ÂL-İ İMRÂN SURESİ 5

Şifre: 5

Mukatta'at Harfleri: 5

Allah'ın Sıfatları: 6

Kitapla Öğretim: 6

Ayetin Kısımları: 6

Ayetin Kısımlarının Ayrıntılı Açıklaması: 6

Nezele Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları: 7

İnkar Cezayı Getirir: 10

Hiçbir Şey Allah'a Gizli Değildir: 11

Ana Rahminde Yaratılış: 11

Ayetten Çıkarılacak Metodolojik Mülahazalar: 11

Muhkem Ve Meteşabih Ayetler: 13

Kitabın Özellikleri: 13

Muhkem: 13

Muhkem Kelimesinin Kur'an'daki Kalıpları: 13

ŞebeheKelimesinin Manaları: 15

Kalplerin Sapmaması İçin Dua: 17

Geleceğinde Şüphe Olmayan Gün: 18

Mal Ve Evlat Ahırette Fayda Vermez: 19

Kur'an'ın Koyduğu Genel Kanunlar Ve Temel Unsurları: 19

İnkar Geleneği: 20

İnkarcıların Sonu Dünyada Mağlubiyet, Ahirette Cehennemdir: 21

Ayetin Nüzul Sebebi: 21

Sebep-Sonuç İlişkisi: 22

Haşr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 23

Mihad Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 23

Olayların Arka Planını Görmek: 24

Ayetteki Boyutlar: 24

İbret Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 25

Dünyaya Yönelen Sevgi: 25

Ayetin Analizinden Çıkacak Neticeler: 26

Allah'ın Hoşnut Olduğu Davranışlar: 26

Muttakilerin Diğer Vasıfları: 27

Tevhide Şehadet Edenler: 28

Allah Dışında İlah Olmadığına Şehadet Edenler: 28

Allah Katında Tek Din İslâm'dır: 29

Ayetten Çıkarılacak Sonuçlar: 29

Tartışma Metodu: 30

İnkarın Sonuçları: 31

Ayette Dikkat Çekilen Üç Olumsuz Davranış: 32

İnandığı Kitaba Muhalefet: 33

Ayetin İniş Sebebi: 33

Gelececeğinde Asla Şüphe Olmayan Toplanma Günü: 34

Ahiretîn Üç Özelliği: 34

Allah'ın İnsan Ve Fizik Alemle İlişkisi: 35

İnananın Dostu İnanandır: 37

Allah Gizli-Açık Her Şeyi Bilir: 40

Sadere Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 40

Sadr'daki (Göğüsteki) Oluşumlar: 40

İnsan Mahşerde Yaptıklarını Bulacaktır: 41

Kötü Amelleri Önüne Konan Kimse: 42

Sevgi Karşılıklıdır: 44

Tebi'a Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 45

Olumlu Manada Tâbi Olmak: 46

Olumsuz Manada Tâbi Olmak: 46

Allah'a Ve Peygamber'e İtaat: 46

Tav’a Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 47

İtaat Edilmemesi Gereken Kimseler: 48

En İyiyi Seçmek: 49

İstifa Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları: 49

Annenin Çocuğu İçin Duası: 50

Duanın Eğitimdeki Ağırlığı: 50

Hz. Adem'in Duası: 50

Hz. İbrahim'in Duası: 51

Erkek-Kız Karşılaştırması: 51

Hanne'nin Duası Kabul Ediliyor: 52

Keffele Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 52

Mihrab Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 53

Hz. Zekeriyyanın Çocuk İçin Duası: 55

Zekeriyya Ve Yakub Ailesinin Mirası: 55

Zekeriyya'nın Duası Kabul Ediliyor: 56

Hz. Yahya'nın Vasıfları: 57

Zekeriyyanın İmkansızlığı İtirafı: 58

Ayetin Analizinden Varılacak Genellemeler: 58

Kısır Karı İle Yaşlı Kocanın Çocuklarının Olacağına Dair Alamet: 59

Hz. Zekeriyya'ya Çocuk Verilmesinin Alameti: 59

Hz. Meryem'in Seçkinliği: 60

Meryem'in Üç Vasfı: 60

Allah'ın, Bahşettiği Nimetlere Karşılık Meryem'den İstediği Üç Şey: 61

Hz. Muhammedin Peygamberliğinin İsbatı: 61

Meleklerin Meryem'i İsa İle Müjdelemesi: 62

Allah'a Yaklaştıran Ameller: 64

İnsana 'İyi' Sıfatını Kazandıran Ameller: 64

Beşikte Konuşan Çocuk: 64

Ayette Geçen Kelimelerin Açıklaması: 65

Meryem'in, Babasız Çocuk Doğurmayı Tabiata Aykırı Bulması: 66

Peygamber Bile Eğitilmeye Muhtaçtır: 66

Vahyedilen Hikmetler: 67

Hz. İsa'nın Mucizeleri: 68

Hz. İsa'nın Mucizeleri: 68

Haleka (Yaratma) Kavramı: 69

Haleka Fiilinin Kur'an'daki Manaları: 69

Târe Fiilinin Kur'an'daki Kullanımları: 70

Hz. İsa'nın Diğer Görevleri: 72

Hz. İsa'nın Görevleri: 73

Doğru Yol Tevhiddir: 74

Farkı Ortaya Çıkarmanın Yolu Soru Sormaktır: 74

Ehasse Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 75

Havarilerin Duası: 76

Havarilerin Eylemleri: 76

Havarilerin Dilekleri: 76

Tuzağa Karşı Tuzak: 77

İnanmayanlar Kimlerdir?. 77

İsa'ya Kurulan Tuzak: 77

Mekr Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları: 77

Hz. İsa'nın Vefatı Ve Yükseltilmesi: 78

A. Hz. İsa Eceliyle Mi Öldü?. 78

Teveffî Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 79

B. Hz. İsa Tekrar Dünyaya Gelecek Mi?. 80

C. Hz. İsa Öldükten Sonra Allah Katına Nasıl Yükselmiştir?. 80

D. Hz. İsa İnkar Edenlerden Arındırılmıştır: 81

E. Hz. İsa'ya Uyanlar Kıyamete Kadar Kafirlerden Üstün Olacaktır: 81

F. Ayrılığa Düştükleri Konularda Allah Hükmedecek: 81

Kafirlerin Dünya Ve Ahirette Cezalandırılmaları: 82

Dünyevî Azap: 83

Uhrevî Azap: 83

İman Ve Amel Karşılıksız Kalmaz: 83

Kıssaların Kaynağı: 84

Hz. İsa'nın Yaratılışı Hz. Adem'in Yaratılışına Benzer: 84

Bilgiye Ters Düşmek Lanete Sebeptir: 89

Tevhide İnananlar Hakikati Kabullenir: 89

Müslümanlarla Kitap Ehli Arasında Ortak Olan Tevhid İnancında Buluşmaya Çağrı: 90

1. Ayetin İniş Sebebi: 90

2. Ortak İlkede Buluşmaya Çağrı: 90

Hz. İbrahim Hakkında Tartışma: 93

Ayetin Ortaya Koyduğu Hakikatler: 93

Tartışmada Bilginin Önemi: 93

Hz. İbrahim'in İnancı: 94

Hz. İbrahim'e Yakınlık: 94

Peygambere Yakınlık: 94

Başkasını Saptırmaya Çalışan Kendini Saptırır: 95

Kitap Ehlinin Olumsuz Duygularının Kaynağı: 95

Bilerek Allah'ın Ayetlerini İnkar Etmek: 96

Hak İle Batılı Karıştırmak Ve Hakkı Gizlemek: 96

Lebese Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 96

Libas Kelimesinin Manevî Elbise Anlamındaki Kullanımları: 97

İnançta Değişkenliği Önermek: 98

Kitap Ehlinin Tavrı Ve Doğru Yol: 99

Düşünce Farklılığı Davranış Farklılığına Sebebiyet Verir: 101

Sebil Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 102

Ahde Vefa Ve Allah Sevgisi: 102

Allah'a Olan Ahdi Az Bir Bahaya Değişmenin Karşılığı: 103

Allah Hakkında Yalan Uydurmak: 104

Peygamberlerin Görevleri: 107

Allah'ın Peygamberlerle Yaptığı Antlaşma: 109

Allah'ın Dininden Başkasını Aramak: 111

Hz. Muhammed İle Ümmeti Geçmiş Vahiylere İnanır Ve Peygamberler Arasında Fark Gözetmezler: 113

İslâm'dan Başka Din Aramak İflas Etmektir: 113

İrtidat Zulümdür: 114

Ceza İndirimi Ve Ertelemesinden Kimler Yararlanır?. 116

 


ÂL-İ İMRÂN SURESİ

 

Âl-i İmran suresinin Medine'de indiği konusunda bü tün müfessirler ittifak halindedir. İsmini, 33 ve 35. ayet­lerinde geçen ve bazı peygamberlerin soyunun menşeine işaret eden ibareden (Âl-i İmran ibaresinden) almaktadır.

Bu sure çeşitli açılardan Bakara suresinin devamı ve [bazı konularının da açılımı olduğu izlenimini vermekte. Her iki surenin de elif-lam-'nüm şifresiyle başlamış ılması, aralarındaki benzerlik ve devamlılığı gösterir, akara suresinde İsrailoğullan'nın Hz. Musa ile, Âl-i suresinde ise İsrailoğullan'nın Hz. İsa ile olan iliş-ele alınmıştır. Bakara/255'in ilk kelimeleri, Âl-i 'nin örgüsünü teşkil etmektedir.

Bakara/l 13'te yahudilerle hristiyanlann tartışması, 120. ayette ise Hz. Peygamberle olan zıtlaşmaları ele alınmıştır. Bakara/143'te müslümanlann "vasat bir üm­met" olduğu belirtilmekte, Âl-i İmran/64'te bütün bu tar­tışmaların asgari müşterekte sona erdirilmesi konusunda çağrı yapılmaktadır. Demek ki, Bakara suresi tartışmaları ve tartışmaların sebeplerini beyan ederken; Âl-ilmran su­resi, tevhid inancı etrafında toplanma zorunluluğuna dik­kat çekmektedir. Bakara suresi, kitap ile başlarken, Âl-i İmran suresi Allah'ın sıfatlarıyla başlayıp kitapla devam etmektedir. Âl-i İmran suresi Hz. Peygamber'den önce in­dirilen kitaplardan Tevrat ve İncil'i ismen zikretmekle bir bakıma Bakara süresindeki kitap kavramını açmaktadır.

Bakara/30'da Hz. Adem'in yaratılışı ele alınırken, Âl-i İmran suresinde Hz. İsa ile Hz. Adem'in yaratılışı arasın­daki benzerliğe dikkat çekilmektedir.

Bakara/79'da Allah'ın indirdiği kitabın hükümlerine

[müdahale ele alınırken, Âl-i İmran/78'de din adamları in elleriyle yazdıklarına "Allah katındandrr" diyerek [halkı kandırdıklan ifade edilir. Bu ayetler birbirinin de amı niteliğindedir.

Hem Bakara/125'te, hem de Âl-i İmran/96-97'de Ka­be'nin işlevi ve hacc ele alınmıştır. Yine hem Baka­ra/l 36'da, hem de Âl-i lmran/84'te bazı peygamberlerin bssalan anlatılmıştır. Bakara/285-286'da af, bağışlama ve merhamet için yapılan dualann devamı Âl-i îm-193-194'te bulunmaktadır.

Müşriklerle müslümanlar arasında Bedir'de vukubu-savaş ele alınırken, yanlış inancın savaşa yol açaca-işlenmektedir.

Hem Bakara, hem de Âl-i İmran suresinde akıl, bilgi düşünce, takva, ihsan, infak gibi değerler öne çıkanl-j maktadır.

Âl-i İmran/7'de Kur'an'ın bir kısmının muhkem, biı kısmının da müteşabih olduğu; müteşabihlerin (birden fazla yoruma müsait olanlann), Kur'an'm anası olan, ya­ni özünü teşkil eden açık ve kesin olan muhkem ayetle­re göre anlaşılması gerektiği; bunun için bilginin gerek­li olduğu; ilim sahiplerinin muhkem ve müteşabih ayet­lere nasıl yaklaşacağım bildikleri, ama ilim sahibi olma­yanların hata yapabilecekleri ifade edilmiş; böylece bil­ginin önemi gösterilmiştir.

200 ayetten meydana gelen Âl-i İmran suresi, başın­da yer alan elif-lam-mim harflerindeki şifrenin bir açılı­mıdır. Tıpkı bilgisayara yüklenmiş bir kitabın dosyasına aldatıldığında bütün sayfaların önümüze serilmesi gibi, Yüce Allah da elif-lam-mim şifresine tıklatınca Âl-i İm­ran suresinin ayetleri Kur'an'daki yerini almıştır. [1]

 

Şifre:

 

1. Elif-lam-mim. [2]

 

Mukatta'at Harfleri:

 

Kur'an surelerinin bazılarının başında bulunan ve muhatta'at adı verilen harflerin sırlarının insanlar tarafından bilinmesinin zor olduğu alimler tara­fından vurgulanmaktadır. Alimlerin mukatta'at harfleriyle ilgili yorumlarını Muhammed Esed Kur'an Mesajı'nda. (Ek II, s. 1333-34) özetlemiş ve konu­yu Hz. Ebu Bekir'in şu ifadesiyle bitirmiştir: "Her ilahî kelamda (kitap) bir esrar (unsuru) vardır. Kur'an'ın esrarı ise, (bazı) surelerin baş (harflerin)de (bulunmakta)dır".

Bize göre mukatta'at harfleri, bulunduğu surenin tüm ayetlerinin şifresi, başka bir ifadeyle yüzlerce sayfa bilginin yerleştirildiği bilgisayar dosyası gibidir. Genelde başında mukatta'at harfi olmayan sureler, mukatta'at har­fi olanların bir açılımıdır. Mukatta'at harflerinin farklı harflerden oluşma­sı, surelerin içindeki konuların farklılığını, benzer harflerden oluşması da konuların benzerliğini gösterir. Bu görüşümüzü şu şekilde delillendirebili-riz: Bazı surelerin başında çeşitli cisimlere, tabiat olaylarına veya kanunla­rına yapılan yeminlerin farklılığı, konuların farklılığını; benzerlikler de ko­nuların benzerliğini gösterdiği gibi, mukatta'at harfleri de aynı işlevi göre­bilir.

Birbirinin devamı olan sureler aynı mukatta'at harfleriyle başlar, birbiri­ne benzeyen sureler ise mukatta'at harfi almadan devamlılıklarını sürdürür­ler. Onun için Kur'an'ın sure ve ayet yapısı, manevî alemin kimyasal oluşu­munu aksettiren bileşimler ve sistemler ağını andırır. [3]

 

Allah'ın Sıfatları:

 

2. Allah kendinden başka tanrı olmayan, sonsuza kadar diri, hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağı, her şeyi hükmüne, iradesine bağlı kılan yaratıcı!

Âl-i İmran suresinin bu ayeti, Bakara/255'in ilk bölümüne bağlı olmakla birlikte, bağımsız bir ayet olma özelliğine de sahiptir. Bakara/255'teki aye­te'l-kür si (kürsi ayeti) denilen bölümün çok kısa bir kısmının Âl-i İmran su­resinde bağımsız bir ayet olması manidardır. Biz buna şu açılımı getiriyoruz: Nasıl ki, hidrojen gazı başlı basma bir madde olduğu halde, oksijenle çeşitli oranlarda birleşerek farklı maddeler meydana getiriyorsa, Âl-i İmran/2 ayeti de, başlı basma bir ayet olmakla beraber, başka konularla bir araya gelip farklı sentezler, ya da Kur'anî bileşimler meydana getirebilir. Biz buna Kur'an'ın kimyası diyoruz. O nedenle bu benzerlikler, Kur'an'da tekrar oldu­ğu fikrini uyandırmamalıdır. Hidrojen, oksijen, azot ve karbon belli oranlar­da bir araya geldiğinde DNA meydana gelirken, hidrojenin iki atomuyla ok­sijenin bir atomu birleştiğinde su oluşmaktadır. Kur'an'ın ayetleri de belli oranda farklı muhtevalar içinde farklı manalar yüklenirler.

Âl-i İmran/2'de, önce tevhid inancı beyan edilerek, Allah'ın birliği ilan edilmektedir. Bakara/255-256'da olumsuzluk edatının ne anlama geldiğini açıklamış, tevhid kelimesinde önce inkarın, sonra tasdikin yer aldığını söyle­miştik. Kur'an'ın birinci amacı şirki ortadan kaldırmak ve tevhid ağacım dik­mektir. Onun için de Âl-i İmran suresi tevhid inancı ile başlamaktadır.

Peki Bakara/255'te bu ifade yer aldığı halde, burada niçin tekrar edilmiş­tir? Âl-i İmran suresinin en önemli konularından biri Hz. İsa ile ilgili haki­katlerin açıklanmasıdır. Hz. İsa'yı tanrılaştıran hristiyanlann şirki reddedil­mekte olduğundan tevhid inancı ile başlamaktadır. Bakara/255'te Allah'ın sı­fatlan zikredilmiş, burada ise hnstiyanlann Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu veya tan­rı olarak nitelendirmeleri reddedilmiştir.

Diğer taraftan, Âl-i İmran/3'te yer alan Tevrat ve İncil'in kim tarafından indirildiği de cevap olmakta; kutsal kitapları indirenin nasıl bir tanrı olduğu­na açıklık getirilmektedir. Tüm kainat ve onun içindeki varlıkların kaynağı Allah olduğu gibi, tüm kutsal kitapların kaynağı da Allah'tır. Yaratmada tek­lik, öğretimde teklik şeklinde ifade edeceğimiz bu açıklamayı, Âl-i İmran/2-3 ayetleri arasındaki ilişkide görmekteyiz. Teklik ve dirilik Allah'ın zatı ile il­gili sıfatlandır. Hayy sıfatı, ölümsüz manasına da gelmektedir. Kayyum sıfa­tı ise, kendi zatı ile kaim, eşi ve benzeri olmayan, yaratıklarının bütün ihti­yaçlarını gideren, ihtiyaçlarını gidermek için gerekli olan nimetleri, kanunla­rı ve ortamı yaratan demektir. Tüm canlılar için yaşayabilecekleri ortamı ha­zırlaması, madde alemindeki dengeyi ve cisimlerin bulunması gereken yerle­ri belirlemesi bu sıfatının gereğidir.

Kısaca diyebiliriz ki tek ve diri oluşu kendi zatı ile ilgili iken, kayyum olu­şu yaratıkları ile ilgidir. Yaratıklarının bütün sorunlarını çözmesi, ihtiyaçları­nı gidermesi kayyum sıfatıyla alakalıdır. Razi'nin desteğini alarak[4] diyebiliriz ki, Âl-i İmran suresinin temel konularından biri, Hz. İsa'nm tanrı olmadığını isbatlamaktır. Bunun için de Allah'ın hayy (diri) ve kayyum sıfatlarına dikkat çekilmektedir. Çünkü Hz. İsa hayy ve kayyum olamaz. [5]

 

Kitapla Öğretim:

 

3. (Geçmişte vahyedilenlerden) bugüne ulaşan doğru ha­berleri tasdik eden bu ilahî kelamı sana safha safha indi­ren O'dur. Tevrat'ı ve İncil'i de O indirmişti.

Üçüncü ve dördüncü ayetleri kayyum sıfatına bağladığımızda şu gerçeğe ulaşmamamız mümkündür: İnsanların en önemli ihtiyaçlarından biri, hakikat bilgisine sahip olmaktır. Hakikat bilgisine sahip olmak için de öğretime ihti­yaç vardır. İşte Yüce Allah kayyum sıfatı gereği insanların bu ihtiyaçlarını gi­dermek için, hakikat bilgisini onlara indirmekte ve öğretmektedir. Şimdi bu ayetleri kısımlara ayırarak açıklayabiliriz. [6]

 

Ayetin Kısımları:

 

1. Doğruyla eğriyi ayırmaya yarayan hakikat bilgisini öğretme,

2. Kendinden öncekileri tasdik etmek,

3. Tevrat ve İncil'i de O' indirmişti. [7]

 

Ayetin Kısımlarının Ayrıntılı Açıklaması:

 

1. Doğruyla eğriyi ayırmaya yarayan hakikat bilgisini öğretme.

Hakikat bilgisi dediğimiz doğru haber veya bilgi, insanın en çok ihtiyaç duyduğu değerlerden biridir. Bize göre, doğru bilgi, insanların temel ihtiyaç­larından sayılmalıdır. Temel haklar arasında yer alan öğrenim hakkı, aynı za­manda temel ihtiyaçlar arasında da yer almalıdır. Hava, su, gıda ve barınma kadar ihtiyaç duyulmadıkça bilgi işlevini yapamayacaktır.

İnsanların bu temel ihtiyaç ve haklarını bilen Yüce Allah, 'kayyum' sıfatı gereği bu ihtiyaç ve haklarını yerine getirmek için hakikat bilgisini yavaş ya­vaş onlara indirmiş ve öğretmiştir:

Sana hakikat bilgisini taşıyan kitabı O indirdi.

Daha önce Bakara/2'de kitabın ne anlama geldiğini açıkladığımızdan bu­rada izah etmeyeceğiz. Ancak burada nezele (indirdi) fiili üzerinde durmamız gerekiyor. Nezele fiili lügatte attan veya arabadan inmek, üzerine çullanmak, batmak, gelmek, aşağı seviyeye düşmek, elektrik kuvvetini azaltmak, yokuş­tan inmek, yola çıkmak, savaşa girmek, göndermek, vahyetmek, vermek, lüt­fetmek, teslim etmek, terketmek, çekilmek, belanın başa gelmesi, görüşüne uymak, bir yerde konaklamak; enzele kalıbından alınınca cinsel ilişkide me­ninin boşalması, kaldırmanın zıttı olan indirmek, bayrağı indirmek, tahttan indirmek, fiyatı düşürmek; tenezzele kalıbından yavaş yavaş indirmek mana­larına gelmektedir. Münzel kalıbından alınıp 'söz' ile bir araya gelince, şüp­he edilmeyen söz anlamına gelir. Menzile kalıbından makam, rütbe, itibar manasını ifade eder. [8]

 

Nezele Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları:

 

Nezele kelimesi Kur'an'da şu eylemler için kullanılmıştır:

1. Gerçeklik bilgisinin indirilmesi

Âl-i Imran/3'te yer alan, "Hakikat bilgisini içeren kitabı sana indirdi" ifa­desi, İsra/105'te kitap olmadan, sadece 'hakikat' şeklinde yer almaktadır:

Ve biz bu (vahyi) değişmeyen gerçeğe işaret olarak indirdik ve o da hak ola­rak ulaştı.

Yüce Allah'ın hakikat bilgisini indirmesi, onu öğretmesi anlamına gel­mektedir.

2. Azap indirilmesi

İndirme eyleminde aynı zamanda bela, azap, musibet gibi olguların insan­ların başına gelmesi de vardır:

Biz şüphesiz bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık gök­ten bir azap indireceğiz. [Ankebut/34]

Aynı anlamı, Saffat/177 ve Şuara/4'te bulabiliriz.

İnsanların yanlış davranışları ilahî aleme yükselmekte ve oradan azabı alıp gelmektedir. Yeryüzünde devam eden yanlış davranışlara denk düşen azabı Allah göndermektedir. Onun için ayette inna münzilune (elbette biz in­direceğiz) buyurulmaktadır. Buradaki anlamı cezalandırma eylemini gerçek­leştirmektir.

3. Yağmur indirilmesi

İndirme eylemi nesne olarak yağmuru veya suyu alınca, yağdırmak anla­mına gelir:

Sen yeryüzünü ölü (kupkuru) bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabanr ve her güzel çiftten bitkiler verir. [Hacc/5]

Yağmurun yağmasını Yüce Allah indi fiili ile ifade ederken, yüklemi et­ken fiil yani geçişli olarak kullanmakta ve indirme işini kendisinin yaptığını söylemektedir.

4.  Sultan indirilmesi

Yüce Allah, indirme eyleminin kapsamına, delil ve hüküm manasına ge­len sultan kelimesini de almıştır:

Hud dedi ki: "Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Hakların­da Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz?" [A'raf/71]

Allah'ın indirdiği ayetler, bilgi ve mucizeler bir konunun doğruluğunu is-bat eden delillerdir. Sultan aynı zamanda hüküm anlamına da gelir. Yüce Al­lah'ın buradaki eylemi, dolaylı da olsa öğretmek manasını ifade etmektedir.

5. Melek indirilmesi

Yüce Allah çeşitli görevler için melekler de indirir:

Allah kendi emriyle melekleri, kullarından dilediği kimseye vahy ile, benden başka tanrı olmadığına dair kullarımı uyarın ve benden korkun diye gönderir. [Nahl/2]

Melek gönderilmesi, burada eğitim amaçlıdır. Yüce Allah mesajlarını me­lekler vasıtasıyla ilahî alemden, beşerî aleme indirip öğretim ve eğitimini gerçekleştirmektedir. Buradaki indirme eylemine gönderme manası verilebi­lir.

6. Lütfedilmesi, peygamberlik verilmesi

Allah bazı insanlara lütufta bulunur. Lütufta bulunma eylemini Cuma/4'te verme, Bakara/90'da indirme kelimeleriyle ifade etmektedir:

Allah'ın kullarından dilediğine peygamberlik vermesini kıskandıkları için Al­lah'ın indirdiğini inkar ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! [Ba­kara/90]

Buradaki indirme, peygamberlik lütfunun verilmesi anlamına gelmekte­dir. Nezzele kalıbından görevlendirmek, vermek manası da verilebilir.

7. Rızık indirilmesi

Allah Teala, kullarına çeşitli şekillerde rızık vermekte, bunlardan biri de indirme eylemiyle gerçekleşmektedir:

Size ayetlerini gösteren, sizin için gökten nzık indiren O'dur. Allah'a yönelen­den başkası ibret almaz. [Mü'min/13]

Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O, rızkı di­lediği ölçüde indirir. [Şura/27]

'Rızık indirmek', nzık vermek manasına alınmalıdır. Fakat bazı nzık çe­şitleri mucize olarak indirilmektedir. Taha/80'de İsrailoğullan'na men (bıldır­cın) ve selva (kudret helvası); Maide/113-114'te sofra indirildiği beyan edil­mektedir.

Ayetlerden anlaşılıyor ki, her ne kadar nzık yeryüzünden elde ediliyorsada, planlaması gökten yere doğru olmaktadır. Yerin bize verdiği her şey, gök­ten ona gelenlerdir.

8. Güven indirilmesi

Yüce Allah Âl-i İmran/154'te, kederin ardından müslümanlara güven in­dirdiğini söylemektedir. Buradaki keder ve güveni ferdî manada alırsak, psi­kolojik bir oluşumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Ama bu psiko­lojik durumun, toplumla alakası olduğu düşüncesini taşıyoruz. Çünkü ayet­teki zamirler çoğuldur. Dolayısıyla sosyolojik anlamda, toplumun güvende olmasını ifade etmektedir.

Burada önemli olan güven ve kederin psikolojik veya sosyolojik olup ol­madığı değil, güvenin Allah tarafından insanlara indirilmesidir. Buradaki 'in­dirme' kavramı, değişime, bir duyguyu çıkarıp ötekini koyma eylemine dik­kat çekmektedir. Kederi giderip yerine güveni yerleştirmektedir. Bu anlamın­dan hareketle, güven duygusunun ilahî kaynaklı boyutuna dikkat çekildiğini söyleyebiliriz.

9. Sükunet indirilmesi

Tevbe/26 ile Fetih/4'te Peygamber ve mü'minlerin üzerine ve gönüllerine sekine (huzur, cesaret, soğuk kanlılık) indirildiği beyan edilmiştir. Aslında sükunet Âl-i İmran/154'teki emene yani güven ile eş anlamlıdır.

Allah Teala, Peygamberinin ve kendisine inananların kalbine huzur ve ce­saret indirerek psikolojik rahatsızlığı, endişeyi ortadan kaldırmıştır.

10. Orduların indirilmesi

Tevbe/26'da "Sizin görmediğiniz ordular indirdi" buyurulmaktadır. Ordu­lar, ya da askerler indirilmesi, görünmeyen güçlerle donatmak anlamına ge­lir. Fetih/4 ayetine göre, yer ve göklerin bütün orduları Allah'a aittir. Gökte­ki orduları, yeryüzüne göndermesi, burada 'indirdi' kelimesiyle ifade edil­mektedir.

11. Elbisenin indirilmesi

Allah A'raf/26'da avret yerlerini örtmeleri ve bir süs olması için Ademo-ğullan'na elbise indirdiğini ifade etmektedir. Allah'ın elbise indirmesi, elbise yapma sanatını öğretmesi anlamına alınmalıdır.

12. Demirin indirilmesi

Hadid/25'te, içinde büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar olan demi­rin indirildiği beyan edilmektedir.

Demir madenini bulup demir haline getirmesi, insanlığın hayatında çok önemli bir değişim safhasını teşkil ettiği için, Allah kendi öğretimiyle onu in­sanlığa kazandırdığını ifade etmektedir. Demiri keşfettirmesi, onun bilgisini insana verip öğretmesi, 'indirdi' kelimesiyle ifade edilmiştir. Yoksa demirin bizzat gökten indirilmesi kasdedilmemiştir.

13. Nur indirilmesi

Allah Tegabün suresinde indirdiği nura iman edilmesini emretmektedir:

(Onun için Allah'a, Peygamberine ve indirdiği­miz o nura inanın; Allah yaptıklarınızdan haberdardır). [Tegabün/8]

Ayetteki nur'dan kasıt Kur'aridır, Şura/52 ayeti de bunu teyid etmektedir. Teğabün/8'deki j£ (mz<z/=indirme) kelimesi, vahyetmek, bahşetmek anlamı­na a-lınmalıdır. Diğer taraftan buradaki indirmeye, 'öğretmek' manasını ver­mek de mümkündür.

14. Emir indirilmesi

Talak suresinde şöyle buyuruluyor:

(İşte bu, Allah'ın size indirdiği emridir). [Talak/5]

Talak suresinin ilk dört ayetinde, boşanma hukuku ile ilgili bazı hüküm­ler, kanunlar koyan Yüce Allah, beşinci ayetinde bu hükümlere emr (buyruk) manasını vermektedir. Hükmü ulaştırmak, bildirmek, öğretmek anlamına da gelmektedir.

15. Mizan indirilmesi

(Ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik). [Hadid/25]

Buradaki mizan ile insana, haklı ile haksızı, doğru ile yanlışı ayırma yete­neğinin verilmesi kasdedilmektedir. Mizan'ı, doğru ile yanlışı ayıran yetenek terazisi olarak alırsak, 'indirme' eylemini de 'verdi' manasına alabiliriz. Te­razi manasına alırsak mizaria 'öğretmek' manasını verebiliriz.

16. Hayr indirilmesi

Fayda, iyi, lütuf, ihsan manalarına gelen hayrın, Bakara/105'te ve Ka-sas/24'te indirilen bir şey olduğuna şahit oluyoruz:

(Bunun üzerine Musa, onlann yerine hayvanları sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve "Rabbim! Doğrusu bana in­direceğin her hayra muhtacım" dedi). [Kasas/24]

Buradaki indirme, lütfetmek, ihsan etmek ve vermek anlamım ifade et­mektedir. Öğretmek, göndermek, indirmek, koymak, bahşetmek, vermek, ulaştırmak, bildirmek manalanyla nezele kavramı, eğitim içerikli ilahî alem­le beşerî alemi birbirine bağlayan eylemi ifade etmektedir. Ayetteki nezzele kalıbı, yavaş yavaş indirildiğine işaret etmektedir. Tevrat ve İncil'le ilgili in­dirme eylemi, enzele kalıbından getirilmiştir.

"Hakikat bilgisini öğretti" şeklinde mana verdiğimiz üçüncü ayetin bu bö­lümünde yer alan (bi'l-hakk=hak ile) ifadesini, Bakara/2'deki (lâ ray be üzerine hiçbir şüpheye yer olmayan) ifadesiyle birlikte ele aldığı­mızda anlaşılır ki, hakikat bilgisi, şüphe edilmeyen bilgidir. Secde/2'de de aym ifade yer almaktadır. Böylece hakikat ile şüphe edilmeme arasında sıkı bir bağ olduğu ortaya çıkar.

Diğer taraftan yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/3'teki hakk kavramını, Kehf/1'deki eğrilik bulunmayan ifadesiyle de tefsir etmek müm­kündür. Hakikat bilgisine sahip olan bir kitapta eğrilik, çapraşıklık bulun­maz. Şüphe edilen, eğrilik bulunan bir kitabın hakikat bilgisini taşıması mümkün değildir. Ayrıca Kehf/2'deki kayyim kavramı, 'dosdoğru' ve 'tutar­lı' manasına gelir. "Hakikat bilgisi" dosdoğru ve tutarlı anlamına da gelebi­lir. Yüce Allah'ın gönderdiği kitap, yani Kur'an, şüphe edilmeyen, eğrilik bu­lunmayan, tutarlı hakikat bilgisini içermektedir. Âl-i Imran/3'teki hakk kav­ramını Tank/13 ve 14 ayetleriyle de tefsir etmek mümkündür:

(Bakın bu ilahî kelam doğruyu yanlıştan ayıran bir sözdür. Boş bir lakırdı değildir). [Tank/13-14]

Hakk, fasl (ayırmak) demektir. Hak olan bilgi, ayırdedici olan bilgidir. Eğer Kur'an, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü ayırdedici olmasaydı hakk sıfatını kazanamazdı. Furkan, fasl ve hakk olma­sı, aynı işlevi gördüğünü ifade etmektedir. Tank/14'teki hezl, "boş bir lakır­dı, şaka" manasına gelmektedir. Fasl olması, hezl olmadığını ifade etmekte­dir. Hakikat bilgisinde şaka olmaz, boş bir lakırdı bulunmaz.

Aynca Âl-i İmran/3'teki kitabe bi'l-hakk'ı (hakk kitap/hakikat bilgisine sahip olan kitap) ifadesi, ihtilaf bulunmayan kitap anlamına gelir. Nisa suresin­de bu şöyle ifade edilmektedir:

(Onlar bu Kur'an'ı hiç anlamaya çalış­mazlar mı? Eğer o, Allah'tan başka birinden gelmiş olsaydı, onda mutlaka bir çok ihtilaf, yani çelişkiler bulurlardı). [Nisa/82]

Hakikat bilgisinde, ihtilaf, yani çelişki olması mümkün değildir. îçinde çelişkiler olan bir kitap için, Hak ile sana kitabı Allah indirdi denmesi doğru olmazdı. İçinde ihtilafın, yani çelişkinin bulunmaması hem Allah tarafından gönderildiğine, hem de hakikat bilgisine sahip olduğuna delil teşkil etmekte­dir. Çünkü insan, çelişki bulunmayan bir kitabı yazamaz ve yazması da mümkün değildir.

Diğer taraftan Razi'nin naklettiğine göre Esamm ir (hakk) kavramına, Allah'ın kullan üzerindeki haklarını, insanların birbirleriyle olan ilişkilerin­de meydana gelen haklan bildirmek[9] anlamını vermektedir. Demek ki Kur'an Allah hakkını, insan haklannı ve diğer canlıların haklarım bildirmek için gelmiştir. Öyleyse Kur'an'ın, haklar beyannamesi olarak gönderildiğini söyleyebiliriz.

2. Kendinden öncekileri tasdik etmek

Genel olarak müfessirler ayetteki, (beyne yedeyh) ifadesine, "kendin­den öncekiler" manasını vermektedirler. Aslında "elleri arasındakini" şeklin­de mana verilmesi gerekir.

Ancak bu ifade hem Allah için [Bakara/255], hem de Kur'an için [Âl-i İmran/3] kullanılmaktadır. O nedenle farklı mana verilmesi zorunludur. Ra-zi, Bakara/255'te geçen +&£&. (beyne eydîhim) ifadesinin manasını, çeşitli müfessirlerden alıntılarla özetlemektedir:

a) Mücahid, Ata ve Süddi  (beyne eydîhim) ifadesine, önlerindeki yapacaklan dünyevî işler manasmı vermişler.

b) Dahhak ve Kelbi, -ahirete gidecekleri ve ahiret de önlerinde olduğu için- ahiret manasını vermişler.

c) Ata'nın rivayet ettiğine göre İbn Abbas, gök ile yer arasında bulunan şeyler manasını vermiştir.

d) Varlıkların, ecelleri sona erdikten sonraki[10] durumunu ifade eder.

Bakara/255'te (beyne eydîhim-önlerinde olanı) derken, sonunda çoğul zamir (him=onlar) gelmiştir. Ama Âl-i İmran/3'te tekil zamir geldiğin­den, Kur'an'a işaret etmektedir. Bakara/255'te Yüce Allah'ın ilmini ifade ederken, burada Kur'an'in tasdikine işaret etmektedir. Bakara/255'te bilgi, Âl-i İmran/3'te tasdik söz konusudur. Bilmenin faili Allah, tasdikin faili ise Kur'an'dır.

Diğer taraftan Bakara/255'teki eydîhim ibaresi çoğul; Âl-i İmran'daki ye-deyhi ibaresi ise tekildir. Bütün bu açıklamalardan sonra Âl-i İmran/3'e dö­nersek ibareye, "Onun elleri arasında" veya "Onun önüne konulmuş olan" veya "Ondan önce" şeklinde mana vermek mümkün olur. Elleri arasında olan şey, geçmişten gelen ve bir hakikat bilgisi olma vasfını taşıyan tüm kutsal ki­tapların hükmüne Kur'an'ın yer vermesi ve kendisinin onların bir devamı ol­duğunu ifade etmesi ve onların yaşamasını sağlamasıdır.

Kendinden önceki kutsal kitapları tasdik etmeyen bir kitap, mü'minlerine, peygamberler arasında fark gözetmeyin deme hakkına sahip olamaz. Baka­ra/285'teki Allah'ın elçileri arasında ayrım yapılmaması gerektiği inancı, Kur'an için "kendinden öncekileri tasdik" etmeye dönüşmektedir. Kur'an kendisinden önceki kutsal kitaplar arasında aynm yapmadığı için, inananla­rına peygamberler ve önceki kitaplar arasında aynm yapmamalarım emret­mektedir.

Âl-i İmran/3 ayetinin bu kısmında yer alan (doğru haberleri tasdik eden) ifadesine başka bir yorum getirmek de mümkündür: Kur'an, önüne ko­nan ama insanlara faydalı olan, hakikatle ilgisi bulunan beşerî düşünceleri değerlendiren ve doğruluklarına karar veren anlamına da gelebilir. Tasdik kavramının özünde değerlendirmek de vardır. Kur'an, önüne konan bütün fi­kirleri değerlendirebilecek hakikat bilgisine sahiptir. Çünkü Kur'an, altının ayarını belirleyen mihenk taşı gibi, bütün düşüncelerin doğruluğunu, kalite­sini belirleyen bir ölçüttür. Bu yorum, Kur'an'ın hakikatle beraber indirilme­sine de uygun düşmektedir. Şüphe olmayan, hakikat bilgisine sahip olan, çe­lişki bulunmayan, haklan belirleyen, ayırdedici olan, boş bir lakırdı olmayan, eğrilik bulunmayan, doğru olan Allah'ın indirdiği Kur'an, düşünceleri değerlendirip doğrulan ile yanlışlarını ayırdedici özelliğe ve yetkiye sahiptir.

3. (Tevrat ve İncil'i de O' indirmişti).[11]

Ayetin bu kısmı Tevrat ve İncil'e inananlara, bu üç kitabın aynı kaynaktan geldiğini hatırlatarak, Kur'an'a da inanmalarını tavsiye etmektedir. Kur'an'ın onları tasdik etmesi de bundan kaynaklanmaktadır. [12]

 

İnkar Cezayı Getirir:

 

4. Geçmişte insanlığa yol gösterici olarak yine O indir­mişti, doğru ile yanlışı birbirinden ayırdetmeye yarayan gerçeklik bilgisini de. Allah'ın ayetlerini inkara şartlan­mış olanlara gelince; onları acı bir azap beklemektedir; zira Allah kudret sahibidir, kötülüğü cezalandırandır.

Bu ayette yer alan hüden (yol gösterici) kavramını Bakara/2'de, furkan kavramını da Bakara/53'te izah etmiştik.

Yol gösterme ve doğru ile yanlışı ayırma özellikleri, hem Tevrat ve İn­cil'in, hem de Kur'an'ın vasıflarındandır. Hatta ayette geçmemekle beraber, Nisa/l63'e göre Hz. Davud'a verilen Zebur da buna dahil edilebilir.

Bu manadan hareketle, 4. ayetin bir kısmının 3. ayeti tefsir ettiğini söyle­yebiliriz. Kur'an'ın Tevrat ve İncil'den farklı olan başka bir özelliği de 3. ayette vurgulanan- "önündekini tasdik edici" olmasıdır. İnsanlığın, şeytan ve nefsin karanlığında yolunu kaybettiğine şahit oluyoruz. Ona yolunu gösterecek objektif, evrensel ve gerçeklik bilgisinden başka birşey yoktur. İlahî vah­yin yeryüzüne inmesinin ana gayesi, onlara bu karanlığın içinde bir ışık ya­karak yollarını göstermektir. Vahiy öğretimi ve eğitimi bir süreç olması sebe­biyle her zaman aynı görevi yerine getirmektedir. Şeytanın, nefis ve yanlış bilgilerin karanlığı insan aklını çalışmaz hale getirmekte, onun düşünce ey­lemini engellemekte ve onu bağnazlığın dehlizinde hapsetmektedir. İşte ila­hî vahiy dediğimiz gerçeklik bilgisi, aklı bu karanlık dehlizden kurtarıp dü­şünme eylemini gerçekleştirmek için hürriyete kavuşturmakta ve doğru yolu göstermektedir.

Şeytan, nefis ve yanlış bilgiler insanın önüne, doğruyla yanlışı, hakla ba­tılı, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini karıştırıp insanın önüne koymaktadır.

Bu yığındaki doğru ile yanlışı, hak ile batılı, iyi ile kötüyü, güzel ile çir­kini ayırma işi de ilahî vahye düşmektedir.

Allah'ın ayetlerini inkara şartlanmış olanlara gelince, onları acı bir azap bek­lemektedir: Zira Allah kudret sahibidir, kötülüğü cezalandırandır.

Ayetin bu kısmında kulun yaptıklarının azaba dönüştüğü ifade edilmekte­dir. Allah'ın ayetlerini/mesajlarını inkar etmenin karşılığı, ya da ürünü, onla­rın önüne acı bir azap olarak konmaktadır. Demek ki inkar, azaba dönüşmek­tedir. Yüce Allah durup dururken kuluna azap etmez. Kul kendi cezasını ken­disi hazırlar. Cezayı, ya inançsızlık, ya da kötü eylem getirmektedir. İnsanın kalbinden çıkan bu inkar psikolojisi cehenneme dönüşmektedir.

Ahirette cehennem yârânı olanlar inkarları sebebiyle cehenneme geldikle­rini şöyle itiraf edeceklerdir:

Cehenneme atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Nere­deyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atıl­sa, onun bekçileri onlara: "Size korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi?" diye sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: "Evet doğrusu bize korkutucu bir peygamber gelmişti, fakat biz yalan saymış ve 'Allah'ın bir şey gönderdiği yok; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz' demiştik. Ve şayet kulak ver­miş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkumları ara­sında olmazdık!" diye ilave ederler. [Mülk/7-10]

Cehennem yârânı, cehenneme atılmalarını ve orada bulunmalarını, dün­yadayken Allah'ın mesajını onlara ileten peygamberi dinlememelerine, ya da akıllarını kullanmamalarına bağlamaktadır. Demek ki inkar kalp işi, dinleme­mek ve aklını kullanmamak beyin işidir. Beynini ve kalbini devre dışı bıra­kan inkarcılar, acı azabı kendiliklerinden hazırlamış olmaktadırlar.

Allah'ın ayetlerini inkar etmek, O'nunla güç yansına girmeyi andırdığı için; ayetin sonunda Allah'ın kudret sahibi olduğu ve kötülüğü cezalandıra­cağı bildirilmektedir. Tevbe Allah'ın tevvâb sıfatını harekete geçirdiği gibi, inkar da Allah'ın kudret ve intikamını harekete geçirmektedir. Azabın ve Al­lah'ın kudret ve intikamının dile getirilmesinin sebebi, insanları Allah'ın ayet­lerini inkar etmekten caydırmaya yöneliktir. Çünkü ceza hukukî açıdan cay­dırıcı, eğitim açısından da terbiye edicidir. Ceza ve ödülün olmadığı bir fa­aliyete eğitim denemez. Eğitimde ve hukukta ceza, işlenen suç ile orantılı ol­malıdır. Bundan, cezanın miktarının, suç tarafından belirlenmesi gerektiği sonucu çıkar. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette acı azap ifadesi, Al­lah'ın ayetlerini inkara karşılık kullanılmaktadır. Yüce Allah'ın bu şekilde ce­za uygulaması insanlar için bir hukuk öğretisi niteliğindedir. Cezada keyfilik olamaz, yani hakim istediği gibi ceza veremez. Hangi suça veya hangi güna­ha ne kadar ceza verileceği önceden belirlenmelidir. Modern, objektif ve ev­rensel hukuk ile ilkel hukuku ayıran en önemli özelliklerden biri de budur.

İnkar eden kişi, gönlünü ve beynini yanlış yola sevkettiği ve Allah'ın me­sajını göz ardı ettiği için acı azapla cezalandırılmaktadır. Bu ceza onun eyle­mine denk düşmektedir. [13]

 

Hiçbir Şey Allah'a Gizli Değildir:

 

5. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'tan saklı değildir.

Bu ayeti birkaç açıdan ele almamız gerekir. 'Gizli kalma' fiilinin öznesi var­lıklardır. Allah, ilminin her şeyi kapsadığını, varlıklar açısından ifade etmekte­dir. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıkların ihtiyaçlarını, kainatta meyda­na gelen olayların, yaratılış faaliyetlerinin tümünü bilmekte, yani ilmi ile onlan kuşatmaktadır. Bunun burada ifade edilmesi, şu sebeplerden ötürüdür:

1. Âl-i İmran/2'de zikredilen, (kayyum) sıfatının faaliyet alanını be­lirtmek için.

Kayyum sıfatıyla Yüce Allah, yaratıklarının içinde bulundukları durumu yakinen bilmekte ve bütün ihtiyaçlarını gidermektedir. 4 ve 5. ayetlerde, in­sanların ihtiyacı olan hakikat bilgisini, yol gösterici ve ayırdedici bilgiyi ve onlar vasıtasıyla eğitilme ihtiyacını kutsal kitap göndererek karşılamaktadır.

2. Sadece insanlar alemi ile değil, kainattaki tüm varlıkların ihtiyacı ile de ilgilenmektedir. Varlıkların ihtiyaçlarını bilmeden, onlarla ilgilenmesi müm­kün değildir. Kainatta hiçbir oluşum O'ndan gizli kalamaz; O'nun bilgisi hep­sini kuşatır.

Böyle bir varlığın mesajlarını inkar etmek, Allah'ın bazı şeyleri bilemeye­ceği inancından kaynaklanıyor olabilir. Yüce Allah, kafirlere bilgisinin her şeyi ihata ettiğini bildirerek inkarlarının değerlendirmeye tabi tutulacağını hatırlatmaktadır.

3 ve 5. ayetin önceki ayetlerle olan ilişkisinden hareketle yukarıdaki neti­celeri çıkarttığımız gibi, sonraki ayetlerle ilişkisinden hareketle de şu açıkla­mayı yapabiliriz: Mesela 6. ayette zikredilen anne karnındaki yaratılış ve şe­killenmeyi Allah'ın yaptığı meselesi, O'nun varlıklar alemi ile nasıl ilgilendi­ğini açıklamaktadır. Demek ki, bu ayet kendinden sonra gelen bir dizi ayetin başlangıcını teşkil etmektedir.

4. Âl-i İmran/5 ayeti, En'am/59 ayetinin girişi mahiyetindedir. Başka bir ifadeyle, En'am/59 ayeti, Âl-i İmran/5 ayetini tefsir etmektedir:

Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onları O'ndan başkası bilmez. O, ka­rada ve denizde ne varsa bilir; O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hep­si apaçık bir kitaptadır. [En'am/59]

5. Âl-i İmran/5 ayeti, aynı zamanda, insanlara gönderdiği mesajın ne ol­duğunu ve nereden geldiğini inanmayanlara açıklamak için bu muhteva için­de bulunmaktadır:

(İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce bunları ne sen biliyordun ne de kavmin). [Hud/49]

Göklerde ve yerde hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı Allah, Kur'an'ı, Tevrat ve İncil'i indirdiğini ve dolayısıyla onların beşerî kaynaklı olmadığını ifade ederek inanmalarını temin etme maksadını gütmektedir. [14]

 

Ana Rahminde Yaratılış:

 

6. Rahimlerde size istediği sekli veren O'dur. O'ndan baş­ka ilah yoktur. O kudret sahibi, hikmet sahibidir.

Ayetin, (huve=O) zamiri ile başlaması, bir önceki ayetle olan ilişkisi­ne işaret etmektedir. Bir bakıma, göklerde ve yerde hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığının bir örnekle anlatımıdır. Canlıların rahimlerdeki yaratılışı gizli olgulardan birini teşkil etmektedir. [15]

 

Ayetten Çıkarılacak Metodolojik Mülahazalar:

 

Ayetin analizinden şu metodlan çıkarmamız mümkündür:

1. Yakından uzağa metodu

Öğretimde en geçerli metodlardan biri yakın çevreden uzak çevreye doğru olan bilgilendirmedir. Eğitimciler buna yakından uzağa metodu derler. İşte Yü­ce Allah insanın yaratıldığı çevreden başlayarak kudretini isbat etmektedir. Genelde yakından uzağa metodu ilk ve orta dereceli öğretim faaliyetinde kul­lanılır. İnsanın Allah katında bu seviyede olması sebebiyledir ki, yakından uza­ğa metodu kullanılmaktadır. Ana rahmi bizim en yakın çevremizi teşkil ettiği için, Yüce Allah oradaki oluşumdan hareketle öğretimini sürdürmektedir.

2. Uzaktan yakına metodu

Bir önceki ayeti dikkate alırsak, uzaktan yakına metodunun kullanıldığını anlarız. 5. ayette 'yer ve gök', 6. ayette 'ana rahmi' zikredilmektedir. Uzak­tan yakına metodu diyebileceğimiz bu metod da ileri eğitim basamaklarında kullanılmaktadır.

3. İnsan merhamet teknesinde yoğurulmuştur

Yüce Allah spermle yumurtayı dölleyip insan yavrusunu yaratıp şekillen­dirdiği organın adım rahim koymuştur. Erham kelimesi rahim'in çoğuludur. Merhamet ve acımak manasına gelen rahim kavramını Fatiha suresinin tefsi­rinde geniş bir şekilde açıklamıştık.

Burada ifade etmemiz gereken husus, cinsel ilişkiyi meydana getiren cin­sel içgüdünün eyleme dönüşmesiyle hareket eden spermin, rahimde kendisi­ni bekleyen yumurtayla buluşması neticesinde başlayan insanın serüveni, Yüce Allah'ın merhamet manasını verdiği organda şekillenmekle doruk nok­tasına ulaşmaktadır.

Peki Allah o organa neden merhamet manasına gelen rahim ismini ver­miştir? Ana rahmi çocuğu muhafaza eder; onu bütün dış tehlikelerden korur; her tarafından onu sarıp sarmalar, sıcaklığı ve gıdalanması dengeli olan fizi­kî bir çevre sunar ve sonra doğumunu temin edecek bir hareketi ona verir. Onu zehirlemeden, başka bir çevreye göç etmesine müsaade eder. Onun için­dir ki Yüce Allah bu organa rahim admı vermiştir. İşte aynı organda yaratı­lan ve aynı çevreyi paylaşan kardeşlerin birbirine merhameti ve hukuklarının farklılığı bundan kaynaklanmaktadır.

Yüce Allah çocuğun yaratıldığı bu organa rahim demekle, merhametin ne anlama geldiğini de anlatmaktadır. Merhamet muhafaza etmek/tehlikelerden korumak, ruhen sarılıp kucaklaşmak, sıcak bir sosyal ilişki ve çevre oluştur­mak, dengeli bir sosyal ilişki ağı meydana getirmek manasına gelmektedir. Merhamet, çocuğun yaratıldığı ilk çevre gibi, sosyal bir çevre oluşturan de­ğer anlamına gelmektedir.

4. İlahî kader ve yaratma anne karnında şekillenmeyle başlar

Ayette geçen (savvere) fiilini Türkçe'de 'tasvir etmek' kalıbı ile kul­lanmaktayız: Biçim vermek, şekillendirmek, uydurmak, yaratmak, resmet­mek, resim çizmek, kaba taslak resim yapmak, resim veya çizimlerle açıkla­mak, fotoğraf çekmek, tasavvur ve hayal etmek manalarına gelmektedir. Tas­vir, bir şeye şekil vermek, suret ise o şeyi meydana getiren parçalar arasında uyum ve dengeyi temin etmek yoluyla meydana gelen şekildir.

Razi'nin ifadesine göre savvere fiili, eğmek manasına gelen sare kelime­sinden türemiştir. Anne karnındaki çocuk, anne ve babasına benzediğinden dolayı bu kelime kullanılmıştır.[16]

Allah Teala'nın Haşr/24'te geçen sıfatlarından (bari) 'yaratan'; (musavvir) ise 'şekil veren' anlamındadır. Yüce Allah'ın yaratırken, yarattığı var­lığın parçalan arasında uyum ve denge sağlaması ve onu hangi canlı türünün döl yatağında, çekirdeğinde ve yumurtasında yaratmış ise ona benzetmesi anlamına gelmektedir.

Bu açıklamadan sonra, konumuz olan ayete dönersek şöyle diyebiliriz: Yüce Allah'ın insan yavrusuna anne karnında şekil vermesi, onu biyolojik yapı ve psikolojik özellikleriyle ana-babasına benzetmesi, bütün organlarının uyumunu ve dengesini sağlaması musavvir sıfatının tecellisidir.

Diyebiliriz ki, ilahî eğitim, anne karnında bu yaratma ve şekillendirme ile başlamaktadır. İnsan denen varlığın kaderi, anne karnında kazaya dönüşmek­tedir; yani insanın projesi orada pratiğe dökülmektedir. Biyolojik organlarla beraber, beyin, gönül ve nefis denen merkezlerin güçleri de tohum halinde meydana gelip yerini almaktadır. O esrarengiz biyolojik yapının içinde, ucu-bucağı olmayan beyin, gönül ve nefis alemleri denen psikolojik bir yapı oluş­maktadır. Aklın, duygunun, içgüdünün, arzunun, kabiliyet ve yeteneklerin, ruh ile maddenin bir araya gelmesi ile ortaya çıkması, işte bu ilahî şekillen­dirmenin sonucu olmaktadır.

Yüce Allah, ana rahmindeki yaratma ve şekillendirme eylem ve olgusunu burada ele almakla bize bir araştırma alanı sunmakta ve insan üzerinde yapa­cağımız araştırmaların programını yapmaktadır.

5. Allah dilediği şekilde yaratır

Ayetteki (keyfe ve dilediği şekilde) ifadesi, anne karnında in­san yavrusuna şekil verirken, kendi iradesinin/dilemesinin dışında hiçbir var­lığın rol oynamadığına işaret etmektedir.

Bunun anlamı şudur; insanın yaratılışındaki oluşumlarda, insan iradesi rol almamaktadır. Çocuğu anne karnında yaratıp şekillendirirken, ana-babasına so­rulmaz, bu olguların arka planında ilahî irade vardır. Çünkü Yüce Allah'ın fizi­kî alemle olan ilişkisiyle, insanın eylemleriyle olan ilişkisi farklıdır. Fizikî alemle Allah'ın ilişkisi arasına hiçbir irade giremez, ama sosyal hayatta insanın eylemlerinde önce kulun iradesi/isteği, sonra Allah'ın yaratması vardır. Mesela, kul tevbe etmeden, af dilemeden Allah onu affetmez. Kul zina etme isteğinde bulunmadan Allah onu zinaya sevkedip zina fiilini yaratmaz. Kul inkar etme iradesini göstermeden Allah onu saptırmaz. Kul, iman etme isteğini ortaya koy­madan Allah onu hidayete erdirmez. Bu örneklerde görülen kulun cüzi iradesi, Allah'ın yaratıp şekillendirmesinde yoktur. Onun için diyoruz ki, Allah'ın fizi­kî alemle olan ilişkisi, davranışlar alemi ile olan ilişkisinden farklıdır.

6. Allah kudret ve hikmet sahibidir

Yüce Allah'ın anne karnında insan yavrusuna dilediği doğrultuda şekil vermesi, O'nun aziz ve hakim sıfatlan gereğidir. Şekil vermede sadece Al­lah'ın iradesinin rol oynaması, kudretinin yeterli olmasından ve başka bir varlığın gücüne ihtiyaç duymamasındandır. Gücü tam olan, başkalarının ira­desine yer vermez. Onun için 'tek' olduğunu vurgulamaktadır. Yüce Allah, tam olan gücü ile eksiksiz iş göreceğinden, başkasmı devreye sokmamakta­dır. İşini yerli yerinde yapan Yüce Allah, insan yavrusuna biyolojik ve psiko­lojik bakımdan tam bir yapı vermektedir. Ruhun bedenle buluşması ile mey­dana gelen insan denen varlık, Allah'ın hikmet sıfatının eseridir.

Ayetin son kısmında tek olduğunun vurgulanması, bu ayeti Âl-i İmran/2'ye bağlamakta, kudret manasını verdiğimiz aziz sıfatı da bu ayeti Âl-i İmran/4'e bağlamaktadır.

Kısaca diyebiliriz ki bu ayet, yakından uzağa metodu ile öğretime, mer­hamet ile ahlâka, ilahî dileme ve sıfatlar ile ilahiyat bilimine ışık tutmakta ve insanın araştırılmasına anne karnından başlamak bakımından biyoloji, psiko­loji ve tıp bilimlerine program sunmaktadır. Demek ki, bu ayette geçen kav­ramlar, araştırma programlarına kaynaklık etmektedir. Böylece Yüce Allah, öğretim faaliyetinin insan üzerindeki araştırmalarına ışık tutmaktadır. [17]

 

Muhkem Ve Meteşabih Ayetler:

 

7. indiren O'dur. Onun bazı ayetleri muhkem olduğundan kitabın esasını teşkil ederler. Diğerleri de müteşabihdir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler: "Ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır" derler. Ancak akıl sahipleri düşünüp an­lar.

Bu ayet bir bakıma 5. ayetin ikinci açılımını teşkil etmektedir. Çünkü 6. ayette insana ana rahminde şekil verme eylemi ele alınmış, 7. ayette insana yaptığı eğitim ve o eğitimi gerçekleştirecek olan ve eğitimin merkezinde yer alan kitap ele alınmıştır. [18]

 

Kitabın Özellikleri:

 

1. (Sana kitabı indiren O'dur).

Ayetin bu bölümü üçüncü ayetin ilk bölümüne bağlanmaktadır. Buradaki kitap kavramı Bakara/2'de açıklanmıştı. Kitap kavramı, ilahî kelamı ve onun hükümlerini kapsamına alan vahyi ifade etmektedir.

Yüce Allah kayyum sıfatı gereği, insanların ihtiyaç duydukları manevî do­nanımlarını sağlamak, inanç duygularını tatmin etmek ve çeşitli ilişkiler ağı­nı bozmadan hayatını sürdürebilmelerini temin etmek için vahiy, yani kitap vasıtasıyla insanları eğitime tabi tutmuştur.

Hz. Muhammed'e kitabın Allah tarafından gönderildiği ve onun tarafın­dan yazılmadığı ısrarla vurgulanmaktadır. Çünkü insanların zorlandığı önemli iman konularından biri kitabın nasıl indirildiği meselesidir. O neden­le Yüce Allah, ısrarla Kur'an'ı, Tevrat ve İncil'i kendisinin indirdiğini, öğret­tiğini vurgulamaktadır.

2. (Bu kitabın bazı ayetleri muhkemdir ki bunlar kitabın esa­sıdır).

Ayetin bu kısmı, Kur'an'ın bazı ayetlerinin özelliğini belirtmekte ve bu özellik üç kelimeden oluşmaktadır: (muhkem, umm ve kitap). [19]

 

Muhkem:

 

A. Bazı ayetlerin muhkem olmasının ne anlama geldiğini anlamak için muhkem kelimesinin manasına bakmamız gerekir. Lügatte muhkem hüküm vermek, görüşünü açıklamak, karar vermek, bir hüküm veya kararı söyle­mek, hukukî güce ve otoriteye sahip olmak, idare etmek, hakim olmak, kont­rol etmek, emretmek, yular takmak, gem vurmak, durdurmak, alıkoymak, mani olmak, suluk zincirini ata takmak, tayin etmek, seçmek, dava açmak, kusur bulmak, mahkemeye getirtmek, sağlam yapmak, kuvvetlendirmek, takviye etmek, mükemmel yapmak, bir kimsenin kendi yoluna sahip olması, değerlendirmek manalarına gelmektedir. [20]

 

Muhkem Kelimesinin Kur'an'daki Kalıpları:

 

Bu kelimenin Kur'an'da çeşitli kalıplarıyla, farklı manalara geldiğine şa­hit oluyoruz:

1. Hüküm vermek

Mü'min/48'de Allah'ın ve Maide/42'de beşerin adlî konularda hüküm ver­mesi, Zümer/46'da Yüce Allah'ın insanların ihtilafları konusunda hüküm ver­mesi manasında yer almaktadır.

