesih'e bildirdi. Halk arasında Nasiralı Yesuun
öldürülmüş olduğu haberi yayıldı. Cenab-ı Hak «Onlar İsa'yı öldürmediler. Onu
çarmığa germediler. Fakat onlar için benzetildi» (Nisa: 157) buyuruyor. Yani
İsa'nın (A.S.) benzerliği başkasının üzerine atıldı. Bu hadise daha İlerdeki
âyetlerde gelecektir.
Hafız İbn Kesir,. îbn
Cerir ve başka müfessirler İsa'nın (A.S.) tutulma zamanı yaklaştığında
arkadaşlarından üç defa birisi çıksın da kendisini İsa'ya feda etsin diye
istedi. «Bunu yapanın mükâfatı da cennettir» dedi. Fakat her defasında aynı
kişi çıktı. Düşmanları geldikleri zaman Cenab-ı Hak o çıkanın üzerine İsa'nın
(A.S.) benzerliğini attı. Onu gören herkes, onun İsa (A.S.) olduğunda şüphe
etmiyordu. Onu tuttular. Çarmığa gerdiler ve öldürdüler. Musa Carullah, onun
Yehuda el-İskaryot olduğunu söylüyor. Bu da, muhtemeldir. Fakat şayia bunun
tam tersidir. Bir şayiaya göre Hz. İsa'nın benzerliği kendisine verilen Yehuda
el-îskaryot'dir. Zira o kâhinleri Hz. İsa'ya karşı kışkırttı ve onlara İsa'nın
(A.S.) yerini gösterdi. Bu hususta Âl-i İm-ran sûresi âyet ellibeş, Nisa, âyet
ellisekizi okuyunuz..
Kur'an müfessirleri
«Ey İsa! Şüphesiz ben seni Öldürüp katıma kaldıracağım. Kâfir olanlardan seni
tertemiz yapacağım» (Nisa: 157) âyetinin tefsirinde sekiz vecih
zikretmişlerdir:
1- Seni
katıma kaldırıcıyım ve öldürücüyüm. Böylece kelâmda takdim ve tehir vardır.
2- Ayetten
maksat senin ecelin yerine gelecek ve o zaman seni öldüreceğim, ecelinle
öleceksin. Seni öldürecek hiç kimseyi sana musallat kılmayacağım demektir. Bu
tevile göre, bu âyeti celîle, Hz'. İsa'nın düşmanlardan masun kalışından
kinayedir. Onların İsa'nın başına getirmek istedikleri, kurmakta
oldukları fırılciak ve tuzaklardan onu
koruyacağım demektir. Çünkü ecelini tamamlayıp normal bir şekilde ölmesi bunu
iktiza eder.
3- Seni
kabzedip şahsını yerden kaldıracağım.
4- Buradaki
vefattan maksat uykudur. Çünkü uyku vefata, vefat da uykuya ıtlak olunur.
(Zaman zaman birisi diğerinin yerinde kul lanılır.)
Rebi'den rivayet
edildiğine göre, Cenab-ı Hak, İsa'yı (A.S.) semaya kaldırdığı zaman, İsa
(A.S.) uyku halinde idi. Allah'ın bunu böyle yapması İsa'ya (A.S.) bir şefkati
ilâhisidlr.
5- Seni,
göğe kaldırmak suretiyle ölmüş bir kimse gibi kılacağım.
6- Seni hem
ruhunla hem bedeninle refedeceğim.
7- Burada
vefattan maksat, şehvani kuvvetlerin
ölümüdür. O kuvvetler ki, insanın melekût ile bağ kurmasına mani olurdu.
8- Âyetten
maksat, amelin kabul edeceğim (veya amelini karşılı-yacağım.)
Alûsi tefsirinde «Bu
tevillerin çoğu uzaklıktan hali değildir. Hele sekizinci tevil tamamen uzak bir
tevildir. Ve dokuzuncu bir tevil daha vardır. O da şudur:
îbn Cerir, Vehb'ten
rivayet ediyor:
«Allah İsa'yı günün üç
saatinde öldürüp onu katma refedinceye kadar bu ölüm hali devam etti» diyor.
Hakim'in rivayetinde;
Cenab-ı Hak onu yedi saat öldürdü, sonra diriltti sözleri vardır.
Benim ihtiyar ettiğim,
seçtiğim vecih şudur: Cenab-ı Hak İsa'yı Yahudilerden kurtardı. Onlar İsa'yı
yakalamadılar. Ve İsa (A.S.) öldürülmedi ve çarmıha gerilmedi. İkinci vecih,
bu mânâyı ifade ediyor. Âyet İsa'nın (A.S.) düşmanlardan masun oluşundan
kinayedir. Bu vecih kabule şayan bir vecihtir. Çünkü bu makamda ilk insanın
zihnine gelen mânâ budur. Ve bu Cenab-ı Hakkın İsa'nın (A.S.) düşmanlarının
bütün plânlarının yakıp yıkıp yok etmesine delâlet eden biricik vecihtir.
Nitekim Cenab-ı Hak «Onlar plân
kurdular, Allah da plân kurdu. Allah plân kuranların en hayırlısıdır» (Âli-
İmran: 54) buyurmuştur.
Ben hiçbir
şeyinden taaccüp etmiyorum,
Çünkü Vehb ve onun gibi, aslen Yahudi olup gelip
Müslüman olanların Hz. İsa'nın durumuna
el atmaları bundan daha hayret vericidir. Onlar Müslüman oluncaya kadar Hz,
İsa'nın katı düşmanları idiler.
[59]
Burada bir sual varid
oluyor :
İsa (A.S.) sağlam
olarak kurtulmuş ise, onun benzerliği başka birisinin üzerine atılmış ve o
öldürülmüş ise acaba Hz. İsa nereye gitti?
Cevab: Müslümanların
cumhuru şu kanaattedir ki, Cenab-ı Hak onu ruhuyla, cesediyle diri olarak semaya
götürmüştür. Onların delili de bahis konusu olan bu âyeti celîledir. Fakat
burada ikinci bir sual kalıyor:
Bu hususta varid olan
haberler, hadisler İsa'nın (A.S.) ruhuyla cesediyle semaya yükselmiş olduğunu
ve orada diri olduğunu ve zamanın sonunda gelip de Mesih Deccal'ı öldüreceğini
ifade ediyorlar. Bu sualin cevabı da şudur:
Bu haberlerin bir
kısmının silsilesi Resûlüllah'a kadar gitmiştir. Bir kısmı da tefsir
âlimlerinin reyidir. Bir kısmı da Yahudilikten İslama giren, Kaabul Ahbar ve
Vehb bin Münebbih gibi âlimlerin fikirleridir. Bu haberlerin durumu ne olursa
olsun, ibareleri ne kadar, sarih ve açık olursa olsun, bunlar bir takım ahadi
reylei1 ve ahadi hadislerdir. Önünden ve arkasından batıl kendisine
karışmayan, Hakim ve Hamid olan Allah'ın katından gelen Kur'an'm açıklığının
kudretine hiçbir zaman ulaşamazlar. Mümkün değildir ki, bu haberler nefiste
kesin bir inanç oluştursun ki, o nefisin sahibi, «Allah İsa'yı (A.S.) göklere
diri olarak çıkartıp, götürmüştür. Ve tekraren Cenab-ı Hak İsa'yı (A.S.) gökten
yere indirecektir. O, «Mesihi-Deccal» künyesiyle şöhret bulmuş bir habisi
öldürecektir. Ve Cenab-ı Hakkın yarattığı, o Dec-cal'ın zamanı ve vakiti
bilinmeyecektir» tarzında inansın.
Mümkün değildir ki bu
haberler insanda bir inanç meydana getirsin ki, insan o inançtan kaydığı
zaman, İslâmdan çıksın.
Eğer o haberlerdeki
uzunluk olmasaydı onları nakledecektik. Fakat malûm ve meşhur olduklarından
dolayı terkediyorum. Hadis ve. tefsir
kitablarına, Taberi ve îbn Kesir gibi tefsiri birrivaye mecmualarına müracaat
edilsin.
[60]
Abdulvahabı Neccar bu
ibareleri naklettikten sonra şunları da ekliyor:
El Menar tefsirinde:
Üstad ül İmam, âyeti zahiri üzerine takrir ettikten sonra «teveffinîn mânâsı,
zahirdir. Yani normal öldürmek demektir. Bu ölümden sonraki refi, ruhun refidir.
Yani ruhun yükseltilmesi, yücelere kaldırılmasıdır. Bu tefsir sahibinin refi
ve nüzulün ahir zamanda olacağını ifade eden hadis hakkında iki tahrici vardır:
1- Bu ahadi
bir hadistir. İtikadı bir emire bağlıdır. Çünkü gayb emirlerindendir. İtikadı
emirler ise, ancak kesin Naas'tan alınabilir. Çünkü itikadı emirlerde hedef
yakinlik, (yüzdeyüzlük) tür. Bu hususta
mütevatir bir hadis yoktur.
2- Onun
nüzulünü ve yeryüzünde hükmetmesini ruhunun ve ri-saletinin sırrının halka hakim
olacağı şeklinde tevil edilmiştir. Onda galib olan rahmet, muhabbet, barış,
zahirlerinyanlarında durmayıp da şeriatın maksatlarına yapışmak, kabuklara
yapışıp ta özden uzak durmamak gibi onun talimindegalib olanlar hükmedecektir
demek oluyor.
Öyleyse Mesih (A.S.)
Yahudilere yeni bir şeriat getirmedi. O ancak onlara, Musa (A.S.) şeriatının
lâfızları üzerinde donup kalmaktan uzaklaştıran, onları, sistemin özüne vakıf
kılmaya çağıran bir emirle geldi. Ondan ne murattır, ne maksattır? Onu bildiren
bir durumla geldi. Onu gözetmelerini emreden, onları edeblerin kemalim'
araştırmak suretiyle ruhlar âlemine cezbedenle geldi.
[61]
Menar sahibi şunu da
nakletti:
Ustadi îmam'dan Mesih
Deccal ve Hz. İsa'nın onu öldürmesinin durumu soruldu. Cevab olarak şöyle dedi:
Deccal hurafelerin
remz ve işaretidir. Allah'ın sisteminin
takri-riyle ortadan kalkan kötülüklerdir. Kötülüklerin remzidir. O İlahî
sistemin sır ve hikmetlerine yapışmakla bertaraf edilen batılların rem zidir.
Bu hikmet ve esrarlara götüren en büyük faktör Kur'an-ı Kerim ile Kur'an'ı
açıklayan Resûlullah'm sünneti seniyyesidir. Kur'an ve sünnete müracaat
ettikten sonra beşer başka bir ıslah kaynağına muhtaç olamaz.»
Abdulvahabı Neccar
bunları naklettikten sonra şunu söylüyor: «Derim ki, ben de daha önce bu tevil
ile mutmain oluyordum. Fakat şu anda tamamen Mesih u Deccal Yahudilerden
kalkacak ve Mesih diye yani vaadedilen kıral diye anılacak bir kişidir.
Yahudiler bugüne kadar onu bekleyip durmaktadırlar. Çünkü ben Yahudilere baktım.
Onlar bir Mesih'in geleceğini, yeryüzündeki mülk ve saltanatı onlara iade
edeceğini ve onunla galib geleceklerini bekleyip durmaktadırlar. Onlara Meryem
oğlu Mesih İsa (A.S.) geldiğinde, ahlâk, takva, güzel seciyelerinin temellerini
rnuhkemleştirmek istediğinde, onlar kendi nefisleri için tasavvur ededurmakta
oldukları Mesih olarak onu görmediler. Onun hakkında çeşitli plânlar kurdular,
onu öldürmek istediler. Eğer o servet ve saltanatı onlara getirseydi kendisine
iman edeceklerdi. Çünkü onlar servet ve maldan başka bir şeye Önem vermemektedirler.
Onlara dikkat et.
Onlara, şemuyil «Şüphesiz
size Talut kıral olarak gönderildi» deyince, onlar Semuyil'e ne cevab verdiler?
Şunu demediler mi? :
«O, nasıl bize kral
olur? Biz kral olmak hususunda ondan daha müstahakız. Ona* geniş bir mal
verilmemiştir.»
Mesih İsa'nın (A.S.)
onlar tarafından reddedilip atılması, onların kendi halleri üzerine servet
getirecek bir Mesih'i bugüne kadar beklemeleri hiçde yadırganmaz. İşte onlar,
yüzlerce seneden beri Filistin'de bir millî vatanın icad edilmesi için var
kuvvetleriyle çalışıyorlar. İngiliz hükümeti de onlara müzaheret ediyor.
Onlarla güzel geçinmek istiyor. Çünkü onlar İngiliz hükümetine birinci cihan
harbinde büyük malî yardımlarda bulunmuşlardır. Onlar Filistin memleketini elde
etmek suretiyle orda ayaklarını yerleştirmeye var kuvvetleriyle çalışıyorlar.
Onlarda Yahudi kralı diye anılan bir kişinin çıkacağı gün pek uzak
görülmemektedir. Evet bu söz onların bazı peygamberlerinin lisanıyla onlara
müjdelenmiştir. O gelen onların Filistin'de bir memleketlerini kuracak, işte o
zaman fitne kopacaktır. Sebebi de şudur: Yahudilerin savaşta karanlık bir
geçmişleri vardır. Onlar karşılarındaki-lerin kökünü kesmekten ve onların
başına tüyler ürpertici felâketler getirmekten asla çekinmezler. İşte Mesih,
Deccal meselesinde benim görüşüm budur. Hz. İsa, arkadaşlarını Mesih Deccal'in
şerrinden sa-kındırmıştır. Benden sonra yalancı peygamberler ve yalancı krallar
çıkacaktır demiştir.[62]
Yahudiler katında adı
Mesih olarak herhangi bir zamanda gelip öldürülen ve salbedilen bir kişinin
varlığına delâlet eden herhangi bir ilmî belirti mevcut değildir. Onların dinî
tarihinde böyle birşey asla yoktur. İşte Avrupa inkarcılarını Mesih'i inkâr
etmeğe, onu farazi bir insan olarak kabul etmeye iteleyen budur. Onlar
Yahudilerin bu dinî tarihlerine bakarak «Mesih farazi bir insandır. Tıpkı Hars
bin Hemam, Ebu Zed Sürüci, Cehha, Mecmun-i-Leyla ve Bediuzzamanı Hamazani'-nin
katındaki Ebul Feth îskenderi gibi farazi bir insandır.» derler.
Bazı tarihçiler de;
Mesih'in öldürülmesi meselesi Talmud'da vardı. Fakat Yahudiler onu çıkardılar
ki, Yahudilerin yaşamakta olduğu herhangi bir memleketin Hıristiyan ahalisi onu
görüp de Yahudilere düşmanlık gütmsinler dediler...[63]
hristiyanlara gelince,
onlar, Mesih'in hatimesini en berbat ve korkunç bir hale çevirmişlerdir. Ve bu
hatimenin böyle olmasına inanılmasını da dinlerinin esaslarından biri kabul
etmişlerdir. Yani hris-tiyanlıkta Hz. İsa'nın selbine (asılmasına) inanmayan
bir insanın ne imanı makbuldür, ne de salih bir amel kendisine yarar sağlar.
İster facir olsun, ister muttaki olsun, onun ihlası, ameli ona hiçbir faide
vermez. Ancak Hz. İsa'nın selbine, onun çarmıha gerildiğine inanırsa olur.
Hristiyanlar bu akidelerini bir temele dayandırmak için çaba sarfetmişlerdir.
Ahdi Kadimde yani Tevrat'ta habbeyi kubbe yaparak çarmıha germe akidesini şu
inanç üzerine bina etmişlerdir:
İnsanların ilki olan
Adem (A.S.) yasak ağaçtan yemek suretiyle Allah'a isyan etti. Böylece hatalı
oldu. Onun bütün zürriyeti de hatalı oldular. Ahirette ebedî bir helak ile
helak olmaya müstahak oldular. Adem'in (A.S.) bütün çocukları hatalı ve
günahkâr olarak döndüler. Hem kendi günahlarını hem de babalarının günahlarını ki onların günahlarının aslı budur yükleniyorlar.
Allah'ın da adalet ve rahmet sıfatı vardır. Adaleti iktiza eder ki, hiçbir
cerime karşılıksız kalmasın. Aksi takdirde Allah (C.C.) adil olamaz. Ceza
vermek de rahmet sıfatına ters düşer. Ceza verdiği takdirde rahim de olamaz.
Adalet ile rahmetin beraberce tahakkuk etmesi lâzımdır ki, insan bu
müşkülâttan kurtulsun. Cenab-ı Hak aynı zamanda Allah'ın tâ kendisi olan haşa oğlunu Adem'in (A.S.) zürriyetinden
gelen bir hanımın (yani Meryem'in) rahmine koydu. Orada bir cenin olarak
cesettendi ve ondan doğdu. Böylece Meryem'in çocuğu Meryem'in oğlu olmak
hasebiyle kâmil bir insan oldu. Allah'ın oğlu olmak (haşa) hasebiyle de kâmil
bir ilâh oldu. Ve bütün günahlardan masum oldu. İnsanların yaşadığı gibi
yaşadıktan, yiyip içtikten, lezzetlendikten, insanların elem duyduklarından
elem duyduktan sonra Cenab-ı Hakkın düşmanları ve kanunî ilâhisinin düşmanları
geldiler, onu en kötü bir şekilde, ellerini ve ayaklarını mıhladılar. Sonra
tokat sille dövdüler. Onunla alay ettiler. Dikenlerden bir taç yaparak başına
koydular. Yüzüne tükürdü-ler. Bütün bunları beşerlerin işlediği, İsa'nın
işlemediği bir günahtan beşeri kurtarmak için yaptırdılar.
[64]
Abdulvahabı Neccar
bunları söyledikten sonra şöyle devam ediyor:
Ben diyorum ki, bu
ameliye ile ne adalet ne de merhamet oluşmuştur. Çünkü beri ve günahkâr
olmayan bir kimseyi getirip başkasının günahım onun boynuna koyup onu
cezalandırmak, adaletin hiçbir noktasında yoktur. Günahkâr olmayan bir kimseyi
cezalandırmasında rahmet de yoktur. Üstelik bu şekilde ceza tatbik etmek
hristi-
yanların katında
bulunan Kitabi Mukaddese de muhalif düşüyor. (Tesniye, İshah 24, âyet 19)
«Babalar evlâtların yerine Öldürülemezler. Evlâtlar babaların yerine
öldürülemezler. Her insan hatasından ötürü öldürülür.»
Bir de iddialarına
göre asılmış bir kimse Allah tarafından lanetlenmiştir. Acaba günah işlememiş
bir kimseyi Allah nasıl lanetler? (Tasni-ye, İshah 21, âyet 22). «Herhangi bir
insanın boynunda öldürülmeyi hak eden bir hata var ise, o da öldürülmüş ise,
ağaca asılmış ise, onun cesedi ağacın üzerinde durdurulmaz. Belki aynı günde
defnedilir. Çünkü asılmış bir insan Allah tarafından lanetlenmiştir. Sakın
mabudun olan Rabbin sana vermiş olduğu arzını, toprağım bununla necis etme.»
Hıristiyanların bu
görüşüne göre, Cenab-ı Hak, İsa'yı çarmıha gerdirmeyi tahakkuk ettirinceye
kadar hem adalet ve hem de rahmet sıfatından mahrum kalmıştır. Allah hakkında
böyle bir düşünce, insanı nerelere götürür, düşünmek gerekir. Başka bir mahzur
daha vardır: Mademki çarmıha gerdirilme inancı hristiyanların katında imanın
tamamıdır, bu inanç hristiyanhğa giren herkesi bütün faziletleri atmaya bütün
takva ve iyilikleri yapmaktan uzaklaşmaya çağırıyor. Bu inancın sahibi ibahi,
faziletleri katledici, nefsinde faziletten nasibi olmayan bir kimse oluyor.[65]
Beyrut'lu Muhammed
Tahir Efendinin «El Akaid ul Veseniyye fi'ddiyanet il Nasdaniyye» adlı
kitabında müellif hristiyanlar ile putperestlerin müşterek olduğu birçok
noktalan tesbit etmiştir. O noktalardan birisi şudur:
Mabudlann birisinin
nefsini kurban olarak insanoğlunun hatadan kurtulması için feda etmesi
düşüncesi, eskiden beri Hindistan'daki putperestlerin katında bulunar bir
inançtır. Hind'liler inanıyorlar ki; ! Başlangıcı ve sonucu olmayan, Fişnanın
ta kendisi Olan kirışna yeryüzünü ağır yükten kurtarmak şefkatine tutuldu. Ve
yeryüzüne geldi. Nefsini feda etmek suretiyle insanlığı kurtardı.»
Mr. May, kirişna'nm, Hindistanlıların
kitablarmda olduğu gibi çarmıha gerilmiş, elleri ve ayaklan delikli, iç
gömleğinin üzerine insan kalbinin resmi asılı bir suretini çizdi. Başka bir
suretini gördü ki, onun başmda altından yapılmış bir taç vardı. Hristiyanlar da
derler ki, Yesu Mesih çarmığa gerildi. Onun başında dikenlerden yapılmış bir
taç vardı.
Hogo seyahatnamesinin
birinci cildinin (326.) sahifesinde şunlan söylüyor:
Putperest Hindular,
inanırlar ki; ilâhların birisi cesetlenmiş, günahtan kurtarmak için nefsini
insanlara feda etmek üzere takdim etmiştir.
Keşiş Morcidoks
Hindulardan bahsederken «Onlar Krişna'yı lahut ile dolu bir kahraman olarak
vasıflandmyorlar. Çünkü Krişna onların itikadına göre şahsını kurban olarak
takdim etmiştir.
Hiçin, ilk olarak
Nepal ve Tibet'i ziyaret eden Avrupalı Kliyos'tan şunu naklediyor:
Onların tapmakta
olduğu mabud Andıra'da gördüm ki
çarmığa gerilmek suretiyle kanı akıtılmış, elleri ve ayakları çivilerle
delinmiş bunu da beşeriyeti günahlanndan kurtarmak için yapmıştır. Bu durum.
Budistlerin Buda hakkında rivayet ettiklerinin hristiyanlann Mesih hakkında
rivayet ettiklerine her yönden mutabık olduğunu sergiler. Hatta Buda'ya Mesih,
Tek çocuk ve Alemin kurtancısı diyorlar. Onlara göre o, kâmil bir insan, kâmil
bir ilâh idi. Nasut ile cesetlendi. Beşerin günahına kefaret olsun ve
onları günahlardan kurtarsın diye
nefsini feda etti. Hiçbir beşer artık günahından dolayı ceza görmeyecektir.
Onlan böylece göklerin melekutuna vâris kıldı!»
Batılı âlimlerin
birçoğu kitablannda bunlan nakletmektedir. Meselâ: Bilinin Buda Tarihi'ne,
Hugu'nun seyahatnamesine, Muler'in kitabına bakılsın.
Hulasa: Biz Meryem
oğlu îsa Mesih'i Allah'ın kulu ve Resulü ola- rak kabul ediyoruz. Kur*an-ı
Kerim onu Allah'ın kulu ve Resulü olarak vasıflandırmaktadır. O ne Allah'tır,
ne de Allah'ın oğlu. Bu hususta El Bakara sûresinin 116., Al-i İmran'ın 59.,
Nisa'nın 157 ve Nisa'nın 172. El Maide'nin 17. ve yine El Maide'nin 72-75, El En'am'ın 101,
Meryem'in 31-33., El Furkan'm 2., Ez Zuhruf un 61, Es Saf ıh 6. ve îh . las
sûresinin de 1-4 âyetlerini dikkatle oku. Bütün bu âyetler açıkçı belirtiyorlar
ki, İsâ Allah'ın kulu ve Peygamberidir. Ve bütün bu âyet ler belirtiyorlar ki,
Allah'tan başka mabud yoktur, ortağı yoktur. Hris tiyanlar ise, daha önce
gördüğün gibi, kendilerine üçlü bir inanç vü cüda getirmişler:" baba,
oğul, ruhülkudus, hepsi birleşiyor. Böylece baba olan Allah veya oğul olan
Allah, onların itikadlanna göre. inmiş Meryem'de yerleşmiş, insan olarak
cesetlenmiş ve Meryem'den doğarak Yesu olarak dünyaya gelmiştir. Bu konuşma ne
Hz. Mesih'in konuşmasıdır ne de Hz. Mesih'ten böyle birşey nakledilmiştir.
Ancak hristiyanlar hristiyanlığı putperestler arasında yaydıklarında putperestler
üç ekanime îman ediyorlardı.
Mabudların cesetlenmesine, çarmığa gerilmeğe, feda tdilmeğe daha önce
inanıyorlardı. Bunu beraberinde getirip hristiyanlık inancına soktular. Ve
böylece esas dinle riyle hristiyanlık arasında bir telif (uyum) yapmağa
çalıştılar. Böylece Mesih'i ilâhlaştırdılar.
baba ile birleşen oğul uknumu, Allah'tan indi. Ruhulkuds, Meryem'in
rahminde cesetlendi. Sonra ilâh ve insan olarak çıktı. Daha neler? Kur'an'ı
Kerim En Nisa 172, El Maide sûresi 17., El Maide sûresi 62, El Maide sûresi 75,
Et Tevbe sûresi 30, Et Tev-be sûresi 31, Et Tevbe sûresi 32, Meryem sûresi
34-36, Ez Zuhruf sûresi 57. Essaf sûresi 6. âyetlerinde bu küfrî inancı
reddetmektedir. Ve bu âyetler İsa'nın (A.S.) da bu inancı reddettiğini
söylerler. îsa'mn (A.S.) Allah'ın
(C.C.) kulu olduğunu itiraf ettiğini naklederler.
Üstelik hristiyanların
yazmış olduğu İncirler, papazların yazmış olduğu risaleler de İsa'nın Allah'ın
kulu ve Resulü olduğunu ortaya se-giliyorlar.
Meselâ: Yuhanna bab 1-
âyet 51'de: «Şu anda görürsünüz ki gök açıktır. Gök melekleri iner, çıkarlar.
Ve tsa (A.S.) bir insanın oğlu olduğunu itiraf etti ve Allah olmadığını ikrar
etti.»
Yine Yuhanna bab 4-
âyet 6'da: «Yesu yolculuktan yorulmuştu.» diyor. Oysa muhaldir ki, Cenab-ı Hak
yorulsun. Çünkü Cenab-ı Hakkın kudretiyle gökler ve yer ve onlarda olanlar
kaimdirler.
Yuhanna bab 3- âyet
26'da: «Onlar Yuhanna el Ma'meda'ninin yanına geldiler. Ona dediler ki:
— Ey muallim! O ki
Ürdün geçişinde seninle beraberdi. O ki sen ona 'O vaftiz yapar' diye şahitlik
ettin. Ve hepi ona geleceklerdir dedin.
Yuhanna cevab vererek
dedi ki:
— Hiçbir insan eğer gökten ona verilmemişse,
hiçbir şey almaya güç yetiremez. Siz bizzat şahitlik edersiniz ki, ben demişim
ki, ben Mesih değilim. Belki Mesih'ten önce gönderilmiş bir peygamberim.»
Yuhanna Bab 3 -âyet
34'de:
«Çünkü o kimse ki,
Allah onu elçi olarak göndermiş, Allah'ın kelâmı ile konuşur.»[66]
«Ey Meryem oğlu İsa!
İnsanlara Allah'ı bırakıp beni ve annemi iki mabud edinin diyen sen misin?
dediğinde İsa:
— Yarab! Seni tenzih ederim. Bana hakkım
olmayan şeyleri söylemek yakışmaz. Eğer onu söyledimse muhakkak sen
bilirsin. Benim nefsimde olanı sen
bilirsin. Senin nefsinde olanı ben bilmem. Şüphesiz gayblan hakkıyla bilen
sensin. Ben onlara ancak senin bana emrettiğini, benim ve sizin Rabbiniz olan
Allah'a ibadet ediniz dedim. Onların arasında bulunduğum müddetçe onlar
üzerinde gözcü idim. Ne zaman ki sen beni içlerinden aldığında onlar üzerinde
gözcü yalnız sen oldun. Ve sen herşeye hakkıyla şahitsin. Eğer onlara azab
edersen onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak sen aziz ve
hakimsin dedi. Allah, bugün sadıklara doğruluklarının fayda ettiği gündür.
Onlara orada ebedi kalmak üzere ağaçları altından uehirler akan cennetler
vardır. Allah onlardan razı oldu ve onlar da Allah'tan razı oldular. Bu, büyük
bir kurtuluş ve saadettir buyurdu.» (El Maide, 116 -119)...
Muhterem okuyucu! Son
olarak belirtiyoruz ki Hz. İsa (A.S.) ile ilgili Abdulvehhap Neccar'm «Kısas ul
Enbiya»smdan yapmış olduğumuz ve başka kitablardan derlemiş olduğumuz birtakım
rivayetlere keyfiyetini bilmediğimizden dolayı katılmamaktayız. Meselâ: Hz. Meryem'in
istekçisi veya nişanlısı Yusuf Neccar gibi hadiselere katılmamaktayız. İlmini
ve hakikatini Allah'a havale ediyor, Rabbimizden bizi bu hususta yapmış
olduğumuz nakillerden ötürü muaheze etmemesini diler, merhameti ilâhisine
sığınırız. Bizi affeylesin...
[67]
(46) «İnsanlarla beşikte iken de yetişkin halde
iken de konuşur ve şalinlerdendir.» dediler.
(47) Meryem,
«Ey Rabbim! Bana hiçbir insan dokunmamış iken nasıl çocuğum olabilir?» dedi.
Cebrail: «Allah dilediğini böylece yaratır ne zaman ki, bir işin olmasını
dilerse, ancak ona «OL» der o da
olur.»
(48) Ve ona yazmayı hikmeti Tevrat ve İncil'i öğretecek.
(49)
tsrailoğullarına: «Ben size Rabbinizin katından bir Âyet getirdim. Ben size
çamurdan kuş gibi bir şey yapıp ona üfleyeceğim. O Allah'ın izni ile hemen kuş
olacaktır. Anadan doğma körleri, alacalıları, sıhhate kavuşturacağım. Ve
Allah'ın izni ile ölüleri dirilteceğim. Yediklerinizi ve depolarınız d a kil
eri de size haber vereceğim. Eğer Mü'-min iseniz şüphesiz ki, bunda sizin için
delil vardır.» diyen bir Peygamber
olacaktır.
(50) Ve «Benden önce gelen tevrat'ı tasdik etmekle beraber sizlere haram
kılınanların bir kısmını helâl kılmak üzere ve Rabbm izden size bir Âyetle
geldim. Allah'dan korkunuz ve bana da itaat ediniz.
(51) Çünkü
Allah benim de Rabbimdir. Sizin de
Rabbinizdir. O'na kulluk yapınız. Bu dosdoğru yoldur.
(52) İsa,
onların küfürlerini hissedince, «Acaba
Allah yolunda yardımcılarım kimlerdir.,.?» dedi. Havariler, «Biz Allah'ın (Dininin) yardımcılarıyız. Allah'a îman ettik, şahid ol ki, biz
Müslümanlarız.» dediler.
[68]
(47)
«Böylece Rabbin dilediğini yaratır. Bir emri irade ettiğinde ona «OL» der, o da
olur.» Bu söz, ya Allah'a ya da Cebrail'e aittir. Bu Âyet-açıkça ifade eder ki:
Allah diledikten sonra maddesiz normal sebeplere baş vurmadan herşeyi
yapabilir. Yoktan var eder, varı da yok edebilir. Bütün varlıkları tedriç
kanununa bakmaksızın meydana getirebilirdir. Tedriç kanununu gözetmek herhangi
bir etkenin etkisi ile değil, onun iradesi iledir. niçîn ve neden'ler onun için
bahis konusu değildir.
(49)
«Allah'ın izni ile kuş olur...» ibaresi çamurun kuşa dönüşmesi, ölünün
dirilmesi İsa'nın (A.S.) hüneri ile değil, Allah'ın izni ile olduğuna
dikkatleri çeker. Hadisler de gelen rivayetlere göre: Bazen Hz. İsa'nın yanında
binlerce hasta toplaşirdı. Gelen gelir, gelemeyene o giderdi Tedavisi dua ile
idi.»
İsa (A.S.) ilâh
telâkki edilmesin diye «Allah'ın izni ile ölüleri diriltirim.» dedi, Allah'ın
izni olmadan diriltmek, bir beşere olmayacak bir keyfiyettir.
«Eğer inanıyor iseniz
yiyeceğinizi ve depoladıklarınızı size haber veririm. Bunda sizin için bîr Âyet
vardır.» Cümlesi mu'cizelerin ancak îmana muvaffak olmuş kimseler için fayda
verdiğini ifade eder. Münkirler için mu'cize sihir gibi telâkki edilmektedir.
Musa (A.S.)'nın
şeriatında haram olup da îsa (A.S.)'nın şeriatında helâl edilen nesneler, iç
yağı, balık, deve eti, ve Cumartesi günü çalışmak gibi nesnelerdir. Bu Âyet,
Hz. İsa'nın şeriatının Musa (A.S.)' nın şeriatım kaldırıcı olduğunu bildirir.
Fakat, «Ben daha Önce inen Tevratı doğrulayıcıyım.» sözüne bu keyfiyet ters
düşmez. Zira o Tevrat'ın özünü tasdik eder. Nitekim Kur'ân'ın da kendisinden
önceki kitapların özünü tasdik ettiği gibi...
Çünkü «nesh», daha
öncekini yalanlamak yanlışlıkla itham etmek demek değildir. Aksine zamanlara
göre beyan ve özelleştirmedir. (52) İsâ (A.S.) onların kâfirliğe sapıp
İsrar etmelerini görünce, «Allah'a
sığınarak bana yardımcı olacaklar kimlerdir!..» dedi. Yani bana yardım etmek
sureti ile kendilerini Allah'hk kabul edecekler kimlerdir, ortaya çıksınlar
dedi. «havarî» kişinin en hâlis dostu demektir. Zira havarî kelimesi katıksız
beyaz manâsını ifade eden «hur» kelimesinden geliyor. İsa (A.S.)'mn
arkadaşlarına havari isminin verilmesi halis niyetlerinden ve pâk iç
âlemlerinden meydana geliyor. Bir rivayete göre, hepsi prens idiler. Bembeyaz
elbise giyerlerdi. îsâ (A.S.) bu Yahudi prenslerine, «Bana yardımcı olunuz!» talebinde
bulundu. Onlar da yardımcı oldular. Başka bir görüş: Havariler kassar idiler.
Elbiseleri beyazlatmak için çaba sarf eden bir guruptular. Bu ismi
ze-naatlanndan almış idiler. «Biz Allah'ın yardımcılarıyız.» Yani Allah'ın
gönderdiği dinin tebliğcisi olan İsa'ya (A.S.) yardımcıyız. Zira Allah yardıma
muhtaç değildir. «Biz Allah'a îman ettik, ey İsa! Kıyamet gününde diğer
Peygamberlerin ümmetleri için şahit olduklarında, sen de bize şahit olasın diye
şimdiden şahit ol ki, biz Allah'a teslim olan Müslüman kullarıyız!...» dediler.
[69]
(53) «EyRabbimiz! Senin indirdiğine inandık. Peygambere uyduk. O halde bizi
şahit olanlarla beraber yaz.»
(54) Onlar
hile yaptılar. Allah da onlara hile
(ceza) ile karşılık verdi Allah
hile yapanların (ceza vermekte) en hayırhsıdır.
(55) Hatırla
ki, AUah İsa'ya, «Ey İsa! Seni eceline kadar geciktireceğim. Seni kendime
yükselteceğim, kâfirlerden seni tertemiz ayıracağım. Sana tabî olanları
Kıyamet gününe kadar kâfir olanlardan üstün kılacağım. Sonunda dönüşünüz
banadır. İhtilâf ettiğiniz hususlarda aranızda hüküm edeceğim.
(56) Küfüre
sapanlara gelince. Hem dünya hem de âhirette onları şiddetli azaba duçar
edeceğim' Onlar için hiç yardımcıları olma yacaktır.
(57) îman
edip salih amel işleyenlere gelince. Allah onların ecinni tastamam verir.
Şüphesiz ki, Allah zalimleri sevmez.
(58) (Ey
Habibim!) Bunlar Âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân'-dan sana okuduğumuz
nesnelerdir.
