ÂLİ – İMRAN SÛRESİ 3

Tefsîr 3

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 4

Kelam İlmi 10

Kur'an'da Te'vil 11

Meal 13

Tefsir 13

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri) 14

Meal 17

Tefsir 18

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 19

Meal 22

Tefsir 22

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 23

İslâmda Takıyye. 25

Takıyyenin Tarîfi 32

Meal 33

Tefsir 33

Tefsir-İ Bil Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 35

Meal 38

Tefsir 39

Tefsik-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 39

Zekebîyya Ve Oğlu Yahya (A.S.) 41

Meryem'in İbadete Dalışı 43

İsa (Aleyhisselam)'Nın Hayatı 44

Hıristiyanlara Göre Hz. İsa'nın Nesebi 44

Meryem'in Kur'an'da Bahsi 45

İmkanın Kızı Meryem.. 45

Meryem'in İsa'ya Gebe Kalması Ve Onu Doğurması 47

Melek Cebrail'in (A.S.) Yusuf'a Bakire Meryem'in (A.S.) Gebe Olduğunu Haber Vermesi 49

Meryem'in Durumunu Düşünmesi 49

İsa'nın (A.S.) Sünnet Edilmesi 51

Mecusilerle (Munecimler) Yesu. 51

Yusuf İle Meryem'in İsa'yı (A.S.) Mısır'a Getirmeleri 52

Yesu', Alimlerle Cedelleşiyor 52

Mesih'in Peygamberliği Nasıl Başladı 53

Mevcud İncil'ler 53

Havariler 56

Hazret! İsa'nın Mucizeleri 56

Hazreti İsa Hakkında Son Söz. 57

Yahudiler Ve Mesih'in Çarmığa Gerilmesi 59

Nasaba (Yani Hristiyanlar) Katında Mesih'in Durumu. 59

Çarmıha Gerilmek Ve Bütün Beşeriyyete Feda Edilmek İnancı Putperestliktir 60

İsa Mesih'in Âhiretteki Durumu. 61

Meal 61

Tefsir 61

Meal 62

Tefsir 62

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 63

Lânetleşme Ve Mübahele. 66

Meal 71

Tefsir 72

Tefsir-İbi’l Mesur (Rivayet Tefsiri) 72

Meal 75

Tefsir 75

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 76

Meal 80

Tefsir 80

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 81

Meal 84

Tefsir 84

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 85

Meal 88

Tefsir 88

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri) 90

Kabe'nin Binası 95

Medine Mescidinde Kılınan Namazın Derecesî 97

Kâbedeki Açık Âyetler 97

Haremde Emniyet Meselesi 97

Mühim Bir Nokta. 101

 

 

 


ÂLİ – İMRAN SÛRESİ

 

Medine döneminde nazil olmuştur.

200 Ayettir.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle.

(1) Elif-Lam, Mim.

(2) Allah, kendisinden başka mabud olmayandır, daimidir ve ko­ruyup durandır.

(3) Sana hak olarak, kendisinden önceki   kitapları tastik eden, kitabı indirdi. Daha önce de nisanları hidayet etsin diye Tevrat ve İn­cili ve hak ile bâtıl arasını ayıran kitabı da indirdi.

(4) Allah'ın Âyetlerini.inkâr edenlere şüphesiz şiddetli azap var­dır. Allah galip ve intikam sahibidir.

(5) Şüphesiz ki, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah'a gizli de­ğildir.

(6) O, öyle bir Allah'tır ki, istediği şekilde sizi ana rahimlerinde şekillendirir. O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeye gücü yeten, Azîz ve (kudreti sonsuz) Hakimdir.

(7) O, Sana kitabı indirendir. O Kitapta Kitabın temeli olan ke­sin manâlı Âyetler vardır. Başka Âyetleri de müteşahib  (yani çeşitli anlama gelen) Âyetlerdir.Kalplerindebâtıla meyi olanlara gelince onlar fitne ve müteşabih Âyeti (istediği şekilde) tevil etmek için mü-teşabih Âyetlere uyarlar.

Halbuki Müteşabih Âyetin tevilini Allah'tan başkası bilmez. Üim-de derinleşenler «müteşabihe îman ettik hepisi Rabbimizin katından inmiştir.» derler. Kâmil akıl sahipleri müstesna, bu Âyetleri başkası iyice düşünmez!

(8) «Ey Rabbimiz!  Bizi hidayet ettikten sonra kalbimizi bâtıla kaydırma ve katından bize rahmet ihsan et Şüphesiz ki, sen bağışla­ması en fazla olan zatsın.»

(9) «Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki, sen oluşunda şüphe olmayan bir gün için insanları toplayıcısın. Şüphesiz ki, Allah sözünden caymaz.» (derler) [1]

 

Tefsîr

 

El Bakara Sûresinin başında geçtiği gibi Elif-Lâm-Mim hurufu mukattaadandır. Manasını ancak Allah bilir.

Sûrenin «âlî-îmran» ismini alması, içinde İmran ailesinin bah­si olduğundan ileri geliyor.

(2) «Allah kendisinden başka ilâh yoktur. Diridir, daima yaratıkların tedbirini tedvir eder!.» Allah Resûlü'nden gelen bir rivayette, «auah'-ın İsmi-Azamı üç sûrede vardır. El - Bakara sûresinde «Allahulâilâhe illa Huvel-Hayyul-Kayyûmü» Âyeti, âli - imran'da «Allahulâilâhe Ula Huvel Hayyul Kayyümü!» Âyeti ve «Tâhâ» Sûresinde «Ve Anetül - Vucûhu lil - Hayyil - Kayyûmi» Âyetidir.» varid olmuştur.

(3)  «Sana Hak ile Kitabı indirdi!..»

Hak demek, adalet veya doğruluk demektir. Çünkü Kitap, verdi­ği haberleri doğru verir. Ya da hak, Kitabın Allah'ın katından gel­diğini isbat edici deliller demektir.

Allah Tevratı Musa'ya, İncili îsa'ya indirdi. Hedefleri, insanları hidayetetmekti. Eğer kendimizi daha önce gelen Peygamberlerin şeri-atiyle de mükellef kabul edersek, «insanlar için» tabirinden bütün in­sanlar kasdediür. Aksi takdirde insandan maksat, Hz. Musa ile Hz. İsa'nın kavimleri olur.»

«Furkanı indirdi!.» Furkandan maksat, Hak ile Bâtılın arasını ayırd eden ilâhî kitaplardır. Kur'an, Tevrat ve İncil'i zikr ettikten sonra ikinci kez Furkanı zikr etmenin nedeni, diğer semavî kitapları kapsamasıdır.

Bir görüşe göre  «Furkandan maksat, Zebur'dur veya mu'cizeler-

dir. Ya da Kur'an'dır. Önce Kur'an'i kitab tabiriyle zikretmesinden sonra Hak ile Bâtılı ayırd edici manâsına gelen «furkan» tabiriyle zikretmesinin nedeni, faziletini belirtmek, ve sânını yüceltmektir. Vahyin mahsulü olmakta diğer kitaplarla ortaktır. Fakat Hak ile Bâtılı ayırd edici yönünden mu'cize olmakta takdir ve onlardan ay­rılıyor.

(5) İntikam, mücrimi cezalandırmak demektir. Evrende bulunan her şeyi ister genel, ister özel, ister. îman ister küfür olsun hepsini Al­lah bilir: «Şüphesiz ki, yerde ve gökde bulunan hiç bri şey Allah'a gizli değildir!..» Âyeti bunun delilidir. Bu Âyet aynı zamanda Allah'ın Hayat sıfatına da delâlet eder.

«Allah o Allah'dır ki, sizi anneler rahminde dilediği şekilde şekil­lendirdi. Ondan başka mabûd yoktur. Aziz ve Hakimdir!..» Ayeti Ce-lîle, Cenab-ı Mevlânın kâmil kudretine ve sonsuz hikmetine delâlet eder.

Bâzılarına göre, isa (a.s.) Rabdir» diyenlerin aleyhinde bu Âyet­te delil vardır. Necran'dan gelen Hıristiyan heyeti, isa (a.s.) husu­sunda Resûlüllah ile mücadeleye giriştikleri zaman, Sûrenin başından seksen küsuruncu Âyete kadar olan kısım nazil oldu. ResûlüIIah'ın delillerini takrir edip Necranlılann şüphelerine cevab verdi.

(7) «Allah odur ki, senin üzerine Kitab indirdi. O Kitabın bir kısım Âyetleri muhkemdir. Kitabın aslını teşkil eden bu Âyetlerdir...»

Kur'an'ı Kerim'in Âyetleri genel olarak muhkem ve müteşa-bih olarak iki kısma ayrılır. Muhkem Âyetler, Kitabın esasını teşkil ederler diğer Âyetlerin manâları onlara irca edilir. Müteşabih Âyetler, bir çok manâya muhtemel olan icmal veya zahire muhalif olduğundan maksadı belirgin olmayan ancak derin bir araştırmadan sonra çözü­len Âyetlerdir.

Âlim kişilerin fazileti bilinsin diye Müteşabih Âyetlerin manâsı­nın çözümlenmesi düşünceye ve tetkike bağlanmıştır. Bu Âyetleri dü­şünmek için fazla çalışma arzulan kabarsın, bu Âyetlerin maksadını bildiren ilimlerin elde edilmesi için fazla çabalar yapılsın diye kapalı gelmişlerdir. Böyle âlimler, bu çabalarından, Muhkem ile Müteşabih Ayetlerin arasını bağdaştırmak ve manâlarını çıkarmaktan ötürü yüce derecelere nail olur. Cenab-ı Hakk'm «elif - Lâm - Ra. O, bir ki-tabdır. Âyetleri muhkem kılınmıştır.» sözünün manâsı «Manânın fe-sadlığından ve lâfzın karışıklığından korunmuştur!» demektir. Yok­sa «Bütün Âyetleri muhkemdir» demek değildir. Yine Allah'ın «Mü­teşabih bir kitap olarak indirdik» sözünün manâsı «Onların bâzısı di­ğerine manânın doğruluğunda ve lafzın fesahatinde benzer!» demek­tir. Yoksa hepsi Müteşabih Âyetlerdir demek değildir.

Âyette geçen «uheru» kelimesi «uhra» kelimesinin çoğuludur. Manâsı «Başka Âyetler» demektir.

«Kalblerinde ve bâtıla meyletme   olanlara gelince, onlar fitne   için kitabın müteşabih Âyetlerine yapışırlar!..»

Bidatçılar, müteşabih Âyetlerin zahirine veya bâtıl tevillere ya­pışıp halkı saptırmaya ve dinde şübheye düşürmeye çalışırlar. İstedik­leri istikamette tevilederler.

Yani Bidatçılar iki şeyden Ötürü Müteşabih Âyetlere yapışırlar: a) Fitne çıkarmak, b) Teviletmek için. Bu iki sebeb birden Müteşabih Âyetlere tabî olmalarına neden olabilirler. Birinci sebeb inatçı, fikri sabit kimseye, ikinci sebeb ise, cahile uygun düşer.

«O, Âyetlerin tevilini ancak Allah bilir.» Eğer Âyette Allah keli­mesi üzerinde durursan, manâsı «Onların tevilini sadece Allah bilir. Ondan başkası bilmez. İlim de derinleşenler, hadlerini bildiklerinden «Hepsi Rabbimizin katından gelmiştir. Hepsine îman ettik» derler.» demek olur.

Eğer Allah kelimesi üzerinde durulmaz «ver - Rasihûne» lâfza-i Celâl üzerine atfedilirse. o takdirde Âyetin manâsı şöyle olur: «O Mü­teşabih Âyetlerin tevilini ancak Allah ve ilimde derinleşenler bilir!..»

Allah kelimesi üzerinde vakfedenler, «Müteşabihlerin ilmi Allah'a maljsusdur. Onu başkasına bildirmemiştir! Meselâ, Dünya ne kadar devam edecek. Kıyamet ne zaman kopacak, neden Zebaniler ondokuz kişidir gibi hakikati kapalı bulunan şeyleri ancak o, bilir!» demişler­dir.

«Senin üzerine Kitabı indirendir o Allah!..» Âyetinin kendisinden önce geçen «Dilediği şekilde sizi anne rahminde şekillendirendir, O Allah!..» Âyetiyle münasebeti şu olsa gerek: «Birinci Âyet, cesedin şe­killendirilmesi ve tasvir edilmesi hakkındadır. İkinci Âyet ise, ru­hun ilimle tasvir edilmesi ve terbiyesi hakkındadır. Veya birine Âyet, Hıristiyanların «İsa Allah'ın kelimesidir onu Meryem'in rahmine at­tı. Ve Allah'dan gelen bir ruh'dur!» mealindeki Âyetlere yapışıp bâ­tıl inançlarını savunmalarına bir cevabdır. Nitekim Hıristiyanların «İsa'nın Allah'dan başka pederi yok» sözlerinin de cevabını teşkil eder. Zira bu sözden, Allah'ın peder (haşa) olduğu anlaşılır. Annelerin kar­nındaki ceninleri Allah dilediği tarzda şekillendirir. Babanın menisi olsun olmasın çocuğun teşekkülü onun kudreti dahilindedir. O, ra-himdekine şekil veren olduğu için babası olamaz. Ancak Rabbidir.

(8) «Ey Rabbimiz kalbimizi Haktan Bâtıla kaydırtma» Allah Resulü, «Adem oğlunun kalbi Rahman'ın parmaklarından ikisinin arasındadır. Eğer dilerse, Hak üzerinde durdurur, dilerse Hak üzerinden kaydırır.»

buyurmuştur.

Âyette bahsi geçen «Rahmet» kelimesinden maksat Hakk'm üze­rinde sabit kalmak için verilen tevfik veya günahlar için verilen af demektir. «Şüphesiz ki, sen çokça hibe edensin.» cümlesi, her isteğin karşılığını verebilir güçte olduğunu bildirdiği gibi, hidayet ve delâle­tin de Allah'dan olduğunu bildirir. Kuluna vermekte olduğu hidayeti bir lütfudur. Yoksa hiçbir şeyin yapılması ona vacip değildir. «Mu­hakkak kî, Allah sözünden caymaz.» cümlesi, ulûhiyetin gereğini iş'ar eder.

«elvaidîye» gurubu bu Âyete dayanarak fasık ve facirlere vaat edilen ceza tatbik edilecektir demişlerdir. Onlara cevap olarak deriz ki, fasıklan cezalandırmak başka delillerden de anlaşıldığı gibi, af olunmamalarına ve ayni zamanda tövbe etmemelerine bağlıdır. [2]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

Rahman ve Rahiym olan Allah'ın adıyla başlıyoruz.

(1) «Elif.Lam.Mim. «Allah, ondan başka mabud olmayan, diri, her an yarattıklarım gözetip durandır...»

Bu ayet hakkında gelen eserler:

Tabarani [El-Evset]inde zaif bir senedle İbn Abbas'tan rivayet et­ti. Allah'ın Resulü:

«Kim ki içinde Âl-i İmrandan (Meryemin babası İmranın aile ef­radından) bahsedilen sureyi cuma günü okursa, o gün güneş batmca-ya kadar melekler ona duada bulunurlar.» buyurdu. (Dikkat amellere teşvik eden zaif hadislerle amel edile gelmiştir.)

Said bin Mansur ve Beyhaki ([Şuab ul İman] da Ömer bin Hat-tab'dan rivayet ettiler:

«Kim ki el Bakara, Al-i tmran ve Nisa sûrelerini okursa, Allah ka­tında hekim [hikmete ermiş] 1 erden yazılır.»

Eddarimi, [Fedail]inde Ebu Ubeyd ve Beyhaki [Şuab ul îman]ın-da İbn Mesud'dan rivayet ettiler:

«Al-i İmran suresi fakirlerin ne güzel hazinesidir. Kişi kalkar onu gecenin son bölümında okur.»

Said bin Mansur Ebi Ata'dan rivayet etti:

«Al-i tmran suresinin adı Tevrat'ta Tayyibe süresidir.»

İbn îshak, İbn Cerir ve îbn ul Munzir Muhammed bin Cafer bin Zübeyr'den rivayet ettiler:

«Allah'ın Resulüne Necran Hıristiyanlannın heyeti geldi. Altmış süvari idiler. Onların aralarında eşraftan ondört kişi vardı. Allah Re­sulü ile konuşanları: Ebu'l Haris bin Alkame, El-Akib, Abdulmesih ve El Eyhem-Esseyid adlı kimselerdi. Sonuncusu Kralın din iüzerinde olan Hristiyanlardandı. Onlar dinleri hususunda ihtilaf etmelerine rağmen gah İsâ Allah'tır gâh İsâ Allah'ın çocuğudur [Haşa] ve gâh da İsâ Allah üçlüsünden biridir diyorlar!.. Diğer Hristiyaniarın sözü de böy­ledir. Onlar, İsa'ya Allah demelerini şöyle tevcih ediyorlardı: İsa ölü­leri diriltir, hastalan sıhhata kavuşturur. Gaibten haber verir. Ça­murdan bir kuş şekli yapar, sonra ona üfler de onlar kuş oluverirler.» derler. Oysa bütün bunlar Allah'ın izniyledir. Allah, insanlara İsa'yı bir mucize kılsın diye bunları ona vermiştir.

İsâ Allah'ın oğludur demelerinin delilini şöyle getirirler: İsa'nın bilinen bir babası yoktur. İsa beşikte iken konuşup Ademoğullanndan hiç kimsenin yapmadığı birşeyi yaptı. İsâ Allah üçlüsünün (Haşa) birisidir demelerinin delili de şudur: Allah Kur'an'ında ve diğer ki-tablarında «Biz yaptık, biz yarattık, biz emrettik, biz hükmettik» diyor. Eğer Allah bir olsaydı ancak «Ben yaptım, ben emrettim, ben hük­mettim, ben yarattım» diyecekti. Fakat Allah, İsâ ve Meryem vardır» diyorlar. îşte bütün bu sözler hakkında Kur'an-ı Kerim nazil oldu. Âl-i İmran suresi geldi. Cenab ı Hak bu surede peygamberine onların sözlerini nakletti. Peygamber ile konuşan iki Hristiyan âlimi evvela peygamberden «Müslüman olunuz» teklifini aldılar. Onlar «Biz senden daha önce müslüman olmuşuz» cevabını verdiler. Cenab-ı Peygamber «tikinizde hilafı hakikati söylüyorsunuz. Sizi müslüman olmaktan, islâm olmaktan meneden sizin Allah'a çocuk nisbet etmekliğinizdir.» Bunun üzerine onlar Resûlu Ekremden sordular:

— O halde, Ey Muhammed, Allah İsa'nın babası değil ise, İsa'nın oabasi kimdir?»

Resûlü-Ekrem susup onlara hiçbir cevab vermedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu hususta onların sözlerini, emirlerindeki ihtilaflarını, tamamen Âl-i îman sûresinin 83. âyetine kadar indirdi. Cenab-ı Hak nefsini onların dediklerinden tenzih etmekle tek başına yarattığını tek basma emrettiğini, yaratmakta ve emirde ortağı olmadığını söy­leyerek sûreyi açtı. Onların kendiliklerinden icad ettikleri küfriyatı red­dederek kendisine ortak koştuklarını tamamen yok sayarak açtı. Onla­rın arkadaşları hakkında söylediklerini çürüterek açtı. Onlar bu ayet-lerle delâlette olduklarını bilsinler diye buyurdu:

(2) Allah Odur ki, kendinden başka hiçbir ilâh yoktur...»

Yani onun beraberinde, onun yaptıklarında hiçbir ortağı yoktur. O ölümsüz bir diridir. Oysa Hristiyanlann iddiasına göre tsâ ölmüş­tür. O sultam üzerinde kaimdir. Oysa İsâ zail olmuş, gitmiştir.

îbn îshak, «Bana Muhammed bin Şehir rivayet etti:

«Necran heyeti Resûlüllah'a geldiğinde İsâ ve Meryem'in duru­munu peygamberden sordular. Onlar hakkında Âl-i İmran sûresinin başlangıcı (80). sekseninci ayete kadar indi.»

El Beyhaki «Delail»inde aynı şeyi rivayet ediyor. Ibn Cerir ve İbn Ebi Hâtim-Rebi'den rivayet ediyorlar: Hristİyanlar Allah'ın Resulüne geldiler ve peygamberle Isa  bin Meryem hakkında, mücadele ettiler. Ve Cenab-ı Peygamberden sor­dular:

  Onun babası kimdir?

Böylece Allah üzerinde yalan ve bühtanlar ettiler.  Bunun için peygamber onlardan sordu:

  Siz bilmez misiniz, her çocuk babasına benzer?

  Evet biliyoruz, dediler.

  Siz bilmez misiniz, Rabbiniz diridir, Ölümsüzdür.  İsa'nın üze­rine ölüm gelecektir.

Onlar:

  Evet, bunu da biliyoruz.

Cenab-ı Peygamber:

  Siz bilmez misiniz, Rabbınız her şeyi idare eder ?Her şeyi ko­rur. Her şeyi meydana getirir. Herşeye nzık verir.

Onlar:

  Evet!

Cenab-ı Peygamber:

  Acaba İsa bu kudrete sahib midir?

  Hayır, dediler.

Cenab-ı Peygamber:

  Siz bilmez misiniz, Cenab-ı Hakka yerde ve gökte hiçbir şey gizli kalmaz.

Onlar:

 Evet, biliyoruz, dediler.

Cenab-ı Peygamber:

  Acaba İsa Allah'ın bildirdiğinden başka birşey bilir mi?

  Hayır, bilmez, dediler.

Cenab-ı Peygamber:

  O halde siz bilmez misiniz Cenab-ı Hak İsa'yı annesinin rah­minde dilediği şekilde suretlendirmiştir? Siz bilmez misiniz ki, Rabbı­mz yemez, içmez ve Rabbımz için tuvalet bahis konusu değildir?

Onlar:

  Evet bunu da biliyoruz, dediler.

Cenab-ı Peygamber:

  Siz bilmez misiniz, İsa'yı annesi hamletti? Yani diğer kadın-Iaırn çocuklanna gebe kalmaları gibi onunla gebe kaldı. Diğer kadın­ların doğurdukları gibi annesi onu doğurdu. Diğer çocukların gıdası gibi o da çocuğunu gıdalandırdı. Sonra İsâ yemek yiyordu. Su içiyor­du. Tuvalet ihtiyacı vardı.

Onlar:

  Evet bunların hepsini biliyoruz, dediler.

Cenab-ı Peygamber:

  O halde İsâ nasıl sizin iddia ettiğiniz gibi olabilir?

Böylece onlar mağlub olduklarını bildiler. Ama buna rağmen an­cak küfürlerine devam etmekte İsrar ettiler. Cenab-ı Hak bunun üze­rine:

«Allah o Allah'tır ki kendinden başka hiçbir ilâh yoktur. Ezeli ve ebedi hayat ile vardır. Zat ve kemâl sıfatlarıyla herşeye hakimdir...»

âyetini indirdi...

(3) «Allah kitabı kendinden öncekileri tasdik edici olarak sana indirmiştir...» Bu ayetin tefsirinde gelen eserler:

El Feryadi, Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler:

«Kendinden önceki kitablar ve peygamberleri tasdik edici olarak indirmiştir demektir.»

İbn Ebi Hatim, Hasan'dan rivayet etti:

«Kendinden öncekini tasdik edici olarak indirdi» demek Nuh, İbrahim, Hud ve diğer peygamberlere gelen mucize ve beyyineleri tas­dik ederek indi demektir.»

(6) «Rahimlerde dilediği gibi sizi şekillendiren odur. Ondan baş­ka hiçbir ilâh yoktur...» Bu âyetin tefsirinde: îbn Munzir, İbn Mesud'dan şöyle rivayet etti: «Sizi erkek ve dişi olarak dilediği şekilde şekillendirir.»

îbn Cerir, Süddi tarikıyla Ebu Malik'ten, Ebu Salih'ten, îbn Ab-bas'tan rivayet ediyor. O da Murre'den, İbn Mesut'tan ve sahabelerin bazılarından rivayet ediyor:

«Rahimlerde dilediği gibi sizi şekillendiren odur» ayetinin tefsi­rinde şunları söylediler:

«Meni damlası rahimlere girdikten sonra kırk gün rahimde uçar, fırlar, gezer. Sonra kan pıhtısına dönüşür, kırk gün durur. Sonra et parçasına dönüşür, kırk gün durur. Yaradılmak çağma geldiğinde Ce­nab-ı Hak bir melek gönderir, onu suretlendirir. Melek, parmakları arasında bir toprak getirir. O et parçasına karıştırır. Sonra onu ha­mur yapar. Sonra emrolunduğu gibi onu suretlendirir. Sonra sorar: Erkek midir dişi mi, Şaki midir Said mi? Rızkı nedir? Ömrü nedir? Dünyadaki eser ve etkisi nedir? Musibelteri nedir? Cenab-ı Hak söy­ler, melek yazar. O cesed öldüğü zaman o toprak nereden alınmış ise oraya defnedilir.»

Abd bin Humeyd, ve İbn Cerir Katade'den bu ayetin tefsirinde şunları rivayet etmiştir:

«Cenab-ı Hak, erkek veya dişi, kırmızı veya beyaz, siyah veya sa­rı, tam veya eksik olmasını ana rahminde çizer.»

(7) «Sana Kur'an'ı indiren Odur. Bunun bir kısım ayetleri açık ve kesindir. Bunlar Kur'an'm esasıdır. Diğer bir takım ayetler de var­dır ki, müteşabihtir. İşte kalplerinde şüphe bulunanlar fitne aramak ve teviline gitmek için Kur'an'm müteşabih ayetlerine uyarlar. Halbu­ki o müteşabihin tevilini yalnız Allah bilir. İlimde kökleşmiş ve me­tin olmuş kimseler ise, «Biz ona inandık, açık ve kapalı bütün ayet­ler rabbimiz tarafındandır» derler. Onları akıllılar iyice düşünür...»

Bu ayet hakkında gelen eserler:

İbn Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi Hatim, Ali b. Talha tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:

«Muhkem ayetler, neshedici helal, haramı, cezalar, farzları    ve imanı bildiren ayetlerdir. Müteşabih ayetler, neshedilmiş, mukaddem, muahhar ve darbımeseller, yeminler ve kendisine inanılır fakat ken­disiyle amele temel olmayan ayetlerdir.»

İbn Cerir El-Ufi tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet eder: «Muhkem ayetler, o neshedici ayetlerdir ki onunla insan cezalandı­rılır, ona inanılır ve onunla ameledilir. Müteşabih ayetler, o neshe­dilmiş ayetlerdir ki, onlarla insan herhangi bir ceza görmez.»

Said bin Mansur, İbn El-Hâtim ve Hâkim, Abdullah bin Kays tan­kıyla îbn Abbas'tan rivayet ettiler:

«Onun bir kısım ayetleri muhkemdir.» âyetinden maksat, Enam suresinin son üç ayeti ve [Mubahele ayetiyle onu takib eden ayet­ler] dir.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir başka bir tarakla İbn Abbastan ri­vayet ettiler:

«Muhkem ayetler, mubahala ayetinden başlar üç ayete kadar gi­der. Ve «Rabbin kendisinden başka kimseye ibadet etmemenizi hük­metti» âyetinden başlar, ondan sonraki üç âyete kadar gider.

İbn Cerir, Es Süddi Tarikıyla Ebi Malik'ten, Ebi Salih'ten, İbn Abbas'tan, Mürre bin Mesut'ten ve sabahelerin bazılarından nakledi­yor:

«Muhkem ayetler, o neshedici ayetlerdir ki, onlarla amel edilir. Müteşabihat, o neshedilen ayetlerdir.»

Abd bin Humeyd İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor: «Muhkem ayetler, helal ve haram bildiren ayetlerdir.»

Abd bin Humeyd, ve Feryabi Mücahid'den rivayet ediyor:

«Muhkem ayetler, içinde helâl ve haram bahsi olan ayetlerdir. Al-i İmranın diğer ayetleri ise müteşabihtirler. Bir kısmı diğerini tas­dik eder. Mesela «Onunla ancak fasıkları dalalete götürür» ayetiyle «böylece Allah azabı iman etmeyenlerin üzerine kılar» ayeti gibi. Bunlar birbirini tasdik eden ayetlerdir. Ve meselâ: «Hidayet talebe-denleri Allah hidayet yönünden artırır. Takvasından onlara verim ayeti gibi.»

İbn Ebi Hatim Rebi'den rivayet  etti:

«Muhkem ayetler, emreden ve yasaklayan ayetlerdir.»

Abd bin Humeyd, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim İshak bin Suveyd'-ten rivayet ettiler:

Yahya bin Yağmur ile Ebul Fahike   «Onlar kitabın esaslarıdır.»

ayetinin tefsirinde mücadele ettiler.

Ebu Fakih'e «O ayetler, surelerin açılışlarıdır.  (Yani mukattaattır) Onlardan Kur'an çıkartılır. Mesela Elif, lam, mim. O kitabntan el Bakara suresi çıkartılmıştır. «Elif, lam, mim. Allah o Allah'tır ki ondan başka mabud yoktur. O hayy ve Kayyumdum    âyetinden Al-i

îmran suresi çıkartılmıştır.» dedi.

Yahya:

«Onlar, o, ayetlerdir ki, onlardan farzlar, emirler, yasaklar, he-lallar, cezalar ve dinin direği olan meseleleri çıkar» dedi.

İbn Ebi Hatim Said bin Cübeyr'den:

«Onlar kitabın annesidir.» den maksad kitabın aslıdır demektir. Çünkü onlar bütün kitablarda yazılmıştır.» dediğini rivayet etti.

İbn Cerir, Muhammed bin Cafer bin Zübeyr'den rivayet etti: «Muhkem ayetler, Rabbin hücceti, kulların ismeti, hasımları sus­turan, batılı defeden ve kendilerinde tahrif olmayan ve konuldukları yerde olduğu gibi kalan ayetlerdir. Diğer ayetler ise, kapsamda mü­teşabihtirler. Onların tasrif, tahrif ve tevilleri vardır. Cenab-ı Hak kullarını helal ve haramda denediği gibi orada da kullarını deniyor. Onlar, batıla sarf edilmezler ve haktan tahrif edilerek kaydırılamaz-lar.»

İbn Leyla Ata bin Dinar'dan ve Said bin Cübeyr'den rivayet etti: «Onlar kitabın anasıdırlar.» Yani bütün kitablarda yazılıdırlar.

Mukatil bin Hayyan:

«Yani hiçbir din ehli onlardan razı olmadığını belirtemez.»

İbn ul Münzir, Said bin Cübeyr'den rivayet etti:

«Müteşabihler, Kur'an-ı Kerimin manaları halka kapalı olan ayetleridir. Halk onları okuduğu zaman, manâlarını anlıyamaz. Bu­nun için de sapıtanlar sapıtıyorlar. Her gurup Kur'an'ın müteşabih âyetlerinden birisini okur ve «Bu âyet bizim içindir» der. İşte el-hâru-rîye firkası müteşabih ayetlerden «Kim ki, Allah'ın indirdiğiyle hük­metmezse işte onlar kâfirlerin ta kendisidir» âyetine tabi oldular. Son­ra bu ayetle beraber şunu okudular: «Kâfir olanlar Rabbine denk tutarlar.» El-Haruriye imamın haksızlıkla hükmettiğini görünce «imam kâfir oldu, çünkü Rabbine denk tuttu. Kim ki Rabbine denk tutarsa, şirk koşmuş olur. Öyleyse bu imamlar müşriktirler» derler.

El Buhari «Tarih»inde ve İbn Cerir, İbn İshak... el Kelbi'den, Ebu Salih'ten, İbn Abbas'tan, Cabir bin Abdullah bin Rebab'tan rivayet ettiler:

«Ahtab oğlu Ebu Yaser nam Yahudi geçti. Yahudilerden birisi Resûlüllah'a vardı. Cenab-i Peygamber el-Bakara suresinin başlangı­cı olan Elif, lam, mim. Zalikel kitabı okudu. Ebu Yaser kardeşi Huyey bin Ahtebe ve Yahudiden olan bazı kişilere vardı:

  Siz biliyor musunuz? (yani malumunuz olsun) Yemin ede­rim ki, Muhammedi dinledim Kendisine indirilenin arasında   [elif, lam, mim, zalikel kitabı] okuyordu.

Huyey:

  Sen bunu bizzat işittinmi?

Ebu Yasır:

  Evet, işittim, dedi. Böylece Huyey o kişilerle beraber Resûlül­lah'a vardılar:

Sana indirilen kitabta elif, lam, mim, zalikeyi okuduğun doğru­mudur?

Cenab-ı Peygamber:

  Evet öyledir.

Yahudiler:

Birçok peygamber Allah katından gönderildi. Hiçbir peygambere mülkünün ne kadar devam edeceğini açıklayan bir hüküm geldiğini bilmiyoruz. Senden başka Ümmetinin ne kadar yaşıyacağım açıklayan bir peygamberi bilmiyoruz. Elif (1) bir, lâm (30) otuz, mim (40) kırk eder. Bu yetmişbir sene eder, dedikten sonra:

  Ey Muhammedi! Bununla beraber başkası da var mıdır?   diye sordular. Cenab-ı Peygamber:

  Evet onunla beraber Elif, lâm, mim, sad vardır.

Huyey:

  Bu, daha ağır ve dhaa uzundur. Elif bir, lam otuz, mim kırk, sad doksan eder. Bu (131) yüzotuzbir sene eder. Bununla beraber baş­kası da var mıdır?

Cenab-ı Peygamber:

  Evet, elif, lam, Ra vardır.

Huyey:

  Bu, daha ağır ve daha uzundur. Elif bir, lam otuz, Ra (200) ikiyüz eder. Yekûnu ikiyüzotuz bir sene eder.  Bununla beraber baş­kası da var mıdır?

Cenab-ı Peygamber:

  Evet, Elif, lam, Mim, Ra vardır.

Huyey:

  Bu, daha ağır ve daha uzundur.   Bu  (271)  ikiyüzyetmişbir eder. Sonra senin emrin bizim için kapalı  oldu. Bilemeyiz az mıdır sana verilen, çok mudur dediler.»

Bu muhavereden sonra Yahudiler, kalkın gidelim dediler. Bun­lardan sonra Ebu Yaser, kardeşi ve beraberindeki Yahudiler «Belki bütün bunlar Muhammed'e verilmiştir: [71 + 131 + 273 + 271 = 704] de­di.

Onlar da «Muhammed'in durumu bizim için kapalı oldu.» dediler ve bu ayetlerin onlar hakkında nazil olduğunu iddia ettiler.

«Sana Kur'an'ı indiren (ydur. Bunun bir kısım âyetleri açık ve ke­sindir. Bunlar Kur*an'ın esasıdır. Diğer bir kısım âyetler vardır ki mü-teşabihtirler. (Kapah-Benzeşen). Kalblerinde zeyğ olanlar fitne çı­karmak için muteşabih âyetlerin ardına düşerler.

Halbuki o muteşabihin tevilini yalnız Allah bilir...»

îbn Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi Hatim, Ali tarikiyla İbn Ab­bas'tan rivayet ettiler:

«Şek ehli, muhkemi müteşabih üzerine, müteşabihi muhkem üze­rine hamlederler. Ve karıştırırlar. Böylece Cenab-ı Hak da bunları on­lara kapalı bıraktı. Oysa mütşabihin tevilini Allah'tan başkası bilmez. Manası kıyamet gününde tahakkuk edecek. Tevilini Cenab-ı Haktan başkası bilmez.»

îbn Cerir, İbn Mesud tarikıyla rivayet eder:

<<Zeyğ» şek demektir.

ibn Cüreyc:

Kalblerinde zeyğ olanlardan maksat, münafıklardır, diyor.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Mücahid'den rivayet ettiler:

Onlar kitabın muteşabih âyetlerine tâbi olurlar. Onların dalâlete gittikleri ve içinde helak oldukları kapı, müteşabihin tevilini istemele­ridir. Bunu başkasına fitneyi taleb etmek maksadıyla isterler. Yani şüpheye düşürmeyi taleb etmek maksadıyla isterler.

Abdurrezzak, Said bin Mansur, Abd bin Humeyd, Buhari, Müslim, Daremi, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace ve İbn Cerir, İbnul Mun-zir, İbn Ebi Hatim, İbn Hibban, Beyhaki «Delail»inde çeşitli yollardan Hz. Aişe'den rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü:

«Allah o Allah'tır ki senin üzerine kitabı indirdi. O kitabın muh­kem âyetleri vardır. Onlar, kitabın esasım teşkil ederler. Diğer âyetleri vardır, muteşabih tirler. Kalblerinde zeyğ (yani şek) olanlar müteşabih-Iere tabi olurlar.» âyetini okuduğu zaman şöyle buyurdu:

«Bu âyetler hususunda mücadele edenleri gördüğünüzde biliniz ki, burada Cenab-ı Hak onları kastediyor. Onlardan sakınınız.»

Buhari'nin lafzında «Kur'an'm muteşabih âyetlerine tâbi olanları gördüğünüzde biliniz ki, Cenab-ı Hakkın kastettiği onlardır. Onlardan

sakınınız» şeklinde varid olmuştur.

İbn Cerir, «Muteşabih âyetleri taleb edip tevil edenleri gördüğün­de Allah'ın ismini an ve onlardan sakın,» dedi.

İbn Cerir'in diğer bir lafzında «Kur'an'm muteşabih âyetlerinin ardına düşenleri ve orada mücadele edenleri gördüğünüzde biliniz ki Cenab-ı Hakkın kastettiği zeyğehli onlardır. Sakın onlarla oturmayı­nız» dedi.

Abdurrezzak ve Ahmed, Ebu-Ümame tarikıyla Allah'ın Resûlü'n-den rivayet ediyorlar:

«Kalplerinde şüphe olanlar onun muteşabih âyetlerine tâbi olur­umdan maksat haricilerdir.» Nitekim «o gün bazı yüzler ağınr ve ba­zı yüzler simsiyah kesilir» (Ali-îmran 106) âyetinden de hariciler kas-dedilmiştir...

Tabarani, Ebu Malik el-Eş'ari'den rivayet etti: Allah'ın Resulü bu­yurdu:

«Ümmetim için üç hasletten korkuyorum:

1- Malları çoğalıp dolayısıyla hasedleşmelerinden ve savaşmala­rından korkuyorum,

2- Kitabın kendilerine açılıp verildiğinde onu ele alıp müteşabih-lerin tevilini aramalarından korkarım.Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde kökleşenler «ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katından gelmiştir. Ancak akıl sahihleri bunu hatırlarlar» derler.

Dikkat hadisde bahsedilen üçüncü haslete tesadüf edilmedi.

Hakim, rivayet edip tasrih ettiği bir hadisi Ebu Hureyre'den nakle­diyor:

Allah'ın Resulü «Ümmetim için korktuklanmdan birisi onlarda mal çoğalacaktır. Mal hususunda münakaşaya tutulacaklar ve savaşa­caklar. Şüphesiz ümmetim için korktuklarımdan birisi de Kur'an onla­ra açılacak, onu kâfir de, münafık da okuyacak, mümin onun helâlini helâl bilecektir. (Kâfir ise, sadece metnini okumakla kalacaktır.)»

Ebu Ya'la Huzeyfe'den, o da Resûlullah'tan rivayet etti: «Ümmetimin içinde bir kavm olacak, Kur'an'ı okuyacaklar. Fakat darının dağılması gibi onu dağıtacaklar.   Onun tevili olamayan şekil­lerde onu tevil edecekler.»

İbn Saad ve îbn Dureys Fedail'inde, İbn Merduyeh Arar bin Şua-yib'ten, o da babasından, o da dedesinden rivayet ediyorlar.

«Kur'an'da münakaşa eden bir kavmin yanına Cenab-ı Peygam­ber çıktı. Öfkelendi. Ve buyurdu:

«İşte sizden önceki ümmetler böyle yapmakla delâlete gittiler. Pey-gamberleriyle ihtilâfa düştüklerinden ötürü helak oldular. Allah'ın ki­tabının bir kısmını diğerine vurmak suretiyle helak oldular.»

Yine devamla:

«Şüphesiz Kur'an bir kısmı diğerini tekzib etsin diye inmemiştir, inmiştir ki, bir kısmı diğerini tasdik etsin. Kur'an'dan bildiğinize ya­pışıp onunla amel ediniz. Sizin üzerinizde kapalı kalana da (Allah'ın katında nasılsa öyle) îman ediniz.»

İbn Cerir ve Hakim, Ebu Mesud Es Seçeri «El İbane» adlı eserinde Îbni-Mesut'tan rivayet ettiler:

«İlk kitab, bir babtan ve bir harf üzerine iniyordu. Kur'an yedi kapıdan yedi harf üzerine indi: Nehyeder, emreder, helâli var, haramı var, muhkemi var, müteşabihi var ve darbımeselleri vardır. Kur'an'ın helâlini helâl biliniz. Haramını haram biliniz. Size ne emrederse onu yapınız. Sizi neden sakındırırsa ondan sakınınız. Onun darbımeselle­rinden ibret dersi alınız. Muhkemiyle amel ediniz, müteşabihine iman ediniz. Ve deyiniz ki, biz ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katından-dırj»

Tabarani Ömer bin Ebi Seleme'den rivayet etti:

Resûlüllah Abdullah bin Mesud'a şunları söyledi: «Kitablar gökten bir tek kapıdan iniyorlardı. Şüphesiz ki, Kur'an yedi kapıdan yedi harf üzerine indi. Helâl, haram, muhkem, müteşabih, darbımeseller, emirler ve yasaklar... Öyleyse onun helâlini helâl bil. Onun haramım haram bil. Onun muhkemiyle amel et. Onun müteşabi-hinin yanında dur. Onun darbımesellerinden ibret al. Şüphesiz hepsi Allah'ın katındandır. Şüphesiz ki. akıl sahihleri iyice düşünürler.»

İbn Deriş (veya Dureys) İbn Cerir ve İbn Ul Munzir İbn Mesut'­tan rivayet ettiler:

«Kur'an, beş vecih üzerine nazil olmuştur. Helâl, haram, muhkem, müteşabih, darbımeseller. Helâli helâl, haramı haram bil. Müteşabiha iman et. Muhkemle amel et ve darbımesellerden de ibret al.»

İbn Cerir ve Nesrul-Makdisi El Hücce'de Ebu Hureyre'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü büyürdür

«Kur'an yedi harf üzerine nazil oldu. Kur'an'daki mira (mücade­le) kükfürdür. Kur'an'dan bildiğinizle amel ediniz. Kur'an'dan bilme­diklerinizi onun âlimine götürünüz.»

Beyhaki «Şuab ul İman» da Ebu Hureyre'den rivayet etti. Resulü Ekrem:

«Kur'an'ı i'rablayıniz. Onun gariblerine tâbi olunuz. Onun gariple­ri onun farzları ve cezlarıdır. Şüphesiz kî Kur'an beş vecih üzerine, he­lâl, haram, muhkem, müteşabih ve darbımeseller üzerine inmiştir. Helâliyle amel ediniz. Haramından sakınınız.Muhkemine tâbi olunuz. Müteşabihine iman ediniz. Darbımesellerinden ibret alınız.»

îbn Ebi Hatim İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Kur'an çeşitli fenlere sahiptir. Sırtlan ve karınlan vardır. Acaib-likleri bitmez tükenmez. Onun sonuna (zirvesine) vanlamaz. Kim ki, ona yavaşça dalarsa kurtulur. Kim ki ona şiddetli bir şekilde dalış ya­parsa felâkete gider. Haberler, darbımeseller, Halal - Haram, Nasıh, mensuh, Muhkem, Müteşabihi, karnı ve sırtı vardır. Onun sırtı okumak­tır. Karnı tevildir. Binaenaleyh onun hakkında âlimlerin huzurunda oturunuz. Onun hususunda sefihlerden kaçınınız. Sakın âlimin kayış­larını aramayınız.»

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Rebî'den rivayet ettiler.

Necran hristiyanları Allah'ın Resûlü'nden sordular:

«Sen İsa'nın Allah'ın kelimesi ve Allah'tan bir ruh olarak geldiği­ni söylemiyor musun?»

Allah'ın Resulü:

«Evet onu söylüyorum.»

Hristiyanlar:

«O halde bize bu kâfidir» dediler.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

«Kalblerinde şek ve zeyğ olanlar fitneyi aradıklarından dolayı onun müteşabihi erine tâbi olurlar» âyetini indirdi.

Abdurrezzak ve Abd bin Humeyd ve îbn Cerir Tavus'tan o da İbn Abbas'tan rivayet ediyor: İbn Abbas: «Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez» âyetini okuduktan sonra «ilimde derinleşenler biz ona iman ettik derler» âyetini okudu.

İbn Cerir ve İbn ul Munzir, İbn Ebi Muleyke'den rivayet ederler: Âişe validemizin yanında bu âyetleri okudum. Buyurdular: «Alimlerin ilimdeki kökleşenleri  (râsihleri)    Kur'an'ın  muhkem­lerine, müteşabihine iman ederler. O müteşabihin    tevilini Allah'tan başkası bilemez. Onlar müteşabihin tevilini bilmiyorlar.» îbn Cerir Urve'den rivayet etti:

«İlimde derinleşenler, müteşabihin tevilini bilmezler. Fakat onlar «ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katından gelmiştir» derler.»

îbn Ebi Şeybe îbn Mesud'dan rivayet etti:

«Yolun işaretleri olduğu gibi Kur'an'in işaretleri vardır. Onlardan tanıdığınıza yapışınız. Sizin üzerinizde kapalı kalanı ise bırakınız. Ya­ni indi tevillere girişmeyiniz.»

îbn Cerir Eş'hep tankıyla İmam Malik'ten rivayet ediyor: İmam Malik «onun tevilini ancak Allah bilir» âyetini okuyor, du­ruyordu. Sonra 'mübteda olarak' «ilimde rusuh kesbedenler ona iman ettik» derlerdi. «Onlar onun tevilini bilmezlerdi» diye başlardı.

îbn Cerir ve îbn Ebi Hatim ve Tabarani Enes'ten, Ebi Ümame'-den, Vaile bin Aska'dan, Ebi Derda'dan rivayet ettiler:

Allah Resûlü'nden «ilimde derinleşenlerin» kim olduğu soruldu. Buyurdu:

«Yemini doğru, dili yalancı olmayan, kalbi müstakim bulunan, karnı ve tenasül uzvu haramdan sakınan kimselerdir ilimde derinle­şenler.»

İbn ul Munzir, El Kelbi tarikıyla Ebi Salih'ten, İbn Abbas'tan ri­vayet etti.

Kur'an'in tefsiri dört çeşittir:

1- Bir tefsir vardır ki âlimler onu bilirler.

2- Bir tefsir vardır halk onu bilmezse mazur sayılmaz. O da he­lâlini, haramını bilmektir.

3- Bir tefsir vardır ki Araplar lügatlarıyla onu bilirler.

4- Bir tefsir vardır ki onun tevilini Allah'tan   başkası bilmez. «Onu biliyorum» diye ortaya atılan yalancıdır.

îbn Cerir İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor. Allah'ın Resulü (S. A.V.) buyurdu:

«Kur'an, yedi harf üzerinde nazil olmuştur. Helâl ve haramı var­dır. Hiç kimse onları bilmediği tadirde mazur sayılamaz. Bir tefsiri vardır M, herkes onu bilmek mecburiyetindedir. Bir kısmı vardır ki an­cak Araplar onu tefsir ederler. Bir kısmı vardır ki âlimler onu uefsir ederler. Bir de müteşabihi vardır ki, onu Allah'tan başkası bilemez. Al­lah'tan başka kim onu biliyorum derse o yalancıdır.»

Darimi Müsned'inde ve Nasr ul Makdisi hüccetinde Süleyman binal Yesar'dan rivayet ettiler:

Adı «Subeyğ» olan bir kişi Medine'ye geldi. Halktan Kur'an'ın mü-teşabih âyetlerinin manâsını soruyordu. Bundan haberdar olan Ömer (R.A.) onu huzuruna çağırdı. Onu dövmek için hurma dallarından so­palar hazırlamıştı. Hz. Ömer:

«Sen kimsin?»

O:

«Ben Allah'ın kulu Subeyğ'im» dedi. Hz. Ömer de:

«Ben de Allah'ın kulu Ömer'im» dedi ve Hz. Ömer dallardan biri­sini alıp onun başından kanlar akıncaya kadar onu dövdü. Subeyğ:

«Ey müminlerin emir i! Artık yeter. Kafamda hissettiğim gitti» dedi.

Darimi ayni hadiseyi Nafi' tarikıyla rivayet ediyor:

Iraklı Subeyğ ordugâhta askerlerden Kur'an'ın bir takım şeylerini sormaya durmadan devam ediyordu. Kumandan Âmr bin Âs, Subeyğ'i Ömer bin Hattab'a gönderdi. Subeyğ Hz. Ömer'e geldiğinde Cenab-ı Ömer hurma dallarından sopalar hazırlattı ve Subeyğ'e vurdu. Onun belini yaralar ve bereler içinde bıraktı, sonra vurmasını bıraktı. Ta ki iyileşinceye kadar. İkinci kez huzuruna çağırdı ve yine vurdu. Tekra-ren. Ta ki iyileşinceye kadar mühlet verdi. Üçüncü kez vurmak üzere onu huzuruna çağırınca Subeyğ, Hz. Ömer'e şunları söyledi:

«Eğer beni öldürmek istiyorsan güzel bir şekilde öldür. Eğer beni tedavi etmek istiyorsan Allah'ın hüccetine yemin ederim ben tedavi oldum.»

Bunun üzerine Hz. Ömer Subeyğ'e Irak'a gitmek için izin verdi. Ve Irak valisi Ebu Musa el Eş'ariye «Sakın müslümanlardan hiçbir kim­se Subeyğ'in yanında oturup sohbetinde bulunmasın» diye yazdı.

Nasr el Makdisi «Hüccet» de İbn Âsakir Ebi Osman en Nehdi'den rivayet ederler. Hz. Ömer Basra'lılara «Subeyğ'le oturmayınız» diye emirname gönderdiğinde, «Subeyğ bize gelmek istediğinde yüz kişi ol­sak dahi hepimiz aynup, o mecliste tek kişi kalmazdı».

İbn Âsakir Muhammed bin Sirin'den rivayet eder.

Hz. Ömer, Irak valisi Ebu Musa el Eş'ari'ye «Subeyğ'le kimse otur­masın, lâkin Subeyğ*in maaşını ve rızkını da kesme» diye name yazdı.

Nasr «El Hücceh» de ve îbn Âsakİr, Zera'dan rivayet ediyor: «Asel oğlu Subeyğ'i Basra'da gördüm. Sanki uyuz bir deve idi. Bir toluluğa geliyor, oturuyor. Onlar tanımıyorlardı. Öbür topluluktan bi­risi Hz. Ömer'in emrini onlara duyuruyordu. Hepsi kalkıyor, Subeyğ tek başına kalıyordu.»

Nasr, Ebu îshak'tan rivayet etti:

«Hz. Ömer, Ebu Musa el Eş'ari'ye yazdı. «Bunlardan sonra şüphe­siz ki Esbağ gizli olanı bilmek için kendisini zorladı. Esas vazifesini zayi etti. Bu yazım sana vardığında sakın onunla biat etmeyiniz. Has­ta düşerse onu ziyaret etmeyiniz. Ölürse cenazesinde hazır bulunma­yınız.»  [3]

 

Kelam İlmi

 

El Herevi kelâmın aleyhinde îmam Şafii'den şunu rivayet ediyor: Kelâm ehli hakkındaki hükmüm Hz. Ömer'in Subeyğ hakkındaki hükmü gibidir. Onlar hurma dallarıyla dövülecekler, devenin sırtına bindirilecekler, aşiretler ve kabileler arasında gezdirilecekler. Tellal «işte kitab ve sünneti terkedip kelâm ilmine yönelenlerin cezası bu­dur» diye bağıracaktır.

Şaflinin «kelâm» dan maksat, felsefi konulara girip de Allah'ın zatını ve bir takım îslâmî gerçekleri felsefi bir şekilde tahlile kalkış­maktır. Yoksa «Akaİd ilmi» diye adlandırılan Kur'an ve Sünnetten alı­nan kelâm burada kastedilmemektedir. Nitekim bu husus ileriki âyet­lerin tefsirinde gelecektir.

Darimi Hz. Ömer tarikıyla rivayet eder. Hz. Ömer buyurdu: «Size bazı kimseler gelecektir. Kur'an'ın müteşabih    âyetleriy-le sizinle mücadele edeceklerdir.   Onları hadisle susturmaya çalışınız.

Çünkü hadisin .arkadaşları (yani muhaddisler) Allah'ın kitabını her­kesten daha iyi bilirler.

Nasr el Makdisi «Hüccet» de İbn Âmr'den rivayet eder: Allah'ın Resulü (S.A.V.) çıktı. Baktı ki eshabı Kur'an konusunda mücadele ediyorlar.   Birisi bir âyet getiriyor, öbürüsü başka bir âyet getiriyor. Cenab-ı Peygamber sanki yüzünde nar danesi patlatılmış bir hale geldi ve buyurdu:

«Siz bunun için mi yaratılmışsınız? Bunun için mi emredilmişsi­niz? Allah'ın kitabından bazı âyetleri diğerine neden çarpıyorsunuz? Bakınız, Kur'an size ne emretmişse ona tâbi olunuz. Sizden neyi neh-yetmişse ondan sakınınız.»

Nasr el Makdisi «Hücceh» e de Ebu Hureyre'den rivayet ediyor: Biz Hz. Ömer'in yanında bulunuyorduk. Bir kişi geldi, Hz. Ömer'­den «Kur'an mahluk mudur, gayri mahlûk mudur»    diye sordu. Hz. Ömer ayağa kalktı. Onun yakasına yapıştı. Onu Hz. Ali'ye kadar sürüp götürdü:

«Ey Eba Hasan! Dinler misin, bu kişi ne diyor?»

Hz. Ali: «Ne diyor?»

«Bu kişi bana geldi. Kur'an mahlûk mudur, gayri mahlûk mu­dur?» diye soruyor.

Hz. Ali:

«Bu bir kelimedir. Bu kelimenin meyvesi olacaktır. Eğer senin yerinde ben emrin başında olsaydım onun boynunu vururdum» dedi.

Kur'an'ın mahlûk olup olmamasının müzakere ve münakaşası Ab­basi Halifesi Me'mun'un zamanında ortaya atıldı. Bazı guruplar Kur'­an'ın mahlûk olduğunu ileri sürüp müdafaa ettiler. Ahmed İbn Han-bel gibi ehli sünnetin imamları da Kur'an'ın gayri mahlûk ve Allah'ın sıfatı olduğunu savundular. İmam Ahmed ve benzeri alimler bu mese­lede birçok sıkıntılara maruz bırakıldılar. Hapishanelere atıldılar. Dö­vüldüler. Hatta son defasında İmam Ahmed bu meselede Bağdad'da yakalandı. İmam Ahmed zincirlere vuruldu ve Tarsus'a, halîfenin ya­nına gönderildi. İmam Ahmed Adana şehrine geldiğinde «Allah'a yal­vardım. Yarab! Bu fitneden bizi kurtar.    Sabah ezanlarım dinledim.

Arkasında halifenin vefat ettiği haberini öğrendim» diyor. Memun'un yerine geçen kardeşi Mu'tasinVin huzuruna İmam Ahmed getirilme­den, o, şekliyle Bağdad'a geri gönderilmiştir. Ve Mu'tesim tarafından İmanı Ahmed azaba duçar edilmiştir. Bu hâdise İslâm tarihinde dil-hun hâdiselerden birisidir. Allah bizi böyle fitnelerden muhafaza eyle­sin.

Alimlerin bazıları bu âyeti okuduklarında «ilimde rasih olanlar» üzerinde vakfediyor. Yani onun tevilini Allah biliyor, ilimde rasih olan­lar biliyor tarzında okuyorlardı. Tefsir âlimlerinin birçoğu buna tâbi olmuşlardır. Usul ehli de buna tâbi olmuşlardır. Ve usul ehli «Manâsı anlaşılmayan bir şey ile Allah'ın kullarına hitab etmesi uzak bir ihti­maldir» derler. Yani Kur'an'da olan herşeyin manâsı anlaşılıyor demek istediler.

İbn Ebi Nüceyh, Mücahid'den o da İbn Abbas'tan rivayet etti: «Ben müteşabihlerin tevilini bilen rasihlerden birisiyim.»

İbn Ebi Nüceyh Mücahid'den rivayet etti:

«İlimde derinleşenler onun tevilini bilirler ve biz ona îman ettik derler.»

Rebi bin Enes'de böyle dedi.

Muhammed bin İshak, Muhammed bin Cafer bin Zübeyr'den riva­yet ediyor:

«Müteşabihin, Allah tarafından irade edilen mânâsım ancak Allah bilir. İlimde rasih olanlar «Biz ona iman ettik» derler. Sonra o müte-şabih âyetlerin tevillerini hiç kimsenin değişik tevili olmayan muh­kem âyetin tevili üzerine yaparlar. Böylece onların sözleriyle kitab yek­nesak oldu. Bir kısmı diğerini tasdik edici oldu. Muhaliflerin hüccet­leri de bitmiş oldu. Mazeret bununla açığa çıktı. Batıl bununla zail oldu. Küfür bununla defedildi...!» [4]

 

Kur'an'da Te'vil

 

Hadiste Allah'ın Resulü İbn Abbas için şu duayı yaptı: «Ey Allah'ım! Dinde onu fakih kıl. Anlayış ver. Ona Kur'an tevi­lini öğret.»

Alimlerin bazıları bu makamda tafsilât ve açıklama yaparak de­miştir ki:

«Tevil» kelimesi Kur'an'da zikredildiği zaman ondan iki mânâ irade ediliyor.

1- Şey'in hakiki manasında olan tevil, şeyin gerçekten dönüş bulduğu nokta mânâsında olan tevil: «Ey Babam! İşte daha önceki rüyamın tevili budur» âyetinde olduğu gibi... Eğer tevilden bu mânâ kastedilirse, lafzai celâl üzerine vakfedilir. Onun tevilini ancak Allah bilir mânâsı âyetten çıkar. İlimde rasih olanlar biz ona îman ettik derler. Çünkü emirlerin hakikatlerini ve künhünü gerçek şekilde Al­lah'tan başkası bilmez. O vakit «errasihun» kelimesi mübteda olur. «Onlar, biz ona îman ettik» cümlesi de ouun haberi olur. Yani başlıba-şına bir cümle olur. Eğer tevilden «Bize onun tevili  açıklaması haber verilmiştin} âyetinde olduğu gibi tefsir, açıklama, mânâsı kasde-düirse o vakit «ilimde rasih olanlar» üzerinde vakfedilir. Yani onun tevilini ancak Allah ile ilimde derinleşenler bilebilir. Çünkü ilimde derinleşenler de tevilin bu mânâsında müteşabih âyetlerin mânâlarını fehmederler. Her ne kadar eşyanın hakikatlannı gerçek mânâda kap-samamişlarsa da böyle bir anlayışları oluşur. O vakit «biz ona îman et­tik» cümlesi hal olur. Yani âyetin mânâsı «onun tevilini ancak Allah ve biz ona îman ettik dedikleri halde ilimde rasih olanlar bilirler.» olur.

Cenab-ı Hakkın «onların biz ona, yani müteşebihe, îman ettik» dediklerini bize haber vermektedir. «Biz müteşabihe îman ettik. Hepsi Rabbimizin katından gelmiştir.» Yani müteşabih de muhkemdir. Haktır ve doğrudur. Birisi diğerini doğrular ve diğerinin şahidi olur. Çünkü hepsi Allah'ın katından gelmiştir. Allah katından gelen iki şey veya eşya arasında çelişki yok. Nitekim Cenab-ı Hak başka âyetlerde «Onlar Kur'an'ı tedebbur etmezler mi? Eğer Kur'an Allah'ın gayrisin­den gelmiş olsaydı onda birçok ihtilâf göreceklerdi. (Nisa: 82) buyur­muştur. Ve bunun için de Cenab-ı Hak âyetin sonunda «Ancak akıl sahihleri hatırlarlar» buyuruyor. Yani ancak akıl sahibîeri mânâlarını fehmederler, onlar ancak tedebbur ederler. Selim akıl sahibi olan­lardan başkası bunu bilmez.

İmam Ahmed, Ma'mer'den, o Zuhri'den, o Amr bin Şuayb'ten o babasından, o da babasından rivayet etti: Allah'ın Resulü Kur'an'da mü­cadele eden bir kavmi dinledi ve buyurdu:

«Sizden öncekiler ancak bununla helak oldular. Allah'ın kitabının bir kısmını diğerine vurdular. Allah'ın kitabı, ancak bir kısmı diğe­rini tasdik etsin diye inmiştir. Sakın bir kısmı ile diğer kısmını tekzib etmeyiniz. O kitabtan neyi biliyorsanız onu söyleyiniz. Bilmediklerini­zi bilginine havale ediniz.»

Ebu Ya'la el Musili müsnedinde Ebu Hureyre tarikıyla rivayet eder. Allah'ın Resulü:

«Kur'an yedi harf üzerine indi. Kur'an'daki cidal küfürdür. Kur*-an'daki cidal küfürdür. Kur'an'daki cidal küfürdür. Ondan bildiğinizle amel ediniz. Bilmediğinizi bilenine (Yani Allah'a) (C.C.) reddediniz» buyurdu.

îbn ul Munzir bu âyetin tefsirinde:

Bana Muhammed bin Abdullah bin Abdulhakem, Vehb'ten, o Nafi bin Yezid'den rivayet etti:

«İlimde rasih olanlar Allah'ın azameti önünde tevazu edenlerdir. Allah'a (C.C.) rızasını elde etmek için yalvaranlar ve tezellül edenler­dir. Onlar üstlerindeki kimselere büyüklük taslamazlar. Derece bakı­mından altlarındaki kimselere karşı da böbürlenmezler. Cenab-ı Hak, onların Rablerine yalvarışlarını şöyle hikâye ediyor:

(8)- Ey Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma. Katından bize bir merhamet ihsan et. Şüphesiz ki sen çok bağışlayıcısın.» n

İbn Ebi Hatim, Amr bin Abdullah el-Evdi'den, İbn Cerir Ebu Ku-reyp'ten, bunların ikisi de Veki'den, o da Abdulhamid bin Behran'dan, o Şehr bin Havşeb'ten, o da Ümmü Seleme'den rivayet etti. Allah'ın Re­sulü:

«Ey kalbleri evirip çeviren (Rabbim!) Beni dinin üzerinde sabit kıl» diye dua ettikten sonra:

«Ey Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptır­ma. Katından bize bir rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen çok bağışlayı­cısın.» âyetini okudu.

Başka bir rivayette Ümmü Seleme şöyle dedi: Allah'ın Resulü duasında çokça:  «Ey kalbleri evirip   çeviren Al­lah'ım. Kalbimi dininin üzerine sabit kıl» diye dua ederdi.

Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Kalb te evrilip çevrilir mi?»

Resûlüllah:

«Evet, Allah Ademoğullanndan hiç kimseyi yaratmamış ki onun kalbi Allah'ın parmaklarından ikisi arasında olmasın. Allah dilerse, o kalbi müstakim kılar, dilerse, onu kaydırır. Biz Rabbimizden bizim kalbimizi hidayet ettikten sonra kaydırmamasını istiyoruz. Bize ka­tından bir rahmet vermesini istiyoruz. Çünkü o çokça hibe edendir» buyurdu. [5]

Hadisin başka bir rivayetinde Ümmü Seleme:

«Ey Allah'ın Resulü! O halde bana bir dua öğret ki nefsim için onunla dua edeyim» diye ricada bulundu. Cenab-ı Peygamber:

—Evet, de ki: «Ey Peygamber olan Muhammed'in Rabbi! Benim için günahımı affeyle. Kalbimin öfkesini gider, fitnenin saptırmaların­dan beni koru.»

tbn Merduyeh Süleyman bin Ahmed tankıyla Katade'den, Hassan el Areç'ten, Hz. Aişe'den rivayet etti:

«Allah'ın Resulü çokça, «Ey kalbleri evirip çeviren. Benmi kalbimi dinin üzerine sabit kıl», diye dua ederdi. Ben:

— Ey Allah'ın Resulü! Amma da bu dua ile dua ediyorsun?

Cenab-ı Peygamber:

— Hiçbir kalb yoktur ki, Rahman'ın parmaklarından ikisinin ara­sında olmasın. Rahman dilerse onu mukim ve doğru kılar, dilerse onu eğri ve sapıklığa kayıcı kılar. Ey Aişe! Cenabı Hakkın «Ey Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalbimizi saptırma» âyetini dinlemedin

mi? diye buyurdu.»

İbn Kesir «Bu hadis, bu senedle gariptir. Fakat aslı sahihaynde ve başka Sünen kitablannda birçok tarikla sabit olmuştur. Ama onlarda bu âyetin bahsi yoktur.» diyor.

Ebu Davud, Nesei, İbn Merduyeh Ebu Abdurrahman el Makberi hadisinden rivayet etmişlerdir.

Nesei - İbn Hibban, Abdullah bin Vehb, Said bin Ebu Eyyub el En-sari tarikiyla rivayet etmişlerdir. Ona Abdullah bin Velid et-Tievi, ona Said bin Museyyib, ona Hz. Âişe haber vermiştir:

Allah'ın Resulü geceleyin uyandığında:

— Senden başka mabud yok! Sen ortaktan münezzehsin. Günahım için senin affını taleb ediyorum. Senin rahmetini diliyorum. Ey Al­lah'ım! Üim yönünden beni artır. Beni hidayet ettikten sonra kalbimi kaydırma. Katından bana bir rahmet hibe et Şüphesiz ki sen çokça hi­be edensin.» diye yalvarırdı.

 (9) Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen geleceğinde hiç şüphe olma­yan bir günde insanları toplayacaksın. Kesinlikle Allah vaadinden dön­mez...»

Bu âyet hakkında gelen bir eser:

îbn Neccar Tarih'inde Cafer bin Muhammed el-Huldi.den rivayet etti. Allah'ın Resulü şöyle buyurdu:

«Bir şeyi kaybolan bir kimse bu âyeti okursa Allah ona o şeyini geri verir. Fakat bu âyeti okuduktan sonra şu duayı da ekleyecektir:

«Ey Allah'ım! Ey insanları oluşmasında şüphe olmayan bir günde bir araya getiren. Benim kaybolmuş malımı biraraya getirip cemeyle. Şüphesiz ki, sen herşeye kadirsin.» [6]

 

Meal

 

(10) Şüphesiz ki, kâfirlerin ne mallan ne de    çocukları Allah'a karşı onlara bir fayda sağlar. İşte onlar (evet) onlar ateşin odunları­dırlar.

(11) Onların tutumları, Firavun âli'nin ve onlardan öncekilerin tutumu gibidir. Onlar Âyetlerimizi yalanladılar. Allah da günahların­dan dolayı onları azaba duçar etti. Allah'ın cezası pek şiddetlidir.

(12) (Ey Habibim!) Kâfirlere de ki: «Gelecekte yenileceksiniz, ve derlenip Cehenneme gönderileceksiniz. Cehennem ne kötü döşektir.»

(13) Sizin için biri Allah yolunda döğüşen diğeri kâfir olan iki gurubun karşılaştığında ibret vardır. Kâfirler karşılarındaki Mü'minle-ri çıplak gözleri ile kesinlikle iki misli görürlerdi. Allah yardımı ile di­lediğini destekler. Şüphesiz ki, bu olayda kesinlikle basiret sahipleri için bir ibret vardır.

(14) İnsanlara kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşlerden, salma ve güzel atlardan, develerden ve ekinler­den meydana gelen şehvetlere (isteklere) karşı aşırı sevgi beslemek gü­zel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının metaıdırlar. Oysa Allah'ın katında en güzel dönüp varılacak yer bulunmaktadır.

(15) (Ey Habibim!) De ki: «Bunlardan daha iyisini size haber vereyim mi?  (O da) Allah'a karşı gelmekten sakınanlara   Rablerinin katında (ağaçlarının) altından ırmaklar   akan ve içinde daimi kala­cakları Cennetler ve tertemiz eşler ve Allah'tan    gelen razılık vardır. Allah kullarını görücüdür.» [7]

 

Tefsir

 

(10) Genel olarak kâfirlerin hakkında veya   necran heyetinin hak­kında veya Yahudiler veya Arap müşrikleri hakkında şu Âyet nazil oldu: «Şüphesiz ki, kâfirlerin ne mallan ne evlâttan Allah katında hiç­bir yarar getirmez!..»

Küfürün cezası ebedidir. Muvakkat bir zaman için yanıp ateşten çıkanlar son nefeste îmanla gidenlerdir. Kâfirin ne kadar yaran olur­sa olsun ondan Allah katında hiç bir fayda göremez!..

(12) «Kâfirlere de ki: «Mağlûp olacaksınız ve derlenip Cehennem'e sü­rüleceksiniz.» »

Bu kâfirler, Mekke müşrikleridir. Mağlûbiyetleri bedîr günü ol­du. Bir tefsirciye göre, kâfirler, Yahudilerdir. Resûlüllah onları be-nu-kaynuka' panayınnda bir araya getirip Kureyşlilerin başına ge­lenlerin onların da başlarına gelmemesi için dikkatlerini çekti. Onlar ise Resûlüllah'a: «Sakın harp taktiğini bilmeyen kimseleri daha önce mağlûp etmen seni aldatmasın, yemin ederiz ki, bizimle savaşırsan ke­sinlikle bizim tam insanlar olduğumuzu öğreneceksin!» dediler. Bu­nun üzerine yukandaki Âyet nazil oldu.

Yahudilerden «benî-kureyze» kabilesinin kılıçtan geçirilmesi «benî-nâdîr» kabilesinin sürülmesi hayber'in fethedilmesi ve di­ğer Yahudilerin haraca bağlanması, Cenab-ı Hakk'ın Âyetteki sözünü doğruladı. Dolayısı ile bu Âyet Peygamberliğin delillerinden oldu.

Karşı karşıya gelen kâfir ve Müslüman guruplardan maksat, be­dir günündeki karşılaşmadır. O savaca katılan Kureyş kâfirleri bin kişiye yakındı, Müslümanlar ise üçyüz on kişi idiler. Fakat kâfirler on­ları ikibin kişi dolaylarında görüyorlardı. Bu Allah'dan Müminlere ve­rilen manevî bir imdattır. Savaşmazdan önce Mü'minleri az gördüler İştahları kabarıp hücum ettiklerinde Mü'minlerin kendilerinin iki mis­lisi olduklarını müşahade ettiler.

Âyetin manâsı «Mü'minler, kâfirleri, kendilerinin iki misli olarak gördüler, Cenabı Hakk'ın «Eğer sizden sabreden yüz kişi var ise kâfir­lerden ikiyüz kişiyi mağlûp eder.» Vadini hatırladılar ve sebat göster­diler.» demek de olabilir. Halbuki kâfirler kendilerinin üç misli idiler. Eğer gerçekten kâfirleri olduğu gibi görmüş olsalardı belki de korkar­lardı.

Âyette bahsi geçen «şehevat» kelimesi, şehvet kelimesinin ço­ğuludur. Nefsin istekleri demektir.  Onlan Mü'minlere süslü gösteren Allah'tır. Çünkü fiillerin ve isteklerin yaratıcısı Allah'dır. Bu süslendir­me ya denemek veya -eğer Allah rızasına uygun ise- âhiret saadetine vesiledir. Yaşama ve beşer soyunun devamı için de olabilir. Bâzı tefsir-cilere göre, süsleyici şeytandır. Ayet zem (yermek) için nazil olmuştur. Yani kendilerine bahsi geçen şeyler aşın şekilde sevimli ve süslü görü­nürse iyi değildir. «el cübba'l» helâl ve haram arasında bu hususta fark yapmıştır. Yani helâla karşı güzel, harama karşı çirkindir.

Âyette bahsi geçen el kanâtîr, kıntar'rn çoğuludur, Kıntar, çok mal veya yüzbin altından müteşekkil hazine demektir. Bâzıları, bir öküz derisi dolusu altın demektir, dedi. [8]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sür (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (10) Şüphesiz ki kâfirlerin malları da çocukları da kendilerine Allah'a karşı hiçbir şey kazandırmaz. Ve ateşin yakıtı olan da onlar­dır.

(11) Tıpkı Fir'avn ailesi ve onlardan öncekilerin adeti gibi âyet­lerimizi yalanladılar. Böylece Allah günahları nedeniyle onları yakala-' yi verdi...»

Bu âyetin hakkında gelen eserler:

îbn Cerir ve tbn Ebi Hatim, îbn Abbas'tan «DE'B» yapmak de­mektir. Yani yaptıkları Firavn aile efradının ve daha öncekilerin yap­tıkları gibidir.

Îbnu-Munzir ve Ebu Şeyh, îbn Abbas'tan rivayet ettiler:

Ite'b, fiil demektir. Yani onların fiilleri Firavri ailesinin fiili gibi­dir.

Ebu Şeyh, Mücahid'den bunun benzerini rivayet etmiştir.

îbn Cerir, Rebi'den:

De'b kelimesi, sünnet manasınadır. Onların sünnetleri (adetleri gi­bi) şartlan, yollan Firavn ailesinin ve daha öncekilerin gidişatlan gibi­dir.

İbn Ebi Hatim, îbn Meryem tarikıyla Haris kızı Hind'den o da Ab­dullah bin Abbas'm annesi Ümmül Fazıl'dan rivayet ettiler:

Biz Mekke'de iken Allah'ın Resulü geceleyin kalktı ve: «Ey Allah'ım, ben tebliğ ettim mi? Ey Allah'ım, ben tebliğ ettim mi? Ey Allah'ım, ben tebliğ ettim mi?» diye seslendi. Ömer kalktı:

«Evet, sen tebliğ ettin» dedi. Sonra sabahlanınca Allah'ın Resûlif buyurdu:

«And olsun, İslâm ortaya çıkacaktır. Öyle ki küfür eski vatanlan-ııa dönecektir. Andolsun bazı kişiler İslâmı denizlere kaydıracaklar. Andolsun halkın üzerine bir zaman gelecektir, Kur'an'ı öğrenecekler, okuyacaklar. Sonra «biz okuduk ve öğrendik, kimdir bizden daha ha­yırlı?» diyeceklerdir. Acaba onlarda hayr var mıdır [9]

Eshab:

«Ey Allah'ın Resulü! Onlar kimlerdir?» diye sordular. Peygam­ber:

«Onlar sizdendir. Onlar ateşin yakıtlarıdır.» buyurdu.

Bu hadisi îbn Merduyeh, Yezid bin Abdullah tarikıyla Haris Kızı Hind'den o da Ümmül Fazıl'dan aşağıda geleceği tarzda rivayet etti:

«Resûlüllah bir keçe Mekke'de kalktı. «Ben tebliğ ettim mi?» diye üç defa seslendi. Ömer kalktı:

«Ey Allah'ım!» dedikten sonra Resûlüllah'a cevap olarak: «Evet, sen tebliğ ettin. Sen titizlik gösterdin. Var kuvvetinle çalıştın. Nasihat ettin. Sabreyle.» dedi.

Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber:

«Andolsun ki, iman, küfrü eski inlerine döndürecek şekilde belire­cektir, ortaya çıkacaktır. Andolsun, bazı kişiler îslâmı denizlere kadar götürecektir. Andolsun, halkın üzerine bir zaman gelecektir ki Kur'­an'ı okuyup öğrendikten sonra:

— Biz okuduk ve öğrendik. Bizden daha hayırlı olan kimdir? di­yecekler! Oysa onlarda hiçbir hayr yoktur.»

Sahabe:

«Ey Allah'ın Resulü! Onlar kimlerdir? (Hangi millettendirler?)

«Onlar sizdendir. Onlar ateşin yakıtlarıdır» diye cevab verdi.

 (12) Kafirlere de ki: Yalanda mağlûb olacaksınız. Ve toplanı] Cehennemce sürükleneceksiniz. Cehennem ne kötü beşiktir - yatak tu.»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Muhammed bin îshak bin Yesar, İbn Katade'den rivayet etti:

Bedir ehlinin başına gelen geldikten sonra Cenab-ı Peygamber Medine'ye döndü. Yahudileri  Beni Kaynuka çarşısında bir araya getird:

ve onlara:

«Ey Yahudi Cemaati! Kureyşin başına gelen, Allah tarafından si' zin başınıza gelmezden önce müslüman olunuz» diye hitap etti. Yahu­diler:

«Ey Muhammed! Sakın Kureyşilerden alkolik olup harbi bilmeyen bazı kimseleri öldürmen, senin nefsini aldatmasın? Sana yemin ederiz eğer bizimle savaşırsan bileceksin ki, biziz İnsan. Ve sen bizim gibiler­le o vakta kadar mülâki olmadığını bileceksin» dediler.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak «Basiret sahihleri için ibrettir» cüm­lesine kadar bu âyeti celîleyi indirdi.

 (13) Andolsun ki, karşı karşıya gelen iki toplulukta sizin için bir âyet (alâmet, ibret) vardır..»

Bu toplulukların Allah yolunda savaşanı eshab-ı güzîn ve Bedir As­lanlarıdır. Kâfir olan topluluk ise, Mekke'nin senaditleri ve Kureyşİ-lerdir. Bunu İbn Cerir tefsirinde rivayet etmektedir. İbn Cerir'irr tef­sirinde bazı âlimlerden rivayet ettiğine göre müşrikler Bedir gününde müslümanlan iki katlan olarak görüyorlardı. Yani Cenab-ı Hak onla­rın bu görgülerini îslâmın onlara galib gelmesine sebeb kıldı. Ve bu te­vil üzerinde ancak bir yönden işkal var. O da şudur: Müşrikler o gün savaştan önce onlara Müslüman askerlerinin tahminini yapsın diye Ömer bin Saad'ı gönderdiler. Onlara «Müslüman askeri 300 küsur ve­ya 300 den biraz az sayıdadır» dedi. Hakikat da böyle idi. Bedir ordu­su 310 küsur kişi idi. Sonra harp başladığında Allah (C.C.) meleklerin havasından ve ileri gelenlerinden bin kişiyle onlara yardım gönderdi.

İkinci görüş, müslüman gurub kâfir gurubu iki misilleri olarak görüyorlardı. Buna rağmen Cenab-ı Hak onlara nusret verdi. Bunda da El Üfi'nin îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre herhangi bir işkal yok­tur. «Müminler Bedr gününde 313 kişiydi. Müşrikler 626 kişiydi.» Sanki îbn Abbas'ın bu tefsiri bu âyetin zahirinden alınmıştır. PVıkat bu meş­hurun hilafıdır. Tarihçiler, siyerciler ve vakanüvislerin rivayetlerine ters düşüyor. Cumhurun katında maruf olanın da hilafıdır. Çünkü ma­rufa göre müşrikler (900) ile (1000) dokuz yüz ile bin arasında idiler. Nitekim Muhammed bin îshak, Yezid bin Numan'dan, o da Urve bin Zubeyr'den rivayet etti ki, Allah'ın Resulü Beni Haccac'ın kölesi olan siyah köleden Kureyş kaç kişidir diye sorduğunda, onlar çoktur, dedi. Allah'ın Resulü:

«Her gün kaç deve kesiyorlar?»

«Bir gün dokuz bir gün on deve boğazlıyorlar» dedi. Allah'ın Re­sulü:

«Kavim 900 ile 1000 kişi arasındadır» buyurdu.

Ebu îshak es-Subeyi'f Cariye'den, o Hz. Ali'den (K.V.) rivayet edi­yor:

«Kureyşiler bin kişi idi.»