2. Karar vermek

Nahl/59'da cahüiyet döneminde kız çocuğuna karşı takınılan kötü tavra dikkat çekilirken, babanın iki şey arasında bir tercihle karşı karşıya kaldığı bildirilmektedir: Doğan kız çocuğunu büyütmek veya toprağa gömmek. Böyle bir ikilem içinde kalan insan için "Yazıklar olsun izledikleri yol, ver­dikleri karar ne kadar kötüdür" buyurulmaktadır.

3. Hakem yapmak

Bu kelime hakkeme kalıbından alındığında, yapılan tartışmada birini ha­kem yapmak anlamına gelmektedir:

Hayır Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni ha­kem yapıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. [Nisa/65]

Aynı anlamda Maide/43'te de yer almaktadır.

4. Sağlamlaştırmak

Ama Allah şeytanın düşürmeye çalıştığı gölgeyi giderir ve ayetlerini sağlam­laştırır. [Hac/152]

Buradaki (Allah ayetlerini sağlamlaştırır) ifadesi, açık, anlaşılır ve tutarlı kılar manasındadır. Hud/l'de de aynı anlamı ifade etmektedir.

5. Hakimiyetine teslim olmak

Bu kelime tehakeme kalıbından alındığında başvurmak, hakimiyetine tes­lim olmak manasına gelir:

Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarım ileri sürenleri gör­medin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tağut'un hakimiyetine teslim olmak istiyorlar. [Nisa/60]

Tağut'un önünde muhakemeleşmek, onun hükmüne başvurmak, onun ha­kimiyetine, vereceği karara teslim olmak demektir.

6. Sağlam muhakeme

Allah'ın vahiy, sağlam muhakeme ve peygamberlik bağışladığı hiç kimsenin bundan sonra halkına; "Allah'ın yamsıra bana da kulluk edin!" demesi düşü­nülemez. [Âl-i İmran/79]

Yusuf/22 ve Meryem/l 2'de bu anlama gelmektedir.

Bu anlamıyla kavram, psikolojik bir yeteneği ifade etmekte; peygamber­lerin doğuştan gelen özelliklerinden biri olmaktadır.

7. Kanun

Yoksa onlar, cahiliyye kanunu ile yönetilmek mi istiyorlar? [Maide/50]

Ayette hükm kalıbında yer almaktadır. Kanun veya hukuk manasını ver­mek mümkündür.

8. Heyet (hakem)

Mahkemede boşanma davasında tarafları barıştırmak için hakimin kura­cağı heyet için, bu kavramdan türeyen hakem kalıbı kullanılmaktadır:

Şayet evli çift arasında anlaşmazlık doğmasından korkarsanız, erkek ile kadı­nın ailelerinden birer hakem tayin edin. [Nisa/35]

9. Hakim

Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, in­sanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için hakimlere ver­meyin. [Bakara/188]

Ayette hükkam kalıbından çoğul olarak yer almaktadır. Kelime 'idareci' manasına da gelmektedir.

10. Hikmet

Hikmet kavramı da bu kelimeden türemiştir. Hikmetin geniş izahı için Ba-kara/269'a bakılabilir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/7'de, sağlam, açık ve kesin hükümlü anlamına muhkemat şeklinde çoğul olarak gelmiştir. Demek ki, Kur'an'ın bazı ayetleri, ilahî vahyin temellerini oluşturmakta, açık ve kesin olmaları bakımından herkes için anlaşılır mahiyettedirler. Aslında sonraki iki kelime, muhkematı tefsir etmektedir.

3. (Onlar kitabın anasıdır).

(kitabın anası) ifadesine, modern hukuk açısından "ana yasa" diye­biliriz. Demek ki Kur'an "ana yasa" kavramını, dünya hukukuna sokan ilk kutsal kitaptır. Aşiret toplumunda "ana yasa" kavramını kullanmak, hukukta yapılan en büyük devrimdir.

Bu manadan hareket edersek muhkem ayetlerin, "ana yasa" oldukları an­laşılır. Diğer taraftan umm kelimesi anne manasına geldiğine göre (um-mu'1-kitab) ibaresine, "kitabın anası" şeklinde mana verebiliriz. O zaman da muhkem ayetler, kitabın özünü, kaynağını ifade etmiş olur.

(Ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır). [Hud/1]

(Bunlar muhkem kılınmış bir kitabın ayetleridir). [Yunus/l]

Yukarda zikrettiğimiz ayetlerde muhkemlik kitapla ilgiliyken, Âl-i İm-ran'da ayetlerle ilgilidir. Her üç ayette, kitabın ve ayetlerin muhkemliği, on­ların sağlamlığını, açık-seçik olduklarını ve onların ana yasayı ve kitabın kaynağını teşkil ettiklerini beyan etmektedir.

Diğer taraftan muhkem kelimesi geri çevirmek, mani olmak manalarına da gelmektedir. Haksızlığı önlediği ve zalimi zulmünden menettiği için hakime "hakim" denilmiştir. Anne de çocuğunu kötülüklerden koruduğu için umm (anne) ismini almıştır. Bazı ayetlere de ummu'l-kitab (kitabın anası) denme­si, koruyucu, engelleyici ve menedici olmasındandır. Muhkemliğin, dış etki­lere karşı ayakta kalabilecek sağlamlığı da ifade etniğini belirten Razi, Kur'an'ın dış müdahalelere açık olmayacak kadar sağlam olduğuna dikkat çekmektedir.

Dış etkilere açık olmayacak kadar sağlam; insanları yanlış davranıştan alı­koyacak kadar etkin; ana yasa kavramını getirecek kadar çağdaş; anlaşılma­sında pürüz olmayacak kadar açık; bütün hükümlere kaynaklık edecek kadar evrensel bir kitabı ancak Allah indirebilir.

Ayetin başında yer alan "indirme" eylemi ile, sonraki bölüm arasında bu şekilde bağ kurabiliriz. Ana yasa kavramı ile Kur'an, insan aklının da icti-hadla kanun koyabileceğine işaret etmiş olmaktadır. Çünkü ana yasayı haya­ta indirecek olan kanunlar, tüzükler ve yönetmeliklerdir. İşte hukukun bu kıs­mım Yüce Allah insan aklına bırakmıştır.

4. (Diğerleri de müteşabihtir). [21]

 

MÜTAŞABİH:

 

Müteşabih kelimesinin kökü şebehe'dir. [22]

 

ŞebeheKelimesinin Manaları:

 

1. Birbirine benzemek

Şebehe kelimesi teşabehe kalıbından alındığında "birbirine benzemek" manasına gelmektedir. Mesela Bakara/70'te hayvanların birbirine benzeme­si; Bakara/l 18'de cahil insanların geçmiş nesillere olan kalp benzerliği, En'am/99'da ekinlerin birbirine benzediğini; Bakara/25'te cennet nimetleri­nin dünya nimetlerine benzediğini igade için bu kelime kullanılmaktadır.

2. Benzer görünmek

Ra'd/16'da şu ifade yer almaktadır:

Yaratma eylemi onların gözünde, Allah'ın yaratma eylemine benzer mi görün­dü? Burada bir mukayese söz konusudur.

3. Tutarlı olmak

Zümer/23'te müteşabih kalıbında gelmekte ve tutarlı anlamını ifade et­mektedir: Allah, bütün öğretilerin en güzelini, kendi içinde tutarlı.... derken, en güzel olanın, tutarlı olmasının zorunluluğuna dikkat çekmektedir.

4. Gibi görünmek

Hz. İsa'yı öldürdükleri iddiasında bulunanlara karşı Yüce Allah, Aslında onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler, sadece onlara öyle göründü [Ni­sa/157] buyurmaktadır. Ayetteki kelime şebbehe kalıbından, meçhul olarak geçmekte; onlara öyle göründü, yani onlar öyle zannettiler, karıştırdılar anla­mına gelmektedir.

Âl-i Imran/7'de geçen müteşabihat kelimesi birbirine benzeyen ve bu özellikleri nedeniyle karıştırılma ihtimalleri olan ayetlerin sıfatıdır. Muhkem olan ayetler, insanın sosyal ilişkilerini, davranışlarını ve hukukî kimliğini il­gilendiren ayetlerdir.

Müteşabih ayetler ise tabiat kanunları, ahiret, fizik ötesi ile ilgili ayetler­dir. İşaret ettikleri konular araştırıldıkça netleşecek ve anlaşılır hale gelecek­tir. Neticede müteşabih olan ayetler, kitabın anası olan muhkem ayetlere yak­laşacaktır. Onlar ana değildir ama, ananın çocukları gibi, anaya benzemekte­dirler. İçerikleri itibariyle müteşabih ayetler, ana ayetlerden uzak düşerler; iş­te ilim adamları bu ayetleri anlaşılır hale getirmek için araştırır ve beyinleri­ni yorarlarsa, çocuk durumunda olan müteşabih ayetleri annelerine yaklaştı­rırlar.

Mesela Kur'an'da ele alınan insan psikolojisiyle ilgili konular başlangıç­ta müteşabih görünürler; konu deşifre edilince müteşabihlikten çıkar. Ama bilinir hale getirilen o kısım, başka bir bilinmeyene intikal eder. Kur'an'daki ruh meselesi müteşabih bir konudur; onun içinde bulunduğu ayet de müteşa­bih ayettir:

(Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimin ermindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir"). [İsrâ/85]

İnsan aklının ruhun yapısını anlaması, onu bütün ayrıntılarıyla anlatması mümkün değildir. Psikoloji bilimi, sadece ruhun davranışlara yansıyan etkin­liklerini inceleyebilir. Ayetin ifadesine göre, bu da ruh hakkında çok az bir bilgi demektir. Çünkü ruh, madde ötesi bir özelliğe sahip olduğu için, müteşabih konular içine girmektedir.

Peygamberlerin mucizelerini anlatan ayetler, yapı itibariyle müteşabih de­ğillerdir, ama konu itibariyle müteşabih alana girmektedirler:

(Kitaptan bir bilgisi olan kimse ise, "Gö­zünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm" dedi). [Neml/40]

Ayetin manası müteşabih değildir, ama Belkıs'ın tahtının göz açıp-kapa-yıncaya kadar uzun bir mekandan getirilmesi mahiyet itibariyle müteşabihtir. Günümüzde ses ve resim nakledilmektedir; istikbalde maddenin ışınlanma yoluyla nakli gerçekleşirse, bu ayetin konusu müteşabihlikten çıkıp muhke­me dönüşür.

Diğer taraftan Kur'an'da yer alan bazı tabiat kanunlarının geçmişte müte­şabih olanları vardı, günümüzde bunların bir kısmı çözüme ulaşmıştır. Mese­la, İnsan neden yaratıldığına bir baksın [Tank/5] ayeti, hangi maddeden ya­ratıldığını araştırsın anlamına gelmektedir. Sperm ve yumurta, onların döl­lenme durumu, anne karnında geçirdiği safhalar bilimsel olarak açıklandı ve bu durum müteşabihlikten çıktı. Şimdi ise insanın DNA'sı bulundu. Çocuğun kimden olduğunun tesbiti de müteşabih olmaktan çıkmış ve muhkem hale gelmiştir. Allah'ın insanları rahimlerde şekillendirmesi [Âl-i İmran/6], geç­mişte tamamen müteşabih bir konuydu. Şimdi bu şekillenmenin bazı yönleri bilimsel olarak açıklanmakta, bazı yönleri de hâlâ müteşabihliğini korumak­tadır.

Görüldüğü gibi, muhkem ayetler insanın sosyal, ahlâkî, ekonomik ve hu­kukî davranış ve ilişkilerini düzenlerken, müteşabih ayetler imanî, gaybî ko­nularla tabiat kanunlarını kapsamaktadır. Dünyadaki nimetlerle cennetteki nimetlerin benzerliğinin mahiyetini açıklamak zordur. Ancak cennetteki ni­metleri, Allah'ın dünyadaki idrak ettiğimiz nimetlere benzeterek anlattığını söyleyebiliriz. Bakara/25'teki bu durumu, çözümlemek zordur. Ayetin kurgu­sunu meydana getiren kelimeler gayet net bir şekilde anlaşılamaktadır. Ama, cennet nimetlerinin dünya nimetlerine benzerliğinin özü, bilimsel olarak çö­zülmedikçe müteşabih olarak kalacak ve ona sadece iman edilecektir.

Bilimsel olarak araştırılan tabiat kanunları çözüldükçe, muhkem olan an­nelerine yaklaşmaktadırlar. İşte burada öğretimin görevi, bilim yoluyla tabi­at kanunlarının müteşabih olanlarını deşifre ederek muhkem hale getirmektir. Böylece Allah, Âl-i Imran/7'deki "müteşabih" kavramıyla öğretim faali­yetine, tükenmeyen konular ve hedefler tayin etmektedir.

Kainatın sırlan çözüldükçe, ondaki kanunların müteşabihliği ortadan kalktıkça, yeni sırlar ve yeni müteşabihler çıkacak ve kıyamete kadar insan beyni durmadan araştıracak ve o tutkuyla nihayet bulacaktır.

5. (Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çı­karmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler).

Razi, Rebi'den naklen ayetin bu kısmının nüzul sebebini şöyle anlatır:

Necran'dan gelen bir heyet, Hz. Muhammed ile Hz. İsa hakkında tartıştılar. Heyet, Hz. İsa'nın Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir ruh olup olmadığını sordu. Hz. Peygamber "Evet" deyince, onlar "Bu bize yeter" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah Âl-i İmran/7 ayetini, daha sonra da Şüphesiz İsa'nın durumu, Al­lah katında Adem'in durumu gibidir [Âl-i İmran/59] ayetini indirdi.[23]

Hz. İsa'nın, Allah'ın Hz. Meryem'e ulaştırdığı bir kelime ve O'ndan bir ruh olması [Nisa/171] müteşabih bir olgudur. Allah'ın kelimesi ve ruhu olması, hristiyanlarm, Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu demelerine sebep olmuştur.

Aslında Kur'an bu müteşabih ayeti muhkem ayetlerin yanma getirmekte­dir. Sad/72'de Hz. Adem'e kendi ruhundan üfürdüğünü söyleyen Yüce Allah, Yasin/82'de de, Bir şeyi yaratmayı murad ettiğinde ona 'ol' der, o da olur bu­yurmaktadır. Demek ki, kelime ve ruh bütün canlıların yaratılışında yer alan ana unsurlardır. Öyleyse Hz. İsa'nın kelime ve ruh olması, onun Allah'ın oğ­lu olduğuna delil teşkil etmez.

Onun için Allah, kalplerinde eğrilik olanların fitne ve tevil maksadıyla müteşabih ayetlerin peşine düştüklerini söylemektedir.

Ayetin bu kısmında yer alan "Kalplerinde eğrilik olanlar" ifadesi, yanlış­lığın kalpten kaynaklandığına işaret etmektedir. Müteşabih ayetlere, bilgi ile yaklaşılmasını isteyen Yüce Allah, kalpteki eğriliğin fitneye ve tevile götüre­ceğine dikkat çekmektedir. Zeyğ kelimesi lügatte haktan sapmak, dönmek, ayrılmak, yoldan çıkmak, şaşmak, doğru yoldan sapmak, mevzudan ayrıl­mak, abuk-sabuk söylemek, yanlış yola sapmak, avare dolaşmak manalarına gelmektedir.

Kur'an'da bu kelime, gözle [Necm/17], kalple [Saf/5] Allah'ın emrinden [Sebe/12] sapmayı ifade etmektedir. İnsan sapmadan, Allah'ın onun kalbini saptırmayacağı, insan sapınca Allah'ın da onun kalbini saptıracağı [Saf/5] be­yan edilmektedir.

Bu manalardan hareket edince anlaşılmaktadır ki sapma eylemi, önce kalpte başlamaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette, gönüldeki sap­manın sebep; fesat ve tevilin sonuç olduğu vurgulanmaktadır. Kalpteki sap­ma, psikolojik bir oluşumdur. Bu oluşum insanın kalbinde kendi halinde dur­muyor, başkalarına bulaşmak için sosyal olguya dönüşüyor. Kalpteki sapma, fitne çıkarma, yani insanların kafalarını karıştırma isteği uyandırmakta ve bu istek de müteşabih ayetlerin peşine bilgisizce düşmeyi meydana getirmekte­dir. Kalpteki sapma kafaları karıştırma isteğiyle yetinmiyor, keyfî manalar üretme arzusunu da uyandırıyor. Fesat (kafaları karıştırma) ve tevil (keyfî manalar üretme), müteşabih olan bir ayeti, başka bir ayete ters düşecek şekil­de, o ayeti dikkate almadan yorumlamak suretiyle oluşmaktadır. Kalbinde eğrilik olan kişinin, kendi düşüncesini Kur'an'a kabul ettirmeye kalkışmasıy-la bu fesat ve tevil meydana gelmektedir. Bütün ilmî araştırmalar, Kur'an'ın anlaşılması için vasıta olmalı; şahsî görüşünü yaymak için Kur'an vasıta ola­rak kullanılmamalıdır. Aksi takdirde kafalar karışacak, tevil başgösterecektir.

Bu durum, çocuğu annesinden koparmak kadar suç ve Allah indinde gü­nahtır. Kitabm anası/özü olan muhkem ayetlerden müteşabih ayetleri uzak­laştırmak manevî kalp hastalığının neticesidir. Yapılması gereken, müteşabih ayetleri, analarının yani muhkem ayetlerin yanına götürmektir.

6. (Oysa Allah'tan başka kimse onun tevilini bilemez).

Buradaki tevil kavramına 'kesin anlam' veya 'gizli mana' karşılığının ve­rilmesini uygun buluyoruz.

Müfessirlerin bir kısmı, ayetteki Allah kelimesi üzerinde durulması gerek­tiğini söylerken, bazıları da ilim kelimesi üzerinde durulması gerektiğini ifa­de etmişlerdir. İkinci grubun görüşü benimsendiğinde mana şöyle olur: "Onun tevilini, ancak Allah ve bilgide derinleşenler bilirler".

Bilgide derinleşenler ifadesini, Kamer/17 ayetiyle tefsir etmek mümkün­dür:

(Andolsun ki Biz, bu Kur'an'ı düşünenler için kolaylaştırdık, öyleyse düşünen var mı?) [Kamer/17]

Bilgide derinleşmek, bilgiyi yığın olarak bilmek, zihinde tutmak değil; tam tersine düşünmek, bilgiden yeni bilgiler üretmektir. Kamer suresinde Yüce Allah Kur'an'ı kolaylaştırdığını beyan ettiği halde, onun zorluğu nere­den kaynaklanmaktadır? Kur'an'ın kendisi kolaydır da, Allah'ın sıfatlan, za­man ve sonsuzluğun kesin anlamı, ahirette yemden dirilme, dünyada dirilme, cennet ve cehennem, melekler ve meleklerin görevleri, cinlerin varlığı ve in­sanlarla olan ilişkileri, tabiatın esrarengiz sırlan, kanunlan ve insanın iç ale­mindeki oluşumların varlığı gibi konularda müteşabihlik vardır.

Bunlardan bazılan, tabiat kitabı okunup sırlan deşifre edildikçe müteşa-bih olmaktan çıkmaktadır. Ama bazılan müteşabihliğini devamlı olarak ko­ruyacakta Onun için bunlar daima iman alanında kalacaktır. İnsan, bilimsel bilgi vasıtasıyla aklın ve araştırma tutkusunun beraberce Kur'an'ın ortaya koyduğu konulan ele alıp inceledikten sonra aklın ötesindeki aleme iman et­mek durumundadır. Akıl alanı ile iman alanının ve her ikisinin örtüştüğü nok-talann iyi belirlenmesi, bilimsel bilginin alanına imanın sokulmaması gere­kir. "İlimde derinleşenler" ifadesinde yer alan rusuh kavramı sabit ve sağ­lam olmak, derinlere kök salmak, yakından bilmek, baştan aşağı her şeyi bil­mek, mükemmel bir hünere sahip olmak, içine sızmak, nüfuz etmek, dikmek, zihnine sokmak manalanna gelmektedir.

Bazı insanlar, suyun yerin derinliklerine işlemesi, ağacın toprağa kök sal­ması gibi ilmî meselelerde kök salmış, konulann derinliklerine inmiş ve on-lan yakînen tanıma imkanına sahip olmuşlardır. Köklü ve derin bilgiye sahip olan bu insanlar, tabiatla ilgili müşetabih konulan deşifre etme imkanına sa­hiptirler. Ayetteki Allah kelimesinde durulursa, müteşabihleri bilme işine ilimde derinleşmiş insanlan da katmak mümkün olacaktır. Ama ilim kelime­sinde durulursa, köklü bilgiye sahip olan bu insanlann başka bir şey söyle­dikleri ayetin devamında görülecektir:

7. (İlimde derinleşenler "Biz ona ina-nınz, tümü Rabbimizdendir" derler; ancak selim akıl sahipleri düşünüp an­lar).

Köklü, sağlam ve derin bilgiye sahip olan insan, neye inanacağını, neyi nasıl bileceğini, neyi nasıl anlayacağını ve aklını nasıl kullanacağını bilen adamdır. Aklını kullanıp düşünemeyen, neye inanacağını bilmeyen insanın derin bilgi sahibi olduğu söylenemez. Şimdi bu ayetten çıkaracağımız genel­lemelere geçebiliriz:

1. Âl-i İmran/7'de kitap, ayet, muhkem, müteşabih, kalp, bilmek, iman, akıl, düşünce, fitne kavranılan zikredilmiş; aralarında sağlıklı ilişki olmasıy­la olmamasının getiri ve götürüşü işlenmiştir.

2. Ayetin başı kitap, sonu akıl ile bitmekte; ortada kalp kavramı yer al­maktadır. Bu kavramların birleşmesi, bilgi ve düşünceyle olacaktır. Eğitim bu bağlantıları kurma amacını gütmeli ve basan ölçüsü olarak onu tanımalı­dır.

3. Bu ayet ana yasa kavramını dünyanın objektif ve evrensel hukukuna sokmuş ve ana yasasız hukuk sistemlerinin yürüyemeyeceğine işaret etmiş­tir.

4. Sapık kalbe sahip olan insanların davranışlanndaki yanlışlığı ve insan-lan kötü manada etkilemeleri ele alınmakta, bilgisiz kalbin nasıl kötüye va­sıta olacağı vurgulanmaktadır.

Hakikatten sapmış bir kalbin aklı ve kitabı nasıl saf dışı bırakıp kafalan kanştıracak sahte kuruntulann peşine takılacağı net bir şekilde ortaya kon­muştur.

5. Allah'ın kelamında yer alan mesajlara karşı nasıl bir tavır takınılacağı­nın bilincini veren bu ayet, selim aklın ve bilginin elden bırakılmamasının önemini vurgulamaktadır.

Allah'ın ayetlerinin şahsî amaç için vasıta olarak kullanılması değil; bi­limsel bilginin Allah'ın ayetlerini anlamak için vasıta olarak kullanılmasının önemi ve olmazsa olmazlığı öğretilmektedir. İşte din eğitimi ve eğitimcileri Kur'an'a olan saygılarını, bu tavırlanyla isbat etmiş olacaklardır. [24]

 

Kalplerin Sapmaması İçin Dua:

 

8. Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra, kalple­rimizi hakikatten (bir daha) saptırma ve bize rahmetini bağışla: sensin (hakiki) lütuf sahibi.

7. ayette zikredilen kalplerin eğriliğinden, bu ayette de bahsedilmektedir. İnsanın kalbinde sapma meyli bulunursa, önünü almak, kalbi ondan temizle­mek zordur, hatta insan gücünü aşan bir niteliğe sahiptir.

Doğru yola iletilen bir insanın kalbinin sapması, tedavisi olmayan bir psi­kolojik hastalığa sebep olur. Bidayetten beri sapık olan bir kalbi hidayete er­dirmek mümkün iken, hidayetten sapıklığa düşen bir kalbi doğru yola ilet­mek mümkün değildir. Onun için Yüce Allah ilimde derinleşenlerin duasını bir formül olarak sunmaktadır. İlahî iradenin yardımı olmadan insan, gönlü­nün doğrudan sapmasını engelleyemez. Bu dua ile insan, ilahî iradeyi devre­ye sokmaktadır.

Hz. Peygamber önce "Ey kalpleri istediği gibi evirip çeviren Allahım, kal­bimi dinin üzerinde tut"[25] der, sonra bu ayette geçen duayı yapardı.

"Bizi doğru yola ilettikten sonra..." ifadesinde, hidayetin Allah'tan geldi­ğinin itirafı da vardır. Doğru yola Allah'ın ilettiğini itiraf etmekle insan, şirk­ten korunmaktadır. "Bizi doğru yola ilettikten sonra..." yerine "Ben doğru yolu bulduktan sonra" deseydi, kendi iradesini öne çıkarmış olacak ve bu da gizli şirke düşmesine sebep olacaktı. Bilinçli bir imana sahip olan bir müslü-man, hidayetin Allah'tan geldiğini, doğru yola O'nun ilettiğini, doğru yolda kalmayı ve ondan sapmamayı da O'nun temin ettiğini bilir ve o şekilde dua eder.

(Bize ledünnünden (katından) rahmet ver).

Kur'an'da ledün kavramı yer almaktadır. İlm-i ledün, veled-i ledün ve rah-met-i ledün bunlardandır. İlm-i ledün, ledünni bilgi demektir. Bazı insanlar ledünni bilgiye sahiptirler:

Ve orada kendisine katımızdan üstün bir bağışta bulunarak (özel) bir bilgiyle (ledünni bilgi) donattığımız kullarımızdan birine rastladılar. [Kehf/65]

Bu ayette geçen ledünni bilgi Allah katından verilen özel bir bilgi, yani Allah'ın ilminin sırlarına sahip olma ilmidir.

Aynı şekilde bir de veled-i ledün (ledünni çocuk) kavramı vardır. Mer-yem/5'te Hz. Zekeriyya'nın Allah'tan çocuk isterken yaptığı duada çocukla beraber ledün kelimesi kullanılmaktadır:

Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyo­rum. Karım da kısırdır. Tarafından bir veli (çocuk) ver.

Ledünni çocuk, çocuk doğurma yaşını geçmiş bir kadına Allah tarafından bahşedilen çocuktur. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette yer alan rah-met-i ledün (ledünni rahmet) de Allah katından gelen özel rahmettir. Bir ön­ceki ayete bağlarsak buradaki rahmeti, fitne çıkarmak ve tevil etmek için mü-teşabih ayetlerin peşine düşmeye engel olmak, bilgide derinleşmek, aklını kullanarak düşünme eylemini gerçekleştirme lütfunun verilmesi manasına alabiliriz. Nisa/75'e göre "ledünni yardım"ı rahmet olarak nitelendirebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki "ledünni rahmet" kalbin doğru yoldan sapmaması için ge­rekli olan bilgi, düşünce ve bilinci ifade etmektedir. Kalpte imanın teşekkül etmesi, oradan organlara ibadet şeklinde yayılması da bir rahmettir.

(Sensin lütuf sahibi).

Ayetin bu kısmındaki vehhab kavramı, vermek, bağışlamak, lütfetmek, ihsan etmek, karşılıksız vermek manalarına gelmektedir. Kur'an'da birine ço­cuk vermek [İbrahim/39]; sağlam muhakeme bahşetmek [Şuara/21]; kadının özgür iradesiyle kendini Hz. Peygamber'e teklif etmesi [Ahzab/50]; hüküm­ranlık vermek [Sad/35] gibi eylemlerin yüklemi olmaktadır. Genelde "çocuk vermek" eylemi olarak Kur'an'da yer alan bu kavram, Allah'ın lütfetmesi, ba­ğışlaması ve vermesini ifade etmektedir.

Bize kendi katından bir rahmet bağışla duası, Allah'ın vehhab (bağışlayı­cı) sıfatına sığınmak; onu harekete geçirmektir. Rahmet kavramı, kulun ihti­yaçlarının giderilmesi anlamına gelmektedir. [26]

 

Geleceğinde Şüphe Olmayan Gün:

 

9. Rabbimiz! Geleceğinde şüphe olmayan bir günde, in­sanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sö­zünden dönmez.

İnsanların inanmakta zorluk çektikleri ve bu sebepten dolayı Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu konuların en önemlisi ahirete iman meselesidir.

Yüce Allah ahiret günü için, Geleceğinde şüphe olmayan gün ve Allah'ın insanları toplayacağı gün ifadelerini kullanmaktadır. Yüce Allah, geleceğin­de şüphe olmayan o günde insanları bir araya getireceğine dair söz verdiğin­den, ayetin sonunda, Allah'ın asla sözünden dönmeyeceği ifade edilmektedir.

8. ayette yer alan dua ile 9. ayetin arasında bir irtibat kurduğumuzda şöy­le bir neticeye varabiliriz: Hidayetten sonra kalplerin sapması veya sapma­ması, sadece dünyevî bir oluşum olarak kalmamakta, şüphe edilmesi müm­kün olmayan toplanma gününe de intikal etmektedir. Kalpteki oluşumlar ge­çici değil, ahirete kadar devam eden ve orada değerlendirmeye tabi tutulacak bir yapı arzetmektedirler.

Demek ki kalp sadece bu dünyayı ihya etmiyor, öteki dünyayı da ihya edi­yor. Sadece bu dünyayı yıkmıyor, öteki dünyayı da yıkıyor. Âl-i İmran/9'u 7. ayete taşırsak o zaman şüphe edilmeyen toplanma gününe daha farklı şeyle­rin taşındığına şahit olmamız mümkün olur: Derin bilgiye sahip olmak, Al­lah'tan gelen her şeye inanmak, aklını kullanıp düşünmek, Allah'a dua ede­cek kadar benliğinden uzaklaşmak şüphe edilmesi imkansız olan toplanma gününe giden en önemli sermayedir.

8-9. ayetleri 7. ayete taşıdığımızda müteşabih ayetlerle ilgili bir açıklama elde etme fırsatı yakalamış oluruz: Yüce Allah'ın insan kalbini saptırması veya saptırmaması; Allah katından rahmetin gelmesi; Allah'ın çok bağışla­yıcı olması; şüphe edilemeyecek toplanma günü müteşabih alana girmekte­dir. Ayetlerin örgüsü müteşabih değildir ama konulan iman alanına girmek­tedir.

Kur'an'ın bazı ayetlerinde kıyametle ilgili duaların sonunda, Allah'ın sö­zünden dönmeyeceği ifade edilmektedir:

Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini de ikram et ve kı­yamet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vaadinden caymazsın. [Âl-i İmran/194]

Bu iki ayetten çıkaracağımız diğer netice de şudur: Yüce Allah kendisine yalvarmanın metodunu, duanın içeriğinde nelerin bulunacağını ve kelimele­rin, isteklerin sıralanışını öğretmektedir. 8. ayette önce kalple ilgili istek, son­ra rahmet, sonra da Allah'ın bağışlayıcı sıfatı gelmektedir. 9. ayette ise sıra­sıyla toplanma günü ve o günün özelliği olan şüphe edilemezliği zikredil­mektedir.

Şüphe edilemezlik özelliği Bakara/2'de kitapla ilgiliyken, burada toplan­ma günü olan ahiretle ilgilidir. Kitapla ilgili olanı bu dünya; toplanma günüy­le ilgili olanı öteki dünya hayatıyla alakalıdır. Bakara/2'deki kitaptan şüphe edilemezlik ile Âl-i İmran/9'daki ahiretten şüphe edilemezlik özellikleri her iki sureyi birbirine bağlamakta ve birinin ötekinin devamı olduğunu göster­mektedir. [27]

 

Mal Ve Evlat Ahırette Fayda Vermez:

 

10. Hakikati inkara şartlanmış olanlara gelince, ne mal­ları ne de çocukları Allah'a karşı onlara en ufak bir fay­da sağlamaz. İşte onlardır ateşin yakıtı olanlar.

Müfessirler ayetin nüzul sebebi olarak şu olayı gösterirler: Ebu Harise ibn Alkame'nin, kardeşine: "Ben Hz. Muhammed'in gerçekten, Allah'ın resulü olduğunu biliyorum. Bunu açıklarsak, Rum kralları bana verdikleri mal ve makamı geri alırlar"[28] demesi üzerine Yüce Allah bu ayeti indirmiş; mal ve makamını kaybetme korkusuyla müslüman olmayanlara, Allah katında mal ve çocukların fayda vermeyeceğini ifade buyurmuştur. Razi'nin naklettiği bu haber doğru olsa bile, ayetin ortaya koyduğu ilke bütün insanlık için geçerli­dir. Günümüzde de makamım, arkadaş grubunu ve sosyal çevresini terketmemek için müslüman olamayan nice insanlar vardır. Hatta bazıları, inançlarını gizli tutarak zarara uğramaktan kurtulmaktadır. Hz. Peygamber'in amcası Ebu Talib de "Kureyş kadınları ne der?" düşüncesiyle İslâm'a girmemişti. Bu da bize nice insanların, bulundukları sosyal çevreyi kaybetme endişesiyle imana girmediklerini göstermektedir.

Kişinin bulunduğu sosyal grubun fikir, inanç ve davranış alanlarındaki et­kinliği küçümsenemez. Ama mal, makam, çocuk ve sosyal grup insan için bir tanrı haline gelmemelidir.

I. İşte bu ve benzer ayetlerin Kur'an'da yer alması, bu eğitimi, ben şuuru ve şahsiyet sağlamlığı vermek içindir. [29]

 

Kur'an'ın Koyduğu Genel Kanunlar Ve Temel Unsurları:

 

Bu konuda Kur'an'ın koyduğu genel kanun ve bunun temel unsurları şun­lardır:

1. Mal ve çocuklar dünyanın süsüdür.

Mal ve çocuklar dünya hayatının süsleridir; ama ürünü kalıcı olan dürüst ve erdemli davranışlar ise, karşılığı bakımından, Rabbinin katında daha değerli ve bir ümit kaynağı olarak daha verimlidir. [Kehf/46]

Yüce Allah mal ve çocukların insanın düşmanı haline gelmeden önce, on­ların değerini açıklamakta; onları dünya hayatmm süsü olarak görmektedir. Kalıcı, Allah katında daha değerli ve ümit kaynağı olması bakımından er­demli davranışların olduğunu belirtmesi, insan için çok önemli bir eğitimdir. İnsanı kalıcı, değerli ve ümit kaynağı olana yönlendirmekte; süs ile asıl ola­nı ayırdetme bilincini vermektedir.

2. Diriliş günü mal ve çocuklar fayda vermez. Hz. İbrahim şöyle dua etmektedir:

Ve herkesin dirileceği gün beni utandırma; o gün ne mal, ne de çocukların bir yaran olmayacaktır. Sadece selim kalbin faydası olacaktır. [Şuara/87-89]

Mal ve çocukların ahirette faydasının olmayacağını söyleyen Hz. İbra­him, faydayı bu dünyada barış, güven ve teslimiyetle dolu olan gönlün temin edeceğinin farkına varmıştır.

Bu anlayışın bir süreç olmasını temin etmeyi amaçlayan Yüce Allah, ne­yin nerede fayda vereceğini beyan buyurmaktadır.

3. İnsan Allah'a yapayalnız gider.

Ayetlerimizi inkar eden ve "Muhakkak surette bana mal ve çocuklar verile­cek" diyen adamı gördün mü? O gaybı mı bildi, yoksa Allah'ın katından bir söz mü aldı? Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız. Onun dediğine biz varis oluruz, kendisi de bize yapayal­nız gelir. Çünkü böyleleri, kendilerine güç ve itibar (statü) olurlar diye, Al­lah'tan başka varlıkları tanrı edinirler. [Meryem/77-81]

Güç ve itibar kazanmak için insanın, sosyal grup veya çevrenin etkisi al­tında kalarak şirke sapacağını ifade eden Yüce Allah, mal ve çocukların dün­yada kalacağına, ama kişinin Allah'a tek başına gideceğine dikkat çekerek, değerler sistemi bilincini vermektedir.

İnsanın tek başına yaratıldığı gibi, tek basma da diriltileceğim vurgulayan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

İşte şimdi bize yapayalnız geldiniz, tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi ve size bah­şettiğimiz her şeyi arkanızda bıraktınız, ortaklarımızı da yanınızda görmüyo­ruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiştir ve bütün dostlarınız sizi terket-miştir. [En'am/94]

Mal ve çocukların dünya hayatının süsü olması, ahirette fayda vermeme­si ve insanın Allah'a tek başına gitmesi ile ilgili ayetler, kalıcı olmaması ne­deniyle dünyevî değerlere tapınmanın yanlışlığını, onların işe yaramayacağı­nı, ahirette işe yarayacak değerlere bağlanılması gerektiğini vurgulamaktadır.

II. Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/10 ayeti, inkarla fayda arasında bir ilişki kurmaktadır. İnkar, dünyada yapılan tüm amelleri boşa çı­karmaktadır. Bu dünyadaki inkar, öteki dünyada etkinliğini bu şekilde gös­termektedir:

Malı ve kazandıkları ona fayda vermez. [Tebbet/2]

inkarcı sadece inkarı ile kalmıyor, yaptıklarının karşılığından da mahrum oluyor.

İnkarın, yapılan amelleri yok ettiği şu ayetten de anlaşılmaktadır:

Hakikati inkara şartlanmış olanlara gelince, onları ne mallan ne de çocukları Allah'a karşı koruyabilir. İşte onlar ateşin yaranlarıdır; orada ebediyyen kala­caklardır. Onların bu dünya hayatı için harcadıkları, kendi kendilerine zulme­den bir halkın ekinine musallat olan ve onu mahveden dondurucu bir rüzgara benzer. Onlara haksızlık yapan Allah değildir, fakat onlar kendi kendilerine haksızlık yapıyorlar. [Âl-i İmran/116-117]

Demek ki inkar, amellerin bütün ürününü yok eden dondurucu şiddetli bir rüzgarın ekine yaptığını yapmaktadır. [30]

 

İnkar Geleneği:

 

11. (İnkarcıların yolu) Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tuttuğu yola benzer. Onlar bizim ayetlerimizi yalanladılar, Allah da kendilerini günahları yüzünden ya-kalayıverdi. Allah'ın cezası çok şiddetlidir.

Bu ayetteki (de'b) kelimesinin kökü olan de-e-be fiili ısrar etmek, inat etmek, sebat etmek, devam etmek, yorulmamak, bıkmamak, usanma­mak, bir işe girişmek, iştirak etmek, uygulamak, vakfetmek, feda etmek, bü­yük şevkle tatbikata koymak manalarına gelmektedir. De'b kalıbında alındı­ğında adet anlamını ifade etmektedir.

Razi'nin açıkladığına göre bu kelime bir işte gayret gösterip yorulmak, ciddiyet, gayret ve aralık vermeden çalışmak, iş, örf-adet, devam anlamına gelmektedir.

Bu manalardan hareketle ayetin analizini yapacak olursak, psikolojik ve sosyolojik açıdan bazı genellemelere varmamız mümkün olabilir:

A. 10. ayetteki inkar edenlere mal ve çocuklarının Allah katında fayda ver­meyeceği ilkesi, daha önce gerçekleşen olgularda var olan bir gerçekliktir. İn­karın getirdiği faydasızlığı Yüce Allah geçmişten misallerle anlatmaktadır.

Firavun ve ondan önceki dönemlerde inkar psikolojisinin meydana getir­diği sosyal oluşumlara ve toplumlara verdiği zararlara dikkat çekilmekte, toplumsal inkar psikolojisinin, toplumun temeline dinamit koyduğu hatırlatı­larak eğitim yapılmaktadır.

Yüce Allah hakikati inkar etmekten insanları caydırmak için tarih öğreti­mi yapmakta, tarihî olguların merkezinde nelerin yer aldığını öğretmektedir. Toplumların çöküşlerinin bir nedenini de inkar psikolojisine bağlamaktadır.

B. Yüce Allah, inkarın ilk insandan bu yana bir gelenek oluşturduğunu ve bir süreç halini aldığım de'b kelimesiyle ifade etmektedir.

Hz. Muhammed'i inkar etme tarzını Yüce Allah, Firavun hanedanının tut­tuğu yola benzetmektedir. Hz. Muhammed'in getirdiği mesaja gösterdikleri tepkinin, aynen Firavun hanedanının o dönemdeki peygamberlere gösterdik­leri tepkiye benzediğine dikkat çekmektedir. Demek ki inkar, her dönemde, her peygamberin mesajına ve Allah'ın gösterdiği mucizelere karşı aynı tarz­da olmuştur.

Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette kezzebu (yalanladılar), En-fal/52'de kefferû (inkar ettiler) şeklinde yer almaktadır; ki yalanlamakla, in­kar etmek aynı anlama gelmektedir.

Böylece inkar psikolojisi ve bu psikolojinin doğurduğu olumsuz tepki ve davranış şeklinin benzerliği nedeniyle bir adet, daima kir akan olumsuz bir kültür nehri oluşturdukları beyan edilmektedir.

C. Olumsuz manada toplumsal değişimin dinamiğinin ne olduğu belirlen­mektedir. Enfal/53 ve 54 ayetleri arasındaki ilişkiyi ele aldığımızda, kötü ma­nada toplumsal değişimin dinamikleri arasında, insanların inkar psikolojisi ile kendi şahsiyetlerini değiştirmelerinin yer aldığı görülecektir:

Bu böyledir; çünkü Allah bir topluma bahşettiği nimet ve esenliği o toplum kendi şahsiyetini değiştirmedikçe asla değiştirmez ve Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir. Firavun hanedanının ve onlardan önce yaşayıp gidenlerin başlarına ne geldiyse (bunların da başına benzeri gelecek). Onlar Rablerinin ayetlerini inkar etmişlerdi ve bu yüzden Biz de onları, günahlarına karşılık helak ettik; boğuverdik o Firavun yandaşlarını, çünkü onların hepsi zalim kimselerdi.

Yüce Allah toplumsal değişimin dinamiğini, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anlatmaktadır. 53. ayetteki "Allah'ın bir topluma verdiği nimet"ten kasıt, siyasî iktidar, mutluluk, sosyal düzen ve esenliktir. Yüce Allah bir topluma bahşettiği sosyal güç, düzen ve mutluluğu veya güçlü bir siyasî iktidar gele­neğini durup dururken değiştirmeyeceğini; ama bu olumsuz değişimin dina­miğini o toplumun fertlerinin şahsiyetlerini değiştirmelerinin oluşturacağını söylerken değişimi psikolojik/manevî bir dinamiğe dayandırmaktadır.

Buradaki sebep-sonuç ilişkisinin doğurduğu dinamik, 54. ayette tarihsel olgu ile açıklanmakta; Firavun hanedanı ve ondan öncekilerin durumu ile ör-neklenmektedir:

Onlar Rablerinin ayetlerine yalan gözüyle baktılar, Allah da onları günahları nedeniyle helak etti.

Böylece inkar psikolojisinin toplumsal boyut kazanması sebebi, helak ol­maları da sonucu teşkil etmiştir. Demek ki, inkar toplumsal değişimin dina­miğini, toplumsal değişim de yok olmanın dinamiğini meydana getirmiştir. Ra'd/11 'de de Yüce Allah aynı sebep-sonuç ilişkisinin meydana getirdiği top­lumsal değişimin dinamiğini açıklamaktadır.

Mü'min/28-31 ayetleri arasındaki anlatım ele alındığında Firavun ve on­dan önceki Ad, Semud toplumlarının helak olma dinamikleri arasında aynı sebebin yer aldığı görülecektir.

İşte Yüce Allah Hz. Peygamber döneminde yaşayan ve Allah'ın ayetlerini inkar edenlere tarihsel olgularla eğitim yaparak, inkardan vaz geçmelerini temi­ne çalışmaktadır. Tarihsel olguların sebep-sonuç ilişkileri içinde ele alınıp de­ğişimlerin dinamikleri açıklanıp hayata ve gerçeğe ışık tutmak, yaşanmakta olan problemleri çözmek eğitimin vazgeçilmez metodlan arasında yer almak­tadır. Tarihî olguları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ele almamak, toplumsal de­ğişim ve yıkımların dinamiklerinin neler olduğunu tesbit edememek, tarihi ku­ru ve ruhsuz olarak ortaya koymak olacaktır ki, böyle bir tarih eğitimi dedi-ko-dudan ileri gidemeyecektir. Onun için Allah Teala sebep-sonuç kanununu açık­lamakta ve çöküşün, değişimin dinamiklerim gözler önüne sermektedir.

Böylece Yüce Allah, sosyal değişime, siyasete ve tarihe nasıl yaklaşılaca­ğını ve onlardan yaşanan hayata ve geleceğe nasıl ışık alınacağını ve orada­ki problemlerinin nasıl çözüleceğini değişmeyen kanun olarak ortaya koy­maktadır.

D. İnsanların işledikleri günahlar kendilerine bela olarak dönmektedir:

(Allah kendilerini günahları yüzünden yakalayiverdi). [Âl-i İmran/11]

(Biz de onları günahlarından dolayı helak etmiştik). [En-fal/52]

İlk ayette 'yakalamak', ikinci ayette 'helak etmek' ifadesi yer almaktadır; ki yakalamak, helak etmek demektir.

Bu ayetlerden çıkaracağımız ilke şudur: Mü'min/31 ayetinin sonunda be­lirtildiği gibi Allah kullarına bir zulüm dileyecek değildir. Yani, kulun başına gelen bela kendi günahından kaynaklanmaktadır. Allah'ın ayetlerini inkar et­mek ve kendi inançlarını paylaşmayanlara zulmetmek, baskı yapmak ve farklı muamelede bulunmak gibi günahların helaki getirdiği gerçeği beyinle­re nakşedilmektedir.

Firavun'un, Rabbim Allah'tır diyen insanı öldürmeye kalkması [Mü'min/26-28], inanan insana gösterdiği tepkinin hangi noktaya ulaştığını göstermektedir. İşte Âl-i İmran/11 ayeti bu davranışa da dikkat çekmekte ve Peygamberimizin getirdiği ilahî mesajı inkar etmelerinin nelere mal olacağı­nı Firavun ve öncekilerin örneği ile hatırlatmaktadır.

Tarihte inanç özgürlüğüne karşı yapılan baskılar, kendi gibi inanmayanla­ra hayat hakkı tanınmaması [Mü'min/26], sosyal hayatı kirletmiş; haklar sis­temini alt-üst etmiştir. Bu kirlilik toplumların boğulmasına sebep olmuştur. Yüce Allah farklı inanca mensup olanların birbirlerine karşı olan olumsuz ta­vırlarının kesintiye uğramadan devam ettiğine, bir gelenek halini aldığına dikkat çekmektedir. İşte ayetteki de'b kavramı bu geleneğe işaret etmektedir.

E. Firavun ve ondan önceki dönemlerde siyasî erki elinde bulunduranla­rın, bugünkü sosyolojik ifadesiyle siyasî kurumun, çürümekte olan toplum­larında değişim meydana getirmek isteyen peygambere karşı koydukları an­latılmaktadır. Çünkü kurumlar, ani değişmelere müsait değillerdir. Tevrat'ın, İncil ve Kur'an'ın indiriliş amacı, toplumda değişim meydana getirmekti. Fa­kat kafirler bu değişimin önüne sürekli engeller koymuşlardır. Yüce Allah, olumlu değişimin toplumları çürümekten kurtaracağını, değişimin önüne sü­rekli engeller koymanın toplumu helake sürükleyeceğini vurgulamaktadır. Mütefettirler ve siyasiler toplumda yapısal değişimi gerçekleştiremediklerinde Yüce Allah değişim için peygamberler göndermiştir. Bu değişim görevle­rini icra ederken peygamberler, toplumun ileri gelenlerinden, özellikle siya­sî erki elinde bulunduranlardan ve onların çevresinde yer alanlardan şiddetli tepki görmüşler ve bu tepkiler değişime karşı fren vazifesini görmüştür.

Firavun döneminde bu fren, erkek çocukların öldürülmesi eylemine kadar gitmiştir [Mü'min/25]. Firavun'un zulme dönüşen siyasî uygulamalarını de­ğiştirip topluma hürriyet getirecek olan değişimin önderi Hz. Musa da bu tep­kiden nasibini almıştır [Mü'min, 26].

Olumlu değişimin önüne sürekli engel çıkaran siyaset kurumuna karşı, Fi­ravun'un ailesinden inanan bir kişi sesini yükseltmiştir [Mü'min/28-31].

Âl-i İmran/lO-12'de olumlu değişime karşı tepki gösterenlerin nasıl deği­şime uğrayacakları anlatılmakta ve bunun eğitimi yapılmakta; olumlu deği­şime karşı koymanın sonunun helak olduğu vurgulanmaktadır. İşte geçmişin bu olgusu, Hz. Peygamber ve sonrası toplumlar için ışık olmalıdır.

F. inkarcıların durumunun, Firavun hanedanının durumuna benzetilmesi, Hz. Musa vasıtasıyla Yüce Allah'ın gerçekleştirmek istediği değişime karşı gelmelerinin, direnç göstermelerinin neticesi bakımından da ele alınabilir. Bu tepki ve direncinden dolayı Firavun'un denizde boğulduğu gibi, inkar eden­lerin de boğulabileceği, mal ve çocuklarının Firavun ve hanedanına fayda vermediği gibi onlara da vermeyeceği gerçeği dile getirilip caydırma yolu ta­kip edilmektedir. Zaten bir sonraki ayet bu yorumu teyid etmektedir. [31]

 

İnkarcıların Sonu Dünyada Mağlubiyet, Ahirette Cehennemdir:

 

12. İnkar edenlere de ki: "Yakında mağlub olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir!" [32]

 

Ayetin Nüzul Sebebi:

 

Razi'nin naklettiğine göre müfessirler bu ayetin iniş sebebi olarak iki ol­gu göstermektedirler:

a) Bedir zaferinden sonra Benî Kaynuka yahudilerini toplayarak Hz. Pey­gamber onlara şu hitapta bulunur: "Ey yahudiler! Kureyş'in başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden müslüman olun". Onlar da "Ey Muhammedi Sa­vaştan anlamayan Kureyş'i yenmek seni aldatmasın. Eğer bizimle savaşsay-dm, anlardın" dediler. Bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi.

b) Medineli yahudiler, Bedir'de müşriklerin basma geleni öğrenince, "Al­lah'a yemin ederiz ki bu, Hz. Musa'nın Tevrat'ta müjdelediği ve vasıflarını sa­yıp, sancağının yere düşmeyeceğini haber verdiği ümmi peygamberdir" de­diler. Daha sonra, birbirlerine, "Hele acele etmeyin" dediler. Uhud savaşın­daki yenilgiden sonra, "Bu o müjdelenen peygamber değil" dediler.[33] Bunun üzerine bu ayet indi.

Bu iki olay ayetin iniş sebebi olabilir. Ancak ayeti bu olayların içine sıkış­tırmak doğru değildir, zira onun mesajı evrenseldir. İnkar eden toplumların, benzer şartlar altında aynı olgu ile karşılacacaklannı vurgulayan bu ayetin mesajında bir determinizm vardır. [34]

 

Sebep-Sonuç İlişkisi:

 

İnkar eden toplumlar iki olgu ile karşılaşacaklardır: mağlubiyet ve cehen­nem. Mağlubiyet bu dünyadaki sonuç; cehennem de ahiretteki sonuçtur. Şim­di bu sebep-sonuç ilişkisinden çıkaracağımız neticeleri ele alabiliriz:

1. inkar psikolojisi, insanlardaki cesareti öldürmekte, mücadelede zayıflı­ğa neden olduğundan mağlubiyeti getirmektedir. Hakikati inkar eden ateist­ler, cesaret duygusunu yitirmekte, amaçsız olmaları nedeniyle savaşta boşu­na ölecekleri fikrine kapılmaktadırlar. Onun için, ahirete inanmayan kişi, öl­dürüldüğünde yok olacağına inandığından, ahirete inanan kimse ise öldürül­düğünde şehit olacağına, ebedî hayat ve mükafaata kavuşacağına inandığın­dan savaşma psikolojilerindeki motivasyon farklıdır.

Diğer taraftan inkarcılar, Allah'ın desteğini de kaybetmektedirler. Demek ki mağlubiyet, inkarcıların kaçınılmaz sonu olmaktadır.

2. İnkar toplumsal bir boyut kazanınca, toplumun gücünü zayıflatır. İnkar psikolojisi ferdin psikolojisindeki diğer güçlere hakim olunca büyüyüp ser­pilmelerini engellemekte ve hakikatten alacakları gıda yollarını tıkayıp zayıf­latmaktadır.

Bu durum toplumsal hayatta da aynen gerçekleşmektedir. Toplumsal çap­taki inkar, toplumun diğer manevî değerlerine zehrini akıtarak zayıflamaları­na veya ölmelerine sebep olmaktadır. Maddî ve manevî değerlerin oluşturdu­ğu toplumun kültürünü kemiren inkar psikolojisi, zamanla toplumun zayıfla­masına ve insanlık arenasında mağlup düşmesine neden olmaktadır. Baka-ra/205'te ifade edildiği gibi inkar, önce kültürü, sonra da gençliği helak et­mektedir. Demek ki inkar, sahibini ve sahibinin içinde bulunduğu toplumu zehirleyerek mağlubiyetine neden olmaktadır, inkar psikolojisi, vücudun di­rencini, yani bağışıklık sistemini ortadan kaldıran aıds hastalığı gibi, fert ve toplumun manevî bağışıklık sistemini felç ederek mağlup düşmesine sebep olmaktadır. Kötü etkilere açık hale gelen inkar psikolojisine sahip insan ve­ya toplum, mağlup olmaya hazır hale gelmiş demektir.

3. Yüce Allah bu ayetiyle, inkar ile mağlubiyetin arasındaki sebep-sonuç ilişkisini gözler önüne sermek suretiyle hem eğitim hem de öğretim yapmak­tadır, inkarın, mağlubiyet olduğu gerçeğini net bir şekilde öğretime sokmakta ve din eğitiminin bu konudaki titizliğini öne çıkarmaktadır. Din eğitimcilerine buradaki sebep-sonuç ilişkisini öğreterek, onlardan, insanlara ayakta kalabil­menin ve başarının sırrının nerede olduğunu anlatmalarını istemektedir.

4.  Savaşta önemli olanın askerin kemiyeti değil; keyfiyeti olduğu vurgu­lanmaktadır:

Nice az sayıda birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sab­redenlerle beraberdir. [Bakara/249]

Az sayıdaki bir askeri birliğin, çok sayıdaki askeri birliği yenmesinin di­namiği, Bakara/249'a göre iman ve onun getirdiği sabırdır. Gerçek iman, fert ve toplumun gücünü artırdığı gibi, Allah'ın yardımının da ulaşmasma sebep olmaktadır. Enfal/65'teki bire on, Enfal/66'daki bire iki dengesi de buna işa­ret etmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/12 ayeti, imansızlığın mağlubiyete götüreceğini ifade etmesinin yanısıra; zımnen imanın galibiyete götü­receğine de işaret etmektedir. Âl-i İmran/139'a göre iman gevşeklik ve kor­kuyu ortadan kaldırmakta ve üstünlüğü getirmektedir:

Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gele­cek olan sizsiniz.

5. Ayetteki mağlubiyetten kasıt, şeytana ve nefse karşı yapılan büyük ci­hattaki mağlubiyet de olabilir. İnkar psikolojisi nefse ve şeytana karşı mane­vî direnci kırmakta ve mağlubiyete sebep olmaktadır.

6. İnkarın diğer bir sonucu da cehenneme yuvarlanmaktır. Öyleyse haki­kati inkar etmenin, cehennemi oluşturduğunu söyleyebiliriz.  Âl-i İm-ran/10'daki "İşte onlar cehennem yakıtıdır" ifadesi de buna işaret etmektedir.

Cehenneme sürükleneceksiniz/toplanacaksınız [Âl-i İmran/12] ifadesin-deki (haşr) kelimesi, O küfredenler bölük bölük cehenneme sürülecekler­dir [Zümer/71] ifadesindeki (vesîka) kelimesine denk düşmekte; dola­yısıyla sürülmek ile hasrolunmak aynı anlama gelmektedir. Haşr'm toplayıp sevketmek, birini vatanından uzaklaştırmak, kurak ve kıtlığın hayvanları te­lef etmesi, bir şeyi diğer bir şeye şiddetle sokmak, birini sıkıştırıp zahmet vermek gibi manaları da vardır. Haşr kıyamette toplanma günü; haşere kalı­bından alındığında heşerat, çiyan, fare, akrep, böcek gibi hayvanlar; hububa­tın iç kabuğu manalarına da gelmektedir. [35]

 

Haşr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Toplamak

Firavun'un insanları, konuşmak için bir araya getirmesi [Naziat/23]; in­sanların kıyamet gününde bir araya gelmesi [Meryem/85] olgularını ifade et­mektedir.

2. Kaldırmak

Mahşerde yeniden diriltmeyi ifade etmek için kullanılmaktadır:

Ama kim ki beni anmaktan yüz çevirirse, bilsin ki, onun dar bir hayat alanı olacaktır ve kıyamet günü onu kör olarak kaldıracağız. [Taha/124]

Ayetteki 'kaldırma' fiili haşere kelimesiyle ifade edilmektedir. Aynı surenin 125. ayetinde de aynı anlama gelmektedir.

3. Bir araya getirip önüne koymak

Bir meseleyi isbat etmek için getirilen delilin kişinin önüne konması da bu kelimeyle ifade edilmektedir:

Biz onlara melekler göndermiş olsaydık ve ölüler kendileriyle konuşmuş ol­saydı ve (hakikati kanıtlayacak) her şeyi karşılarına çıkarıp önlerinde bir ara­ya toplamış olsaydık... [En'am/111]

4. Sürüklemek

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/12'de sürüklemek manasını ifade etmektedir.

İnkar, sadece dünyadaki zararlarıyla kalmamakta, kıyamet gününe uzana­rak insanları cehenneme sürükleyen bir güce dönüşmektedir. İnkar sebep, mağlubiyet ve cehennem ise onun neticesidir. İnsanı cehenneme sürükleyen Allah değil, inkarıdır.

(O, ne kötü bir meskendir).

Ayetin bu kısmındaki mihad kelimesinin kökü olan mehede yayıp döşe­mek, yatağı sermek, kazanmak, hazırlamak, özrünü kabul etmek, kolaylaştır­mak; temehhede kalıbından alındığında birine bir işi kolaylaştırmak; mihad kalıbı yatak, döşek, nehir yatağı, düz ve basık arazi; mehd kalıbı ise beşik an­lamına gelmektedir. [36]

 

Mihad Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Hazırlık yapmak

Rum/44'te iyi davranışta bulunanların kendileri için hazırlık yaptıkları ifa­de edilmektedir. Ayette geçen yemhedun kelimesi, dinlenecek bir ortam ha­zırlamak anlamına gelmektedir.

2. Ufuk açmak

Müddesir/14'te mehhede kalıbından gelmekte ve temhid kalıbını da mut­lak meful olarak almaktadır. Her ikisine birden Muhammed Esed Onun ufku­nu açtım; Yusuf Ali ise Onun hayatını hoş ve rahat hale getirdim manalarını vermişlerdir. Biz Muhammed Esed'in verdiği manayı birinci, Yusuf Ali'nin-kini de ikincil mana olarak alıyoruz. Çünkü ufku açılmamış bir insanın haya­tının hoş ve rahat olması mümkün değildir. Aslında her iki mana da "açmak" anlamında buluşmaktadır. Hayatı hoş ve rahat hale getirmek, onun sıkıntıla­rım, darlığını açmak ile ufkun darlığını açmak aynı şeyi ifade etmektedirler.

3. Döşemek

Zariyat/48'de düzenlemek, yani canlıların yaşayabileceği bir ortam haline getirmek, döşemek anlamına gelmektedir:

Biz yeri genişçe yaydık ve onu pek de güzel döşedik.

4. Beşik

Mehd kalıbı döşek manasına gelmektedir. Hz. İsa'ya, beşikte konuştuğun­dan dolayı mehdi denmiştir:

Ve o, hem beşikte iken, hem de yetişkin bir adam olarak konuşacak, dürüst ve erdemli kişilerden olacak. [Âl-i İmran/46]

5. Konaklama yeri

Bakara/206 ve A'raf/41'de, dinlenme ve konaklama yeri manasına gel­mektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/12'de de aynı anlamı ifade etmektedir. Kur'an'da daha çok konaklama yeri manasına gelen mihad kalıbında yer almaktadır.

İşte inkar psikolojisinin ve onun hayata geçirilmesinin ikinci neticesi, böylesi kötü bir mesken olan cehennemi oluşturmasıdır. İman ile iyi amelin insana hazırladığı hayat ile, inkar ve kötü davranışın getirdiği hayat insanla­ra net bir şekilde anlatılmalıdır. Aslında inanç ve amel insanların gelecekte­ki hayatını oluşturmakta, meskenlerini tesbit etmekte, mutluluk veya mutsuz­luklarını belirlemektedir. Aklın kullanılmaması, gönüldeki inancın doğru ol­maması, hakikatin inkar edilmesi, davranışlardaki olumsuzluk gelecekteki hayatı karanlığa, mutsuzluğa ve cehenneme çevirmektedir. [37]

 

Olayların Arka Planını Görmek:

 

71. Savaşta karşı karşıya gelen iki orduda sizin için bir işaret vardır. Ordunun biri Allah için savaşırken, diğeri O'nu inkar ediyordu. Gözleriyle diğer tarafı kendilerinin iki misli gördüler. Ama Allah, dilediğini yardımıyla güç­lendirir. Bakın, bunda görecek gözleri olan herkes için muhakkak bir ders vardır. [38]

 

Ayetteki Boyutlar:

 

Bu ayette müteşabih (çözülmesi, anlaşılması ve açıklanması zor olan) bazı boyutlar vardır. Şimdi bu boyutları ele alalım:

1. (Karşılaşan iki toplu­lukta, sizin için bir ibret vardır. Onlardan biri Allah yolunda savaşıyordu, di­ğeri ise kafir idi. Kafir olanlar, Allah yolunda savaşanları iki kat görüyordu).