(59) Şüphesiz
ki, İsa'nın durumu AUah katında
kendisini topraktan yarattıktan sonra «ol» deyip de olmuş olan Adem'in
durumuna benzer.
(60
Hak
senin Rabbinden gelmiştir. Satan onda şüphe edenlerden olma.
(61) (Ey Habibim!) Sana ilim geldikten sonra İsa hususunda seninle tartışacak biri olursa,
ona de ki, «Gelin çocuklarımızı ve çocuk- Iannızi,
kadınlarımızı ve kadınlarımızı, kendimizi ve kendinizi çağıra- hm. Sonra
lânetleşelim ve Allah'ın lanetini
yalancıların üzerine kılalım.»
[70]
(54) Hile manâsını
taşıyan «mekir» fiili Allah'a mecazî olarak isnad edilmiştir. Zira hilekârlık
kötü bir sıfattır. Allah hiç bir zaman bu kötü sıfata sahip değildir. Hile
yapmak isteyenler Resûlüllah'ı (AS.) Öldürmek isteyen Yahudiler ve onların
paralelinde olan münafıklardır. «Allah mekir yaptı.» mealindeki Âyetten maksat,
dahaönce Hz. İsa (A.S.)'yı öldürmek isteyenlerin basma getirdiği felâkettir.
Zira içeri girip tsk'yı öldürmek isteyenin üzerine Allah (C.C.), îsâ'nın
(A.S.) benzerliğini ilka etti ve böylece o, İsa'nın (A.S.) yerine o,
öldürüldü.
Hz. İsa'nın bahsinde
geçen «müteveffîke» kelimesi birkaç manâya gelmektedir:
a) Eceline
kadar yaşatacaktır ve ecel gelip
çatışmcaya kadar ölümünü geciktirecektir.
b) Seni
yeryüzünden tutup götürecektir. Zira rivayete göre, İsa (A.S.) uykulu olduğu
halde kaldırılıp götürüldü.
c) Seni
melekût âlemine yüceltmekten alıkoyandan uzaklaştıracaktır.
d) Bir
içtihada göre, Allah (C.C.) İsa'yı (A.S.) yedi saatlik bir zaman öldürdü, sonra
gökyüzüne kaldırdı. Hıristiyanlar da bu
fikre sahiptirler.
(55) «Sana
tâbi olanları kıyamete kadar kâfir olanlardan üstün kılacağım.»
Üstün kılmaları, ya
delil ya da kılıçladır. Hz. İsa'ya tabî olanlardan maksat, onun
Peygamberliğine îman edenlerdir.
Âyette «ezzikiril
hakim» diye geçen şey ya hikmet ile dolu kur'an, ya da levhul mahfuz'dur.
isa'nın (a.s.) durumu gariplik bakımından adem'in (a.s.) durumuna benziyor.
zira Adem (A.S.) babasız ve annesiz olarak topraktan yaratıldı. İsa (A.S.) ise
babasız yaratıldı. Bu Âyet «Nasıl olur da îsa babasız meydana gelir?» diye
garip-siyen zihniyete susturucu bir cevap teşkil etmektedir.
(61)
mübahele: Rivayete göre Necran Hristiyanları Resûlüllah'a gelip Hz. îsa
konusunda mücadeleye giriştiler.
Allah'ın Resulü onlara,madem ki haklı olduğunuzu iddia ediyorsunuz,
geliniz lânetleşelim dedi. Onlar, düşünelim, dediler. Tenhaya çekildiklerinde
danışmanlarına danıştılar. «Ne dersiniz lânetleşelim mi?» dediler.
Danışmanları «Yeminim olsun onun Peygamber olduğunu biliyorsunuz. Size Hz. İsa
konusunda en gerçeği o getirmiştir. Yeminim olsun, her hangi bir Peygamberle
lânetleşen bir ulus helak olmuştur. Eğer illa dininizde durmak istiyorsanız
Muhammed'le (S.A.V.) anlaşarak aynimiz.» dedi Böylece Hıristiyanlar
Resûlüllah'a geldiklerinde baktılar ki, Resûlüllah Hz. Hüseyin kucağında, Hz.
Hasan'ın elinden tutmuş, arkasında Hz. Fatıma ve Hz. Fatıma'mn arkasında da Hz.
Ali olduğu halde gelmiş ve aile efradına, «Ben dua ettiğim zaman siz de amin deyin.»
diyordu. Bu manzarayı gören Hıristiyan papazı arkadaşlarına, «Ey Hıristiyanlar!
Ben bâzı yüzler görüyorum. Eğer bu yüzler bir dağın yerinden kaymasını
Allah'dan isterlerse kesinlikle o dağı Cenabı Hak kaydırır. Sakın ha! Muhammed
ile lânetleşmeyiniz ki, helak olmayasınız!» dedi.
Hıristiyanlar
Rasûlüflah'a başeğdiler. İki bin kırmızı kürk ve otuz demir zırhı haraç olarak
verdiler. Bunun üzerine Allah'ın Resulü, «Nefsimi yed'i kudretinde tutan
Allah'a yemin ederim ki, eğer onlar benimle lânetleşseydiler maymun ve domuz
olacaklardı ve kesinlikle dere onları yakmak için ateş olacaktı. Ağacın
başındaki kuş da dahil Necran memleketinin bütün canlılarım Allah helak
edecekti.» dedi. Bu Âyet, Peygamberimizin Peygamberliğine ve beraberinde
getirdiği Ehlibeytinin faziletine delildir.
[71]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(53) Ey Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık. Peygambere uyduk.
O halde bizi şahid olanlarla beraber yaz...»
Bu âyet, hakkında
seleften gelen eserler:
El Feryadi ve İbn
Merduyeh îbn Abbas tankıyla rivayet ederler:
«O halde bizi şahid
olanlarla »beraber yaz.» Yani Hz.
Muhammed ve onun ümmetiyle beraber yaz.
Çünkü onlar Hz. İsa için Allah'ın Peygamberliğini
tebliğ ettiğine dair şahittirler. Diğer Peygamberler için de tebliğ ettiklerine
dair şahid olurlar,»
Abd bin Humeyd Ebi
Salih tarıkiyla îbn Abbas'tan rivayet
ediyorlar:
«Şahitlerden maksat,
Muhammed'in eshabıdır.»
îbn Merduyeh Ebu Said
el Hudri'den rivayet ediyor:
Cenab-ı Peygamber
namazını kıldıktan sonra:
«Ey Allah'ım! Senin
katında bulunan isteyicilerin hakkıyla senden istiyorum. Çünkü isteyenlerin
senin katında bir haklan vardır. Hangi bir kölen veya hangi bir kadın kölen,
isterse karada yaşıyanlar-dan olsun, ister deniz ehlinden, onların duasını
kabul etmişsen, isteklerine icabet etmişsen onların hakkıyla senden istiyorum
ki onların sana yakardıkları hayırlı dualarına bizi kat. Bize de afiyet ver,
onlara da. Hem bizden hem onlardan dualarımızı kabul eyle. Hem bizim hem
onların hatalarından vazgeç. Çünkü biz senin indirdiğine iman ettik. Peygambere
tâbi olduk. Bizi şahitlerle beraber yaz.»
Cenab-ı Peygamber:
«Bu duayı herkim ki,
okursa, Cenab-ı Hak onu kara ve deniz ehlinin duasına katar ve o dua o yerinde
oturduğu halde onunla beraber bütün onları kapsar» buyurdu.
tbn Cerir Süddi tarikiyla
rivayet etmiştir:
îsraüoğullan İsa ile
ondokuz havarisini bir evde kuşattılar,
İsa arkadaşlarına:
«Kim benim suretimi
almak ister, ki öldürülsün, onun karşılığında ona cennet olsun.
Onlardan bir kişi Hz.
İsa'nın suretini kabul etti. Ve İsa (A.S.) da göklere çekildi. İşte bu Cenab-ı
Hakkın:
(54) Onlar plân kurdular. Allah da tuzak kurdu. Cenab-ı
Hak tuzak kuranların hayırlısı d ir.»
âyetinin mânâsıdır.
(55) Hatırla ki, Allah İsa'ya:
— Ey İsa! Seni eceline
kadar geciktireceğim Seni katıma yükselteceğim...» Bu âyetle ilgili eserler:
İbn Cerir İbn Abbas
tarikıyla rivayet ediyor:
Bu âyetteki
«Muteveffike», seni öldüreceğim demektir.
Abdurrezzak ve İbn
Cerir Hasan'dan rivayet ettiler: «Buradaki vefat, yerden kaldırmak suretiyle
olan vefattır.»
tbn Cerir, İbn Ebi
Hatim başka bir yönden Hasan'dan rivayet ederler:
«Buradaki vefattan
maksat, uyku vefatıdır. Cenab-ı Hak, İsa kulunu uyku halindeyken refetti...»
Hasan diyor:
Allah'ın Resulü
Yahudilere: «Şüphesiz İsa ölmedi. O kıyamet gününden önce size dönüş
yapacaktır» dedi.
îbn Ebi-Hâtim Katade
tarikıyla rivayet etti:
«Seni öldürüp katıma
kaldıracağı m'dan maksat, seni katıma kaldıracağım ve öldüreceğim demektir.
Yani burada takdim tehir vardır. Evvelâ Rabbimiz onu katına kaldırıyor, sonra
eceli geldiğinde öldürüyor.»
îbn Cerir,
Îbn-Ebi-Hâtim, Metar el Varrak'tan rivayet ediyorlar. «Bu âyetteki, (vefat),
ölüm vefatı değil, dünyadan olan vefattır.»
îbn Cerir, sahih bir
senedle Kâab'tan rivayet etti:
Hz. İsa, kendisine
tâbi olanların azlığını, karşısında ve kendisini yalanlayanların çokluğunu görünce, bunu
Cenab-ı Hakka şikâyet etti.
Allah ona vahy
gönderdi:
«Şüphesiz seni vefata
uğratıp katıma kaldıracağım. Şüphesiz seni kör Deccal üzerine göndereceğim.
Onu öldürdükten sonra (24) yir-midört sene daha yaşayacaksın. Sonra dirinin
öldürülmesi gibi seni öldüreceğim.»
Kâb, «Bu resûlüllah'm,
«Nasıl helâka gider o, ümmet ki, onun başında ben, sonunda İsa vardır»
hadisinin tasdikidir diyor.»
îbn Cerir ve İbn
Ebi-Hâtim Vehb'ten rivayet ediyorlar:
«Allah, günün üç
saatinde İsa'yı öldürdü. Sonra katına refetti.»
Dikkat, bu hadis
İsrailiyyattandır!...
îbn Asakir, Vehb'ten
rivayet etti:
«Allah, onu üç gün
Öldürdü. Sona onu diriltti ve katma refetti.»
Bu hadis de
îsrailiyattandir. Üç gün tâbiri İncil'in bir takım âyetler ve şerhlerinde
mevcuttur.
Hakim Vehb'ten rivayet
etti:
«Allah, İsa'yı yedi
saat Öldürdü. Sonra onu diriltti. Annesi Meryem ona gebe kaldığı zaman (13)
onüç yaşında idi. fsa (A.S.) 33 yaşında refolundu. Annesi onun refedilmesinden
sonra altı sene daha yaşadı.»
îshak bin Bişr ve îbn
Asakir, Cevher tankıyla Dahhak'tan, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Seni öldürüp katıma
kaldıracağı m »d an maksat, seni evvelâ kaldıracağım, sonra ahir zamanda
öldüreceğim demektir.»
îbn Ebi-Hâtim, İbn
Cerir'den rivayet ediyor:
«Cenabı Hakkın onu
katına kaldırması demek, onu öldürmesi demektir.»
Hakim, El Hureys'ten
rivayet ediyor:
«Hz. Ali, Ramazanın
(21.) yirmibirinei gecesinin sabahında şehid edildi. Bunun üzerine dinledim,
onun oğlu Hasan şunu söylüyordu:
«O, Kur'an'm
indirildiği bir gecede, İsa'nın geceleyin yürütülüp götürüldüğü ve Musa'mı!
kabzedildiği bir gecede şehid edildi.»
îbn Cerir Hasan'dar.
rivayet ediyor:
«Kâfirlerden seni
tertemiz ayıracağım demek, Yahudi, hristiyan ve ateşperestlerden ve kavminden
olan kâfirlerden seni ayıracağım demektir.»
îbn Cerir, Muhammed
bin Cafer bin Zubeyr'den rivayet ediyor: «Kâfirler, senin hakkuıda kurmak
istedikleri tuzakları kurmak
istediKlerinde seni onlardan ayırdım.»
Abd bin Humeyd, Katade
yoluyla rivayet ediyor: «Sana tabi olanları kıyamet gününe kadar kâfir
olanlardan üstün kılacağım,»
Buradaki «İsa'ya tâbi
olanlardan» maksat, müslümanlardir. Onlar Hz. İsa'nın fıtratı, milleti ve
sünnetiyle ona tâbi olmuşlardır. Onlar
kıyamete kadar karşılarında olanlara galib geleceklerdir.»
İbn Cerir İbn
Cüreyc'ten bu ayetin tefsirini şöyle rivayet ediyor: «îslâm üzerinde sana tâbi
olanlara kıyamete kadar kâfirler karşısında yardım edeceğim.»
îbn Ebi-Hatim, Numan
bin Beşir tarikıyla rivayet ediyor: «Resûlüllah'tan dinledim: Benim ümmetimden
bir gurup gâlib olacaklardır. Kendilerine muhalefet edenlerin muhalefetlerine perva etmeyeceklerdir. Ta ki,
Cenab-ı Hakkın emri gelinceye kadar...»
Numan, bu hadisi
naklettikten sonra şunu söyledi: Kim ki, «Numan Resûlullah'ın söylemediğini
onun kesesinden uyduruyor derse benim bu naklettiğim hadisin Kur'an'da da
tasdiki vardır. Cenab-ı Hak «Sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar kâfir
olanlardan üstün kılacağım» buyuruyor.
îbn Ebi Hatim,
Hasan'dan rivayet ediyor:
«îsa'ya tâbi
olanlardan maksat, müslümarüardır. Biz de onlardanız. Biz kıyamete kadar
kâfirlerin üstündeyiz.»
İbn Cerir, İbn
Zeyd'den bu hadisin tefsirini şöyle rivayet etmiştir:
«Hristiyanlar,
kıyamete kadar Yahudilerin fevkinde olacaklardır. Dünyanın herhangi bir
bölgesinde hristiyan ile Yahudiler birarada bulunursa, mutlaka hristiyanlar
onların üstünde olacaktır. Doğuda da batıda da durum bu olacaktır. Onlar bütün
dünyada zillet içerisinde olacaklardır.»
Bu hadis, eğer senedi
sahih ise muteşabih hadislerdendir. Zira bugün, yani 1405 hicri ve 1985 milâdî
tarihinde dünyanın her yerinde iktisaden ve malî yönden Yahudiler hristiyanlara
da diğer milletlere de hâkimdirler. Ancak idare bakımından Hristiyanlarla
Yahudilerin bulundukları memleketlerde Hristiyanlar hâkim gözükmektedirler.
İbn ul Munzir
Hasan'dan rivayet ediyor:
«İsa (A.S.) refedümiş,
Allah katmdadır. Kıyametten önce nazil olacaktır. Kim ki İsa (A.S.) ile
Muhammed'i (S.A.V.) tasdik eder ve onların dinleri olan îslâm dini üzerinde
durursa, o bu Peygamberlerden ayrılanlardan kıyamete kadar üstün olacaktır.
(57) İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah
onların ecrini tastamam verir. Şüphesiz ki Allah zalimleri sevmez...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
İbn Cerir, AH (K.V.)
tankıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Salih amellemden
maksat, farzlardır. Salih amel işlemek, farzları yerine getirmek demektir.
Allah bu salih amellerin karşılığını kâmil bir şekilde verir. Ondan hiçbir
şeyi eksik etmez.
(58) Ey Habibim! Bunlar âyetlerden ve hikmet dolu
Kur'an'dan sana okuduğumuz nesnelerdir...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
îbn Ebi Hatim,
Hasan'dan rivayet ediyor:
«Necranın iki rahibi
Resulü Ekrem'e geldiler. Birisi:
— İsa'nın babası
kimdir? diye sordu. Cenab-ı Peygamberin adeti, Babbisi kendisine emretmezden önce
acele edip cevap vermemekti. Bunun
üzerine bu âyeti celîle nazil oldu.»
îbn Cerir, Dahhak'tan
«Zikri hakimden maksat, Kur'an'dır» diye
rivayet etti.
İbn Ebi Hatun, Ali'den
rivayet etti:
Resûlüllah'tan
dinledim, buyuruyordu: «Fitneler olacaktır.»
Sordum:
«Onlardan çıkış yolu
nedir?»
«Allah'ın kitabı.
Çünkü o zikri hakim ve dosdoğru yoldur» dedi.
(59) Şüphesiz ki, İsa'nın durumu Allah katında kendisini
topraktan yarattıktan sonra «OL» deyip de «olmuş» olan Adem'in durumuna
benzer...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
İbn Cerir, El Ufi
tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti.
Necran halkından bir
gurup, Resûlüllah'a geldiler. Bunların içinde «Seyyid» veya El-Akip» denilen
rahipler de vardı. Cenab-ı Peygamberden sordular:
«Senin durumun nedir
ki, bizim arkadaşımızdan bahsediyorsun?»
Cenab-ı Peygamber:
«Sizin arkadaşınız kimdir?» diye sordu. Dediler ki:
«İsa'dır. Sen İsa'nın
Allah'ın kulu olduğunu iddia ed i yormuşsun?»
Cenab-ı Peygamber:
«Evet, o Allah'ın kuludur.»
Onlar:
«Acaba sen İsa'nın
benzerini gördün mü? Veya İsa gibi birisi sana haber verildi mi?» dediler.
Sonra Resulü Ekrem'in katından çıktılar. Ve Cebrail (A.S.) geldi:
«Sana geldiklerinde
onlara de ki: İsa'nın durumu, Allah katında kendisini topraktan yarattıktan
sonra «OL» deyip de olmuş olan Adem'in durumuna benzer.»
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir Katade'den rivayet ediyorlar:
Bize denildi ki,
Necran ahalisinin iki efendisi ve rahiblerinin başı olan Esseyyid, ve El-Akib
Resulü Ekrem'e geldiler. Peygamberden İsa'nın (A.S.) durumunu sordular ve ikisi
dediler ki:
«Her Ademoğlunun
babası vardır. İsa'nın (A.S.) durumu nedir? Niçin onun babası yoktur?»
Bunun üzerine, Cenab-ı
Hak, bu âyeti celîleyi indirdi.
İbn Cerir Süddi'den
rivayet etti:
Cenab-ı Muhammed,
Peygamber olarak gönderildiğinde Necran'-lılar onun Peygamber olarak geldiğini
işittiklerinde onların hayırlılarından Esseyyid, El-Akib, Masercis ve Merdahr
adlı dört kişi Peygambere geldiler. Peygambere İsa hakkında ne diyorsun diye
sordular. Peygamber:
«O Allah'ın kulu ve
Allah'dan gelen ruhu ve kelimesidir» dedi.
Onlar:
«Hayır. O Allah'ın tâ
kendisidir. Mülkünden inmiş, Meryem'in içine girmiş, sonra Meryem'den çıkmış.
Bize kudretini ve enirini böylece göstermiştir. Babasız olarak yaratılmış hiç bir insan gördün mü?»
dediler.
Bunun üzerine, Cenab-ı
Hak, bu âyeti indirdi...
îbn Cerir îkrime'den
rivayet etti:
«Bu âyet, El-Akip ve
Esseyyid hakkında nazil olmuştur.»
İbn Cerir İbn
Cüreyci'den rivayet ediyor:
Bizim kulağımıza
geldiğine göre; Necran hristiyanlarının heyeti Resûlüllah'a geldiler. Onların
içinde Esseyyid ve EI-Akib de bulunuyordu. Bunların ikisi o zaman Necran
ahalisinin önde gelenleriydi.
«Ey Muhammedi Niçin
bizim arkadaşımıza küfrediyorsunuz?» diye sordular. Cenab-ı Peygamber:
«Kimdir sizin
arkadaşınız?» diye sorunca:
«Meryem oğlu İsa'dır
(A.S.), sen onun kul olduğunu söylüyorsun.»
dediler.
Allah'ın Resulü:
«Evet, o Allah'ın
kuludur. Allah'ın kelimesidir. O kelimeyi Meryem'in rahmine atan Allah'tır. O
Allah'tan gelen bir ruhtur.»
Onlar Peygamberin bu
sözlerinden öfkelendiler:
«Eğer sen doğru bir
Peygamber isen bize bir kul göster ki, ölüleri diriltir, anadan doğma körleri
göze kavuşturur. Çamurdan kuş şekilleri yapar, onlara üfler, onlar da birer
kuş oluverir.» dediler.
Cenab-ı Peygamber,
buna karşılık Cebrail (A.S.) gelinceye kadar sustu. Hiçbir şey söylemedi.
Cebrail (A.S.):
«Ey Muhammed! «Allah,
Meryem'in oğlu Mesih'in tâ kendisidir.» diyenler kâfur oldular» (Maide 17)
âyetini getirdi. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber:
«Ey Cebrail! Onlar,
bana İsa'nın durumunu kendilerine haber vermemi istediler.»
Cebrail (A.S.):
«isa'nın durumu Allah
katında Adem'in durumu gibidir. Allah, Adem'i topraktan yarattı. Sonra ona «Ol»
dedi ve o da, oluverdi.»
Necran heyeti, ertesi
sabah Peygamber'e geldiklerinde, Cenab-ı Peygamber onlara bu âyeti okudu.
îbn Saad ve Abd bin
Humeyd, Ezrak bin Kays tarikıyla rivayet ediyorlar:
Necran kesişleri
içlerinde El-Akib olduğu halde Resûlüllah'a geldiler. Peygamber onlara İslâmı
arzetti. Onlar: «Biz senden Önce mülsüman olduk» dediler.
Resûlü-Ekrem:
«İkiniz de yalan
söylüyorsunuz. Üç şey sizden İslâmı uzaklaştırın iş tır: «Allah evlâd
edinmiştir» demeniz, haça tapmanız ve domuz etini yemeniz sizi İslâmdan
menetmiştir» buyurdu.
Onlar:
«O halde İsa'nın
(A.S.) babası kimdir?» diye sordular. Cenab-ı Peygamber ne cevab vereceğini
bilmiyordu. Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, bu âyeti celîleyi nazil etti. Bu
âyetler nazil olduktan sonra Resulü Ekrem onları mulanet yapmaya çağırdı. Yani
mubahele etmeye ve lânetleşmeye, kim yalancı ise, ona lanet okumaya davet
etti. Onlar aralarında:
«Eğer o Peygamber ise,
bir Peygamberle lânetleşmek bizim haddimiz değildir.» dediler.
Böylece lânetleşmeden
uzağa kaçtılar.
«Bundan başka
arzedeceğin birşey yok mudur?» dediler. Cenab-ı Peygamber:
«Ya müslüman
olacaksınız. Ya haraç vereceksiniz veya
size harp açacağım» dedi. Böylece onlar haraç vermeyi kabul ettiler.
Abd bH Humeyd ve İbn
Cerir Katade'den rivayet ediyorlar:
«Hak, senin Rabbinden
gelmedir. Sakın sen şüphe edenlerden olma. Yani İsa'nın (A.S.) durumu, Allah
katında Adem'in (A.S.) durumu gibidir. O Allah'ın kuludur. Peygamberidir.
Kelimesidir hususunda şüpheye düşme.»
İbn ul Munzir eş
Şabi'den rivayet ediyor.
Necran heyeti
Resûlüllah'a geldi:
«Bize Meryem oğlu
İsa'dan bahset» dediler. Hz. Muhammed:
«O Allah'ın Resulüdür.
Ve Allah'ın Meryem'in rahmine Uka edilmiş kelimesidir» dedi. Heyet: «tsa,
bunun üstünde olmalıdır» dediler. Bunun üzerine Cenab-Hak:
«Şüphesiz İsa'nın
durumu Allah katında Adem'in durumu gibidir.» âyetini indirdi. Heyet:
«İsa'nın (A.S.) Adem
(A.S.) gibi olması uygun değildir, dediler Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
(61) Ey Habibim! Sana ilim geldikten sonra İsa hususunda
seninle tartışacak biri olursa, ona de ki: «Gelin......» âyeti celîlesini indirdi.
[72]
«Ey Habibim! Sana ilim
geldikten sonra tsa hususunda seninle tartışacak biri olursa ona de ki:
— Gelin, çocuklarımızı
ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi
çağıralım. Sonra lânetieşelim. Ve Allah'ın lanetini yalancıların üzerine
kılalım...»
Bu âyetin tefsirinde
şunlar gelmektedir:
El Beyhaki «Delail»
adlı eserinde Seleme bin Abdi Yeşu'dan, o da babasından, o da babasından
rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü Tâ,
Sîn-i Süleyman (yani içinde besmele olan Ta sîn) sûresi inmezden önce Necran
ahalisine şöyle bir mektup yazdı:
«İbrahim, İshak ve
Yakuttun mabudu olan Allah'ın ismiyle başlıyorum. Allah'ın Resulü Muhammed'den
Necran rahibine ve Necran halkına:
Eğer Müslüman
olursanız, ben sizin huzurunuzda İbrahim, İshak ve Yakub'un ilâhı olan Allah'a
hamdediyorum. Bunlardan sonra; siri kulların kulluğundan Allah'ın kulluğuna
çağırıyorum. Kulların himayesinden Allah'ın himayesine çağırıyorum. Eğer
çağrıma icabet etmezseniz haraç veriniz. Eğer haraç vermezseniz size harp ilân
ediyorum. Selâm.»
Baş Rahib, bu mektubu,
okuduktan sonra dehşetli bir şekilde korktu. Şiddetli bir iç çekerek Necran
ahalisinden Şerehbil bin Veda adlı bir kişiyi huzuruna çağırdı. Allah
Peygamberinin mektubunu Şe-rahbiTe verdi. Şerahbil mektubu okudu. Başrahib
«Senin bu husustaki fikrin nedir?» diye Şerahbil'den sordu. Şerahbil Başrahibe
hitaben dedi ki:
«Cenab-ı Hakkın
İbrahim kuluna İsmail'in zürriyetindeki Peygamberlik hususunda verdiği vaadini
biliyorsun. Belki de bu kişi odur. O olmamasından emin değilim. Onun
peygamberliği hususunda herhangi bir fikrim yok. Eğer dünya emrinden bir rey
belirtmek gerekseydi sana bu hususta birşey söyleyebilirdim. Var kuvvetimle
düşünüp çözüme hal çaresi arardım.»
Şerahbil'in bu
sözlerinden sonra, başrahib, Necran'Iıları teker teker huzuruna çağırdı. Hepsi
Şerahbil'in dediğini Başrahibe tekrar ettiler. Sonunda ittifakla Şerahbil bin
Vedaa, Abdullah bin Şerahbil, Cebbar bin Hayz adlı kişileri elçi olarak Hz.
Peygambere göndermek kararını aldılar. Bunlar gidecekler, Hz. Muhammed'den
birşeyler öğrenip onun durumunu tetkik edecek ve geleceklerdir. Heyet böylece
yola çıktı ve Allah'ın Resûlü'ne vardı. Peygamber onlara ve onlar Peygambere
birçok sualler sordular. Sorma faslı tâ onların Peygamberden «Sen Meryem oğlu
İsa (A.S.) hakkında ne dersin?» noktasına kadar geldi. Peygamber onlara «Bugün
İsa hakkında benim katımda herhangi bir vahy yoktur. Burada misafir olunuz ki,
İsa hakkında ne deniliyor, onu sabahleyin size haber vereyim.» dedi. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi. Ve onlar bu âyeti kabul etmeğe yanaşmadılar.
Daha ertesi gün Cenab-ı Peygamber abasının altına torunları Hasan ve Hüseyin'i
aldı. Kızı Fatımatüzzehra arkasından yürüyordu. Lânetleşmek için geldi. Ve
Resulü Ekrem'in o gün birçok hanımı da mevcut idi. Şerahbil iki arkadaşına
hitaben:
«Ben bize yönelip
gelmekte olan bir durum görüyorum. Eğer bu kişi Allah katından gönderilmiş bir
Peygamber ise, biz de onunla lâ-netleşirsek yeryüzünde biz Necran'lılardan ne
bir kıl kalır, ne bir tırnak, hepsi helak olur» dedi. İki arkadaşı Şerahbil'e:
«Öyleyse senin fikrin
nedir? Ne diyelim?» diye sordular. Şerahbil:
«Onu bizimle onun
arasındaki bu meselede hâkim kılalım. Ben, onu hiçbir zaman adaletsizlikle
hükmedecek bir kişi olarak görmüyorum.»
İki arkadaşı
ŞerahbiTe:
«Sen bu hususta
serbestsin. Yetkin vardır» dediler. Böylece Şerah-biî Allah'ın Resûlü'ne vardı:
«Lânetleşmekten daha
hayırlı bir fikrim vardır» dedi. Cenab-ı Peygamber:
«O fikrin nedir?» diye
sordu. Şerahbil:
«Seni, bugün akşama
kadar, hatta akşamdan sabaha kadar hakem kılıyorum. Bizim hakkımızda ne
hükmedersen o geçerlidir» dedi. Böylece Allah'ın Resulü dönüş yaptı. Onlarla
lânetleşmedi. Ve haraç üzerinde onlarla musalaha etti.
Buhari, Müslim,
Tirmizi, Nesei ve Ebu Naim'in Huzeyfe'den rivayet ettiğine göre; El Akıp ve
Esseyid adlı rahibler Resulü Ekrem'e geldiler. Peygamber onlarla lânetleşmeyi
irade etti. Onlardan birisi diğerine:
«Sakın onunla
lânetleşmeyelim. Allah'a yemin ederim ki, eğer Peygamber ise, biz de onunla
Iânetleşirsek ne biz iflah oluruz, ne de bizden sonra gelen zürriyetimiz!..»
Bunun üzerine ona
dediler ki:
«Sen ne istersen sana
veririz. Bizimle beraber emin bir kişiyi gönder.»
Cenab-ı Peygamber:
«Ey Eba Ubeydeî Kalk»
dedi. Ve Ebu Ubeyde onlarla beraber gitmek üzere Peygamberin huzurundan
ayrılınca Cenab-ı Peygamber Ebu Ubeyde'yi işaret ederek buyurdu:
«îşte bu ümmetin
emini, bu insandır.»
El Hakim tashih ederek
Cabir'den rivayet etti:
El Akıp ve Esseyyid
Resûlüllah'm yanına vardılar. Peygamber onları îslâma davet etti. Onlar:
«Ey Muhammedi Biz
müslüman olmuşuz» dediler. Cenab-ı Peygamber:
«İkiniz de hilafı
hakikati belirtiyorsunuz. Eğer dilerseniz sizi müslüman olmaktan menedenin ne
olduğunu da size haber vereyim.»
Onlar:
«Söyle bakalım»
dediler. Cenab-ı Peygamber: «Haç sevgisi, içki içilmesi, domuz eti yenilmesi
sizi müslüman olmaktan menediyor.»
Cabir der ki:
Resulü Ekrem onları
Iânetleşmeye davet etti. Onlar da «Sabahleyin seninle lânetleşelim» dediler.
Ve Resulü Ekrem, ertesi sabah Ali'nin, Fatıma'nm, Hasan ve Hüseyin'in elinden
tutarak geldi. Sonra onlara haber gönderdi. Onlar Iânetleşmeye yanaşmaktan
kaçındılar. Ve Peygamberin tekliflerini kabul ettiler. Cenab-ı Peygamber:
«Beni hak ile gönderen
Allah'a kasem ederim, eğer onlar Iânetleşmeye yanaşsaydılar O, vadi onların
üzerine ateş yağdırırdı.})
Cabir diyor ki, «Onlar
hakkında bu Mubahele ve Mulaane âyeti indi.»
Cabir, «Nefsimizi ve
nefsinizi çağıralım» cümlesindeki Resûlül-lah'ın nefsinden maksat, Allah'ın
Resulüdür. Ali'dir, Ali'nin oğulları Hasan ve Hüseyin'dir. «Kanlarımızı ve
karılannızi»ndaki ibareden maksat da, Fatıma'dır» diyor.»
Hakim, tashih ederek
Cabir'den rivayet ediyor:
Necran heyeti Resulü
Ekrem'den sordular: «İsa hakkında ne dersin?»
Peygamber:
«O, Allah'ın ruhu,
kelimesi, kulu ve Resulüdür» dedi. Onlar Resulü Ekrem'e:
«İsa'nın böyle
olmadığına dair bizimle Iânetleşmeye
var mısın?»
dediler. Resulü
Ekrem':
«Siz, bunu istiyor
musunuz?» dedi. Onlar:
«Evet istiyoruz»
dediler. Cenab-ı Peygamber:
«O halde, istiyorsanız
yapalım» dedi. Eve gelip, Hasan, Hüseyin torunlarını aldı. Lânetleşmeye doğru
gitti. Fakat heyetin başkanı:
«Sakın bu kişiyle
lânetleşmeyiniz. Allah'a yemin ederim eğer onunla lânetleşirseniz iki guruptan
(yani ya biz ya o), birisi yere batacaktır.» dedi. Böylece onlar geldiler:
«Ey Eba Kasım! Bizim
akılsızlarımız seninle lânetleşmeyi irade ettiler. Biz isteriz ki, bizi
affedesin.»
Cenab-ı Peygamber:
«Sizi affettim»
dedikten sonra:
«Azab Necran'm
üzerinde gölge tutmaya başlamıştı.» dedi.
Bu rivayetten
anlaşılıyor ki lânetleşme teklifi Necran heyetinden gelmiştir. Daha önceki
rivayetlerde lânetleşme teklifinin âyetin inişi üzerine Allah Resûlü'nden
geldiği kaydedilmektedir.
Ebu Naim'in «Ed
Delail» adlı eserinde El Kelbi'den, Ebu Salih'ten, Ibn Abbas'tan rivayet edilen
eserde şöyle denilmektedir:
Hıristiyanlardan
Necran gurubu, Allah Resûlü'ne geldi. Ondört kişiydiler. Necren eşrafından
idiler. Onların içinde en büyükleri olan Esseyyid, bir de El Akıb vardı. El
Akıp Es Seyyid'den sonra baş olacaktı. İkinci derecede fikir sahihleri o idi.
Allah'ın Resulü Esseyyid ile El Akıba «Gelin müslüman olunuz» diye teklifte
bulundu. Onlar «Biz müslüman olmuşuz» dediler. Cenab-ı Peygamber:
«Siz müslüman
olmamışsınız.»
Onlar;
«Evet, biz senden Önce
müslüman olmuşuz» diye tutturdular. Cenab-ı Peygamber:
«Hilafı hakikat
konuşuyorsunuz. Sizi müslüman olmaktan üç şey menediyor:
1- Haça
tapmanız
2- Domuz eti
yemeniz
3- Allah'ın
oğlu vardır demeniz.»
Hz. Peygamber, onlara
bunları söyledikten sonra «Şüphesiz îsa'nm meselesi Allah katında Adem'in
meselesi gibidir» âyeti indi. Ve bu âyeti onlara okuduğunda:
«Senin dediğini biz
tanımayız» diye cevab verdiler. Bunun üzerine:
«Onun hususunda
seninle tartışacak biri olursa...» âyeti celîlesi nazil oldu.
Yani îsa (A.S.)
hususunda Kur'an'dan sana gelen ilimden sonra birisi seninle tartışmaya
kalkışırsa onları Mubaheleye yani lânetleş-meye davet et demektir. Mübahele,
(lânetleşme) son derece yakanp yalvarmak, duada ısrar etmek demektir. Ki
Muhammed'in (A.S.) getirdiği hakkın tâ kendisidir, onların söyledikleri
batılın tâ kendisidir diye Cenab-ı Peygamber söyleyecekti. Onlar da bunun tam
aksini söyleyeceklerdi. Cenab-ı Peygamber bu âyet üzerine onlara:
«Allah bana emretti,
eğer siz tslâmı kabul etmezseniz veya İsa hakkındaki bu durumu kabul etmezseniz
sizinle lânetleşeyim.» Onlar:
«Ey Eba Kasım! Biz şu
anda lanetlenmiyoruz. Döneceğiz. Durumunuzu tetkik edeceğiz, sonra sana
geleceğiz.» dediler. Böylece bunlar başbaşa kaldılar. Aralarında doğruyu
araştırdılar. Seyyıd, Akıbe «Allah'a yemin ederim, kesinlikle bu kişinin
Peygamber olduğunu biliyorsunuz. Eğer bu kişi ile lânetleşirseniz sizin
kökünüz kesilecektir. Hiçbir kavim yoktur ki bir Peygamberle lânetleşsin de
büyükleri kalsın, küçükleri gitsin. Eğer siz ona tâbi olmaktan çekinir, eski
durumunuzda ısrar etmekte iseniz onunla sulh edip memleketinize dönüş yapınız»
dedi.