îbn Mesud da böyle demiştir. Meşhur şudur ki onlar 900 ile 1000 kişi arasında idiler. Bu takdire binâen onlar müslümanlann üç katı idiler. Bu tefsire binaen «Bunlar onları açıkça iki misli görüyorlardı» söz müşkil oluyor. Fakat İbn Cerir şöyle bir tevil getiriyor:

Sen, yanında bin dirhem olduğu halde «Ben onun iki misline muh­tacım» dersin, oysa hakikatta üç bin dirheme muhtaçsın. Yani üç bi­nin yerine binin iki misli kullanılabilir, diyor. îbn Cerİr'in bu tevili­ne binaen işkal ortadan kalkıyor. Fakat iki görüşün üzerine birden va-rid olan bir sual ortaya çıkıyor:

Âl-i îmran süresindeki bu âyet ile Enfal süresindeki «karşı karşı­ya geldiğinizde Allah olacağı olan işi gerçekleştirmek için onları göz­lerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ve işler Allah'a döndürülür.» (Enfal, 44). Âyetinin arasında nasıl cem'i yapı­lacaktır. Cevab şudur:

Âü-îmran sûresinde belirtilen durum ayrı bir durumdur. Enfal sûresinde belirtilen durum da başka bir zamanda olan ayrı bir durum­dur. Nitekim Es Suddi Tayyibi'den, o îbn Abbas'tan rivayet ederler:

Âl-i îmran süresindeki hâdise Bedr gününde oldu.

Abdullah bin Mesud:

Biz müşriklere baktık, gözümüzde zaif olduklarını gördük. Sonra onlara baktık, bizden çok fazla görünmüyorlardı. Ancak bir tek kişi fazla vardı. Bu «karşı karşıya geldiğinizde Allah olacağı olan işi ger­çekleştirmek için onları gözlerinizde az gösteriyor. Sizi de onların göz­lerinde azaltıyordu» âyetinin mânâsıdır.

Ebu îshak, Abdullah bin Mesud tarikıyla rivayet ediyor: Onlar bizim gözümüzde azaldılar. Hatta yanımdaki bir kişiye: «Onları yetmiş kişi olarak mı görüyorsun?» diye sordum.

O da:

«Onları yüz kişi görüyorum» diye cevab verdi. Onlardan bir kişiyi esir tutup sorduk:

«Siz kaç kişisiniz?»

«Biz bin kişiyiz» dedi. Her gurup diğerini gördüklerinde müslü-manlar müşrikleri iki misilleri olarak gördüler. Ta ki Allah'a tevekkül etsinler, Allah'a yönelsinler ve Allah'ın yardımını taleb etsinler. Müş­rikler de müminleri öyle gördüler. Ta ki onların kalbinde korku oluş­sun. Sonra harp safı tutulduğunda ve birbirlerinin içerisine girildiğin­de Cenab-ı Hak müşrikleri müslümanlann gözünde azalttı. Müslü­manları da müşriklerin gözünde azalttı. Ta ki btri diğerine hücum et­sin. Ta ki olacak olan iş gerçekleşmiş olsun. Hak batıldan ayrılsın, tman kelimesi küfür ve tuğyan kelimesine galib gelsin. Müminler aziz olsun, kâfirler zelil olsun. Nitekim Cenab-ı Hak buyurmuştur:

«Andolsun Allah size Bedir'de yardım etti. Siz ise zaif idiniz.» (Âli-îmran: 123),

Bu âyetin devamında ise Cenab-ı Hak:

«Allah yardımı ile dilediğini teyid eder. Bunda basiret sahihleri için ibret vardır» buyurdu. Yani basireti açık olan bundan ibret alır. Anlayışı açık olan bundan anlıyor ki Cenab-ı Hak hakimi mutlaktır.

İstediğini yapar. Onun kaderi ilahisi cari olur. Hiçbir engel ile karşı­laşmaz.

 (14) Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma (güzel) atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan şehvet tutkusu insanlar için süslendirilip çekici kılındı...»

Bu âyetin tefsirinde seleften gelen eserler:

Cenab-ı Hak bu âyeti celîlede dünya hayatında insanlara süslü gösterilen kadınlar ve oğullar gibi lezzetlerin çeşitlerini zikretmekte­dir. Kadınlarla başlıyor. Çünkü onlardan gelen fitne daha şediddir. Nitekim Sahihte varid olmuştur:

«Kendimden sonra erkeklere kadınlardan daha şiddetli bir fitneyi bırakmadım.»

Kadınlarla evlenmekten maksat iffetli olmak, çoluk, çocuğa sahib olmak ise matlub ve merğubtur. Nitekim evlenmeyi, bolca çocuk elde et­meye dair teşvik ve terğib eden çok hadisler vârid olmuştur. O hadis­lerde:

«Bu ümmetin en hayırlısı kadın yönünden en fazlaya sahib olanı­dır.»

«Dünya lezzet metaldir. Onun en hayırlı metaı da saliha bir kadın­dır. Saliha kadın o kadıddır ki, kocası kendisine baktığında kocasını sevindirir. Kocası kendisine emrettiğinde kocasına itaat eder. Kocası olmadığı zaman, nefsini ve kocasının malını korur. Kocasının hukuku­nu gözetir.»

«Bana dünyanızdan kadın, güzel koku sevdirildi. Gözümün aydın­lığı namazda kılındı» Duyuruldu.

Aişe validemiz ((Allah Resulünün katında, at müstesna kadından daha sevimli birşey yoktu» diyor. Başka bir rivayette «Allah Resulü­nün katında kadın müstesna attan daha sevimlisi yoktu» denmekte­dir.

Oğlanların sevilmesine gelince, bu bazan başkasına karşı böbür­lenme ve süs için oluyor. Bu âyetin zemmettiği kısma girmiş oluyor. Bazen de sadece Allah'a kulluk yapan ve Allah'a ortak koşmayan üm­meti Muhammed'in ve neslin çoğaltılması için oluyor. Bu ise, övülmüş bir durumdur. Nitekim hadiste Allah'ın Resulü:

«Sevilen ve doğuran kadınlarla evleniniz. Şüphesiz ki kıyamet gülünde diğer ümmetlere karşı sizin    çokluğunuzla iftihar ederim» bu hırmaktadır.

Mal sevgisine gelince, bu da bazan iftihar etmek, zaiflere karşı enginlik taslamak ve böbürlenmek için olur. Bu mezmumdur. Yeril-niştir. Bazan da Allah'a yaklaştırıcı yönlere infak etmek için silayı  ahm yapmak için, hayr ve taatlara sarfetmek için istenilir. Bu ise, jer'an övülmüş bir istektir. Tefsir âlimleri kıntak'ın ne kadar oldu-junda değişik görüşler belirtmişlerdir. Hulasa onun çok mal olduğun­la düğümlenmektedir. Nitekim Dahhak ve başka müfesirler böyle de­nişlerdir. Bazıları (1000) bin dinardır, bazıları (1200) binikiyüz, ba­sılan (12.000) onikibin dinar, bazıları (40.000) kırkbin, bazıları 60.000) altmışbin dinar, bazıları (70.000) yetmiş bin dinar, bazıları (80.000) seksen bin dinar demişlerdir. îmam Amed, Abdussamed'den, Hammad'dan, o Asım'dan, o Ebi Salih'ten, o Ebu Hureyre'den riva­yet etti. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Kintar (12.000) oniki bin evkiyedir. Her evkıye yer ile gök ara-sındakinden daha hayırlıdır.»

İbn Mace, bu hadisi Ebu Bekr bin Ebi Şeybe'den, o da Abdussa­med'den, o da Hammad'dan rivayet etti. tbn Cerir de, Bendar, İbn Mehdi, Hammad, Asim, Ebu Salih ve Ebu-Hureyre'den (mevkuf ola­rak) rivayet etmiştir. Bu, tıpkı Veki'ın tefsirinde Hammad'dan, Asım'-pan, Zekvan'dan, Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadis gibidir.

«Kintar (12.000) Evkiyedir. Evkiye yer ile gök arasında olandan Üaha hayırlıdır.» (Yani bir Evkiyeyi Allah için sarfetmek bundan da­ha hayırlıdır.)

Vekı'm senedi daha sıhhatlidir.

İbn Cerir, Muaz bin Cebel ve İbn Ömer'den de bu rivayeti yaptı. İbn Ebi Hatim, Ebu Hureyre ve Ebi Derda'dan rivayet ederek:

«Kintar 1200 evkıyedir.» dedi.

ibn Cerir bize Ubey bin Kâab tarikıyla Allah'ın Resûlü'nden riva­yet etti:

«Kintar (1200) Evkiyedir.»

İbn Kesir «Bu hadis, hadisi münkerdir» diyor. En geçerli ihtimal Ubey bin Kâab'm üzerinde mevkuf olmasıdır.

İbn Merduyeh, Ümmü Derda'dan, o da Ebu Derda'dan rivayet et­ti. Allah'ın Resulü buyurmuştur:

«Kim ki yüz âyet okursa gafillerden yazılmaz. Kim ki yüz âyetten bin âyete kadar okursa, sabahladığında Allah'ın katında onun bin Kin­tar ecri vardır. Bin Kintar ecir, büyük bir dağ mislidir.»

Hakim Müstedrek»inde, Ebu Abbas Muhammed bin Yakub tan­kıyla Enes ibn Malik'ten rivayet ediyor:

Allah'ın Resûlü'nden «kanatirun mukantara» ne demektir diye soruldu. Buyurdular:                                          .

«Kintar (2000) Evkiyedir.»

Bu hadis, Şeyheynin şartı üzerinde sıhhatlidir. Fakat Şeyheyn bunu rivayet etmemiştir diyor. Hakim.

îbn Ebi Hâtem başka bir lafızda aynı hadisi Ahmed bin Abdur-rahman Rukki tarikıyla Enes'ten rivayet etti. Allah'ın Resulü:

«Kintar bin dinardır.» buyurdu.

Tabarani Abdullah bin Muhammed bin Ebi Meryem'den, o da Ha­san Basri tarikıyla mursel veya mevkuf olarak:

«Kintar 1200 dinardır» diye rivayet etti.

El Uf i de, bunu İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Dahhak «Araplar­dan bazıları kintar (1200) dinardır, bazıları kintar (12.000) dinardım diyor» diye rivayet etti.

İbn Ebi Hatim, Harun'dan, Hammad'dan, Said el Harasî'den, Ebi Nedre'den, Ebi Said el Hudri'den rivayet etti:

«Kintar, bir öküz derisinin dolusu altın demektir.»

Ebu Muhammed, bu hadisi Muhammed bin Musa el Harası, Ham­mad bin Zeyd'den merfu olarak rivayet etmiş, fakat mevkuf olması daha sıhhatlidir. [10]

îbn Abbas (R.A.), «El-Musevvcme» ağzıyla otlayan at demektir, dedi.

Mücahid, İkrime, Said bin Cübeyr, Abdurrahman bin Abdullah bin Ebzi, Es Süddi - Errebi' bin Enes, Ebi Sina ve başkaları da böyle rivayet etmişlerdir.

Mekhul; «el-musevveme» alnında ve ayaklarında beyazlık olan at demektir, diyor. İmam Ahmed, Yahya bin Said tarikıyla Ebi Zer'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü:

«Hiçbir arabi at yoktur ki ona her fecirle beraber iki dua ile dua etmesi için izin verilmesin. O der:

— Ey Allah'ım! Beni-Ademden verdiğine beni verdin. Beni onun en sevimli malından kıl. Onu da bana yumuşak kıl. Veyahut ta beni ehlinin ve malının onun katında en sevimlisi kıl.» buyurdu.

Ayetteki «Enam» kelimesinin manası: deve, sığır ve koyunlardır. «Hars» kelimesi ekilip biçilmek için edinilen yer demektir. İmam Ah­med, Ruh bin İbade (veya, Ubbad) tarikıyla Suveyd bin Hubeyre'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Bir kişinin kendisi için en hayırlı malı serkeş olmayan kısrağı ile aşılanmış, sırt sırta vermiş ve bol meyve veren hurmalığıdır» buyurdu.

Îbn Cerir ve İbn Ebi Hatim Ebu Bekir bin Hafs bin Ömer bin Saad'dan rivayet etti:

«insanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığın­lar, yayıma salınmış güzel atlar, davarlar ve ekinlerden yana nefsin is­teklerine muhabbet süslenip bezendi» âyeti indiğinde Hz. Ömer:

«Ey Rabbimiz, şimdi mi onu süslendirdin bizim için?» dedi. Bunun üzerine:

 (15) Ey Habibim! De ki, size bunlardan daha hayırlısını haber ve­reyim nü?» âyeti celilesi sonuna kadar indi. Bunu dinleyen Ömer ağla­yıp: «Ey Rabbira! Sen onu kalblerde süslü kılmışsındır» dedi.

İbn Ebi Şeybe ve Abdullah bin Ahmed «Zevaid uz Zühd»de ve İbn Ebi Hatim Eslem'den rivayet ettiler:

Abdullah bin Erkam'ı gördüm. Hz. Ömer'e süs eşyası olarak bir kap ve gümüş getirdi. Hz. Ömer:

— Ey Allah'ım! Sen bu malı zikrettin ve dedin ki «İnsanlar için şehvetlerin sevgisi, kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yı­ğınlar, yayılıma salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden yana nefsin İs­teklerine muhabbet süslenip bezendi.» Ve yine dedin ki, «Elinize gel­meyen, elinizden fevt olan nesne için üzülmeyiniz. Size verilenden do­layı da sevinmeyiniz. Bizim gücümüz buna yetmiyor. Ancak bize süs­lenmiş bir şeyle sevinmek bizim tabii bir durumumuzdur. Ey Alah'ım! Bizi onu hakkıyle alıp infak edenlerden eyle. Onun şerrinden sana sı­ğınıyorum» dedi.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Hasan'dan rivayet ettiler: «Kim bunu insanların kalbine süslü göstermiş? Yaratandan daha fazla onu zemmeden bir kimse yok.» (Yani süslü gösteren yaratan de-

İbn Ebi Hatim, Hasan'dan:

Bunu süsleyen şeytandır.

îbn Cerir, Es Süddi'den rivayet eder:

«Allah (a gelince onun) katında «Hüsnü meab» vardır. Yani gü­zel dönüş yeri olan Cennet vardır.»

(15) «Ey Habibim! De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? O nefisleri imrendiren süslerden korunanlar için Rableri katında ağaçlan altından ırmaklar akan Cennetler var...»

Bu âyetin tefsirinde gelen eserler:

Abd bin Humeyd, îbn ul Munzir ve İbn Ebi Hâtem, Katade yoluy­la rivayet ettiler:

«Bize Hz. Ömer'in şöyle dua ettiği rivayet edildi: «Ey Babbim! Sen bize dünyayı süslü kıldın. Ve bize haber verdin ki, dünyadan sonraki hayat (ahiret) dünyadan daha hayırlıdır. O hal­de daha hayırlı ve daha baki planda bizim nasibimizi kıl.» îbn Kesir:

«Cennetin yanlarında ve ortasında bal, süt, şarabı hakiki ve sudan nehirler akıyor. Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen daha nice nimetler. İnsanlar orada ebediy-yen baki kalırlar. Oradan başka yere gitmek istemezler. Cennette kirden, habasetten, eziyetten, hayzdan ve nifastan tertemiz olan eşler var... Dünya kadınlarında beliren her türlü kirden uzak eşlerdir onlar...

Bir de Allah'ın rızası vardır. Allah ebediyyen onlardan kızmaz. Bunun için Cenab-ı Hak, Tevbe sûresinde «Allah'tan gelen nza daha yüce ve daha büyüktüm buyurur. Yani onlara verilen ebedî nimetlerin hepsinden daha üstün budur. «Allah kullarını görücüdür. Herkese ne­ye müstahaksa onu verir» diyor. [11]

 

Meal

 

(16) O muttakiler ki: «Ey Rabbimiz! Muhakkak ki, biz iman et­tik. Bizim için günâhlarımızı bağışla. Ve bizi ateşin azabından koru.» derler.

(17) Sabreden, doğru olan, ibadette daimi olan, (Allah yolunda) sarfeden ve seherlerde bağışlanma diliyen kimselerdir.

(18) Allah, melekler ve ilim sahihleri şahidlik ederler ki, Allah'-dan başka adaletle (hükmünde) kaim olan ilâh yoktur. Allah1 dan baş­ka ilâh yoktur. Her şeye gücü yeten Aziz ve Hakimdir.

Şüphesiz ki, Allah katında din tslâmdır. Kitab ehli kendi­lerine ilim geldikten sonra aralarındaki hasetten ötürü ihtilâfa düştü­ler. Kim ki, Allah'ın Âyetlerini inkâr ederse (bilsin ki) şüphesiz ki, Allah hesabı çabuk görür.

(20) (Ey Hâbibün!) Seninle tartışırlarsa, de ki:    «Ben kendimi Allah'a verdim ve bana tabî olanlar da..» Kitabehline ve Kitapsızlara, «Siz de (benim Müslüman olduğum gibi) Müslüman oldunuz mu?» de. Eğer Müslüman olurlarsa kesinlikle hidayete ermişlerdir. Eğer yüzleri­ni çevirirlerse, sana sadece ve sadece bolca tebliğ etmek düşer. Allah kullarını görücüdür.

(21) Şüphesiz ki, Allah'ın Âyetlerini inkâr edenler, haksız olarak Peygamberleri öldürenler ve  (insanlardan)  adaleti emredenleri öldü­renler (var ya onlar için) elem verici bir azabı müjdele.

(22 İşte onlar, hem dünyada hem âhirette amelleri yanan kim-selerdir. Onlar için yardımcılar da yoktur. [12]

 

Tefsir

 

(16) Sabır, doğruluk, ciddi ibâdet, Allah için infak etmek ve seher va­kitlerinde Allah'a yalvarmak sıfatları, gerçek yolcunun makamıdır. yolcunun Allah ile olan muamelesi ya tevessül ya da istektir. Teves­sül, nefsi kötülüklerden alıkoymak ve iyilikleri yapmaya zorlamak gi­bi ya nefisledir veya bedenledir.

Nefis ile olanı sabır sıfatını kapsıyor. Bedenle olan, doğruluk gibi ya sözledir, ciddi ibadet gibi ya özledir. Veya tevessül Allah yolunda harcamak gibi malla olur. İstek ise, af talebi iledir. Çünkü affı talep etmek isteklerin en büyüğüdür. Belki de isteklerin derleyicisidir. Ce-nab-ı Hakk'ın seher vaktini özel olarak zikir etmesinin nedeni şudur: Dualar o zamanda kabule daha yakındır. Çünkü ibadet o anda daha zor nefis daha durulaşmış iç âlem daha derli topludur. Hele ibadete dalanlar için...

Denildi ki, gerçek yolcular seher zamanı namaz kıldıktan sonra af talebinde bulunurlar sonra da dua ederlerdi..

(18) «Allah melekler ve ilmi sahipleri adalet ile kaim olan Allah'dan başka ilâh olmadığına şahitlik ettiler.»

Bu Âyeti Celîle, ilim sahiplerinin faziletini sergiler. Onlar Öyle bir yüce makama varmışlar ki, Allah onların şahitliğine kıymet veriyor.

Allah'ın şahitliği birliğine delâlet eden delilleri koymak ve birliği­ni haykıran Âyetleri indirmekledir. Meleklerin şahitliği, ikrarladır. Âlimlerin şahitliği ise, bu delillere inanmak ve İnkarcılara karşı onla­rı kullanmakladır. Allah'ın adaletle kaim olması, taksimatında ve hük­münde adaletsizliğin bulunmaması demektir. «kaimen» kelimesi ter­kibinde Allah lâfzına hal düşmektedir veya huve zamirinin halidir. Muhtemel ki, Âyetin manâsı «Adaletle payidar olanı överim» demek olsun. Veya «Kaimen» kelimesi «L» dan sonra gelen «İlah» kelimesi­nin sıfatıdır. Yani Allah'dan başka adaletle kaim olan ilâh yoktur de­mek oluyor. Bâtıl ve beşerin kafalarından çıkan bâtıl mabutlar ise pek çoktur.

«Gerçekten Allah katında din tslâmdır.»

Bu cümle, müstakil ve kendisinden önceki cümleyi destekleyici bir cümledir. Yani Allah'ın katında İslâmdan başka makbul sayılacak herhangi bir din mevcut değildir. İslâm dini, Allah'ın tevhidine inan­mak ve Muhammed'in getirdiği sistemle amel etmektir.

«din» kelimesinin tarifi çeşitli şekillerde yapılmıştır. En güzeli, «Beşeriyeti ebedi saadete doğru sevk edip götüren ilâhi nizamdır.» şek­lindeki tarifdir. Yahudi ve Hıristiyanlar veya daha önce gelen kitapla­ra İnananlar gerçeği bildikten sonra kıskanarak ve baş olma hevesine kapılarak İslâm dini hakkında ihtilâfa düştüler. Bir gurup, İslâm dini haktır dedi. Başka bir gurup, sadece Arapların dinidir, dedi. Başka bir gurup da kökünü inkar etti. Diğer bir gurup ise tevhid fikrine karşı çıktı. Böylece Hıristiyanlar «teslis» (üçleme) akidesine kaydılar. Ya­hudiler «Üzeyir Allah'ın oğludur!» diye sapıttılar.

Bazı tefsirciler bu ihtilâfa düşenler Musa (A.S.)'dan sonra onun ümmetidir dediler. Bâzıları Hıristiyanlardır, İsa (A.S.) hakkında ihti­lâf ettiler, dedi. Fakat Âyetin genel akışına en uygun tefsir birinci tef­sirdir. Zira onunla İslâm dininin gerçekçiliği savunulmaktadır.

(20) «Eğer din hususunda seninle cedelleşirlerse, de ki: Kendimi Al­lah'a teslim ettim ve bana tabi olanları da!...»

Bu Âyeti Celîle Resûlüllah'a tabî olanların imanlarının kuvvetli-liğini, sarsılmazlığını getirmekle beraber onlara danışmadan Peygam­berin direkt onlar namına söz verecek kadar onlara güvendiğini de açıklamaktadır. Dolayısı ile ashabın yüceliklerini de özellikle ve baş­ta olmak üzere ilân etmektedir.

Bir insan düşün ki, Peygamber onun namına söz veriyor. Hatta Allah, Peygamberine onun namına söz ver diyor. Bunun yüceliği bizim terazimiz ile tartılabilir mi? Bizi teselli eden nokta, bizim de Resûlül­lah'a tabî olanlar kervanında bir yolcu olmaklığımızdır!

«Eğer onlar yüz çevirirlerse, sana düşen ancak yorulmadan tebliğ etmektir!...»

Bu Âyet, Resûlüllah'ın vazifesini tayin eden Âyetler cümlesinden-dir. Peygamberin illa îmana getirtecektir, illa hidayet ettirecektir diye bir vazifesi yoktur.

 (21) «Allah'ın Âyetlerini inkâr edenler, haksız olarak Peygamberleri ve adaleti emreden insanları öldürenlere, elem verici azabı müjde ver.»

Bunlardan maksad, Resûlüllah'ın döneminde yaşayan kitap ehli­dir. Her ne kadar kendileri Peygamberleri öldürmemişlerse de, daha önce Peygamberleri ve Peygamberlerin tebâlarını öldüren abâ ve ec­datlarının yaptıklarına razı olup katıldıkları, Resûlüllah'ı ve Mü'min-leri öldürmek niyetinde oldukları için sanki öldürmüşler gibi gösteril-diler. Fakat Allah Mü'minleri korur. [13]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (16) O takva sahihleri ki onlar:  Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki biz iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru, derler.

(17) Sabredenler, doğru olanlar, gönülden boyun eğenler, intak edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenler (onlardır..)»

Bu âyetlerle ilgili olarak seleften gelen eserler: Abd bin Humeyd Katade den rivayet eder:

— sabîrûn, Allah'ın taatl üzerinde sabredip onun haramların­dan sakman kimselerdir. sadîkun, niyetleri fiillerine uygun düşen­lerdir, kalbleri ve dilleri dosdoğru olanlardır. Hem gizlide, hem açıkta doğruluktan ayrılmayanlardır. kanîtun, Allah'a itaat eden kullardır. Seherlerde istiğfar edenler ise namaz ehlidirler.»

Ibn Ebi Hatim Said bin Cübeyr'den:

«Sabredenlerden maksat, Allah'ın emrine karşı sabredenlerdir. Sa­dıklardan maksat, imanlarında doğruluk gösterenlerdir. Kanitinden maksat, Allah'a itaat eden kullarıdır. Mallarını infak edenlerden mak­sat, mallarını Allah hakkında sarfedenlerdir. Seherlerde tevbe ve istiğ­far edenlerden maksat, namaz kılanlardır» dedi.

îbn Ebi Şeybe ve îbn Ebi Hatim, Zeyd bin Eslem'den rivayet eder­ler:

«Seherlerde istiğfar talebinde bulunanlar, sabah hamazlannda-ha-zır bulunanlardır.»

îbn Cerir ve İbn ul Munzir ve îbn Ebi Hatim, İbn Ömer'den riva­yet ederler:

îbn Ömer geceleyin kalkıp namaz kılıyordu. Sonra: «Ey Nafi! Biz seher vaktine girdik mi?» diye soruyor, kölesi: «Hayır» diyordu. O zaman tekraren namaza dönüyordu. Ne zaman kölesi «Evet, biz seher vaktine girdik» dese oturuyor, Allah'tan af ta­lebinde bulunuyor, sabaha kadar dua ediyordu.»

tbn Cerir ve İbn Merduyeh, Enes bin Malik'ten rivayet ederler: Allah'ın Resulü bize emretti ki seher vaktinde yetmiş defa af ta­lebinde bulunalım.

tbn Cerir, Cafer bin Muhammed'den rivayet eder: Kim ki, geceleyin namaz kıldıktan sonra gecenin sonunda yetmiş dela af talebinde bulunursa, o, Mustağfirinlerden yazılmış olur.»

tbn Ebi Şeybe ve Ahmed «Ez-Zühd»de Ebu Said el Hudri'den ri­vayet ettiler:

Kulağımıza geldiğine göre Davud (A.S.) Cebrail.den sordu:

«Ey Cebrail! Gecenin hangi cüz'ü daha üstündür?»

Cebrail:

«Ey Davud! Bilmem. Ancak Allah'ın Arşı seher zamanında kıpır danır» dedi. (Dikkat hadis muteşabihdir).

îbn Cerir, Veki'den o da Ubey'den, o da Hureys bin Ebi Metar'dan, o da İbrahim bin Hatib'tan o da babasından rivayet etti: Seher zamanı camiin bir köşesinde oturmuş: «Ey Rabbim! Bana emrettin. Sana itaat ettim. îşte bu seherdir, beni affet.» diye yalvaran bir kişiyi dinledim. Baktım ki, îbn Mesut'­tur.»

 (18) Allah, Allah'ın melekleri ve adaleti yerine getiren alimler Allah'tan başka; mabud olmadığına şahitlik etmişlerdir. Ondan başka mabud yoktur. O güçlüdür, hakimdir...»

Bu ayet hakkında seleften gelen eserler:

îbn Seni «Amelul Yevmi Velleyli» adlı eserinde, Hz. Ali'den riva­yet ettiler:

Allah'ın Resulü, Fatiha sûresi, Ayetel kürsi ve Al-i İmran'dan, bi­risi bu, ikincisi de «Ey Habibim! De ki, ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Di­lediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin. Hayr yalnız senin elin­dedir. Muhakkak ki sen herşeye kadirsin. Geceyi gündüze sokarsın. Ve gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarırsın. Dile­diğine de sayısız nzık verirsin» âyeti olmak üzere iki âyet, Allah'ın ar­şına asılıdırlar. Bunlarla Allah arasında perde yok. Bunlar, «Ey Rabbî-miz! Bizi yerine indirip Sana isyan edecek kullarına gönderiyorsun». Cenab-ı Hak «Ben yemin etmişim, kim ki sizi namazdan, yani farz na­mazdan sonra okursa, ona cenneti mekân edeceğim. Küfür müstesna, ameli ne olursa olsun. Onu Firdevsin ta ortasında yerleştireceğim. Her-gün ona yetmiş defa bakacağım, en azı affetmek olmak şartiyle her gün onun yetmiş ihtiyacını yerine getireceğim. Onu düşmanımdan ko­rur ve ona düşmanıma karşı yardım edeceğim.»

Deylemi «Müsned ul Firdevs»te Ebu Eyyub El Ensari'den (merfu olarak) rivayet etmiştir;

«Fatiha sûresi, Ayetelkürsi, Şehidellah ve KuliUahümme malikel Mülk âyetleri indirilmek istenildiği zaman, Arşa asılı bulunuyorlardı:

«Ey Babbimiz! Bizi sana isyanla amel eden bir kavme gönderiyor­sun» dediler. Cenab-ı Hak: «tzzet ve celâlime, mekânım (Manevi mertebe kastediliyor) yüceligine yemın-u-kasem ederim ki, farz namazın arkasında sizi okuyan

herhangi bir kulumu ne kadar günahı olursa olsun içinde bulunduğu günâhlardan affedeceğim. Onu Firdevs cennetinde yerleştireceğim. Hergün ona yetmiş defa bakacağım ve onun yetmiş ihtiyacını yerine getireceğim ki, bunların en azı mağfirettir.»

îmam Ahmed, Tabarani ve îbnu Seni, Zubeyr bin Avvam'dan ri­vayet ederler:

Resûlüllah'ın Arefe'de olduğu bir devirde bu âyeti «aziz ve hakim»     | kelimelerine kadar okuduğunu işittim ve «Ben de bunun üzerine şahit­lik edenlerdenim, ey Rabbim» dediğini dinledim.»

İbn Adiyy ve Tabarani «Evset» de, Beyhaki «Şuab ul İman»da Ha-tib «Tarih»inde, îbn Necar, Galib el Kattan'dan rivayet ettiler:

Ticaret maksadıyla Kûfe'ye vardım. A'meş'in yakınına indim. Bir gece yanında kalmak istedim. A'meş kalktı, teheccüd namazını kıl­dıktan sonra bu âyeti okudu:

«Allah'ın şahitlik ettiği konuya ben de şahitlik ederim. Ve bu şa­hitliğimi Allah'ın katına emanet olarak bırakırım. Bu benim Allah ka­tındaki emanetim d ir.»  (Bu kelimeyi bir kaç defa söyledi).

Ben dedim ki, mutlaka A'meş bu hususta birşeyler dinlemiştir. On­dan bu hususu sordum. Bana dedi ki:

Bana Ebu Vail ona Abdullah haber verdi:

Allah'ın Resulü buyurdu:

«Bu şahitliğin sahibi kıyamet gününde getirilir. Allah:

«Benîm kulum bana bir emanet vermiştir. Ben ahdini yerine ge­tirenlerin hepsinden daha müstahakım ki ahdimi yerine getireyim. Kulumu cennete götürün» buyurdu.

 (19) Şüphesiz ki din Allah katında tslâmdır. Kendilerine kitab verilen, hakikati bildikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı İslâm dini hakkında ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki, Allah onun cezasını vermekte çok çabuk hesab görücü­dür...»

Bu âyetin tefsiri hakkında gelen eserler: Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «İslâm, Allah'tan başka mabud olmadığına   tanıklık yapmak, Al­lah katından Peygamberin getirmiş   olduğunun hepsini ikrar etmek­tir, İslâm, Cenab-ı Hakkın zatı için koyduğu bir dindir. Onunla Pey­gamberlerini göndermiş, velilerini ona muttali kılmış, ondan başkasını kabul etmez. Ancak ona karşı mükâfat verir.»

îbn Ebi Hatim, Dahhak'tan bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: «Hiçbir Peygamber fslâmdan başka bir dinle gönderilmedi.»

Abd bin Humeyd ve îbn Ul Munzir, Said bin Cübeyr'den rivayet etti.

Kabe'nin etrafında 360 put dikiliydi. Arap kabilelerinden her birisinin bir veya iki putu vardî. Cenab-ı Hak «Allah, melekleri ve adaleti yerine getiren âlimler, ondan başka mabud olmadığına şahitlik etmiş­lerdir» âyetini indirdi. Bu âyet, indiği zaman bütün putlar Kabe'ye secde edercesine yüzüstü düştüler.

Kendilerine ilim geldikten sonra ihtilafa düşenlerin, İsrailoğullan olduğunu îbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor.

İbn Cerir, Ebu'l-Âliye'den:

Onlar dünyayı taleb etmek için, dünya mülkünü edinmek ve sal­tanatım elde etmek için ilim kendilerine geldikten sonra ihtilâfa düş­tüler. Bir kısmı diğerini dünya için öldürmeye başladı. Halbuki daha önce insanların alimleri (ve öncüleri) idiler...»

İbn Cerir Rebi'den rivayet ediyor:

Mûsâ (A.S.) ölüme hazırlandığı zaman, îsrailoğullannm âlimle­rinden yetmiş kişiyi huzuruna çağırdı. Tevrat'ı onlara tevdi etti ve on­ları Tevrat'ın üzerinde emin kıldı. Bunlardan her bir alîm, Tevrat'ın bir parçasının emini idi. Musa, halife olarak Nun oğlu Yuşa (A.S.)'mı seçti. Birinci, ikinci ve üçüncü asırlar Musa'nın (A.S.) ölümü üzerinden geçtikten sonra aralarına ayrılık düştü. Oysa onlar o yetmiş âlimin ilim okumuş evlâtlarından idiler. Aralarında kanlar akıtıldı. Şer ve ihtilâf girdi. Bütün bunlara sebeb olan aralarındaki bilginlerdi. Fit­ne onlardan geliyordu. O bilginler dünyayı ve saltanatı elde etmek, ha­zinelere ve dünya muzahrafatma sahib olmak için böyle yapıyorlardı. Ve bunun cezası olarak, Allah onların üzerine Cebabireyi, (dünyanın diktatörlerini, zalimlerini) musallat kıldı.

İbn Cerir, Muhammed bin Cafer bin Zubeyr'den rivayet etti: İhtilâfa düşen kitab ehlinden maksat, Hristiyanlardır. «Sana ge­len ilim onlara geldikten sonra ihtilâfa düştüler.»Yani onlar daf «Al­lah'ın ortaksız olduğunu bildikten sonra  ihtilâfa düşüp Allah'a şirk koştular.»

«Allah, onun cezasını vermekte çok çabuk hesab görücüdür» âyeti hakkında İbn Cerir'in Mücahid'den gelen rivayetinde:

«Onların yaptıklarını saymakta çok seridir.» deniliyor,

(20) (Ey Habibim!) Eğer seninle  tartışmaya girişirlerse  'Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a verdim' de...»

Peygamberle tartışmaya girişenlerin Yahudi ve hristiyanlar oldu­ğunu İbn Ebi Hatim, Hasan'dan rivayet ediyor.

Onların Yahudi ve Hristiyan olduklarını, «Din ancak Yahudilik veya Hıristiyanlıktır» dediklerinde Peygamberle tartıştıklarını İbn Cü-reyc rivayet ediyor.

«(Ey Muhammed!) De ki: Ben, kendimi bana bağlı olanlarla bir­likte Allah'a teslim ettim.»

İbn Cüreyc, Muhammed bin Cafer bin Zübeyr'den rivayet etti: «Onlar getirdikleri batıl, «Biz yarattık, biz yaptık, biz kıldık, biz emrettik» gibi müteşabih âyetlerle ileri sürdükleri batıl sözlerdir. On­larla sana gelecekler. Şüphesiz ki, o, batıl bir sözdür. Onlar, bu terim ve tâbirlerdeki hakkı biliyorlar. Buna rağmen inkâra kalkışıyorlar. Sen de ki «Ben özümü Allah'a teslim ettim.» »

İbn Ebi Hâtûn Hasan'dan:

«Ben bana tâbi olanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim}) âyetinin mânâsı: «Sana tâbi olanlar da senin dediğin gibi desinler» de­mektir.

El Hakim, Beyz bin Hakim'den, o babasından, o da dedesinden ri­vayet etti: Allah Resûlü'ne geldim:

«Ey Allah'ın Peygamberi! Allah'ın veçhiyle, (zatiyle) sana yemin verdiriyor ve soruyorum: Babbimiz seni hangi vazifelerle vazifelendi­rerek göndermiştir?»

Cenab-ı Peygamber:

«Beni İslâm ile göndermiştir» dedi. Ben:

«Bunun alâmeti, (nişanesi nedir?» Cenab-ı Peygamber: «Bunun nişanesi, «Ben özümü Allah'a tesllim ettim ve Allah'tan başka herşeyden vaz geçtim» diyeceksin. Namazı kılacaksın. Zekâtı ve­receksin» devamla «Müslümanm herşeyisi diğer müslümana haramdır. Müslümanlar yardımlaşan iki kardeştirler. Allah, müslüman olduktan sonra şirk koşan herhangi bir müslümandan hiçbir amelini kabul et­mez. Meğer ki müşriklerden ayrılıp müslümanlara gelirse... Bana ne olu­yor ki, sizi kemerlerinizden tutup da ateşten uzaklaştırmaya çalışıyo­rum. Dikkat edilsin! Şüphesiz benim Rabbim beni çağıracaktır. Dikkat edilsin! Şüphesiz ki benim Rabbim benden «Sen kullarıma tebliğ ettin mi?» diye soracaktır. Şüphesiz ben: «Ey Rabbim! Onlara tebliğ ettim» diyeceğim. Şu anda hazır bulunanlarınız hazır bulunmayanlarınıza bunu tebliğ etsin. Sonra sizler ağızlarınız bez parçalarıyla veya süz­geçlerle bağlı olduğu halde çağrılacaksınız. Sonra herhangi birinizin ilk açıklama yapan uzvu ayaklarıyla elleri olacaktır...» dedi.

Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Bu, bizim dinimiz midir?»

Cenab-ı Peygamber:

«Bu, bizim dinimizdir. Sen nerde iyilik yaparsan sana kâfidir» dedi.

«Kendilerine kitab verilenlerle okur yazar olmayan müşriklere 'siz de İslâmı kabul ettiniz mi?' diye söyle...»

Bu âyetle ilgili eserler:

ibn Kesir bu âyetin tefsirinde şunları söylüyor:

Sonra Cenab-ı Hak, kulu ve Resulü Muhammed'e Allah'ın yoluna (ve dinine) insanları davet etmesini emretti. Onların Allah'ın dinine girmesini ve Allah'ın vazife olarak Muhammed'e verdiklerine inanma­larını onlara (iki kitabın ehline, Yahudi ve Hristiyanlara) bir de müş­riklerden olan ümmilere, söylemesini emretti. Ve âyeti celîle: «Onla­rın hesabı Allah'a aittir. Dönüşleri Allah'adır. Allah dilediğini hidayet eder, dilediğini saptırır. Eksiksiz ve noksansız hikmet Allah'ındır. Her-şeyi susturan delil Allah'ın yed-i kudretindedir,» dedi. Bu mânâyı «Al­lah kullarını görücüdür» cümlesi de te'kid etmektedir. Yani Cenab-ı Hak, kimin hidayete hak kazanmış olduğunu, (müstehak olduğunu) kimin hidayete hak kazanmamış olduğundan ayırd eder.

«Allah yaptığından sorulmaz. İnsanlar sorulur. Bu, Cenab-ı Hak­kın hikmet ve rahmetinden ileri geliyor. Bu âyeti celîle ve benzeri âyetler Resulü Ekremin Peygamberliğinin bütün beşeriyet için oldu­ğuna delâlet eden âyetlerin en açıklarıdır. Nitekim bu durum, Pey­gamberin dinini tetkik eden bir kimseye yüzde yüz görünmektedir. Ni­tekim kitab ve sünnet, birçok âyet ve hadislerle bu duruma parmak basmaktadır. Meselâ Resûlüllah'ın bütün insanlara Peygamber olarak gönderildiğini belirten bir âyet şudur:

«De ki: Ey İnsanlar! Şüphesiz ki ben hepinize birlikte gönderilen Allah'ın elçisiyim.»  (Araf: 158).

Başka bir âyet:

«Furkani kulu üzerine âlemlere korkutucu olsun diye indiren Al­lah ortaktan münezzehtir.» (Furkan: 1)

Gerek Müslim ve Buhari'de ve gerekse diğer sünnet kitablannda müteaddit vakıalarla tevatür derecesinde sabit olmuştur ki, Resulü Ekrem mektublannı ve elçilerini göndererek yeryüzündeki insanların bütün taifelerini Allah'ın dinine davet etmiştir. Ümmi Araplar, Acem­ler, ve kitab ehlinin hepsini Allah'ın dinine davet etmiştir. Bu da, Ce­nab-ı Hakkın Peygamberine vermiş olduğu emrini yerine getirmek içindir.

Abdurrezzak, Ma'merden, o Hammam'dan o Ebu Hureyre'den ri­vayet etti: Allah'ın Resulü buyurdu;

«Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim, İs­ter Yahudi olsun, ister Hıristiyan olsun şu ümmetten yani yeryü­zündeki insanlardan herhangi bir kimse benim Peygamberliğimi işitip bana indirilene iman etmeden ölürse, cehennem ehlinden olur.»

Hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Başka bir hadisde:

«Ben, kırmızı ve siyaha   yani Arab ve Acem  ırklarına Pey­gamber olarak gönderildim.»

Başka bir hadisde:

«Her Peygamber özellikle kavmine Peygamber olarak gönderiliyor­du. Fakat ben bütün insanlara Peygamber olarak gönderildim.» bu­yurdu.

İmam Ahmed, Muemmil'den, o Hammad'dan, o Sabit'ten, o Enes'-ten rivayet etti:

Yahudi bir genç Allah Resulünün abdest suyunu getiriyordu ve Peygambere nalinlerini veriyordu. O genç bir ara hastalandı. Allah'ın Resulü onu ziyaret etti. Bu esnada babası da yanıbaşında oturmakta idi. Allah'ın Resulü «Ey Falan» diye gencin ismini alarak hitab etti:

«De ki: Allah'tan başka mabud yok.» Genç bu teklifin karşısında kaldığında babasının yüzüne baktı. Babası susuyordu. Cenab-ı Peygam­ber bunu tekrarladı. Yine genç Babasına baktı. Babası gence «Ebul-Ka-sim'a _yani Hz. Muhammed'e   itaat et. Onun dediğini söyle »dedi. Genç: «Eşhedüenlâilâheillallahu ve enneke Resûlüllahi - Ben Allah'tan başka mabud olmadığına, senin de Allah'ın Peygamberi olduğuna şa­hitlik ederim» dedikten sonra Cenab-ı Peygamber onun yanından çıktı ve şunları söyledi:

«Hâmd o Allah'a olsun ki, benim vasıtamla bu genci ateşten kur­tardı.»

Hadisi Buhari sahihinde rivayet etmiştir. Bu türden daha nice âyet ve hadisler vardır. [14]

 (21) Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ve haksız olarak Peygam­berleri öldürenler ve insanlar arasında insaf ve adaleti emredenleri ezip yokedenler var ya! İşte onlan çok acıklı bir azab ile müjdele...»

Bu âyetle ilgili eserler:

Îbn-Cerir ve îbn Ebi Hatim Ebu Ubeyde Âmr bin Cerrah'tan riva­yet ediyorlar:

Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Kıyamet gününde insanların en şiddetli aza­ba duçar olanı hangisidir?»

Cenab-ı Peygamber:

«Bir Peygamberi öldüren veya marufu yasaklar, münkeri emreden kişidir» dedikten sonra bu âyeti «Onlar içüı yardımcılar yoktur.» cüm­lesine kadar okudu. Daha sonra:

«Ey Eba Ubeyde! İsrailoğullan günün başında ve bir saat zarfın­da (43) kırküç Peygamberi öldürdüler" Bunun üzerine abidlerinden, yüzyetmiş kişi İsrailoğullannı Allah'ın emrine davet ettiler. Emri bil marufu yapmalarını emredip nıünkerden onları alıkoymaya çalıştılar. Bu 170 kişinin tamamını aynı günün sonunda öldürdüler. İşte Cenab-ı Hakkın burada bahsettiği kimseler onlardır.»

Abdullah bin Mesut'tan gelen bir hadiste:

«israiloğullan günün başlangıcında (300) üçyüz Peygamber Öldürdüler. Aynı günün sonunda pazarlarını kurup    bakliyatlarım sattılar. Yani tinmadılar.»

Hadisi İbn Ebi Hatim rivayet etmiştir. İşte onlar böbürlenerek hakkı kabul etmediklerinden ve halkın üzerinde tafra sattıklarından ötürü Cenab-ı Hakk dünyada zillet ve ezikliği onlara verdi. Ahirette de onlara rezil edici azabı verecektir. Nitekim Cenab-ı Hak âyetin sonunda «Onlara elem verici bir azabla müjde ver» dedi. Başka bir âyette de:

«îşte onlar o kimselerdir ki dünya ve ahirette amelleri yan­mıştır. Onlara herhangi bir yönden yardımcılar da yoktur...» (Tevbe: 69). [15]

 

Meal

 

(23) Ey Habibim! Kendilerine Kitaptan bir nasib verilenleri gör­medin mi? Aralarında hükmetsin diye   Allah'ın Kitabına çağırılırlar. Sonra onlardan bir gurup dönmüşlerdir. Onlar, (âdetleri) döneklik olan bir kavimdir.

(24) Bu haktan dönüş onların «Ateş bize kesinlikle sayılı gün­lerden fazla değmeyecektir.» demelerindendir. Uydurdukları yalan on­ları dinlerinde aldatmıştır.

(25) Acaba geleceğinde şüphe olmayan günde   onları topladığı­mız ve kendilerine haksızlık yapılmayarak her nefse kazandığı eksiksiz verildiği zaman nasıl olacaktır?

(26) (Ey Habibim!) De ki:  «Ey mülkün sahibi olan Allah'ım, mülkü dilediğine verirsin. Mülkü dilediğinden çekip alırsın. Dilediğinin aziz kılarsın ve dilediğini zelil edersin. İyilik ancak senin elindedir. Ke sinlikle sen herşeye kadirsin,

(27) Geceyi gündüze ve gündüzü geceye geçirirsin. Diriyi ölüden ve ölüyü diriden çıkarırsın. Dilediğine hesapsız rızık verirsin.

(28) Sakın hâ Mü'minler Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edin­mesinler. Kim ki, böyle yaparsa, Allah katında onun hiçbir değeri yok­tur. Meğer onlardan kesinlikle sakmasınız. Allah sizi nefsinden (kah­rından) sakındırır, dönüş ancak Allah'adır.

(29) (Ey Habibim!) De ki: «içinizde olanı  gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir ve yine Allah göklerde ve yerlerde olanı bi­lir. Allah her şeye kadirdir.» [16]

 

Tefsir

 

(23) «Kendilerine Kitaptan bir nasip verilenleri görmez misin?...» Bu­rada sözü edilen Kitaptan maksat Tevrat'tır. Onları çağıran Hz. Mu-hammed'dir. Allah'ın Kitabından murad, Kur an veya Tevrat'tır. Zira Resûlüllah Yahudi medreselerine gidip bakarken Âmr oğlu Nüayim ve Zeyd oğlu El-Haris sordular: «Ey Muhammedi Sen hangi dinin üze­rindesin?» Resûlüllah: «İbrahim'in dini üzerindeyim!» deyince, ikisi Resûlüllah'a: «Şübhesiz ki, İbrahim Yahudi idi. (!)» dediler. Bunun üzerine Resûlüllah: «Öyle ise gelin Tevrat'a müracaat edelim ve onu aramızda hakem yapalım.» teklifinde bulundu.

Neden «Hayır senin elindedir!» denilmiştir de «Şer senin elinde­dir.» denilmemiştir? Çünkü bizzat yapılması istenen hayır'dır. şer ise, yapılması arazîdir. Zira kül'lü hayrı içermiyen hiçbir cüzi ŞER yoktur. Ya da hitapta edep gözetilmiştir. Veya buradaki bahsin konu­su hayırdır. Zira rivayet edildi ki, Resûlüllah Medine'nin etrafında hendek eştirmek istediğinde, ashabını onar onar gurublara bölüp her guruba kırk arşmlık yer verdi. Onu eşmelerini diledi. Ashab eşmeye başladılar. Hendekte büyük ve sert bir kaya çıktı. Kazma ve kürekler kıramaz oldular. Selman'i Resûlüllah'a gönderdiler. Haber verdi. Resû­lüllah gelip kazmayı aldı. Taşa bir darbe vurunca, taştan çakan şim­şekten Medine'yi kapsayan iki dağın arası apaydın oluverdi. Sanki karanlık gecenin içinde bir çıra parlıyordu. Peygamber tekbir getirdi. Ashab da beraberinde tekbir aldılar. Resûlüllah (S.A.V.) «Bu şimşek­ten bana tâ hire'nin köşkleri göründü. Sanki köpeklerin ön dişleri gibi idiler.» dedikten sonra ikinci darbeyi taşa indirdi. «Rum diyarının kır­mızı köşkleri bana göründü bu şimşekten!» dedikten sonra üçüncü dar­beyi vurdu. «Sana'nm köşkleri bana göründü.» dedikten sonra devam etti: «Cebrail bana haber verdi ki, ümmetim bütün buralara hâkim olacaktır. O halde müjdelenin!» dedi.

Bu hadiseden sonra münafıklar seferber olup şöyle propaganda yaptılar: «Ey Müslümanlar! Hayret etmiyor musunuz? Muhammet! si­ze boş ümid verip bâtıl vaidlerde bulunuyor. Tâ Yesrib'den hire'nin kasırlarını ve kisra'nın medain'ini gördüğünü ve onların sizin olacağını söylüyor. Halbuki, siz korkudan titriyorsunuz ve hendek açıyor­sunuz!..» Bunun akabinde de «Ey Allahım! Ey mülkün sahibi!...» âye­ti nazil oldu.

(26) «Şüphesiz sen her şeye kadirsin.» cümlesi ile şerrin de yed'i kud­retinde olduğuna işaret etti.

(27) «Geceyi gündüze gündüzü de geceye geçirirsin!..» Yani birisini di­ğerine sırayla girdirip devam ettirirsin veya sıra ile uzatıp eksiltirsin. Diriyi ölüden çıkartmak ve aksisi, hayvanları elementlerinden yarat­mak ve öldürmek veya hayvanı meni   damlasından, damlayı da hay­vandan yaratır demektir.

Bâzı tefsir âlimlerine göre, diriden maksat, Mü'min ölüden mak­sat kâfirdir. Yani Mü'mini kâfirden, kâfiri Mü'minden ayırır.

(28) «Sakın Mü'minler kâfirleri veli edinmesinler.» Âyeti Celîle, ister akrabalıktan olsun, ister cahiliyet devrinden kalan bir dostluktan ol­sun kâfirleri velî edinmenin yasak olduğunu ilân eder. Tâ ki, onlardan buğuz etmek de, sevmek de Allah için olsun. Muhtemel ki, savaşlarda ve diğer dünya işlerinde kâfirlerden yardım talep etmenin yasaklığını ilân eder.

«Kim ki, Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinirse onun için Al­lah'ın yardımı bahis konusu olamaz.» Zira Allah ile kâfir ters düşerler. Bir arada olmaları muhaldir. Meğer ki, kâfirler tarafından gelen kor­kunuzu bertaraf etmek maksadı ile olursa, o zaman ruhsat verilir. Ya­ni kâfirlere karşı takiyye (gizlenme) kullanmalıdır. Nitekim Hz. İsa'dan gelen bir rivayette «Daima orta ol ve kenarda yürü.» denilmiş­tir. [17]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

(23) «Kendilerine kitabtan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın kitabı hükmetsin diye davet edildiklerinde onlardan bir gurup yüz çeviriyordu. Onlar böyle hakikatlardan yüz çevirmeyi adet edinen­lerdir...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

İbn îshak ve İbn Cerir, îbn Abbas tarikıyla rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü «Beyt-ul-Midras» denilen hücreye girdi. Orada bu­lunan Yahudi cemaatini Allah'a davet etti. Resûlüllah'tan Numan bin Amr ve Hars bin Zeyd adlı Yahudiler sordular:

«Ey Muhammedi Sen hangi dinin üzerindesin?»

Resûlüllah:

«İbrahim'in milleti (dini) üzerindeyim» dedi. Onlar:

«Kesinlikle İbrahim Yahudi idi» dediler. Cenab-ı Peygamber on­lara:

«Öyleyse gelin sizinle Tevrat'a başvuralım. Tevrat bizimle sizin ara-nızda hakem olsun.»

Onlar Resûlüllah ile Tevrat'a başvurmaktan vazgeçtiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, «Onların uydurmakta oldukları yalanlar kendile­rini dinlerinde aldattı» cümlesine kadar âyetleri indirdi...

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Katade'den rivayet ettiler: «Kendilerine kitabtan bir pay verilenler» Yahudilerdir. Allah'ın ki­tabı aralarında hakemlik yapsın (Allah'ın Peygamberine îman etsin­ler) diye çağrıldılar. Oysa onlar, o Peygamberi yanlarında bulunan Tevrat'ta yazılı olarak görüyorlardı. Sonra onlar yüz çevirdikleri halde Peygambere veya kitaba sırt çevirdiler.

İbn Cerir İbn Cüreyc'ten rivayet etti:

«Kitab ehli, hak ve cezalar hususunda aralarında hükmetsin diye kitaba yani Tevrat'a çağrılıyorlardı. Peygamber de onlara İslâm'ı tel­kin ederek, onları İslâm'a davet ediyordu. Onlar ise bundan yüz çevi­ri   riyorlardı.»

(24) «Bu, onların 'ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmaya­caktır' demelerinden ileri geliyordu...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Abd bin Humeyd Mücahid'den rivayet etti:

Onlar, bu belli günlerden Adem'in (A.S.) içinde yaratılmış olduğu günleri kastediyorlar.

Onlar ateşte yedi gün azab çekeceklerini, her günün bin senenin yerine geçeceğini iddia ederler ve hakka muhalefet ederek, bu cüreti gösterip Allah'a iftira ederler.

«Onların bu iftiraları dinleri konusunda kendilerini yanılgıya dü­şürmüştür...»

Abd bin Humeyd ve Ibn ul Munzir bu âyetin yorumunda şöyle di-m   yorlar:

Onların «Biz Allah'ın oğullan ve dostlarıyız» demeleri onları aldat­mıştır.

Abd bin Humeyd ve îbn Cerir Mücahid'den: «Onların «Ateş ancak bizi belli günler yakalar» demeleri onları al­datmıştır» şeklinde rivayet ettiler.

Ibn Ebi-Hâtim, Sait bin Zübeyr'den:

(25) «Herkese hiç zulm edilmeyerek dünyada kazandığı tamamen öden­diği vakit halleri nasıl olacaktır?» âyetinin tefsirinde ister doğru olsun ister facir olsun, ameli ister hayrdan olsun ister serden olsun herkesin

amellerinin karşılığı kendilerine verilecek ve hiç kimse zulüm görme­yecektir.

(26) «De ki: Ey mülkün sahibi Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Dilediğini aziz kılarsın, dilediğini aiçaltır­sın. Hayr senin elindedir. Şüphesiz ki sen herşeye güç yetirensin...»

Bu âyet hakkında gelen yorumlar:

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Katade'den rivayet ediyorlar: Bize, Allah'ın Peygamberi rabbinden    fars ve rum mülkünü milletine vermesini diledi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indir­di denildi.

îbn ul Munzir Hasan Basri'den rivayet etti:

Cebrail (A.S.) Resûlüllah'a (S.A.V.) geldi:

«Ey Muhammedi Rabbinden iste, ve: Ey mülkün sahibi Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın» de dedi ve âyeti sonuna kadar okudu. Sonra tekrar Cebrail (A.S.) gelip:

  Ey Muhammed! Rabbinden iste. Ve:

— Ey Rabbim beni doğruluk yerine dahil et (âyetinin sonuna ka­dar) de dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber Rabbinden Rabbinin emriyle onları istedi ve Rabbi de ona verdi.

Tabarani Ibn Abbas'tan o da Resûlüllah'tan rivayet ediyor: «Allah'ın en yüce ismi o isimdir ki onunla Allah çağrıldığı zaman mutlaka icabet eder. O isim bu âyettedir. Al-i İmran sûresinin bu âye­tinde (îsmi-azam) vardır.

îbn Ebi Hatim, İbn Abbas tarikıyla rivayet etti:

Allah'ın îsmî-azamı:

«Ey mülkün sahibi Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve diledi­ğinden mülkü çekip alırsın. Dilediğini aziz, ve dilediğini aiçaltırsın. Hayr senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye kadirsin» âyetindedir.

İbn Ebi Dünya «Ed Dua» da Muaz İbn Cebel'den rivayet etti:

Resûlüllah'a boynumda bulunan bir borçtan dolayı şikâyette bu­lundum. Bana:

«Ey Muaz! İster misin senin borcun eda edilsin?»

— Evet, ya Resûlellah! İsterim,» dedim. Resûlüllah buyurdu:

«De ki:

Ey mülkün sahibi Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğin­den mülkü alırsın. Dilediğini aziz kılarsın ve dilediğini aiçaltırsın. Hayr senin elindedir ve gerçekten sen herşeye kadirsin. Dünya ve âhi-ret rahmanısın. Dünya ve âhiret rahimisin. Dünya ve âhirette diledi­ğini dilediğine verirsin. Onlarda dilediğini dilediğinden menedersin. Benim borcumu boynumdan kaldır. Ey Muaz! Eğer senin boynunda yeryüzü dolusu altın borç olursa Cenab-ı Hak, onun edasını kolaylaştı­rıp ihsan edecektir.»

Tabarani Muaz bin Cebel'den rivayet etti:

Cenab-ı Peygamber bir cuma günü Muaz'ı görmedi. Namazı kıldık­tan sonra Muaz'a geldi:

«Ey Muaz! Niçin seni görmedim?»

Muaz:

«Bir Yahudinin üzerimde altından bir vakıyye alacağı vardı. Sa­na gelmek üzere çıktım. Bana mani oldu.

Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber:

«Sana bir dua öğreteyim ki, onunla dua ettiğin   zaman eğer bir dağ kadar boynunda borç bulunsa dahi   Allah onu edâ edecektir. Ey Muaz, Allah'ı şöyle çağır:

Ey mülkün sahibi Allah'ım! Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğin­den mülkü çekip alırsın. Dilediğini aziz yaparsın ve dilediğini alçaltır-sın. Hayr senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin. Geceyi gün­düze bağlayıp katarsın. Gündüzü de geceye bağlayıp katarsın. Diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın. Sen dilediğine hesabsız rızık verirsin. Ey dünya ve âhiret rahmanı ve rahimi! Dünya ve âhi-retten dilediğine verirsin. Onları dilediğinden menedersin. Beni başkası­nın rahmetinden zengin kılacak derecede bana rahmet et ey Allahım! Beni fakirlikten zengin kıl. Borcumu eda et. Beni kullarının arasında ibadetinde ve yolundaki cihadda öldürt.»

İbn Ebi Hatim İbni Abbas'tan «Mülkten maksat, Peygamberliktir» diye rivayet etmiştir.

«Geceyi gündüze bağlayıp katarsın. Gündüzü de geceye bağlayıp katarsın. Diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın...»

Bu âyetin tefsirinde, Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh, İbn Mesud'tan rivayet ettiler:

«Kışı yazdan, yazı da kıştan alıyor. Diri olan kişiyi Ölü olan nutfe-(Meni) den, ölü olan nutfeyi de diri olan kişiden çıkarıyor.»

Said bin Mansur ve İbn ul Munzir'in İbn Mesud'tan rivayet ettik­lerine göre, kış günlerinden alıp kışın gecelerine katıyor, yaz gecele­rinden alıp yazın günlerine katıyor.

İbn Abbas'tan İbn Ebi Hatim ve İbn Cerir ve Abd bin Humeyd şunları rivayet ederler:

«Geceden eksiltilen zaman, gündüze katılır. Gündüzden eksiltilen zaman da, geceye katılır.»

İbn Cerir Es Süddi tarikıyla rivayet ediyor:

«Gündüzü geceye katıyor. Gece onbeş saat oluyor, gündüz dokuz saat kalıyor. Geceyigündüze katıyor, gündüz onbeş saat oluyor, gece dokuz saat kalıyor.»

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Mücahid tarikıyla rivayet ederler: «Diriyi ölüden, ölüyü diriden çıkarmanın manâsı, diri olan insanlan ölü nutfelerden, ölü olan nutfeleri de diri olan insanlardan, diğer hayvanlardan ve bitkilerden çıkarır!...»

İkrime tarikıyla Ebu Şeyh'in rivayet ettiğine göre; dirinin ölüden çıkması, yumurtanın diri hayvandan çıkması demektir. Zira o, ölüdür. Sonra o yumurtadan diri ve canlı bir hayvan çıkıyor. İbn Cerir, İkri-me'den bu âyetin tefsirinde «Hurmayı çekirdekten ve çekirdeği hur­madan, taneyi başaktan, başağı taneden çıkarır.» şeklinde tefsir ettiği­ni rivayet ediyor.

İbn Cerir ve Ebu Şeyh'in Hasan'dan rivayet ettiklerine göre diri­den maksat, mümindir, kâfirden çıkıyor. Ölüden maksat, Kâfirdir, mü'-minden çıkıyor. Mü'min kalbi diri olan bir kuldur. Kâfir kalbi ölü olan bir kuldur.»

Seymen'den gelen bir hadisi Said bin Mansur ve îbn Cerir şöyle ri­vayet ederler:

İbn Merduyeh'in Ebi Osman En-Nehdi tarikıyla Selmani Farisi'­den rivayet ettiği bir eserde Allah'ın Resulü:

«Allah (C.C.) Adem'i (A.S.) yarattığı zaman onun zürriyetini çı­karttı. Sağ eliyle bir avuç avuçladı. İşte bunlar cennet ehlidir ve ben perva etmem (yani bunu açıkça söylerim) buyurdu. Diğer eliyle bir avuç avuçladı. Ona her düşük, zaif ve çirkin geldi. İşte bunlar da ateş ehlidirler ve ben pervaetmem buyurdu. Bundan sonra bazısını diğerine karıştırdı. Böylece kâfiri müminden, mümini kâfirden çıkardı. İşte bu âyeti celîlenin tefsiri budur, dedi.

îbn Cerir Muhammed bin Cafer bin Zübeyr'den rivayet etti: «Geceyi gündüze katarsın, gündüzü geceye katarsın, diriyi ölüden, Ölüyü diriden çıkarırsın. Bu kudretinle mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden çekip alırsın. Ve dilediğine hesapsız nnk verirsin. Buna senden başkasının gücü yetmez. Ancak sen yaparsın.» Sanki Cenab-ı Hak, bu âyette «İsa'yı (A.S.) mucize olarak ölüleri diirltmek, hastalan şifaya kavuşturmak, çamurdan kuş yapmak, gaibten haber vermek gi­bi bazı şeylere musallat kıldım. Her şeye değil diyor», çünkü Hristiyan-lar bunlara bakarak «İsa mabuddur» demişlerdi.

 Bunları, Peygamber olduğunda mucize olsun ve halk onu Peygam­berlik davasında tastik etsinler diye verdim. Ama benim saltanat ve kudretimde öyle şeyler vardır ki, onları İsa'ya vermemişimdir. Meselâ: mülki, dilediğime vermek, Peygamberliği dilediğim kimseye vermek. Geceyi gündüze, gündüzü geceye katmak, diriyi ölüden, ölüyü diriden çıkarmak, ister doğru olsun ister facir dilediğim kuluma hesabsız nzık vermek. Bütün bunlar îsa'mn gücünde ve takatında yoktur. Hem böy­le bir yetkiyi de İsa'ya vermedim. Acaba onlar bunu düşünüp de ibret almazlar mı? Bu onlar için bir delil olmaz mı? Eğer İsa ilâh olsaydı bütün bunları yapması gerekirdi. Oysa İsâ onların kanaatına göre krallardan kaçıyor, diktatörlerin elinden kurtulmak için bir memleke­ti terkedip, öbür memlekete intikal ediyordu.

(28) «Sakın müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, onun Allah'la alâkası kesilmiş olur. Meğer ki kâfirler­den sakıtlasınız. Allah sizi zatından sakındırıyor. Dönüş ancak Allah'a­dır...»

Bu âyetin tefsirinde seleften gelenler:

îbn îshak, İbn Cerir ve îbn Bbi Hatim İbn Abbas'tan rivayet et­tiler:

Haccac bin Amr, Kaab bin Eşrefin anlaşmalısı idi. îbn Ebi Ha-kıyk ve Kays bin Zeyd adlı Yahudilerle beraber Ensardan müslüman olan bazı kişilerle içli - dışlı bir muhabbet kurdular ki, onları dinlerin­den çevirsinler. Bu manzarayı gören Rifaa bin Munzir, ve Abdullah bin Cübeyr ve Saad bin Haysem'e o, müslüman Ensarlüara:

«Şu Yahudilerden sakınınız. Onların içli-dışlı dostluklarından ha-2er ediniz. Sakın sizi dininiz hususunda fitnelendirmesinlem dediler.

Fakat o Ensarlı zatlar bu nasihati dinlemediler. Bunun üzerine Ce-nab-ı Hak bu âyeti celîleyi «Allah herşeye kadirdir» cümlesine kadar indirdi.

İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Ali tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet edi­yorlar;

Cenab-ı Hak bu âyette kâfirlerle mulatefe etmeyi, müminleri bıra­kıp onları içli dışlı dost edinmeyi müminler için yasaklıyor. Ancak kâ­firler galibseler o zaman müminler onlara lütufkâr davrandıklarını belirtecekler, fakat dinde onlara muhalefet edeceklerdir. Nitekim «Me­ğer ki kâfirlerden sakınasıruz» cümlesi bunu ifade eder.

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim Süddi'den rivayet ediyorlar: «Kim ki müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirse, onun Allah'la alâkası kesilmiş olur» cümlesinin manası «Allah ondan teberri etmiş­tir» demektir. [18]

 

İslâmda Takıyye

 

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, El Ufi tankıyla îbn Abbas'tan: «Takıyye dille olur. Kim ki bir işi yapmaya zorlanırsa, dil ile onu konuşur, tehdid edenin tehdidinden sakınır. Fakat kalbi îman ile mut­main olacaktır. Böyle olursa, ona bu davranış    hiçbir zarar vermez. Çünkü takıyye ancak dille olur.» rivayet etti...

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, İbn ul Munzir" ve Hakim, Ata tari­kıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:

«Takıyye dil ile konuşmaktır. Kalb îman ile mutmain olacaktır. Elini uzatıp öldürmeye çektir. Herhangi bir günaha elini uzatmayacak­tır. Böylece mahzurlu sayılmaz.»

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Mücahid'den rivayet ettiler: «Takıyye ancak dünya işlerinde olur.»

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim Ebu'l Âliye'den rivayet ettiler: «Takıyye ancak dünya işlerinde olur.»

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim Ebu'l Âliye'den rivayet ettiler: «Takıyye amelle olmaz, dille olur.»

Azdurrezzak ve İbn Cerir, Katade tarikıyla rivayet ederler:

«Ancak seninle kâfirin arasında bir akrabalık var ise silayı rahm yapabilirsin. Zira «Meğer ki kâfirlerden sakmasmız» cümlesi bunu ifa­de ediyor...»

Abd bin Humeyd, Hasan Basri'den rivayet ediyor: «Takıyye kıyamet gününe kadar caizdir.»

Abd bin Humeyd, Ebi Reca'dan rivayet ediyor. Ebu Reca «Tuka-tan» kelimesi yerine «Takıyyeten» okumuştur[19],

Bu âyeti celîle takıyye diye bilinen bir hadiseye parmak bas­maktadır. Bu münasebetle acaba müslümanlar arasında birbirlerine karşı takiyye yapabilirler mi? Yoksa takıyye sadece müslümanlarla kâfirler arasında mıdır? Bu hususları biraz daha deşmek ve nakletmek istiyorum. Tevfik Allah'tandır.

İbn Kesir şunları söylüyor:

«Allah mümin kullarını kâfirleri dost edinmekten nehyetmiştir. Müminleri bırakıp onları dost edinip, onlara sevgilerini ve gizli durum­larını söylemek haramdır. «Böyle yapan bir kimsenin Allah ile alâkası kesilmiştir» cümlesiyle sır veren tehdid edildi. Yani Allah'ın bu husus­taki yasağını çiğneyen bir kimse Allah'tan uzaklaşmıştır. Nitekim Ce-nab-ı Hak başka bir âyette:

«Ey müminler! Düşmanımı ve düşmanınızı dost edinmeyin. Siz onlara sevgi yolluyorsunuz. Halbuki onlar Hak'tan size geleni inkâr ediyorlar. Rabbiniz olan Allah'a îman ediyorsunuz diye Peygamberi de sizi de diyarınızdan çıkarıyorlardı. Eğer siz benim yolumda cihada çı­kar ve rızamı isterseniz düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dost edinme­yiniz. Onlara sevgi göstererek sır veriyorsunuz. Halbuki ben sizin giz­lediğinizi ve açıkladığınızı bilirim. Sizden kim bunu yaparsa muhak­kak doğru yolun ortasından sapmıştır. (El Mümtehine 1).

«Ey îman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyiniz. Allah'a kendi aleyhinizde açık bir hüccet kılmak mı (vermek mi) isti­yorsunuz» (En Nisa: 144).

«Ey müminler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyiniz. On­lar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden onlarla dost olanlar onlardandır. Allah zalim olan kavmi hidayet etmez.» (El Maide 51).

Cenab-ı Hak Araplardan, Ensar ve Muhacirlerden olan müminle­rin dostluğunu, «İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücadele edenler, Müminleri iskân edip onlara yardım eden­ler birbirlerinin dostlarıdır.    İman ettikleri halde hicret etmeyenlerin velayetlerinden hicret edinceye kadar size birşey yoktur. Bununla be­raber eğer onlar sizden din hususunda yardım isterlerse aranızda an­laşma bulunan kavmin aleyhinde olmamak şartıyla onlara yardım et­mek size vacibtir. Allah işlediklerinizi görür. Kâfirler birbirlerinin dos­tudur. Eğer siz birbirinize dost olmazsanız yeryüzünde bir fitne ve bü­yük bir fesad olur.» (En Fal, 72-73) emretmektedir.

«Meğer ki kâfirlerden sakınasınız» âyeti celîlesi ancak bazı mem­leketler ve bazı vakitlerde kâfirlerin şerrinden korkan bir insan zahi­riyle onlardan sakınma tedbirlerine başvurur, batınıyle niyeti yine on­ların aleyhinde olacaktır. Nitekim Buharı, Ebu Derda'dan rivayet et­miştir:

«Şüphesiz biz bazı kavimlerin yüzüne gülümsüyoruz. Ama bizim kalbimiz onları lanetliyor.»

Es Sevri, İbn Abbas'tan rivayet ediyor: «Takıyye amelle değil ancak lisan ile olur.»

El Ufi de İbn Abbas'tan böyle rivayet etti: «Takıyye ancak dilledir.»

Ebul-Aliye, Ebu Şa'sa, Dahak ve Rebi bin Enes de böyle dediler. On­ların bu dediklerini şu âyet desteklemektedir:

«İmandan sonra Allah'ı inkâr eden gazaba uğrar. Ancak kalbi imanla mutmain olduğu halde küfre zorlanan müstesnadır. Fakat küfre sinesini açanlara Allah tarafından gazabolunur. Ve onlara büyük azab vardır.» (En Nahl: 10 ).

Buhari, Hasan'ın «Takıyye kıyamet gününe kadar vardır» dediğini rivayet ediyor...

Bunları söyledikten sonra Cenab-ı Hak:

(29) «Allah sizi nefsinden sakındırıyor.» Yani dostlarına düşmanlık ya­pıp düşmanlarım dost edinirseniz azabından ve satvetinden sizi sakın­dırıyor.Dönüş ancak Allah'adır. Ta ki her.amel edene amelinin karşı­lığını versin.

İbn Ebi Hatim Meymun bin Mehran tarikıyla rivayet etti:

Muaz bin Cebel bize geldi ve:

«Ey Evs oğulları. Ben Allah Resûlü'nün elçisiyim. Biliyorsunuz dönüş Allah'adır. Ya cennete veya cehennemedir» dedi.

Alusi «Ruh Ul Meani'de takıyye hakkında şunları söylüyor: Âyette Takiyyenin meşruiyetine delil vardır. Takıyye nefsin, veya namus veya malın düşmanların şerrinden korunması şeklinde tarif edil­miştir. Düşmanlık iki kısımdır:

1- Din ihtilâfından meydana gelen düşmanlıktır.

2- Dünyevî menfaatlardan ileri gelen düşmanlıktır. Bi­rincisine misal kâfir ile müslümanın arasındaki düşmanlık, ikincisine misal ise, maldan dolayı .ticari emtialardan dolayı, mülkten veya ida­reden dolayı çatışanların düşmanlığıdır. Binaenaleyh Takıyye de iki kı­sım olur:

Birinci kısımda şer'i hüküm şudur:

Muhaliflerin taarruzundan dolayı dinini izhar etme imkânını el­de edemeyen her müslümana oradan hicret etmek, dinini açıkça yeri­ne getirecek bir memlekete gitmek vacibtir.   «Ben mazeret sahibiyim, zaifim» deyip de orada kalmak, dinini gizlice yürütmeye çalışmak asla caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Hakkın arzı geniştir. Evet, çocuk, kadın, ama, ve mahpuslar gibi şer'i mazerete sahib olanlar için, Öldürmekle korkutulan çocuklarının, babalarının veya annelerinin katliyle tehdid edilen ve bu korku zanni galib ile yerine getirilecek diye endişe eden, boynunun vurulmasından, gıda maddelerinin, maişetinin hapsedilme­sinden endişe eden bir kimse için muhalifle ve muvafıkla zaruret mik­tarı durmak caizdir. Fakat bununla beraber dini uğrunda oradan çı­kıp kaçmak için çeşitli tedbirlere baş vurmalıdır. Eğer korku ve men­faatin elden kaçırılması,   tahammül edilecek bir tarzda ise,   meselâ: Kuvveti yetecek şekilde hapis, öldürmiyecek   şeklinde döğülmek gibi durumda onlara muvafakat etmesi caiz olmaz. Bununla beraber mu­vafakat ettiği yerlerde de ruhsata yapışmış oluyor. Eğer dinini izhar ederse, azimet olur. Azimete yapışan bir insanın nefsi telef olursa ke­sinlikle şehit olur. Bunun ruhsat olmasına Hasan Basri'nin şu eseri de­lâlet eder:

Yalancı peygamber Müseyleme Resûlüllah'ın   eshabından iki kişi yakaladı. Birisine:

«Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna    tanıklık eder inisin?»

diye sordu. O da:

«Evet, ederim» dedi.

«Benim de Allah'ın Resulü olduğuma tanıklık eder misin?» diye sordu. O da:

«Evet, ederim» dedi. Sonra ikinciyi çağırdı:

«Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna tanıklık eder misin?»

Şahabı:

«Evet, ederim.»

«Benim Allah'ın Resulü olduğuma tanıklık eder misin?»

Sahabi:

«Ben sağırım, işitmedim» dedi. Bu sözü üç defa tekrar etti. Her de­fasında sahabi «Ben sağırım» dedi. Sonunda sahabinin boynunu vurdu. Bu haber Allah'ın Resûlü'ne vardığında buyurdu:

«Şu öldürülen, doğruluk ve yakın üzerine gitti, faziletine yapıştı. Ona ne mutlu! Diğerine ise, Allah ruhsat vermiştir. Onun herhangi bir günahı yoktur» buyurdu.

Takiyyenin ikinci kısmına gelince alimler din için hicret edip et­memek hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları böyle bir durumda «Ta­kıyye vacibtir» dedi. Çünkü Cenab-ı Hak: «Sakın ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız» buyurmuştur. Bir de İslâm, malın zayi edilmesini haram olarak ilân etmiştir.

Başka bir gurup da «Böyle bir yerden hicret etmek vacib değildir. Çünkü bu makamda hicret dünyevî maslahatlardan birisidir. Bu dün­yevi maslahatı terketmekte dinde herhangi bir noksan oluşturmaz.» Çünkü din birliği vardır. Kuvvetli olan düşmanı ise, mümin oluşundan ötürü ona kötülük dokundurmuyor. Bazıları da «Hakikat şudur ki, eğer nefsinin veya akrabalarının veya efradı ailesinin helak edilmesin­den korkuyorsa, buradan hicret etmesi vacib olur. Fakat bu hicret Al­lah'a yaklaştırıcı bir ibâdet değildir ki onun üzerine sevab terettüp et­sin. Çünkü burada hicretin nedeni sadece dünyevî bir maslahattır. Bu maslahatta sadece o muhacire racidir. Dinin Islâhı için değildir ki onun üzerine sevab terettüp etsin. Zira her vacibin üzerine sevab te­rettüp etmez. Çünkü tahkik neticesinde görüldü ki, acıkıldığı zaman yemek, bilinen zararlılardan korunmak, hastalık getirmesi umulan du­rumlardan sakınmak, sıhhat halinde zehir içmekten sakınmak ve saire gibi vaciblerin bir kısmı vardır ki onların üzerine herhangi bir sevab terettüp etmez. Hatta vaciblerin çoğu ibadet de değildir. İşte bu hicret de bu kabildendir. Allah ve Resûlü'ne yapılan hicret gibi değildir ki, Allah'ın fazlıyla ahiret sevabını elde ettirmiş olsun.

Bazı kimseler kâfir, fasık, zalimlerle müracaat etmek ve onlarla yumuşak konuşmak, yüzlerine gülmek, beraberlerinde inşirah göster­mek, eziyyetlerinden korunmak için onlara birşeyler vermek, dillerini kesmek (susturmak) namusunu onlardan korumak için onlara Iütufta bulunmak Takıyye kabilindendir demişlerdir. Bu durum Kur'an'ca ya­sak ilân edilen «kâfirlerin dostluğu» kabilinden de değildir. Hatta bu durum sünnettir ve meşru bir emirdir. Zira Deylemi Resulü Ekrem'­den şu hadisi rivayet ediyor:

«Nasıl ki Cenab-ı Hak farzları yerine getirmeyi bana emrettiği gi­bi halk ile müdaraat yapmayı da bana emretti.»

Başka bir rivayette:

«Ben müdaraat ile gönderildim» dedi.

Cami'de «Size bnğzedilen bir kervan gelecektir. Onlar size geldik­lerinde yüzlerine sevindiklerinizi belirtiniz» denmektedir.

İbn Ebi Dünya «Allah'a iman etmekten sonra akim başı halk ile müdarattır» diye rivayet etti.

El Beyhaki'nin rivayetinde «Aklın başı müdaraattır» diye gelmiş­tir.

Tabarani «Halk ile müdaraat yapmak sadakadır» diye rivayet etti.

Tabarani'nin diğer bir rivayetinde «Mümin namusunu neyle ko­rursa o sadaka olur» diye gelmiştir.

îbn Adiyy ve îbn Asakir «kim ki müdaraatçı olarak yaşar ve ölür­se o şehid olarak ölmüştür. Malınızla namusunuzu koruyunuz. Herhan­gi biriniz dinini müdafaa etmek için diliyle tesannu yapsın.»

Bureyde Hz. Aişe'den rivayet etti:

((Bir kişi Resûlüllah'ın huzuruna çıkmak için izin istedi. Ben de Resûlüllah'ın katındaydım. Cenab-ı Peygamber «Aşiretin ne kötü oğlu­dur veya ne kötü kardeşidir» dedi. Sonra ona izin verdi. Onunla yumu­şak konuştu. O çıkıp giderken ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Sen dediğini dedin. Sonra onunla neden yu­muşak konuştun?» diye sordum. Buyurdular:

«Ey Aişe! O kimse ki halk onu terkeder veya onun fahiş konuş­malarından korunmak için ondan kaçınır o insanların en şerlisidir.»

Buhari, «Ebu Derda»dan rivayet etti:

«Şüphesiz ki, biz bazı kavimlerin yüzüne tebessüm ediyoruz. Şüp­hesiz ki, kalbimiz onlara lanet ediyor.»

El Keşmihini rivayetinde:

«Şüphesiz ki kalbimiz onlardan buğzediyor.» şeklindedir.