Biri iki görmeyi nasıl açıklayabiliriz? Bizim göremediğimiz askerler de vardır. Şu ayet buna işaret etmektedir:

(Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır). [Fetih/4]

Demek ki, bizim beynimizin algılayamadığı, gözlerimizin göremediği as­kerlerden teşekkül eden ordular da vardır. Bunları bizim göremememiz onların olmadığına delil teşkil etmez. Çünkü göremediğimiz nice varlıklar vardır. Me­sela, hâlâ ışığı bize ulaşmamış nice yıldızlar vardır ki biz onları göremiyoruz.

Yine melekleri ve cinleri göremediğimiz halde onların varlığına inanıyo­ruz. Allah'ın gökler ve yerdeki ordularının meleklerden teşekkül ettiğini bil­diren ayetler bulunmaktadır.

Âl-i İmran/13'te geçen "karşı karşıya gelen iki ordu" ibaresiyle, -müfes-sirlerin ittifakına göre- Bedir'da karşılaşan müslüman ve müşrik ordusu kas-dedilmektedir. Rivayet edildiğine göre müşrik ordusu 950 kişi, müslüman or­dusu ise 313 kişiydi. Âl-i İmran/123 ayetine göre, Bedir'de çok az olan müs­lüman ordusuna Allah yardım etti. Bu yardımın nasıl yapıldığı ise şöyle açık­lanmaktadır:

O zaman sen, mü'minlere şöyle diyordun: "İndirilen üç bin melekle Rabbini-zin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir?" Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, düşmanlarınız hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder. [Âl-i İmran/124-125]

İşte bu ayetlerin içerdiği konuyu anlamak, göklerin ordularının Allah'ın olduğunu söyleyen Fetih/4 ayetine inanmakla mümkün olur. Yüce Allah gök­lerdeki ordusundan, müslümanlan takviye etmek için melekleri göndermek­tedir. Bu durum fizik ötesi alemin, fizik alemi ile olan ilişkisine inanmakla anlaşılır.

Diğer taraftan cinlerin ateşten, meleklerin nurdan (ışıktan, enerjiden) -ki ateş ve ışık da birer maddedir-yaratıldığını biliyoruz. Öyleyse, ışık ve ateş denen enerjinin maddeye dönüşümüyle melek ve cinlerin bedene bürünüp bu aleme gelebileceklerini düşündüğümüzde meseleyi anlamak kolaylaşır.

Günümüzde uzaylı denen varlıklar, bedene bürünmüş melek veya cinler olamaz mı? Çünkü onların da bir savaş teknolojisine sahip oldukları Fil/3-4'te ifade edilmektedir.

Müşrik askerlerin müslüman askerleri iki kat görmesine sebep olan olgu, Yüce Allah'ın müslüman orduyu takviye etmek için gönderdiği melekler ola­bilir. Ama melek gönderilmeden, onlara öyle de gösterilebilir. O zaman En-fal/44 ayetini devreye sokabiliriz:

İşte böylece, savaşta karşı karşıya geldiğiniz zaman, onları gözünüze az gibi gösterdi; tıpkı sizi de onların gözünde azalttığı gibi ki Allah işi gerçekleştir-sin; çünkü bütün olay ve oluşumların gidişi, gelip Allah'a dayanır. [Enfal/44]

Kafirleri müslümanlann gözüne az gösterdiği gibi, Âl-i İmran/13'te ifade edildiği üzere müslüman tarafı da onların gözünde çok gösterebilir. Yapılan bu açıklamalara rağmen, yine de konuda karanlık kalan bir boyut bulundu­ğunu kabul etmek gerekir ki bu boyut iman alanına girmektedir. Onu tabiat kanunları gibi bilemiyoruz, ama inanıyoruz. Zaten Allah ona ayet demekte­dir. Ayet de ibret, mucize anlamına gelir. Müslümanların kafirleri az görme­si, kafirlerin müslümanlan çok görmesi, yaşanan bir olgu olduğu için, ger­çekler alemine intikal etmiş ve bir ibret olma vasfını kazanmıştır.

Âl-i İmran/13 ayetini 12. ayete bağladığımızda şu neticeye ulaşabiliriz: Bedir zaferini küçümseyen gruplara, "Siz de mağlup olacaksınız" demekle, müslümanlann elde ettikleri zaferin ardında ilahî yardımın olduğu söylen­mektedir. Küçük bir ordunun, kendinden kat kat fazla olan bir orduyu nasıl mağlup ettiğinin analizi yapılmaktadır. Kafirlerin müslüman ordusunu iki kat fazla görüp korku psikolojisine bürünmeleri, zaferin kazanılmasında büyük rol oynamıştır. Savaşın kazanılmasında, cesaret, sabır ve inancın ne kadar büyük rol oynadığı, bunların yokluğunun da mağlubiyeti getirdiği beyan edilmektedir.

Korku, düşmanı fazla veya güçlü gösterir; bu da mağlubiyetin ilk adımı­dır. Veya, gözün düşmanı fazla görmesi gönüle korku düşürür. Cesaret ve sabrın ne denli büyük bir güç ve silah olduğu şu ayetle ifade edilmektedir:

Ey Peygamber! İnananları, savaşta ölüm korkusunu alt etmeleri yönünde yü­reklendir: Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiyi tepeleyebi­lirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kafirlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. [Enfal/65]

Ayette üç önemli değer vurgulanmaktadır: Sabır, cesaret ve anlayış. Cesa­retli ve sabırlı olan müslümanlar, kendilerinin iki katı olan kafirleri mağlup eder. Demek ki zafer gönülde başlıyor; gönülde kaybediliyor. Savaş teknolo­jisinin en büyüğü sabır ve cesarettir. Savaşta kullanılan maddî silahlar, bu manevî silahın yardımcısıdır. Burada, gönüldeki oluşumların, gözleri ve id­raki etkilediği gerçeği vurgulanmaktadır. Gerçeği sübjektif veya objektif ola­rak görüp değerlendirmek de bundan kaynaklanmıyor mu?

2. (Allah dilediğini yardımıyla destekler). Allah'ın yardımını celbeden şey, kulun imanı ve yararlı işler yapmasıdır. Çünkü ilahî kanuna göre, Allah inanan ve iyi amel üretenleri destekler:

(Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz). [Mü'min/51]

Görüldüğü gibi, Yüce Allah'ın yardımını, kulun gönlündeki iman hareke­te geçirip pratiğe dökmektedir.

Muhammed/7'de kendisine yardım edene yardım edeceğini vaad eden Al­lah, kulun dinine yardım etmesi halinde, kuluna yardım etmeyi kendisi için zorunlu görmektedir.

Demek ki Allah'ın yardımı, kulun iman ve salih amel işlemesine bağlıdır.

Bu da, Allah'ın yardımını gelişi-güzel yapmadığını göstermektedir.

3. (Elbette bunda görecek gözler için büyük bir ders var­dır).

Ayetteki ibret kavramı rüya tabir etmek, yorumlamak, nehrin bir yakasın­dan öteki yakasına geçmek, süratle yolu yarıp gitmek, gözden yaş akmak, dikkatle anlayarak okumak, eşyanın kıymetini ölçmek, tartmak, içinde olanı sözle açıklayıp ortaya koymak, helak etmek; itibar kalıbından denemek, tec­rübe etmek, ibret almak; ibare denince de manaya işaret eden küçük cümle anlamlarına gelmektedir. Ayrıca ders almak, öğrenmek, örnek almak, uyan almak, dikkate almak, addetmek, dikkatle bakmak, itibar etmek, şeref ver­mek, hürmet etmek, takdir etmek, kadrini bilmek gibi manaları da bulunmak­tadır. [39]

 

İbret Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Rüya yorumlamak

Rüya gören Mısır kralı etrafındakilere şöyle der:

(Ey soylular! Eğer rüya yorumlamasını biliyor­sanız, bu rüyamı bana yorumlayın). [Yusuf/43]

Buradaki yorumlamak, içinde olanı açıklamak, ortaya koymak, ondaki manaları gözyaşı gibi akıtmak, dışarı çıkarmaktır.

2. Yolculuğa çıkmak

Abere fiili yol kelimesi ile kullanılınca, yolculuğa çıkmak anlamına gelir. Süratle yolu yarıp geçmek anlamından hareketle Nisa/43'teki seyehatte ol­mak manasına ulaşmış oluruz. Her iki kelimeyi birleştirirsek 'yolcu' manası verebiliriz.

3. Ders

Bu kelime Kur'an'da daha çok ibret kalıbında yer almakta; anlatılan kıs­salarda, hayvanlarda, gece ile gündüzün ardarda gelmesinde, Firavun'un ce­zalandırılmasında akıl sahibi, derinlemesine kavrayan ve saygı duyanlar için ibret/ders olduğu ifade edilmektedir.

'Ders' anlamında emir kalıbı, sadece Haşr/2'de geçmekte ve hakikati inkar edenlerin düştüğü olumsuz durum, kendi meskenlerini kendi elleriyle yı­kacak kadar korkuya kapılmaları, kendi yurtlarını tahrip etmeleri ifade edil­dikten sonra şu emir verilmektedir:

(Öyleyse bundan ders alın siz ey derin kavrayış sahipleri). [Haşr/2]

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/13'e dönecek olursak, müş­riklerin mü'min ordusunu iki kat görmesi, Yüce Allah'ın dilediğini destekle­yerek yardım etmesi ve diğer sosyal olgular üzerinde düşünüp ders alınması­nın öneminin vurgulandığını söyleyebiliriz.

Ders alacak olanların ancak basiretli, akıllı ve saygılı kimseler olduğu be­lirtilmektedir. Lübb (akıl), basiret ve saygının kaynağıdır. Tarihî olgulardan ders alacak olanlar, selim akıl sahibi ve gönül gözü açık olanlardır. Yüce Al­lah, inkar psikolojisinin insanı nerelere ve hangi kayıplara götürdüğünü açık­larken insanın gönül gözüne, yani aklına hitap ettiğini ayetin sonunda ifade etmektedir.

Bundan çıkan sonuç şudur: Tarihî olgulardan ve sosyal olaylardan ders alabilmek için öğretim faaliyetinde insanın aklına hitap edilmeli; inkarın za­rarları ile imanın faydalan açıklanmalıdır. [40]

 

Dünyaya Yönelen Sevgi:

 

14. Kadınlara, çocuklara, altın ve gümüş (cinsinden) bi­rikmiş hazinelere, soylu atlara, sığırlara ve arazilere yö­nelik dünyevî zevkler insanoğlu için çekici kılınmıştır. Bü­tün bu zevkler bu dünya hayatında tadılabilir, ama hedef­lerin en güzeli Allah katında olanıdır. [41]

 

Ayetin Analizinden Çıkacak Neticeler:

 

Ayetin analizinden şu neticeleri çıkarabiliriz:

1. Ayette sayılan dünyevî nimetlerin insan için çekici kılınması, bu eğilimlerin insanın tabiatına yerleştirildiği anlamına gelir. Dünyevî nimetle­re duyulan sevgi doğuştan gelmektedir. Tabiattan kaynaklanan bu eğilimlerin disipline edilmemesi, şehvetin sevgiye hakim olması zamanla tutkuya dönür ve insanın hayatının biricik gayesi haline gelir. İşte (züyyine) kavramı ile bu eğilimlerin insanın tabiatına yerleştirildiğine işaret edilmektedir.

2. Kadın ve çocukların, altın, gümüş, at, hayvan ve ekinlerle beraber sa­yılması, onları eşya seviyesine indirmez mi? Ayetteki (linnas) kavramı 'erkekler' anlamına geldiğine göre, kadınlar altını ve sayılan diğer şeyleri sevmez mi?

Bu soruların cevabını psikolojik açıdan vermek zorundayız. Ayetten şu sonucu çıkarabiliriz: Kadınların sevilme, erkeklerin ise sevme yönleri daha ağır basmaktadır. Erkek sevmeye, kadın ise sevilmeye daha yatkın olarak ya­ratılmıştır. Bu hususta çocuklar da kadınlara benzer.

Öyleyse, ayette kadın ve çocukların eşya seviyesine indirildiği söylene­mez. Cahiliye döneminde kadınların sevilmemesi, çocukların öldürülmesi bu ayetle yerilmekte, onların sevgi motifi oldukları, sevilmelerinin doğaya uy­gun olduğu vurgulanmaktadır. Kadınlara ve çocuklara karşı olan sevgi, do­ğuştan olduğu için, onları sevgi çemberinin dışına itmenin zulmün başlangı­cı olduğuna dikkat çekilmektedir. Kadını sevgi çemberinin dışına itmek do­ğaya aykırı hareket etmektir.

3. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatidir ifadesiyle, değerlerin geçi­ci olanlarıyla kalıcı olanlarını bildirilmekte; tıpkı geçici dünya hayatı gibi, ona bağlı değerlerin de geçici olduğu gerçeğine dikkat çekilmektedir.

4. Ama hedeflerin en güzeli Allah katında olanıdır.

Dönüp varılacak yerin bütün güzelliği Allah katında olduğuna göre, ma­nevî değerlerin öne çıkarılması zorunludur. Dünya ve onun değerlerinin ne kadar sevilmesi gerektiğini, asıl hedefin Allah katında değerli bir yere sahip olan davranış olduğunu vurgulayan bu ayet, dünyevî nimetlerle uhrevî haya­tın üzerine oturacağı güzel şeyleri üretmenin önemine dikkat çekmektedir.

Ahirete karşı dünyanın, dünyaya karşı ahiretin durumunu açıklamak ve aralarında bir denge oluşmasını temin etmek din eğitiminin asıl amaçlarından biri olmalıdır. Geçici nimetlerin ve sahte değerlerin peşinden koşup hayatı boşa harcamanın, onları tutku halinde sevip tanrılaştırmanın insanın erdemi­ni yok ettiği anlatılmalıdır. Dünyevî nimetlerin, uhrevî hayat için bir vasıta olduğu bilinci, insanlara din eğitimi vasıtasıyla kazandırılmalıdır. [42]

 

Allah'ın Hoşnut Olduğu Davranışlar:

 

15. De ki: "Size o dünyevî zevklerden daha hayırlı olan şeyleri haber vereyim mi? Takva sahipleri için Rableri ka­tında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cen­netler, tertemiz eşler ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür".

Bu ayet 14. ayetin devamı ve açıklamasıdır. Bu ayette, 14. ayette sayılan ve "dünya zevki" olarak nitelendirilen dünyevî nimetler ile Allah katında da­ha önemli ve Allah'ın ödülünü kazandıracak olan davranışlar arasında bir mukayese yapılmaktadır. Böylece Hz. Peygamber'e ve sonraki nesillere öğ­retim faaliyeti konusunda bir program sunulmaktadır:

1. Ayetin birinci kısmında yer alan ve daha iyi, daha üstün, daha faydalı, daha değerli manalarının yanısıra; seçmek, tercih etmek, daha iyi veya en iyi olanı araştırmak veya dilemek manalarına da gelen ve hare fiilinden türeyen (hayr) kavramı, Kur'an eğitiminde önemli bir yer tutmaktadır.

Ayetin bu kısmındaki Haber vereyim mi? ifadesi, "Öğreteyim mi?" mana­sına gelir. Soru şeklinde olması, öğrencilerin dikkatini çekmek içindir. İnsan­lara, hangi değerlerin daha üstün olduğunu öğretmek, tercihlerine rehberlik etmek amacını güden bu ayet, öğretim faaliyetinin olmazsa olmazını önümü­ze koymaktadır.

Diğer taraftan daha üstün, daha değerli ve daha kalıcı olanı öğretmekle, insanları yüce değerleri hayata geçirmek ve Allah katında önemli ödüllere doğru yöneltmek için motive etmektedir. Dünyevî değerlerin motivasyonu ile yüce değerlerin motivasyonunun farklı olması gerektiğine de işaret et­mektedir. İnsanları yüce amaçlar peşinde koşturmak için neyin daha değerli, daha üstün ve daha faydalı olduğunu öğretmek gerekiyor. İşte Allah Teala Hz. Peygamber'e bu öğretim faaliyetini yapmasını emretmektedir. Bu öğre­tim faaliyeti yürütülürken takva sahiplerine dikkat çekilmektedir. Baka-ra/2'de takva kavramını genişçe açıklamıştık. Takva'nm buradaki manasını 14. ayetin içeriğiyle doldurursak diyebiliriz ki: Dünyevî zevklerle uhrevî zevkleri ayırt eden ve kendisini dünyevî zevklerin peşine tutku ile düşmek­ten koruyan kimse muttakidir. 7a£vö'nın 'korumak' manasından hareketle de muttakinin, kısa vadeli, geçici ve yüce olmayan değerleri tanrı edinmekten kendini korumasını bilen ve kendini Allah katında olan en güzel ve en yüce hedeflere yönelten kimse olduğunu söyleyebiliriz.

Ayetin ikinci kısmında muttakilere vaadedilen ödüllere işaret edilmekte­dir: Altından ırmaklar akan cennetler, temiz eşler ve Allah'tan bir hoşnutluk.

Bu ödüller, insanları yüce değer ve amaçlara yöneltmek için motivasyon görevini yerine getirmektedir. Altından ırmaklar akan cennetler, bu dünyada­ki davranışın sonucudur. Dünyevî nimetlerin geçiciliğinin bilincinde olan kimsenin, onları tanrılaştırması mümkün değildir. Dünyaya tutku ile sanlma-manın, ama ahireti kazanmanın yolunun bu dünyadan geçtiğinin bilincinde olarak imanla birlikte erdemli bir hayat sürmenin karşılığıdır bu cennetler.

Ahiretteki temiz zevceler, dünyada horlamadan, dövüp sövmeden, zul­metmeden, cinsel istismar aracı olarak kullanmadan kadınlarla güzel bir iliş­ki içinde olmanın karşılığıdır.

Kadını, peygamberler de dahil tüm erkeklere kan, can ve süt veren, terbi­ye eden bir varlık olarak görüp saygı duyan ve seven takva sahibi kimse öte­ki dünyada temiz zevcelerle ödüllendirilecektir. Kadına güzel muamele eden kişi, öteki dünyada bu muamelesinin karşılığım temiz kadın olarak bulacak­tır. Bu açıdan bakarak muttakinin tanımını şöyle yapabiliriz: Kadını sadece cinsel obje olarak görmeyen, onu bir sevgi motifi olarak gören, horlamayan ve kötü muamele etmeyen kimsedir.

Allah'ın hoşnutluğunu kazanmasının sebebi, üstün, hayırlı, faydalı öğreti­ye tabi olup dünyevî değerlere tapmayan, tüm davranışlarını Allah rızası için yapmasıdır. Bu ödülün, dünyevî menfaat için değil, sırf Allah rızası için ey­lemde bulunan kimseye verileceğini garanti altına alan bu ayet, insanı en gü­zele motive etmektedir. Böylece muttakinin başka bir tanımına ulaşmaktayız: Amelleri sırf Allah rızası için olan kimse.

Muhammed Esed, vallâhu basîrun bi'l-ibâdi ibaresine, -isabetli bir şekilde-Allah kullarını(n kalplerindeki her şeyi) görür manasını vermiştir. Allah, kulun, eylemini hangi düşünce ve niyetle yaptığını görmekte ve bilmektedir. Bu da 14 ve 15. ayette yer alan eğitim faaliyetinin bir parçasıdır. Muttaki kavramı yüce ruhlu insanı ifade etmektedir. İnsanların bu seviyeye ulaşması ise kolay değil­dir. Bir dizi eylem ve o eylemlerin arkasında lekesiz bir düşünce, iman ve niyet gerektirir. Ama Allah'ın gözetimi bütün kullarını kapsamaktadır. İbareye, onla­rın kalplerinde meydana gelen her kıpırdanmayı gördüğü manası verilebileceği gibi, onların tümünü gözetimi altında tuttuğu manası da verilebilir. [43]

 

Muttakilerin Diğer Vasıfları:

 

16-17. (Allah) "Ey Rabbimiz! (Sana) inanıyoruz, bizi af­fet, günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından emin kıl" diyenlerin; zorluklara sabredenlerin ve sözlerini tu­tanların, (Rablerine) yürekten bağlı olanların, (servetleri­ni Allah yolunda) harcayanların ve bütün kalpleriyle af di­leyenlerin (kalplerindeki her şeyi görür).

Âl-i İmran/15'te muttakilere hangi ödüllerin verileceği bildirilmiş; fakat muttakinin kim olduğu ve hangi ibadetleri yaparak bu sıfatı hak ettiğine açık­lık getirilmemişti. îşte Âl-i İmran/16-17 ayetleri, muttakinin tanımını ver-" mekte ve hangi amellerle bu mertebeye erdiğini açıklamaktadır.

Buna göre muttaki'nin nitelikleri şunlardır: Allah'a iman etmek; günahla­rının affını O'ndan dilemek, azaptan korunmayı O'ndan istemektir. Muttaki, imanını itiraf ettikten sonra, günah işlemiş olacağı ihtimalinden hareketle Al­lah'tan af dilemektedir. Allah'tan af dilemek, kişinin benliğinin kendisi ile Al­lah arasına girmesine mani olmak demektir. Kendisini temize çıkarmayan ki­şi, Allah'a karşı aczinin bilincinde olan kişidir. Bu bilinç ve bu benlikten sıy­rılma, takva kelimesinin içini dolduran ikinci oluşumdur.

Bizi ateşin azabından koru duası, hem aczi itiraf, hem de amellere güven­meme anlamına gelmektedir. İman, af ve korunma şeklinde formüle edilen takvanın birinci basamağını, alçak gönüllü olmayı ifade etmektedir.

Zorluklara karşı sabretmek, ikinci basamağı teşkil etmektedir. Sabır, kar­şılaşılan zorluklara, problemlere, kısaca hayatın bütün meşakkatlerine göğüs germek, onları çözümlemek, onların altında ezilmeyerek karşılık vermektir. "Sözlerini tutanlar" ifadesi de sadakat denen ahlâkın temel değerini hayata geçirenleri ifade etmektedir. Allah'a, insanlara ve nihayet kendisine karşı sa­dık olan kimse muttaki demektir. Kendine karşı dürüst olmayan, diğer insan­lara ve nihayet Allah'a karşı da dürüst olamaz.

Huzurda boyun eğenler ifadesi, yürekten bağlılığı ifade eder. Kanit kav­ramı, dürüst insanın içten bağlılığı, boyun eğmesi anlamına gelir. Hangi şart­lar altında olursa olsun, bağlılığını asla elden bırakmaz. Kendine, insanlığa ve Allah'a bağlılığında asla sahtelik bulunmaz.

Allah yolunda harcayanlar ifadesiyle, ihtiyaç sahiplerinin elinden tutan, insanlığın yararına yatırım yapan, ihtiyaç duyulan projelere yardımda bulu­nan, fakirlerin iniltisine kulak veren ve gereğini yapan kimseler kasdedil-mektedir. Böyleleri takva denen erdemin doruk noktasına çıkmış demektir. Ayette zikredilmesi, malından fedakarlıkta bulunmanın önemini göstermek­tedir. Bütün kalbiyle af dileme eylemi, takva kavramının içini dolduran son davranıştır. Af dilemek gibi erdemli bir hareketin kaynağı gönül ise, bu kay­da değer bir eylemdir.

Kısaca, mükafaat olarak altından ırmaklar akan cennetlere, temiz eşlere ve Allah'ın rızasına kavuşan muttakiler; iman eden, günahını itiraf edip gö­nülden af dileyen, ateşten sakınmak için yalvaran, sabreden, sadık olup gö­nülden bağlanan, fedakarlık gösteren bir değerler manzumesini eyleme dö­nüştürenlerdir. Bu insanlar, inancın ve ahlâkî değerlerin derinliklerine inen, onları özümseyen ve davranışlarına yansıtan erdemin doruğunda bulunan­lardır.

Bu ayetlerde, ahlâkî eğitimin insana kazandırması gereken değerler anla­tılmaktadır. Allah'ın tanımladığı bu şahsiyet, din eğitiminin hedeflediği insan tipidir. Başarısını kanıtlayan eğitimi, sabır, sadakat, dürüstlük, fedakarlık ve gönülden af dilemek gibi insanlığın yücelttiği değerleri insana kazandıran eğitimdir. 17. ayetin sonunda yer alan "seherlerde af dileyenler" ifadesinde-ki j£î (eshâr) kelimesine müfessirler, fecrin doğuşundan önceki zaman ma­nasını vermektedirler. Bu kelime sehere fiilinden türemiş olup cezbetmek, büyülemek, kendisinden geçirmek, aklını çelmek, meftun etmek, tatlılıkla kandırmak, yaltaklanmak, fecirden önce hafif bir kahvaltı yapmak manaları­na gelir.

Sehr veya suhr kalıbından alındığında şafaktan önceki vakti ifade eder. Sahr, suhr veya suhur kalıbından getirilince, kalbin özü, kalbin en iç kesimi veya sadece kalp anlamına geldiği[44] gibi, vücudun akciğer bölgesini de ifa­de eder. Akciğerin nefes alan bir organ, seher vaktinin de gündüzün nefes al­maya başladığı an olması sebebiyle bir manada buluşmaktadırlar.

Muhammed Esed'in verdiği mana ve açıklamadan hareket edersek eshar kelimesinin, kalbin derinliklerinden gelen bir af dileme manasına geldiğini söyleyebiliriz. Öyleyse muttaki, içinden gelerek af dileyen kimsedir. [45]

 

Tevhide Şehadet Edenler:

 

18. Allah ile melekler, hak ve adaleti gözeten ilim sahiple­ri O'ndan başka tanrı olmadığına şahittir. O'ndan başka tanrı yoktur, kudret ve hikmet sahibidir. [46]

 

Allah Dışında İlah Olmadığına Şehadet Edenler:

 

Ayette, Allah'ın dışında ilah bulunmadığına şehadet edenlere dikkat çekil­mektedir:

1. (Kendisinden başka tanrı olmadığına Allah şehadet et­mektedir).

Buradaki şehadet, bilgiye dayanarak haber vermek anlamına gelebileceği gibi, açıklayıp ortaya koymak manasına da gelebilir.

Yüce Allah'ın, kendisinin tek olduğuna şehadet etmesi, açıklaması veya haber vermesi, bilmesi anlamını ifade etmektedir. Allah Teala, yarattığı ölçü­lü, düzenli ve sistemli kainat ve ondaki varlıklar vasıtasıyla kendinden başka tanrı olmadığım açıklamaktadır. Tabiat kanunları veya varlıklar vasıtasıyla Allah'ın varlık ve birliğine ulaşmak, şehadet demektir. Varlıklar alemi vası­tasıyla birliğini isbat etmesi, öğretmesi ve ilan etmesi de Allah'ın şehadet et­mesi anlamına gelmektedir.

2. (Melekler de Allah dışında ilah bulunmadığına şehadet eder).

Meleklerin şehadet etmesi, Allah'ın şehadet etmesinden farklıdır. Onların, Allah'ın birliği konusundaki bildirgesini insanlara aktarmak suretiyle şehadet ettikleri bir gerçektir. Ama melekler Allah'tan başka tanrı olmadığına da inanmaktadırlar.

3. (Adaleti gözeten ilim sahipleri de Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet eder).

İlim sahiplerinin Allah'ın birliğine olan imanları, bilgiye dayandığı için 'şehadet' kavramı ile ifade edilmektedir.

Adaleti ayakta tutmak, burada hal makamındadır. Bunu Allah'a verenler olduğu gibi ilim sahiplerine verenler de vardır. Biz ilim sahiplerine vermeyi uygun buluyoruz. Adaleti ayakta tutmak, Allah'tan başka tanrı olmadığı inan­cına sahip olmak, Allah'ın hakkını teslim etmek, inancı yerli yerine koymak­tır. Bir şeyi layık olduğu yere koymak adalet olduğuna göre, Allah'tan başka tanrı olmdığı gerçeğine inanmak, hakkı teslim etmek demektir. Öyleyse ilim sahibi insanlar Allah'ın hakkım bilinçli bir şekilde teslim ettiklerinden, ada­leti ayakta tutan kimseler olmaktadırlar. Başka bir ifadeyle şirk koşmamak, Allah'ın hakkıdır; hakkı yerine getiren kişi de adildir.

Ayette sadece ilim sahiplerinin zikredilmesi, ne anlama gelir? Şehadet, bi­lerek iman etmek olduğundan, bilinçli inanmak şehadettir. Böyle bir iman da sadece ilim sahiplerine mahsustur. Yüce Allah'ın kudretini kainat kitabında görerek, okuyarak ve bilerek iman ettiklerinden dolayı ilim sahipleri burada anılmaktadırlar. Zümer/9 ayetine göre bilen insanların üstünlüğü vardır ve bu, Âl-i İmran/18'de zikredilmekle teyid edilmektedir.

Şehadet etmede bilen insanlar Allah ve meleklerle aynı eylemi paylaş­makta olduğundan, bilginin insanı ne kadar yücelttiği ortaya çıkmaktadır. Bilgisiyle insan, Allah'ın şehadet eylemini yeryüzüne indirmekte ve yansıt­maktadır. Bilgiye dayanan şehadet kesin ve doğrudur. Yüce Allah ilim sahip­lerini burada, aynı zamanda Allah'ın hakkını teslim eden kişiler olarak nite­lendirmektedir. Hakkı teslim etmeyen ve bu yolla adaleti ayakta tutmayan ki­şiye alim denemez. O halde ilim adamının nitelikleri arasına adaletli olmak ve hakkı teslim etmek de girmektedir. Allah'ın hakkını teslim etmek, O'ndan başka tanrı olmadığına şehadet etmek, yani bilinçli olarak inanmakta

4. (Ondan başka tanrı yoktur, kudret ve hikmet sahibidir).

Burada Allah dışında ilah olmadığı, kudret ve hikmet sıfatlarıyla beraber tekrarlanmaktadır. Bu, Allah'ın kudret sahibi olup her yaptığını yerli yerinde yapması anlamına gelir. Aziz sıfatı, mülkünde mağlup edilemeyen, her zaman galip olan bir kudrete sahip olduğunu; hakim sıfatı ise bütün işlerini yerli ye­rinde yaptığını ifade eder. Tek olmayan, işine başkasını ortak eden bir varlık bu işleri yapamaz.

Ancak sonsuz ve eksiksiz bir ilme sahip olan varlık bütün işlerini eksik­siz ve yerli-yerinde yapacağından hakim sıfatmı alabilir. Aziz sıfatı ile hakim sıfatı arasındaki ilişki, bilgi ile kudret arasındaki ilişkinin aynıdır.

Bu ayetin, 10 ve 13. ayetlerle alakasını şu şekilde kurabiliriz: Kafirlerin inkarlarının zararı kendilerine olup Allah'ın birliğine bir nakısa getirmez; çünkü Allah, melekler ve ilim sahipleri buna şehadet etmektedir. Diğer taraf­tan bu ayet, Âl-i İmran/2 ile, ilim sahiplerine yer verdiği için de Âl-i İmran/7 ile alakalıdır. Allah'ın birliğinin vurgulandığı 2. ayetle, ilim sahiplerinin zik-redildiği 7. ayet bu ayetin çatısını teşkil etmektedir. [47]

 

Allah Katında Tek Din İslâm'dır:

 

19. Allah katında hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, ken­dilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yü­zünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki, Allah'ın hesabı çok çabuktur.

Fatiha/4'te din, Bakara/208'de de İslâm kavramını açıkladığımızdan bura­da izah etmeyeceğiz. [48]

 

Ayetten Çıkarılacak Sonuçlar:

 

Bu ayetten bazı sonuçlar çıkarabiliriz:

1. Razi'nin bu ayetin tefsiriyle ilgili nakillerine bakılırsa bu ayet, 18. ayet­teki şehide (şahit oldu, ortaya koydu, bildirdi) fiilinin tümleci olup Allah'ın, meleklerin ve adil ilim sahiplerinin şehadeti, hem Allah'tan başka tanrı olma­dığını, hem de Allah katında hak dinin İslâm olduğunu kapsamaktadır.

Razi'nin naklettiği bu yorum, 18. ayetin yorumunu kolaylaştırmaktadır. Çünkü 18. ayette, Allah'ın ve meleklerin, Allah'tan başka tanrı olmadığına şe­hadet etmeleri net bir şekilde anlaşılmakta; ama adaletin bayrağını ayakta tu-tan ilim sahiplerinin yanısıra adil olmayan ilim sahiplerinin veya ilim sahibi olmayanların da, Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet edip etmedikleri kapalı kalmaktadır.

19. ayeti bu ayete bağlarsak bu kapalılığı giderebiliriz. Adaletin bayrağı­nı ayakta tutan ilim adamları, dinler arasında seçim yapma gücüne sahip ol­duklarından, hangisinin Allah katmda geçerli olduğunu anlayabilirler; fakat adil olmayan ilim adamları bunu anlayamazlar. Buradan hareketle kaimen bi'l-kıst (adaleti ayakta tutan) ibaresine, 7. ayette zikredilen objektif/tarafsız, aklını kullanan, düşünen, ilmî derinliği olan ilim adamları manasını vermek mümkündür. Çünkü objektif tarafsız olan ilim adamı, dinleri inceledikten sonra hangisinin daha üstün ve hak olduğuna rahatlıkla karar verebilir.

19. ayetin 18. ayetle olan bağlantısının başka bir boyutu da, adaletin bay­rağını ayakta tutan ilim adamlarının kıskançlık yüzünden ihtilafa düşmeye­ceklerinin ifade edilmesidir. Çünkü adil olmayan ilim adamları kıskançlık gösterir ve bu da ihtilafa sebep olur. Demek ki adil ilim adamı, kıskançlık göstermeyen ve lüzumsuz yere ihtilaf çıkarmayan kimsedir. Bilginin gereği­ni yerine getirmek, doğruyu itiraf, hakkı teslim etmek adaletin ta kendisidir. Cahil kimse veya objektif/tarafsız olmayan ilim adamı doğruyu, hak olanı bi­lemediği veya tarafsız bakamadığı için doğruyu itiraf, hakkı teslim edemez. Onun için bu insanlar, tevhid dinini anlayıp seçme, Allah katında geçerli olan dini belirleme gücünü gösteremezler. İşte bu sebeple Yüce Allah 18. ayette adaletin bayrağını ayakta tutan, yani objektif olan, tarafsız bir şekilde davra­nan ilim adamlarını özellikle zikretmiştir.

19. ayette de bilgi sahibi olmalarına rağmen, tarafsız olamadıklarından kıskançlıkları yüzünden ihtilafa düşen, yani adaletin bayrağını ayakta tuta­mayanlara dikkat çekilmektedir. Bu açıdan bakınca 18. ayetle 19. ayetin bir bütünün iki parçası oldukları anlaşılır.

2. İslâm kavramı barış, güven, teslimiyet ve rahmet manalarına geldiğine göre, Allah katında makbul olan dinin barış ve güven dini olacağı anlaşılır. Allah katında tek din İslâm olduğuna göre, hak dinin barış dini olduğu ger­çeği de ortaya çıkmaktadır.

Demek ki İslâm dini insanlığa barışı, güveni, Allah'a teslimiyeti ve rah­meti getirmiştir. Öyleyse hangi dinden olduğumuzu sorana, "Barış dinindenim" veya "Dinim barıştır" cevabını rahatlıkla verebiliriz. Çünkü İslâm dini Kur'an'ın ortaya koyduğu dindir. Kur'an ise, insanın kendisi, Allah ve diğer insanlar ile barış içinde yaşamasını temin etmek için gelmiştir.

Hz. Adem'den itibaren bütün peygamberlerin dini olan İslâm, kesintisiz bir süreçtir. Katında geçerli olan tek dinin İslâm olduğu yargısıyla Yüce Al­lah, kullarının tercihine rehberlik etmektedir. 18. ayette Allah'ın, meleklerin ve adil ilim sahiplerinin tevhid dini olan İslâm'ı tercih ettiklerinin belirtilme­si, insanların tercihlerine rehberlik amacına yöneliktir.

3. Dinin geçerlilik ölçüsü, "Allah katında" ifadesiyle belirlenmektedir. Hak dinin, Allah tarafından belirleneceği, beşerin ölçüsüyle tesbit edileme­yeceği, bir insanın katında değerli olan felsefî sistemin din olma vasfını ka­zanamayacağı esası getirilmektedir.

Allah katından yetki almayan bir fikir sistemi, hak din olamaz. Hak din ilahî vahiyle oluşan bir müessesedir. Onun içindir ki ayette indallah (Allah katmda) buyurulmakta; böylece Allah'ın tasvip etmediği dine, din denemeye­ceği vurgulanmaktadır.

4. (Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler).

Ayetin bu kısmıyla Bakara/213 ayeti, -apaçık deliller geldikten sonra ifa­desi hariç- aynıdır.

Bakara/213'te ihtilafa düştükleri konularda hüküm vermesi için kitap gön­derildiği, kendilerine gelen açık delillere rağmen kıskançlık sebebiyle ihtila­fa düştükleri; Âl-i İmran/19'da ise din konusunda ihtilafa düştükleri beyan edilmektedir.

Allah Teala burada ihtilafa düşmelerinin sebebini belirleyerek davranışla­rının analizini yapmakta ve kıskançlığın karşısında bilginin etkisiz kaldığına ve kalabileceğine işaret etmektedir. Kendilerine kitap verildiği ve ilim geldi­ği halde ihtilafa düşmelerine, aralarındaki kıskançlık sebep olmuştur. Demek ki kitap ve bilgi sahibi olmak, kıskançlığı engelleyememektedir. Ancak, 18. ayette dikkat çekilen adalet ile, yani objektiflik, tarafsızlık ile bilgi bir araya geldiğinde kıskançlık ortadan kalkar. Bilgi ve adalet bir araya geldiğinde, kıskançlık hastalığına şifa olur ve haset mikrobunu mağlup eder.

Objektif/tarafsız olamayan ilim adamlarının kıskançlığı hem dinler arası düşmanlığı körüklemiş; hem de üniversitelerin erdemini yok etmiş ve etmek­tedir. Bilginin engelleyemediği kıskançlık, hem bilginin etkinliğini azalt­makta, hem de hak dinin seçiminde yanılgıya sebep olmaktadır. Hak dinin tesbiti, kıskançlığı ortadan kaldıran bilgi ve adaleti şahsiyetine sindiren ilim adamalarının işidir. İlim sahibi din adamları, objektifliklerini korurlarsa, in­sanlığı din çekişmelerinden kurtarabilirler. Hak dini bulmak isteyen bilim adamları, kendilerini subjektifleştiren, yani taraf kılan her sahte fikirden sıy-rılmalıdırlar. Dinleri mukayeseli olarak araştırırken, sahip oldukları önyargı­lardan sıyrılmaları, objektif/adil olmaları ve kıskançlığı elden bırakmaları zorunludur.

Objektif olmayan ilim adamları ilahî gözlükle meselelere bakamaz, arala­rında kin ve kıskançlığın doğmasını engelleyemez ve neticede din adına in­sanlığa düşmanlık aşılar ve kavgalara neden olurlar. Bu ayetlerde, geçmişte­ki bir olgu anlatılmak suretiyle, günümüzdeki bölünmelere, ihtilaflara, din is­tismarına ışık tutulmakta, bunların nedenlerine ve çözüm yollarına işaret edilmektedir.

5. (Kim Allah'ın ayetlerini inkar ederse, bilsin ki Allah, hesabı pek çabuk görendir).

İhtirasın, kıskançlık ve kinin getirdiği ihtilaf, inkara kadar uzanan bir sü­reçtir. İhtilaf eden taraflardan biri hakkı kabul, diğeri ise inkar etmektedir. Bilgiyi hakem kılmamak, ona sırt dönmek ve ihtirasa kapılmak inkarı getirir; inkar da ilahî hesabı süratlendiir.

Bilgiyi ihtilaf konusu yapmak, onu ihtirasa kurban etmektir. Allah Teala, bilgiyi ihtirasa kurban edenlerin cezasını hemen vereceğini ifade etmektedir. Hesabı çabuk görmesi, suçun cezasını dünyada vereceği anlamına gelir. Al­lah'ın, hesabı acele görmesinin nedeni de, -ayetten anlaşıldığı üzere- bilgi­lendirildikten sonra ihtiras yüzünden ihtilafa düşmek ve inkara sapmaktır. Yüce Allah, bilgiyi ihtirasa kurban etmenin çok kötü neticeler doğuracağı mesajıyla, bilgiye ne kadar önem verdiğine dikkat çekmektedir. Allah'ın bu mesajından şu sonucu da çıkarabiliriz: Allah katında hak dinin İslâm olduğu gerçeği tartışmaya açılamaz, ihtiras konusu edilip üzerinde ihtilaf yapılamaz. İnsanları bu hatadan, ancak objektif ilim adamları döndürebilir. Allah'tan baş­ka tanrı olmadığı hakikatini birinci ilke olarak ortaya koyan İslâm, ihtilafları kaldırmak, ilim ve düşünce hayatına tevhidi getirmek için gönderilmiştir.

Bütün olumsuzluklardan arınmış olan bu din ihtiras, kin, düşmanlık ve in­kar alanı haline getirilemez. Din eğitimi onu bu çekişme alanının dışında tut­malıdır. Vahyi, aklı ve bilgiyi elden bırakmadan İslâm'ın üstünlüğünü isbat etmelidir. [49]

 

Tartışma Metodu:

 

20. Seninle tartışmaya girerlerse de ki: "Ben ve bana tabi olanlar, tüm benliğimizi Allah'a teslim ettik". Daha önce vahiy verilmiş olanlara ve kitap ile ilgisi olmayanlara sor: "Siz kendinizi O'na teslim ettiniz mi?" Ve eğer O'na teslim olurlarsa muhakkak doğru yol üzerindedirler; ama yüz çe­virirlerse, unutma ki, senin görevin sadece mesajı iletmek­tir; zira Allah kullarını çok iyi görmektedir.

Ayette geçen (haccû) kelimesini Bakara/l 39'da açıklamıştık. Burada­ki manası "tartışmak, mücadele etmek"tir. Tartışmanın varlığı, Hz. Peygam-ber'e tepki gösterildiğinin delilidir. Bütün peygamberler, büyük tepkilerle karşı karşıya kalmışlardır.

Aslında olumsuz tepkinin muhatabı peygamberlerin şahıslan değil getir­dikleri mesajlardır:

Bu insanların söylediklerinin seni gerçekten üzdüğünü pekala biliyoruz. Ama unutma ki, onların yalanladığı sen değilsin; bu zalimlerin inkar ettiği, aslında Allah'ın ayetleridir. [En'am/33]

Yalanlama veya inkar şeklindeki olumsuz tepkinin muhatabı peygamber değil, Allah'ın ayetleri olduğuna göre, Âl-i İmran/20'deki mücadelenin alanı tesbit edilmiş olmaktadır.

Peygamberle mücadele edenlerin, adil, yani objektif/tarafsız bir tavırla mesajları incelemekten yoksun olan, ihtiras, kin ve nefretle dolu olan sözde ilim adamları olduğu, bir önceki ayetten anlaşılmaktadır. Kendilerine ilim verildiği halde, ihtiraslarına mağlub olan insanlar, peygamberlerle tartışma­ya girerek tepki göstermişlerdir.

1. Onların bu olumsuz tepkisini önlemek için Âl-i İmran/2-3'te Allah'ın hayy ve kayyum olduğu, Tevrat ile İncil'i ve Kur'an'ı indirdiği beyan edilmiş; böylece Tevrat ve İncil ile Kur'an'ın mesajının birliğine dikkat çekilmiş, Kur'an'ın onları tasdik ettiği belirtilmiştir. Âl-i İmran/7'de ise ilimde derinle­şen ilim adamlarının tavnna dikkat çekilerek, nasıl davranmaları gerektiği beyan edilmiştir. Âl-i İmran/7'de ayetlerin tümünün Allah katından olduğunu ifade eden ilimde derinleşenlerin, 18. ayette adaletin bayrağını ayakta tutan­ların tavrı ortaya konulmak suretiyle, nasıl davranmaları gerektiğine ışık tu­tulmuştur. Ama onlar, aralarındaki ihtiras ve kıskançlık sebebiyle din konu­sunda ihtilafa düşerek peygamberle mücadele etmişlerdir.

Ayetin daha sonraki bölümünde Kendilerine kitap verilenlere söyle ifade­siyle, tartışanların kitap ehli olduğu ortaya konmuştur. Tartışmayı başlatan­lar, Üzeyir Allah'ın oğludur diyen yahudiler ile Mesih Allah'ın oğludur [Tev-be/30] diyen hristiyanlardır. Onun için surenin ilk ayetlerinde Allah'ın, me­leklerin ve adaleti ayakta tutan ilim sahiplerinin O'ndan başka tanrı olmadı­ğına şahadet ettikleri beyan edilmiştir. Böylece, tartışma konusunun tevhid olduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten o zamandan bu zamana kadar kitap ehlinin en büyük sorunu, Allah'tan başka tanrı olmadığı ilkesini kabullenme mesele­si olmuştur.

2. Onlara nasıl mukabele edileceği ayetin ikinci bölümünde ele alınmak­tadır. Bu bölümde hem Peygamber'in takip etmesi gereken metod belirleni­yor, hem de tartışmanın hangi konu üzerinde cereyan ettiği beyan ediliyor.

a) ("Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim" de!)

Burada, Allah'ın birliği hakkında sorunu olan ve bunu tartışmaya dönüş­türen kişiye nasıl davranılacağının metodu öğretilmektedir. Yüce Allah Hz. Peygamber'e, kendisine uyanlarla beraber Allah'a teslim olduklarını söyle­mesini, ardından da şu teklifte bulunmasını emretmektedir:

b)  (Daha önce vahiy verilmiş olan­lara ve kitap ile ilgisi olmayanlara sor: "Siz de kendinizi Allah'a teslim etti­niz mi?" Ve eğer O'na teslim olurlarsa muhakkak doğru yol üzerindedirler).

Daha önce vahiy verilmiş olanlardan kasıt, kitap ehlidir. Ümmiler'den ka­sıt ise, tartışmaya katılan, fakat kutsal kitaptan, yani vahiyden haberi olma­yanlardır. Demek ki tartışmaya vahyi bilenlerin yanısıra, bilmeyenler de ka­tılmışlardı.

Demek ki tartışanların sorunu Allah'a teslim olma konusunda idi. Allah'a teslim olmanın ne ifade ettiğini ortaya koymak, bir öğretim metodudur. Olumlu davranışta bulunanın ne elde edeceğini belirtmek, tartışmayı iyi yö­ne çekmektir. Olumsuz davranışın kötü neticesinden önce, olumlu davranışın neticesinin bildirilmesi de güzel bir metoddur.

Ayetin bu kısmından, "Allah katında hak din İslâm'dır" [Âl-i İmran/19] ifadesindeki islâm kelimesinin, bütün benliğiyle Allah'a teslim olmak mana­sına geldiği anlaşılmaktadır. Demek ki din, bir manada bütün benliği Allah'a teslim etmek anlamına gelmektedir.

Yine hidayetin de, bütün benliği Allah teslim etmek manasını ifade ettiği anlaşılmaktadır. "Teslim olurlarsa doğru yolu bulmuşlardır" ifadesi buna işaret etmektedir. Doğru yol, bütün benliği Allah'a teslim etmektir.

c) (Yok eğer yüz çevirirlerse, sana düşen sadece tebliğ­dir).

Demek ki gerekli açıklamalardan sonra, bir tepki olarak yüz çevirmekten ileri gitmemek gerekir. Bu, dinine hakaret edilmesini ve dininin tartışma ko­nusu yapılmasını önler. Dinî konulardaki tartışma, mesajı iletme safhasında kalmalı, kavgaya dönüşüp dinin değerlerine hakaret noktasına ulaşmamalı­dır. Ankebut/46 ayeti tartışma metodunun şeklini ve sınırlarını tesbit etmek­tedir:

İçlerinde zulmedenleri müstesna, kitap ehli ile sadece en güzel metodla mü­cadele edin ve deyin ki: "Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bi­zim tanrımız da sizin tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur". [An­kebut/46]

Kitap ehliyle en güzel şekilde tartışmak, ancak müşterek inanç esasların­dan, vahyin kesintisiz bir süreç olduğu ilkesinden, Allah'ın birliği inancından, aynı Allah'a imandan, tevhid inancının tartışmayı, bölünmeyi değil, asgari müşterekte toplanmayı öngördüğünden hareketle mümkün olabilir.

Ankebut/46 da, Âl-i İmran/20 ayetiyle aynı mesajı, Allah'a teslim olma mesajını taşımaktadır. Demek ki tartışmayı güzelleştiren şey, müşterek taraf­lar üzerinde konuşulmasıdır. Farklılıklardan değil, benzerliklerden ve müşte­rek olanlardan hareket etmek en güzel metoddur. Nahl/125'te yer alan Onlar­la en güzel şekilde mücadele et emri, tartışmanın dinin değer ve hükümleri­ne zarar vermeyecek bir şekilde cereyan etmesi gerektiğine işaret etmektedir.

3. (Allah kullarını çok iyi görmektedir).

Hz. Peygamber'e, sadece tebliğci olduğu, tebliğden ötesinin insanların kalplerindeki oluşumları görebilen ve onlara vakıf olan Allah'a bırakması ge­rektiği söylenmektedir. Şura/48'de de ifade edildiğine göre Hz. Peygamber insanların bekçisi değildir, ona düşen tebliğdir, yani mesajı duyurmaktır. Bundan ötesi, insanların herşeyine vakıf olan Allah'a aittir. [50]

 

İnkarın Sonuçları:

 

21-22. Allah'ın ayetlerini inkar edenlere, peygamberleri haksız yere öldürenlere ve adaleti emreden insanların ca­nına kıyanlara gelince, onlara acıklı azabı bildir. İşte on­lar dünyada da ahirette de çabaları boşa giden kimseler­dir. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur.

Bu ayetlerden, 20. ayetteki Eğer yüz çevirirlerse ifadesiyle, kitap ehlinden olup da Allah'ın birliğini, O'na teslim olmayı reddeden kimselerin kasdedildiği anlaşılmaktadır, inkar edenler, Hz. Peygamber döneminde yaşayanlar­dır; peygamberleri ve adaleti emredenleri öldürenler ise önceki nesillerdir. [51]

 

Ayette Dikkat Çekilen Üç Olumsuz Davranış:

 

21. ayette üç olumsuz davranışa dikkat çekilmektedir:

I. Allah'ın ayetlerini inkar etmek,

II. Peygamberleri öldürmek,

III. Adaleti emredenleri öldürmek.

I. Allah'ın ayetlerini inkar etmek,

Allah'ın ayetlerinden kasıt, kutsal kitabın hükümleri olabileceği gibi, mu­cizeler de olabilir. İnsanlığın Kur'an öncesi kültürü, iyiyi, güzeli, doğruyu, mutluluğu getirecek nitelikte değildi. İnsanlık, inkar psikolojisinin sebep ol­duğu buhranlar nedeniyle ızdırap çekiyordu.

inkar hastalığı, sadece sahibine zarar vermekle kalmamış, kalpten kalbe, beyinden beyine, nefisten nefise bulaşmıştır. İnkar psikolojisi, ferdî bir olgu olmaktan çıkıp toplumsal bir boyut kazanarak kitleleri etkisi altına alınca, bir yanardağ gibi hem ferdin hem de toplumların erdemini yakıp kül etmiş ve et­mektedir.

İşte bu erdemsizlik, insanları Allah'ın mesajına, dolayısıyla Peygamberi­ne sut dönmeye götürmüş ve götürmektedir.

II. Peygamberleri öldürmek

Bakara/9l'den de anlaşıldığı üzere, gerçek olmayan iman, katli önleyeme-mektedir:

Kendilerine "Allah'ın indirdiğine iman edin" denilince, "Biz sadece bize indi­rilene (Tevrat'a) inanırız" derler. Ve ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o Kur'an ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. On­lara "Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberle­rini neden öldürüyordunuz?" deyiver. [Bakara/91]

İsrailoğullan peygamberleri öldürmek gibi bir kara lekeyi üzerlerinde ta­şımaktadırlar.

Peygamberleri haksız yere öldürmeleri, insanlığın meydana getirdiği kültürün, Resulullah dönemine zehirli olarak gelmesine neden olmuştur.[52] Bel­ki de peygamberlerin öldürülmesi, insanlığın gelişmesini yavaşlatmış, bu­günkünden daha ileri bir seviyeye gelmesini önlemiştir. Peygamberlere kar­şı koymak ve onları öldürmek, insanlığın temiz ırmağına zehir saçmış; insan­lığın başına belalar gelmesine sebep olmuştur. Hz. Peygamber'in devraldığı kültür bu olgularla malûl durumdaydı. Bu ayetten, Kur'an'ın insanlığa tenef­füs ettirmek istediği temiz havanın içinde öldürülen peygamberlerin kan ko­kusu olduğu anlaşılmaktadır.

III. Adaleti emredenleri öldürmek

Adaleti, iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı emreden, öğreten, hatırlatan in­sanları da öldürdüler. Peygamberleri öldürmek suretiyle dinî, adaleti emre­den hukukçuları öldürmek suretiyle de hukuku kirlettiler. Din adamlarına ve hukukçulara tahammül edemeyenler, onların canına kıyma günahını da işle­mişlerdir. Böylece insanın psikolojik yapısında başlayan inkarın, davranışla­ra, oradan insan ilişkilerine sıçradığını ve öldürmeye kadar uzandığını görü­yoruz. İnkar sebep, öldürme ise sonuçtur.

Peygamber'e ve adaleti emreden hukukçulara vurulan kılıç, insanlığın er­demine bir hançer gibi saplanmıştır. İnsanlık tarihinin, elindeki hançerden kan damlayan insanlarla dolu olduğu anlaşılmaktadır.

Artık insanlık hançerini peygamberlere, adaleti emreden hukukçulara de­ğil, cehalete, düşmanlık duygusuna, kine, ihtiras ve kıskançlığa vurmalıdır. Ama insanlık kendi gönlündeki inanç duygusunu, adaleti, hukuku hançerle-meye, sevgiyi, toleransı, güzelliği katletmeye devam etmektedir. Hâlâ pey­gamberler bedenen değil ama, ruhen hançerlenmektedir. Böylece insan, ken­di içindeki güzellikleri hançerlemiş, içindeki adalet duygusunu katletmiş ol­maktadır. Demek ki öldürme, şekil değiştirerek devam etmektedir.

Gençlerin beynine sokulan her yanlış bilgi bir hançer görevi yapmakta ve bir beyin kirlenmesi meydana getirmektedir. Artık hançerin yerini kitaplar al­mıştır. Artık kalemimiz, peygamberlerin ve adalet adamlarının öldürülme ol­gusunun, şekil değiştirerek devam ettiğini yazmak istemiyor. Böyle davrananlann çabalan dünya ve ahirette boşa çıkacak ve onlara asla yardım edil­meyecek; acı bir azapta kavranacaklardır. İnkar psikolojisi, Peygamber'in ge­tirdiği mesaja, adaleti emredenlere hançer vurmaktadır; ancak inkarcıların, dinin güzelliklerinin yayılmasını engellemek konusundaki çabalan boşa çı­kacaktır. Onlann çabalan, ne vahyin etkinliğim, ne de adaleti ve insan hak­larını savunanlan durdurabilecektir.

21. ayette geçen adaleti emredenleri, insan haklannı ve hukukun üstünlü­ğünü savunan kimseler olarak anlayabiliriz. "Amellerinin dünyada boşa çı­kacağı" ifadesi de, adaleti emredenlerin ve hukukun üstünlüğünü savunanla-nn faaliyetlerine engel olamayacaklan şeklinde anlaşılabilir. Çünkü bu in­sanlar, kimseden yardım göremeyecekler; çabalan ahirette bir hüsran, bir piş­manlık, bir azap olacaktır. Onlar dünyada da, ahirette de acı veren azabı [Âl-i İmran/21]; yakıcı azabı [Âl-i İmran/181] tadacak ve kalpleri mühürlenecek­tir [Nisa/155].

Bu ayetlerden son olarak şu neticeyi çıkarabiliriz: İyi olsun, kötü olsun hiçbir amel kaybolmaz, zamanla yapanın önüne bir biçimde konur. [53]

 

İnandığı Kitaba Muhalefet:

 

23-24. Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında hakem olmak için Allah'ın kitabına çağırı-lıyorlar da sonra onlardan bir kısmı dönüp yüz çeviriyor. Onların bu tutumları, "Bize ateş, sadece sayılı günlerde dokunacaktır" demelerinin bir sonucudur. Dinlerinde uy­durdukları yalanlar onları yanıltmıştır. [54]

 

Ayetin İniş Sebebi:

 

Razi ve diğer müfessirlerin, 23. ayetin iniş sebebi olarak naklettikleri olayları zikretmeyi uygun buluyoruz:

1. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre yahudi eşrafından bir kadınla bir erkek zina etti. Zinanın Tevrat'taki cezası ise recm idi (taşlayarak öldürmek­ti). Asil ailelerden oldukları için, onları taşlayarak öldürmek istemediler. Recmin dışında bir hüküm verir ümidiyle meseleyi Hz. Peygamber'e arzetti-ler. Hz. Peygamber de Tevrat'ın hükmüyle hüküm verdi. Bir yahudi alimi de Tevrat'ta recm hükmü olduğunu doğruladı. Bunun üzerine yahudiler, hükmü beğenmeyip dönüp gittiler. Bunun üzerine Âl-i İmran/23 ayeti nazil oldu.

2. Hz. Peygamber Tevrat okudukları yere giderek orada bulunan yahudi-leri İslâm'a davet etti. Onlar, Hz. Peygamber'in hangi din üzerine olduklarını sordular. Hz. Peygamber, Hz. İbrahim'in ümmeti üzere olduğunu söyleyince, Hz. İbrahim'in yahudi olduğunu iddia ettiler. Hz. Peygamber Tevrat'ın hakem olmasını isteyince, buna yanaşmadılar. Bunun üzerine bu ayet indi.

3. Hz. Peygamber'in vasıflan Tevrat'ta anlatılmaktaydı. Hz. Peygamber bunu hatırlatarak yahudilere "Tevrat'ı getirip okuyun" dedi. Onlar ise bundan kaçındılarr. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[55]

Birden fazla nüzul (iniş) sebebi gösterilmesi, rivayetler hakkında şüphe uyandırmaktadır. Ama şüphe edilmeyecek olan bir husus vardır: Kitap ehli, Allah'ın kitabının hakemliğine razı olmamışlardır. Bu durum, ayette açıkça zikredilmektedir. Nüzul sebebi olarak gösterilen rivayetlerin üçüncüsü, bize göre gerçeğe en yakın olanıdır. Bu, Âl-i İmran/93 ayeti tarafından da destek­lenmektedir.

Ayetin nüzul sebebi elbette önemlidir; ama bundan daha önemli olan aye­tin günümüze ve geleceğe tutacağı ışıktır. Ayeti günümüze taşıdığımızda, ge­nel manalar çıkarmak zorunlu olur.

Kitaptan kendilerine bir pay verilmiş olanlar ifadesiyle, kitap ehlinin alimleri kasdediliyor olabilir.

Yine kitap'tan kasıt, levh-i mahfuz; nasib'ten kasıt da Tevrat'ın veya İn­cil'in kendisi olabilir.

Biz bununla, Tevrat'ı veya İncil'i bilen alimlerin kasdedildiğini; fakat aye­tin indiği dönemle sınırlı tutulmayıp daha geniş perspektiften ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Zira, Kur'an'dan bazı bilgilere sahip din alimleri­nin de aynı davranışı sergileyebileceklerini ve aynı hatalara düşebilecekleri­ni gözardı edemeyiz. Günümüzde alim geçinen, fakat Kur'an'ı bilmeyen, Kur'an'm hakemliğini kabul etmeyen, Kur'an dışında din adına hüküm ara­yan insanlar yok mudur? Kur'an'm ne dediğine bakmayan, keyiflerince din adına görüş beyan eden yok mu? Kur'an'm hakem olması teklif edildiğinde, buna yanaşmayanlar yok mu? Yahudi, hristiyan ve müslüman din adamları Allah'ın kitabını hakem edinselerdi, aralarında din adına tartışma çıkmaya­cak, insanlar bölünüp parçalanmayacaktı.

Kitaptan kendilerine bir pay verilenler ifadesinin kapsamına, günümüz­deki din adamlarını ve inananları da sokmak gerekir.

Allah'ın kitabına çağır ılıyorlar ifadesindeki kitap'tan kasıt, Kur'an mı, Tevrat mı, İncil mi? Razi'nin İbn Abbas ve Hasan el-Basri'ye dayandırdığı bir rivayete göre kitap'tan kasıt, Kur'an'dır. Nüzul sebebiyle ilgili diğer rivayete göre kitap'tan kasıt, Tevrat veya İncildir. Ama biz "Allah'ın kitabı" ifadesiy­le, Kur'an'm kastedildiği görüşünü tercih ediyoruz. Çünkü bazı ayetlerini tahrif ettikleri için, Tevrat ve İncil'i -kısmen de olsa- "Allah'ın kitabı" ol­maktan çıkarmışlardır.

Aslında Bakara/213'ten, bütün kutsal kitapların, ihtilaf ettikleri konularda insanlar arasında hakemlik yapmak üzere gönderildikleri anlaşılmaktadır. Bu anlamda kutsal kitapların, adil bir şekilde hakemlik yapmakta olduğuna işa­ret edilmektedir.

Aralarında hükmetmesi için ifadesi, Allah'ın kitabına niçin çağırıldıkları­nı açıklamaktadır. Kitap ehlinin, Kur'an'a davet edilmesinin bir amaca yöne­lik olduğuna dikkat çeken bu kısım, kutsal kitapların sonuca ulaştırma özel­liğine sahip olduklarını vurgulamaktadır. Bir konuda münakaşa ettiğinizde Allah'a ve Resulüne götürün [Nisa/59] emri de buna işaret etmektedir. Bu tar­tışmaların bilimsel konularda değil, dinî konularda ve sosyal davranışlarda olacağı da bir gerçektir. Çünkü bilimsel konulardaki tartışmaların hakemi, bi­limdir.

 (Onlardan bir topluluk, yüz çevirerek dönüyorlar).