Bu esnada Resulü
Ekrem, beraberinde Hasan, Hüseyin ve Fatıma olduğu halde lânetleşmek için
çıkmıştı. Resulü Ekrem, Hasan'a, Hüseyin'e ve Fatıma'ya (R.A.):
«Ben dua ettiğim
zaman, siz de âmin deyiniz» buyurdu. Fakat Necran heyeti Resûlüllah ile
lânetleşmekten vazgeçti ve haraç vermek üzerinde onunla musalaha yaptılar.
Ebu Naim «Ed Delail»
adlı eserinde Ata ve Dahhak tankıyla îbn Aobas'tan rivayet ediyor:
Necran ahalisi olan
araplardan sekiz rahib Resûlüllah'm yanına geldiler. Onların arasında El Akıp,
Esseyyid de vardılar. Cenab-ı Hak:
«De ki: Gelin,
çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve
kendinizi çağıralım. Sonra lânetleşelîm ve Allah'ın lanetini yalancıların
üzerine kılalım.» âyeti nazil oldu. Lanet-leşmekten maksat, Cenab-ı Hak'tan
yalancının üzerine lanet etmesini isteyelim demektir. Onlar üç gün mühlet
istediler. Böylece Medine Yahudileri olan Beni Kurayza, Beni Nadir ve Beni
Kaynuka'ya gittiler. Onlarla istişare ettiler. Onlar da «Peygamberle
Iânetleşmemelerini ve sulh yapmalarını tembih ettiler. Çünkü Tevrat'ta
gördüğümüz Peygamber odur, dediler. Ve böylece Peygamberle her Safer ayında
bin kürk vermek, Recep'te de bin kürk ile para vermek üzere musalaha edip
gittiler.
Abdurrezzak, Buhari ve
Tirmizi, Nesei ve İbn Cerir, tbn Abbas ta-rikıyla rivayet ettiler:
— Eğer Necran ahalisi
Peygamber ile lânetleşmiş olsaydılar Nec-ran'a döndüklerinde ne aile
efradlarını, ne de mallannı bulabilirlerdi. Yani hepsi helak olacaktı.
Müslim, Tirmizi, İbn
ul Munzir, Hakim ve Beyhaki Saad bin Ebi Vakkas'tan rivayet ediyorlar:
Mubahele (yani
lânetleşme) âyeti nazil olduğunda Cenab-ı Peygamber Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan
ve Hüseyin'i çağırdı: «Ey Allah'ım! İşte benim ehlim bunlardır.» dedi.
îbn Cerir Yeşkeri'den
rivayet ediyor:
Bu âyeti celîle, nazil
olduğunda Cenab-ı Peygamber Ali, Fatıraa, Hasan ve Hüseyin'e haber gönderdi. Ve
lânetleşmek için Yahudileri de çağırdı. Yahudiler arasından bir genç,
Yahudilere hitaben:
«Azab olasıca! Dün
sizin arkadaşlarınız, (yani aba ve ecdadınız) domuz ve maymunlara mesholunmadılar
mı? Sakın lânetleşmeye yanaşmayınız.»
Bunun üzerine
Yahudiler lânetleşmekten kaçtılar. Bu rivayete göre lânetleşme âyeti Necran
Vefdi (heyeti) hakkında değil Yahudiler hususunda gelmiştir. Fakat iki gurup
hususunda gelmesi de muhtemeldir. Yani âyet indikten ve Necran heyeti
gittikten sonra veya onların hadisesinden sonra Yahudiler Resulü Ekrem'i taciz
ettiler ve yalanladılar. Ve Peygamber bu âyetin hükmüne bu sefer onları
çağırdı.
îbn Asakir Cafer bin
Muhammed'den bu âyet hakkında şunları rivayet etti:
Cenab-ı Peygamber
Ebubekr ile çocuklarını, Ömer ile çocuklarını, Osman ile çocuklarını, Ali ile
çocuklarını topladı. Ve lânetleşmeye böylece geldi.
Bu rivayetten
anlaşılıyor ki bu. yakınlık Hz. Ali (K.V.) ile çocuklarına gösterildiği gibi,
Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve çocuklarına da gösterilmiştir. Yani onlar
da Resûlullah'ın ehli sayılmışlardır,
İbn ul Munzir ve İbn
Ebi Hatim, Ebu Cüreyc tarikıyla İbn Ab-bas'tan rivayet ediyor:
«Sonra I ân e t leşe I
i m, yani var kuvvetimizle yalancının lanetlenmesini Allah'tan isteyelim.»
Hakim tashih ederek
îbn Abbas'tan rivayet ediyor: Resulü Ekrem şehadet parmağıyla işaret ederek
«İşte bu, ihlâstir» dedi. İki elini omuzlarının hizasına kadar kaldırarak «İşte
bu da, duadır» dedi. Ellerini göklere doğru tam manâsıyla uzatarak «İşte bu
da, ibtihaldir». Yani lânetleşmede eller bu şekilde kaldırılır. Yani daha fazla
duada ısrar edilir dedi.
Bu hadisin yorumuna
birkaç cümle ile girmek istiyorum.
Şehadet parmağıyla
şahadet kelimesini getirirken işaret etmek ih-lâs ve îmandır. Yani îmanın
işaretidir. Dualar, yapılırken eller açık olduğu halde omuzlar hizasına kadar
kaldırılır. İsterse birbirlerine bitişik olur, isterse ayrı olur. İbtihal yani
fazlasıyla Allah'a yalvarmak, yakarmak, bir sıkıntıdan kurtulmak için eller tam
manasıyla göklere uzatılır, kafa hizasını da geçerler. Yani Cenab-ı Peygamber
bütün bu şekillerde dua etmiştir. İlle ellerin bitiştirilmesi veya ellerin
kapatılması veya ellerin tam kafa hizasına kadar kaldırılması şartı yoktur.
Beyhaki «Delail-i
Nübüvve»de Necran heyetinin kıssasını uzun olarak yazmıştır. Orada birçok
faideler, gariblikler ve bu makamla münasebet ve uygunluğu olduğu için
zikretmesini lüzumlu buldum:
Beyhaki, Abdullah el
Hafız Ebu, Sait'ten, o Muhammed bin Musa'dan, o Ebu'l Abbas Muhammed bin
Yakub'tan, o Ahmed bin Abdul Cebbar'dan, o Yunus bin Bukeyr'den, o Seleme bin
Abdi Yesu'dan, o da babasında, o da babasından rivayet etti. Daha önce
hristiyan, sonra müslüman olan Yunus dedi:
Allah'ın Resulü süleyman
tasimi (hz. Süleyman'dan bahseden ve besmeleyi derleyen sûre) inmezden önce,
Necran ahalisine:
«İbrahim, İshak ve
Yakub'ım mabudu adıyla yazıyorum. Allah'ın Resulü Peygamber Muhammed'den Necran
rahibine ve Necran hal* kına:
Müslüman ol (unuz).
Ben İbrahim, İshak ve Yakub'un mabudu olan Allah'a sizin katınızda hamdediyorum
(yani hamdettiğime şahid olunuz).
Bunlardan sonra, sizi
kullara ibadetten dönüp Allah'a ibadet etmeye çağırıyorum. Kulların
himayesinden vazgeçip Allah'ın himayesine sığınmaya çağırıyorum. Eğer bunu
kabul etmezseniz haraç vermeye çağırıyorum. Eğer haraç vermezseniz size harp
ilân ediyorum. Selâm.»
diye yazdı.
Mektub rahibin eline
vardığında okudu, ürktü. Dehşetli bir şekilde irkildi. Necran ahalisinden
Şerahbil adlı bir kişiye haber gönderdi. Vedaa oğlu Şerahbil Hemedanlıydı. Bir
hadise başgösterdiği zaman, onun halli için ondan önce hiç kimse çağnlmazdı. Ne
El-Eyhem, ne Esseyyid, ne de El Akib, hiç kimse ondan önce çağnlmazdı. Rahip,
Re-sûlüllah'ın namesini Şerahbil'e takdim etti. Şerahbil nameyi okuduktan
sonra rahib, ŞerahbiPden sordu:
«Ey Eba Meryem! Senin
bu husustaki fikrin nedir?»
Şerahbil rahibe
hitaben:
«Sen Allah'ın
İbrahim'e İsmail zürriyeti hususunda Peygamber* lik sözü verdiğini biliyorsun.
Belki de bu kişi o Peygamberdir. Peygamberlik hususunda benim fikir belirtmeye
hiçbir yetkim yoktur. Eğer dünya emirlerinden birisi olsaydı düşüncemi sana
söylerdim. Ve var kuvvetimle çıkar yol bulmaya çalışırdım.»
Rahib:
«O halde, geç otum
dedi. Şerahbil bir kenara çekilip oturdu, Rahib, Necran ahalisinden Abdullah
bin Şerahbil adlı diğer bir kişiyi çağırdı. Bu kişi Himyer kabilesinin
Zî-Esbeh boyundandı. Ona Resû-lüllah'm mektubunu okuttu. Ve reyini sordu. O da
Şerahbil'in dediği gibi söyledi. Rahib ona:
«Sen de bir kenara
çekilip otur» dedi. O da çekilip bir kenara oturdu. Rahib, Necran ahalisinden
Cebbar bin Feyz adh bir kişiyi çağırdı.
Bu kişi Beni-el-Haris
bin Kaab soyundandı. Beni -Elhammas'tan bir zattı. Rahib ona da Resûlüllah'm
mektubunu okuttu. Ona fikrini sordu. O da Şerahbil İle Abdullah'ın dediği gibi
konuştu. Ona da emretti. O da bir köşeye çekilip oturdu. Hepsinin sözü aynı
noktada derlendikten sonra rahib «Nakusu (çanı) çalınız» diye emir verdi.
Nakus (çan) çalındı. Ateşler yakıldı. Kiliselerde haç çıkartıldı.
îşte onlar gündüzleyin
bir felâkete maruz kaldıkları zaman, böyle yaparlardı. Hadise geceleyin
olursa, çan çalınır ve kiliselerde ateşler yükseltilirdi. Çan çalındığı ve haç
çıkarıldığı zaman, onlar toplandılar. vadi'nin bütün ahalisi başından sonuna
kadar geldiler. Vadinin uzunluğu süratle giden bir süvarinin ancak bir günde
katedebile-ceği kadardı. Vadinin içinde 70 pare köy vardı ve bu köylerde
(120.000) yüzyirmi bin savaşçı oturuyordu. Rahib onlara Hz. Muhammed'in
mektubunu okudu ve bu husustaki reylerini sordu. Hepsi Şerahbil bin Vedaa el
Hemedani, Abdullah bin Şerahbil El Esbai, Cebbar bin Feyz El Harisi'yi elçi
olarak göndermek hususunda ittifak ettiler. Onlar gidip Resûlüllah'ın haberini
vadi ahalisine getireceklerdi. Heyet yola çıktı. Medine'ye vardıklarında sefer
elbiselerini çıkardılar. Yerlerde sürünen uzun boylu kürklerini giydiler.
Parmaklarında altın yüzükler vardı. Sonra Resulü Ekrem'e gelip selâm verdiler.
Cenab-ı Peygamber selâmlarını almadı. Uzun bir gün Resûlüllah ile konuşmak
istediler. Fakat Peygamber kendileriyle konuşmadı. Çünkü onların sırtında
ipekli kürkler ve parmaklarında altın yüzükler vardı. Bu sefer bunlar Osman bin
Affan (R.A.) ve Abdurrahman bin Avf'm (R.A.) yanına vardılar. Onlarla daha önce
tanışıyorlardı. Baktılar ki bu iki zat muhacir ve Ensardan müteşekkil bir
mecliste oturmaktadırlar. Onlar:
«Ey Osman! Ey
Abdurrahman! Sizin Peygamberiniz bize şöyle bir mektub yazdı. Biz de o mektuba
icabet ederek geldik. Ona vardık, selâm verdik. Bizim selâmımızı almadı. Uzun
bir gün kendisiyle konuşmak istedik. Bizi yordu, konuşmadı. Sizin reyiniz
nedir? Acaba geri mi dönelim, yoksa kalalım mı?»
Osman ile Abdurrahman
orada oturmakta olan Ali bin Ebu Talib'-ten sordular.
«Ey Eba Hasan! Bu
kavim hakkında senin reyin nedir?»
Hz. Ali, Hz. Osman ile
Abdurrahman'a (R. Anhüm): «Benim reyim bu sırtlanndaki ibrişim kürkleri
çıkarmaları, parmaklarındaki yüzükleri sökmeleri ve yolculuk elbiseleri
giymeleri ve sonra Resûlüllah'a varmalarıdır.» dedi.
Onlar da Hz. Ali'nin
dediği gibi yaptılar ve gelip Resûlüllah'a selâm verdiler. Cenab-ı Peygamber
onların selâmını bu kez aldı. Sonra buyurdu:
«Benî Hak Peygamber
olarak gönderen Allah'a yemin u kasem ederim, onlar, bana ilk geldiklerinde
beraberlerinde iblis yardı. »
Resûlullah bunları
söyledikten sonra onlardan, onlar da Cenab-ı Peygamberden sual sordular. Bu
soruşturma aralarında devam etti. Onlar Cenab-ı Peygamberden «Sen İsa hakkında
ne diyorsun? Biz hıristiyan olan kavmimize dönüş yapacağız. Eğer sen Peygamber
isen onun hakkında senin söylediğini dinlemek, bizim hoşumuza gider» diye
sordular.
Bunun üzerine Cenab-ı
Peygamber:
«Bu gün, benim katımda
îsa hakkında herhangi bir malûmat yoktur. Burada durunuz ki, Rabbimin, İsa
hakkında bana vereceği haberi size aktarayım.»
Bu söz üzerine onlar
sabahladılar. Cenab-ı Hak:
«Şüphesiz İsa'nın
durumu Allah katında Adem'in durumu gibidir»
âyeti celîlesini
indirdi. Onlar bu ilâhî hükmü ikrar etmekten kaçındılar. Cenab-ı Peygamber bu
haberi onlara söyledikten bir gün sonra Hasan'ı, Hüseyin'i abasının altına
alarak, Fatıma da arkasında olmak üzere, lânetleşmeye (mulaenete) geldi.
Resûlüllah'ın o gün birkaç hanımı da hayattaydı. Bu durumu gören Şerahbil iki
arkadaşına:
«Siz bilirsiniz ki vadi'de
bîr hadise başgösterirse, oranın basında ve sonunda oturanlar bir araya
gelirlerse, ancak benim fikrim geçerli olur. Ben Allah'a yemin ederim, burada
ağır bir durum görüyorum. Yeminim olsun, eğer bu adam Peygamber ise, biz de
onun iki gözüne ilk vuran, onun durumunu ilk reddeden araplar olursak, bize bir
felâket gelmedikçe ne onun ne de arkadaşlarının göğsünden bu kin çıkmaz.
Yemin ederim, biz komşulukta bütün araplardan onlara daha yakınızdir. Eğer bu
kişi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber
ise, biz de onunla
lânetleşirsek yeryüzünde bizlerden ne bir tüy, ne bir tırnak kalmaz, hepsi
helak olur.» dedi.
Bunun üzerine iki
arkadaşı Şerahbil'e:
«Ey Eba Meryem! O
halde senin reyin nedir?» diye sordular. Şerahbil cevab verdi:
«Onu, bizimle kendisi
arasında hakem tayin etmeyi uygun görüyorum. Çünkü ben onu hiçbir zaman fuzuli
ve batılla hükmetmeyen bir kişi görüyorum.» (Yani Peygamberin şahsını böyle
görüyorum). îki arkadaşı Şerahbil'e:
«Sen bu hususta
yetkinsin. Bizim de reyimiz senindin» dediler.
Ravi der ki, Şerahbil,
Allah'ın Resulünü karşıladı ve Resûlüllah'a şöyle dedi:
«Seninle
lânetleşmckten daha hayırlı bir fikir belirdi bizde.»
Resulü Ekrem:
«O nedir?» diye
sorunca Şerahbil:
«Bugün akşama kadar ve
akşamdan sabaha kadar seni bu meselede hâkim kılıyorum. Bizim hakkımızda sen
ne hüküm verirsen o geçerlidir» dedi.
Bunun üzerine
Peygamber, Şerahbil'e hitaben:
«Umulur ki, senin
arkanda bir kişi vardır. Seni bu hükmünden dolayı kınayacaktır» dedi.
Şerahbil cevab olarak
Hz. Peygabere:
«Beni iki arkadaşımdan
sor!» dedi.
Resulü Ekrem onlardan
sordu. Onlar şu cevabı verdiler:
«Vadi halkı herhangi
bir hadiseyi red veya kabul etmeyi ancak ŞerahbiTin fikriyle eder» dediler.
Böylece Cenab-ı Peygamber dönüş yaptı ve onlarla lânetleşmedi. Sabahleyin onlar
Resulü Ekrem'e geldiler. Cenab-ı Peygamber onlara şu ahîdnameyi yazdı:
«Rahman ve rahiym olan
Allah'ın adıyla! Bu risale Allah'ın Resulü Muhammed Peygamberden Necran a hal
isinedir. Muhammed'in onlar üzerinde her meyvede, her altın ve gümüşte hükmü
olduğu halde onlara ihsan etti. Bütün bunları onlar için terketti. Ancak Evakı
kürklerinden (paraya tahvil edilen, kıymetlendiren kürklerden) her Recep'te
bin kürk ve her Sefer aynıda da bin kürk verecekler. Her kürk gümüşten bir
Evkiyedir. (Yani onun karşılığıdır) Haraçtan fazla olan veya eksilen (yani
verilen gümüş paradan iki bin kürkün fiyatından fazla olan veya eksileni)
hesabıyladır. Onlar zırhlardan, attan, diğer bineklerden veya ticari emtiadan
ne verirlerse onların üzerindeki haraca mahsuben alınır. Necran'lılarm
boynunda benim elçilerimin nafakası vardır. Onlara yedirip içireceklerdir.
Yirmi gün veya yirmi günden az olan müddet onların içmeleri, yemeleri,
maişetleri Necran'lı-lara aittir. Elçilerim bir aydan fazla bekletilemezler.
Yemen ve Mearra denilen yerlerde bir fitne başgösterirse, Necran'lılar otuz
zırh, otuz at ve otuz deve ile ariye (emanet) olarak yardım edeceklerdir.
Vermiş oldukları emanetlerden helak olanlardan benim elçilerim sorumludurlar.
Onlara aynen teslim edeceklerdir. Necran ve Necran'ın etrafındakiler üzerinde
onlar için Allah'ın sözü, Allah elçisi Muhammed Peygamberin zimmeti vardır.
Mallan üzerinde, nefisleri, milletleri, va-idleri, hazır olanları, aşiretleri,
kiliseleri, az veya çok ellerinin altında bulunan herşey için bu söz
verilmiştir. Onların Başpiskoposlarından herhangi birisi bizce değiştirilemez. Onların
rahiblerinden herhangi birisi bizden taraf değiştirilemez. Onların
kâhinlerinden herhangi birisine dokunulamaz. Onlar üzerinde Ribâ yok.
Cahiliyye kanlan onlardan alınmayacaktır. Onlardan asker toplanmaz, Öşür
onlardan alınmaz. Ordu hiçbir zaman onların arazisini çiğnemez. Kim ki onlardan
bir alacak taleb ederse, halk ile onlar arasında adaletli hüküm olacaktır.
Onlar ne zalim, ne de mazlum olmayacaklardır. Onların ileri gelenlerinden kim
ki, bir Riba yerse benim zimmetim (sözüm, kefaletim)^ onun hakkında
kaldırılmıştır. Başkasının zulmü ile onlardan herhangi bir kişi muaheze
edilmeyecektir.
Bu ahidnamede
bulunanların üzerinde Allah'ın sözü, O'nun Pey-gamber'i Muhammed'in zimmeti
vardır. Ta ki Allah emrini getirinceye kadar. Onlar nasihat ettikçe,
üzerlerinde bulunan vazifeyi yerine getirdikçe, herhangi bir zulme
başvurmadıkça bu böyle olacaktır.»
Bu ahidnamenin
şahitliğini, Ebu Süfyan bin Harp, Ğilan bin Amr, Malik bin Avf, El Hanzeli
boyundan Ekrabin Habis ve Muğire bin Şube ettiler. Bu ahidnameyi onlar için yazan Abdullah bin Ebibekr'-dir.[73]
Necran heyetleri
hicretin 9. senesinde Reşûlüllah'a gelmişlerdir. Çünkü Zuhri «Necran'Iılar
Peygamber'e ilk cizye verenlerdir» dedi. Cizye âyeti de Mekke Fethinden sonra
nazil oldu. İşte Cizye âyeti:
«Kendilerine kitab
verilenlerden Allah ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulü'nün haram
kıldığım haram tanımayan ve hak din olan İslâmı din edinnıey eni erle küçük
düşürülmüşler olarak cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.» (Et
Tevbe 29) [74] âyetlerini
inkâra kalkışıyorsunuz, demektir.
[75]
(62)
Şüphesiz ki, tsa ve Meryem'in
kıssalarından anlatılanlar doğru
haberlerdir. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. Şüphesiz kî, Allah yegâne
galip ve hakimdir.
(63) Eğer
yüz çevirirlerse kesinlikle Allah fesatlık yapanları bilicidir.
(64 (Ey
Habibim!) De ki: «Ey kitap ehli bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye
geliniz. Allah'tan başkasına ibâdet etmemek, ona ortak koşmamak, onu bırakıp da
birbirimizi rab edinmemekten ibaret olan kelime.» Eğer bundan yüz çevirirlerse
deyiniz ki: «Şahit olunuz biz müslümanlarız.»
(65) Ey
kitap ehli! Niçin İbrahim hakkında cedelleşip duruyorsunuz? Oysa Tevrat ve
İncil ondan sonra nazil oldular. Buna akıl etmiyor musunuz?
(66) İşte sizler haydi bildiğiniz konularda tartışırsınız,
amma, bilmediğiniz şeylerde niçin çekişirsiniz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz.
(67) İbrahim
ne Yahudi ve ne de Hristiyan idi. Fakat bâtıldan uzaklaşmış ve Hakka yakın
olandı. Müşriklerden de değildi.
(68) Şüphesiz
ki, İbrahim'e en yakın olan insan ona (Dinine) ve bu Peygambere (Hz.
Muhannned'e) tâbi olanlarla îman edenlerdir. Allah mü'mînlerin yardımcısıdır.
(69) Kitap
ehlinden bir cemaat sizi dininizden saptırmak isterler. Oysa onlar ancak kendi
kendilerini saptırırlar da bunun farkında değildirler.
(70) Ey
kitap ehli! Gördüğünüz halde niçin Allah'ın Âyetlerini İnkâra kaçıyorsunuz.
[76]
Müslümanlarla kitap
ehlinin arasında eşit olan kelimeden maksat, Allah'a kulluk yapmak ona ortak
koşmamak ve Allah'dan başka hiç kimseyi ne İsa'yı ne Üzeyir'i ne de başka bir
kimseyi mabut edinmemektir. Bu hususlar her dinin esasını teşkil eder, her
Peygamber bu prensipleri getirmiştir.
Rivayete göre, «Kitap
ehli, âlimler ve âbidleri Allah'tan başka ma-bud edindiler.» Âyeti nazil olduğu
zaman, Hâtimoğlu Adiy (R.A.) Re-sûlüllah'ın huzurunda bulunuyordu. «Ey Allah'ın
Resulü! Biz Hristi-yan iken Alimler ve Âbidlere tapmıyorduk.» dedi. Resûlüllah
sordu: «Papazlar ve azizler size herhangi bir helâli haram veya haramı helâl
etmezler miydi? Siz de onların hükmüne uymaz mıydınız?» Adiy: «Evet Ya
Resûlüllah.» deyince, Resûlüllah, «îşte o, onlara tapmak demektir.» dedi.
Bu kıssada irşadın en
güzel örneği ve delil getirmenin en iyi tarzı mevcuttur. Zira Cenab-ı Hak önce
İsa (A.S.) kulunun hallerini ve Allah'lığa ters düşen tavırlarını beyan etti.
Sonra Hristiyanların kalbindeki düğümü çözücü ve şüpheyi giderici durumu
zikretti. Onların inat ve İsrarlarını görünce onları lânetleşmeye çadırdı.
Sonra ondan kaçtıklarını ve az da olsa teslim olduklarını görüncfe irşat ile
onlara yönelip daha kolay bir yol önlerine koyup İsa'nın (A.S.), İncil'in ve
diğer Peygamberler ve Kitapların ittifak ettikleri bir noktaya onları çağırdı.
Sonra bunun da bir fayda vermediğini, Âyetler ve korkutmaların onlara fayda
sağlamadığını görünce onlardan yüz çevirip ve îman edenlere «Deyiniz ki bizim
Müslüman olduğumuza şahit olunuz.» dedi.
Yahudiler ve
Hristiyanlar İbrahim (A.S.) hakkında cedelleştiler. Her birisi ibrahim'in kendisinden
olduğunu iddia etti. Böylece meseleyi Hz. Muhammed'e getirdiler. Bunun
üzerine, «Ey kitap ehli! Niçin İbrahim hakkında ce deli eşiyorsunuz?» Âyeti
nazil oldu.
Yani ibrahim'den
(A.S.) sonra Hz. Musa'ya inen Tevrat ile meydana gelen Yahudilik ve Hz. İsa'ya
inen İncil ile meydana gelen Hris-tiyanlık İbrahim'den (A.S.) sonra oluşmuştur.
Yahudilikten bin Hristiyanlıktan ikibin yıl önce İbrahim (A.S.) yaşamıştır. O
halde onlardan nasıl olabilir ki?
Hanif kelimesinin
manâsı bâtıl inançlardan uzaklaşan demektir. Müslim kelimesi Allah'a itaat eden
demektir. İbrahim'e (A.S.) en yakın olanlar ona yakın olan ümmeti ve
şerîatinin birçok maddesinde kendisiyle inançtaş olan Hz. Muhammed ve îman
edenlerdir.
Yahudiler Hz. Huzeyfe
b. Yaman, Hz. Ammar b. Yaser ve Hz. Mu-az b. Cebeli Yahudi olmaya
çağırdıklarında, «Kitap ehlinden bir gurup sizi saptırmak istiyorlar...» Âyeti
Celîlesi nazil oldu.
Hz. Muhammed'in
Peygamberliğini açık denilecek derecede sergileyen Tevrat ve İncil'i
okudukları halde İsrar eden Yahudi ve Hıristi-yanlara, «Ey Kitap ehli niçin
Allah'ın Âyetlerini inkâr ediyorsunuz?»
Ayeti nazil oldu.
[77]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen
Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
62) Şüphesiz
ki tsa ve Meryem'in kıssalarında anlatılanlar doğru haberlerdir...»
Bu âyet hakkında
seleften gelen eserler:
îbn Cerİr ve îbn Ebi
Hatim İbn Abbas tarikıyîa rivayet ederler:
İsa (A.S.) hususunda
inen bu âyet, hakkın ta kendisidir demek oluyor.
64) Ey
Habİbim! De ki, ey kitab ehli! Bizimle sizin aranızda eşit
olan bir kelimeye
geliniz: Allah'tan başkasına ibadet etmemek, ona ortak koşmamak, onu bırakıp da
birbirinizi Rab edinmemekten ibaret olan kelime...»
Bu âyetle ilgili
eserler:
Abdurrezzak, Buhari,
Müslim. Nesei îbn Abbas tarikıyîa rivayet ettiler:
Ebu Süfyan dedi ki,
Herakliyos bizi huzura aldıktan sonra Peygamberin onlara yazmış olduğu
mektubun getirilmesini emretti. Mektup getirildi ve okundu. O mektupta:
«Rahman ve rahim olan
Allah'ın adıyla başlıyorum. Allah'ın Resulü Muhammed'den Rum büyüğü
Herakliyosa. Selâm hidâyete tâbi olana olsun. Bunlardan sonra. Ben sizi İslâm
davetiyle çağırıyorum. Müslüman ol sağlam kal. Müslüman ol, Cenab-ı Hak senin
ecrini iki defa verecektir. Eğer İslâm'dan yüz çevirirsen şüphesiz senin
boynun-dadır, çiftçilerin, köylülerin, ziraatçıların günahı. «Ey kitab ehli! Bizimle
sizin aranızda eşit olan bir kelimeye geliniz. Allahtan başkasına kulluk
yapmayalım. Hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmayalım» âyetini «Bizim müslüman
olduğumuza şahid olunuz» cümlesine kadar devam ederek yazmıştı.
Et Tabarani tbn
Abbas'tan rivayet ediyor:
Cenab-ı Peygamberin
kâfirlere yazmış olduğu mektup «Geliniz, bizimle sizin aranızda eşit olan bir
kelimeye» âyetiyle başlıyordu.
İbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim îbn Cüreyc'ten rivayet ediyorlar:
Kulağıma geldi ki,
Allah'ın Resulü Medine Yahudüerini dine davet etti. Onlar da icabet etmeyince,
cizye verinceye kadar Peygamber kendileriyle cihad etti.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir Katade tarikıyla rivayet ettiler:
Bize denildi ki
Allah'ın Resulü Medine Yahudilerini Müslümanlar ile Yahudiler arasında eşit
olan kelimeye davet etti. Onlar İbrahim hususunda Peygaberle cedelleşip
İbrahim'in Yahudi olduğunu iddia ettiler. Allah onları yalanladı ve İbrahim'i
ondan uzak kıldı. Ve buyurdu:
(65) Ey kitab ehli! Niçin İbrahim hususunda
cedelleşiyorsunuz?»
îbn Cerir Rebi'den
rivayet etti:
Bize denildi ki
Allah'ın Resulü eşit olan kelimeye Medine Yahudilerini davet etti.
Muhammed bin Cafer bin
Zübeyr ile Süddi'den gelen rivayetlere bakılırsa, ehli kitab Necran'dan gelen
guruptur. Onlar bizimle onlar arasında eşit olan bir kelimeye çağrılmışlardır.
İbn Cerir Katade
tarikıyla «Eşit olan kelimeden maksat, adalettim diye rivayet ediyorlar.
İbn Cerir ve Ebi Hatim
Rebi'den benzerini rivayet ettiler.
Et Tasdim «Mesail» adlı
eserinde İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
Nafi bin Ezrak-îbn.
Abbas'tan sordu:
«Bizimle sizin
aranızda eşit olan kelimeden maksat, nedir?»
«O, adalettir» dedi.
Nafi, İbn Abbas'dan:
«Arap dilinde eşit
olan. kelimenin adalet manâsında kullanıldığı var mıdır?» diye sorunca.
îbn Abbas buna dair
bir şiir okuyarak ispatladı.
îbn Cerir, Ebul Aliye
tarikiyle «Eşit kelime, Lâilâheillallah'tır» diye rivayet etti.
Abd bin Humeyd Mücahid
tarikıyla «Eşit kelimeye geliniz, Lâilâ-he illallah'a geliniz demektir» diye
rivayet etti.
îbn Cerir ve İbn ul
Munzir İbn Cüreyc'ten «Birbirimizi Rab edin-miyelim» den maksat, nedir? diye
sorunca: Birbirimize Allah'ın isyanında itaat etmeyelim demektir, dedi...
Deniliyor ki, bu
rububiyet, halkın ibadetin gayrisinde Allah'a isyan hususunda önderlerine
itaat etmesidir. Velev ki onlara secde etmeseler dahi.
İbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim İkrime tankıyla bu âyet hakkında «Onların bir kısmının diğerine secde
etmesi demektir» şeklinde rivayet etmiştir.
(65) Ey kitab ehli! Niçin İbrahim hakkında cedelleşip
duruyorsunuz?...»
. Bu âyeti celîle
hakkında gelen eserler: îbn îshak ve İbn Cerir İbn Abbas tarikıyla rivayet
ediyor:
Necran
Hristiyanlarıyla Yahudi hahamları Resûlüllah'm huzurunda bir araya geldiler.
Ve Resûlüllah'm katında cedelleştiler. Hahamlar: «İbrahim Yahudi idi» dediler.
Hristiyanlar: «İbrahim ancak Hris-tiyan idi» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak
bu âyeti indirdi.
Ebu Rafi' el Kurezi bu
âyetin inişinden sonra Cenab-ı Peygamberden sordu:
«Ey Muhammedi
Hristiyanlann Meryem oğlu İsa'ya taptıkları gibi sana tapmamızı mı
istiyorsun?»
Ve Necran halkından
birisi de:
«Ey Muhammedi Essahtan
sen böyle mi İstiyorsun?» dedi. Cenab-ı Peygamber:
«Böyle istemekten
Allah'a sığınırım. Allah'tan başkasına kulluk yapmaktan da Allah'a sığınırım.
Veya Allah'tan başkasına kulluk yapmayı emretmekten Allah'a sığınırım. Cenab-ı
Hak, beni, bununla göndermedi ve bunu bana emretmedi...»
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak şu âyeti indirdi:
«Allah'ın, kitab,
hüküm ve Peygamberlik vermiş olduğu bir beşerin bütün bunlardan sonra
insanlara 'Allah'a değil bana kulluk ediniz' demesi mümkün değildir.» (Âl-i
İmran: 79) buyurduktan sonra Cenab-ı Hak:
Onlara ve ecdadlanna
Peygamber kendilerine geldiğinde onu tasdik edeceklerine dair almış olduğu
sözü hatırlatarak buyurdu:
«Hatırla ki, Allah
Peygamberlerden, size kitab ve hikmet verdim. Sonra onları tasdik eden bir
Peygamber geldiğinde ona îman etmek ve Allah'm dinini yayması için yardım etmek
üzere söz aldı. Bunu ikrar ettiniz mi? diye sorduğumda onlar 'ikrar ettik' demişlerdi.»
(Al-i îmran 79-81).
İbn Ebi Hatim Ebu'l
Aliye'den rivayet ediyor:
İşte siz, bilgi sahibi
olduğunuz konularda (gördüğünüzde) mücadele ediyorsunuz. Niçin bilginiz
olmadığı konularda mücadele ediyorsunuz? Yani görmediğiniz, müşahede
etmediğiniz konularda mücadele etmeyiniz.
îbn Ebi Hatim,
Süddi'den rivayet etti:
«Hakkında bilgileri
olan konularda mücadele etmelerini Allah onlara haram kılmadı. Fakat İbrahim
durumu gibi hakkında bilgileri olmayan konularda mücadele etmelerini Allah
onlara haram kıldı.»
İbn Ebi Hatim,
Hasan'dan rivayet ediyor
Belli şekilde yani
bilgisi olduğu konularda cidal etmekte kişi mazurdur. Cahili olduğu konularda
mücadele etmekte ise, kişiye sakıncalıdır ve özür sahibi sayılamaz...
İbn Ebi-Hâtim, Mukatil
bin Hayyan'dan rivayet ediyor:
Kâab ve Arkadaştan ve
Hristiyanlardan da bazı kimseler «İbrahim bizdendir, Musa bizdendir ve
Peygamberler bizdendir» dediler. Cenab-ı Hak:
67) İbrahim
ne Yahudi idi ne Hıristiyan idi. Ancak o batıldan hakka yönelmiş müslüman idi.»
buyurdu.
îbn Cerir, Salim bin
Abdullah'tan, o da babasından rivayet ediyor:
Zeyd bin Âmr bin
Nufeyl, Şam'a girdi. Oturmak için bir bina araştırıyordu. Orada Yahudi
âlimlerinden birisiyle karşılaştı. Yahudi âliminden dinini sordu. «Sizin
dîninize girmek istiyorum. Dininizden bar na haber ver» dedi.