İbn Ebi Dünya ve İbrahim el Haremi rivayetinde: «Biz onların yüzüne gülüyoruz» eki gelmiştir.    Bu hususta daha nice hadisler vardır. Fakat dine eksiklik getirecek şekilde müdaraat etmek münkeri işlemek, halkın suizannım gerektirecek şekilde müda­raat etmek uygun değildir ve yasaktır.

Bu incelemenin arkasında halktan İki değişik gurubun iki görüşü vardır. O guruplar harici'ler ile Şii'lerdir. Hariciler «Takıyye hiçbir hal ü kârda caiz değildir» demişlerdir. Malın gözetilmesi, nefsin ve namusun korunması din mukabilinde asla ivaz konusu edilemez. Hari­cilerin bu hususta çok kati ve acaib görüşleri vardır. Onlardan birisi­ne göre «Eğer bir kişi namaz kıldığı esnada hırsız veya bir gasbedici gelip malını çalmak veya gaspetmek istiyorsa ve bu malı hıfzedildiği yerden çıkarmaya çalışıyorsa, bu kişi namazını yarıda bırakmaz, kes­mez. Namazı kesmek ona haramdır. O namaza devam edecek, malı da gidecektir» demişlerdir. Ve katı gurup Resûlüllah'ın (S.A.V.) sahabisi «Bureyde't ul Eslemiye namaz içinde iken atı kaçmasın diye atın yu­larını ayaklarının altına alıp da atı korumasından dolayı itham etmiş­lerdir. Apaçıktır ki, bu mezheb, (yani haricilerin bu görüşü) tefritin tâ kendisidir.

Şia'lara gelince, onların bu husustaki görüşleri çelişkilidir. Bazı­ları her sözde, zaruret anında Takıyye caizdir demişlerdir. Bazıları da iltifat ve İslahtan dolayı sözlerde Takıyye vacib olmuştur derler. Mü­minin Öldürülmesi gibi fiillerde Takıyye caiz değildir demişlerdir. Di­nin ifası olduğu zanni galible gelen veya bilinen konuda da Takıyye caiz değildir demişlerdir. Şia alimlerinden el Müfit şunları söylüyor:

«Takıyye bazı zamanlarda vacib olur. Bazı vakitlerde onun yapıl­ması terkedilmesinden daha üstündür. Bazı yerlerde terkedilmesi ya­pılmasından üstündür.»

Ebu Cafer et-Tusi:

«Rivayetlerin zahiri de delâlet eder ki, nefisten korkulduğu zaman Takıyye vacib olur.» dedi.

Ebu Cafer'in gayrisi:

«Takıyye maldan korkulduğu zaman da vacib olur. Namusun ko­runması için nriistahabtır.»

Hatta ehli sünnet velcemaat'Ia bir araya gelen bir şii için sünni-lerin namazında, oruçlarında ve diğer dini. muamelelerinde onlara uy­mak müstehabtır, dedi.

Şialar ehli beyt imamlarının bazılarından rivayet ettiler: «Kim ki, Takıyye yoluyla bir sünninin   arkasında namaz kılarsa sanki o bir peygamberin arkasında namaz kılmıştır.»

Bu sünni arkasında kılınan namazın bilahere kaza edilip edilme­yeceği hususunda şialann ihtilâfı vardır. Takıyye olsun diye sünniler-le beraber oruç bozmanın helâl olmadığı bir yerde orucu bozan bir kimsenin orucunu kaza edip etmeyeceği hususunda da iki görüş var­dır. Bir tek sünniden şia mezhebine hücum etmesin diye Takıyyeye başvurulmasının efdal olup olmadığı hususunda da şialann ihtilâfı vardır. Şia alimlerinin çoğu burada da «Takıyye, takıyye yapmamak­tan daha üstündür» demişlerdir.

Bazıları   «En az bir korku veya dünya tamamdan ötürü kâfirliği İzhar etmek caizdir.»

Bazıları da «vacibtir». Bu görüşün ifratta çok ileri bir dereceye kadar gittiği de açık bir hakikattir. Şia alimleri şia mezhebini reddet­mek için delilin kaim olduğu yerlerde ehli sünnet mezhebine uygun hareket eden ehli beyt imamlarının katında değişmez bir kaide olmuş­tur. Ve bunun üzerine inançlarına bunu esas yapmışlardır. Ve şimdi de onların arasında şayi' olan budur. Hatta bunu Allah'ın selat ü selâmı­na mazhar olan peygamberlere de nispet etmişlerdir. Onların bu gö­rüşlerinde yüzde seksen gayeleri hulefayi raşidinin halifeliklerini iptal etmektir. Fakat Allah (C.C.) buna müsaade etmemiştir.

Şialann kitab ve kaynaklarında Hz. Ali'nin ve evlâtlarının Takıy­ye sahibi oldukları fikrini iptal edecek deliller vardır. Onlann «Ta­kıyye daha üstündüm demelerini dahi iptal edecek deliller vardır. Kur'-an'ı Kerim'den sonra şialann iddiasına göre en sıhhatli kitab olan Nehc ul Belağa'da Emirilmüminin Hz. Ali (K.V.) şunu söylüyor:

«Doğruluğun sana zarar verdiği, yalanın sana yarar sağladığı yer­de doğruluğu yalana tercih etmek imanın alâmetidir.»

Acaba Hz. Ali'nin (K.V.) bu sözü onlann «Şüphesiz Allah katında

en keremliniz en müttekî olanımzdır.» âyetinde ki, «mütteki»yi «En fazla Takıyye yapanınızdır» şeklinde tefsir etmeleriyle nasıl bağdaşır? Nehc ul Belağa'da Hz. Ali (K.V.) «Allah'a yemin ederim ki, tek başıma onlarla karşı karşıya gelsem, onlar da yeryüzünün bütün hakimleri ol­sa ben perva etmem ve korkmam. Şüphesiz ki ben onların içinde bu­lundukları delaletten ve benim üzerinde bulunduğum hidayetten ha­berdarım. Basiret sahibiyim. Nefsimde bunu biliyor ve bundan gelen bir yakinden bunu anlıyorum. Allah'ın likasını ve güzel sevabını ben beklemekteyim ve bunu umuyorum.» İşte Nehcul Belağa'mn bu kelâ­mında Hz. Ali'nin (K.V.) tek başına olduğu halde düşmanın yeryüzü dolusu olmalanna rağmen onlarla harbetmekten korkmadığı gerçeği vardır. Böyle bir kahramanın dinin yıkıntısı içinde olan konularda Ta­kıyye yapması acaba tasavvur edilir mi?

El Ayaşi, Zürara bin Eğyün'den, o Ebubekr bin Hazim'den rivayet ettiler:

«Bir kişi abdest aldı. Mestlerin üzerine meshetti ve camie girdi. Hz. Ali (K.V.) geldi onun boynuna bastı ve:

«Azab olasıca! Sen abdestsiz namaz mı kılıyorsun» dedi. Kişi:

«Ömer bana bunu emretti» dedi. Hz. Ali kişinin elinden tutup Ömer'e (R.A.) götürdü. Sonra:

«Dinle bakalım! Bu senden ne rivayet ediyor?» dedi. Böylece Ömer'e (R.A.) bağırdı. Ömer (R.A.):

«Evet, ben ona bunu emrettim. Dikkat et» dedi. Hz. Ali (K.V.), Ömer'e (R.A.) karşı sesini, bu rivayetteki iddiaya göre nasıl yükselt­miştir. Onun dediğini nasıl inkâr etmiştir. Nasıl Takıyyeye sanlma-mıştır.

Şialarm inandığı Nehcul Belağa'nın sarihi el Ravendi Selmani Fa­risi'den rivayet ediyor:

Hz. Ali'nin kulağına geldi ki, Ömer (R.A.), Ali'nin (K.V.) taraf­tarlarını tân etmiştir, Medine bostanlarına giden yolların bazılarında Ömer'i karşılayan Ali'nin elinde yayı vardır:

«Ey Ömer! Benim kulağıma geldi ki benim taraftarlarıma tân et­mişsin. .

Ömer (R.A.) ona:

— Sen kelliğin üzerine otur! deyince Hz. Ali:

«Sen buradasın» dedi ve elindeki yayını yere attı. Yay kocaman bir ejderhaya döndü. Deve gibi bir ejderha. Ağzını açtı. Ömer'e yutmak üzere hucûma geçti.

Ömer:

«Ey Eba Hasan! Allah'tan kork, Allah'tan. Ben bundan sonra hiç­bir şey söylemiyeceğim» deyip Hz. Ali'ye yalvardı. Ali elini ejderhanın sırtına vurdu. Ejderha eskisi gibi yay oluverdi. Ve Ömer evine gitti.

Selman dedi ki:

«Geceleyin Ali (K.V.) beni çağırdı. Ömer'e git! Ona doğu tarafla­rından bir mal gelmiştir. O malı gizlemek istiyor. Ona «Ali sana o doğu tarafından geleni çıkar, müstahak olanlara dağıt. Onu gizleme, seni re­zil ederim (haşa) diyor de...»

Selman:

Ben Ömer'e (R.A.) gittim. Hz. Ali'nin  (K.V.)    mesajım ilettim. Ömer (R.A.) bana:

«Arkadaşının emrinden bana haber ver. O nereden bunu bildi?»

Ben:

«Acaba bunun gibi meseleler ona gizli olur mu?»

Ömer (R.A.):

«Ey Selman! Sana söylediklerimi kabul et. AH ancak bir sihirbaz­dır (haşa). Ben senin hakkında hüsnü zan taşıyorum. Doğrusu senin ondan ayrılıp bizden olmandır.»

Ben Ömer'e (R.A.):

«Senin gibi değildir. Ali (K.V.)  nübüvvet sırlarını miras yoluyla almıştır. Ondan gördüğüm budur. Daha onun yanında bundan fazlası da vardır. Bunlar peygamberlik sırlanndandır» dedim.

Ömer (R.A.):

«Git, Ali'ye baş ve göz üzerine emrini dinleyeceğimi söyle.»

Dönüp Ali'ye (K.V.) geldim. Ali (K.V.) bana:

«Seninle Ömer arasında cereyan edeni sana haber vereyim mi?»

Ben Ali'ye:

«Sen benden daha iyi bilirsin dedim» ve Ali (K.V.), aramızda ce­reyan edeni söyledi. Sonra Ali (K.V.):

«Şüphesiz ejderhanın korkusu o ölünceye kadar kalbinde kalacak-||    tır dedi.» îşte bu rivayet ŞİA'NIN katındaki Takıyyenin boynunu kesi­yor ve katlediyor. Çünkü bu yayın sahibi hiçbir şeye muhtaç olamaz. Böyle bir yay sahibi kızı (Ümmü Külsüm'ü) korkarak ve Takıyye ya­parak Ömer'le nasıl evlendirir? Zevce olarak nasıl veriyor?

ŞİA muhaddislerinden Kuleyni, Muaz bin Kesir'den,    Ebi Abdul­lah'tan rivayet ediyor:

Cenab-ı Hak Peygamberin üzerine bir kitab indirdi. Cebrail (A.S.): «Ey Muhammedi Bu senin Nucebalara olan vasiyyetindir»   dedi. Cenab-ı Peygamber:

«Nucebalar kimlerdir ya Cebrail?» diye sordu. Cebrail (A.S.): «Ebu TalnVin oğlu Ali ile onun soyundan   gelen çocuklarıdır. O kitabın üzerinde altından mühürler vardı.» Cebrail kitabı Resûlüllah'a verdi, ResûlüUah da Ali'ye (K.V.) verip o mühürlerden birisini açma­sını ve içindekilerle amel etmesini emretti. Ali (K.V.) de sonradan Ha-san'a verdi. O mühürlerden birisini açmasını ve onun içindekilerle amel etmesini emretti. Hasan da Hüseyin'e verdi. O mühürlerden birisini aç­tı. Orada «Kavminle beraber şehid olmaya çık. Onlar ancak seninle be­raber olurlarsa şehadet mertebesi vardır onlar için. Nefsini Allan için sabi yazılıydı. Hüseyin daha iyisini yaptı. Sonra Hüseyin oğlu Ali Zey-|r|    nelabidin'e onu verdi. O da bir mührü açıp orda «Başını eğ, sükût et, h    evinden çıkma. Rabbine ölünceye kadar kulluk yap.» yazılıydı. O da öy­le yaptı. O da oğlu Muhammed Bakır'a verdi. O da hatemlerden birisi­ni açtı. Orada şu yazıyı gördü: «Halka hadis naklet. Onlara fetva ver.

Ehli beytin ilimlerini neşret. Salih aba ve ecdadının doğruluğunu bil-dir. Veya onlara inan. Onları tasdik et. Salan Allah'tan başka hiç kim­seden korkma. Çünkü hiç kimsenin sana kötülük dokunduracağı yok­tur.»

tur.»

O da oğlu Cafer Sadık'a verdi. Cafer Sadık hatemlerden birisini açtı. Orada şunu gördü: «Halka hadis naklet. Fetva ver. Sakın Allah'­tan başkasından korkma. Ehli beytin ilimlerini, salih ecdadının doğru­luğunu neşret. Çünkü sen emniyet içerisindesin.» O da öyle yaptı. O da Musa Kâzım'a verdi. Ve böylece El Mehdi'ye kadar geldi.»

Başka bir tarikle yine Muaz'dan, Ebi Abdullah'tan rivayet ediyor: Beşinci mühürde «Emniyet içerisinde de korku içerisinde de hakkı haykır Allah'tan başkasından korkma.» diye yazılıdır.

îşte bu rivayet te açıkça bildiriyor ki. bu ehli beytin tahir ve ter­temiz imanları şianın iddia ettiği gibi dünyevî Takıyye yapmaya mü-said değildir. Takıyye yapmazlardı da..

Şia âlimlerinden Selim bin Kays el-Hilâli uzun bir haberde şunları naklediyor: Emirulmüminin dedi ki:

«Allah'ın Resulü vefat edince, halk Ebubekre meyledip ona biat ettiler. Fatıma'yı bindirdim. Hasan'ın ve Hüseyin'in ellerinden tuttum. bedir ehlinden hiç kimse, Muhacir ve Ensardan daha önce imana gelen hiç kimse kalmadı ki, Fatıma onlara «Allah'tan korkunuz. Be­nim hakkımı İnkâr etmeyiniz» demesin. Ve onları bana yardım et­meye davet etmesin. Bütün bu insanlardan dört kişiden başkası ona evet demedi: Zübeyr, Selman, Eu Zer ve Mikdad...»

Evet, bu rivayet de delâlet eder ki Takıyye Hz. Ali'ye vacib değil­dir. Çünkü Hz. Ebubekr'e biat edenlerin yanında bunu yapmak Takiy-yenin olmadığını belirtiyor.

Eban bin Ayyaş'm kitabında «Halkın Ebubekr'e biat ettiği ve Hz. Ali'nin (K.V.) biat etmediği bir devrede, Ebubekr (R.A.), Künfizi Hz. Ali'ye (K.V.) gönderdi:

«Git Ali'ye de ki, Allah fiesûlü'nün halifesine icabet et!»

Künfiz gitti ve Hz. Ali'ye bu mesajı iletti. Hz. Ali:

«Ne tez, Allah Resûlü'nün kesesinden yalan uydurdunuz.  (Haşa) irtidat ettiniz. Yemin ederim Resûlüllah benden başkasını halîfe kıl­madı.» diye karşılık verdi. (Haşa ki) böyle bir söz Hz. Ali'den çıksın.)

Aynı kitabta Ömer (R.A.), Ali'ye (K.V.): «Ebubekr*e biat et» dedi. Ali (K.V.): «Eğer bunu yapmazsam ne yapacaksın?»

Ömer (R.A.):

«Allah'a yemin ederim, boynunu vururum» dedi. Ali:

«(Haşa) yalan söylüyorsun. Allah'a yemin   ederim, ey Sahhak'in

oğlu! Senin buna gücün yetmez. Sen bunu yapmaktan daha zayıf ve

haşa daha Ieimsin.»

İşte bu rivayetler (eğer doğruysa) açıkça delâlet ederler ki, Ta-kiyye yapmak merhalelerce Hz. Ali'den (K.V.) uzaktır. Eğer Takıyye vacib olsaydı, bü küfürleşmenin ve münakaşanın ne manası vardır.

Şia âlimlerinden Muhammed bin Sinan, Hz. Ali'nin (K.V.), Hz. Ömer'e (R.A.):

. «Ey mağrur! Seni Ummu Ma'mer'in yanında gelen bir yara ile dünyada öldürülmüş olarak görüyorum. Ona zulmen hükmedeceksin. O seni öldürecektir ve onunla senin burnunun yerlere sürtünmesine rağmen cennete girecektir!...»

Aynı adam rivayet ediyor:

Hz. Ali, bir defa Hz. Ömer'e:

— Senin ve yerine kaim olduğun arkadaşın yırtılacak, paramparça edilecek bir perdeniz vardır. Siz Resûlüllah'm komşuluğundan çıkarı­lacaksınız. Kuru bir ağaç üzerine asılacaksınız. O ağaç yapraklanacak-tır. Onunla sizi dost edinenler fitneleneceklerdir. Sonra İbrahim için yakılan ateş getirilecektir. Cercis, Danyal, her peygamber ve her sıd-dik getirilecektir. Siz o ateşte asılacak ve yakılacaksınız. Ve kül ola­caksınız. Sonra bir rüzgâr esecek, külünüzü denize saçacaktır!»

Ey okuyucu! Allah rızası için bu yalanlan, aslı ve astan olmayan uydurmasyonları Hz. Ali'den nakleden kişiye bak. Bu kişi nasıl Hz. Ali'ye Takıyyeyi nisbet ediyor. Hz. Ali Takıyyeye bürünmüştür diyor. Ortaktan uzak olan Allah bilir ki, bu görüşler, hayretlerin hayreti ve korkunç bir hastalıktır. Allah hidayet versin.

Onların görüşlerini reddeden delillerden birisi de şudur: Takıyye ancak korkudan ileri geliyor. Korku da iki kısımdır. Birisi nefisten do­layı korkmak. Bu ise imam hazeratlan hakkında iki yönden yoktur. Bi­rincisi onların eceliyle ölmeleri kendi seçenekleri ve kendi isteklerine bağlıdır. Nitekim bu meseleyi şialarm önderi ve lideri ve Sünniler ka­tında Buhari ne ise şialar katında kitabı o olan el Kuleyni «El Kafiy-ye»sinde böyle tesbit etmiştir. Buna bir bab ayırmış ve bütün imamıy-ye şialannın imamları da bunun üzerine ittifak etmişlerdir. İkincisi imamlar olmuş ve olacak herşeyi bilirler. Onlar kendi ecellerini de bi­lirler, nasıl öleceklerini bilirler. Ölümlerinin vakitlerini bilirler. Tafsi­latını ve tahsisatını yani genelini, özelini her tarafını bilirler. O halde ölümün vakti gelmezden önce nefislerinden niçin korksunlar?   Niçin dinlerinde Takıyye göstersinler? Mümin olan avamı aldatsınlar? İkin­ci korku, meşakkat, bedenî eziyyet, küfür ve hürmetsizlik gibi şeyler­den korkmaktır. Şüphe yoktur ki bu şeylere göğüs germek ve bunlara karşı sabır göstermek salih kişilerin vazifesidir.   Salih kişiler eskiden beri daimi bir şekilde Allah'ın   emirlerini yerine getirmek hususunda belâlara göğüs germişlerdir. Diktatör sultanlara karşı çoğu kez çıkar­lardı. Peygamber beytinin ehline   gelince onlar bu zahmetlere katıl­mak ve Allah'ın dinine yardım etmek   hususunda bu belalara göğüs germek ve cedleri olan Resûlüllah'm dinine karşı gelenlere karşı gel­mek vazifeleridir. Yani bunu yapmak onlar için herkesten daha fazla gereklidir. Bir de eğer Takıyye şiaların iddia ettikleri gibi vacib olsaydı, imamlar imamı olan Hz. Ali hiçbir zaman Allah Resulünün halifesinin Matından altı ay geri kalır mıydı? Niçin Hz. Ali şiaların iddia ettikleri gibi vacib olan Takıyyeyi ilk vahlede yerine getirmedi? Şiaların Pey­gamberlere nisbet ettikleri Takıyyeyi şu âyetlerin ifade ettiği mana­lar reddetmektedir, «Onlar, (o Peygamberler) ki Allah'ın risalesini in­sanlara tebliğ edenler, ondan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'ın dı­şında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesab görücü olarak Allah ye­ter.» (Ahzab, 39).

«Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapma­yacak olursan onun elçiliğini tebliğ etmenüş olursun. Allah seni insan­lardan koruyacaktır. Şüphesiz ki Allah kâfir olan topluluğu hidayete eriştirmez.» (Maide, 67).

Daha bu manada nice âyetler vardır. Eğer şialar, Takıyyeden in­sanlarla müdaraat etmeyi kastediyorlarsa, daha önce işaret ettiğimiz müdaraat gibi, bu müdaraatı Peygambere ve Hz. Ali'nin soyundan ge­len iinamlara nispet etmenin bir tarafı olur. Ve bu Abd bin Humeyd'in Hasan Basri'den «Takıyye kıyamete kadar caizdir» diye rivayet ettiği eserin ihtimallerinden birisidir. İkinci ihtimal Takıyyenin zahirine hamletmek ve onun caiz olmasına hükmetmektir. Bu da daha önce yaptığımız açıklamaya göredir.

Bazı insanlar; Takıyyenin özel bir çeşidini vacib kılmışlardır. Ki bu da müminlere özel bir çeşittir. Bu, ilahî sırlan ağyardan hıfzetmek­tir. O sırlar ki ifşa edildiklerinde külli ve genel mefsedetleri doğurur­lar. Müminlerin havaslarını görürsün ki; bir sır kendilerinden soru­lursa müphem ve kapalı bir şekilde onu ifade ediyorlar. Öyle bir konuş­ma yaparlar ki, eğer o konuşma avama arzedilirse, hatta avamın oku­muşuna bile arzedilse onu anlamazlar. Onu havaslar möyle kalıplara dökerler ki ondan maksadın ne olduğunu ancak havasın bardağını ya­layanlar bilir. Veya havasın anber gibi olan nefeslerinin tereşşuhleri kalbine damlamış kimseler bilir. Hernekadar havasın bu tarzda hare­ket etmesi üzerine birçok kimsenin dalalete gitmesi terettüp etse de ve bu davranışları o büyüklere tan edilmesine yol açmışsa ve bir çoğu­na zındıklık sıfatı verilmesine sebeb olmuşsa da, onların kelâmını din­leyen, onların öldürülmesine fetva verilmiş ise de onlar tahkik neti­cesinde görmüşler ki, bunlar o sırları ifşa ettikleri takdirde yeryüzünü kapsayacak mefsedetlerden daha ehvendir. Senin sevdiğinle yemin ede­rim şerrin bir kısmından daha ehvendir. Esrarı ehlinden ketmetmek ise orada büyük bir hayrın fevti, elem verici bir azabın da gerektiricisi vardır.[20]

Değerli okuyucu! Alusi'den özetle yaptığımız nakillere kendiliği­mizden hiçbir şey katmadık. Ancak Alusi'nin baz: ibareleri alınmadı. Yani konumuzla ilgili olmayan bazı noktalar alınmadı. Kesinlikle bi­linsin ki, şianın veya diğer gurubların iddia ettikleri gibi Allah Resû-lü'nün eshabı birbirine girmemişlerdir.  Dünya mertebeleri için veya dünya serveti için iddia edildiği gibi birbirini tahrik etmemişler, en kaba ve en nadan insanların birbirlerine hitab ettkleri şekilde birbir­lerine hitab etmemişlerdir. Sokak çocukları arasında ağız kavgalan yapılırken söylenen sözler, haşa bin defa haşa, Hz. Ali gibi bilimin ka­pısı olan bir zattan çıkmamıştır. Allah'ın diliyle, Kur'an'm tabiriyle Re-sûlullah'a arkadaş olduğu ve sahabiliği ilân edilen Hz. Ebubekr'e kar­şı Hz. Ali asla ve kafa böyle kaba ve çirkin sözler söylememiştir. Za­ten Hz. Ali'den kaba ve çirkin sözlerin çıkması tasavvur bile edilemez. Nasıl tasavvur edilir? Oysa o Resulü Ekrem'in terbiyesi altında büyü­müş, adabını ve dersini Hz. Peygamberden almış, Kur'an'ı A'dan Z'ye kadar Peygamber ağzından dinlemiş ve Peygamberin hanesinde de kü­çüklüğünden ölünceye kadar, yaşamış, eğitilmiş ve geliştirilmiştir. Eğer o kahraman, Peygamber talebesi ve perverdesi Hz. Ali'nin Hz. Ömer'e ve­ya Hz. Ebubekr'e veya dört sahabi müstesna diğer eshabı kirama karşı bu kadar kini olsaydı onları yoldan sapmış olarak görseydi, ihanete başlamış olduklarını, (haşa bin defa haşa) hissetseydi, tek başına kal­sa dahi onlara karşı çıkar, mücadele eder ve ölüm şerbetini seve seve, isteyerek içerdi. Kesinlikle bu tür konuşmalar, ister Kuleyni nakletsin ister Tusi nakletsin, kim naklederse etsin, ister Sünniler, ister şiiler nakletsin, aslı astan yoktur. Bunu nakledenler ya sahabeyi tanımamış zavallılardır veya yüce İslâmın gizli düşmanlarıdır. Veya gizli düşman­ların desiselerine kurban olmuş kimselerdir. Sahabe nezihdir. Hz. Mu-hammed'in şanına yakışan bir talebedir. O bilerek dinini dünyasına merdiven yapmamıştır. Bilerek din kardeşinin ırzına namusuna dille dahi olsa saldırmamıştır. O bilerek bütün beşeriyetin dini olarak gön­derilen İslama ihanet etmemiştir. Onları bu tür ihanetlerden tenzih eder, onların ruhlarını takdis etmesini Cenab-ı Haktan taleb ve niyaz eder, Allah onlardan razı olsun der ve başka bir müfessirin takıyya hakkındaki görüşüne geçeriz.

El Mennar sahibi Reşid Riza TakiyyE hakkında şunları söylüyor:

Bazı kimseler bu âyetle Takıyyenin caiz olduğuna istidlal etmiş­lerdir. Takıyye, hakka muhalif olarak yapılan iş veya söylenen söz ve harekettir. Bunu da zarardan korunmak için yapıyor. Takıyyeyi çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. Çeşitli şart ve hükümler ileri sürmüşlerdir.

Bazıları «Nefis, namus ve malı korumak için Takıyye meşru kılın­mıştır» demiştir.

Bazıları «Takıyye malı korumak için caiz değildir, ancak zaiflik ha­line mahsustur» demişlerdir.

Bazıları «Takıyye her halde caizdim demişler.

Hariciler «Dinde mutlaka takıyye memnudur. Müslüman ne ka­dar zorlanırsa zorlansın, ölümünden dahi korksa, dinde Takıyye yapa­maz. Çünkü dinin üzerine hiçbir şey çıkamaz» dediler. Fakat şu âyeti celîle, «Kim imanından sonra Allah'a karşı küfre sapıp da  kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç   küfre göğsü açarsa, işte onların üstünde Allah'tan, bir gazab vardır ve büyük bir azab ta onlarındır. Bu onların dünya hayatını âhirete göre daha sevimli bulmalarından ve Allah'ın da küfre sapan bir toplumu hidayete ulaştırmamasındandir,» (Nahl, 106-107) aleyhlerinde delildir. Binaenaleyh zorlandığı halde nefsini tehlikeden korumak için küfür kelimesini söyleyen, eğer göğsü küfre karşı açılmamış ve dünya haya­tını âhirete tercih etmemiş ise, kâfir olmaz.. Belki Ammar ibn Yaser in mazur sayıldığı gibi, böyle bir kimse Özür sahibi olur mazur sayılır. Müseyleme'nin zulmüne karşı «Senin peygamber olduğuna dair şahit­lik ederim» diyen sahabi  mazur sayıldığına göre, bu kimse de mazur sayılır.

Şia'dan nakledildiğine göre, Takıyye onların yanında dini esaslar­dan bir esastır. Onların iddialarına göre peygamberler ve ehli beytin imamları Takıyye üzerinde yürümüşlerdir. Şialardan bu hususta bir­birini nakzeden ve birbiriyle çarpışan birçok garib ve hurafeler nakle­dilmektedir. Muhalif, belki de bazan zanna dayanarak bu nakilleri ya­par. Hele mânâca nakli daha da zanna dayanmaktadır. Bizim bu tefsiri­mizde münakaşalara ve ihtilâfi meselelerde cedele yer yoktur. Bu âyeti celîlenin en fazla delâlet ettiği mânâ şudur: Bir müslüman kâ­firlerin mazarratından sakınabilir. Nahl sûresinin 106. âyetinin delâ­let ettiği şey de budur. Bütün bunlar ruhsat kabilindendir. Bu ruh­satlar da dinin ittibaı mecburi olan meselelerinden ve asıllarından de­ğil arizî zaruretlerden ileri geliyor. Bunun için müslümanın dinini iz­har etmekten korktuğu yerden ve dinini gizlemeye mecbur olduğu yer­den hicret etmesinin vucubuna icma edilmiştir. Kâmil mümin alâmetidir ki, Allah hususunda herhangi bir kınayanın kınanmasına kulak vermesin. Nitekim Cenab-ı Hak:

«Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkunuz» (Maide 44), «İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan kork-mayınız. Eğer müminlerseniz benden korkunuz.» (Al-i İmran, 175) bu­yurmuştur. Resûlüllah ile eshabi kiram Allah hususunda eziyyetlere tahammül eder, meşakkatlara göğüs gerer ve sabrederlerdi.

İslâmî haklardan herhangi birisini yıkmayan, herhangi bir batı­lın bina edilmesine sebeb olmayan müdaraata gelince, o akıllılıktır, müstehabtır. Adabı muaşeret onu gerektirir. Fakat münafıklık hudu­duna kadar gitmemesi şarttır. Uydurmasyon birtakım meseleleri orta­ya çıkarmamak şarttır. Hele sefihlerin hitabında müdaraat daha da lüzumludur. Ta ki onların hamakatlarından korunsun, fahiş konuş­malarından muhafaza edilsin. [21]

Büyük müfessir Ebi Abdullah Muhammed bin Ahmed el Ensari El Kurtubi «El Cami li Ahkâmil-Kur'an» adlı tefsirinde Takıyye hu­susunda şunları söylüyor:

Muaz bin Cebel ve Mücahid rivayet ettiler Takıyye, müslüman-larm kuvvet bulmadıkları ve İslâmın başlangıcındaki bir zamanda ol­du. Bugün ise Cenab-ı Hak Islâmı aziz kılmıştır. Müslümanların düş­manlarından ittika etmeye ihtiyaçları kalmamıştır. [22]

 

Takıyyenin Tarîfi

 

îbn Abbas «Takıyye, diliyle konuşur fakat kalbi imanda mutma­indir. Talayyeden ötürü başkasını öldürmez ve herhangi bir haramı iş­leyemez» diyor.

Hasan «Takıyye, insan için kıyamete kadar caizdir. Fakat katilde takıyye yoktur» dedi.

Cabir bin Zeyd, Mücahid ve Dahhak «Mümin, kâfirler arasında bulunuyorsa, diliyle onlarla müdaraat etmesi lâzımdır. Eğer nefsinden korkuyorsa,   eğer kalbi de iman ile mutmain ise bunu yapabilir. Taiayye ancak ölüm korkusu veya herhangi bir azanın kesilmesi korku­su veya tahammülü güç ve zor olan büyük bir eziyyetin korkusu ba­his konusu ise caiz ve helâl olur.»

Küfre zorlanan bir kimse için, sıhhatli olan şudur ki, selabet gös­terecektir. Küfür kelimesiyle telaffuz etmemeye azimli olacaktır. Fa­kat bunu telâffuz etse de Nahl sûresinde geleceği gibi caizdir.»[23]

Merhum Seyyid Kutub «Fi zilal il Kur'an» adlı eserinde şunları söylüyor:

«Sadece bazı memleketler ve bazı zamanlarda korkan bir insan için Takıyye ruhsatı verilmiştir. Fakat bu da dil ile olan Takıyyedir. Kalble muhabbet, amelle tekid etmek değildir. Zira İbn Abbas «Ta­kıyye amelle değil ancak dille olur» dedi. Müslüman ile kâfir arasında muhabbetin teessüs etmesi Allah tarafından ruhsatlı kılınan Takıyye-den değildir. Halbuki kâfir mutlak şekilde hayatta Allah'ın kitabının hükmüne razı değildir. Nitekim âyetin siyakı da burada zimnen buna delâlet eder. Sûrenin başka bir âyetinde ise bu zimni delâlet açıkça be­lirtildi. Müminin ameliyle Takıyye adı altında herhangi bir surette kâ­fire yardım etmesi, ruhsatlı kılman Takıyyeden değildir. Bu aldatma, Allah'ın kesesinden uydurulmuştur ve caiz de değildir.[24]

İmam Ebul Bereket Abdullah bin Ahmed en Nesefi «Medarik ut Tenzil ve Hakaik ul Tevil)) adlı eserinde şunları söylüyor:

Kâfirin senin üzerinde bir sultanı olduğunda, nefsinden ve ma­lından korkuttuğunda o zaman senin için onu dost kabul etmeyi izhar etmek, düşmanlığını iptal ettiğini belirtmem caiz olur.

İmam Muhyiddin, Alaeddin Ali bin Muhammed el Bağdadi es Sofî «El Hazin» diye bilinen tefsirinde Takıyye hususunda şunları söylü­yor:

Cenab-ı Hak müminlere kâfirleri dost edinmeyi, onlara yağcılık yapmayı, gizli sırlarını onlara açmayı bu âyette yasak ilân ediyor. An­cak kâfirler galib iseler, müslümanlar tahakkümleri altında ise veya müslüman kâfir bir kavmin içinde bulunuyorsa diliyle onlara müdahene eder. Fakat kalbi iman ile mutmain olacaktır. Ta ki böylece nefsin­den onların zararını defetsin. Ancak ne durumda olursa olsun Takıy-ye yoluyla herhangi bir müslümanm kanını helâl edemez. Herhangi bir haramı helâl kılamaz. Veya haramlardan herhangi bir şeyi yapa­maz. Kâfirleri müslümanlann iç âlemlerine (avretlerine), muttali kı­lamaz. Takıyye ancak öldürülmekten korkmakla beraber niyeti sağlam ise olur. Cenab-ı Hak «Kalbi iman ile mutmain olduğu halde zorlanan bir kimse takıyye yapabilir buyuruyor» (Nahl, 106).

Sonra bu Takıyye ruhsattır. Eğer kişi imanının izharı üzerinde sabreder, Öldürülünceye kadar tahammül gösterirse, büyük bir ecre nail olur.

Bir kavm «Bugün artık Takıyye yoktur. Takıyye Isl&mın başlan­gıcında din daha tam ve kuvvetlice yerleşmediğinden ve müslümanlar, güçlü olmadığından dolayı caiz idi. Bugün ise Cenab-ı Hak İslâmı ve müslümanlan aziz kılmıştır. İslâm ehlinin düşmanlarından Takıyye yoluyla korunmaya ihtiyaçları kalmamıştır» dedi.

Yahya el Büke, «Said bin Cübeyr'den Haccac-i Zalim zamanında sordum:

  Hasan, «Takiyye kalb iman ile mutmain olduktan sonra dille-olur» diyor. Ne buyuruluyor?

Said:

  Emniyet anında Takıyye yok. Takıyye ancak harptedir.»   bu­yurdu.

Bazıları «Takıyye nefsi zarardan korumak için caizdir. Çünkü za­rarı nefisten defetmek imkân nispetinde vacîbtir.» der [25]

 

Meal

 

(30) Hatırla, o günü ki, her nefis hayırdan işlediğini önünde ha­zır olarak buluyor. Kötülükten işlediği ile arasında   uzun bir mesafe olmasını diler. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kulla­rına karşı şefkatlidir.

(31) (Ey Habibim!) De ki: «Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabî olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok­ça affedici ve merhamet edicidir.»

(32) (Ey Habibim!) De ki: «Allah'a ve Peygambere itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz biliniz ki, kesinlikle Allah kâfirleri sevmez.»

(33) Şüphesiz ki, Allah adem'i, nuh'u, İbrahim ailesini ve îm-ran ailesini âlemlere tercih etti.

(34) Birbirinin soyundan gelmedir. Allah işiten ve bilendir.

(35) Hatırla o zamanı ki, imran'm karısı, «Ey Rabbim!    Kar­nımda olanı sana köle olarak adadım. Benden kabul et.   Şüphesiz ki, işiten ve bilen ancak sensin.» demişti.

(36) Ne zaman ki, onu doğurdu (şöyle)  dedi: «Ey Rabbim! Ben onu kız olarak doğurdum.» Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir. Erkek kadın gibi değildir.(Devamla)  «Şüphesiz ki, ben onun adını meryem koydum, şüphesiz ki, ben onu da onun zürriyetini de kovul­muş şeytandan sana sığındırırım.»   (dedi).

(37) Meryem'in Rabb'i onu güzel bir kabul ile karşıladı ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü. Onu Zekeriya'run himayesine verdi. Ze-keriya onun odasına (veya mabede) her girişte onun yanında bir nzık bulurdu. «Ey Meryem!  Bu sana nereden geldi?»  (diye)    sorduğunda meryem: «Allah tarafından geldi. Şüphesiz ki, Allah istediğine sayı­sızca nzık verir.» dedi.[26]

 

Tefsir

 

(30) «Her nefsin hayırdan ve serden işlediğini   önünde hazır bulacağı günde!...» Bu Âyeti celîlesindeki «yevme» kelimesi «tevaddu» fii­linin mef'ulü (Nesnesi) ise, Âyetin mânâsı şöyle olur: «Her nefis amel­lerinin sahifelerini veya Hayır ve Serden olan karşılığını    gördükleri gün, arasıyle o ameller ve o günün dehşetinin arasında uzun bir me­safe olmasını temenni eder.»

Eğer «yevme» kelimesi mukadder olan «uzkür» fiilinin mef'ulü olursa, o zaman mânâ şöyle olur: «Hatırla o günü ki, her ne­fis işlediği hayrı Önünde hazır olarak görür, işlediği kötülüğü de. O kö­tülükle o günde arasında uzun bir mesafenin olmasını ister olduğu halde...»

(31) «De ki, Eğer Allah'ı seviyorsanız  Bu   Âyetteki   F-İN sevgi, taatın irade etmesi demektir. Bu irade ibadette Peygambere uy­mayı gerektirir. Onun izinde gitmeyi iktiza eder. Bu Âyetin sebebi nü­zulü şöyle rivayet edilmektedir: Yahudiler, «Biz Allah'ın çocukları ve dostlarıyız» diye iddia ettiler.   Âyet onlan yalancı çıkarmak ve Allah dostunun Peygamberine tabi plan kimse olduğunu   beyan etmek için indirildi. Nüzul sebebi, bâeı tefsircilere göre, necran heyetinin «îsâ'* ya kulluk etmemiz Allah içindir.» demeleridir. Bâzılarına göre de Pey­gamber döneminde «Biz Allah'ı severiz!» diyen bir gurubun özleri ile sözlerini tasdik etmek için gönderilmiştir.

(32) «De ki, Allah'a ve Resûlü'ne itaat ediniz.»    Bu Âyetteki «fe-in teveulev» kelimesi geçmiş fiil de olabilir, gelecek fiil de. Yani «On­lar yüz çevirirlerse veya siz yüz çevirirseniz...»   manâlarına   gelmesi muhtemeldir. Allah'a ve onun Resûlü'ne itaat etmemek küfüre sebep­tir. Bu itaatsizlikte bulunan ne yaparsa boşunadır.    Nitekim Cenabı Hak: «Şüphesiz ki, Allah kâfirleri sevmez.» cümlesini «Yüz çevirirlerse veya yüz çevirirseniz,» cümlesinin tamamlayıcısı olarak getirmiştir. Bu Âyet Allah sevgisinin Mü'minlere mahsus bir şey olduğunu sergiler.

(33) «Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim'in âlini ve îmran'ın âlini âlemlere üstün kılmıştır.» Âyeti Celîlesi Hz. Adem'in ve diğer adı geçen zatların Peygamberliğini ilân etmektedir. Binaenaleyh Âdem (A.S. )için Pey­gamber değildir diyenleri yalanlamaktadır.

Âyette bahisleri geçen zatları Peygamberlikle ruhî ve cismî özel­liklerle diğer insanlardan üstün kılmıştır. Bu Âyet Mü'min insanların meleklerden üstün olduğuna delil olabilir.

İbrahim'in âli, Hz. İsmail, Hz. İshak ve evlâtlarıdır.

Resulü Ekrem de bu kitleye dahildir. îmran'm âli, Musa (A.S.) ve Harun (A.S.)'dur. İkisi de İmran'm oğludur. imran yeshur'un, o kahis'in, o lavi'nin, o Hz. Yakub (A.S.)'in oğludur. Muhtemel ki, imran'ın âlinden maksat, îsa (a.s.) ve annesi meryem olsun. mer­yem'in babası îmran, masa'nın, o, elazar'ın, o ebi yuz'un, o yu-ze'nin, o zerbabîn'in, o salyan'ın, o yuhennan'm, o lîşîya'nın, o emun'un, o meneşken'in, o hazîka'nm, o ahâz'ın, o yusam'ın, o uza'mn, o buram'ın o safit'in, o ışa'nm, o raci'nin, o da hz. süleyman'm oğludur. musa (a.s.)'in babası imran ile meryem (a.s.)'in babası imran'm arasında tam bin sekizyüz sene bir zaman vardır.

(35) «imran'm hanımının «ey rabbim! senin için karnımdaki çocu­ğu adadım.» dediği zamanı hatırla!» bu hanımın ismi fakuz kızı hanne'dir. hz. isa'nın Anneannesidir, Hz. Musa'nın kız kardeşi mer­yem ise, o ikinci Meryem'den binsekizyüz sene önce yaşamıştır.

îsa (A.S.)'nm annesi Meryem'e, işte bu Meryem'dir diyenler ya­nılmışlardır. Zira İsa'nın annesi Meryem'i Zekeriya (A.S.) büyütmüş­tür. Zekeriya ise İbni Masa'nın muasırıdır. İsa'nın kızı ile evlenmiştir. Böylece Zekeriya'mn oğlu Hz. Yahya ile Hz. İsa (A.S.) baba bir teyze çocuklarıdır. Rivayet ediliyor ki, Hanne kısır ve ihtiyar idi. Bir ara göl­gelikte otururken yavrularına gıda veren bir kuş gördü. Kalbine çocuk sevgisi düştü ve çocuğu isteyerek şöyle dua etti: «Ey Allahım! Eğer bana bir evlât verirsen, senin için boynumda adak olsun ki, onu Kudsi Şerife (Beytül Makdis'e sadaka edeceğim ve onun hizmetkârlarından yapacağım.» Böylece Meryem'e gebe kaldıktan sonra kocası İmran ve­fat etti. O zaman da sadece erkek çocuklar bu şekilde adak edilirlerdi. Belki de Meryem'in annesi bu takdir üzerine çocuğu nezir etti ve er­kek olmasını istedi. Fakat onu kız olarak doğurduğu zaman şöyle seslendi: «Ey Rabbim! Onu kız olarak doğurdum.» Bu sözünü üzüntüsün­den ve hasret çektiğinden söyledi. Çünkü oğlan bekliyordu. Bilmezdi ki, bu tarz doğuşta belki Allah'ın bir sırrı vardı veya kız daha hayır­lıydı. Ve Allah'a şöyle seslenmeye devam etti:

«Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu koğulmuş şeytanın şerrinden sana sığındırıyorum.» Meryem, ibrani lüğatmda ibâdet eden demektir. «recim» kelimesi koğulmuş ve taşlanmış demektir. Allah Resûlü'nden, «Her doğan yavrunun doğuşu sırasında şeytan onu sıvaz­lar, şeytanın sıvazlanmasından çocuk bağırır, ancak Meryem ve oğlu İsa (A.S.) müstesnadır.» buyrulmuştur. Hadîsin manâsı, «Şeytan her çocuğu sapıtmak hevesinde bulunur. Öyle ki, çocuk onun girişiminden etkilenir. Ancak Meryem ile oğlu İsa (A.S.) etkilenmediler. Zira Ce­nabı Hak onları bu duanın bereketi ile korudu.» demektir.

(37) «Meryem'in Rabbi Meryem'i güzel bir tarzda kabul eyledi.», yani kız çocuğunu erkek yerine kabul etti. Veya doğar doğmaz büyümezden ve hizmete yararlı olmazdan önce onu kabul etti. Zira rivayete göre Hanne, Meryem'i doğurduğu zaman onu çaputa sardı. Mescide götü­rüp Haham'lann yanma bırakarak, «İşte bu adağı alınız!» dedi. Ha­hamlar, Meryem hocalarının ve Başhahamlarının kızı olması hesabi ile onu büyütmek için âdeta yarıştılar. Zira Masa'nın iki oğlu İsrailoğul-lannın başı ve hükümdarları idiler. Zekeriya (A.S.), «Ben Meryem'i büyütmeye daha lâyıkım. Zira teyzesi nikâhımın altındadır.» dedi. On­lar, «Ancak kur'â çekmek sureti ile kime düşerse ona verilecektir.» di­ye İsrar ettiler. Yirmiyedi kişi idiler, bir nehrin kenarına gittiler. Ka­lemlerini nehre attılar. Zekeriya'mn kalemi su üzerinde yüzdü. Diğer kalemler de dibe daldılar. Böylece Meryem'i büyütme hakkını Zekeri-ya'ya verdiler. Zira kur'a şekilleri böyle idi.

Zekeriya Meryem'in odasına her girdiğinde onun yanında mevsi­min dışında yetişen meyveleri görüp sorardı: «Ey Meryem! Bu sana ne­reden gelmiştir...»

Buradaki elmihrab kelimesi, oda, Mescit veya Mescitin en şe­refli yeri olan öndeki imam merkezi demektir. Çünkü orada şeytan ile harb ve nefis ile mücadele edilir.

Rivayet ediliyor ki, «Zekeriya'dan başka kimse Meryem'in odasına girmezdi.

Ve Zekeriya odadan çıktığında yedi kapıyı kitlerdi. Buna rağmen yazın kış meyvelerini, kışın da yaz meyvelerini odada görürdü. «Ey Meryem! Bu nzik sana nerden geldi?» diye sorardı. Zira kapılar kilitli, mevsimi olmayan meyveler nerden ve nasıl geldi? Bu Âyet, velîlere ke­rametin verilmesinin mümkün olduğuna dair delildir. Hz. Zekeriya'nm mu'cizesidir denilmez. Zira böyle olsaydı, sual sormaması gerekirdi. Meryem (A.S.) cevab olarak, «O, Allah katındandir!...» dedikten sonra «Ey Zekeriya! Bunu uzak görme!» diye ekledi. Denildi ki, Meryem oğlu İsa (A.S.) gibi, daha küçük iken konuştu. Hiç bir kadının memesini emmedi. Rızkı Cennet'ten üzerine her zaman inerdi.

«Şüphesiz ki, Allah dilediğine hesapsız nzık verir!» Bu cümle, ih­timal ki Hz. Meryem'in konuşmasından bir parça olsun. Yine muhte­mel ki, Allah'ın kelâmından olsun.

Bir incelik: Rivayete göre, Hz. Fatımetüz-Zehrâ (R.A.), yüce pede­ri Hz. Muhammed'e (S.A.V.) iki kete ile biraz et hazırladı. Resûlüllah (S.A.V.), o yemeği kızı Fatıma'ya iade ettikten sonra, «Ey kızım! Gel!» diye emretti. Fatıma (R.A.) gelip tabağın kapağını açınca, ekmek ve et ile dolu buldu. Resûlüllah (S.A.V.), «Ey Fatıma! Bu nzık sana ne­reden geldi?» diye sordu. Fatıma (R.A.), «Bu, Allah'ın katından geldi Şüphesiz ki, Allah dilediğine hesapsız nzık verir!» diye cevab verdi. Bu cevab karşısında Resûlüllah (S.A.V.), «Ey Fatıma! Seni İsrailoğul-Ian kadınlannm başı olan Meryem'e benzeten Allah'a hamdederim!» dedikten sonra, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ve «Ehl-i Bey t» ini o yemek üzerine topladı. Hepsi doyasıya yediler. Yemek hâlâ eskisi gibi kaldı. Bu sefer, Hz. Fatıma, o yemekten komşularına da dağıttı. [27]

 

Tefsir-İ Bil Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (30) Hatırla o günü M, herkes hayırdan işlediğini önünde hazır buluyor. Kötülükten işlediği ile arasında uzun bir mesafe olmasını di­ler. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullanna karşı şefkatlidir.

Bu âyetin tefsirinde îbn Kesir şunu söylüyor:

«Bahsedilen gün, kıyamet günüdür. O günde kul hayrdan ve şerden yaptıklarını tamamen kendi yanında hazır bulur. Nitekim Ce-nab-ı Hak başka bir âyette:

«O günde insanoğluna daha önce ve daha sonra yaptığı herşey ha­ber verilir» (Kıyame: 13) buyuruyor. İnsanoğlu o gün amelinden güze­lini görürse, bu onu sevindirir. Amelinden çirkinini, karşısında görür­se ister ki ondan teberri etsin. İster ki aralarında uzun bir mesafe bu­lunsun. Nitekim dünyada beraberinde olan ve kötülüğe teşvik eden şeytanına şunları söyler:

«Keşke benimle senin aranda batı ile doğu arasındaki mesafe ka­dar uzak bir mesafe olsaydı. Amma da kötü bir arkadaşsın.»

«Allah sizi nefsinden sakındınn» âyeti celîlesinin tefsirinde «ceza­sından sizi sakındırır» denilmektedir. Cenab-ı Hak bu tehdidi savur­duktan sonra kullarını ümitsizliğe düşürmemek için, rahmetinden ve lütfundan ümitlerini kesmemeleri için «Allah kullanna çokça merha­met edici ve lütfedicidir» buyurdu.

Hasan Basri «kullarını nefsinden sakındırması da, kullar hakkın­daki rahmetinden bir parçadır» dedi.

Hasan Basri'den başkası rivayet etti: «rauf» rahim demektir. Ya­ni kullan hakkında merhamet edicidir. İster ki onlar onun dosdoğru yolu üzerinde müstakim bulunsunlar. Yıkılmaz ve sarsılmaz dini üze­rinde sarsılmaz bir tarzda olsunlar. Ve şefkat sahibi peygamberine tâ­bi olmalarını ister.

 (31) (Ey Habibim!) De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olu­nuz ki, Allah da sizi sevsin...»

Bu âyeti celîle hakkında seleften gelen rivayetler:

İbn Cerir (Bekr bin Esved) tarikıyla Hasan'dan rivayet ediyor:

Resûlüllah'ın devr-i saadetinde bir kavm gelip:

«Ey Muhammed! Biz Rabbimizi seviyoruz» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi ve bu âyetle Cenab-ı Hak, Peygamberine tâbi olmayı kendi sevgisinin nişanesi ve belirtisi yaptı. Ona muhalefet etmeyi de kendi azabına alâmet kıldı.

îbn Cerir Hasan tarikıyla rivayet ediyor: Resûlüllah'ın devrinde bazı kimseler:

«Ey Muhammedi Allah'a yemin ederiz, biz Rabbimizi seviyoruz»

dediler. Bunun üzerine şu âyeti celîle nazil oldu.

İbn Ebi-Hâtim ve İbn Cerir, Ubbad bin Masur tarikıyla rivayet ediyor:

Allah'ın Resulü zamanında bazı kimseler Allah'ı sevdiklerini iddia ettiler. Cenab-ı Hak onların sözünün tasdikini amellerinden icad et­mek istiyerek buyurdu:

«De M: Eğer sîz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz...»

Böylece Hz. Muhammed'e tâbi olmak onlann sözünün tasdiki, (doğrulaması) olur.

Abd bin Humeyd Hasan tarikıyla rivayet ediyor: Allah'ın Resulü: «Benim sünnetimden yüzünü çeviren benden de­ğildir» dedikten sonra bahis konusu olan âyeti okudu.»

İbn Cerir Muhammed bin Cafer bin Zübeyr'den rivayet ediyor.

«De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız  yani İsa hakkında söyledi­ğiniz Allah'ın sevgisinden ve taziminden ileri geliyorsa bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için affetsin.  Yani daha Önce geçmiş küfrünüzü sizin için bağışlasın. Allah çokça affedici ve çokça merhamet edicidir.»

... îsfahani «Terğib»inde îbn Ömer'den rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Herhangi bir müminin İmanı hevası benim size getirmiş olduğum ilahî sisteme tâbi olmadıkça kemale eremez.»

İbn Ebi Hatim, Ebu Derda'dan rivayet ediyor.

«De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz.» Yani doğ­ruluk, takva ve tevazu üzerinde, nefsi zelil etmek konusunda bana tâ­bi olunuz.

Hakim Tirmizi ve îbn Asakir Ebu Derda'dan rivayet ettiler: Bu âyetteki TABEİYET doğrulukta, takvada, tevazuda ve nefsin zilletinde olur.»

îbn Asakir, Aişe validemizden bu âyet hakkında şunları rivayet ediyor:

Buradaki tabeiyet, tevazu, takva, doğruluk ve nefsin zilleti hu­suslarında olur» dedi.

îbn Ebi-Hâtim ve Ebu Naim, Aişe validemizden rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü buyurdu:

«Şirk kap karanlık gecede sipsivri taşın üzerinde yürüyen küçücük karıncanın izinden daha gizlidir. Şirkin en az mertebesi zulmün her­hangi bir şeyinden ötürü bir inşam sevmek, adaletin en azından dolayı bir insandan buğzetmektir. Din ancak sevgi ve Allah yolunda büğzet-mektir. Cenab-ı Hak:

«De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allah ta sizi sevsin» buyurmuştur.

îbn Ebi-Hâtim, Havşab'ın tarikıyla Hasan'dan rivayet ediyor:

«İnsanların Allah'ı sevmelerinin nişanesi, onun Resulü Hz. Mu-hammed'in sünnetine tâbi olmalarıdır.»

îbn Ebi-Hâtim, Süfyan bin Uyeyne'den rivayet etti:

Süfyan'dan «Kişi sevdiği ile beraberdir» sözünün mânâsı soruldu. Cevab olarak dedi ki:

— Sen Cenab-ı Hakkın «De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah ta sizi sevsin» âyetini dinlemedin mi? Cenab-ı Hak bu­rada «sizi yaklaştırsın» diyor. Sevgi zaten yaklaştırmaktır. Allah kâfir­leri sevmez ve yaklaştırmaz.

Cenab-ı Hakkın insanlar için günâhlarını affetmesi Peygambere tâbi olmalarının sayesinde, ve Peygamberliğin bereketinden ileri geli­yor.

(32) Ey Habibim! De ki, Allah'a ve onun Resulüne itaat ediniz. Eğer itaattan yüz çevirirseniz, biliniz ki Allah kâfirleri sevmez...»

Bu âyeti celîleyi, selef şöyle yorumlamıştır:

Allah Resulüne muhalefet etmek küfürdür. Allah Resulünün pe­şinden ayrılmak, insanı küfre götürür. Ve Resûlüllah'a muhalefet et­mekle, nitelenmiş bir kimseyi Allah sevmez. «Ben Allah'ın sevgilisiyim, Allah'ı severim» dese «Ben Peygamberi bilmem, ama Allah'ı çok güzel bilirim» şeklinde bir iddiada bulunsa da, ümmi, peygamberlerin so nuncusu, cin ve inse peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed'e tâbi olmadıkça Allah onu sevmez. Zira Mürseller, ululazimler ve diğeı peygamberler dahi Hz. Muhammed'in zamanında olsaydılar ona tabi olmaktan başka çıkar yolları olmazdı. Onların tek çıkar yollan ona tâbi olmak, taatine girmek, şeriatına ittiba etmektir. Nitekim bunun tafsilâtı şu âyette:

«Hatırla o zamanı ki, Allah Peygamberin misakini, (bağlılık vaat-larını) şöyle almıştı:

İzzetim hakkı için size kitab ve hikmetten verdim. Sonra size be-raberimizdekini tasdik eden bir Peygamber geldiğinde mutlaka ona iman edeceksiniz ve her halde ona yardımda bulunacaksınız. Bunu ik­rar ettiniz mi ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı, alıp kabullendi­niz mi? buyurdu. Onlar:

«Kabul ettik», dediler. Allah da şöyle buyurdu:

«Öyleyse birbirinize karşı şahid olun. Ben de sizinle beraber şahit­lerdenim» (Ali îmran, 81) belirtilmiştir. İnşaallah-u Tealâ bu âyetin tefsiri yapılırken bu durum uzun uzadıya ele alınacaktır.

 (33) Şüphesiz ki Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini, İmran ailesini âlemlere tercih etti...»

Bu âyet hakkında seleften gelen açıklamalar:

İbn Kesir «Adem'in seçilmesi, Cenab-ı Hak onu yed-i kudretiyle yarattı. Ruhundan ona üfledi. Meleklerini ona secde ettirdi. Herşeyin isimlerini ona öğretti. Onu cennetine yerleştirdi. Sonra onu hikmeti ilâhisinden ötürü cennetten yeryüzüne indirdi. Nuh'u seçti. Onu in­sanlara ilk gönderilen Resul yaptı, insanların putlara taptıkları ve Allah'a rastgele nesneleri ortak koştukları bir devrede insanları Al­lah'ın birliğine çağırdı. İnsanlar arasında uzun bir zaman durdu. Ge­ce gündüz, gizli ve açık onları Allah'ın birlemesine çağırıyordu. Onun bu çabası ancak onları bundan kaçırmaya elverişli oldu. Bundan son­ra onların aleyhinde Allah'a yalvardı. Cenab-ı Hak onların hepsini tu­fan ile boğdurmak suretiyle silip götürdü. Ancak Nuh'un Allah tarafın­dan gönderilen dinine tâbi olanlar kurtuldu. İbrahim familyasını alem­lerin üzerinde üstün kıldı. Bu familyada Hz. Muhammed vardır. İm-ran'ın ailesini de âlemlere üstün kıldı. Buradaki İmran'dan maksat, Hz. İsa'nın annesi Meryem'in babası İmran'dır. Muhammed bin İshak bin Yesar, «Bu îmran bin Yasin bin Nisa bin Heskiya bin İbrahim bin Ğaraya bin Nahş bin Ecr bin Behva bin Nazm bin Makaski, bin İşa bin Eyas, bin Rahiam bin Süleyman bin Davud'dur. (Allah'ın selatu selâ­mı onların üzerinde olsun). Bu görüşe binaen İsa (A.S.) de Hz. Adem'in zürriyetindendir.

 (35) Ey Habibim! Hatırla o zamanı ki, tmran'ın hanımı şöyle dedi:

Ey Rabbim! Karnımdakini azad edilmiş olarak sana adadım. Onu benden kabul et...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

İmran'ın karısı, Meryem'in annesidir. İsmi Hanne binti Faluz'dur.

Muhammed bin İshak «gebe kalmaz bir hanım idi. Bir gün yavru­suyla oynayan bir kuş gördü. Ve çocuk doğurmayı arzuladı. Allah'a kendisine bir çocuk vermesini, hibe etmesini istedi. Cenab-ı Hak dua­sını kabul etti. Kocasıyla cinsi ilişki kurup gebe kaldı. Gebe kalması yüzdeyüz kesinleşince karnmdakini halisen Beytul Makdis'in hizme­tine ve ibâdete bırakılmış olarak adadı ve:

«Ey Rabbim! Karnımdakini azad edilmiş olarak sana adadım. Onu benden kabul et. Şüphesiz ki işiten ve bilen ancak sensin. (Yani duamı işiten, niyetimi bilen ancak sensin dedi.»

Bunları söylerken karnındakinin oğlan mı kız mı olduğunu bilmi­yordu. Karnmdakini doğurduğunda:

«Ey Rabbim! Onu kız doğurdum dedi. Halbuki Allah onun ne do­ğurduğunu daha iyi bilir. Erkek kadın gibi değildir.» Yani kuvvette, ibadetteki metanette, Mescidi Aksa'nm hizmetinde erkek kadın gibi değildir. Daha elverişlidir.

«Ona Meryem ismini verdim» cümlesi çocuğun doğup dünyaya geldiği günde çocuğa isim vermenin caiz olmasının delilidir. Herneka-dar bu bizden önceki ümmetlerin şeriati ise de Kur'an onu takrir ve tesbit edersk hikâye ettiğinden dolayı bizim de şeriatımız olur. Ve bu hususta Allah'ın Resûlü'nden hadis de gelmiştir. Nitekim Cenab-ı Pey­gamber «Bu gece benim bir çocuğum doğdu, ona babam İbrahim'in is­mini verdim» dedi.

Hadisi, hem Müslim, hem Buhari rivayet etmiştir. Yine Müslir ve Buhari'de sabit olmuştur ki, annesi oğlan kardeşini doğurduğu za man Enes bin Malik kardeşini aldı, Allah'ın Resulüne götürdü. C£ nab-ı Peygamber ona çiğnediği bir hurmayı emzirtti ve ona Abdullal ismini verdi.

Sahihi Buhari'de de şu vardır: «Bir kişi:

«Ey Allah'ın Resulü! Bu gece benim bir çocuğum dünyaya geldi Ona ne isim vereyim» diye sordu. Cenab-ı Peygamber: «Oğluna Abdurrahman ismini ver» diye cevab verdi.»

Katade'nin Hasan Basri'den, onun da Semurre bin Cündep'ten ri vayet ettikleri şu hadis:

«Her oğlan çocuk akikasma bağlıdır. Onun doğumundan yedi gür sonra alakası kesilir. Ona o zaman isim verilir. Onun tüyleri traş edi­lir.» gelmiştir. Bu hadisi İmam Ahmed ve sünen ehli rivayet etmiş Tirmizi de «sahihtir» demiştir. Bu hadis gibi Zübeyr bin Bekâr'ır Kitab un Nesep'te Allah'ın Resulünden rivayet ettiği şu hadis de var­dır:

«Cenab-ı Peygamber oğlu İbrahim için akika kesti ve ona İbrahim ismini verdi.»

Bu hadisin isnadı sabit değildir. Sahihteki hadise muhaliftir. Eğer sıhhatli ise Resulü Ekrem o günde onun ismini şöhrete kavuşturdu, yaydı mânâsına hamledilir.[28]

«Şüphesiz hem onu hem zürriyetini kovulup uzaklaştırılan şey­tanın şerrinden sana sığındırırım dedi.» ...

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Meryem'in annesi hem Meryem'i, hem de Meryem'in zürriyetini şeytanın şerrinden Allah'a sığındırdı. Meryem'in zürriyeti oğlu İsa (A.S.) dır. Cenab-ı Hak da, Hanna'nm bu duasını kabul etti. Nitekim Abdurrezzak Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor. Allah'ın Resulü bu­yurdu:

«Doğan her çocuğa doğduğu zaman, şeytan dokunur. O da şeytamn dokunmasından feryad eder, bağırır. Ancak Meryem ve oğlu bun­dan müstesnadır.»

Ebu Hureyre bu hadisi rivayet ettikten sonra «İsterseniz şu âyeti okuyunuz» dedi:

«Şüphesiz hem onu hem de zürriyetini kovulmuş şeytanın şerrin­den sana sığındırırım...»

Müslim ve Buhari Abdurrezzak'ın hadisinden rivayet etmişlerdir. İbn Cerir Ahmed'den benzerini rivayet etmiştir. Başka bir hadisinden de şunu rivayet etmiştir:

«Hiçbir çocuk yoktur ki, şeytan onu bir veya iki defa sıkmasın. Ancak Meryem'in oğlu İsa ile Meryem bundan müstesnadır» dedikten sonra Resûlüllah «Onu ve zürriyetini kovulmuş şeytanın şerrinden sa­na sığındırırım» âyetini okudu.

Cafer bin Rabia tarikıyla Ebu Hureyre'den gelen bir hadiste Al­lah'ın Resulü buyurdu:

«Ademoğullannın hangisi doğduğu zaman şeytan onun yan tara­fına vurur. Ancak Meryem'in oğlu İsa müstesnadır. Şeytan onun ya* nına parmak atmak için giderken şeytan ile onun arasına perde ge­rildi.»

 (37) Bunun üzerine Rabbisi o Meryem'i güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir tarzda yetiştirdi. Meryem'e Zekeriyya'yı kefil kıl­dı. Zekeriyya Meryem'in yanma mabede her girişinde onun yanında bir nzık buldu...»

Bu âyet, hakkında seleften gelen yorumlar:

Cenab-ı Hak, bu âyette Meryem'in annesinin adağı olarak Mer­yem'i kabul ettiğini ve onu güzel bir şekilde, temiz bir manzarada ya­ratmış olduğunu, onun için kabulün bütün sebeblerini kolaylaştırdığı­nı haber veriyor. Onu salih kullarıyla beraber kıldı ki, onlardan ilim, hayr ve dini öğrenmiş olsun. Bunun için Cenab-ı Hak ona Zekeriyya'yı kefil kıldığını buyurdu.

İbn îshak diyor ki: Allah'ın bu lütfü şu noktadan geliyor: Meryem yetimdi. Allah ona yetimliğinden dolayı merhamet etti.

Başka müfessirler «İsrailoğullarına kıtlık dolu bir sene isabet etti. Bu kıtlıktan dolayı Zekeriyya Meryem'i kefaletine aldı» dediler. Bu iki görüşün arasında terslik yoktur. Cenab-ı Hakkın Zekeriyya'yı ona kefil kılması, onun saadetini temin etmek içindir. Ta ki Zekeriyya'dan ilim ve faideli hikmeti ve salih ameli Öğrensin. Bir de Zekeriyya, rivayetle­re göre Meryem'in halasının kocası idi. Halalar anneler mesabesinde­dir. Halasının yanında yetişmiş bir insan annesinin yanında yetişmiş gibidir.

îbn îshak ve İbn Cerir «Zekeriyya Meryem'in ablasının kocası idi» dediler. Nitekim sahihte de bu varid olmuştur ki Miraç gecesinde Ce-nab-ı Peygamber İsâ ile Yahya'yı bir arada gördü. Onlar hala çocuk­larıdır, dedi. Evet, bu hadisten anlaşılıyor ki, îsâ'mn annesi ile Yah­ya'nın annesi (yani Zekeriya'nm hanımı) kızkardeştiler. Fakat İbn İs-hak'ın rivayetine de bu hadis şamil gelebilir. Çünkü genişlik yönünden, (mecazen) ablaya teyze denilebilir. Bu rivayete göre, Meryem, halası­nın himayesi altında idi. Sahihayn'de sabit olmuştur ki,   Resûl-ü Ek­rem (S.A.V.), Hamza'nın kızı Amra (veya Amare) hakkında Cafer bin Ebi Talib'in hanımı olan teyzesi himayesinde olmasına hükmederek: «Teyze anne yerindedir.» dedi.

Bütün bunlardan sonra Cenab-ı Hak, Meryem'in büyüklüğünden ve ibadet yerindeki celadetinden bahsederek buyurdu:

«Zekeriyya Meryem'in yanına, mabede her girişinde onun yanında bir nzık buldu...»

Mücahid ve İkrime, Said bin Cübeyr, Ebu Şa'se, İbrahim Nehaİ, Dahhak, Katade, Rebi bin Enes, Atiyyet ul Ufi ve Süddi «kış mevsi­minde onun yanında yaz meyvesini, yaz mevsiminde onun yanında kış meyvesini buldu» dediler.

Mücahid «nzıktan maksat ilimdir» dedi. Yani Zekeriyya onun ya­nma her girdiğinde içinde ilim bulunan bir sahife buldu. İbn Ebi-Hâ-tim bunu rivayet etmiştir. Fakat birinci rivayet daha sıhhatlidir.

Bu âyeti celîlede evliyanın kerametlerinin olduğuna dair delil var­dır. Sünneti seniyyede de bunun birçok benzeri vardır. Keramet hak­tır, vardır. Çünkü Cenab-ı Hak:

«tyi biliniz ki, Allah'ın dostlarına (velilere) korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Allah'a inanmış ve ona karşı gelmekten sa­kınmış kimselerdir.» (Yunus 62-63).

Zekeriyya Meryem'in katında rızkı görünce:

«Ey Meryem! Bu sana nerden gelmiştir?» diye sordu. Meryem: «Bu nzık Allah'ın katmdandır.   Şüphesiz ki Allah dilediğine he­sapsız nzık verir» dedi.

Hafız Ebu Ya'la, Cabir tarikıyla rivayet ediyor:

Allah'ın Resulü birkaç gün yemek bulamadı. Bu durum Hz. Pey­gambere gayet ağır geldi. Hanımlarının evlerine müracaat etti. Onla­rın hiçbirisinin yanında yiyecek birşey bulamadı. Kızı Fatıma'ya gel­di:

«Ey kızım! Senin katanda yemem için, birşey var mıdır? Ben acık­tım» dedi. Fatıma:

«Hayır! Anam-babam sana feda olsun, yoktur» [29] dedi. Fatıma'-mn katından çıktığında Fatıma'nın bir cariyesi Fatıma'ya iki ekmek, bir parça et gönderdi. Fatıma o cariyeden onu aldı ve bir çanakta sak­ladı ve «Allah'a yeminim olsun, Resulullah'ı nefsime ve benim katım-dakine tercih ederim, bunu Resulullah'a yedireceğim» dedi. Halbuki Fatıma'nın aile efradının hepsi açtı ve yemeğe ihtiyaçları da vardı. Ya oğlu Hasan veya Hüseyin'i Resulullah'a gönderdi. Resulullah, Fatıma kızının evine geri geldi. Fatıma:

«Babam ve annem sana feda olsun! Cenab-ı Hak bir şey verdi. Onu sana sakladım» dedi.

«Ey kızım! Getir bakayım» dedi. Fatıma «Resûlüllah'a çanağı ge­tirdim ve açtım. Çanağı et ve ekmekle dolu gördüğümde şaşakaldım ve bildim ki, bu Allah'tan gelen bir berekettir. Böylece Allah'a hem-dettim. Peygamberine selâtü selâm getirdim, ve çanağı Resûlüllah'a takdim ettim. Resulullah çanağı görünce Allah'a hamdetti.

«Ey kızım! Bu sana nerden gelmiştir» diye sordu. Fatıma Hz. Mer­yem'in sözünü okuyarak: «O Allah'ın katından gelmiştir. Şüphesiz ki,

Allah dilediğine hesapsız rmk verir» dedi. Böylece Cenab-ı Peygamber Allah'a hamdedip dedi ki:

— Ey kızım! Seni İsrailoğullannm hanımlannm hatunu Mer­yem'e benzeten Allah'a hamdederim. Çünkü Meryem'e Allah bir nzık verdiği ve «Bu nzık sana nerden geldi?» diye sorulduğunda «O Al­lah'ın katından geldi. Şüphesiz ki Allah dilediğine hesapsız nzık ve­rir» derdi. Böylece Cenab-ı Peygamber Hz. Ali'ye haber gönderdi. Son­ra Resulü Ekrem, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve peygamberin bütün hanımları ve peygamber hanesinin halkı bu yemekten yediler, hepsi doydular. Fatıma «Çanak olduğu gibi dolu kaldı. Onu da komşulara hediye ettim. Cenab-ı Hak orada bereket ve bol hayır kıldı» dedi. [30]

 

Meal

 

(38) Orada Zekeriya Rabbine dua ederek, «Ey Rabbim! Katan dan bana temiz bir soy ihsan et. Şüphesiz kî, sen işiticisin.» (dedi.)

(39) Zekeriyya mabette ayak üstü durup    namaz kılarken me­lekler ona, «şüphesiz ki, sana Allah'ın emriyle (Var olan İsa'yı) tasdib eden, efendi ve şehvetten kaçınan  salihlerden bir Peygamber olarak Yahya'yı müjdeleriz» diye seslendiler.

(40) Zekeriyya, «Ey Rabbim! Ben iyice kocarmş, karım da kısır olduğu halde nasıl çocuğum olabilir?» dedi.

Allah, «Durum böyledir. Allah dilediğini yapar.» dedi.

(41) Zekeriyya, «Ey Rabbim! Bana bir nişan kıl.» dedi. Allah, «Nisanın üç gün işaretle anlaşma dışında insanlarla konuşmanıandir. Rabbinî çokça zikret. Akşam, sabah hamdet.» dedi.

(42) Hatırla o zamanı ki, melekler, «Ey Meryem! Allah seni se­çip temizledi. Âlemlerin kadınlarından seni üstün kıldı.»

(43) Ey Meryem! Rabbine    gönülden   itaat et, secde et, rükû' edenlerle beraber rükû' et!» dediler.

(44) (Ey Habibim!) Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerinden-dir. Meryem'i hangisinin himayesine alacağım bilmeleri için kalemle­rini attıkları zaman sen onların yanında değildin. Bu hususda müna­kaşa ettikleri zaman sen yanlarında bulunmuyordun.

(45) Hatırla o zamanı ki, melekler,

«Ey Meryem! Şüphesiz Allah sana tarafından bir kelime ile müjde veriyor ki, onun ismi Meryem oğlu îsa Mesih'dir. Dünyada da âhirette de makbul ve Allah'a yakın kılınanlardandır.» dediler.[31]

 

Tefsir

 

(38) Zekeriyya (A.S.) meyvaları, mevsimleri olmayan zamanda görün­ce, kısır bir kadının ihtiyar bir insandan çocuk doğurabileceğini sez­di. Allah'a yalvarıp, «Katından bana bir zürriyet ver.» diye dilekte bu­lundu. Çünkü çocuk sahibi olması mutat yolda ve normal sebepler içinde değildi. «Ey Rabbim! Katından bana güzel bir zürriyet ihsan et. Sen duayı kabul edensin.»

Bu dua neticesinde Cenabı Hak Zekeriyya kuluna Yahya'yı verdi. Âyeti Celîlede Yahya'ya (A.S.) doğrulayıcı, efendi, şiddetle yasaklar­dan kaçınan ve salihlerden olan ve Peygamberlik sıfatları verilmiştir, Allah'dan gelen bir kelimeyi yani İsa'yı (A.S.) doğruladı. İsa'ya (A.S.) Allah kelimesi demenin manâsı, Allah'ın emriyle babasız olarak var olması demektir. Yahya'nın (A.S.) efendiliği hayatında hiçbir defa günaha teşebbüs etmemesinden ileri geliyor. Şehvetler ve nefsin istek­lerinden kaçındığından perhiz manâsını ifade eden «Hasur» niteliğini almıştır. Rivayete göre, küçük iken, oynaşan çocuklar kendisini oyuna davet ettiler de «Ben oyun için yaradılmamışım ki!» diye susturucu bir cevapla işin içinden çıktı.

(40) «Zekeriyya: «Ey Rabbim! Bana hanımımın gebe olduğuna dair bir nişan ver.»  Tâ ki, onunla gebelikten    haberdar olup müjdeleneyim, şükredeyim ve bekleyişin sıkıntısından kurtulayım.»

(41) «Allah: «Senin nişanın, üç gün insanlarla konuşmaz hale gelmen-dir.» Zekeriyya'nm dili halk ile konuşmaktan tutuldu. Tâ ki, bu bü­yük nimetin şükrüne dalsın ve Allah'ı ansın. O, ancak işaretle anlaşa­bildi. Bu müddette çokça Rabb'ini zikretmekle emrolunmuştu. Ve öyle de yaptı.»

 (42) «Hatırla o vakti ki, Melekler Meryem'e şöyle dediler:  «Allah seni seçti temizledi ve âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.» Bu konuşma Meryem ile Melekler arasında şifahi oldu. Meryem'in kerameti idi. Ke-<ı, râmeti inkâr eden guruplar, «Âyeti Celîle Zekeriyya'nın mu'cizesi ve­ya İsa'nın Peygamberliğinin başlangıcını bildirir. Zira kadının Pey­gamber olmadığını Âlimler icma ile söylemişlerdir. Çünkü Âyet «Ey Muhammedi Senden önce ancak erkek Peygamberler   gönderdik.» di­yor.» demişlerdir.

Bir görüşe göre, meleklerin konuşması Meryem'e ilham yoluyla bildirildi.

Âyette bahsi geçen (istifa) kelimesi Meryem'in «Beytül Makdis» hizmetkârlığına kabul edilmesi için annesinin dileği kabul olunmak suretiyle tahakkuk etmiştir. Meryem'in temizlenmesi ise, kadınlarda görülen hayız gibi kirliliklerden uzak bulunmasındandır.

Onun hidayeti ve babasız olarak bir çocuğun kendisine verilmesi, o çocuğun konuşup Annesini itham edenlere cevap vermesi onun diğer kadınlara üstün kılınması demektir.

Kalemlerinden maksat, kur*a çekmekte kullandıkları ve daha ön­ce Tevrat'ı yazmakta kullandıkları kalemlerdir.

El Mesih Hz. îsâ'nın lâkabıdır. Nitekim «Es-Sıddîk» Hz. Ebubekr'in lâkabı olduğu gibi!.. «Mesih» kelimesi İbranice «Meşiha»dan geliyor. Manâsı mübarek demektir. îsa kelimesi de İbranice «işu» kelimesinin arapçası olduğu gibi... «Mesih» sıvazlama manâsında olan «mesihn kökünden geliyor. Zira îsâ (A.S.) bereketle hastanın sırtım sıvazlar hasta şifa bulurdu. Veya Cebrail onun sırtını sivazlamıştı.

İsa (A.S.) için kullanılan «Vecih» kelimesinin manâsı, dünyada Peygamber ve âhirette şefaati makbul insan demektir. [32]

 

Tefsik-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (38) Orada Zekeriyya Rabbine dua etti (yalvardı):

— Ey Rabbimî Bana katından temiz bir zürriyet hibe et! Şüphe­siz sensin duayı işiten...»

Bu âyeti celîle ile ilgili olarak seleften gelen tefsirler:

îbn Kesir şöyle diyor:

«Zekeriyya (A.S.), Allah'ın kış meyvesini yazda, yaz meyvesini kışta Meryem'e rızık olarak verdiğini görünce, kendisini ihtiyarlamış bir piri fâni, kemikleri gevşemiş ve başı bembeyaz olmasına ve hanımı-

nın yaşlı ve kısır bulunmasına rağmen, kendisine vâris olacak temiz bir zürriyete iştiyak hissetti. Bununla beraber Rabbinden gizlice:

«Ey Rabbim! Bana katından bir temiz zürriyet ihsan et» diye ya­kardı. Temizden maksat salih bir evlâttır.

Zekeriyya mihtapta namaz kılarken melekler kendisine seslendi­ler. Yani melekler şifahen ona hitab ettiler. O mihrabta ibadet içeri­sinde iken Allah ona meleklerin sesini işittirdi. Sonra Cenab-ı Hak, meleklerin ona müjdelediklerini

 (39) Allah, sana adı Yahya ve senin sulbünden gelecek bir oğul ihsan edecektin) şeklinde nakletti.

Kattade ve başka müfessirler «Hz. Yahya'ya yahya isminin ve­rilmesinin sebebi, Cenab-ı Hakkın onu imanla hayy edip diriltmiş ol­masındandır.» dediler. «O Allah'tan gelen bir kelimeyi tasdik edicidir» cümlesindeki kelimeden maksad, el ufi ibn Abbas'tan, Hasan, Ka-tade, İkrime, Mücahid, Ebu Şa'sa, Süddi, Er Rabi bin Enes, Dehhak ve başkalarından rivayet ettiğine göre Meryem'in oğlu İsa'dır.

Rabi bin Enes, «Meryem'in oğlu İsa'yı ilk tasdik eden Yahya (A.S.)

dır» dedi.

Katade, «Allah'tan gelen kelimeyi tasdik etmenin, manası, onun sünneti ve yolu üzerinde bulunmak demektir» dedi.