Allah'ın kitabının hakemliğine razı olmadıklarını, yüz çevirerek göster­mektedirler. Bu olgu, devam eden bir süreçtir. Ayetin evrenselliği de buradan kaynaklanmaktadır. Mezhepler, tarikatler, cemaatler ve dinler arasındaki ay­rılıkları ortadan kaldırmak için vahyin hakemliğine baş vurma teklif edilse, insanlar yüz çevirirler. Vahyin hakemliğini kabullenmemek, kurtuluşu engel­lemektedir. Vahyin keyfî bir şekilde yorumlanması, şahsî görüşe vasıta kılın­ması, dini ve erdemi katletmektedir. Kendilerine kitaptan bir pay verilenle­rin, Allah'ın kitabının hakemliğinden yüz çevirmelerinin sebebi şudur:

Onların bu tavırları, "Bize ateş, sadece sayılı günlerde dokunacaktır" demele­rinin bir sonucudur. [Âl-i İmran/24]

İsrailoğullan da, aynı ifadeyi kullanmışlardı [Bakara/80]. Cehenneme inanmalarına rağmen, cehennem ateşinin kendilerine sayılı günlerde dokuna­cağı kuruntusuna kapıldıkları anlaşılmaktadır. Buradan, cezanın caydırıcılı­ğının, sürekliliği ile alakalı olduğu net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Kitabı elleriyle yazıp, sonra onun Allah katından olduğunu söylemeleri [Bakara/79]; aralarında hakemlik yapması için Allah'ın kitabına davet edildik­lerinde yüz çevirmeleri [Âl-i İmran/23]; ateşin kendilerine sadece sayılı gün­lerde dokunacağı inancına dayanmaktadır. Bu inanç onları, dinleri hakkında da yanıltmıştır. Öinleri hakkında onları yanıltan diğer bir inanç da kendileri­nin, Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını [Maide/8] düşünmeleridir.

Vaktiyle uydurdukları şeyler ifadesindeki, (uydurdukları) kelimesi, dinde olmayan, ama dindenmiş gibi verilen fetvalar, beyanlar ve düşüncelerdir. Az bir bahaya satmak için elleriyle yazdıklarına Allah katın-dandır [Bakara/79] demeleri de bir uydurma ve iftiradır. Onlar ahiretteki ce­zanın devamlılığına inansalardı bunları yapmazlardı.

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah'ın kitabının hakemliğine çağırıldıkların­da yüz çevirmelerinin sebebinin, ateşin kendilerine sadece sayılı günlerde dokunacağı inancı olduğunun beyan edilmesiyle, sebep-sonuç ilişkisine dik­kat çekilmekte, bir davranış analizi yapılmaktadır. Günümüzde cezaların caydırıcılığının olmaması, nasıl suçların artmasına neden oluyorsa; ahiret inancının bir parçası olan cezaya karşı olan inancın zayıflaması da günahın artmasına sebep olmuş ve olmaktadır.

İsrailoğullan'nın durumu anlatılmak suretiyle, hukuktaki cezaların caydıncılığını kaybetmesiyle neler olacağına işaret edilmekte, hukukçulara ve ka­nun koyuculara yol gösterilmekte, hukukun üstünlüğü prensibine zarar vere­cek davranışlardan kaçınmaları öğütlenmektedir.

Diğer taraftan uydurma fikir ve fetvaların insanları dinlerine karşı aldattı­ğına dikkat çekilmekte, din adamlarına öğüt verilmekte, dinde uydurma fet­va vermenin toplumun felahına engel olacağı ifade edilmektedir*.

Buna göre, artık kendi yalanınızı (adeta) Allah'a isnad ederek, öyle dilinize geldiği gi'oi yalan-yanlış; "bu helaldir, şu haramdır" demeyin; çünkü, haberi­niz olsun, Allah'a yalan isnad edenler asla kurtuluşa erişemezler. [Nahl/116]

Bu ayette, Allah adına gelişi-güzel fetva vermenin bir iftira olduğu ve bu iftiranın toplumun kurtuluşunu engellediği bildirilmektedir. Bu, din alimleri için ciddiye alınması, uyulması ve asla terkedilmemesi gereken bir kanundur.

Bu hatalara düşmemek için, hataların kaynağını tesbit etmek gerekir; ki Âl-i İmran/25'te buna işaret edilmektedir. Buna göre, geleceğinde asla şüphe olmayan, herkese yaptıklarının hesabinin sorulacağı kıyamet gününe iman, Allah'ın kitabından yüz çevirmeyi ve uydurulan fetvaların peşine takılmayı önleyecek en etkili silahtır. [56]

 

Gelececeğinde Asla Şüphe Olmayan Toplanma Günü:

 

25. O halde, (geleceğinde) şüphe olmayan Gün'e tanıklık etmeleri için hepsini bir araya topladığımız, her insana yaptıklarının karşılığının tamamen ödeneceği ve kimseye haksızlık yapılmayacağı zaman ne olacak (onların hali)?

Bu ayet, önceki iki ayette zikri geçen kimseler için bir tehdittir. Çünkü kendilerine kitap, yani Tevrat veya İncil bilgisi verilen bu kişiler, aralarında­ki ihtilafta hakemlik yapması için Kur'an'a davet edildikleri halde yüzçevirerek, "Ateş bize sadece sayılı günlerde dokunacaktır" diyerek büyük bir gü­nah işlemişlerdir.

Geleceğinde asla şüphe olmayan toplanma gününde onların hali nice ola­caktır ifadesiyle Yüce Allah, onları ve gelecek nesilleri bu davranıştan cay­dırma metodunu uygulamaktadır.

(Onları geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde top­ladığımız zaman...) [57]

 

Ahiretîn Üç Özelliği:

 

Ayetin bu kısmında ahiret gününün üç özelliği zikredilmektedir:

a) Allah'ın, insanları toplayacağı gün.

Kur'an'ın indirilmesinin önemli nedenlerinden biri de geleceğinde asla şüphe olmayan toplanma günüyle insanları uyarmaktır [Şura/7].

Cinler, insanlar ve melekler ahirette toplanacaklar; insanların geçmişteki-leri ile gelecektekileri orada bir araya getirilecektir [Mürselat/38]. Bu dünya­da birbirini göremeyenler, fikir ve inanç ayrılığına düşenler orada bir araya geleceklerdir.

b) Geleceğinde asla şüphe olmayan gün.

23 ve 24. ayetlerde zikredilen yanlış davranışlarının altında, ahirete yakî-nen inanmamaları yatmaktadır.

Ahiret konusundaki şüphenin, Allah'ın kitabına ve dinine karşı nasıl bir olumsuz tepki uyandırdığı bize öğretilmekte ve eğitim yapılmaktadır.

İnsanların davranışları bu dünya ile sınırlı olsaydı, zalimin zulmü yanına kâr kalmış, haksızlığa uğrayanların haklan alınmamış olacaktı. Bütün amel­lerin değerlendirileceği bir günün olması, insanları rahatlatmakta ve onlara umut olmaktadır. Geleceğinde şüphe olmayan bir günün, ahiret gününün ol­ması, dünya hayatında insan ilişkilerini düzene sokmaktadır.

c) Herkese yaptıklarının karşılığınin verildiği gün. (Herkese kazandığı şeyler ödendiğinde...)

Ahiretin üçüncü özelliği de budur. Ahiret hayatında bu dünyadaki ameller bakımından ferdiliğin öne çıkacağı anlaşılıyor.

Bakara/48 ve 254'te ahiret, kimsenin başkası için ödemede bulunamaya­cağı, şefaat edemeyeceği, fidye veremeyeceği, yardım edemeyeceği, dostluk ve alışverişin olmayacağı bir gün olarak tavsif edilmişti. Bu, herkesin kendi ameli ile baş başa kalacağı, ferdî sorumluluğun öne çıkacağı anlamına gelir:

Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. Yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez. [Fatır/18]

Ayetteki yük'ten kasıt, bu dünyada işlenen günahlardır. Kimse kimsenin günahını yüklenemeyeceği için, sorgulama ferdî olacaktır.

Meseleye eğitim açısından yaklaşarak şöyle diyebiliriz: Bu ayetler, yanlış davranıştan caydırıcı özelliğe sahip olmalarının yanısıra, yanlış davranışlar, Allah'ın ayetlerine karşı yanlış tutumlar ve ahiretin özellikleri konusunda da bilgilendirme yapmaktadır. Yine bu ayetlerde, insanların davranışlarını disip­line etmesi konusunda ahiret inancının etkinliği de vurgulanmakta; ahiret inancının, dünya hayatına yayılışı ve oradan ahirete intikal edişi konu edinil­mektedir.

Din hakkında verilen yanlış fetvaların, din konusunda aldatıcı olduğuna işaret edilmekle din alimlerine, din görevlilerine ve diğer insanlara ciddi bir uyanda bulunulmaktadır. Uydurma fetva, önce sahibini din konusunda alda­tır, sonra da halkın aldanmasına sebep olur. Onun için Dinlerini oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! [En'am/70] buyurulmaktadır. Din konusunda uydurma fetva vermek, dini alaya almaktır.

Din hakkındaki yanlış, uydurma ve sahte fetvalar, bilgilendirmeler hem Allah'ı ve Kur'an'ı, hem de kişinin kendisini ve tüm insanları incitmektedir. Tahrip alanı bu kadar geniş, açtığı yara bu kadar derin olan bir davranışa dik­kat çekilmek suretiyle insanlar uyarılmakta, böyle hatalara düşmeleri önle­mek istenmektedir. [58]

 

Allah'ın İnsan Ve Fizik Alemle İlişkisi:

 

26-27. De ki: "Ey mutlak egemenlik sahibi Allahım! Sen egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın; dile­diğini yüceltirsin, dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler se­nin elindedir. Doğrusu, sen istediğini yapmaya kadirsin. Gündüzü kısaltarak geceyi uzatır ve geceyi kısaltarak gündüzü uzatırsın. Ölüden diri ve diriden ölü çıkarırsın. Ve dilediğine her türlü hesabın üstünde rızık bağışlarsın".

Âl-i İmran/19'dan 26'ya kadar Hz. Peygamber'in etrafında örülmeye çalı­şılan yanlış inanç ve davranışlar ağı ele alınmaktadır: Aralarındaki kıskanç­lık nedeniyle ihtilafa düşüp Allah'ın ayetlerini inkar edenler; kitap verilen ve kitaptan haberi olmayanlar, Peygamber'le tartışmaya girenler; peygamberle­ri ve adaleti emredenleri öldürenler; Allah'ın kitabına sırtını dönenler; kendi­lerine azabın birkaç gün dokunacağını söyleyenler; yanlış fetvalarla dinleri konusunda aklananlar ve nihayet ahirette başlarına gelecek olanla uyarılan­lar Hz. Peygamber'in etrafını sarmışlardı. Allah Teala, bir ağ gibi örülen bu yanlış inanç ve amellerden kurtuluş yolu olarak 26 ve 27. ayetlerdeki duayı öğretmektedir.

1. Duada, Allah'ın insanlar alemi ile fizikî alemdeki tecellilerinin bir kıs­mı zikredilmekte ve Allah'ın bu alemlerle olan ilişkisine dikkat çekilmekte­dir.

2. Ayetin ilk bölümünde Yüce Allah'ın egemenliği anılarak duaya başlan­maktadır:

 (Ey mutlak egemenlik sahibi Allahım).

İnsanlar için en çok sorun yaratan konulardan biri, siyasî erki elinde bu­lundurmak, yani egemenliktir. Hz. Peygamber'in nübüvvetini ilan etmesin­den sonra gördüğü olumsuz tepkinin arka planında, toplumun ileri gelenlerinin siyasî erki kaybetme korkusu vardır. Geçmişteki bütün peygamberler de aynı tepki ile karşı karşıya kalmış; siyasî erki elinde bulunduranlardan şid­detli tepki görmüşlerdir. Bu tepki sadece peygamberlere değil, yeni bir şey getiren, yeni bir şey ortaya koyan herkese karşı gösterilmiş ve gösterilmek­tedir.

Peygamberlerin getirdikleri bakış açısı, hürriyeti, adeleti öngördüğünden, köleliği, zulmü, kula kulluğu reddettiğinden, siyasî erki elinde tutanlar ikti­darlarını kaybetme korkusuna kapılırlar. Değişim, gelişim ve yenilik tarafta­rı olanlar; geçmişe tanrı gibi tapanları her zaman korkutmuş ve etkinlerinin yokolacağı düşüncesine kapılmalarına sebep olmuş ve olmaktadır. Bu durum sosyal hayatın, siyasî oluşumların değişmez kanunu haline gelmiştir.

İşte Yüce Allah ayetin bu kısmında, mutlak egemenliğin kendisine ait ol­duğunu hatırlatarak, duaya onunla başlanmasını emretmiştir. Bu demektir ki, egemenliği veren Allah'tır; kimse kimsenin egemenliğini alamaz ve kimse kimseye egemenlik veremez, tepkilere aldırış edilmemeli, verilen görev ye­rine getirilmelidir; egemenlik ardısıra gelecetir.

(Egemenliği dilediğine verirsin).

burada, egemenlik dimaöan öegışumn madığı hatırlatılarak, Hz. Peygamber'e, siyasî erki ele geçirmek için dua et­mesi emredilmektedir. Ayetin bu kısmındaki "Allah'ın dilemesi" ifadesinden mesajı iletmekle görevli olan Peygamber'in, vazifesini hakkıyla yerine getirdi­ğinde Allah'ın ona egemenlik vereceği ifade edilmektedir. Çünkü egemenli­ğin olmadığı yerde, dinî hayat olmaz.

Dinin istediği yapısal değişimin gerçekleşmesinin, Yunus/88 ayetine göre ekonomik güce, yorumunu yapmakta olduğumuz ayete göre de siyasî erke bağlı olduğu bir gerçektir.

(Egemenliği dilediğinden alırsın).

Yüce Allah, iktidarı elinde bulunduran fert veya toplumlardan, yaptıkları yanlış davranışlar zulme ulaşırsa veya toplum şahsiyetini değiştirirse siyasî erki alır. Kasas/4-5'e göre zulüm; Enfal/53'e göre şahsiyet değişimi; Muham-med/38'e göre de ekonomik hayattaki düzensizlik siyasî erkin el değiştirme­sine neden olmaktadır. İşte Allah'ın dilemesi, bu ve bunun gibi büyük yanlışlardan sonra egemenliği almak yönünde tecelli etmektedir. "Egemenliği di­lediğine verirsin, dilediğinden alırsın" duası; 'bana egemenlik ver' demek­tir. Çünkü egemenliği, ancak mutlak egemenlik sahibi olan verebilir. Ama bu almanın ve vermenin alt yapısını insanın kendisi hazırlar.

(Dilediğini yüceltirsin, dilediğini alçaltırsın).

Allah dilediğini yüceltir; ama yüceltilme kulun yapıp-etmesine bağlıdır. Yücelmeye layık olmayanın yücelmesini Allah dilemez. Bunu bazı ayetlerle açıklayabiliriz:

Yemin ederim ki, içinde şerefiniz olan bir kitabı size gönderdik; hala aklınızı kullanmayacak mısınız? [Enbiya/10]

Bu vahy şüphesiz senin ve halkın için bir şeref ve itibar olacaktır. [Zuhruf/44]

Yukardaki ayetlerde kitaptan-vahiyden (Kur'an'dan), şereften ve aklı kul­lanmaktan bahsedilmesi, Allah'ın, şerefi, aklını kullanarak Kur'an'a yakla­şanlara vereceğini göstermektedir.

Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

Kudret ve şeref arayan kimse (bilsin ki) bütün şeref Allah'a aittir. Bütün güzel sözler O'na yükselir; bütün iyi amelleri O, yüceltir. [Fatır/10]

Güzel düşünce, güzel söz ve iyi amel, Allah'a yükselerek O'nun şeref ha­zinesinden şeref alıp gelmektedir. Böylece anlaşılmaktadır ki kitap, akıl, gü­zel düşünce, söz ve iyi amel bulunduğunda, Allah'ın dilemesiyle şeref de bu­lunmaktadır. İnsanlar bunlara sahip çıkıp hayata geçirince şeref sahibi ola­caklar; onlardan uzaklaşınca ve onları kaybedince de şereflerini kaybedecek­lerdir.

Hz. Peygamber de böye dua etmekle Yüce Allah'tan, Hz. İbrahim gibi şe­ref istemektedir [Şuara/84].

'}&'*£ (Her türlü iyilik senin elindedir).

Ayetin bu kısmında 'iyilik' ve 'kötülük' konusunda insanlar bilgilendiril­mekte; iyiliğin Allah'tan olduğu, Allah'ın tasarrufunda bulunduğu ifade edil­mektedir. Bunun açılımını şu ayette bulabiliriz:

Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. [Ni­sa/79] Kötünün kaynağında mahluklar; iyinin kaynağında ise Allah vardır.

Kur'an'ın hiçbir ayetinde, kötülüklerin Allah'ın elinde olduğu söylenmemiş­tir.

Felak suresinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yaratıkların şerrinden, basan zifiri karanlığın şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrin­den sabahın Rabbine sığınırım" de! [Felak/1-5]

Hiçbir ayette Allah "Benim şerrimden bana sığın" buyurmuyor. O neden­le, mutlak iyi olduğu halde, mutlak kötü yoktur. Kötülük yaratıklar aleminde bulunurken, iyiliğin kökü ilahî aleme uzanmaktadır. Yüce Allah iyiliği kul is­temediği halde yaratır; ama kötülüğü kul istemeden yaratmaz.

Bütün iyilik senin elindedir [Âl-i İmran/26] ifadesi, bütün iyiliğin kayna­ğında Allah'ın bulunduğuna işaret etmektedir. Böylece ayet, iyi ile kötünün kaynağı konusunda öğretim yapmaktadır.

(Gerçekten sen her şeye kadirsin).

Tüm iyi senin elindedir, sen her şeye kadirsin ifadesinde, zımnen "Bana egemenlik ver ve beni şerefli kıl" manası da vardır. Bu da duanın edeplerindendir. Hz. Eyyub'un duasında da aynı edebi müşahade ediyoruz:

Eyyub'u da an! Hani Rabbine, "Başıma bir dert geldi, sen merhamet edenle­rin en merhametlisisin" diye yalvarmıştı. [Enbiya/83]

Hz. Eyyub, hastalığını zikrediyor, fakat Bana şifa ver yerine Sen merha­metlilerin en merhametlisisin diyerek Allah'ın merhametine sığınıyor; böyle­ce -dolaylı olarak- Allah'tan şifa istiyor.

Tüm iyilik senin elindedir, sen her şeye kadirsin demek, zımnen egemen­lik ve şeref istemektir. Bir ferdin veya toplumun egemen olması, dünyevî ni­metlerin en büyüğüne sahip olması demektir. Ayette egemenlikten sonra, şe­refin zikredilmesiyle, egemenliğin şerefteki payına işaret edilmektedir. Ege­menliğin olmadığı yerde, şeref nasıl elde edilir?

Yüce Allah 26. ayette insanlar alemi ile olan ilişkisini ele almakta; mut­lak egemenliği ile onlara egemenlik ve şeref verenin, veya egemenlik ve şe­refi ellerinden alanın kendisi olduğunu vurgulamaktadır.

27. ayette ise tabiat alemi ile olan ilişkisini ele almaktadır: Gündüzü kı­saltarak geceyi uzatması ve geceyi kısaltarak gündüzü uzatması, Allah'ın kudretini gösteren önemli bir tabiat olayıdır. Ölüden diri, diriden ölü çıkar­ması, yaratma olgusundaki kudretini ifade etmektedir.

Dilediğine hesapsız rızık verirsin ifadesi de, ekonomik değer istemektir. Böylece bu ayetlerde egemenlik, şeref ve ekonomik nimet için Allah'ın han­gi sıfatlarının anılması, nasıl dua edilmesi gerektiği öğretilmektedir. Netice olarak Yüce Allah hayr dediği iyilikler arasına ekonomik değeri de katmak­ta; genel manada egemenliğin, şerefin ve maddî nimetlerin, iyiliğin yapısın­daki üç temel taşı oluşturduğuna işaret etmektedir. Bu değerler, iyiliğin ve in­san hayatının olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Din alimleri, bu değerlere sahip olmaları için insanlara, yapmaları gereken şeyleri öğretmelidirler. Ege­menlik ve şerefin nasıl elde edileceğini, nasıl elden gideceğini; ekonomik ni­metlerin hangi yollarla kazanılıp kaybedileceğini net bir şekilde Kur'an'ın ışığında anlatmalıdırlar.

Bu değerlerin elde edilmesinde kulun iradesiyle ilahî iradenin yeri nedir? Peygamber bile bunları Allah'tan istediğine, iyiliğin O'nun kudretinde oldu­ğunu itiraf ettiğine göre, diğer insanlar haydi haydi böyle yapmak, Allah'a dua etmek zorundadırlar. İnsanların olumsuz tepkilerine karşı koymanın yo­lu da bu şekilde dua etmekten geçer. [59]

 

İnananın Dostu İnanandır:

 

28. Müminler, müminleri bırakıp kafirleri dost edinme­sinler; -çünkü kim bunu yaparsa, Allah ile bütün bağını koparmış olur- kendinizi onlardan korumak için bu yola baş vurmanız hariç. Ancak Allah, kendisine karşı dikkatli olmanızı ihtar eder; çünkü bütün yollar Allah'a varır.

Bu ayette, sosyal bütünleşme ile siyasal ilişkilere, yani devletler arası iliş­kilere ışık tutulmaktadır. Ayrıca kültürel bütünleşmenin önemine de dikkat çekilmektedir. Eğitimin görevi, topluma dost ve düşmanını tanıtmak, ve on­larla ilişkilerin nasıl yürütüleceğini öğretmektir. Eğitimin başarısını gösteren ölçütlerden biri budur. Yüce Allah kendi eğitiminde, aynı amaca yönelik fa­aliyetini, bu ve benzeri ayetlerle sürdürmektedir. Ayet için birden fazla iniş sebebi gösterilmiştir; fakat bunları nakletmeye gerek duymuyoruz. Zira aye­tin kendisi, nüzul sebebini vermektedir. Bu ve benzeri ayetler, bazı mü'min-lerin müşriklere, yahudi ve hristiyanlara dostluk göstermeleri üzerine indiril­miştir. Ayetin başındaki olumsuzluk edatı olan la harfi kaldırıldığında, birin­ci bölümü, nüzul sebebini verecektir.

İnsanların en çok yanıldıkları konulardan biri ve en önemlisi, dost edinme meselesidir. Her an ve her şart altmda haklı olan dostunu savunacak, destek­leyecek, acılarım paylaşacak ve nihayet hayatın çilelerini beraberce omuzla­yacak dost bulmak çok zordur. Bu zorluklar vadisindeki belirsizlikler nede­niyle, konuyu Yüce Allah ele alıp çözümlemektedir:

1. Kur'an, öncelikle doğru inanca mensup insanların kardeş olduğunu, bu nedenle de birbirlerinin dostu olduklarını ifade etmekte ve bu yolla kültürel bütünleşmenin gerçekleşmesini istemektedir. İman kardeşliğinin ve dostlu­ğun sosyal hayata yansıması, kültürel/manevî bütünleşme şeklinde kendini göstermelidir.

Kültürel/manevî bütünleşme, diğer kültürlere düşmanlık ilanı olarak algı­lanmamalıdır. Kültürel bütünleşmeler sağlam iman, sağlam bilinç ve sağlam bilgi üzerine kurulursa düşmanlığa değil, sosyal bütünleşmeye, yani bütün kültürlerin birleşip bütünleşmesine sebep olur. Demek ki, kültürel bütünleş­melerin başarısı, sosyal bütünleşmeye sebep olup olmamalarına bağlıdır.

Ayete dönersek, Müminler müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesin ifadesinin, dost olacak insanların inanç birliğine sahip olmalarını istediğini söyleyebiliriz.

Dost kavramının özünde iman birliği vardır. Demek ki veli (dost) kelime­si kendi içinde manevî, yani kültürel bütünleşmeyi kurmaktadır. İman birli­ği, dost olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

a. Münafıklar birbirlerinin dostudur.

Münafıklar, farklı ortamlarda farklı davranma ve farklı konuşma, çifte standartlı olma, iyilik yerine kötülüğü yaymada buluşmakta ve birbirinin dostu olmaktadırlar:

Münafıkların, erkek-kadın hepsi aynı türde, aynı yapıda olan kimselerdir Kö­tülüğü öğütler, iyiliği önlerler, cimrilik ederler. Allah'ı unuttukları için. Aüı da onları unutmuştur. Çünkü münafıklar fasıklann ta kendileridir. [Tevbe/679]

Münafıkların/iki yüzlülülerin, yukarıdaki davranışlarla yoz bir kıiiuir oluşturdukları bir gerçektir. Bu yoz kültür aralarında bir dostluk ve bütünleş­me meydana getirmektedir. İki yüzlülüğün oluşturduğu yoz kültür, toplumda veya insanlıkta yayıldıkça, erdemi yok etmektedir. Bu şahsiyette insanlına kendi aralarında bir bütünleşme kurmaları mümkündür ama, sosyal bütûnjeş-meyi sağlamaları mümkün olmadığından, toplumda ayrılığa sebep olurlar. Halbuki sağlıklı kültürel bütünleşme, sosyal bütünleşmeyi de beraberinde getirir.

İşte münafıklarla mü'minler arasında kültürel bütünleşmenin gerçekleş­mesi, bu sebeplerden ötürü mümkün değildir. Onun için Tevbe/71'de inanan kadın ve erkeklerin birbirinin dostu olduğu ilan edilmekte; böylece inanan erkek ve kadınların kültürel bütünleşmeyi sağlayabileceklerine işaret edil­mektedir.

b. Kitap ehli (yahudi ve hristiyanlar)

Kur'an'da, yahudi ve hristiyanlann -inanç benzerlikleri sebebiyle- birbir­lerinin dostu olduklarına ve bu nedenle bir kültürel bütünlük oluşturdukları­na dikkat çekilmektedir:

Ey iman edenler! Yahudileri ve hristiyanlan dost edinmeyin. Onlar yalnızca birbirlerinin dostudurlar. Ve hanginiz onları dost edinirse, kesinlikle onlardan olur. Bilin ki Allah böyle hata yapanlara doğru yolu göstermez. [Maide 51 ]

Ayetin ikinci bölümündeki (Onlar birbirlerinin dostudurlar» ifa­desi, kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann), kendi aralarındaki dostlukları­nın, bir kültürel bütünleşmeye sebep olduğuna dikkat çekmektedir. Ayetin bi­rinci bölümünde de kitap ehliyle mü'minler arasında -kültürel bütünleşme­nin özünü oluşturan- dostluğun kurulamayacağı ifade edilmekte; böylece farklı inançtaki insanlarla kültürel bütünleşme için dostluk kurmanın büyük bir hata olacağına dikkat çekilmektedir. Bununla birlikte kitap ehliyle sosyal bütünleşme kurulabileceği de bir gerçektir. Çünkü sağlıklı kültürel bütünleş­meler, birbirleriyle sosyal bütünleşmeler kurabilirler.

Kitap ehliyle kültürel bütünleşme kurulamayacağının sebebi de şöyle açıklanmaktadır:

Ey iman edenler! Eğer gerçek mii'minlerseniz, inancınızı küçümseyen ve onunla eğlenenleri -bunlar ister kitap ehlinden, ister kafirlerden olsun- dost edinmeyin. [Maide/57]

Hak dini küçümseyenlerle ve onunla eğlenenlerle kültürel bütünleşme için dostluk kurulamaz.

Ayrıca "kitap etilinin "ilay^ almalan (.Ma-ide/58]; mü'minlere düşmanlık beslemeleri [Ma\de/S2} dostluğu yaralamak­ta ve kültürel bütünleşmenin kurulmasını engellemektedir.

Hz. Peygamber Medine'de kitap ehliyle sosyal bütünleşme kurmuş; onlar­la bir arada, aynı anayasa altına yaşama ortamı oluşturmuş, kültürel bütün­leşmeler arasında sosyal bütünleşme meydana getirmiştir. Sosyal bütünleşme bedeni, kültürel bütünleşme ise organları temsil etmektedir. Organların işle­me tarzı ve vazifeleri farklı olmakla birlikte, biyolojik bütünleşmeyle bede­nin sağlıklı çalışmasını temin etmektedirler. Kültürler de farklı yapı ve renk­le.toplumun yürümesini te­min edebilirler.

Farklı kültürlerin, saygı ve tolerans sınırlan içinde sosyal bütünleşmeye gitmeleri, kendi varlıkları için tehlike oluşturmayabilir. Saygı ve tolerans dı­şına çıkan bütünleşmelerde, mutlaka birinin zararına denge bozulacaktır.

c. Mü'minler

Ayetteki İnananlar, inananları bırakıp kafirleri dost edinmesin ifadesi, kafirleri kültürel bütünleşmenin dışında bırakmaktadır. Kültürel bütünleşme­nin iki temel öğesi vardır: a) İmanda birliğin meydana getirdiği kardeşlik [Hucurat/10]; b) Dostluk [Maide/56]. Kültürel bütünleşmenin özünü bu iki kavram oluşturmaktadır.

İman ve dostluğun meydana getirdiği kültürel bütünleşmenin, akıl ve bi­limin meydana getirdiği sosyal bütünleşmeye ters düşmesi mümkün değildir. Gerçek iman ve dostluktan neşet etmeyen kültürel bütünleşmeyle, akıl ve bi­limden kaynaklanmayan sosyal bütünleşme arasında çatışma çıkması kaçınılmaz olacak; bu da kültürel bütünleşmeden sosyal bütünleşmeye sağlıklı geçişi imkansız kılacaktır.

Akıl ve bilime ters düşen sosyal bütünleşmeler öncelikle sevgiyi katlede­cek, saygı ve hoşgörüyü kurban edecektir. Çünkü aklın ve bilimin olmadığı yerde kan, düşmanlık ve kin manevra alanı bulacaktır.

Mü'minler, mü'minleri bırakıp kafirleri dost edinmez. Mü'minin mü'mi-ni bırakması, dost edinmemesi, aralarına ayrılık girmesi imanın yapısına ters­tir. İmanın toplumsal açıdan en önemli etkinliği, insanların gönlünü birbirine bağlaması, bütünleştirmesi, kardeş yapmasıdır. İmanın kültürel açıdan en önemli etkinliği de birlik ve beraberliği tesis etmesidir. Hakiki iman, insanın gönlünde kalan statik/durağan bir kalp oluşumu değildir; gönülden çıkıp top­lumsal hayata uzanan, tefrikaları, düşmanlıkları, kin ve kavgaları durduran, onları sevgi ve dostluğa dönüştüren bir güçtür. Onun içindir ki Yüce Allah mü'minin mü'mini itmesini yasaklamış ve bunun çok kötü bir davranış oldu­ğunu vurgulamıştır. Ayetteki "Kim bunu yaparsa Allah ile bütün bağını ko­parmış olur" ifadesi de bunu teyid etmektedir.

Mü'min erkek ve kadınlar şöyle tavsif edilmektedir:

Erkek ve kadın mü'minlere gelince, onlar birbirlerinin dostudurlar; iyiyi em­reder kötüden sakındırırlar; namazı kılarlar, zekatı verirler; Allah'a ve Pey­gamberine itaat ederler. İşte bunlar Allah'ın rahmetiyle kuşatacağı kimseler­dir. [Tevbe/71]

Bu ayette, birbirlerinin dostu olan, yani birbirlerine gönülden bağlı ve ya­kın olan mü'minlerin vasıflan sayılmaktadır. Yanlış davranışlar üretenlere ikazda bulunurlar; neme lazım deyip geçmezler; iyiyi daima yaymaya çalı­şırlar; namazı kılar, zekatı verirler; Allah'a ve Peygamberine saygı ile itaat ederler. Bu davranışları da, Allah'ın rahmetini celbeder; yani mü'minlerin birbirleriyle olan dostluğu ilahî aleme çıkıp Allah'ın rahmet ve merhametini alıp gelmektedir. Manevî bütünleşme dediğimiz dostluk, merhameti celbe­den bir oluşumdur.

Fert ve topluma böylesine büyük faydalar sağlayan kültürel bütünleşme, mü'minin mü'mini terketmesi, mü'minin mü'mini sevmemesi, mü'minin mü'mini dost edinmemesi sebebiyle sağlanamayacak; bu da Allah ile bütün bağ­ların kopmasına sebep olacaktır. Başka bir deyişle, mü'minler arasındaki sevgi bağının kopması, mü'minlerle Allah arasındaki bağlatın da kopması demektir; bu da Allah'ın rahmet ve merhametini mü'minlerden esirgemesi sonucunu doğu­rur. Yüce Allah ile bağlarını koparan bir toplumda sosyal ilişkilerin ne hale ge­leceğini tasavvur edin. İnsanlığın bugünkü içler acısı hali buna örnektir.

Kullar, aralarındaki sevgi, merhamet ve dostluk bağlarını kopamadıkça, Allah, kendisiyle kullan arasındaki sevgi, merhamet ve rahmet bağlarını ko-parmaz. Demek ki insanlar arası ilişkiler, Allah'ın kullanyla olan bağmı be­lirlemektedir. Kullar arasındaki bağlar kopunca, Allah ile mü'minler arasın­daki bağlar da kopmaktadır.

d. Kafirler

Mü'minlerin dostluk çemberine, kafir de giremez. Dostu, her şeyin teslim edilebileceği, emanete ihanet etmeyen, daima arka çıkan, Allah'ı inkar etme­yen, düşmanlık yapmayan, inanan insanları yurtlarından çıkarmayan ve çıka­ranlara yardım etmeyen, fırsat kollayıp düşmanlığını tatbikata koymayan kimse olarak tanımlarsak; bunun haricindeki insanları dost edinmenin yanlış­lığı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu tip insanların dost edinilmemesi hakkında şöyle buyurulmaktadır:

Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göste­rerek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar size gelen hakikati inkar etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygam-ber'i de, sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açı­ğa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size etmenizi, istemektedir­ler. [Mümtehine/1-2]

Allah Teala, hakikati inkar eden; Allah'a ve inananlara düşmanlık besle­yen-, inananları yurtlarından çıkarmaya çalışan; el ve dilleriyle kötülük yap­maktan geri durmayan; inananları inkara sevketme çabasında ve isteğinde olan insanları dost edinmeyi yoldan çıkmak olarak nitelendirmekte; böylece inananlara kimi dost edinmeleri, kimi dost edinmemeleri gerektiği konusun­da eğitimi yapmaktadır.

Bu ayetleri, günümüz eğitimine uyarladığımızda şu sonucu çıkarabiliriz:

Gençliğe, dost ve düşmanını tam manasıyla tanıtmak ve bu konuda hata yapmasını önlemek, eğitimin en önemli hedefleri arasında yer almalıdır. Bu yapılmadığında, aynı toplumun insanları ufak farklılıkları büyüterek birbirle­rini düşman görmeye başlar; ilahî ölçüyü bırakarak mezhebi, tarikatı ve her­hangi bir cemaati ölçü alarak kendi mezhebinden, tarikat veya cemaatinden olmayanı düşman ilan etme hatasına düşerler.

Kendinizi onlardan (kafirlerden) korumak için bu yola baş vurmanız, (ya­ni dost görünmeniz) hariç ifadesiyle Yüce Allah, mü'minlere şartlara göre davranma ruhsatı vermekte; kafirlerin düşmanlığının eyleme dönüşmesini dostluk çağrısı ile önleme imkanı varsa, bu çağımın tatbikata konmasına izin vermektedir.

Demek ki din eğitiminde insanları tek yönlü uygulamlara zorlamak değil, farklı şartlara göre farklı davranışlar sergilenebileceğini öğretmek esas olma­lıdır. Sosyal hayatta, her zaman, her yerde ve her şart altında aynı davranışı sergilemek mümkün olmayabilir. İşte böyle durumlarda dine ters düşmeye­cek davranışların neler olduğu insanlara öğretilmelidir.

Su bulunmadığında teyemmüme ruhsat verildiği gibi, hayat tehlikesi bu­lunduğunda da kafiri dost edinmeye ruhsat verilmektedir. İşte bu ruhsat ve­rilmekle eğitim yapılmakta; din alimlerine fetvalarında aym metodu izleme­leri önerilmektedir.

f. Allah'tan sakınma

Ayetteki Allah, kendisine karşı sizi sakındırıyor ifadesi, mü'mirileri bıra­kıp kafirleri dost edinmenin yanlışlığını dikkate almadan hareket etmenin. Allah'ın emrine aykırı bir davranış olduğunu, mü'minlerin bundan kaçınma­ları gerektiğini beyan etmektedir.

Mümtehine/1 ayetine göre kafir, Allah'ın düşmanıdır; Allah'ın düşmanını dost edinmek, Allah'a karşı gelmektir. İşte ayetin bu kısmında, müminler bundan sakmdınlmaktadır.

g. Bütün yollar Allah'a çıkar

Dönüş Allah'a olduğuna göre, O'ndan sakınmak en doğru yol olacaktır. İn­sanların bütün davranışlarını değerlendirecek olan Allah olduğundan, O'nun hükümlerini tatbik etmek, gözardı etmemek gerekir. Dönüşün Allah'a oldu­ğuna inanmak ve bu inançla hareket etmek, Allah'ın hükümlerini ihmal etmeyi önler. Nisa/144 ayetine göre, mü'minleri bırakıp kafirleri dost tutan mü'minler, kendi aleyhlerine, Allah'a delil vermiş olurlar.

Mücadele/22'ye göre, Allah'a ve Resulüne düşman olanları -babaları, oğullan, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- dost edinmek, Allah'a ve ahire-te iman etmeye ters düşer.

Bu davranışlarla imanın aynı insanda birleşmesi mümkün değildir. Böy­lece ayette, imanın dost ile düşmanı ayıran bir ölçüt olması istenmektedir. Yüce Allah dost edinmenin veya edinmemenin ölçüsünü Mümtehine/8-9'da net bir şekilde bildirmektedir:

Allah, sizinle din uğrana savaşmayan ve sizi yurtlarından çıkarmayanlara iyi­lik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.

Demek ki mü'minlerle savaşmayan, mü'minleri yurtlarından çıkarmayan kafirlere iyilik yapmak ve adil davranmak gerekir. Eğer müşrikler Hz. Peygamber'i ve arkadaşlarını yurtlarından çıkmaya zorlamasalardı, Peygamberi­miz onlarla savaşmayacaktı. Dostluğun bozulmasına, insanları yurtlarından çıkarmaya ve savaşa neden olan düşmanlık duygusudur. Bu husus Mümtehi-ne/9'da beyan edilmektedir:

Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onla­ra dost olursa işte zalimler onlardır. [Mümtehine/9]

Din uğrunda savaş, insanları yurtlarından çıkarma ve çıkaranlara yardım et­me, dostluğu engellemektedir. Böyleleri dost edinilemez. Zira Yüce Allah bu­nu 'zulüm' olarak değerlendirmektedir. Mümtehine suresinin bu ayetlerinde Yüce Allah kafire karşı, ne zaman dost görünülebileceğini beyan etmektedir.

Bu beyan, aynı toplumda yaşayan farklı inanç mensuplarının birbirlerine karşı takınacakları tavırlara ışık tuttuğu gibi, milletler arası ilişkilere de ışık tutmaktadır. Mü'minlerle dininden ötürü savaşmayan, mü'minlerin yurduna göz dikmeyen kafirlere iyilik yapmak ve adil davranmak gerekir. Böyle ol­mayan kafirler ise, ne dost edinilebilir, ne de iyilik yapılmayı ve adil davran­mayı hak eder. [60]

 

Allah Gizli-Açık Her Şeyi Bilir:

 

29. De ki: "Kalplerinizdekini, gizleseniz de, açığa vursa-nız da Allah onu bilir. Zira O, göklerdeki ve yeryüzündeki her şeyi bilir; ve Allah her şeye kadirdir".

Ayette geçen îü (sadere) kelimesi lügatte, çıkmak, vuku bulmak, bir şeyden ortaya çıkmak, meydana gelmek, dönmek, birini döndürmek, birinin göğsüne dokunmak, hasıl olmak, yollamak, yolcu etmek, dışarıya mal gön­dermek, yayınlamak, meydana çıkarmak, kitabın önsözünü yazmak, başla­mak, açmak, yakalamak, tevkif etmek, müsadere etmek, dürtmek, baskı yap­mak, sıkıştırmak, yolu üzerine engeller koymak, su içirip geri getirmek, gö­ğüs, sine, kalp, bağır, ön kısım manalarına gelmektedir.[61]

 

Sadere Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Ortaya çıkmak:

(Kıyamet günü, insanlar, geçmiş amellerini görmek üzere biri diğerinden ayrılmış olarak ortaya çıkacaklar). [Zilzal/6]

Bu ayette 5i-i (sadere) fiili, (yasduru) kalıbında kullanılmakta ve ortaya çıkma anlamına gelmektedir.

2. Su içirip geri getirmek:

Sadr kelimesi Kasas/23'te (yusdira) kalıbında kullanılmaktadır:

 (Der­ken Medyen'in su kuyularına vardı ve orada hayvanlarını suvaran kalabalık bir grup insanla karşılaştı ve onlardan biraz ötede kendi . hayvanlarını uzakta tutmaya çalışan iki kadın gördü. Onlara, "Der­diniz nedir?" dedi. Şöyle cevap verdiler: "Çobanlar sulayıp geri çe­kilmeden biz sulayamayız. Babamız da çok yaşlıdır"). [Kasas/23] Ayette geçen (Çobanlar hayvanlarını sulayıp çekilinceye kadar) ifadesinde sadr kavramı, göğsün içinde bulunan akciğer ve kalbin işlevlerini hatırlatmaktadır. Kalbin, kanı çekip bütün organlara pompalaması, akciğerin havayı çekip kam temizledikten sonra dışarı vermesi, manevî kalbin işlevini hatırlatmaktadır. Sadr (göğüs) veya kalp, bilgi ve inançları alıp temizler, son­ra insanın manevî yapısına pompalar ve böylece kalp ile akciğerin yaptığı göreve benzer bir görev yapar.

3. Kalp:

Nahl/106'da birlikte yer alan kalp ve göğüs kelimeleri, birbirini tefsir et­mektedir:

(Kim iman ettikten sonra, Allah'ı inkar ederse; kalbi iman dolu ol- duğu  halde inkara zorlanan müstesna, fakat kim gögsünü kafirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap

vardır).

 (Kalbi imanla dolu olarak) ifadesinde kalp, &wMj>e&#> (Fakat göğsünü küfre açan kimse) ifadesinde sadr kelimesi yer almakta ve sadr kelimesi, kalp manasına gelmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki bu ayette, imanın bulunduğu yere kalp, küfrün bulun­duğu yere sadr denmektedir. Demek ki iman ile küfrün mekanı insanın kal­bi, göğsü (sinesi ve sadr'ı)dır. Zaten pis kan ile temiz kanın bulunduğu organ­lar da bunlardır. İnkar -ki pistir- ile iman -ki temizdir- da aynı kelimelerle ifade edilen organların manevî olanlarında bulunmaktadır.

4. Gönül:

Sadr kelimesi, bazı ayetlerde gönül manasına gelmektedir:

 (Yücelerden bir ilahî kelam indirildi sana; artık bu konuda gönlünde herhangi bir şüpheye yer verme). [A'raf/2] Gönül ile kalbi ayırmamızın sebebi Hac/46 ayetidir; zira bu ayette kalbin göğüste olduğu ifade edilmektedir:

 (Elbette, gözler kör olmaz, fakat göğüs­lerdeki kalpler kör olur). [Hac/46]

Sadr'da (göğüste) bulunan kalp, sadr'ın özünü ifade ettiğinden, sadr kalp­ten daha geniştir.

Kur'an'da kalbin mühürlendiği ifade edilmesine rağmen, sadr/göğüs için böyle bir durum sözkonusu edilmemiştir. Kur'an'a baktığımızda sadr'da (gö­ğüste/sinede) neler olduğunu görebiliriz. [62]

 

Sadr'daki (Göğüsteki) Oluşumlar:

 

• Söylenen sözlerden dolayı daralan sadr'dır [Hud /12, Hicr/97];

• Allah'ın İslâm'a açtığı manevî organ sadr'dır [Zümer/22];

• Bütün sırlar sadr'dadır [Âl-i İmran/119];

• Kur'an, sadr'a şifadır [Yunus/57];

• Kur'an'ın nüfuz ettiği manevî organ sadr'dır [Ankebut/49];

• Şeytanın vesvese verdiği manevî merkez sadr'dır [Nas/5];

• Allah sadr'da bulunan şeyleri imtihan eder, yani sadr imtihan yeridir [Âl-i İmran/154];

• İhtiyaç duyan sadr'dır [Mü'min/80];

• Kin tutan sadr'dır [Âl-i İmran/118];

• Sıkılan sadr'dır [Nisa/90].

Bütün bu psikolojik oluşumların yer aldığı sadr (göğüs) din eğitiminin il­gilenmesi, işlemesi, şekillendirmesi ve olgunlaştırması gereken en önemli merkezlerden biridir. Kur'an bu manevî merkezin eğitimini amaç edinmek­tedir; çünkü onun şifasıdır. Kalbin de içinde bulunduğu sadr, manevî kalbin işlevini maddî kalbe benzer bir şekilde yürütmektedir. Sırlar alemini andıran sadr, ilahî bilginin yoğunlaştığı merkezdir. Sadr denen manevî merkezin bir de gözü (gönül gözü) vardır. Hac/46'da, ilahî vahiyden haberi olmayanların, kulakları ile dinlemeyenlerin ve tarihî olgulardan ibret almayanların gönül güzünün kör olacağı beyan edilmektedir. İşte din eğitimi, bu gönül gözünün açık kalması, onun işlerliğini devam ettirmesi için faaliyet göstermelidir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i îmran/29'da, insanların sinelerinde bazı şeyleri gizledikleri ve bazılarını da açığa vurdukları ifade edilmektedir. Sadr'da (sinede) gizlenenlerin bazıları ağız, bazıları da davranışlar yoluyla görünür ve duyulur hale gelmektedir. Yüce Allah, sinelerdeki gizli sırlan ve açığa vurulanları tam manasıyla bildiğini ifade etmekle, hiçbir şeyin ilminin dışında kalmadığını bildirerek insanlara uyanda bulunmaktadır. Bu ayetin, bir önceki ayette yer alan esaslan düzenlemek için gönderildiği anlaşılıyor. (Göklerde ve yerde olan her şeyi bilir).

Yüce Allah sadece insanlann sinelerindekini ve alenî olarak yaptıklannı değil, göklerde ve yerde olan her şeyi; fizikî, psikolojik ve davranışlar ale­minde olanlan en ince teferruatına kadar bilir:

Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, ka­rada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. [En'am/59]

Gaybın bilgisinin Allah'a ait olması, hiçbir şeyin O'nun bilgisi dışında kal­maması dolayıyla, kainatta ve insanın iç aleminde gerçekleşen her şeyi bilir. İnsanın bu gerçeği aklından çıkarmaması gerekir. Bu bilinç, mü'minlerin bı­rakılıp, -kendilerinden korkulması hariç- kafirlerin dost edinilmemesini te­min eder.

 (Allah her şeye kadirdir).

Allah'ın her şeye gücünün yettiğini bilmesi ve o doğrultuda inanması, mü'minin olgunluğuna işarettir. 29. ayette, Allah'ın ilmine ve kudretine dik­kat çekilerek, insanın 28. ayette istendiği gibi davranmasını temin etme yo­luna gidilmektedir. Mü'min mü'mini bırakıp kafiri dost edinemez. Bunu ya­parsa, Allah ondan sevgisini esirger. Yüce Allah mü'mini kendisinden sakın-dırmaktadır. Bütün yollar Allah'a çıkar; O, her şeyi bilir ve her şeye gücü ye­ter. Bütün bunlar, mü'minin, mü'minleri bırakıp kafirleri dost edinmesini en­gellemeye yöneliktir. Kafirlerin dost edinilmemesini sağlamak için Yüce Allah, insanın gönlündeki gizli ve aşikar olan her şeyi bildiğini söylemektedir.

Böylece eğitimin, gönlü düzeltmekle işe başlaması gerektiğini vurgula­maktadır. Bundan, gönül düzelmedikçe, davranışların düzelmeyeceği sonucu çıkar. Öyleyse, iç alemden hareket ederek davranışlara, oradan topluma ge­çilmelidir. [63]

 

İnsan Mahşerde Yaptıklarını Bulacaktır:

 

50. Herkes, yaptığı iyilik ve kötülükleri karşısında hazır bulacağı günde isteyecek ki, kötülükleri ile kendisi arasın­da uzun bir mesafe bulunsun. Allah kendisine karşı sizi sa­kındırıyor. Allah kullarına karşı çok şefkatlidir.

Üç bölüme ayırarak ayetin analizini yapabiliriz:

1. Bu dünyada yapılan her şeyi öteki dünyada önümüzde hazır bulacağız.

Dünyada yapılan hiçbir eylem/amel kaybolmamakta; herpsi teker teker tesbit edilmekte ve yazılmaktadır.

a. Allah insanların bütün yaptıklarını bir deftere/kitaba kaydetmektedir: (Bu, yüzünüze karşı gerçeği söyleyen kitabımızdır. Çünkü biz, yaptıklarınızı kaydediyorduk). [Casiye/29]

Aslında Allah, kullarının yaptığı bütün amelleri bilmektedir. Allah, kulla­rın, dünyada yaptıklarını mahşerde inkar etmelerini önlemek için herşeyi kaydetmektedir. Amel defteri, insanın yüzüne karşı bütün yaptıklarını söyle­yecek; insan amellerini inkar etme imkanı bulamayacaktır.

Casiye/28'de her ümmetin kitabına çağırılacağı ifade edilmektedir. İnsan­lar, o kitapta yazılanlara göre ödüllendirilecek veya cezalandırılacaklardır.

Demek ki ahiretteki ödül veya ceza keyfî değil, kitaba göredir. Bu da hukuk­ta cezanın keyfî değil, kanunlara göre olması gerektiğine işaret etmektedir.

b. Yapılanları melekler kaydetmektedir:

 (Şunu iyi bilin ki, üzerinizde bekçiler, değer­li yazıcılar vardır; onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler). [İnfitar/10-12]

Yüce Allah, insanların yaptıklarına çok önem vermektedir. Onun içirt, on­ların üzerine hafaza melekleri (bekçiler) görevlendirmiştir. Bu melekler, in­sanların davranışlarını yazıp kaydetmektedirler. Meleklerin insanların davra­nışlarını bilmeleri, mahşerde önemli bir delil teşkil edecektir.

Zilzal/7-8'de belirtildiği gibi melekler, zerre miktarı iyiliğin de, zerre mik­tarı kötülüğün de kaybolmaması için görevlendirilmişlerdir.

c. Uzuvlar, insanın aleyhine şahitlik edecek:

Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı şahitlik edecektir. Derilerine, "Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?" derler. Onlar da, "Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yarat­mıştır. Yine O'na döndürülüyorsunuz" derler. Siz ne kulaklarınızın, ne gözleri­nizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yap­tıklarınızdan çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. [Fussilet/20-22]

Demek ki insan vücudu, yapılan amelleri kaydetmektedir. Maddenin sesi ve şekli kaydetmesi dikkate alındığında, bunun bilimsel kanunlarla anlaşıl­ması zor değildir. Ses ve görüntünün birtakım cihazlara kaydedilmesi gibi, insanın organları da yapılan amelleri kaydetmektedir. Bir bakıma insanın or­ganları, konuşan kitap halini alacaktır:

(O gün onların ağızlarını mühürle­riz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayaklan da şahitlik eder). [Ya­sin/65]

Orada eller konuşacağına, ayaklar şahitlik edeceğine göre, dünyada yapı­lan amellerin organlar tarafından kaydedildiği gerçeği önümüzde durmakta­dır. Her organ, kendi amelini orada deşifre ettiğinde insan, rabbinin kendisi­ne zulmetmediğini, sadece yaptıklarını önüne koyduğunu anlayacaktır. Mahşer günü herkesin iyi ve kötü amellerini önünde hazır bulacağına işaret eden diğer bir ayet de şudur:

 (Her insanın amelini boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış ola­rak önüne konacak bir kitap çıkarırız. "Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter"). [İsra-13-14]

Herkesin, yaptığı iyilik ve kötülükleri karşısında hazır bulması [Âl-i İm­ran/30], İsra/13'te amelin boynuna asılması şeklinde ifade edilmekte; İs-ra/14'de zikredilen önüne açılmış bir kitap olarak önüne konması da bu açık­lamayı netleştirmektedir.

Amellerin bu şekilde kaydedilmesi ve yazılmasının sebebi, mahşerdeki değerlendirmenin objektif olduğunu göstermeyi, insanın kendi kendisini de­ğerlendirmesini temin etmeyi hedeflemektedir. İsra/14 ayetine göre insan mahşerde kendi kendini değerlendirecek; mükafaat mı ceza mı göreceğine kendisi karar verecektir. Aslında bu dünyada iyi amel yapanlar, ahiretteki du­rumlarını bilmektedirler:

 (Kitabı sağ tarafından verilen, "Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum" der). [Hakka/19-20]

Demek ki, insan bu dünyada da kendini değerlendirebilmektedir.

Yapılan iyi ve kötü amelleri ahirette önümüzde hazır bulacağımız konu­sundaki [Âl-i İmran/30] bilgilendirme, tamamen eğitim amaçlıdır. Amelleri­nin mahşerde önüne konacağım bilen ve inanan insanın, ruh disiplini, ürper-mesi ve kendini kötü amellerden koruması bir başka olacaktır. Bu bilgi ve inanç ahlâkın temel taşım oluşturmakta, sosyal kontrolün etkisini azamî de­recede azaltmaktadır. Çünkü çoğu zaman insanlar, toplumdan çekindikleri için kötülüğe karşı kendilerini frenlerler; ilahî kontrolü küçümserler veya dikkate almazlar. Onun için, İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler [Nisa/108] buyurulmaktadır.

İşte Âl-i İmran/30 ayeti, ahlâkın polisiye ve askerî tedbirlerle değil, bu inanç ve bilgiyle temin edilmesini ön görmektedir. Bu dünyada iyi amel ya­panların, amellerinin zayi olmayacağını bilmeleri, onları daha güzel, daha iyi ameller üretmeye teşvik eder. Onun için Allah şöyle buyurmaktadır:

(İman edip güzel davranışlarda bulunanlar (bilmelidir ki) biz, güzel işler yapanların ödülünü zayi etme­yiz). [Kehf/30]

Amelin karşılığının görülmeyeceği düşüncesi, ahlâkın temeline dinamit koymak demektir. İyi amellerin boşa gideceği fikri, iyiliğin dayanağını yok eder. İnsanları iyiye yöneltmenin yolu, amellerinin akıbeti hakkında onlara bilgi vermekten geçer. Onun için Allah, iyi amellerin karşılığını zayi etmeye­ceğini vurgulamaktadır.

Böylece Âl-i İmran/30 ayeti insanı kötü davranışlardan sakındırdığı gibi, iyi davranışlara da teşvik etmektedir. İki yönlü bir görev icra eden bu ayet, İslâm ahlâkının ve ahiret inancının temelini oluşturmaktadır.

2.  (İsteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun).

Amelleri boynuna asılan veya bir kitap olarak önüne açılan kimsenin, kö­tü amellerine karşı takınacağı tavır, ayetin bu bölümünde zikredilmektedir. [64]

 

Kötü Amelleri Önüne Konan Kimse:

 

Kötü amelleri önüne konan kimse şu hakikatleri anlayacak ve şunları te­menni edecektir:

a. Amellerinden uzak olmayı temenni edecektir.

Kişinin, kötü amellerinden uzak olmayı istemesi, yaptıklarından pişman olduğunun işaretidir. Ama, amellerinin kötülüğünü dünyada anlamayıp ahirette anlaması hiçbir işe yaramayacaktır.

b. Yok olmayı temenni edecektir:

(Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek). [İnşikak/10-11]

Kişi, kötü amellerini gördüğünde, sadece onlardan uzak olmayı değil, yok olmayı da isteyecektir. Kötü amellerinden vaz geçip onları telafi edebilme güç ve imkanına sahip olduğu halde bunu yapmayan kimsenin, ahirette amel­lerinden uzaklaşması mümkün olmadığı gibi, yok olması da mümkün değil­dir. Kötü amelleri, ne onlardan uzakta kalmasına, ne de yokolarak kurtulma­sına izin vermeyecektir.

c. Dünyadaki sahte değerlerin işe yaramayacağını anlayacaktır:

(Kitabı sol tarafından verilenlere gelince o, "Keşke" der, "bana kitabım ve-rilmeseydi de hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke onunla (ölümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı; sal­tanatım da benden yok olup gitti"). [Hakka/25-29]

Bu dünyada neticesini bilmediği davranışlarının neticesini orada bilecek, tapındığı mal ve mevkinin hiçbir fayda sağlamadığım anlayacaktır. Geçici ve sahte değerlere gereğinden fazla önem vermesi sonucundaki yanlışlarını ora­da farketmesi, amellerini görmeme isteğine dönüşecektir. Böylece Allah, ge­lecekteki pişmanlığı şimdiden gözler önüne sererek, insana sahte değer ve kötü amellere karşı gereken tavrı oluşturmak eğitimi vermektedir.

d. Bir daha bu dünyada dönmek isteyecek:

 (O günahkarların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri ve "Rabbimiz! Gördük, duyduk; şimdi bizi geri gönder de, iyi işler yapalım; artık kesin ola­rak inandık" diyecekleri zamanı bir görsen). [Secde/12]

( (Yahut azabı gördüğünde, "Keşke be­nim için bir kez (daha dünyaya) dönmeye imkan bulunsa da iyiler­den olsam!" diyeceği günden sakının). [Zümer/58]

Kötü amelleri ahirette önüne konan kimse, dünyaya bir kere daha dönme­yi ve iyi ameller yapmayı arzu edecektir. Bu arzu, onun kötü amellere karşı tepkisini, pişmanlığını ifade etmektedir. Ahiretten, dünyaya tekrar dönüşün imkansızlığı düşünülürse, bu isteğin ne kadar yersiz olduğu anlaşılır.

İşte Allah, telafsi olmayan yeni ve bambaşka bir hayat için hazırlanılma-sı, amellerin analizinin iyi yapılması, eğitimin bunun üzerinde ağırlıklı ola­rak durması gerektiğini vurgulamak için bu hakikatleri peşinen ortaya koy­maktadır.

e. Bu dünyada neyi eksik yaptığını anlayacaktır:

Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara, "Size korkutucu bir peygamber gelmemişmiydi?" diye sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: "Evet doğrusu bize, korkutan bir peygamber gelmişti; fakat biz yalan saymış ve "Allah'ın bir şey gönderdiği yok; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz!" demiştik. Ve onlar, "Şa­yet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık!" diye ilave ederler. [Mülk/8-10]

Ahirette, dünyadaki kötü amellerinin neticesi olan cehennemi gören kim­se, aklını kullanmadığını, ilahî vahye kulak asmayarak hakikati inkar ettiği­ni hatırlayacak ve yaptıklarından pişmanlık duyacaktır.

Allah, ahirette kötü amellerin neticesi görüldüğünde duyulacak pişmanlı­ğı ifade ederek, dünyadayken aklı kullanmanın önemini vurgulamaktadır.

f. Şeytanla olan ilişkisinden pişmanlık duyacaktır:

(Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar, onlar ise kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. O şeytan dostu olan kimse, en so­nunda bize gelince, "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı ara­sı kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışın!" der). [Zuhruf/37-38]

Şeytanın, süslü göstermesi nedeniyle, yanlış eylemlerini doğru gören ki­şi, ahirette amellerinin neticesini görünce, pişmanlığını dile getirip şeytan­la kendi arasında doğu ile batı arası kadar uzaklık olmasını temenni edecek­tir.

Âl-i İmran/30'da kâfirin, amellerinden uzak olmayı isteyeceği, bu ayette ise dünyadayken şeytandan uzak olmayı isteyeceği belirtilmekte; dünyada şeytana arkadaş olan kimsenin ahiretteki durumunun gözler önüne serilmesi suretiyle, kötü arkadaşlardan uzak durmanın gereğine dikkat çekilmektedir. Kötü arkadaşlar kişiyi, ahirette pişmanlık duyacak eylemlere sürüklemekte­dir. Kötü arkadaşlar, insanı davranışlarının analizini, tenkidini yapmaktan alıkoymakta, mantiki düşünceyi yok etmektedir. Böyle kimselerle arkadaşlık etmekle, şeytanla arkadaşlık etmek arasında hiçbir fark yoktur. Her iki arka­daşlığın neticesi de ahirette pişmanlıktır.

Kötü arkadaşlar, ahirette amellerinin neticesini görünce, birbirlerini itham edecekler ve suçlarını/günahlarını birbirlerine yüklemeye çalışacaklardır.

Kıyamet gününde hepsi Allah'ın huzuruna çıkacak ve zayıflar o büyüklük taslayanlara diyecekler ki: "Biz size uymuştuk; şimdi siz, Allah'ın azabın­dan herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz?" Onlar da diyecekler ki: "Allah bizi hidayete erdirseydi, biz de sizi doğru yola iletirdik. Şimdi sız-lansak da sabretsek de birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur". [İbrahim/21]

Aynı tartışmanın bir benzeri A'raf/38-39'da, bir diğeri de Sebe/31-33'te yer almaktadır.

İşte Allah, mahşerde duyulacak olan bu pişmanlığın çeşitli tezahürlerini anlatarak, pişmanlık getirecek davranışlardan caydırma yolunu izlemektedir. Bundan, din eğitiminin amellerin neticelerini, insanlara neler getireceğini an­latması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. İnsan, son pişmanlığın fayda verme­yeceğini bilerek iyi davranış üretmelidir.

3. (Allah kendisine karşı sizi sakındırıyor).