Yahudi âlimi «Allah'ın
gazabından payını almadıkça bizim dinimi
m ize giremezsin» dedi.
Zeyd: «Ben Allah'ın gazabından kaçıyorum. Allah'ın
gazabından
hiçbir şeyi kaldırmak
istemiyorum. O halde içinde Allah'ın gazabı olmayan bir dini bana haber verir
misin?»
Yahudi âlim: «Ben
bilmem. Ancak hanif din olursa Allah'ın ga-
zabı yoktur» dedi.
Zeyd, «Hanif ne
demektir?» diye sordu.
Yahudi «İbrahim'in
dinidir. İbrahim ne Yahudi idi, ne Hıristiyandi. O ancak Allah'a kulluk
yapardı» dedi.
Zeyd onun yanından
ayrılıp Hıristiyan âlimlerinden birisiyle karişılaştı. Ondan dinini sordu. «Ben
sizin dininize girmek istiyorum. Ba-na dininizden haber ver» dedi.
Hıristiyan âlim:
«Allah'ın lanetinden nasibini almadıkça bizim dinimize giremezsin» dedi.
Zeyd: «Ben Allah'ın
lanetinden hiçbir şey almak niyetinde deği-
lim. Allah'ın
gazabından hiçbir şey almak istemiyorum. Bana içinde lanet ve gazab olmayan bir
dini gösterebilir misin?» dedi.
Hıristiyan âlimi de
Yahudinin dediklerini aynen tekrarladı: «Ben bilemem. Ancak hanif dini olursa,
gazab ve lanetten uzaktır.» Böylece Zeyd onların katından döndü ve onların
haberlerine razı oldu. İbrahim hakkındaki iltifatlarına rıza gösterdi. Ve
durmadan ellerini Allah'a kaldırıp: «Ey Allah'ım! Seni şahid kılıyorum ki, ben
İbrahim'in dini üzerindeyim» diyor ve dua ediyordu.
(68) Doğrusu İbrahim'e en yakın olan insan ona ve bu
Peygambere tâbi olanlarla îman edenlerdir. Allah müminlerin yardımcısı-dır...»
Bu âyetle ilgili
eserler:
Abd bin Humeyd, Şehr
bin Havşeb tarikıyla rivayet ediyor:
Resûlüllah'ın eshabı
Habeşistan'a, Necaşi'nin katına hicret ettiklerinde Kureyş putperestlerinin
elçileri olarak Âmr bin As ile Amma-re bin Ebi Mu'yet Habeşistan'a
gönderildiler. Muhacirleri öldürtmek istiyorlardı. Necaşi'ye vardılar:
«Şu Mekke ehlinden
hicret edip sana gelenler var ya. Onlar senin mülkünü sümek ve arazini ifsad
etmek istiyorlar. Babbine küfrediyorlar» dediler. Necaşi muhacirleri topladı.
Amr bin As ile Ammare bin Ebi Mü'yetin söylediklerini onlara iletti. Muhacirler
arasında Mez'-um oğlu Osman, arkadaşlarına:
«İsterseniz biriniz
Necaşi ile konuşsun. Ben sizin en gencinizin*. Ben konuşayım. Eğer doğru
konuşursam Allah'a doğruyu getirir. Eğer başka bir şey konuşursam siz
Necaşi'ye;
— Bu, genç bir
kişidir. Bizi mazur görünüz. Yanlış konuştu» dersiniz.» Böylece Necaşi
kumandanlarını, rahiplerini, tercümanlarını topladı. Sonra muhacirlerden sordu:
«Katından hicret edip
bana geldiğiniz arkadaşınız (Yani Mu-hammed Aleyhisselâm) neyi istiyor? Size
neyi emrediyor? Sizden neyi yasaklıyor? Onun okuduğu bir kitabı var mıdır?»
Muhacirler
(konuşmacıları):
«Evet, bu kişi Cenab-ı
Hakkın kendisine gönderdiği vahyi okuyor. Allah'tan neyi dinlerse onu bize
söylüyor. Marufu emrediyor. Güzel komşuluğu emrediyor. Yetimlere yardım
edilmesini emrediyor. Sadece Allah'a kulluk yapılmasını emrediyor. Allah ile
beraber başkasına tap-mamayı emrediyor» dedikten sonra Errum, El Ankebut, El
Kehf, El Meryem sûrelerini okudu. Kur'an'da İsa'nın (A.S.) bahsi geldiğinde
Kureyş kâfirlerinin elçisi bulunan Âmr ibn Âs, Necaşi'yi Öfkelendirmek istedi
ve şöyle dedi:
«Onlar İsa'ya
küfrederler.»
Bunun üzerine Necaşi
sordu:
«Sizin arkadaşınız İsa
hakkında ne der?»
Muhacirler (in
sözcüsü):
— Arkadaşımız der ki,
«İsa Allah'ın kuludur. Resulüdür. Ondan gelen bir ruhtur. Onun kelimesidir. Bu
kelimeyi Meryem'in rahmine ilka etmiştir.»
Bu söz, üzerine Necaşi
misvakından bir parçacık kopardı ve yemin etti ki, «İsa sizin arkadaşınızın
dediğinden bu kadarcık dahi fazla söylememiştir. Müjdeleniniz. Korkmayınız.
Bugün İbrahim'in hizbi üzerinde herhangi bir korku yoktur.»
Bunun üzerine Âmr ibn
Âs sordu: «İbrahim'in hizbi» kimlerdir?»
Necaşi'nin tercümanı:
«İşte bu muhacirler ve
yanından gelmiş bulundukları arkadaşları Muhammed'dir.»
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak, Habeşistan'da cereyan eden bu husumeti bu âyeti celîle ile Medine-i
Münevvere'de bulunan Hz. Muham-med (Aleyhisselâmın) üzerine indirdi. «Şüphesiz
ki, İbrahim'e en yakın olan insan, ona ve bu Peygambere tâbi olanlarla îman
edenlerdir...»
(69) Kitab ehlinden bir cemaat, sizi dininizden saptırmak
isterler...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler: İbn ul Munzir, Süfyan'dan rivayet ediyor:
Al-i îmran sûresinde «ehli
kitab» diye bahksediîen kimselerden maksat, hristiyanlardır.
Abd bin Humçyd ve îbn
Cerİr, Katade'den rivayet ediyorlar:
(70)
De ki, ey kitab ehli, gördüğünüz halde niçin Allah'ın âyetlerini inkâr
ediyorsunuz?» Yani kitabınızda Hz. Muhammed'in niteliklerini gördüğünüz halde
niçin onu inkâr ediyor, ona îman etmiyorsunuz? Halbuki Tevrat ve İncil'de onun
«ümmî peygamber» olarak yazıldığını görüyorsunuz.
îbn Cerir ve İbn
Hatim, Süddi tarikıyla rivayet ediyorlar:
«Bu âyetteki «Allah'ın
âyetleri» tâbirinden maksat, Hz. Muham-med'dir. «Gördüğünüz halde» tâbirinden
maksat, Hz. Muhammed'in sıfatlarının katlarında bulunan kitabta yazılı olarak
görmüş olmalarıdır.»
İbn Ebi Hatim,
Mukatil'den rivayet ediyor:
«Allah'ın
âyetleri»nden maksat hüccet ve delilleridir. Onlar Kur*-an'ın hak, Muhammed'in
Allah'ın Resulü olduğunu Tevrat ve İncil'de yazılı olarak görüyorlardı.
İbn Cerir ve îbn Ebi
Hatim, îbn Cüreyc'ten rivayet ediyor:
«Niçin gördüğünüz
halde, Allah'ın âyetlerini inkâra kalkişıyorsu-nuz»dan maksat, Allah'ın katında
tek dininin İslâm olduğunu ve İslâm'dan başka bir dinin bulunmadığını
bildiğiniz halde, Allah'ın âyetlerini inkâra kalkışıyorsunuz demektir.
[78]
(71) Ey
kitap ehli! Niçin Hakkı bâtıla karıştırıyorsunuz? Ve bildiğiniz halde Hakkı
gizliyorsunuz?
(72) Kitap
ehlinden bir gurub. şöyle dedi: «îman
edenlere indirilene günün başlangıcında inanınız, sonunda inkâr ediniz. Umulur
ki, onlar, dinlerinden cayarlar.»
(73) Sakın
dininize tâbi olandan başkasına inanmayınız. (Ey Ha-bibimî) De ki: «Şüphesiz
hidâyet Allah'ın hidâyetidir. Size
verilenin benzerinin başkasına verilmesi ya da Rabbinizin katında size karşı delil
getirmeleri ihtimali için mi böyle telâşlandınız? De ki; «Şüphesiz fazilet
Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın lûtfu geniştir ve her şeyi
bilicidir.»
(74) Rahmetini
dilediğine tahsis eder. Allah büyük fazilet sahibidir.
(75) Kitap
ehlinden bâzıları vardır ki, kantarlarla emniyet edersen, sana onu geri verir,
ve yine onlardan bâzıları var ki, bir
dinarı emanet edersen tepesine dikilip
zorlamadıkça onu sana geri vermez. Bunun sebebi, «Ümmîler için üzerimize bir sorumluluk
yoktur.» demeleridir. Onlar bildikleri halde Allah'a karşı yalan uydurmaktadırlar.
(76) Evet,
sözünü yerine getiren ve AUah'dan korkan mükâfatım bulur, şüphesiz M, Allah
muttakileri sever.
(77) Şüphesiz
ki, Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere satanların, (evet) işte onların, âhirette hiçbir
nasipleri yoktur. (Kıyamet gününde) Allah onlarla konuşmaz ve onlara bakmaz ve
onları temize çıkarmaz. Onlar için elem verici bir azap vardır.
[79]
Kitap ehli, Allah'ın
kitaplannda tahrifat yaparak, bâtılı Hak suretinde göstermeye çaba sari
ederek, Hakkı bâtıla karıştırmışlardır. Hak ile bâtılı ayırt edecek tarzda
iradelerini kullanmamaları, Hakkı bâtıla karıştırmalarına sebep olmuştur.
Gizledikleri Hak ise,
Hz. Muhammed'in bu Kitaplarda geçen Peygamberliği ve sıfatlandır.
(71) «Günün
ilk saatlerinde iman ediniz, akşama doğru cayınız.» demeleri ve öyle yapmaları
ise, Müslümanları şüpheye düşürmek hedefini güdüyor. Allah'ın bu guruptan
maksadı ilâhisi, Eşref oğlu Kaap ve Sayf oğlu Malik'tir. Bu iki Yahudi Kıblenin
değişmesi sırasında cemaatlarına: «Yarın sabandan başlayarak Kabe'ye doğru
namaz kılınız. Sonra günün sonuna doğru Kudüs'e yüzünüzü çeviriniz.
Müslümanlar, bunlar bizden daha bilgindirler bu işten caydıklarına göre bu işte
mutlaka bir şüphe vardır diyeceklerdir.» dediler. Bir ara Hayber hahamları
aralarında sözleştiler: «Günün evvelinde İslâm'a girip sonra cayacağız ve
diyeceğiz ki. Kitabımıza baktık ve âlimlerimize danıştık, son gelen Peygamberin
sıfatlarını Muhammed'de (S.A.V.) görmediğimiz için caydık. Böyle yaparsak
belki Müslümanlar da şüpheye düşer.» dediler.
«EL» ile tefsir
ettiğimiz «yedullah»dan maksat, insanların el azasma benzer bir aza değildir.
Keyfiyeti malûmumuz da değildir. Allah'ın irade buyurduğu tarzda îman ederiz.
Kitap ehli, genel
olarak iki gruba ayrılır: Birisi emîn, diğeri hain ve az birşeye tenezzül
ederler. Emin olanlar Hristiyanlardır. Çünkü Kur'an'ın iniş anında
Hristiyanlann karakteri (% 90) nîn üzerinde emniyet göstermek ve doğru muamele
yapmaktı. Hainler ise, o zamanki Yahudilerdir. Aza bile tenezzül eder ve (%
90) m üzerinde karakterleri hilebazlıktı. Çünkü onların dinî kânaatma göre,
kitap ehlinden olmayan kimselerin, hele dinlerine tabî değil ise herşeyi
onlara helâldir. Bilerek bu iftirayı Allah namına yakıştırmakta idiler.
Tefsir-cilerden bâzıları derler ki: «Yahudiler ile Kureyşîler ticari muamele
yaparlar. Kureyşîler Müslüman olduktan sonra haklarını isterler. Yahudiler,
«Dininizi terk ettiğiniz için hakkınız düşmüştür.» derler ve bu hüküm Tevrat'ta
vardır yalanını da yapıştınrlardı.» Rivayete göre bu hakikatları gerektiren
Âyet nazil olduğu zaman, Resulü Ekrem buyurdu: «Allah'ın düşmanları yalan
söylüyor. Cahiliyet dönemindeki emanet hariç, her şeyleri ayaklanmın
altındadır. Emanet ise sahibi Müslüman olsun kâfir olsun verilir.» buyurdu.
«Allah'ın ahdi ve yeminleri ile az bir kıymete razı olup satanlar var ya
onların âhirette nasipleri yoktur...» Allah'ın ahdinden maksat Hz. Muhammed'e
îman etmek ve emanetleri yerine getirmektir. Yeminlerinden maksat, «Yemin olsun
ona îman edeceğiz. Yemin olsun ona yardım edeceğiz.» sözleridir. «Az kıymetten»
maksat, dünyalıktır. Zira bütün dünya verilirse dahi bir tek hakikati feda
etmek karşısında az sayılır.
Denildi ki, bu Âyeti
Celîle Tevrat-ı tahrif etmiş. Hz. Muhammed'in (S.A.V.) sıfatlarını değiştirmiş
ve emanetlerin hükmünü tebdil etmiş hahamlar hakkında inmiştir. Aynı zamanda bu
Âyeti Celîle yalan yeminler ederek eşyasını satmaya arz eden her esnafın
halini de kapsamaktadır. Çünkü Allah'ın Resulü, «Biz Müslümanlara hile yapan
ve bizi aldatmaya çalışan bizden değildir.» buyurmuştur.
Bahsi geçen âyetin
iniş sebeplerinden bâzıları şöyle sıralanabilir:
1- Asrı
saadette esnaftan bir kişi malını pazara çıkarmış. Meselâ, beşe aldığı bir
malı yemin ederek on'a aldım demiş ve böylece pahalı satmaya çalışmıştır.
Bunun üzerine bu âyet indi.
2- Kays oğlu
El-Esas ile bir Yahudi bir kuyu veya bir arazi hususunda ihtilâfa düştüler.
Yemin Yahudiye yöneltildi. Yahudi yalandan yemin ettiği için Âyet nazil oldu.
[80]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(71) Ey kitab ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyorsunuz?
Ve bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?...»
Bu âyet hakkında
seleften gelen rivayetler: İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Rebi' tarikıyla rivayet
ediyorlar: «Niçin Yahudilik ve Hristiyanlığı îslâmla karıştırıyorsunuz? Biliyorsunuz
ki, Allah'ın katında hiç kimseden gayrisi kabul edilmiyen tek din İslâmdır.
ıdSakkı inkâr ediyorsunuz». Yani Hz. Muhammed'in
durumunu Tevrat ve
İncil'de yazılı olduğunu gördüğünüz halde inkâra kalkışıyorsunuz.
(72) Kitap ehlinden bir gurup dedi ki......» Bu âyet
hakkında gelen rivayetler:
İbn İshak ve İbn
Cerir, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyorlar.
Abdullah bin Dayf,
Habib bin Zeyd ve El Hars bin Avf, birbirlerine «Gelin, Muhammed ve esbabına
inen Kur'an'a sabahleyin iman edelim (iman etmiş görünelim) Akşamleyin inkâr
etmiş görünelim. Tâ ki onların üzerinde dinlerini karıştırmış olalım. Umulm ki,
onlar da bir zaman sonra bizim yaptığımız gibi yaparlar ve dinlerinden
dönerler.» dediler...
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak bu âyeti celîleyi «Allah, ihsanı geniş ve herşeyi hakkıyla bilicidir»
cümlesine kadar indirdi.
Said bin Mansur ve İbn
Cerir, Ebi Malik tarikıyla rivayet ediyorlar:
Yahudilerin bir kısmı
diğerine «Onlarla beraber, günün evvelinde onlara inene îman edelim ve günün
sonuna doğru onların dininden dönelim. Umulur ki, onlar da bizimle beraber
dönerler.» dediler. Bu plânlan üzerine Cenab-ı Hak Peygamberini muttali
kılarak şu âyeti indirdi:
(72) Kitab
ehlinden bir gurup şöyle dedi:
— İman edenlere
indirilene günün başlangıcında inanınız. Sonunda inkâr ediniz. Umulur ki onlar
dinlerinden cayarlar.»
(73) Sakın dininize tâbi olandan başkasına îman etmeyiniz...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Bu söz Yahudilerin bir
kısmının diğerine söylemiş olduğu bir söz olduğunu, îbn Cerir ve îbn ul Munzir,
Katade'den rivayet ederler. İbn Cerir Rebi'den de benzerini rivayet etmiştir.
İbn Cerir, Süddi'den
rivayet ediyor:
«Yahudilik dinine tâbi
olandan başkasına tâbi olmayınız.»
Abd bin Humeyd ve îbn
Ebi Hatim, Ebi Malik'ten rivayet etti: «Yahudi hahamları, diğer Yahudilere «Muhammed'e
(S.A.V.) ve arkadaşlarına sabahın erken saatlerinde varınız. Biz sizin
dininizin üzerindeyiz deyiniz. Akşamın geç saatlerinde varınız. Biz sizin
dininizi inkâr ettik. Biz ilk dinimizin üzerindeyiz. Biz âlimlerimizden
sorduk. Sizin yanlış yolda olduğunuzu söylediler. Böyle yaparsanız umulur ki,
müslümanlar 3a sizin dininize dönüş yaparlar, Muhammed'i (S.A.V.) inkâr
ederler. Sakın dininize tâbi olandan başkasına inanmayınız derlerdi.»
«(Ey Habibim!) De ki,
şüphesiz hidayet Allah'ın hidayetidir. Size verilenin benzerinin başkasına
verilmesi ya da Rabbinizin katında size delil getirmeleri ihtimali için mi
böyle telâşlandınız...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
İbn Kesir bu âyet
hakkında şunu söylüyor:
«Sizin katınızda
bulunan ilmi, müslümanlara söylemeyiniz. Söylediğiniz takdirde müslümanlar
sizden öğrenmiş olacaklar ve o hususta sizinle eşit olacaklar. Ona şiddetle
yapıştıklarından dolayı size üstünlük sağlayacaklar. Veya Rabbinizin katında
size karşı onları delil olarak kullanıp sizi mağlûp edeceklerdir. Yani
elinizde bulunanı sizin aleyhinizde hüccet olarak kullanacaklar ve böylece siz
mağlub olacaksınız, hem dünyada, hem âhirette.. Bilginiz, onlara aktanlırsa
aleyhinize hüccet olacaktır.
Abd bin Hıraıeyd ve
îbn Cerir, Katade yoluyla rivayet ediyorlar: Allah, kitabınız gibi bir kitabı
indirdiği, Peygamberiniz gibi bir Peygamberi gönderdiği zaman siz ondan
kıskandınız.
«De ki: Fazilet
Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir...»
îbn Cerir, îbn
Cüreyc'ten rivayet ediyor:
«Buradaki fazilet
Kur'an ve îslâmdır. Kur'an ve İslâm Allah'ın elindedir. Dilediğine onu verir
demek oluyor âyetin mânâsı.»
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Mücahid tarikıyla: «Faziletten maksat, nübüvvettir, Peygamberliktir.
Allah dilediğini onunla tahsis kılar» diyor.
(74) Rahmetini dilediğine tahsis eder...»
Bu âyet hakkında gelen
eser:
îbn Ebi Hatim,
Hasan'dan rivayet ediyor:
Rahmetten maksat,
îslâmdır. Yani dilediğini İslâmla müşerref kılar.
«Allah büyük fazilet
sahibidir...»
Bu cümle hakkında
gelen eser:
îbn Ebi Hatim, Said
bin Cübeyr'den rivayet ediyor:
«Büyük» tâbiri burada
bol manasınadır. Yani 'Allah'ın fazlı boldur'
(75) Kitab ehlinden bazıları vardır ki, kantarlarla
emniyet edersen sana onu geri verir. Ve yine onlardan bazıları vardır ki, bir
Dinan emanet edersen tepesine dikilip zorlamadıkça onu sana geri vermez...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Abd bin Humeyd ve îbn
Munzir, İkrime'den rivayet ettiler:
Birinci şık
Hristiyanlardır. İkinci şık Yahudilerdendir. Yahudiye verdiğini ancak ısrarla
isteyip onun peşini takib edersen alabilirsin.»
İbn Kesir, bu âyetin
tefsirinde şunu ifade ediyor:
Cenab-ı Hak, burada Yahudilerden
haber veriyor. Onların aralarında hainlerin olduğunu bildiriyor. Müslümanları
onlara aldanmama-ya güvenmemeye davet ediyor. Çünkü onlardan bazılarına
kantarlarla mal verirsen geri verir, bazılarına bir tek dinar dahi versen onu
sana geri vermez. Ancak ısrar edersen, yakasına yapışırsan, arkasını takib
edersen alabilirsin.
«Kantar'ın tarifi,
sûrenin başında geçti. Dinar kelimesine gelince, o, da bilinmektedir. Malik bin
Dinar «Dinar» hakkında şunu söylüyor:
Dinar «din» ile «nar» dan
yani ateş mânâsına gelen nardan ibaret bir kelimedir. Onu hakkıyla alıp da
yerine sarfeden dindandır ve ateşten korunmuştur. Onu haksız bir şekilde alana nar
(ateş) vardır.
Hatib «Tarihninde Hz.
Ali'den rivayet ediyor:
Soruldu:
— Dirheme (para
birimidir) niçin «Dirhem» denilmiş? Dinara niçin «Dinar» denilmiş?
Cenab-ı Ali (K.V.):
— Dirheme gelince, o,
daru-hem'dir. Yani «üzüntü evi»dir. Dinara gelince, onu ilk basan
ateşperestlerdir. Bundan dolayı «ateş dini» mânâsını taşıyan «dinar» kelimesi
ona ad olmuştur.
«Bunun sebebi,
'ümmiler için üzerimizde bir sorumluluk yoktur demeleridir...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «Yahudiler, 'okumamış arapîarın mallarından
yediğimiz için herhangi bir mesuliyetimiz yoktur' dediler.»
İbn Cerir, Süddi'den
rivayet etti: -
Bir Yahudiye «Niçin
senin katındaki emaneti yerine getirnıiyor-sun?» denildiğinde «Arapların malını
yemekte, hiçbir sorumluluğumuz yoktur. Allah onu bize helak kılmıştır» derdi.»
Abd bin Humeyd ve îbn
Cerir, Said bin Cübeyr'den rivayet ettiler:
Bu âyeti celîle, nazil
olduğu zaman Cenab-ı Peygamber: «Allah'ın düşmanları yalan söylediler.
Cahiliyette olan her şey bu iki ayağımın altındadır. Ancak emanet böyle
değildir. O doğrunun emaneti de olursa, yalancının emaneti de olsa geri verilmelidir.» buyurdu.
îbn Cerir ve İbn ul
Munzir, Sa'saa tankıyla rivayet ettiler, Bu zat İbn Abbas'tan sordu:
«Biz harp esnasında
zimmilerin mallarından tavuk ve koyunu elde ediyoruz. Buna ne buyurulur?»
İbn Abbas:
«Bunları yediğiniz
zaman, ne dersiniz?»
Sa'saa:
«Biz deriz ki bunda
herhangi bir beis yoktur.»
İbn Abbas:
«Sizin bu sözünüz
Kitab Ehlinin «Ümmiler için bizim üzerimizde herhangi bir mesuliyet yoktur»
demeleri gibidir, o,zimmiler cizyeyi verdiklerinde sizler için artık onların
malları ancak isteyerek verirlerse helâl olabilir.»
İbn Cerir ve İbn ul
Munzir, İbn Cüreyc'ten rivayet ettiler:
«Yahudiler cahiliyet
döneminde müslüman olan bazı kimselerle alışveriş yaptılar. O cahiller müslüman
olduktan sonra Yahudilerden cahiliyye dönemindeki alışverişlerinin karşılığını
istediler. Yahudiler:
«Bizim yanımızda sizin
için herhangi bir emanet yoktur. Bizim katımızda size verilecek herhangi bir
mal da yoktur. Çünkü siz üzerinde bulunduğunuz dininizi terkettiniz.» dediler.
Yahudiler, bu hükmü,
kitablarında gördüklerini de iddia ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
«Onlar bile bile
Allah'ın kesesinden yalan uyduruyorlar.»
âyetini indirdi.
(77) Şüphesiz ki, Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir
değere satanların, evet onların âhirette hiçbir nasibi eri yoktur...»
Bu âyeti celîle
hakkında gelen eserler:
Abdurrezzak ve Said
bin Mansur, Ahmed, Abd bin Humeyd, Bu-hari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei
ve îbn Mace, İbn Mesud'tan rivayet ederler. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Müslüman bir kişinin
malını yemini ile koparmak için yalancı olduğu halde herhangi bir şey hususunda
yemin eden bir kimse Allah'ın huzuruna, Allah kendisinden öfkeli olduğu halde
varır.»
Eş'as bin Kays, «Bu
âyet benim hakkımda nazil oldu. Benimle bir Yahudi arasında bir arazi vardı.
Yahudi inkâra kalkıştı. Onu Peygambere götürdüm. Allah'ın Resulü bana:
«Bu arazînin sana ait
olduğuna dair elinde bir belgen var mıdır? buyurdu.
«Hayır» dedim.
Bunun üzerine Cenab-ı
Peygamber Yahudiye «Yemin et» dedi.
Ben:
«Ey Allah'ın Resulü! Buna
kalırsa Yahudi yemin eder, benim malım da gider» dedim. Buna karşılık Cenab-ı
Hak, bu âyeti celîleyi indirdi.»
Abd bin Humeyd ve
Buhari, Abdullah bin Ebi Evfa'dan rivayet ettiler:
Bir kişi pazarda bir
malını satışa arzetti. Allah ile yemin etti ki, bu malıma şu değer verilmiştir.
Oysa o değer verilmemişti. Böylece bir müslümanı kandırmak istiyordu. Onun
hakkında bu âyeti celîle nazil oldu.»
Burada bir noktaya
değinmek yerinde olur. Bir müslüman, bir malı (100) liraya almış ise, satış
zamanında (110) yüzon liraya aldım, (111) yüzon bir liraya sana satayım diye
müşteriyi ikna etmeğe çalışırsa ve müşteri de ikna olup bu malı bu fiatla
alırsa, bu alış veriş haramdır. Çünkü kandırılma ve aldatma vardır. Bu âyeti
celîle bunu ifade ediyor. Ama yüz liraya alman bir malı «Ben, bine satıyorum»
derse ve o şekilde satarsa beis yoktur.
Ahmed, Nesei, ve îbn
Cerir, Adiy bin Buhayre'den rivayet ettiler:
İmriul Kays ile
Hadramutlu bir kişi arasında davalı bir mesele vardı. Davayı Allah'ın Resulüne
getirdiler. Cenab-ı Peygamber Hadra-inut'luya:
«Ya senin elinde bir
belge (bir vesika) olacak yahut ta o yemin edecektir» dedi. Hadrami:
«Ey Allah'ın Resulü!
Eğer o yemin ederse, benim arazimi almış olur.»
Allah'ın Resulü:
«Herhangi bir şey
üzerinde yalan yemin edip kardeşinin hakkını onunla kurtarmak isteyen bir kimse
Cenab-ı Hakkın huzuruna Allah kendisine öfkeli olduğu, halde varacaktır»
buyurdu.
îmriulkays:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bunu terkeden bir kimse için ne vardır? Bunun hak olduğunu bildiği halde bunu
terkeden bir kimse için ne vardır?»
Cenab-ı Peygamber:
«Onun için de cennet
vardır» buyurdu.
tmriul Kays:
«Seni şahid tutarım
ki, onu terkettim.» dedi.
Ve bunun üzerine bu
âyeti celîle nazil oldu. Bu lafız İbn Cerir'in lafzıdır.
İbn Cerir, îbn Güreye
tarikıyla rivayet etti:
Eş'as bin Kays bir
kişiyle beraber bir arazi hususunda Resûlul-lah'a vardılar. Bu arazi Eş'asın
elindeydi. Esasen öbür kişinin malıydı. Cahiliyet döneminde Eş'as ondan
almıştı. Allah'ın Resulü o kişiye:
«Delilini getir.»
dedi. Kişi:
«Eş'asın aleyhinde hiç
kimse benim için şahitlik yapmaz)) dedi.
Resulü Ekrem:
«O halde senin için
Eş'as yemin edecektir.» dedi. Eş'as:
«Ben yemin ederim»
deyince, Cenab-ı Hak:
«Şüphesiz ki Allah'ın
ahdini ve yeminlerini az bir değerle satanların, evet onların âhirette hiçbir
nasibi yoktur» âyetini indirdi. Bunun üzerine Eş'as yeminden çekindi. «Allah'ı
ve sizleri şahit kılıyorum ki, benim hasmım doğrudur» dedi ve hasmının
arazisini geri verdi ve kendi arazisinden bol bir miktarı da ona ekledi.
îbn Cerir, Şa'bi'den
rivayet etti:
Bir kişi sabahın erken
saatlerinde malını satışa arzetti. Günün sonunda bir kişi geldi, mala talib
çıktı. Mal sahibi «Günün başında şu kadar verildi. Ben vermedim. Eğer akşam
olmasaydı malımı bu para ile satmazdım» diye yemin etti. Cenab-ı Hak onun Üzerine
bu âyeti ce-lîleyi indirdi.»
Ebu Davud ve îbn Maee,
Eş'as bin Kays'tan rivayet etti:
Kinda kabilesinden bir
kişi ile Hadramut'lu bir kişi Resûlüllah*avardılar. Yemen'de bir arazi
hususunda aralarında dava vardı. Hadremî:
«Ey Allah'ın Resulü!
Benim arazimi bunun babası gaspetti. Arazi halen bunun elindedir,» dedi.
Cenab-ı Peygamber:
«Arazinin sana ait
olduğuna dair elinde delil var mıdır?»
Hadremî:
«Hayır, yoktur. Fakat
ona yemin verdir. Yemin etsin ki o arar zinin benim olduğunu ve babasının
gaspetmiş olduğunu bilmiyor.
Kindli kişi yemine
hazırlanırken Cenab-ı Peygamber:
«Herhangi biriniz bir
malı yemin ile koparmak istiyorsa cüzamlı olarak Allah'ın huzuruna varacaktır»
dedi. Bunun üzerine Kindli «O, arazi Hadrami'nindir» dedi ve araziyi teslim
etti.
Beyhaki, Ebu
Hureyre'den rivayet etti:
Allah'ın Resulü
«Allah'a isyan eden hareketler arasında, cezası acelece verilmek yönünden
zulümden daha ileri olan yoktur. Allah'a itaat edilen şeyler arasında sevabı
acele verilmek yönünden silayı rahmden daha ileri olanı yoktur. Yalan yemin
ise, memleketi harabeye çevirir.»
buyurdu.
El Hars bin Ebi Usame
ve Hakim, Kâab bin Malik'ten rivayet ettiler:
«Kim ki müslüman bir
kişinin malını yalan yemin ile koparırsa bu onun kalbinde siyah bir nokta
oluyor. Tevbe dahil, hiçbir şey, kıyamete kadar bu noktayı sUmez.»
Tabarani ve Hakim,
Cabir bin Uteyb'ten rivayet ettiler: Müslüman bir kimsenin malını yemin ile koparan bir kimseye Allah cenneti
haram, ateşi gerekli kılar.»
Bunun üzerine:
«Ey Allah'ın Resulü!
Az bir mal da olsa böyle midir?» diye soruldu. Cenab-ı Peygamber:
«Bir misvak dahi olsa
hüküm budur» buyurdular.
Malik, tbn Saad,
Ahmed, Müslim, Nesei ve İbn Mace, Ebi Ümame tyas bin Sa'lebe el Harisi'den
rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü:
«Kim ki müslüman bir
kimsenin malım yemin ile koparırsa, Allah ona ateşi vacib kılmıştır. Cenneti
haram kılmıştır» buyurdu. Eshab-ı Kiram:
«Bu alman az bir şey de olsa böyle midir ya Resûlellah?» diye
sordular. Cenab-ı
Peygamber:
«Arak ağacından bir
dal dahi olsa, Arak'tan bir çırpı dahi olsa, hüküm budur» buyurdular.
îbn Mace sahih bir
senedle Ebu Hureyre'den rivayet etti:
«Şu minberin yanında
Allah'ın herhangi bir erkek kulu veya herhangi bir kadın kulu yalan üzere
yemin ederse, velev ki yaş bir misvak üzerinde olsun, ona ateş vıcib olur.»
İbn Mace ve îbn
Hibban, Cafer bin Abdullah'tan rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Yalan yerde benim
minberim yanında yemin eden bir kimse ateşteki yerine hazırlansın. Velev ki
yaş bir misvak için dahi olursa.»
Ebu Ubeyde ve El Hatabi:
«Yeminler, Peygamber
devrinde minberin yanında yapılırdı.» der diler.
Abdurrezzak, Ebi
Suveyid'ten rivayet etti:
Allah'ın Resûlü'nden
dinledim, şöyle buyuruyordu: «Şüphesiz yalan yemin malı değerlendirir, fakat
kazancı tamamen silergötürür. Yalan yemin rahimleri kısır bırakır, adedi
azaltır ve memleketi harab eder.»
Buhari ve Müslim, Ebu
Hureyre tarikıyla rivayet ettiler:
«Üç sınıf vardır ki,
Allah onlarla konuşmaz. Onlara bakmaz. Onlar için elem verici bir azab vardır:
1- O kişi
ki, müslüman bir kimsenin malını yemin etmek suretiyle koparmıştır.
2- O kişi
ki, ikindiden sonra yemin ediyor ki, benim malıma sabahleyin şu andaki fiattan
daha fazla fiat veriliyordu. Halbuki yalancıdır.
3- O kişi
ki, yanında fazla olan suyu istîyenden
meneder. Cenab-ı Hak kıyamet gününde ona der ki: «Senin ellerinle yapmamış olduğun
suyun fazlasını menedip başkasına vermediğin gibi, bugün seni faziletimden
mahrum bırakacağım.» »
Abdurrezzak:
«Kim ki yalan bir
yemin ile and içer de? onunla müslüman kardeşinin malını koparmaya çalışırsa,
o, ateşteki yerine hazırlansın.» diye rivayet etti. Bunu söyleyen İmran bin
Hasin'e birisi sordu:
«Sen bunu
Besûlüllah'tan dinledin mi?»
îmran ona:
«Siz bunu Kur'an'da
bulursunuz» dedi ve ona bahsi geçen ayeti ce-lîleyi okudu.
Abdurrezzak ve îbn ul
Munzir, Said bin Müseyyib'ten rivayet et-tiler:
«Yalan yemin büyük
günahlardandım dedi ve bahsi geçen âyeti okudu.
:
îbn Cerir, İbn
Mesut'tan rivayet etti:
«Biz Besûlüllah ile
beraber olduğumuzda kanaatimiz şu idi ki, sabr yeminin sahibi o andım yalan
yaparsa günahı affolunmaz günahlardandır.»
İbn Ebi-Hâtim
İbrahim'den rivayet etti:
«Kim ki, Kur'an'ı
okuyup onunla halkın malını yerse Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna gelir.
Yüzü iki elayası arasındadır. Bunun nedeni de şudur. Cenab-ı Hak:
«Şüphesiz ki Allah'ın
adını ve yeminlerini az bir değerle satanlar var ya. işte onların âhirette bir
nasîbleri yoktur...»
Anmed, Abd bin Humeyd,
Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, Ebuzer tarikıyla rivayet ettiler:
«Üç sınıf vardır.
Allah onlarla konuşmaz, onların yüzüne kıyamet gününde bakmaz ve onları pak
etmez. Onlar için elem verici azab vardır:
1- Eteklerini
gurur ve kibirden Ötürü yerlerde sürenler,
2- Yalan
yemin ile eşyasını satanlar,
3- Sadakayı
başa kokanlar.»