îbn Cüreyc, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Yahya ile İsa teyzeoğulları idi. Yahya'nın annesi, Meryem'e:

Ben benîm karnımda bulunanın senin karnında bulunana sec­de  ta'zim) ettiğini seziyorum, dedi» İşte bu, Hz. Yahya'nın Mer­yem'in karnında bulunan İsa'yı tasdik etmesidir. Böylece, ilk İsa'yı tasdik eden zat Yahya (A.S.) dır. Allah'ın kelimesi olan İsa'dan Yahya sinnen daha büyükdür.»

Süddi de böyle diyor [33]

Âyette bahsi geçen «Seyyid» kelimesi, Ebul Âliye, Rabi bin Enes, Katade, Said bin Cübeyr ve diğer müfessirlerin açıklamasına göre «Halini» demektir.

Katade «İlimde ve ibadette Önder demektir» dedi.

îbn Abbas, Es Sevri ve Dahhak «Seyyid demek, Allah'tan korkan ve halim insan demektir.» dedi

Said bin Müseyyib «Seyyid demek, âlim ve fâkih demektir» diyor.

Atiyye «Seyyid demek, dininde ve ahlâkında efendi olan demek­tir» dedi.

İkrime «Seyyid, o, kimsedir ki Öfkesi halimi iğini yenmez» dedi. îbn Zeyd «Seyyid, şerif demektir» dedi.

Mücahid ve başka tefsirciler «Seyyid, Allah katında kerim olan kişi demektir» dediler.

«hasur» kelimesi ise, İbn Mesud ve Îbn Abbas'tan, Mücahid ve İkrime'den, Said bin Cübeyr, Ebu Şa'se ve Atiyye el Ufi'den rivayet edildiğine göre «Kadınlarla cinsi ilişki kurmayan kişi» demektir.

Ebu'l Âliye, Rabi bin Enes,   «Hasur odur ki, çocuğu doğmamıştır ve menisi olmamıştır» dediler.

îbn Ebi Hatim, Ubey'den İbn Abbas tarikiyle «Hasur, o zattır ki, menisi akmaz» diye rivayet ettiler.

îbn Ebi Hatim burada cidden garib olan bir hadisi rivayet etmiş­tir. O da şudur:

İbn Âs, «Seyyid» ve «Hasur» kelimelerini Cenab-ı Peygamber oku­duktan sonra eğilip yerden birşey aldı ve buyurdu:

«Onun tenasül uzvu bunun gibiydi» diye rivayet ediyor.

İbn Ebi Hatim, Abdullah bin Amr bin As tarikıyla rivayet etti:

«Allah'ın mahlûklarından hiç kimse yoktur ki, günah ile Allah'ın huzuruna varmasın. Ancak Zekeriyya oğlu Yahya bu hükmün dışında­dır.» Sonra Said «Seyyiden» ve «Hasuren» kelimelerini okudu. Sonra yerden birşey aldı:

«Hasur o kimsedir ki, onun tenasül uzvu bunun gibidir» dedi.

Bu hadisi rivayet eden   Yahya bin Said el-Kattan küçük ve ser­çe parmağıyla işaret etti.

Bu hadis mevkuftur. Fakat daha önceki merfu hadisten isnad yö­nünden daha sıhhatlidir. Aynı hadisi İbn ul Munzir de tefsirinde riva­yet etmiştir.

Ahmed bin Davud es Semnani, Said tarikıyla rivayet ediyor:

Abdullah bin Amr bin As'tan dinledim. Allah'ın Resulü buyurdu: «Hiçbir kul yoktur ki Allah'ın huzuruna   varsın da günah sahibi olmasın. Ancak Zekeriyya oğlu Yahya bu hükmün dışındadır. Çünkü Cenab-ı Hak onun için «Ve seyyiden ve hasura» buyurdu.»

Bunları söyledikten sonra «Onun tenasül organı elbisenin kenarı gibiydi» deyip parmak boğumu ile işaret etti.

İbn Ebi Hatim, Ubeyden, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor: «Bütür Ademoğullan Allah'a bir günah ile mülaki olur. Allah di­lerse, onu onunla azaba duçar eder, dilerse merhamet eder. Ancak Ze­keriyya oğlu Yahya bunun dışındadır. Çünkü o seyyid ve hasurdur ve salihlerden bir peygamberdi.»

Peygamber bunları söyledikten sonra eğilip yerden bir çöp aldı: «Onun tenasül organı bu çöp gibi idi» buyurdular.

Kadı îyad «Eş Şifa»smda Cenab-ı Hakkın Yahya kulunu hasur-luk sıfatıyle övmesini «tenasül organı yoktu» tarzında yorumlayan­lar yanılmıştırlar. bu yorumu, tefsir âlimlerinin zekileri reddetmişler­dir. Alimlerin müdekkikleri bunu kabul etmemişlerdir. Bu yorum, Yah­ya için bir eksiklik ve bir ayıptır. Peygamberlere böyle bir eksiklik uy­gun düşmez, dediler. Bunun manâsı ancak «O günahlardan masum» idi demektir. Yani «sanki tenasül organı yokmuş gibi, günahları işle­miyordu demektir» dediler.

Bazıları da «O, nefsini şehvetlerden menedici idi» şeklinde «ha­sur» kelimesini tefsir etmişlerdir.

Bazıları da «Kadınlar hususunda şehveti yoktu» şeklinde tefsir et­mişlerdir. İşte senin için bu tefsirler şunu belirtti ki, evlenmeye gücün olmaması bir nakisedir. Fazilet, onun mevcud olmasından sonra Hz. İsa'nın yaptığı gibi nefisle cihad etmek suretiyle onu menetmek­tir veya Hz. Yahya'da olduğu gibi, Cenab-ı Hakkın yardımıyle onu menetmektedir. Sonra bu şehvet, kendisini zabteden ve o hususta vacibi yerine getiren ve ona rağmen Rabbisinden uzaklaşmayan için bü­yük bir derecedir. Bizim peygamberimizin derecesidir. Kadınlarının çokluğu onu Rabbisinin ibadetinden alakoymadı. Belki bu durumu onu ibâdet yönünden daha da artırdı. Onları afif kılması, onların nafaka­larını temin etmesi, onlar için çalışması, onları hidayet etmesi hepsi onun ecrinin artmasına vesile oldu. Evet Resûlü-Ekrem'in açıkça bu kadar çok kadınla evlenmesi, dünyasının nazlarından değildir. Ama başkasının dünyasının hazlanndandır. Nitekim buyurdu:

«Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözü­mün nuru namaz.»

İşte bu peygamberin sözüdür:   «Dünyanızdan bana üç şey sevdi­rildi» dedi.

Bu âyeti kerimeden maksat, Hz. Yahya'yı Hasur olmakla övmek­tir. Yoksa «O kadınlarla cinsî ilişki kuramazdı»   şeklindeki bir tefsir, övmek değil yermek olur. Belki âyetin mânası, Kadı îyad'ın ve başka tefsircilerin dediği gibi «Yahya (A.S.) fahişelerden ve çirkinliklerden masum idi. Ama helâlinden kadınlarla evlenmesine bir mani olamaz­dı. Helâl kadınıyle birleşmesine, onları doğurtup zürriyet sahibi olma­sına engel değildi. Belki Hz. Zekeriyya'nın duasından da onun nesli­nin varlığı anlaşılıyor. Nitekim Zekeriyya   «Katından bana temiz bir zürriyet ihsan et» dedi. Yani bana zürriyeti   olan bir evlâdı ihsan et dedi. [34]

«Salihlerden bir peygamber olacak (Yahya'yı) ver.» cümlesi, Hz. Yahya'nın doğumunu müjdeledikten sonra onun peygamberliğini de müjdeliyor. Bu, birinci müjdeden daha üstündür. Tıpkı Cenab-ı Hak­kın başka bir âyette «Biz Musa'yı sana geri döndüreceğiz ve onu pey­gamberlerden kılacağız» (Kısas: 7) buyurması gibi.

Zekeriyya (A.S.) bu müjdeyi aldığında ihtiyarlık döneminde ken­disinin bir çocuğu olacağından hayrete düştü. Ve şöyle dedi:

 (40) Ey Rabbim! Kocalma bana gelmişken, hanımım da kısırken bir oğlum nasıl olabilir?»

Melek, Zekeriyya (A.S.)'ya cevab verdi: «Böylece Allah dilediğini yapar. Allah'ın emri böylece büyüktür. Hiçbir şey Allah'ı aciz bırakmaz. Hiçbir şey Allah için zor değildir.»

Zekeriyya:

 (41) Ey Rabbim! Bana bir alâmet ver» dedi. Yani çocuğun ben-

fden olacağına, doğup dünyaya geleceğine dair bir nişan ver.   Cenab-ı Hak: «Senin alâmetin, üç gün işaretle anlaşma dışında insanlarla ko-nuşamamandır» buyurdu. Yani sen sıhhatli bulunduğun, her şeyin mazbut olduğu halde konuşamaz hale geleceksin, demektir. Sonra çok­ça zikret, teşbih et bu halinle. [35]

 

Zekerîyya Ve Oğlu Yahya (A.S.)

 

Zekeriyya Kur'an-ı Kerimde sekiz defa zikredilmiştir. AI-i îm-ran'ın 37-38. âyetlerinde, En'am'ın 85, Meryem'in 2 ve 7., Enbiya sûre­sinin 89. âyetinde. Yahya (A.S.) Al-i îmran'ın 39., En'am'ın 85., Mer­yem'in 7. ve 12., El Enbiya'nın 90. âyetinde zikredilmiştir. Hz. Zeke­riyya'nın nesebi ne Kur'an'da ne de ehli kitab katında bulunan pey­gamber kitablannda zikredilmemiştir. Ehli kitab katında başka bir Zekeriyya vardır. Onun kıssası Kur'an'da yok. Onun hristiyan katında «kanun» kitablanndan bir kitabı vardır. O Berhiya oğlu Zekeriyya'-dır. Daryos zamanında yaşamıştır. Yani İsa'dan üç asır önce. O'dur ki­tabının 9. faslında Hz. Ömer'in halifeliğinden bahseden. Hz. Ömer'in Örşelime (yani Kuduse) galib geleceğini, muzaffer olarak oraya gireceğini, mütevazi bir şekilde bir merkebin sırtında oraya geleceğini ha­ber veren odur. Fakat hristiyanlar onun bu sözünü Hz. Mesih ile tevil ediyorlar. Yahudiler de kendilerince beklenen Mesihi-Deccal ile tevil

jü|   etmişlerdir.

Yahya peygamberin babası Zekeriyya'ya gelince, görülüyor ki, Ku­düs'ün hizmetinde ortak olanlardan bir zattır. Buna binaen onun adı lavi olur. Kur'an-ı Kerim'de İmran'ın hanımı, Meryem'in annesi, Mer­yem'i Kudüs'e hizmet etmek için adadığı zaman, onu hizmetkârların yanma getirdi. Her birisi onu yetiştirmeğe kalkıştı. Ve böylece kur'a çektiler. Meryem Zekeriyya'nın nasibi oldu ve Zekeriyya Meryem'i ye­tiştirdi. Nitekim Cenab-ı Hak «Meryem'e Zekeriyya'yi kefil kıldı» bu­yurmuştur. Kur'an-ı Kerim Meryem hakkındaki kur'aya şu âyetle işa­ret buyurmaktadır:

 (44) Ey Habibim! İşte bu gayb haberi erindendir. Sana vahyettik. Meryem'e hangisi kefil olacaktır diye kalemlerini atarlarken sen onla­rın yanlarında değildin. Çekilirlerken de yanlarında değildin.»

Zekeriyya Meryem'in teyzesinin kocası idi. Hz. îsa ile Hz. Zekeriy-ya'nın teyze çocukları olduğu Mir'aç hadisinde de mecazi bir şekilde -bildirilmiştir.

Zekeriyya Cenab-ı Hakkın Meryem'e vermiş olduğu apaçık âyet­lerini ve beklenilmeyen yerlerde ona gönderdiği rızkı gördüğünde so­ruyordu:

«Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?»

Meryem de.

«Allah'ın katından geldi Şüphesiz Allah dilediğini hesabsız nzık-landınr» diye cevab veriyordu. Zekeriyya bu çağda kocamış bir vazi­yette idi. Saçları bembeyazdı. Hanımı doğuramaz ve kısırdı. Artık ço­cuğunun olmasından ümidini kesecek bir çağdaydı. îsrailoğullan için korkuyordu ki, kendisinden sonra riyaset makamını işgal edecek olan azadlılan onlan yoldan çıkarır.   Çünkü onların halini görüyor, ilâhî ni­zama bağlı olmadıklarını müşahede ediyordu. Cenab-ı Hakkın Meryem'e olan ikramı onu dua kapısını çalmaya teşvik etti. Dünyada mutmain olarak gitmesi için Allah'tan   kendisine nzık olarak bir zürriyet ver­mesini istedi. Nefsinde daima Rabbine bu hususta münacaat ediyor­du. Mihrabta namaz kılarken melekler ona müjde getirdiler:

«Allah sana Yahya'yı müjde ediyor. Allah'tan gelen bir kelimeyi tasdik edicidir. Baş ve iffetlidir. Ve salihlerden bir peygamberdir.» Bunun üzerine Zekeriyya Rabbına müracaat ederek sordu: «Ey Babbim! Kocalmam bana gelmişken, hanımım da kısır iken nasıl bir oğlum olabilir?»

Allah, Zekeriyya'ya meleklerin diliyle;

«Böylece Allah dilediğini yapar» cevabını verdi. Ve Zekeriyya çocuğu olacağına dair bir alâmet, bir nişan istedi. Cenab-ı Hak ona «üç gün sıhhatli olduğu halde halkla konuşmaktan âciz olacaksın. Ancak işaretle anlaşabileceksin» dedi. Ve bu da oldu. Hanımı Yahya'ya gebe kaldı. Umulur ki Hz. Zekeriyya'nın babasının adı Berhiya idi. Öbür Ze-keriyya'nm babası gibi. Çünkü Barnabe İncil'indeki bir âyette:

«Mesih Yahudilere söyledi:

— Sizin üzerinize tâ Berhiye oğlu Zekeriyya'ya kadar öldürmüş olduğunuz peygamberlerin kanlan gelecektir.

Ki o Berhiya oğlu Zekeriyya'yi da Heykel ile Mezbah arasında öl­dürdünüz, dedi.»

Tefsir âlimleri «Yahya peygamberin babası Zekeriyya (A.S.), Yah­ya'nın öldürüldüğü hâdisede öldürülmüştür. Yani babası ile oğlu aynı hadisede şehid edilmişlerdir» diyorlar.

Yahya'ya gelince, Zekeriyya'nın hanımının hamli idi. Kitab ehli «Bu hanımın adı Elizabet'tir» diyorlar... Meryem, İsa'ya hamile olduğu zaman, o da Hz. Yahya'ya hamile idi. Böylece Yahya'yı doğurup dün­yaya getirdi. Ne bizim katımızda, ne de ehli kitab katında Hz. Yahya'­nın çocukluğu hakkında sıhhatli bir bilgi yoktur. Ancak ehli kitab der ki, «Yahya çocukluğunda çöle çıkar, çekirge île çöl balı yerdi.»

Hz. Yahya, Hz. Musa'nın şeriatında zirveye çıkmış bir yetişkindi. O, şeriatınahkâmmı soran herkes, ona müracaat ederdi. O çağda Filis­tin idarecilerinden Firodes isimli bir kişi hâkimdi. Onun kardeşinin bir kızı vardı. Adı Firodiya idi. Dünyanın en güzellerindendi. Amcası onun­la evlenmek istedi. Kız ve annesi de bunu arzuluyordu. Ancak Hz. Yah-

ya bu evliliğe razı olmadı. Çünkü böyle bir evlilik Tevrat'a göre ha­ramdı. Hz. Yahya'nın bu evliliğe muariz olduğu da bilinmekteydi. Kı­zın annesi Hz. Yahya'nın aleyhinde fırsat kolluyordu. Kızım süsleyip püsleyerek amcasının yanına soktu. Kız amcasının önünde reverans yaparak oynadı. Amcası sarhoş olacak derecede bu hareketten mem­nun oldu. Kıza «Neyi istiyorsan söyle, sana vereyim» dedi. Kızın anne­si daha önce kızma talimat vermişti: «Kızım! Senden amcan neyi is­tiyorsan vereyim dediği zaman Zekeriyya oğlu Yahya'nın başını bu ta­bakta istiyorum de» demişti.

Kız da: «Yahya'nın başını istiyorum» dedi. Amcası kızın bu isteği­ni yerine getirmek suretiyle Hz. Yahya'yı öldürttü...

Yahudiler, kişinin kızkardeşinin ve oğlan kardeşinin kızıyla ev­lenmesi hususunda, ihtilâf etmişlerdir. Yahudilerden «Rabbaniyyun» adlı gurup bunu caiz görürler. «Kurraun» gurubu ise bunu meneder-ler. Birinci gurubun delili; kızkardeşin kızıyla dayısının, oğlan karde­şinin kızıyle amcanın evlenmesinin haram olduğu Tevrat'ta zikredil­memiş olmasıdır.

Hz. Yahya, salah ve takvanın en mükemmel şekliyle sıfatlıydı. Tâ çocukluğundanberi böyleydi. Cenab-ı Hak onun hususunda: «Çocuk iken ona hüküm verdik» buyuruyor.

Zahire bakılırsa Cenab-ı. Hak nzık olarak ona Tevrat'a yönelmeyi vermiştir, öyle ki, o çocukluğunda Tevrat bilgini oldu. Otuz yaşma gelmezden önce kendisine peygamberlik verildi. Halkı günahtan tevbe etmeye çağırıyordu. Halkı Ürdün nehrine götürerek günahlardan tev­be etmek üzere yıkıyarak vaftiz ediyordu. Hz. İsa'yı da o yıkamıştır. Yahudiler ona «Yuhanna el Mu'medani» (vaftizci yuhenna) der­lerdi.

Yahudilerden bazıları, Hz. Yahya'dan sordular: «Sen, mesih misin?» Cevab:

— Hayır!

«Sen, o peygamber misin?» Cevab:

— Hayır! Yahudiler:

«O halde sen mesih değilsin, o peygamber de değilsin. Niçin halkı yıkıyorsun (vaftiz yapıyorsun) ?» Cevab:

«Çölde çağıran bir sesim ben. Rabbin yoluna geliniz. Dosdoğru onun yolunda yürüyünüz.»

îşte böylece Yahya (A.S.)'nin durumu sona erdi.

Mesih İsa'ya Yahya'nın ölüm haberi gelince ortaya çıkıp halkın arasına girdi, onları Allah'a davet etmek üzere çalıştı ve halkı Allah'a kul olmaya çağırdı.

 (42) Ey Habİbim! Hatırla o zamanı ki melekler şöyle demişlerdi: Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti. Seni tertemiz ve âlem­lerin kadınlarına üstün kıldı...»

Bu âyet hakkında seleften gelen rivayetler: Abdurrezzak, Said bin Müseyyib yoluyla rivayet ediyor.

Ebu Hureyre Resulü Ekrem'den rivayet ederek şöyle dedi: «Deveye binen kadınların en hayırlıları Kureyş kadınlarıdır. Çün­kü onlar çocukları küçük iken onları şefkatle kucaklıyor, kocalarının malına herkesten daha çok dikkat ediyorlar.»

Ebu-Hureyre «Bu hadîsin hükmünden istisna edilen îmran kızı Meryem asla develere binmemiştir.» dedi.

İbn Ebi Şeybe, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei ve İbn Cerir, Hz. Ali'den (K.V.) rivayet ederler. Resûlüllah'tan dinledim:

«Onların (İsrailoğullannın) kadınlarının hayırlısı İmran'ın kızı Meryem'dir.

Bunların (Kureyş'in) kadınlarının hayırlısı Huveylid'in km Hati-cedir.»

Hakim, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor.

«Alemlerin kadınlarının en üstünü Hatice, Patıma, Meryem ve Fi-rav'nın hanımı Asiye'dir.»

İbn Merduveyh, Enes'ten rivayet ediyor:

«Allah, dünya kadınlarından dört kadım üstün kılmıştır: Muzahın kızı Asiye, Îmran krzı Meryem, Hüvey 1 id kızı Hatice, Muhammed kız? Fatima.»

İbn Ebi Şeybe, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn Mace ve İbn Cerir Ebu Musa'dan rivayet ettiler:

«Erkeklerden çok kimse kemal derecesine erdi Kadınlardan an­cak îmran'ın kızı Meryem, Firav'nın hatunu Asiye, kemal dereceleri­ne erdiler. Aişe'nin kadınlar üzerindeki fazileti etli tiridin diğer ye­mekler üzerindeki fazileti gibidir.»

İbn Ebi Şeybe ve İbn Cerir Hz. Fatima'dan rivayet ediyorlar:

Resûlüllah bana «Betul olan Meryem değil, sen cennet kadınları­ma başısın» dedi.

-İbn Cerir, Ammar bin Saad'dan rivayet ediyor: «Hatice benim ümmetimin kadınlarından üstün kılındı. Tıbkı Meryem'in âlemlerin kadınlarına üstün kılındığı gibi.

Cennet kadınlarının başı İmran'in kızı Meryem'dir. Sonra Fatıma, sonra Hatice, sonra Firavnın hanımı Asiye'dir.»

İbn Asakir Mukattil'den, Dahhak'tan, İbn Abbas'tan rivayet etti: «Dört kadın vardır, yaşadıkları âlemin başıdırlar:    tmran'm kızı Meryem, Muzahim'in kızı Asiye, Huveylid'in kızı Hatice, Muhammed'in kızı Fatıma. Alem yönünden bunlann en üstünü Fatima'dır.»

Yani Fatıma'nın âlemi diğerlerinin âlemlerinden üstündür.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Mücahit tarikıyla rivayet ederler: «Allah seni seçti ve tertemiz kıldı.» Yani iman yönünden seni güp-güzel kıldı.

ibn Ebi Hatim, Süddi'den rivayet ediyor:

«Seni temiz kıldı.» Yani hayızdan. Seni âlemlerin kadınları üzeri­ne seçti.» Yani senin içinde yaşadığın o zaman ki, âlemlerin kadınların­dan seni üstün kıldı demektir. [36]

 

Meryem'in İbadete Dalışı

 

Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler: «Meryem'e Rabbin için ibadet et denildiği zaman ayaklan şişecek derecede İbadette bulundu.»

Evzai «Meryem iki ayağından irinler akacak derecede ibâdete de­vam etti.» diyor.

îbn Asakir, İbn Said'den «Meryem, ayakları şişecek kadar ibâdete devam ederdi» şeklinde rivayet ediyor.

İbn Cerir, îbn Ebi Hatim «El Ufi» tankıyla îbn Abbas'tan rivayet ederler:

Meryem mescide getirildikten sonra mescidin hizmetinde ortakla­şa çalışanlar ve orada vahy yazanlar, vahy yazmış oldukları kalemle­riyle kur'a çektiler ki, hangisi Meryem'i büyütecektir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onun büyütülmesi emrini Zekeriyya'ya verdi. Ve böylece Cenab-ı Hak Hz. Muhammed'e «Kalemlerini atarlarken sen onların yanlarında değildin. Çekilirlerken de yanlarında değildin.» diyor.

Burada çok acaib, Kur'an ve sünnetin ruhuyla pek uyum sağla­mayan bir hadiseyi İshak bin Bişr ve İbn Asakir, Vehb bin Münebbih'-ten rivayet ediyorlar. O da şudur:

Meryem'in hamileliği istikrar bulup Cebrail ona müjde verdiğin­de o Cenab-ı Hakkın keremine güvendi. İtminana kavuştu. Nefsini hoş tuttu. Eteklerini sımsıkı toplayıp ibadete yöneldi. Mabede adanmışlardan birisi olan halası oğlu Yusuf da beraberinde idi. Aralarında perde vardı. Perdenin arkasında onun hizmetinde bulunuyordu. Meryem'le konuşuyor ve perde arkasında ona, ihtiyaçları ne ise, getirip veriyor­du. Meryem'in hamile oluşuna ilk muttali olan bu zattır. Yusuf bun-dan dolayı kaygı duydu. Mahzun oldu. Önü alınmaz belâdan korktu. Meryem'in bu çocuğu nerden getirdiğini bilmiyordu. Yusuf öyle bir hale geldi ki kendi işine bakmaz oldu. Çünkü kendisi de hikmetli ve ibadete dalıcı bir kişi idi. Meryem perde arkasına çekilmezden evvel onunla beraberdi. Onunla beraber büyüdü. Meryem ve Yusuf ibadet sularını getirmek istedikleri zaman, su testilerini alıp çöle gidiyor, tes­tileri dolduruyor, beraberce mabede dönüyorlardı. Meryem mabede dönmek üzere iken Melekler Meryem'e müjde verdiler:

«Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı.» Yusuf, dinlediği bu seslerden hayret ediyordu. Yusuf Meryem'in gebe olduğunu görünce Meryem hakkında nefsine şüphe düştü. Hatta nerdeyse fitneye girecekti. Nefsinde Meryem'i itham etmeyi irade etti­ğinde, Cenab-ı Hak Meryem'i tertemiz kıldı, onu seçti. Bir de daha ön­ce Allah Meryem'in annesine Meryem'i koruma ve zürriyetini ko­ruma, kovulmuş şeytanın şerrinden sakındırma vaadini vermişti. Yu­suf bunları hatırladı. Meleklerin «Ey Meryem! Allah seni seçti ve terte­miz kıldı» sözlerini işitiyordu. Ve Yusuf Meryem hakkında Cenab-ı Hakkın vermiş olduğu faziletleri hatırladı. Ve Zekeriyya'nm onu mih-rabta koruduğunu hatırladı. Hiç kimse onun yanına girmiyordu. Şey­tan da onu iğva edemezdi. Acaba bu yükü nerden gelmişti? Yusuf, Meryem'in renginin bozulduğunu, karnının şiştiğini görünce daha da beter bir hale düştü. Ve böylece kinaye yoluyla sordu: - Ey Meryem! Acaba tohumsuz ziraat olur mu?

Meryem:

  Evet, olur. "Vusuf:

— O nasıl olur?

Meryem:

  Cenab-ı Hak ilk tohumu yarattı. Orada bitki yoktu. İlk bitkiyi bitirdi. Orada tohum yoktu. Belki de sen 'eğer Allah tohum ile bitki­ye yardım etmeseydi   bitki bitmezdi. Onu tohumsuz   bitirmeye gücü yetmezdi' diyorsun. (Böyle inanırsın?)

Yusuf:

— Böyle demekten Allah'a sığınırım. Sen doğru söyledin. Nur ve hikmeti konuştun. NasılI ki Cenab-ı Hak ziraatı tohumsuz ve tohumu ziraatsız ilk anda yaratmaya kadir ise, tohumsuz bir ziraatı da her an kılmaya kadirdir. Fakat ey Meryem! Bana haber ver. Ağaç susuz ve yağmursuz biter mi?»

Meryem:

— Ey Yusuf! Bilmez misin, tohumun ve ziraatın, suyun, yağmu­run, ağacın bir tek halikı, (yaratanı) vardır. Yoksa sen su, yağmur ol­mazsa o Yaradan ağacı bitirmeye kadir değil mi diyorsun?

Yusuf:

  Allah'a böyle demekten sığmıyorum. Sen doğru söyledin. Bana haber ver: Acaba erkek olmaksızın çocuk olur mu?

Meryem:

  Evet, olur.

Yusuf:

  O nasıl olur?

Meryem:

  Bilmez misin Cenab-ı Hak Adem ile Havva'yı gebelik olmaksı­zın, kadın olmaksızın, erkek olmaksızın yaratmıştır.

Yusuf:

  Bana kendi hakkında haber ver, senin bu hamlin nereden?

Meryem:

  Allah bana kendisinden gelen bir kelimeyi müjdeledi. O gelenin ismi Meryem oğlu Mesih İsa'dır. Ve âyeti «O salihlerden bir pey­gamberdir» cümlesine kadar okudu. Yusuf anladı ki, bu, Cenab-ı Hak­tan gelen bir emirdir. Meryem hakkında irade etmiş olduğu hayrdan dolayı bu emri vermiştir. Bundan sonra Meryem hakkında konuşmadı ve sustu. Bu durum Meryem doğum sancılarını çekinceye kadar de­vam etti. O anda Cenab-ı Hak tarafından Meryem'e «Mihrabtan çık» nidası geldi.»

Bu eser Israiliyyattandır. Zaten Yahudiler katında Yusuf Necar diye bir Yusuf Hz. Meryem'in sözlüsü olarak gösterilmektedir. Oy­sa Kur*an ve sünnet Meryem'in sahasını böyle şeylerden uzak tutmak­tadırlar. Garib olan şudur ki İmam Suyuti bu îsrailiyatı «Ed Durrul Mansur» adlı tefsirinde iki kez naklediyor ve herhangi bir yorumda ve herhangi bir izahta bulunmuyor.

îbn Cerir ve İbn ul Munzir İbrahim tankıyla rivayet ettiler:

«mesih» sıddık demektir.

İbn Cerir, Said tarikıyla rivayet ediyor:

isa'ya mesih denilmiş, çünkü o bereketle meshedilmiştir (sıvazlanmıştır.)

îbn Ebi Hatim, Yahya bin Abdurrahman es Sakafi'den rivayet ediyor:

İsa seyyah idi. Onun için ona mesih ismi. verildi. Akşam bir yer­de sabah başka bir yerdeydi Refoluncaya kadar da evlenmedi. [37]

 

İsa (Aleyhisselam)'Nın Hayatı

 

O Allah'ın kulu ve Resulüdür. Meryem'in rahmine ilka edilmiş ilâhî bir kelimedir. Ve Allah'tan gelen bir ruhtur. İsrailoğullarından en son gelen peygamberdir. Nitekim bütün insanların en son gelen peygamberi Hz. Muhammed olduğu gibi. İsa (A.S.)'nm Kur'an'daki adı «el-mesih» deyimiyle geçmektedir. Bu, İsa'nın lâkabıdır. Bazen de İsa lafzıyla kullanılmıştır. Bu da onun özel ismidir. İbranice Yeşu'-dur ismi. Yani Muhlis (Kurtarıcı) demektir. Bu işarettir ki, o, onların birçok günahlarından ve dalâletlerinden halas olmalarına sebeb ol­muştur. Bazan da Kur'an'da ibn meryem künyesiyle zikredilmiştir.

Hz. İsa'nın bahsi Kur'an'in onüç sûresinde, (33) otuz üç âyette geç mektedir. Otuz üç sene yaşamasına belki de işaret vardır. [38]

 

Hıristiyanlara Göre Hz. İsa'nın Nesebi

 

Hristiyanlar Hz. İsa'nın nesebini zikrettikleri zaman Yusuf er Neccar'm nesebini zikretmiş oluyorlar. Çünkü onlar Hz. İsa'ya Yusui Neccar'ın oğlu yesu diye çağlıyorlardı. Yusuf-i Neecar'a gelince, da­ha Önce de belirttiğimiz gibi o Yahudi delikanlılarından salih bir de­likanlı idi. Meryem'in kavmindendi.

lüka el isahah-Evvelin 2. fıkrasında diyor ki: Bu Yusuf i Nec-car, Davud'un ailesindendi. Meryem mesih ile hamile kalmazdan ön­ce onun isteklisi idi. Meryem'i hamile görünce, bu manzara Meryem'i terketmesine onu iteledi. Çünkü kendisi salih bir kişi idi. Fakat rüyasında böyle bir şeyi yapmamakla emrolundu. Çünkü Meryem kirlilik­t ten beri bir hatundu. [39]

yesu' İsa, Yusuf'u Neccar oğlu diye meşhur olarak yetişti. Bar-naba İncil'inde Hz. Meryem hamile olduğunu hissettiği andan itiba­ren Yusufu Neccan kendisine a'şir yani nişanlı arkadaş olarak edin­di diyor. Bu arkadaş edinme adeti Yahudilerde ta bugüne kadar da mevcuttur. Genç oğlan kızın ailesine gelir, kızı ister. Kızı istemesin­den itibaren arkadaş oluyorlar. Fakat aralarında karı koca muamelesi yoktur. Kâfi bir zaman böyle devam ederler. Kız, çocuğun ahlâkına, çocuk da kızın ahlâkına razı olurlarsa, aralarında evlilik tamamlanır. Birbirlerini beğenmezlerse, isteme feshedilir. Herkes kendi yolunda de­vam eder. Fakat bütün bunlar olurken aralarında karı koca muamele­si cereyan etmez.

Hıristiyanlar, Yusufu Neccar'ın nesebi olan Hz. İsa Mesih'in nese­bi konusunda ihtilâf etmişlerdir. Öyle bir ihtilâf ki, ona muttali olan insan mutlaka tenakuz hissediyor.

Meselâ: Matta ve Luka bu neseb konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan başka İncil yazarlarının hiçbirisi İsa'nın nesebini zikretme-miştir.

Matta İncil'ine göre İsa'nın nesebi:

yaşu' bin Yusuf bin Yakub bin Metan bin Yaazur, bin Yehud, bin Enim, bin Sadık bin Azur bin Yakin büıYehud bin Zerba bin Şel-tain bin Yekmiya bin Yuşiya bin Emumin bir Mensa bin Haskiya bin Ehazin, bin Yusan bin Azyan bin Yevarin bin Beuşafid bin Asya bin Ebya bin Yahiam bin Süleyman bin Davud bin Yesa bin Hubeyd bin Buaz bin Selnun bin Nahşun bin Aminadat bin Aram bin Hasrun bin Faris bin Yehuda bin Yakub bin İshak bin İbrahim'dir.

Meşinin Luka İncil'indeki nesebi:

yesu' bin Yusuf, Necar bin Hâli, bin Lavi, bin Melka bin Yena bin Yusuf bin Metafiya bin Amus bin Nahun bin Hasli bin Necai bin Mas bin Metafiya bin Şem'i bin Yusuf bin Yehuda bin Yuhanna bin Rifa bin Zerba bin ... şeytain bin Nuri bin Mevta bin Ebi bin Husam bin Elmevadin bin İyr bin Yusa bin Yeazir bin Yurİm bin Mutefenna bin Laus bin Şemun bin Yehuda bin Yusuf bin Yunan bin Elyakin bin Milyan bin Nasa bin Davud bin Yesa bin TJbid bin Buİz bin Selmun bin Nahşun bin Aminadat bin Aram bin Hasrun bin Faris bin Yehuda bin Yakub bin îshak bin İbrahim'dir.

Bu iki neseb cetvelini karşılaştırdığımızda görüyoruz ki, Matta «Yakubun oğlu Yusuf», Luka ise «Halinin oğlu Yusuf» diyor. Matta «Mesih, Süleyman bin Davud'un evlâdındandır», Luka «o Nasa bin Davud'un evlâdındandır» diyor. Mata «Meşinin babaları Davud'dan Babil sürgününe kadar meşhur sultanlardır», Luka ise ona muhalefet ederek «onlar ne sultanlar ne de meşhur değiller. Ancak Davud ve Nasa şöhrete kavuşmuşlardır» diyor. Mata «Şeltail Yekniyanm oğludur» di­yor. Luka «Şeltail Şifinin oğludur» diyor. Meta «Zerbabilin oğlu Ebi Hud»dur diyor. Luka «Risadır» diyor. Halbuki Zerbabilin oğullarının isimleri on üçüncü İshahın birinci safnnda günlerin haberlerinde yazı­lıdır. Onlann aralarında ne Ebi Hud var, ne de Risa. Mata «Davud ile Mesih arasında onaltı kuşak vardır» diyor. Luka «onlann aralarında kırkbir kuşak vardır» diyor. Bu birbirlerini nakzeden, birbirine muha­lif düşen rivayetlerdir. Ve kalbe gelir ki bunlar tahkiksiz yazarlardır. Bunların aralarını bulmak için sarfedilen bütün mesailer neticesiz kalmıştır. [40]

 

Meryem'in Kur'an'da Bahsi

 

Meryem (A-S.)'e gelince, Kur'ari-i Kerİm'de onbir defa   zikredil-mistir. Al-i İmran sûresinin (26, 42-44.) âyetlerinde. Meryem sûresi­nin (16, 27.) âyetlerinde, El Müminûn sûresinde (50.) âyette, Ez Zuh-ruf sûresinde (57.), Tahrim sûresinde (12.), En Nisa sûresinin (156.) âyetlerinde zikredilmiştir. Bazan da özel ismi olan Meryem'in gayri-siyle zikredilmiştir. Meselâ: «O kadın ki, cinsiyet organını zinadan ko­rudu» âyetinde işaretle zikredildiği gibi.    Mesih'in kıssası Kur'an'da müteaddid yerlerde zikredilmiştir. Onların bir kısmı bu âlemde cere­yan etmiş bir kısmının da kıyamet gününde olması beklenmektedir. Hz. Meryem, oğlu İsa'dan önce vücuda geldiğinde onun varlığı ve onun durumu İsa'nın vücudunu haber veriyordu. Ve İsa'dan (A.S.) vaki olacak ilahî hizmetlerin  birer habercisi idi.  Öyleyse biz Mer­yem'in kıssasını ve durumlarını İsa'nın kıssalarından önce zikredelim. [41]

 

İmran’ın Kızı Meryem

 

İmran, İsrail âlimleri arasında büyük bir zattı. Hanımı gebe kal­dı. Hamlindekini azad ederek mabedin hizmetine vermeyi adadı. Do­ğurduğu zaman baktı ki kızdır. Allah'ın mabedinde hizmet etmek için erkek bekliyordu. Özür diler gibi ve üzüntü duyarak Cenab-ı Hakka yönelip şöyle dedi;

«Yarab! Onu dişi olarak doğurdum.»

«Allah onun ne doğurduğunu ondan daha iyi bilirdi. Erkek dişi gibi değildir. Ona Meryem adını verdi. Onu ve zürriyetini kovulmuş şeytanın şerrinden sana sığındırıyorum.»

Fakat Cenab-ı Hak, o doğan yavruyu güzel bir şekilde kabul etti ve güzel bir şekilde onu yetiştirdi. Zahir şudur ki İmran, kızı daha küçük iken vefat etti. Kızı kendisini besleyene muhtaç oldu. Annesi onu mabed bakıcılarına getirdiğinde kimin onu besleyeceği konusun­da ihtilâf ettiler. Ve böylece kur'a çektiler. Böylece onun terbiyesini Yahya'nın babası Zekeriyya (A.S.) üstelendi.

Zekeriyya Meryem'in teyzesinin kocası idi. Meryem'e baktığı es­nada onun yanında Allah'tan gelen rızık görüyordu. Halbuki o mev­simde öyle rızıkîar insanların yanında yoktu:

«Ey Meryem! Bu sana nerden gelmiştir?»

O da:

«Allah'ın katındandır. Şüphesiz Allah dilediğini hesapsız nzıklan-dınr» diye cevab veriyordu. Melekler Meryem'e gelip Allah'ın kendisi­ni seçmiş olduğunu, duasını kabul ettiğini, kendisini pisliklerden arın­dırdığını haber verir ve onu ibadete, Allah'a kulluk yapmağa var kuv­vetleriyle teşvik ederlerdi. İşte Meryem böylece tertemiz, kötülükler­den uzak bir çevrede yetişti.

Meryem bu tertemizlik içinde yetişirken, Allah'ın inayeti her ta­raftan kendisini kapsarken, kadınlık çağma geldiğinde tek başına, halvette bulunduğu bir anda Cebrail (A.S.) kendisine göründü. Cenab-ı Hak Cebrail'i bir genç adam suretinde ona gönderdi. Meryem titremeğe başladı. Kendisine kötülük yapacağını zannetti. «Senden Allah'a sığınıyorum» dedi. «Eğer sen muttaki olsaydın burada olmaz­dın» diye ilâve etti. Cebrail (A.S.) ona, kendisinin Allah katından gel­diğini haber verdi. Ona zeki bir çocuk hibe etmek için geldiğini söyle­di. Meryem hayrete düştü. Kendisinin nasıl çocuğu olabilirdi? Kimse ona dokunmamıştı. Cebrail (A.S.) Meryem'e durumu kolaylaştırdı. Me­seleyi Allah'ın kudretine havale etti: «Allah o mabuddur ki hiçbirşey-den aciz değildir.» Meryem'in entarisinin yakasına üfürdü. Ve hemen hamile kalıverdi.

Bazı âyetlerde Cenab-ı Hak, Meryem'e gelen «ruh»'u «Melekler» deyimiyle ifade buyurmuştur. Burada çoğul kastedilmemiştir. Kastedilen şey Meryem'le konuşan meleklerin cinsinden olan birisidir. Çün­kü âyet «O dedi ki, böylece Babbin emretmiştir» şeklinde müfred (te­kil) olarak gelmektedir. Ona haber verilenlerin arasında «Senin oğlu­nun adı, Meryem oğlu Mesih İsa'dır. Bu hem dünyada, hem ahirette baş ve şerefli olacaktır. Allah'a yaklaştırılmış kimselerden olacaktır. Hem beşikte iken hem de yetişkin halinde halkla konuşacaktır.» Bu işa­ret eder ki, beşikte konuşması ancak yetişkin bir insanın konuşması­na benzer bir konuşmadır. Allah ona kitab, hikmet ve Tevrat'ı öğre­tecektir. Ona İncil'i (yani müjdeyi) verecektir. O, Allah'ın kudretine dair halk için bir mucize olacak ve kullar için Allah'tan gelen bir rah­met olacaktır. Çünkü Cenab-ı Hak onun vasıtasıyla kurtuluş yolunu kullarına ihsan edecektir. Zira Yahudilerin hepsi materyalist olmuş­tu, Allah'ın hududlanna tecavüz etmişlerdi ve kitabını gözetmiyorlar­dı. Onun haramını helâl, helâlini haram kılmışlardı.    İşte İsa onları hidayet etmek ve sapıklıktan çevirmek için gelmişti. mesih kelimesi ibranice «peygamber» ve «kral» manâsına geliyor. Ayetten maksat «O İsrailoğullanna kral olacaktır» demek değildir. Belki o senin evlâdına vermiş olduğun isim gibi Allah tarafından İsa'ya verilen bir isimdir. Veya Sultan veya Emir manâsına geliyordu. Bazan âyetten maksat, o* ahlâk, fazilet, rahmet ve saltanatıyla gelecektir ve bunlara da baş ola­caktır şeklindedir.

bernaba İncil'inin birinci faslında nassı şöyle olan bir âyet var­dır:

«Cenab-ı Hak, son günlerde Melek Cebrail'i, Davud'un neslinden, Yehuda'nın torunlarından olan ve Meryem denilen bir bakireye gön­derdi. Bu bakire ki, temizin bütün manasıyla yaşamakta ve günahın hepsinden uzak durmakta, kınanmaya vesile olabilecek herşeyden mü­nezzeh bulunmakta, oruçla beraber namaza devam etmekte idi. O tek başına bir gün dururken Melek Cebrail (A.S.) odasına girdi. Ona:

«Allah seninle beraber olsun ey Meryem!» diye selâm verdi. Ba­kire Meryem meleğin görünmesinden ürktü. Fakat Melek:

«Ey Meryem! Korkma! Çünkü sen Allah katından bir nimete na­il oldun ve Allah seni seçti ki, sen İsrail milletine gönderilen bir pey­gamberin annesi olasın. Onlarda ö peygamber vasıtasıyla ihlasla ge­tirdiği şeriatlarına devam etsin» diye onu teşyi etti. Bakire, Melekten sordu:

«Ben nasıl çocuk doğururum? Ben bir kişi tanımıyorum ki?»

Melek cevap verdi:

«Şüphesiz ki insanı insansız olarak yaratan Allah senin rahmin­den de nişansız olarak bir insan yaratmaya kadirdir. Çünkü onun ka­tında muhal diye birşey yoktur.»

Meryem cevab verdi:

«Ben Allah'ın kadir olduğunu biliyorum. Onun meşiyet ve isteği olsun.»

Melek:

«Ona yesu ismini vereceğim peygamber ile hamile ol. Onu içki­den, sarhoşluk veren her maddeden, necis etten muhafaza et. Çünkü o çocuk Cenab-ı Hakkın mukaddes kıldığı bir kuludur.»

Meryem bir zaman meyledip durdu. Sonra:

«İşte ben Allah'ın kuluyum senin dediğinin şekli olsun» dedi. [42]

Luka'nın «O en yücenin oğlu diye çağrılıyor. Senden doğan çocuk

Allah'ın oğlu diye çağrılıyor. Allah babası Davud'un    kürsüsünü ona

verecektir» sözlerine gelince, bu ibareler sadece Luka tarafından nak­ledilmiştir. İncil yazarlarından hiçbiri, Luka'dan başka, bu ibareleri nakletmemişlerdir. Acaba ne İsa'nın tilmizi olan ne de oniki havari­den birisi olan Luka'ya niçin bu ilham verilir de Hz. İsa'nın halini gö­ren ve onun durumunu bilen eshabı da dahil diğerlerine niçin veril­memiştir? Belki Luka bilahere dine girmiş, İsa'yı görmemiş; ve İsa ile konuşmamış, Pavlus'un talebesi olmuştur. Bu ibareler ancak İsa'nın durumunu süslü göstermek, halkı ona tazim etmeye teşvik etmek için Luka tarafından uydurulmuştur. Oysa Mesih İsa hiç te bu uydurmas­yon öğmelere muhtaç değildir.

«El Farık Beynel Mahlûk ve'1-Halik» adlı kitabında müellif «Ma-bud, ona, babası Davud'un kürsisinî verecek» cümlesine tânedecek iki

güzel yorum getirmiştir:

1- İsa Yavakin'in evlâdındandır. Yani Meryem o soydan gelmiş­tir. Davud'un kürsisine oturmaya elverişli değildir Çünkü Barih'in peygamber Ermiya'nm ağzından yazmış olduğu  sahife yakıldığında vahyi Ermiya'nın yanma indi. Nitekim Ermiya'mn kitabının (36.) sa-hifesinde (30.) âyette şunu görüyorsun:

Rab böyle dedi: Yehuda padişahı   Yevakinin zıddına ondan Da­vud'un kürsisine oturan birisi olmayacaktır.

2- İkinci yorum, Mesih Davud'un kürsisine oturmamakla bera­ber Hristiyanlarm iddia ettikleri gibi onun öldürülmesi, hiyanet ettiği için Yahudilere teslim edilmesi emredildi. Hristiyanların iddiasına gö­re onlar yaptıklarını yaptıktan sonra onu salbettiler.

Bu yorumlarla beraber Yuhanna İncil'inin 6. faslından anlaşı­lıyor ki onu başlarına kral tayin etmek isteyen kavminden o kaçtı. O Cenab-ı Hakkın Cebrail (A.S.) vasıtasıyla onun doğumundan önce ba­kire annesine vermiş olduğu müjdeden dolaya emredilir de kaçarsa bu tasavvur edilemez. Malumdur ki Yakub'un hanedanından gelenler daimi değil bir saat için de olsa kral olamaz. Luka'nın «En yücenin oğlu diye çağrılın) cümlesine gelince, bu cümle Zekeriyya'nın oğlu Yu­hanna yani Yahya hakkında «Sen ey çocuk, en yücenin peygamberi­sin» sözünden alınmış ve tahrif edilmiştir. İsâ hakkında Luka onu me­lek diliyle «Sen en yücenin oğlusun» şeklinde vermiştir. «Ta ki, Mesih, mabud oğlu mabuddur» vehmini insanlara versin. [43]

 

Meryem'in İsa'ya Gebe Kalması Ve Onu Doğurması

 

Meryem meleğin eteğine üflemesiyle İsa'ya gebe kaldı. Tabiidir ki onu doğuruncaya kadar gebeliğin bütün fasıllarını geçirdi. Kur*an-ı Kerim bu fasıllardan herhangi bir haber vermiyor. Beyzavi «Onun hami müddeti yedi aydır» diyor. Bazıları bir sene, bazıları sekiz aydır. Fakat sekiz ayda doğup dünyaya gelen hiçbir çocuk, İsa'dan başka ya­şamamıştır» diyor. [44] Bazıları, bir saattir demişler. Yani onunla gebe kalır kalmaz doğum yaptı şeklinde zaif bir görüş te vardır. Bütün bu görüşler zoraki tevillerdir. Çünkü İsa (A.S.)'mn hamideki oluşması acaib olduğu için hami müddetinde de onu göstermeye çalışmış­lardır. Oysa elimizde hami müddetinde acaibliği tesbit edecek her­hangi bir vesika yoktur. Öyleyse tabii emre yani, adetin cereyan ettiği emre hamletmek daha" güzeldir.[45]

Abdulvahab en-Neccar'ın «Kİsas-ı Enbiya»smm dip notlarında şu garib hadise nakledilmektedir:

Mısır'ın meşhur el Ahram gazetesi 1939 yılı 9 Mayıs tarihinde «Beş yaşında bir anne» başlığı altında şu hadiseyi neşretti:

Ondört mayıs 1939 tarihinde Cenubi Amerika'da Peru'nun baş­kenti Lima'da doğum hastanesinde Lİna Medina adlı beş yaşında ve kızıl hindlilerden olan bir çocuk ağırlığı altı kg.'a varan ve çok sıhhatli bir bebek doğurmuştur. Sezeryanla doğum yaptırmaya mecbur kalan doktor küçük annenin karnını deşmek suretiyle çocuğu almıştır. Be­bek annesinin beş yaşında olmasını tasdik eden, daha annenin süt diş­lerinin değişmemiş olmasıdır.»

Meryem'in doğum yapması gelip çatınca bir hurma ağacının al­tına gitmeye mecbur kaldı. Orada beytullehım denilen yerde bir hurma ağacının altına gitti. Burası Beytulmakdis'e birkaç km. uzak­ta olan bir yerdir.

El Beyzavi «Doğum mevsimi kış zamanına tesadüf etti.   Hurma ağacı kupkuru idi. O ağacın altına gelmesinin iki nedeni vardı. Birisi halkın gözünden uzak olmak, ikincisi ağaca doğum anında tutunmak­tı. İşte orada Meryem bin hesabı hesapladı. Halkın kendisi için ne di­yeceklerini ve    kendisine nasıl zina iftirasını    yakıştıracağını hesab ederek «Keşke ben bundan evvel ölmüş olsaydım» ve «Keşke ben unu* tulmuş olsaydım» diyordu. İşte o anda onun altından bir ses geldi: «Üzülme! Rabbin senin altında bir nehir kılı vermiştir.» Bu sesin sahibi Cebrail'di.    Meryem'in bulunduğu yerden daha aşağılarda bir yerde bulunuyordu.

Bazıları «Bu sesin sahibi İsa idi» diyorlar. «Hurma ağacının dalı­nı kendine doğru çek. Senin üzerine biçilmiş ve yaş hurma düşecektir. Ye, iç. Gözün aydın olsun.»

Cenab-ı Hak bununla Meryem'in korkusunu gidermek istedi. Ve istedi ki, Meryem bu kuru ağaçtan yaş meyveyi icad eden, kış mevsi­minde bunu meydana getiren, bu dağın tepesinde onun altında nehir akıtan, ondan kınayanların kınamasını, müfterilerin iftirasını uzak­laştırmaya kadir olduğunu bilsin... Böylece Cenab-ı Hak «Ye, iç. Gö­zün aydın olsun. Onların sözleri seni üzmesin. Beşerden herhangi bir kimseyi gördüğünde de ki 'Ben Rahman için konuşmaktan sükût et­meyi adadım. Bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.»

İşte o anda Cenab-ı Hak onun zinadan beri olduğuna dair burhanı bizzat icad etti.

Burada bir sual kalıyor: Meryem'in iç gömleğinin yakasına üfüren meleğin üfürmesiyle îsâ nasıl doğar? Biz hiçbir insanı görmeyiz ki, bir erkekle bir kadının birleşmesinden hariç bir şeyle meydana gelsin. Bu­nun cevabı şudur: Bu gebeliğin emri acaib olarak gelmiştir. Allah'ın kudretine delil olarak gelmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak kadını (Mer­yem'i) kendisine başka bir insanın dokunması olmaksızın doğurur kıl­mıştır. Bu, Cenab-ı Hakkın gökler ve yerleri, gökler ve yerlerde olan acaiblikleri yaratmasından daha garip değildir. Belki bir insanın bir erkek ve dişinin cinsî ilişkisinden sonra meydana gelmesinden de daha garip değildir. Hayvanın yaratılmasından, çeşitli devrelerden geçiril­mesinden, ceninin çeşitli devrelerden geçirilmesinden de daha garip değildir. Bütün bunlar lisan-ı hal ile Cenab-ı Hakkın hakim, alim, ka­dir olduğunu ilân ederler.

Cenab-ı Hak Kur'an-ı Keriminde «Biz Meryem'in oğlu ile onun annesi Meryem'i birer mucize kıldık» diyor. Eğer itiraz eden, Allah'ın âyetine îman edip, Cenab-ı Hak, peygamberleri ve başkaları için aca-ibleri yaratır imanına sahib ise mesele kolaydır. Eğer Allah'ın âyetle­rini ve Cenab-ı Hakkın kadir ve hakîm olan bir mabud olduğunu ka­bul ve ikrar etmiyorsa, ona cevabımız şudur:

«Bu, Adem'i (A.S.) annesiz ve babasız yaratan Allah'ın sun'udur. Adem'i (A.S.) bu şekilde yaratan Allah'a (C.C.) annesi olup babası ol­mayan İsa'yı (A.S.) yaratmak kolay gelir. Bu, Cenab-ı Hakkın sun'u ilahisidir. Sünnetin cereyanı hilafına tecelli etti. Bazen kadın may­mun doğuruyor. Oysa cinsleri bir değildir. Bazen deve doğurur. Baş­ka şey doğurur. Bu her an olağan işlerdir. Günlük mevkuteler ve ga­zeteler, bize bunu haber vermektedirler. Aklen mümkündür ki, başka kadınların adetine muhalif olarak Meryem İsa'yı doğurmuş olsun. O da babası olmadığı halde anne sahibi olsun. Nitekim Adem (A.S.) ba­basız ve anasız gelmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak:

«İsa'nın meselesi Allah katında Adem meselesi gibidir. Allah Adem'i topraktan yarattı. Sonra ona ol dedi. O da oluverdi.» (Ali-îm-ran: 59) buyuruyor. Çünkü kadınların adeti genellikle böyle değildir. Acaba bir erkekle temas olmaksızın doğuran bir kadının durumu şu gökler âleminin durumundan daha mı acaibtir? Seyyar ve sabit yıl­dızlan halketmekten daha mı hayret vericidir? Her yıldızın kendi yörüngesinde muntazam bir şekilde yeknesak bir kanunla yürümesinden daha mı acaibtir? Her birisinin arz âleminde bir özelliği vardır ki baş­kasında yoktur. Böyle olmasından daha mı acaibtir? Hiçbirisi diğe­riyle çarpışmaz. Hiçbirisinin deveranı diğerinin deveranını iptal et­mez. Hiçbirisinin işi diğerine mani olmaz. Bu yıldızların bazılarının ışığı bize ışık seneleriyle milyonlarca senede ancak varabilir. İlmin bu evrende keşfetmiş olduğu acaibliklerden daha ma acaibtir bu?

İkinci sual, Mesih İsa'yı doğurduğu zaman Meryem'in kaç yaşın­da olduğudur. Beyzavî Tefsirinde «On üç yaşında olduğunu», bazıları da, on yaşında olduğunu ve hamile kalmazdan önce iki defa hayz gör­müş olduğunu söylüyor. Fakat, Meryem doğuracak dereceye gelmişti diyerek kesmek kâfi gelir.

Üçüncü sual: Hurma dalının sallanmasmdaki hikmet neydi?

Niçin Cenab-ı Hak onun doğumu halinde ona yaş meyveleri rızık olarak verdi?

Cevab şudur:

O anda Meryem'in durumuna ihtimam gösterecek bir kimse yoktu. Kendisi lohusa halinde olduğundan kendi nefsine yemek hazır­lamağa da gücü yetmiyordu. Nifaslı bir kadına hazırlanan yemekler­den de uzaktı. Bir de yaş hurma tatlı bir yemektir. Herhangi bir işle­me muhtaç da değildir. Cenab-ı Hak şefkat olsun diye Meryem'e bunu vermiştir. Beyzavi tefsirinde «yaş hurma nifaslı kadınların yemeğidir, onların mizacına uygundur» diyor. Yani doğuran bir kadının mizacına en uygun yemek budur, diyor.

Yine Beyzavi «Bu hurma, kuru bir hurma ağacı idi, ne başında tomurcuklar vardı, ne de meyvesi. Vakit kıştı. Meryem onu sallarken Cenab-ı Hak onda tomurcuklar icad etti. Tomurcukların içinde hurma salkımları vardı. İçindeki mucizelerden dolayı Meryem'in sahasını pis­liklerden beri olmasına delâlet ettiği için Allah bununla Meryem'e te­selli verdi. Onun gibi bu kerametlere sahib olandan fahişelerin sadir olması düşünülemez...»

Beyzavi'nin bu tevilleri Allah'ın kudreti ilâhisinden uzak değildir. Kudreti ilâhi bunu yaptırabilir. Mucizeler de sabittir. Fakat mucizeler hususunda delilsiz israf etmenin uygun olmadığı da ortadadır. Beyza-vi'nin söylemiş olduğu bu miktar Kur'an'da varid olandan fazladır. Kur'an'dan başka tahrif olunmamış diğer semavî kitablarda varid olandan da fazladır. Böyle konularda dikkatli olmak gerektir. Biz deriz ki: «O, meyveli bir hurma idi.»

Abdulvahhabı Neccar «Kısası Enbiya»smda bunlan söyledikten son­ra şöyle devam ediyor:

Ben derim ki, Meryem'in Mesih'i doğurduğu zamanda Beytullahm'-de hurmanın varlığı pek nadirdir. Beytüllahm'de Mesih'in doğum ye­rinde bina edilen bir kilisede taşın oyulduğu bir yeri gördüm. Belki de bu oyulmuş yer Meryem'in yanında doğum yaptığı hurmanın bitim merkezi idi. Orada koyunların ağılı vardı. O ağıl ki doğumdan sonra Hz. Meryem, Hz. İsa'yı oraya bıraktı. Çünkü Meryem'in bir evi yoktu ki oraya gitsin. Koyunları otlamaya götüren çobanların çardağına gir­di. Orada şehrin kenarında çoban deresi denilen derin bir dere de var­dı. Vadide mevcuttu.

Meryem'in Beytüllahm'de bulunmasının sebebi ^uydu: O zaman­daki hakim (idareci), halkın nüfusunun sayılmasını, onların defterle­re geçirilmesini emretti. Meryem beraberinde sözlüsü Yusuf'u Neccar olduğu halde sayım defterine geçirilmek üzere Beytüllahnı'e gelmiş bu­lunuyordu, îşte mucize olan doğum orada oldu. Nehre gelince, orada nehir yoktu. Umulur ki mucize olarak Meryem'in doğum zamanında Cenab-ı Hak gür akan bir çeşmeyi icad etmiştir. O da bir zaman de­vam ettikten sonra kaybolmuştur.

încil sahihleri Meryem'in İsa (A.S.) ile gebe kaldığından Matta ve Luka hariç bahsetmemektedirler. Matta'nm ibaresi kısadır. bab bir, âyet 18 ve takib eden diğer âyetlerde olduğu gibi: îsâ Mesih'in doğumuna gelince, o şöyle oldu: Yüsrtfun sözlüsü olan Meryem Yu­suf'la bir araya gelmezden önce RuhuHaıd ustan gebe kaldı. Onun söz­lüsü Yusuf salih bir insandı. Bunun rusvay olmasını istemedi. Gizlice bunu boşamak, niyetinde idi. O bu emirleri düşünürken o zamanda Rabbin Meleği rüya âleminde ona göründü. Şöyle diyordu:

— Ey Davudunoğlu Yusuf! Sakın hanımın Meryem'i tutmaktan korkma. Çünkü Meryem'in rahminde bulunan ruhulkuds'tendir. O bir oğul doğuracaktır. Ona Yesu (veya İsa) ismi verilecektir. Çünkü o oğul milletini hatalardan kurtaracaktır.»

Luka'nın ibaresi (bab bir, âyet 26) «Altıncı ayda (yani Zekeriy-ya'nın hanımı Elizabeth'in gebe kalışının altıncı ayında) Allah tara­fından Melek Cebrail, cehlinde Naşire isimli şehirde, Davud'un hane­sinden olup ismi Yusuf olan bir kişinin sözlüsü bulunan bakireye gön­derilmişti. Bakirenin İsmi Meryem'di. Melek onun bulunduğu yere girdi:

«Ey kendisine nimet edilen! Selâm sana olsun. Rab seninledir. Sen kadınlar arasında mübareksin» dedi. Bakire, Meleği gördüğü zaman onun bu sözlerinden çok şaşırarak titredi. Bu selâmın neticesinin ne olduğunu da düşündü. Melek ona:

«Ey Meryem! Korkma. Çünkü sen Allah katında bir nimet olarak var oldun. İşte sen gebe kalarak bir çocuk doğuracaksın. Onun adı Yesu'dur. Bu da büyük olacaktır.»

Bunlan söyledikten sonra Luka, Kur'an'a muhalif olarak Hz. İsa'­nın kıssasını arzetmeye devam eder, [46]

 

Melek Cebrail'in (A.S.) Yusuf'a Bakire Meryem'in (A.S.) Gebe Olduğunu Haber Vermesi

 

Başlığı altında Bernaba İncil'inin ikinci Paslında şunlar gelmiştir.

«Meryem'e gelince, o Cenab-ı Hakkın meşiyetini bilirdi. İsrail-oğullannın kendisinden öfkelenmesinden korkardı. Çünkü gebe idi. Sanki o zina işlemiş gibi. Onu recmedeceklerdi. O kendi aşiretinden, iyi siretli, ahlâkı doğru ve mazbut, adı Yusuf olan bir zatı nişanlı edin­mişti. Çünkü Yusuf salih bir insandı. Allah'tan korkardı. Oruçla, na­mazla Allah'a yaklaşmaya çalışırdı. El emeğiyle geçinirdi. Çünkü ken­disi marangozda İşte Bakirenin tanıdığı kişi bu idi. İstekli olarak bu­nu kendisine edinmişti. Ve bu ilâhî ilham ile kendisine keşfolunmus,-tu. Yusuf salih bir kişi olduğundan dolayı Meryem'i gebe halinde gör­düğünde onu o yerden uzaklaştırmaya azmetti. Çünkü o Allah'tan korkuyordu. Yusuf uykuda iken Allah'ın Meleği ona göründü ve:

«Niçin hanımın olacak Meryem'i uzaklaştırmak istiyorsun?» diye-

rek kınadı. Bil ki onun karnında bulunan ancak Allah'ın meşiyetiyle olmuştur. O bakire, bir erkek doğuracaktır. Ona YASU ismini verecek­siniz. Bakire o oğuldan içkiyi, sarhoşluk vericiyi ve her necis olan eti uzak tutacaktır. Çünkü o annesinin rahminden gelen Allah'ın takdis ettiğidir. O Allah'tan gelen bir peygamberdir. îsrail şa'bma gönderil­miştir. Ta ki Yehuda'yı kalbine dönüştürsün, tsrailoğullannı Rabbi-nin şeriatına soksun. Musa'nın namusunda (Tevrat'ta) yazıldığı gibi yapsın. O Allah'ın kendisine vermiş olduğu büyük bir kudret getire­cektir. O birçok kimsenin kurtuluşuna vesile olacak büyük mucizeler getirecektir.»

Yusuf uykudan uyanınca Allah'a şükretti. Meryem'le beraber bü­tün hayatı boyunca kaldı. Büyük bir ihlasla Allah'a hizmet etti.»

îşte İncil'lerde gelen budur. Bu Kur'an-ı Kerim'deki Meryem kıs­salarına muhalefet etmemektedir. Ancak burada Yusufu Neccar hikâ­yesi arttırılmıştır. Bu ise Kur'an'da sükûtla geçiştirilmiştir. Biz bunu ne tasdik ederiz, ne de tekzib... Bunu irad etmek sıhhatlidir. Daha ön­ce Yahudilerde, bir kız için isteklinin (Filortün) seçilmesi adetinin mevcud olduğunu söyledik. Mühim olan Hz. İsa'nın babasız, sadece Al­lah'ın Kudretiyle bir bakire kızın rahminde oluşması, Meryem'in zi­nadan beri olmasıdır... [47]

 

Meryem'in Durumunu Düşünmesi

 

Meryem'in sahasının kirliliklerden beri olduğu hakkındaki bilgisi kalbini mutmain kılacak kıratta değildi. Vesveseler onu tuttu. Halkın onun için diyeceklerini- bin defa ölçüp tartıyordu. Doğum sancılan geldiğinde vesveseler daha da arttı. Halkın ona atfedecekleri kelime­yi gözlerinin önüne getirdi. Cenab-ı Hakkın şu âyette belirttiğini kal­binden geçirdi:

«Nihayet Cebrail'in üfürniesiyle Meryem İsa'ya gebe kaldı ve bu­nunla uzak bir yere çekildi. Sonra doğum sancısı onu bir hurma ağa­cına dayanmaya götürdü. 'Ah! Ne olaydım, bundan önce öleydim de unutulmuş gitmiş olaydım' dedi. Meryem'e aşağı tarafından şöyle çağ­rıldı:

— Sakın üzülme! Rabbin senin alt yanında bir su arkı yarattı, hurmalar dökülsün. Artık ye, iç. Gözün aydın olsun. Eğer insanlardan Hurmanın da dalını kendine doğru silkele. Üzerine devrilmiş taze birini görürsen 'Ben Rahman'a bir oruç (susmak) adadım. Onun için bugün hiç kimseyle asla söz söylemiyeceğim* de.»

(Meryem 22, ;23, 24, 25, 26).

Fakat Meryem kendisini kınayacak ve kendisine tân edecek kim­selere verilecek cevabı irade ediyordu. İşte o çağıran bunun üzerine Meryem'e muallim ve mürşid olarak şunları söyledi:

«Eğer insanlardan birini görürsen 'Ben Allah'a susmak hususun­da söz verdim. Adadım ki kimseyle konuşmayayım. Onun için bugün hiç kimseyle asla söz söylemiyeceğim' de.» (Enbiya: 26).

O devirde bugün Hindistan'da olduğu gibi konuşmamak ta bir çeşit ibadet idi. Bazı kimseler haftanın bir günü konuşmaktan susa­rak, konuşmamak suretiyle oruç tutarlardı. Meryem elinde, kucağın­da oğlu İsa (A.S.) olduğu halde kavmine geldiğinde bu inen hadise­den, bu gelen büyük haberden sarsıldılar. Meryem'in tertemiz yetişmiş olması, soy ve sopunun temiz olması, takva ile bu yaşa gelmesi, onları daha da şaşırtıyordu. Onun bu temiz geçmişi, onlan getirmiş olduğu­na ve gözle görünen bu hadiseye karşı onu şiddetle kınamalarını ge­rektirdi. Şöyle dediler:

«Ey Meryem! Doğrusu sen acaib bir şey getirdin.» Yani günahtan tiksinecek bir günah yaptın.

«Ey Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi Anan da iffetsiz bir kadın değildi» (Meryem, 27-28).

Müfessirler, «Ey Harun'un kızkardeşi» demekte ihtilâf etmişler. Bazıları «Meryem, Harun (A.S.)'un zürriyetinden ve soyundan oldu­ğundan dolayı ona Harun'un kız kardeşi denilmiştir» demişlerdir. Ni­tekim Temim kabilesinden olan bir kimse için «Ey Temim'in kardeşi»» Ezd kabilesinden olana «Ey Ezd kardeşi» denildiği gibi.

Bu tevil iktiza eder ki, Meryem ve oğlu Lavi bin Yakub'un soyun­dan olsunlar. Fakat bunun hiçbir kıymeti yoktur. Şöhret şudur ki, Meryem Davud'un ailesinden geliyor.    Mesih'in bizzat sözü vardır:

«Babamız Davud, şüphesiz babamız Davud.» Barnabe İncil'inde bu ibare tekrar edilmektedir. Diğer İncil'lerde de bazı hastaların Mesih'e «Ey Davud'un oğlu! Bana merhamet et» dediği varittir. Davud ise Ye-huda'nın torunîarındandır.

Başka tefsir âlimleri, «Ey Harun'un kız kardeşi» sözünü Mer­yem'in zamanında olup fâsık olan bir kişiye onu benzetmek mânâ-sındadır diyorlar. Nitekim bir kimseyi katillikle ve zulümle vasıf­landırmak istediğin zaman, hırsızbaşı ve bu hususta ün yapan «Ebu Hureyşe» ye onu nisbet ediyor ve «Ey Eba Hureyş'in kardeşi» diyor­sun. Bu kişi şiddetli ve merhametsiz birçok olaya önderlik yapmış, so­nunda 1302'de Tan ta şehrinde idam edilerek öldürülmüştür. El Garbi­ye halkı katılıkta, zulümde, katillikte ileri giden herkesi buna benze­terek «Ebu Hureyşenin kardeşi» diyorlardı. [48]

Başka müfessirler de «Buradaki Harun, Musa (A.S.)'nm ağabey-si olan Harun değildir. Bu Meryem'in zamanında bulunan salih bir ki­şiydi. Bu sözlerini Meryem'le istihza etmek suretiyle söylediler. Çünkü onların nazarında Meryem çok kötü birşey yapmıştı.» dediler!...

Meryem konuşmamayı adadığı için bu sözleri dinlediğinde, beşik­te bulunan oğluna işaret etti. Onlardan istedi ki, ondan sorsunlar. On­lar Meryem'in bu işaretini daha da garib sayarak şöyle dediler:

«Biz, beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?»

İsa (A.S.) onlara mühlet vermeksizin annesinin tertemiz ve gü­nahtan beri olmasına delâlet eden ve şifa verici olan cevabını hemen yapıştırdı. Bu cevab ilân ederdi ki, îsâ onlara gelen ve Allah tarafın­dan kendilerine kitab verilen ehli ilimden olacaktır. Ve Cenab-ı Hak onu peygamber yapacak, ona bereket ihsan edecek, o nereye yönelirse, orada bereket olacaktır. Ve Allah'ın ona namazı, zekâtı hayat boyunca vasiyet ettiğine delâlet etti. O annesi hakkında doğru bir evlâd olaca­ğına, mütevazı bir kul olacağına, mütekebbir ve şaki olmayacağına delâlet etti. İşte onun sözü:

«Allah'ın bir mucizesi olarak İsa dedi ki:

— Ben gerçekten Allah'ın kuluyum. Bana kitab verdi ve benî bir peygamber yaptı. Bu tahakkuk edecektir. Beni her nerde olsam müba­rek ve, hayr öğreten kıldı. Ve hayatta bulunduğum müddetçe bana namaz ve zekâtı emretti. Beni anneme ihsankâr kıldı. Ve beni azgın bir zorba yapmadı. Hem doğduğum gün, hem öleceğim gün, hem diri olarak kaldırılacağım gün selâm benim üzerimdedir.» (Meryem, 29-33).

İncil'lerde İsa'nın (A.S.) doğumu ile ilgili olarak gelen âyetler:

Matta, İsa'nın (A.S.) doğumunda sadece Beytillahm'de, El Yahu-diye'de, Kral Hirodes'An zamanında doğmuş olduğunu söyleyerek ke­siyor. Luka'ya gelince, o biraz daha geniş yer veriyor ve diyor ki:

«O günlerde Kayser Avgustus'tan bir emir çıktı: Bütün vatan­daşların sayımı yapılacaktır.» Herkes kendi şehrine gidip sayılmak ve yazılmakla mükellef tutuldu. Yusuf da El Celile'den En Nasıra adlı şe­hirden el Yehudiye'ye, (yani Beytilahme) geldi. Burası 'Beytilahm' di­ye bilinen ve Davud şehri idi. Çünkü Yusuf nişanlısı Meryem'le bera­ber Davud'un soyundandı. Nişanlısı Meryem'le beraber yazılmak için buraya geldi. Meryem gebe idi. Onlar burada iken Meryem'in günleri tamam oldu. İlk oğlunu doğurdu. Sardı ve evde bir yeri olmadığı için bir yemliğe koydu.»

bernaba üçüncü fasılda diyor ki:

— O zamanda Kayserdin emriyle Yahudiyenin valisi Hildos idi. Bi-latis Harman ile Kayafan'ın manevi liderlikleri zamanında hakim idi. Onlar Kayserin emriyle bütün nüfusları sayıp yazmağa başladılar, O zaman herkes şehrine gitti. Hangi soydan ise, zatını ispatladı ve ya­zılmak İstediler. Yusuf Celil'in bir şehri olan Nasira'ye bağlı Beytilah­me gebe olan hanımı ile beraber gittiler. Çünkü Beytilahm Yusuf'un şehri idi. O Davud'un familyasındandı. Kayserin emriyle orada yazıl­mak İstiyordu. Beytilahm'e vardıklarında yatacak bir yer bulamadılar. Çünkü şehir küçüktü. Garibler yazılmak üzere çok gelmişlerdi. Şehrin haricinde çoban yatağı olan bir evde konakladılar. Orada iken Mer­yem'in doğum günleri tamam oldu. Bakire Meryem'i şiddetli bir nur kapsadı. Elemsiz olarak oğlunu doğurdu. Bulundukları evde yer olma­dığı için Onu çaputlara sardıktan ve çobanın kulübesine bıraktıktan sonra kucağına aldı. Meleklerden büyük bir gurup sevinç ile eve geldi­ler. Allah'ı teşbih eder, Allah'tan korkanlara selâm müjdesini yayarlardı. Meryem ile Yusuf YESU'un doğumuna dair Allah'a hamdettiler. En büyük sevinç ile onu büyütmeye koyuldular.»

Okuyucu görür ki bu kitablarda ne hurmanın, ne de nehrin bah­si vardır. Ne de Meryem'in konuşmamayı adaması, ne de kavminin kı­naması ve ne de İsa'nın beşikte iken konuşması vardır. Bütün bunlar Kur'an'da zikredilmiştir. O Kur*an ki, ehli kitabın bütün kitablanna hakimdir. Ehli kitabın bu hakikatlardan sükût etmesinde herhangi bir garabet yoktur. Evet, onların sükût etmesinde, Kur'an'm da bun­ları ispat etmesinde bir garabet yok. .Çünkü Cenab-ı Hak Kur'an'ında:

«Sonra bu misaklannı  sözlerini  bozdukları içindir ki, biz on-lan lanetledik. Ve kal Merini kaskatı ettik. Onlar kelimeleri yerlerin­den oynatarak değiştirir, tahrif ederler. Ve onlar emredil dikleri haki­katlardan nasib almayı da unuttular. İçlerinden pek azı müstesna sen onlardan daima bir hainlik farkına varıp duracaksın. Öyleyken yine onlardan suçluları bağışla ve aldırma. Çünkü Allah iyilik edenleri se­ver.» (El Maide, 13).

İmkân yoktur ki, Meryem'in gebe kalması ve doğurması Yahudi­ler arasında münakaşa vesilesi ve muhakeme vasıtası olmasın. Ve akıl kabul etmez ki, onlar Meryem'in «Bu Allah'ın fiiliyle olmuştur. Her­hangi bir insanın burada bir müdahalesi yoktun» sözüyle ikna olsun­lar. Oysa İncil'ler tamamen bu hususta dut yemiş bülbüller gibi sükût etmişlerdir. Daha önce belirttiğimiz gibi sadece, Kur'an'i Kerim bu hadiseyi nakletmektedir. Kur'an'm ibaresinden anlaşıldığına göre on­lar Meryem'e zina isnad ettiler:

«Bir de Yahudilerin İsa'yı inkâr etmeleri ve Meryem'e zina isna-dıyla büyük bir iftirada bulunup aleyhinde sözleri...» (En Nisa, 56). [49]

 

İsa'nın (A.S.) Sünnet Edilmesi

 

Yahudi şeriatında çocuk doğumundan sekiz gün sonra sünnet edi­lir. Çünkü Allah (C.C.) İbrahim'e bunu emretmiştir. Mesih'in sekiz gü­nü tamam olduğu zaman sünnet edileli. Onun sünneti Kur'an'da bah-sedilmemektedir. Luka İncil'inin ikinci babının 21. âyetinde bahsedil­mektedir.   Sekiz günü tamam olduğunda çocuğun sünnet çağı geldi.

Ona YE5U (İsâ) adı verildi. Nitekim bu isim daha önce meleklerden de gelmişti. Yani annesinin rahminde daha oluşmazdan önce...

Bernabe încili'nin 5. faslında şunlar vardır:

«Sekiz gün tamam olduktan sonra Rabbin şeriatına göre, Musa'­nın kitabında yazıldığı gibi, çocuk alındı. İkisi çocuğu kucakladılar. Sünnet etmek için mabede götürdüler. Çocuğu sünnet ettiler. Ona YESU' adını verdiler. Annesi onunla gebe kalmazdan önce melekler de bu ismi vermişlerdi...» [50]

 

Mecusilerle (Munecimler) Yesu

 

. Mecusüerle Yesu hikâyesini, dört İncil'den sadece Matta ikinci babta alıyor ve Barnabe de İncil'inde zikrediyor. O hikâyenin hülâsası şudur:

Doğuda üç mecusi  ateşe tapan  göklerdeki yıldızları muraka­be ediyorlardı. Onlara şiddetle parlayan bir yıldız göründü. Onlar o yıldızın yol göstermesiyle ta Yehuda'ya yani Beytilahm'a geldiler. Bey-tilahm'e gelirken yeruşalim'e uğradılar ve «Yehud'un kralı nerde doğdu?» diye sordular. Kral hîrodes bu sözü işitti ve irkildi. Kâhin ve kâtibleri topladı. Onlardan Mesih'in nerde doğacağını sordu. Onlar Beytilahm'de doğacağını söylediler. Hirodes gelen mecusileri gizlice huzuruna çağırdı. «Niçin geldiniz?» diye sordu, onlar «Biz doğuda bir yıldız gördük. O bizi buraya getirdi» dediler. Onlar Yehud kralına tak­dim edilmek üzere hediyeler getirmişlerdi. Böylece, Hirodes, onlara Beytilahm'e gitmeyi emretti. Ve o çocuğu araştırmalarını ve kendisine haber vermelerini istedi. Onlar Beytilahm'e gittiler. Yıldızın onları hi­dayet ettiği çocuğa secde edip hediyeleri takdim ettiler. Hirodes'tan ço­cuk konusunda korktuklarından onun yanına dönmediler. Oradan doğruca memleketlerine gittiler. Geri dönmediklerinden Hirodes onla­rın kendisine karşı hile yaptıklarını anladı. Ve böylece Beytilahm'de doğmuş her çocuğun öldürülmesini emretti.»

Bana öyle geliyor ki bu hikâye dogmatik ve yapmacık bir hikâye­dir. Ateşe tapanların İsa Mesih ile ne ilgileri olabilir? Yıldız onların önünden nasıl yürüyerek kendilerine yol gösterir? Niçin onları Yeruşalim'e getirmiştir? Niçin onları direkt Beytilahm'e götürmemiştir. Bu hikâyenin puta tapanların kitablarmda birçok benzerleri vardır, îşte ince bir tetkik ile araştırma yapan fcuka bunu zikretmemiş, buna işaret de etmemiştir. Mesih'in Mısır'a gittiğini de zikretmemiştir. Bel­ki onların ikisinin Nasira'da kaldıklarını zikretmiştir. [51]

 

Yusuf İle Meryem'in İsa'yı (A.S.) Mısır'a Getirmeleri

 

Bu meseleyi dört İncil'den sade Matta ikinci babın onüçüncü âye­tinde almış, bir de Barnabe zikretmiştir. Hülâsası şudur:

Hirodes, Beytilahm'de doğan her erkek çocuğun öldürülmesini emrettiğinde rüya âleminde Yusufu Necar'a çocuk ile annesinin Mı­sır'a götürülmesi emri verildi. Çünkü Kral Beytilahm'de doğan ve doğacak her erkek çocuğun öldürülmesini emretmişti. Yusufu Neccar acelece kalktı. Çocuk ve annesini alarak onları Mısır'a götürdü. Hiro­des helak olup gidinceye kadar da Mısır'da kaldılar. Helak olduktan sonra rüya âleminde Yusuf'a çocuk ile annesini memleketlerine gö­türme emri verildi. Çünkü çocuğu öldürmek isteyenler helak oldular. Ve böylece Yusuf da dönüş yaptı.»