Ayetin bu kısmı, 30. ayeti 28. ayete bağlamaktadır. 28. ayette, Allah mü'minleri bırakıp, -onlardan korkmak dışında- kafirlerin dost edinilmeme-sini, aksi takdirde Allah ile bağların kopacağını ifade ederek, mü'minlere kendisinden sakınmalarını emretmişti.

30. ayette de, kişinin amellerini önünde bulacağı ve kötü amellerinden uzak olmayı temenni edip pişmanlık duyacağı gün gelmeden evvel Allah kendisinden sakındırmak suretiyle böyle bir duruma düşülmemesini temin etme yoluna gitmektedir.

Çünkü Allah'tan sakınmayan, ahirette pişman olacağı davranışları yap­maktan kendini uzak tutamaz. Allah'tan sakınmak (takva/ruh olgunluğu) in­sanı yanlıştan alıkoyan Allah'tan sakınarak yanlış eylemlerden geri duran in­san hem ibadet yapmakta, hem de Allah katında önemli dereceler kazanmak­tadır. Böyle bir davranışın getirişi ayetin sonunda zikredilmektedir.

4. (Allah kullarına çok şefkatlidir).

Allah'tan sakınarak, kötü davranıştan uzakta kalan insanlar, Allah'ın şef­katini celbetmektedir. Böylece, kendilerine bir ilahî şefkat çemberi oluşturan bu insanların pişman olacakları bir davranışta bulunmaları imkansız hale gel­mektedir. Kulun sakınma duygusu ve ameli, Allah'ın şefkati ile birleşince sağlam bir şahsiyet yapısı oluşmaktadır. Kul Rabbine sakınma kanalım açın­ca, Rabbi de ona şefkat kanalım açmakta, bu iki kanalın kesiştiği yerde, sağ­lam şahsiyetli bir mü'min ortaya çıkmaktadır. [65]

 

Sevgi Karşılıklıdır:

 

31. (Ey Peygamber) de ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız ba­na uyun ki Allah da sizi sevsin. Ve günahlarınızı bağışla­sın. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir".

Sevgi kavramını ikinci ciltte ele almıştık, burada sözlük manasından ha­reket ederek ayetteki anlamını ortaya koymaya çalışacağız. Sevmek, beğen­mek, rağbet etmek, aşık olmak, ekinin tane tutması, tulumu doldurmak, suda kabarcıkların oluşması, kabın dolması, tercih etmek, başak tanesi manalarına gelen bu kavram, yukarıdaki ayette bize göre kulun Allah'a olan sevgisi için rağbet göstermek, aşık olmak, ekinin tane tutması, kabı doldurmak manala­rından alınmalıdır.

Kulun Allah'ı sevmesi, O'na rağbet göstermesi anlamına gelir. Sevgi kav­ramının öz manalarından biri de rağbet göstermektir. Allah'ı seven kul, O'na rağbet gösteriyor demektir. Allah'a rağbet göstermek de, O'nun emirlerini ye­rine getirmek, hükümlerini tatbik etmek ve hayatını onlara göre düzenlemek­tir. Zaten ayette, Peygamber'e tâbi olma, Allah'ı sevmenin alameti olarak or­taya konmuştur.

Dil ile Allah'ı sevdiğini söylemek yeterli değildir; Allah'ı sevmenin gös­tergesi Peygamber'e uymaktır. Verilen görevi yerine getirmek, sevginin ala­meti olduğu için, Yüce Allah Peygamber'e tâbi olmayı, Allah'ı sevmenin de­lili olarak kabul etmektedir.

İnsanın Allah'ı sevmesi, O'nun emirlerini isteyerek yerine getirmesini te­min eder. Demek ki sevgi, işleri isteyerek ve severek yaptıran bir duygu ve güçtür. Sevgi (Allah'a rağbet gösterme) olgusu, işlere rağbet gösterme olgu­suna dönüşmekte ve severek iş yapmaya sebep olmaktadır. Allah'ı sevmek, Peygamber'e tâbi olmayı kolaylaştırmakta ve Peygamber'e rağbeti artırmak­tadır.

Sevgiyi, "ekinin tane tutması" manasından aldığımızda diyebiliriz ki, Allah sevgisi duymayan insan, başaksız ekine benzer. Başaksız ekin, ot sayılır ve sadece hayvan yemi olur.

Başak verip tane tutan ekin ise hem olgunlaşmış, hem de insana faydalı hale gelmiş demektir. Aynı şekilde, Allah sevgisinin gönlünde başak tuttuğu insan da, hem olgunlaşmış, hem de başkalarına faydalı hale gelmiş demektir. Başak tutma manasıyla sevgi, bereketi ve verimliliği ifade etmektedir. Allah'ı seven insan hem bereketli, hem verimli, hem de insanların ruhuna gıda ola­cak sevgi tohumlan saçar.

Allah sevgisinin tohumunu gönlünde yeşerten kimse, insanlığa kucağını açacağı için çok bereketli ve verimli ameller meydana getirecektir.

"Kabın dolması" anlamı ile sevgi, boş olan gönlün dolmrsım ifade eder. Sevgisiz gönüller boştur; bunları ancak Allah sevgisi doldurur. Boş kaba kimse rağbet göstermez, kimse onu eline almaz. Allah sevgisi taşımayan in­sana da kimse rağbet göstermez, kimse alaka duymaz. Öyleyse sevgi boş olan gönülleri dolduran bir duygu, bir iç yöneliş ve bir iç güçtür.

Allah sevgisinin ilk alameti, Peygamber'e uymak ve ona alaka göster­mektir. Allah sevgisi, gönül oluşumu safhasında kalmamalı, insanın davra­nışlarına yansımalıdır; ki bunun ilk basamağı da Peygamber'e uymaktır. Bu yorumdan hareketle diyebiliriz ki, sevgi bir eylemdir. Sevgiyi soyut ol­maktan çıkarıp somut hale getiren eylem, sevginin hem delili, hem de ta­nımıdır.

Sevilen varlık eylem ister, onun için Allah, kendisini sevenlerden ilk iş olarak Peygamber'e tâbi olmalarını istemektedir. Eylem haline dönüşmeyen sevgi, başak haline gelmeyen tohuma benzer. Çünkü seven gönül, insanı ha­rekete geçirir. Allah'ı sevmek, aynı zamanda Allah'a inanmak manasına gelir. Hz. îbrahim Ben batanları sevmem [En'am/76] ifadesiyle, "Ben batanlara tanrı olarak inanmam" demek istemektedir. İnanç sevgiye, sevgi de inanca delalet eder.

Âl-i İmran/3rdeki Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olun ifadesini "Eğer Allah'a inanıyorsanız bana tâbi olun" şeklinde anlayabiliriz. Nitekim B akara/165 'te sevgi ile iman arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiştir.

Ayetteki, Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ifadesindeki bana tâbi olun ibaresinin ne anlama geldiğini, Peygamber'e nasıl tâbi olunacağını da Kur'an'ın ışığında açıklayabiliriz.

Tebi'a kelimesi lügatte, takip etmek, arkasından gelmek, iz sürmek, arka­sından yürümek, kovalamak, yapışmak, gözlemek, muvafakat etmek, ait ol­mak, alakası olmak, tâbi kılmak, birinin otoritesi altına girmek, düzenli ola­rak derslere devam etmek, bir kimsenin zihnini veya gözlerini bir şeyin üze, mutabık olmak, imtihan etmek, araştırmak, tetkik etmek ma­nalarına gelmektedir. [66]

 

Tebi'a Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Arka çıkmak

sîa muttuk yardımcı, arka çüsan manasım iîade etmektedir:

 (Yahut, sizi tek-îar denize döndürüp üzerinize ortalığı kasıp kavuran bir fırtına gön­dermeyeceğimizden ve böylece, nankörlüğünüze karşılık sizi boğ­mayacağımızdan çok mu eminsiniz? (Hayır) o zaman bizim karşı­mızda size arka çıkacak kimse bulamazsınız). [İsra/69]

Bu ayette (tebi'a) veya e (tebe'a) kelimesi e, (tebi'a) kalıbından gel­miş ve yardımcı, arka çıkan anlamını kazanmıştır ki, başa gelen beladan do­layı birine yardım etmek demektir.

2. Uymak

Mü'min sûresinde insanın insana uyması veya insanın zanna uyması an­lamını ifade etmektedir:

 (Kafirler ateşin içinde birbirleriyle çekişirken zayıf olanlar, o büyüklük tasla-yanlara, "Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?" derler). [Mü'min/47]

Toplumda statü sahibi olanlar, insanları kendi inançları, ideolojileri ve dü­şünceleri doğrultusunda kullanırlar. İradesine sahip çıkamayan, bağımsız dü­şüncesi olmayan insanlar da onlara kanar ve uyarlar.

 (Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sa­dece zanna uyuyorlar). [Necm/28]

İnsanların bir fikrin peşinden gitmeleri, ona uymaları da tebe'a kelimesi ile ifade edilmektedir. Ayette bilgiye değil de, zanna uyulduğu söylenmektedir.

3. Takip etmek

Duhan suresinde Yüce Allah şöyle buyuruyor:

(Allah, "O halde kullarımı geceleyin yola çıkar. Çünkü takip edileceksiniz" buyurdu). [Duhan/23]

Ayette 1% (muttebeûn) kalıbında kullanılmıştır. Bir insanın diğerini, bir ordunun diğer orduyu takip etmesi anlamına gelmektedir.

Diğer taraftan "Allah'ın yolunu takip etmek" manasını da ifade etmekte­dir:

(Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Onu takip edin, başka yollan takip etmeyin). [En'am/153]

Demek ki bu kelime "takip etmek" anlamıyla, hem fizikî, hem de manevî anlamda kullanılmaktadır.

4. Yönelmek

Bakara/145'te kıbleye yönelmek anlamını ifade etmektedir: (Sen de onların kıblesine yönelmezsin). 'Yönelmezsin' ifadesi, "tabi olmazsın" demektir.

5. Aramak

Maide suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Ki onunla Allah, kendi rızasını arayan herkese, kurtuluşa götüren yollan gösterir). [Maide/16]

Aramak, araştırmak, tetkik etmek manalan buradan gelmektedir.

6. Peşpeşe/kesintisiz

Nisa/92 ve Mücadele/4'te kefaret olarak tutulan orucun peşpeşe tutulma­sını ifade ederken bu kelime oç^Ü' (mutetâbiayn) kalıbından getirilmekte­dir.

7. İnsanlann peşinde dolaşmak

Nur/31 'de (tâbi'în) kalıbından gelmekte olup kadınlann peşinde do­laşan, erkekliği olmayan, aklı kıt erkekleri ifade etmektedir.

8. Bir kavmin adı

Duhan/37 ve Kaf/14'te (tubba') kalıbından bir kavmin adı olarak geç­mektedir. Aslında, herkesin tâbi olduğu iyi ahlâklı Yemen krallarının unvanıdır.

Bütün bu manaları ile "tâbi olma" ifadesi, hangi konularda yer almakta­dır? Bu sorunun cevabına yönelik yirmi dokuz konu tesbit etmiş bulunuyo­ruz. Bu konuların bir kısmı olumlu, bir kısmı da olumsuz anlamda tâbi olma­yı ifade etmektedir. [67]

 

Olumlu Manada Tâbi Olmak:

 

Olumlu manada tâbi olmaya şunları "örnek Verebiliriz.

• Genel manada peygamberlere tâbi olmak [îbrahim/44, Nisa/125];

• Özel anlamda Hz. Peygamber'e tâbi olmak [Enfal/64];

• Allah'ın ndvanını aramak [Maide/16, Âl-i İmran/162];

• Allah'ın yoluna tâbi olmak [Taha/47, En'am/153];

• Neslin nesle tâbi olması [Tur/21];

• Talebenin öğretmene tâbi olması [Kehf, 70];

• Okunana tâbi olmak [Bakara/102y,

• Hukuk yoluna tâbi olmak [Casiye/18];

• Peygamber'in vahye tâbi olması [En'am/50, A'raf/203];

• Sözün güzeline tâbi olmak [Zumer/18];

• Babanın, peygamber olan oğluna tâbi olması [Meryem/43];

• Kıbleye tâbi olmak [Bakara/145];

• Kur'an'a ve ayetlerine tâbi olmak [Yasin/11, Taha/134];

• Beşere tâbi olmak [Kamer/24]. [68]

 

Olumsuz Manada Tâbi Olmak:

 

Olumsuz manada tâbi olmaya şunları örnek verebiliriz:

• Şeytana tâbi olmak [Sad/85];

• Şeytanın adımlarına tâbi olmak [Bakara/168];

• Yozlaştıran hazlara tâbi olmak [Hud/116];

• Arzu ve heveslere tâbi olmak [A'raf/176];

• Başkasının arzularına tâbi olmak [Bakara/145];

• Hakkın insanların hevasına tâbi olması [Mü'minun/71];

• Fesatçıların yoluna tâbi olmak [A'raf/142];

• Bilmeyenlerin yoluna tâbi olmak [Yunus/89];

• Tefrika yollarına tâbi olmak [En'am/153];

• Zanna tâbi olmak [En'am/148, Yunus/36],;

• Atalarının yoluna tâbi olmak [Bakara/170, Lokman/21];

• Sihre tâbi olmak [Şuara/40];

• Şairlere tâbi olmak [Şuara/224];

• Müteşabih ayetlere tâbi olmak [Âl-i İmran/7].

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/31 ayetine dönersek, "Bana tâbi olun" emrinin, Hz. Peygamber'i izlemek, onun yolundan gitmek, ona alaka göstermek, ona uymak ve onu örnek almak anlamını ifade ettiği anla­şılır. Böylece Allah sevgisinden, Peygamber'i örnek almaya intikal etmiş olu­yoruz.

Allah'ı sevmek, ya da O'na inanmak ve Peygamber'e tâbi olmak gibi iki önemli eylem, beraberinde iki şeyi getirmektedir:

a) Allah'ın sevgisini,

b) Günahların bağışlanmasını.

Allah'ı sevmenin ve Peygamber'e tâbi olmanın sonuçlarından ilki, Al­lah'ın sevgisini kazanmaktır. Böylece sevginin karşılığı sevgi oluyor. Al­lah'ın sevgisini kazanmak, ödüllerin en yücesidir. Ayetin başında kulun Al­lah'ı sevmesinin delilinin, Peygamber'e tâbi olmak olduğu; bu kısmında da Allah'ın kulunu sevmesinin işaretinin, onun günahını bağışlamak olduğu ifade edilmektedir. Allah kulunu sevdiğini, onun günahlarını bağışlamakla göstermektedir.

Ayetin sonunda ise Allah affedici ve merhamet sahibidir ifadesi yer al­makta; sevgiyle başlayan ayet, af ve merhametle bitmektedir. Neticede Allah sevginin nasıl manevî bir güç olduğuna, sosyal hayatta nasıl bir oluşuma se­bebiyet verdiğine dikkat çekmektedir. [69]

 

Allah'a Ve Peygamber'e İtaat:

 

32. De ki: "Allah'a ve Peygamberine itaat edin". Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kafirleri sevmez.

Ayetin eylem olarak merkezî kavramı itaattir. Sözlükte boyun eğmek, yu­muşamak, alışmak, teşvik etmek, izin vermek, rıza göstermek, nafile ibadet etmek, bir şeye gücü yetmek, cimrilik; mutavvu'u kalıbından gönülden dav­ranan, isteyerek (tav'an) anlamlarına gelen kavramın Kur'an'daki manaları ise şunlardır. [70]

 

Tav’a Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Sürüklemek

Maide/30'da Kabil'in ihtirasının kardeşi Habil'i öldürmeye sürüklemesi bu kelime ile ifade edilmektedir:

 (Fakat diğerinin ihtirası kendisini kardeşini öldürme­ye sürükledi).

Ayette (itaat) kelimesi p- (tavve'a) kalıbında kullanılmakta olup sürüklemek, itmek, sevketmek manalarına gelir.

2. Dinlemek

Âl-i İmran/168'deki (Keşke bizi dinleselerdi) ifadesine, "Keşke bi­ze itaat etselerdi" şeklinde mana vermek pek uygun görünmemektedir. İta­atin özel bir boyutu kulak vermek, dinlemektir.

Aynı ifade emir şeklinde Alak/19'da geçmektedir: (Hayır, ona kulak verme).

3. Boyun eğmek

(Firavun, böylece halkını ahmaklaştırdı ve onlar da sonunda boyun eğdiler. Çünkü onlar, aldatılmış, ayartıl-mış bir halktı). [Zuhruf/54]

Bu ayette, ahmaklaştınlan, aldatılan ve ayartılan halkın zalim idarecisine boyun eğmesini ifade etmektedir. Bu itaat şeklinde, ahmaklık ve aldatılmış­lık olduğu için "bilinç yok, zorlama vardır. Onun için bu itaat, zoraki boyun eğmekten başka bir mana ifade etmez.

4. Uymak

(Şimdi eğer yeryüzün-dekilerin çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanlanna tâbi olurlar ve kendileri hiçbir şey yapmayıp sadece tahmin yürütürler). [En'am/116]

(Gerçekten şeytanlar dostla­rına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onla­ra uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz). [En'am/121]

Birinci ayette, Peygamber'in insanların çoğuna uyması halinde Allah yo­lundan sapacağı; ikincisinde ise insanların şeytanlara uyması halinde ortak koşanlardan olacağı ifade edilmektedir. Her iki ayette geçen itaat kelimesi de, uymak anlamına gelir.

5. Uyuşmak

(Çünkü onlar, Allah'ın vahyettiği her şeyden nefret edenlere, "Bazı konularda sizin görüşlerinizle uyuşu­yoruz" derler). [Muhammed/26]

Ayette geçen (Bazı konularda size itaat edeceğiz) ifadesini, "Bazı konularda sizin görüşlerinizle uyuşuyoruz" şeklinde anlamak daha uy­gun olur.

6. Tâbi olmak

(Zira biz her peygamberi, ancak, Allah'ın izniy­le kendisine tâbi olunsun diye göndermişizdir). [Nisa/64]

Ayetteki itaat (tâbi olmak) ifadesi ile, Âl-i İmran/31'deki Bana tâbi olun ifadesi denk düşmektedir. Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de onlara tâbi olunmasıdır.

7. Nafile ibadet yapmak

(Kim gönüllü olarak hayır yaparsa) [Bakara/184] ifadesindeki (tatavvu), hayır işlemenin eylemidir.

8. Gücü yetmek

İtaat kelimesi, altı harfli olan fiil kalıbından alınınca gücü yetmek anla­mını ifade eder. Bundan dolayı, mabedi haccetmek, gücü yeten insanların Al­lah'a karşı yerine getirmek zorunda oldukları bir görevdir [Âl-i İmran/97] ayetinde, (gücü yeten) ifadesi kullanılmaktadır.

9. İsteyerek uymak

Yüce Allah, kendisine ne şekilde teslimiyet gösterileceğine şöyle açıklık getirmektedir:

(Göklerdekiler ve yerdekiler, iste­yerek veya istemeyerek Allah'a teslim olduğu halde onlar, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki O'na döndürüleceklerdir). [Âl-i İmran/83]

Ayette, teslimiyetin isteyerek veya istemeyerek olabileceği ifade edilmek­te; isteyerek kelimesi itaat kavramının (tav'an) kalıbından kullanılmak­tadır.

10. İtaat etmek

De ki: "Allah'a ve Elçisine itaat edin" [Âl-i İmran/32] ayetinde, boyun eğmek, uymak, tâbi olmak, kulak vermek manalarının tümünü kapsayan bir eylemi ifade etmektedir. Nisa/80'de Hz. Peygamber'e itaat etmenin, Allah'a itaat olduğu; Âl-i İmran/31'de Peygamber'e tâbi olmanın Â\\aYv'ı sevmeye işaret olduğu; Peygamber'e itaat etmenin Allah'a itaat olduğu söylenmekte­dir.

Nisa/59'da itaat edilecek kimselere, -Allah ve Peygamber'in yanısıra-idarî otoritenin teslim edildiği kimseler (devlet) de ilave edilmektedir.

Bütün bu ayetlerden anlıyoruz ki, dinin ve din eğitiminin en önemli gö­revlerinden biri, itaat müessesesini canlı tutmak, kime itaat edileceğinin bi­lincini vermek, zorla itaat ile isteyerek itaatin farkını açık bir şekilde öğret­mektir. Şeytana ve onun dostlarına itaat etmenin insanı şirke sürükleyeceği­ni, yani En'am/121 ayetini insanların gönlüne kazımanın çarelerini arayacak olan din eğitimidir. Demek ki kime itaat edileceğini bilmeyen kimseler, ita-atleriyle şirke sapabilirler.

Âl-i İmran/32'yi 31. ayetin devamı sayarsak, bu ayetlerin sevgiden ita­ate/ibadete giden yolu çizdiğini söyleyebiliriz. Bundan, itaatin severek, iste­yerek ve Allah'ın af ve merhametini amaçlayarak yapılması gerektiği sonu­cunu çıkarabiliriz. İsteyerek ve severek yapılmayan bir itaat, insanı Allah'a yaklaştırmayacağı gibi, şahsiyetini de olgunlaştırmaz.

Yüce Allah kendisinden başlayan itaat çemberini Hz. Peygamber'e, dev­lete, ana-babaya kadar genişletmektedir. Ancak, diğerlerine itaatin kaynağı, Allah'a olan itaattir. Allah'a itaatin kaynak olduğu bir yerde, itaatin kesintiye uğraması mümkün değildir.

(Eğer bundan yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah ha­kikati inkar edenleri sevmez).

Allah'a ve Peygamberine itaat etme emrine sırtını dönen, onu yerine ge­tirmeyen, ona aldırış etmeyen insanları Yüce Allah kafir olarak tavsif etmek­te ve sevgisini onlardan esirgediğini vurgulamaktadır. Yüz çevirirlerse ifade­si, Allah'ın bu emrine sırtım dönecek insanların bulunabileceğine de işaret et­mektedir. Nisa/80'de Allah'a ve Peygamber'e itaatten yüz çevirme ele alın­makta, 81. ayette ise, sahte itaat açıklanmaktadır.

Âl-i İmran/32'de bu emirden yüz çevirenlere Allah'ın takındığı tavır açık­lanırken, Nisa/80'de Hz. Peygamber'in tavrı belirlenmektedir. Peygamber'e itaatin Allah'a itaat olduğunu ifade eden Nisa/80 ayeti, Hz. Peygamber'e ita­at etmenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Âl-i İmran/32'nin so­nunda yer alan "(kâfir) kavramı, ayetin başında yer alan itaat emrini tef­sir etmektedir. İnkar'ın zıttı imaridu. Öyleyse Allah'a ve Peygamberine itaat edin! emrini, "Allah'a ve Peygamberine iman edin!" şeklinde anlayabiliriz. Zaten itaat, iman etmekle başlar. Allah'a ve Peygamberine iman etmeyen in­sanın, itaat etmesi mümkün değildir. 31. ayetteki sevgi'ye, iman manası ver­diğimiz gibi, buradaki itaat'e de iman manasını verebiliriz.

Maide/30'da Kabil'in ihtirasının onu, kardeşi Habil'i öldürmeye ittiği be­lirtilmektedir. İtaat kelimesinin çf (tavve'a) kalıbı sürüklemek, sevketmek, itmek anlamına geldiğine göre, itaat'in olumlu manasında imanın da Allah'a doğru itmesi sözkonusudur. İmanın Allah'a doğru sürüklemesi, sevketmesi, itmesi de Allah'a ve Peygamber'e itaat demektir. Dinlemek, boyun eğmek, uymak, uyuşmak, tâbi olmak anlamlarıyla, itaat edilmemesi gerekenlerin kimler olduğunun cevabını Kur'an vermektedir. [71]

 

İtaat Edilmemesi Gereken Kimseler:

 

İtaat edilmemesi gerekenleri şöylece sıralayabiliriz:

1. Şeytanların dostlarına itaat edilmemelidir

Yüce Allah En'am/121'de şeytanın dostlarına uymanın şirke götüreceğine dikkat çekmektedir:

Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük bir günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.

Demek ki itaat vardır insanı Allah katında yüceltir; itaat vardır insanı şir­ke götürür. İnsanları haram yemeye sevketmek için şeytanların telkinde bu­lunduğu dostlarına itaat, şirke götüren bir itaattir.

2. Zanna uyanlara itaat edilmemelidir

İtaat edilecek olanların, neye tâbi olduklarını bilmek gerekir. Zanna tâbi olan insanları cahil olarak vasıflandırabiliriz. Cahil insanlara itaat etmek, on­lara uymak, Peygamber'i bile Allah'ın yolundan çıkarabilir:

(Yeryüzündekilerin ço­ğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zan-dan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka bir söz de söylemez­ler). [En'am/UĞl

Yeryüzündekilerin çoğu ifadesiyle kimlerin kasdedildiği, ayetin devamın­da açıklanmıştır: zanna tâbi olan ve devamlı yalan söyleyenlerdir. Bunlara itaat edilmemeli (uyulmamalı)dır.

3. Gafil olan, hevesine uyan ve aşın giden kimseye uyulmamalıdır:

(Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığı­mız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme). [Kehf/28] Kalbi gaflette olan kişi hevesine uyar ve aşırı davranır. Bu üç olumsuz vasfın kendisinde bulunduğu kimseye uyulmaz, boyun eğilmez, itaat edil­mez.

4. Kafir ve münafıklara uyulmamalıdır

Yüce Allah Ahzab/1 ve 48'de Hz. Peygamber'e, kafir ve münafıklara itaat etmemesini emretmektedir:

(Kafirlere ve münafıklara boyun eğme)!

Buradaki itaat kavramını, kulak verme manasına almak uygun olur. Zira Peygamber'in onlara itaat etmesi/boyun eğmesi mümkün değildir, ama kulak vermesi muhtemeldir.

5. Yalanlayan ve çokça yemin edenlere itaat edilmemelidir:

(O halde hakikati yalanlayanların nevalarına uyma). [Ka­lem/8]

(Yemin edip duran alçağa uyma). [Kalem/10]

Her iki ayetteki itaat kelimesine de uymamak, kulak vermemek manasım verebiliriz.

6. Günahkara ve nanköre itaat edilmemelidir:

(Öyleyse Rabbinin hükmünü sabırla bekle ve onlardan hiçbir günahkar ve nanköre uyma). [İnsan/24]

Devamlı günah işleyen ve Rabbine karşı nankör davranan insanlara uy­mamak, Allah'ın emridir.

7.  Şirke zorlayan ana-babaya itaat edilmemelidir

Allah'ın itaat edilmesini emrettiği kimseler arasında ana-baba da vardır. Fakat Allah, çocuğunu şirke zorlayan ana-babaya -bu hususta- itaat edilme­mesini emretmektedir:

(Eğer onlar seni, hakkında bilgin ol­mayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat et­me. Onlarla dünyada iyi geçin). [Lokman/15]

8. Fesat çıkaranlara itaat edilmemeli (uyulmamalı)dır:

(Yeryüzünde bozgunculuk yapıp, dirlik düzenlik vermeyen aşın gidenlerin ve ıslahat yapmayanların sözü­ne uymayın). [Şuara/151-152]

Yanlış davranış ve düşünceleriyle toplumun düzenini bozan bu insanlar, toplumun mutluluğunu yok ettiklerinden, onların sözlerine, fikirlerine uyul­maması gerekir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Ayetlerde kimlere itaat edileceği ve kimlere itaat edilmeyeceği açıklanmıştır. İnsanlara vesvese veren şeytanın dostlarına, zanna uyan cahillere, gaflet içinde olanlara, kafir ve münafıklara, yalanlayan ve alabildiğine yemin edenlere, günahkar ve nankörlere, çocuğunu şirke zor­layan ana-babaya ve nihayet toplumun düzenini bozanlara uyulmaması, on­lara kulak verilmemesi ve onlara itaat edilmemesi emredilmektedir.

Kime itaat edeceğini bilmek kadar, kime itaat etmeyeceğini de bilmek önemlidir. İtaat konusu o kadar önemlidir ki, olumlu anlamda bir ibadet ol­maktadır. Bir farzı ihmal edilen namazın bozulması gibi, itaat edilmemesi ge­reken birine itaat etmek de itaat ibadetini bozar. Mesela: Bir insan hem Al­lah'a, hem de şeytanın dostlarına itaat ederse, -aynı zamanda bir ibadet olan-Allah'a itaati bozmuş olur. Kur'an'da açık bir şekilde ele alınan bu konu, din eğitiminin de önemli konulan arasında yer almalıdır. İbadetler arasında bir mukayese yaparak konuyu anlatacak olursak diyebiliriz ki: Kime itaat edile­ceğini bilmek ve itaat edilmesi gerekene itaat etmek, kime itaat edilmeyece­ğinin bilincini kazanmak ve itaat edilmemesi gerekene itaat etmemek, hac ibadetinden daha önemlidir. Allah, insanları etkileyip yoldan çıkaran bu kim­selerin hem inanç yapısını, hem de tavırlarını analiz ederek eğitimini sürdür­mektedir. [72]

 

En İyiyi Seçmek:

 

33-34. Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Adem'i Nuh'u, ibrahim ailesi ile Imran ailesini seçip alemlere üs­tün kıldı. Allah işiten ve bilendir.

Ayetin eksen kavramı olan ve seçmek, tercih etmek anlamına gelen (ıstafâ) kelimesi sözlükte, bulanık olmayan, saf, havanın bulutsuz olması, açık olmak manasına gelen (safa) kelimesinden türemiştir, (saffâ) ka­lıbı süzmek, temizlemek, (ıstafâ) da bir şeyin en iyisini seçmek, tercih etmek anlamına gelmektedir. (mustafâ) da Hz. Muhamed'in bir sıfatı ve­ya ismidir. [73]

 

İstifa Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları:

 

1- Seçip ayırmak [İsra/40, Zuhruf/16];

2- Dini seçmek [Bakara/132];

3- Hz. Meryem'i aynı anda seçti ve tercih etti [Âl-i İmran/42];

4- Peygamber olarak seçmek [A'raf/144];

5- Süzme bal [Muhammed/15];

6- Bir tepenin adı [Bakara/158].

(safvân) kalıbı da düz kaya anlamına gelmektedir [Bakara/264]. Bu ayetteki ıstıfâ (seçip tercih etme) kelimesini, günümüzün eğitim faaliyetine uyarladığımızda şu sonuçlan çıkarabiliriz:

1. Yüce Allah, insanlar için, seçtiği kişileri peygamber tayin etmektedir.

Peygamberleri insanlığın öğretmenleri olarak kabul edersek, bundan eğitim ve öğretim faaliyetini yürütecek olan kimselerin, insanların en ze­kilerinden, en kabiliyetlilerinden ve en güçlü şahsiyete sahip olanlarından seçilmesi gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Eğitimde basan ve kalite, ancak en zeki ve en kabiliyetli insanlann öğretmen yapılmasıyla mümkün olabi­lir.

Eğitimin basan ve kalitesi bu seçime bağlıdır ve bu, günümüzde eğitimin en büyük sorunu olarak ortada durmaktadır.

Karakter, kabiliyet ve yetenek açısından en üst seviyede olanlar eğitimde görev alırsa, eğitim kalite kazanır ve başanya ulaşır. Yetkililer, üstün zekalı kimseleri seçip eğitim faaliyetinde istihdam ederlerse eğitimin pek çok soru­nu kökünden halledilmiş olur.

2. Ayette geçen Adem, Nuh ve İbrahim Allah'ın insanlara olan elçileridir.

Yüce Allah, ilahî alemin meselelerini beşerî alemde çözmek için insanlar arasından elçiler seçmektedir. Ancak en zeki, en sağlam karakterli insanlar —beşerî alemde— ilahî alemin elçiliğini yapabilirler.

Devletler de dış ilişkilerini yürütmek için, en zeki ve en sağlam karakter­li insanları elçi olarak tayin etmelidirler. İşte ayetteki ilahî eylemin (seçip ter­cih etmenin) günümüze yansıması bu şekilde olmalıdır. Eğitim ve dış siya­sette özenle seçilmiş kimseleri istihdam etmeyen devletler, Allah'ın sünneti­ni yerine getirmemiş olurlar; bu da o istihdam alanlarında başarısızlığa sebe­biyet verir.

3. Yine Allah, İbrahim ve İmran ailelerini de seçip alemlere üstün kıldı.

Demek ki sadece kişiler değil, aileler de seçilmekte ve üstün kılınmakta­dır. Aile kavramı bu ayette asaleti, yetişmişliği ve kültürü ifade etmektedir. Asaleti sağlam, yetişmiş ve kültürlü aileler insanlık tarihinde büyük hizmet­ler görmüş, tarihe yön vermiş, tarihi zenginleştirmiş ve medeniyetin itici gü­cü olmuşlardır.

İşte Yüce Allah bu ailelerden birinin de İmran ailesi olduğunu bildirmek­tedir.

4. Adem'in, Nuh'un, İbrahim ve İmran ailesinin birbirinden gelen nesil­ler olduğuna dikkat çeken Allah, asaletin, yetişmişliğin ve manevî kültürün nesilden nesile aktarılmasının sosyolojik boyutuna işaret etmektedir. Seç­kin insan olmanın kökeninde neslin, onun da kökeninde ailenin olduğunu işaret eden bu ayet, ailenin ve neslin önemini vurgulamaktadır. Büyük şah­siyetler, asil ailelerde yetişir ve onlar asaleti nesilden nesile aktarırlar. Bu esnada da insanlığa yenilikler, inkılaplar, gelişmeler ve güzellikler kazandı­rırlar.

5. Allah'ın seçip tercih etmesinin, dayanağı işitme ve bilme sıfatlandır. Seçen ve tercih eden, neyi seçeceğini ve kimi tercih edeceğini bilmelidir. Zi­ra, insanlığa güzellikler getirecek ilahî alemin beşeri alemdeki elçilerinin her yönüyle bilinmesi ve gelişigüzel bir seçimle tesbit edilmemesi gerekir.

Bu durum bize, siyasî erki elinde tutanların, görevlileri bilip tanıyarak seçmesi ve emaneti ehline vermesi gerektiğini öğretmektedir. Demek ki se­çip tercih etmek, bilgiye dayanmalıdır. [74]

 

Annenin Çocuğu İçin Duası:

 

55. İmran'ın karısı şöyle demişti: "Rabbim! Karnımdaki çocuğu azathbir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı ka­bul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiten ve bilen sensin".

Bir önceki ayette, İbrahim ve İmran ailelerini örnek göstererek aile asale­tini ve ailenin eğitimdeki etkinliğini vurgulayan Allah bu ayette ise, İmran ai­lesinden bir kadının durumunu anlatarak, hem o dönemde bile bir kadının kız çocuğu doğurmak istemediğini, hem de duanın eğitimdeki ağırlığını açıkla­maktadır. [75]

 

Duanın Eğitimdeki Ağırlığı:

 

1. Kız çocuğu istememek

İmran ailesinin yaşadığı toplumun kültüründe, kız çocuklarının, ya da ge­nel anlamda kadının köle statüsünde olması, hür bir varlık olarak görülme­mesi, Hz. Meryem'in annesini (İmran'ın hanımını) o derece etkiledi ki, kar­nındaki çocuğun hür (erkek) doğmasını Allah'tan istedi. Onun için İmran'ın hanımı, erkek çocuğunu muharrer (hür veya azatlı) özelliği ile anmaktadır.

Ayette geçen azatlı veya hür kavramı, o dönem İsrailoğullan'nın sosyal yapısı hakkında önemli ipuçları vermektedir.

Kadının itildiği, horlandığı, köleleştirildiği ve kendisine hiçbir statü veril­mediği; buna karşılık erkeklerin öne alındığı, değer verildiği ve hatta hürri­yete denk olarak kabul edilecek kadar kutsandığı bir sosyal yapı ile karşı kar­şıya bulunuyoruz. Bu dönemin, erkeklerin kadınları bir eşya gibi gördüğü in­sanlığın yüz karası olan tarihî bir kesit olduğu anlaşılmaktadır.

Kadına layık görülen bu muamele, Hz. Meryem'in annesinin gönlünden öylesine bir ah şeklinde çıktı ki, bu ah ilahî aleme çıkarak levh-i mahfuz'da yerini aldı ve sonra Kur'an'da ayet haline geldi. Hz. Meryem'in annesinin, Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sana adadım şeklindeki duası, kadının horlandığı, itildiği ve değer verilmediği bir sosyal yapıyı göstermek­tedir. Bu baskı ve bu zulüm, onun gönlüne öylesine işlemiş, öylesine yarala­mıştı ki, doğacak çocuğunun kız olmaması için dua etmesine kadar varmıştı. Kadın kadını istemiyor, erkek çocuğuna hür sıfatını veriyor ve işi, bunu Rab-binden isteyecek kadar ileri götürüyor.

Bu noktadan hareketle şu genellemeye varabiliriz: Kız çocukları dünyaya gelince içleri burkulan, neşeleri kaçan ve yüzlerinde hoşnutsuzluk ifadesi be­liren ana-babalar, işte bu cahiliyet dönemi insanlarının anlayışını benimseyen ve o kirli kültürün ateşini körükleyen insanlardır. İşte hakiki gericilik, ilkel­lik ve asaletten yoksunluk budur. İşte insanlığı geri götüren, erdemini yok eden düşünce budur.

2. Karnındaki çocuk için dua etmek

Kur'an eğitim faaliyetine dua metodunu getirmektedir. Çocuğu mükem­mel bir şekilde yetiştirmek, insan gücünü aşan bir boyuta sahiptir. Dolayısıy­la, insanın eğitilmesinde, beşerî gücün aciz kaldığı alanların olması doğaldır. Aciz kalman bu alanlarda Allah'a dua etmek, Hz. Adem'den başlayan ve Kur'anla insanlığa yayılan bir gelenek ve bir kültür oluşturmuştur. [76]

 

Hz. Adem'in Duası:

 

a. Hz. Adem (ve eşi) şöyle dua etmiştir:

(Adem hanımı ile birleşince, eşi hafif bir yük yüklendi. Onu bir müddet taşıdı. Hami­leliği ağırlaşınca, Rableri Allah'a, "Andolsun bize salih (sağlam) bir çocuk verirsen, elbette şükredenlerden olacağız" diye dua ettiler). [A'raf/189]

Kültürümüze göre (salih) kavramım, "hayırlı evlat" olarak tercüme edebiliriz. Salih kavramı, ruh ve beden bakımından sağlam olmayı ifade eder. Yüce Allah, Hz. Adem'le eşinin, gebelik esnasında Allah'a dua ederek O'ndan hayırlı evlat istemelerini haber vermekle neyi amaçlamaktadır? Salih evlat yetiştirme hususunda ana-babanın aciz kalma ihtimali vardır. O neden­le, Allah'ın iradesini devreye sokup yetiştirmekte olduğumuz yavrularımıza müdahele etmesi için dua etmemiz gerekir. Bu duanın, doğumdan önce başlaması ve çocuğun yetişkinlik dönemine kadar devam etmesi, eğitim için çok önemli bir metoddur. [77]

 

Hz. İbrahim'in Duası:

 

b. Hz. İbrahim şöyle dua etmiştir:

(Ey Rabbimiz! Soyumuz içinden onlara senin mesajlarını iletecek, vahyi ve hikme­ti öğretecek ve onları arındırıp tertemiz kılacak bir elçi çıkar. Çün­kü yalnız sensin kudret ve hikmet sahibi). [Bakara/129]

Görüldüğü gibi Hz. Adem ve eşinin başlattığı çocuklar için dua etme ge­leneği, Hz. İbrahim tarafından devam ettirilmekte; ilave olarak soyundan peygamber çıkarılmasını da istemektedir.

c. Hz. Zekeriyya da temiz bir nesil için dua etmiştir. [Âl-i İmran/38]

Bu dualardan anlıyoruz ki -peygamber bile olsa- babanın, çocuğunun ve­ya kendisinden sonraki neslin temiz şahsiyetli yetişmesi için gücü yeterli de­ğildir. Onun için çocukların veya gelecek neslin istenilen şahsiyette yetiştirilebilmesi için Allah'ın yardımı istenmelidir. Demek ki dua, eğitimin önemli metodlanndan birini teşkil etmektedir.

İmran'ın hanımı, Allah'a adayacak bir erkek çocuk istemekle, zımnen do­ğacak çocuğun köle olmamasını da istemiş olmaktadır. Tabii ki o, karnında­ki çocuğun, Hz. İsa'yı dünyaya getirecek ve insanlık tarihinde kadın hakla­rında büyük bir devrim yapacak olan Hz. Meryem olduğunu bilemezdi. [78]

 

Erkek-Kız Karşılaştırması:

 

36. Onu doğurunca, "Ey Rabbim!" dedi, "Bak bir kız ço­cuğu doğurdum -halbuki Allah neyi doğuracağını ve er­kek çocuğun hiçbir zaman bu kız gibi olmayacağını bil­mekteydi— ve ona Meryem ismini verdim. Lanetlenmiş şey­tana karşı onu ve soyunu korumanı diliyorum".

Analizini yapmak için ayeti birkaç bölüme ayırmamız gerekir:

1. İmran'ın hanımı (ki Hz. Meryem'in annesidir), -erkek çocuk için yaptı­ğı duaya rağmen- kız doğurdu ve bu durumu Allah'a şikayet etti. İmran'm ha­nımı Hanne'nin Ey Rabbim! Bak bir kız çocuğu doğurdum demesi, Allah'a olan güçlü inancını, O'nunla normal bir tavırla konuştuğunu ve Allah'ın ken­disini dinlediğinin bilincinde olduğunu göstermektedir. Hanne, duasının Al­lah tarafından kabul göreceğine kesin olarak inandığı için, kız doğurunca şo­ka girdi ve bu ifadeyi kullandı.

2. (Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu).

Hanne'nin, doğurduğu kız konusundaki şikayeti ve yaşadığı şoku beyan etmesi, Allah'ın bildiği bir şeyi tekrar etmekten öte bir anlam taşımamakta­dır.

Ayet, İmran'ın hanımı Hanne'nin, doğurduğu kızın değerini bilmediğine, oysa Allah'ın herşeyi bildiğine işaret etmektedir.

Yüce Allah ayetin bu kısmı ile Hanne'den sonraki insanlara şu mesajı ver­mektedir: İnsan, bildiği ve yaşadığı bir olgu veya olayı aynen Allah'a söyle­mek yerine, o meselenin çözümü için dua etmelidir.

3. (Erkek kız gibi değildir). Bu söz İmran'ın hanımı Hanne'ye ait kabul edildiğinde, erkek çocuğunun kız çocuğundan üstün olduğunu ifade eder. İşte bu nedenle Hanne, doğuraca­ğı çocuğun erkek olmasını istemektedir.

Bu sözün Allah'a ait olması da mümkündür. O zaman ibareye "Allah onun ne doğurduğunu ve erkeğin kız gibi olmayacağını daha iyi biliyordu" anlamı verilebilir. Bu durumda ibare, Hanne'nin istediği erkek çocuğunun, doğan kı­zın yerini dolduramayacağını ifade etmiş olur.

Bu ifade, o dönemde erkekle kız çocuğu arasında fark gözetildiğini veya onların eşit tutulmadığını gösterir. Erkekle kadın arasında fark gözetmek, cehalet toplumundaki sosyal yapının en ağır hastalığını teşkil etmektedir. Ka­dın ve erkeği insan olarak kabul etmek, insanın iki eşit parçasını teşkil ettik­lerini bilmek ve inanmak gelişmişliğin ve dinin iyi anlaşıldığının işaretidir. Yaratılıştan gelen özelliklerinden dolayı kadın ile erkek arasında üstünlük ol­madığı bilincini vermek için Yüce Allah bu olguları anlatmaktadır. İnsanla­rın yaratılışından kaynaklanan biyolojik farklılıklarının, bir üstünlüğe sebep olamayacağı ilkesini insanlığa yerleştirmek uzun zaman aldığı gibi, erkeğin egemen olduğu toplumlarda büyük zorluklarla da karşılaşmıştır. Medenî ol­manın şartlarından biri de, kadm-erkek ikiliğini ortadan kaldırmak, eşitlik fikrini yaymak için gerekli fikrî çalışmaları yapmaktır.

4. (Ve ona Meryem ismini verdim).

İmran'ın hanımı Hanne, kızının adını -ibadet eden kadın manasına gelen-Meryem koydu. Hanne, asla değiştiremeyeceği gerçekle yüzleşince isim ver­mekle faaliyete başladı.

5. (Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu se­nin korumam diliyorum).

Eğitimde duanın önemini burada da görüyoruz. Hanne kızı Meryem'i ve onun neslini şeytandan koruması için Allah'a dua etmektedir.

Hanne ile kocasının, kızlarını yetiştirmede kendilerini yeterli görme­dikleri ve bu yetersizliklerini ne ile telafi edeceklerinin bilincinde olduk­ları anlaşılmaktadır. Hanne'nin erkek çocuk konusundaki duasının kabul edilmemesi, diğer dualarının kabul edilmeyeceği anlamına gelmez. Onun için, çocuklarının ve soylarının şeytanın şerrinden korunması için dua et­mektedir. Dikkat edilirse Hanne şartlara göre duasının içeriğini değiştir­mektedir. [79]

 

Hanne'nin Duası Kabul Ediliyor:

 

37. Bunun üzerine Rabbi, Meryem'i hoşnutlukla kabul et­ti, onu güzelce büyüttü ve Zekeriyya'nın himayesine verdi. Zekeriya, ne zaman onu mabedde ziyaret ettiyse yanında yiyecekler görür ve sorardı: "Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?" Meryem, "Bunlar Allah'tandır; Allah dilediğine hesapsız rızık bağışlar" diye cevap verirdi.

Ayette, İmran'ın hanımı Hanne'nin, kızı Meryem'i Allah'a adadığı ve bu adağının Allah tarafından kabul edildiği ifade edilmektedir. Anne karnındaki çocuğun cinsiyeti konusundaki duanın kabul edilemeyeceğine, ama şeytan­dan korunması gibi eğitim için yapılacak duanın kabul edilebileceğine dikkat çeken Allah, duanın içeriğinin nasıl olması gerektiğine ışık tutmaktadır.

1. (Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti).

Allah Hanne'nin duasını kabul ederek, kızı Meryem'i hoşnutlukla ka\nn etti. Kabullenmek, ilgi göstermeyi ifade eder. İlgi göstermeden, benimseme­den eğitmek mümkün değildir. Allah'ın benimsemesi, ilgi göstermesi ve ka­bul etmesi, şeytanın etkisinden koruması anlamına gelmektedir.

Sonuçta Hanne'nin, kız doğurmakla uğradığı şok, kızının Allah tarafından hoşnutlukla kabul edilmesiyle yerini sevince, mutluluğa ve göz aydınlığına bırakmıştır.

2. (Meryem'i güzel bir bitki gibi yetiştirdi/güzelce büyüttü).

Meryem'i güzelce büyüttü/Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ifadesi, Al­lah'ın Hz. Meryem'i kabul etmesinin neticesinde nasıl bir eğitime tâbi tuttu­ğunu açıklamaktadır. Hz. Meryem Rabbi tarafından bir çiçek gibi büyütül­müştür. Allah, insanın yetiştirilmesi ile bitkinin/çiçeğin yetiştirilmesi arasın­da bir benzetme yaparak, eğitim faaliyetinin ihtimam esası üzerine bina edil­mesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Tıpkı çiçeğin su, gübre, ilgi ve havadar bir ortam istemesi gibi, insan da maddî ve manevî gıda, temiz bir çevre, sev­gi ve ilgi ister.

Allah'ın bu faaliyeti, (Hz. Meryem'i güzel bir çiçek gibi büyütme faaliyeti) bütün insanlık için de geçerlidir:

(Ve Allah sizi yerden çıkan bir bitki gibi çıkarıp yetiştir­miştir). [Nuh/17]

İki ayet arasında kelime kurgusu bakımından büyük bir benzerlik vardır. Bu benzerlik, özellikle eğitim faaliyeti açısından kendini göstermekte, eği­timde ihtiyaç duyulan şeylere dikkat çekmektedir. Aslında Allah bütün insan­lara bir çiçek ihtimamı göstermekte; yiyecek, içecek ve temiz ortam hazırla­maktadır.

3. (Ve onu Zekeriyya'ya emanet etti).

Âl-i İmran/44 ayetine göre, Meryem'in hamisi olmak için bazı kişiler aralarında kura attılar. Ve bu konuda birbirleriyle çekiştiler. Âl-i İm-ran/37'de geçen (keffele) kelimesi, lügatte beslemek, ihtiyacını gider­mek, geçindirmek, tedarikini yapmak, kefil olmak, garanti etmek, sorum­lu olmak, taahhüt altına almak, teminat vermek, müdafaa etmek, teslim et­mek, antlaşmaya varmak, atamak, kifl kalıbından alındığında nasip, ökü­zün boyunduruğunun altına boynu korumak için konan keçe manasına gel­mektedir. [80]

 

Keffele Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Hami

İbn Abbas, Hazin gibi müfessirler, Âl-i İmran/44'deki kefaleft, büyütmek, terbiye etmek, görevini üzerine almak manalarını vermişlerdir. Bu manaların hepsi, hamilik'e işaret eder:

(Zira sen, hangisinin Meryem'in hamisi olaca­ğını kura ile belirlediklerinde onlarla beraber değildin). [Âl-i İmran/44]

2. Bakımını üstlenmek

Meryem/40'ta, çocuğu besleyip büyütmek anlamında kullanılmaktadır; ki bir çocuğun bakımını üstlenmek manası verilebilir:

(Kızkardeşin gidip de onlara, "Ona bakabilecek birini size göstereyim mi?" dediği zaman...) [Tâhâ/40]

Ayette kefele kelimesi (yekfulu) kalıbından gelmektedir. Ka-sas/12'de de aynı manayı ifade etmektedir.

3. Emanet etmek

(Bu benim kardeşim. Onun doksan do­kuz koyunu var, benimse bir koyunum; "Onu da bana ver" dedi). [Sad/23]

Ayetteki (ekfîlnîhâ=onu bana ver) ifadesi, emanet et anlamındadır.

4.  Sorumluluk

Nisa suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Kim haklı bir dava uğrunda üstün çaba gösterirse, onun kazandıracağı nimetler­den bir pay alacaktır ve kim de haksız bir dava için koşturursa, so­rumluluğunun hesabını verecektir. Çünkü Allah, her şeyi gözetleyi-cidir). [Nisa/85]

Kelime bu ayette kötü bir eylemin getirdiği sorumluluk, yük, pay, nasip anlamına gelmektedir. Ayette, iyi eylemin getirişi için nasib, kötü eylemin getirişi için kifl kelimesi kullanılmaktadır. Demek ki, kefele kelimesinden tü­reyen kifl kalıbı, yük, pay veya sorumluluk manasını ifade etmektedir. Ha-

5. İsim

Kur'an'da bir peygamberin adı olarak (Zülkifl) kelimesi geçmek­tedir.

 (İsmail'i, İdris'i ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi sabreden kimselerdendi). [Enbiya/85]

Müfessirler, Zülkifl ismiyle ilgili çeşitli açıklamalar yapmışlardır. £f (kifl) kelimesi, nasip, pay ve hisse manasına gelir; yaptığı amellerden dolayı Allah'tan nasibini alan, kendisine yüklenen sorumluluğu yerine getiren kişi­ye de zülkifl denir.

6. Şahit-kefil

Nahl/91'de (kefîl) kalıbında, şahit, kefil anlamına gelmektedir:

Antlaşma yaptığınız zaman Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzeri­nize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. [Nahl/91]

Ayette geçen Su (kefîlâ) kelimesine, müfessirler şahit manasını vermiş­lerdir.

Bu manalardan hareketle yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İm-ran/37'deki (ve keffelehâ Zekeriyyâ) ifadesine, "Zekeriyya'yı Mer­yem'e hami tayin etti" veya "Meryem'i Zekeriyya'nın himayesine verdi" şek­linde mana verebiliriz. Allah, Hz. Meryem'in bakımını, sorumluluk ve hima­yesini -teyzesinin kocası olan- Zekeriyya'ya emanet etti.

4. (Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, Meryem'in yanında yiyecek bulur ve "Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?" diye sorardı. Mer­yem de, "Bunlar Allah'tandır; Allah dilediğine hesapsız nzık bağış­lar" diye cevap verirdi).

Ayetin bu kısmında açıklanması gereken kelimelerden biri olan mihrab, 'herebe' veya 'heribe' fiilinden türemiştir. Öfkesi artınca malını soyup hepsi­ni almak manasına gelen bu fiiller, harebe kalıbından alınınca çarpışmak, is­yan etmek manasını ifade eder. Savaş anlamına gelen harb da bu kelimeden türemiştir. Mihrab kelimesi; yukarda, yüksekte bulunan yer, oda manasına gelir. Camide kıbleyi gösteren imamın durduğu yere de mihrab denir. Evin en güzel ve en yüksek yeri, hayvanın boğazı, köşk, insanların toplandıkları meclis, yiğit, cesur, arslan yatağı manalarına da gelen bu kelime, Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır: [81]

 

Mihrab Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Savaş

Fiil ve isim kalıbında, yani savaşmak veya savaş anlamında bazı ayetler­de yer almaktadır:

(Ve zararlı eylemlerde bulunmak, dinden çıkmayı örgütlemek, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak ve başından beri Allah ve O'nun Peygamberine karşı savaş­mış olan adamı beklemek için bir mescit kuranlar...) [Tevbe/107]

Ayetteki (hârebe) kalıbı, savaşmak anlamına gelmektedir. Bakara/279'da isim kalıbında harb şeklinde yer almaktadır.

2. Kale, mabet

Sebe/13'te (mehârîb) kalıbında mihrab'm çoğulu olarak gelmektedir: (Cinler Süleyman'a kalelerden, hey­kellerden, havuzlar genişliğinde leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı). [Sebe/13]

Ayette geçen (mehârîb) kelimesine, Keşşaf, Hazin, Nesefi, İbn Ab-bas mabetlmescit, Kadı Beydavi kale manasını vermiştir.

Meryem (el-mihrâbu) kalıbında mabet anlamını ifade etmekte­dir:

(Bunun üzerine Zekeriyya, mabetten kavminin karşısına çıkarak onlara, "Sabah akşam teşbih edin" diye işaret etti).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/37'de de mabet manasına gelmektedir.

Meryem'in annesi, hamileyken çocuğunu Allah'a adamış ve şöyle demiş­ti:

(Rabbim karnımda olanı sana adadım). [Âl-i İm-ran/35]

Hz. Zekeriyya, Meryem'in biraz büyümesi üzerine onu Beytu'l-Makdis'te-ki mihraba, yani yüksek odaya yerleştirdi.

Mihrabta (yüksekteki odada), ibadetle meşgul olan Hz. Meryem'in ihti­yaçlarını Hz. Zekeriyya karşılıyordu. Onu ziyaret ettiği anlarda, yanında yi­yecekler buluyor; bunun üzerine, Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor? diye soruyordu; Meryem de Allah katından cevabını veriyordu.

Muhammed Esed, yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin bu kısmıyla il­gili açıklamasında Hz. Meryem'in yanındaki yiyeceklerin mucizevî bir yönü olmadığına, birinin oraya yemek götürebileceğine işaret etmektedir. Razi ise bu yiyeceklerin mucizevî yönünü çeşitli açılardan ele alıp açıklamaktadır. Razi'nin açıklamalarını nakletmeye gerek görmüyoruz; ancak ona hak verdi­ğimizi söylemekle yetiniyoruz.

Farklı bir yaklaşımla bu konuyu açıklamaya gayret edeceğiz.

Meryem'le oğlu İsa'nın farklı oldukları Enbiya suresinde Allah tarafından ifade edilmektedir:

(Ve o iffetini koruyan Mer­yem'i de an ki, Biz ona ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu bütün insanlar için ayet kılmıştık). [Enbiya/91]

Buradaki ayet sembol, simge, delil, alamet, işaret manalarına gelir. De­mek ki Hz. Meryem ve Hz. İsa bir simge, bir alamettir.

2. Meryem'le İsa'nın delil, sembol, işaret oluşları hangi bakımdandır? Ma-ide/114'te Hz. İsa Allah'tan kendileri ve kendilerinden sonrakiler için bayram olacak bir sofra indirmesini istemiş; Allah da 115. ayette, bu husustaki duası­na icabet edeceğini vaadetmişti.

Buradan hareketle Âl-i İmran/37'ye bakarsak, aynı sofranın -ayette sofra kelimesi geçmemekle birlikte- annesine de indirildiği sonucuna varırız. Hz. Meryem'in yanındaki yiyeceklerin bir insan tarafından getirilmediği, Hz. Ze-keriyya'nın sorusundan da anlaşılmaktadır.

Nasıl ki İsa'ya inen sofranın, melek tarafından indirildiği açıkça ifade edilmiyor diye, insan tarafından hazırlandığı söylenemezse, Hz. Meryem'in yanındaki yiyeceklerin de insanlar tarafından getirildiği söylenemez. Zira, (O Allah katındandır) ifadesi, yiyeceklerin insan tarafından getiril­mediğinin delilidir.

Demek ki Hz. İsa'ya indirilen sofra, annesinden başlayan bir oluşumun devamıdır. Hz. İsa'ya gelen sofrayı mucize olarak görürken, annesine gelen rızkın -Allah katından geldiği ifade edilmesine rağmen- mucize olarak gör­memek doğru değildir. Enbiya/91 'deki ana ile oğulun bir ayet (işaret/sembol) olmalarıyla, azıklarının Allah tarafından gönderilmesi arasında da bir ben­zerlik/ortaklık kurulabilir.

3. Tahrim suresinde Hz. Meryem'in manevî boyutu olan bir kadın olduğu söylenmektedir:

 (İffetini korumuş olan İmran'ın kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi). Biz ona ru­humuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat edenlerdendi). [Tahrim/12]

Meryem'e, babasız çocuk dünyaya getirecek kadar önemli bir mucize bah­şeden Allah'ın, ona mucizevî rızık vermesi mümkün değil mi?! Zaten bu mu­cize ihtimalini Hz. Zekeriyya düşünmeseydi, "Bu yiyecekler nereden geli­yor?" diye sormazdı. Diğer taraftan o yemekleri bir insan getirseydi, bu so­ruyu ona yöneltmesinde bir mana kalmazdı.

Bu süreç, Allah'ın İsrailoğullan'na Hz. Musa zamanında men ve selva (helva ve bıldırcın eti) göndermesiyle başlamış, Hz. Meryem'e mucizevî ola­rak yiyecek gelmesiyle devam etmiş ve nihayet bayram mahiyetini alan sof­ranın inişiyle son bulmuştur. Allah dilediğine sayısız rızık verir ifadesi, Hz. Meryem'in, rızkın kaynağının Allah olduğunun bilincinde olduğunu göster­mektedir. Daha sonra aynı ifadenin benzerini oğlu İsa da kullanmıştır:

(Bizi nzıklandır, zaten sen rızık verenlerin en iyisisin). [Maide/114]

Görüldüğü gibi anne ile oğulun ifadeleri arasında da bir benzerlik vardır.

37. ayetten şu genellemelere varabiliriz: İmran'ın hanımının erkek çocuk için yaptığı duayı kabul etmemesine rağmen Allah, kızı Meryem'in lanetlen­miş şeytandan koruması yolundaki duasını kabul etmiş; bunun üzerine Hz. Meryem'i hoşnutlukla kabul ederek bir çiçek gibi büyütüp yetiştirmiş, Hz. Zekeriyya'nın himayesine vermiş ve ona kendi katından rızık ihsan etmiştir. Bütün bunlar, Allah'ın Meryem'in annesinin duasına icabet etmesinin netice­sidir.

Demek ki ana-babalar eğitim için gerekli teşebbüsleri yaptıktan sonra, ço­cuklarının kötü etkilerden korunması için dua ederlerse, icabet edilecektir. Allah Âl-i İmran/35-37'de, duanın eğitimdeki yerinin önemini öğretmekte ve 37. ayette insanın eğitimini çiçeğin yetiştirilmesine benzetmektedir.

Çiçek bakım, gıda, su ve alaka ister. İnsan yavrusu da ihtimam ister, mad­dî ve manevî gıda ister. Hoyratça yaklaşıldığında ölen/kuruyan çiçek gibi, çocuk da sertlik ve dayakla yetiştirilmez. Aksi takdirde içindeki sevgi, nefre­te dönüşür.

Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ifadesi, çocuğun nasıl yetiştirilmesi, in­sana nasıl yaklaşılması gerektiğine dair ipuçları vermektedir. Kısaca, Allah insana bir çiçeğe yaklaşır gibi yaklaşmaktadır; öyleyse insan da insana o şe­kilde yaklaşmalıdır. [82]

 

Hz. Zekeriyyanın Çocuk İçin Duası:

 

38. Aynı yerde Zekeriyya Rabbine yalvardı: "Ey Rabbim! Tarafından bana hayırlı bir nesil bağışla; zira sen her ya­karışı duyarsın".

Hz. Zekeriyya, Allah'ın Hz. Meryem'e mucizevî bir şekilde yiyecekler göndermesinden çok etkilenmiş; Hz. Meryem'in çok erdemli bir insan olarak yetişmekte olduğunu anlamış ve onun gibi bir çocuğunun olması için dua et­miştir.

Allah, Hz. Zekeriyya'nın duasını bize öğretmek için onu levh-i mahfuz'da Kur'an'ın gelişine kadar saklamış ve oradan ayet olarak indirmiştir. Hz. Ze­keriyya şöyle dua etmiştir:

(Rabbim! Bana tarafından temiz bir zürriyet ver).

Razi bu ayetin tefsirinde {zürriyet) kavramının tekil manada çocuk ol­duğunu söyler ve Meryem/5 ayetini de delil olarak zikreder. Öyleyse "Bana temiz bir zürriyet ver" ifadesi, "Bana temiz bir çocuk ver" demektir.