Beyhaki «Şuab ul
lman»da Selman'dan rivayet ediyor: «Üç kişi vardır, Allah kıyamet gününde
onlarla konuşmaz, onları temizlemez. Onlar için elem verici azab vardır:
1- Başı,
saçı - sakalı kırlaşmış olduğu halde zina eden nisan,
2-Fakir
olduğu halde mağrur olan insan,
3-Cenab-ı
Hakkın verdiği şeyleri ancak yemin etmek suretiyle satan veya satın alan kişi.»
[81]
(78)
Şüphesiz ki, o tahrîfçilerden bir gurup
vardır ki, Kitapta olmadıkları halde Kitaptan zannedesiniz diye dillerini eğip bükerler. «O Allah'ın
nezdindendir.» derler. Halbuki o Allah'ın katından değildir ve bile bile Allah
üzerine yalan söylerler.
(79)
Allah'ın Kitap, Hüküm ve Peygamberlik vermiş olduğu bir beşerin tüm bunlardan sonra insanlara, «Allah'a değil bana kulluk ediniz.» demesi
mümkün değildir. «Fakat o, Kitabtan öğrettiğiniz ve ders aldığınız gibi Allah'a
katıksız kul olunuz.» der.
(80)
Size
Melekleri ve Peygamberleri Râb edinmenizi emretmesi de ona yaraşmaz. Siz
Müslüman olduktan sonra size kâfirliği mi emir edecektir?.
(81)
Hatırla
ki, Allah Peygamberlerden, şöyle söz aldı: Size Kitap ve Hikmet verdim. Sonra
onları tasdik eden bir Peygamber geldiğinde ona îman edecek ve Allah'ın dinini
yayması için yardım edeceksiniz. Bunu ikrar ettiniz mi?
Bu hususda ağır ahdimi
üzerinize aldınız mı? (diye sorduğunda)
Onlar: «İkrar ettik.»
demişlerdi. De ki, «şahit olunuz ben de sizinle beraber şahitlerdenim.»
(82)
Bundan
sonra yüz çeviren var ya! İşte onlar fâşıkların tâ kendileridir.
(83) Allah'ın
dininden başka bir din mi istiyorlar? Oysa göklerde yerde kim varsa istese de
istemese de Allah'a boyun eğmiştir.
Ancak Allah'ın huzuruna döndürüleceksiniz.
[82]
(79) «Hiçbir
beşere Allah tarafından kendisine Kitap, hüküm ve Peygamberlik verdikten sonra
halka, Allah'a değil de bana kulluk ediniz, demek düşmez.» Bu Âyeti Celile İsa
(A.S.)'ya kulluk yapmaya çalışanları yalanlamaktadr. İsa'nın (A.S.) «Bana
tapınız.» dediğini iddia ettiklerini çürütmektedir. Bir tefsir âlimi şöyle
diyor: «Yahudilerin El Kureyze kabilesinden Ebu Rafi' ile Necran kabilesinden
Es-Seyyit Resûlüllah'dan sordular: «Ey Muhammed (S.A.V.) ister misin ki, sana
kulluk edelim ve seni Rab edinelim?» Resûlüllah: «Allah'a sığmıyorum.
Allah'dan başkasına ibâdet etmekten, ve ondan başkasının ibâdetini emir
etmekten ona sığınıyorum. Ben bunu söylemek için gön-derilmedim ve ben bunu
söylemek için emredilmedim.»
Bunun üzerine bahsi
geçen Âyet nazil oldu.»
Başka bir tefsirci
dedi ki: «Bir sahabe Resûlüllah'a sordu: «Bir birimize selâm verdiğimiz gibi sana
selâm veriyoruz. Acaba kâfi midir yoksa sana secde mi edelim?»
Resûlüllah:
«Allah'dan başka hiç
kimseye secde etmek uygun değildir. Fakat Peygamberinize hürmet ediniz. Hak
ehlinin hakkını kendisine veriniz.» buyurdu.»
Âyetteki «rabbani»
kelimesi Rab Teâlâya mensup insan demektir. Nitekim ilim ve amelde kâmil olan
kimseye de râkbanî denilir...
Hiçbir beşer yoktur
ki, Allah onu Peygamberyaptıktan sonra, halka bana tapınız desin. Melekler ve
Peygamberleri Allah'dan başka Râb edininiz desin. Yani ne nefsini ne de başka
bir benzerini Râb edinmeye hiçbir Peygamber kalkışmaz ve bu yetki hiç birine
de verilmiş 'değildir.
(83) «Acaba
Allah'ın dîninden başka dini mi istiyorlar?» Âyetinde geçen Allah'ın dini,
İslâm dinidir. Çünkü Allah katından en son gelen ve bütün dinlerin gerçek
taraflarım kapsayan ve bir manâda bütün dinlerin fihristi hükmünde bulunan tek
din islâm dini'dir. «Halbuki göklerde ve yerde bulunan herkes ister istemez Allah'a teslim olmuştur.» İsteyenler
düşünce neticesinde ve delillere bakarak teslim olmuşlar. İstemeyenler ise, ya
kılıç korkusundan veya dağın konuşması, tufanın yetişmesi, dağın kaldırılıp
tepelerinde durdurulması gibi, İslama inanmaya mecbur eden mu'cizeleri görmek
sureti ile teslim olurlar.
Muhtemel ki, isteyerek
teslim olanlardan maksat, Melekler ve Mü'minler olsun. İstemeyerek teslim
olanlardan maksat- da kâfirler gibi mecbur edilenler olsun. Zira kâfirler
haklarında verilen hükmün dışına çıkamazlar. Bu da bir manâda Allah'a teslim
olmak demektir.
[83]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(78) Şüphesiz ki, o, tahrif çilerden bir gurub vardır ki,
Kitabta olmadıkları halde Kitabtan zannedesiniz diye dillerini eğip
bükerler...»
Bu âyet hakkında
seleften gelen rivayetler:
İbn Cerir, îbn Abbas
tankıyla rivayet etti:
«Yahudiler, Allah'ın
indirmediğini Allah'ın kitabına katarlardı.»
Feryadî, Mücahid
tarikiyla rivayet ediyor: «Âyetteki «yelvüne» tahrif etmek manasınadır. Yani
«tahrif ederlerdi» demektir.»
İbn ul Munzir, Vehb
bin Münebbih'ten rivayet ediyor: «Tevrat ve İncil, Allah'ın indirdiği gibi tek
harfleri değişmeksizin gelmişti. Fakat onlar bozmak ve tevil etmek suretiyle
halkı saptırdılar. Bir de, kendiliklerinden uydurmuş oldukları birtakım
kitabiarla halkı saptırıp «Bu, Allah'ın katından gelmiştir» derler. Halbuki o
Allah'ın katından gelmemiştir. Allah'ın kitabına gelince, o mahfuzdur, değiştirilmez.
(79) Allah'ın kitab, hüküm ve peygamberlik vermiş olduğu
bir beşerin bütün bunlardan sonra insanlara 'Allah'a değil bana kulluk ediniz'
demesi mümkün değildir...»
Bu âyeti celîle
hakkında gelen eserler: -
îbn îshak ve İbn
Cerir, İbn Abbas tankıyla rivayet ediyorlar: Resûlüllah'ın katında Yahudi
hahamlarıyla, Hristiyan papazlan (yani
Necran'hlarla Yahudiler) bir araya geldiklerinde Cenab-ı Peygamber onları İslama davet etti.
Ebu Raf i El Kurezi:
«Ey Muhammed,
Hristiyanların Meryem oğlu İsa'ya kulluk yap-tıklan gibi sana kulluk yapmamızı
mı istiyorsun?»
Böylece Necranlılardan
da «Erreis» adlı Hristiyan:
«Sen bunu mu bizden
istiyorsun ya Muhammed?» dedi. Cenab-ı Peygamber:
«Allah'a sığınırım ki,
Allah'tan başkasına kulluk yapalım veya başkasının ibadetini emredelim.»
Başka bir rivayet:
«Allah'ın gayrisine
ibadet etmekten veya başkasının ibadetini emretmekten Allah'a sığınıyoruz.
Allah beni ne bununla gönderdi, ne de bana bunu emretti.»
Peygamberin bu
hadisesinden sonra Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi indirdi.
Abd bin Humeyd, Hasan
tarikıyla rivayet etti:
Kulağıma geldiğine
göre; bir kişi Allah'ın Resûlü'nden sordu:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bazılarımızın diğerine selâm verdiği gibi sana selâm veriyoruz. Acaba sana
secde edebilir miyiz (yani başımızı eğerek sana selâm verebilir miyiz?...»
Cenab-ı Peygamber:
«Hayır, bana secde
etmeyiniz. Fakat Peygamberinize hürmette bulununuz. Hakkı hak sahibleri için
biliniz. Durum şudur ki, hiçbir kimse için Allah'tan başkasına secde etmek
uygun değildir.»
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak «Allah'ın, hüküm, kitab ve peygamberlik vermiş olduğu bir beşerin bütün
bunlardan sonra nisanlara 'Allah'a değil bana kulluk ediniz' demesi ona
yakışmaz ve uygun değildir» âyetini indirdi.
îbn Ebi Hatim, Said
bin Cübeyr'den, İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Âyetteki «rabbaniyyin»
tâbirinin mânâsı;' tekinler ve öğretmenler, demektir.»
İbn Cerir, tkrime tarikıyla
îbn Abbas'tan rivayet etti: «Rabbaniler» halim, hakim ve âlimlerdir.»
îbn Cerir, Dahhak
tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti: «Rabbaniler, âlimler ve fakihlerdir.»
îbn Cerir El Uf i
tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti: «Rabbaniler, hakimler ve fakihlerdir.»
İbn ul Munzir, îbn
Mesut'tan rivayet ediyor: «Rabbaniler, hikmet sahibi âlimlerdir.»
İbn Cerir, Mücahid
tarikıyla rivayet etti:
«Rabbaniler, âlim olan
fakihlerdir. Bunlar Ahbarların üstünde bulunan bir sınıftır.»
Said bin Cübeyr'den
gelen bir rivayete göre: «Rabbaniler, hikmet sahibleriyle muttakilerdir.»
ibn Cerir, îbn
Zeyd'den rivayet ediyor:
«Rabbaniler, halkı
yetiştiren idarecilerdir. Bu durumu idare edenlerdir. Onlan yetiştirirler ve
yardımcı olurlar.»
Said bin Cübeyr'den
de:
«Onlar, muttaki hakimlerdir,
şeklinde rivayet edilmiştir.»
îbn Cerir, İbn
Zeyd'den rivayet etti:
«Niçin rabbaniler ve
ahbarlar onlan nehyetmediler» âyetini okudu. Rabbaniler burada idareciler,
ahbarlar da âlimlerdir.»
«Fakat o kitabta
öğrettiğiniz ve ders aldığınız gibi Allah'a Rabbani (katıksız) kul olunuz
der...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Abd bin Humeyd ve îbn
Cerir âyetteki «tüallimune» kelimesini «ta'lemüne» okumuşlardır. Yani
«kitabtan öğrendiğiniz» anlamındadır.
îbn Uyeyne «Onlar neyi
öğrenmişi erse onu öğrettiler» diyor. Veyahut ta «öğrendiklerini öğretmedikçe
öğrenmiş sayılmazlara demektir.
Abd bin Humeyd ve îbn
Cerir «Tuallimune» şeklinde okumuşlardır. Yani «Kur'an'dan öğrettiğinizi»
demektir. Ve «okuduğunuz da fıkıhtır. Onlar gibi Allah'a katıksız kul olunuz»
derler.
Abd bin Humeyd ve İbn
Ebi Hatim, Dahhak yoluyla rivayet ediyorlar:
«İster hür olsun,
ister köle, ister erkek olsun isterse dişi, kim var -kuvvetiyle Kur'an'dan
öğrenmeye çalışmazsa, özür sahibi sayılamaz. Çünkü Cenab-ı Hak «Katıksız kul olunuz.
Bu da kitabtan öğrettiğiniz veya öğrendiğiniz ve ders olarak okuduğunuzdan
ötürü olacaktır.»
Yani Cenab-ı Hak
«fâkih olunuz, âlim olunuz» demek İstiyor.
İbn Ebi Hatim, Ebi
Rezin'den rivayet ediyor:
«Ders okuduğunuz»dan
maksat, fıkıh müzakeresidir. Zira Eshab-ı Kiram müzakere ettiğimiz gibi
aralannda fıkhı müzakere ederlerdi. Bir âyetini getirdiği ahkâmı müzakere
ederlerdi.»
(81) Hatırla ki, Allah Peygamberlerden şöyle söz aldı:
Size Kitab ve hikmet
verdim. Sonra onları tasdik eden bir Peygamber geldiğinde ona îman edecek ve
Allah'ın dinini yayması için . yardım
edeceksiniz. Bunu ikrar ettiniz mi? Bu
hususta ağır ahdimi ' üzerine aldınız
mı? diye sorduğunda onlar 'ikrar ettik' demişlerdi. De ki: Şahid olunuz. Ben de
sizinle beraber şahitlerdenim...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler: Cenab-ı Hak bu âyette bize haber verir ki Adem'den Hz. İsa'ya kadar
göndermiş olduğu bütün Peygamberlerden söz almıştır. Size hangi kitab ve
hikmeti verirsem vereyim, siz hangi mertebeye ulaşırsanız 51 ulaşınız, sizden
sonra bir Peygamber gelecek ve size verilen kitabı tas-g dik edecek, mutlaka
ona îman ediniz ve ona yardımcı olunuz. Sizin içinde bulunduğunuz ilim ve
Peygamberlik sizi ona tâbi olmaktan >
menetmezdir.
îbn Abbas; bu âyeti
celîledeki «ISRλ kelimesinin, benim ahdim, manasınadır, diyor.
Muhammed bin İshak:
«ISR kelimesi ahdin
ağır olan yükü, (Yani tek id] i ve şiddetli mi-sakim ve aldığım söz) demektir.»
Hz. Ali (K.V.) ve
amcasının oğlu Hz. Abdullah bin Abbas'a gör© Adem'den Hz. Muhammed'e (S.A.V.)
dek gönderilen bütün Peygamberlerden Cenab-ı Hak söz almış ki; Muhammed'i
(S.A.V.) gönderdiğim zaman, siz hayatta olursanız ona îman edecek ve kendisine
yardımda bulunacaksınız. Ve her Peygamberden söz aldı ki, ümmetinden,
«Mu-hammed (S.A.V.) gönderildiğinde siz hayatta iseniz ona îman ediniz ve
kendisine yardımcı olunuz» sözünü alsın.
Tavus, Hasan Basri ve
Katade dediler ki:
«Cenab-ı Hak, bu
âyetin hükmüne göre, her Peygamberden kendisinden sonra gelen Peygambere
yardım etmesi ve onu tasdik etmesi için söz aldı.
Tavus, «Hasan Basri ve
Katade'nin bu tefsiri, Hz. Ali ile îbn Ab-bas'ın tefsirine ters düşmemektedir.
Belki onu iktiza etmekte ve gerekli kılmaktadır» diyor. Bunun için de
Abdurrazzak, Mamer ve Tavus'-tan, Ali ile Ibn Abbas'ın rivayeti gibi bir nakil
yaptı.
İmam Ahmed, Abdullah
bin Sabit tarikıyla rivayet ediyor:
Hz. Ömer Allah'ın
Resûlü'ne gelerek:
«Ey Allah'ın Resulü!
Ben, Beni Kureyza Yahudilerinden olan bir arkadaşıma emrettim. O da bana
Tevrat'tan derlediği bazı cümleleri yazdı. Bunu sana arzedeyim mi?» diye sordu.
Bunun üzerine Cenab-ı Peygamberin yüzü mosmor kesildi. Abdullah bin Sabit der
ki:
Ben, Hz. Ömer'e
hitaben:
aSen Resûlüllahın
yüzündeki kipkırmızılığı görmüyor musun?» dedim. Bundan ötürü Hz. Ömer;
başladı:
«Ben Rab olarak
Allah'a» din olarak İslama, Peygamber olarak Muhammed'e razı oldum» dedi. Bunun
üzerine Peygamberin yüzü değişti ve buyurdu:
«Nefsimi yed-i
kudretinde tutan Allah'a yemin u kasem ederim ki, eğer Musa sizin aranızda
olsaydı, siz de beni terkederek ona tâbi olsaydınız dalâlete gitmiş olurdunuz.
Şüphesiz siz ümmetlerden benim payımsınız ve ben Peygamberlerden sizin
paynuzım.»
Hafız Ebu Ya'la, Cabir
tarikıyla rivayet ediyor:
Allah'ın Kesûlü:
«Ehli kitaptan şakın
hiçbir şey sormayınız. Çünkü onlar dalâlete gittikleri halde sizi hidayet
etmezler. Çünkü sorduğunuzda siz ya bir batılı tasdik etmiş olacaksınız veya
bir hakkı yalanlamış olacaksınız. Durum şudur: Allah'a yemin ederim, eğer Musa
sizin aranızda diri olsaydı bana tâbi olmaktan başka birsey ona helâl
olmazdı.»
Bazı hadislerde «Eğer
Musa ile İsa diri olsaydı bana tâbi olmaktan başka çıkar yollan olmayacaktı»
diye varid olmuştur. Binaenaleyh Peygamber olan Hz. Muhammed, Peygamberlerin en
sonuncusudur ve kıyamete kadar da bu vasfını koruyacaktır. En büyük imam odur.
Hangi asırda meydana gelmiş olsaydı o asrın imam-ı azamı o, olurdu... Ona tâat
vacib olur ve bütün Peygamberlerin Önderi o, olurdu. Bunun için İsra gecesinde
Peygamberlerin imamı oldu. Peygamberler o gecede Beytulmakdis'te toplandılar
ve o da onlara imam oldu. Mahşerde de hepsinin şefaatçisi odur. Kullar arasında
hükmetmesi için Cenab-ı Hakka şefaatçi olarak o geldi. îşte Makam-ı Mahmud
ancak ona uygun düşer. Sıra Hz. Muhammed'e gelinceye kadar bu Makam-ı
Mahmud'-dan ululazm Peygamberler, ve mürseller bile geri kalmışlar. îşte o Makam-ı
Mahmud özel olarak ona verilmiştir. Allah'ın selât ve selâmı onun üzerine
olsun. Binaenaleyh o bütün Peygamberlerin ve bütün beşeriyetin Peygamberidir:
Bu hususta gelen
hadisleri, kısaca belirtelim.
Abd bin Humeyd,
Tavûs'tan rivayet ediyor:
«Cenab-ı Hak ilk gelen
Peygamberden söz aldı ki, son gelecek Peygamberi tasdik etsin ve onun
getirdiğine iman etsin.»
îbn Cerir Hz. Ali'den
rivayet etti:
«Adem'den (A.S.) bu
yana gelen bütün Peygamberlerden Hz. Muhammed hakkında söz alındı ki, o,
Peygamber olarak gönderildiğinde hayatta olanlar ona îman edecekler, ona
yardımcı olacaklardır. Bu hususta, (ona yardımcı olmak ve îman etmek
hususunda) kavimlerinden de söz alındı.»
Abd bin Humeyd ve Îbn
Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «Cenab-ı Hak, Peygamberlerden söz aldı ki,
birisi diğerini tasdik etsin. Allah'ın kitabını ve Peygamberlerini insanlara
tebliğ etsin. Peygamberler de Allah'ın kitabını ve Peygamberliklerini
kavimlerine tebliğ ettiler. Ve tebliğ ettiklerinin arasında Peygamberlerine
Muhammedi (S.A.V.) îman etmeleri, onu tasdik etmeleri, ona yardım etmeleri
keyfiyeti de vardı.»
îbn Cerir ve îbn Ebi
Hatim, Süddi'den rivayet etti: «Nuh'tan bu yana Cenab-ı Hakkın göndermiş olduğu
bütün Peygamberlerde Muhammed'e (S.A.V.) îman edilmesini ve ona yardımcı
olunmasını söz olarak almıştır.Eğer Muhammed (S.A.V.) çıktığında diri olursa
onun getirdiğine îman eder, ona yardımcı olur. Ve kavminden de Muhammed'e îman
etmelerini ve kendisine yardımda bulunmalarına söz vermelerini emretmiştir.
îbn Cüreyc, Hasan'dan
rivayet etti:
«Allah,
Peygamberlerden söz aldı ki, sizin son geleniniz ilk geleninizin
Peygamberliğini doğrulayacak ve ihtilâfa düşmeyeceksiniz.»
İbn Cerir, Ali bin Ebi
Talib'den rivayet etti:
«Şahid olunuz.» Yani
ümmetleriniz hakkında şahid olunuz. «Ben de» hem sizin, hem de ümmetleriniz
hakkında «şahitlerden olacağım» sizinle beraber.
(82) (Ey Muhammed, bütün ümmetlerden alınan) bu sözden
sonra senden yüz çevirenlere gelince onlar fâsıklann (yani küfürde isyan
edenlerin) tâ kendileridir.»
(83) Allah'ın dininden başka bir din mi istiyorlar? Oysa
göklerde ve yerde kim varsa, istese de istemese de Allah'a boyun eğmiştir...»
Bu âyet hakkında gelen
rivayetler:
Tabarani, zaif bir
senedle İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Göklerde olanlar»dan maksat,
meleklerdir. «Yerde olanlar»dan maksat da, İslâm üzerinde doğup dünyaya
gelenlerdir. İstemeyerek Allah'a itaat edenlere gelince, o da zincirler ve
bukağilere vurulup İslâm diyarına getirtilen diğer milletlerin
tutsaklarıdırlar. Onlar esir edilmek ve İslama doğru çekilmek suretiyle cennete
doğru götürülü-yorlar. Fakat onlar bunu istemiyorlar.»
Deylemi, Enes'ten
rivayet etti:
«Bu âyet hakkında,
Cenab-ı Peygamber «Melekler gökte Allah'a itaat ettiler. Ensar ve
Abdukays'lılar yeryüzünde Allah'a itaat ettiler.» dedi.
îbn Cerir, Mücahid'den
rivayet etti:
«Yerde ve gökte ister
istemez itaat etmekten» maksat, Allah'ın «Ahd u misak (Ruhları bir araya
getirip, Ben Rabbiniz değil miyim diye sorduğu gün) da söz aldığı kimselerdir.»
İbn Cerir, İbn Abbas
tarikıyla rivayet ediyor:
Allah (C.C.) bu
âyette: «Onların hepsinin ibâdeti, isteseler de istemeseler de banadır.»
demektedir. Bu âyet bu takdirde tıpkı «göklerde ve yerde olanlar, isteyerek ve
istemeyerek hepsi Allah'a secde ediyorlar» (Rad: 15) âyeti gibi oluyor.
İbn Munzir ve İbn Ebi
Hatim, İkrime tankıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Göklerde olanlar,
Allah'a teslim oldular» âyeti ondan sonra gelen âyetten ayrılıyor. «Yerde
olanlar ise, isteyerek ve istemeyerek ona teslim oluyorlar» demektir. Yani
istemek ve istememek kaydı «yerde olanlar» a aittir.
İbn Ebi Hatim, îbn
Abbas tarikıyla rivayet ediyor: «Ona teslim olmak»tan maksat, marifettir.»
Abd bin Humeyd ve îbn
Cerir, Mücahid tarikıyla rivayet ediyorlar:
«Bu âyet, tıpkı şu
âyet gibidir: «Yemin ederim, eğer sen onlardan gökler ve yerleri yaratan
kimdir? diye sorarsan şüphesiz ki onlar 'Allah'tır* diyeceklerdir.» (Lukman:
25). İşte, bu, onların teslim olmalarıdır.
îbn Cerir ve îbn Ebi
Hatim, Ebu'l-Âliye'den rivayet etti: «Her Ademoğlu nefsinde ikrar eder ki,
'Allah benim Rabbimdir. Ben onun kuluyum'.
Binaenaleyh ibâdetinde Allah'a ortak koşanlar dahi «İstemediği halde
Allah'a teslim olurlar!» Kim ki
kulluğunu sadece Allah'a yaparsa, işte o da «isteyerek Allah'a teslim olandır.»
îbn Cerir, Hasan'dan rivayet
ederek:
«Bazı kimseler İslama
zorlandılar. Bazı kimseler de isteyerek İs-lâma geldiler demektir» dedi.
Mater el-Verrak,
âyetin tefsirinde «Melekler ve, Ensar Kabilesi isteyerek Allah'a teslim
oldular. Beni Selim ve Abdukayslılar isteyerek Allah'a teslim oldular.Diğer
insanlar ise hepsi zorla İslama getirildiler.» diye rivayet etti.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «Mümine gelince, o isteyerek müslüman oldu,
teslim oldu. Onun teslim oluşu ona yarar sağladı, ondan kabul edildi. Kâfire
gelince, o Allah'ın şiddetini (azabını) gördüğü zaman müslüman oldu. Onun
îs-lâmı ona menfaat vermedi. Kabul edilmedi. Zira Allah «Onlar bizim şiddetinim
gördüklerinde îmanları onlara hiçbir faide sağlamaz.» (Gâ-fir: 85)
buyurulmuştur.
Ebi Sina «Teslim
olmaktan maksat, marifettir. Zira hiçbir kimse yoktur ki Allah'ı ondan sorarsan
Allah'ı tanımasın.»
îkrime'den geldi:
«İstemiyerek teslim
olanlamdan maksat, Arap putperestleri
ve esirler ve îslâma istemeyerek girenlerdir.
Tabarani «Evset»inde
Enes'ten rivayet etti:
Allah'ın Resulü: «Kimin ahlakı kötü ise, ister köle olsun, İster hayvan, ister çocuk olsun,
onun kulağına bu âyeti celîleyi okuyunuz»
buyurdu. Yani bu
âyetin özelliği kötü ahlâklıları sükûnete kavuşturmak ve iyileştirmektir.
tbnu Senî, Yunus bin
Ubeyd'den rivayet ediyor:
Serkeş bir bineğin
üzerinde olan bir kimse onun kulağına bu âyeti okursa, o, serkeşlikten
Allah'ın izniyle vazgeçer.
Bu da, âyetin
havaslarından birisini belirten bir rivayettir
[84]
(84 (Ey
Habibim!) De ki: Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e,
İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Bableri katından Musa'ya,
İsa'ya ve Peygamberlere verilene îman ettik. O Peygamberleri birbirinden ayırt
etmeyiz. Biz Allah'a tslim olanlarız.»
(85) Kim ki,
İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan o din kabul olunmaz ve o kimse âhirette
zarar edenlerdendir.
(86) Acaba
îman edip Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine apaçık
belgeler geldikten sonra küf üre kayan bir kavmi Allah nasıl hidâyet edecektir?
Allah zâlim kavmi hidayet etmez.
(87) İşte o
zalimler var ya! Onların cezası (şudur.) Allah'ın, Meleklerin ve bütün
insanların laneti onların üzerindedir.
(88) Onlar o
lanette daimi duruculardır. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet
verilmez.
(89 Ancak bu
günahların ardından tövbe edip İslahı hal edenler müstesnadırlar.
Şüphesiz ki, Allah çok
af ve bol merhamet edicidir.
(90) Şüphesiz
ki, îmanlarından sonra kâfir olan ve sonra da kâfirliklerini artıranların
tövbeleri asla kabul edilmez. İşte onlar var ya, sapıtanların ta kendileridir.
(91) Şüphesiz
kâfir olup ve kâfir oldukları halde ölenlerden hiç birisinden, yeryüzünü
dolduracak kadar altım fidye
verse fidyesi kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azap onlar içindir ve
onların hiç yardımcıları da yoktur.[85]
(84) (Ey
Habibim!) De ki: «Allah'a ve bana inene ...... îman ettik.»
Bu emir, Resulü
Ekrem'edir. Burada Cenab-ı Hak Peygamberine, hem kendi namına hem de ümmetin
namına konuş, diyor. Bu da ümmet için büyük bir şereftir.
Hz. Muhammed'e inmiş
olan kitap sair Peygamberlere inmiş olan Kitaplardan önce zikir edildi. Çünkü
onların hak olduğunu bize bildiren ve öğreten o'dur.
«Peygamberlerin hiç
birisini diğerinden ayırt etmeyiz.» demek, hepsini kabul eder, hiçbirini
diğerinden ayırt etmeyiz demektir. Yoksa, «Resulleri nebilerden üstün tutmak,
Resullerin arasında da ulul-azim'leri üstün tutmak kaidesini kaldırıyoruz.»
demek değildir. Zira Allah başka bir Âyette, «O Peygamberlerin bazılarını
diğerinden üstün kıldık.» buyuruyor.
(86) «İman
ettikten sonra küfüre kayan bir kavme Allah nasıl hidâyet edecektir?» Bu Âyet
hakkın belirmesinden sonra yüz çevirenin sapıklığa dalmış ve doğrudan
uzaklaşmış olduğunu bildiriyor. Bâzı kimselere göre bu Âyet, «irtîdat» edenin
tövbesinin kabul olmadığının delilidir.
Aynı zamanda taklidi îmanın pek yarar getirmediğinin de delîli sayılabilir.
(87) «İşte onlar var ya! Cezaları, Allah'ın,
Meleklerin, ve bütün insanların lanetleri onlann üstündedir.» Bu Âyet lâfiz
itibariyle böyle kimselere lanet etmenin caiz olduğunu belirtiyor. Mefhum
itibarı ile bu Âyetlerde sıralanan sınıflardan başkasına lanet etmenin caiz
olmadığına delâlet etmektedir. Umulur ki, fark şudur: Âyette bahsi geçen sınıflar,
kâfirlik kalplerinde yerleşmiş, hidayetten men edilmiş kişilerdir ki, bunlar
direkt olarak rahmetten de umutsuzdurlar. Ama başkası böyle değildir.
Bahsi geçen sınıflara
lanet eden sınıflardan maksat, ya sadece Mü'minler veya bütün insanlardır.
Çünkü kâfir de Hakkı inkâr eden ve Haktan yüz çevirene lanet eder, fakat Hakkı
tanımaz. Hakkı tanımadığı için kendi nefsine lanet ettiğinin farkında bile
değildir.
Lânetlenenler lanetin
içinde daimi kalır, azapları azalmaz, kendi lerine bakılmaz «veya azapları
geciktirilmez.» Ancak dinsizlikten son ra tövbe ederlerse, ifsat ettiklerini
ıslaha çalışırlarsa, o zaman bu deh setten kurtulurlar. Allah tövbeleri çokça
kabul eder ve merhamel kılar. Rivayete göre bu âyet süveyd oğlu el haris hakkında
nâzi olmuştur. El Haris mürtedliğinden pişmanlık duydu. Kavmine habeı gönderip,
«Sorunuz acaba tövbe eder isem kabul edilir mi?» dedi. Kardeşi el celas, bahsi
geçen Âyeti yazıp kendisine gönderdi. Böylece Medine'ye dönüp tövbe etti.
(90)
«îmandan sonra kâfir olup sonra kâfirlikte ileri gidenlerin tövbeleri asla
kabul edilmez...»
Yahudiler gibi önce
Musa ve Tevrat'a îman ettiler sonra îsa ve İncil'i inkâr ettiler. Sonra
Muhammed (S.A.V.) ve Kur'ân'ı inkâr etmek sureti ile ileri gittiler.
Muhtemel ki, Âyetin
manâsı şu olsun: Muhammed (A.S.)'a Peygamber olmazdan önce inandılar. Peygamber
olduktan sonra inkâra kalkıştılar. Sonra, inkâra kalkışmak ve îmandan kaçmak
suretiyle daha da küfürlerini arttırdılar.
Başka bir manâ da
Âyette bahsi geçenler önce Müslüman olup sonra irtidat ederek Mekke'ye
gittikten sonra, «Muhammed'in başına gelecek felâketleri beklemekteyiz.» diyen
bir kavimdir, şeklinde olabilir.
Bunların tövbelerinin
asla kabul edilmeyeceğinin hikmeti şu olsa gerek: Tövbe etmezler veya tam
ölecekleri anda tövbeye yanaşırlar. Cenab-ı Hakkın bunlar hakkında: «Tövbeleri
kabul olunmaz.» demesi, durumlarını belirtmek ve rahmetten ümitsiz olanların
haline benzer bir haldeolduklannı bildirmek içindir. Yoksa irtidat eden ve «Kâfirliğin
en şiddetli derekesine inenlerin tövbesi kabul olunmaz» diye İslâm'da bir hüküm
yoktur.
(91) «Kâfir
olup ve kâfir oldukları halde ölenlerin herhangi birisinden yeryüzü dolusu
altın fidye verilirse dahi fidyesi kabul edilmez.»
Ayeti Celîlesi, kâfir
olarak ölen bir kimsenin artık îman kurtarmasının bahis konusu olamayacağı
hükmünü getiriyor. Onların kurtuluşu ve azaplarının azaltılması da bahis
konusu değildir.
Muhyeddin b. Arabî ve
başka zatlann bahsi geçen hükmün hilâ- fma hüküm vermeleri, şeriat
terazisinde zerre kadar kıymet taşıyamaz!..
[86]
(Hadislerle ve.Sahabeden
Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(84) Ey Habibim!
De ki: Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a
ve torunlara indirilene! Rableri
katından Musa'ya, İsa'ya ve Peygamberlere verilenlere îman ettik. O Peygamberleri
birbirlerinden ayırd etmeyiz. Biz Allah'a teslim olanlarız...»
Bu âyet hakkında gelen
rivayetler:
İbn Kesir «Bize
indirüen'den maksat. Kur'an'dır. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub üzerine
inenlerden maksat, suhufîar ve vahy-dir. Esbat, Yakub'un evlâtlarından türemiş
İsrail oğullarıdır. Musa'ya ve İsa'ya verilenden maksat Tevrat ve İncil'dir.«Rablerinden
Peygamberlerin getirdiklerine de inandık» cümlesi, bütün Peygamberleri kapsamaktadır.
Yani biz bütün Peygamberlere de inanıyoruz. «Onların aralarında tefrik
yapmayız». Yani hepsine îman ediyoruz. Birinin diğerinden üstün olması ancak
Kur'an ve Sünnetle sabit olmuşsa diyoruz. Biz bu ümmetin müminleri olarak
gönderilen her Peygambere îman ediyoruz. İndirilen her kitaba îman ediyoruz.
Onların hiçbir şeyini inkâr etmiyoruz. Belki Allah katından indirilenin hepsini
tasdik ve gönderilen Peygambere de îman ediyoruz.
[87]
Menar;
«Rablerinden Peygamberlere verilen»
cümlesi, üzerinde Davud, Süleyman, Eyyüb ve başkaları gibi» der ve devam
ederek, «Allah'ın bize haber verdiği Peygamberlere de, haber vermediği Peygamberlere
de îman ettik. Çünkü Peygamberlerin bir kısmını Allah bize haber vermiş, bir
kısmını da vermemiştir. Nübüvvet sonuçlanmazdan önce Hindistan'da, Çin'de veya
diğer bir memleketlerde bir Peygamberin gelmiş olduğu bizim katımızda sabit
olursa, ona îman eder, inanırız, diyor ve devam ediyor: Üstad el-imam, bize
indirilene Kur'ana îman etmeyi bizden önceki Peygamberlerin üzerine indirilene
îman etmekten önce zikretti. O hernekadar zaman bakımından önce ise de bize
İndirilen onların üzerine indirilenin marifetinde asıldır, temeldir. Onu ispat
eden bize indirilendir. Bize indirilenden başka onu ispat eden herhangi bir yol
yoktur. Çünkü onların senedi kesilmiş, bir kısmı kaybolmuştur. Gerisinde de şüphe
vardır. Bizim Kitabımız birçok Peygamberin Peygamberliğini ispat ettiği
hususunda biz ona îman ediyoruz. Mücmel bıraktığı yerde icmalen, tafsilât
yaptığı yerde tafsilen iman ediyoruz. Ve bizim kitabımızın tesbit ettiği,
geçmiş Peygamberlere gelen kitablara da îman ediyoruz. Ve inanıyoruz ki,
onların getirdiğinin aslı, kökeni birdir. O da Allah'a iman, kalben Allah'a
teslim olmak, âhirete inanmak, ihlâs ile salih ameller işlemektir. Nasıl ki,
Allah'a îman etmek, bize indirilene îman etmenin kökeni ve aslı ise, bize
indirilen de bizden öncekilere indirilenlerin kökeni ve aslıdır. Onun için
onlardan önce zikredildi. Biz onların hiçbirisinin arasında fark gözetmeyiz.