Kim ki daha fazla açıklamalar istiyorsa Bernabe İncil'ine müra­caat etsin. 6. faslın başından 8. faslın sonuna kadar bu konu işlenmek­tedir.

Kur'an'ın müfessirlerinden bazıları «Meryem'in oğlu İsa'yı da an­nesiyle bir alâmet laldık. Çünkü onu babasız yarattık. İkisini düz ve suyu bulunan yüksek bir yerde barındırdık» (El Muminun 50) âyetinde geçen bu yer'in Mısır olduğunu söylediler.

Mısır'daki Mesihiler «Hz. İsa ile Meryem Aynuşşems beldesinde durdular. Orada bulunan bir ağacın gölgesinde gölgelendiler» dediler. O, ağacın kökü ta yakın zamanlara kadar devam edegeldi. Ona Azra (yani Bakire) nin ağacı derlerdi. O ağaç El Matari'ye nahiyesine düşü­yor. Ve halen de Mısır'daki hristiyanlar onu ziyarete gidiyorlar.

«El-Faruk beynel Mahluk u vel Halik» adlı kitabta bu hikâye ta-zif edilmektedir. Müracaat edilsin. [52]

 

Yesu', Alimlerle Cedelleşiyor

 

Bu olay Yesu, (Beytilahm'e) dönüş yaptığında ve oniki yaşına gel­diğinde oldu. Hirodes helak olduktan sonra Melekler uyku âleminde Yu­suf'a «Yehudiyeye dönüş yap. Çünkü çocuğu öldürmek istiyenler helak oldular» dediler. Yusuf çocuk ile annesini aldı. Çocuk yedi yaşma gel­mişti. Yehudiyeye gelmek istemedi. Zira işitmişti ki Hirodes'in oğlu Ar-helaosun Yahudiye'de hâkim olmuştur. Böylece Yahudiye'ye değil de El-Celile gitti. Çünkü Yehudiye'de kalmaktan korktu. Yerleşmek için Nasira'ya gittiler. Çocuk hikmet ve nimet içinde, Allah ve insanların önünde büyümeğe başladı. Yesu 12 yaşına geldiğinde Meryem ve Yu­suf'la beraber Yeruşalime (Orşelime) gidip Musa'nın kitabında yazıldı­ğına ve Rabbm kitabına göre orada secde etmek istediler. Amaçlan ta­mam olduktan sonra Yesuu kaybettiler. Bu hadiseden sonra dönüş yap­tılar. Çünkü onlar zannettiler ki Yesu akrabalarıyla beraber vatanına dönüş yapmıştır. Bunun için Yusuf'la beraber Meryem de Yeruşalim-den dönüş yaptılar. Yesuu akraba ve komşular arasında arıyorlardı. Üçüncü gün çocuğu âlimler arasında mabedde Namus (Cibril) husu­sunda münakaşa ederken gördüler. Herkesi, sual ve cevablarıyla şaşır­tıyordu. Herkes «ona nasıl bir ilim verilmiştir?» diyordu. O hâlâ çocuk­tu. Okuma-yazmayı bile öğrenmemişti. Annesi ona çıkışarak:

«Ey oğul! Sen bizim başımıza ne getirdin. Babanla üç günden beri seni arıyoruz. Biz mahzunuz.»

Yesu ona cevab olarak:

«Bilmez misin Allah'ın hizmeti anne ve babaların hizmetine tak­dim edilir.»

Sonra Yesu, anne ve babasıyla (annesinin kocası veya nişanlısıy-le) beraber Nasira'ya indi. Onlara itaatkâr bir evlât idi. Tevazu ve hürmet gösterirdi onlara.

İncil'den yapılan bütün bu nakillerinden anlıyoruz ki, Mesih güzel bir şekilde yetişti. Onun yetişmesinde herhangi bir toz yoktur. Din hu­susunda tâ küçüklüğünden beri gayret sahibiydi. Dinin hikmet ve es­rarını öğrenmek hususunda son derece haristi.

Bilgilerini takviye ve ilmini tespit etmek için fırsat kolluyordu. Âlimlerle oturuyor, onlarla münakaşa ediyordu. Onlardan soruyor, onlara cevab veriyordu. Çocuklukla gençlik devresinin geçtiği muhit ilim, hikmet ve din muhitiydi.

İncil'ler Mesih'in oniki yaşından yirmi dokuz yaşına kadar olan döneminden bahsetmemektedirler. Bu dönemde Mesih nerdeydi? Bu on yedi senelik zaman içinde ne yapıyordu? Bu hususta İncil'lerde bir haber yoktur. Bazılarında annesi ve babasının Nasira'da yerleştikleri­ne dair işaretler vardır. Fakat adeti olduğu gibi bayram ve toplantı günlerinde kitabın tefsirini yapmadan, kitab hususunda yazar ve âlim­lerle mücadele etmeden nasıl dururdu? Ve onun mabede dönüp veya din ile ilgili herhangi bir amelde bulunduğu hususu da İncil'lerde zik-redilmemiştir.

Avrupalılar ve Avrupalı araştırmacılardan bazıları derler ki, Me­sih bu müddet zarfında Hindistan'a gitti. BUDA ve törenlerini orada öğrendi. Vatanına dönüş yapınca öğretmeye ve vaaza başladı. Öğretti­ği şeyler BUDA'nın öğrettiklerine denkti. Nefsin tekmili, ve temizlen­mesi hususunda teşvikte bulunuyordu!,..»

Avrupalılar bunu söyledikten sonra «Mesih'in Öğrettikleriyle Bu-da'nın öğrettiklerini karşılaştırdığımızda ortaya çıkıyor ki Buda'nın öğrettikleri selbî idi. Yani o nefsi serlerden tecrit etmeye teşvik edi­yordu. Mesih'in öğrettikleri ise icabî idi. O nefsi vermeğe, bayramlar­da ve seyranlarda, toplantı günlerinde nefsi hayır yapmaya teşvik edi­yordu» dediler.

Benim bu hususta güvendiğim şudur: Onun bu on yedi senelik zarfındaki durumunun ilmini Allah'a havale etmek. [53]

 

Mesih'in Peygamberliği Nasıl Başladı

 

Kur'an-ı Kerim Mesih'in peygamberliğinin başlangıcım belirtmi­yor. Nasıl başladığını açıklamıyor. İncil sahihleri bu hususta Zekeriya oğlu Yahya olan Yuhanna Mağmedani bir zaman çölde durdu. Orada çekirge ile çöl balı yiyordu. Elbiseleri deve tüyündendi. Beline deriden yapılmış bir kuşak bağlıyordu. Sonra Ürdün nahiyesinde göründü.

Tevbe ile halkı korkutuyordu. Yerusalim ve Erden (Ürdün'e) yakın olan muhitin ahalisi onun yanına gittiler. Onları Ürdün nehrinde vaf­tiz ediyordu. Göklerin sultanının yaklaşmasıyla onları korkutuyordu.

Kâhinler ona haber gönderdi ve sordular: «O, Uya mıdır?» O «Ha­yır» dedi. «O, O Mesih midir?» O «Hayır» dedi. «O, O Peygamber mi­dir?». O gene «Hayır» dedi.

Kâhinler «O, halde sen bunlar değil isen niçin halkı vaftiz edi­yorsun, yani yıkatıyorsun? Ne tlya'sın, ne Mesih'sin, ne de Ö, Peygam­bersin. Niçin bunu yapıyorsun?» Ve kim olduğunu kendisinden ısrarla sordular. O, cevab olarak «Rabbin yoluna hazırlanınız! Dosdoğru ola­rak onun yollarında yürüyünüz. Çünkü göklerin saltanatı yaklaşmıştır» diye çölde bağıran ses benim» dedi. Bu cümle 3. İshah, 40. âyet Hazeki-el'den alınmıştır.

Mesih Yuhanna'ya geldi. Onun eliyle Ürdün nehrinde vaftiz edil­di. Ruhulkuds bir güvercin gibi onun üzerine indi. Bundan sonra Me­sih kırk gün çölde oruç tuttu. Yemez, içmezdi. Sonra orucunun aka­binde açlık hissedince şeytan tarafından denendi. Şeytan ona gelip: «Eğer sen Allah'ın oğlu isen söyle ki bu taş ekmek olsun.» Mesih ona «sadece ekmekle insan yaşar değildir» diye yazılıdır. Belki insan Al­lah'ın femnıi kudretinden çıkan her kelime ile yaşıyor» dedi.

Böylece onu heykelin tam kanadında durdurdu. «Eğer sen Allah'ın oğlu isen buradan nefsini aşağıya at. Çünkü yazılıdır ki o Meleklerine seni korumalarını vasiyet etmiştir. Onlar seni ellerinin üzerinde taşır­lar. Ta ki bir taşa ayağın çarpmasın.»

Mesih ona   «Yazılıdır ki mabudun olan Rabbini denemeyeceksin»

dedi.

Böylece İblis onu yüksek bir dağın tepesine çıkardı. Ona yerin memleketlerini ve vecdini gösterdi. «Sana bütün bunları vereceğim, eğer sen gülüp bana secde edersen» dedi.

Mesih ona: «Ey şeytan! Git. Çünkü yazılıdır ki mabudun olan Rabbe secde edeceksin. Sadece ona kulluk yapacaksın.» dedi. Böylece şeytan Mesih'in yanından ayrıldı. Melekler geldi. Mesih bunun aka­binde anladı ki Yuhanna ölmüştür. Böylece Celile'ye geldi. Nasıra'yı terketti. Kefer-Naim denilen yerde durdu ve Allah'ın saltanat müjde­sini durmadan veriyordu. Mesih'in yaşı otuzdu. [54]

Bu hususta Barnabe'nin rivayeti de vardır. Barnabe hülasa yap­maksızın 10. fasılda rivayeti nassen şöyle varid olmuştur:

30 yaşındaki Yesu...

Zeytin dağının üzerinde Melek Cebrail'den İncil'i aldı...

Yesu, otuz yaşına geldiğinde kendisinin dediği gibi Zeytindağına zeytin toplamak için annesiyle beraber çıktı. Öğle vakti namaz kıl­makta iken şu kelimelere vardı:

— Ey Rab! Rahmetle.

Bunları söylerken bir nur kendisine göründü. Onu kapsamıştı. Sa­yısı belli olmayacak kadar Melek onu kapsamıştı. O Melekler Allah'ın hamdi yapılsın diyorlardı. Cebrail (A.S.) olan Melek bir ayna gibi pı-nl pırıl parlayan bir kitab getirdi. O, Yesuun kalbine indi. O kalb ki, Allah'ın ne yaptığını, ne dediğini onunla biliyordu. Allah neyi irade eder, onunla farkediyördu.»[55]

 

Mevcud İncil'ler

 

incil, İsa'dan (A.S.) sonra olup onun hallerini, yaptıklarını, vaaz­larım, mucizelerini belirten kıssalara denir. Tabi bu, urfî mânâsıdır. Kilise dört İncü'i kabul eder:

1) Metta,

2) Markos,

3) Luka,

4) Yuhenna. Bu İncil'lerden hiç biri Hz. İsa'nın zamanında yazılmamıştır. Hz. İsa'dan sonra talebeleri, talebelerin talebeleri peygamberlik kıssa­larını yazdılar. Herkes yazdığına İncil dedi. İncil'ler yüz küsura kadar çıktı. Aralarından dördü seçildi. Kilise kanunu oldu. Müellifin eliyle yazılmış bir tek İncil nüshası mevcud değildir.

1-  Metta İncili:

Hıristiyanlara göre ilk încildir. Metta'nın esas nüshasını yaktılar. Elde bulunan onun tercümesidir. Çünkü aslı İbranice idi. Cirumun ifa­de ettiği gibi bugünkü   Metta'nın mütercimi dahi bilinmemektedir.

Hindistan'da Mesih'in dinini yaymaya giden Pantiyos, Metta'nın her-şeyi îbranice yazılmış bir İncil nüshasını orada buldu. Bu İncil, İsken­deriye'ye getirildi. Kayserin kütüphanesinde ta Kayser zamanına ka­dar kaldı. Fakat bu İbranice nüsha bilâhere kayboldu. Kaybolduktan sonra Yunancatercümesi ortaya çıktı. Fakat kimin tercüme ettiği bi­linmemektedir.

2- Markos İncili:

Butrus 1880'de Beyrut'ta basılan«Murevvicil-Ehbar-fi Teracimil Ebrar» adlı kitabında hulâsa olarak şunu söylüyor:

Markos, Lavi kabilesinden bir Yahudi idi. Butros'un talebesi idi. Beş şehir ikliminde doğup dünyaya geldi. Roma ehlinin isteği üzerine İncil'i yazdı. İsa'nın (A.S.) mabudiyetini inkâr ediyordu. İncil'inde Mesih İsa'nın Betros'u övdüğünü yazmıyor. İskenderiye hapishane­sinde Milattan (68) altmış sekiz sene sonra öldürüldü. Onu öldüren putperestlerdi. Onun İncil'inin telif tarihinde de Hristiyanlar ihtilâf etmişlerdir. Bazıları Petros'un tedbiriyle Milâdın 61. senesinde üm­metlerin yaran için İncil'ini yazmıştır, dediler.

3- Luka İncil'i:

Matta İncil'inde ihtilâf eden hristiy ani arın Luka İncil'i hakkın­daki ihtilâfı daha az değildir.   Luka, Antakya ehlinden bir doktordu. İsa Mesih'i asla görmemişti.   Hristiyan dinini Pavlos'tan öğrenmişti. Pavlos da mutaasıp bir Yahudi idi. Hristiyanlığa karşı son derece düş­manlık beslerdi. O da İsa - Mesih'i   görmemiştir.   Daimi bir şekilde hristiyanlara Kötülük yaptı. Baktı ki, hristiyanlara   yaptığı kötülük onun açısından faide vermiyor. Bu sefer hristiyanlığa hileli yollardan girmeğe teşebbüs etti. Mesih'e inandığını belirtti. Ve iddia etti ki, sa­ra hastalığına tutulmuştu. Sara halinde İsa Mesih onu ellemiş ve onu etbalanna kötülük yapmaktan menetmiştir. İşte o vakitten itibaren İsa'ya iman etmiş, İsa Mesih onun İncirini müjdelemek için onu va-zifelendirmiştir. O, hilesini kiliseye de yutturdu. Odur hristiyanlan Hz. İsa'nın getirmiş olduğu namusun gereklerinden çıkarmaya teşvik eden. Isa o namusun ahkâmını iptal etmek için değil teyid etmek için gel­miştir. Fakat Pavlos onlara murdar olan hayvanın etini yemek, şarap içmek gibi haramları helâl kıldı. Onlara bildirdi ki amel olmasa dahi, iman tek başına kurtuluşa vesile olur. Luka, İncil'ini Markos İncil'in­den sonra telif etti. Bu da Petors ve Pavlus'un ölümünden sonra oldu.

4- Yuhanna İncil'i:

Mesihlilerin birçokları, Yuhanna İncili'nin, Mesih'in oniki talebe­sinden olan Yuhanna yazmış değildir. Talebe Yuhanna'nın babasının adı Zebdi'dir. Balıkçı idi. Celile'nin Sayda kısmında doğmuştur. İsa'­nın (A.S.) cidden sevmiş olduğu Yuhanna odur. Bu İncil'in telif tari­hinde ihtilâf vardır. Bazıları (65), altmış beşde, bazıları (96) doksan altı, bazıları (98) doksan sekizde telif edildiğini söyler. Hristiyanların birçokları; bu İncil İsa'nın talebesi olan Yuhanna'nın İncil'i değildir demişlerdir.

Hulâsa: Tetkik neticesinde bilmiş oluyoruz ki, bütün bu İncil'ler özel bir gaye için yazılmıştır. Bu da Mesih'in Hanlığını ispat etmek, Mesih'in insan olduğunu savunan bütün talimleri ortadan kaldırmak­tı. İncil'lerin müellifleri ayrı ayrı olduğundan dolayı kendileri de ih­tilaflı olmuşlardır. Bazıları İncil'lerinde bir takım halleri, bir takım acaiblikler zikrediyorlar ki, diğerleri onlardan bahsetmiyor. Bazıları bir haberi eksiklik veya fazlalık bakımından diğer İncil'deki habere ters düşecek şekilde naklediyor.

Bernabe İncil'i:

Barnabe Mesih'in etbaından ve önün davetini neşretmeye devam edenlerden idi. Göklerin melekûtünün yaklaştığını müjdelemeğe gay­ret gösterenlerdendi. Onun hakkında «Kitab-ul-AğmaI»ın Bab 2 âyet: 36 da şöyle denilmektedir:

Havarilerden olan Yusuf Bernaba (Bernabas) —Vaiz oğlu diye şöhret bulmaktadır— aslen Kıbns'lı Lavi'lerdendİ. Bu kişi kilisede güvenilir bir kişi idi. Halkı dine davet etmek hususunda o seçilirdi. «A'malur - Rüsül» Bab 11. âyet 22. Yureşalimde bulunan kilisenin eza­nında onlardan haber dinledim. Barnabe'yi gönderdiler. Antakya'ya gitsin diye. 23, o Barnabe gelip Allah'ın nimetini görünce sevindi. Halka kalbinin bütün azimetiyle Rabbe sebat kılmak üzere vazetti. 24. Çünkü O salih bir kişi idi. Ruhulkudus ve iman ile dolu idi. Böylece bü­yük bir cemaati Rabbe kattı, yetiştirdi.

A'mal, Bab 11 — Ayet: 29:

Talebeler mümkün olduğu nispette herbirisi Yehuda'da sakin olan kardeşlerin yararına bir şeyi hizmet olsun diye göndermeyi lü­zumlu gördüler.

30. Bunu yaptılar. Barnabe ve Saul eliyle onu ihtiyarlara gönder­diler.

A'mal, Bab 12 — âyet: 25.

Barnabe ve Şaul Yureşalim'de hizmeti ikmal ettikten sonra dö­nüş yaptılar. Beraberinde Markos lakabıyle tanınan Yuhanna'yı da götürdüler.

A'mal, Bab 13 — âyet: 2.

Onlar Rabbe hizmet ettikleri ve oruç tuttukları bir anda Ruhul­kudus onlara 'Bana Barnabe ve Saul'u getiriniz. Onları yapmağa davet ettiğim amel için' dedi.

A'mal 15 — âyet: 11.

Lâkin Rab Yesuun nimetiyle iman ederiz ki, onlar kurtulduğu gi­bi biz de kurtulalım. Bütün cumhuru susturalım. Onlar Barnabe ve Pavlos'u dinlerlerdi. Bu iki şahıs Cenab-ı Hakkın yapmış olduğu bü­tün âyetler ve ümmetlerde icra etmiş olduğu bütün acaibliklerden bahsederlerdi.

Barnabe'nin havarilerden olduğunu ispat eden daha çok nakiller vardır. Son olarak Amalin 15; babın 35. âyetini nakledelim:

Pavlos ve Bernaba'ya gelince, onlar Antakya'da durdular. Halka talim ederler ve beraberinde birçok kimseler de olduğu halde müjde ve­riyorlardı. Rabbin kelimesinin müjdesini veriyorlardı.

İşte, bu Barnabe'nin mudevven bir İncil'i vardı. Matta, Luka, Mar­kos ve Yuhanna İncil'leri gibi Mesih'in kıssasından ibarettir. Senedi kesiktir. Tıpkı diğer İncil'lerin senedlerinin kesik olduğu gibi... Bu İncil'i arapçaya tercüme eden Dr. Halil Saade şunları söylüyor:

Araştırmacıların bu İncil hakkındaki görüşleri çelişkilidir. Tarih­çilerin bu husustaki mezhepleri ayrı ayrıdır. Bu hususta dalalet ve hidayeti karıştırmışlardır. Bunun hakikatini doğruluk ve havai nefis arasında araştırmışlardır. Eserleri ve kitabları konuşturmuşlardır. Asırlar ve şehirlerden sormuşlardır. Bütün bu didinmelere rağmen hastalığı şifaya kavuşturacak, susuzluğu giderecek birşey elde edeme­mişlerdir. Bu İncil'in nüshası Papa Siktis Kütübhanesinde Roma'da İdi. Faramerino adlı bir rahib onu görünce gizlice aldı. Okudu ve İs­lâm'a girdi. Bu da 16. asrın sonlarında oldu.

Dr. Halil Saade, bu İncil'in önsözünde der ki:

«Bernabe İncilinin kâtibi, Endülüs'lü bir Yahudidir. Yahudi dini­ni son derece iyi biliyor. Ona muttalidir. Hristiyan olmuş, hristiyanliğı da son derece iyi bir şekilde kavramıştır. Sonra Müslüman olmuş, İs-lâm dinine de vakıf olmuştur. Kanaati, en doğru bir kanaat ve sevaba en yakin olandır.»

Sonra Dr. Saad'e şöyle devam eder:

Bütün bunlardan sonra bu încil hikmetten apaçık âyetleri kap­samaktadır. Edebi felsefeden yüksek bir tarz işlemektedir. Tabirlerinin basit olmasına rağmen yüce belâgatıyla akıllan sihir etmektedir. Bu İncil beşeri düşünceleri yüce ufuklara götürmekte, onları hayvani şehvetlerden tenzih etmeğe çalışmaktadır. Marufu emr, münkeri neh-yeder. İnsanları faziletlere teşvik eder. Rezaletleri çirkin olarak gös­termeğe çalışır. İnsanı diğer insanlara ihsan etme yolunda nefsini fe­da etmeğe çağırır. Ta ki insandan enaniyetin her türlü etkisi gitsin. Ve insan kardeşlerinin yaran için yaşasın.

Bu İncil'i neşreden Seyyid   Muhammed Raşit Riza 'mukaddime'-sinde şöyle diyor:

«Barnabe İncil'inden bahseden en eski kitab Papa Birinci Calis-yosun kilisece okunması yasak ve haram olan kitablar listesini kap­sayan kitabtır. Calisyos Miladın beşinci asrının sonlarında Papalık va­zifesine gelmiştir. Yani Resulü Ekrem'in peygamberliğinden Önce Pa­pa olmuştur. Buna rağmen Dr. Saade'nin dediği gibi bazı Avrupa âlimleri bugün Bernabe İncil'i hakkında şüphe ediyorlar. Fakat ispat daima nefyden öncedir. İşte ispat ediyoruz ki, Resulü Ekrem gelmez­den-önce 1. Calisyos bu İncil'den bahsetmiştir.

Durum ne olursa olsun Barnabe İncil'i Hz. İsa'nın hakkında telif edilen İncil'lerden birisidir. Fakat belagatı bakımından hepsinden üstündür. Tâbirlerin incelikleri bakımından hepsini geçmiştir. Bazı emir­leri sarahaten ve açıkça ortaya koyuyor. Umulur ki kiliseyi onun aley­hine kışkırtan o, emirlerdir. Öyle ki, Papa Calisyosun onu yasak kitab­lar listesine dahil etmiştir.

Meselâ: O emirlerden birisi Hz. Muhammed'in ismini açıkça bir­çok yerde nakletmesidir. Ben Bernabe İncil'inden nakil yapıyorumun manası: «Bu İncil'e ne önünden ne arkasından herhangi bir batıl ge­lip kanşmamıştır» demek değildir. Belki onun rivayeti hadiseler için daha açık ve hadiseleri daha tam manasıyla araştırmıştır. Ondan do­layı naklediyoruz. Benim nazanmda Bernabe İncil'inin bazı konulan şiiri mübalâğalardan hali değildir. Bununla beraber Dr. Saade mu­kaddimesinde Bernabe İncil'i hakkında uzun uzadıya ihtimalleri ve reyleri naklettikten sonra şunu söylüyor:

«Başka bir İncil vardır. Ona Oğintosi İncil'i deniliyor. Onun da namı ve nişanı silinmiştir. O papaz Pavlos'un aleyhinde işlenen bir mukaddime ile başlar. Bernabe İncirinde olduğu gibi bir hatime ile sonuçlanır. Muhtemeldir ki, Oğintosi İncil'inin yazan Bernabe İncil'ini yazanın (fikir) babası olsun.»

Yani Bernabe İncil'i bundan alınmıştır ihtimali vardır...

Ben de Dr. Saade'ye karşılık derim ki, muhtemel ki bu Oğintosi İncil'inin babası Bernabe İncil'i olsun. Yani o, Bernabe İncil'inde bul­duklarını yazıp iktibas etmiştir. Bernabe İncil'inin bu Oğintosi İncil'i­ne esas ve kök olması sıhhatli olabilir. Ve insanlıkta kardeşlerimiz olan Mesihiler bütün İncil'leri imha etmeseydiler, kilise onların okunması­nı yasak ilân etmeseydi onların hepsi elimize geçeceklerdi. Tahrif edil­miş olsalar dahi hepsine muttali olurduk. Ve güzel bir panayır olur­du. Fakat kilisenin o yasağı bütün o İncil'leri yok etti. Belki de onla­rın içerisinde pek iyileri de vardı. Eğer böyle olmasa Oğintos İncil'i ve dört İncil'de bahsedilen diğer İncil'ler nerededir? Pavlos meselâ halkı birtakım İncil'lerin söylediklerinden sakındırıyor. «Bunlar, Me­sih'in İncil'ini değiştirmek istiyor» diyor. Onlar nerededir? [56]

 

Havariler

 

Havariler Meryem oğlu İsa'nın (A.S.) arkadaşlarıdır. Onları o, seç­miş ve talebe edinmiştir. Onlar ona îman etmekte tereddüt gösterme­diler. Onun talebeliğini yaptılar. Ondan öğrendiler. Onİki kişi idiler.

havari kelimesi İbranice olarak bilinmemektedir. Arapça olursa, Kamus sahibi Resûlüllah'ın havarisi Zübeyr bin Avvam'a ıtlak olunmuştur diyor. Tetkik neticesinde görülür ki, Peygamber için Ensarne İse, Hz. İsa için de Havariler odur. İncil'lerde «Talebeler» tabiriyle ba­hisleri geçmektedir. Yani ilim talebinde arkadaşlık yapanlar.

Havarilerin Matta İncil'inde onuncu babda isimleri geçmektedir. Bernabe İncil'inin 14. faslında isimleri geçmektedir. Matta'nın katın­da Havariler:

1- Simun (Petrus da deniliyor),

2- Endereas (Simun'in kar­deşi)

3-Yakub bin Zebedi

4-  Yuhanna (Yakub'un kardeşi),

5-  Filipus,

6- Bartolomeus,

7- Tomas,

8- Metatel-Aşır (vergici) Al-feus'un oğlu,

9- Yakup,

10 - Taddeus,

11- Simun Gayyur,

12- Yehuda îskaryot'tır.

Havarilerin Bernabe'deki adlan:

1- Endereas,

2- Simun (yani balıkçı- Petrus),

3- Bernabe,

4- Metatel-eşar,

5-Yuhanna bin Zebedi

6-Yakûb bin Zebedi,

7- Tedaeus,

8- Yahuda,

9- Bersulmas,

10- Filipus,

11- Yakub bin Alfaus,

12- Yehuda îskaryot'tur.

Görüldüğü gibi Bernabe Torna ile Simunogayurun adlarını çı­karıyor, kendi ismi ile Tedaeus ismini koyuyor. Sevab ve doğruluk Bornabe ile beraberdir: Fakat kilise Bernabe İle Simun'un isimlerini ha­variler arasından silmiştir. Çünkü ikisi de aynı fikirde idiler. Diğer kişileri havarî listesine sokmuşlar.

Hz. İsa'ya iman eden bu havarileri Hz. İsa Yahudi köylerine, şe­hirlerine gönderir ki, İsa'nın (A.S.) davetini inkâr eden, İsa (A.S.) hakkında yalanlar uyduran kimseleri dinine davet etsinler. Bu hava­rilerin hepsi bir defada gelip İsa'ya iman etmiş değildirler. Değişik zamanlarda gelmişlerdir. Cenab-ı Hak, Al-i İmran, el'Maide ve Essaf

sûrelerinde havarilerden bahsetmektedir. İstersen Âl-i İmran sûresinin (52-53.) âyetlerini, El Maide'nin- (111.) âyetini, Essafın (14.) âyetle­rini oku. [57]

 

Hazreti İsa'nın Mucizeleri

 

Mucize adeti yırtan ve tehaddi ile (yani meydan okumakla) bera­ber olan bir emirdir. Cenab-ı Hak onu peygamberlerinden herhangi birisinin eliyle meydana getirir. Onunla beraber muarız da yoktur. Sanki Cenab-ı Hak, o mucize ile o kendilerine peygamber gelmiş kul­larına «Benden size tebliğ ettiği hususta peygamberimi tasdik ediniz» diyor.

Mucizelere benzer birtakım harikuladeler peygamber olmayan in­sanlardan çıkar.Meselâ: gerçek bir müslümandan böyle bir harika çı­karsa onun adı keramettir. Hindistan'ın putperest fakirlerinden, bir kâfirden, bir putperestten, bir ateşe tapandan çıkarsa onun adı istidraç'tır.

İsa (A.S.) vazu-irşada başladığı zaman Allah tarafından mucize­lerle takviye edildiğini söylüyordu. O mucizeleri başkası yapamazdı! O çamurdan kuş şekilleri yapar, sonra üfler. O da Allah'ın izniyle kuş olup uçardı. O anadan doğma körleri göze kavuşturur, alaca hastalığı­na tutulmuşları el vurmak suretiyle şifaya kavuşturur. Allah'ın İzniy­le ölüleri diriltiyordu ve onlara-yiyeceklerini ve evlerinde saklamakta oldukları nzıklanm açıklıyordu. Bütün bu mucizeler onun doğruluğu­na kâfi derecede delildirler ve onların iman etmesini de gerektiriyor. Onlara Tevrat'ı tasdik ettiğini, Tevrat'ın bütün hükümlerine iman et­tiğini ve onları da ona tabi olmaya teşvik ettiğini söylüyordu,, açıklı­yordu. Onlara Tevrat'ta haram edilen bazı şeyleri helâl kıldığını da söylüyordu.

Böylece halk, İsa (A.S.) hakkında onu yalanlayanlarla kabul eden­ler olmak üzere iki guruba ayrıldı. İstersen Al-i İmran sûresinin 49-51. âyetlerini, el Maide sûresinin 110. âyetini, Ez Zuhruf sûresinin 63-64. âyetlerini oku.

Hz. İsa'nın bu mucizeleri fiilen kendisinden vaki olmuş mudur? Yoksa bu mucizeleri her an yapabilirim   demekle mi iktifa etmiştir.

Kur'an-i Kerim'de o mucizelerin Hz. İsa'dan sadır olduklarına dair açık bir ibare yoktur. Kur'an Hz. İsa'dan bu mucizeleri oluşturmaya istidat vardı. Bunları yapmaya Cenab-ı Hak ona bir kuvvet verdiğine delâlet ediyor.

Fahreddin Razi'nin çokça kendisinden nakl yapmakta olduğu Ebu Müslim de böyle diyor. Fakat biz bununla beraber deriz ki, nefis bu mucizelerin îsrailoğullarının gözleri önünde cereyan etmesine daha mutmain oluyor. Çünkü Cenab-ı Hak «Hatırla o zamanı ki İsrailoğul-lannı senden uzak tuttuk. Onlara beyyinelerle, (mucizelerle) geldiğin zaman onlardan kâfir olanlar 'Bu apaçık bir sihirdir1 dediler.» (Saf: 6) buyurmuştur.

İncil'lere gelince, onlar bu hususlarda çok acaiblikleri ve hariku­ladeleri zikretmektedirler. Onları zikretmeye hacet yok. Ancak kesin olarak biliyoruz ki, Cenab-ı Hak diğer peygamberlerine verdiği gibi kulu ve Peygamberi Hz. İsa'ya da birçok mucizelerin istidadını vermiş. ve birçok mucizeleri de vaki olmuş ve görülmüştür. [58]

 

Hazreti İsa Hakkında Son Söz

 

Hz. İsa'nın sonucu Kur'an Kıssalarına göre hem acaibtir hem de apaçık bir şekilde cereyan etmiştir. Hz. İsa kâhinler ve ferisileri talim-leriyle tenkid etmekle riyakârlıklarım ortaya çıkarmış, habisliklerini ortaya sermiş Onlar da bundan dolayı Hz. İsa'ya her türlü hileyi dü­şünmüşler ve onu öldürmek için bütün yollandenemeye girişmişlerdir. Böyle olunca Rum (Bizans) genel valisine Hz. İsa'yı şikâyet etmek için bir sürü iftiralar dizmişlerdir:

«Ben Yahudilerin kralıyım» diyormuş. «Oysa biz Romalı Kayser'in krallığından başka bir kral kabul etmiyoruz» şeklinde iftiralar yapar­lardı. Bunun üzerine vali Meryem oğlu İsa Mesih'i yakalamak için bir gurubu gönderdi. Bu durum Hz. İsa'yı yakından ilgilendiriyor ve ona bir eziyet dokunmasından korkardı. Cenab-ı Hak onu onların elinden kur­tardı. Onlardan tertemiz yaptı. Onun benzerliğini, hain ve onlara jurnal­cilik yapan bir talebesinin üzerine attı. İncil'lerin tarifine göre bu îskaryot Yehuda'dır. öyle bir hale geldi ki onu her gören «Bu İsa'dır» diyordu. Bu tutulup asıldı ve öldürüldü. Mesih İsa onların şerrinden kurtuldu. Cenab-ı Hak tamam olacak hadiseyi Mesih'e bildirdi. Halk arasında Nasiralı Yesuun öldürülmüş olduğu haberi yayıldı. Cenab-ı Hak «Onlar İsa'yı öldürmediler. Onu çarmığa germediler. Fakat onlar için benzetildi» (Nisa: 157) buyuruyor. Yani İsa'nın (A.S.) benzerliği başkasının üzerine atıldı. Bu hadise daha İlerdeki âyetlerde gelecek­tir.

Hafız İbn Kesir,. îbn Cerir ve başka müfessirler İsa'nın (A.S.) tu­tulma zamanı yaklaştığında arkadaşlarından üç defa birisi çıksın da kendisini İsa'ya feda etsin diye istedi. «Bunu yapanın mükâfatı da cen­nettir» dedi. Fakat her defasında aynı kişi çıktı. Düşmanları geldikle­ri zaman Cenab-ı Hak o çıkanın üzerine İsa'nın (A.S.) benzerliğini at­tı. Onu gören herkes, onun İsa (A.S.) olduğunda şüphe etmiyordu. Onu tuttular. Çarmığa gerdiler ve öldürdüler. Musa Carullah, onun Yehuda el-İskaryot olduğunu söylüyor. Bu da, muhtemeldir. Fakat şa­yia bunun tam tersidir. Bir şayiaya göre Hz. İsa'nın benzerliği kendi­sine verilen Yehuda el-îskaryot'dir. Zira o kâhinleri Hz. İsa'ya karşı kışkırttı ve onlara İsa'nın (A.S.) yerini gösterdi. Bu hususta Âl-i İm-ran sûresi âyet ellibeş, Nisa, âyet ellisekizi okuyunuz..

Kur'an müfessirleri «Ey İsa! Şüphesiz ben seni Öldürüp katıma kaldıracağım. Kâfir olanlardan seni tertemiz yapacağım» (Nisa: 157) âyetinin tefsirinde sekiz vecih zikretmişlerdir:

1- Seni katıma kaldırıcıyım ve öldürücüyüm. Böylece kelâmda takdim ve tehir vardır.

2- Ayetten maksat senin ecelin yerine gelecek ve o zaman seni öldüreceğim, ecelinle öleceksin. Seni öldürecek hiç kimseyi sana mu­sallat kılmayacağım demektir. Bu tevile göre, bu âyeti celîle, Hz'. İsa'­nın düşmanlardan masun kalışından kinayedir. Onların İsa'nın başı­na getirmek istedikleri, kurmakta oldukları   fırılciak ve tuzaklardan onu koruyacağım demektir. Çünkü ecelini tamamlayıp normal bir şe­kilde ölmesi bunu iktiza eder.

3- Seni kabzedip şahsını yerden kaldıracağım.

4- Buradaki vefattan maksat uykudur. Çünkü uyku vefata, vefat da uykuya ıtlak olunur. (Zaman zaman birisi diğerinin yerinde kul lanılır.)

Rebi'den rivayet edildiğine göre, Cenab-ı Hak, İsa'yı (A.S.) sema­ya kaldırdığı zaman, İsa (A.S.) uyku halinde idi. Allah'ın bunu böyle yapması İsa'ya (A.S.) bir şefkati ilâhisidlr.

5- Seni, göğe kaldırmak suretiyle ölmüş bir kimse gibi kılaca­ğım.

6- Seni hem ruhunla hem bedeninle refedeceğim.

7- Burada vefattan maksat, şehvani   kuvvetlerin ölümüdür. O kuvvetler ki, insanın melekût ile bağ kurmasına mani olurdu.

8- Âyetten maksat, amelin kabul edeceğim (veya amelini karşılı-yacağım.)

Alûsi tefsirinde «Bu tevillerin çoğu uzaklıktan hali değildir. Hele sekizinci tevil tamamen uzak bir tevildir. Ve dokuzuncu bir tevil daha vardır. O da şudur:

îbn Cerir, Vehb'ten rivayet ediyor:

«Allah İsa'yı günün üç saatinde öldürüp onu katma refedinceye kadar bu ölüm hali devam etti» diyor.

Hakim'in rivayetinde; Cenab-ı Hak onu yedi saat öldürdü, sonra diriltti sözleri vardır.

Benim ihtiyar ettiğim, seçtiğim vecih şudur: Cenab-ı Hak İsa'yı Yahudilerden kurtardı. Onlar İsa'yı yakalamadılar. Ve İsa (A.S.) öl­dürülmedi ve çarmıha gerilmedi. İkinci vecih, bu mânâyı ifade ediyor. Âyet İsa'nın (A.S.) düşmanlardan masun oluşundan kinayedir. Bu ve­cih kabule şayan bir vecihtir. Çünkü bu makamda ilk insanın zihnine gelen mânâ budur. Ve bu Cenab-ı Hakkın İsa'nın (A.S.) düşmanları­nın bütün plânlarının yakıp yıkıp yok etmesine delâlet eden biricik vecihtir. Nitekim Cenab-ı Hak    «Onlar plân kurdular, Allah da plân kurdu. Allah plân kuranların en hayırlısıdır» (Âli- İmran: 54) buyur­muştur.

Ben   hiçbir   şeyinden   taaccüp   etmiyorum,    Çünkü    Vehb   ve onun gibi, aslen Yahudi olup gelip Müslüman olanların   Hz. İsa'nın durumuna el atmaları bundan daha hayret vericidir. Onlar Müslüman oluncaya kadar Hz, İsa'nın katı düşmanları idiler. [59]

Burada bir sual varid oluyor :

İsa (A.S.) sağlam olarak kurtulmuş ise, onun benzerliği başka birisinin üzerine atılmış ve o öldürülmüş ise acaba Hz. İsa nereye git­ti?

Cevab: Müslümanların cumhuru şu kanaattedir ki, Cenab-ı Hak onu ruhuyla, cesediyle diri olarak semaya götürmüştür. Onların delili de bahis konusu olan bu âyeti celîledir. Fakat burada ikinci bir sual kalıyor:

Bu hususta varid olan haberler, hadisler İsa'nın (A.S.) ruhuyla cesediyle semaya yükselmiş olduğunu ve orada diri olduğunu ve zama­nın sonunda gelip de Mesih Deccal'ı öldüreceğini ifade ediyorlar. Bu sualin cevabı da şudur:

Bu haberlerin bir kısmının silsilesi Resûlüllah'a kadar gitmiştir. Bir kısmı da tefsir âlimlerinin reyidir. Bir kısmı da Yahudilikten İsla­ma giren, Kaabul Ahbar ve Vehb bin Münebbih gibi âlimlerin fikirle­ridir. Bu haberlerin durumu ne olursa olsun, ibareleri ne kadar, sarih ve açık olursa olsun, bunlar bir takım ahadi reylei1 ve ahadi hadisler­dir. Önünden ve arkasından batıl kendisine karışmayan, Hakim ve Hamid olan Allah'ın katından gelen Kur'an'm açıklığının kudretine hiçbir zaman ulaşamazlar. Mümkün değildir ki, bu haberler nefiste kesin bir inanç oluştursun ki, o nefisin sahibi, «Allah İsa'yı (A.S.) gök­lere diri olarak çıkartıp, götürmüştür. Ve tekraren Cenab-ı Hak İsa'yı (A.S.) gökten yere indirecektir. O, «Mesihi-Deccal» künyesiyle şöhret bulmuş bir habisi öldürecektir. Ve Cenab-ı Hakkın yarattığı, o Dec-cal'ın zamanı ve vakiti bilinmeyecektir» tarzında inansın.

Mümkün değildir ki bu haberler insanda bir inanç meydana ge­tirsin ki, insan o inançtan kaydığı zaman, İslâmdan çıksın.

Eğer o haberlerdeki uzunluk olmasaydı onları nakledecektik. Fa­kat malûm ve meşhur olduklarından dolayı   terkediyorum. Hadis ve. tefsir kitablarına, Taberi ve îbn Kesir gibi tefsiri birrivaye mecmuala­rına müracaat edilsin. [60]

Abdulvahabı Neccar bu ibareleri naklettikten sonra şunları da ek­liyor:

El Menar tefsirinde: Üstad ül İmam, âyeti zahiri üzerine takrir ettikten sonra «teveffinîn mânâsı, zahirdir. Yani normal öldürmek demektir. Bu ölümden sonraki refi, ruhun refidir. Yani ruhun yük­seltilmesi, yücelere kaldırılmasıdır. Bu tefsir sahibinin refi ve nüzu­lün ahir zamanda olacağını ifade eden hadis hakkında iki tahrici var­dır:

1- Bu ahadi bir hadistir. İtikadı bir emire bağlıdır. Çünkü gayb emirlerindendir. İtikadı emirler ise, ancak kesin Naas'tan alınabilir. Çünkü itikadı emirlerde hedef yakinlik,  (yüzdeyüzlük) tür. Bu husus­ta mütevatir bir hadis yoktur.

2- Onun nüzulünü ve yeryüzünde hükmetmesini ruhunun ve ri-saletinin sırrının halka hakim olacağı şeklinde tevil edilmiştir. Onda galib olan rahmet, muhabbet, barış, zahirlerinyanlarında durmayıp da şeriatın maksatlarına yapışmak, kabuklara yapışıp ta özden uzak durmamak gibi onun talimindegalib olanlar hükmedecektir demek oluyor.

Öyleyse Mesih (A.S.) Yahudilere yeni bir şeriat getirmedi. O an­cak onlara, Musa (A.S.) şeriatının lâfızları üzerinde donup kalmak­tan uzaklaştıran, onları, sistemin özüne vakıf kılmaya çağıran bir emirle geldi. Ondan ne murattır, ne maksattır? Onu bildiren bir du­rumla geldi. Onu gözetmelerini emreden, onları edeblerin kemalim' araştırmak suretiyle ruhlar âlemine cezbedenle geldi. [61]

Menar sahibi şunu da nakletti:

Ustadi îmam'dan Mesih Deccal ve Hz. İsa'nın onu öldürmesinin durumu soruldu. Cevab olarak şöyle dedi:

Deccal hurafelerin remz ve işaretidir. Allah'ın   sisteminin takri-riyle ortadan kalkan kötülüklerdir. Kötülüklerin remzidir. O İlahî sistemin sır ve hikmetlerine yapışmakla bertaraf edilen batılların rem zidir. Bu hikmet ve esrarlara götüren en büyük faktör Kur'an-ı Kerim ile Kur'an'ı açıklayan Resûlullah'm sünneti seniyyesidir. Kur'an ve sünnete müracaat ettikten sonra beşer başka bir ıslah kaynağına muhtaç olamaz.»

Abdulvahabı Neccar bunları naklettikten sonra şunu söylüyor: «Derim ki, ben de daha önce bu tevil ile mutmain oluyordum. Fa­kat şu anda tamamen Mesih u Deccal Yahudilerden kalkacak ve Me­sih diye yani vaadedilen kıral diye anılacak bir kişidir. Yahudiler bu­güne kadar onu bekleyip durmaktadırlar. Çünkü ben Yahudilere bak­tım. Onlar bir Mesih'in geleceğini, yeryüzündeki mülk ve saltanatı on­lara iade edeceğini ve onunla galib geleceklerini bekleyip durmakta­dırlar. Onlara Meryem oğlu Mesih İsa (A.S.) geldiğinde, ahlâk, takva, güzel seciyelerinin temellerini rnuhkemleştirmek istediğinde, onlar kendi nefisleri için tasavvur ededurmakta oldukları Mesih olarak onu görmediler. Onun hakkında çeşitli plânlar kurdular, onu öldürmek is­tediler. Eğer o servet ve saltanatı onlara getirseydi kendisine iman edeceklerdi. Çünkü onlar servet ve maldan başka bir şeye Önem ver­memektedirler. Onlara dikkat et.

Onlara, şemuyil «Şüphesiz size Talut kıral olarak gönderildi» deyince, onlar Semuyil'e ne cevab verdiler? Şunu demediler mi? :

«O, nasıl bize kral olur? Biz kral olmak hususunda ondan daha müstahakız. Ona* geniş bir mal verilmemiştir.»

Mesih İsa'nın (A.S.) onlar tarafından reddedilip atılması, onların kendi halleri üzerine servet getirecek bir Mesih'i bugüne kadar bekle­meleri hiçde yadırganmaz. İşte onlar, yüzlerce seneden beri Filistin'de bir millî vatanın icad edilmesi için var kuvvetleriyle çalışıyorlar. İngi­liz hükümeti de onlara müzaheret ediyor. Onlarla güzel geçinmek is­tiyor. Çünkü onlar İngiliz hükümetine birinci cihan harbinde büyük malî yardımlarda bulunmuşlardır. Onlar Filistin memleketini elde etmek suretiyle orda ayaklarını yerleştirmeye var kuvvetleriyle çalışı­yorlar. Onlarda Yahudi kralı diye anılan bir kişinin çıkacağı gün pek uzak görülmemektedir. Evet bu söz onların bazı peygamberlerinin li­sanıyla onlara müjdelenmiştir. O gelen onların Filistin'de bir memleketlerini kuracak, işte o zaman fitne kopacaktır. Sebebi de şudur: Ya­hudilerin savaşta karanlık bir geçmişleri vardır. Onlar karşılarındaki-lerin kökünü kesmekten ve onların başına tüyler ürpertici felâketler getirmekten asla çekinmezler. İşte Mesih, Deccal meselesinde benim görüşüm budur. Hz. İsa, arkadaşlarını Mesih Deccal'in şerrinden sa-kındırmıştır. Benden sonra yalancı peygamberler ve yalancı krallar çı­kacaktır demiştir.[62]

 

Yahudiler Ve Mesih'in Çarmığa Gerilmesi

 

Yahudiler katında adı Mesih olarak herhangi bir zamanda gelip öl­dürülen ve salbedilen bir kişinin varlığına delâlet eden herhangi bir ilmî belirti mevcut değildir. Onların dinî tarihinde böyle birşey asla yoktur. İşte Avrupa inkarcılarını Mesih'i inkâr etmeğe, onu farazi bir insan olarak kabul etmeye iteleyen budur. Onlar Yahudilerin bu dinî tarihlerine bakarak «Mesih farazi bir insandır. Tıpkı Hars bin Hemam, Ebu Zed Sürüci, Cehha, Mecmun-i-Leyla ve Bediuzzamanı Hamazani'-nin katındaki Ebul Feth îskenderi gibi farazi bir insandır.» derler.

Bazı tarihçiler de; Mesih'in öldürülmesi meselesi Talmud'da var­dı. Fakat Yahudiler onu çıkardılar ki, Yahudilerin yaşamakta olduğu herhangi bir memleketin Hıristiyan ahalisi onu görüp de Yahudilere düşmanlık gütmsinler dediler...[63]

 

Nasaba (Yani Hristiyanlar) Katında Mesih'in Durumu

 

hristiyanlara gelince, onlar, Mesih'in hatimesini en berbat ve korkunç bir hale çevirmişlerdir. Ve bu hatimenin böyle olmasına ina­nılmasını da dinlerinin esaslarından biri kabul etmişlerdir. Yani hris-tiyanlıkta Hz. İsa'nın selbine (asılmasına) inanmayan bir insanın ne imanı makbuldür, ne de salih bir amel kendisine yarar sağlar. İster facir olsun, ister muttaki olsun, onun ihlası, ameli ona hiçbir faide vermez. Ancak Hz. İsa'nın selbine, onun çarmıha gerildiğine inanırsa olur. Hristiyanlar bu akidelerini bir temele dayandırmak için çaba sarfetmişlerdir. Ahdi Kadimde yani Tevrat'ta habbeyi kubbe yaparak çarmıha germe akidesini şu inanç üzerine bina etmişlerdir:

İnsanların ilki olan Adem (A.S.) yasak ağaçtan yemek suretiyle Allah'a isyan etti. Böylece hatalı oldu. Onun bütün zürriyeti de hatalı oldular. Ahirette ebedî bir helak ile helak olmaya müstahak oldular. Adem'in (A.S.) bütün çocukları hatalı ve günahkâr olarak döndüler. Hem kendi günahlarını hem de babalarının günahlarını  ki onların günahlarının aslı budur yükleniyorlar. Allah'ın da adalet ve rahmet sıfatı vardır. Adaleti iktiza eder ki, hiçbir cerime karşılıksız kalmasın. Aksi takdirde Allah (C.C.) adil olamaz. Ceza vermek de rahmet sıfatı­na ters düşer. Ceza verdiği takdirde rahim de olamaz. Adalet ile rah­metin beraberce tahakkuk etmesi lâzımdır ki, insan bu müşkülâttan kurtulsun. Cenab-ı Hak aynı zamanda Allah'ın tâ kendisi olan  ha­şa oğlunu Adem'in (A.S.) zürriyetinden gelen bir hanımın (yani Meryem'in) rahmine koydu. Orada bir cenin olarak cesettendi ve on­dan doğdu. Böylece Meryem'in çocuğu Meryem'in oğlu olmak hasebiy­le kâmil bir insan oldu. Allah'ın oğlu olmak (haşa) hasebiyle de kâ­mil bir ilâh oldu. Ve bütün günahlardan masum oldu. İnsanların ya­şadığı gibi yaşadıktan, yiyip içtikten, lezzetlendikten, insanların elem duyduklarından elem duyduktan sonra Cenab-ı Hakkın düşmanları ve kanunî ilâhisinin düşmanları geldiler, onu en kötü bir şekilde, elleri­ni ve ayaklarını mıhladılar. Sonra tokat sille dövdüler. Onunla alay ettiler. Dikenlerden bir taç yaparak başına koydular. Yüzüne tükürdü-ler. Bütün bunları beşerlerin işlediği, İsa'nın işlemediği bir günahtan beşeri kurtarmak için yaptırdılar. [64]

Abdulvahabı Neccar bunları söyledikten sonra şöyle devam edi­yor:

Ben diyorum ki, bu ameliye ile ne adalet ne de merhamet oluş­muştur. Çünkü beri ve günahkâr olmayan bir kimseyi getirip başka­sının günahım onun boynuna koyup onu cezalandırmak, adaletin hiç­bir noktasında yoktur. Günahkâr olmayan bir kimseyi cezalandırma­sında rahmet de yoktur. Üstelik bu şekilde ceza tatbik etmek hristi-

yanların katında bulunan Kitabi Mukaddese de muhalif düşüyor. (Tesniye, İshah 24, âyet 19) «Babalar evlâtların yerine Öldürülemez­ler. Evlâtlar babaların yerine öldürülemezler. Her insan hatasından ötürü öldürülür.»

Bir de iddialarına göre asılmış bir kimse Allah tarafından lanetlen­miştir. Acaba günah işlememiş bir kimseyi Allah nasıl lanetler? (Tasni-ye, İshah 21, âyet 22). «Herhangi bir insanın boynunda öldürülmeyi hak eden bir hata var ise, o da öldürülmüş ise, ağaca asılmış ise, onun ce­sedi ağacın üzerinde durdurulmaz. Belki aynı günde defnedilir. Çünkü asılmış bir insan Allah tarafından lanetlenmiştir. Sakın mabudun olan Rabbin sana vermiş olduğu arzını, toprağım bununla necis et­me.»

Hıristiyanların bu görüşüne göre, Cenab-ı Hak, İsa'yı çarmıha gerdirmeyi tahakkuk ettirinceye kadar hem adalet ve hem de rahmet sıfatından mahrum kalmıştır. Allah hakkında böyle bir düşünce, insa­nı nerelere götürür, düşünmek gerekir. Başka bir mahzur daha var­dır: Mademki çarmıha gerdirilme inancı hristiyanların katında ima­nın tamamıdır, bu inanç hristiyanhğa giren herkesi bütün faziletleri atmaya bütün takva ve iyilikleri yapmaktan uzaklaşmaya çağırıyor. Bu inancın sahibi ibahi, faziletleri katledici, nefsinde faziletten nasibi olmayan bir kimse oluyor.[65]

 

Çarmıha Gerilmek Ve Bütün Beşeriyyete Feda Edilmek İnancı Putperestliktir

 

Beyrut'lu Muhammed Tahir Efendinin «El Akaid ul Veseniyye fi'ddiyanet il Nasdaniyye» adlı kitabında müellif hristiyanlar ile put­perestlerin müşterek olduğu birçok noktalan tesbit etmiştir. O nokta­lardan birisi şudur:

Mabudlann birisinin nefsini kurban olarak insanoğlunun hatadan kurtulması için feda etmesi düşüncesi, eskiden beri Hindistan'daki putperestlerin katında bulunar bir inançtır. Hind'liler inanıyorlar ki; ! Başlangıcı ve sonucu olmayan, Fişnanın ta kendisi Olan kirışna yeryüzünü ağır yükten kurtarmak şefkatine tutuldu. Ve yeryüzüne gel­di. Nefsini feda etmek suretiyle insanlığı kurtardı.»

Mr. May, kirişna'nm, Hindistanlıların kitablarmda olduğu gibi çarmıha gerilmiş, elleri ve ayaklan delikli, iç gömleğinin üzerine in­san kalbinin resmi asılı bir suretini çizdi. Başka bir suretini gördü ki, onun başmda altından yapılmış bir taç vardı. Hristiyanlar da derler ki, Yesu Mesih çarmığa gerildi. Onun başında dikenlerden yapılmış bir taç vardı.

Hogo seyahatnamesinin birinci cildinin (326.) sahifesinde şunlan söylüyor:

Putperest Hindular, inanırlar ki; ilâhların birisi cesetlenmiş, gü­nahtan kurtarmak için nefsini insanlara feda etmek üzere takdim et­miştir.

Keşiş Morcidoks Hindulardan bahsederken «Onlar Krişna'yı lahut ile dolu bir kahraman olarak vasıflandmyorlar. Çünkü Krişna onların itikadına göre şahsını kurban olarak takdim etmiştir.

Hiçin, ilk olarak Nepal ve Tibet'i ziyaret eden Avrupalı Kliyos'tan şunu naklediyor:

Onların tapmakta olduğu mabud Andıra'da   gördüm ki çarmığa gerilmek suretiyle kanı akıtılmış, elleri ve ayakları çivilerle delinmiş bunu da beşeriyeti günahlanndan kurtarmak için yapmıştır. Bu du­rum. Budistlerin Buda hakkında rivayet ettiklerinin hristiyanlann Mesih hakkında rivayet ettiklerine her yönden mutabık olduğunu sergiler. Hatta Buda'ya Mesih, Tek çocuk ve Alemin kurtancısı diyorlar. On­lara göre o, kâmil bir insan, kâmil bir ilâh idi. Nasut ile cesetlendi. Be­şerin günahına kefaret olsun ve onları   günahlardan kurtarsın diye nefsini feda etti. Hiçbir beşer artık günahından dolayı ceza görmeye­cektir. Onlan böylece göklerin melekutuna vâris kıldı!»

Batılı âlimlerin birçoğu kitablannda bunlan nakletmektedir. Me­selâ: Bilinin Buda Tarihi'ne, Hugu'nun seyahatnamesine, Muler'in ki­tabına bakılsın.

Hulasa: Biz Meryem oğlu îsa Mesih'i Allah'ın kulu ve Resulü ola- rak kabul ediyoruz. Kur*an-ı Kerim onu Allah'ın kulu ve Resulü ola­rak vasıflandırmaktadır. O ne Allah'tır, ne de Allah'ın oğlu. Bu hususta El Bakara sûresinin 116., Al-i İmran'ın 59., Nisa'nın 157 ve Nisa'nın 172. El Maide'nin 17. ve yine   El Maide'nin 72-75, El En'am'ın 101, Meryem'in 31-33., El Furkan'm 2., Ez Zuhruf un 61, Es Saf ıh 6. ve îh . las sûresinin de 1-4 âyetlerini dikkatle oku. Bütün bu âyetler açıkçı belirtiyorlar ki, İsâ Allah'ın kulu ve Peygamberidir. Ve bütün bu âyet ler belirtiyorlar ki, Allah'tan başka mabud yoktur, ortağı yoktur. Hris tiyanlar ise, daha önce gördüğün gibi, kendilerine üçlü bir inanç vü cüda getirmişler:" baba, oğul, ruhülkudus, hepsi birleşiyor. Böy­lece baba olan Allah veya oğul olan Allah, onların itikadlanna göre. inmiş Meryem'de yerleşmiş, insan olarak cesetlenmiş ve Meryem'den doğarak Yesu olarak dünyaya gelmiştir. Bu konuşma ne Hz. Mesih'in konuşmasıdır ne de Hz. Mesih'ten böyle birşey nakledilmiştir. Ancak hristiyanlar hristiyanlığı putperestler arasında yaydıklarında putpe­restler üç ekanime îman ediyorlardı.    Mabudların cesetlenmesine, çarmığa gerilmeğe, feda tdilmeğe daha önce inanıyorlardı. Bunu be­raberinde getirip hristiyanlık inancına soktular. Ve böylece esas dinle riyle hristiyanlık arasında bir telif (uyum) yapmağa çalıştılar. Böyle­ce Mesih'i ilâhlaştırdılar.   baba ile birleşen oğul uknumu, Allah'tan indi. Ruhulkuds, Meryem'in rahminde cesetlendi. Sonra ilâh ve insan olarak çıktı. Daha neler? Kur'an'ı Kerim En Nisa 172, El Maide sûresi 17., El Maide sûresi 62, El Maide sûresi 75, Et Tevbe sûresi 30, Et Tev-be sûresi 31, Et Tevbe sûresi 32, Meryem sûresi 34-36, Ez Zuhruf sû­resi 57. Essaf sûresi 6. âyetlerinde bu küfrî inancı reddetmektedir. Ve bu âyetler İsa'nın (A.S.) da bu inancı reddettiğini söylerler.   îsa'mn (A.S.) Allah'ın (C.C.) kulu olduğunu itiraf ettiğini naklederler.

Üstelik hristiyanların yazmış olduğu İncirler, papazların yazmış olduğu risaleler de İsa'nın Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu ortaya se-giliyorlar.

Meselâ: Yuhanna bab 1- âyet 51'de: «Şu anda görürsünüz ki gök açıktır. Gök melekleri iner, çıkarlar. Ve tsa (A.S.) bir insanın oğlu olduğunu itiraf etti ve Allah olmadığını ikrar etti.»

Yine Yuhanna bab 4- âyet 6'da: «Yesu yolculuktan yorulmuş­tu.» diyor. Oysa muhaldir ki, Cenab-ı Hak yorulsun. Çünkü Cenab-ı Hakkın kudretiyle gökler ve yer ve onlarda olanlar kaimdirler.

Yuhanna bab 3- âyet 26'da: «Onlar Yuhanna el Ma'meda'ninin yanına geldiler. Ona dediler ki:

— Ey muallim! O ki Ürdün geçişinde seninle beraberdi. O ki sen ona 'O vaftiz yapar' diye şahitlik ettin. Ve hepi ona geleceklerdir de­din.

Yuhanna cevab vererek dedi ki:

  Hiçbir insan eğer gökten ona verilmemişse, hiçbir şey almaya güç yetiremez. Siz bizzat şahitlik edersiniz ki, ben demişim ki, ben Me­sih değilim. Belki Mesih'ten önce gönderilmiş bir peygamberim.»

Yuhanna Bab 3 -âyet 34'de:

«Çünkü o kimse ki, Allah onu elçi olarak göndermiş, Allah'ın ke­lâmı ile konuşur.»[66]

 

İsa Mesih'in Âhiretteki Durumu

 

«Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara Allah'ı bırakıp beni ve annemi iki mabud edinin diyen sen misin? dediğinde İsa:

  Yarab! Seni tenzih ederim. Bana hakkım olmayan şeyleri söy­lemek yakışmaz. Eğer onu söyledimse muhakkak sen bilirsin.   Benim nefsimde olanı sen bilirsin. Senin nefsinde olanı ben bilmem. Şüphesiz gayblan hakkıyla bilen sensin. Ben onlara ancak senin bana emretti­ğini, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz dedim. Onların arasında bulunduğum müddetçe onlar üzerinde gözcü idim. Ne zaman ki sen beni içlerinden aldığında onlar üzerinde gözcü yalnız sen oldun. Ve sen herşeye hakkıyla şahitsin. Eğer onlara azab edersen onlar se­nin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak sen aziz ve hakim­sin dedi. Allah, bugün sadıklara doğruluklarının fayda ettiği gündür. Onlara orada ebedi kalmak üzere ağaçları altından uehirler akan cen­netler vardır. Allah onlardan razı oldu ve onlar da Allah'tan razı ol­dular. Bu, büyük bir kurtuluş ve saadettir buyurdu.» (El Maide, 116 -119)...

Muhterem okuyucu! Son olarak belirtiyoruz ki Hz. İsa (A.S.) ile ilgili Abdulvehhap Neccar'm «Kısas ul Enbiya»smdan yapmış olduğu­muz ve başka kitablardan derlemiş olduğumuz birtakım rivayetlere keyfiyetini bilmediğimizden dolayı katılmamaktayız. Meselâ: Hz. Mer­yem'in istekçisi veya nişanlısı Yusuf Neccar gibi hadiselere katılma­maktayız. İlmini ve hakikatini Allah'a havale ediyor, Rabbimizden bi­zi bu hususta yapmış olduğumuz nakillerden ötürü muaheze etmeme­sini diler, merhameti ilâhisine sığınırız. Bizi affeylesin... [67]

 

Meal

 

(46)   «İnsanlarla beşikte iken de yetişkin halde iken de konuşur ve şalinlerdendir.» dediler.

(47) Meryem, «Ey Rabbim! Bana hiçbir insan dokunmamış iken nasıl çocuğum olabilir?» dedi. Cebrail: «Allah dilediğini böylece yara­tır ne zaman ki, bir işin olmasını dilerse, ancak ona    «OL» der o da olur.»

(48) Ve ona yazmayı hikmeti Tevrat ve İncil'i öğretecek.

(49) tsrailoğullarına: «Ben size Rabbinizin katından bir Âyet ge­tirdim. Ben size çamurdan kuş gibi bir şey yapıp ona üfleyeceğim. O Allah'ın izni ile hemen kuş olacaktır. Anadan doğma körleri, alacalı­ları, sıhhate kavuşturacağım. Ve Allah'ın izni ile ölüleri dirilteceğim. Yediklerinizi ve depolarınız d a kil eri de size haber vereceğim. Eğer Mü'-min iseniz şüphesiz ki, bunda sizin için delil    vardır.» diyen bir Pey­gamber olacaktır.

(50) Ve «Benden önce gelen tevrat'ı    tasdik etmekle beraber sizlere haram kılınanların bir kısmını helâl kılmak üzere ve Rabbm iz­den size bir Âyetle geldim. Allah'dan korkunuz ve bana da itaat edi­niz.

(51) Çünkü Allah benim de Rabbimdir.  Sizin de Rabbinizdir. O'na kulluk yapınız. Bu dosdoğru yoldur.

(52) İsa, onların  küfürlerini hissedince, «Acaba Allah yolunda yardımcılarım kimlerdir.,.?» dedi.  Havariler, «Biz Allah'ın   (Dininin) yardımcılarıyız.    Allah'a îman ettik, şahid ol ki, biz Müslümanlarız.» dediler. [68]

 

Tefsir

 

(47) «Böylece Rabbin dilediğini yaratır. Bir emri irade ettiğinde ona «OL» der, o da olur.» Bu söz, ya Allah'a ya da Cebrail'e aittir. Bu Âyet-açıkça ifade eder ki: Allah diledikten sonra maddesiz normal sebeple­re baş vurmadan herşeyi yapabilir. Yoktan var eder, varı da yok ede­bilir. Bütün varlıkları tedriç kanununa bakmaksızın meydana getirebi­lirdir. Tedriç kanununu gözetmek herhangi bir etkenin etkisi ile değil, onun iradesi iledir. niçîn ve neden'ler onun için bahis konusu de­ğildir.

(49) «Allah'ın izni ile kuş olur...» ibaresi çamurun kuşa dönüşmesi, ölünün dirilmesi İsa'nın (A.S.) hüneri ile değil, Allah'ın izni ile oldu­ğuna dikkatleri çeker. Hadisler de gelen rivayetlere göre: Bazen Hz. İsa'nın yanında binlerce hasta toplaşirdı. Gelen gelir, gelemeyene o gi­derdi Tedavisi dua ile idi.»

İsa (A.S.) ilâh telâkki edilmesin diye «Allah'ın izni ile ölüleri di­riltirim.» dedi, Allah'ın izni olmadan diriltmek, bir beşere olmayacak bir keyfiyettir.

«Eğer inanıyor iseniz yiyeceğinizi ve depoladıklarınızı size haber veririm. Bunda sizin için bîr Âyet vardır.» Cümlesi mu'cizelerin ancak îmana muvaffak olmuş kimseler için fayda verdiğini ifade eder. Mün­kirler için mu'cize sihir gibi telâkki edilmektedir.

Musa (A.S.)'nın şeriatında haram olup da îsa (A.S.)'nın şeriatın­da helâl edilen nesneler, iç yağı, balık, deve eti, ve Cumartesi günü ça­lışmak gibi nesnelerdir. Bu Âyet, Hz. İsa'nın şeriatının Musa (A.S.)' nın şeriatım kaldırıcı olduğunu bildirir. Fakat, «Ben daha Önce inen Tevratı doğrulayıcıyım.» sözüne bu keyfiyet ters düşmez. Zira o Tev­rat'ın özünü tasdik eder. Nitekim Kur'ân'ın da kendisinden önceki ki­tapların özünü tasdik ettiği gibi...

Çünkü «nesh», daha öncekini yalanlamak yanlışlıkla itham et­mek demek değildir. Aksine zamanlara göre beyan ve özelleştirmedir. (52) İsâ (A.S.) onların kâfirliğe sapıp İsrar   etmelerini görünce, «Al­lah'a sığınarak bana yardımcı olacaklar kimlerdir!..» dedi. Yani bana yardım etmek sureti ile kendilerini Allah'hk kabul edecekler kimlerdir, ortaya çıksınlar dedi. «havarî» kişinin en hâlis dostu demektir. Zira havarî kelimesi katıksız beyaz manâsını ifade eden «hur» kelime­sinden geliyor. İsa (A.S.)'mn arkadaşlarına havari isminin verilmesi halis niyetlerinden ve pâk iç âlemlerinden meydana geliyor. Bir riva­yete göre, hepsi prens idiler. Bembeyaz elbise giyerlerdi. îsâ (A.S.) bu Yahudi prenslerine, «Bana yardımcı olunuz!» talebinde bulundu. On­lar da yardımcı oldular. Başka bir görüş: Havariler kassar idiler. Elbiseleri beyazlatmak için çaba sarf eden bir guruptular. Bu ismi ze-naatlanndan almış idiler. «Biz Allah'ın yardımcılarıyız.» Yani Allah'ın gönderdiği dinin tebliğcisi olan İsa'ya (A.S.) yardımcıyız. Zira Allah yardıma muhtaç değildir. «Biz Allah'a îman ettik, ey İsa! Kıyamet gününde diğer Peygamberlerin ümmetleri için şahit olduklarında, sen de bize şahit olasın diye şimdiden şahit ol ki, biz Allah'a teslim olan Müslüman kullarıyız!...» dediler. [69]

 

Meal

 

(53) «EyRabbimiz!   Senin indirdiğine  inandık. Peygambere uy­duk. O halde bizi şahit olanlarla beraber yaz.»

(54) Onlar hile yaptılar. Allah da onlara hile   (ceza)  ile karşı­lık verdi Allah hile yapanların (ceza vermekte) en hayırhsıdır.

(55) Hatırla ki, AUah İsa'ya, «Ey İsa! Seni eceline kadar gecik­tireceğim. Seni kendime yükselteceğim, kâfirlerden seni tertemiz ayı­racağım. Sana tabî olanları Kıyamet gününe kadar kâfir olanlardan üstün kılacağım. Sonunda dönüşünüz banadır. İhtilâf ettiğiniz husus­larda aranızda hüküm edeceğim.

(56) Küfüre sapanlara gelince. Hem dünya hem de âhirette on­ları şiddetli azaba duçar edeceğim' Onlar için hiç yardımcıları olma yacaktır.

(57) îman edip salih amel işleyenlere gelince. Allah onların eci­nni tastamam verir. Şüphesiz ki, Allah zalimleri sevmez.

(58) (Ey Habibim!) Bunlar Âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân'-dan sana okuduğumuz nesnelerdir.

(59) Şüphesiz ki, İsa'nın durumu AUah katında   kendisini top­raktan yarattıktan sonra «ol» deyip de olmuş olan Adem'in durumu­na benzer.

(60 Hak senin Rabbinden gelmiştir. Satan onda şüphe edenler­den olma.                                                                                    

(61)  (Ey Habibim!) Sana ilim geldikten sonra  İsa hususunda seninle tartışacak biri olursa, ona de ki, «Gelin     çocuklarımızı ve çocuk- Iannızi, kadınlarımızı ve kadınlarımızı, kendimizi ve kendinizi çağıra- hm. Sonra lânetleşelim   ve Allah'ın lanetini yalancıların üzerine kıla­lım.» [70]

 

Tefsir

 

(54) Hile manâsını taşıyan «mekir» fiili Allah'a mecazî olarak isnad edilmiştir. Zira hilekârlık kötü bir sıfattır. Allah hiç bir zaman bu kö­tü sıfata sahip değildir. Hile yapmak isteyenler Resûlüllah'ı (AS.) Öl­dürmek isteyen Yahudiler ve onların paralelinde olan münafıklardır. «Allah mekir yaptı.» mealindeki Âyetten maksat, dahaönce Hz. İsa (A.S.)'yı öldürmek isteyenlerin basma getirdiği felâkettir. Zira içeri gi­rip tsk'yı öldürmek isteyenin üzerine Allah (C.C.), îsâ'nın (A.S.) ben­zerliğini ilka etti ve böylece o, İsa'nın (A.S.) yerine o, öldürüldü.

Hz. İsa'nın bahsinde geçen «müteveffîke» kelimesi birkaç ma­nâya gelmektedir:

a) Eceline kadar yaşatacaktır ve ecel gelip    çatışmcaya kadar ölümünü geciktirecektir.

b) Seni yeryüzünden tutup götürecektir. Zira rivayete göre, İsa (A.S.) uykulu olduğu halde kaldırılıp götürüldü.

c) Seni melekût âlemine yüceltmekten alıkoyandan uzaklaştıra­caktır.

d) Bir içtihada göre, Allah (C.C.) İsa'yı (A.S.) yedi saatlik bir zaman öldürdü, sonra gökyüzüne kaldırdı.   Hıristiyanlar da bu fikre sahiptirler.

(55) «Sana tâbi olanları kıyamete kadar kâfir olanlardan üstün kılaca­ğım.»

Üstün kılmaları, ya delil ya da kılıçladır. Hz. İsa'ya tabî olanlar­dan maksat, onun Peygamberliğine îman edenlerdir.

Âyette «ezzikiril hakim» diye geçen şey ya hikmet ile dolu kur'an, ya da levhul mahfuz'dur. isa'nın (a.s.) durumu garip­lik bakımından adem'in (a.s.) durumuna benziyor. zira Adem (A.S.) babasız ve annesiz olarak topraktan yaratıldı. İsa (A.S.) ise babasız ya­ratıldı. Bu Âyet «Nasıl olur da îsa babasız meydana gelir?» diye garip-siyen zihniyete susturucu bir cevap teşkil etmektedir.

(61) mübahele: Rivayete göre Necran Hristiyanları Resûlüllah'a ge­lip Hz. îsa konusunda mücadeleye giriştiler.   Allah'ın Resulü onlara,madem ki haklı olduğunuzu iddia ediyorsunuz, geliniz lânetleşelim dedi. Onlar, düşünelim, dediler. Tenhaya çekildiklerinde danışmanla­rına danıştılar. «Ne dersiniz lânetleşelim mi?» dediler. Danışmanları «Yeminim olsun onun Peygamber olduğunu biliyorsunuz. Size Hz. İsa konusunda en gerçeği o getirmiştir. Yeminim olsun, her hangi bir Peygamberle lânetleşen bir ulus helak olmuştur. Eğer illa dininizde durmak istiyorsanız Muhammed'le (S.A.V.) anlaşarak aynimiz.» dedi Böylece Hıristiyanlar Resûlüllah'a geldiklerinde baktılar ki, Resûlüllah Hz. Hüseyin kucağında, Hz. Hasan'ın elinden tutmuş, arkasında Hz. Fatıma ve Hz. Fatıma'mn arkasında da Hz. Ali olduğu halde gelmiş ve aile efradına, «Ben dua ettiğim zaman siz de amin deyin.» diyordu. Bu manzarayı gören Hıristiyan papazı arkadaşlarına, «Ey Hıristiyan­lar! Ben bâzı yüzler görüyorum. Eğer bu yüzler bir dağın yerinden kaymasını Allah'dan isterlerse kesinlikle o dağı Cenabı Hak kaydırır. Sakın ha! Muhammed ile lânetleşmeyiniz ki, helak olmayasınız!» dedi.

Hıristiyanlar Rasûlüflah'a başeğdiler. İki bin kırmızı kürk ve otuz demir zırhı haraç olarak verdiler. Bunun üzerine Allah'ın Resulü, «Nefsimi yed'i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer onlar benimle lânetleşseydiler maymun ve domuz olacaklardı ve kesinlikle dere onları yakmak için ateş olacaktı. Ağacın başındaki kuş da dahil Necran memleketinin bütün canlılarım Allah helak edecekti.» dedi. Bu Âyet, Peygamberimizin Peygamberliğine ve beraberinde getirdiği Eh­libeytinin faziletine delildir. [71]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (53) Ey Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık. Peygambere uy­duk. O halde bizi şahid olanlarla beraber yaz...»

Bu âyet, hakkında seleften gelen eserler:

El Feryadi ve İbn Merduyeh îbn Abbas tankıyla rivayet ederler:

«O halde bizi şahid olanlarla »beraber yaz.»  Yani Hz. Muhammed ve onun ümmetiyle   beraber yaz. Çünkü onlar   Hz. İsa için Allah'ın Peygamberliğini tebliğ ettiğine dair şahittirler. Diğer Peygamberler için de tebliğ ettiklerine dair şahid olurlar,»

Abd bin Humeyd Ebi Salih tarıkiyla   îbn Abbas'tan rivayet edi­yorlar:

«Şahitlerden maksat, Muhammed'in eshabıdır.»

îbn Merduyeh Ebu Said el Hudri'den rivayet ediyor:

Cenab-ı Peygamber namazını kıldıktan sonra:

«Ey Allah'ım! Senin katında bulunan isteyicilerin hakkıyla sen­den istiyorum. Çünkü isteyenlerin senin katında bir haklan vardır. Hangi bir kölen veya hangi bir kadın kölen, isterse karada yaşıyanlar-dan olsun, ister deniz ehlinden, onların duasını kabul etmişsen, istek­lerine icabet etmişsen onların hakkıyla senden istiyorum ki onların sana yakardıkları hayırlı dualarına bizi kat. Bize de afiyet ver, onlara da. Hem bizden hem onlardan dualarımızı kabul eyle. Hem bizim hem onların hatalarından vazgeç. Çünkü biz senin indirdiğine iman ettik. Peygambere tâbi olduk. Bizi şahitlerle beraber yaz.»

Cenab-ı Peygamber:

«Bu duayı herkim ki, okursa, Cenab-ı Hak onu kara ve deniz eh­linin duasına katar ve o dua o yerinde oturduğu halde onunla beraber bütün onları kapsar» buyurdu.

tbn Cerir Süddi tarikiyla rivayet etmiştir:

îsraüoğullan İsa ile ondokuz   havarisini bir evde kuşattılar, İsa arkadaşlarına:

«Kim benim suretimi almak ister, ki öldürülsün, onun karşılığın­da ona cennet olsun.

Onlardan bir kişi Hz. İsa'nın suretini kabul etti. Ve İsa (A.S.) da göklere çekildi. İşte bu Cenab-ı Hakkın:

 (54) Onlar plân kurdular. Allah da tuzak kurdu. Cenab-ı Hak tu­zak kuranların hayırlısı d ir.»

âyetinin mânâsıdır.

 (55) Hatırla ki, Allah İsa'ya:

— Ey İsa! Seni eceline kadar geciktireceğim Seni katıma yüksel­teceğim...» Bu âyetle ilgili eserler:

İbn Cerir İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor:

Bu âyetteki «Muteveffike», seni öldüreceğim demektir.

Abdurrezzak ve İbn Cerir Hasan'dan rivayet ettiler: «Buradaki vefat, yerden kaldırmak suretiyle olan vefattır.»

tbn Cerir, İbn Ebi Hatim başka bir yönden Hasan'dan rivayet ederler:

«Buradaki vefattan maksat, uyku vefatıdır. Cenab-ı Hak, İsa ku­lunu uyku halindeyken refetti...»

Hasan diyor:

Allah'ın Resulü Yahudilere: «Şüphesiz İsa ölmedi. O kıyamet gü­nünden önce size dönüş yapacaktır» dedi.

îbn Ebi-Hâtim Katade tarikıyla rivayet etti:

«Seni öldürüp katıma kaldıracağı m'dan maksat, seni katıma kal­dıracağım ve öldüreceğim demektir. Yani burada takdim tehir vardır. Evvelâ Rabbimiz onu katına kaldırıyor, sonra eceli geldiğinde öldürü­yor.»

îbn Cerir, Îbn-Ebi-Hâtim, Metar el Varrak'tan rivayet ediyorlar. «Bu âyetteki, (vefat), ölüm vefatı değil, dünyadan olan vefattır.»

îbn Cerir, sahih bir senedle Kâab'tan rivayet etti:

Hz. İsa, kendisine tâbi olanların azlığını, karşısında ve kendisini  yalanlayanların çokluğunu görünce, bunu Cenab-ı Hakka şikâyet etti.

Allah ona vahy gönderdi:

«Şüphesiz seni vefata uğratıp katıma kaldıracağım. Şüphesiz se­ni kör Deccal üzerine göndereceğim. Onu öldürdükten sonra (24) yir-midört sene daha yaşayacaksın. Sonra dirinin öldürülmesi gibi seni öldüreceğim.»

Kâb, «Bu resûlüllah'm, «Nasıl helâka gider o, ümmet ki, onun ba­şında ben, sonunda İsa vardır» hadisinin tasdikidir diyor.»

îbn Cerir ve İbn Ebi-Hâtim Vehb'ten rivayet ediyorlar:

«Allah, günün üç saatinde İsa'yı öldürdü. Sonra katına refetti.»