Meryem/5'teki veli kavramı bu ayette zürriyet şekline dönüşmüştür. Her iki kelimeyle de 'çocuk' kasdedilmiştir. Hz. Zekeriyya veli kavramıyla, köle ruhlu, köle şahsiyetli olmayan, bir önceki nesilden aldığı değerleri yaşatabi-len ve destek çıkan bir çocuk istemiştir. Yardımcı manasına da gelen bu kav­ram, 'çocuk' kelimesinin yerine geçmektedir.

Hz. Zekeriyya Âl-i İmran/38'de, zürriyefm sıfatını (tayyîbe) olarak zikretmektedir. Güzel, temiz şahsiyetli, verimli, faydalı manalarına gelen bu sıfat, onun nasıl bir nesil istediğine işaret etmektedir. Meryem/5'teki veli kav­ramı tayyibe'yi, tayyibe de 2/ {veli) kavramını tefsir etmektedir. İki kavra­mın ortak manası, sağlam şahsiyetli ve köle ruhlu olmayandır.

Hz. Zekeriyya, neden böyle bir çocuk istediğini ise, Meryem/5-6'da açık­lamaktadır. 5. ayette akrabalarından endişe ettiğini söyleyen Zekeriyya, ken­disinin hayata bakışını, yaşamını, kültürünü akrabalarının sürdürmesinden endişe etmekteydi.

6. ayette Zekeriyya, istediği çocuğun kendisine ve Yakub ailesine varis olacak ve Allah'ın razı olacağı davranıştan sergileyecek şahsiyette olmasını temenni ediyordu.

Peygamberlerin bıraktığı kültür mirasını zenginleştirecek, hayata geçire­cek ve Allah'ın razı olacağı davranışları yapacak bir çocuk istiyordu; çünkü mevcut akrabalarının bunu yerine getiremeyeceğini düşünüyordu. Neticede, Meryem/5'deki ifadesiyle duasının sebebini, Meryem/5-6'daki ifadesiyle de îayyib veya velMen kasdını açıklamıştır.

Zekeriyya ve Yakub ailesinin geriye bıraktığı mirasın ne olduğunu ise muhtelif ayetlerde arayabiliriz. [83]

 

Zekeriyya Ve Yakub Ailesinin Mirası:

 

Zekeriyya ve Yakub ailesinin mirası şunlardan oluşmaktadır:

1. Nübüvvet

Yakub hanedanının ve bizzat kendisinin geriye bıraktığı en önemli miras peygamberliktir. Bu müesseseyi bir sonraki nesle taşıyacak olan bir varis, ya­ni peygamber olacak birini istiyordu. Yüce Allah bu geleneği tesis etmişti. Hz. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub'u varis kılması, Neml/16'da, Ve Süley­man Davud'un varisi idi buyurması da buna delildir.

Bu anlamda Hz. İbrahim de aynı duayı neslinden peygamberler yetiştir­mesi için yapmıştı [Bakara/129]. Demek ki neslinden peygamberler gelmesi için dua etmek, peygamberlerin geleneğidir.

2. Kitap (ilim)

İnsanlara peygamberlerin bıraktığı en önemli miraslardan biri, kitaptır:

(Gerçek şu ki biz, daha önce Musa'ya hidayetimizi ihsan etmiş ve İsrailoğullan'nı kitaba varis kılmıştık). [Mü'min/53]

Biz buna, ilim mirası da diyebiliriz.

3. Mal ve siyaset

Ayetten, taşınabilen ve taşınamayan mallarla ilgili varislik anlamı da çı­karılabilir. Diğer taraftan, siyasî erkin nesilden nesile intikal etmesi veya bir milletten diğerine geçmesi de Kur'an'da miras olarak anılmaktadır.

(O, sizi onların topraklarına, evlerine ve mallarına mirasçı yaptı ve henüz ayak basmadığınız topraklarını (size vaad etti). Allah her şeye kadirdir). [Ahzab/27]

Bu ayette, bir toplumun diğer bir topluma, bütün dünyevî/maddî değerler­de mirasçı olması ele alınmaktadır.

Öyleyse Hz. Zekeriyya'nın istediği çocuk, hem nübüvvete, hem kitaba/il­me, hem de mala varis olabilir. O zaman mirasın, hem vehbî, hem de kesbî olanı bulunduğunu söyleyebiliriz. Peygamberlik/vahiy vehbî, mal, ilim, gü­zel ahlâk ise kesbîdir.

Hz. Zekeriyya, hem vehbî, hem de kesbî olanlara varis olacak bir çocuk istiyordu. Allah'ın da ona Hz. Yahya'yı vermesi bunu teyit etmektedir. Hz. Yahya nübüvvete, kitap ve mala mirasçı olmuş, babasından aldığı mirası de­vam ettirmiş ve böylece babasının endişesini gidermişti.

Âl-i İmran/8'de veled-i ledun (ledunnî çocuk) ifadesini açıkladığımızdan burada sadece şu meseleye dikkat çekmek istiyoruz: Normalde Zekeriyya ile eşinin çocuk sahibi olmaları mümkün değildi; zira Zekeriyya çok yaşlı, karı­sı hem yaşlı, hem de kısırdı.

Dolayısıyla çocuk sahibi olmaları, ancak mucizeye bağlıydı. Onun için Hz. Zekeriyya (min lendünke=senin tarafından) ifadesini kullanmakta­dır.

Sen her yakarışı duyarsın ifadesi, duada önemli olana, yani duyurmaya işaret etmektedir. Dua, kul ile Allah arasında önemli bir iletişim kanalıdır. Psikolojik ve sosyal problemlerini Allah'a iletirken kulun yaptığı dua, ibadet­lerin önünde yer almaktadır.

Bu ayetten çıkaracağımız en önemli sonuç şudur: Ana-babalar, eğitim ko­nusunda ellerinden geleni yaptıktan sonra, ilahî yardım için yakarışta bulun­malıdırlar. [84]

 

Zekeriyya'nın Duası Kabul Ediliyor:

 

39. Zekeriyya mabette durmuş namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler: "Allah sana, kendi katından bir sö­zün gerçekleştiğini doğrulayacak, efendi, iffetli, dürüst ve erdemli bir peygamber olacak olan Yahya'yı müjdeler".

Ayetin analizini yaptığımızda şu oluşumların varlığını anlamamız müm­kündür:

1. Namaz, Hz. Zekeriyya zamanında da vardı.

Âl-i İmran/37'de, mabet anlamına geldiğini söylediğimiz mihrab kelime­si, o zamandan günümüze kadar gelmiş, camilerde kıbleyi gösteren ve ima­mın namaz kıldırdığı özel yere isim olarak verilmiştir. Ayette, Hz. Zekeriy-ya'nın namaz kıldığı ifade edilmektedir. Oruç gibi, namaz da çok eski bir geçmişe sahiptir. Meryem/55'ten anlaşıldığına göre, Hz. İsmail zamanında da bu ibadet vardı.

İşte Hz. Meryem'in yetiştirilmeye başlandığı ve o zaman adına mihrab de­nen yüksek oda veya mabedde Hz. Zekeriyya namaz kılarken melekler tara­fından müjdelenmiştir.

2. (Melekler ona seslendi).

Bu ifadeden, Hz. Zekeriyya'nın melekleri görmediğini, sadece seslerini duyduğunu anlıyoruz. Namaz kılan bir insana meleklerin seslenmesi, onun da bu seslenişi duyması, normal insanları hayrete düşüren bir durumdur. Kur'an'da yer alması da, bu olgunun gerçek olduğunu isbatlamaktadır. Me­leklerin seslenişine muhatap olmak, peygamberlerin ortak özellikleri arasın­dadır. Mesela A'raf/22'de Allah'ın Hz. Adem'le eşine nida ettiği ifade edil­mektedir:

(Rableri o ikisine "Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır deme­dim mi?" diye nida etti). [A'raf/22]

Ayette, Yüce Allah'ın aracısız olarak Hz. Adem'le eşine seslendiği olgusu yer almaktadır.

Taha/ll'de de Hz. Musa aynı seslenişe muhatap olmuştur:

(Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan), "Ey Musa!" diye seslenildi). [Taha/11]

Aynı olgunun bir benzeri de Naziat/16'da yer almaktadır:

(Kutsal vadi Tuva'da Rabbi ona şöyle seslenmişti). [Naziat/16]

Buradaki seslenmede de aracı olmadığı görülmektedir.

Aynı seslenişe Hz. Meryem'in de muhatap olduğunu görüyoruz:

(Aşağısından Meryem'e şöyle seslenildi: "Ta­salanma! Rabbin senin alt yanında bir şu arkı vücuda getirmiştir"). [Meryem/24]

Saffat/104'te de Hz. İbrahim'e seslenilmiştir:

("Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükafatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır" diye seslendik). [Saffat/104-106]

Aynı seslenişe Hz. Muhammed'in de muhatap olduğu anlaşılmaktadır [Müzzemmil/1 ve Müddessir/1]. Demek ki Allah bazen doğrudan, bazen de melekler vasıtasıyla mesajlarını göndermiştir. Âl-i İmran/39'da meleklerin, mabette namaz kılarken Hz. Zekeriyya'ya seslendiği ifade edilmektedir. De­mek ki Zekeriyya o anda, bütün dünyevî bağlantılardan kendisini soyutlamış, bütün benliğini Allah'a yöneltmiş, kalbini tertemiz hale getirmiştir. İşte me­leklerin nidasını, böyle bir halet içindeyken duymuştur. Arzular ve dünyevî meşgaleler arasında bu nidayı duymak mümkün değildir. Namaz kılarken meleklerin sesini duyması, Zekeriyya'nın kendisini dünyevî meşgalelerden ne kadar soyutlayıp zikre yoğunlaştığını göstermektedir. Onun içindir ki Ta-ha/14'te namazın zikir olduğu söylenmektedir.

3. Melekler Hz. Yahya'yı müjdeledi.

Hz. Zekeriyya, Allah'tan, kendisine ve Yakub hanedanına varis olacak hayırlı bir çocuk istemişti [Meryem/6]. Yüce Allah da Zekeriyya'nın istediği -tayyibe, veli ve varis özelliklerine sahip olacak- çocuğu kendisine melekler vasıtasıyla müjdeledi. 39. ayette Allah bu çocuğun vasıflarını da zikretmek­tedir. [85]

 

Hz. Yahya'nın Vasıfları:

 

Hz. Yahya'nın vasıflarını şöylece sıralayabiliriz:

a) Allah tarafından gelen bir kelimeyi tasdik eden,

b) Seyyid,

c) İffetli,

d) Salihlerden bir peygamber.

Böylece Hz. Yahya'nın neyin mirasçısı olduğu da açıklanmaktadır. Şimdi Hz. Yahya'nın bu özelliklerini açıklayabiliriz:

(Allah'tan gelen bir kelimeyi tasdik edici).

Müfessirlere göre, Hz. İsa veya Allah'tan gelen kitap kasdedilmektedir. Çünkü Hz. İsa Nisa/l 71 'de Allah'ın kelimesi olarak nitelenmektedir. "Al­lah'tan gelen kelime", Hz. İsa olabileceği gibi, Allah'ın kitabı/vahyi de olabi­lir. Hangisi olursa olsun, Hz. Yahya'nın tasdik edici bir özelliğe sahip olduğu gerçeğini değiştirmez. Allah'tan gelen kelimeyi tasdik etmesi, Allah'ın ilmi­ne muhalefet etmediğini, onu inkara yeltenmediğini ifade etmektedir. Doğru bilgiyi tasdik eden bir şahsiyete sahip olması, varis, veli ve temiz bir çocuk olmasının ilk basamağını teşkil etmektedir.

{seyyid) kelimesi Yusuf suresinde koca anlamına gelmektedir:

(İkisi de kapıya doğru koştular; kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında onun kocasına rast­ladılar). [Yusuf/25]

Ahzab suresinde lider manasını ifade etmektedir:

("Ve ey Rabbimiz!" diyecekler, "Biz liderlerimize ve ileri gelenlere uyduk"). [Ahzab/67]

Demek ki aile boyutunda koca, devlet boyutunda lider anlamına gelen bu kelime peygamber boyutunda, ilimde, hilmde, ibadet ve takvada önderlik manasını ifade etmektedir. Kadı Beydavi seyyid kelimesine, kendisine başvu­rulan merci, önder manasını vermiştir.

Seyyid kelimesi insanların problemlerini çözen önder manasına geldiği gi­bi, ahlâkî davranışlarda örnek olan kişi manasına da gelmektedir. Mer­yem/5'de geçen veli kavramının bir manası da budur.

"(hasûr), nefsine hakim anlamına gelir. Bu kelimenin manasını Bakara/273'te açıklamıştık. Muhasara da bu kelimeden türetilmiştir. Bir ordunun bir orduyu veya bir yeri kuşatması anlamına gelen muhasara kelimesi, insa­nın cinsel içgüdüsünü kontrol altına alması, disipline etmesi anlamıyla nefsi­ne hakim olmayı, namusunu korumayı ifade etmektedir. Hz. Yahya'nın öne çıkan üçüncü özelliği de budur.

(Dürüst ve erdemli bir peygamber).

Hz. Yahya, nebilik yönünden hem babasına, hem de Yakub hanedanına mirasçı olmuştur. Böylece Hz. Zekeriyya'nın istediği çocuğun nelere varis olacağı açıklığa kavuşmuştur.

Yüce Allah Zekeriyya'ya, tasdikte, önderlikte, iffet ve nebilikte geçmişten intikal eden değerlerin varisi olan bir çocukla müjdelemişti. Hz. Zekeriyya, mabette namaz kılarken melekler ona bu müjdeyi iletmişlerdi.

Bu özellikleri günümüze aktardığımızda şu genellemeye varabiliriz: Din eğitimi, insanları Allah'ın vahyini tasdik etmeye, örnek ve önder olmaya, na­musunu muhafaza etmeye ve neticede peygamberlik müessesesinin işlevini devam ettirmeye teşvik etmelidir.

• Alimler peygamberlerin varisleridir.

• Peygamberler ne altın, ne de gümüş miras bırakırlar. Onlar sadece ilim miras bırakırlar.[86]

İlim adamları, özellikle ilahiyat dalında yetişmiş alimler, peygamberlerin bıraktıkları bilgi mirasını alıp sonraki nesillere bırakma görevini yerine ge­tirmelidirler. Peygamberler, insanların oluşturdukları yabanî kültüre aklın ve imanın mayasını çalarak ehlileştirirler. Alimler de onların yolunu, -bıraktık­ları ilahî bilgi vasıtasıyla- gelecek nesillere öğretirler.

Alimlerin bu görevi yerine getirebilmeleri için, iyi yetişmiş olmaları gerekir. İyi yetişmek de ancak eğitimle mümkündür. Aklını kullanıp doğru dü­şünmeyi öğrenen, doğru bilgi ile beslenen alimler peygamberlerin mirasını nesilden nesile taşıyacak ve böylece din eğitiminin sosyal görevini yerine ge­tireceklerdir.

Ancak, aklını kullanmak, doğru düşünmek ve doğru bilgiye sahip olmak, peygamberlerin bıraktığı mirası hayata geçirmek ve nesillere aktarmak için yeterli değildir. Bunların yanısıra salih kimselerden olmak da lazımdır. Onun için Âl-i İmran/39'da salihlerdenliyilerden buyurulmaktadır. Salihler-den olmak bir yönüyle insanın iradesine bağlı iken, diğer yönüyle Allah'ın rahmetine, ihsanına, lütfuna bağlıdır. Salih bir insan olmak veya salih bir in­san yetiştirmek, Allah'ın yardımı olmaksızın mümkün olmadığı için, Hz. İb­rahim ve Hz. Süleyman bu hususta Allah'a dua etmişlerdir. İşte Hz. İbra­him'in duası:

(Ey Rabbim! Bana (doğruyla eğrinin ne olduğuna) hükmedebilme bilgi ve yeteneğini bağışla ve beni salih (dürüst ve erdemli) insanların arasına kat!) [Şuara/83]

Hz. Süleyman'ın duası da şöyledir:

(Sü­leyman karıncanın bu sözüne neşeyle güldü ve "Ey Rabbim!" dedi, "İçimde öyle düşünceler uyandır ki, bana ve ana-babama bahşetti­ğin nimetler için sana hep şükreden biri olayım. Ve hep senin hoş­nut olacağın dürüst ve erdemli işler yapayım; ve beni rahmetinle sa­lih (dürüst ve erdemli) kullarının arasına sok!") [Neml/19]

Salih (dürüst ve erdemli) olma, bir yönüyle ilahî rahmete bağlı olduğun­dan, peygamberler de bu hususta dua etmişlerdir. 38. ayette salih kavramı, (zürriyeten tayyibeten=temız evlat) şeklinde tefsir edilmiştir. 39. ayet­te ise dürüst ve erdemli olarak açıklanmıştır.

Gerek Âl-i İmran/38-39 ve gerekse Meryem/5-6'da Hz. Zekeriyya'nın is­tediği çocuğun özelliklerinin analizinden şu sonucu çıkarıyoruz: Allah Teala Hz. Zekeriyya'nın istediği çocuğun psikolojik, sosyolojik ve dinî özellikleri­ne dikkat çekmektedir. Şöyle ki: Allah'ın kelimesini tasdik eden özelliği ile inanç, namusunu koruyan özelliği ile cinsel ahlâk, örnek ve önder olması yö­nüyle sosyal ve siyasî, salihlerden bir peygamber olması yönüyle de dinî boyutuna dikkat çekmektedir. İmanî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve dinî kimliği ile bu çocuk, insanların hangi değerleri dikkate alarak çocuk yetiştirmeleri ge­rektiğine işaret etmektedir. İşte Allah'ın, Zekeriyya ve Yahya kıssasını niçin anlattığının cevabı budur. [87]

 

Zekeriyyanın İmkansızlığı İtirafı:

 

40. Zekerriya, "Rabbim!" dedi, "Yaşlılık beni yakalamış­ken ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?" Allah şöyle buyurdu: "İşte böyledir; Allah dilediğini yapar".[88]

 

Ayetin Analizinden Varılacak Genellemeler:

 

Ayetin analizini yaparsak şu genellemelere varmamız mümkündür:

1. Hz. Zekeriyya imkansız birşey istemiştir.

Kendisi ihtiyarlamış, karısı da kısır olduğu halde çocuk istemesi, Allah'ın gücüne ne kadar inandığını ve çocuksuzluğun gönlünü incittiğini göstermek­tedir. İşte Allah'ın kudreti konusundaki bu güçlü inanç ve çocuk sahibi olma arzusu, normalde imkansız olan birşey istemesine sebep olmuştur.

2. Hz. Zekeriyya doğa kanunlarını biliyordu ve işin bu kanunlara göre yü­rüdüğünün de bilincindeydi: ihtiyar bir erkekle kısır bir kadından çocuk doğ­maz. Bu durumda, nasıl çocukları olacağını hayretle Allah'a sordu. Aynı so­ru Meryem/8'de de geçmektedir. Ancak Meryem süresindeki ayette karısının kısırlığı önce, kendisinin ihtiyarlığı sonra zikredilmiştir. Ayrıca Zekeriy-ya'nın ihtiyarlığı ifade edilirken (ıtiyyâ) kelimesi kullanılmıştır. Bu keli­me, ihtiyarlığın son haddine gelmesini ifade eder. Aynı kelime Âl-i İmran/40'ta da geçmektedir.

Hz. Zekeriyya (Gerçekten bana ihtiyarlık ulaştı) demekle neyi kasdetmiştir: çocuk sahibi olmak için gerekli olan spermin yokluğunu mu, yoksa cinsel ilişki gücünün olmadığını mı? Bize göre Hz. Zekeriyya Bana ih­tiyarlık ulaştı ifadesiyle, ereksiyonu kasdetmiştir. Zekeriyya'nın, çocuğunun olamayacağını itiraf etmesi, günümüzde üroloji araştırmalarına olan ihtiyacı göstermektedir. Erkeklik sorunlarından olan ereksiyon, meni üretme ve spermlerin çocuk yapacak sayıda ve güçte olmaması meseleleri, üroloji araş­tırmalarını harekete geçirmiş ve tıbbı çözüm bulmaya zorlamıştır.

Hz. Zekeriyya zamanında çözümü imkansız görülen üreme sorunlarının pek çoğu günümüzde çözüme kavuşmuştur.

O gün mucize olarak görülen çözümler, bu gün bilim haline gelmiştir. O gün Yüce Allah'ın mucizevî uygulamaları, bugün yine O'nun ilhamı ile bilim­de yerini alarak tatbikata konmaktadır. Günümüzde cinsel ilişkide bulunabi­len ama sperm yetersizliği veya güçsüzlüğü nedeniyle çocuk sahibi olama­yan kimseler, çeşitli fertilizasyon (döllenme) yöntemleriyle çocuk sahibi ola­bilmektedir.

(Karım da kısır olduğu halde...)

Akır kavramı, doğum yapmamış veya yapamamış kadın için kullanılmak­tadır. (akura) fiilinden türeyen (âkır) kavramı, nesilden mahrum kal­mak, çocuğu olmamak manasına gelir. Şura/50'de, bu kelimeyle eş anlamlı başka bir kelime kullanılmaktadır:

3. (Dilediğini de kısır kılar).

(akame) fiili, erkek veya kadını kısırlaştırmak anlamına gelir.

Hz. Zekeriyya'nın hanımının, gençliğinde de çocuk yapmamış oluduğu bu ifadeden anlaşılmaktadır. Yüce Allah, çocuğu olmayan karı-koca örneğini vermekle, çocuğu olmayan eşlerin dua ve mucize yoluyla değil, tıbbî yollar­la çare aramalarını önermiştir. Mabede girip Allah'tan çocuk isteme metodu, yerini tıb bilimine bırakmıştır.

4. (Allah dilediğini yapar).

Bu ifadenin ne anlama geldiğini Yüce Allah Meryem/9'da açıklamaktadır:

(Melek "Öyledir" dedi, "Rabbin diyor ki": 'O bana kolaydır. Daha önce sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım').

Yaşlı ve kısır olan bir kadınla yaşlı bir erkeğe çocuk vermek, Allah'a için kolaydır. Tabiat kanunlarına aykırı görünen bu olay, Allah için son derece ba­sittir. O'nun dilemesiyle o tabiat kanunları arasına girmiştir. Nitekim tıbbî araştırmalar, Allah'ın dilemesiyle gerçekleşen böyle mucizeleri, günümüzde bilim alanına taşıyarak tabiatın normal kanunları arasına sokmaktadır.

Bütün bu açıklamalardan şu genellemeye varabiliriz: Eğitim-öğretim faali­yetinin hedeflerinden biri de, bilimsel araştırmalar vasıtasıyla geçmiş tarihler­de mucize olarak görülen olguların bir çoğunu bilimsel alana taşıyarak, tabiat olayları ve kanunlarının dairesine sokmaktır. İşte bilimin devrimsel boyutu bu olacaktır. Hz. Zekeriyya'nın duasının kabulü neticesinde yaşlı ve kısır olan ka-n-kocanın çocuk sahibi olmaları mucizesinin tıb biliminin araştırma alanına ginnesiyle, böyle çiftlerin çocuk sahibi olmaları mümkün olmaktadır.

Bazı mucizeleri bilim alanına taşıyıp hayatın doğal seyrine kazandıran bi­limsel araştırmalar, eğitim faaliyetinin kalitesini doruk noktasına çıkarmak­tadır. Öğretim faaliyeti, bu hedefini gerçekleştirince, hem Allah tarafından değerlendirilecek, hem de insanlar tarafından kutsanacaktır. Bu çalışmalar, insan hayatını kolaylaştıracak ve ileride daha derin araştırmalara kapı aça­caktır. [89]

 

Kısır Karı İle Yaşlı Kocanın Çocuklarının Olacağına Dair Alamet:

 

41. Zekeriyya "Ey Rabbim! Bana bir alamet göster" diye yalvardı. Allah buyurdu ki: "Senin için alamet, insanlara üç gün -işaretten başka- söz söylememendir. Ayrıca Rab-bini çok an, sabah akşam teşbih et!"

Yüce Allah, Hz. Zekeriyya'ya çocuk vermesinin alameti olarak iki davra­nış biçimi önermektedir. [90]

 

Hz. Zekeriyya'ya Çocuk Verilmesinin Alameti:

 

a. İnsanlarla iletişimini işaretlerle kurması

Ayette geçen (remz) kelimesi, hareket etmek manasına gelmektedir. El, baş, göz veya dudaklarla yapılan hareketlerle iletişim kurmak bu keli­meyle ifade edilir.

İşitme engellilere bir konuyu anlatma metodu, Hz. Zekeriyya için bir ala­met kılınmıştır. Zaten rumuz işaret anlamında kullanılmaktadır.

b. Zikir ve teşbihle Allah'a ibadet yapması

Hz. Zekeriyya'ya çocuk vermesinin alametinin ikinci boyutu, Allah ile olan ilişkisidir.

(Sen rabbini çok zikret).

İnsanlarla dil ile değil, işaretle konuşması, Zekeriyya'nın gönlünü tama­men Allah'a çevirip O'nu anmasını, O'nunla meşgul olmasını temin etmekte­dir. Dil ile konuşmaması, el, dudak, göz işaretleriyle konuşması, insanlarla ilişkisini azaltacaktır. İnsanlarla azalan ilişkinin yerini, Allah'ı zikretmek dol­duracaktır.

(Ve akşam sabah O'nu teşbih et).

Buradaki teşbih et emri, namaz kıl manasına gelebilir. Rum/l7'de Öyley­se akşam vaktine girdiğinizde ve sabah kalktığınızda Allah'ı teşbih edin bu-yurulmaktadır. Hud/114'te gündüzün iki tarafında, yani sabah ve akşamında namaz kılınması emredilmektedir. Zira namazın bir adı da zikirdir. Bu du­rumda zikir ile teşbih emirleri, namaz kılmayı ifade ediyor olabilir.

Zikri gönlün, teşbihi de aklın eylemi olarak alırsak farklı ibadetlerin kas-dedilmiş oluduğu anlaşılır. Çünkü teşbih, aynı zamanda Allah'ı noksan sıfat­lardan tenzih etmek demektir. Yüce Allah Hz. Zekeriyya'dan, kendisini anmasını ve noksan sıfatlardan uzaklaştırmasını istemiştir. Noksan sıfatlardan uzaklaştırmak da, O'nun her şeyi yapabilecek güçte olduğunun bilincinde ve inancında olmayı ifade eder. Çünkü Hz. Zekeriyya, karısının kısırlığı, kendi­sinin ihtiyarlığı sebebiyle, çocuklarının olamayacağını düşünüyordu. Onun için Yüce Allah, kendisini noksan sıfatlardan tenzih edip her şeyi yapabile­cek güçte olduğunu itiraf etmesini emretmiştir.

İnsanlarla işaretle, Allah ile de zikir ve teşbihle iletişim kurması, Zekeriy­ya için çocuk sahibi olmanın alameti olarak kabul edilmiştir. Üç gün bu şe­kilde davranmak, bir bakıma mucizenin gerçekleşmesi için bir hazırlık saf­hasıdır. Meryem/l O'da şöyle buyurulmaktadır:

("Rabbim! Öyleyse bana bir işaret tayin et!" diye niyaz etti. "Senin işaretin tam üç gün üç gece insan­larla konuşmaman olacak" buyurdu). [Meryem/10]

Bu ayette, Âl-i İmran süresindeki rumuzla/işaretle konuşma yer almamak­tadır. Meryem/lO'daki konuşmama emri, Âl-i İmran/4rde işaretle konuşma ruhsatıyla tahsis edilmiştir.

Âl-i İmran/41'de Hz. Zekeriyya'dan, Allah'ı zikretmesi ve akşam-sabah Allah'ı teşbih etmesi istenmektedir. Meryem/İl 'de ise Hz. Zekeriyya halktan bu ibadetleri yapmalarını istemektedir:

(Bunun üzerine Zekeriyya mebedden kavminin karşısına çıktı ve onlara, sabah-akşam Allah'ı teşbih et­melerini işaret etti). [Meryem/İl]

Hz. Zekeriyya'mn insanlarla işaretle konuşması ve Allah'ı çokça zikredip sabah-akşam teşbih etmesi ile ona çocuk verilmesi, bugünkü insanlar için ne ifade eder? Bize göre Hz. Zekeriyya'mn bu mucizesi, yani insanlarla sadece işaretlerle konuşması, bilim adamlarının tıptaki üroloji bilimindeki bu konu­lan araştırmalarını, insanlarla konuşarak vakit öldürmemelerini ifade edebi­lir. İnsanlarla lüzumsuz yere konuşmayı kesmeyenler, bilimsel araştırma ya­pamazlar.

Allah'ı düşünmek ve teşbih etmek de, bilim adamlarının -özellikle tıbbî konularda- araştırma yaparken beynin ve gönlün yoğunlaşarak Allah'tan il­ham almasını ifade ermektedir. Beyin ve gönül araştırmaya birlikte yoğunla-şırsa, ilham kanalları çalışmaya başlar ve bilimsel keşif kendiliğinden ortaya çıkar. Diğer taraftan zikir ve teşbih, yapılan bilimsel buluş neticesinde, Al­lah'ın kudretinin farkına varmayı da ifade edebilir. Bilimsel gelişmelerin, Al­lah'ın kudretinin daha iyi anlaşılmasını temin etmesi, bir teşbih ve bir zikir­dir. Spermin keşfedilmesi, onun yumurta ile buluşmasının görüntülenmesi, çeşitli yöntemlerle döllenmenin gerçekleştirilmesi, bebeğin teşekkülündeki esrarengiz yapının görülmesi, insanı Allah'ı düşünmeye ve O'nu teşbih etme­ye götürmez mi?! Embiryoloji biliminin aldığı mesafe, Allah'ın kudretinin daha iyi anlaşılmasını temin ettiği için bu bir tesbihdir. [91]

 

Hz. Meryem'in Seçkinliği:

 

42. Ve o zaman melekler: "Ey Meryem!" dediler, "Allah seni seçti ve tertemiz kıldı; seni bütün dünya kadınlarının üstünde bir konuma çıkardı.

43. "Ey Meryem! Rabbine huşu ile bağlan, secdeye kapan ve rüku edenlerle birlikte rüku et!"

1. Razi ayette çoğul olarak geçen melekler ibaresinin, meleklerin birden fazla olduğuna delil teşkil edemeyeceğini, bununla tek bir meleğin (Cebra­il'in) kasdedildiğini söylemekte; bu iddiasını da iki ayetle teyit etmektedir. Biz de Razi'nin görüşüne katılıyoruz. Onun delil olarak getirdiği ayetlerden biri şudur:

Allah kullarından dilediğine, "Bütün insanları uyarın ki, benden başka tanrı yok, öyleyse bana karşı kendinizi uyanık bir bilinç ve duyarlılık içinde tutun!" buyruğunu ulaştırmaları için melekleri vahiyle indirir. [Nahl/2]

Ayetteki melekleri vahiy ile indirir ifadesindeki melekler lafzıyla, -vahyi indiren meleğin Cebrail olduğunu bildiğimize göre- tek bir melek, yani Ceb­rail kasdedilmiştir.

Kendini onlardan uzak tutuyordu; bu durumdayken kendisine vahiy meleği­mizi gönderdik; ona eli yüzü düzgün bir beşer kılığında gözüktü. [Mer­yem/17]

Bu ayette, Hz. Meryem'e gelen ve konuşan meleğin tek olduğu ifade edil­mektedir. Bu iki ayeti Âl-i İmran/42-43 ayetlerine götüriirsek, Hz. Meryem'le sadece Cebrail'in konuştuğu anlaşılır. Bu ve buna benzer ayetlerden anlıyo­ruz ki, peygamber olmasalar bile bazı kadınlarla melekler konuşmuş ve me­saj getirmişlerdir.

2. Âl-i İmran/42'de Hz. Meryem'in üç vasfına işaret edilmiştir. [92]

 

Meryem'in Üç Vasfı:

 

A) istifa edilmesi (seçilmesi),

B) Temizlenmesi,

C) Bütün dünya kadınlarından üstün bir konuma getirilmesi.

Bu özelliklerin ne anlama geldiğini diğer ayetlerle açıklayabiliriz:

a. Yüce Allah Hz. Meryem'i kadm haklarında bir inkılab yapmak için seç­miştir. Daha önce belirttiğimiz gibi [Âl-i İmran/25] İsrailoğullan Hz. Mer­yem'in doğduğu dönemde kız çocuklarını köle olarak kabul ediyorlardı. Onun için Meryem'in annesi kanundaki çocuğa hür ismini vererek erkek ol­masını istemişti.

Kadının itilip-kakıldığı, köleleştirildği ve haklarının çiğnendiği bir ortam­da dünyaya gelen Hz. Meryem, kadın haklarında da bir devrim için seçilmiş­ti. Erkeksiz dünyanın olmayacağını söyleyen ve böylece kadınları köleleşti-renlere karşı Yüce Allah, babasız bir çocuk dünyaya getirterek kadınsız dün­yanın olamayacağını öğretmiş; Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeli­yor [Âl-i İmran/45] ifadesiyle bu devrimi gerçekleştirmiştir.

Allah bu inkılabı gerçekleştirmek için Hz. Meryem'e hüsn-i kabul göste­rip [Âl-i İmran/37] onun eğitimini, yetiştirilmesini bizzat üstlendi; melekler­le gönderdiği özel gıdalarla besleyerek onu şeytanlardan korudu.

Annesi onu Allah'a adadığından, Beyt-i Makdis'e yerleştirilmesini kabul etmişti. Mihrab'ta (mabette) farklı bir eğitime tâbi tutulan Meryem'e farklı bir şahsiyet kazandırılmıştır. Adandığı mabed (mihrab), Meryem'in okulu ol­muştur.

Yüce Allah melekler vasıtasıyla ona hitap ediyor ve bilgilendiriyordu. Adem'i, Nuh'u, İbrahim'i ve İmran hanedanını seçtiği gibi [Âl-i İmran/23], Hz. Meryem'i de seçmiştir. Seçilmişlik özelliği ile Hz. Meryem onlarla aynı vasfı paylaşmaktadır.

b. Allah Hz. Meryem'i bütün günahlardan temizlemiştir. Onun bu özelli­ği, Enbiya/91 ve Tahrim/12'de ifade (Irzını iffetle ko­rumuş olan İmran kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat edenlerdendir). [Tahrim/12]

Hz. Meryem, iffetli olduğunu belirtmektedir:

(Meryem, "Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?" de­di). [Meryem/20]

Allah tarafından temizlenmesi, iffetinin korunması anlamının yamsıra, şirkten ve isyandan temizlenmesi anlamını da ifade etmektedir. Tahrim/12'de onun saf bir inanç yapısına sahip olduğuna işaret edilmektedir.

Hz. İsa'yı babasız dünyaya getirmiş olmasına rağmen, Meryem'in iffetli olduğu Allah tarafından bildirilmiş, doğurduğu çocuğun Allah'tan bir kelime ve ruh olduğu [Nisa/171] ifade edilmiştir.

Allah, Hz. Peygamber'in hanımlarını ve tüm kadınları temizlemek istedi­ğini de beyan etmiştir:

(Ey ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor). [Ahzab/33] Allah'ın temizleme eyleminin bir süreç olduğu anlaşılmaktadır.

c. (Dünya kadınlarının üstünde bir konuma çıkardı).

Babasız doğması sebebiyle Hz. İsa, Meryem oğlu İsa, ya da Meryemoğlu Mesih olarak anılmıştır.

Hz. Meryem ve oğlu bütün insanlık için ayet kılınmıştır [Enbiya/91]. Bu, Meryem'in bütün dünya kadınları içinde yüce bir konuma getirildiğinin diğer bir delilidir.

3. Allah, verdiği bu özelliklere mukabil Hz. Meryem'den üç şey istemiştir. [93]

 

Allah'ın, Bahşettiği Nimetlere Karşılık Meryem'den İstediği Üç Şey:

 

a) İbadet etmek

Âl-i İmran/43'teki kunut kelimesi, ibadet etmek ve huşu ile bağlanmak manasına gelir. Razi'nin nakline göre, îbn Mesud {kânitîn) kelimesine 'susarak' manasını vermiştir ki Allah'ın heybeti karşısında başka hiçbir şeye iltifat etmemektir. Cabir (r.a) kunut kelimesine, ayakta durmak manasını ver­mektedir. Kunut devam etmek, sabretmek ve ayrılmamak manasına da gelir ki Allah'a itaat etmek ve O'nun hizmetinde bulunmaktır. [94]

Hz. Meryem'den Allah'a huşu ile bağlanmasının veya ibadet etmesinin is­tenmesi, -bir önceki ayette ifade edildiği gibi-Allah'ın onu seçmesi sebebiy­ledir. Vitir namazında veya sabah namazında yer alan kunut duasınm çok es­ki bir geleneğe sahip olduğu bu ayetten anlaşılmaktadır.

b) Secde etmek

İffet ve inanç bakımından temizlenen kişinin yapması gereken ibadetler­den biri de Allah'a secde edip yaklaşmasıdır. Alak/19 ayetine göre, kulun Al­lah'a en yakın olduğu an, secde anıdır. Şirkten temizlenen, iffetini koruyan kimse, secde ile Rabbine yaklaşacağı için, Hz. Meryem'e de secde etmesi emredilmektedir.

c) Rüku edenlerle beraber rüku etmek

42. ayette Yüce Allah Hz. Meryem'i bütün kadınlardan üstün bir konuma getirdiğini beyan etmişti. Allah buna karşılık, Meryem'den rüku etmesini is­temiştir. Kendisine bahşedilen bu nimete mukabil, Meryem'den rüku etmesi­nin (yani Allah'a boyun eğmesinin) istenmesi, talep edilen her ibadetin bir ni­mete karşılık olduğunu göstermektedir.

Bu iki ayette Hz. Meryem'le ilgili anlatılanlardan, günümüze ışık tutacak

mesajlar çıkarabilir miyiz?

Hz. Meryem'e bahşedilen nimetler ve bunlara mukabil ondan istenen iba­detler, kadınlara bir örnektir. Huşu içinde Allah'ın huzurunda ayakta durmak, secde ve rüku etmek, bütün müslüman kadınların yapması gereken ibadetler­dendir. Ahzab/33'te Hz. Peygamber'in hanımlarına verilen namaz -ki kıyam (ayakta durmak), rüku ve secde ile yapılan bir ibadettir- emri de, Hz. Mer­yem'in bu ibadetlerinin bir tekrarıdır.

Hz. Meryem'den önceye dayanan namaz ibadeti sürecinin Hz. Muham-med'e kadar uzandığını görüyoruz. Namaz, -Allah'ın kullarına bahşettiği tür­lü nimetler için- bir şükür, bir zikir, bir teşbih ve hamddir. Namazın önemi­nin bir nedeni de, şükür, zikir, teşbih ve hamd gibi pek çok ibadeti içinde ba­rındıran geniş kapsamlı bir ibadet olmasıdır. [95]

 

Hz. Muhammedin Peygamberliğinin İsbatı:

 

44. Şimdi sana vahyettiğimiz şey, gayb haberlerindendir. Zira, hangisinin Meryem'in hamisi olacağını kura ile be­lirlediklerinde sen onlarla birlikte değildin ve birbirleriy­le çekişirlerken de yanlarında yoktun.

Hz. Meryem'in hamiliğim üstlenmek için kimlerin münakaşa edip kura at­tığı önemli olmadığından, ayette bahis konusu edilmemiştir. Müfessirler bu konuya çeşitli açıklamalar getirmektedirler. Bize göre bunlardan en uygun olanı, Meryem'in annesi Hanne, karnındaki çocuğu Beyt-i Makdis'e adamış­tı. Dolayısıyla, tartışıp kura çekenler Beyt-i Makdis'e hizmet eden din adam­ları, alimler ve seçkin kimseler olabilir. Çünkü İmran ailesi toplumun eşra-undandı. Netice olarak, Âl-i İmran/37'de belirtildiği gibi, Allah Teala onların arasından Hz. Zekeriyya'yı Meryem'in hamisi olarak tayin etmiştir.

İmran'ın karısının Hz. Meryem'e gebe kaldığını, doğurduğunu ve onun hamisinin kim olacağının belirlenmesi için tartıştıklarını, kura çekildiğini Hz. Muhammed asırlar sonra nereden bilebilirdi? Bunlar, gayb haberlerinden olduğu için Hz. Muhammed'in bilmesi imkansızdı. Kur'an'da bu haberin yer alması, hem peygamberliğini, hem de Kur'an'ın onun tarafından yazılmadı­ğını isbat etmektedir.

Sıradan bir insanın, iletişim araçlarının olmadığı, yazılı metinlerin bulun­madığı bir çağda Hz. Meryem'in haberini bu kadar net olarak -hem de kitap ehlinin elindeki kitaba uygun bir şekilde- anlatması mümkün olmadığından, bunların gayb haberlerinden olup Allah tarafından vahyedildiği ifade edilmiş ve Hz. Peygamber'in onların yanında olmadığına dikkat çekilmiştir. [96]

 

Meleklerin Meryem'i İsa İle Müjdelemesi:

 

45. O zaman melekler demişlerdi ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryemoğ-lu İsa Mesih 'dir; dünyada da, ahirette de itibarlı ve Al­lah'ın kendisine yakın kıldıklarındandır".

1. O zaman melekler demişlerdi ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisin­den bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryemoğlu İsa Mesih'dir" ifadesindeki melekler kelimesi çoğuldur. Müjde getiren meleğin bir mi, yoksa birden fazla mı olduğunu cevaplandırabilmek için Meryem/17'ye dönmemiz gere­kiyor:

(Meryem onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisi­ne tastamam bir insan şeklinde göründü). [Meryem/17]

Ayetteki (Meryem'e tastamam bir insan şeklinde göründü) ifade­sinden, meleğin tek olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca 19. ayetin başındaki fiil­de Cebrail (insan şekline bürünen ruh) tekil olarak konuşmaktadır:

(Melek, "Ben, yalnızca sana tertemiz bir er­kek çocuk bağışlamak üzere Rabbinin bir elçisiyim" dedi). [Mer­yem/19]

Meryem/17'den konuşan meleğin tekil olduğu net olarak anlaşıldığı gi­bi, Meryem/l 8'de Meryem'in meleğe (minke=senden) demesinden de tekil olduğu anlaşılmaktadır. Bu ayetlerle Âl-i İmran/45 ayetini bir araya getirdiğimizde, Meryem'e müjde getiren meleğin tek bir melek olduğu an­laşılır.

2. Âl-i İmran/45'e göre melekler, Meryem/17-19'a göre tek bir melek Hz. Meryem'i İsa ile müjdelemişti. Âl-i İmran/45'teki (Allah sana müjde­liyor) şeklindeki ifade, Meryem/l 9'daki (Sana tertemiz bir çocuk bağışlamam için) ifadesine denk düşmektedir.

Ayetin bu kısmından, meleklerin -peygamber olmamasına rağmen- Mer­yem'e hitap ettikleri, onunla konuştuktan anlaşılıyor. Meleğin insan şekline bürünerek Meryem'e gelmesi, onunla konuşması ve Allah'tan müjde getirme­si, onun peygamber olduğunu göstermezse de, insanlık tarihinde çok önemli bir şahsiyet olduğunu gösterir.

Allah Meryem'e melekleri göndermekle, kadının değerini ortaya koymuş; böylece erkeklere kadınları horlamamalan, itip-kakmamalan, zulmetmeme­leri mesajı verilmiştir. Kadınlara da, Hz. Meryem'i örnek almaları önerilmek­te ve insanlık tarihi için Hz. Meryem'in bir dönüm noktası olduğu vurgulan­maktadır.

3. Ayetin üçüncü bölümünde, Hz. İsa'nın ismi ve sıfatı zikredilmektedir:

(Kendinden bir kelime).

Buradaki kendinden ifadesi, Allah'tan demektir. Nisa/l7l'de de Hz. İsa'nın, Allah'ın kelimesi olduğu söylenmektedir. Hz. İsa'ya neden kelimullah dendiğiyle ilgili müfessirlerin açıklamalarının çoğu abartılıdır.[97]

Hz. İsa'nın Allah'tan bir kelime olduğunu, Nisa/171 ve Meryem/19 ayeti­ne giderek açıklamamız mümkündür:

(Allah'ın Meryem'e ulaştırdığı kelimesidir). [Nisa/ 171]

Bu ayette kullanılan (elkâ) fiili, bir şeyi atmak, koymak, yer vermek, vermek ve hediye etmek manalarına gelir. Nisa/171 'den, Hz. İsa'nın, Allah'ın Meryem'e attığı, hediye ettiği bir kelime olduğu anlaşılır. Razi, (Allah) "Sa­na tertemiz bir oğul armağan edeceğim" (diyor) [Meryem/19] ifadesindeki li-ehebe (armağan edeceğim) ifadesinin, Allah'ın kün (ol) emri olduğu­nu söylemektedir. Her çocuğun ol emriyle yaratıldığını söyleyen Razi, Hz. İsa'nın -babasız yaratılması sebebiyle- kün (ol) emriyle yaratılmasının daha uygun olduğuna işaret etmektedir. Böylece ol emri ile Hz. İsa aynileşmekte-dir.

Allah kün (ol) diyerek Hz. Meryem'in döl yatağında Hz. İsa'yı -yumurta ve spermsiz- teşekkül ettirmiştir şeklindeki açıklama, tatmin edici değildir. Allah Nisa/171 'de İsa'nın, kendisinden bir ruh olduğunu söylemektedir. İsa'nın kelime olması ile ruh olmasını birleştirerek şu açıklama yapılabilir: Allah Enbiya/91 'de Biz Meryem'e ruhumuzdan üfledik derken, Hz. Meryem'e dişi zamiri göndermektedir. (Ona üfledik) ifadesindeki  (hâ) dişi zamiri, Meryem'in dişiliğine, yani onun yumurta üreten dişilik özelliğine dikkat çekmektedir.

Diğer taraftan Tahrim/12'deki (Biz ona ruhumuzdan üfledik) ifadesinde ise, Hz. Meryem'den müzekker zamirle bahsedilmektedir. Demek ki Hz. Meryem'de hem dişilik, hem de erkeklik özelliği bulunmaktadır. Bu iki ayet de müfessirler tarafından müşkil (çözümü olmayan) ayet olarak ka­bul edilmiştir.

Şimdi birbirine zıt gibi görünen bu ayetlerin zıt olmadıklarını gösterebi­liriz. Daha önce söylediğimiz gibi Enbiya/91 'de müennes zamiri ile Allah

 Meryem'in yumurta üreten kadınlık özelliğine, Tahrim/12'de ise müzekker zamiri ile Hz. Meryem'in sperm üreten erkeklik özelliğine işaret etmekte­dir. Öyleyse esas mucize, Allah'ın Hz. Meryem'in bünyesine hem yumurta, hem de sperm üreten iki mekanizma yerleştirmiş olmasıdır. Enbiya/91 'de Allah Hz. Meryem'in dişilik mekanizmasına üfleyip yumurtayı, Tah-rim/12'de ise erkeklik mekanizmasına üfleyip spermi harekete geçirmiştir. İşte Hz. İsa bu iki üfleme (yumurta ile spermin buluşması) neticesinde ya­ratılmış; böylece de hem Allah'ın kelimesi, hem de O'ndan bir ruh olmuş­tur.

Allah Meryem'e bir kelime ilka ederken (atarken) ve ruh üflerken, yumur­ta ve spermi harekete geçirmiş ve mucizevî bir döllenme gerçekleştirmiştir. Hz. İsa'nın yaratılışındaki esas mucize bize göre buradadır. Aslında aynı vü­cutta dişilikle erkekliğin bir arada bulunması tabiata aykırı değildir. Ceviz ve fındık ağaçlarında, hem dişilik, hem de erkeklik vasfı bulunmaktadır. Solu­canlarda da böyledir.

Hz. İsa'nın yaratılışı ile Hz. Adem'in yaratılışı arasında bir benzerlik var­dır:

(Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir ki, Allah Adem'i topraktan yarattı ve sonra "Ol" dedi ve oluverdi). [Âl-i İmran/59]

Görüldüğü gibi Hz. Adem hem anasız, hem de babasız yaratılmıştır; oysa Hz. İsa sadece babasız yaratılmıştır. Dolayısıyla Hz. Adem'in yaratılışı daha gizemlidir. Toprağın çeşitli oluşumlardan geçtikten sonra, kün (ol) emri ile oluvermesinin bir benzeri de Hz. İsa için gerçekleşmiştir: Onu tamamlayıp, içine ruhumdan üfürdüğüm zaman [Sad/72] buyuran Allah, Adem'e ruhun­dan üfürdüğü gibi, Meryem'e de üfürmüş ve bu suretle İsa yaratılmıştır. Bu nedenle Hz. İsa, Allah'tan bir ruhtur.

Hz. İsa'nın babasız yaratılması, erkeklerin kendilerini üstün görmelerinin temelsizliğini göstermek, kadınlara zulmetmelerini engellemek ve kadınların değerini yükseltmek amacına matuftur.

Ayetin üçüncü bölümünde Hz. İsa'nın sıfatı olarak zikredilen mesih kav­ramıyla ilgili çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Razi tarafından nakledilen bu açıklamaları, tekrar etmeyi uygun bulmuyoruz; çünkü bazıları gerçek dışıdır.[98] Bize göre Razi'nin Nehai'den naklettiği, özü-sözü doğru, doğruyu söyle­yen[99] manası, gerçeğe en yakın olanıdır, çf" (Mesih) kelimesinin türediği me-se-he fiili, bir şeyden izi/eseri gidermek, bulaşığı silmek manasına gel­mektedir; ki Hz. İsa'nın doğduğu dönemde kadınlar köle olarak kullanılıyor, horlanıyor ve itillip kakılıyordu.

Sosyal kirlilik olan bu durum, bir bulaşığı andırmaktaydı. İşte Mesih, in­sanlıktan bu kiri gidermek için geldiğinden/gönderildiğinden ona bu isim ya da sıfat verilmiştir.

Hz. İsa'nın îrcŞr (kelimetullah) olmasının da bu mana ile yakından ala­kası vardır. Kelime bilgidir; bilgi de cehaleti silip süpürür. Hz. İsa Allah'tan bir ruhtur; ruh da cansıza can verir; harekete geçirir, ayağa kaldırır. Kadın haklarının çiğnenmesiyle meydana gelen sosyal kirliliği temizlediği ve in­sanlığa bu konuda can verdiği için Hz. İsa'ya mesih sıfatı verilmiştir.

Bir peygamberin, Meryem oğlu İsa Mesih denilerek annesinin ismi ile anılması, Hz. Meryem'in değerinin büyüklüğünü gösterir. Artık Meryem is­mi Kur'an vasıtasıyla kıyamete kadar baki kalacak ve Kur'an okundukça zikredilecektir. Annelik görevinin çok değerli ve çok şerefli bir iş olduğunu vurgulayan bu ifade, insanlığa anneliğin yerini ve önemini öğretmektedir.

4. (Hem bu dünyada, hem de öteki dünyada büyük şeref sahibi ve Allah'ın en yakın kullanndandır).

Kur'an'da iki peygamber hakkında, (vecîhan) lafzı kullanılmaktadır. Birisi Ahzab/69'da Hz. Musa için, diğeri de bu ayette Hz. İsa için. Her iki ayetteki vech kavramı da, makam, şeref, değer, itibar manasına gelmektedir. İnsanın tanınmasını temin eden en önemli, en kerim uzvu yüzüdür. Bu bakundan yüze de vech denmektedir.

Allah katında ve insanlar nazarında değeri, itibarı şerefi, makam ve dere­cesi olan insan için de bu kelime kullanılmaktadır. Hz. Musa hakkında Ah-zab suresinde şöyle buyuruluyor:

(Çünkü Musa, Allah katında büyük şeref ve itibar sahibiy­di). [Ahzab/69]

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/45'te, Hz. İsa'nın hem bu dünyada, hem de öteki dünyada büyük şeref sahibi olduğu ifade edilmekte­dir. Kısaca Hz. Musa'nın Allah katında şerefli, itibarlı; Hz. İsa'nın hem bu dünyada, hem de ahirette şerefli ve itibarlı olduğu söylenmektedir. Allah ka­tında şeref ve itibar sahibi olmakla; dünya ve ahirette şerefli ve itibarlı olmak hemen hemen aynı manayı ifade eder. Bu manalardan hareketle şu genelle­meye varabiliriz:

Bir insanlar, bir de Allah katında şeref ve itibar sahibi olma vardır; yani şeref ve itibarın bir dinî, bir de sosyolojik/toplumsal boyutu vardır. Hz. Mu­sa ile Hz. İsa'nın, gösterdikleri yararlılıklar nedeniyle bu dünyada haklı bir itibara sahip oldukları gibi- öteki dünyada da itibar sahibi olmaları doğaldır. Bu dünyada Allah katında itibar sahibi olan, elbette öteki dünyada da itibar sahibi olacaktır. Müfessirler, Hz. Musa ile Hz. İsa'nın bu dünyada itibarlı oluşlarının sebebini açıklarken, yaptıklarına dikkat çekmektedirler.

Hz. Musa ile Hz. İsa'nın dünya ve ahirette itibarlı olduklarının ifade edil­mesinden hareketle, -ayetleri günümüze taşıyarak- bir genelleme yapabili­riz: Bugünün insanları da Hz. Musa ve Hz. İsa gibi şeref ve itibar sahibi ola­bilirler; peygamberlerin getirdikleri mesajları özümseyen ve davranışlarına yansıtan kimseler Allah katında şeref ve itibar kazanırlar. Allah ve insanlar katında şeref ve itibar kazanma kapısı, her insana açıktır; yeter ki gerekli ey­lemler ortaya konulsun. İşte Yüce Allah, peygamberlerin bu yönüne dikkat çekerek eğitime hedef göstermekte; peygamberlerin ahlakıyla ahlâklanan, onların kültür mirasıyla yoğrulan insanların da aynı şeref ve itibardan pay alacaklarına işaret etmektedir.

Âl-i İmran suresinin dördüncü bölümünün son kısmında Hz. İsa'nın Al­lah'a yakın olanlardan olduğu ifade edilmektedir. Şerefli ve itibarlı olması, Hz. İsa'yı Allah'a yakın bir kul haline getirmiştir. Ama ayette geçen yakın kelimesi, çoğul kalıbında gelmiştir. Yakın olanlardandır ifadesi, başka yakın olanların da bulunduğuna ve bulunacağına işaret etmektedir.

Vakıa/83-87'de cam boğazına gelen, ölmekte olan bir insan ele alınmak­tadır. Daha sonraki ayetlerde, ölmekte olan bu insanın üç gruptan birine da­hil olacağı ifade edilmekte; 88. ayette ise onun Allah'a yakın olanlardan ola­bileceği söylenmektedir. 89. ayette ise ona güzel nzık ve naim (nimet) cen­neti verileceği vurgulanmaktadır. Peki Allah'a yakın olmanın yolu nedir; han­gi ameller bizi Allah'a yaklaştırır? İman etmek şartıyla insanı Allah'a yaklaş­tıran ameller hangileridir. [100]

 

Allah'a Yaklaştıran Ameller:

 

İnsanı Allah'a yaklaştıran amelleri şöyle sıralayabiliriz:

A) Secde

Alak/19'a göre, secde insanı Allah'a yaklaştırır:

(Hayır ona uyma! Allah'a secde et ve yaklaş). [Alak/19]

İnsanın Allah'a en yakın olduğu anlardan biri de secde ânıdır.

B) İnfak

Tevbe suresinde infakın Allah'a yakınlaşma niyetiyle yapılmasının önemi­ne dikkat çekilmektedir:

(Bedevilerden öylesi vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır, harcayacağını (infa-kını) Allah katında yakınlığa ve Peygamber'in duasını almaya vesile edinir. Bilesiniz ki infak ameli, onlar için bir yakınlıktır). [Tevbe/99]

C) Hayırda yarışmak

Vakıa suresinde hayırda yarışıp öne geçenlerin Allah'a yakın kullar olaca­ğı ifade edilmektedir:

(Hayırda önde olanlar, öndedirler. İşte bunlar, Allah'a yakın olanlardır). [Vakıa/10-11]

Yüce Allah hayır alanını yarışmaya açmıştır. Yarışmada öne geçenler, Al­lah'a yakın olacaklardır.

D) İyilerden olmak

Yüce Allah iyilerin Allah'a yakın olacağını bildirmektedir:

(Hayır! Andolsun iyilerin kitabı iliyyindedir. İlliyyin nedir, bilir misin? İçinde ameller kaydedilmiş bir kitaptır. O kitabı, Allah'a yakın olanlar görür). [Mutaffifin/18-21] [101]

 

İnsana 'İyi' Sıfatını Kazandıran Ameller:

 

İnsana 'iyi' sıfatını kazandıran ameller şunlardır:

a) İman esaslarını kabul etmek;

b) Sevdiği maldan fakirlere harcamak;

c) Namaz kılmak;

d) Zekat vermek;

e) Ahdini yerine getirmek;

f) Sıkıntı ve belalara göğüs gerip sabretmek [Bakara/177];

g) Ana-babaya iyilik etmek [Meryem/14]; e. Kurban kesmek.

İşte bu amelleri hayata geçirenler Allah'a yakın olan kullardır. Buradaki yakınlığın fizikî bir yakınlık değil, manevî bir yakınlık olduğu akıldan çıka­rılmamalıdır. Yukarıda sayılan amelleri yapanlar, Hz. İsa gibi Allah'a yakın olanlardan olduğuna göre, peygamber ahlâkını kazanmışlar demektir.

Bu ameller insanın hamlığını giderip insanı olgunlaştırmakta; ona mane­vî dereceler kazandırmakta; kula yakın olanın Allah'a, Allah'a yakın olanın da kula yakın olacağını göstermektedir.

Böylece Yüce Allah Hz. İsa'nın şahsiyetinde Allah'a yakın olmanın ne an­lama geldiğini açıklamış, peygamberlerle beraber olmanın önemini vurgula­mış ve eğitimin insanı Allah'a yaklaştırmakla görevli olduğuna dikkat çek­miştir. Din eğitimi, insanı olgunlaştınp Allah'a yaklaştırmak; bunun için de insanı ruh olgunluğu ile donatmak ve gerekli olan eylemleri yaptırmak zo­rundadır. [102]

 

Beşikte Konuşan Çocuk:

 

46. Ve o, insanlarla hem beşikte iken, hem de yetişkin bir adam olarak konuşacak; dürüst ve erdemli kişilerden ola­cak.

Bu ayet, bir bakıma 45. ayetin devamıdır. 45. ayette Hz. İsa'nın Allah'ın kelimesi olduğu, dünya ve ahirette itibarlı olacağı, Allah'a en yakın kullar arasında bulunduğu ifade edilmiş, 46. ayette ise onun insanlarla hem beşik­te, hem de yetişkin iken konuşacağı ve erdemli biri olacağı beyan edilmiştir. [103]

 

Ayette Geçen Kelimelerin Açıklaması:

 

Şimdi 46. ayette geçen kelimeleri açıklayarak bir senteze varabiliriz:

1. (O, insanlarla beşikte iken konuşacak). (mehd) kelimesi, (mehede) fiilinden türemiş olup hazırlık yap­mak [Rum/44]; ufuk açmak [Müddessir/14]; döşemek [Zariyat/48]; konakla­ma yeri [Bakara/206] manalarına gelir. Kelime, Âl-i İmran/12'de geniş bir şe­kilde açıklanmıştır. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetteki (mehdi) kalıbı, beşik anlamına gelmektedir. Razi, -ayetin tefsirinde- bu kelimenin "anne kucağı" anlamına da geldiğini söylemektedir. Aslında bu manalar, ke­limenin kökü olan ve yayıp döşemek, yatağı sermek, kolaylaştırmak manala­rına gelen mehede'den gelmektedir. Beşik veya anne kucağı, çocuğun rahat­lamasını kolaylaştırdığı için ona beşik denmektedir. Bu anlamda anne kuca­ğı da bir beşik durumundadır.

Nebe/6'da, yeryüzünün insanoğluna dinlenme yeri yapıldığı ifade edilir­ken, (mihâd) kalıbı kullanılmaktadır. Çocuğun dinlendiği yer de (mehd)dir.

Anne kucağmda veya beşikte insanlara konuşması nedeniyle Hz. İsa'ya mehdi denmiştir. Hz. Meryem hurma ağacının altında İsa'yı doğurunca [Meryem/23], çocuğu kavmine götürür; kavmi ona çok iğrenç bir iş yaptı­ğını söyler [Meryem/27]. Bunun üzerine Hz. Meryem çocukla konuşmalan için işaret eder; onlar ise -hayret ve şaşkınlıkla- beşikteki bir çocukla na­sıl konuşacaklarını sorarlar [Meryem/29]. İşte tam o anda, beşikteki İsa şöyle der:

(Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana kitap verdi ve be­ni peygamber yaptı). [Meryem/30]

Hz. İsa'nın konuşmasının tümü bundan ibaret değildir; ama bizim için bu­rada önemli olan neler konuştuğu değil, beşikte konuşmuş olmasıdır.

Bazı insanlar, -beşikte konuşması nedeniyle- Hz. İsa'ya verilen mehdi sı­fatını paylaşmak yarışına girmiş; her yerde mehdiliğini ilan edenler olmuş­tur. Elbette mehdilik önemli bir makamdır, ama beşikte konuşma mucizesini gösteremeyen insanların bu sıfatı kendilerine yakıştırmaları yalandan başka birşey değildir.