Ehli kitabın yaptığı gibi Peygamberleri ayırmayız. Bir kısmına onlar îman
eder. Bir kısmını inkâr ederler. Biz ise, dinde onların arasında tefrik
yapmayız. «Bazıları hak, bazıları dalâlet üzeredir» demeyiz. Belki «Hepsi hak
üzerindedir» deriz.
Asıl ve maksatlarda
aralarında ihtilâf yoktur. Meseleleri, adil bir padişah tarafından gönderilen
doğru idareciler meselesine benzer. Onlar peyderpey memleketi tamir etmek,
memleketlilerin halini ıslah etmek için gönderilmişlerdir. Onların bazı
kanunlarında meydana gelen değişikliğe gelince, o memleketin ve ahalinin haline
göre olmuştur. Fakat hedef birdir. O da memleketi tamir ve ıslah etmek. Biz
razı olarak, ihlâslı bir şekilde Allah'a teslim olmuşuzdur. Heva ve şehvetlerimizden
uzaklaşarak, dünya nasibleri için dini vesile ittihaz etmeyiz. Dinden bizim
maksadımız, nefisleri ıslah, kalbleri ihlasla doldurmak suretiyle ruhen
yükselip şeref göğüne çıkmak suretiyle Allah'a yaklaşmaktır.
Ayeti celîle îman
bahsiyle açıldı, İslâm bahsiyle sonuçlandırıldı. Çünkü îslâm kemalinde imanın
meyve ve gayesidir. İşte bütün Peygamberlerin üzerinde bulunduğu İslâm dini
budur. Bunun için Cenab-ı Hak,
(85) Kim ki
İslâmdan başka bir din ararsa ondan o din kabul olunmaz ve o kimse âhirette
zarar edenlerdendir» buyurmuştur,
[88] Bu
âyet hakkında gelen eserler:
Manâsı: Allah'ın açmış
olduğu yoldan başka bir yol arayan bir kimsenin yolu kabul edilmez. Nitekim
Cenab-ı Peygamber sahih bir hadiste:
«Kim ki, üzerinde
damgamız (emrimiz) bulunmayan bir ameli işlerse onun ameli reddedilir»
buyurmuştur.
İmam Ahmed, Ebu
Hureyre tarikıyla rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü
buyurdu:
«Kıyamet gününde
ameller Allah'ın huzuruna gelir. Namaz gelir.
— Ey Rabbimiz! Ben
namazım» der. Cenab-ı Hak onâ:
Sen hayr üzerindesin» buyurur. Sadaka gelir:
«Ey Rabbim! Ben
sadakayım» diyor. Cenab-ı Hak:
«Sen hayr üzerindesin»
buyuruyor. Oruç geliyor:
«Ey Rabbim! Ben
orucum» diyor. Cenab-ı Hak:
«Sen hayr üzerindesin»
diyor. Sonra diğer ameller geliyor. Bütün amellere Cenab-ı Hak «Sen hayr
üzerindesin» buyuruyor. Sonra îslâmgeliyor ve diyor: «Ey Rabbim! Selâm sensin.
Ben de îslâmım.
Cenab-ı Hak: «Sen hayr
üzerindesin. Bugün seninle tutar, seninle veririm.» der. Nitekim Cenab-ı Hak:
(85) Kim ki, İslâmdan başka bir din ararsa ondan o din
kabul edilmez ve o kimse âhirette zarar edenlerdendir» buyurmuştur.
Bu hadisi sadece İmam
Ahmed rivayet etmiştir. Ebu Abdurrah-man Abdullah bin İmam Ahmed diyor ki:
Hadisin senedinde
bulunan Ubbab bin Raşid güvenilir bir hadis âlimidir.
(86) Acaba îman edip Peygamberin hak olduğuna şahitlik
ettikten ve kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra küfre kayan bir kavmi
Allah nasıl hidayet edecektir...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Nesei ve İbn Hibban.
îkrime tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
Ensardan bir kişi,
müslüman oldu. Sonra irtida dederek müşriklere iltihak etti. Sonra pişman
oldu. Kavmine haber gönderdi:
«Resûlüllah'a haber
gönderiniz. Ben tevbe edersem kabul edilir mi?»
Bunun üzerine bu âyeti
celile «Allah çokça affedici ve merhamet edicidir» cümlesine kadar indi. Kavmi
ona haber gönderdi. Gelip yeniden müslüman oldu.
Abdurrazzak ve İbn
Cerir «El Barudi» nin «Marifet us-Saade» adlı eserinden şunu rivayet ettiler:
El Haris bin Subeyb
geldi, Resûlüllah'a îman etti. Sonra kâfir olup kavmine dönüş yaptı. Cenab-ı
Hak, onun hakkında «rehîym» kelimesine kadar bu âyeti indirdi. Onun kavminden
bir kişi bu âyeti el Haris'e götürdü. el Haris ona:
«Sana gelince, yemin
ederim, bildiğim kadarıyla doğru bir insansın. Ve Allah'ın Resulü de senden
daha doğrudur. Ve Cenab-ı Hak ise, üçümüzden de daha doğrudur» dedi. Ve el
Haris yeniden Resûlüllah'a geldi İslama girdi ve Müslümanlığı güzel oldu.
Abd bin Humeyd ve îbn
Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler: «Bu âyet, Beni Amr bin Avf tan olan bir
kişi hakkında nazil oldu. imandan sonra kâfir olmuştu. Şam'a gitmişti.»
İbn Cerir ve îbn ul
Munzİr, Mücahid'den rivayet ettiler: Bu kişi, Beni Amr bin Avf tendi. İmandan
sonra küfre girdi.» îbn Cüreyc, Abdullah bin Kesir ve Mücahid'den rivayet
ediyor:
Sonra Rum diyarına
kaçtı. Hristiyan dinine girdi. Sonra kavmine bir mektub yazdı: «Bana cevab
veriniz. Acaba ben tevbe edebilir miyim?». Bunun üzerine: «Ancak tevbe
edenler» âyeti celîlesi nazil oldu. O da îman ederek Medine'ye dönüş yaptı.
İbn Cüreyc, îkrime'den
rivayet ediyor;
Bu âyet rahib olan Ebi
Amr ve el Haris bin Suveyb bin Samit ve Vahuh bin Eset ile on iki kişi hakkında
nazil oldu. Bunlar İslâmdan dönüş yapmışlardı. Kureyş müşriklerine katılmışlar
idi. Sonra akrabalarına «Biz dönüş yaparsak, tevbemiz kabul olunur mu?» diye
yazdılar. Bu âyeti celıle, «Ancak tevbe edenler» istisnasını getirdi ve onlar
da gelip îman ettiler.
îbn İshak ve
Îbnul-Munzir, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyorlar: El Haris bin Suveyb, Uhud
savaşında Beni Dubey'a'dan olan Kays bin Zeyd ile El Mecder bin Ziyad'ı
öldürdü. Sonra Kureyş'e iltihak etti. Mekke'deydi. Sonra kardeşi El Celasa
haber gönderdi. «Tevbe edip kavmime dönmek istiyorum.» Bunun üzerine Cenab-ı
Hak bu âyeti indirdi.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir:
Bu âyette
bahsedilenler kitab ehlidirler: Hristiyanlar ve Yahudi-lerdir. Onlar
kitablannda Hz. Muhammed'in sıfatlarını gördüler. Onu ikrar ettiler ve onun hak
olduğuna şahitlikte bulundular. Muhammed onlardan değil de Araplardan
gönderildiği zaman bu hususta kıskançlık gösterdiler ve Hz. Muhammed'i inkâr
ettiler. İkrarlarından sonra «Niçin Muhammed bizden değildir? Onlardan
gelmiştir» diye arablan kıskandıklarından ötürü küfre gittiler.
(90) Şüphesiz ki îmanlarından sonra kâfir olan ve sonra da
kâfirliklerini artıranların tevbe I eri asla kabul edilmez...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Hafız Ebubekr
El-Bezzar, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor: Bir kavm müslüman oldu. Sonra
irtidat etti. Tekrar müslüman oldu. Tekrar irtidad etti. Ve kavimlerine haber
gönderdiler. «Peygamber katında bize ricacı olunuz.» Onlar da gelip Peygambere
bu durumu arzettiler. Bu âyet o zaman nazil oldu.
İbn Cerir, Hasan'dan
rivayet ediyor:
Bunlardan maksat,
Yahudi ve Hristiyanlardır. Ölüm halinde iken tevbeleri kabul edilmez.»
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «Bunlardan maksat, Yahudilerdir. Evvelâ
İncil ve İsa'yı inkâr ettiler. Sonra Muhammed ve Kur'an'ı inkâr etmek suretiyle küfürde daha da ileri
gittiler.»
İbn Cerir ve İbn ul
Munzir, Ebu'l Aliye'den rivayet ettiler: Bu âyet Hristiyan ve Yahudiler
hakkında nazil oldu. İmanlarından sonra (dinlerini tahrif etmek suretiyle)
kâfir oldular. Sonra yapmış oldukları bir takım günahlar sebebiyle küfürlerini
daha da ileri götürdüler. Sonra o küfürlerinde iken işlemiş oldukları
günahlardan tevbe etmeye kalkışıyorlar. Eğer hidayet üzerinde olsaydılar
tevbeleri kabul olunurdu. Fakat delâlet üzerinde oldukları (temelleri küfür olduğu)
için (sair) günâhlardan tevbe etmeleri kendilerini kurtaramaz...»
İbn Cerir,
Ebu'I-Âliye'den rivayet ediyor:
«Asla tevbeleri kabul
olunmaz» d an maksat, onlar günahlardan tevbe ederler ama günâhların temelini
teşkil eden küfürden tevbe etmiyorlar. Onun için tevbeleri kabul olunmaz.
(91) Şüphesiz kâfir olup ve kâfir oldukları halde
ölenlerden yeryüzünü dolduracak kadar altım fidye verse dahi hiçbirisinden
fidye kabul edilmeyecektir...»
îbn Cerir ve îbn Ebi
Hatîm, Hasan'dan rivayet ettiler : «'Kâfir oldukları halde
ölenlerden' maksat, kâfirlerin
her ferdidir.»
Abd bin Humeyd,
Buhari, Müslim, Nesei ve tbn Cerir, Enes'ten rivayet ettiler:
«Kâfir, kıyamet
gününde Allah'ın huzuruna getiriliyor. Ve ona: Acaba
yeryüzü dolusu altının olsaydı onu fidye verip kendini kurtarmak ister miydin?»
diye sorulur. O da «Evet» der. Ona: «Bundan daha kolayı senden istenildi. Onu
vermedin» denilir.
Bu âyet, iktiza eder
ki, hiçbir şey kâfiri Allah'ın azabından kurtaramaz. Kâfir yeryüzü dolusu altın
vermiş İse dahi kurtulamaz. Dağlar ve tepeler ağırlığınca fidye vermiş olsa,
yerin toprağı, kumu, ovaları, dağlan, karası, denizi kadar fidye vermiş olsa
yine kurtulamaz.
îmam Ahmed, Enes bin
Malik'ten rivayet ediyor: «Cehennem ehlinden bir kişiye kıyamet gününde: «Eğer
yeryüzünde ne varsa hepsi senin olsaydı hepsini verip kendini kurtarmak ister
miydin?» diye sorulur. Oda «Evet» der. Cenab-ı Hak ona «Bundan daha kolayım
senden istedim. Daha baban Adem'in belinde iken, bana, hiçbir şeyi ortak koşmayacağına
dair senden söz aldım. Fakat sen ortak koşmakta ısrar ettin.» Bu Hadisi, Buhari
ve Müslim de rivayet etmişlerdir.
Yine tmam Ahmed,
Enes'ten rivayet ediyor: Cennet ehlinden bir kişi getiriliyor. Ona:
«Ey Ademoğlu! Konağını
nasıl buldun?» diye soruluyor. O: ««Ey Rabbim! En güzel konaktır.»
Cenab-ı Hak:
«tste, temennide
bulun» der. O:
«Benim istek ve
temennim beni dünyaya döndürmen, senin
yolunda on defa öldürülüp şehid olmamdır.» der.
Bu isteği, şehitlik
faziletlerini görmüş olduğundan belirti-
yor!..
Cehennem ehlinden
birisi getiriliyor. Ona:
«Ey Ademoğlu! Konağını
nasıl gördün?» diye sorulur. O:
«Ey Rabbim! En kötü
konak!»
Cenab-ı Hak:
«Yeryüzü dolusu altını
fidye verip benden (azabımdan) kurtulmak ister misin?»
O:
«Ey Rabbim! Evet» der.
Cenab-ı Hak:
«Yalan söylüyorsun.
Bundan daha azı senden istenildi. Daha kolayı istendi. Yapmadın.» der. Böylece
o cehenneme tekraren geri götürülür. Ve bunun için de Cenab-ı Hak:
(91) tşte onlar var ya! Onlara elem verici bir azab var.
Ve onlara yardımcılardan da kimse yoktur» buyurur. Yani hiç kimse onları
Allah'ın azabından kurtaramaz. Elem verici azabından da onları emin kılamaz.
[89]
(92)
Sevdiğinizden (Allah yolunda)
harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz. Her ne harcarsanız kesinlikle Allah onu
bilicidir.
(93)
İsrailoğulianna Tevrat indirilmezden
önce İsrail'in (Ya-kub un) nefsine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler helâl idi. (Ey Habibim!) De ki:
«Eğer doğru iseniz Tevrat'ı getirin okuyun.»
(94) Kim ki,
bundan sonra, Allah'a karşı yalan isnat ederse, işte onlar var ya, zalimlerin
ta kendileridir.
(95) (Ey
Habibim!) De ki: «Allah doğru söyledi. Hakka yönelmiş İbrahim'in dinine uyunuz.
İbrahim müşriklerden değildi.»
(96)
Şüphesiz ki, insanlar için ilk kurulan ev Mekke'deki mübarek ve âlemlere
hidayet sebebi olan evdir.
(97) O evde
apaçık Âyetler ve İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur.
(Çıkıncaya kadar suçu ne olursa olsun kimse dokunamaz.) Oraya yol bulabilen
kimseye Allah için Kabe'yi ziyaret etmek farzdır (gerekir). Kim ki, kâfir
olursa, kesinlikle (bilsin ki,) Allah âlemlerden zengindir,
(98) (Ey
Habibim!) De ki: «Ey Kitap ehli! Allah'ın Âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz.
Halbuki o sizin yaptıklarınıza şahittir.»
(99) (Ey
Habibim!) De ki: «Ey Kitap ehli! İman edenleri niçin Allah'ın yolundan
menediyorsunuz? Doğru olduğuna şahit olduğunuz halde o yolu niçin eğri
göstermek istiyorsunuz? Allah işlediklerinizden gafil değildir.»
(100) Ey
îman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerin bir takımına itaat ederseniz, îmanınızdan sonra sizi kâfir olmaya çevireceklerdir
[90]
(92) Hayrın en yüce mertebesi olan «birr»
mertebesinin hakikatine insanlar ancak
sevdiklerinden Allah için harcarsa varabilir. Kişi mazlum insanlar için dünya
mertebesini ve malını ve Allah yolunda özünü, Allah'ın ibadeti için bedenini
vermek suretiyle bu mertebeye varabilir.
Rivayet ediliyor ki,
bu Âyeti Celîle indiğinde Ebu Talha yüce Pey-gamber'e gelip, «Ey Allah'ın
Resulü, benim en sevimli malım benim katımda Beyraha adlı bostanımdır. O
bostanımı Allah'ın sana gösterdiği şekilde harca ve infak et.» dedi.
Resulüllah da: "Ne mutlu, ne mutlu! O mal, kârlı ve geçerli bir maldır.
Benim fikrime bakılırsa, onu yakın akrabalarına taksim et.» buyurdu.
Haris oğlu Zeyd, çok
sevdiği atını Resûlüllah'a getirdi. «Ey Allah'ın Resulü! Bu at malımın en sev
i mi isidir. Allah yolunda harca» dedi. Resûlüllah atı Zeyd'in oğlu Üsame'ye
verdi. Zeyd, «Atı oğluma vermek için değil, sadaka için verdim» diye istifsar
edince, Resûlüllah, «Kesinlikle Allah senin sadakanı kabul etmiştir.» buyurdu.
Peygamberin bu icraatı
delâlet eder ki, malın en sevimlisini ihtiyaç sahibi olan en yakın akrabaya
vermek en üstün sadakadır.
Âyeti Celîle hem farz
hem de müstehap olan sadakayı kapsamaktadır.
(93) «Bütün
taam, İsrail oğullanıl a helâldi. Ancak Yakub'un kendine haram ettiği taam
hariç.» Hz. Yakup'ta «Arkun Nesa» adlı bir hastalık vardı. «Eğer Allah bana şifa verirse en
sevdiğim yemeği terkedece-ğim.» diye
adadı. Böylece develerin etlerini ve sütlerini yemeyi terk-etti.
Başka bir görüş bunu
doktorların tavsiyesine uyarak terkettiği tarzındadır.
«Peygamber için
içtihat etmek caizdir.» fikri bu Âyeti Celîleden kaynaklanmaktadır.
«De ki: Eğer doğru
iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyunuz.»
Peygamberimiz onların
Kitaplarıyla kendilerine mücadele açmakla emrolundu.
Rivayete göre; Resulü
Ekrem onlara bunu söylediği zaman, sustular ve Tevrat'ı getirmeye cesaret
edemediler. Bu Âyette Hz. Muham-med'in Peygamberliğine dair en bariz bir delil
vardır.
(95) «De
ki!) Allah doğru söyledi. Siz Hakka yönelen ve bâtıldan yüz çeviren Hz.
İbrahim'in Milletine tabî olunuz.»
Yani İslâm Milletine
tabî olunuz. Zira o, aslında İbrahim'in Milletidir, ona tabî olunuz. Böylece
İbrahim'e ve ümmetine helâl olan birtakım yemekleri size yasaklayan Yahudilikten
kurtulmuş olursunuz.
Rivayet ediliyor ki,
Resûlüllah'tan insanlar için yeryüzünde ilk kurulan mabed hakkında
sorulduğunda, «Mescid-i Haram» sonra «Bey-tül-Makdisodir» dedi. Soruldu:
«İkisinin arasında ne kadar zaman vardır?» Buyurdu: «Kırk yıldır.»
Mescid-i Haram'ı ilk
bina eden Meleklerdir. Bir görüşe göre ilk bina eden İbrahim'dir. Sonra
yıkıldı. Sonra «Cürhüm» kabilesi, sonra «Ama-lika» kabilesi, sonra Kureyş
kabilesi inşa ettiler.
Başka bir görüş:
«Kabe'yi ilk önce Âdem
yaptı. Tufanda kaybolduktan sonra İbrahim yaptı.»
Başka bir görüş: «Âdem
Kabe'yi yapmazdan önce onun yerinde Melekler tarafından ziyaret edilen
«Ed-Darrah» adlı bir mabed bulunuyordu. Âdem Cennet'ten atıldıktan sonra orayı
ziyaret etmek ve etrafında dolaşmakla emrolundu. Bu mabed, tufanda dördüncü
semâya kaldırıldı. Halen Melekler tarafından ziyaret edilmektedir.»
Fakat bu görüş Âyetin
görünür tarafına uymamaktadır. Çünkü Âyette «İnsanlar için konuldu.» tâbiri
vardır. İnsanlar ise Âdem'den (A.S.) sonra başlıyor.
Bâzı âlimler, Kabe'nin
ilk mabed oluşu zaman bakımından değil, şereflilik bakımındandır demişlerdir.
Yani Kabe şeref listesinin birinci basamağını teşkil ediyor demektir.
(97) «Onda
apaçık belgeler vardır.»
O belgelerin birisi
asırlardan beri uçan kuşların Kabe'nin hizasına geldiklerinde sağa sola
kaymaları, yırtıcı hayvanların Harem'in hudutları dahilinde diğer hayvanlara
katılıp saldırmamaları ve Kabe'yi yıkmak maksadıyle gelen fil orduları gibi
kötü niyetlilerin kah-rolunmalarıdır.
İbrahim'in makamından
maksat, Kabe'yi inşa ederken üzerinde durup duvarları yaptığı taştır veya
istirahat ettiği yerdir. Bunun tafsilâtı Bakara sûresinde geçti.
«Oraya giren kimse
emindir.»
Yani Kabe'ye sığmana
dokunulmaz. Bu dokunulmamazlık hem dünya hem âhirettedir. Zira Allah'ın Resulü:
«İki Haramdan birisinde (Yani Mekke ve Medine-i Münevvere'de) vefat eden bir
kimse kıyamet gününde emniyet içinde h aş rol un ac ak tır.» buyurmuştur.
Ebu-Hanife'ye göre,
irtidat etmek veya kısas yapmak veya başka bir sebepten öldürülmesi gereken bir
insan Harem'e sığınırsa orada öldürülmez. Ancak çıkmaya zorlanır.
Haccı farz kılan «İstitaE»
Rasûlüllah tarafından, yol azığı ve binekle tefsir edilmiştir. İmam Şafi'ye
göre «istitae» mal iledir. Topal bir insan yerine haccedecek birisinin ücretine
güç yetiriyorsa, onu ve-' kil olarak göndermesi vaciptir.
îmam Malik'e göre,
«istîtae» bedenledir. Öyle ise, yürümeye kud^ reti olup yolda nafakasını
kazanabilecek olan kimseye Hac farzdır. Ebu Hanife'ye göre, «istîtae» mal ve
bedenledir. Hacc'ın farz olması için hem mal olacak, hem de bedenen sağlam
olacaktır.
«Kim ki, kâfir olursa,
doğrusu Allah âlemlerden zengindir.»
Haccetmiyen yerine,
«kâfir olan» tabirinin kullanılması Hacc'ın farziyetini pekiştirmek ve farz
olduğu halde terkedenin cezasının ağırlığını belirtmek içindir. Bunun için
Allah'ın Resulü, «Kendisine farz olduğu halde haccetmeden ölen bir insan, ister
Yahudi veya isterse Hıristiyan olarak ölsün» buyurmuştur.
Rivayete göre, Hacc'ın
farziyetini bildiren Âyet nazil olduğu zaman Rasûlüllah zenginleri biraraya
getirip onlara bir hutbe irad etti ve buyurdu: «Allah size Hacc'ı farz
kılmıştır. Öyleyse Hacc'a gidiniz.» Böylece bir tek ulus Rasûlüllah'a inandı,
beş ulus da inkâra kaçtılar.
Bunun üzerine «Kim ki, kâfir olursa, muhakkak Allah âlemlerden zengindir.» Âyeti nazil
oldu.
(98) «De ki,
ey Kitap ehli niçin intan edenleri Allah yolundan menedi-yorsunuz?»
Allah yolundan maksat,
«Hak Din»dir. O din ki, O ona tâbi olmayı emretmiştir. Yahudiler durmadan
Mü'minleri kışkırtıyorlardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki eski
düşmanlıkları körüklüyorlar, birbirlerine düşürmeye çalışıyorlardı. Halbuki
kendileri de İslâm'ın Allah yolu olduğuna şahitlik ediyorlardı. Buna rağmen
yine de fitneden sakınmıyorlardı.
(100) Evs ve
Hazrec kabilelerinden birkaç kişi oturmuş sohbet ederlerdi. Yanlarından Yahudi
Kays oğlu Şâs geçti ve tatlı tatlı sohbet ettiklerini kıskandı. Bir Yahudi
gence, «Git onların yanında otur! BİAS savaşından konuş ve o savaşda okunan
şiirlerden bazılarını oku!» diye fit verdi. O, savaşta Evs, Hazrec'i mağlûp
etmişti. Genç gelip Yahudi-nin dediğini yaptı. Bunun üzerine Evs'liler ile
Hazrec'liler münakaşaya başladılar. Herkes ecdadı ile iftihar (!) etmeye
kovuldu. Sonunda «Silâha, sarıl! Silâh başı!» sesleri yükseldi. İki kabileden
de büyük kitleler orada toplandı. Savaşmak üzere iken Rasûlüllah, ashabı ile
olay yerine geldi. Onlara hitaben şunları haykırdı: «Ey Nâs! Ben aranızda
olmama rağmen, siz cahiliyet döneminin o kötü âdetlerini mi tatbik edeceksiniz?
Hem de Allah sizi İslâm'la şereflendirdikten ve İslâm sayesinde cahil i ye tin
kirlerini sizden kaldırdıktan ve kalplerinizi barıştırdıktan sonra!» Bunun
üzerine Ensarın bu iki kabilesi anladı ki, bu hareketleri Şeytanın aldatması ve
düşmanlarının bir hilesidir. Böylece silâhlar yere atıldı. Allah'dan af
talebinde bulundular ve sarmaş, dolaş olarak karışıp Rasûlüllah ile beraber
oradan dağıldılar. Bu hadiseden sonra «Ey îman edenler! Eğer kendilerine Kitap
verilen kimselerden bir guruba kulak verirseniz, imanınızdan sonra sizi kâfir
yapmayı isterler..» Âyeti nazil oldu.
[91]
(Hadislerle ve
Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(92)
Sevdiğiniz
(mal) dan Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Malik, Ahmed, Abd bin
Humeyd, Buharı, Müslim, Tirmizi, Nesei, Enes tarikıyla rivayet ettiler:
Ebu Talha, Ensann en
zenginiydi. Medine-i Münevvere'de bir hurma bahçesi vardı. Mallarının içinde
en fazla o bahçesini severdi. îsmi beyruha idi. Tam Mescidin karşısına düşerdi.
Allah'ın Resulü o bahçeye girer, orada bulunan tatlı sudan içerdi. Bu âyeti
celîle indiği zaman Ebu Talha, Resûlüllah'a gelerek:
— Ey Allah'ın Resulü!
Cenab-i Hak «Sevdiğinizden Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz»
buyuruyor. Benim de en sevimli malım, katımda Beyruha adlı bahçemdir. Onu
Allah rızası için gönlümden gelerek sadaka ediyorum. Onun Allah katında
sevabını ve bana azık olmasını ümid ediyorum. Ey Allah'ın Resulü! Dilediğin şekilde
onda tasarruf et. Allah sana nereyi gösterirse onda o şekilde tasarruf et.»
dedi. Allah'ın Resulü:
«Ne mutlu! O kârlı bir
maldır. O kârlı bir maldır. Senin sözlerini dinledim. Ey Eba Talha! Benim
reyim; onu yakınlarına harcamandır.»
buyurdu.
Bunun üzerine, Ebu
Talha: «Ey Allah'ın Resulü! Dediğini yapacağım» deyip bahçeyi amcazade ve
akrabalarına takdim etti.
Abd bin Humeyd,
Müslim, Ebu Davud, Nesei ve İbn Cerir, Enes'-ten rivayet ediyorlar:
Bu âyet, nazil olduğu
zaman Ebu Talha:
«Ey Allah'ın Resulü!
Cenab-i Hak bizden mallarımızı istiyor. Şa-hid ol ki, arazim olan Bayruha'yi
Allah için kıldım.»
Allah'ın Resulü:
«Ey Eba Talha! Onu
yakınlarına ver.» buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talha orayı Hassan bin Sabit ve
Ubeyy bin Kâb'a taksim etti.
Ahmed ve Tirmizi,
Enes'ten rivayet ettiler: Bu âyet, nazil olduğu zaman Ebu Talha:
«Ey Allah'ın Resulü!
Cenab-ı Hak bizden mallarımızı istiyor. Şa-hid ol ki, arazim olan Beyruha'yı
Allah için kıldım.» Allah'ın Resulü:
«Ey Eba Talha! Onu
yakınlarına ver» buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talha orayı Hassan bin Sabit ve
Ubeyy bin Kâb'a taksim etti.
Ahmed ve Tirmizi,
Enes'ten rivayet ettiler:
Bu âyet, veya «Kim
Allah'a güzel bir borç ile borç verir» (Bakara: 25) âyeti nazil olduğu zaman
Ebu Talha:
«Ey Allah'ın Resulü!
Falan yerde bulunan bahçem sadakadır, dedi. Eğer ben onu gizli tutmaya gücüm
yetseydi ilân etmezdim.»
Allah'ın Resulü:
«Onu yakınlarının
fakirleri arasında taksim et» buyurdular. Bu rivayet, yakınlardan maksat,
fakirleri olduğunu açığa kavuşturdu.
Abd bin Humeyd ve
Bezzar, İbn Ömer'den rivayet ederler: Bu âyet indiği zaman Cenab-ı Hakkın bana
vermiş olduğu malı şöyle aklımdan geçirdim. Benim katımda Rum asıllı ve
Mercane adlı cariyemden daha sevimli malım yoktu. Ve «Mercane Allah rızası
için azad edilmiştir» dedim. Eğer ben Allah için verdiğim herhangi bir şeyi
geri almayı âdet edinmiş olsaydım Mercane'yi geri alıp nikâh edecektim» dedi.
Fakat İbn Ömer onu Nafi' adlı azadlı kölesine nikâh etti.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Hz. Ömer'den rivayet ediyorlar:
Hz. Ömer, Ebu Musa
el-Eşari'ye bir mektup yazdı. Celüla tutsaklarından bir cariyeyi kendisine
satın almak istedi. Ömer cariyeyi huzuruna çağırdı ve «Cenab-ı Hak
sevdiğinizden Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz» buyuruyor
dedi. Bundan sonra Ömer çok sevdiği cariyeyi azad etti.
Said bin Mansur,
Muhammed bin Munkedir'den rivayet ediyor: Bu âyet, indiği zaman, Zeyd bin
Harise, Resûlüllah'a Şuble isminde bir at getirdi. Onun katında bu attan daha
sevimli bir malı yoktu. Ve «Bu sadakadır» dedi. Resulü Ekrem de onu kabul etti
ve o ata Zeyd'in oğlu Usame'yi bindirdi. Cenab-ı Peygamber 'atı niçin Usame'-ye
verdiğine' dair Zeyd'in yüzündeki bozuntuyu görünce:
«Ey Zeyd! Şüphesiz ki
Allah o sadakayı senden kabul etmiştir. Nereye verirsem seni ilgilendirmez»
buyurdular.
Bu hadis, delâlet eder
ki, İmam, babanın sadakasını oğluna verebilir. Bir de babanın baliğ ve fakir
evlâdına vacip olmayan sadakasını verebilir, hükmünü sergiler.
îbn Cerir, Amr bin
Dinar'dan benzerini rivayet etmiştir. Abdurrezzak ve îbn Cerir, Ma'mer'den, o
da Eyyup'ten rivayet ediyor:
«Bu âyet, indiği zaman
Zeyd bin Harise çok sevdiği bir atını Re-sûlüllah'a getirdi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bu at, Allah'ın yolunda olsunu dedi. Cenab-ı Peygamber o ata Zeyd'in oğlu
Usame'yi bindirdi. Zeyd nefsinde kırılmıştı. Cenab-ı Peygamber bunu sezince:
«Dikkat et! Şüphesiz
Cenab-ı Hak senin sadakanı kabul etmiştir» buyurdu.
İbn Cerir, Meymun bin
Mehran'dan rivayet eder:
Bir kişi, Ebu Zer'den
amellerin hangisinin daha efdal olduğunu sordu. Ebu Zer:
«Namaz dinin,
(İsiâmin) direğidir. Cihad amelin hörgücüdür. Sadaka hayrat verici bir şeydir»
dedi. Kişi:
«Ey Eba Zer! Sen bir
şeyi zikretmedin. O nefsimde benim amellerimin en kuvvetlisidir. Onu
zikretmediğini görüyorum.
Eba Zer: «O nedir?»
Kişi:
«O oruçtur.»
Eba Zer:
«Oruç, Allah'a
yaklaştırıcı bir ibâdettir. Fakat burada yoktur» de-
yüp bu âyeti okudu.
Abd bin Humeyd, Beni
Selim'li bir kişiden rivayet etti:
«Rebeze'de, Ebu Zer'e
komşuluk yaptım. Onun orada bir sürü devesi vardı. O develeri güden zaü bir
çobanı bulunuyordu..
«Ey Eba Zer! Sana
arkadaşlık yapıp da develerini güdeyim. Ve ilminden istifade edeyim mi? Umulur
ki Cenab-ı Hak senin katında bulunanlardan bana faide verir» diye sordum. Ebu
Zer:
«Benim arkadaşım, bana
itaat edendir. Eğer sen bana itaat edersen benim aıkadaşımsm. Aksi takdirde
hayır.»
Ben sordum:
«Hangi konularda sana
itaat etmemi istiyorsun?»
Ebu Zer
«Senden malımdan
herhangi bir şey istediğimde araştıracaksın ve en üstününü getireceksin.»
Böylece Ebu Zer'in
katında Allah'ın dilediği kadar kaldım. Sonra Ebu Zer'e «Elına'da (Ebu Zer'in
aoturduğu köyün adıdır) ihtiyaç baş-göstermiş, sıkıntı vardır denildi. Buna
binaen Ebu Zer, bana:
«Git, develerimden
birisini getir» emrini verdi. Gidip deve sürüsünü kontrol ettim. En üstünleri,
olgun olan erkeklerini gördüm. Onu getirmek istedim. Sonra Ebu Zer ailesinin
ona muhtaç olduğunu hatırladım. Onu getirmekten vazgeçtim. Ondan sonra ikinci
derecede gelen bir dişi deveyi alıp getirdim.
Ebu Zer, bir defacık ona baktıktan sonra bana hitaben:
«Ey Beni Selim
Kardeşi! Bana hainlik yaptın» dedi. Ebu Zer'in ne demek istediğini anladıktan
sonra o dişi deveyi bıraktım, deve sürüsüne vardım. O erkeği sürüp getirdim.
Ebu Zer yanında oturanlara:
«Allah rızası için
çalışan iki kişi var mıdır?» dedi. Orada oturanlardan iki kişi, «Biz
çalışırız» dediler. Ebu Zer:
«O halde kalkınız. Bu
deveyi yıktırın. Sonra ayaklanın bağlayıp boğazlayınız» dedi. Sonra:
«Ehna'ın evlerini
sayınız. Onun etini bu evler adedince taksim ediniz. Ebu Zer'in evini de bir ev
sayınız» dedi. Onlar da aynı şeyi yaptılar. Et dağıldıktan sonra Ebu Zer beni
çağırdı:
«Ey Beni SelimU
kardeşim. Bilmem acaba benim vasiyetimi ezberleyip kulak'ardı mı ettin, yoksa
onu unuttun mu?»
Ben:
«Senin vasiyetini
unutmadım. Fakat deve sürüsünü kontrol ettim. Erkek devenin en üstünleri
olduğunu gördüm. Onu tutmak istedim. Sizin ona ihtiyacınızı hatırladım. Onun
için bıraktım.» dedim.
Ebu 2er:
«Sen onu bizim ona
ihtiyacımız olduğundan ötürü mü bıraktın?»
Ben:
«Evet, ancak onun için
bıraktım» dedim. Ebu Zer:
«Sana (hakiki) ihtiyaç
gününü haber vereyim mi? Benim ihtiyaç günüm kabrime konulduğum gündür. İşte
benim ihtiyaç günüm odur. Şüphesiz her malda üç ortak vardır:
1-Kader
ortaktır ki, onun hayır mı, şer mi getireceği bilinmemektedir.
2- Vâris
ortaktır ki benim ne zaman başımı mezarıma koyacağımı bekliyor, sonra o malı
tamamen himayesine alacaktır. Sen de maldan ötürü kabirde azab çekeceksin.
3-
Üçüncüsü
de sensin. Yani mal sahibidir. Eğer gücün yetiyorsa bu üç ortağın, en acizi
olma! Bununla beraber Cenab-ı Hak «Sevdiğinizden Allah yoluna harcamadı kça
asla iyiliğe erişemezsiniz» diyor. Ben ise, benim katımda malımın en
sevimlisini nefsim âhirete varmazdan önce göndermek istiyorum» dedi.
İmam Ahmed, Aişe
(R.A.) validemizden rivayet etti: Allah Resûlü'ne bir keler getirildi.
Peygamber ondan yemedi. Fakat «yemeyiniz» de demedi. Ben:
«Ey Allah'ın Resulü!
Onu fakirlere yedirelim mi?» diye sordum. Cenab-ı Peygamber:
«Hayır! Ancak
yediğinizden fakirlere yediliniz» buyurdu. Bu ha-disdeki, hüküm, istihbabıdır.