Dikkat, bu hadis İsrailiyyattandır!...

îbn Asakir, Vehb'ten rivayet etti:

«Allah, onu üç gün Öldürdü. Sona onu diriltti ve katma refetti.»

Bu hadis de îsrailiyattandir. Üç gün tâbiri İncil'in bir takım âyetler ve şerhlerinde mevcuttur.

Hakim Vehb'ten rivayet etti:

«Allah, İsa'yı yedi saat Öldürdü. Sonra onu diriltti. Annesi Mer­yem ona gebe kaldığı zaman (13) onüç yaşında idi. fsa (A.S.) 33 ya­şında refolundu. Annesi onun refedilmesinden sonra altı sene daha yaşadı.»

îshak bin Bişr ve îbn Asakir, Cevher tankıyla Dahhak'tan, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:

«Seni öldürüp katıma kaldıracağı m »d an maksat, seni evvelâ kal­dıracağım, sonra ahir zamanda öldüreceğim demektir.»

îbn Ebi-Hâtim, İbn Cerir'den rivayet ediyor:

«Cenabı Hakkın onu katına kaldırması demek, onu öldürmesi de­mektir.»

Hakim, El Hureys'ten rivayet ediyor:

«Hz. Ali, Ramazanın (21.) yirmibirinei gecesinin sabahında şehid edildi. Bunun üzerine dinledim, onun oğlu Hasan şunu söylüyordu:

«O, Kur'an'm indirildiği bir gecede, İsa'nın geceleyin yürütülüp götürüldüğü ve Musa'mı! kabzedildiği bir gecede şehid edildi.»

îbn Cerir Hasan'dar. rivayet ediyor:

«Kâfirlerden seni tertemiz ayıracağım demek, Yahudi, hristiyan ve ateşperestlerden ve kavminden olan kâfirlerden seni ayıracağım de­mektir.»

îbn Cerir, Muhammed bin Cafer bin Zubeyr'den rivayet ediyor: «Kâfirler, senin hakkuıda kurmak istedikleri   tuzakları kurmak istediKlerinde seni onlardan ayırdım.»

Abd bin Humeyd, Katade yoluyla rivayet ediyor: «Sana tabi olanları kıyamet gününe kadar kâfir olanlardan üs­tün kılacağım,»

Buradaki «İsa'ya tâbi olanlardan» maksat, müslümanlardir. Onlar Hz. İsa'nın fıtratı, milleti ve sünnetiyle ona tâbi olmuşlardır.   Onlar kıyamete kadar karşılarında olanlara galib geleceklerdir.»

İbn Cerir İbn Cüreyc'ten bu ayetin tefsirini şöyle rivayet ediyor: «îslâm üzerinde sana tâbi olanlara kıyamete kadar kâfirler karşı­sında yardım edeceğim.»

îbn Ebi-Hatim, Numan bin Beşir tarikıyla rivayet ediyor: «Resûlüllah'tan dinledim: Benim ümmetimden bir gurup gâlib olacaklardır. Kendilerine muhalefet edenlerin  muhalefetlerine perva etmeyeceklerdir. Ta ki, Cenab-ı Hakkın emri gelinceye kadar...»

Numan, bu hadisi naklettikten sonra şunu söyledi: Kim ki, «Numan Resûlullah'ın söylemediğini onun kesesinden uy­duruyor derse benim bu naklettiğim hadisin Kur'an'da da tasdiki var­dır. Cenab-ı Hak «Sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar kâfir olan­lardan üstün kılacağım» buyuruyor.

îbn Ebi Hatim, Hasan'dan rivayet ediyor:

«îsa'ya tâbi olanlardan maksat, müslümarüardır. Biz de onlarda­nız. Biz kıyamete kadar kâfirlerin üstündeyiz.»

İbn Cerir, İbn Zeyd'den bu hadisin tefsirini şöyle rivayet etmiş­tir:

«Hristiyanlar, kıyamete kadar Yahudilerin fevkinde olacaklardır. Dünyanın herhangi bir bölgesinde hristiyan ile Yahudiler birarada bulunursa, mutlaka hristiyanlar onların üstünde olacaktır. Doğuda da batıda da durum bu olacaktır. Onlar bütün dünyada zillet içerisinde olacaklardır.»

Bu hadis, eğer senedi sahih ise muteşabih hadislerdendir. Zira bugün, yani 1405 hicri ve 1985 milâdî tarihinde dünyanın her yerinde iktisaden ve malî yönden Yahudiler hristiyanlara da diğer milletlere de hâkimdirler. Ancak idare bakımından Hristiyanlarla Yahudilerin bulundukları memleketlerde Hristiyanlar hâkim gözükmektedirler.

İbn ul Munzir Hasan'dan rivayet ediyor:

«İsa (A.S.) refedümiş, Allah katmdadır. Kıyametten önce nazil olacaktır. Kim ki İsa (A.S.) ile Muhammed'i (S.A.V.) tasdik eder ve onların dinleri olan îslâm dini üzerinde durursa, o bu Peygamberler­den ayrılanlardan kıyamete kadar üstün olacaktır.

 (57) İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların ec­rini tastamam verir. Şüphesiz ki Allah zalimleri sevmez...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

İbn Cerir, AH (K.V.) tankıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Salih amellemden maksat, farzlardır. Salih amel işlemek, farzla­rı yerine getirmek demektir. Allah bu salih amellerin karşılığını kâ­mil bir şekilde verir. Ondan hiçbir şeyi eksik etmez.

 (58) Ey Habibim! Bunlar âyetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan sana okuduğumuz nesnelerdir...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

îbn Ebi Hatim, Hasan'dan rivayet ediyor:

«Necranın iki rahibi Resulü Ekrem'e geldiler. Birisi:

— İsa'nın babası kimdir? diye sordu. Cenab-ı Peygamberin adeti, Babbisi kendisine emretmezden önce acele edip  cevap vermemekti. Bunun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu.»

îbn Cerir, Dahhak'tan «Zikri hakimden maksat, Kur'an'dır» diye

rivayet etti.

İbn Ebi Hatun, Ali'den rivayet etti:

Resûlüllah'tan dinledim, buyuruyordu: «Fitneler olacaktır.»

Sordum:

«Onlardan çıkış yolu nedir?»

«Allah'ın kitabı. Çünkü o zikri hakim ve dosdoğru yoldur» dedi.

 (59) Şüphesiz ki, İsa'nın durumu Allah katında kendisini top­raktan yarattıktan sonra «OL» deyip de «olmuş» olan Adem'in duru­muna benzer...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

İbn Cerir, El Ufi tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti.

Necran halkından bir gurup, Resûlüllah'a geldiler. Bunların için­de «Seyyid» veya El-Akip» denilen rahipler de vardı. Cenab-ı Peygam­berden sordular:

«Senin durumun nedir ki, bizim arkadaşımızdan bahsediyorsun?»

Cenab-ı Peygamber: «Sizin arkadaşınız kimdir?» diye sordu. Dediler ki:

«İsa'dır. Sen İsa'nın Allah'ın kulu olduğunu iddia ed i yormuşsun?»

Cenab-ı Peygamber: «Evet, o Allah'ın kuludur.»

Onlar:

«Acaba sen İsa'nın benzerini gördün mü? Veya İsa gibi birisi sana haber verildi mi?» dediler. Sonra Resulü Ekrem'in katından çıktılar. Ve Cebrail (A.S.) geldi:

«Sana geldiklerinde onlara de ki: İsa'nın durumu, Allah katında kendisini topraktan yarattıktan sonra «OL» deyip de olmuş olan Adem'in durumuna benzer.»

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Katade'den rivayet ediyorlar:

Bize denildi ki, Necran ahalisinin iki efendisi ve rahiblerinin ba­şı olan Esseyyid, ve El-Akib Resulü Ekrem'e geldiler. Peygamberden İsa'nın (A.S.) durumunu sordular ve ikisi dediler ki:

«Her Ademoğlunun babası vardır. İsa'nın (A.S.) durumu nedir? Niçin onun babası yoktur?»

Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, bu âyeti celîleyi indirdi.

İbn Cerir Süddi'den rivayet etti:

Cenab-ı Muhammed, Peygamber olarak gönderildiğinde Necran'-lılar onun Peygamber olarak geldiğini işittiklerinde onların hayırlıla­rından Esseyyid, El-Akib, Masercis ve Merdahr adlı dört kişi Peygam­bere geldiler. Peygambere İsa hakkında ne diyorsun diye sordular. Peygamber:

«O Allah'ın kulu ve Allah'dan gelen ruhu ve kelimesidir» dedi.

Onlar:

«Hayır. O Allah'ın tâ kendisidir. Mülkünden inmiş, Meryem'in içi­ne girmiş, sonra Meryem'den çıkmış. Bize kudretini ve enirini böylece göstermiştir.    Babasız olarak yaratılmış    hiç bir insan gördün mü?»

dediler.

Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, bu âyeti indirdi...

îbn Cerir îkrime'den rivayet etti:

«Bu âyet, El-Akip ve Esseyyid hakkında nazil olmuştur.»

İbn Cerir İbn Cüreyci'den rivayet ediyor:

Bizim kulağımıza geldiğine göre; Necran hristiyanlarının heyeti Resûlüllah'a geldiler. Onların içinde Esseyyid ve EI-Akib de bulunu­yordu. Bunların ikisi o zaman Necran ahalisinin önde gelenleriydi.

«Ey Muhammedi Niçin bizim arkadaşımıza küfrediyorsunuz?» di­ye sordular. Cenab-ı Peygamber:

«Kimdir sizin arkadaşınız?» diye sorunca:

«Meryem oğlu İsa'dır (A.S.), sen onun kul olduğunu söylüyorsun.»

dediler.

Allah'ın Resulü:

«Evet, o Allah'ın kuludur. Allah'ın kelimesidir. O kelimeyi Mer­yem'in rahmine atan Allah'tır. O Allah'tan gelen bir ruhtur.»

Onlar Peygamberin bu sözlerinden öfkelendiler:

«Eğer sen doğru bir Peygamber isen bize bir kul göster ki, ölüleri diriltir, anadan doğma körleri göze kavuşturur. Çamurdan kuş şekil­leri yapar, onlara üfler, onlar da birer kuş oluverir.» dediler.

Cenab-ı Peygamber, buna karşılık Cebrail (A.S.) gelinceye kadar sustu. Hiçbir şey söylemedi. Cebrail (A.S.):

«Ey Muhammed! «Allah, Meryem'in oğlu Mesih'in tâ kendisidir.» diyenler kâfur oldular» (Maide 17) âyetini getirdi. Bunun üzerine Ce­nab-ı Peygamber:

«Ey Cebrail! Onlar, bana İsa'nın durumunu kendilerine haber ver­memi istediler.»

Cebrail (A.S.):

«isa'nın durumu Allah katında Adem'in durumu gibidir. Allah, Adem'i topraktan yarattı. Sonra ona «Ol» dedi ve o da, oluverdi.»

Necran heyeti, ertesi sabah Peygamber'e geldiklerinde, Cenab-ı Peygamber onlara bu âyeti okudu.

îbn Saad ve Abd bin Humeyd, Ezrak bin Kays tarikıyla rivayet ediyorlar:

Necran kesişleri içlerinde El-Akib olduğu halde Resûlüllah'a gel­diler. Peygamber onlara İslâmı arzetti. Onlar: «Biz senden Önce mülsüman olduk» dediler.

Resûlü-Ekrem:

«İkiniz de yalan söylüyorsunuz. Üç şey sizden İslâmı uzaklaştır­ın iş tır: «Allah evlâd edinmiştir» demeniz, haça tapmanız ve domuz eti­ni yemeniz sizi İslâmdan menetmiştir» buyurdu.

Onlar:

«O halde İsa'nın (A.S.) babası kimdir?» diye sordular. Cenab-ı Peygamber ne cevab vereceğini bilmiyordu. Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, bu âyeti celîleyi nazil etti. Bu âyetler nazil olduktan sonra Re­sulü Ekrem onları mulanet yapmaya çağırdı. Yani mubahele et­meye ve lânetleşmeye, kim yalancı ise, ona lanet okumaya davet etti. Onlar aralarında:

«Eğer o Peygamber ise, bir Peygamberle lânetleşmek bizim haddi­miz değildir.» dediler.

Böylece lânetleşmeden uzağa kaçtılar.

«Bundan başka arzedeceğin birşey yok mudur?» dediler. Cenab-ı Peygamber:

«Ya müslüman olacaksınız.   Ya haraç vereceksiniz veya size harp açacağım» dedi. Böylece onlar haraç vermeyi kabul ettiler.

Abd bH Humeyd ve İbn Cerir Katade'den rivayet ediyorlar:

«Hak, senin Rabbinden gelmedir. Sakın sen şüphe edenlerden ol­ma. Yani İsa'nın (A.S.) durumu, Allah katında Adem'in (A.S.) duru­mu gibidir. O Allah'ın kuludur. Peygamberidir. Kelimesidir hususun­da şüpheye düşme.»

İbn ul Munzir eş Şabi'den rivayet ediyor.

Necran heyeti Resûlüllah'a geldi:

«Bize Meryem oğlu İsa'dan bahset» dediler. Hz. Muhammed:

«O Allah'ın Resulüdür. Ve Allah'ın Meryem'in rahmine Uka edil­miş kelimesidir» dedi. Heyet: «tsa, bunun üstünde olmalıdır» dediler. Bunun üzerine Cenab-Hak:

«Şüphesiz İsa'nın durumu Allah katında Adem'in durumu gibi­dir.» âyetini indirdi. Heyet:

«İsa'nın (A.S.) Adem (A.S.) gibi olması uygun değildir, dediler Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

 (61) Ey Habibim! Sana ilim geldikten sonra İsa hususunda se­ninle tartışacak biri olursa, ona de ki: «Gelin......» âyeti celîlesini in­dirdi. [72]

 

Lânetleşme Ve Mübahele

 

«Ey Habibim! Sana ilim geldikten sonra tsa hususunda seninle tartışacak biri olursa ona de ki:

— Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınla­rınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra lânetieşelim. Ve Allah'ın lanetini yalancıların üzerine kılalım...»

Bu âyetin tefsirinde şunlar gelmektedir:

El Beyhaki «Delail» adlı eserinde Seleme bin Abdi Yeşu'dan, o da babasından, o da babasından rivayet ediyor:

Allah'ın Resulü Tâ, Sîn-i Süleyman (yani içinde besmele olan Ta sîn) sûresi inmezden önce Necran ahalisine şöyle bir mektup yazdı:

«İbrahim, İshak ve Yakuttun mabudu olan Allah'ın ismiyle başlı­yorum. Allah'ın Resulü Muhammed'den Necran rahibine ve Necran halkına:

Eğer Müslüman olursanız, ben sizin huzurunuzda İbrahim, İshak ve Yakub'un ilâhı olan Allah'a hamdediyorum. Bunlardan sonra; siri kulların kulluğundan Allah'ın kulluğuna çağırıyorum. Kulların hima­yesinden Allah'ın himayesine çağırıyorum. Eğer çağrıma icabet etmez­seniz haraç veriniz. Eğer haraç vermezseniz size harp ilân ediyorum. Selâm.»

Baş Rahib, bu mektubu, okuduktan sonra dehşetli bir şekilde korktu. Şiddetli bir iç çekerek Necran ahalisinden Şerehbil bin Veda adlı bir kişiyi huzuruna çağırdı. Allah Peygamberinin mektubunu Şe-rahbiTe verdi. Şerahbil mektubu okudu. Başrahib «Senin bu hususta­ki fikrin nedir?» diye Şerahbil'den sordu. Şerahbil Başrahibe hitaben dedi ki:

«Cenab-ı Hakkın İbrahim kuluna İsmail'in zürriyetindeki Peygam­berlik hususunda verdiği vaadini biliyorsun. Belki de bu kişi odur. O olmamasından emin değilim. Onun peygamberliği hususunda herhan­gi bir fikrim yok. Eğer dünya emrinden bir rey belirtmek gerekseydi sana bu hususta birşey söyleyebilirdim. Var kuvvetimle düşünüp çö­züme hal çaresi arardım.»

Şerahbil'in bu sözlerinden sonra, başrahib, Necran'Iıları teker te­ker huzuruna çağırdı. Hepsi Şerahbil'in dediğini Başrahibe tekrar et­tiler. Sonunda ittifakla Şerahbil bin Vedaa, Abdullah bin Şerahbil, Cebbar bin Hayz adlı kişileri elçi olarak Hz. Peygambere göndermek kararını aldılar. Bunlar gidecekler, Hz. Muhammed'den birşeyler öğre­nip onun durumunu tetkik edecek ve geleceklerdir. Heyet böylece yo­la çıktı ve Allah'ın Resûlü'ne vardı. Peygamber onlara ve onlar Pey­gambere birçok sualler sordular. Sorma faslı tâ onların Peygamberden «Sen Meryem oğlu İsa (A.S.) hakkında ne dersin?» noktasına kadar geldi. Peygamber onlara «Bugün İsa hakkında benim katımda her­hangi bir vahy yoktur. Burada misafir olunuz ki, İsa hakkında ne de­niliyor, onu sabahleyin size haber vereyim.» dedi. Bunun üzerine Ce­nab-ı Hak bu âyeti indirdi. Ve onlar bu âyeti kabul etmeğe yanaşma­dılar. Daha ertesi gün Cenab-ı Peygamber abasının altına torunları Hasan ve Hüseyin'i aldı. Kızı Fatımatüzzehra arkasından yürüyordu. Lânetleşmek için geldi. Ve Resulü Ekrem'in o gün birçok hanımı da mevcut idi. Şerahbil iki arkadaşına hitaben:

«Ben bize yönelip gelmekte olan bir durum görüyorum. Eğer bu kişi Allah katından gönderilmiş bir Peygamber ise, biz de onunla lâ-netleşirsek yeryüzünde biz Necran'lılardan ne bir kıl kalır, ne bir tır­nak, hepsi helak olur» dedi. İki arkadaşı Şerahbil'e:

«Öyleyse senin fikrin nedir? Ne diyelim?» diye sordular. Şerahbil:

«Onu bizimle onun arasındaki bu meselede hâkim kılalım. Ben, onu hiçbir zaman adaletsizlikle hükmedecek bir kişi olarak görmüyo­rum.»

İki arkadaşı ŞerahbiTe:

«Sen bu hususta serbestsin. Yetkin vardır» dediler. Böylece Şerah-biî Allah'ın Resûlü'ne vardı:

«Lânetleşmekten daha hayırlı bir fikrim vardır» dedi. Cenab-ı Peygamber:

«O fikrin nedir?» diye sordu. Şerahbil:

«Seni, bugün akşama kadar, hatta akşamdan sabaha kadar hakem kılıyorum. Bizim hakkımızda ne hükmedersen o geçerlidir» dedi. Böy­lece Allah'ın Resulü dönüş yaptı. Onlarla lânetleşmedi. Ve haraç üze­rinde onlarla musalaha etti.

Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei ve Ebu Naim'in Huzeyfe'den riva­yet ettiğine göre; El Akıp ve Esseyid adlı rahibler Resulü Ekrem'e gel­diler. Peygamber onlarla lânetleşmeyi irade etti. Onlardan birisi diğe­rine:

«Sakın onunla lânetleşmeyelim. Allah'a yemin ederim ki, eğer Pey­gamber ise, biz de onunla Iânetleşirsek ne biz iflah oluruz, ne de biz­den sonra gelen zürriyetimiz!..»

Bunun üzerine ona dediler ki:

«Sen ne istersen sana veririz. Bizimle beraber emin bir kişiyi gön­der.»

Cenab-ı Peygamber:

«Ey Eba Ubeydeî Kalk» dedi. Ve Ebu Ubeyde onlarla beraber git­mek üzere Peygamberin huzurundan ayrılınca Cenab-ı Peygamber Ebu Ubeyde'yi işaret ederek buyurdu:

«îşte bu ümmetin emini, bu insandır.»

El Hakim tashih ederek Cabir'den rivayet etti:

El Akıp ve Esseyyid Resûlüllah'm yanına vardılar. Peygamber on­ları îslâma davet etti. Onlar:

«Ey Muhammedi Biz müslüman olmuşuz» dediler. Cenab-ı Pey­gamber:

«İkiniz de hilafı hakikati belirtiyorsunuz. Eğer dilerseniz sizi müs­lüman olmaktan menedenin ne olduğunu da size haber vereyim.»

Onlar:

«Söyle bakalım» dediler. Cenab-ı Peygamber: «Haç sevgisi, içki içilmesi, domuz eti yenilmesi sizi müslüman ol­maktan menediyor.»

Cabir der ki:

Resulü Ekrem onları Iânetleşmeye davet etti. Onlar da «Sabahle­yin seninle lânetleşelim» dediler. Ve Resulü Ekrem, ertesi sabah Ali'­nin, Fatıma'nm, Hasan ve Hüseyin'in elinden tutarak geldi. Sonra on­lara haber gönderdi. Onlar Iânetleşmeye yanaşmaktan kaçındılar. Ve Peygamberin tekliflerini kabul ettiler. Cenab-ı Peygamber:

«Beni hak ile gönderen Allah'a kasem ederim, eğer onlar Iânetleş­meye yanaşsaydılar O, vadi onların üzerine ateş yağdırırdı.})

Cabir diyor ki, «Onlar hakkında bu Mubahele ve Mulaane âyeti indi.»

Cabir, «Nefsimizi ve nefsinizi çağıralım» cümlesindeki Resûlül-lah'ın nefsinden maksat, Allah'ın Resulüdür. Ali'dir, Ali'nin oğulları Hasan ve Hüseyin'dir. «Kanlarımızı ve karılannızi»ndaki ibareden maksat da, Fatıma'dır» diyor.»

Hakim, tashih ederek Cabir'den rivayet ediyor:

Necran heyeti Resulü Ekrem'den sordular: «İsa hakkında ne dersin?»

Peygamber:

«O, Allah'ın ruhu, kelimesi, kulu ve Resulüdür» dedi. Onlar Re­sulü Ekrem'e:

«İsa'nın böyle olmadığına dair bizimle   Iânetleşmeye var mısın?»

dediler. Resulü Ekrem':

«Siz, bunu istiyor musunuz?» dedi. Onlar:

«Evet istiyoruz» dediler. Cenab-ı Peygamber:

«O halde, istiyorsanız yapalım» dedi. Eve gelip, Hasan, Hüseyin torunlarını aldı. Lânetleşmeye doğru gitti. Fakat heyetin başkanı:

«Sakın bu kişiyle lânetleşmeyiniz. Allah'a yemin ederim eğer onunla lânetleşirseniz iki guruptan (yani ya biz ya o), birisi yere ba­tacaktır.» dedi. Böylece onlar geldiler:

«Ey Eba Kasım! Bizim akılsızlarımız seninle lânetleşmeyi irade ettiler. Biz isteriz ki, bizi affedesin.»

Cenab-ı Peygamber:

«Sizi affettim» dedikten sonra:

«Azab Necran'm üzerinde gölge tutmaya başlamıştı.» dedi.

Bu rivayetten anlaşılıyor ki lânetleşme teklifi Necran heyetinden gelmiştir. Daha önceki rivayetlerde lânetleşme teklifinin âyetin inişi üzerine Allah Resûlü'nden geldiği kaydedilmektedir.

Ebu Naim'in «Ed Delail» adlı eserinde El Kelbi'den, Ebu Salih'ten, Ibn Abbas'tan rivayet edilen eserde şöyle denilmektedir:

Hıristiyanlardan Necran gurubu, Allah Resûlü'ne geldi. Ondört kişiydiler. Necren eşrafından idiler. Onların içinde en büyükleri olan Esseyyid, bir de El Akıb vardı. El Akıp Es Seyyid'den sonra baş olacak­tı. İkinci derecede fikir sahihleri o idi. Allah'ın Resulü Esseyyid ile El Akıba «Gelin müslüman olunuz» diye teklifte bulundu. Onlar «Biz müslüman olmuşuz» dediler. Cenab-ı Peygamber:

«Siz müslüman olmamışsınız.»

Onlar;

«Evet, biz senden Önce müslüman olmuşuz» diye tutturdular. Ce­nab-ı Peygamber:

«Hilafı hakikat konuşuyorsunuz. Sizi müslüman olmaktan üç şey menediyor:

1- Haça tapmanız

2- Domuz eti yemeniz

3- Allah'ın oğlu vardır demeniz.»

Hz. Peygamber, onlara bunları söyledikten sonra «Şüphesiz îsa'nm meselesi Allah katında Adem'in meselesi gibidir» âyeti indi. Ve bu âye­ti onlara okuduğunda:

«Senin dediğini biz tanımayız» diye cevab verdiler. Bunun üze­rine:

«Onun hususunda seninle tartışacak biri olursa...» âyeti celîlesi nazil oldu.

Yani îsa (A.S.) hususunda Kur'an'dan sana gelen ilimden sonra birisi seninle tartışmaya kalkışırsa onları Mubaheleye yani lânetleş-meye davet et demektir. Mübahele, (lânetleşme) son derece yakanp yalvarmak, duada ısrar etmek demektir. Ki Muhammed'in (A.S.) ge­tirdiği hakkın tâ kendisidir, onların söyledikleri batılın tâ kendisidir diye Cenab-ı Peygamber söyleyecekti. Onlar da bunun tam aksini söy­leyeceklerdi. Cenab-ı Peygamber bu âyet üzerine onlara:

«Allah bana emretti, eğer siz tslâmı kabul etmezseniz veya İsa hakkındaki bu durumu kabul etmezseniz sizinle lânetleşeyim.» Onlar:

«Ey Eba Kasım! Biz şu anda lanetlenmiyoruz. Döneceğiz. Duru­munuzu tetkik edeceğiz, sonra sana geleceğiz.» dediler. Böylece bunlar başbaşa kaldılar. Aralarında doğruyu araştırdılar. Seyyıd, Akıbe «Al­lah'a yemin ederim, kesinlikle bu kişinin Peygamber olduğunu biliyor­sunuz. Eğer bu kişi ile lânetleşirseniz sizin kökünüz kesilecektir. Hiçbir kavim yoktur ki bir Peygamberle lânetleşsin de büyükleri kalsın, kü­çükleri gitsin. Eğer siz ona tâbi olmaktan çekinir, eski durumunuzda ısrar etmekte iseniz onunla sulh edip memleketinize dönüş yapınız» dedi.

Bu esnada Resulü Ekrem, beraberinde Hasan, Hüseyin ve Fatıma olduğu halde lânetleşmek için çıkmıştı. Resulü Ekrem, Hasan'a, Hü­seyin'e ve Fatıma'ya (R.A.):

«Ben dua ettiğim zaman, siz de âmin deyiniz» buyurdu. Fakat Necran heyeti Resûlüllah ile lânetleşmekten vazgeçti ve haraç vermek üzerinde onunla musalaha yaptılar.

Ebu Naim «Ed Delail» adlı eserinde Ata ve Dahhak tankıyla îbn Aobas'tan rivayet ediyor:

Necran ahalisi olan araplardan sekiz rahib Resûlüllah'm yanına geldiler. Onların arasında El Akıp, Esseyyid de vardılar. Cenab-ı Hak:

«De ki: Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve ka­dınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra lânetleşelîm ve Allah'ın lanetini yalancıların üzerine kılalım.» âyeti nazil oldu. Lanet-leşmekten maksat, Cenab-ı Hak'tan yalancının üzerine lanet etmesini isteyelim demektir. Onlar üç gün mühlet istediler. Böylece Medine Yahudileri olan Beni Kurayza, Beni Nadir ve Beni Kaynuka'ya gittiler. Onlarla istişare ettiler. Onlar da «Peygamberle Iânetleşmemelerini ve sulh yapmalarını tembih ettiler. Çünkü Tevrat'ta gördüğümüz Pey­gamber odur, dediler. Ve böylece Peygamberle her Safer ayında bin kürk vermek, Recep'te de bin kürk ile para vermek üzere musalaha edip gittiler.

Abdurrezzak, Buhari ve Tirmizi, Nesei ve İbn Cerir, tbn Abbas ta-rikıyla rivayet ettiler:

— Eğer Necran ahalisi Peygamber ile lânetleşmiş olsaydılar Nec-ran'a döndüklerinde ne aile efradlarını, ne de mallannı bulabilirlerdi. Yani hepsi helak olacaktı.

Müslim, Tirmizi, İbn ul Munzir, Hakim ve Beyhaki Saad bin Ebi Vakkas'tan rivayet ediyorlar:

Mubahele (yani lânetleşme) âyeti nazil olduğunda Cenab-ı Pey­gamber Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin'i çağırdı: «Ey Allah'ım! İşte benim ehlim bunlardır.» dedi.

îbn Cerir Yeşkeri'den rivayet ediyor:

Bu âyeti celîle, nazil olduğunda Cenab-ı Peygamber Ali, Fatıraa, Hasan ve Hüseyin'e haber gönderdi. Ve lânetleşmek için Yahudileri de çağırdı. Yahudiler arasından bir genç, Yahudilere hitaben:

«Azab olasıca! Dün sizin arkadaşlarınız, (yani aba ve ecdadınız) domuz ve maymunlara mesholunmadılar mı? Sakın lânetleşmeye yanaş­mayınız.»

Bunun üzerine Yahudiler lânetleşmekten kaçtılar. Bu rivayete gö­re lânetleşme âyeti Necran Vefdi (heyeti) hakkında değil Yahudiler hususunda gelmiştir. Fakat iki gurup hususunda gelmesi de muhte­meldir. Yani âyet indikten ve Necran heyeti gittikten sonra veya onla­rın hadisesinden sonra Yahudiler Resulü Ekrem'i taciz ettiler ve ya­lanladılar. Ve Peygamber bu âyetin hükmüne bu sefer onları çağırdı.

îbn Asakir Cafer bin Muhammed'den bu âyet hakkında şunları rivayet etti:

Cenab-ı Peygamber Ebubekr ile çocuklarını, Ömer ile çocukları­nı, Osman ile çocuklarını, Ali ile çocuklarını topladı. Ve lânetleşmeye böylece geldi.

Bu rivayetten anlaşılıyor ki bu. yakınlık Hz. Ali (K.V.) ile çocuk­larına gösterildiği gibi, Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve çocuk­larına da gösterilmiştir. Yani onlar da Resûlullah'ın ehli sayılmışlar­dır,

İbn ul Munzir ve İbn Ebi Hatim, Ebu Cüreyc tarikıyla İbn Ab-bas'tan rivayet ediyor:

«Sonra I ân e t leşe I i m, yani var kuvvetimizle yalancının lanetlenme­sini Allah'tan isteyelim.»

Hakim tashih ederek îbn Abbas'tan rivayet ediyor: Resulü Ekrem şehadet parmağıyla işaret ederek «İşte bu, ihlâstir» dedi. İki elini omuzlarının hizasına kadar kaldırarak «İşte bu da, dua­dır» dedi. Ellerini göklere doğru tam manâsıyla uzatarak «İşte bu da, ibtihaldir». Yani lânetleşmede eller bu şekilde kaldırılır. Yani daha fazla duada ısrar edilir dedi.

Bu hadisin yorumuna birkaç cümle ile girmek istiyorum.

Şehadet parmağıyla şahadet kelimesini getirirken işaret etmek ih-lâs ve îmandır. Yani îmanın işaretidir. Dualar, yapılırken eller açık olduğu halde omuzlar hizasına kadar kaldırılır. İsterse birbirlerine bi­tişik olur, isterse ayrı olur. İbtihal yani fazlasıyla Allah'a yalvarmak, yakarmak, bir sıkıntıdan kurtulmak için eller tam manasıyla göklere uzatılır, kafa hizasını da geçerler. Yani Cenab-ı Peygamber bütün bu şekillerde dua etmiştir. İlle ellerin bitiştirilmesi veya ellerin kapatıl­ması veya ellerin tam kafa hizasına kadar kaldırılması şartı yoktur.

Beyhaki «Delail-i Nübüvve»de Necran heyetinin kıssasını uzun olarak yazmıştır. Orada birçok faideler, gariblikler ve bu makamla mü­nasebet ve uygunluğu olduğu için zikretmesini lüzumlu buldum:

Beyhaki, Abdullah el Hafız Ebu, Sait'ten, o Muhammed bin Mu­sa'dan, o Ebu'l Abbas Muhammed bin Yakub'tan, o Ahmed bin Abdul Cebbar'dan, o Yunus bin Bukeyr'den, o Seleme bin Abdi Yesu'dan, o da babasında, o da babasından rivayet etti. Daha önce hristiyan, son­ra müslüman olan Yunus dedi:

Allah'ın Resulü süleyman tasimi (hz. Süleyman'dan bahseden ve besmeleyi derleyen sûre) inmezden önce, Necran ahalisine:

«İbrahim, İshak ve Yakub'ım mabudu adıyla yazıyorum. Allah'ın Resulü Peygamber Muhammed'den Necran rahibine ve Necran hal* kına:

Müslüman ol (unuz). Ben İbrahim, İshak ve Yakub'un mabudu olan Allah'a sizin katınızda hamdediyorum (yani hamdettiğime şahid olunuz).

Bunlardan sonra, sizi kullara ibadetten dönüp Allah'a ibadet et­meye çağırıyorum. Kulların himayesinden vazgeçip Allah'ın himayesi­ne sığınmaya çağırıyorum. Eğer bunu kabul etmezseniz haraç vermeye çağırıyorum. Eğer haraç vermezseniz size harp ilân ediyorum. Selâm.»

diye yazdı.

Mektub rahibin eline vardığında okudu, ürktü. Dehşetli bir şekil­de irkildi. Necran ahalisinden Şerahbil adlı bir kişiye haber gönderdi. Vedaa oğlu Şerahbil Hemedanlıydı. Bir hadise başgösterdiği zaman, onun halli için ondan önce hiç kimse çağnlmazdı. Ne El-Eyhem, ne Esseyyid, ne de El Akib, hiç kimse ondan önce çağnlmazdı. Rahip, Re-sûlüllah'ın namesini Şerahbil'e takdim etti. Şerahbil nameyi okuduk­tan sonra rahib, ŞerahbiPden sordu:

«Ey Eba Meryem! Senin bu husustaki fikrin nedir?»

Şerahbil rahibe hitaben:

«Sen Allah'ın İbrahim'e İsmail zürriyeti hususunda Peygamber* lik sözü verdiğini biliyorsun. Belki de bu kişi o Peygamberdir. Pey­gamberlik hususunda benim fikir belirtmeye hiçbir yetkim yoktur. Eğer dünya emirlerinden birisi olsaydı düşüncemi sana söylerdim. Ve var kuvvetimle çıkar yol bulmaya çalışırdım.»

Rahib:

«O halde, geç otum dedi. Şerahbil bir kenara çekilip oturdu, Ra­hib, Necran ahalisinden Abdullah bin Şerahbil adlı diğer bir kişiyi ça­ğırdı. Bu kişi Himyer kabilesinin Zî-Esbeh boyundandı. Ona Resû-lüllah'm mektubunu okuttu. Ve reyini sordu. O da Şerahbil'in dediği gibi söyledi. Rahib ona:

«Sen de bir kenara çekilip otur» dedi. O da çekilip bir kenara otur­du. Rahib, Necran ahalisinden Cebbar bin Feyz adh bir kişiyi çağırdı.

Bu kişi Beni-el-Haris bin Kaab soyundandı. Beni -Elhammas'tan bir zattı. Rahib ona da Resûlüllah'm mektubunu okuttu. Ona fikrini sor­du. O da Şerahbil İle Abdullah'ın dediği gibi konuştu. Ona da emretti. O da bir köşeye çekilip oturdu. Hepsinin sözü aynı noktada derlendik­ten sonra rahib «Nakusu (çanı) çalınız» diye emir verdi. Nakus (çan) çalındı. Ateşler yakıldı. Kiliselerde haç çıkartıldı.

îşte onlar gündüzleyin bir felâkete maruz kaldıkları zaman, böy­le yaparlardı. Hadise geceleyin olursa, çan çalınır ve kiliselerde ateş­ler yükseltilirdi. Çan çalındığı ve haç çıkarıldığı zaman, onlar toplan­dılar. vadi'nin bütün ahalisi başından sonuna kadar geldiler. Vadi­nin uzunluğu süratle giden bir süvarinin ancak bir günde katedebile-ceği kadardı. Vadinin içinde 70 pare köy vardı ve bu köylerde (120.000) yüzyirmi bin savaşçı oturuyordu. Rahib onlara Hz. Muhammed'in mektubunu okudu ve bu husustaki reylerini sordu. Hepsi Şerahbil bin Vedaa el Hemedani, Abdullah bin Şerahbil El Esbai, Cebbar bin Feyz El Harisi'yi elçi olarak göndermek hususunda ittifak ettiler. Onlar gi­dip Resûlüllah'ın haberini vadi ahalisine getireceklerdi. Heyet yola çıktı. Medine'ye vardıklarında sefer elbiselerini çıkardılar. Yerlerde sü­rünen uzun boylu kürklerini giydiler. Parmaklarında altın yüzükler vardı. Sonra Resulü Ekrem'e gelip selâm verdiler. Cenab-ı Peygamber selâmlarını almadı. Uzun bir gün Resûlüllah ile konuşmak istediler. Fakat Peygamber kendileriyle konuşmadı. Çünkü onların sırtında ipekli kürkler ve parmaklarında altın yüzükler vardı. Bu sefer bunlar Osman bin Affan (R.A.) ve Abdurrahman bin Avf'm (R.A.) yanına vardılar. Onlarla daha önce tanışıyorlardı. Baktılar ki bu iki zat mu­hacir ve Ensardan müteşekkil bir mecliste oturmaktadırlar. Onlar:

«Ey Osman! Ey Abdurrahman! Sizin Peygamberiniz bize şöyle bir mektub yazdı. Biz de o mektuba icabet ederek geldik. Ona vardık, se­lâm verdik. Bizim selâmımızı almadı. Uzun bir gün kendisiyle konuş­mak istedik. Bizi yordu, konuşmadı. Sizin reyiniz nedir? Acaba geri mi dönelim, yoksa kalalım mı?»

Osman ile Abdurrahman orada oturmakta olan Ali bin Ebu Talib'-ten sordular.

«Ey Eba Hasan! Bu kavim hakkında senin reyin nedir?»

Hz. Ali, Hz. Osman ile Abdurrahman'a (R. Anhüm): «Benim reyim bu sırtlanndaki ibrişim kürkleri çıkarmaları, par­maklarındaki yüzükleri sökmeleri ve yolculuk elbiseleri giymeleri ve sonra Resûlüllah'a varmalarıdır.» dedi.

Onlar da Hz. Ali'nin dediği gibi yaptılar ve gelip Resûlüllah'a se­lâm verdiler. Cenab-ı Peygamber onların selâmını bu kez aldı. Sonra buyurdu:

«Benî Hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin u kasem ederim, onlar, bana ilk geldiklerinde beraberlerinde iblis yardı. »

Resûlullah bunları söyledikten sonra onlardan, onlar da Cenab-ı Peygamberden sual sordular. Bu soruşturma aralarında devam etti. Onlar Cenab-ı Peygamberden «Sen İsa hakkında ne diyorsun? Biz hıristiyan olan kavmimize dönüş yapacağız. Eğer sen Peygamber isen onun hakkında senin söylediğini dinlemek, bizim hoşumuza gider» di­ye sordular.

Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber:

«Bu gün, benim katımda îsa hakkında herhangi bir malûmat yoktur. Burada durunuz ki, Rabbimin, İsa hakkında bana vereceği ha­beri size aktarayım.»

Bu söz üzerine onlar sabahladılar. Cenab-ı Hak:

«Şüphesiz İsa'nın durumu Allah katında Adem'in durumu gibidir»

âyeti celîlesini indirdi. Onlar bu ilâhî hükmü ikrar etmekten kaçın­dılar. Cenab-ı Peygamber bu haberi onlara söyledikten bir gün sonra Hasan'ı, Hüseyin'i abasının altına alarak, Fatıma da arkasında olmak üzere, lânetleşmeye (mulaenete) geldi. Resûlüllah'ın o gün birkaç ha­nımı da hayattaydı. Bu durumu gören Şerahbil iki arkadaşına:

«Siz bilirsiniz ki vadi'de bîr hadise başgösterirse, oranın basında ve sonunda oturanlar bir araya gelirlerse, ancak benim fikrim geçerli olur. Ben Allah'a yemin ederim, burada ağır bir durum görüyorum. Yeminim olsun, eğer bu adam Peygamber ise, biz de onun iki gözüne ilk vuran, onun durumunu ilk reddeden araplar olursak, bize bir felâ­ket gelmedikçe ne onun ne de arkadaşlarının göğsünden bu kin çık­maz. Yemin ederim, biz komşulukta bütün araplardan onlara daha yakınızdir. Eğer bu kişi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber

ise, biz de onunla lânetleşirsek yeryüzünde bizlerden ne bir tüy, ne bir tırnak kalmaz, hepsi helak olur.» dedi.

Bunun üzerine iki arkadaşı Şerahbil'e:

«Ey Eba Meryem! O halde senin reyin nedir?» diye sordular. Şe­rahbil cevab verdi:

«Onu, bizimle kendisi arasında hakem tayin etmeyi uygun görü­yorum. Çünkü ben onu hiçbir zaman fuzuli ve batılla hükmetmeyen bir kişi görüyorum.» (Yani Peygamberin şahsını böyle görüyorum). îki arkadaşı Şerahbil'e:

«Sen bu hususta yetkinsin. Bizim de reyimiz senindin» dediler.

Ravi der ki, Şerahbil, Allah'ın Resulünü karşıladı ve Resûlüllah'a şöyle dedi:

«Seninle lânetleşmckten daha hayırlı bir fikir belirdi bizde.»

Resulü Ekrem:

«O nedir?» diye sorunca Şerahbil:

«Bugün akşama kadar ve akşamdan sabaha kadar seni bu mese­lede hâkim kılıyorum. Bizim hakkımızda sen ne hüküm verirsen o ge­çerlidir» dedi.

Bunun üzerine Peygamber, Şerahbil'e hitaben:

«Umulur ki, senin arkanda bir kişi vardır. Seni bu hükmünden dolayı kınayacaktır» dedi.

Şerahbil cevab olarak Hz. Peygabere:

«Beni iki arkadaşımdan sor!» dedi.

Resulü Ekrem onlardan sordu. Onlar şu cevabı verdiler:

«Vadi halkı herhangi bir hadiseyi red veya kabul etmeyi ancak ŞerahbiTin fikriyle eder» dediler. Böylece Cenab-ı Peygamber dönüş yaptı ve onlarla lânetleşmedi. Sabahleyin onlar Resulü Ekrem'e geldi­ler. Cenab-ı Peygamber onlara şu ahîdnameyi yazdı:

«Rahman ve rahiym olan Allah'ın adıyla! Bu risale Allah'ın Resu­lü Muhammed Peygamberden Necran a hal isinedir. Muhammed'in on­lar üzerinde her meyvede, her altın ve gümüşte hükmü olduğu halde onlara ihsan etti. Bütün bunları onlar için terketti. Ancak Evakı kürk­lerinden (paraya tahvil edilen, kıymetlendiren kürklerden) her Recep'­te bin kürk ve her Sefer aynıda da bin kürk verecekler. Her kürk gü­müşten bir Evkiyedir. (Yani onun karşılığıdır) Haraçtan fazla olan ve­ya eksilen (yani verilen gümüş paradan iki bin kürkün fiyatından fazla olan veya eksileni) hesabıyladır. Onlar zırhlardan, attan, diğer bineklerden veya ticari emtiadan ne verirlerse onların üzerindeki ha­raca mahsuben alınır. Necran'lılarm boynunda benim elçilerimin nafa­kası vardır. Onlara yedirip içireceklerdir. Yirmi gün veya yirmi gün­den az olan müddet onların içmeleri, yemeleri, maişetleri Necran'lı-lara aittir. Elçilerim bir aydan fazla bekletilemezler. Yemen ve Mearra denilen yerlerde bir fitne başgösterirse, Necran'lılar otuz zırh, otuz at ve otuz deve ile ariye (emanet) olarak yardım edeceklerdir. Vermiş ol­dukları emanetlerden helak olanlardan benim elçilerim sorumlu­durlar. Onlara aynen teslim edeceklerdir. Necran ve Necran'ın etrafın­dakiler üzerinde onlar için Allah'ın sözü, Allah elçisi Muhammed Pey­gamberin zimmeti vardır. Mallan üzerinde, nefisleri, milletleri, va-idleri, hazır olanları, aşiretleri, kiliseleri, az veya çok ellerinin altında bulunan herşey için bu söz verilmiştir. Onların Başpiskoposlarından herhangi birisi bizce değiştirilemez. Onların rahiblerinden herhangi birisi bizden taraf değiştirilemez. Onların kâhinlerinden herhangi bi­risine dokunulamaz. Onlar üzerinde Ribâ yok. Cahiliyye kanlan onlar­dan alınmayacaktır. Onlardan asker toplanmaz, Öşür onlardan alın­maz. Ordu hiçbir zaman onların arazisini çiğnemez. Kim ki onlar­dan bir alacak taleb ederse, halk ile onlar arasında adaletli hüküm olacaktır. Onlar ne zalim, ne de mazlum olmayacaklardır. Onların ile­ri gelenlerinden kim ki, bir Riba yerse benim zimmetim (sözüm, kefa­letim)^ onun hakkında kaldırılmıştır. Başkasının zulmü ile onlardan herhangi bir kişi muaheze edilmeyecektir.

Bu ahidnamede bulunanların üzerinde Allah'ın sözü, O'nun Pey-gamber'i Muhammed'in zimmeti vardır. Ta ki Allah emrini getirince­ye kadar. Onlar nasihat ettikçe, üzerlerinde bulunan vazifeyi yerine getirdikçe, herhangi bir zulme başvurmadıkça bu böyle olacaktır.»

Bu ahidnamenin şahitliğini, Ebu Süfyan bin Harp, Ğilan bin Amr, Malik bin Avf, El Hanzeli boyundan Ekrabin Habis ve Muğire bin Şube ettiler.    Bu ahidnameyi onlar için yazan    Abdullah bin Ebibekr'-dir.[73]

Necran heyetleri hicretin 9. senesinde Reşûlüllah'a gelmişlerdir. Çünkü Zuhri «Necran'Iılar Peygamber'e ilk cizye verenlerdir» dedi. Cizye âyeti de Mekke Fethinden sonra nazil oldu. İşte Cizye âyeti:

«Kendilerine kitab verilenlerden Allah ve âhiret gününe inanma­yan, Allah'ın ve Resulü'nün haram kıldığım haram tanımayan ve hak din olan İslâmı din edinnıey eni erle küçük düşürülmüşler olarak ciz­yeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.» (Et Tevbe 29)  [74] âyet­lerini inkâra kalkışıyorsunuz, demektir. [75]

 

Meal

 

(62) Şüphesiz ki,  tsa ve Meryem'in kıssalarından  anlatılanlar doğru haberlerdir. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. Şüphesiz kî, Al­lah yegâne galip ve hakimdir.

(63) Eğer yüz çevirirlerse kesinlikle Allah fesatlık yapanları bi­licidir.

(64 (Ey Habibim!) De ki: «Ey kitap ehli bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye geliniz. Allah'tan başkasına ibâdet etmemek, ona ortak koşmamak, onu bırakıp da birbirimizi rab edinmemekten iba­ret olan kelime.» Eğer bundan yüz çevirirlerse deyiniz ki: «Şahit olu­nuz biz müslümanlarız.»

(65) Ey kitap ehli! Niçin İbrahim hakkında cedelleşip duruyor­sunuz? Oysa Tevrat ve İncil ondan sonra nazil oldular. Buna akıl et­miyor musunuz?

 (66) İşte sizler haydi bildiğiniz konularda tartışırsınız, amma, bilmediğiniz şeylerde niçin çekişirsiniz? Halbuki Allah bilir, siz bil­mezsiniz.

(67) İbrahim ne Yahudi ve ne de Hristiyan idi. Fakat bâtıldan uzaklaşmış ve Hakka yakın olandı. Müşriklerden de değildi.

(68) Şüphesiz ki, İbrahim'e en yakın olan insan ona (Dinine) ve bu Peygambere (Hz. Muhannned'e) tâbi olanlarla îman edenlerdir. Allah mü'mînlerin yardımcısıdır.

(69) Kitap ehlinden bir cemaat sizi dininizden saptırmak ister­ler. Oysa onlar ancak kendi kendilerini saptırırlar da bunun farkında değildirler.

(70) Ey kitap ehli! Gördüğünüz halde niçin Allah'ın Âyetlerini İnkâra kaçıyorsunuz. [76]                                        

 

Tefsir

 

Müslümanlarla kitap ehlinin arasında eşit olan kelimeden mak­sat, Allah'a kulluk yapmak ona ortak koşmamak ve Allah'dan başka hiç kimseyi ne İsa'yı ne Üzeyir'i ne de başka bir kimseyi mabut edin­memektir. Bu hususlar her dinin esasını teşkil eder, her Peygamber bu prensipleri getirmiştir.

Rivayete göre, «Kitap ehli, âlimler ve âbidleri Allah'tan başka ma-bud edindiler.» Âyeti nazil olduğu zaman, Hâtimoğlu Adiy (R.A.) Re-sûlüllah'ın huzurunda bulunuyordu. «Ey Allah'ın Resulü! Biz Hristi-yan iken Alimler ve Âbidlere tapmıyorduk.» dedi. Resûlüllah sordu: «Papazlar ve azizler size herhangi bir helâli haram veya haramı helâl etmezler miydi? Siz de onların hükmüne uymaz mıydınız?» Adiy: «Evet Ya Resûlüllah.» deyince, Resûlüllah, «îşte o, onlara tapmak de­mektir.» dedi.

Bu kıssada irşadın en güzel örneği ve delil getirmenin en iyi tar­zı mevcuttur. Zira Cenab-ı Hak önce İsa (A.S.) kulunun hallerini ve Allah'lığa ters düşen tavırlarını beyan etti. Sonra Hristiyanların kal­bindeki düğümü çözücü ve şüpheyi giderici durumu zikretti. Onların inat ve İsrarlarını görünce onları lânetleşmeye çadırdı. Sonra ondan kaçtıklarını ve az da olsa teslim olduklarını görüncfe irşat ile onlara yönelip daha kolay bir yol önlerine koyup İsa'nın (A.S.), İncil'in ve diğer Peygamberler ve Kitapların ittifak ettikleri bir noktaya onları çağırdı. Sonra bunun da bir fayda vermediğini, Âyetler ve korkutma­ların onlara fayda sağlamadığını görünce onlardan yüz çevirip ve îman edenlere «Deyiniz ki bizim Müslüman olduğumuza şahit olunuz.» dedi.

Yahudiler ve Hristiyanlar İbrahim (A.S.) hakkında cedelleştiler. Her birisi ibrahim'in kendisinden olduğunu iddia etti. Böylece mese­leyi Hz. Muhammed'e getirdiler. Bunun üzerine, «Ey kitap ehli! Niçin İbrahim hakkında ce deli eşiyorsunuz?» Âyeti nazil oldu.

Yani ibrahim'den (A.S.) sonra Hz. Musa'ya inen Tevrat ile mey­dana gelen Yahudilik ve Hz. İsa'ya inen İncil ile meydana gelen Hris-tiyanlık İbrahim'den (A.S.) sonra oluşmuştur. Yahudilikten bin Hristiyanlıktan ikibin yıl önce İbrahim (A.S.) yaşamıştır. O halde onlar­dan nasıl olabilir ki?

Hanif kelimesinin manâsı bâtıl inançlardan uzaklaşan demektir. Müslim kelimesi Allah'a itaat eden demektir. İbrahim'e (A.S.) en ya­kın olanlar ona yakın olan ümmeti ve şerîatinin birçok maddesinde kendisiyle inançtaş olan Hz. Muhammed ve îman edenlerdir.

Yahudiler Hz. Huzeyfe b. Yaman, Hz. Ammar b. Yaser ve Hz. Mu-az b. Cebeli Yahudi olmaya çağırdıklarında, «Kitap ehlinden bir gu­rup sizi saptırmak istiyorlar...» Âyeti Celîlesi nazil oldu.

Hz. Muhammed'in Peygamberliğini açık denilecek derecede sergi­leyen Tevrat ve İncil'i okudukları halde İsrar eden Yahudi ve Hıristi-yanlara, «Ey Kitap ehli niçin Allah'ın Âyetlerini inkâr ediyorsunuz?»

Ayeti nazil oldu. [77]

 

Tefsir-İbi’l Mesur (Rivayet Tefsiri)

 

 (Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

62) Şüphesiz ki tsa ve Meryem'in kıssalarında anlatılanlar doğru haberlerdir...»

Bu âyet hakkında seleften gelen eserler:

îbn Cerİr ve îbn Ebi Hatim İbn Abbas tarikıyîa rivayet ederler:

İsa (A.S.) hususunda inen bu âyet, hakkın ta kendisidir demek oluyor.

64) Ey Habİbim! De ki, ey kitab ehli! Bizimle sizin aranızda eşit

olan bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına ibadet etmemek, ona ortak koşmamak, onu bırakıp da birbirinizi Rab edinmemekten ibaret olan kelime...»

Bu âyetle ilgili eserler:

Abdurrezzak, Buhari, Müslim. Nesei îbn Abbas tarikıyîa rivayet ettiler:

Ebu Süfyan dedi ki, Herakliyos bizi huzura aldıktan sonra Pey­gamberin onlara yazmış olduğu mektubun getirilmesini emretti. Mek­tup getirildi ve okundu. O mektupta:

«Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum. Allah'ın Re­sulü Muhammed'den Rum büyüğü Herakliyosa. Selâm hidâyete tâbi olana olsun. Bunlardan sonra. Ben sizi İslâm davetiyle çağırıyorum. Müslüman ol sağlam kal. Müslüman ol, Cenab-ı Hak senin ecrini iki defa verecektir. Eğer İslâm'dan yüz çevirirsen şüphesiz senin boynun-dadır, çiftçilerin, köylülerin, ziraatçıların günahı. «Ey kitab ehli! Bi­zimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye geliniz. Allahtan başkasına kulluk yapmayalım. Hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmayalım» âyetini «Bi­zim müslüman olduğumuza şahid olunuz» cümlesine kadar devam ederek yazmıştı.

Et Tabarani tbn Abbas'tan rivayet ediyor:

Cenab-ı Peygamberin kâfirlere yazmış olduğu mektup «Geliniz, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye» âyetiyle başlıyordu.

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim îbn Cüreyc'ten rivayet ediyorlar:

Kulağıma geldi ki, Allah'ın Resulü Medine Yahudüerini dine da­vet etti. Onlar da icabet etmeyince, cizye verinceye kadar Peygam­ber kendileriyle cihad etti.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir Katade tarikıyla rivayet ettiler:

Bize denildi ki Allah'ın Resulü Medine Yahudilerini Müslümanlar ile Yahudiler arasında eşit olan kelimeye davet etti. Onlar İbrahim hususunda Peygaberle cedelleşip İbrahim'in Yahudi olduğunu iddia ettiler. Allah onları yalanladı ve İbrahim'i ondan uzak kıldı. Ve buyurdu:

 (65) Ey kitab ehli! Niçin İbrahim hususunda cedelleşiyorsunuz?»

îbn Cerir Rebi'den rivayet etti:

Bize denildi ki Allah'ın Resulü eşit olan kelimeye Medine Yahu­dilerini davet etti.

Muhammed bin Cafer bin Zübeyr ile Süddi'den gelen rivayetlere bakılırsa, ehli kitab Necran'dan gelen guruptur. Onlar bizimle onlar arasında eşit olan bir kelimeye çağrılmışlardır.

İbn Cerir Katade tarikıyla «Eşit olan kelimeden maksat, adalet­tim diye rivayet ediyorlar.

İbn Cerir ve Ebi Hatim Rebi'den benzerini rivayet ettiler.

Et Tasdim «Mesail» adlı eserinde İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

Nafi bin Ezrak-îbn. Abbas'tan sordu:

«Bizimle sizin aranızda eşit olan kelimeden maksat, nedir?»

«O, adalettir» dedi. Nafi, İbn Abbas'dan:

«Arap dilinde eşit olan. kelimenin adalet manâsında kullanıldığı var mıdır?» diye sorunca.

îbn Abbas buna dair bir şiir okuyarak ispatladı.

îbn Cerir, Ebul Aliye tarikiyle «Eşit kelime, Lâilâheillallah'tır» di­ye rivayet etti.

Abd bin Humeyd Mücahid tarikıyla «Eşit kelimeye geliniz, Lâilâ-he illallah'a geliniz demektir» diye rivayet etti.

îbn Cerir ve İbn ul Munzir İbn Cüreyc'ten «Birbirimizi Rab edin-miyelim» den maksat, nedir? diye sorunca: Birbirimize Allah'ın isya­nında itaat etmeyelim demektir, dedi...

Deniliyor ki, bu rububiyet, halkın ibadetin gayrisinde Allah'a is­yan hususunda önderlerine itaat etmesidir. Velev ki onlara secde et­meseler dahi.

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim İkrime tankıyla bu âyet hakkında «Onların bir kısmının diğerine secde etmesi demektir» şeklinde riva­yet etmiştir.

 (65) Ey kitab ehli! Niçin İbrahim hakkında cedelleşip duruyor­sunuz?...»

. Bu âyeti celîle hakkında gelen eserler: îbn îshak ve İbn Cerir İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor:

Necran Hristiyanlarıyla Yahudi hahamları Resûlüllah'm huzurun­da bir araya geldiler. Ve Resûlüllah'm katında cedelleştiler. Haham­lar: «İbrahim Yahudi idi» dediler. Hristiyanlar: «İbrahim ancak Hris-tiyan idi» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi.

Ebu Rafi' el Kurezi bu âyetin inişinden sonra Cenab-ı Peygam­berden sordu:

«Ey Muhammedi Hristiyanlann Meryem oğlu İsa'ya taptıkları gi­bi sana tapmamızı mı istiyorsun?»

Ve Necran halkından birisi de:

«Ey Muhammedi Essahtan sen böyle mi İstiyorsun?» dedi. Ce­nab-ı Peygamber:

«Böyle istemekten Allah'a sığınırım. Allah'tan başkasına kulluk yapmaktan da Allah'a sığınırım. Veya Allah'tan başkasına kulluk yap­mayı emretmekten Allah'a sığınırım. Cenab-ı Hak, beni, bununla gön­dermedi ve bunu bana emretmedi...»

Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu âyeti indirdi:

«Allah'ın, kitab, hüküm ve Peygamberlik vermiş olduğu bir beşe­rin bütün bunlardan sonra insanlara 'Allah'a değil bana kulluk edi­niz' demesi mümkün değildir.» (Âl-i İmran: 79) buyurduktan sonra Cenab-ı Hak:

Onlara ve ecdadlanna Peygamber kendilerine geldiğinde onu tas­dik edeceklerine dair almış olduğu sözü hatırlatarak buyurdu:

«Hatırla ki, Allah Peygamberlerden, size kitab ve hikmet verdim. Sonra onları tasdik eden bir Peygamber geldiğinde ona îman etmek ve Allah'm dinini yayması için yardım etmek üzere söz aldı. Bunu ik­rar ettiniz mi? diye sorduğumda onlar 'ikrar ettik' demişlerdi.» (Al-i îmran 79-81).

İbn Ebi Hatim Ebu'l Aliye'den rivayet ediyor:

İşte siz, bilgi sahibi olduğunuz konularda (gördüğünüzde) müca­dele ediyorsunuz. Niçin bilginiz olmadığı konularda mücadele ediyor­sunuz? Yani görmediğiniz, müşahede etmediğiniz konularda mücade­le etmeyiniz.

îbn Ebi Hatim, Süddi'den rivayet etti:

«Hakkında bilgileri olan konularda mücadele etmelerini Allah on­lara haram kılmadı. Fakat İbrahim durumu gibi hakkında bilgileri ol­mayan konularda mücadele etmelerini Allah onlara haram kıldı.»          

İbn Ebi Hatim, Hasan'dan rivayet ediyor

Belli şekilde yani bilgisi olduğu konularda cidal etmekte kişi mazurdur. Cahili olduğu konularda mücadele etmekte ise, kişiye sakın­calıdır ve özür sahibi sayılamaz...

İbn Ebi-Hâtim, Mukatil bin Hayyan'dan rivayet ediyor:

Kâab ve Arkadaştan ve Hristiyanlardan da bazı kimseler «İbra­him bizdendir, Musa bizdendir ve Peygamberler bizdendir» dediler. Ce­nab-ı Hak:

67) İbrahim ne Yahudi idi ne Hıristiyan idi. Ancak o batıldan hakka yönelmiş müslüman idi.»

buyurdu.

îbn Cerir, Salim bin Abdullah'tan, o da babasından rivayet edi­yor:

Zeyd bin Âmr bin Nufeyl, Şam'a girdi. Oturmak için bir bina araş­tırıyordu. Orada Yahudi âlimlerinden birisiyle karşılaştı. Yahudi âli­minden dinini sordu. «Sizin dîninize girmek istiyorum. Dininizden bar na haber ver» dedi.

Yahudi âlimi «Allah'ın gazabından payını almadıkça bizim dini­mi    m ize giremezsin» dedi.

Zeyd:  «Ben Allah'ın gazabından kaçıyorum. Allah'ın gazabından

hiçbir şeyi kaldırmak istemiyorum. O halde içinde Allah'ın gazabı ol­mayan bir dini bana haber verir misin?»

Yahudi âlim: «Ben bilmem. Ancak hanif din olursa Allah'ın ga-

zabı yoktur» dedi.

Zeyd, «Hanif ne demektir?» diye sordu.

Yahudi «İbrahim'in dinidir. İbrahim ne Yahudi idi, ne Hıristiyandi. O ancak Allah'a kulluk yapardı» dedi.

Zeyd onun yanından ayrılıp Hıristiyan âlimlerinden birisiyle karişılaştı. Ondan dinini sordu. «Ben sizin dininize girmek istiyorum. Ba-na dininizden haber ver» dedi.

Hıristiyan âlim: «Allah'ın lanetinden nasibini almadıkça bizim di­nimize giremezsin» dedi.

Zeyd: «Ben Allah'ın lanetinden hiçbir şey almak niyetinde deği-

lim. Allah'ın gazabından hiçbir şey almak istemiyorum. Bana içinde lanet ve gazab olmayan bir dini gösterebilir misin?» dedi.

Hıristiyan âlimi de Yahudinin dediklerini aynen tekrarladı: «Ben bilemem. Ancak hanif dini olursa, gazab ve lanetten uzaktır.» Böylece Zeyd onların katından döndü ve onların haberlerine razı oldu. İbrahim hakkındaki iltifatlarına rıza gösterdi. Ve durmadan ellerini Allah'a kaldırıp: «Ey Allah'ım! Seni şahid kılıyorum ki, ben İbrahim'in dini üzerindeyim» diyor ve dua ediyordu.

 (68) Doğrusu İbrahim'e en yakın olan insan ona ve bu Peygam­bere tâbi olanlarla îman edenlerdir. Allah müminlerin yardımcısı-dır...»

Bu âyetle ilgili eserler:

Abd bin Humeyd, Şehr bin Havşeb tarikıyla rivayet ediyor:

Resûlüllah'ın eshabı Habeşistan'a, Necaşi'nin katına hicret ettik­lerinde Kureyş putperestlerinin elçileri olarak Âmr bin As ile Amma-re bin Ebi Mu'yet Habeşistan'a gönderildiler. Muhacirleri öldürtmek istiyorlardı. Necaşi'ye vardılar:

«Şu Mekke ehlinden hicret edip sana gelenler var ya. Onlar se­nin mülkünü sümek ve arazini ifsad etmek istiyorlar. Babbine küfre­diyorlar» dediler. Necaşi muhacirleri topladı. Amr bin As ile Ammare bin Ebi Mü'yetin söylediklerini onlara iletti. Muhacirler arasında Mez'-um oğlu Osman, arkadaşlarına:

«İsterseniz biriniz Necaşi ile konuşsun. Ben sizin en gencinizin*. Ben konuşayım. Eğer doğru konuşursam Allah'a doğruyu getirir. Eğer başka bir şey konuşursam siz Necaşi'ye;

— Bu, genç bir kişidir. Bizi mazur görünüz. Yanlış konuştu» der­siniz.» Böylece Necaşi kumandanlarını, rahiplerini, tercümanlarını topladı. Sonra muhacirlerden sordu:

«Katından hicret edip bana geldiğiniz arkadaşınız (Yani Mu-hammed Aleyhisselâm) neyi istiyor? Size neyi emrediyor? Sizden ne­yi yasaklıyor? Onun okuduğu bir kitabı var mıdır?»

Muhacirler (konuşmacıları):

«Evet, bu kişi Cenab-ı Hakkın kendisine gönderdiği vahyi okuyor. Allah'tan neyi dinlerse onu bize söylüyor. Marufu emrediyor. Güzel komşuluğu emrediyor. Yetimlere yardım edilmesini emrediyor. Sadece Allah'a kulluk yapılmasını emrediyor. Allah ile beraber başkasına tap-mamayı emrediyor» dedikten sonra Errum, El Ankebut, El Kehf, El Meryem sûrelerini okudu. Kur'an'da İsa'nın (A.S.) bahsi geldiğinde Kureyş kâfirlerinin elçisi bulunan Âmr ibn Âs, Necaşi'yi Öfkelendir­mek istedi ve şöyle dedi:

«Onlar İsa'ya küfrederler.»

Bunun üzerine Necaşi sordu:

«Sizin arkadaşınız İsa hakkında ne der?»

Muhacirler (in sözcüsü):

— Arkadaşımız der ki, «İsa Allah'ın kuludur. Resulüdür. Ondan gelen bir ruhtur. Onun kelimesidir. Bu kelimeyi Meryem'in rahmine ilka etmiştir.»

Bu söz, üzerine Necaşi misvakından bir parçacık kopardı ve ye­min etti ki, «İsa sizin arkadaşınızın dediğinden bu kadarcık dahi faz­la söylememiştir. Müjdeleniniz. Korkmayınız. Bugün İbrahim'in hizbi üzerinde herhangi bir korku yoktur.»

Bunun üzerine Âmr ibn Âs sordu: «İbrahim'in hizbi» kimlerdir?»

Necaşi'nin tercümanı:

«İşte bu muhacirler ve yanından gelmiş bulundukları arkadaşla­rı Muhammed'dir.»

Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Habeşistan'da cereyan eden bu husu­meti bu âyeti celîle ile Medine-i Münevvere'de bulunan Hz. Muham-med (Aleyhisselâmın) üzerine indirdi. «Şüphesiz ki, İbrahim'e en ya­kın olan insan, ona ve bu Peygambere tâbi olanlarla îman edenler­dir...»

 (69) Kitab ehlinden bir cemaat, sizi dininizden saptırmak ister­ler...»

Bu âyet hakkında gelen eserler: İbn ul Munzir, Süfyan'dan rivayet ediyor:

Al-i îmran sûresinde «ehli kitab» diye bahksediîen kimseler­den maksat, hristiyanlardır.

Abd bin Humçyd ve îbn Cerİr, Katade'den rivayet ediyorlar:

 (70) De ki, ey kitab ehli, gördüğünüz halde niçin Allah'ın âyet­lerini inkâr ediyorsunuz?» Yani kitabınızda Hz. Muhammed'in nitelik­lerini gördüğünüz halde niçin onu inkâr ediyor, ona îman etmiyorsu­nuz? Halbuki Tevrat ve İncil'de onun «ümmî peygamber» olarak yazıldığını görüyorsunuz.

îbn Cerir ve İbn Hatim, Süddi tarikıyla rivayet ediyorlar:

«Bu âyetteki «Allah'ın âyetleri» tâbirinden maksat, Hz. Muham-med'dir. «Gördüğünüz halde» tâbirinden maksat, Hz. Muhammed'in sı­fatlarının katlarında bulunan kitabta yazılı olarak görmüş olmaları­dır.»

İbn Ebi Hatim, Mukatil'den rivayet ediyor:

«Allah'ın âyetleri»nden maksat hüccet ve delilleridir. Onlar Kur*-an'ın hak, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu Tevrat ve İncil'de yazılı olarak görüyorlardı.

İbn Cerir ve îbn Ebi Hatim, îbn Cüreyc'ten rivayet ediyor:

«Niçin gördüğünüz halde, Allah'ın âyetlerini inkâra kalkişıyorsu-nuz»dan maksat, Allah'ın katında tek dininin İslâm olduğunu ve İs­lâm'dan başka bir dinin bulunmadığını bildiğiniz halde, Allah'ın âyet­lerini inkâra kalkışıyorsunuz demektir. [78]

 

Meal

 

(71) Ey kitap ehli! Niçin Hakkı bâtıla karıştırıyorsunuz? Ve bil­diğiniz halde Hakkı gizliyorsunuz?

(72) Kitap ehlinden bir gurub.   şöyle dedi: «îman edenlere indi­rilene günün başlangıcında inanınız, sonunda inkâr ediniz. Umulur ki, onlar, dinlerinden cayarlar.»

(73) Sakın dininize tâbi olandan başkasına inanmayınız. (Ey Ha-bibimî) De ki: «Şüphesiz hidâyet Allah'ın hidâyetidir.    Size verilenin benzerinin başkasına verilmesi ya da Rabbinizin katında size karşı de­lil getirmeleri ihtimali için mi böyle telâşlandınız? De ki; «Şüphesiz fazilet Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın lûtfu geniştir ve her şeyi bilicidir.»

(74) Rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük fazilet sahi­bidir.

(75) Kitap ehlinden bâzıları vardır ki, kantarlarla emniyet eder­sen, sana onu geri verir, ve yine onlardan   bâzıları var ki, bir dinarı emanet edersen tepesine dikilip   zorlamadıkça onu sana geri vermez. Bunun sebebi,    «Ümmîler için üzerimize bir sorumluluk yoktur.» de­meleridir. Onlar bildikleri halde Allah'a karşı yalan uydurmaktadır­lar.

(76) Evet, sözünü yerine getiren ve AUah'dan korkan mükâfatım bulur, şüphesiz M, Allah muttakileri sever.

(77) Şüphesiz ki, Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere satanların,  (evet) işte onların, âhirette hiçbir nasipleri yoktur. (Kıya­met gününde) Allah onlarla konuşmaz ve onlara bakmaz ve onları te­mize çıkarmaz. Onlar için elem verici bir azap vardır. [79]

 

Tefsir

 

Kitap ehli, Allah'ın kitaplannda tahrifat yaparak, bâtılı Hak su­retinde göstermeye çaba sari ederek, Hakkı bâtıla karıştırmışlardır. Hak ile bâtılı ayırt edecek tarzda iradelerini kullanmamaları, Hakkı bâtıla karıştırmalarına sebep olmuştur.

Gizledikleri Hak ise, Hz. Muhammed'in bu Kitaplarda geçen Pey­gamberliği ve sıfatlandır.

(71) «Günün ilk saatlerinde iman ediniz, akşama doğru cayınız.» deme­leri ve öyle yapmaları ise, Müslümanları şüpheye düşürmek hedefini güdüyor. Allah'ın bu guruptan maksadı ilâhisi, Eşref oğlu Kaap ve Sayf oğlu Malik'tir. Bu iki Yahudi Kıblenin değişmesi sırasında ce­maatlarına: «Yarın sabandan başlayarak Kabe'ye doğru namaz kılınız. Sonra günün sonuna doğru Kudüs'e yüzünüzü çeviriniz. Müslümanlar, bunlar bizden daha bilgindirler bu işten caydıklarına göre bu işte mut­laka bir şüphe vardır diyeceklerdir.» dediler. Bir ara Hayber hahamları aralarında sözleştiler: «Günün evvelinde İslâm'a girip sonra cayacağız ve diyeceğiz ki. Kitabımıza baktık ve âlimlerimize danıştık, son gelen Peygamberin sıfatlarını Muhammed'de (S.A.V.) görmediğimiz için cay­dık. Böyle yaparsak belki Müslümanlar da şüpheye düşer.» dediler.

«EL» ile tefsir ettiğimiz «yedullah»dan maksat, insanların el azasma benzer bir aza değildir. Keyfiyeti malûmumuz da değildir. Allah'ın irade buyurduğu tarzda îman ederiz.

Kitap ehli, genel olarak iki gruba ayrılır: Birisi emîn, diğeri ha­in ve az birşeye tenezzül ederler. Emin olanlar Hristiyanlardır. Çün­kü Kur'an'ın iniş anında Hristiyanlann karakteri (% 90) nîn üzerin­de emniyet göstermek ve doğru muamele yapmaktı. Hainler ise, o za­manki Yahudilerdir. Aza bile tenezzül eder ve (% 90) m üzerinde ka­rakterleri hilebazlıktı. Çünkü onların dinî kânaatma göre, kitap eh­linden olmayan kimselerin, hele dinlerine tabî değil ise herşeyi onlara helâldir. Bilerek bu iftirayı Allah namına yakıştırmakta idiler. Tefsir-cilerden bâzıları derler ki: «Yahudiler ile Kureyşîler ticari muamele yaparlar. Kureyşîler Müslüman olduktan sonra haklarını isterler. Ya­hudiler, «Dininizi terk ettiğiniz için hakkınız düşmüştür.» derler ve bu hüküm Tevrat'ta vardır yalanını da yapıştınrlardı.» Rivayete göre bu hakikatları gerektiren Âyet nazil olduğu zaman, Resulü Ekrem buyur­du: «Allah'ın düşmanları yalan söylüyor. Cahiliyet dönemindeki ema­net hariç, her şeyleri ayaklanmın altındadır. Emanet ise sahibi Müs­lüman olsun kâfir olsun verilir.» buyurdu. «Allah'ın ahdi ve yeminleri ile az bir kıymete razı olup satanlar var ya onların âhirette nasipleri yoktur...» Allah'ın ahdinden maksat Hz. Muhammed'e îman etmek ve emanetleri yerine getirmektir. Yeminlerinden maksat, «Yemin olsun ona îman edeceğiz. Yemin olsun ona yardım edeceğiz.» sözleridir. «Az kıymetten» maksat, dünyalıktır. Zira bütün dünya verilirse dahi bir tek hakikati feda etmek karşısında az sayılır.

Denildi ki, bu Âyeti Celîle Tevrat-ı tahrif etmiş. Hz. Muhammed'in (S.A.V.) sıfatlarını değiştirmiş ve emanetlerin hükmünü tebdil etmiş hahamlar hakkında inmiştir. Aynı zamanda bu Âyeti Celîle yalan ye­minler ederek eşyasını satmaya arz eden her esnafın halini de kapsa­maktadır. Çünkü Allah'ın Resulü, «Biz Müslümanlara hile yapan ve bizi aldatmaya çalışan bizden değildir.» buyurmuştur.

Bahsi geçen âyetin iniş sebeplerinden bâzıları şöyle sıralanabilir:

1- Asrı saadette esnaftan bir kişi malını pazara çıkarmış. Mese­lâ, beşe aldığı bir malı yemin ederek on'a aldım demiş ve böylece pa­halı satmaya çalışmıştır. Bunun üzerine bu âyet indi.

2- Kays oğlu El-Esas ile bir Yahudi bir kuyu veya bir arazi hu­susunda ihtilâfa düştüler. Yemin Yahudiye yöneltildi. Yahudi yalan­dan yemin ettiği için Âyet nazil oldu. [80]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (71) Ey kitab ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyorsunuz? Ve bil­diğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?...»

Bu âyet hakkında seleften gelen rivayetler: İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Rebi' tarikıyla rivayet ediyorlar: «Niçin Yahudilik ve Hristiyanlığı îslâmla karıştırıyorsunuz? Bili­yorsunuz ki, Allah'ın katında hiç kimseden gayrisi kabul edilmiyen tek din İslâmdır. ıdSakkı inkâr ediyorsunuz». Yani Hz. Muhammed'in

durumunu Tevrat ve İncil'de yazılı olduğunu gördüğünüz halde inkâ­ra kalkışıyorsunuz.

 (72) Kitap ehlinden bir gurup dedi ki......» Bu âyet hakkında gelen rivayetler:

İbn İshak ve İbn Cerir, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyorlar.

Abdullah bin Dayf, Habib bin Zeyd ve El Hars bin Avf, birbirleri­ne «Gelin, Muhammed ve esbabına inen Kur'an'a sabahleyin iman ede­lim (iman etmiş görünelim) Akşamleyin inkâr etmiş görünelim. Tâ ki onların üzerinde dinlerini karıştırmış olalım. Umulm ki, onlar da bir zaman sonra bizim yaptığımız gibi yaparlar ve dinlerinden dönerler.» dediler...

Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi «Allah, ihsanı geniş ve herşeyi hakkıyla bilicidir» cümlesine kadar indirdi.

Said bin Mansur ve İbn Cerir, Ebi Malik tarikıyla rivayet ediyor­lar:

Yahudilerin bir kısmı diğerine «Onlarla beraber, günün evvelinde onlara inene îman edelim ve günün sonuna doğru onların dininden dö­nelim. Umulur ki, onlar da bizimle beraber dönerler.» dediler. Bu plân­lan üzerine Cenab-ı Hak Peygamberini muttali kılarak şu âyeti in­dirdi:

(72) Kitab ehlinden bir gurup şöyle dedi:

— İman edenlere indirilene günün başlangıcında inanınız. Sonun­da inkâr ediniz. Umulur ki onlar dinlerinden cayarlar.»

 (73) Sakın dininize tâbi olandan başkasına îman etmeyiniz...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Bu söz Yahudilerin bir kısmının diğerine söylemiş olduğu bir söz olduğunu, îbn Cerir ve îbn ul Munzir, Katade'den rivayet ederler. İbn Cerir Rebi'den de benzerini rivayet etmiştir.

İbn Cerir, Süddi'den rivayet ediyor:

«Yahudilik dinine tâbi olandan başkasına tâbi olmayınız.»

Abd bin Humeyd ve îbn Ebi Hatim, Ebi Malik'ten rivayet etti: «Yahudi hahamları, diğer Yahudilere  «Muhammed'e  (S.A.V.) ve arkadaşlarına sabahın erken saatlerinde varınız. Biz sizin dininizin üzerindeyiz deyiniz. Akşamın geç saatlerinde varınız. Biz sizin dinini­zi inkâr ettik. Biz ilk dinimizin üzerindeyiz. Biz âlimlerimizden sorduk. Sizin yanlış yolda olduğunuzu söylediler. Böyle yaparsanız umulur ki, müslümanlar 3a sizin dininize dönüş yaparlar, Muhammed'i (S.A.V.) inkâr ederler. Sakın dininize tâbi olandan başkasına inanmayınız der­lerdi.»

«(Ey Habibim!) De ki, şüphesiz hidayet Allah'ın hidayetidir. Size verilenin benzerinin başkasına verilmesi ya da Rabbinizin katında si­ze delil getirmeleri ihtimali için mi böyle telâşlandınız...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

İbn Kesir bu âyet hakkında şunu söylüyor:

«Sizin katınızda bulunan ilmi, müslümanlara söylemeyiniz. Söyle­diğiniz takdirde müslümanlar sizden öğrenmiş olacaklar ve o hususta sizinle eşit olacaklar. Ona şiddetle yapıştıklarından dolayı size üstün­lük sağlayacaklar. Veya Rabbinizin katında size karşı onları delil ola­rak kullanıp sizi mağlûp edeceklerdir. Yani elinizde bulunanı sizin aleyhinizde hüccet olarak kullanacaklar ve böylece siz mağlub olacak­sınız, hem dünyada, hem âhirette.. Bilginiz, onlara aktanlırsa aleyhi­nize hüccet olacaktır.

Abd bin Hıraıeyd ve îbn Cerir, Katade yoluyla rivayet ediyorlar: Allah, kitabınız gibi bir kitabı indirdiği, Peygamberiniz gibi bir Peygamberi gönderdiği zaman siz ondan kıskandınız.

«De ki: Fazilet Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir...»