İsa'nın, Allah'tan bir ruh ve Allah'ın kelimesi olması, mucizenin hareket noktasını teşkil etmektedir. Niçin beşikteyken konuştuğuna gelince; toplum Hz. Meryem'i gayr-i meşru çocuk dünyaya getirmekle itham ediyordu. Bu sosyal baskı, Hz. Meryem'i ziyadesiyle üzüp bunaltıyordu. İsa beşikteyken konuşup kendisine kitap verildiğini ve peygamber olarak tayin edildiğini söyleyerek annesinin iffetli olduğunu, kendisinin gayr-i meşru olmadığını is-bat etmiştir. Bunları beşikte değil de, büyüdüğünde söyleseydi hiçbir tesiri olmazdı. Beşikteyken konuşması, toplumsal baskıyı ortadan kaldırmıştır. De­mek ki, Hz. Meryem'in yaşadığı dönemde insanlar, cinsel ahlâkla ilgili de­ğerleri biliyor; zinayı iğrenç olarak görüyor ve bu fiili işleyenlere baskı ya­pıyorlardı. Belki de kendileri gayr-i meşru cinsel ilişkilerde bulundukların­dan, Hz. Meryem'in şahsında kendilerini tenkit ediyorlar; Hz. Meryem'in gö­nül aynasında kendilerini görüyorlardı.

Hz. Meryem'in babasız bir çocuk dünyaya getirmesi mucize olduğun­dan, mucizenin yarattığı sosyal çalkalanmayı dindirmek de ancak mucizey­le mümkün olacağından, İsa beşikteyken konuşmuştur. Bu olgudan hareket ederek A'raf/172'de sözü edilen "elest bezmi"nin anne karnında nasıl ger­çekleştiği, Allah'ın insan ruhuyla nasıl konuştuğu daha net anlaşılır. İsa'nın  daha garibi, ruhların, anne kanunda konuşma­larıdır.

2. (Ve yetişkinlik halinde...)

İsa beşikte insanlarla konuştuğu gibi, yetişkin (kehl) iken de konuşmuş­tur. Kehele fiilinden türeyen bu kelime, yaşın otuz ile elli arasında olması, ev­lenmek, çiçeklerin açması, bitkinin uzayıp olgunlaşması, insanın iki kürek kemiğinin arası, kehlül kalıbından alınınca cömert ve güleç kimse anlamına gelmektedir.

Hz. İsa ile ilgili kullanımda, güçlü-kuvvetli, gençliğinin kemalinde mana­sını ifade etmektedir. Hz. İsa'nın bebekken konuşması bir mucizedir, orta yaş döneminde konuşması ise normal bir oluşumdur. İsa'nın beşikte konuşması, gelişim psikolojisi için çok önemli bir istisnadır. İsa'nın beşikteyken konuş­ması, Allah'ın kelimesi ve ruhu olduğu dikkate alındığında normal karşılan­malıdır. 45. ayetin sonundaki O Allah'a yakın olanlardandır ibaresi, O salih-lerdendir ibaresinin başka bir ifadesidir. Çeşitli kalıplan alındığında salih ke­limesinin, faydalı ve uygun olmak, bir şeyi onarmak, ıslah etmek, birine iyi­lik etmek, tarafların aralarını bulup barıştırmak, ittifak edip anlaşmak, görev­lerini yerine getiren kimse, istikamet, doğruluk ve uygunluk manalarına gel­diği görülür.

O sahillerdendir ifadesinden, Hz. İsa'nın insanlığa faydalı, barış getiren, Allah'a karşı görevlerini ifa eden ve istikamet üzere olan bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Psikolojik anlamı ile bu kavram, beyin, gönül ve nefsin bü­tünleşmesine işaret eder. Şahsiyet bütünlüğüne sahip olmak ise, insanın ken­disiyle barışık olması demektir. Kendisiyle barışık olma hali, Allah ve insan­larla barışık olmaya kadar uzanmaktadır. Demek ki, salihlerden olmak, insa­nın kendisiyle, Allah ve diğer insanlarla barış içinde yaşaması anlamına gel­mektedir.

Bu kadar geniş bir alanı kapsayan barış kavramı, kendiliğinden bazı gö­revler de getirmektedir. Ancak Allah'a, diğer insanlara ve kendine karşı gö­revlerini yerine getiren kimse salih olabilir. Bu anlamda salih kişi, Allah'a karşı görevlerini yerine getirmekle dinî, insanlara karşı vazifelerini yerine getirmekle sosyal, kendine karşı görevlerini yerine getirmekle de psikolojik boyutları olan bir şahsiyete sahip olduğunu isbatlayan kişidir.

Salih kimsenin, düzenleyici bir görevi de vardır. Salih kimse, bozulan iliş­kileri düzelten, insanların barış içinde yaşaması için çaba sarfeden biridir. Hz. İsa da barış ve ıslahat için gayret sarfeden bir kimseydi. [104]

 

Meryem'in, Babasız Çocuk Doğurmayı Tabiata Aykırı Bulması:

 

47. Meryem, "Ey Rabbim!" dedi, "Bana hiçbir erkek eli değmediği halde nasıl çocuk sahibi olabilirim?" (Melek) ce­vap verdi: "İşte öyle, Allah dilediğini yaratır, bir şeyin olma­sını istediğinde sadece 'Ol' der ve o (şey hemen) oluverir".

Hz. Meryem'in bu ifadesi, Meryem/20'de de, Üstelik ben iffetsiz bir kadın da değilim sözüyle birlikte yer almaktadır. Ancak Meryem/2l'de meleğin verdiği cevap, buradakinden biraz daha farklıdır:

(Melek, "Öyledir" dedi, "Rabbin buyurdu ki": 'Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış bir iş idi"). [Meryem/21]

Âl-i İmran/47 ile Meryem/21 ayeti birbirini tamamlamaktadır. Şimdi Âl-i İmran/47'nin analizini yapabiliriz:

1. Hz. Meryem -meleğin müjdesine rağmen- kendisine erkek eli değme­diği için çocuk doğurmasının normal olmadığını ifade etmektedir.

Çocuğun, erkek ile dişinin bir araya gelmeleri neticesinde doğacağını Meryem de biliyordu. Babasız çocuk doğurduğunda, Hz. Meryem'in iffetsiz­likle suçlanacacağı da bir gerçekti. Onun için Hz. Meryem, iffetsiz bir kadın olmadığını söylemiştir.

Allah bu mucizeye tabiat kanunları açısından değil, Allah açısından bakıl­ması gerektiğine işaret etmektedir. Meryem de tabiat kanunları açısından baktığı için, Bana erkek eli değmediği halde, benim nasıl çocuğum olabilir? diye sordu. Ama Yüce Allah, bu olaya Allah açısından bakılması gerektiğini vurgulamakta, olaylara farklı açılardan bakıldığında farklı neticelere ulaşıla­cağına dikkat çekmektedir. Tabiat kanunları açısından bakıldığınde, imkansız görülen bu olay, Allah açısından bakıldığında gayet normal görülür. Onun için ayetin devamında, Allah dilediğini yaratır buyurulmaktadır.

2. (Allah dilediğini yaratır).

Allah dilediğinde bütün işler kolaylaşacağı için, Bu benim için kolaydır [Meryem/21] buyurulmaktadır. Aslında Allah için zorluk-kolaylık sözkonu-su değildir. İnsan için tabiata aykırı ve imkansız görünen bir şey Allah için son derece basittir.

3. (Bir işe hükmedince, ona sadece ol der, o da olu­verir).

Ayetin bu kısmının bir benzeri de, Yasin/82'de yer almaktadır:

(Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece ol der, o da oluverir). [Yasin/82]

Bir şeye hükmedince ifadesiyle, bir şeyin olmasını istediğinde ifadesi ay­nı manaya gelmektedir. Allah'ın dilemesi, hükmetmesi ve Ol demesi, yaratı­lışın gerçekleşmesi için yeterlidir.

Bu ayetten hareketle şöyle bir genelleme yapabiliriz: Tabiat ötesi oluşum­lar hakkında soru sormak ve cevap bulmak insan için önemli bir aşamadır.

Babasız çocuk sahibi olmanın tabiat kanunlarına aykırı olması nedeniyle Hz. Meryem, durumu yadırgıyor ve kendisine hiçbir erkek dokunmadığı halde nasıl çocuk sahibi olabileceğini soruyor ve ilahî yaratışın sınır tanımayacağı cevabını alıyor. Demek ki din alimleri, fizik ötesi oluşumlara, Kur'an ışığında cevap aramalıdırlar. Fizik ötesi olgularda, Allah'ın dilemesi, hükmetmesi ve ol demesinin etkisi asla gözardı edilmemelidir. Kudretinin her şeye yetmesi sebe­biyle Allah'ın yaratmasında sınır bulunmadığı insanlara iyice anlatılmalıdır. [105]

 

Peygamber Bile Eğitilmeye Muhtaçtır:

 

48. Allah, senin oğluna vahyi, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.

Bu ayetten anlaşılıyor ki, Hz Meryem melekle uzun zaman konuşmuş ve yaşayacağı olgu hakkında geniş bilgi almıştır.

Hz. Meryem mabette yetişkin hale gelince melekler ona, Allah tarafından seçildiğini, temizlendiğini ve bütün kadınların üstünde bir mevkiye çıkarıldı­ğını haber verdiler [Âl-i İmran/42-43]; daha sonra Hz. İsa'yı bütün özellikle­riyle müjdelediler [Âl-i İmran/45-46].

Âl-i İmran/47'de de Hz. İsa'nın yaratılışı ile ilgili bilgiler verilmiştir. Bu ayette Allah'ın yaratma fiilinin temelinde yer alan ilahî eylem anlatılmıştır.

Allah, yarattıktan sonra, yarattıklarını başı-boş bırakmamakta, öğretime tâbi tutmaktadır. Bu konuda da Hz. İsa'nın durumu, Hz. Adem'e benzemek­tedir. Zira, Adem yaratılmış [Bakara/30], akabinde de öğretime tâbi tutul­muştur [Bakara/31]. Aynı şekilde Hz. İsa da yaratılmış [Âl-i İmran/47] ve pe­şinden öğretime tâbi tutulmuştur [Âl-i İmran/48]. Hz. Adem çamurdan yara­tıldığı için, çocukluk dönemi yaşamamıştı. Hz. İsa da beşikte konuşacak ka­dar yetişkin bir yapıya sahipti. Bu açıdan da İsa ile Adem arasında bir ben­zerlik vardır. Onun için Allah, Adem ve İsa'yı, yaratır yaratmaz öğretime tâ­bi tutmuştur. Herkesin bir öğrenim yaşı olduğu halde, Adem ile İsa'nın öğre­nim yaşı olmamıştır. Zaten Hz. Adem çocukluk çağı yaşamamış, Hz. İsa ise psikolojik olarak çocukluk devresi geçilmemiştir. Bundan, Hz. İsa'nın biyo­lojik yapısının psikolojik faaliyetlerini engellemediği anlaşılır. Onun ruhu, faaliyetini engelsiz yapabildiği için, beşikte bir bebekken de rahatlıkla konu­şabiliyordu.

Yaratılmasının ardından Allah Hz. İsa'ya kitabı öğretmiştir [Âl-i İm­ran/48]. Buradaki kitap kelimesine Hazin, Nesefı, 'kitabet' (yazı yazma), Ka­dı Beydavi 'kitabet' ve 'indirilmiş kitaplar', İbn Abbas ise 'ilahî kitaplar' ve­ya 'kitabet', Muhammed Esed 'vahiy', A. Yusuf Ali 'kitap', Bekir Sadak 'ya­zı' anlamını vermektedir.

Bu manalardan hangisinin doğru olduğu, Meryem/30'dan anlaşılabilir; zi­ra Hz. İsa beşikteyken jŞs$ (Bana kitap verdi) demektedir. Eğer Âl-i İm-ran/48'de geçen kitap kelimesi, kitabet (yazı yazmak) anlamına gelseydi, Meryem/30'da 'verdi' ifadesi kullanılmazdı; çünkü kitabet (yazı yazma), ve­rilmez, öğretilir. Bu durumda ibareye, "Bana ilahî mesajı verdi" manasını vermek daha uygun olur. Demek ki, Allah Teala Hz. İsa'ya, kitabeti (yazı yazmayı) değil, geçmiş peygamberlere gönderdiği mesajları da kapsayan kitabı öğretmiştir.

(Ona hikmeti öğretti).

Tabii ki bu öğretim geleceğe yöneliktir. Bakara/269'da Bl (hikmet) kav­ramını açıklamıştık. Hikmet, Allah tarafından peygamberlere, peygamberler tarafından da insanlara öğretilir.

Hz. İbrahim Allah'tan, neslinden insanlara kitabı ve hikmeti öğretecek peygamberler yetiştirmesini istemiştir. [Bakara/129]

Peygamberlerin görevleri arasında, insanlara hikmet öğretmek de zikre­dilmiştir. [Bakara/151]

Hikmetin büyük bir değer olduğu ifade edilmiştir. [Bakara/269].

Rasulullah'a, Allah yoluna hikmetle davet etmesi tavsiye edilmiştir. [Nahl/125]

Hikmet kavramı, kötülükleri ortadan kaldırıp, iyilikleri elde etmeyi ifade etmektedir. Peygamberlerin görevleri arasında kötülüklerle mücadele etmek ve iyiliklere hayat vermek de olduğundan, Allah onlara hikmeti öğretmekte­dir. Bu bilginin özünde bulunan ve neticede ortaya çıkacak olan 'iyi', o bil­ginin hikmetidir. Allah kocaman bir ağacın planını bir çekirdeğin içine koy­muştur; o nedenle, çekirdek toprağa atıldığında özünde var olan bu plan işle­meye başlar; neticede filizlenir ve boy atar. Bilginin özünde de 'iyi' denen bir güç ve değer vardır. İnsanların gönlüne/beynine ekildiğinde, o iyi, filizlenir ve kötülüklerle mücadele eder. İşte o cevher hikmet'tir.

Kötülüklerle mücadele edebilmek için, onlardaki sebep-sonuç ilişkilerini bilmek gerekir. Olayların hem sebebini, hem de sonucunu bilme yeteneğin­den doğan hikmet, sebep-sonuç ilişkisini öğretmektedir. Allah'ın peygamber­lere hikmeti öğretmesi, olayların sebep-sonuç ilişkisine göre analiz edilmele­rini ifade etmektedir. Aslında hikmet, olayların sebeplerinin sebebinin bilgisi manasına gelmektedir. Sebebe ulaşmanın yollarından biri de sonuçtan hare­ket etmektir. Hikmet, sonuca ulaştıran, damıtılmış bilgi anlamına da gelir. İn­sanı doğru amaca ulaştıran şey, hikmet vasfını kazanır.

Allah peygamberlere, kötülüklerle nasıl mücadele edeceklerini, iyinin ağacını nasıl dikeceklerini, amaçlarına nasıl ulaşacaklarını öğretmekle, hik­meti öğretmiş olmaktadır. Demek ki, sebep ile sonuç arasında sağlam bir bağ kurmaya hikmet denmektedir.

Hikmet kavramı, insanı istenmeyen davranıştan alıkoymak anlamına ge­len ve 'önledi' manasını ifade eden hakeme fiilinden türemiştir. Demek ki, hikmetin yapısında, insanın şahsiyetini ve toplumsal ilişkileri bozan davra­nışları öğretmek ve tatbikata koymak vardır.

Bu anlam hikmetin sosyolojik manasıdır. Bu manayı, şu ayette bulabiliriz:

(İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir). [İsra/39]

Vahyedilen hikmetlerin neler olduğunu İsra/23-39 ayetlerinden öğrenebi­liriz. [106]

 

Vahyedilen Hikmetler:

 

Vahyedilen hikmetler şöyle sıralanabilir:

• Allah'tan başkasına kulluk etmemek;

• Ana-babaya öf bile dememek, her daim iyilikte bulunmak;

• Allah'ın, insanın gönlünden geçen her şeyi bildiğinin bilincinde olmak;

• Tevbe etmek;

• Akrabaya, yoksula, yarım kalmış projelere yardım etmek;

• İsraf etmemek;

• İnsanlara gönül alıcı söz söylemek;

• Cimrilik etmemek;

• Rızkı verenin ve daraltanın Allah olduğuna inanmak;

• Fakirlik korkusuyla çocuğunu öldürmemek ve bunun büyük günah oldu­ğunu bilmek;

• Zinaya yaklaşmamak;

• Haksız yere hiçbir cana kıymamak;

• Yetimin malına yaklaşmamak;

• Ölçüyü-tartıyı tam yapmak;

• Bilmediği şeyin ardına düşmemek;

• Yeryüzünde kibirli yürümemek.

39. ayette, bunların vahyedilen hikmetler olduğu ifade edilmektedir. De­mek ki hikmetin dokusunu, insanın mutluluğunu ve toplumun düzenini bo­zacak davranışlardan sakınma/sakındırma ve insanlara iyilik kazandırma fa­aliyetleri meydana getirmektedir. Böylece, Hz. İsa'ya öğretilen hikmetin ne olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hikmetin bir de psikolojik manası vardır. Lisanu'l-Arab'da İbn Manzur hikmeti, derin ve üstün olana ilişkin vukûfiyet, kavrayış, anlayış, iyi ile kö­tüyü ayırma yeteneği olarak tanımlamaktadır. Derinde olanı tesbit etmek, en üstünü ve iyiyi belirlemek gibi aklın düşünce boyutuna vurgu yapan bu ta­nım, yukarıdaki ayetlerde geçen hükümlerle sosyal hayata inmekte ve bir ah­lâkî boyut kazanmaktadır. Sosyal ilişkilerin derinliğinde bulunan değerleri yakalama, onları kavrama ve analizini yaparak iyi ile kötüsünü ayırma kabi­liyetidir hikmet. Âl-i İmran/48'e dönersek, Hz. İsa'ya öğretilen hikmetle ilgi­li şöyle diyebiliriz: Allah Teala İsa'ya, fert ve toplumun onurunu zedeleyen, çıkmaza götüren, insan ilişkilerini çürüten olayların sebep-sonuç ilişkilerini ve onların özüne inebilme, iyi ile kötüyü ayırdedebilme yeteneğini öğretmiş­tir. Başka bir ifadeyle, Allah İsa'ya, kitapta yer alan ve insanları zararlı dav­ranışlardan alıkoyan hükümleri öğretmiştir.

(Ona Tevrat ve İncil'i öğretecek).

Tevrat'ın Hz. Musa'ya indirildiği inancı hayli yaygın olsa da Kur'an'da, Tevrat'ın -Musa'ya değil- İsrailoğullan'na verildiği ifade edilmektedir. Kur'an'ın çeşitli ayetlerinden, Tevrat'ın İncil'den önce indiği anlaşılmaktadır; bu bağlamda Maide/46'da Hz. İsa'nın Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderildi­ği beyan edilmektedir.

Maide/110 ayeti, Âl-i İmran/48 ayetinin içeriğini -başka bir muhteva içe­risinde- barındırmaktadır. Yüce Allah Hz. İsa'ya hem Tevrat'ı, hem de İncil'i öğretmiştir. Bu iki kutsal kitabın öğretilerini Kur'an'da bulmak mümkündür. Bundan, geçmiş peygamberlerin kitaplarında yer alan kalıcı hükümlerin Hz. Muhammed'e de öğretildiği neticesi çıkar.

İsa'ya Tevrat'ın öğretilmesi, İsa'nın onu tasdik edici olarak gönderilmesi, İslâm'ın Hz. Adem'e gönderilen vahiy ile başlayan ve kıyamete kadar devam edecek olan bir süreç olduğuna, her peygamberin kendinden önceki kitapla­rı tasdik ettiğine; aynı öğretileri getiren peygamberlerin inananlarının birbirlerini reddetmemeleri ve beraberce yaşamaları gerektiğine işaret eder. Hz. Peygamber'e indirilen Kur'an, önceki peygamberlere ve onlara verilen ilahî kitaplara inanmayı şart koşmakla, önceki semavî dinlerin mensupları ile müslümanlar arasındaki kavganın yersizliğini vurgulamaktadır. [107]

 

Hz. İsa'nın Mucizeleri:

 

49. Ve onu İsrailoğulları'na elçi yapacak (ve onlara şöyle diyecek): "Size Rabbinizden bir mucize getirdim; size ça­murdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah'ın izniy­le o kuş oluverir. Yine Allah'ın izniyle körü ve alacalıyı iyi­leştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yeyip ne bi­riktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimselerse-niz bunda sizin için bir mesaj vardır".

Âl-i İmran/49 ile Maide/llO'dan hareketle şu genellemeyi yapabiliriz: Âl-i İmran/49'da, Meryem'e müjdelenen İsa'nın istikbalde neler yapacağına işaret edilmektedir. Maide/110'da ise İsa'ya, Allah'ın kendisine verdiği mucizeleri hatırlaması emredilmektedir. Öyleyse, Âl-i İmran/49 ayeti geleceğe; Ma-ide/110 ayeti ise geçmişe yönelik mesaj içermektedir.

Diğer taraftan bu ayeti, 48. ayetin devamı olarak değerlendirdiğimizde şu neticeyi çıkarabiliriz: Hz. İsa peygamberliğinden önce öğretime tâbi tutul­muştur. Kendisine kitap, hikmet, Tevrat ve İncil öğretildikten sonra peygam­berliğini ilan etmiştir.

Demek ki önce öğretim, sonra peygamberlik gelmiştir. Bu açıklama Mer­yem/30 ayetine ters gibi görünebilir. Çünkü Meryem/30'dan anlaşıldığı üze­re, Hz. İsa peygamberliğini beşikteyken ilan etmişti. Öyleyse Meryem/30 ayetini inceleyelim. Sözkonusu ayette Hz. İsa şöyle diyor:

(O bana kitap verdi ve beni nebi tayin etti). [Mer­yem/30]

Âl-i İmran/48 ile 49 ayeti arasındaki ilişkiden de aynı sıranın takip edildi­ği görülecektir: Hz. İsa, kitabın, hikmetin, Tevrat ve İncil'in öğretilmesinin ardından peygamberliğini ilan ediyor. Aslında İsa'nm öğretimi ile peygam­berliğini ilan etmesi arasında öncelik-sonralik aramak pek doğru değildir; çünkü öğretimi ile peygamberliği aynı zaman dilimi içinde gerçekleşmiş ola­bilir. Aralarında bir zaman bulunduğu kabul edildiğinde, durumu şöyle açık­layabiliriz: Hz. İsa, öğretimden sonra değil, peygamber olduktan sonra halka tebliğde bulunmuş ve mucizelerini göstermiştir. Sadece ilim sahibi biri ola­rak değil; hem alim, hem de peygamber kimliği ile konuşmuştur. [108]

 

Hz. İsa'nın Mucizeleri:

 

(Size Rabbinizden bir mucize getirdim) ifadesinden, muci­zenin bir tane olduğu anlaşılmaktadır. Öyleyse, ayette sayılan mucizeler tek bir mucizenin parçalan mıdır? Bu sorunun cevabını, ancak mucizeleri açık­ladıktan sonra verebiliriz. Şimdi Hz. İsa'nın mucizelerini ele alalım:

1. (Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah'ın izni ile kuş oluverir). [109]

 

Haleka (Yaratma) Kavramı:

 

Ayetteki yaratma kavramını açıklayalım: (Sizin için elbette yaratırım).

Allah'a ait olan yaratma sıfatı, insan için kullanılabilir mi? (hale-ka=yaratma) fiili, Kur'an'da insan için de kullanılmaktadır. Allah'tan başka halik var mıdır? sorusunun cevabını, şu ayetle verebiliriz:

(Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir). [Mü'minun/14]

Ayetteki (el-halıkîn=yaratanlai) kelimesi çoğuldur. Diğer taraftan (ahsen-en güzel) ifadesi, yaratanlann arasında en güzelinin Allah oldu­ğunu ifade etmektedir.

Öyleyse denebilir ki: Allah insana, "(fâtır=yoktan yaratan) sıfatından değil, (halık=birşeyden birşey yapma) sıfatından bir cüz vermiştir. Bura­daki halk (yaratma), yoktan yaratma değil, mevcut birşeyden başka birşey meydana getirmektir. Şimdi Kur'an'da (haleka) fiilinin hangi manalara geldiğini araştırabiliriz. [110]

 

Haleka Fiilinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Takdir etmek

Razi, Bakara/29'daki 'ğî. (haleka) fiiline, takdir etmek manasını vermek­tedir.[111]

(Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için takdir etti). [Bakara/29]

Yaratma fiili burada mazi (geçmiş zaman) kalıbında kullanılmıştır. Yarat­ma fiili devam ettiğine göre, geçmişte olmuş-bitmiş bir eylem için kullanıl­maması gerekir. Ama Allah yeryüzündeki her şeyi insanlık için takdir et­miş/planlamıştır.

Mülk/2'deki (haleka) fiili de takdir etmek manasına alınabilir:

(O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sı­namak için yokluğu ve varlığı takdir etti).

Yoklukla varlığı takdir etmek mi, yoksa ölümle hayatı yaratmak mı daha ince bir manadır? Bize göre, buradaki haleka fiili, yaratmadan önceki takdir etme safhasını ifade etmektedir.

2) Yaratmak

(Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri ya­ratan rabbinize kulluk edin). [Bakara/21]

Mevcut maddeleri kullanarak, başka bir canlı yaratmayı ifade etmektedir. Mesela, sperm ve yumurtadan insanın yaratılması bu fiilin kapsamına girer.

3) Düzenlemek

Hz. İsa ile ilgili olarak kullanılan haleka fiili şekillendirmek, biçim ver­mek ve düzenlemek manasınadır. Âl-i İmran/49 ile Maide/110'da bu anlamı ifade etmektedir. Âl-i İmran süresindeki 'j^ûrâ; (Sizin için yaratırım) ibare­sine, "Sizin için şekillendiririm" manasını vermek uygun olur.

4) Tutum

Şuara suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Bu, evvelkilerin tutumundan başka bir şey değil). [Şuara/137]

Burada kelime, kafirlerin, hakikate karşı takındıkları tavır veya tutumun adet haline geldiğini ifade etmektedir.

5) Uydurmak

Ankebut suresinde fiil kalıbında uydurmak anlamına gelmektedir: föiiiüî (Yalan uyduruyorsunuz). [Ankebut/17]

Bu ayette, İbrahim'in kavminin uydurdukları batıl inançlar için haleka fi­ili kullanılmaktadır.

Sad suresinde (ihtilâk) kalıbında yer almakta ve uydurmak anlamına gelmektedir:

(Son dinde de bunu işitmedik. Bu, sadece bir uydurmadır). [Sad/7]

Burada kelime, gerçekte olmayan bir haberi söylemek, hakikate tamamen ters düşen bir düşünceyi öne sürmek, olmayanı uydurmak anlamında kulla­nılmaktadır.

6) Pay

Bakara/102'de sihirle uğraşanların faydasız bir işle uğraştıkları ve ahiret-te bir nasiplerinin olmayacağı ifade edilirken, (halâk) kalıbı nasip anla­mında kullanılmaktadır.

Bakara/200'de de aynı kalıp ve manada kullanılmakta ve sadece dünya ni­meti için Allah'a dua edenlerin, ahirette nasipleri olmayacağı ifade edilmek­tedir.

Tevbe/69'da münafıkların bu dünyadan paylarını, evvelki topluluklar gibi aldıkları belirtilirken de aynı kalıp kullanılmaktadır. Demek ki, (haleka) fiili, ü (halâk) kalıbında, nasip, pay, hisse anlamına gelmektedir.

7) Karakter

Kalem/4'de Hz. Peygamber'in karakterini tanımlamak üzere bu kavram kullanılmaktadır:

(Çünkü sen yüce bir karaktere sahipsin).

Ayetteki (huluk) kelimesine Keşşaf sahibi Zemahşeri ahlâk, Muham-med Esed hayat tarzı, A. Yusuf Ali karakter manasım vermektedir.

Âl-i İmran/49'a dönersek, Hz. İsa'nın, Size çamurdan bir kuş sureti yara­tırım ifadesindeki 'yaratırım' fiiline, yaparım, şekillendiririm, düzenlerim, ölçüp-biçerim manasını vermek uygun olur. [112]

 

Târe Fiilinin Kur'an'daki Kullanımları:

 

Acaba Hz. İsa çamurdan bir kuş yapıp ona üfleyince gerçek bir kuş mu ol­du? Ayette geçen (tayr) kelimesine, kus manası dışında, kader, uğur ma­nası da verilebilir mi? Bu sorulara cevap verebilmek için Kur'an'da "(tayr) kelimesinin ne anlama geldiğine bakmak gerekir. Lügatte uçmak, ace­le etmek, kederli veya sevinçli durumda olmak, çok sevinmek, hoşlanmak, alıp götürmek, meşhur olmak, yarılmak, dağılmak, perişan olmak, uğurlu ve­ya uğursuz sayılan şey, hayır veya serden nasip, işlenen ameller, öfkelenmek manalarına gelen & (târe) fiili Kur'an'da şu anlamlarda kullanılmaktadır:

1) Kuş

Bakara/260'da Allah, öldükten sonra dirilmeyi nasıl gerçekleştireceğini göstermek için Hz. İbrahim'e dört kuş almasını emretmektedir. Ayette geçen (et-tayr) kelimesi, kuş demektir. İlk bakışta Âl-i İmran/49'da da 'kuş' an­lamına geliyor görünmektedir.

2) Uçmak

En'am suresinde hem kuş manasında isim, hem de uçmak manasında yük­lem kalıbında geçmektedir:

(Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi top­luluklardır). [En'am/38]

3) Uğursuzluk

Yasin suresinde, isim halinde uğursuzluk, yüklem halinde uğursuzluk ge­tirmek manasında geçmektedir:

"Doğrusu" dediler, "bize uğursuzluk getirdi­niz"... Elçiler şöyle cevap verdiler: "Uğursuzluğunuz sizinle bera­berdir"). [Yasin/18-19]

18. ayette (tatayyare) kalıbından uğursuzluk getirmek; 19. ayette (tâir) kalıbından uğursuzluk manasına gelmektedir.

Genelde uğursuzluk ithamı, peygamberlere yapılmıştır:

(Sa­lih dedi ki: "Ey kavmim! İyilik dururken niçin kötülüğe koşuyorsu­nuz? Allah'tan af dileseniz olmaz mı? Belki size merhamet edilir". Şöyle dediler: "Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık". Salih, "Size çöken uğursuzluk Allah karındadır. Hayır, siz imtihana çekilen bir kavimsiniz" dedi). [Neml/46-47]

İyiliği bir tarafa atarak devamlı kötülük işleyen toplumlar zamanla kötü­lüğü iyilik, iyiliği kötülük olarak görmeye başlar. Neticede kötülükten değil de, iyilikten rahatsız olurlar. Mesela, bir yerde yaşayan iffetsiz on kadının arasına bir tane iffetli kadın girse, ötekiler rahatsız olurlar. İşte Hz. Salih de, Semud kavmine gönderilince, kötülük bataklığına saplananlar onu uğursuz olmakla itham ettiler.

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Semud kavminde de uğursuzluk inancı vardı ve bazı kimseleri uğursuz olmakla itham ediyorlardı. Aslında uğursuzluk, in­sanın kendi başına getirdiği [Yasin/19] ve Allah'ın bir cezası olarak toplum­ların başına gelen bir şeydir [Neml/47]; yani Allah'ın cezası gelince, toplum onu uğursuzluk olarak görür.

Aynı yanlış değerlendirme, İsrailoğullan tarafından Hz. Musa için yapıl­mıştır:

(Onlara bir iyilik gelince, "Bu bizim hakkımızdır" derler, eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. Bilesiniz ki, size gelen uğursuzluk Allah karındandır, fakat onların çoğu bunu bilmezler). [A'raf/131]

Kuşların uçuş şekline ve yönüne bakarak olayları değerlendirmek, gele­cek hakkında kehanette bulunmak, çok eskilere dayanan yaygın bir adetti. Tâir, iyi veya kötü talih için kullanılan bir kavramdı. İnsanlar kötülükleri baş­kasına yükleyerek kendi pisliklerini örterlerdi. Birilerine uğursuzluk atfet­mekle, fert ve toplumlar öz eleştiri yapma imkanını kaybetmişlerdir. Özeleş­tiri yapmasını bilmeyen toplumlar, çökmeye mahkumdur.

A'raf/131 ve Neml/47 ayetlerinin sonunda yer alan v;,& (tâir) kelimesi, ta­lih, kader manasına alınmalıdır. İnsanların işledikleri kötü ameller, Allah ka­tında değerlendirmeye tâbi tutulmakta ve neticede bit talih veya kader hali­ne dönüşerek tekrar yeryüzüne inmektedir. Bu manadan hareketle diyebiliriz ki, Allah katından gelen uğursuzluk değil, insanların yapıp ettiklerinin kade­re dönüşmesidir.

4) Amel, kader

İsra/13'de yer alan tair (kuş) kelimesi, amel, kader manasına gelir. Tair kelimesini ahiretle alakalı olarak değerlendirirsek diyebiliriz ki, Allah ahiret-te her insanın amelini boynuna asacaktır:

4tifâ's2$§ciyfc (Biz her insanın amelini boynuna dolamışızdır). [İs-ra/13]

Bu kavramı dünya ile ilgili olarak değerlendirdiğimizde ise ibareye, "Biz her insanın kaderini boynuna dolamışızdır" şeklinde mana verebiliriz.

İsra/13 ayetinin devamında, mahşerde, her şeyin apaçık kaydedildiği bir sicilin insanın önüne konacağı söylenmektedir. Demek ki, herkesin ameli bir kitapta toplanmakta ve mahşerde önüne konmaktadır. İşte bu kitap, tair ola­rak kişinin boynuna asılacak; o ameller onu uçurup ya cennete, ya da cehen­neme götürecektir.

5) Yayılmak

(târe) kelimesi, (istetâre)den gelen (mustatîr) şeklinde olur­sa, yayılmış anlamına gelir:

 (O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir gün­den korkarak verdikleri sözü yerine getirirler). [İnsan/7]

Şimdi bu manalardan hareketle Âl-i İmran/49 ayetine dönersek, Hz. İsa'nın yaptığı kuş şeklini, kaderin sureti olarak alabilir; Allah'tan getirdiği ayete de mesaj manası verebiliriz. Allah'tan getirdiği mesaj ile İsrailoğulla-rı'nın kaderini belirleyecekti. Muhammed Esed'in verdiği manaya itibar eder­sek, ayete şöyle mana verilebilir:

(Sizin için çamurdan kaderinizin su­retini yapacağım ve sonra ona lifleyeceğim ki Allah'ın izniyle kade­riniz olsun). [Âl-i İmran/49]

Ayetin bu kısmında yer alan (tîn=çamur) kelimesi, Allah'ın mesajının oluşturduğu değerler sistemini ifade etmektedir. Hz. İsa bu değerler sistemin­den, -bir proje olarak- bir kader oluşturacaktır. Sonra projeyi tatbik edebil­mek için harekete geçirecek ve daha sonra bu proje, Allah'ın izniyle toplu­mun kaderi olacaktır. Değerlerden oluşan kadere üflemek, onları tatbik et­mek demektir. Bu olgu gerçekleşince Allah da onu bir kader olarak belirle­yecektir. Üflemek, uyuyan ve hayata tatbik edilmeyen değerlere can vererek harekete geçirip tatbik etmeyi ifade etmektedir.

Esas mucize, ilahî mesajın içerdiği değerlerle bir toplumun kaderini oluş­turarak, onu erdemli hayatm ufuklarında kuş gibi uçurmaktır. İlahî mesajı toplumun hayatına sindirerek, maddeciliği öldürüp maneviyatı canlandırarak kuş gibi uçurmak, yüceltmek ve ona Allah'ın izniyle bir kader biçmek, Hz. İsa'nın ilk mucizesidir. Muhammed Esed, Âl-i İmran/49 ayetinin dipnotunda bu manayı işlemektedir.

Bu yorumdan, mucizenin tamamen toplumsal/sosyolojik içerikli olduğu anlaşılmaktadır. Hz. İsa, balçık/çamur haline gelen toplumsal hayatı, yücelti­ci bir kadere dönüştürmüştür. Toplumların yozlaşması, çürümesi, çökmeye yüz tutması, manevî hayatı çamur haline getirir. İşte böyle dönemlerde pey­gamberler devreye girer, o çamur halini alan hayattan, -Allah'ın izniyle- top­lumları yücelten kaderi meydana getirirler. İlahî mesajı toplumun hayatına üfürünce, yani o çamurlaşan hayata geçirince, toplum kanat açmaya başlar ve insanlık aleminin ufuklarına uçacak bir yapı ve seviye kazanır.

II. (Körleri ve alacalıyı iyileştiririm).

Mesih olması hasebiyle Hz. İsa, insanlara dokunduğunda hastalıkları te­davi ederdi. Her peygamber kendi döneminde zirvede olan bir hususta muci­ze gösterirdi. Hz. İsa döneminde de tıbbın ileri olduğu söylenmektedir. O dö­nemde tıbbın çare bulamadığı hastalan iyileştirmesi, Hz. İsa'nın mesihliğinin bir gereğidir.

Ayetin bu kısmını da -önceki bölüm gibi- farklı bir şekilde yorumlayabi­liriz: Toplumu çamur haline getiren, 'alacalılık' kavramı, beyindeki şüpheci­liği, fikrî açıdan oturmamışlığı, davranışlardaki renksizliği, beyin, gönül ve nefis arasındaki bölünmüşlüğü ifade etmektedir. Beyin başka, gönül başka bir yöne, nefis de şeytana yönelirse ruhta, abraş'ın (alaca hastalığının) oluş­tuğu anlaşılır.

Deride meydana gelen hastalığın bir benzerinin de insanın şahsiyetinde (iç aleminde ve davranışlarında) oluştuğu bir gerçektir. İşte Hz. İsa, ilahî me­sajla oluşturduğu kaderle kavmini bu ruh hastalığından ve davranış bozuklu­ğundan kurtaracak ve tedavi edecekti. Çamur haline gelen toplumun -Al­lah'ın izniyle- kaderini belirleyen bir peygamber, alaca hastalığına yakalanan beyinleri, gönülleri ve davranışları tedavi etmiş demektir. Allah'ın izniyle oluşturduğu bu kader, toplumda ıslahat başlatacak, manevî hastalıkları orta­dan kaldıracaktır.

Hz. İsa'nın Allah'ın izniyle oluşturduğu toplumsal kader, körleri de tedavi edecektir. Ayetteki körlük, biyolojik körlüğü ifade ettiği gibi, gönül gözünün körlüğünü de ifade edebilir. Gönül gözünü, yani aklı, basireti (derin kavrayı­şı) geliştirmek de Hz. İsa'nın oluşturduğu kaderin bir parçasıydı. Onun döne­minde İsrailoğullan'nın akıl ve düşünceleri âtıl, gönül gözleri körelmiş du­rumdaydı. İsa'nın, Allah'tan aldığı mesajla çamur haline gelen topluma üfür-mesi, yani o mesajın bilgisini toplumun hayatına işlemesi neticesinde oluşan kader sayesinde insanların gönül gözleri açılıyordu.

İşte bu mucizelerin günümüze ışık tutan boyutları bu alanda aranmalıdır; yani eğitim sisteminin insanların akıllarını çalıştırması, onlara doğru düşün­meyi öğretmesi, gönül gözlerini açıp meseleleri derinlemesine görme alış­kanlığını kazandırması, beynin, gönül ve nefsin ayrılığından meydana gelen parçalanmış şahsiyetler yerine, bütüncül şahsiyetler yetiştirmesi halinde Hz. İsa'nın mucizesinin devamlılığı sağlanmış olacaktır.

III. (Allah'ın izniyle ölüleri yeniden hayata döndüreceğim).

İlk bakışta ayet, ölmüş bedenin dirilmesini ifade ediyor görünmektedir. Ayetin başından itibaren verdiğimiz mana ve yorumu devam ettirirsek diye­biliriz ki, buradaki 'ölü', manevî/psikolojik anlamdaki ölüyü ifade etmektedir. Şirk sebebiyle çamurlaşan fert ve toplum hayatı, ölmüş bulunan gönül­ler, ilahî mesajın üfurülmesiyle ve tatbik edilmesiyle dirilecektir.

Kur'an'daki "yaşayan ölü" ifadesi, imansız kimseyi ifade etmektedir. Neml/80'de, Sen ölülere de işittiremezsin; sırt çevirip uzaklaşan sağırlara da işittiremezsin bu çağırıyı buyurulmaktadır. Ayetteki ölü ve sağırlar ile, ma­nevî açıdan ölü ve sağırlar kasdedilmiştir. Müşrik ve kafirler, manen ölüdür­ler; onun için Allah onlara "yaşayan ölü" demektedir. Mezardaki ölü nasıl işitmezse, manen ölü olan kimse de ilahî mesajı işitmez.

Fatır suresinde inkar ve şirk psikolojisinde olanların mezardaki ölüler gi­bi oldukları söylemektedir:

(Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekine işittiremez­sin). [Fatır/22]

(Ruhen ölü iken hayata kavuşturduğumuz ve insanlar arasın­da yolunu bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, hiç için­den çıkamayacağı derin karanlığın içine gömülüp kalmış biri gibi olur mu? (Ama) böyle hakikati inkar edenlere yaptıkları güzel gö­rünür). [En'am/122]

Beyin ve gönül melekelerini kullanamayan insanlar, maddî olarak canlı olsalar bile manen ölüdürler. İşte Hz. İsa'nın getirdiği ilahî mesaj, manen ölü olan insanların dirilmelerini temin etmiştir.

Hz. İsa'nın bu mucizesini, Hz. Musa'nın emriyle İsrailoğullan'nın bir inek kesip ölüye vurmalarına, neticede ölünün dirilmesine benzetebiliriz. İsrailo-ğullan ineğe tapınmıştı. Onların gönüllerine giren bu şirk, gönüllerini öldür­dü. Allah onlara, tanrılarını boğazlamadan ölmüş gönüllerinin dirilmeyeceği-ni bildirdi. Sahte tanımın boğazlanması ile, ölü gönülleri dirildi. Aynı şekil­de Hz. İsa da, manen ölü olan insanları -Allah'ın izniyle- ilahî mesajla dirilt-miştir.

IV. (Neleri yiyebileceğinizi ve evlerinizde neleri saklayabileceğinizi size bildireceğim).

Ayetin bu kısmını iki açıdan izah etmek mümkündür:

a) Yeme ve saklama, ekonomi ile ilgilidir. Hz. İsa'nın gaybten haber verme şeklinde nitelendirilen bu mucizesi, ekonomik hayatın düzenlenmesi ile ilgili bir oluşumu ifade etmekte; tutumluluk tüketimin düzenli bir şekilde yapılma­sını öngörmektedir.

b) Muhammed Esed'e göre ayette, dünyada yararlanılacak ve ahiret için bir hazine olarak saklanacak[113] şeyler bildirilmektedir.

Nelerin yeneceğini haber vermeyi, yararlanılacak güzel şeyleri öğretmek anlamına almak uygun olur. İnsanlara yararlanacakları güzel şeyleri öğret­mek, eğitimin en önemli amaçlarından biridir. Buradaki 'yemek' fiili, ahlâkî değerleri, güzellikleri şahsiyetine sindirmeyi, özümsemeyi ve ruhen gıdalan-mayı ifade eder. İnsan şahsiyetini geliştiren ve zenginleştiren bütün güzellik­lere işaret etmektedir.

İlahî mesajla dirilen gönül, onun öğretilerindeki güzelliklerle gıdalanacak, gelişecek ve olgunlaşacaktır. İlahî mesajın bu etkinliğinin gerçekleşebil­mesi için, peygamberi öğretime ihtiyaç vardır. İşte Hz. İsa halka, bunu yapa­bileceğini söylemektedir.

Diğer taraftan Hz. İsa, öteki dünya için biriktirilecek güzel amelleri öğret­meyi de yüklenmektedir. İyi ameller öteki dünya için biriktirilen değerlerdir. Evlerde saklanan ekonomik değerler, ahiret için üretilen iyi amelleri ifade eder. Buradaki 'ev' kelimesi, 'aileye' işaret etmekte; güzel, iyi ve faydalı amelleri elde etme yerinin aile olduğuna dikkat çekmektedir. İyi bir aile ter­biyesinin kalıcılığının vurgulanmasıyla, ahirete yönelik amellerin aile haya­tından ve aile terbiyesinden geçtiği ifade edilmektedir.

V. (Eğer inanıyorsanız, şüphesiz bütün bunlar­da sizin için bir işaret vardır).

'İman' ile sona eren ayet, çamur haline gelen bir toplumu diriltmek için bir kader oluşturmanın, bir plan yapmanın, halkın beyin, gönül ve nefis arasındaki bölünmüşlüğünü (şahsiyet parçalanmasını) ortadan kaldırmanın, gönül gözlerini açmanın, dünya ve ahiret için güzel ameller üretmelerini temin etmenin yolunun imandan geçtiğine işaret etmektedir. Şirkle ölen gönüller, imanla dirilecektir.

İlahî mesajın birinci ve en önemli amacı şirki ortadan kaldırıp tevhid inan­cını gönüllere yerleştirmektir. İnsanları inkar psikolojisinden kurtarıp iman ağacını gönüllere dikmek, ölüyü diriltmek kadar önemlidir. İmanlı gönüller için Hz. İsa'nın mucizelerinde bir mesaj vardır.

Hz. İsa'nın -Allah'ın izniyle- yaptıkları, insanlar için çok önemli mesaj­lar içermekte; ilahî mesajın insanlara öğretilmesiyle meydana gelecek olan değişimi göstermekte; bataklık haline gelen toplumdan, yükseklere uçacak bir toplumun nasıl çıkartılacağının projesini; şahsiyet parçalanmasına uğra­yanların, nasıl bütüncül bir şahsiyete kavuşturulacaklarının planını; ölü gön­lün nasıl dirileceğinin öğretisini; dünya ve ahiret saadetine ulaşmak için ge­rekli olan davranış ve amelleri öğretmektedir.

Bütün bu oluşumların, kitap ve hikmeti bilmekten, aklı kullanarak iman etmekten geçtiği vurgulanmaktadır. Eğitim olmaksızın bunları elde etmek mümkün değildir. Bu eğitici görevi yüklenen kişi ise rasul (peygamber)dir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Âl-i İmran/49 ayeti, geleneksel tefsir usûliyle (kelimelere zahirî manalar vermek suretiyle) tefsir edilebilir. Yani ayet, Hz. İsa'nın gerçekten çamurdan kuş yaptığı ve üfürmesiyle kuşun canlandığı, cüz-zamlılan ve körleri tedavi ettiği, ölüyü dirilttiği, insanların evlerinde neler ye­diklerini ve sakladıklarını haber verdiği şeklinde yorumlanabilir.

Böyle bir yorumun doğruluk veya yanlışlık derecesini tesbit etmek zordur. Ama mucizelerin devam eden bir süreç olduğu ve inanan herkese bir mesaj ver­diği kabul edilirse, yukarıdaki açıklamalara da itibar edilebilir. Bu farklı yo­rumda Muhammed Esed'in desteğine sahibiz; ancak Muhammed Esed'in bize teslim ettiği bayrağı daha ileriye taşıdığımızı da söyleyebiliriz. Bu izahımızla, mucizelerin kalıcı olduğunu ve günümüze ışık tutttuğunu göstermek amacı da taşımaktayız. [114]

 

Hz. İsa'nın Diğer Görevleri:

 

50. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan sa­kının, bana da itaat edin.

Bu ayet Hz. İsa'nın genel manada görevlerinden bazılarına işaret etmek­tedir. [115]

 

Hz. İsa'nın Görevleri:

 

1. Tevrat'tan geriye kalanı tasdik etmek

48. ayette Yüce Allah'ın Hz. İsa'ya Tevrat'ı öğrettiği ifade edilmişti. Tev­rat Hz. İsa'ya, Hz. Musa'ya gelen şekliyle öğretilmiştir. Tevrat'ın bazı hüküm­leri, bozulmamış haliyle Hz. İsa'nın zamanına intikal etmiş; Allah da bunları Hz. İsa'ya öğretmiştir. İşte Hz. İsa'nın tasdik ettiği Tevrat budur. 48. ayetteki öğretimle, 50. ayetteki tasdik arasında bir ilişki vardır. Bu ilişkiyi şu şekilde formülleştirebiliriz: Bilen kimse tasdik eder.

İnsanların bir şeyi tasdik etmeleri isteniyorsa, önce onların öğretime tâbi tutulması gerekir. Öğretimden ya da bilgiden tasdike geçmek, ilahî eğitimin metodlan arasında yer almaktadır. Bir peygamberin, önceki peygambere ve­ya peygamberlere gelen vahyi tasdik edebilmesi için, kendisine gelen vahiy­le, diğerlerine gelen vahiylerin arasındaki benzerlik ve ayrılıkları bilmesi ge­rekir.

Âl-i İmran/3'de zikredildiği gibi, Kur'an da önceki kitaplardaki hükümle­ri tasdik etmektedir. Saf/6'da da Hz. İsa'nın, Tevrat'tan geriye kalanı tasdik et­tiğine değinilmektedir. Kur'an'ın tasdiki bütün peygamberlere gelen vahye yönelik iken, Hz. İsa'nın tasdiki Tevrat'a yöneliktir. Ayetin bu kısmından gü­nümüze bir ışık tutacak olursak şu genellemeye varabiliriz:

İnsanların Kur'an'ı tasdik etmelerini, ona inanmalarını temin etmek isti­yorsak, önce onlara Kur'an'ı tanıtmalı; Tevrat ve İncil'e inananlara, Kur'an'ın onların kitaplarının hangi hükümlerini tasdik ettiğini ve aralarındaki benzer noktalan göstermeli; ilahî kitapların (vahyin) -peygamberden peygambere intikal eden- kesintisiz bir süreç olduğunu, birbirini tasdik ettiğini, inananla­rına ilahî kitapların tümüne iman etmeyi şart koştuğunu öğretmeliyiz.

Bu öğretim neticesinde dinler arası diyalog gerçekleşecek ve düşmanlık, yerini dostluğa bırakacaktır. Bütün bu faydalı oluşumların temelinde Kur'an'ın bilinmesi yer almaktadır. Bilinmezlikler içinde diyalok kurulamaz; bilinmezlik düşmanlığa dönüşür. Nitekim hristiyanlann inananlara sevgi ba­kımından daha yakın olmaları, Hz. Muhammed'e indirileni dinleyip hakikati anlayan, bilen ve ondan dolayı gözlerinden yaşlar boşanan keşiş ve din adamlarının bulunmasına bağlanmaktadır [Maide/82-83]. Vahyi bilen ve onu tanıyan din adamlarının kibirli olmayacaklarına da işaret edilmektedir [Ma-ide/82]. Demek ki vahyin bilinmesi; kibrin, ihtiras ve kıskançlığın ortadan kalkmasına, bunların yerini sevginin almasına vesile olmaktadır.

Müslüman din adamları ve eğitimcileri, Kur'an'ı öğrettikleri takdirde, in­sanların Kur'an'a olan tasdik, iman ve bağlılığı artar. Kur'an dışı kaynaklar­la verilen bir öğretim faaliyeti, bu tasdik ve bağlılığı oluşturamaz. İnsanların beynine ve gönlüne giden yolun, beşerî düşüncelerden değil, vahiyden geçti­ği gerçeği asla akıldan çıkarılmamalıdır.

2. (Size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için gönderildim).

Ayetin bu kısmından şu sonuçlan çıkarabiliriz:

a) Bir peygamber, önceki dinde bulunan yasaklan kaldırabilir; haramı he­lal, helali haram kılan hükümler getirebilir ki bu, şartlann değişmesiyle hü­kümlerin de değişeceği anlamına gelir. Bakara/106'da buna 'nesh' dendiğine işaret edilmişti.

b) Bazı hükümler, özel şartlara çözüm ürettiklerinden, sözkonusu şartlar ortadan kalktığında o hükümler de ortadan kalkar. Hz. İsa da özellikle yahu-dilere haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için gönderildiğini beyan et­miştir. Hz. İsa'nın hangi haramlan helal kıldığını şu ayetlerden tesbit edebi­liriz:

(Zulümleri, bir çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, men edildikleri halde faiz almalan ve haksızlıkla insanlann mallarını ye­meleri sebebiyle, (aslında) helal olan temiz ve iyi şeyleri yahudile-re haram kıldık ve içlerinden inkara sapanlara acı bir azap hazırla­dık). [Nisa/160-161]

Bu ayette, daha önce helal olan bir şeyin haram kılınmasının sebepleri zikredilmektedir. Zulüm, Allah yolundan insanları çevirmek ve faiz yemek bu değişimin sebepleridir. Bu ayette yalnızca helalden harama geçişin dina­mikleri, En'am/146'da ise nelerin haram kılındığı bildirilmiştir:

 (Yahudilere bütün tırnaklı hayvanla­rı haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe kansan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağla­rını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiği­miz cezadır. Biz elbette doğru söyleyeniz). lEn'am/146]

Nisa/l 60'da zikredilen yanlış davranışlar sebebiyle Allah aslında helal olan tırnaklı hayvanlardan elde edilen gıdaların bir kısmını yahudilere haram kılmış; böylece de, davranışlarının yanlışlığını ve zulümlerinin tahribatım gözler önüne sermiştir. Nahl/118'de bu haram kılmanın, yahudilerin kendile­rine yaptıkları haksızlığın karşılığı olduğu vurgulanmaktadır.

Demek ki, helal olan şeylerin yasaklanmasının sebebi, insanların yanlış davranışlarıdır.

İşte Hz. İsa, bu haram kılınan şeyleri tekrar helal kılmak için geldiğini söylemiştir. Hz. İsa gerçekleştireceği eğitimle, helal olduğu halde haram kı­lınmasına sebep olan yanlış davranışları ortadan kaldırdıktan sonra haramla­rı helal kılacaktı. Böylece, insanların davranışlarına göre hükümlerin değişe­ceği esası ortaya çıkmaktadır. Haramların helal kılınması için, İsrailoğulla-n'nın zulümden, insanları Allah yolundan çevirmekten ve faiz yemekten vaz­geçmeleri gerekiyordu. Davranışlarda meydana gelecek değişim, hükümler-deki değişimi meydana getirecektir ki bu, yanlış davranışlar devam ettikçe, haramların da devam edeceği anlamına gelir.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, Allah kullarına zulmetmek için ya­sak koymaz; kullarının sergiledikleri davranışlara göre yasak koyar. Mesela, yeryüzünde zina olmasaydı, dinde zina haddi de olmazdı.

Peki, Hz. Muhammed'ten sonra peygamber gelmeyeceğine göre, helal ebediyyen helal, haram da ebediyyen haram olarak mı kalacaktır?

Nisa/l60-16l'de zikri geçen davranışların veya değişimin dinamikleri sürdükçe, ilahî değerlendirmelerdeki değişim de başka tarz ve boyutta olmaktadır. Mesela, zulüm yapan insanların elinden iktidarı almak, zalim top­lumu çökertmek, sahip oldukları nimeti onlara yasaklamanın bir çeşididir. İn­sanları yoldan çıkarmak ve faiz yemek gibi davranışların neticesi de, sahip oldukları sosyal ve ekonomik nimetlerin ellerinden alınması şeklinde tecelli edebilir.

Başka bir ifadeyle, haram kılma metodu, mahrum bırakma şeklinde uygu­lanabilir. Zaten En'am/146 ayeti, haram kılmanın, mahrum bırakma olduğu­na işaret etmektedir.

3. (Size Rabbinizden bir ayet getirdim).

50. ayetin birinci bölümü 38. ayetle, bu bölümü ise 39. ayetteki mucize­lerle alakalı olabilir. Buradaki ayet kavramıyla, mucize kasdedilmiş olabilce-ği gibi, haramı helal kılan hüküm de kasdedilmiş olabilir. O zaman şu genel­lemeye varabiliriz:

Yahudilere haram kılınanların bazısının helal kılınması, Hz. İsa'nın değil, Allah'ın hükmü ile olacaktı. Ayet kelimesi mucize manasına alındığında, zor­luğundan ötürü alışılan şeylerin ancak mucize ile değiştirilebileceği anlaşılır. Demek ki, mucizelerin ve dindeki hükümlerin kaynağı Allah Teala'dır.

4. (Öyleyse Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bana tâbi olun).

Ayetin bu kısmında Allah'a ve peygambere karşı sergilenecek davranışın eğitimi verilmektedir.

Allah'a karşı takvalı olmak (sorumluluk bilinci duymak); peygambere tâ­bi olmak şeklinde tecelli eden bu emirlerle, kime karşı hangi davranışın ser­gileneceği öğretilmektedir. Eğitimde intibak faaliyetinin gerçekleştirilmesi, önemli bir aşamayı teşkil eder. Herkese aynı davranılamayacağı için, hangi ortamlarda ve kimlere nasıl davranılacağı hakkında eğitim şarttır. Çünkü in­tibak faaliyetindeki başarı, alınan eğitimin başarısıyla orantılıdır.

Ayette, haramların helal kılınmasının, Allah'tan gelen mucizeye inanma­ya, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmaya ve peygambere uymaya bağlı olduğu vurgulandığına göre, insanlarda Allah'a karşı sorumluluk bilin­ci uyandınlmadıkça, peygambere tâbi olmanın önemi öğretilmedikçe, değiş­tirilen hükümlerin benimsenmesi zora girecektir. O nedenle, değişimin altya­pısı önceden oluşturulmalıdır. [116]

 

Doğru Yol Tevhiddir:

 

57. Kuşkusuz Allah, benim de rabbim, sizin de rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk edin. Bu doğru bir yoldur.

Fatiha/6'da sırât-ı müstakim (doğru yol) ifadesini açıklamıştık. Bu ayette ise, doğru yol, Hz. İsa'nın diliyle tanımlanmaktadır:

1. (Kuşkusuz Allah, benim de rabbim sizin de rabbinizdir).

Ayetin bu bölümünde Hz. İsa Allah'ı rab sıfatıyla tanıtmaktadır. Fati-ha/2'de rab sıfatının yaratma, terbiye edip büyütme ve hidayete erdirme ma­nalarına geldiğini söylemiş, ayrıntılı izahat vermiştik.

Bu sıfat hahklık (yaratıcılık) ile hadilik (yol göstericilik) sıfatını kapsamı­na aldığından, Hz. İsa Allah Teala'yı bu sıfatıyla tanıtma yoluna gitmiştir.

Allah benim de rabbimdir ifadesiyle Hz. İsa, dönemindeki insanların Al­lah'ı rab edinmediklerine işaret etmektedir. Hatta kendisinden sonra bazı hristiyanlar İsa'yı da tannlaştırmışlardır; bu durum günümüzde de devam etmektedir. İsa, Allah benim rabbimdir sözüyle, şirki ortadan kaldırmak is­temiştir.

Sizin de Rabbinizdir sözüyle Hz. İsa, rablığın kendisine değil, Allah'a ait olduğunu vurgulamaktadır. Her iki ifadede de tevhid vurgulanmakta, şirk dışlanmakta; Allah'ın ne olduğu ortaya konularak ne olmadığı anlatılmak­tadır.

Öyle görünüyor ki Hz. İsa, kendisini rab edinecekleri endişesini taşıdığı için Allah benim de sizin de rabbinizdir demiştir.

Allah'ı alemlerin rabbi olarak kabul etmek, doğru yolun ta kendisidir.

Hz. İsa, İşte doğru yol budur diyerek, doğru yolu tanımlamıştır. Bunun anlamı şudur:

Tevhid inancına sahip olmayan, doğru yolda sayılmaz. Doğru yolun baş­langıç noktası, tevhid inancıdır. Din eğitiminin en önemli amacı, insanlara tevhid inancını aşılamaktır. [117]

 

Farkı Ortaya Çıkarmanın Yolu Soru Sormaktır:

 

 

52. İsa, onların hakikati inkar ettiklerinin farkına varınca, "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?" dîye sordu. Havariler, "Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Al­lah'a inandık; şahit ol ki biz müslümanlarız" cevabını ver­diler.

Ayetin analiziyle birlikte kavramlarını da açıklamayı uygun buluyoruz. [118]

 

1. (İsa onların hakikati inkar ettiklerinin farkına varın­ca...)

Ayetin bu bölümündeki (ehasse) kelimesi lügatte, bir şeyi iyice bil­mek, acıyıp merhamet etmek, şefkat göstermek, kesin olarak bilmek, duyu organlarıyla kavramak, sezmek manalarına gelmektedir.

 

Ehasse Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1) Öldürmek

Âl-i İmran/152'de bu kelime (tehussûne) kalıbından çoğul olarak gelmiş olup "öldürmek/yoketmek/kökünü kazımak" anlamını ifade etmekte­dir; ki düşmanını öldürüp hissiz bıraktığı için, öldürme yerine bu kelime kul­lanılmaktadır.

2) Araştırmak

Yusuf suresinde emir kalıbında yer almakta ve araştırmak anlamına gel­mektedir:

(Ey oğullarım! Gidin de Yusuf u ve kardeşlerini iyice araştırın). [Yusuf/87]

3) Uğultu

Enbiya suresinde (hasîs) kalıbında yer almaktadır:

(Bunlar cehennemin uğultusunu duymazlar). [Enbi­ya/102]

4) Hissetmek

Meryem suresinde bir şeyin varlığını hissetmek anlamında geçmektedir:

(Çünkü onlardan önce gelip geçen nice ku­şaklan yok ettik; onlardan her hangi birinin varlığını hissediyor ya­hut onların gizli bir sesini işitiyor musun?) [Meryem/98]

Enbiya suresinde, gelmekte olan bir oluşumu hissetmek, yani farkına var­mak manasında kullanılmaktadır:

(Azabımızı hissettiklerinde, bir de bakarsın ki oralardan kaçıyorlar). [Enbiya/12]

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/52'de, hissetmek, duymak, farkına varmak, kesin olarak bilmek anlamını ifade etmektedir. Ayetin birin­ci bölümüne dönersek şu gerçeği yakalayabiliriz: Hz. İsa ilahî mesajı halkı­na tebliğ edip mucizelerini gösterdiğinde, tepkilerinden iman etmeyecekleri­ni kesin olarak anladı. Yani, onların gösterdiği tepkinin arka planında inkar psikolojisinin bulunduğunu ve psikoloji ile davranış arasında bir sebep-sonuç ilişkisinin var olduğunu bildi. Davranışlar kendiliklerinden ortaya çıkmazlar, onların sebebi insanın psikolojisinde aranmalı; çünkü davranışları yöneten insanın iç alemidir.