Gerçek sevaba ulaşmak içindir...
(93) İsrailoğuIIanna Tevrat indirilmezden önce israil'in,
(Ya-kub'un) nefsine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler helâl idi...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler: İmam Ahmed, İba Abbas tarikıyla rivayet ediyor: Yahudilerden bir gurup
Resûlüllah'a vardılar. «Peygamber olandan
başka kimsenin bilmeyeceği bazı şeyler soracağız, bize haber verebilir misin?»
dediler. Peygamber:
»Dilediğinizi sorunuz.
Fakat bana Allah'ın sözü, ya da Yakub'un, oğullarından aldığı yeminiyle söz
veriniz ki, sizin bildiğiniz bir şeyi
söylediğimde İslâm üzerinde bana tâbi olacaksınız» dedi. Qnlar «Bu sözü sana
verdik» deyip sordular: «Bize dört şeyden haber ver:
1- İsrail'in, (Yakub'un) nefsine haram ettiği
taam hangisiydi?
2- Kadın ve
erkeğin sulan yani menileri nasıldır?
3- Bu sudan
erkek ve dişi nasıl oluşur?
4- Uykuda
olduğu halde uyanık bulunan Peygamberden, ve onun dostu olan Me-lekden bize
haber ver.»
Bunun üzerine, Hz.
Peygamber, onlardan haber verdiği takdirde tâbi olacaklarına dair tekraren söz
aldıktan sonra buyurdu:
«Tevrat'ı Musa'ya
indiren Allah ile size yemin verdiriyorum. Bilir misiniz, İsrail şiddetli bir
şekilde hasta düştü ve hastalığı uzun bir müddet devam etti. Ve Allah'a; 'eğer
hastalığından kendisine şifa verirse nezdinde en sevimli yemek ve içmek ne ise
onu nefsine haram edeceğine dair nezr (adak) ta bulundu, adadı. Ve onun katında
en sevimli yemek de deve etiydi. En sevimli içki deve sütü idi. Onlar:
«Ey Allah'ım! Bizi
muaheze etme. Evet, ya Muhammed, böyledir»
dediler.
Cenab-ı Peygamber:
«Ey Allah'ım! Sen
onların üzerinde şahid ol» dedi ve devam buyurdu:
«Kendisinden başka
mabud olmayan ve Tevrat'ı Musa üzerine indiren Allah ile size yemin
verdiriyorum. Biliyor musunuz ki, erkeğin menisi beyaz ve katıdır. Kadının
menisi sarı ve incedir. Hangisi üstün gelirse, çocuk ona çeker. Peygamberlik
Allah'ın izniyledir. Kişinin suyu kadın suyundan üstün ise, Allah'ın izniyle
çocuk erkek olur. Kadının suyu üstün ise Allah'ın izniyle çocuk dişi olur.
Onlar: «Evet,
böyledir» dediler. Cenab-ı Peygamber:
«Ey Allah'ım! Onlar
üzerinde şahid ol» dedi ve devam etti:
«Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına size yemin veriyorum,
bilmiyor musunuz ki,
ünmıi Peygamberin gözleri uyur, fakat
kalbi uyumaz.»
Onlar: «Ey Allah'ım!
Bizi muaheze etme. Evet, bunu da biliyoruz.» dediler. Cenab-ı Peygamber:
«Ey Allah'ım! Sen
şahid ol» dedi ve devam etti:
«Benim dostum
Cebrail'dir. Zira Cenab-ı Hak, hangi Peygamberi göndermiş ise, mutlaka onun
dostu ve habercisi Cebrail'dir» dedi. Onlar:
«İşte burada senden
ayrılıyoruz. Eğer senin dostun Cebrail'den başkası olsaydı sana tâbi olurduk»
diye küfürde ısrar ettiler. O, zaman Cenab-ı Hak:
«De ki: Cibril'e kim
düşman ise bilsin ki gerçekten o, Kitabı, Allah'ın izniyle kendisinden
öncekileri doğrulayıcı ve müminler için hidayet ve müjde olarak senin kalbine
indiren O'dur.» (El-Bakara: 97) âyetini indirdi.
İmam Ahmed hadisi Said
bin Cübeyr kanalıyla İbn Abbas'tan şu şekilde de rivayet etti:
Yahudiler Resûlüllah'a
varıp:
«Ey Ebcl Kasım! Sana
beş şey soracağız. Eğer onları bize haber verirsen senin Peygamber olduğunu
bilmiş olmakla beraber sana tâbi olacağız» dediler.
Peygamber, «İsrail'in
oğullarından, «Allah dediğinizin üzerinde vekildir» diye almış olduğu sözünü
onlardan aldıktan sonra «Haydi, sorunuz» dedi. Onlar:
«O, Peygamberin (son
Peygamber kasdediîdi) alâmetinden bize yafcer ver» dediler. Cenab-ı Peygamber:
«Onun gözleri uyur,
fakat kalbi uyumaz» dedi. Onlar:
«Bize haber ver, çocuk
nasıl dişi olur? Nasıl erkek olur?»
Peygamber:
«İki su (yani erkek
ile kadın suyu) bir araya gelir, Erkeğin suyu gatib ise, çocuk erkek olarak
gelir, kadının suyu galib ise, dişi olarak gelir» dedi. Onlar:
«İsrail'in nefsine
haram kıldığı nedir?» Peygamber:
«İsrail (arakunnesa)
hastalığından şikâyetçi idi. Ona en uygun bir şeyi, şu şu canlıların sütünde
gördü.»
Hadisin ravisi İmam
Ahmed diyor ki. «Bazıları yani develerin sütünü uygun gördü». Böylece develerin
etini kendisine haram kıldı.» Onlar «Ey Muhammedi Sen doğru söyledin» dedikten
sonra devam ederek: «Şu bulut seslerinden bize haber ver.» dediler.
Cehab-ı Peygamber:
«O Allah'ın
meleklerinden bir melektir. Bulutların şevkiyle o görevlidir. Onun elinde veya
iki elinde ateşten bir kamçı vardır. Onunla bulutları sevkediyor, Allah'ın
dilediği istikamete götürüyor.
Onlar:
«O halde bu duyulan
ses nedir?» diye sordular. Peygamber:
«Bu ses de, onun
sesidir» buyurdu.
Onlar: «Doğru
söyledin. Ancak bir tanesi kaldı. Eğer onu da bize haber verirsen işte bizi
tâbi kılacak da odur. O da şudur:
«Hiçbir Peygamber
yoktur ki, ona mahsus bir Melek olmasın, ona haber getirmesin. O halde bize
haber ver, senin Meleklerden olan arkadaşın kimdir?» dediler.
Cenab-ı Peygamber:
«Cebrail (A.S.)'dır benim arkadaşım» dedi. Yahudiler:
«Cebrail (A.S.) harbi,
(savaşı) ve azabı indiren Melektir. O bizim düşmammızdır. Eğer sen rahmeti,
bitkilerin bitmesini, yağmuru indiren Mikâil (A.S.) deseydin sana tâbi
olurduk.» dediler.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak EI-Bakara sûresinin 97. âyetini indirdi.»
Hadisi, Tirmizi ve
Nesei de Abdullah bin Velid bin Aceli'den rivayet etmişlerdir. Tirmizi «Hasen
ve Gariptir» demiştir. Hadiste «Ara-kunnesa» hastalığından bahsedildi. Bu
hastalık, Hz. Yakub'a sarsıntı veriyor, onu uykudan uyandırıyordu. Hz. Yakub
«Eğer Allah kendisini şifaya kavuşturursa Allah için damarlı et yemiyeceğine
veya terleyen hayvanın etini, teri ve damarı olan hayvanın etini yemiyeceğine»
dair nezerettt
Süddi ve Dahhak,
«Yakub'un çocukları da onun sünnetine uyarak, onun yolundan gitmek üzere onun
haram kıldığı eti yemediler.» dediler.
Burada şayanı dikkat
bazı noktalar vardır. Onları vuzuha kavuşturalım: Bulutları sevkeden Melekten
ve elindeki ateşli kamçıdan bahsediliyor. Melek, bulutlarda bulunan negatif ve
pozitif elektriklenmeden kinaye ve ibaret olabilir. Kamçıdan maksat, onlarda
bulunan elektrik akımı olabilir. Hadisi, yeni keşiflere göre yorumlamak ve
hadisin derinliklerini tetkik etmek suretiyle Resûlüllah'ın- döneminde bu hadiseyi
ancak bu şekilde ifade edilebilecek halde görmek mümkündür. Dikkat edilsin.
Fakat en uygun yorum,
bu gibi muteşabih hadîslerde susup Peygamberin maksadını Allah'ın ilmine
havale etmektir. Zira ne Meleğin ne de kamçısının veya ateşli tokmağının keyfiyeti
bizce bilinmemektedir.
Kesinlikle ifade
edelim ki, biz bulutlarda bulunan menfi ve müs-bet kuvvetlerin Melek olduğunu
da iddia etmiyoruz. Ancak negatif ve pozitiflerden kinaye olabilir deriz.
Biline...
Yakup (A.S.) bunu
Tevrat indirilmezden önce nefsine haram kılmıştı. Bu münasebetle zikredilen
iki noktaya temas edelim:
1- Yakup
(A.S.) en sevimli şeyi nefsine haram kıldı ve Allah için terketti. Bu, onun
şeriatında caiz idi. Ve «Sevdiğinizden Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe
erişemezsiniz» âyetinden sonra bunun zikri uygun düşer. Evet, Muhammed ümmeti
için meşru olan da budur. Yani Allah yolunda infak etmek kulun en sevdiğinden,
en iştahlı nesnesinden olmalıdır. Nitekim Cenab-ı Hak «Malı sevmesine rağmen
ondan... yedirir» (Bakara: 177) buyuruyor.
2- Hristiyanların
Meryem oğlu îsa Mesih hakkındaki batıl iti-kadlarmın reddiyle ilgili açıklaması
geçtikten ve itikadlarının zaif olduğu belirtildikten ve îsa ile annesi hakkında hak ve gerçek ortaya konuldukdan sonra, Cenab-ı Hakkın
onu nasıl yarattığını, kudreti ve meşiyetiyle,
onu İsrailoğullarma peygamber
olarak nasıl göndermiş, o da onları Allah'ın hidayetine
nasıl davet etmiştir bahisleri geçtikten sonra, Cenab-ı Hak, Yahudilerin
aleyhindeki reddiyelere başladı. Onların inkâr etmiş oldukları neshin
mümkün, (caiz) olduğundan bahsetti.
Çünkü Cenab-ı Hak onların kitabı olan
Tevrat'ta, Nuh (A.S.) gemiden çıktığı zaman. Cenab-ı Hak, ona, yeryüzündeki
bütün hayvanlann etlerini helâl kıldı. O da onlardan yerdi. Bundan sonra îsrail
(Yakup) nefsine develerin et ve sütlerini
haram kıldı. Onun oğulları da bu hususta ona uydular. Ve Tevrat ta bunun
haram kihnmasını getirdiği gibi başka birçok şeyleri de getirdi.
Cenab-ı Hak, Adem'e
kızlarını oğullarıyle evlendirmeye izin vermiştir. Adem'den (A.S.) sonra
insanlar çoğalınca, Cenab-ı Hak bunu, haram kıldı.
İbrahim'in şeriatında,
hür kadın üzerine cariye getirmek mubah idi. İbrahim (A.S.) de Hacer hususunda
bunu yaptı. Onu Sare'nin üzerine getirdi. Bu hüküm Tevrat'ta haram kılınıp neshedildi.
Daha önce iki kızkardeşi bir araya getirmek caiz idi. Yakub (A.S.) iki
kızkar-deşi bir araya getirmişti. Sonra Tevrat'ta bu da onlara haram kılınıp
neshedildi. İşte bütün bunlar Tevrat'ta nass olarak gelmiştir. İşte, bu, nesh'in
tâ kendisidir. İşte, Cenab-ı Hakkın, Tevrat'ta haram kıldığı birtakım şeyleri
helâl kılmak hususunda Mesih'e sistem olarak verdiği de bunlardan olsun. Niçin
onlar burada Mesih'e uymuyorlar? Onu yalanlıyorlar? Ona muhalefet ediyorlar?
Cenab-ı Hakkın
kuvvetli dinden, dosdoğru yoldan ve İbrahim milletinden Muhammed'e (S.A.V.)
vermiş olduğu da böyledir. Niçin onlar buna îman etmiyorlar? Ve bunun için de
Cenab-ı Hak:
ttlsrailoğullarına
Tevrat indirilmezden önce İsrail'in, (Yakub'un) nefsine haram ettiğinden başka
bütün yiyecekler helâl idi.»
«Ey Habibim! De kî,
eğer doğru iseniz Tevrat'ı getirin, okuyun. Çünkü Tevrat benim dediklerimi
söylüyor.» buyurdu...
Said bin Mansur, Abd
bin Humeyd ve İbn Cerir, İbn Abbas tari-kıyla rivayet ediyorlar:
«İsrail'in nefsine
haram kıldığı nedir biliyor musun? İsrail (Yakub) (A.S.) unutkanlık
hastalığına yakalandı. Zaif düştü. Eğer Allah kendisine afiyet verirse, hiçbir
zaman damarlı et yemeyeceğine söz verdi. İşte bunun için Yahudiler etlerden
damarları ayırırlar ve yemezler.»
Bütün bu nakillerden
sonra El Menar'm bu hususta söylediklerini nakletmek yerinde olur:
Bu âyetler, Yahudiler
tarafından İslama düşürülmek istenilen iki büyük şüpheyi defetmektedirler.
Üstad-ul İmam o şüpheleri şöyle takrir etmiştir:
Yahudiler:
— Ey Muhammed! (S.A.V.) Sen iddia ettiğin gibi, İbrahim'in
(A.S.) ve ondan sonra gelen Peygamberlerin yolu üzerinde isen, İbrahim'e (A.S.)
ve o Peygamberlere haram olan deve eti gibi bazı haramları niçin helâl
kılıyorsun? Eğer onlara haram olanı kendine helâl kılarsan onları tasdik edici
olduğunu, dinde onlarla uyum sağladığını İddia etmeye hakkın yoktur, özellikle
İbrahim'i (A.S.) zikretmeye hakkın yoktur. «Ben İbrahim'e (A.S.) herkesten daha
yakınım» demeye yetkin yoktur» dediler. Birinci şüphe budur.
İkinci şüpheye gelince:
Yahudiler «Allah İbrahim'e (A.S.) vaadet-ti ki, bereket onun çocuğu İshak'ın
(A.S.) zürriyctinde olsun. Bütün Peygamberler İshak'ın (A.S.) zürriyetindendir.
Onlar, Beytulmakdis'İ tazim ederler ve kıbleleri olarak oraya yönelip ibâdet
ederler. Eğer sen de onların üzerinde bulunduklarının üzerinde olsaydın,
onların tazim ettiğini tazim edecektin. Kıbleni Beytulmakdis'ten Kabe'ye
çevirmezdin. Beytulmakdis'in tazimini bırakarak başka bir yeri tazim etmez, onu
kendine namazgah ve kıble edinmezdin. Böylece hepsine sen muhalefet ettin»
dediler.
Cenab-ı Hakk «İsrail
oğullarına Tevrat indirilmezden önce İsrail'in (Yakub'un), nefsine haranı
ettiğinden başka bütün yiyecekler helâl idi» âyetiyle birinci şüphenin
cevabını verdi.
Üstad-ul-îmam, «Gerek
Celaleyn sahibi, gerekse birçok tefsir âlimleri şüpheyi takrir ettiler. Fakat
kanaat verici bir şekilde onun cevabını veremediler. İtiraf ederler ki, bazı
helâller İsrail'e haram idi. Doğrusu, Cenab-ı Hakkın bu âyette ve başka
âyetlerde bize kıssa etmiş olduğudur: O da şudur: Bütün yemek İsrail
oğullarına, onlardan önce İbrahim'e helâl idi. Sonra Cenab-ı Hak onlara, ceza
ve edeblendirme olsun diye, Tevrat'ta bazı helâlleri haram kıldı. Nitekim
Rabbimiz «Yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kişiyi Allah yolundan alakoy-malan
nedeniyle önceleri kendilerine helâl kılınmış güzel şeyleri onlara haram
kıldık.» (Nisa 160) buyurmuştur. İsrail'den maksat «İsrail oğullan »dır.
Nitekim onların katında bu tabir böylece kullanılmaktadır. İsrail'den sadece
Yakub'un (A.S.) nefsi kasdedilmez. O, şâbin, (o milletin) nefsine onu haram
kılmasının mânâsı; o millet zulüm işledi, günahlar İşledi. O zulüm ve günahlar
da bu haram kılmaya sebeb oldu. Nitekim bahsedilen âyet, bunu açıkça
söylemiştir. Sanki buradaki âyet şöyle diyor: Yemeklerde asıl, helâl
olduğundan, îsrailoğullarına
haram etmenin nedeni
onların zulümleri ve suç işlemeleri olduğu için Peygamber ve Peygamberin ümmeti
de bu suçlan işlemediklerinden Peygambere ve ümmetine bu haram kılınan şeyler
haram kılınmadı. Sonra Cenab-ı Hak şüphenin defini ve cevabım takrir ederek
buyurdu:
«De ki: Eğer doğru
İseniz Tevrat'ı getirin,okuyunuz.»Yani sözünüzde doğru iseniz, nasslar, sizi
yalanlamasından korkmuyorsanız Tevrat'ı getirip okuyunuz.»
El Menar sahibi
devamla şunu söylüyor:
Üstad ul İmam Celaleyn
ve başka tefsircilerin «Yakub (A.S.) da «Arkunnesa» denilen hastalık vardı.
«Eğer Allah beni şifaya kavuştu- rursa, deve etini yemiyeceğim diye nezirde
bulundu» bu yorumlan îs-railiyattan gelen desiselerdir. Zira Tevrat'ta
deniliyor ki «Yakub bazı yolculuklarında yolda Rab ile karşılaştı. Ve Yakub
yalnız başına kaldı ve seher sökünceye kadar Rabbisiyle güreşti. Rabbisi onu
yenmediğini görünce, uyluk kemiğinin basma dokundu. Ve onunla güreşirken Ya-
kub'un uyluğunun başı incindi. Ve dedi: Bırak gideyim. Çünkü seher vakti oluyor. Yakup: Beni mübarek kılmadıkça
seni bırakmam. Rab ona dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Yakub. O dedi: Artık sana
Yakub değil ancak İsraildenilecek. Çünkü Allah ve insanlarla uğraşıp yendin. Ve
Yakub dedi: Rica ederim, admı bildir? Ve dedi: Adımı niçin soruyorsun? Ve
orada onu mübarek kıldı ve Yakub o yerin adını Peniel koydu. Çünkü «Allah'ı
yüzyüze gördüm ve canım sağ kaldı» dedi. Ve Pe-niel'i geçtiği zaman üzerinde
güneş doğdu ve uyluğu üzerinde aksıyor-du. Bunun için bugüne kadar
îsrailoğullan uyluk başı üzerindeki kalça adalesinin etini yemezler. Çünkü
Rab, «Yakub'un uyluk başına, kalça adelesine dokundu.»
[92]
İşte görüldüğü gibi
Tevrat'a göre, Yakub ne birşeyi nezrediyor, ne de nefsine birşeyi haram
kılıyordu.
Denildi: Yakub'un
nefsine haram kıldığı ciğer, böbrekler ve iç yağıdır. Ancak sırf üzerindeki
yağlar müstesnadır.»
Mücahid «Yakub eti
yenen bütün hayvanların etini kendisine haram kıldı» diyor.
Bütün bunlar
îsrailiyattır. Hakim'in (Müstedrek) 'inde iddia ettiği gibi, bunlann bir
kısmının senedinin İbn Abbas'tan geldiği tashih edilmişse de, sıhhatli olsa
da, bunlann kökenlerinin İsrailiyyat olduğu gerçeğini değiştiremez. En yakın olanı Üstad ul îmamın dediğidir.
Çünkü ancak onun dediği tarzda delil kaim olur. Hele Tevrat'ı bilenler katında.
Eğer «İsrail'den maksat Yakub'un tâ kendisi kastedilmiş olsaydı, «Tevrat
indirilmezden Önce» tâbirine ihtiyaç kalmazdı. Çünkü Yakub'un zamana Tevrat'ın
iniş zamanından çok ileridedir. Bunda hiç kimse şüphe etmez. Benim katımda
zihne en erken gelen mânâ şudur: İsrail'in nefsine haram kılmasından maksat,
îsrailoğullarının yemesinden imtina ettikleri ve nefislerine haram kıldıkları şeydir. Allah'tan gelen
bir hükümle değil bu, adet ve taklid hükmüyle olmuştur. Nitekim bütün
milletlerde, bu, görülüyor. Meselâ: Araplar, adet ve taklit yoluyla «Bahair ve
Sevaib»in etlerini kendilerine haram kılmışlardır. Kur'an bunu, El-Maide ve El
En'am sûrelerinde zikretmektedir.
Bazılarına göre âyetin
defettiği şüpheler neshin inkârıdır. Onlar «Nesih yoktur, dediler. Ayet te bu
inkarı defetti» diyorlar. Bu âyet, onları Tevrat bizzat İbrahim'in, İsrail'in
üzerinde bulunduğu bazı şeyleri neshetti, demek suretiyle, susturup ilzam
etti. Bu susturmak, öyle bir ilzamdır ki, ondan kurtuluş imkânı yoktur. Çünkü
Tevrat'ta bu sabit tir. Bu da her halükârda Hz. Muhammed'inPeygamberliğine
delâlet eder. Çünkü o, onlarca yanlanndakine muttali kılınmadığı ve orada olmadığı
halde onları haber verdi. İşte böylece onların «tahlil ve tahkim ancak Allah'tan
olur» konusundaki araştırmaları düşmüş oluyor.
[93]
Şüphesiz ki, insanlar
için ilk kurulan ev (mabed) Mekke'deki
âlemlere hidayet sebebi olan evdir...»
Bu âyeti celîle ile
ilgili eserler: ibn ul Munzir Hz. Ali'den (K.V.) rivayet ediyor: «Allah'a
ibâdet için ilk kurulan ev Kabe'dir. Yoksa ibâdet için olmayan evler daha önce
var idi» diye rivayet ediyor.
İbn Cerir Meter'den
benzerini rivayet ediyor. îbn Cüreyc, Hasan Basri'den rivayet ediyor: «Allah
içinde anılsın ve Allah'a ibâdet edilsin diye ilk kurulan ev Mekke'deki
Kabe'dir.»
îbn Ebi Şeybe, Ahmed,
Buhari, Müslim, Ebu Zer*den rivayet ettiler:
Ben:
«Ey Allah'ın Resulü!
İlk kurulan mescid hangisidir?» diye sordum. Buyurdular:
«Mescid-i Haramdır.»
Sordum:
«Sonra hangisidir?»
Buyurdular:
«Mescid-i Aksa'dır.»
«İkisinin arasında ne
kadar zaman vardır?»
«Kırk senelik bir
zaman vardır.» buyurdu.
İbn Cerir ve Beyhaki,
îbn Âmr'den rivayet ediyorlar: «Cenab-ı Hak yeryüzünü yaratmazdan ikibin sene önce Kabe'yi yarattı. Allah'ın
arşı su üzerinde iken Kabe beyaz bir köpük halinde idi. Yer onun altında bir
kabuk gibi idi. İşte yer onun altından yayıldı.»
Bu hadîste, garabet
vardır. Bilinsin.
İbn ul Munzir, Ebu
Hureyre'den rivayet ediyor:
Kabe yeryüzünden
ikibin sene önce yaratıldı. O yerdendi. Sanki su üzerine bir kabuk halindeydi.
Onun üzerinde meleklerden iki zat vardı. Teşbih ederlerdi. Cenab-ı Hak
yeryüzünü yaratmak istediği zaman, o noktadan yeri yaydı. Kabe'yi yeryüzünün
ortasına koydu.»
Bu türlü hadisler,
müteşabih hadislerdir. Kesin olarak Kabe'nin şerefini ispat etmek için
gelmişlerdir. Fakat sıhhat dereceleri nedir? Onu hadis kritiği yapan
muhaddislere havale ediyoruz.
Kabe, İbrahim (AS.)
tarafından bina edilmiştir. Bütün insanlar için bina edilmiş, ibadet ve
tavaflarında, kendilerine kıble olmak ve orada itikâfa girmek hususunda bina
edilmiştir. Yahudiler İbrahim'in dini ve yolu üzerinde olduklarını iddia
etmelerine rağmen İbrahim'in Allah'ın emriyle bina etmiş olduğu Kabe'yi ne
ziyaret ederler ne de orasını kıble edinirler.
İmam Ahmed'in, Ebu
Zer'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle denmektedir:
Sordum: «Ey Allah'ın
Resulü! İlk kurulan mescid hangisidir?»
«Mescid-i Haramdır»
buyurdu.
«Sonra hangisidir?»
«Mescid-i Aksa'dır.»
«İkisinin arasında ne
kadar zaman vardır?»
«Kırk sene vardır.»
dedi.
«Sonra hangisi?»
«Nerede namaz sana
kavuşursa orada namazını kıl. Bütün yeryüzü mesciddir» buyurdular. Hadisi,
Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir.
Süddi: «Yeryüzünde
kurulan ilk «ev» Kabe'dir. İsterse ibâdet, isterse diğer, evler olsun,
hepsinden önce Kabe kuruldu.» diyor. Fakat sıhhatli olan Hz. Ali'nin daha önce
naklettiğimiz sözüdür. Yani Kabe yeryüzünde ilk kurulan mâbeddir.
[94]
Sİ Beyhaki Kabe'nin
binası hakkında îbn Leyiha'dan rivayet ediyor:
Allah, Cebrail'i Adem
ve Havva'ya gönderdi. Onlara Kabe'yi bina etmelerini emretti. Âdem Kabe'yi bina
etti. Sonra Cenab-ı Hak, Âdem'e (A.S.) Kabe'yi tavaf etmesini emrederek ona:
«Sen insanların
evvelisin. Bu da insanlar için kurulan ilk evdir.»dedi...
Hadis, İbn Leyiha'nın
müfredatmdandır. Bu zat, hadiste zaiftir. Allah daha iyisini bilir. En uygunu
bu hadisin Abdullah bin Âmr üzerinde mevkuf olmasıdır. Belki de Yermuk
gününde, ehli kitabın yazdıklarından Abdullah'ın eline geçmiş iki çuval
kîtabdan birisinden alınmadır.
[95]
«bekke» kelimesi,
Mekke'nin isimlerinden biridir. Ona bu isim verilmiş, çünkü o zalim ve
diktatörlerin boynunu eğdiriyor. Ona vardıklarında boyunlarını eğerler.
Bazıları da «Orada
ağlandığı için oraya Bekke denilmiştir» diyor.
Kattade «Allah orada
insanları karıştırmış. Kadın erkeğin önünde, yanında namaz kılar. Oysa başka
bir memlekette böyle birşey olmaz. Böyle olduğundan ona Bekke ismi
verilmiştir.» dedi.
Mücahid, İkrime, Said
bin Cübeyr, Amr bin Şuayb, Mukatil bin Hayyan da böyle demişlerdir...
Said bin Cübeyr, îbn
Abbas'tan:
«fecc» denilen yerden
«ten'im» denilen yere kadar olan bölgeye Mekke, Kabe'den bethâ'ya kadar olan
yere de Bekke denilir» diye rivayet etmiştir.
Muğire, İbrahim'den
«Bekke, Kabe ile Mesciddir »diye rivayet etmiştir.
Zühri de böyle
demiştir...
İkrime, Meymun bin
Mehran'dan şöyle rivayet etmiştir: «Kabe ve etrafındaki yerler Bekke'dir. Ondan
sonraki kısma da Mekke denilir.»
Ebu Malik, Ebu Salih
ve İbrahim-i Nehai:
«Bekke, Kabe'nin
yeridir. Ondan başkasına da Mekke deniliyor.»
Mekke'nin başka
isimleri de vardır: Mekke, Bekke, el-beytul atik, el-beytül-haram, el-beledul
emin, el-me'mun, Um-mu Rahm, Ümmül Kura, Selay, El-Arş, El Kadise, El
Mukaddese, En Nasit, El-Basit. Et Hatime, Er-Res, Devsa, El Belde, El Beniyye,
El Kabe... Bütün bu isimler Mekke'nin isimleridir.
(97) O evde apaçık âyetler ve İbrahim'in makamı vardır...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
«Apaçık âyetler»den
maksat, İbrahim'in binasıdır. Allah onu tazim ve şereflendirmiştir.
«İbrahim'in
makamı»ndan maksat, Kabe'nin temellerini atmak ve duvarlarını yapmak için
üzerine çıkıp çalıştığı taş (yer)dir.
İbrahim, o taşın üzerinde durur, oğlu îsmail de kendisine taş ve çamur uzatırdı.
O makam Kabe'nin duvarına bitişiktir. Hz. Ömer, halifeliğinde, onu doğu
tarafına biraz kaydırmıştır. Ta ki onu tavaf etme imkânı olsun. Tavaftan sonra
orada namaz kılan musallilerin namazı teşviş edilmesin. Çünkü Cenab-ı Hak bize
Makam- İbrahim önünde namaz kılmayı emir buyurmuştur: «İbrahim makamından
namazgah edininiz» (El-Bakara: 225).
El Ufi «Orada apaçık
âyetler vardım âyeti kerîmesinden maksad, İbrahim'in makamı ve meş'arlar vardır
demektir» diyor.
Mücahid «İbrahim'in
makamında, ayaklarının izleri vardır. Bu da, açık âyetlerden birisidir» dedi.
Ömer bin Abdulaziz,
Hasan, Katade, Süddİ, Mukatü bin Hayyatı da böyle dediler...
İbn Ebi Hatim, İbn
Abbas tarikıyla rivayet etti:
«Makam-ı İbrahim»
bütün haramdır.
Âmr'in lafzında:
«HİCR'în tamamı,
İbrahim'in makamıdır» diye varid olmuştur.
Said bin Cübeyr, «Hac,
İbrahim makamıdır» diyor.
Belki de Said bin
Cübeyr'in Hac'tan maksadı, Hicr'dir. Çünkü Mücahid bunu açıkça belirtmiştir.
«Oraya giren emin
olur.» Yani Mekke haremine giren her kötülükten emindir. Cahiliyet döneminde
de durum bu idi. Kişi öldürüyordu bunun için boynuna bir yün bağlıyor. Hareme
giriyor. Maktulün oğlu ona rastlıyor, Haremden çıkıncaya kadar onu
öldürmüyordu.
îbn Ebi Hatim, Said
bin Cübeyr tankıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Kim ki Kabe'ye
sığınırsa, Kabe onu emin kılar. Ancak ona yatak verilmez. Yemek ve su
verilmez. Çıktıktan sonra günahından ötürü sorguya çekilerek cezalandırılır.
Kısas kendisine tatbik edilir...»
El Cündi «Mekke
Faziletleri» hakkında İbn Abbas ve Ebu Hurey-re'den şunu rivayet ediyor:
«Allah Mekke'yi
yarattı. Onu mekruhlar ve dereceler üzerine koydu.»
Said bin Cübeyr'den
«O, dereceler nelerdir?» diye soruldu. «O, dereceler cennettir» diye cevab
verdi.
El Ezraki zaif bir
senedle İbn Abbas'tan rivayet etti: ,«Kim ki, Mekke'de Ramazan ayına yetişir ve
orada oruç tutarsa, bütün ramazanı orada geçirir, gece ibâdetlerini mümkün
olduğu kadar orada yaparsa, Cenab-ı Hak ona bin ramazan ayının faziletini yazmış
olur. Her gün ona bir hasene yazar ve her gece ona bir hasene yazar. Ve her
gün bir köle azat etmiş gibi sevab verir. Ve her gece bir köle azad etmiş gibi
sevab verir. Hergün, onun için Allah yolunda iki atı gazilere bahşetmenin
sevabını yazar. Her gece Allah yolunda iki atı gazilere bahşetmenin sevabını
yazar. Her günde onun kabul edilecek bir duası da vardır.»
Dikkat! Bu ve benzeri
hadisler sevabın çokluğundan kinaye olduğu gibi Mekke'de oruç tutmaya da teşvik
ve terğibtir. Allah ile olan ticarette kârın bolluğu su götürmez bir
gerçektir...
İnançsızlar gibi hemen
inkâra kalkışmamak gerekli olduğu gibi mümine de en yakışırı odur...
El-Ezraki Cabir b.
Abdullah'dan rivayet etti:
Allah'ın Resulü «Şu
Kabe Islâmın direğidir. Kim ki hac ve umre niyetiyle bu Kabe'ye gelmek üzere
evinden çıkarsa, eğer Allah onun ruhunu kabzederse ona cennete götürmek sözü
verilmiştir. Eğer geri gönderirse, onu ecir ve ganimetle gönderme sözünü
vermiştir.» buyurdu.
[96]
Beyhaki «Şuabul -
İman» adlı eserinde Cabir bin Abdullah'tan rivayet etti:
«Benim Medine'de
bulunan şu mescidimde bir namaz kılmak, başka mescidlerde kılınan bin namazdan
üstündür. Ancak mescid-i haram müstesnadır. Benim bu mescidimde cuma namazı
kılmak, Mescid-i Haram müstesna diğer mescidlerde kılman bin cumadan üstündür.
Benim bu mescidimde Ramazan ayının orucunu tutmak, Mescid-i Haram müstesna,
başka mescidlerde tutulan bin ramazandan üstündür.»
El Bezzar ve İbn
Huzeyme, Tabarani ve Beyhaki, Ebi Derda'dan rivayet ettiler. Allah'ın Resulü
buyurdu:
«Mescid-i Haramdaki
namaz başka mescidlerdeki yüzbin namazdan üstündür. Benim Medine'deki
mescidimdekı namaz başka mescidlerdeki bin namazdan üstündür. Beytulmakdis
mecsidindeki namaz beşyüz namaza denktir.»
îbn Mace Enes'ten
rivayet etti:
«Allah'ın Resulü
«Kişinin evinde kılmış olduğu namaz; bir namaz sayılır. Kabilesi veya
mahallesinin mescidlerinde kıldığı namaz yirmi-beş (25) namaz sayılır. Cuma
mescidinde kıldığı namaz (50) elli namaz sayılır. Mescid-i Aksa'da kıldığı
namaz (500) beşyüz namaz sayılır. Benim Medine'deki mescidimde kılınan namaz
(1000) bin namaz sayılır. Mescid-i Haram'da kılman namaz (100.000) yüz bin
namaz sayılır.»
ibn Ebi Şeybe, Müslim,
Nesei ve İbn Mace, îbn Ömer'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurmuştur:
«Benim şu mescidimde
kılman bir namaz, Mescid-i Haram müstesna diğer mescidlcrde kılınan bin
namazdan üstündür.»
Tayalisi, Ahmed, El
Bezzar, İbn Adiy, El Beyhaki, îbn Huzeyme, İbn Hibban, Abdullah bin Zübeyr'den
rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:
«Benim bu mescidimde
kılman bir namaz, Mescid-i Haram müstesna, diğer mescidlcrde kılınan bin
namazdan üstündür. Mescid-i Haramdaki bir namaz benim bu mescidimde kılman yüz
namazdan üstündür.»
Bu hadisi rivayet eden
Ata'dan soruldu:
«Bu Mescid-i Haram
hakkında söylenen fazilet sadece mescide mi mahsustur, yoksa Harem hududlanna giren
her yere mi...?»
Ata:
«Hayır, Harem
hududlanna giren her yere mahsustur. Çünkü Ha-rem'in tamamı mesciddir» buyurdu.
Ahmed ve İbn Mace,
Cabir'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü: «Benim mescidimde kılınan bir
namaz. Mescid-i Haram müstesna diğer mescidlcrde kılınan bin namazdan üstündür.
Mescidi Haram'da kılınan bir namaz başka yerde kılınan yüzbin namazdan üstündüm
buyurdu.
îbn Ebi Şeybe, El
Buhari, Müslim, Timıizi, Nesei, İbn Mace, ve Beyhaki, Ebu Hureyre'den rivayet
ettiler:
«Benim bu mescidimde bir
namaz, Mescidi Haram müstesna diğer mescidlerdeki bin namazdan üstündür.»