îbn Cerir, îbn Cüreyc'ten rivayet ediyor:

«Buradaki fazilet Kur'an ve îslâmdır. Kur'an ve İslâm Allah'ın elindedir. Dilediğine onu verir demek oluyor âyetin mânâsı.»

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Mücahid tarikıyla: «Faziletten maksat, nübüvvettir, Peygamberliktir. Allah dilediği­ni onunla tahsis kılar» diyor.

 (74) Rahmetini dilediğine tahsis eder...»

Bu âyet hakkında gelen eser:

îbn Ebi Hatim, Hasan'dan rivayet ediyor:

Rahmetten maksat, îslâmdır. Yani dilediğini İslâmla müşerref kı­lar.

«Allah büyük fazilet sahibidir...»

Bu cümle hakkında gelen eser:

îbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor:

«Büyük» tâbiri burada bol manasınadır. Yani 'Allah'ın fazlı bol­dur'

 (75) Kitab ehlinden bazıları vardır ki, kantarlarla emniyet eder­sen sana onu geri verir. Ve yine onlardan bazıları vardır ki, bir Dinan emanet edersen tepesine dikilip zorlamadıkça onu sana geri vermez...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Abd bin Humeyd ve îbn Munzir, İkrime'den rivayet ettiler:

Birinci şık Hristiyanlardır. İkinci şık Yahudilerdendir. Yahudiye verdiğini ancak ısrarla isteyip onun peşini takib edersen alabilirsin.»

İbn Kesir, bu âyetin tefsirinde şunu ifade ediyor:

Cenab-ı Hak, burada Yahudilerden haber veriyor. Onların arala­rında hainlerin olduğunu bildiriyor. Müslümanları onlara aldanmama-ya güvenmemeye davet ediyor. Çünkü onlardan bazılarına kantarlarla mal verirsen geri verir, bazılarına bir tek dinar dahi versen onu sana geri vermez. Ancak ısrar edersen, yakasına yapışırsan, arkasını takib edersen alabilirsin.

«Kantar'ın tarifi, sûrenin başında geçti. Dinar kelimesine gelince, o, da bilinmektedir. Malik bin Dinar «Dinar» hakkında şunu söylüyor:

Dinar «din» ile «nar» dan yani ateş mânâsına gelen nardan iba­ret bir kelimedir. Onu hakkıyla alıp da yerine sarfeden dindandır ve ateşten korunmuştur. Onu haksız bir şekilde alana nar (ateş) var­dır.

Hatib «Tarihninde Hz. Ali'den rivayet ediyor:

Soruldu:

— Dirheme (para birimidir) niçin «Dirhem» denilmiş? Dinara ni­çin «Dinar» denilmiş?

Cenab-ı Ali (K.V.):

— Dirheme gelince, o, daru-hem'dir. Yani «üzüntü evi»dir. Di­nara gelince, onu ilk basan ateşperestlerdir. Bundan dolayı «ateş dini» mânâsını taşıyan «dinar» kelimesi ona ad olmuştur.

«Bunun sebebi, 'ümmiler için üzerimizde bir sorumluluk yoktur demeleridir...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «Yahudiler, 'okumamış arapîarın mallarından yediğimiz için her­hangi bir mesuliyetimiz yoktur' dediler.»

İbn Cerir, Süddi'den rivayet etti:  -

Bir Yahudiye «Niçin senin katındaki emaneti yerine getirnıiyor-sun?» denildiğinde «Arapların malını yemekte, hiçbir sorumluluğumuz yoktur. Allah onu bize helak kılmıştır» derdi.»

Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, Said bin Cübeyr'den rivayet etti­ler:

Bu âyeti celîle, nazil olduğu zaman Cenab-ı Peygamber: «Allah'ın düşmanları yalan söylediler. Cahiliyette olan her şey bu iki ayağımın altındadır. Ancak emanet böyle değildir. O doğrunun emaneti de olursa, yalancının   emaneti de olsa geri verilmelidir.» bu­yurdu.

îbn Cerir ve İbn ul Munzir, Sa'saa tankıyla rivayet ettiler, Bu zat İbn Abbas'tan sordu:

«Biz harp esnasında zimmilerin mallarından tavuk ve koyunu el­de ediyoruz. Buna ne buyurulur?»

İbn Abbas:

«Bunları yediğiniz zaman, ne dersiniz?»

Sa'saa:

«Biz deriz ki bunda herhangi bir beis yoktur.»

İbn Abbas:

«Sizin bu sözünüz Kitab Ehlinin «Ümmiler için bizim üzerimizde herhangi bir mesuliyet yoktur» demeleri gibidir, o,zimmiler cizyeyi verdiklerinde sizler için artık onların malları ancak isteyerek verirler­se helâl olabilir.»

İbn Cerir ve İbn ul Munzir, İbn Cüreyc'ten rivayet ettiler:

«Yahudiler cahiliyet döneminde müslüman olan bazı kimselerle alışveriş yaptılar. O cahiller müslüman olduktan sonra Yahudilerden cahiliyye dönemindeki alışverişlerinin karşılığını istediler. Yahudiler:

«Bizim yanımızda sizin için herhangi bir emanet yoktur. Bizim katımızda size verilecek herhangi bir mal da yoktur. Çünkü siz üzerin­de bulunduğunuz dininizi terkettiniz.» dediler.

Yahudiler, bu hükmü, kitablarında gördüklerini de iddia ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

«Onlar bile bile Allah'ın kesesinden yalan uyduruyorlar.»   âyetini indirdi.

 (77) Şüphesiz ki, Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere sa­tanların, evet onların âhirette hiçbir nasibi eri yoktur...»

Bu âyeti celîle hakkında gelen eserler:

Abdurrezzak ve Said bin Mansur, Ahmed, Abd bin Humeyd, Bu-hari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve îbn Mace, İbn Mesud'tan rivayet ederler. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Müslüman bir kişinin malını yemini ile koparmak için yalancı olduğu halde herhangi bir şey hususunda yemin eden bir kimse Al­lah'ın huzuruna, Allah kendisinden öfkeli olduğu halde varır.»

Eş'as bin Kays, «Bu âyet benim hakkımda nazil oldu. Benimle bir Yahudi arasında bir arazi vardı. Yahudi inkâra kalkıştı. Onu Peygam­bere götürdüm. Allah'ın Resulü bana:

«Bu arazînin sana ait olduğuna dair elinde bir belgen var mıdır? buyurdu.

«Hayır» dedim.

Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber Yahudiye «Yemin et» dedi.

Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Buna kalırsa Yahudi yemin eder, benim ma­lım da gider» dedim. Buna karşılık Cenab-ı Hak, bu âyeti celîleyi in­dirdi.»

Abd bin Humeyd ve Buhari, Abdullah bin Ebi Evfa'dan rivayet ettiler:

Bir kişi pazarda bir malını satışa arzetti. Allah ile yemin etti ki, bu malıma şu değer verilmiştir. Oysa o değer verilmemişti. Böylece bir müslümanı kandırmak istiyordu. Onun hakkında bu âyeti celîle nazil oldu.»

Burada bir noktaya değinmek yerinde olur. Bir müslüman, bir malı (100) liraya almış ise, satış zamanında (110) yüzon liraya aldım, (111) yüzon bir liraya sana satayım diye müşteriyi ikna etmeğe çalı­şırsa ve müşteri de ikna olup bu malı bu fiatla alırsa, bu alış veriş ha­ramdır. Çünkü kandırılma ve aldatma vardır. Bu âyeti celîle bunu ifa­de ediyor. Ama yüz liraya alman bir malı «Ben, bine satıyorum» derse ve o şekilde satarsa beis yoktur.

Ahmed, Nesei, ve îbn Cerir, Adiy bin Buhayre'den rivayet ettiler:

İmriul Kays ile Hadramutlu bir kişi arasında davalı bir mesele vardı. Davayı Allah'ın Resulüne getirdiler. Cenab-ı Peygamber Hadra-inut'luya:

«Ya senin elinde bir belge (bir vesika) olacak yahut ta o yemin edecektir» dedi. Hadrami:

«Ey Allah'ın Resulü! Eğer o yemin ederse, benim arazimi almış olur.»

Allah'ın Resulü:

«Herhangi bir şey üzerinde yalan yemin edip kardeşinin hakkını onunla kurtarmak isteyen bir kimse Cenab-ı Hakkın huzuruna Allah kendisine öfkeli olduğu, halde varacaktır» buyurdu.

îmriulkays:

«Ey Allah'ın Resulü! Bunu terkeden bir kimse için ne vardır? Bu­nun hak olduğunu bildiği halde bunu terkeden bir kimse için ne var­dır?»

Cenab-ı Peygamber:

«Onun için de cennet vardır» buyurdu.

tmriul Kays:

«Seni şahid tutarım ki, onu terkettim.» dedi.

Ve bunun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu. Bu lafız İbn Cerir'in lafzıdır.

İbn Cerir, îbn Güreye tarikıyla rivayet etti:

Eş'as bin Kays bir kişiyle beraber bir arazi hususunda Resûlul-lah'a vardılar. Bu arazi Eş'asın elindeydi. Esasen öbür kişinin malıydı. Cahiliyet döneminde Eş'as ondan almıştı. Allah'ın Resulü o kişiye:

«Delilini getir.» dedi. Kişi:

«Eş'asın aleyhinde hiç kimse benim için şahitlik yapmaz)) dedi.

Resulü Ekrem:

«O halde senin için Eş'as yemin edecektir.» dedi. Eş'as:

«Ben yemin ederim» deyince, Cenab-ı Hak:

«Şüphesiz ki Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değerle satan­ların, evet onların âhirette hiçbir nasibi yoktur» âyetini indirdi. Bunun üzerine Eş'as yeminden çekindi. «Allah'ı ve sizleri şahit kılıyorum ki, benim hasmım doğrudur» dedi ve hasmının arazisini geri verdi ve ken­di arazisinden bol bir miktarı da ona ekledi.

îbn Cerir, Şa'bi'den rivayet etti:

Bir kişi sabahın erken saatlerinde malını satışa arzetti. Günün so­nunda bir kişi geldi, mala talib çıktı. Mal sahibi «Günün başında şu kadar verildi. Ben vermedim. Eğer akşam olmasaydı malımı bu para ile satmazdım» diye yemin etti. Cenab-ı Hak onun Üzerine bu âyeti ce-lîleyi indirdi.»

Ebu Davud ve îbn Maee, Eş'as bin Kays'tan rivayet etti:

Kinda kabilesinden bir kişi ile Hadramut'lu bir kişi Resûlüllah*avardılar. Yemen'de bir arazi hususunda aralarında dava vardı. Hadremî:

«Ey Allah'ın Resulü! Benim arazimi bunun babası gaspetti. Ara­zi halen bunun elindedir,» dedi. Cenab-ı Peygamber:

«Arazinin sana ait olduğuna dair elinde delil var mıdır?»

Hadremî:

«Hayır, yoktur. Fakat ona yemin verdir. Yemin etsin ki o arar zinin benim olduğunu ve babasının gaspetmiş olduğunu bilmiyor.

Kindli kişi yemine hazırlanırken Cenab-ı Peygamber:

«Herhangi biriniz bir malı yemin ile koparmak istiyorsa cüzamlı olarak Allah'ın huzuruna varacaktır» dedi. Bunun üzerine Kindli «O, arazi Hadrami'nindir» dedi ve araziyi teslim etti.

Beyhaki, Ebu Hureyre'den rivayet etti:

Allah'ın Resulü «Allah'a isyan eden hareketler arasında, cezası ace­lece verilmek yönünden zulümden daha ileri olan yoktur. Allah'a itaat edilen şeyler arasında sevabı acele verilmek yönünden silayı rahmden daha ileri olanı yoktur. Yalan yemin ise, memleketi harabeye çevirir.»

buyurdu.

El Hars bin Ebi Usame ve Hakim, Kâab bin Malik'ten rivayet et­tiler:

«Kim ki müslüman bir kişinin malını yalan yemin ile koparırsa bu onun kalbinde siyah bir nokta oluyor. Tevbe dahil, hiçbir şey, kı­yamete kadar bu noktayı sUmez.»

Tabarani ve Hakim, Cabir bin Uteyb'ten rivayet ettiler: Müslüman bir kimsenin malını    yemin ile koparan bir kimseye Allah cenneti haram, ateşi gerekli kılar.»

Bunun üzerine:

«Ey Allah'ın Resulü! Az bir mal da olsa böyle midir?» diye sorul­du. Cenab-ı Peygamber:

«Bir misvak dahi olsa hüküm budur» buyurdular.

Malik, tbn Saad, Ahmed, Müslim, Nesei ve İbn Mace, Ebi Ümame tyas bin Sa'lebe el Harisi'den rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü:

«Kim ki müslüman bir kimsenin malım yemin ile koparırsa, Allah ona ateşi vacib kılmıştır. Cenneti haram kılmıştır» buyurdu. Eshab-ı Kiram:

«Bu alman az bir     şey de olsa   böyle midir ya Resûlellah?» diye

sordular. Cenab-ı Peygamber:

«Arak ağacından bir dal dahi olsa, Arak'tan bir çırpı dahi olsa, hüküm budur» buyurdular.

îbn Mace sahih bir senedle Ebu Hureyre'den rivayet etti:

«Şu minberin yanında Allah'ın herhangi bir erkek kulu veya her­hangi bir kadın kulu yalan üzere yemin ederse, velev ki yaş bir misvak üzerinde olsun, ona ateş vıcib olur.»

İbn Mace ve îbn Hibban, Cafer bin Abdullah'tan rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Yalan yerde benim minberim yanında yemin eden bir kimse ateş­teki yerine hazırlansın. Velev ki yaş bir misvak için dahi olursa.»

Ebu Ubeyde ve El Hatabi:

«Yeminler, Peygamber devrinde minberin yanında yapılırdı.» der diler.

Abdurrezzak, Ebi Suveyid'ten rivayet etti:

Allah'ın Resûlü'nden dinledim, şöyle buyuruyordu: «Şüphesiz yalan yemin malı değerlendirir, fakat kazancı tamamen silergötürür. Yalan yemin rahimleri kısır bırakır, adedi azaltır ve mem­leketi harab eder.»

Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ettiler:

«Üç sınıf vardır ki, Allah onlarla konuşmaz. Onlara bakmaz. On­lar için elem verici bir azab vardır:

1- O kişi ki, müslüman bir kimsenin malını yemin etmek sure­tiyle koparmıştır.

2- O kişi ki, ikindiden sonra yemin ediyor ki, benim malıma sa­bahleyin şu andaki fiattan daha fazla fiat veriliyordu. Halbuki yalan­cıdır.

3- O kişi ki, yanında fazla olan   suyu istîyenden meneder. Ce­nab-ı Hak kıyamet gününde ona der ki: «Senin ellerinle yapmamış ol­duğun suyun fazlasını menedip başkasına vermediğin gibi, bugün se­ni faziletimden mahrum bırakacağım.» »

Abdurrezzak:

«Kim ki yalan bir yemin ile and içer de? onunla müslüman karde­şinin malını koparmaya çalışırsa, o, ateşteki yerine hazırlansın.» diye rivayet etti. Bunu söyleyen İmran bin Hasin'e birisi sordu:

«Sen bunu Besûlüllah'tan dinledin mi?»

îmran ona:

«Siz bunu Kur'an'da bulursunuz» dedi ve ona bahsi geçen ayeti ce-lîleyi okudu.

Abdurrezzak ve îbn ul Munzir, Said bin Müseyyib'ten rivayet et-tiler:

«Yalan yemin büyük günahlardandım dedi ve bahsi geçen âyeti okudu.                                                       :

îbn Cerir, İbn Mesut'tan rivayet etti:

«Biz Besûlüllah ile beraber olduğumuzda kanaatimiz şu idi ki, sabr yeminin sahibi o andım yalan yaparsa günahı affolunmaz günahlar­dandır.»

İbn Ebi-Hâtim İbrahim'den rivayet etti:

«Kim ki, Kur'an'ı okuyup onunla halkın malını yerse Kıyamet gü­nünde Allah'ın huzuruna gelir. Yüzü iki elayası arasındadır. Bunun nedeni de şudur. Cenab-ı Hak:

«Şüphesiz ki Allah'ın adını ve yeminlerini az bir değerle satanlar var ya. işte onların âhirette bir nasîbleri yoktur...»

Anmed, Abd bin Humeyd, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, Ebuzer tarikıyla rivayet ettiler:

«Üç sınıf vardır. Allah onlarla konuşmaz, onların yüzüne kıyamet gününde bakmaz ve onları pak etmez. Onlar için elem verici azab var­dır:

1- Eteklerini gurur ve kibirden Ötürü yerlerde sürenler,

2- Yalan yemin ile eşyasını satanlar,

3- Sadakayı başa kokanlar.»

Beyhaki «Şuab ul lman»da Selman'dan rivayet ediyor: «Üç kişi vardır, Allah kıyamet gününde onlarla konuşmaz, onları temizlemez. Onlar için elem verici azab vardır:

1- Başı, saçı - sakalı kırlaşmış olduğu halde zina eden nisan,

2-Fakir olduğu halde mağrur olan insan,

3-Cenab-ı Hakkın verdiği şeyleri ancak yemin etmek suretiyle satan veya satın alan kişi.» [81]

 

Meal

 

(78) Şüphesiz ki, o tahrîfçilerden bir gurup  vardır ki, Kitapta olmadıkları halde Kitaptan zannedesiniz diye   dillerini eğip bükerler. «O Allah'ın nezdindendir.» derler. Halbuki o Allah'ın katından değil­dir ve bile bile Allah üzerine yalan söylerler.

(79) Allah'ın Kitap, Hüküm ve Peygamberlik vermiş olduğu bir beşerin  tüm bunlardan sonra insanlara,    «Allah'a değil bana kulluk ediniz.» demesi mümkün değildir. «Fakat o, Kitabtan öğrettiğiniz ve ders aldığınız gibi Allah'a katıksız kul olunuz.» der.

(80) Size Melekleri ve Peygamberleri Râb edinmenizi emretme­si de ona yaraşmaz. Siz Müslüman olduktan sonra size kâfirliği mi emir edecektir?.

(81) Hatırla ki, Allah Peygamberlerden, şöyle söz aldı: Size Ki­tap ve Hikmet verdim. Sonra onları tasdik eden bir Peygamber geldi­ğinde ona îman edecek ve Allah'ın dinini yayması için yardım edecek­siniz. Bunu ikrar ettiniz mi?

Bu hususda ağır ahdimi üzerinize aldınız mı? (diye sorduğunda)

Onlar: «İkrar ettik.» demişlerdi. De ki, «şahit olunuz ben de sizin­le beraber şahitlerdenim.»

(82) Bundan sonra yüz çeviren var ya! İşte onlar fâşıkların tâ kendileridir.

(83) Allah'ın dininden başka bir din mi istiyorlar? Oysa gök­lerde yerde kim varsa istese de istemese de Allah'a    boyun eğmiştir. Ancak Allah'ın huzuruna döndürüleceksiniz. [82]

 

Tefsir

 

(79) «Hiçbir beşere Allah tarafından kendisine Kitap, hüküm ve Pey­gamberlik verdikten sonra halka, Allah'a değil de bana kulluk ediniz, demek düşmez.» Bu Âyeti Celile İsa (A.S.)'ya kulluk yapmaya çalı­şanları yalanlamaktadr. İsa'nın (A.S.) «Bana tapınız.» dediğini iddia ettiklerini çürütmektedir. Bir tefsir âlimi şöyle diyor: «Yahudilerin El Kureyze kabilesinden Ebu Rafi' ile Necran kabilesinden Es-Seyyit Resûlüllah'dan sordular: «Ey Muhammed (S.A.V.) ister misin ki, sa­na kulluk edelim ve seni Rab edinelim?» Resûlüllah: «Allah'a sığmı­yorum. Allah'dan başkasına ibâdet etmekten, ve ondan başkasının ibâ­detini emir etmekten ona sığınıyorum. Ben bunu söylemek için gön-derilmedim ve ben bunu söylemek için emredilmedim.»

Bunun üzerine bahsi geçen Âyet nazil oldu.»

Başka bir tefsirci dedi ki: «Bir sahabe Resûlüllah'a sordu: «Bir birimize selâm verdiğimiz gibi sana selâm veriyoruz. Acaba kâfi mi­dir yoksa sana secde mi edelim?»

Resûlüllah:

«Allah'dan başka hiç kimseye secde etmek uygun değildir. Fakat Peygamberinize hürmet ediniz. Hak ehlinin hakkını kendisine veri­niz.» buyurdu.»

Âyetteki «rabbani» kelimesi Rab Teâlâya mensup insan demek­tir. Nitekim ilim ve amelde kâmil olan kimseye de râkbanî denilir...

Hiçbir beşer yoktur ki, Allah onu Peygamberyaptıktan sonra, halka bana tapınız desin. Melekler ve Peygamberleri Allah'dan başka Râb edininiz desin. Yani ne nefsini ne de başka bir benzerini Râb edin­meye hiçbir Peygamber kalkışmaz ve bu yetki hiç birine de verilmiş 'değildir.

(83) «Acaba Allah'ın dîninden başka dini mi istiyorlar?» Âyetinde ge­çen Allah'ın dini, İslâm dinidir. Çünkü Allah katından en son gelen ve bütün dinlerin gerçek taraflarım kapsayan ve bir manâda bütün din­lerin fihristi hükmünde bulunan tek din islâm dini'dir. «Halbu­ki göklerde ve yerde bulunan herkes ister   istemez Allah'a teslim olmuştur.» İsteyenler düşünce neticesinde ve delillere bakarak teslim olmuşlar. İstemeyenler ise, ya kılıç korkusundan veya dağın konuşma­sı, tufanın yetişmesi, dağın kaldırılıp tepelerinde durdurulması gibi, İslama inanmaya mecbur eden mu'cizeleri görmek sureti ile teslim olurlar.

Muhtemel ki, isteyerek teslim olanlardan maksat, Melekler ve Mü'minler olsun. İstemeyerek teslim olanlardan maksat- da kâfirler gibi mecbur edilenler olsun. Zira kâfirler haklarında verilen hükmün dışına çıkamazlar. Bu da bir manâda Allah'a teslim olmak demektir. [83]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (78) Şüphesiz ki, o, tahrif çilerden bir gurub vardır ki, Kitabta olmadıkları halde Kitabtan zannedesiniz diye dillerini eğip bükerler...»

Bu âyet hakkında seleften gelen rivayetler:

İbn Cerir, îbn Abbas tankıyla rivayet etti:

«Yahudiler, Allah'ın indirmediğini Allah'ın kitabına katarlardı.»

Feryadî, Mücahid tarikiyla rivayet ediyor: «Âyetteki «yelvüne» tahrif etmek manasınadır. Yani «tahrif ederlerdi» demektir.»

İbn ul Munzir, Vehb bin Münebbih'ten rivayet ediyor: «Tevrat ve İncil, Allah'ın indirdiği gibi tek harfleri değişmeksizin gelmişti. Fakat onlar bozmak ve tevil etmek suretiyle halkı saptırdılar. Bir de, kendiliklerinden uydurmuş oldukları birtakım kitabiarla halkı saptırıp «Bu, Allah'ın katından gelmiştir» derler. Halbuki o Allah'ın katından gelmemiştir. Allah'ın kitabına gelince, o mahfuzdur, değiş­tirilmez.

 (79) Allah'ın kitab, hüküm ve peygamberlik vermiş olduğu bir beşerin bütün bunlardan sonra insanlara 'Allah'a değil bana kulluk ediniz' demesi mümkün değildir...»

Bu âyeti celîle hakkında gelen eserler:  -

îbn îshak ve İbn Cerir, İbn Abbas tankıyla rivayet ediyorlar: Resûlüllah'ın katında Yahudi hahamlarıyla,   Hristiyan papazlan (yani Necran'hlarla Yahudiler) bir araya geldiklerinde   Cenab-ı Pey­gamber onları İslama davet etti. Ebu Raf i El Kurezi:

«Ey Muhammed, Hristiyanların Meryem oğlu İsa'ya kulluk yap-tıklan gibi sana kulluk yapmamızı mı istiyorsun?»

Böylece Necranlılardan da «Erreis» adlı Hristiyan:

«Sen bunu mu bizden istiyorsun ya Muhammed?» dedi. Cenab-ı Peygamber:

«Allah'a sığınırım ki, Allah'tan başkasına kulluk yapalım veya başkasının ibadetini emredelim.»

Başka bir rivayet:

«Allah'ın gayrisine ibadet etmekten veya başkasının ibadetini em­retmekten Allah'a sığınıyoruz. Allah beni ne bununla gönderdi, ne de bana bunu emretti.»

Peygamberin bu hadisesinden sonra Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi indirdi.

Abd bin Humeyd, Hasan tarikıyla rivayet etti:

Kulağıma geldiğine göre; bir kişi Allah'ın Resûlü'nden sordu:

«Ey Allah'ın Resulü! Bazılarımızın diğerine selâm verdiği gibi sa­na selâm veriyoruz. Acaba sana secde edebilir miyiz (yani başımızı eğerek sana selâm verebilir miyiz?...»

Cenab-ı Peygamber:

«Hayır, bana secde etmeyiniz. Fakat Peygamberinize hürmette bu­lununuz. Hakkı hak sahibleri için biliniz. Durum şudur ki, hiçbir kimse için Allah'tan başkasına secde etmek uygun değildir.»

Bunun üzerine Cenab-ı Hak «Allah'ın, hüküm, kitab ve peygam­berlik vermiş olduğu bir beşerin bütün bunlardan sonra nisanlara 'Al­lah'a değil bana kulluk ediniz' demesi ona yakışmaz ve uygun değil­dir» âyetini indirdi.

îbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den, İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Âyetteki «rabbaniyyin» tâbirinin mânâsı;' tekinler ve öğret­menler, demektir.»

İbn Cerir, tkrime tarikıyla îbn Abbas'tan rivayet etti: «Rabbaniler» halim, hakim ve âlimlerdir.»

îbn Cerir, Dahhak tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti: «Rabbaniler, âlimler ve fakihlerdir.»

îbn Cerir El Uf i tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti: «Rabbaniler, hakimler ve fakihlerdir.»

İbn ul Munzir, îbn Mesut'tan rivayet ediyor: «Rabbaniler, hikmet sahibi âlimlerdir.»

İbn Cerir, Mücahid tarikıyla rivayet etti:

«Rabbaniler, âlim olan fakihlerdir. Bunlar Ahbarların üstünde bulunan bir sınıftır.»

Said bin Cübeyr'den gelen bir rivayete göre: «Rabbaniler, hikmet sahibleriyle muttakilerdir.»

ibn Cerir, îbn Zeyd'den rivayet ediyor:

«Rabbaniler, halkı yetiştiren idarecilerdir. Bu durumu idare eden­lerdir. Onlan yetiştirirler ve yardımcı olurlar.»

Said bin Cübeyr'den de:

«Onlar, muttaki hakimlerdir, şeklinde rivayet edilmiştir.»

îbn Cerir, İbn Zeyd'den rivayet etti:

«Niçin rabbaniler ve ahbarlar onlan nehyetmediler» âyetini oku­du. Rabbaniler burada idareciler, ahbarlar da âlimlerdir.»

«Fakat o kitabta öğrettiğiniz ve ders aldığınız gibi Allah'a Rabba­ni (katıksız) kul olunuz der...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Abd bin Humeyd ve îbn Cerir âyetteki «tüallimune» kelimesi­ni «ta'lemüne» okumuşlardır. Yani «kitabtan öğrendiğiniz» anla­mındadır.

îbn Uyeyne «Onlar neyi öğrenmişi erse onu öğrettiler» diyor. Ve­yahut ta «öğrendiklerini öğretmedikçe öğrenmiş sayılmazlara demek­tir.

Abd bin Humeyd ve îbn Cerir «Tuallimune» şeklinde okumuşlardır. Yani «Kur'an'dan öğrettiğinizi» demektir. Ve «okuduğunuz da fı­kıhtır. Onlar gibi Allah'a katıksız kul olunuz» derler.

Abd bin Humeyd ve İbn Ebi Hatim, Dahhak yoluyla rivayet edi­yorlar:

«İster hür olsun, ister köle, ister erkek olsun isterse dişi, kim var -kuvvetiyle Kur'an'dan öğrenmeye çalışmazsa, özür sahibi sayılamaz. Çünkü Cenab-ı Hak «Katıksız kul olunuz. Bu da kitabtan öğrettiğiniz veya öğrendiğiniz ve ders olarak okuduğunuzdan ötürü olacaktır.»

Yani Cenab-ı Hak «fâkih olunuz, âlim olunuz» demek İstiyor.

İbn Ebi Hatim, Ebi Rezin'den rivayet ediyor:

«Ders okuduğunuz»dan maksat, fıkıh müzakeresidir. Zira Eshab-ı Kiram müzakere ettiğimiz gibi aralannda fıkhı müzakere ederlerdi. Bir âyetini getirdiği ahkâmı müzakere ederlerdi.»

 (81) Hatırla ki, Allah Peygamberlerden şöyle söz aldı:

Size Kitab ve hikmet verdim. Sonra onları tasdik eden bir Pey­gamber geldiğinde ona îman edecek ve Allah'ın   dinini yayması için . yardım edeceksiniz. Bunu ikrar ettiniz mi?   Bu hususta ağır ahdimi '    üzerine aldınız mı? diye sorduğunda onlar 'ikrar ettik' demişlerdi. De ki: Şahid olunuz. Ben de sizinle beraber şahitlerdenim...»

Bu âyet hakkında gelen eserler: Cenab-ı Hak bu âyette bize haber verir ki Adem'den Hz. İsa'ya ka­dar göndermiş olduğu bütün Peygamberlerden söz almıştır. Size han­gi kitab ve hikmeti verirsem vereyim, siz hangi mertebeye ulaşırsanız 51 ulaşınız, sizden sonra bir Peygamber gelecek ve size verilen kitabı tas-g dik edecek, mutlaka ona îman ediniz ve ona yardımcı olunuz. Sizin içinde bulunduğunuz ilim ve Peygamberlik sizi ona tâbi olmaktan >    menetmezdir.

îbn Abbas; bu âyeti celîledeki «ISRλ kelimesinin, benim ahdim, manasınadır, diyor.

Muhammed bin İshak:

«ISR kelimesi ahdin ağır olan yükü, (Yani tek id] i ve şiddetli mi-sakim ve aldığım söz) demektir.»

Hz. Ali (K.V.) ve amcasının oğlu Hz. Abdullah bin Abbas'a gör© Adem'den Hz. Muhammed'e (S.A.V.) dek gönderilen bütün Peygamber­lerden Cenab-ı Hak söz almış ki; Muhammed'i (S.A.V.) gönderdiğim zaman, siz hayatta olursanız ona îman edecek ve kendisine yardımda bulunacaksınız. Ve her Peygamberden söz aldı ki, ümmetinden, «Mu-hammed (S.A.V.) gönderildiğinde siz hayatta iseniz ona îman ediniz ve kendisine yardımcı olunuz» sözünü alsın.

Tavus, Hasan Basri ve Katade dediler ki:

«Cenab-ı Hak, bu âyetin hükmüne göre, her Peygamberden ken­disinden sonra gelen Peygambere yardım etmesi ve onu tasdik etmesi için söz aldı.

Tavus, «Hasan Basri ve Katade'nin bu tefsiri, Hz. Ali ile îbn Ab-bas'ın tefsirine ters düşmemektedir. Belki onu iktiza etmekte ve gerek­li kılmaktadır» diyor. Bunun için de Abdurrazzak, Mamer ve Tavus'-tan, Ali ile Ibn Abbas'ın rivayeti gibi bir nakil yaptı.

İmam Ahmed, Abdullah bin Sabit tarikıyla rivayet ediyor:

Hz. Ömer Allah'ın Resûlü'ne gelerek:

«Ey Allah'ın Resulü! Ben, Beni Kureyza Yahudilerinden olan bir arkadaşıma emrettim. O da bana Tevrat'tan derlediği bazı cümleleri yazdı. Bunu sana arzedeyim mi?» diye sordu. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamberin yüzü mosmor kesildi. Abdullah bin Sabit der ki:

Ben, Hz. Ömer'e hitaben:

aSen Resûlüllahın yüzündeki kipkırmızılığı görmüyor musun?» dedim. Bundan ötürü Hz. Ömer; başladı:

«Ben Rab olarak Allah'a» din olarak İslama, Peygamber olarak Muhammed'e razı oldum» dedi. Bunun üzerine Peygamberin yüzü de­ğişti ve buyurdu:

«Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin u kasem ederim ki, eğer Musa sizin aranızda olsaydı, siz de beni terkederek ona tâbi ol­saydınız dalâlete gitmiş olurdunuz. Şüphesiz siz ümmetlerden benim payımsınız ve ben Peygamberlerden sizin paynuzım.»

Hafız Ebu Ya'la, Cabir tarikıyla rivayet ediyor:

Allah'ın Kesûlü:

«Ehli kitaptan şakın hiçbir şey sormayınız. Çünkü onlar dalâlete gittikleri halde sizi hidayet etmezler. Çünkü sorduğunuzda siz ya bir batılı tasdik etmiş olacaksınız veya bir hakkı yalanlamış olacaksınız. Durum şudur: Allah'a yemin ederim, eğer Musa sizin aranızda diri ol­saydı bana tâbi olmaktan başka birsey ona helâl olmazdı.»

Bazı hadislerde «Eğer Musa ile İsa diri olsaydı bana tâbi olmaktan başka çıkar yollan olmayacaktı» diye varid olmuştur. Binaenaleyh Peygamber olan Hz. Muhammed, Peygamberlerin en sonuncusudur ve kıyamete kadar da bu vasfını koruyacaktır. En büyük imam odur. Hangi asırda meydana gelmiş olsaydı o asrın imam-ı azamı o, olurdu... Ona tâat vacib olur ve bütün Peygamberlerin Önderi o, olurdu. Bunun için İsra gecesinde Peygamberlerin imamı oldu. Peygamberler o gece­de Beytulmakdis'te toplandılar ve o da onlara imam oldu. Mahşerde de hepsinin şefaatçisi odur. Kullar arasında hükmetmesi için Cenab-ı Hakka şefaatçi olarak o geldi. îşte Makam-ı Mahmud ancak ona uygun düşer. Sıra Hz. Muhammed'e gelinceye kadar bu Makam-ı Mahmud'-dan ululazm Peygamberler, ve mürseller bile geri kalmışlar. îşte o Ma­kam-ı Mahmud özel olarak ona verilmiştir. Allah'ın selât ve selâmı onun üzerine olsun. Binaenaleyh o bütün Peygamberlerin ve bütün beşeriyetin Peygamberidir:

Bu hususta gelen hadisleri, kısaca belirtelim.

Abd bin Humeyd, Tavûs'tan rivayet ediyor:

«Cenab-ı Hak ilk gelen Peygamberden söz aldı ki, son gelecek Peygamberi tasdik etsin ve onun getirdiğine iman etsin.»

îbn Cerir Hz. Ali'den rivayet etti:

«Adem'den (A.S.) bu yana gelen bütün Peygamberlerden Hz. Mu­hammed hakkında söz alındı ki, o, Peygamber olarak gönderildiğinde hayatta olanlar ona îman edecekler, ona yardımcı olacaklardır. Bu hu­susta, (ona yardımcı olmak ve îman etmek hususunda) kavimlerinden de söz alındı.»

Abd bin Humeyd ve Îbn Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «Cenab-ı Hak, Peygamberlerden söz aldı ki, birisi diğerini tasdik etsin. Allah'ın kitabını ve Peygamberlerini insanlara tebliğ etsin. Pey­gamberler de Allah'ın kitabını ve Peygamberliklerini kavimlerine tebliğ ettiler. Ve tebliğ ettiklerinin arasında Peygamberlerine Muham­medi (S.A.V.) îman etmeleri, onu tasdik etmeleri, ona yardım etme­leri keyfiyeti de vardı.»

îbn Cerir ve îbn Ebi Hatim, Süddi'den rivayet etti: «Nuh'tan bu yana Cenab-ı Hakkın göndermiş olduğu bütün Pey­gamberlerde Muhammed'e (S.A.V.) îman edilmesini ve ona yardımcı olunmasını söz olarak almıştır.Eğer Muhammed (S.A.V.) çıktığında di­ri olursa onun getirdiğine îman eder, ona yardımcı olur. Ve kavmin­den de Muhammed'e îman etmelerini ve kendisine yardımda bulun­malarına söz vermelerini emretmiştir.

îbn Cüreyc, Hasan'dan rivayet etti:

«Allah, Peygamberlerden söz aldı ki, sizin son geleniniz ilk geleni­nizin Peygamberliğini doğrulayacak ve ihtilâfa düşmeyeceksiniz.»

İbn Cerir, Ali bin Ebi Talib'den rivayet etti:

«Şahid olunuz.» Yani ümmetleriniz hakkında şahid olunuz. «Ben de» hem sizin, hem de ümmetleriniz hakkında «şahitlerden olacağım» sizinle beraber.

 (82) (Ey Muhammed, bütün ümmetlerden alınan) bu sözden sonra senden yüz çevirenlere gelince onlar fâsıklann (yani küfürde is­yan edenlerin) tâ kendileridir.»

 (83) Allah'ın dininden başka bir din mi istiyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, istese de istemese de Allah'a boyun eğmiştir...»

Bu âyet hakkında gelen rivayetler:

Tabarani, zaif bir senedle İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Göklerde olanlar»dan maksat, meleklerdir. «Yerde olanlar»dan maksat da, İslâm üzerinde doğup dünyaya gelenlerdir. İstemeyerek Allah'a itaat edenlere gelince, o da zincirler ve bukağilere vurulup İs­lâm diyarına getirtilen diğer milletlerin tutsaklarıdırlar. Onlar esir edilmek ve İslama doğru çekilmek suretiyle cennete doğru götürülü-yorlar. Fakat onlar bunu istemiyorlar.»

Deylemi, Enes'ten rivayet etti:

«Bu âyet hakkında, Cenab-ı Peygamber «Melekler gökte Allah'a itaat ettiler. Ensar ve Abdukays'lılar yeryüzünde Allah'a itaat ettiler.» dedi.

îbn Cerir, Mücahid'den rivayet etti:

«Yerde ve gökte ister istemez itaat etmekten» maksat, Allah'ın «Ahd u misak (Ruhları bir araya getirip, Ben Rabbiniz değil miyim diye sorduğu gün) da söz aldığı kimselerdir.»

İbn Cerir, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor:

Allah (C.C.) bu âyette: «Onların hepsinin ibâdeti, isteseler de iste­meseler de banadır.» demektedir. Bu âyet bu takdirde tıpkı «göklerde ve yerde olanlar, isteyerek ve istemeyerek hepsi Allah'a secde ediyor­lar» (Rad: 15) âyeti gibi oluyor.

İbn Munzir ve İbn Ebi Hatim, İkrime tankıyla İbn Abbas'tan ri­vayet ediyor:

«Göklerde olanlar, Allah'a teslim oldular» âyeti ondan sonra gelen âyetten ayrılıyor. «Yerde olanlar ise, isteyerek ve istemeyerek ona tes­lim oluyorlar» demektir. Yani istemek ve istememek kaydı «yerde olan­lar» a aittir.

İbn Ebi Hatim, îbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor: «Ona teslim olmak»tan maksat, marifettir.»

Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, Mücahid tarikıyla rivayet ediyor­lar:

«Bu âyet, tıpkı şu âyet gibidir: «Yemin ederim, eğer sen onlardan gökler ve yerleri yaratan kimdir? diye sorarsan şüphesiz ki onlar 'Al­lah'tır* diyeceklerdir.» (Lukman: 25). İşte, bu, onların teslim olmaları­dır.

îbn Cerir ve îbn Ebi Hatim, Ebu'l-Âliye'den rivayet etti: «Her Ademoğlu nefsinde ikrar eder ki, 'Allah benim Rabbimdir. Ben onun kuluyum'.   Binaenaleyh ibâdetinde Allah'a ortak koşanlar dahi «İstemediği halde Allah'a teslim olurlar!»    Kim ki kulluğunu sadece Allah'a yaparsa, işte o da «isteyerek Allah'a teslim olandır.»

îbn Cerir, Hasan'dan rivayet ederek:

«Bazı kimseler İslama zorlandılar. Bazı kimseler de isteyerek İs-lâma geldiler demektir» dedi.

Mater el-Verrak, âyetin tefsirinde «Melekler ve, Ensar Kabilesi isteyerek Allah'a teslim oldular. Beni Selim ve Abdukayslılar isteyerek Allah'a teslim oldular.Diğer insanlar ise hepsi zorla İslama getirildi­ler.» diye rivayet etti.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «Mümine gelince, o isteyerek müslüman oldu, teslim oldu. Onun teslim oluşu ona yarar sağladı, ondan kabul edildi. Kâfire gelince, o Allah'ın şiddetini (azabını) gördüğü zaman müslüman oldu. Onun îs-lâmı ona menfaat vermedi. Kabul edilmedi. Zira Allah «Onlar bizim şiddetinim gördüklerinde îmanları onlara hiçbir faide sağlamaz.» (Gâ-fir: 85) buyurulmuştur.

Ebi Sina «Teslim olmaktan maksat, marifettir. Zira hiçbir kimse yoktur ki Allah'ı ondan sorarsan Allah'ı tanımasın.»

îkrime'den geldi:

«İstemiyerek teslim olanlamdan maksat, Arap    putperestleri ve esirler ve îslâma istemeyerek girenlerdir.

Tabarani «Evset»inde Enes'ten rivayet etti:

Allah'ın Resulü:    «Kimin ahlakı kötü ise, ister   köle olsun, İster hayvan, ister çocuk olsun, onun kulağına bu âyeti celîleyi okuyunuz»

buyurdu. Yani bu âyetin özelliği kötü ahlâklıları sükûnete kavuştur­mak ve iyileştirmektir.

tbnu Senî, Yunus bin Ubeyd'den rivayet ediyor:

Serkeş bir bineğin üzerinde olan bir kimse onun kulağına bu âye­ti okursa, o, serkeşlikten Allah'ın izniyle vazgeçer.

Bu da, âyetin havaslarından birisini belirten bir rivayettir [84]

 

Meal

 

(84 (Ey Habibim!)  De ki:  Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Bableri katından Musa'ya, İsa'ya ve Peygamberlere verilene îman ettik. O Peygamberleri birbirinden ayırt etmeyiz. Biz Allah'a tslim olanlarız.»

(85) Kim ki, İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan o din kabul olunmaz ve o kimse âhirette zarar edenlerdendir.

(86) Acaba îman edip Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettik­ten ve kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra küf üre kayan bir kav­mi Allah nasıl hidâyet edecektir? Allah zâlim kavmi hidayet etmez.

(87) İşte o zalimler var ya! Onların cezası (şudur.) Allah'ın, Me­leklerin ve bütün insanların laneti onların üzerindedir.

(88) Onlar o lanette daimi duruculardır. Onlardan azap hafifle­tilmez ve onlara mühlet verilmez.

(89 Ancak bu günahların ardından tövbe edip İslahı hal eden­ler müstesnadırlar.

Şüphesiz ki, Allah çok af ve bol merhamet edicidir.

(90) Şüphesiz ki, îmanlarından sonra kâfir olan ve sonra da kâ­firliklerini artıranların tövbeleri asla kabul edilmez. İşte onlar var ya, sapıtanların ta kendileridir.

(91) Şüphesiz kâfir olup ve kâfir oldukları halde ölenlerden hiç birisinden,   yeryüzünü   dolduracak kadar   altım fidye verse fidyesi kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azap onlar içindir ve onların hiç yardımcıları da yoktur.[85]

 

Tefsir

 

(84) (Ey Habibim!) De ki: «Allah'a ve bana inene ...... îman ettik.»

Bu emir, Resulü Ekrem'edir. Burada Cenab-ı Hak Peygamberine, hem kendi namına hem de ümmetin namına konuş, diyor. Bu da ümmet için büyük bir şereftir.

Hz. Muhammed'e inmiş olan kitap sair Peygamberlere inmiş olan Kitaplardan önce zikir edildi. Çünkü onların hak olduğunu bize bildi­ren ve öğreten o'dur.

«Peygamberlerin hiç birisini diğerinden ayırt etmeyiz.» demek, hepsini kabul eder, hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz demektir. Yok­sa, «Resulleri nebilerden üstün tutmak, Resullerin arasında da ulul-azim'leri üstün tutmak kaidesini kaldırıyoruz.» demek değildir. Zira Allah başka bir Âyette, «O Peygamberlerin bazılarını diğerinden üs­tün kıldık.» buyuruyor.

(86) «İman ettikten sonra küfüre kayan bir kavme Allah nasıl hidâyet edecektir?» Bu Âyet hakkın belirmesinden sonra yüz çevirenin sapık­lığa dalmış ve doğrudan uzaklaşmış olduğunu bildiriyor. Bâzı kimse­lere göre bu Âyet, «irtîdat» edenin tövbesinin   kabul olmadığının delilidir. Aynı zamanda taklidi îmanın pek yarar getirmediğinin de delîli sayılabilir.

(87)  «İşte onlar var ya! Cezaları, Allah'ın, Meleklerin, ve bütün insan­ların lanetleri onlann üstündedir.» Bu Âyet lâfiz itibariyle böyle kim­selere lanet etmenin caiz olduğunu belirtiyor. Mefhum itibarı ile bu Âyetlerde sıralanan sınıflardan başkasına lanet etmenin caiz olmadığı­na delâlet etmektedir. Umulur ki, fark şudur: Âyette bahsi geçen sı­nıflar, kâfirlik kalplerinde yerleşmiş, hidayetten men edilmiş kişiler­dir ki, bunlar direkt olarak rahmetten de umutsuzdurlar. Ama başka­sı böyle değildir.

Bahsi geçen sınıflara lanet eden sınıflardan maksat, ya sadece Mü'minler veya bütün insanlardır. Çünkü kâfir de Hakkı inkâr eden ve Haktan yüz çevirene lanet eder, fakat Hakkı tanımaz. Hakkı tanı­madığı için kendi nefsine lanet ettiğinin farkında bile değildir.

Lânetlenenler lanetin içinde daimi kalır, azapları azalmaz, kendi lerine bakılmaz «veya azapları geciktirilmez.» Ancak dinsizlikten son ra tövbe ederlerse, ifsat ettiklerini ıslaha çalışırlarsa, o zaman bu deh setten kurtulurlar. Allah tövbeleri çokça kabul eder ve merhamel kılar. Rivayete göre bu âyet süveyd oğlu el haris hakkında nâzi olmuştur. El Haris mürtedliğinden pişmanlık duydu. Kavmine habeı gönderip, «Sorunuz acaba tövbe eder isem kabul edilir mi?» dedi. Kar­deşi el celas, bahsi geçen Âyeti yazıp kendisine gönderdi. Böylece Medine'ye dönüp tövbe etti.

(90) «îmandan sonra kâfir olup sonra kâfirlikte ileri gidenlerin tövbe­leri asla kabul edilmez...»

Yahudiler gibi önce Musa ve Tevrat'a îman ettiler sonra îsa ve İncil'i inkâr ettiler. Sonra Muhammed (S.A.V.) ve Kur'ân'ı inkâr et­mek sureti ile ileri gittiler.

Muhtemel ki, Âyetin manâsı şu olsun: Muhammed (A.S.)'a Pey­gamber olmazdan önce inandılar. Peygamber olduktan sonra inkâra kalkıştılar. Sonra, inkâra kalkışmak ve îmandan kaçmak suretiyle da­ha da küfürlerini arttırdılar.

Başka bir manâ da Âyette bahsi geçenler önce Müslüman olup sonra irtidat ederek Mekke'ye gittikten sonra, «Muhammed'in başına gelecek felâketleri beklemekteyiz.» diyen bir kavimdir, şeklinde olabi­lir.

Bunların tövbelerinin asla kabul edilmeyeceğinin hikmeti şu olsa gerek: Tövbe etmezler veya tam ölecekleri anda tövbeye yanaşırlar. Cenab-ı Hakkın bunlar hakkında: «Tövbeleri kabul olunmaz.» deme­si, durumlarını belirtmek ve rahmetten ümitsiz olanların haline ben­zer bir haldeolduklannı bildirmek içindir. Yoksa irtidat eden ve «Kâ­firliğin en şiddetli derekesine inenlerin tövbesi kabul olunmaz» diye İslâm'da bir hüküm yoktur.

(91) «Kâfir olup ve kâfir oldukları halde ölenlerin herhangi birisinden yeryüzü dolusu altın fidye verilirse dahi fidyesi kabul edilmez.»

Ayeti Celîlesi, kâfir olarak ölen bir kimsenin artık îman kurtar­masının bahis konusu olamayacağı hükmünü getiriyor. Onların kur­tuluşu ve azaplarının azaltılması da bahis konusu değildir.

Muhyeddin b. Arabî ve başka zatlann bahsi geçen hükmün hilâ- fma hüküm vermeleri, şeriat terazisinde  zerre kadar kıymet taşıya­maz!.. [86]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve.Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (84) Ey Habibim!   De ki: Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İs­mail'e, İshak'a, Yakub'a ve   torunlara indirilene! Rableri katından Musa'ya, İsa'ya ve Peygamberlere verilenlere îman ettik. O Peygam­berleri birbirlerinden ayırd etmeyiz. Biz Allah'a teslim olanlarız...»

Bu âyet hakkında gelen rivayetler:

İbn Kesir «Bize indirüen'den maksat. Kur'an'dır. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub üzerine inenlerden maksat, suhufîar ve vahy-dir. Esbat, Yakub'un evlâtlarından türemiş İsrail oğullarıdır. Musa'ya ve İsa'ya verilenden maksat Tevrat ve İncil'dir.«Rablerinden Peygam­berlerin getirdiklerine de inandık» cümlesi, bütün Peygamberleri kap­samaktadır. Yani biz bütün Peygamberlere de inanıyoruz. «Onların aralarında tefrik yapmayız». Yani hepsine îman ediyoruz. Birinin di­ğerinden üstün olması ancak Kur'an ve Sünnetle sabit olmuşsa diyo­ruz. Biz bu ümmetin müminleri olarak gönderilen her Peygambere îman ediyoruz. İndirilen her kitaba îman ediyoruz. Onların hiçbir şeyini inkâr etmiyoruz. Belki Allah katından indirilenin hepsini tasdik ve gönderilen Peygambere de îman ediyoruz. [87]

 Menar;   «Rablerinden Peygamberlere verilen»    cümlesi, üzerinde Davud, Süleyman, Eyyüb ve başkaları gibi» der ve devam ederek, «Allah'ın bize haber verdiği Peygamberlere de, haber vermediği Pey­gamberlere de îman ettik. Çünkü Peygamberlerin bir kısmını Allah bi­ze haber vermiş, bir kısmını da vermemiştir. Nübüvvet sonuçlanmaz­dan önce Hindistan'da, Çin'de veya diğer bir memleketlerde bir Peygam­berin gelmiş olduğu bizim katımızda sabit olursa, ona îman eder, ina­nırız, diyor ve devam ediyor: Üstad el-imam, bize indirilene Kur'ana îman etmeyi bizden önceki Peygamberlerin üzerine indirilene îman etmekten önce zikretti. O hernekadar zaman bakımından önce ise de bize İndirilen onların üzerine indirilenin marifetinde asıldır, temel­dir. Onu ispat eden bize indirilendir. Bize indirilenden başka onu ispat eden herhangi bir yol yoktur. Çünkü onların senedi kesilmiş, bir kıs­mı kaybolmuştur. Gerisinde de şüphe vardır. Bizim Kitabımız birçok Peygamberin Peygamberliğini ispat ettiği hususunda biz ona îman edi­yoruz. Mücmel bıraktığı yerde icmalen, tafsilât yaptığı yerde tafsilen iman ediyoruz. Ve bizim kitabımızın tesbit ettiği, geçmiş Peygamberlere gelen kitablara da îman ediyoruz. Ve inanıyoruz ki, onların getirdiği­nin aslı, kökeni birdir. O da Allah'a iman, kalben Allah'a teslim ol­mak, âhirete inanmak, ihlâs ile salih ameller işlemektir. Nasıl ki, Al­lah'a îman etmek, bize indirilene îman etmenin kökeni ve aslı ise, bize indirilen de bizden öncekilere indirilenlerin kökeni ve aslıdır. Onun için onlardan önce zikredildi. Biz onların hiçbirisinin arasında fark gö­zetmeyiz. Ehli kitabın yaptığı gibi Peygamberleri ayırmayız. Bir kıs­mına onlar îman eder. Bir kısmını inkâr ederler. Biz ise, dinde onla­rın arasında tefrik yapmayız. «Bazıları hak, bazıları dalâlet üzeredir» demeyiz. Belki «Hepsi hak üzerindedir» deriz.

Asıl ve maksatlarda aralarında ihtilâf yoktur. Meseleleri, adil bir padişah tarafından gönderilen doğru idareciler meselesine benzer. On­lar peyderpey memleketi tamir etmek, memleketlilerin halini ıslah et­mek için gönderilmişlerdir. Onların bazı kanunlarında meydana gelen değişikliğe gelince, o memleketin ve ahalinin haline göre olmuştur. Fakat hedef birdir. O da memleketi tamir ve ıslah etmek. Biz razı ola­rak, ihlâslı bir şekilde Allah'a teslim olmuşuzdur. Heva ve şehvetleri­mizden uzaklaşarak, dünya nasibleri için dini vesile ittihaz etmeyiz. Dinden bizim maksadımız, nefisleri ıslah, kalbleri ihlasla doldurmak suretiyle ruhen yükselip şeref göğüne çıkmak suretiyle Allah'a yak­laşmaktır.

Ayeti celîle îman bahsiyle açıldı, İslâm bahsiyle sonuçlandırıldı. Çünkü îslâm kemalinde imanın meyve ve gayesidir. İşte bütün Pey­gamberlerin üzerinde bulunduğu İslâm dini budur. Bunun için Cenab-ı Hak,

(85) Kim ki İslâmdan başka bir din ararsa ondan o din kabul olunmaz ve o kimse âhirette zarar edenlerdendir» buyurmuştur, [88] Bu âyet hakkında gelen eserler:

Manâsı: Allah'ın açmış olduğu yoldan başka bir yol arayan bir kimsenin yolu kabul edilmez. Nitekim Cenab-ı Peygamber sahih bir hadiste:

«Kim ki, üzerinde damgamız (emrimiz) bulunmayan bir ameli iş­lerse onun ameli reddedilir» buyurmuştur.

İmam Ahmed, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor:

Allah'ın Resulü buyurdu:

«Kıyamet gününde ameller Allah'ın huzuruna gelir. Namaz gelir.

— Ey Rabbimiz! Ben namazım» der. Cenab-ı Hak onâ:

 Sen hayr üzerindesin» buyurur. Sadaka gelir:

«Ey Rabbim! Ben sadakayım» diyor. Cenab-ı Hak:

«Sen hayr üzerindesin» buyuruyor. Oruç geliyor:

«Ey Rabbim! Ben orucum» diyor. Cenab-ı Hak:

«Sen hayr üzerindesin» diyor. Sonra diğer ameller geliyor. Bütün amellere Cenab-ı Hak «Sen hayr üzerindesin» buyuruyor. Sonra îslâmgeliyor ve diyor: «Ey Rabbim! Selâm sensin. Ben de îslâmım.

Cenab-ı Hak: «Sen hayr üzerindesin. Bugün seninle tutar, seninle veririm.» der. Nitekim Cenab-ı Hak:  

 (85) Kim ki, İslâmdan başka bir din ararsa ondan o din kabul edilmez ve o kimse âhirette zarar edenlerdendir» buyurmuştur.

Bu hadisi sadece İmam Ahmed rivayet etmiştir. Ebu Abdurrah-man Abdullah bin İmam Ahmed diyor ki:

Hadisin senedinde bulunan Ubbab bin Raşid güvenilir bir hadis âlimidir.

 (86) Acaba îman edip Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettik­ten ve kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra küfre kayan bir kav­mi Allah nasıl hidayet edecektir...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Nesei ve İbn Hibban. îkrime tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:

Ensardan bir kişi, müslüman oldu. Sonra irtida dederek müşrik­lere iltihak etti. Sonra pişman oldu. Kavmine haber gönderdi:

«Resûlüllah'a haber gönderiniz. Ben tevbe edersem kabul edilir mi?»

Bunun üzerine bu âyeti celile «Allah çokça affedici ve merhamet edicidir» cümlesine kadar indi. Kavmi ona haber gönderdi. Gelip yeni­den müslüman oldu.

Abdurrazzak ve İbn Cerir «El Barudi» nin «Marifet us-Saade» ad­lı eserinden şunu rivayet ettiler:

El Haris bin Subeyb geldi, Resûlüllah'a îman etti. Sonra kâfir olup kavmine dönüş yaptı. Cenab-ı Hak, onun hakkında «rehîym» kelimesine kadar bu âyeti indirdi. Onun kavminden bir kişi bu âyeti el Haris'e götürdü. el Haris ona:

«Sana gelince, yemin ederim, bildiğim kadarıyla doğru bir insan­sın. Ve Allah'ın Resulü de senden daha doğrudur. Ve Cenab-ı Hak ise, üçümüzden de daha doğrudur» dedi. Ve el Haris yeniden Resûlüllah'a geldi İslama girdi ve Müslümanlığı güzel oldu.

Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler: «Bu âyet, Beni Amr bin Avf tan olan bir kişi hakkında nazil oldu. imandan sonra kâfir olmuştu. Şam'a gitmişti.»

İbn Cerir ve îbn ul Munzİr, Mücahid'den rivayet ettiler: Bu kişi, Beni Amr bin Avf tendi. İmandan sonra küfre girdi.» îbn Cüreyc, Abdullah bin Kesir ve Mücahid'den rivayet ediyor:

Sonra Rum diyarına kaçtı. Hristiyan dinine girdi. Sonra kavmine bir mektub yazdı: «Bana cevab veriniz. Acaba ben tevbe edebilir mi­yim?». Bunun üzerine: «Ancak tevbe edenler» âyeti celîlesi nazil oldu. O da îman ederek Medine'ye dönüş yaptı.

İbn Cüreyc, îkrime'den rivayet ediyor;

Bu âyet rahib olan Ebi Amr ve el Haris bin Suveyb bin Samit ve Vahuh bin Eset ile on iki kişi hakkında nazil oldu. Bunlar İslâmdan dönüş yapmışlardı. Kureyş müşriklerine katılmışlar idi. Sonra akra­balarına «Biz dönüş yaparsak, tevbemiz kabul olunur mu?» diye yazdılar. Bu âyeti celıle, «Ancak tevbe edenler» istisnasını getirdi ve on­lar da gelip îman ettiler.

îbn İshak ve Îbnul-Munzir, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyorlar: El Haris bin Suveyb, Uhud savaşında Beni Dubey'a'dan olan Kays bin Zeyd ile El Mecder bin Ziyad'ı öldürdü. Sonra Kureyş'e iltihak etti. Mekke'deydi. Sonra kardeşi El Celasa haber gönderdi. «Tevbe edip kav­mime dönmek istiyorum.» Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir:

Bu âyette bahsedilenler kitab ehlidirler: Hristiyanlar ve Yahudi-lerdir. Onlar kitablannda Hz. Muhammed'in sıfatlarını gördüler. Onu ikrar ettiler ve onun hak olduğuna şahitlikte bulundular. Muhammed onlardan değil de Araplardan gönderildiği zaman bu hususta kıskanç­lık gösterdiler ve Hz. Muhammed'i inkâr ettiler. İkrarlarından sonra «Niçin Muhammed bizden değildir? Onlardan gelmiştir» diye arablan kıskandıklarından ötürü küfre gittiler.

 (90) Şüphesiz ki îmanlarından sonra kâfir olan ve sonra da kâ­firliklerini artıranların tevbe I eri asla kabul edilmez...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Hafız Ebubekr El-Bezzar, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor: Bir kavm müslüman oldu. Sonra irtidat etti. Tekrar müslüman oldu. Tekrar irtidad etti. Ve kavimlerine haber gönderdiler. «Peygam­ber katında bize ricacı olunuz.» Onlar da gelip Peygambere bu duru­mu arzettiler. Bu âyet o zaman nazil oldu.

İbn Cerir, Hasan'dan rivayet ediyor:

Bunlardan maksat, Yahudi ve Hristiyanlardır. Ölüm halinde iken tevbeleri kabul edilmez.»

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «Bunlardan maksat, Yahudilerdir. Evvelâ İncil ve İsa'yı inkâr et­tiler. Sonra Muhammed ve Kur'an'ı inkâr    etmek suretiyle küfürde daha da ileri gittiler.»

İbn Cerir ve İbn ul Munzir, Ebu'l Aliye'den rivayet ettiler: Bu âyet Hristiyan ve Yahudiler hakkında nazil oldu. İmanların­dan sonra (dinlerini tahrif etmek suretiyle) kâfir oldular. Sonra yapmış oldukları bir takım günahlar sebebiyle küfürlerini daha da ileri götürdüler. Sonra o küfürlerinde iken işlemiş oldukları günahlardan tevbe etmeye kalkışıyorlar. Eğer hidayet üzerinde olsaydılar tevbeleri kabul olunurdu. Fakat delâlet üzerinde oldukları (temelleri küfür ol­duğu) için (sair) günâhlardan tevbe etmeleri kendilerini kurtara­maz...»

İbn Cerir, Ebu'I-Âliye'den rivayet ediyor:

«Asla tevbeleri kabul olunmaz» d an maksat, onlar günahlardan tevbe ederler ama günâhların temelini teşkil eden küfürden tevbe et­miyorlar. Onun için tevbeleri kabul olunmaz.

 (91) Şüphesiz kâfir olup ve kâfir oldukları halde ölenlerden yer­yüzünü dolduracak kadar altım fidye verse dahi hiçbirisinden fidye kabul edilmeyecektir...»

îbn Cerir ve îbn Ebi Hatîm, Hasan'dan rivayet ettiler : «'Kâfir oldukları    halde   ölenlerden' maksat, kâfirlerin   her fer­didir.»

Abd bin Humeyd, Buhari, Müslim, Nesei ve tbn Cerir, Enes'ten ri­vayet ettiler:

«Kâfir, kıyamet gününde Allah'ın huzuruna getiriliyor. Ve ona:   Acaba yeryüzü dolusu altının olsaydı onu fidye verip kendini kurtarmak ister miydin?» diye sorulur. O da «Evet» der. Ona: «Bundan daha kolayı senden istenildi. Onu vermedin» denilir.

Bu âyet, iktiza eder ki, hiçbir şey kâfiri Allah'ın azabından kur­taramaz. Kâfir yeryüzü dolusu altın vermiş İse dahi kurtulamaz. Dağ­lar ve tepeler ağırlığınca fidye vermiş olsa, yerin toprağı, kumu, ova­ları, dağlan, karası, denizi kadar fidye vermiş olsa yine kurtulamaz.

îmam Ahmed, Enes bin Malik'ten rivayet ediyor: «Cehennem ehlinden bir kişiye kıyamet gününde: «Eğer yeryü­zünde ne varsa hepsi senin olsaydı hepsini verip kendini kurtarmak ister miydin?» diye sorulur. Oda «Evet» der. Cenab-ı Hak ona «Bundan daha kolayım senden istedim. Daha baban Adem'in belinde iken, ba­na, hiçbir şeyi ortak koşmayacağına dair senden söz aldım. Fakat sen ortak koşmakta ısrar ettin.» Bu Hadisi, Buhari ve Müslim de rivayet etmişlerdir.

Yine tmam Ahmed, Enes'ten rivayet ediyor: Cennet ehlinden bir kişi getiriliyor. Ona:

«Ey Ademoğlu! Konağını nasıl buldun?» diye soruluyor. O: ««Ey Rabbim! En güzel konaktır.»

Cenab-ı Hak:

«tste, temennide bulun» der. O:

«Benim istek ve temennim   beni dünyaya döndürmen, senin yo­lunda on defa öldürülüp şehid olmamdır.» der.

Bu isteği, şehitlik faziletlerini    görmüş    olduğundan belirti-

yor!..

Cehennem ehlinden birisi getiriliyor. Ona:

«Ey Ademoğlu! Konağını nasıl gördün?» diye sorulur. O:

«Ey Rabbim! En kötü konak!»

Cenab-ı Hak:

«Yeryüzü dolusu altını fidye verip benden (azabımdan) kurtul­mak ister misin?»

O:

«Ey Rabbim! Evet» der. Cenab-ı Hak:

«Yalan söylüyorsun. Bundan daha azı senden istenildi. Daha ko­layı istendi. Yapmadın.» der. Böylece o cehenneme tekraren geri gö­türülür. Ve bunun için de Cenab-ı Hak:

 (91) tşte onlar var ya! Onlara elem verici bir azab var. Ve onla­ra yardımcılardan da kimse yoktur» buyurur. Yani hiç kimse onları Allah'ın azabından kurtaramaz. Elem verici azabından da onları emin kılamaz. [89]

 

Meal

 

(92) Sevdiğinizden  (Allah yolunda) harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz. Her ne harcarsanız kesinlikle Allah onu bilicidir.

(93) İsrailoğulianna Tevrat    indirilmezden önce İsrail'in (Ya-kub un) nefsine haram ettiğinden başka bütün    yiyecekler helâl idi. (Ey Habibim!) De ki: «Eğer doğru iseniz Tevrat'ı getirin okuyun.»

(94) Kim ki, bundan sonra, Allah'a karşı yalan isnat ederse, iş­te onlar var ya, zalimlerin ta kendileridir.

(95) (Ey Habibim!) De ki: «Allah doğru söyledi. Hakka yönelmiş İbrahim'in dinine uyunuz. İbrahim müşriklerden değildi.»

(96) Şüphesiz ki, insanlar için ilk kurulan ev Mekke'deki müba­rek ve âlemlere hidayet sebebi olan evdir.

(97) O evde apaçık Âyetler ve İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur. (Çıkıncaya kadar suçu ne olursa olsun kim­se dokunamaz.) Oraya yol bulabilen kimseye Allah için Kabe'yi ziyaret etmek farzdır (gerekir). Kim ki, kâfir olursa, kesinlikle (bilsin ki,) Allah âlemlerden zengindir,

(98) (Ey Habibim!)  De ki: «Ey Kitap ehli!  Allah'ın Âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz. Halbuki o sizin yaptıklarınıza şahittir.»

(99) (Ey Habibim!) De ki: «Ey Kitap ehli! İman edenleri niçin Allah'ın yolundan menediyorsunuz? Doğru olduğuna şahit olduğunuz halde o yolu niçin eğri göstermek istiyorsunuz? Allah işlediklerinizden gafil değildir.»

(100) Ey îman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerin bir takı­mına itaat ederseniz, îmanınızdan   sonra sizi kâfir olmaya çevirecek­lerdir [90]

 

Tefsir

 

(92)  Hayrın en yüce mertebesi olan «birr» mertebesinin   hakikatine insanlar ancak sevdiklerinden Allah için harcarsa varabilir. Kişi maz­lum insanlar için dünya mertebesini ve malını ve Allah yolunda özü­nü, Allah'ın ibadeti için bedenini vermek suretiyle bu mertebeye vara­bilir.

Rivayet ediliyor ki, bu Âyeti Celîle indiğinde Ebu Talha yüce Pey-gamber'e gelip, «Ey Allah'ın Resulü, benim en sevimli malım benim katımda Beyraha adlı bostanımdır. O bostanımı Allah'ın sana gös­terdiği şekilde harca ve infak et.» dedi. Resulüllah da: "Ne mutlu, ne mutlu! O mal, kârlı ve geçerli bir maldır. Benim fikrime bakılırsa, onu yakın akrabalarına taksim et.» buyurdu.

Haris oğlu Zeyd, çok sevdiği atını Resûlüllah'a getirdi. «Ey Al­lah'ın Resulü! Bu at malımın en sev i mi isidir. Allah yolunda harca» dedi. Resûlüllah atı Zeyd'in oğlu Üsame'ye verdi. Zeyd, «Atı oğluma vermek için değil, sadaka için verdim» diye istifsar edince, Resûlüllah, «Kesinlikle Allah senin sadakanı kabul etmiştir.» buyurdu.

Peygamberin bu icraatı delâlet eder ki, malın en sevimlisini ihti­yaç sahibi olan en yakın akrabaya vermek en üstün sadakadır.

Âyeti Celîle hem farz hem de müstehap olan sadakayı kapsamak­tadır.

(93) «Bütün taam, İsrail oğullanıl a helâldi. Ancak Yakub'un kendine haram ettiği taam hariç.» Hz. Yakup'ta «Arkun Nesa» adlı bir hastalık vardı.   «Eğer Allah bana şifa verirse en sevdiğim   yemeği terkedece-ğim.» diye adadı. Böylece develerin etlerini ve sütlerini yemeyi terk-etti.

Başka bir görüş bunu doktorların tavsiyesine uyarak terkettiği tarzındadır.

«Peygamber için içtihat etmek caizdir.» fikri bu Âyeti Celîleden kaynaklanmaktadır.

«De ki: Eğer doğru iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyunuz.»

Peygamberimiz onların Kitaplarıyla kendilerine mücadele açmak­la emrolundu.

Rivayete göre; Resulü Ekrem onlara bunu söylediği zaman, sus­tular ve Tevrat'ı getirmeye cesaret edemediler. Bu Âyette Hz. Muham-med'in Peygamberliğine dair en bariz bir delil vardır.

(95) «De ki!) Allah doğru söyledi. Siz Hakka yönelen ve bâtıldan yüz çeviren Hz. İbrahim'in Milletine tabî olunuz.»

Yani İslâm Milletine tabî olunuz. Zira o, aslında İbrahim'in Mil­letidir, ona tabî olunuz. Böylece İbrahim'e ve ümmetine helâl olan birtakım yemekleri size yasaklayan Yahudilikten kurtulmuş olursunuz.

Rivayet ediliyor ki, Resûlüllah'tan insanlar için yeryüzünde ilk kurulan mabed hakkında sorulduğunda, «Mescid-i Haram» sonra «Bey-tül-Makdisodir» dedi. Soruldu: «İkisinin arasında ne kadar zaman var­dır?» Buyurdu: «Kırk yıldır.»

Mescid-i Haram'ı ilk bina eden Meleklerdir. Bir görüşe göre ilk bina eden İbrahim'dir. Sonra yıkıldı. Sonra «Cürhüm» kabilesi, sonra «Ama-lika» kabilesi, sonra Kureyş kabilesi inşa ettiler.

Başka bir görüş:

«Kabe'yi ilk önce Âdem yaptı. Tufanda kaybolduktan sonra İbra­him yaptı.»

Başka bir görüş: «Âdem Kabe'yi yapmazdan önce onun yerinde Melekler tarafından ziyaret edilen «Ed-Darrah» adlı bir mabed bulu­nuyordu. Âdem Cennet'ten atıldıktan sonra orayı ziyaret etmek ve etrafında dolaşmakla emrolundu. Bu mabed, tufanda dördüncü semâ­ya kaldırıldı. Halen Melekler tarafından ziyaret edilmektedir.»

Fakat bu görüş Âyetin görünür tarafına uymamaktadır. Çünkü Âyette «İnsanlar için konuldu.» tâbiri vardır. İnsanlar ise Âdem'den (A.S.) sonra başlıyor.

Bâzı âlimler, Kabe'nin ilk mabed oluşu zaman bakımından değil, şereflilik bakımındandır demişlerdir. Yani Kabe şeref listesinin birin­ci basamağını teşkil ediyor demektir.

(97) «Onda apaçık belgeler vardır.»

O belgelerin birisi asırlardan beri uçan kuşların Kabe'nin hizasına geldiklerinde sağa sola kaymaları, yırtıcı hayvanların Harem'in hudutları dahilinde diğer hayvanlara katılıp saldırmamaları ve Ka­be'yi yıkmak maksadıyle gelen fil orduları gibi kötü niyetlilerin kah-rolunmalarıdır.

İbrahim'in makamından maksat, Kabe'yi inşa ederken üzerinde durup duvarları yaptığı taştır veya istirahat ettiği yerdir. Bunun tafsilâtı Bakara sûresinde geçti.

«Oraya giren kimse emindir.»

Yani Kabe'ye sığmana dokunulmaz. Bu dokunulmamazlık hem dünya hem âhirettedir. Zira Allah'ın Resulü: «İki Haramdan birisin­de (Yani Mekke ve Medine-i Münevvere'de) vefat eden bir kimse kıya­met gününde emniyet içinde h aş rol un ac ak tır.» buyurmuştur.

Ebu-Hanife'ye göre, irtidat etmek veya kısas yapmak veya başka bir sebepten öldürülmesi gereken bir insan Harem'e sığınırsa orada öldürülmez. Ancak çıkmaya zorlanır.

Haccı farz kılan «İstitaE» Rasûlüllah tarafından, yol azığı ve binekle tefsir edilmiştir. İmam Şafi'ye göre «istitae» mal iledir. Topal bir insan yerine haccedecek birisinin ücretine güç yetiriyorsa, onu ve-' kil olarak göndermesi vaciptir.

îmam Malik'e göre, «istîtae» bedenledir. Öyle ise, yürümeye kud^ reti olup yolda nafakasını kazanabilecek olan kimseye Hac farzdır. Ebu Hanife'ye göre, «istîtae» mal ve bedenledir. Hacc'ın farz olması için hem mal olacak, hem de bedenen sağlam olacaktır.

«Kim ki, kâfir olursa, doğrusu Allah âlemlerden zengindir.»

Haccetmiyen yerine, «kâfir olan» tabirinin kullanılması Hacc'ın farziyetini pekiştirmek ve farz olduğu halde terkedenin cezasının ağırlığını belirtmek içindir. Bunun için Allah'ın Resulü, «Kendisine farz olduğu halde haccetmeden ölen bir insan, ister Yahudi veya is­terse Hıristiyan olarak ölsün» buyurmuştur.

Rivayete göre, Hacc'ın farziyetini bildiren Âyet nazil olduğu za­man Rasûlüllah zenginleri biraraya getirip onlara bir hutbe irad etti ve buyurdu: «Allah size Hacc'ı farz kılmıştır. Öyleyse Hacc'a gidiniz.» Böylece bir tek ulus Rasûlüllah'a inandı, beş ulus da inkâra kaçtılar.

Bunun üzerine    «Kim ki, kâfir olursa, muhakkak   Allah âlemlerden zengindir.» Âyeti nazil oldu.

(98) «De ki, ey Kitap ehli niçin intan edenleri Allah yolundan menedi-yorsunuz?»

Allah yolundan maksat, «Hak Din»dir. O din ki, O ona tâbi olma­yı emretmiştir. Yahudiler durmadan Mü'minleri kışkırtıyorlardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki eski düşmanlıkları körüklüyorlar, bir­birlerine düşürmeye çalışıyorlardı. Halbuki kendileri de İslâm'ın Allah yolu olduğuna şahitlik ediyorlardı. Buna rağmen yine de fitneden sa­kınmıyorlardı.

(100) Evs ve Hazrec kabilelerinden birkaç kişi oturmuş sohbet ederler­di. Yanlarından Yahudi Kays oğlu Şâs geçti ve tatlı tatlı sohbet ettik­lerini kıskandı. Bir Yahudi gence, «Git onların yanında otur! BİAS savaşından konuş ve o savaşda okunan şiirlerden bazılarını oku!» diye fit verdi. O, savaşta Evs, Hazrec'i mağlûp etmişti. Genç gelip Yahudi-nin dediğini yaptı. Bunun üzerine Evs'liler ile Hazrec'liler münakaşa­ya başladılar. Herkes ecdadı ile iftihar (!) etmeye kovuldu. Sonunda «Silâha, sarıl! Silâh başı!» sesleri yükseldi. İki kabileden de büyük kit­leler orada toplandı. Savaşmak üzere iken Rasûlüllah, ashabı ile olay yerine geldi. Onlara hitaben şunları haykırdı: «Ey Nâs! Ben aranızda olmama rağmen, siz cahiliyet döneminin o kötü âdetlerini mi tatbik edeceksiniz? Hem de Allah sizi İslâm'la şereflendirdikten ve İslâm sa­yesinde cahil i ye tin kirlerini sizden kaldırdıktan ve kalplerinizi barış­tırdıktan sonra!» Bunun üzerine Ensarın bu iki kabilesi anladı ki, bu hareketleri Şeytanın aldatması ve düşmanlarının bir hilesidir. Böylece silâhlar yere atıldı. Allah'dan af talebinde bulundular ve sarmaş, do­laş olarak karışıp Rasûlüllah ile beraber oradan dağıldılar. Bu hadise­den sonra «Ey îman edenler! Eğer kendilerine Kitap verilen kimseler­den bir guruba kulak verirseniz, imanınızdan sonra sizi kâfir yapmayı isterler..» Âyeti nazil oldu. [91]

 

Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)

 

(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)

 (92)  Sevdiğiniz (mal) dan Allah yolunda harcamadıkça asla iyi­liğe erişemezsiniz...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Malik, Ahmed, Abd bin Humeyd, Buharı, Müslim, Tirmizi, Nesei, Enes tarikıyla rivayet ettiler:

Ebu Talha, Ensann en zenginiydi. Medine-i Münevvere'de bir hur­ma bahçesi vardı. Mallarının içinde en fazla o bahçesini severdi. îsmi beyruha idi. Tam Mescidin karşısına düşerdi. Allah'ın Resulü o bah­çeye girer, orada bulunan tatlı sudan içerdi. Bu âyeti celîle indiği za­man Ebu Talha, Resûlüllah'a gelerek:

— Ey Allah'ın Resulü! Cenab-i Hak «Sevdiğinizden Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz» buyuruyor. Benim de en se­vimli malım, katımda Beyruha adlı bahçemdir. Onu Allah rızası için gönlümden gelerek sadaka ediyorum. Onun Allah katında sevabını ve bana azık olmasını ümid ediyorum. Ey Allah'ın Resulü! Dilediğin şe­kilde onda tasarruf et. Allah sana nereyi gösterirse onda o şekilde ta­sarruf et.» dedi. Allah'ın Resulü:

«Ne mutlu! O kârlı bir maldır. O kârlı bir maldır. Senin sözlerini dinledim. Ey Eba Talha! Benim reyim; onu yakınlarına harcamandır.»

buyurdu.

Bunun üzerine, Ebu Talha: «Ey Allah'ın Resulü! Dediğini yapa­cağım» deyip bahçeyi amcazade ve akrabalarına takdim etti.

Abd bin Humeyd, Müslim, Ebu Davud, Nesei ve İbn Cerir, Enes'-ten rivayet ediyorlar:

Bu âyet, nazil olduğu zaman Ebu Talha:

«Ey Allah'ın Resulü! Cenab-i Hak bizden mallarımızı istiyor. Şa-hid ol ki, arazim olan Bayruha'yi Allah için kıldım.»

Allah'ın Resulü:

«Ey Eba Talha! Onu yakınlarına ver.» buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talha orayı Hassan bin Sabit ve Ubeyy bin Kâb'a taksim etti.

Ahmed ve Tirmizi, Enes'ten rivayet ettiler: Bu âyet, nazil olduğu zaman Ebu Talha:

«Ey Allah'ın Resulü! Cenab-ı Hak bizden mallarımızı istiyor. Şa-hid ol ki, arazim olan Beyruha'yı Allah için kıldım.» Allah'ın Resulü:

«Ey Eba Talha! Onu yakınlarına ver» buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talha orayı Hassan bin Sabit ve Ubeyy bin Kâb'a taksim etti.

Ahmed ve Tirmizi, Enes'ten rivayet ettiler:

Bu âyet, veya «Kim Allah'a güzel bir borç ile borç verir» (Baka­ra: 25) âyeti nazil olduğu zaman Ebu Talha:

«Ey Allah'ın Resulü! Falan yerde bulunan bahçem sadakadır, de­di. Eğer ben onu gizli tutmaya gücüm yetseydi ilân etmezdim.»

Allah'ın Resulü:

«Onu yakınlarının fakirleri arasında taksim et» buyurdular. Bu rivayet, yakınlardan maksat, fakirleri olduğunu açığa kavuşturdu.