El Bezzar, Aişe
validemizden rivayet ediyor.
Resulü Ekrem buyurdu:
«Ben Peygamberlerin
sonuncusuyum, benim mescidim de Peygamber mescidlerinin sonuncusudur. Ziyaret
edilmeye ve kendisine doğru kervanların yola çıkması en uygun olan yer,
Mescid-i Haram ile benim bu mescidimdir. Benim mescidimde bir namaz, Mescid-i
Haram, müstesna, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan üstündür.»
Tayalisi, İbn Ebi
Şeybe, Ahmed, îbn Meni"er Rüyani, İbn Huzeyme ve Tabarani, Zubeyr bin
Mut'im'den rivayet ettiler:
«Benim mescidimde bir
namaz, Mescidi Haram müstesna, diğer yerlerdeki bin namazdan üstündür.»
[97]
İbn ul Enbari, El
Kelbi'den rivayet eder:
«Kabe'de bulunan açık
âyet ve alâmetlerden maksad, Kabe, Safa, Merve ve Makamı İbrahim'dir.»
[98]
:
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi Hatim, Katade'den rivayet ederler:
(97) «Oraya giren emin olur» âyeti, cahiliyet dönemine, mahsustur.
Yani o dönemdeki âdeti naklediyor. O dönemde, kişi, bütün günahları işlemiş
olsa dahi Harem'e iltica etti mi kimse ona karışmaz, o ta-kib edilmezdi..
îslâmda ise, Harenfe iltica etmek, Allah'ın cezalarım dü-şürmez. Hırsızlık
yapanın cezası tatbik edilir. Zina edene had tatbik edilir. Öldüren öldürülür.»
El Ezraki,
Mücahid'den, Ömer bin Hattab'tan rivayet eder: «Eğer Kabe'de, Harem hududunda
Hattab'ıtı katilini görsem oradan çıkıncaya kadar kendisine dokunmam.»
İbn ul Munzir ve El
Ezraki, Tavus tankıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
Kim ki Haram hududları
haricinde adam öldürür, veya hırsızlık yapar, sonra da Harem'e dahil olursa,
kimse onunla oturmaz, kimse onunla konuşmaz. Kimse onu evine almaz. Daima
Harem'den çıkmaya davet edilir. Çıktıktan sonra tutulur ve işlemiş olduğu
suçun cezası kendisine tatbik edilir. Eğer haram hududları haricinde öldürür
veya çalarsa sonra Harem'e girerse, ona cezayı tatbik etmek isterlerse,
Harem'den çıkarırlar, Harem hududları dışında haddi tatbik ederler. Harem
hududları içinde öldürür veya hırsızlık yaparsa Harem içinde ona had tatbik
edilir.»
İbn Cerir, İkrime
tarikiyle İbn Abbas'tan rivayet etti: «Bir hadise işleyen, Kabe'ye sığınırsa, o
emindir. O Harem'den çıkıncaya kadar Müslümanlar onu herhangi bir tarzda
cezalandırmazlar. Çıktıktan sonra kendisine haddi tatbik ederler.»
Buhari, Müslim,
Tirmizi, Nesei, Ebu Şurayh el Adevi'den rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü, Fetih
gününün ertesinde:
«Mekke'yi (hududlannda
uygunsuz hareketi) Allah haram etmiştir. Allah'a ve son güne îman eden bir
kişiye Mekke'de herhangi bir kan akıtmak, heryangi bir ağacı kesmek helâl
değildir. Eğer birisi Re-sûlüllah'm savaşını delil göstererek «Bana da ruhsat
vardır» derse, siz ona deyiniz ki, Cenab-ı Hak Peygamberine izin verdi. Size
sizin vermemiştir. Peygamberine de ancak günün bir saatinde izin verdi. O
izinden sonra Mekke'nin haramlılığı dünkü haramlığı gibi geri geldi.» buyurdu.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir: «Oraya giren ateşten emin olur» demektir, dediler. Beyhaki ibn Abbas'tan
rivayet ediyor:.
Allah'ın Resulü:
«Kabe'ye giren bir haseneye girmiş, bir seyyiden affolunmuş ve günahları da
mağfirete uğramış olur» buyurdu.
İbn Munzir, Ata'dan:
«Harem'de ölen bir
insan, emin olarak haşrolunur. Zira Cenab-ı Hak: «Kim ki, oraya dahil olursa
emin olur» buyurmuştur.»
(97) Oraya yol bulabilen kimseye Allah için Kabe'yi
ziyaret etmek farzdır. Kim ki, kâfir olursa, kesinlikle bilsin ki, Allah
âlemlerden zengindir...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
Ahmed ve Tirmizi, İbn
Mace ve İbn Ebi Hatim ve Hakim, Hz. Ali'den rivayet ediyorlar:
Bu âyet, nazil olduğu
zaman eshab Resul-ü Ekrem'den sordular:
— Ey Allah'ın Resulü î Her sene mi hüküm
böyledir?
Cenab-ı Peygamber
sükût etti. Yine sahabe:
— Ey Allah'ın Resulü! Her sene mi? dediler.
Resulü Ekrem:
— Hayır, dedikten
sonra:
«Eğer ben evet
deseydim her sene vacib olurdu» buyurdular.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak:
«Sakın, size göründüğü
takdirde hoşunuza gitmeyecek bir takım şeylerden sormayınız» (Maide: 101)
âyetini indirdi. Abd bin Humeyd, İbn Abbas'tan rivayet ediyor: Bu âyet nazil
olduğu zaman bir kişi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Her sene mi?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber cevab olarak:
«Senin boynuna farz
olmuş olan İslâm haccını yap» buyurduktan sonra:
«Eğer evet deseydim
sizin üzerinize hacc her sene farz olurdu» dedi.
Abd bin Humeyd ve
Hakim, İbn Abbas tarikıyla rivayet ettiler.
Resûlüllah bize hutbe
okuyarak şöyle buyurdu:
«Ey nas! Şüphesiz
Allah sizin üzerinize haccı farz kıldı.»
Akra' bin Habis ayağa
kalktı ve:
«Her sene mi? Ey
Allah'ın Resulü!» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:
«Eğer ben evet
deseydim her sene hac farz olacaktı. Eğer her sene hac farz olsaydı siz onu
yerine getirmezdiniz ve gücünüz de ona
yetmezdi. Hac bir defadır. Kim ki bir defadan fazla haccederse, o tatavu (nafile)
haccı yapmış olur» buyurdu.
Abd bin Humeyd, Hasan
Basri'den rivayet etti: «Bu âyet, nazil olduğu zaman, kişinin birisi «Her sene
mi ya Re-sûlellah?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:
«Nefsimi yed-i
kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer ben evet deseydim hac her sene size
vacib olacaktı. Eğer her sene vacib olsaydı siz onu yerine getiremezdiniz.
Eğer siz onu terketmiş olsaydınız (farziyetini inkâr etseydiniz) küfre girmiş
olurdunuz. Ey cemaat! Sizi bıraktığım müddetçe benim yakamı bırakınız. Sizden
öncekiler fazlasıyla Peygamberlerinden sorup ve Peygamberlerle ihtilâfa
düştüklerinden dolayı helak olmuşlardır. Size bir emri söylediğim zaman, onu
yerine getiriniz veya gücünüz yettiği kadar çalışınız. Sizi bir şeyden yasakladığım
zaman ondan sakınınız.»
İmam Şafii, İbn Ebi
Şeybe, Abd bin Humeyd, Tirmizi, İbn Mace ve İbn Cerir, Jbn Ömer tarikıyla
rivayet ettiler:
Bir kişi kalkıp «Ey
Allah'ın Resulü! Hacı kimdir?» diye sordu. Cevab:
«Haci, toz ve toprağa
katılmış, kir ve pasa göğüs germiş ve Allah'ın gufranını taleb etmek
maksadıyla hacem vazifelerini yerine getirmeğe çalışan kimsedir.»
fiaşka birisi kalktı:
«Haccın hangi çeşidi
efdaldır ya Resûlüllah?» diye sordu. Buyurdular:
«Sık sık tehlil ve
tekbir getirilen ve kurban kanları akıtılan hac çeşidi efdaldir.»
Başka birisi kalkıp:
«Ey Allah'ın Resulü!
Âyet 'yol1 diyor. Yoldan maksat nedir?»
Buyurdular:
«Yoldan maksat, binek
ve yol azığıdır.»
Darekutni, Enes'ten
rivayet etti:
Cenab-ı Peygamberden
«Yol nedir?» diye soruldu. Buyurdular: «Azık ve binektir.»
Said bin Mansur ve ibn
Cerir, Hasan'dan rivayet ettiler: Cenab-ı Peygamber bu âyeti okuduğu zaman
eshabı kiram: «Ey Allah'ın Resulü! Yol ne demektir?» diye sordular. Buyurdular:
«Azık ile binektir.»
îbn Cerir, İbn
Abbas'tan rivayet etti:
«Yoldan maksat, kulun
bedeninin sıhhatli olması, azık ve binek parasının bulunmasıdır. Bu yol ve para
da ona herhangi bir zarar vermeyecektir.»
İbn Ebi Şeybe ve Abd
bin Humeyd, îbn Abbas'tan rivayet ettiler: «Yol»öan maksad, genişliktir. Hacca
giden ile Kabe arasında herhangi bir düşmanın, herhangi bir mâniin
girmemesidir.»
İbn Ebi Şeybe ve İbn
Cerir, Abdullah bin Zübeyr'den rivayet ediyorlar;
istitaat, kuvvet
demektir. Mânâsı: Gücü ve kuvveti olursa demektir.
İbn Ebi Şeybe,
Mücahid'den rivayet etti: «Yol bulmaktan maksat, azık ve binek bulmaktır.» İbn
Ebi Şeybe ve İbn Hatim, îbrahimi Nehai'den rivayet ettiler: Kadın için mahremin
bulunması yoldan sayılır. Yani mahremsiz bir kadın yol bulamamış demektir.
Hakim, Ebu Hureyre
tankıyla rivayet ediyor: Resulü Ekrem buyurdu:
«Herhangi bir kadın,
bir gecelik mesafeye, başka bir tâbir ile, bir Berİtlik (oniki millik) mesafeye
tek başına gidemez. Ancak mahre-miyle beraber gidebilir.»
İbn Ebi Şeybe, İbn
Abbas'tan rivayet etti:
Allah'ın Resûlü'nden
dinledim. Hutbe okuyordu ve diyordu: «Kadın ancak mahremiyle beraber yolculuğa
çıkar.»
Bir kişi ayağa kalktı
ve:
«Ey Allah'ın Resulü!
Benim hanımım hacca gitmek üzere çıktı. Ben de falan savaşa yazılmıştım. Ne
bııyurulur?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:
«Hanımınla beraber
git, haccını yap» buyurdu.
Tirmizi ve İbn Cerir,
Hz. Ali'den (K.V.) rivayet ettiler: «Kimin azığı ve kendisini Kabe'ye götürecek
bir bineği varsa, buna rağmen hacca gitmiyorsa, bu kimse ister Yahudi, ister
Hristiyan olarak ölsün.»
Bunun da sebebi,
Cenab-ı Hak: «Oraya yol bulabilen kimseye Allah için Kabe'yi ziyaret etmek
farzdır. Kim ki kâfir olursa kesinlikle bilsin ki Allah âlemlerden zengindir.»
(Âli-İmran: 97) buyurmuştur.
Said bin Mansur ve
Ahmed, Ebi Umame'den rivayet ederler: Allah'ın Resulü «Kim ki İslâm haccını
yapmadan ölürse, onu hac yapmaktan alakoyan bir hastalığı, veya zalim bir
sultan veya apaçık bir ihtiyaç ortada yok ise, o İster Yahudi ister Hristiyan
olarak ölsün» buyurdu.
îbn Munzir,
Abdurrahman bin Sabit'ten onun benzerini merfu ve mürsel olarak rivayet etmiştir.
Said bin Mansur sahih
bir senedle Hz. Ömer'den rivayet ediyor: «Kastettim ki, şu memleketlere (İslâm
memleketlerini kastediyor) elçiler göndereyim. Kontrol yapsınlar, imkânı olup
hac yapmayan bir İnsana haraç ytiklesinler. Onlar (kâmil) müslüman değildirler,
onlar (kâmil) müslüman değildirler.»
Said bin Mansur, Nafi'
tankıyla îbn Ömer'den rivayet etti: «Kim ki, hacca gitme imkânını 'bir sene
önce (üç defa tekrar etti) elde etmiş olduğu halde hacca gitmeden ölürse, onun
namazı kılınmaz. Yahudi mi Hristiyan mı ölmüş olduğu da bilinmez.» Bu görüş,
Said b. Mansur'a mahsustur diğer fakihler katında haccın farziyetini inkâr
ederse hüküm böyledir. Biline.
Said bin Mansur, Hz.
Ömer'den rivayet eder:
«Eğer halk haccı
terkederse, onlara savaş ilân ederim. Tıpkı namazı ve zekâtı terkedenlere
karşı ilân ettiğimiz gibi.»
Bütün bu hadisi
şerifler, haccın farziyetine inanmayarak veya bu hususta tereddüt ve tehavun
(yani gevşeme) göstererek gitmeyenler içindir. Haccın farziyyetine inanır, onun
hakkında herhangi bir laubaliliği kastetmez, buna rağmen bir takım maniler
(tam mazeret sayılmasa dahi) mevcutsa veya gevşekliğinden dolayı gitmezse,
böyle bir t kimse, büyük günahı (kebairi) işlemiş oluyor. Fakat İslâmdan çıkış
ancak inkâr edenler içindir. Çünkü âyetin son kısmındaki «kim ki kâ-| fir
olursa» yani farziyeti inkâr ederse «Hac diye birşey yoktur» derse, 1 veya
«Hacc saçmadır haşa » dese o kâfir olur. «Cenab-ı Hak âlem-lerden zengindir»
cümlesi de bunu ifade etmektedir.
Bu tevili, İbn Cerir,
îbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan rivayet ederler: «Kim ki, kâfir olursa», yani
haccın farz olmadığını iddia ederse şübhesiz ki Allah âlemlerden zengindir.»
İbn Cerir ve İbn ul
Munzir, îbn Ebi Hatun ve Beyhaki, İbn Ab-bas tankıyla rivayet ediyorlar:
«Kim ki haccı inkâr
ederse, yani haccetmeyi herhangi bir şey görmezse, onu terketmek herhangi bir
günahı gerektirmez, kanaatini taşıyorsa o kâfir olur.
[99]
% Aynı eser âyetin
yorumunda şunları da vermektedir:
Said bin Mansur ve Abd
bin Humeyd, îkrime'den rivayet ettiler: «Kim ki İslâmdan başka bir din
ararsa ondan o din kabul edilmez»
(Maide: 3) âyeti indiği zaman, Yahudiler: «Biz Müslümanlarız» dediler. Cenab-ı
Peygamber onlara:
«Cenabı Hak,
müslümanlann boynuna haccı farz kılnuştır. Kabe'yi ziyaret etmeyi farz
kılmıştır» buyurdu. Onlar: «Böyle birşey bizim üzerimize farz kılınmamıştır»
dediler ve Kabe'yi ziyaret etmekten kaçındılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
«Kim ki kâfir olursa
şüphesiz Allah âlemlerden zengindir» âyetini cümlesini) indirdi.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, İkrime'den rivayet ettiler: «Kim ki, İslâmdan başka bir din ararsa o din
ondan kabul edil- nıez» âyeti nazil olduğu zaman diğer milletler «Biz de
müslümanız» dediler. Cenab-ı Hak bunun üzerine:
(97) Oraya yol bulabilen kimseye Allah için Kabe'yi
ziyaret etmek farzdır. Kim ki, kâfir olursa Allah âlemlerden zengindir.» Bunun
üzerine müslümanlar haccettiler, kâfirler haccetmekten imtina ettiler.
Said bin Mansur, Abd
bin Humeyd ve İbn Cerir, Dahhak'tan rivayet ettiler:
«Hac âyeti indiğinde,
Resulü Ekrem milletlerin (dinlerin), ehlini, yani arap müşriklerini,
Hristiyanları, Yahudileri, ateşperestleri, sabii-leri bir araya getirdi ve
buyurdu:
«Allah sizin boynunuza
haccı farzetmiştir. Kabe'yi ziyaret ediniz.»
Resûlüllah'ın bu
buyruğunu müslümanlardan başkası kabul etmedi. Diğer milletlerin ehli onu
İnkâr ettiler: «Biz buna iman etmiyoruz. Kabe'ye yönelip namaz kılanlayız.
Kabe'ye yönelenleyiz» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak;
(97) Kim ki kâfir olursa Allah âlemlerden zengindir.»buyurdu.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Ebu Davud Nufeyi'den rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü, bu
âyeti okuduğu zaman, Huzeyl kabilesinden bir kişi ayağa kalktı:
«Ey Allah'ın Resulü!
Haccı terkeden kâfir mi olur?» Cenab-ı Peygamber:
«Kim ki onu terkettiği
halde cezasından korkmuyorsa, haccettiği halde sevabını ummuyorsa o odur»
buyurdu.
(98) (Ey
Habibim!) De ki: Ey kitab ehli! Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?
Halbuki o sizin yaptıklarınıza şahittir...»
Bu âyet hakkında gelen
eserler:
İbn tshak ve îbn
Cerir, Zeyd bin Eslem'den rivayet ediyorlar: ŞAS bin Kays adlı Yahudi ihtiyar
birisiydi. Cahiliyet döneminde yetişmişti. Büyük bir kâfirdi. Müslümanlara
karşı şiddetli bir kin bestemekteydi. Onları şiddetli bir şekilde kıskanıyordu.
Allah Resûlü'nün eshabından Evs ve Hazreç kabilelerinden bir gurubun toplanmış
olduğu bir meclisin yanından geçti. Baktı ki, onlar toplanmış konuşuyorlar.
Bu durum Şas'ı çileden çıkardı. Onların dostluk ve birlik içinde olduklarım
görmeyi bir türlü hazmedemediği bir şeydi. Aralarındaki sulh u sükûneti içine
sindiremedi. Aralarında cahiliyet dönemindeki düşmanlıktan sonra nasıl olur da
İslâm'da böyle bir araya gelirler diye kıskandı. Yanındakilere «Beni-Kayle
(veya Kıyle bu, Hazreç ve Evs'i derleyen bir kabile adıdır) bu memlekette bir
araya gelirlerse, Allah'a yemin ederim, biz Yahudilerin onlarla beraber
durmamız mümkün değildir. Onlar bu memlekette işbirliği yaptıktan sonra biz
burada istikrar bulamayız.» Bunları söyledikten sonra beraberinde bulu-İ| nan
Yahudi gençlerinden birisine: «Şu cemaatin yanına git. Onlarla beraber otur.
Sonra onlara BÎAS gününün savaşını hatırlat. Ondan sonraki savaşları hatırlat,
Evs ve Hazreç'in bu savaşlar hakkında söylemiş oldukları bir takım şiirleri
oku.» dedi.
Bia's günü, dehşetli
bir gündü. Evs ve Hazreç o günde çarpışmışlardı. Evs o günde Hazrec'e galib
gelmişti. O genç, Şas denilen Yahudi-nin sözünü tutup gitti aynı şeyleri yaptı.
Bunun üzerine Evs ve Haz-recliler konuştular. Münazaa yaptılar. Geçmiş
ecdadlarla iftihar etmeye başladılar. İki kabileden birer kişi diz üstü
oturdu. Evs boyunun Beni Haris kabilesinden Evs bin Kays, Hazreç boyunun Beni
Selim kabilesinden de Cebbar bin Sahr diz üstü oturup karşılıklı şiir okudu-||
lar ve konuştular. Sonra birisi diğerine «Eğer dilerseniz, Allah'a yemin
ederiz, o savaş ve hadiseleri taptaze olarak geri getiririz» dedi. Böylece iki
gurup da öfkelendi, «Biz bunu kabul ettik» dediler. Silâha sanlınız, silâha
sanlınız» feryatları ve çığlıkları atılmaya başlandı. «Yerimiz, Ez Zahire
denilen yerdir» dediler. Yani iki gurup da oraya çıkacak, orada
savaşacaklardır. Zahire, taşlı bir sahaydı. O sahaya çıktılar. Evs'liler yan
yana, Hazreç'liler de yanyana durdular. Tıpkı cahi-liyette olduğu gibi saf
tuttular. Bu durum, Resulü Ekrem'e haber verildi. Cenab-ı Peygamber oraya
geldi. Yanında Muhacirlerden, eshabı kiram, vardı. Onlara şöyle seslendi:
«Ey müslümanlar
cemaati! Allah'tan korkunuz, Allah'tan
korkunuz, ben aranızda bulunduğum halde, cahiliyet davasıyla mı yürüyeceksiniz?
Allah siz! hidayet ettikten, Islama vanp, İslâm'la şereflendikten, cahiliyet
emrini sizden kestikten ve sizi küfürden kurtardıktan sonra bunu mu
yapacaksınız? İslâm sayesinde sizin kalplerinizi birleştirdikten sonra
cahiliyete mi dönüş yapacaksınız? Kâfir olarak üzerinde bulunduğunuza mı
döneceksiniz?»
Böylece Evs'lüer de
Hazreç'liler de bunun şeytandan gelen bir vesvese ve düşmanlarından gelen bir
hile olduğunu hemen idrak ettiler. Silâhlarını attılar. Ağlaştılar.
Kucaklaştılar. Birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra Resûlüllah ile beraber
onu dinler ve itaat ederek döndüler. Allah onlardan Allah'ın düşmanı Şas'ın
hilesini böylece uzaklaştırdı ve o zaman Şas hakkında bu âyeti celîleyi «Allah
sizin yaptıklarınızdan gafil değildir» cümlesine kadar indirdi.
Evs bin Kays ile
Cebbar bin Sahra ve onlarla beraber olanlar hakkında da «100) Ey îman edenler!
Eğer kitab kendilerine verilenlerden bir guruba itaat ederseniz îmanınızdan
sonra sizi kâfir olarak çevireceklerdir» âyeti «İşte onlar var ya, onlar için
büyük bir azap var» cümlesine kadar indi.
El Feryadi ve tbn
Cerir, îbn ul Munzir ve îbn Ebi Hatim, îbn Ab-bas tarikıyla rivayet ediyorlar:
Cahiliyet döneminde
Evs ve Hazrec arasında kavga vardı. Onlar bir gün otururken aralarındaki şerri
hatırladılar. Öfkelendiler. Birbirlerine karşı silâha sarıldılar. Peygambere
haber getirildi ve bu durum söylendi. Resulü Ekrem binip onlara vardı. Bunun
üzerine «Siz nasıl kâfir olursunuz?» âyetiyle ondan sonra gelen iki âyet
iniverdi. İbn ul Munzir, îkrime'den rivayet etti:
Evs ve Hazrec kabileleri
arasında cahiliyette savaşlar olmuştu. İslâm geldiğinde sulh oldular. Allah
onların kalblerini birleştirdi. Onların bir meclisinde bir Yahudi bulundu. İki
kabileden birisinin söylemiş olduğu bir şiir okudu. Bu şiir savaşlar
hakkındaydı. Sanki onlar bundan alındılar. Öbür kabile: «Bizim şairimiz de
şöyle şöyle demişti dediler. Böylece toplandılar, silâha sarıldılar. Savaş için
saf tuttular Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
«(100) Ey
îman edenler! Kendilerine kitab verilenlerden bir takımına itaat ederseniz,
imanınızdan sonra sizi kâfir olmaya çevireceklerdir.» âyetini indirdi...
Cenab-ı Peygamber
gelip iki saf arasında durdu. Bu âyeti gür bir sesle okudu. Onlar âyeti ve
ResûlüUah'ın sesini dinledikleri zaman sükût ettiler ve kulak verdiler. Ve
Peygamber âyeti bitirdikten sonra silâhlan attılar. Birbirlerinin boynuna
sarıldılar ve diz çöküp ağlamaya başladılar.
İbn Cerir ve İbn Ebi
Hatim, Süddi'den rivayet ettiler:
Bu âyet, Sa'lebe bin
Annete el Ensari hakkında nazil olmuştur. Bununla bazı Ensar arasında bir
konuşma olmuştu. Beni Kaynuka Yahudilerinden birisi aralarında kovuculuk yaptı.
Onları birbirlerine karşı kışkırttı. Evs ve Hazrec'ten iki gurup birbirlerine
kastettiler. Silâha sarılıp savaşmak istediler. Onun üzerine Cenab-ı Hak, bu
âyeti indirdi. Yani siz eğer silâha sarılır, yeniden döğüşürseniz küfre dönüş
yapmış olursunuz demek olur.
îbn Cerir ve İbn Ebi
Hatun, Süddi'den rivayet etti:
(99) De ki: Ey kitab ehli! îman edenleri niçin Allah'ın
yolundan menediyorsunuz?» âyetinin yorumu şöyledir: Herhangi bir müslü-man
onlara «Siz, Muhammedi kitablannızda görüyor musunuz?» diye sorduğu zaman onlar
«Hayır» diyorlar, böylece halkı Peygambere îman etmekten alakoymaya
çalışıyorlardı. Onlar böylece eğrilik ve yok olmayı taleb ettiler.
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Katade'den rivayet ederler:
«Allah'ın yolu»ndan
maksat, İslâm ve Allah'ın Peygamberidir. «Siz şahitsiniz» Allah'ın (C.C.)
kitabını okuduğunuzda Muhammed'in (S.A.V.) Resûlüllah olduğunu, îslâmın
Allah'ın dini olduğunu görüyorsunuz. «Allah o dinden başka din kabul etmez.
Ancak ona karşı mükâfat verir» hükmünü görüyorsunuz. Onlar Tevrat ve İncil'de
bunları yazılı olarak görüyorlardı.
îbn Cerir, Hasan'dan
rivayet etti:
«Ehli kitab»tan
maksad, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Cenab-ı Hak onları müslümanları Allah'ın
yolundan menetmemeye çağınyor. Onlara halkı adaletten dalâlete götürmeyi
Cenab-ı Hak yasakladı.
[100]
El Menar sahibi «Kim
ki kâfir olursa şüphesiz Allah âlemlerden zengindir» cümlesi hakkında şunları
söylüyor:
Bu, daha önceki
cümlenin tekididir. Ve haccı inkâr etmek üzere gelen bir ilâhi tehdiddir. Ve
Cenab-ı Hakkın tenzihinin beyan ve açıklamasıdır. Çünkü bazı zayıf vehimler,
«Allah'ın beyti» denildiği zaman zihinlerine Allah'a bir ev isnad etme fikri
yerleşebilir. Bunu izale ediyor bu cümle. Haccı halka farzetmekten de bazı
zaifler «Allah, buna muhtaçtır» zehabına kapılabilirler. Cenab-ı Hak âyetin bu
cümlesiyle bunu da bertaraf ediyor. Küfürden maksat, bu Beytin ilk kurulan
Beyt olduğunu, İbrahim'in (A.S.) onu sıhhatli ibâdet için inşa ettiğini delil
ve burhanlarla sabit olduktan sonra inkâr edilmesidir. Allah'ın onun ziyaretini
hac vazifesi yapılırken farz kıldığını ve ibadette ona yönelmeyi farz
kıldığını inkâr edilmesi demektir.
Bazı tefsir âlimleri:
«Bu cümlenin daha Önceki cümlelerle ilişkisi yoktur. Bu cümle mutlak bir
kelâmdır» demişlerdir. Bu tevil, uzak bir tevildir.
Bazıları «Haccı terk
edenler için bu cümle kullanılmıştır» derler. Bu da, uzak bir ihtimaldir. Bbu
Hureyre'den merfu olarak gelen: «Kim ki (muktedir olduğu halde) haccetmeden
ölürse, isterse Yahudi, isterse Hristiyan olarak Ölsün» hadisi ile Ebu-Umame
hadisi bu tevili tekid etmişse de bütün bu rivayetler zaiftirler. Ancak mevkuf
bir rivayetle gelen hadis müstesnadır. İbn ul Cevzi onu «Mevzuat» ında, mevzu
hadislerden saymıştır. Fakat o hadisin isnad yolları çok olduğundan îbn ul
Cevzi'nin onu mevzuattan sayması ayıpsanmiştır. Onun merfu yollarının en
belirgini Hz. Ali'den (K.V.) gelen şu, yoldur:
«Kim ki, yiyecek ve
bineceğe sahib olduğu halde haccetmezse, ister Yahudi ister Hristiyan olarak
ölsün. Çünkü Cenab-ı Hak Kitabında:
«Oraya yol bulabilen
kimseye Allah için Kabe'yi ziyaret etmek farzdır» buyurmuştur.»
Hadisi Tirmizi rivayet
ederek, «Hadisi gariptir. İsnadında soz vardır ve hadis zayıftır» demiştir.
Hadisin ravilerinden Hilâl bin Abdullah, Ebu tshak'tan rivayet ediyor ki o da
meçhuldür. Bazıları hadisin rivayet yollarının çokluğu hadisi hasen derecesine
çıkarır demişlerdir. Nitekim diğerinde de böyledir. Fakat Akili'nin ve
Darekutni'nin «Bu babta hiçbir şey sıhhatli değildir» demeleri zarar vermez.
Zira biz, «Burada hiç sahih birşey yok» diye iddia etmeyiz. Bunlardan daha
şedidi. Hz. Ömer'in, Said bin Mansur tarafından rivayet edilen eseridir:
«Ben niyet ettim ki şu
memleketlere bazı elçiler göndereyim. Kontrol etsinler, kimin imkânı varıp da
hacca gitmemişse ona haraç bağlasın. Onlar müslüman değildirler, onlar müslüman
değildirler.»
Bütün bu rivayetler
haccın fevren (acelece) vacib (farz) olduğunu ispat etmektedir. Fıkıh ve eser
ehlinden birçok kimseler de böyle demişlerdir. Başkaları da «Hacc farzdır.
Fakat terahi (gecikme) yoluyla» diyorlar. Fakat ihtiyat odur ki, gücü yeten
bir insan mazeretsiz olduğu halde haccı tehir etmesin. Ta ki ölüm ondan evvel
yakasına yapışmasın.
[101]
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/354-355.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/355-358.
[3] Dikkat! Bu rivayette esbeğ, diğer rivayetlerde Sübeyğ
diye bu kişinin adı tesbit edilmiştir. Adının asbağ oluşu daha kuvvetli bir
ihtimaldir. Nasrın Ebi Îshak'tan yaptığı rivayette mübalağa var. Daha Önceki
rivayetler gerçeğe daha yakındırlar. Dikkat oluna... (müellif)
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/358-374.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/374-376.
[5] Hadisdeki, parmaklar, iki parmak tabirleri ya
Kudretten Kınayyedır. Ya da mateşabihtir. Manası Allaha havale edilir,
Biline... (Müellif)
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/376-380.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/382.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/382-384.
[9] Küfrün eski vatanından maksad, ya yokluk sahasıdır.
Veya iblis ve neslinin kableridir. Denizlere Kaydırmak, adalara ve deniz aşırı
yerlere götürmek demektir
[10] Bkz. Îjbn-Kesîr C: 2 - S: 17, 18 Darul-Endülüs-Beyrut, Tarihsiz
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/384-394.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/396.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/397-399.
[14] Bkz. Ibn Kesir 2-22-23 - Dam! - Endülüs - Beyrut
tabirsiz
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/399-408.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/410.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/411-412.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/412-419.
[19] Bkz. Ed-Durul Mensur 2/16 el-Halebî - Kahire Tarihsiz.
[20] Bkz. Alusî (Ruhul-Meanî) Cild: 3 - Sahife: 123-125 - Dam îhyaı - Turası! -Arabî Beyrut -
Tarihsiz.
[21] Bkz. El - Menar: 3-2SO-281 - 4. bas. Mektebetul .
Kahire 1379-1960.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/419-436.
[23] Bkz. Kurtîbî 4-57 - Darul - Kâtip Kahire 1387-1967.
[24] Bkz. Fizilâl C. 1 sh. 567-568 Darû-lhya 7. Baskı
1391-1971 Beyrut
[25] Bkz. Mecmaut-tefâsîr Cild: 1-480,481 . Amire İstanbul
1317
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/436-438.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/440.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/441-444.
[28] Bkz. tbn Kesir . Cild: 2-31 Darul - Endülüs - Beyrut .
Tarihsiz.
[29] Anam, babam sana feda olsun» ibaresi, bizdeki, «Canım
sana feda olsun» deyimi gibidir. Sevgi ve bağlılığı ifade eder
[30] Bkz. tbn-Kesir 2-23 Dar. End. Bey. Tarihsiz.
Bak. Ed-Durul-Mensur cild bire
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/444-454.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/456.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/457-458.
[33] Bkz. înb Kesir 2-34 ? Dar. End. Bey. Tarihsiz
[34] Bkz. Inb Kesir 2-35,36 - Dar. End. Bey. tarihsiz.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/458-463.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/463-468.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/468-471.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/471-472.
[39] Bkz. Meta sahife: 1 - Âyet: 20
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/472-473.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/474.
[42] Bkz. Bernabas İncili Fasıl: 1, âyet 1-10 Kısasul -
Enbiya A. Naccar Sahife: 372. Mü. Halebî
Kahire
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/474-478.
[44] Kısasul - Enbiya 378. Müs. el-Halebî Kahire tarihsiz.
[45] Bkz. Kısasul - Enbiya Abd. Neccar 378. Mus. Halebî
Kahire Tarihsiz.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/478-483.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/483-484.
[48] Bkz, Kısasul . Enbiya Abd. Neccar 383 - Müs. el-Halebî
Kahire Tarihsiz
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/484-488.
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/488-489.
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/489-490.
[52] Bkz. el-Faruk Cild: 1 Sahife: 29 e
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/490.
[53] Bkz. Kısasul - Enbiya Abdulvehhap Neccar S: 384 _
Halebî Kahire Tarihsiz
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/491-492.
[54] Metta 3. Bab, 4. Ayet. Markos 1. Bab, 3. Ayet. Luka 3.
Bab. Yuhanna 1. Bab
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/492-494.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/494-499.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/500-501.
[58] Bkz. Kısasul - Enbiya Abd. Veh. Neccar 410, el-Halebî
Kahire
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/501-502.
[59] Bkz. Kisasul . Enbiya Abd. Veh. Neccar 423 - Halebî .
Hahire Tarihsiz.
[60] Bkz. Kısasul - Enbiya Abdulvehhap Naccar 422-424 -
Halebî baskısı Kahire tarihsiz.
[61] Bkz. el-Menar:
3 217 - Mat.
Hicazî Kahire
[62] Bkz. Abdulvehhap Neccar Kısasul - Enbiya Sahife;
434-435 eI-Ha'.ebi bas. Kahire Tarihsiz
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/502-508.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/508.
[64] Bkz. elJMenar: 6-25
Met. Hicazî Kahire
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/508-510.
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/510-513.
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/513.
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/515.
[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/516-517.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/519.
[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/520-521.
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/521-530.
[73] Bkz. Mecmaul - Vesaik es-Siyasîyye Dr. M. Hamidullah
Darul - İrşad -Bey, tarihsiz Sahife:
141*142
[74] Bkz. îbn Kesir: 2-52 - Dar. End. Bey. Tarihsiz
[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/530-543.
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/545.
[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/546-547.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/547-554.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/556.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/557-558.
[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/558-568.
[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/570.
[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/571-572.
[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/572-580.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/582.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/583-585.
[87] Bkz, Ibn Kesir: 2-66,67 Dar. End. Bey. tarihsiz
[88] Bkz. El-Menar Cild; 3-357358 - Mektebetul - Kahire
1379-1960
[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/585-591.
[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/593.
[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/594-597.
[92] Bkz. Tevrat Sıfnttekvin, bab 32 - âyet: 24,32
[93] Bkz. El-Menar Cild: 4 - Sahife 3-5 Matbaatul-Kahire
Tarihsiz.
[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/597-612.
[95] Bkz. îbn. Kesir Cild:
3 - Sabife 74-75 - Dar. Endülüs Beyrut - Tarihsiz
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/612-615.
[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/615-617.
[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/617.
[99] Bkz. Ed-Durrül
Mensur C: 2 S. 56-57 Kahire,
Tarihsiz
[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/617-627.
[101] Bkz. El-Menar
Cild: 4, Sahîfe 111-112 -
Matbaıtul-Kahire Bilatarih
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/628-629.