Abd bin Humeyd ve Bezzar, İbn Ömer'den rivayet ederler: Bu âyet indiği zaman Cenab-ı Hakkın bana vermiş olduğu ma­lı şöyle aklımdan geçirdim. Benim katımda Rum asıllı ve Mercane ad­lı cariyemden daha sevimli malım yoktu. Ve «Mercane Allah rızası için azad edilmiştir» dedim. Eğer ben Allah için verdiğim herhangi bir şeyi geri almayı âdet edinmiş olsaydım Mercane'yi geri alıp nikâh ede­cektim» dedi. Fakat İbn Ömer onu Nafi' adlı azadlı kölesine nikâh etti.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Hz. Ömer'den rivayet ediyorlar:

Hz. Ömer, Ebu Musa el-Eşari'ye bir mektup yazdı. Celüla tutsaklarından bir cariyeyi kendisine satın almak istedi. Ömer cari­yeyi huzuruna çağırdı ve «Cenab-ı Hak sevdiğinizden Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz» buyuruyor dedi. Bundan son­ra Ömer çok sevdiği cariyeyi azad etti.

Said bin Mansur, Muhammed bin Munkedir'den rivayet ediyor: Bu âyet, indiği zaman, Zeyd bin Harise, Resûlüllah'a Şuble ismin­de bir at getirdi. Onun katında bu attan daha sevimli bir malı yoktu. Ve «Bu sadakadır» dedi. Resulü Ekrem de onu kabul etti ve o ata Zeyd'in oğlu Usame'yi bindirdi. Cenab-ı Peygamber 'atı niçin Usame'-ye verdiğine' dair Zeyd'in yüzündeki bozuntuyu görünce:

«Ey Zeyd! Şüphesiz ki Allah o sadakayı senden kabul etmiştir. Nereye verirsem seni ilgilendirmez» buyurdular.

Bu hadis, delâlet eder ki, İmam, babanın sadakasını oğluna vere­bilir. Bir de babanın baliğ ve fakir evlâdına vacip olmayan sadakasını verebilir, hükmünü sergiler.

îbn Cerir, Amr bin Dinar'dan benzerini rivayet etmiştir. Abdurrezzak ve îbn Cerir, Ma'mer'den, o da Eyyup'ten rivayet ediyor:

«Bu âyet, indiği zaman Zeyd bin Harise çok sevdiği bir atını Re-sûlüllah'a getirdi:

«Ey Allah'ın Resulü! Bu at, Allah'ın yolunda olsunu dedi. Cenab-ı Peygamber o ata Zeyd'in oğlu Usame'yi bindirdi. Zeyd nefsinde kırıl­mıştı. Cenab-ı Peygamber bunu sezince:

«Dikkat et! Şüphesiz Cenab-ı Hak senin sadakanı kabul etmiştir» buyurdu.

İbn Cerir, Meymun bin Mehran'dan rivayet eder:

Bir kişi, Ebu Zer'den amellerin hangisinin daha efdal olduğunu sordu. Ebu Zer:

«Namaz dinin, (İsiâmin) direğidir. Cihad amelin hörgücüdür. Sa­daka hayrat verici bir şeydir» dedi. Kişi:

«Ey Eba Zer! Sen bir şeyi zikretmedin. O nefsimde benim amelle­rimin en kuvvetlisidir. Onu zikretmediğini görüyorum.

Eba Zer: «O nedir?»

Kişi:

«O oruçtur.»

Eba Zer:

«Oruç, Allah'a yaklaştırıcı bir ibâdettir. Fakat burada yoktur» de-

yüp bu âyeti okudu.

Abd bin Humeyd, Beni Selim'li bir kişiden rivayet etti:

«Rebeze'de, Ebu Zer'e komşuluk yaptım. Onun orada bir sürü devesi vardı. O develeri güden zaü bir çobanı bulunuyordu..

«Ey Eba Zer! Sana arkadaşlık yapıp da develerini güdeyim. Ve il­minden istifade edeyim mi? Umulur ki Cenab-ı Hak senin katında bu­lunanlardan bana faide verir» diye sordum. Ebu Zer:

«Benim arkadaşım, bana itaat edendir. Eğer sen bana itaat edersen benim aıkadaşımsm. Aksi takdirde hayır.»                                          

Ben sordum:

«Hangi konularda sana itaat etmemi istiyorsun?»              

Ebu Zer

«Senden malımdan herhangi bir şey istediğimde araştıracaksın ve en üstününü getireceksin.»

Böylece Ebu Zer'in katında Allah'ın dilediği kadar kaldım. Sonra Ebu Zer'e «Elına'da (Ebu Zer'in aoturduğu köyün adıdır) ihtiyaç baş-göstermiş, sıkıntı vardır denildi. Buna binaen Ebu Zer, bana:

«Git, develerimden birisini getir» emrini verdi. Gidip deve sürüsünü kontrol ettim. En üstünleri, olgun olan erkeklerini gördüm. Onu getirmek istedim. Sonra Ebu Zer ailesinin ona muhtaç olduğunu hatırladım. Onu getirmekten vazgeçtim. Ondan sonra ikinci derecede ge­len bir dişi deveyi alıp getirdim.   Ebu Zer, bir defacık ona baktıktan sonra bana hitaben:                                                                               

«Ey Beni Selim Kardeşi! Bana hainlik yaptın» dedi. Ebu Zer'in ne demek istediğini anladıktan sonra o dişi deveyi bıraktım, deve sü­rüsüne vardım. O erkeği sürüp getirdim. Ebu Zer yanında oturanlara:

«Allah rızası için çalışan iki kişi var mıdır?» dedi. Orada oturan­lardan iki kişi, «Biz çalışırız» dediler. Ebu Zer:

«O halde kalkınız. Bu deveyi yıktırın. Sonra ayaklanın bağlayıp boğazlayınız» dedi. Sonra:

«Ehna'ın evlerini sayınız. Onun etini bu evler adedince taksim ediniz. Ebu Zer'in evini de bir ev sayınız» dedi. Onlar da aynı şeyi yap­tılar. Et dağıldıktan sonra Ebu Zer beni çağırdı:

«Ey Beni SelimU kardeşim. Bilmem acaba benim vasiyetimi ez­berleyip kulak'ardı mı ettin, yoksa onu unuttun mu?»

Ben:

«Senin vasiyetini unutmadım. Fakat deve sürüsünü kontrol et­tim. Erkek devenin en üstünleri olduğunu gördüm. Onu tutmak iste­dim. Sizin ona ihtiyacınızı hatırladım. Onun için bıraktım.» dedim.        

Ebu 2er:

«Sen onu bizim ona ihtiyacımız olduğundan ötürü mü bıraktın?»

Ben:

«Evet, ancak onun için bıraktım» dedim. Ebu Zer:

«Sana (hakiki) ihtiyaç gününü haber vereyim mi? Benim ihtiyaç günüm kabrime konulduğum gündür. İşte benim ihtiyaç günüm odur. Şüphesiz her malda üç ortak vardır:

1-Kader ortaktır ki, onun ha­yır mı, şer mi getireceği bilinmemektedir.

2- Vâris ortaktır ki benim ne zaman başımı mezarıma koyacağımı bekliyor, sonra o malı tamamen himayesine alacaktır. Sen de maldan ötürü kabirde azab çe­keceksin.

3- Üçüncüsü de sensin. Yani mal sahibidir. Eğer gücün ye­tiyorsa bu üç ortağın, en acizi olma! Bununla beraber Cenab-ı Hak «Sevdiğinizden Allah yoluna harcamadı kça asla iyiliğe erişemezsiniz» diyor. Ben ise, benim katımda malımın en sevimlisini nefsim âhirete varmazdan önce göndermek istiyorum» dedi.

İmam Ahmed, Aişe (R.A.) validemizden rivayet etti: Allah Resûlü'ne bir keler getirildi. Peygamber ondan yemedi. Fa­kat «yemeyiniz» de demedi. Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! Onu fakirlere yedirelim mi?» diye sordum. Cenab-ı Peygamber:

«Hayır! Ancak yediğinizden fakirlere yediliniz» buyurdu. Bu ha-disdeki, hüküm, istihbabıdır. Gerçek sevaba ulaşmak içindir...

 (93) İsrailoğuIIanna Tevrat indirilmezden önce israil'in, (Ya-kub'un) nefsine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler helâl idi...»

Bu âyet hakkında gelen eserler: İmam Ahmed, İba Abbas tarikıyla rivayet ediyor: Yahudilerden bir gurup Resûlüllah'a vardılar.  «Peygamber olan­dan başka kimsenin bilmeyeceği bazı şeyler soracağız, bize haber vere­bilir misin?» dediler. Peygamber:

»Dilediğinizi sorunuz. Fakat bana Allah'ın sözü, ya da Yakub'un, oğullarından aldığı yeminiyle söz veriniz ki,    sizin bildiğiniz bir şeyi söylediğimde İslâm üzerinde bana tâbi olacaksınız» dedi. Qnlar «Bu sözü sana verdik» deyip sordular: «Bize dört şeyden haber ver:

1-  İsrail'in, (Yakub'un) nefsine haram ettiği taam hangisiydi?

2- Kadın ve erkeğin sulan yani meni­leri nasıldır?

3- Bu sudan erkek ve dişi nasıl oluşur?

4- Uykuda olduğu halde uyanık bulunan Peygamberden, ve onun dostu olan Me-lekden bize haber ver.»

Bunun üzerine, Hz. Peygamber, onlardan haber verdiği takdirde tâbi olacaklarına dair tekraren söz aldıktan sonra buyurdu:

«Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah ile size yemin verdiriyorum. Bi­lir misiniz, İsrail şiddetli bir şekilde hasta düştü ve hastalığı uzun bir müddet devam etti. Ve Allah'a; 'eğer hastalığından kendisine şifa ve­rirse nezdinde en sevimli yemek ve içmek ne ise onu nefsine haram edeceğine dair nezr (adak) ta bulundu, adadı. Ve onun katında en se­vimli yemek de deve etiydi. En sevimli içki deve sütü idi. Onlar:

«Ey Allah'ım! Bizi muaheze etme. Evet, ya Muhammed, böyledir»

dediler.

Cenab-ı Peygamber:

«Ey Allah'ım! Sen onların üzerinde şahid ol» dedi ve devam bu­yurdu:

«Kendisinden başka mabud olmayan ve Tevrat'ı Musa üzerine in­diren Allah ile size yemin verdiriyorum. Biliyor musunuz ki, erkeğin menisi beyaz ve katıdır. Kadının menisi sarı ve incedir. Hangisi üstün gelirse, çocuk ona çeker. Peygamberlik Allah'ın izniyledir. Kişinin su­yu kadın suyundan üstün ise, Allah'ın izniyle çocuk erkek olur. Kadı­nın suyu üstün ise Allah'ın izniyle çocuk dişi olur.

Onlar: «Evet, böyledir» dediler. Cenab-ı Peygamber:

«Ey Allah'ım! Onlar üzerinde şahid ol» dedi ve devam etti:

«Tevrat'ı Musa'ya    indiren Allah adına    size yemin    veriyorum,

bilmiyor musunuz ki, ünmıi    Peygamberin gözleri uyur, fakat kalbi uyumaz.»

Onlar: «Ey Allah'ım! Bizi muaheze etme. Evet, bunu da biliyo­ruz.» dediler. Cenab-ı Peygamber:

«Ey Allah'ım! Sen şahid ol» dedi ve devam etti:

«Benim dostum Cebrail'dir. Zira Cenab-ı Hak, hangi Peygamberi göndermiş ise, mutlaka onun dostu ve habercisi Cebrail'dir» dedi. On­lar:

«İşte burada senden ayrılıyoruz. Eğer senin dostun Cebrail'den başkası olsaydı sana tâbi olurduk» diye küfürde ısrar ettiler. O, za­man Cenab-ı Hak:

«De ki: Cibril'e kim düşman ise bilsin ki gerçekten o, Kitabı, Al­lah'ın izniyle kendisinden öncekileri doğrulayıcı ve müminler için hi­dayet ve müjde olarak senin kalbine indiren O'dur.» (El-Bakara: 97) âyetini indirdi.

İmam Ahmed hadisi Said bin Cübeyr kanalıyla İbn Abbas'tan şu şekilde de rivayet etti:

Yahudiler Resûlüllah'a varıp:

«Ey Ebcl Kasım! Sana beş şey soracağız. Eğer onları bize haber verirsen senin Peygamber olduğunu bilmiş olmakla beraber sana tâbi olacağız» dediler.

Peygamber, «İsrail'in oğullarından, «Allah dediğinizin üzerinde vekildir» diye almış olduğu sözünü onlardan aldıktan sonra «Haydi, sorunuz» dedi. Onlar:

«O, Peygamberin (son Peygamber kasdediîdi) alâmetinden bize yafcer ver» dediler. Cenab-ı Peygamber:

«Onun gözleri uyur, fakat kalbi uyumaz» dedi. Onlar:

«Bize haber ver, çocuk nasıl dişi olur? Nasıl erkek olur?»

Peygamber:

«İki su (yani erkek ile kadın suyu) bir araya gelir, Erkeğin suyu gatib ise, çocuk erkek olarak gelir, kadının suyu galib ise, dişi olarak gelir» dedi. Onlar:

«İsrail'in nefsine haram kıldığı nedir?» Peygamber:

«İsrail (arakunnesa) hastalığından şikâyetçi idi. Ona en uy­gun bir şeyi, şu şu canlıların sütünde gördü.»

Hadisin ravisi İmam Ahmed diyor ki. «Bazıları yani develerin sü­tünü uygun gördü». Böylece develerin etini kendisine haram kıldı.» On­lar «Ey Muhammedi Sen doğru söyledin» dedikten sonra devam ede­rek: «Şu bulut seslerinden bize haber ver.» dediler.

Cehab-ı Peygamber:

«O Allah'ın meleklerinden bir melektir. Bulutların şevkiyle o gö­revlidir. Onun elinde veya iki elinde ateşten bir kamçı vardır. Onunla bulutları sevkediyor, Allah'ın dilediği istikamete götürüyor.

Onlar:

«O halde bu duyulan ses nedir?» diye sordular. Peygamber:

«Bu ses de, onun sesidir» buyurdu.

Onlar: «Doğru söyledin. Ancak bir tanesi kaldı. Eğer onu da bize haber verirsen işte bizi tâbi kılacak da odur. O da şudur:

«Hiçbir Peygamber yoktur ki, ona mahsus bir Melek olmasın, ona haber getirmesin. O halde bize haber ver, senin Meleklerden olan ar­kadaşın kimdir?» dediler.

Cenab-ı Peygamber: «Cebrail (A.S.)'dır benim arkadaşım» dedi. Yahudiler:

«Cebrail (A.S.) harbi, (savaşı) ve azabı indiren Melektir. O bizim düşmammızdır. Eğer sen rahmeti, bitkilerin bitmesini, yağmuru indi­ren Mikâil (A.S.) deseydin sana tâbi olurduk.» dediler.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak EI-Bakara sûresinin 97. âyetini in­dirdi.»

Hadisi, Tirmizi ve Nesei de Abdullah bin Velid bin Aceli'den riva­yet etmişlerdir. Tirmizi «Hasen ve Gariptir» demiştir. Hadiste «Ara-kunnesa» hastalığından bahsedildi. Bu hastalık, Hz. Yakub'a sarsıntı veriyor, onu uykudan uyandırıyordu. Hz. Yakub «Eğer Allah kendisi­ni şifaya kavuşturursa Allah için damarlı et yemiyeceğine veya terle­yen hayvanın etini, teri ve damarı olan hayvanın etini yemiyeceğine» dair nezerettt

Süddi ve Dahhak, «Yakub'un çocukları da onun sünnetine uya­rak, onun yolundan gitmek üzere onun haram kıldığı eti yemediler.» dediler.

Burada şayanı dikkat bazı noktalar vardır. Onları vuzuha kavuş­turalım: Bulutları sevkeden Melekten ve elindeki ateşli kamçıdan bah­sediliyor. Melek, bulutlarda bulunan negatif ve pozitif elektriklenme­den kinaye ve ibaret olabilir. Kamçıdan maksat, onlarda bulunan elektrik akımı olabilir. Hadisi, yeni keşiflere göre yorumlamak ve hadisin de­rinliklerini tetkik etmek suretiyle Resûlüllah'ın- döneminde bu hadise­yi ancak bu şekilde ifade edilebilecek halde görmek mümkündür. Dik­kat edilsin.

Fakat en uygun yorum, bu gibi muteşabih hadîslerde susup Pey­gamberin maksadını Allah'ın ilmine havale etmektir. Zira ne Meleğin ne de kamçısının veya ateşli tokmağının keyfiyeti bizce bilinmemek­tedir.

Kesinlikle ifade edelim ki, biz bulutlarda bulunan menfi ve müs-bet kuvvetlerin Melek olduğunu da iddia etmiyoruz. Ancak negatif ve pozitiflerden kinaye olabilir deriz. Biline...

Yakup (A.S.) bunu Tevrat indirilmezden önce nefsine haram kıl­mıştı. Bu münasebetle zikredilen iki noktaya temas edelim:

1- Yakup (A.S.) en sevimli şeyi nefsine haram kıldı ve Allah için terketti. Bu, onun şeriatında caiz idi. Ve «Sevdiğinizden Allah yo­lunda harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz» âyetinden sonra bunun zikri uygun düşer. Evet, Muhammed ümmeti için meşru olan da bu­dur. Yani Allah yolunda infak etmek kulun en sevdiğinden, en iştah­lı nesnesinden olmalıdır. Nitekim Cenab-ı Hak «Malı sevmesine rağ­men ondan... yedirir» (Bakara: 177) buyuruyor.

2- Hristiyanların Meryem oğlu îsa Mesih hakkındaki batıl iti-kadlarmın reddiyle ilgili açıklaması geçtikten ve itikadlarının zaif ol­duğu belirtildikten ve îsa ile annesi   hakkında hak ve gerçek   orta­ya konuldukdan sonra, Cenab-ı Hakkın onu nasıl yarattığını, kudreti ve meşiyetiyle,   onu İsrailoğullarma   peygamber olarak   nasıl    gön­dermiş, o da onları Allah'ın hidayetine nasıl davet etmiştir bahisleri geçtikten sonra, Cenab-ı Hak, Yahudilerin aleyhindeki reddiyelere baş­ladı. Onların inkâr etmiş oldukları neshin mümkün,    (caiz) oldu­ğundan bahsetti. Çünkü Cenab-ı Hak onların kitabı   olan Tevrat'ta, Nuh (A.S.) gemiden çıktığı zaman. Cenab-ı Hak, ona, yeryüzündeki bütün hayvanlann etlerini helâl kıldı. O da onlardan yerdi. Bundan sonra îsrail (Yakup) nefsine develerin et ve sütlerini    haram kıldı. Onun oğulları da bu hususta ona uydular. Ve Tevrat ta bunun haram kihnmasını getirdiği gibi başka birçok şeyleri de getirdi.

Cenab-ı Hak, Adem'e kızlarını oğullarıyle evlendirmeye izin ver­miştir. Adem'den (A.S.) sonra insanlar çoğalınca, Cenab-ı Hak bunu, haram kıldı.

İbrahim'in şeriatında, hür kadın üzerine cariye getirmek mubah idi. İbrahim (A.S.) de Hacer hususunda bunu yaptı. Onu Sare'nin üze­rine getirdi. Bu hüküm Tevrat'ta haram kılınıp neshedildi. Daha ön­ce iki kızkardeşi bir araya getirmek caiz idi. Yakub (A.S.) iki kızkar-deşi bir araya getirmişti. Sonra Tevrat'ta bu da onlara haram kılınıp neshedildi. İşte bütün bunlar Tevrat'ta nass olarak gelmiştir. İşte, bu, nesh'in tâ kendisidir. İşte, Cenab-ı Hakkın, Tevrat'ta haram kıldığı birtakım şeyleri helâl kılmak hususunda Mesih'e sistem olarak verdiği de bunlardan olsun. Niçin onlar burada Mesih'e uymuyorlar? Onu ya­lanlıyorlar? Ona muhalefet ediyorlar?

Cenab-ı Hakkın kuvvetli dinden, dosdoğru yoldan ve İbrahim mil­letinden Muhammed'e (S.A.V.) vermiş olduğu da böyledir. Niçin onlar buna îman etmiyorlar? Ve bunun için de Cenab-ı Hak:

ttlsrailoğullarına Tevrat indirilmezden önce İsrail'in, (Yakub'un) nefsine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler helâl idi.»

«Ey Habibim! De kî, eğer doğru iseniz Tevrat'ı getirin, okuyun. Çünkü Tevrat benim dediklerimi söylüyor.» buyurdu...

Said bin Mansur, Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, İbn Abbas tari-kıyla rivayet ediyorlar:

«İsrail'in nefsine haram kıldığı nedir biliyor musun? İsrail (Ya­kub) (A.S.) unutkanlık hastalığına yakalandı. Zaif düştü. Eğer Allah kendisine afiyet verirse, hiçbir zaman damarlı et yemeyeceğine söz verdi. İşte bunun için Yahudiler etlerden damarları ayırırlar ve ye­mezler.»

Bütün bu nakillerden sonra El Menar'm bu hususta söyledikleri­ni nakletmek yerinde olur:

Bu âyetler, Yahudiler tarafından İslama düşürülmek istenilen iki büyük şüpheyi defetmektedirler. Üstad-ul İmam o şüpheleri şöyle tak­rir etmiştir:

Yahudiler:

— Ey Muhammed!  (S.A.V.) Sen iddia ettiğin gibi, İbrahim'in (A.S.) ve ondan sonra gelen Peygamberlerin yolu üzerinde isen, İbrahim'e (A.S.) ve o Peygamberlere haram olan deve eti gibi bazı haramları ni­çin helâl kılıyorsun? Eğer onlara haram olanı kendine helâl kılarsan onları tasdik edici olduğunu, dinde onlarla uyum sağladığını İddia et­meye hakkın yoktur, özellikle İbrahim'i (A.S.) zikretmeye hakkın yoktur. «Ben İbrahim'e (A.S.) herkesten daha yakınım» demeye yet­kin yoktur» dediler. Birinci şüphe budur.

İkinci şüpheye gelince: Yahudiler «Allah İbrahim'e (A.S.) vaadet-ti ki, bereket onun çocuğu İshak'ın (A.S.) zürriyctinde olsun. Bütün Peygamberler İshak'ın (A.S.) zürriyetindendir. Onlar, Beytulmakdis'İ tazim ederler ve kıbleleri olarak oraya yönelip ibâdet ederler. Eğer sen de onların üzerinde bulunduklarının üzerinde olsaydın, onların tazim etti­ğini tazim edecektin. Kıbleni Beytulmakdis'ten Kabe'ye çevirmezdin. Beytulmakdis'in tazimini bırakarak başka bir yeri tazim etmez, onu kendine namazgah ve kıble edinmezdin. Böylece hepsine sen muhale­fet ettin» dediler.

Cenab-ı Hakk «İsrail oğullarına Tevrat indirilmezden önce İsra­il'in (Yakub'un), nefsine haranı ettiğinden başka bütün yiyecekler he­lâl idi» âyetiyle birinci şüphenin cevabını verdi.

Üstad-ul-îmam, «Gerek Celaleyn sahibi, gerekse birçok tefsir âlim­leri şüpheyi takrir ettiler. Fakat kanaat verici bir şekilde onun ceva­bını veremediler. İtiraf ederler ki, bazı helâller İsrail'e haram idi. Doğ­rusu, Cenab-ı Hakkın bu âyette ve başka âyetlerde bize kıssa etmiş olduğudur: O da şudur: Bütün yemek İsrail oğullarına, onlardan önce İbrahim'e helâl idi. Sonra Cenab-ı Hak onlara, ceza ve edeblendirme olsun diye, Tevrat'ta bazı helâlleri haram kıldı. Nitekim Rabbimiz «Yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kişiyi Allah yolundan alakoy-malan nedeniyle önceleri kendilerine helâl kılınmış güzel şeyleri on­lara haram kıldık.» (Nisa 160) buyurmuştur. İsrail'den maksat «İsra­il oğullan »dır. Nitekim onların katında bu tabir böylece kullanılmak­tadır. İsrail'den sadece Yakub'un (A.S.) nefsi kasdedilmez. O, şâbin, (o milletin) nefsine onu haram kılmasının mânâsı; o millet zulüm işledi, günahlar İşledi. O zulüm ve günahlar da bu haram kılmaya sebeb ol­du. Nitekim bahsedilen âyet, bunu açıkça söylemiştir. Sanki buradaki âyet şöyle diyor: Yemeklerde asıl, helâl olduğundan, îsrailoğullarına

haram etmenin nedeni onların zulümleri ve suç işlemeleri olduğu için Peygamber ve Peygamberin ümmeti de bu suçlan işlemediklerinden Peygambere ve ümmetine bu haram kılınan şeyler haram kılınmadı. Sonra Cenab-ı Hak şüphenin defini ve cevabım takrir ederek buyurdu:

«De ki: Eğer doğru İseniz Tevrat'ı getirin,okuyunuz.»Yani sözü­nüzde doğru iseniz, nasslar, sizi yalanlamasından korkmuyorsanız Tevrat'ı getirip okuyunuz.»

El Menar sahibi devamla şunu söylüyor:

Üstad ul İmam Celaleyn ve başka tefsircilerin «Yakub (A.S.) da «Arkunnesa» denilen hastalık vardı. «Eğer Allah beni şifaya kavuştu- rursa, deve etini yemiyeceğim diye nezirde bulundu» bu yorumlan îs-railiyattan gelen desiselerdir. Zira Tevrat'ta deniliyor ki «Yakub bazı yolculuklarında yolda Rab ile karşılaştı. Ve Yakub yalnız başına kaldı ve seher sökünceye kadar Rabbisiyle güreşti. Rabbisi onu yenmediğini görünce, uyluk kemiğinin basma dokundu. Ve onunla güreşirken Ya- kub'un uyluğunun başı incindi. Ve dedi: Bırak gideyim. Çünkü seher  vakti oluyor. Yakup: Beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam. Rab ona dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Yakub. O dedi: Artık sana Yakub değil ancak İsraildenilecek. Çünkü Allah ve insanlarla uğraşıp yendin. Ve Yakub dedi: Rica ederim, admı bildir? Ve dedi: Adımı niçin soruyor­sun? Ve orada onu mübarek kıldı ve Yakub o yerin adını Peniel koy­du. Çünkü «Allah'ı yüzyüze gördüm ve canım sağ kaldı» dedi. Ve Pe-niel'i geçtiği zaman üzerinde güneş doğdu ve uyluğu üzerinde aksıyor-du. Bunun için bugüne kadar îsrailoğullan uyluk başı üzerindeki kal­ça adalesinin etini yemezler. Çünkü Rab, «Yakub'un uyluk başına, kalça adelesine dokundu.» [92]

İşte görüldüğü gibi Tevrat'a göre, Yakub ne birşeyi nezrediyor, ne de nefsine birşeyi haram kılıyordu.

Denildi: Yakub'un nefsine haram kıldığı ciğer, böbrekler ve iç yağıdır. Ancak sırf üzerindeki yağlar müstesnadır.»

Mücahid «Yakub eti yenen bütün hayvanların etini kendisine ha­ram kıldı» diyor.

Bütün bunlar îsrailiyattır. Hakim'in (Müstedrek) 'inde iddia ettiği gibi, bunlann bir kısmının senedinin İbn Abbas'tan geldiği tashih edil­mişse de, sıhhatli olsa da, bunlann kökenlerinin İsrailiyyat olduğu gerçeğini değiştiremez.    En yakın olanı Üstad ul îmamın dediğidir. Çünkü ancak onun dediği tarzda delil kaim olur. Hele Tevrat'ı bilenler katında. Eğer «İsrail'den maksat Yakub'un tâ kendisi kastedilmiş ol­saydı, «Tevrat indirilmezden Önce» tâbirine ihtiyaç kalmazdı. Çünkü Yakub'un zamana Tevrat'ın iniş zamanından çok ileridedir. Bunda hiç kimse şüphe etmez. Benim katımda zihne en erken gelen mânâ şudur: İsrail'in nefsine haram kılmasından maksat, îsrailoğullarının ye­mesinden imtina ettikleri ve nefislerine   haram kıldıkları şeydir. Al­lah'tan gelen bir hükümle değil bu, adet ve taklid hükmüyle olmuş­tur. Nitekim bütün milletlerde, bu, görülüyor. Meselâ: Araplar, adet ve taklit yoluyla «Bahair ve Sevaib»in etlerini kendilerine haram kıl­mışlardır. Kur'an bunu, El-Maide ve El En'am sûrelerinde zikretmek­tedir.

Bazılarına göre âyetin defettiği şüpheler neshin inkârıdır. Onlar «Nesih yoktur, dediler. Ayet te bu inkarı defetti» diyorlar. Bu âyet, on­ları Tevrat bizzat İbrahim'in, İsrail'in üzerinde bulunduğu bazı şeyle­ri neshetti, demek suretiyle, susturup ilzam etti. Bu susturmak, öyle bir ilzamdır ki, ondan kurtuluş imkânı yoktur. Çünkü Tevrat'ta bu sabit tir. Bu da her halükârda Hz. Muhammed'inPeygamberliğine delâlet eder. Çünkü o, onlarca yanlanndakine muttali kılınmadığı ve orada ol­madığı halde onları haber verdi. İşte böylece onların «tahlil ve tah­kim ancak Allah'tan olur» konusundaki araştırmaları düşmüş oluyor. [93]

Şüphesiz ki, insanlar için ilk kurulan ev  (mabed) Mekke'­deki âlemlere hidayet sebebi olan evdir...»

Bu âyeti celîle ile ilgili eserler: ibn ul Munzir Hz. Ali'den (K.V.) rivayet ediyor: «Allah'a ibâdet için ilk kurulan ev Kabe'dir. Yoksa ibâdet için ol­mayan evler daha önce var idi» diye rivayet ediyor.

İbn Cerir Meter'den benzerini rivayet ediyor. îbn Cüreyc, Hasan Basri'den rivayet ediyor: «Allah içinde anılsın ve Allah'a ibâdet edilsin diye ilk kurulan ev Mekke'deki Kabe'dir.»

îbn Ebi Şeybe, Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Zer*den rivayet etti­ler:

Ben:

«Ey Allah'ın Resulü! İlk kurulan mescid hangisidir?» diye sordum. Buyurdular:

«Mescid-i Haramdır.»

Sordum:

«Sonra hangisidir?» Buyurdular:

«Mescid-i Aksa'dır.»

«İkisinin arasında ne kadar zaman vardır?»

«Kırk senelik bir zaman vardır.» buyurdu.

İbn Cerir ve Beyhaki, îbn Âmr'den rivayet ediyorlar: «Cenab-ı Hak yeryüzünü yaratmazdan   ikibin sene önce Kabe'yi yarattı. Allah'ın arşı su üzerinde iken Kabe beyaz bir köpük halinde idi. Yer onun altında bir kabuk gibi idi. İşte yer onun altından yayıl­dı.»

Bu hadîste, garabet vardır. Bilinsin.

İbn ul Munzir, Ebu Hureyre'den rivayet ediyor:

Kabe yeryüzünden ikibin sene önce yaratıldı. O yerdendi. Sanki su üzerine bir kabuk halindeydi. Onun üzerinde meleklerden iki zat vardı. Teşbih ederlerdi. Cenab-ı Hak yeryüzünü yaratmak istedi­ği zaman, o noktadan yeri yaydı. Kabe'yi yeryüzünün ortasına koydu.»

Bu türlü hadisler, müteşabih hadislerdir. Kesin olarak Kabe'nin şerefini ispat etmek için gelmişlerdir. Fakat sıhhat dereceleri nedir? Onu hadis kritiği yapan muhaddislere havale ediyoruz.

Kabe, İbrahim (AS.) tarafından bina edilmiştir. Bütün insanlar için bina edilmiş, ibadet ve tavaflarında, kendilerine kıble olmak ve orada itikâfa girmek hususunda bina edilmiştir. Yahudiler İbrahim'in dini ve yolu üzerinde olduklarını iddia etmelerine rağmen İbrahim'in Allah'ın emriyle bina etmiş olduğu Kabe'yi ne ziyaret ederler ne de orasını kıble edinirler.

İmam Ahmed'in, Ebu Zer'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle den­mektedir:

Sordum: «Ey Allah'ın Resulü! İlk kurulan mescid hangisidir?»

«Mescid-i Haramdır» buyurdu.

«Sonra hangisidir?»

«Mescid-i Aksa'dır.»

«İkisinin arasında ne kadar zaman vardır?»

«Kırk sene vardır.» dedi.

«Sonra hangisi?»

«Nerede namaz sana kavuşursa orada namazını kıl. Bütün yer­yüzü mesciddir» buyurdular. Hadisi, Buhari ve Müslim rivayet etmiş­lerdir.

Süddi: «Yeryüzünde kurulan ilk «ev» Kabe'dir. İsterse ibâdet, is­terse diğer, evler olsun, hepsinden önce Kabe kuruldu.» diyor. Fakat sıhhatli olan Hz. Ali'nin daha önce naklettiğimiz sözüdür. Yani Kabe yeryüzünde ilk kurulan mâbeddir. [94]

 

Kabe'nin Binası

 

Sİ Beyhaki Kabe'nin binası hakkında îbn Leyiha'dan rivayet edi­yor:

Allah, Cebrail'i Adem ve Havva'ya gönderdi. Onlara Kabe'yi bina etmelerini emretti. Âdem Kabe'yi bina etti. Sonra Cenab-ı Hak, Âdem'e (A.S.) Kabe'yi tavaf etmesini emrederek ona:

«Sen insanların evvelisin. Bu da insanlar için kurulan ilk evdir.»dedi...

Hadis, İbn Leyiha'nın müfredatmdandır. Bu zat, hadiste zaiftir. Allah daha iyisini bilir. En uygunu bu hadisin Abdullah bin Âmr üze­rinde mevkuf olmasıdır. Belki de Yermuk gününde, ehli kitabın yaz­dıklarından Abdullah'ın eline geçmiş iki çuval kîtabdan birisinden alınmadır. [95]

«bekke» kelimesi, Mekke'nin isimlerinden biridir. Ona bu isim verilmiş, çünkü o zalim ve diktatörlerin boynunu eğdiriyor. Ona var­dıklarında boyunlarını eğerler.

Bazıları da «Orada ağlandığı için oraya Bekke denilmiştir» diyor.

Kattade «Allah orada insanları karıştırmış. Kadın erkeğin önün­de, yanında namaz kılar. Oysa başka bir memlekette böyle birşey ol­maz. Böyle olduğundan ona Bekke ismi verilmiştir.» dedi.

Mücahid, İkrime, Said bin Cübeyr, Amr bin Şuayb, Mukatil bin Hayyan da böyle demişlerdir...

Said bin Cübeyr, îbn Abbas'tan:

«fecc» denilen yerden «ten'im» denilen yere kadar olan bölge­ye Mekke, Kabe'den bethâ'ya kadar olan yere de Bekke denilir» diye rivayet etmiştir.

Muğire, İbrahim'den «Bekke, Kabe ile Mesciddir »diye rivayet et­miştir.

Zühri de böyle demiştir...

İkrime, Meymun bin Mehran'dan şöyle rivayet etmiştir: «Kabe ve etrafındaki yerler Bekke'dir. Ondan sonraki kısma da Mekke denilir.»

Ebu Malik, Ebu Salih ve İbrahim-i Nehai:

«Bekke, Kabe'nin yeridir. Ondan başkasına da Mekke deniliyor.»

Mekke'nin başka isimleri de vardır: Mekke, Bekke, el-beytul atik, el-beytül-haram, el-beledul emin, el-me'mun, Um-mu Rahm, Ümmül Kura, Selay, El-Arş, El Kadise, El Mukaddese, En Nasit, El-Basit. Et Hatime, Er-Res, Devsa, El Belde, El Beniyye, El Ka­be... Bütün bu isimler Mekke'nin isimleridir.

 (97) O evde apaçık âyetler ve İbrahim'in makamı vardır...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

«Apaçık âyetler»den maksat, İbrahim'in binasıdır. Allah onu ta­zim ve şereflendirmiştir.

«İbrahim'in makamı»ndan maksat, Kabe'nin temellerini atmak ve duvarlarını yapmak için üzerine çıkıp çalıştığı taş  (yer)dir. İbrahim, o taşın üzerinde durur, oğlu îsmail de kendisine taş ve çamur uzatır­dı. O makam Kabe'nin duvarına bitişiktir. Hz. Ömer, halifeliğinde, onu doğu tarafına biraz kaydırmıştır. Ta ki onu tavaf etme imkânı olsun. Tavaftan sonra orada namaz kılan musallilerin namazı teşviş edilmesin. Çünkü Cenab-ı Hak bize Makam- İbrahim önünde namaz kılmayı emir buyurmuştur: «İbrahim makamından namazgah edininiz» (El-Bakara: 225).

El Ufi «Orada apaçık âyetler vardım âyeti kerîmesinden maksad, İbrahim'in makamı ve meş'arlar vardır demektir» diyor.

Mücahid «İbrahim'in makamında, ayaklarının izleri vardır. Bu da, açık âyetlerden birisidir» dedi.

Ömer bin Abdulaziz, Hasan, Katade, Süddİ, Mukatü bin Hayyatı da böyle dediler...

İbn Ebi Hatim, İbn Abbas tarikıyla rivayet etti:

«Makam-ı İbrahim» bütün haramdır.

Âmr'in lafzında:

«HİCR'în tamamı, İbrahim'in makamıdır» diye varid olmuştur.

Said bin Cübeyr, «Hac, İbrahim makamıdır» diyor.

Belki de Said bin Cübeyr'in Hac'tan maksadı, Hicr'dir. Çünkü Mü­cahid bunu açıkça belirtmiştir.

«Oraya giren emin olur.» Yani Mekke haremine giren her kötü­lükten emindir. Cahiliyet döneminde de durum bu idi. Kişi öldürüyor­du bunun için boynuna bir yün bağlıyor. Hareme giriyor. Maktulün oğlu ona rastlıyor, Haremden çıkıncaya kadar onu öldürmüyordu.

îbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr tankıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor:

«Kim ki Kabe'ye sığınırsa, Kabe onu emin kılar. Ancak ona ya­tak verilmez. Yemek ve su verilmez. Çıktıktan sonra günahından ötü­rü sorguya çekilerek cezalandırılır. Kısas kendisine tatbik edilir...»

El Cündi «Mekke Faziletleri» hakkında İbn Abbas ve Ebu Hurey-re'den şunu rivayet ediyor:

«Allah Mekke'yi yarattı. Onu mekruhlar ve dereceler üzerine koy­du.»

Said bin Cübeyr'den «O, dereceler nelerdir?» diye soruldu. «O, de­receler cennettir» diye cevab verdi.

El Ezraki zaif bir senedle İbn Abbas'tan rivayet etti: ,«Kim ki, Mekke'de Ramazan ayına yetişir ve orada oruç tutarsa, bütün ramazanı orada geçirir, gece ibâdetlerini mümkün olduğu ka­dar orada yaparsa, Cenab-ı Hak ona bin ramazan ayının faziletini yaz­mış olur. Her gün ona bir hasene yazar ve her gece ona bir hasene ya­zar. Ve her gün bir köle azat etmiş gibi sevab verir. Ve her gece bir kö­le azad etmiş gibi sevab verir. Hergün, onun için Allah yolunda iki atı gazilere bahşetmenin sevabını yazar. Her gece Allah yolunda iki atı gazilere bahşetmenin sevabını yazar. Her günde onun kabul edilecek bir duası da vardır.»

Dikkat! Bu ve benzeri hadisler sevabın çokluğundan kinaye olduğu gibi Mekke'de oruç tutmaya da teşvik ve terğibtir. Allah ile olan tica­rette kârın bolluğu su götürmez bir gerçektir...

İnançsızlar gibi hemen inkâra kalkışmamak gerekli olduğu gibi mümine de en yakışırı odur...

El-Ezraki Cabir b. Abdullah'dan rivayet etti:

Allah'ın Resulü «Şu Kabe Islâmın direğidir. Kim ki hac ve umre niyetiyle bu Kabe'ye gelmek üzere evinden çıkarsa, eğer Allah onun ruhunu kabzederse ona cennete götürmek sözü verilmiştir. Eğer geri gönderirse, onu ecir ve ganimetle gönderme sözünü vermiştir.» buyur­du. [96]

 

Medine Mescidinde Kılınan Namazın Derecesî

 

Beyhaki «Şuabul - İman» adlı eserinde Cabir bin Abdullah'tan rivayet etti:

«Benim Medine'de bulunan şu mescidimde bir namaz kılmak, başka mescidlerde kılınan bin namazdan üstündür. Ancak mescid-i ha­ram müstesnadır. Benim bu mescidimde cuma namazı kılmak, Mescid-i Haram müstesna diğer mescidlerde kılman bin cumadan üstündür. Be­nim bu mescidimde Ramazan ayının orucunu tutmak, Mescid-i Haram müstesna, başka mescidlerde tutulan bin ramazandan üstündür.»

El Bezzar ve İbn Huzeyme, Tabarani ve Beyhaki, Ebi Derda'dan rivayet ettiler. Allah'ın Resulü buyurdu:

«Mescid-i Haramdaki namaz başka mescidlerdeki yüzbin namaz­dan üstündür. Benim Medine'deki mescidimdekı namaz başka mescid­lerdeki bin namazdan üstündür. Beytulmakdis mecsidindeki namaz beşyüz namaza denktir.»

îbn Mace Enes'ten rivayet etti:

«Allah'ın Resulü «Kişinin evinde kılmış olduğu namaz; bir namaz sayılır. Kabilesi veya mahallesinin mescidlerinde kıldığı namaz yirmi-beş (25) namaz sayılır. Cuma mescidinde kıldığı namaz (50) elli na­maz sayılır. Mescid-i Aksa'da kıldığı namaz (500) beşyüz namaz sayı­lır. Benim Medine'deki mescidimde kılınan namaz (1000) bin namaz sayılır. Mescid-i Haram'da kılman namaz (100.000) yüz bin namaz sa­yılır.»                                                                                                     

ibn Ebi Şeybe, Müslim, Nesei ve İbn Mace, îbn Ömer'den rivayet et­tiler. Allah'ın Resulü buyurmuştur:

«Benim şu mescidimde kılman bir namaz, Mescid-i Haram müs­tesna diğer mescidlcrde kılınan bin namazdan üstündür.»

Tayalisi, Ahmed, El Bezzar, İbn Adiy, El Beyhaki, îbn Huzeyme, İbn Hibban, Abdullah bin Zübeyr'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü:

«Benim bu mescidimde kılman bir namaz, Mescid-i Haram müs­tesna, diğer mescidlcrde kılınan bin namazdan üstündür. Mescid-i Ha­ramdaki bir namaz benim bu mescidimde kılman yüz namazdan üstün­dür.»

Bu hadisi rivayet eden Ata'dan soruldu:

«Bu Mescid-i Haram hakkında söylenen fazilet sadece mescide mi mahsustur, yoksa Harem hududlanna giren her yere mi...?»

Ata:

«Hayır, Harem hududlanna giren her yere mahsustur. Çünkü Ha-rem'in tamamı mesciddir» buyurdu.

Ahmed ve İbn Mace, Cabir'den rivayet ettiler. Allah'ın Resulü: «Benim mescidimde kılınan bir namaz. Mescid-i Haram müstesna diğer mescidlcrde kılınan bin namazdan üstündür. Mescidi Haram'da kılınan bir namaz başka yerde kılınan yüzbin namazdan üstündüm bu­yurdu.

îbn Ebi Şeybe, El Buhari, Müslim, Timıizi, Nesei, İbn Mace, ve Beyhaki, Ebu Hureyre'den rivayet ettiler:

«Benim bu mescidimde bir namaz, Mescidi Haram müstesna di­ğer mescidlerdeki bin namazdan üstündür.»

El Bezzar, Aişe validemizden rivayet ediyor.

Resulü Ekrem buyurdu:

«Ben Peygamberlerin sonuncusuyum, benim mescidim de Pey­gamber mescidlerinin sonuncusudur. Ziyaret edilmeye ve kendisine doğru kervanların yola çıkması en uygun olan yer, Mescid-i Haram ile benim bu mescidimdir. Benim mescidimde bir namaz, Mescid-i Haram, müstesna, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan üstündür.»

Tayalisi, İbn Ebi Şeybe, Ahmed, îbn Meni"er Rüyani, İbn Hu­zeyme ve Tabarani, Zubeyr bin Mut'im'den rivayet ettiler:

«Benim mescidimde bir namaz, Mescidi Haram müstesna, diğer yerlerdeki bin namazdan üstündür.» [97]

 

Kâbedeki Açık Âyetler

 

İbn ul Enbari, El Kelbi'den rivayet eder:

«Kabe'de bulunan açık âyet ve alâmetlerden maksad, Kabe, Safa, Merve ve Makamı İbrahim'dir.» [98]              :

 

Haremde Emniyet Meselesi

 

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, İbn ul Munzir ve İbn Ebi Hatim, Katade'den rivayet ederler:

 (97) «Oraya giren emin olur» âyeti, cahiliyet dönemine, mahsus­tur. Yani o dönemdeki âdeti naklediyor. O dönemde, kişi, bütün günah­ları işlemiş olsa dahi Harem'e iltica etti mi kimse ona karışmaz, o ta-kib edilmezdi.. îslâmda ise, Harenfe iltica etmek, Allah'ın cezalarım dü-şürmez. Hırsızlık yapanın cezası tatbik edilir. Zina edene had tatbik edilir. Öldüren öldürülür.»

El Ezraki, Mücahid'den, Ömer bin Hattab'tan rivayet eder: «Eğer Kabe'de, Harem hududunda Hattab'ıtı katilini görsem ora­dan çıkıncaya kadar kendisine dokunmam.»

İbn ul Munzir ve El Ezraki, Tavus tankıyla İbn Abbas'tan riva­yet ettiler:

Kim ki Haram hududları haricinde adam öldürür, veya hırsızlık yapar, sonra da Harem'e dahil olursa, kimse onunla oturmaz, kimse onunla konuşmaz. Kimse onu evine almaz. Daima Harem'den çıkma­ya davet edilir. Çıktıktan sonra tutulur ve işlemiş olduğu suçun ceza­sı kendisine tatbik edilir. Eğer haram hududları haricinde öldürür ve­ya çalarsa sonra Harem'e girerse, ona cezayı tatbik etmek isterlerse, Harem'den çıkarırlar, Harem hududları dışında haddi tatbik ederler. Harem hududları içinde öldürür veya hırsızlık yaparsa Harem içinde ona had tatbik edilir.»

İbn Cerir, İkrime tarikiyle İbn Abbas'tan rivayet etti: «Bir hadise işleyen, Kabe'ye sığınırsa, o emindir. O Harem'den çı­kıncaya kadar Müslümanlar onu herhangi bir tarzda cezalandırmaz­lar. Çıktıktan sonra kendisine haddi tatbik ederler.»

Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, Ebu Şurayh el Adevi'den rivayet ettiler:

Allah'ın Resulü, Fetih gününün ertesinde:

«Mekke'yi (hududlannda uygunsuz hareketi) Allah haram etmiş­tir. Allah'a ve son güne îman eden bir kişiye Mekke'de herhangi bir kan akıtmak, heryangi bir ağacı kesmek helâl değildir. Eğer birisi Re-sûlüllah'm savaşını delil göstererek «Bana da ruhsat vardır» derse, siz ona deyiniz ki, Cenab-ı Hak Peygamberine izin verdi. Size sizin ver­memiştir. Peygamberine de ancak günün bir saatinde izin verdi. O izinden sonra Mekke'nin haramlılığı dünkü haramlığı gibi geri geldi.» buyurdu.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir: «Oraya giren ateşten emin olur» demektir, dediler. Beyhaki ibn Abbas'tan rivayet ediyor:.

Allah'ın Resulü: «Kabe'ye giren bir haseneye girmiş, bir seyyiden affolunmuş ve günahları da mağfirete uğramış olur» buyurdu.

İbn Munzir, Ata'dan:

«Harem'de ölen bir insan, emin olarak haşrolunur. Zira Cenab-ı Hak: «Kim ki, oraya dahil olursa emin olur» buyurmuştur.»

 (97) Oraya yol bulabilen kimseye Allah için Kabe'yi ziyaret et­mek farzdır. Kim ki, kâfir olursa, kesinlikle bilsin ki, Allah âlemlerden zengindir...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

Ahmed ve Tirmizi, İbn Mace ve İbn Ebi Hatim ve Hakim, Hz. Ali'­den rivayet ediyorlar:

Bu âyet, nazil olduğu zaman eshab Resul-ü Ekrem'den sordular:

  Ey Allah'ın Resulü î Her sene mi hüküm böyledir?

Cenab-ı Peygamber sükût etti. Yine sahabe:

  Ey Allah'ın Resulü! Her sene mi? dediler. Resulü Ekrem:

— Hayır, dedikten sonra:

«Eğer ben evet deseydim her sene vacib olurdu» buyurdular.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

«Sakın, size göründüğü takdirde hoşunuza gitmeyecek bir takım şeylerden sormayınız» (Maide: 101) âyetini indirdi. Abd bin Humeyd, İbn Abbas'tan rivayet ediyor: Bu âyet nazil olduğu zaman bir kişi:

«Ey Allah'ın Resulü! Her sene mi?» diye sordu. Cenab-ı Peygam­ber cevab olarak:

«Senin boynuna farz olmuş olan İslâm haccını yap» buyurduk­tan sonra:

«Eğer evet deseydim sizin üzerinize hacc her sene farz olurdu» dedi.

Abd bin Humeyd ve Hakim, İbn Abbas tarikıyla rivayet ettiler.

Resûlüllah bize hutbe okuyarak şöyle buyurdu:

«Ey nas! Şüphesiz Allah sizin üzerinize haccı farz kıldı.»

Akra' bin Habis ayağa kalktı ve:

«Her sene mi? Ey Allah'ın Resulü!» diye sordu. Cenab-ı Peygam­ber:

«Eğer ben evet deseydim her sene hac farz olacaktı. Eğer her se­ne hac farz olsaydı siz onu yerine   getirmezdiniz ve gücünüz de ona yetmezdi. Hac bir defadır. Kim ki bir defadan fazla haccederse, o tatavu  (nafile)  haccı yapmış olur» buyurdu.

Abd bin Humeyd, Hasan Basri'den rivayet etti: «Bu âyet, nazil olduğu zaman, kişinin birisi «Her sene mi ya Re-sûlellah?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:

«Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer ben evet deseydim hac her sene size vacib olacaktı. Eğer her sene vacib ol­saydı siz onu yerine getiremezdiniz. Eğer siz onu terketmiş olsaydınız (farziyetini inkâr etseydiniz) küfre girmiş olurdunuz. Ey cemaat! Sizi bıraktığım müddetçe benim yakamı bırakınız. Sizden öncekiler fazla­sıyla Peygamberlerinden sorup ve Peygamberlerle ihtilâfa düştüklerin­den dolayı helak olmuşlardır. Size bir emri söylediğim zaman, onu ye­rine getiriniz veya gücünüz yettiği kadar çalışınız. Sizi bir şeyden ya­sakladığım zaman ondan sakınınız.»

İmam Şafii, İbn Ebi Şeybe, Abd bin Humeyd, Tirmizi, İbn Mace ve İbn Cerir, Jbn Ömer tarikıyla rivayet ettiler:

Bir kişi kalkıp «Ey Allah'ın Resulü! Hacı kimdir?» diye sordu. Cevab:

«Haci, toz ve toprağa katılmış, kir ve pasa göğüs germiş ve Al­lah'ın gufranını taleb etmek maksadıyla hacem vazifelerini yerine ge­tirmeğe çalışan kimsedir.»

fiaşka birisi kalktı:

«Haccın hangi çeşidi efdaldır ya Resûlüllah?» diye sordu. Buyur­dular:

«Sık sık tehlil ve tekbir getirilen ve kurban kanları akıtılan hac çeşidi efdaldir.»

Başka birisi kalkıp:

«Ey Allah'ın Resulü! Âyet 'yol1 diyor. Yoldan maksat nedir?»

Buyurdular:

«Yoldan maksat, binek ve yol azığıdır.»

Darekutni, Enes'ten rivayet etti:

Cenab-ı Peygamberden «Yol nedir?» diye soruldu. Buyurdular: «Azık ve binektir.»

Said bin Mansur ve ibn Cerir, Hasan'dan rivayet ettiler: Cenab-ı Peygamber bu âyeti okuduğu zaman eshabı kiram: «Ey Allah'ın Resulü! Yol ne demektir?» diye sordular. Buyurdu­lar:

«Azık ile binektir.»

îbn Cerir, İbn Abbas'tan rivayet etti:

«Yoldan maksat, kulun bedeninin sıhhatli olması, azık ve binek parasının bulunmasıdır. Bu yol ve para da ona herhangi bir zarar ver­meyecektir.»

İbn Ebi Şeybe ve Abd bin Humeyd, îbn Abbas'tan rivayet ettiler: «Yol»öan maksad, genişliktir. Hacca giden ile Kabe arasında her­hangi bir düşmanın, herhangi bir mâniin girmemesidir.»

İbn Ebi Şeybe ve İbn Cerir, Abdullah bin Zübeyr'den rivayet edi­yorlar;

istitaat, kuvvet demektir. Mânâsı: Gücü ve kuvveti olursa de­mektir.

İbn Ebi Şeybe, Mücahid'den rivayet etti: «Yol bulmaktan maksat, azık ve binek bulmaktır.» İbn Ebi Şeybe ve İbn Hatim, îbrahimi Nehai'den rivayet ettiler: Kadın için mahremin bulunması yoldan sayılır. Yani mahremsiz bir kadın yol bulamamış demektir.

Hakim, Ebu Hureyre tankıyla rivayet ediyor: Resulü Ekrem buyurdu:

«Herhangi bir kadın, bir gecelik mesafeye, başka bir tâbir ile, bir Berİtlik (oniki millik) mesafeye tek başına gidemez. Ancak mahre-miyle beraber gidebilir.»

İbn Ebi Şeybe, İbn Abbas'tan rivayet etti:

Allah'ın Resûlü'nden dinledim. Hutbe okuyordu ve diyordu: «Kadın ancak mahremiyle beraber yolculuğa çıkar.»

Bir kişi ayağa kalktı ve:

«Ey Allah'ın Resulü! Benim hanımım hacca gitmek üzere çıktı. Ben de falan savaşa yazılmıştım. Ne bııyurulur?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:

«Hanımınla beraber git, haccını yap» buyurdu.

Tirmizi ve İbn Cerir, Hz. Ali'den (K.V.) rivayet ettiler: «Kimin azığı ve kendisini Kabe'ye götürecek bir bineği varsa, bu­na rağmen hacca gitmiyorsa, bu kimse ister Yahudi, ister Hristiyan olarak ölsün.»

Bunun da sebebi, Cenab-ı Hak: «Oraya yol bulabilen kimseye Al­lah için Kabe'yi ziyaret etmek farzdır. Kim ki kâfir olursa kesinlikle bilsin ki Allah âlemlerden zengindir.» (Âli-İmran: 97) buyurmuştur.

Said bin Mansur ve Ahmed, Ebi Umame'den rivayet ederler: Allah'ın Resulü «Kim ki İslâm haccını yapmadan ölürse, onu hac yapmaktan alakoyan bir hastalığı, veya zalim bir sultan veya apaçık bir ihtiyaç ortada yok ise, o İster Yahudi ister Hristiyan olarak ölsün» buyurdu.

îbn Munzir, Abdurrahman bin Sabit'ten onun benzerini merfu ve mürsel olarak rivayet etmiştir.

Said bin Mansur sahih bir senedle Hz. Ömer'den rivayet ediyor: «Kastettim ki, şu memleketlere (İslâm memleketlerini kastediyor) elçiler göndereyim. Kontrol yapsınlar, imkânı olup hac yapmayan bir İnsana haraç ytiklesinler. Onlar (kâmil) müslüman değildirler, onlar (kâmil) müslüman değildirler.»

Said bin Mansur, Nafi' tankıyla îbn Ömer'den rivayet etti: «Kim ki, hacca gitme imkânını 'bir sene önce (üç defa tekrar et­ti) elde etmiş olduğu halde hacca gitmeden ölürse, onun namazı kı­lınmaz. Yahudi mi Hristiyan mı ölmüş olduğu da bilinmez.» Bu görüş, Said b. Mansur'a mahsustur diğer fakihler katında haccın farziyetini inkâr ederse hüküm böyledir. Biline.

Said bin Mansur, Hz. Ömer'den rivayet eder:

«Eğer halk haccı terkederse, onlara savaş ilân ederim. Tıpkı na­mazı ve zekâtı terkedenlere karşı ilân ettiğimiz gibi.»

Bütün bu hadisi şerifler, haccın farziyetine inanmayarak veya bu hususta tereddüt ve tehavun (yani gevşeme) göstererek gitmeyenler içindir. Haccın farziyyetine inanır, onun hakkında herhangi bir lau­baliliği kastetmez, buna rağmen bir takım maniler (tam mazeret sa­yılmasa dahi) mevcutsa veya gevşekliğinden dolayı gitmezse, böyle bir t kimse, büyük günahı (kebairi) işlemiş oluyor. Fakat İslâmdan çıkış ancak inkâr edenler içindir. Çünkü âyetin son kısmındaki «kim ki kâ-| fir olursa» yani farziyeti inkâr ederse «Hac diye birşey yoktur» derse, 1 veya «Hacc saçmadır haşa » dese o kâfir olur. «Cenab-ı Hak âlem-lerden zengindir» cümlesi de bunu ifade etmektedir.

Bu tevili, İbn Cerir, îbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan rivayet eder­ler: «Kim ki, kâfir olursa», yani haccın farz olmadığını iddia ederse şübhesiz ki Allah âlemlerden zengindir.»

İbn Cerir ve İbn ul Munzir, îbn Ebi Hatun ve Beyhaki, İbn Ab-bas tankıyla rivayet ediyorlar:

«Kim ki haccı inkâr ederse, yani haccetmeyi herhangi bir şey gör­mezse, onu terketmek herhangi bir günahı gerektirmez, kanaatini ta­şıyorsa o kâfir olur. [99]

% Aynı eser âyetin yorumunda şunları da vermektedir:

Said bin Mansur ve Abd bin Humeyd, îkrime'den rivayet ettiler: «Kim ki İslâmdan başka bir din ararsa   ondan o din kabul edil­mez» (Maide: 3) âyeti indiği zaman, Yahudiler: «Biz Müslümanlarız» dediler. Cenab-ı Peygamber onlara:

«Cenabı Hak, müslümanlann boynuna haccı farz kılnuştır. Ka­be'yi ziyaret etmeyi farz kılmıştır» buyurdu. Onlar: «Böyle birşey bizim üzerimize farz kılınmamıştır» dediler ve Kabe'yi ziyaret etmekten kaçındılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

«Kim ki kâfir olursa şüphesiz Allah âlemlerden zengindir» âyetini cümlesini) indirdi.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, İkrime'den rivayet ettiler: «Kim ki, İslâmdan başka bir din ararsa o din ondan kabul edil- nıez» âyeti nazil olduğu zaman diğer milletler «Biz de müslümanız» dediler. Cenab-ı Hak bunun üzerine:

 (97) Oraya yol bulabilen kimseye Allah için Kabe'yi ziyaret et­mek farzdır. Kim ki, kâfir olursa Allah âlemlerden zengindir.» Bunun üzerine müslümanlar haccettiler, kâfirler haccetmekten imtina etti­ler.

Said bin Mansur, Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Dahhak'tan rivayet ettiler:

«Hac âyeti indiğinde, Resulü Ekrem milletlerin (dinlerin), ehlini, yani arap müşriklerini, Hristiyanları, Yahudileri, ateşperestleri, sabii-leri bir araya getirdi ve buyurdu:

«Allah sizin boynunuza haccı farzetmiştir. Kabe'yi ziyaret ediniz.»

Resûlüllah'ın bu buyruğunu müslümanlardan başkası kabul etme­di. Diğer milletlerin ehli onu İnkâr ettiler: «Biz buna iman etmiyoruz. Kabe'ye yönelip namaz kılanlayız. Kabe'ye yönelenleyiz» dediler. Bu­nun üzerine Cenab-ı Hak;                                     

 (97) Kim ki kâfir olursa Allah âlemlerden zengindir.»buyurdu.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Ebu Davud Nufeyi'den rivayet et­tiler:

Allah'ın Resulü, bu âyeti okuduğu zaman, Huzeyl kabilesinden bir kişi ayağa kalktı:

«Ey Allah'ın Resulü! Haccı terkeden kâfir mi olur?» Cenab-ı Peygamber:

«Kim ki onu terkettiği halde cezasından korkmuyorsa, haccettiği halde sevabını ummuyorsa o odur» buyurdu.

(98) (Ey Habibim!) De ki: Ey kitab ehli! Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? Halbuki o sizin yaptıklarınıza şahittir...»

Bu âyet hakkında gelen eserler:

İbn tshak ve îbn Cerir, Zeyd bin Eslem'den rivayet ediyorlar: ŞAS bin Kays adlı Yahudi ihtiyar birisiydi. Cahiliyet döneminde yetişmişti. Büyük bir kâfirdi. Müslümanlara karşı şiddetli bir kin bestemekteydi. Onları şiddetli bir şekilde kıskanıyordu. Allah Resûlü'nün eshabından Evs ve Hazreç kabilelerinden bir gurubun toplanmış oldu­ğu bir meclisin yanından geçti. Baktı ki, onlar toplanmış konuşuyor­lar. Bu durum Şas'ı çileden çıkardı. Onların dostluk ve birlik içinde olduklarım görmeyi bir türlü hazmedemediği bir şeydi. Aralarındaki sulh u sükûneti içine sindiremedi. Aralarında cahiliyet dönemindeki düşmanlıktan sonra nasıl olur da İslâm'da böyle bir araya gelirler di­ye kıskandı. Yanındakilere «Beni-Kayle (veya Kıyle bu, Hazreç ve Evs'i derleyen bir kabile adıdır) bu memlekette bir araya gelirlerse, Allah'a yemin ederim, biz Yahudilerin onlarla beraber durmamız müm­kün değildir. Onlar bu memlekette işbirliği yaptıktan sonra biz bura­da istikrar bulamayız.» Bunları söyledikten sonra beraberinde bulu-İ| nan Yahudi gençlerinden birisine: «Şu cemaatin yanına git. Onlarla beraber otur. Sonra onlara BÎAS gününün savaşını hatırlat. Ondan sonraki savaşları hatırlat, Evs ve Hazreç'in bu savaşlar hakkında söy­lemiş oldukları bir takım şiirleri oku.» dedi.

Bia's günü, dehşetli bir gündü. Evs ve Hazreç o günde çarpışmış­lardı. Evs o günde Hazrec'e galib gelmişti. O genç, Şas denilen Yahudi-nin sözünü tutup gitti aynı şeyleri yaptı. Bunun üzerine Evs ve Haz-recliler konuştular. Münazaa yaptılar. Geçmiş ecdadlarla iftihar et­meye başladılar. İki kabileden birer kişi diz üstü oturdu. Evs boyunun Beni Haris kabilesinden Evs bin Kays, Hazreç boyunun Beni Selim kabilesinden de Cebbar bin Sahr diz üstü oturup karşılıklı şiir okudu-|| lar ve konuştular. Sonra birisi diğerine «Eğer dilerseniz, Allah'a ye­min ederiz, o savaş ve hadiseleri taptaze olarak geri getiririz» dedi. Böylece iki gurup da öfkelendi, «Biz bunu kabul ettik» dediler. Silâha sanlınız, silâha sanlınız» feryatları ve çığlıkları atılmaya başlandı. «Yerimiz, Ez Zahire denilen yerdir» dediler. Yani iki gurup da oraya çıkacak, orada savaşacaklardır. Zahire, taşlı bir sahaydı. O sahaya çık­tılar. Evs'liler yan yana, Hazreç'liler de yanyana durdular. Tıpkı cahi-liyette olduğu gibi saf tuttular. Bu durum, Resulü Ekrem'e haber ve­rildi. Cenab-ı Peygamber oraya geldi. Yanında Muhacirlerden, eshabı kiram, vardı. Onlara şöyle seslendi:

«Ey müslümanlar cemaati!  Allah'tan korkunuz, Allah'tan korkunuz, ben aranızda bulunduğum halde, cahiliyet davasıyla mı yürüye­ceksiniz? Allah siz! hidayet ettikten, Islama vanp, İslâm'la şereflendik­ten, cahiliyet emrini sizden kestikten ve sizi küfürden kurtardıktan sonra bunu mu yapacaksınız? İslâm sayesinde sizin kalplerinizi birleş­tirdikten sonra cahiliyete mi dönüş yapacaksınız? Kâfir olarak üzerin­de bulunduğunuza mı döneceksiniz?»

Böylece Evs'lüer de Hazreç'liler de bunun şeytandan gelen bir ves­vese ve düşmanlarından gelen bir hile olduğunu hemen idrak ettiler. Silâhlarını attılar. Ağlaştılar. Kucaklaştılar. Birbirlerinin boynuna sa­rıldılar. Sonra Resûlüllah ile beraber onu dinler ve itaat ederek dön­düler. Allah onlardan Allah'ın düşmanı Şas'ın hilesini böylece uzak­laştırdı ve o zaman Şas hakkında bu âyeti celîleyi «Allah sizin yaptık­larınızdan gafil değildir» cümlesine kadar indirdi.

Evs bin Kays ile Cebbar bin Sahra ve onlarla beraber olanlar hak­kında da «100) Ey îman edenler! Eğer kitab kendilerine verilenlerden bir guruba itaat ederseniz îmanınızdan sonra sizi kâfir olarak çevire­ceklerdir» âyeti «İşte onlar var ya, onlar için büyük bir azap var» cüm­lesine kadar indi.

El Feryadi ve tbn Cerir, îbn ul Munzir ve îbn Ebi Hatim, îbn Ab-bas tarikıyla rivayet ediyorlar:

Cahiliyet döneminde Evs ve Hazrec arasında kavga vardı. Onlar bir gün otururken aralarındaki şerri hatırladılar. Öfkelendiler. Birbir­lerine karşı silâha sarıldılar. Peygambere haber getirildi ve bu durum söylendi. Resulü Ekrem binip onlara vardı. Bunun üzerine «Siz nasıl kâfir olursunuz?» âyetiyle ondan sonra gelen iki âyet iniverdi. İbn ul Munzir, îkrime'den rivayet etti:

Evs ve Hazrec kabileleri arasında cahiliyette savaşlar olmuştu. İs­lâm geldiğinde sulh oldular. Allah onların kalblerini birleştirdi. Onla­rın bir meclisinde bir Yahudi bulundu. İki kabileden birisinin söyle­miş olduğu bir şiir okudu. Bu şiir savaşlar hakkındaydı. Sanki onlar bundan alındılar. Öbür kabile: «Bizim şairimiz de şöyle şöyle demişti dediler. Böylece toplandılar, silâha sarıldılar. Savaş için saf tuttular Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

«(100) Ey îman edenler! Kendilerine kitab verilenlerden bir takımına itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfir olmaya çevirecek­lerdir.» âyetini indirdi...

Cenab-ı Peygamber gelip iki saf arasında durdu. Bu âyeti gür bir sesle okudu. Onlar âyeti ve ResûlüUah'ın sesini dinledikleri zaman sü­kût ettiler ve kulak verdiler. Ve Peygamber âyeti bitirdikten sonra si­lâhlan attılar. Birbirlerinin boynuna sarıldılar ve diz çöküp ağlama­ya başladılar.

İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Süddi'den rivayet ettiler:

Bu âyet, Sa'lebe bin Annete el Ensari hakkında nazil olmuştur. Bununla bazı Ensar arasında bir konuşma olmuştu. Beni Kaynuka Yahudilerinden birisi aralarında kovuculuk yaptı. Onları birbirlerine karşı kışkırttı. Evs ve Hazrec'ten iki gurup birbirlerine kastettiler. Si­lâha sarılıp savaşmak istediler. Onun üzerine Cenab-ı Hak, bu âyeti indirdi. Yani siz eğer silâha sarılır, yeniden döğüşürseniz küfre dönüş yapmış olursunuz demek olur.

îbn Cerir ve İbn Ebi Hatun, Süddi'den rivayet etti:

 (99) De ki: Ey kitab ehli! îman edenleri niçin Allah'ın yolun­dan menediyorsunuz?» âyetinin yorumu şöyledir: Herhangi bir müslü-man onlara «Siz, Muhammedi kitablannızda görüyor musunuz?» diye sorduğu zaman onlar «Hayır» diyorlar, böylece halkı Peygambere îman etmekten alakoymaya çalışıyorlardı. Onlar böylece eğrilik ve yok ol­mayı taleb ettiler.

Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den rivayet ederler:

«Allah'ın yolu»ndan maksat, İslâm ve Allah'ın Peygamberidir. «Siz şahitsiniz» Allah'ın (C.C.) kitabını okuduğunuzda Muhammed'in (S.A.V.) Resûlüllah olduğunu, îslâmın Allah'ın dini olduğunu görü­yorsunuz. «Allah o dinden başka din kabul etmez. Ancak ona karşı mükâfat verir» hükmünü görüyorsunuz. Onlar Tevrat ve İncil'de bun­ları yazılı olarak görüyorlardı.

îbn Cerir, Hasan'dan rivayet etti:

«Ehli kitab»tan maksad, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Cenab-ı Hak onları müslümanları Allah'ın yolundan menetmemeye çağınyor. Onlara halkı adaletten dalâlete götürmeyi Cenab-ı Hak yasakladı. [100]

 

Mühim Bir Nokta

 

El Menar sahibi «Kim ki kâfir olursa şüphesiz Allah âlemlerden zengindir» cümlesi hakkında şunları söylüyor:

Bu, daha önceki cümlenin tekididir. Ve haccı inkâr etmek üzere gelen bir ilâhi tehdiddir. Ve Cenab-ı Hakkın tenzihinin beyan ve açık­lamasıdır. Çünkü bazı zayıf vehimler, «Allah'ın beyti» denildiği zaman zihinlerine Allah'a bir ev isnad etme fikri yerleşebilir. Bunu izale ediyor bu cümle. Haccı halka farzetmekten de bazı zaifler «Allah, buna muh­taçtır» zehabına kapılabilirler. Cenab-ı Hak âyetin bu cümlesiyle bu­nu da bertaraf ediyor. Küfürden maksat, bu Beytin ilk kurulan Beyt olduğunu, İbrahim'in (A.S.) onu sıhhatli ibâdet için inşa ettiğini delil ve burhanlarla sabit olduktan sonra inkâr edilmesidir. Allah'ın onun ziyaretini hac vazifesi yapılırken farz kıldığını ve ibadette ona yönel­meyi farz kıldığını inkâr edilmesi demektir.

Bazı tefsir âlimleri: «Bu cümlenin daha Önceki cümlelerle ilişkisi yoktur. Bu cümle mutlak bir kelâmdır» demişlerdir. Bu tevil, uzak bir tevildir.

Bazıları «Haccı terk edenler için bu cümle kullanılmıştır» der­ler. Bu da, uzak bir ihtimaldir. Bbu Hureyre'den merfu olarak gelen: «Kim ki (muktedir olduğu halde) haccetmeden ölürse, isterse Yahudi, isterse Hristiyan olarak Ölsün» hadisi ile Ebu-Umame hadisi bu tevili tekid etmişse de bütün bu rivayetler zaiftirler. Ancak mevkuf bir ri­vayetle gelen hadis müstesnadır. İbn ul Cevzi onu «Mevzuat» ında, mevzu hadislerden saymıştır. Fakat o hadisin isnad yolları çok oldu­ğundan îbn ul Cevzi'nin onu mevzuattan sayması ayıpsanmiştır. Onun merfu yollarının en belirgini Hz. Ali'den (K.V.) gelen şu, yoldur:

«Kim ki, yiyecek ve bineceğe sahib olduğu halde haccetmezse, is­ter Yahudi ister Hristiyan olarak ölsün. Çünkü Cenab-ı Hak Kita­bında:

«Oraya yol bulabilen kimseye Allah için Kabe'yi ziyaret etmek farzdır» buyurmuştur.»

Hadisi Tirmizi rivayet ederek, «Hadisi gariptir. İsnadında soz vardır ve hadis zayıftır» demiştir. Hadisin ravilerinden Hilâl bin Abdul­lah, Ebu tshak'tan rivayet ediyor ki o da meçhuldür. Bazıları hadisin rivayet yollarının çokluğu hadisi hasen derecesine çıkarır demişlerdir. Nitekim diğerinde de böyledir. Fakat Akili'nin ve Darekutni'nin «Bu babta hiçbir şey sıhhatli değildir» demeleri zarar vermez. Zira biz, «Bu­rada hiç sahih birşey yok» diye iddia etmeyiz. Bunlardan daha şedidi. Hz. Ömer'in, Said bin Mansur tarafından rivayet edilen eseridir:

«Ben niyet ettim ki şu memleketlere bazı elçiler göndereyim. Kontrol etsinler, kimin imkânı varıp da hacca gitmemişse ona haraç bağlasın. Onlar müslüman değildirler, onlar müslüman değildirler.»

Bütün bu rivayetler haccın fevren (acelece) vacib (farz) olduğu­nu ispat etmektedir. Fıkıh ve eser ehlinden birçok kimseler de böyle demişlerdir. Başkaları da «Hacc farzdır. Fakat terahi (gecikme) yo­luyla» diyorlar. Fakat ihtiyat odur ki, gücü yeten bir insan mazeretsiz olduğu halde haccı tehir etmesin. Ta ki ölüm ondan evvel yakasına yapışmasın. [101]

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/354-355.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/355-358.

[3] Dikkat! Bu rivayette esbeğ, diğer rivayetlerde Sübeyğ diye bu ki­şinin adı tesbit edilmiştir. Adının asbağ oluşu daha kuvvetli bir ihtimaldir. Nasrın Ebi Îshak'tan yaptığı rivayette mübalağa var. Daha Önceki rivayetler gerçeğe daha yakındırlar. Dikkat oluna... (müellif)

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/358-374.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/374-376.

[5] Hadisdeki, parmaklar, iki parmak tabirleri ya Kudretten Kınayyedır. Ya da mateşabihtir. Manası Allaha havale edilir, Biline... (Müellif)

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/376-380.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/382.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/382-384.

[9] Küfrün eski vatanından maksad, ya yokluk sahasıdır. Veya iblis ve nesli­nin kableridir. Denizlere Kaydırmak, adalara ve deniz aşırı yerlere götürmek de­mektir

[10] Bkz. Îjbn-Kesîr C: 2 - S:  17, 18 Darul-Endülüs-Beyrut, Tarihsiz

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/384-394.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/396.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/397-399.

[14] Bkz. Ibn Kesir 2-22-23 - Dam! - Endülüs - Beyrut tabirsiz

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/399-408.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/410.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/411-412.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/412-419.

[19] Bkz. Ed-Durul Mensur 2/16     el-Halebî -  Kahire Tarihsiz.

[20] Bkz. Alusî (Ruhul-Meanî) Cild: 3 - Sahife:  123-125 - Dam îhyaı - Turası! -Arabî Beyrut - Tarihsiz.

[21] Bkz. El - Menar: 3-2SO-281 - 4. bas. Mektebetul . Kahire 1379-1960.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/419-436.

[23] Bkz. Kurtîbî 4-57 - Darul - Kâtip Kahire 1387-1967.

[24] Bkz. Fizilâl C. 1 sh. 567-568 Darû-lhya 7. Baskı 1391-1971 Beyrut

[25] Bkz. Mecmaut-tefâsîr Cild: 1-480,481 . Amire İstanbul 1317

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/436-438.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/440.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/441-444.

[28] Bkz. tbn Kesir . Cild: 2-31 Darul - Endülüs - Beyrut . Tarihsiz.

[29] Anam, babam sana feda olsun» ibaresi, bizdeki, «Canım sana feda olsun» deyimi gibidir. Sevgi ve bağlılığı ifade eder

[30] Bkz. tbn-Kesir 2-23 Dar. End. Bey.  Tarihsiz.  Bak. Ed-Durul-Mensur cild bire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/444-454.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/456.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/457-458.

[33] Bkz. înb Kesir 2-34 ? Dar. End. Bey. Tarihsiz

[34] Bkz. Inb Kesir 2-35,36 - Dar. End. Bey. tarihsiz.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/458-463.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/463-468.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/468-471.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/471-472.

[39] Bkz. Meta sahife: 1 - Âyet: 20

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/472-473.

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/474.

[42] Bkz. Bernabas İncili Fasıl: 1, âyet 1-10 Kısasul - Enbiya A.  Naccar Sahife: 372. Mü. Halebî Kahire

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/474-478.

[44] Kısasul - Enbiya 378. Müs. el-Halebî Kahire tarihsiz.

[45] Bkz. Kısasul - Enbiya Abd. Neccar 378. Mus. Halebî Kahire Tarihsiz.

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/478-483.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/483-484.

[48] Bkz, Kısasul . Enbiya Abd. Neccar 383 - Müs. el-Halebî Kahire Tarihsiz

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/484-488.

[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/488-489.

[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/489-490.

[52] Bkz. el-Faruk Cild: 1 Sahife: 29 e

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/490.

[53] Bkz. Kısasul - Enbiya Abdulvehhap Neccar S: 384 _ Halebî Kahire Tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/491-492.

[54] Metta 3. Bab, 4. Ayet. Markos 1. Bab, 3. Ayet. Luka 3. Bab. Yuhanna 1. Bab

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/492-494.

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/494-499.

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/500-501.

[58] Bkz. Kısasul - Enbiya Abd. Veh. Neccar 410, el-Halebî Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/501-502.

[59] Bkz. Kisasul . Enbiya Abd. Veh. Neccar 423 - Halebî . Hahire Tarihsiz.

[60] Bkz. Kısasul - Enbiya Abdulvehhap Naccar 422-424 - Halebî baskısı Ka­hire tarihsiz.

[61] Bkz. el-Menar:  3  217  - Mat.  Hicazî  Kahire

[62] Bkz. Abdulvehhap Neccar Kısasul - Enbiya Sahife; 434-435  eI-Ha'.ebi bas. Kahire Tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/502-508.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/508.

[64] Bkz. elJMenar: 6-25  Met. Hicazî Kahire

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/508-510.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/510-513.

[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/513.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/515.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/516-517.

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/519.

[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/520-521.

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/521-530.

[73] Bkz. Mecmaul - Vesaik es-Siyasîyye Dr. M.  Hamidullah  Darul - İrşad -Bey, tarihsiz Sahife:  141*142

[74] Bkz. îbn Kesir: 2-52 - Dar. End. Bey. Tarihsiz

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/530-543.

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/545.

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/546-547.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/547-554.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/556.

[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/557-558.

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/558-568.

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/570.

[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/571-572.

[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/572-580.

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/582.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/583-585.

[87] Bkz, Ibn Kesir: 2-66,67 Dar. End. Bey. tarihsiz

[88] Bkz. El-Menar Cild; 3-357358 - Mektebetul - Kahire 1379-1960

[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/585-591.

[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/593.

[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/594-597.

[92] Bkz. Tevrat Sıfnttekvin,     bab 32 - âyet: 24,32

[93] Bkz. El-Menar Cild: 4 - Sahife 3-5 Matbaatul-Kahire Tarihsiz.

[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/597-612.

[95] Bkz. îbn. Kesir Cild:  3 - Sabife 74-75 - Dar. Endülüs Beyrut - Tarihsiz

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/612-615.

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/615-617.

[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/617.

[99] Bkz. Ed-Durrül     Mensur C:  2 S. 56-57 Kahire, Tarihsiz

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/617-627.

[101] Bkz.   El-Menar Cild:   4,  Sahîfe 111-112  -  Matbaıtul-Kahire Bilatarih

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/628-629.