2. (Kim Allah yolunda bana yardım edecek?)

Hz. İsa bu soruyla, onlarda hissettiği inkarı ortaya çıkarmak ve gerçekten inananları tesbit etmek istemiştir. Soru sormadıkça, yani imtihan etmedikçe farklar ortaya çıkmaz. İnsanların inkarı kesin olarak hissedilse bile, denen-medikçe onlara kafir demek doğru olmaz. Hz. İsa, Allah'a giden yolda hal­kından yardım istediğine göre, bir peygamberin kendi yoluna değil, Allah'ın yoluna davet etmesi, Allah'ın yolu için yardım istemesi gerektiği anlaşılmak­tadır. Bir peygamberin tek başına Allah'a giden yolu işler hale getirmesi, insanların hayatına sokması, insanların beyin, gönül ve nefislerini oraya yön­lendirmesi zordur. Çünkü Allah'a giden yola engeller koyan, o yolun işler ha­le gelmesini istemeyen kimseler ve o yola intibak edemediği için düşman olanlar vardır. Bu engelleri aşmak veya devre dışı bırakmak için iman dolu gönüllere sahip şahsiyetlere ihtiyaç vardır. İşte Hz. İsa böyle kişileri aradığı için bu soruyu sormuştur.

Diğer taraftan Allah'a giden yolda peygambere yardım etmek, imanın is-batıdır.

3. (Havariler şöyle dedi: "Biz Allah yolunda senin yardımcıların olacağız. Allah'a inandık. Sen de şahit ol, biz O'na teslim olmuşuz").

(havari) kelimesinin (ıavr=bembeyaz) kelimesinden geldiğini söyleyenler vardır. Beyazlığından dolayı una da havr denir. Elbiseyi temizle­yip bembeyaz yapma eylemi de bu kelime ile ifade edilir. İnsanlar için kul­lanılınca, peygamberleri tasdik eden, onlara yardım etmekte samimi, ihlaslı olan seçkin ve yakın dostlar anlamına gelir.

Razi'nin verdiği bu manalardan psikolojik boyutlu olanını, yani kişinin iç aleminde (düşüncesinde, niyet ve imanında) leke bulunmaması manasını da­ha uygun buluyoruz. Yardım etmeleri, Allah'a inanıp O'na teslim olmaları, bu beyazlığın ne anlama geldiğine işaret etmektedir.

Hz. İsa'nın onlara sorduğu sorunun ve onların verdiği cevabın bize nakle­dilmesinin sebebini de Saf suresinde bulabiliriz:

(Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa havarilere, "Allah'a giden yolda benim yardımcı­larım kimdir?" demişti. Havariler de, "Allah (yolunun) yardımcıla­rı biziz" demişlerdi. İsrailoğullan'ndan bir zümre inanmış, bir züm­re de inkar etmişti. Nihayet biz onları, düşmanlarına karşı destekle­dik. Böylece üstün geldiler). [Saf/14]

Allah, havarilerin Allah yolunda Hz. İsa'ya yardım ettikleri gibi, müslü-manlann da Hz. Muhammed'e yardım etmelerini, havarilerin örnek alınma­sını istemekte ve bunun bir süreç olduğunu beyan etmektedir.

Diğer taraftan Allah'a giden yolda peygambere yardımda bulunmanın, Allah'ın yardımım celbedeceğine de işaret edilmektedir. Allah'ın yardımını is­teyenler, O'nun yoluna/dinine yardım etmelidir. Yardıma karşı yardım, ilahî bir kanundur:

 (Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederse­niz O da size yardım eder). [Muhammed/7]

Allah'ın yolunun ne olduğunu Fatiha/6'da açıklamıştık. Ama buradaki muhteva içerisinde Allah'ın yolunun, Yalnız Allah'a kulluk edin [Âl-i İm-ran/51] emrinden anlaşıldığı üzere, "tevhid inancı" olduğunu söyleyebiliriz. Tevhid inancını yaymaya çalışan ve yardımda bulunanlar, Allah'ın yoluna yardım etmiş olurlar. Tevhid ağacını dikenler, sulayıp geliştirenler, Allah'ın yardımına layık olurlar. [119]

 

Havarilerin Duası:

 

53. "Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve peygambere uyduk. Şimdi bizi şahitlerden yaz" dediler. [120]

 

Havarilerin Eylemleri:

 

Havariler, iki eylem gerçekleştirmişlerdir: 1. Allah'ın indirdiğine inanmak

Allah'ın indirdiğine inanmak, Allah'ın indirdiğinden başkasını dışlamak­ta; yani beşerî din ve felsefelerin iman alanına giremeyeceğim vurgulamak­tadır. İnanılacak tek kitap (vahiy ve mesaj) Allah'ın indirdiğidir. Allah'ın bir­liğine inanmak, mesajının tekliğine inanmaya götürmektedir.

Duanın bu kısmı gönlün eylemi olan imana dikkat çekmekte ve bunun sonsuza uzanan bir süreç olduğunu vurgulamaktadır. Maide/83'te, bu iman­dan önce Allah'ın indirdiğini dinlemek ve gerçeği tanımak eylemlerinin yer aldığı görülür. "Dinlemek, anlamak ve iman etmek" şeklinde formüle edeceğimiz bu eylemler dizisi, sağlam imanın nelere dayandığını açıklamaktadır.

2. Peygambere uymak

Allah'ın indirdiğine inanmak, doğal olarak o mesajı getirene uymayı ge­rektirir. Buradaki uyma, peygambere inanmayı da kapsamaktadır. Bunu şu şekilde kalıba dökebiliriz: Müslüman Allah'a kulluk eder, Allah'ın indirdiği­ne inanır, elçisine tâbi olur. Allah'ın indirdiğine inanıp, peygamberini dışla­mak mümkün değildir. [121]

 

Havarilerin Dilekleri:

 

Havariler, Allah'ın indirdiğine inanmaları ve peygambere uymaları nede­niyle Allah'tan şu dilekte bulunuyorlar:

3. (Bizi şahitlerden yaz).

Havariler indirilene iman ve peygambere olan bağlılıklarını ilan ettikten sonra Allah'tan kendilerini şahitlerden yazmasını istemişlerdir.

Şahitler ifadesiyle kimlerin kasdedildiği ise şu ayetlerden anlaşılmaktadır: iy'fa^L (Allah ile melekler, hak ve adaleti gözeten ilim sahipleri O'ndan başka tanrı olmadığına şahittir). [Âl-i İmran/86]

• İçinde amellerin kaydedildiği illiyyin denen kitabı görecek olan Allah'a yakın kullar. [Mutaffifin/19-21]

  Şahit olarak gönderilen peygamberler. [Fetih/8]

• Allah'ın nimetlendirdiği kişiler. [Nisa/69]

• Allah adına şahitlik edenler. [Nisa/135]

• Adaleti ayakta tutanlar. [Maide/8]

İşte havariler Allah'tan bunlarla beraber yazılmalarını, onların aralarına dahil edilmelerini istemişlerdir. Havarilerin bu duayı nereden öğrendiklerini de Maide suresinde bulmaktayız:

(Hani havarilere, "Bana ve peygamberime iman edin" diye ilham etmiştim. Onlar da, "İman et­tik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler olduğumuza şahit ol" de­mişlerdi). [Maide/111]

Görüldüğü gibi Allah kendine ve peygamberine inanmalarını ilham ettikten sonra havariler bu duayı yapmışlardır. Duanın alt yapısını Allah'ın ilhamı oluşturmuştur.

Havarilerin duasının Kur'an'da zikredilmesinin sebebi, müslümanlann da aynı şekilde dua etmelerinin öngörülmesidir. Daha ileri bir bakış açısıyla di­yebiliriz ki, bu şekilde dua etmek, evrensel bir öneme ve her çağın insanını ilgilendiren bir boyuta sahiptir. Kişinin geçici ihtiyaçlarını yansıtan dualar kalıcı olamaz; ama bazı dualar evrensel bir nitelik taşır. Havarilerin duası da onlardan biridir. [122]

 

Tuzağa Karşı Tuzak:

 

54. İnanmayanlar İsa'ya tuzak kurdular; ama Allah onla­rın tuzaklarını boşa çıkardı. Çünkü Allah, tuzak kuranla­rın tümünün üstündedir. [123]

 

İnanmayanlar Kimlerdir?

 

1. İnanmayanlar

Ayetteki inanmayanlar ifadesiyle Keşşaf, Hazin ve Nesefi'ye göre, İsra-iloğullan'mn kafirleri, İbn Abbas ve Kadı Beydavi'ye göre yahudilerin kafir­leri kasdedilmiştir ki netice itibariyle aynı kimselerdir. [124]

 

İsa'ya Kurulan Tuzak:

 

2. (İsa'ya tuzak kurdular).

Hz. İsa'ya nasıl tuzak kurduklarım ele almadan önce, ayette geçen (mekr) kelimesinin açıklanması gerekir: Yüklem halinde mekr aldatmak, ya­lan söylemek, saptırmak, hile yapmak, dolandırmak, oyun yapmak, isim ha­linde şeytan, hilekar, desise, kurnazlık, oyun, manalarına gelmektedir. Razi bu ayetin tefsirinde, kelimenin asıl manasının, gizlice ve karanlıkta fesat çıkarmaya çalışmak, bir şeyin toplanması ve sağlam yapılması olduğunu ifade etmiştir. Kur'an'da bu kelimenin çeşitli ayetlerde, farklı manalarına şahit olu­yoruz. [125]

 

Mekr Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları:

 

1) Düzen

Ra'd suresinde mekr, kötü, zındıkça düzen anlamına gelmektedir:

(Bunlardan önce ya­şayanlar da zındıkça düzenler tasarladılar, fakat en ince ve mahira-ne düzen bütünüyle -herkesin neyi hak ettiğini bilen- Allah'a aittir, nitekim inkarcılar geleceğin kime ait olduğunu yakında görüp öğre­necekler). [Ra'd/42]

Ayetin birinci bölümünde yar alan düzen, kafirlerin kurduğu kötü ve zın­dıkça düzeni ifade ederken, ikinci bölümünde -Allah ile ilgili olduğundan-mahirane veya ince düzen anlamına gelmektedir.

2) Hile

(Onlardan önce gelip geçenler de bir takım hileler kur­muşlardı). [Nahl/26]

Yusuf/102'de de, Hz. Yusuf a karşı kardeşlerinin düzenlediği palana, 'hi­le' manası verilebilir.

3) Tuzak

(Firavun, "Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi?" dedi. Bakın bu sizin yaptığınız sinsice ha­zırlanmış bir tuzak). [A'raf/123]

Aynı şekilde Neml/50, Mü'min/45, Nuh/22, Enfal/30'da da tuzak anlamı­na gelmektedir.

A'raf/123'te Firavun tarafından, yandaşlarından beklemediği bir davranış tuzak olarak değerlendirilmektedir. Peygamberlere karşı düzenlenen entrika­ların bir beklenti tarafı olduğu için başka manalar vermek mümkündür.

4) Oyun

(Onlar yine de, çürük ve asılsız tasarımlara da­yanan oyunlarını oynamaya devam etmekteler; oysa onların bütün oyunları, bütün düzenleri Allah'ın bilgisi içindedir). [İbrahim/46]

Ayette kendilerine tarihi olgular anlatılarak doğru yola girmeleri istenen­lerin, bu uyarıya uymamalarına ve toplumda bozgunculuk çıkarmak için asıl­sız, kötü ve zararlı oyunlar oynamalarına dikkat çekilmektedir.

5) Plan

Nahl suresinde, kötülük kavramıyla beraber zikredilen yüklem hali, kötü planlar kurmak anlamına gelmektedir:

±&&$0 (Peki öyleyse, şu kötü planlan yapan kimseler...) [Nahl/45]

"Kötü düzenler kuranlar" manası da verilebilirse de, 'plan' anlamı daha uygun düşmektedir.

6) Tasan

(Ve ne zaman kendile­rine darlık dokunduktan sonra insanlara rahmetimizden biraz tattırsak, hemen ayetlerimiz hakkında asılsız iddialar tasarlamaya başlarlar. De ki: "İnce tasanmda, Allah sizden daha tezdir. Dikkat edin! Bizim elçi­lerimiz tasarlayıp durduğunuz her şeyi kaydediyorlar"). [Yunus/21]

Bu ayette tasarlamak, planlamak anlamına gelmektedir. Allah'ın ayetleri­ne karşı olunca, asılsız iddialarda bulunmayı, asılsız iddialar ileri sürmeyi; Allah için kullanılınca karşıt tasanmlarda bulunmayı ifade etmektedir.

7) Entrika

En'am suresinde "hile ve entrika" anlamına gelmektedir:

(Ve işte böylece her ülke­nin önde gelenlerini, hile ve entrika peşinde koşan suçlular durumu­na sokanz, ama çevirdikleri entrikalar yalnız kendi aleyhlerine olur ve onu da anlamazlar). [En'am/123]

8) Dedikodu

Yusuf suresinde, kötü konuşma (dedikodu) manasını ifade etmektedir: (Kadınlann bu kötü konuşmalanm işitince...) [Yûsuf/31]

Şehirdeki kadınların, Aziz'in karısı hakkındaki dedikoduları mekr kelime­siyle ifade edilmiştir.

Şimdi Hz. İsa'ya nasıl tuzak kurmaya çalıştıklarını ele alabiliriz: İlk önce Hz. İsa'yı öldürmek için tuzak kurmuşlardı. Bu tuzağa Nisa suresinde işaret edilmektedir:

(Ve Allah elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük demeleri yüzünden...) [Nisa/157]

Ayetin devamında, Allah'ın onların bu tuzağını boşa çıkardığı ve onu öl-düremedikleri beyan edilmektedir. Yahudilerin, "Meryem oğlu İsa'yı öldür­dük" demeleri, dedikodudan başka birşey değildir.

Yahudilerin Hz. İsa hakkında şüpheye düşmeleri de, onların bir hilesiydi. Meryem suresinde şöyle buyuruluyor:

(İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğ­lu İsa, hak söz olarak budur). [Meryem/34]

Hz. İsa'nın doğumu konusunda ortaya attıkları şüpheler, onların mekrini ifade etmektedir. Bu anlamda mekr, dedikodu ve kötü laflar uydurmak anla­mına gelmektedir:

(Meryem'e büyük bir iftira atmalarından...) [Nisa/156]

Annesine attıkları iftiralar, Hz. İsa'ya şüphe olarak yansıyor veya şüpheye

dönüşüyordu. Hz. İsa'nın gayr-i meşru olduğunu iddia etmeleri de bir mekr'dir.

Hz. İsa hakkında ihtilafa düşmeleri:

(Fakat aralarından çıkan gruplar farklı görüşler sa­vunmaya başladılar). [Zuhruf/65]

(Sonra gruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler). [Meryem/37]

Hz. İsa hakkında ayrılığa düşenlerin bir kısmı ona Allah'ın oğlu dediler [Meryem/35, Tevbe/30].

Bazıları onu gayr-i meşru bir çocuk olarak görürken, bazıları da Allah'ın oğlu olarak görüyorlardı [Meryem/27-29]. İşte Âl-i İmran/54 ayeti, bu sahte iddiaları onların uydurduğuna işaret etmektedir.

3. (Allah onların tuzaklarını bozdu).

Hz. İsa'yı öldürmek üzere kurdukları tuzağı Allah boşa çıkardı. Allah'ın mekr yapması, kurulan tuzakları boşa çıkarması, yapılan teşebbüsleri akamete uğrat-masıdır. iiii (Onlara öyle zannettirildi/Sadece onlara öyle olmuş gibi göründü) [Nisa/157] ifadesi, onların tuzağının nasıl boşa çıkarıldığına işaret etmektedir.

(Hayır, Allah onu kendi katına yüceltti) [Nisa/158] ifadesi ise, Al­lah'ın İsa'yı onların entrikasından kurtardığını ve İsa'nın tabii bir ölümle öldüğü­nü ifade etmektedir. Âl-i İmran/55'de açıklanacağı gibi, Hz. İsa öldükten sonra Allah onu kendisine yüceltmiştir. Nisa/l 58'de bu yüceltme, Allah'ın İsa'yı kur­tarması veya onların tuzaklarını boşa çıkarması olarak takdim edilmektedir.

4. (Allah, tuzak kuranların tümünün üstündedir).

Allah Teala, yolunu tıkamak isteyen, arzularına ters düştüğü için gönderdi­ği vahye karşı koyan ve bu olumsuz tepkilerini eyleme dönüştürmek isteyen­lerin teşebbüsünü boşa çıkarmak için müdahalelerde bulunmuştur. Peygam­berler tarihinde bu müdahele çeşitli şekillerde görülmektedir. Nuh tufanı, Hz. İbrahim'in atıldığı ateşin söndürülmesi, Firavun'un denizde boğulması gibi olaylar, hakikate karşı kurulan tuzakların boşa çıkarılmasının örnekleridir.

Bu olaylar, Allah'ın her zaman tuzak kuranların üstünde olduğunu ve on­ları mağlup ettiğini göstermektedir. Hak ile batılın çatışması kıyamete kadar devam edecek, hakikati savunanlara karşı her zaman tuzak kurulacak ve Al­lah kurulan tuzakları bozacaktır.

Hakkı savunan ve Allah'ın dininin ayakta kalması için gayret gösteren kim­selerin, karşılaştıkları tuzaklardan, engellerden, hile ve düzenlerden yılmama-lan için Allah moral vermekte ve onların yanında olduğunu bildirmektedir. [126]

 

Hz. İsa'nın Vefatı Ve Yükseltilmesi:

 

55. Allah buyurmuştu ki: "Ey Isa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkar edenlerden arındı­racağım ve sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden üs­tün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o za­man ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim".

Ayetin analizini yaparak Hz. îsa hakkındaki hurafeleri, asılsız iddiaları Kur'an'ın ışığında ele almaya çalışacağız. [127]

 

A. Hz. İsa Eceliyle Mi Öldü?

 

Kültürümüde Hz. İsa'nın ruh ve bedeniyle Allah katına çıktığı inancı ha­kimdir. Bu inancın doğruluk derecesini -mihenk taşı olan Kur'an'a vurarak-tesbit etmeye çalışalım.

(Ey İsa! Seni vefat ettireceğim).

Ayetin bu kısmı hakkında Razi'nin ve Elmahlı Hamdi Yazır'ın uzun açık­lamalarına bakılabilir. Ancak bu açıklamaların çoğunun Kur'an'a ters düştü­ğü de bir gerçektir. Ayetin bu kısmının eksen kavramı olan {teveffî) ke­limesinin kökü vefa olup sözünü yerine getirmek, birine hakkını tamamen vermek, tam ölçmek, ecel gelip kişinin ölmesi, teveffa kalıbında alınınca, Al­lah'ın kişinin ruhunu alması, öldürmesi manasına gelmektedir. Yaşamak, bir şeyi tam ve noksansız almak manasına da gelen bu kelime Kur'an'da şu ma­nalarda geçmektedir: [128]

 

Teveffî Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Ahdine vefa göstermek

Necm/37'de {vejfâ) kalıbıyla yer alan kelime, güvene layık olmak an­lamına gelmektedir. Bu durumda sözkonusu ibareye, "Her türlü güvene layık olan İbrahim'e" yahut "Ahdinde duran İbrahim'e" manası verilebilir.

2. Hesabını eksiksiz görmek

(Yanında Allah'ı hazır ve nazır olarak bulur; Allah ise, onun hesabını tastamam görür). [Nur/39]

Kelime bu ayette, hesap kelimesiyle az da olsa farklı bir mana kazanmak­tadır.

3. Ödemek

(Dünya hayatını ve onun görke­mini, zenginliğini isteyenlere gelince, onlara bu (hayatta) yapıp et­tiklerinin karşılığını tam olarak ödeyeceğiz ve onlar orada hak ettik­lerinden asla yoksun bırakılmayacaklar). [Hud/15]

Ayetteki (nüveffi) kelimesi, tastamam ödemek anlamına gelmektedir.

4. Ölçmek

(Görmüyor musunuz tartıyı tam tuttum). [Yusuf/59] Hz. Yusuf un, ölçeği tam doldurması i\ (m/F) kelimesiyle ifade edilmektedir.

5. Yerine getirmek

Hac suresinde adağını yerine getirme anlamını ifade etmektedir:

(Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine ge­tirsinler). [Hac/29]

Vefa emri, nezirle bir araya gelince, adağım yerine getirme anlamını ka­zanmaktadır.

6  Sadık kalmak

(Antlaşmalara sadık kalın) [Maide/1] ifadesinde bu kelime -emir kalıbıyla- antlaşmaların yerine getirilmesi, onlara sadık kalınması anlamına gelmektedir.

7. Alıp götürmek

(Ölüm onları alıp götürünceye kadar...) [Nisa/15] ifadesindeki teveffa kalıbı -özne ölüm olduğunda- ölümün alıp götürmesi anlamına gel­mektedir.

8. Hakkını istemek

(Onlar insanlardan haklarını eksiksiz isterler). [Mutaffifin/2]

 (vefâ) fiili, altı harfli bir yüklem haline gelince, hakkını eksiksiz iste­mek anlamına gelmektedir. Mutaffifler, malı eksiksiz alıp eksik satanlardır.

9. Ölmek

(İçinizden biri ölür...) [Bakara/234] ifadesinde kelime, kişinin ece­li ile ölmesi anlamına gelir.

10. Canını almak

(Melekler, kendi kendilerine zulmeden kimselere -canlarını alırken- soracaklar). [Nisa/97]

Azrail tarafından insanın canını alma anma dikkat çekilen bu ayette vefa fiilinin teveffa kalıbı kullanılmaktadır.

Maide/117 ve Zümer/42'de de aynı anlama gelmektedir. Yorumunu yap­makta olduğumuz Âl-i İmran/55'de de canını almak, öldürmek, vefat ettir­mek manasını ifade etmektedir.

Ahde vefa göstermek, hesabı eksiksiz ödemek, ödeme yapmak, ölçüyü tam yapmak, adağı yerine getirmek, antlaşmaya sadık kalmak, bu eylemler-deki eksiklikleri, yanlışlıklan ortadan kaldıracağı için, onları öldürmektedir. Bu eylemler, zıt eylemleri öldürdükleri için bu manaları almaktadır.

Ahde vefa vefasızlığın, hesabını eksiksiz ödemek eksikliğin, tam ödemek tam ödememenin, ölçüyü tam yapmak ölçüde eksikliğin, adağı yerine getir­mek adağı yerine getirmemenin, antlaşmaya sadakat sadakatsizliğin canını almaktadır. Hud/114 ayetinde belirtildiği üzere, iyi eylemler kötü eylemleri giderir. Demek ki, iyilikler kötülükleri öldürdüğü/yok ettiği için vefat kavra­mı ile ifade edilmektedirler.

Dünyada gurbette olan insanı sılaya yani Rabbine götürdüğü, gurbet ha­yatına son verdiği, hapiste olan ruhu bedenden ayırdığı, ruh-beden ilişkisine son verdiği, bedenden ayırmak suretiyle ruhun önündeki engelleri kaldırdığı, ruh emanetini sahibine iade ettiği için ölüme vefat denmiştir.

Demek ki, Hz. İsa'nm canı Allah tarafından alınmış, yani eceli ile ölmüş­tür. Bunu teyit eden başka ayetler de vardır. îsa, Allah'ın insanlara şirk koş­mayı emredip emretmediğini sorması üzerine şöyle demiştir:

(Ama sen beni vefat ettirince onların koruyucusu yalnız sen oldun). [Maide/117]

Maide/116-117 ayetlerinden, İsa'nın öldüğü ve öldükten sonra sorguya çe­kildiği anlaşılmaktadır. Hatta Allah tarafından vefat ettirildiğini bizzat Hz. İsa söylemektedir.

Bu ayetlerde kullanılan geçmiş zaman kalıbı nedeniyle, sorgu ve cevabın gelecekte olacağını söyleyenler olabilir. Kur'an'da ahiretle ilgili bazı konu­larda geçmiş zaman fiillerinin kullanıldığı doğrudur. Ama Yüce Allah bu ayetlerde, Hz. İsa'nın nasıl cevap verdiğini de beyan etmektedir. Dolayısıyla İsa'nın verdiği cevap, ölümden hemen sonra sorulan sualin cevabıdır.

Yine Hz. İsa şöyle demektedir:

(Bunun içindir ki doğduğum gün, ölece­ğim gün ve dirileceğim gün esenlik banadır). [Meryem /33]

Ayette, hayatının üç dönüm noktası zikredilen İsa'nın, dünyaya tekrar ge­leceğinden, beden ve ruh ile Allah katına çıktığından bahsedilmemekte; do­ğum, ölüm ve ahirette tekrar dirilme anlarına işaret edilmektedir.

Buradaki ölümün, beden ve ruh ile Allah'a yükselip daha sonra dünyaya geldikten sonra gerçekleşeceği de söylenemez; zira Meryem/l 5 'te aynı şey­ler Hz. Yahya için de söylenmektedir:

(Doğduğu gün, öleceği gün ve dirileceği gün ona selam olsun). [Meryem/15]

Doğum, ölüm ve tekrar dirilme olguları Hz. Yahya için de söylendiği hal­de, onun tekrar dünyaya gelmesinden niçin bahsedilmemektedir? Seni vefat ettireceğim [Âl-i İmran/55], Beni vefat ettirince... [Maide/117] ve Doğduğum gün, öleceğim gün ve tekrar dirileceğim gün... [Meryem/33] ifadeleri, Hz. İsa'nın öldüğüne delil teşkil etmektedir. Demek ki Hz. İsa yahudiler tarafın­dan öldürülmedi, eceliyle öldü: Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar, sa­dece onlara öyle olmuş gibi göründü [Nisa/157] ifadesi, İsa'nın insanlar ta­rafından öldürülmediğini göstermektedir. [129]

 

B. Hz. İsa Tekrar Dünyaya Gelecek Mi?

 

Zuhruf/61 ayetini yanlış yorumlayanlar ve Hz. İsa'nın geleceği ile ilgili uydurma hadislere itibar edenler onun dünyaya tekrar geleceğini söylemek­tedirler. Bu inancın yanlışlığını göstermek için sözkonusu ayeti inceleyelim:

(Muhakkak ki o, kıyamet saatinin gelmekte olduğuna ait bir ilimdir; artık o saat hakkında asla şüphe etmeyin ve bana uyun; doğru yol budur). [Zuhruf/61]

Ayette bulunan (ve innehû) ifadesindeki hû zamiri İsa'ya mı, Kur'an'a mı gitmektedir? Keşşaf, Razi, Kadı Beydavi, Hazin, Nesefi, İbn Abbas bu za­mirin Hz. İsa'ya gittiğini söylerken, Katade, Hasan Basri ve Said b. Cubeyr gibi bilginler[130] zamirin Kur'an'a gittiğini söylemişlerdir.

Çağdaş mütercimlerden A. Yusuf Ali zamiri Hz. İsa'ya, Muhammed Esed ve Bekir Sadak ise Kur'an'a göndermektedirler. Süleyman Ateş'in açıklamalından da zamirin Hz. İsa'ya gittiği görüşüne taraftar olduğu anla­şılmaktadır.

Zuhruf/57-61 arasındaki bölümün ana konusu, Hz. İsa ilgili lüzumsuz tar­tışmalardır. 59. ayette, Hz. İsa'ya peygamberlik verildiği ve İsrailoğullan'na örnek kılındığı ifade edilmektedir. 61. ayette bulunan '& (ve innehû) ifade­sindeki zamirin Hz. İsa'ya gittiğini kabul edecek olursak, şöyle diyebiliriz: İsa'nın kıyametin alameti olması, -kıyametten önce dünyaya tekrar gelme­siyle ilgili değil- babasız doğmasıyla ilgilidir. Zuhruf/63 ayeti incelenirse, bunun böyle olduğu anlaşılır.

Muhammed Esed'in Zuhruf/61 ayetine verdiği manadan hareket edersek şöyle bir genellemeye varabiliriz: Kur'an, kıyametin kopacağını bildiren bir bilgidir, bir araçtır veya bir işarettir. Ayetin devamında kıyametten şüphe edilmemesi, Hz. Peygamber'e uyulması gerektiğinden söz edilmesi, başında­ki hu zamirinin Kur'an'la alakalı olup Kur'an'ın kıyametin kopacağına bildi­ren bir ilim olduğuna delil teşkil eder.

(Elbette o, kıyamet saatinin geleceğini bildiren bir ilimdir) [Zuh­ruf/61] ifadesi, Kur'an'ın görevlerinden birinin, insanlara kıyametin kopaca­ğı bilgisini öğretmek ve onları buna inandırmak olduğunu gösterir. Böyle bir bilgiyi ortaya koymak ve ona inanılmasını temin etmek beşerî düşünce için mümkün değildir; çünkü felsefenin kıyamet hakkında fikir beyan etmesi do­ğasına aykırıdır.

İlahî vahyin dünyanın sonlu olduğunu ve bir ahiret hayatının bulunduğu­nu söylemesi doğası gereğidir. Bunu söylemeyen bir öğreti, vahiy olamaz. [131]

 

C. Hz. İsa Öldükten Sonra Allah Katına Nasıl Yükselmiştir?

 

(Seni vefat ettireceğim ve seni nezdime yükselteceğim) [Âl-i İmran/55] ifadesi, İsa'nın ruh ve bedeniyle Allah katına yükselmediğini gös­terir. (Seni nezdime yükselteceğim) ifadesinde, bunun ruh ve bedenle olacağına dair herhangi bir işaret yoktur. A'raf/176'da, insanın ayetlerle yük­seltilmesinden söz edilirken, aynı kelime kullanılmaktadır. Hz. İsa'nın Al­lah'a yükselmesi, ruhunun Allah'a dönmesidir. Yüce Allah, Her can ölümü ta­dacaktır; sonunda bize döndürüleceksiniz [Ankebut/57] buyurmaktadır.

Buradaki dönme ile yükselmenin aynı manaya geldiği açıktır. Ölen insa­nın ruhu Allah'a dönüyor, yani yükseliyor. Hz. İsa'nın ruhu da Allah'a yüksel­miştir. Seni vefat ettireceğim ve nezdime yükselteceğim ifadesinden, Hz. İsa'nın öldüğü ve öldükten sonra Allah'a yükseldiği anlaşılmalıdır. İsa'nın Al­lah'a yükselmesini, fizikî değil manevî manada anlamak gerekir. Irak'tan Şam'a giderken Hz. İbrahim'in, Ben Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek [Saffat/99] dediği ifade edilmektedir ki bu gidişin, fizikî anlamda değil, manevî anlamda olduğu gayet açıktır.

Allah mekandan münezzeh olduğuna göre, O'na gitmenin, O'na yüksel­menin manevî bir anlam taşıması gayet doğaldır. Bize şah damarımızdan da­ha yakın olan Allah'a [Zariyat/16] gitmenin veya yükselmenin maddî anlam­da olmadığını kabul etmek zorundayız. Nerede olursanız olun O sizinle be­raberdir [Hadid/4] buyuran Allah'a gitmenin veya yükselmenin manevî ola­cağı tartışmasız bir gerçektir. [132]

 

D. Hz. İsa İnkar Edenlerden Arındırılmıştır:

 

(Seni inkar edenlerden arındıracağım).

Ayetin bu kısmı Allah'a yükselmenin ne anlama geldiğini de açıklamakta­dır. İnkarcıların entrikalarından, pisliğinden İsa'yı uzaklaştırması, onu temiz­lemesi demektir. Allah inanmayanların üstüne böyle murdarlık verir [En'am/125] ayetine göre, inanmayanlar murdardır/pistir. Onlar pisliklerini diğer insanlara bulaştırmak isterler. Yüce Allah Hz. İsa'yı onların bu pisliğin­den uzak tutarak temiz kalmasını temin etmiştir.

Maide/157 ayetine göre kafirler Hz. İsa'yı öldürmek istemiş ve bu isteklerini gerçekleştirmek için de tuzak kurmuşlardır. Yüce Allah İsa'yı, kafirle­rin kurduğu bu tuzaktan -ki Allah buna murdarlık/pislik demektedir- kurta­rınca, onu kafirlerden temizlemiş oldu. Haksız yere birini öldürmeye teşeb­büs etmek sosyal bir kirliliktir. Allah kafirlerin bu kirinden Hz. İsa'yı anndır-mıştır. Bu durumda Allah'ın arındırmasını/temizlemesini, kurtarması anlamı­na alabiliriz. [133]

 

E. Hz. İsa'ya Uyanlar Kıyamete Kadar Kafirlerden Üstün Olacaktır:

 

(Sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım).

Ayetin bu kısmından şu sonuçlan çıkarabiliriz:

a. Bir peygambere tâbi olmak için onunla aynı dönemde yaşamış olmak gerekmez.

b. Bir peygambere uyanlar manen üstündür.

Hz. İsa Allah katında yücelik ve şerefe sahip olduğuna göre, ona tâbi olan­lar da şeref bakımından inkarcılardan üstün olacaktır.

Âl-i İmran/139 ayetine göre, iman edenler üstündür:

(Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılma­yın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz). [Âl-i im­ran/139]

Peygambere tâbi olmak, onun getirdiği inanç sistemini kabul etmektir. Âl-i İmran/55'de de bu üstünlük ifade edilmektedir.

c. İman, psikolojik manada inkardan üstündür.

İmanın motive ettiği davranışların da, inkarın motive ettiği davranışlardan üstün olacağı bir gerçektir. İnkar psikolojisine sahip olanlarla, iman psikolo­jisine sahip olanların Allah katında ve sosyal manada eşit olmayacağına dik­kat çeken bu ayet, üstünlüğün gönülde başlayıp sosyal hayata yayıldığına işaret etmektedir. Bilenle bilmeyen bir olmadığı [Zümer/9] gibi, gerçek ima­na sahip olanla kafirin de bir olmadığı vurgulanmaktadır. Âl-i İmran/55'de ferdî üstünlükten ziyade toplumsal üstünlüğün konu edildiğine şahit oluyo­ruz ki bundan, bir ferdî bir de toplumsal iman ve inkar olduğu anlaşılmaktadır. Tıpkı ferdî akılla toplumsal akıl, ferdî duygu ile toplumsal duygu, ferdî idrakle toplumsal idrak gibi. İnkar ferdin gönlünde durmuyor, çeşitli yollar­la topluma bulaşıyor ve geometrik bir hızla yayılıyor. Bulaşıcı bir hastalık gi­bi fert ve toplumun manevî bağışıklık sistemini tahrib ediyor.

Allah Teala manevî yapının bütün dengelerini altüst eden inkar psikolo-isinin tedavisi için devreye imanı sokmaktadır. Gönülleri hasta olan inkarcı­lar, ancak iman sayesinde şifaya kavuşacaklarından, ayetin bu kısmında ima­na teşvik vardır. Bu teşvikin etkili olabilmesi için de, iman edenlerin üstün olduğu belirtilmektedir. [134]

 

F. Ayrılığa Düştükleri Konularda Allah Hükmedecek:

 

(İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz konular hak­kında aranızda ben hükmedeceğim).

Ayetin beşinci bölümünde kıyamet, bu bölümde ise Allah'a dönüş vurgu­lanmaktadır. Kıyametle, insanların ihtilafları sona erecek; iradenin devrede olduğu alem son bulacak ve iradenin devre dışı kalacağı ahiret hayatı başla­yacaktır. İhtilaflar dünyası bitecek, ihtilafın olmayacağı bir alem başlaya­caktır. Ahirette Allah'ın huzurunda tartışmaya girecek olanlara Allah şöyle diyecek:

(Huzurumda çekişmeyin! Ben size da­ha önce uyan göndermiştim. Benim huzurumda söz değiştirilemez). [Kaf/28-29]

Ayetin bu kısmında, inkar ile iman arasında potansiyel bir mücadele­nin/çatışmanın olduğuna işaret edilmektedir. Bazen insanlar bu potansiyel çatışmayı fiiliyata dökmektedirler. Tarihte kafirlerle mü'minler arasında za­man zaman şiddetli çatışmalar olmuştur. Bu çatışmalar peygamberlerin öldü­rülmesine kadar varmıştır. Nisa/l 55'te, peygamberlerin öldürmesinden bah­sedilmektedir. İşte öldürmeye kadar uzanan bu eylemlerin başlangıcı, ihtilaf­lardır.

Kutsal kitaplar ihtilaflara çözüm getirmişlerdir. İsrailoğullan Hz. İsa'nın peygamberliği, yaratılışı konusunda ihtilafa düşmüşler; Kur'an da bu ihtilaf­ları çözümlemek için gelmiştir:

(Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğulla-n'nın üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok meseleyi açıklığa kavuşturmaktadır). [Neml/76]

İsrailoğullan (yahudi ve hristiyanlar) pek çok konuda ihtilaf etmiş, kutsal kitaplarının hükümlerine müdahale etmiş ve özellikle Hz. İsa konusunda ka­panması çok zor ayrılıklara düşmüşlerdir. Kimisi İsa'yı gayr-i meşru bir ço­cuk olarak görmüş [Nisa/156]; kimisi Allah'ın oğlu olduğuna inanmış [Enbi­ya/26]; kimisi de tanrı edinmiş [Maide/116]; yahudiler ise onun peygamber­liğini reddetmiştir. Bu derin ihtilafların halledilmesi için gönderilen Kur'an'a iman etmediklerinden, bu ihtilaflar hakkında hükmü Allah mahşerde vere­cektir. İşte Âl-i İmran/55'de zikri geçen Allah'ın aralarında hüküm vereceği derin ayrılıkların bir kısmı bunlardır. Demek ki, dünyada çözülemeyen ihti­laflar ahirete uzanmakta ve Allah tarafından hükme bağlanmaktadır.

Günümüzde hâlâ müslümanlar arasında Hz. İsa'nın ruh ve bedeniyle gö­ğe çıktığı, kıyamete yakın dünyaya geleceği, deccali öldüreceği, Hz. Mu-hammed'in dini ile amel edeceği inancı yaygın haldedir.

Razi Zuhruf/61 ayetinin tefsirinde bu konuyla ilgili bir hadise işaret et­mektedir. İslâm alemindeki yaygın inancın hadis olarak kabul edilen bu be­yandan kaynaklandığı anlaşılıyor. İsa'nın dünyaya tekrar gelmesi gibi önem­li bir konudaki hükmün vahye dayanması gerekmez mi? Hz. Peygamber ge­lecek konusunda ve yeniden dünyaya gelme hakkında fikir beyan etmiş mi­dir veya etme yetkisi var mıdır? Dünyaya tekrar gelirse, -peygamberliği or­tadan kalkmayacağına göre- İsa son peygamber olmaz mı? O zaman Ah-zab/40'da vurgulanan Hz. Muhammed'in son peygamber oluşu nasıl açıkla­nabilir? Bütün bu sorular, Meryem/33'te, doğum, ölüm ve tekrar dirilme for­mülü ile cevaplandırılmaktadır. Hz. İsa doğdu, öldü ve ahirette dirilecektir. Ayette, öldükten sonra dünyaya tekrar geleceğine dair hiçbir işaret yoktur.

Allah bu tür ayetlerle eğitim amacı gütmekte; dünyada cereyan eden -İsa örneğindeki gibi- önemli oluşumlara zanla değil, objektif delillerle yaklaşıl­masının önemini vurgulamaktadır. Çünkü zanla hareket etmenin sonucunda derin ayrılıkların çıkması, dinî ve sosyal çevrelerin kirlenmesi muhtemeldir. Zanlann ihtilaflara, ihtilafların dinî inanç ve kültürün kirlenmesine, bu kirli­liğin de sosyal bölünmelere yol açacağı vurgulanmaktadır. [135]

 

Kafirlerin Dünya Ve Ahirette Cezalandırılmaları:

 

56. Kafirlere gelince, onlara bu dünyada da, ahirette de şiddetli bir azap çektireceğim ve onlar kendilerine yardım edecek kimse bulamayacaklar.

Bu ayetin bir önceki ayetle bağlantısını kurarsak, derin ihtilafların açtığı yaralardan birinin de insan gönlünde olduğunu, bunun neticesi olarak da inkar psikolojisinin doğduğunu söyleyebiliriz. Hz. İsa'nın peygamberliğini, getirdi­ği vahyi ve gösterdiği mucizeleri inkar edenlere, -hakikati inkar etmek anla­mında- kafir denmektedir. Ayetin analizinden şu genellemelere varabiliriz:

1. İnkar psikolojisi, ya da inkar, ilahî alemden azap getirmektedir. İnkar niçin azap getirmektedir?

(De ki: "Hak Rabbinizden gelendir. Artık ona dile­yen inansm dileyen inkar etsin") [Kehf/29] buyurulduğu halde, insanlara ne­den azap edilsin?

Bu sorulara bir psikolojik, bir sosyolojik açıdan, bir de kul ile Allah ara­sındaki ilişki açısından cevap vermek mümkündür:

Yaratılıştan insanın doğasına -kabiliyet, yetenek duygu ve içgüdüler gibi— inanç duygusu da konmuştur. İnkarın insan doğasında yeri yoktur. İnkar son­radan ve dışardan gelen etkiler neticesinde kalpte meydana gelen bir oluşum­dur. İnsanın doğasından kaynaklanan inanç duygusunun insan üzerinde bir hakkı vardır, bu da insan tarafından yönlendirilmek, şekillendirilmek ve kal­bi onunla tatmin etmektir. Doğasında bulunan inanç duygusunu, gerçek ima­na dönüştürüp onunla kalplerini tatmin etmeyen kimseler onun hakkını çiğ­nemektedirler. Bir hakkı çiğnemek zulüm; zulüm ise cezalandırılması gere­ken bir oluşumdur. Demek ki inkar sadece bir psikoloji olarak kalmıyor, bir zulüm haline de dönüşüyor.

İnsanın kalbinde başlayan bu zulüm hakikate karşı tepkiye dönüşmekte ve neticede ilahî alemi rahatsız etmektedir. Bu da dünyaya azap olarak yansı­maktadır.

Diğer taraftan iman, Allah'ın da hakkıdır. Kainatı insanlar için bir döşek olarak yaratan Allah, insandan kendisine inanmayı beklemektedir. Zaten Al­lah insanı, kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır. İnsan için yaptıklarından dolayı bu Allah'ın hakkıdır. İnkar eden insan bu hakkı da çiğnemektedir. Hakkı çiğnemek -yukarıda belirtildiği gibi- zulüm olduğundan tabii olarak azabı getirmektedir. Demek ki, inkar psikolojisi, insan ile Allah arasındaki ilişkileri kirletmekte ve bozmaktadır. Bu da karşılıksız kalamaz. Karşılığı da cezadan başka bir şey olamaz. Havanın aşın kirlenmesinin ölümlere neden olması gibi, inkarın meydana getirdiği kirlilik de -haddi aşan bir tepki olma­sı hasebiyle- cezaya sebep olmaktadır.

Diğer taraftan inkar psikolojisi topluma sıçrayarak kültürü zehirlemekte, insanları bölüp parçalamakta, toplumsal değerleri dinamitlemektedir. İmanın insanları birlik ve beraberliğe sevketmesine mukabil, inkar çatışmayı, kavga ve tefrikayı körüklemektedir. Toplumsal hayatın değerlerini dinamitleyen, sosyal bütünleşmeyi yaralayan, kültürü zehirleyen ve tefrikayı körükleyen inkar, zulümden başka bir şey değildir. Bunca zararlara ve olumsuzluklara sebep olan inkarın cezasız kalması ise düşünülemez.

İşte psikolojik, sosyolojik ve dinî açıdan meydana getirdiği zulüm ile inkar, tüm insanlığı ve ilahî alemi sarsarak manevî depremlere sebep olmaktadır. Fi­zikî depremin binaları çökertmesi gibi, inkar depremi de yüksek değerleri çö­kertmektedir. Korkunç tahribatlara sebep olan inkarın cezasız kalması, erdem­lerin yok olmasına neden olacağından ayetin devamında buyuruluyor ki:

2. (Onları dünya ve ahirette şiddetli bir azaba çarp­tıracağım).

Ayetin bu kısmından anlaşılıyor ki azap, dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki türlüdür. [136]

 

Dünyevî Azap:

 

Bazı kötü eylemler için hem dünyevî, hem de uhrevî azap vardır. Allah ve Peygamberine karşı savaşmanın, yeryüzünde bozgunculuk yapmanın cezası, dünyada rüsvaylık/alçaltıcı azaptır [Maide/33]; iman ettikten sonra zorlama olmadan gönlünü inkara açanlar için Allah'ın gazabı vardır [Nahl/106]; na­muslu kadınlara iftira edenlere dünyada lanet vardır [Nur/23]; ahireti inkar edenler dünyada azabın en ağırına uğrayacakladır [Neml/4-5].

Vatanını ve manevî değerleri savunmak için savaşmaktan kaçınanları bekleyen dünyevî azap, devletlerinin yıkılmasıdır. Bir millet için başka bir milletin boyunduruğu altına girmek dünyevî azapların en büyüğüdür. İs-ra/58'de kıyametten önce toplumların helake uğrayacaklarına dikkat çekil­mektedir.

Tevbe/26'da hakikati inkar edenlere melekler indirilmek suretiyle dünya­da azap edildiği ifade edilmektedir. [137]

 

Uhrevî Azap:

 

(Ahiret azabı ise dünya azabından hem daha şiddetli, hem de süreklidir). [Kalem/33, Taha/127]

3. (Onların hiçbir yardımcısı da olmayacaktır).

Dünyada ve ahirette uğradığı azaptan dolayı kimseden yardım alamamak da azabın başka bir çeşididir. İnkar edip kafir olarak ölenler [Âl-i İmran/91]; yaptığı yanlışlardan dolayı Allah'ın saptırdığı kimseler [Nahl/37]; dünya ha­yatına kapılarak Allah'ı bırakıp bir takım putlara tapanlar [Ankebut/25]; bil­gisizce arzularına uyup zulmedenler [Rum/29]; ahireti inkar edenler [Casi-ye/34]; münafıklar [Nisa/145]; Allah uğruna yapılan savaştan kaçanlar [Ah-zab/16-17]; sahip olduğu nimetin Allah tarafından verildiğini inkar edenler, kıyamet gününe inanmayan serveti ile fakirlere hava atan, bütün kuvvetin Al­lah'a ait olduğuna inanmayanlar [Kehf/33-43]; servetini kendisinin kazandı­ğını söyleyerek fakirlere yardım etmeyen ve halka karşı gösteriş yapanlar [Kasas/77-81] yardım görmeyeceklerdir.

Âl-i İmran/55 ile 56. ayeti arasındaki ilişki dikkate alınırsa, ihtilaf netice­sinde inkara giden insanların da ilahî yardımdan uzak kalacakları anlaşılır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah Teala ihtilafın doğuracağı inkardan in­sanları sakındırmak için hakikati inkar edenlere nasıl ceza vereceğine dikkat çekerek, eğitimde cezanın caydırıcılığından istifade etmenin önemini vurgu­lamaktadır. [138]

 

İman Ve Amel Karşılıksız Kalmaz:

 

57. Ama iman edip yararlı işler yapanlara Allah mükafat­larını tam olarak verecektir; zira O, zalimleri sevmez.

Bu ayette de, Âl-i Imran/52'de (Allah'a inandık; şahit ol, biz O'na teslim olmuşuz) diyenlerin ele alındığını söyleyebiliriz. Allah Teala Hz. İsa'nın peygamberliği konusunda ihtilafa düşmeyen, iman edip Allah'a teslim olanların ödülünü eksiksiz verecektir.

Pek çok ayette olduğu gibi, burada da iman ile amel arasındaki sıkı ilişki­ye dikkat çekilmektedir. İman, amellerin değerlendirilmesi için olmazsa ol­mazı teşkil etmekte ve bu değerlendirmenin temelini oluşturmaktadır. İman etmeyenlerin amelleri değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır [Âl-i İmran/21-22].

İman gönülde meydana gelen psikolojik bir oluşum, iyi amel ise onun davranışlara yansımasıdır. Başka bir deyişle iman, iyi amele sevkeden mane­vî bir oluşum; ameller de onun meyveleridir. İman ile davranışlar arasındaki sıkı ilişki, hem imanın, hem de amellerin sürekliliğini, canlılığını ve etkinli­ğini temin eder. İşte ayette iman ile ondan kaynaklanan amelin karşılıksız kalmayacağı ifade edilmektedir:

(Allah onların mükafatını tam olarak verecektir).

Ayetin bu kısmını, Bütün güzel sözler Allah'a yükselir [Fatır/10] ayetiyle birlikte düşünürsek, şöyle bir genellemeye varabiliriz: "Güzel söz" ifadesinin eksen manası imandır. Buna, doğru düşünce, doğru ve faydalı bilgi manası da verilebilir. Sözlerin en güzeli, Allah'ın birliğini ifade eden sözdür; yani tevhid inancıdır. Güzel sözün Allah'a yükseldiğini ifade eden bu ayetin deva­mında, onu iyi amelin yükselteceğine dikkat çekilmektedir. İman ile amel Al­lah'a yükselince, oradan şeref alıp gelmektedir; ki bu da, iman ile iyi amelin mükafatıdır. Âl-i İmran/57'de iman edip salih amel işleyenlerin mükafatının eksiksiz/tastamam verileceği beyan edilmektetir; bu ifadeden, mükafatın sonsuz olduğu anlaşılır. Başka ayetlerde ise Allah'ın rızası [Tevbe/100]; cen­netleri [Tevbe/72]; hoşnutluğu [Tevbe/72]; selamı [Yasin/58]; rahmeti [Âl-i İmran/107] vb. gibi pek çok ödül sayılmaktadır.

56. ayette insanların, hakikati inkar etmekten caydırılması; 57. ayette ise iman ve iyi amelleri teşvik amaçlanmakta; ceza ile korku motifi, ödül ile de sevinç motifi işlenmektedir. İhtilaftan, kavga ve tefrikadan sakındırılıp, in­sanlara, iyi ve faydalı amel üretmeye sevketme metodu gösterilmektedir. S^ıi^Süıj (Zira Allah, zalimleri sevmez). [Âl-i İmran/57]

Razi bu ayetin tefsirinde sevgi ile irade arasında bir ilişki kurmaktadır: Şahıslarla ilgili olduğunda irade ve sevgi arasında fark varsa da, eylemle ala­kalı olduğunda aynı manaya gelirler.

Razi, ayetteki bu ibareye, "Allah zulmü istemez" manasını vermenin uy­gun olacağmı söylemektedir. "Allah zulmü sevmez" demek; "Allah zulmü murad etmez" demektir. Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki, iman ve iyi amel edenlere mükafatlarını vermemek zulümdür. Bunun tersi de söyle­nebilir: Allah zulmü sevmediğinden/istemediğinden iman edip iyi ameller üretenleri mükafatlandırmaktadır. Allah onları mükafatlandırmakla zulmü sevmediğini/istemediğini göstermektedir.

Ayeti başka bir alana çekerek de açıklayabiliriz: Allah insanlara, inançlı ve iyi amel üreten insanları ödüllendirmelerini öğütlemektedir. İş beceren, faydalı iş üreten, iyi davranışlarıyla topluma katkı sağlayan insanları ödül­lendirmemek zulümdür. Kötü eylem üretenle iyi eylem üreten arasındaki far­kı görmezlikten gelmek, kötü davranışa pirim vermek, iyi davranışı engelle­mek olacağından zulüm olarak nitelendirilmektedir.

İyi iş üreten, başarılı olan ve başarılı olmak için emek sarfeden insanları ödüllendirmeyen idareler, topluma zulmetmektedirler. Ödülün olmadığı yer­de, basanlar gül gibi solup gider. Başarıları, faydalı amelleri canlı tutan, da­ha da geliştiren ve onlar sayesinde toplumu medeniyet yansında öne çıkaran faktörün, ödüllendirme olduğu öğretilmektedir. Aslında faydalı iş üreten kişi ödülü hak etmiştir; onun bu hakkını vermemek de zulümdür; zulüm ise Al­lah'ın sevgisine engeldir. [139]

 

Kıssaların Kaynağı:

 

58. Bu bildirdiklerimizi, sana ayetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan okuyoruz.

İmran'ın hanımı, Meryem ve İsa, Zekeriyya ve Yahya ile alakalı olgular Allah'ın Hz. Peygamber'e vahiyle bildirdikleridir. Meryem'in dünyaya gel­mesinin, ihtiyarlamış bir erkek olan Zekeriyya ile kısır bir kadından Yah­ya'nın doğmasının, İsa'nın babasız doğmasının, Âl-i İmran/35 ile 57. ayeti arasındaki mucizelerin anlatılmasının önemli neticeleri vardır. Bunlardan il­ki, Kur'an'ın Hz. Muhammed tarafından uydurulmadığını isbatlamaya yöne­liktir. Çünkü Hz. Muhammed'in bunları bilmesi imkansızdı. Onun için Allah (Bunları sana okuyoruz) buyurmaktadır.

Âl-i İmran/35'den 57. ayete kadar anlatılan bu olgular, oluşumları ve içe­rikleri bakımından mucize oldukları gibi, Hz. Peygamber'in de -haber ver­mesi itibariyle- mucizesidirler. Bu mucizeler, Hz. Muhammed'in peygam­berliğini isbat etmektedir. Çünkü (Sen kitap nedir bilmezdin) [Şu­ra/52] ayetinde de ifade edildiği üzere, Hz. Peygamber'in kitap/vahiy hakkın­da bir bilgisi olmadığından, bu hakikatleri ancak ilahî vahiy yoluyla öğren­diği anlaşılır. Hz. Peygamber önceki peygamberlere gelen kutsal kitapları okumamıştı; vahiy/kitap nedir bilmiyordu. Dolayısıyla İmran'ın hanımı, Meryem, Zekeriyya, Yahya ve İsa ile ilgili verdiği bilgiler beşerî kaynaklı olamazdı. Vahyin ne olduğunu bilmeyen bir insanın bunları haber vermesi onun peygamberliğinin delilidir.

(Hikmet dolu Kur'an'dan okuyoruz).

Ayetin bu kısmında yer alan ve Kur'an'ın da bir ismi olan (hakîm) kavramı, hikmet yüklü, sağlam, korunmuş, hüküm veren manalarına gelir.

Hikmet yüklü (sağlam ve korunmuş) olan Kur'an'dan okunması, Kur'an'ın levh-i mahfuz (korunmuş levha) boyutuna işaret eder. Hakîm sıfa­tıyla anılması, Kur'an'ın, beşerî fikirlerden korunduğunu, ona beşer fikrinin karışmadığını gösterir.

Zikir ismi de, geçmişin mucizelerini hatırlattığını ifade eder.

Bu ayet, din alimlerinin din adına söylediklerinin Kur'an'a dayanması ge­rektiğine, Kur'an dışında her hangi bir kaynağa baş vurmalarının yanlış ol­duğuna işaret etmektedir. İnsanlara Kur'an'ın ayetlerini okumak, onun hü­kümlerini bildirmek ve öğretmek din eğitiminin temel uğraşısı olmalıdır. Din alimleri ve görevlileri eğitimde, "din" ile "din kültürünü" birbirinden ayır­malıdırlar; ki bu, ilahî mesajın insanlara yalın olarak ulaşmasını temin ede­cektir. [140]

 

Hz. İsa'nın Yaratılışı Hz. Adem'in Yaratılışına Benzer:

 

59-60. Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gi­bidir. Allah Adem'i topraktan yarattı; sonra ona, 'ol' dedi ve oluverdi. Gerçek, rabbinden gelendir. Öyle ise şüpheci­lerden olma!

Bu ayet, Hz. İsa'nın gayr-i meşru olduğu zannına kapılanlara ve Allah'ın oğlu diyerek onu ilahlaştıranlara cevap mahiyetindedir. Müfessirlerin beya­nına göre 59. ayet, Necran heyetinin Hz. Peygamber'in huzurunda, "Hz. İsa babasız dünyaya geldiğine göre, O'nun babasının Allah olması gerekir" de­meleri üzerine inmiştir. Razi'nin naklettiği bu rivayetin, ayetin içeriği ile ya­kından alakalı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ayeti bu açıdan ele alarak diye­biliriz ki: Hz. Adem'in anasız-babasız yaratılması ile, Hz. İsa'nın babasız ya­ratılması arasında bir benzerlik vardır. Öyleyse neden Hz. Adem'e kudsiyet vermemektedirler? Üstelik, Hz. İsa'nın sadece babasız dünyaya gelmesine karşın, Hz. Adem hem babasız, hem de anasız dünyaya gelmiştir. Adem ile İsa arasında, babasız dünyaya gelmeleri açısından bir benzerlik vardır. Allah Teala da bu bakımdan İsa'nın durumunu Adem'e benzetmiştir.

Buradan şu neticeyi çıkarabiliriz: İnsanda şüphe uyandıran ve insanı ger­çek dışı düşüncelere sevkeden tabii bir olay, geçmişteki bir olay ile açıklana­rak şüpheler giderilebilir. Olaylar arasındaki farklardan ziyade benzerlikler­den hareket etmek, yanlışlıklan ortadan kaldırmak için etkili bir metoddur.

Yüce Allah, Hz. İsa'nın yaratılışı ile, Hz. Adem'in yaratılışı arasındaki benzerliğe dikkat çekerek, meselenin üzerinde düşünülmesini istemektedir. Zira, geçmişteki bir olgu, haldeki veya gelecekteki bir olayın anlaşılmasında önemli rol oynayabilir. Allah Teala, Hz. İsa ile ilgili düşüncelere, bu ayetle rehberlik etmekte; İsa üzerindeki ihtilafları, Adem olgusundan hareketle so­na erdirmeyi amaçlamaktadır.

(Adem'i topraktan yarattı, sonra ona 'ol' dedi ve oluverdi).

Yüce Allah Hz. İsa'nın yaratılışını, Hz. Adem'in yaratılışı ile açıklayarak İsa'nın yaratılışını insanın kavrayış alanına sokmaktadır. Bu ayette, Adem'in yaratılış maddesinin aslına (toprağa) dikkat çekilmekle yerinilmiş; başka ayetlerde ise, toprağın çeşitli safhalardan geçtiği de ifade edilmiştir.

1.  (Onu topraktan yarattı).

İnsan vücudundaki elementlerle, topraktaki elementler arasındaki benzer­lik, insan denen varlığın topraktan yaratıldığının en büyük delilidir. Atılan bütün tohumların canlanması gösteriyor ki, topraktaki elementlerin, asit ve gazların bileşimi hayatın başlangıcını teşkil etmektedir.

Topraktaki çeşitli maddeler, ruhla harekete geçince insan denen varlığın biyolojik ve psikolojik özellikleri oluşmaktadır. Toprak üretkendir, onun bu özelliği insana üretken olma şeklinde intikal etmiştir. Toprağın; işlenmesi, iş­lenmeyi kabul etmesi, yumuşaması, atılan tohuma hayat vererek bereketi te­min etmesi gibi özellikleri aynen insana intikal etmiş; o da eğitim vasıtasıy­la işlenebilir, yumuşayabilir, verilen bilgiyi kabullenip onu zenginleştirerek hayat verebilir. Toprağın verimlisi ve verimsizi olduğu gibi, insanın da ve­rimlisi ve verimsizi vardır. Her şekle girmesi, toprağın etkiye açık olduğunu gösterir, insan da -toprak gibi- bütün iyi veya kötü etkilere açıktır. İşte bu özellikler, insanın aslının toprak olmasından kaynaklanmaktadır.

Yüce Allah ilk insan olan Adem'in turab'tan (topraktan) yaratıldığını ifa­de ettiği gibi, bütün insanların da topraktan yaratıldığını ifade etmektedir. Hz. Adem doğrudan topraktan yaratılmışken, diğerleri dolaylı olarak toprak­tan yaratılmış ve yaratılmaktadırlar:

(Şunu bilin ki, biz sizi topraktan yarattık). [Hacc/5]8

Bu ve benzeri ayetlerde yer alan sizi ifadesi, topraktan yaratılma olgusu­nun devam ettiği anlamına gelir. İnsanın aldığı gıdaların ilk kaynağına gidil­diğinde, hepsinin topraktan geldiği anlaşılır. Allah Teala insanların, beslenme ihtiyaçlarını temin ettikleri gıdaların asıl ve ilk kaynağını araştırmalarını is­temektedir:

(İnsan, yediğine bir baksın). [Abese/24]

Bu emrin ardından Yüce Allah, insanın sofrasına gelen gıdanın hangi saf­halardan geçerek geldiğini açıklarken, bitkisel ve hayvansal gıdaların toprak­la suyun ilişkisi neticesinde oluştuğunu söylemektedir. [Abese/25-32]

Bu ayetlerdeki açıklamalardan hareketle, tüm bitkisel ve hayvansal gıda­ların kökeninde toprağın bulunduğu, eşeyli yaratılma denen sperm ile yu­murtanın oluşumunda topraktan elde edilen gıdaların bulunduğu düşünüldü­ğünde, insanların topraktan yaratıldığı sonucuna varmak zor olmayacaktır. Allah sizi yerden ot bitirir gibi bitirmiştir [Nuh/17] ayetinde insanın bitkisel safhasına işaret edilmektedir.

Topraktan oluşan bitki, insanın üremesini sağlayan sperm ve yumurtanın kaynağını teşkil etmektedir. İnsan vücudunun ürettiği meni ve yumurtanın geçtiği safhalar geriye doğru takip edilirse, bitkilere ve oradan da toprağa va­rılır. Böylece, eşeysiz yaratılan Adem'in de, eşeyli yaratılan diğer insanların da kökeninde toprağın bulunduğu anlaşılır.

Bütün bunları dikkate alarak diyebiliriz ki, insanın yaratılmasında bir te­kâmül vardır. Hz. Adem'in eşeysiz olarak topraktan yaratılma safhası tekâ­mülün ilk basamağını oluşturmaktadır. Daha sonraki eşeyli yaratılma safha­sı da ikinci basamağı teşkil etmektedir. Bu safhaya, bitki, sperm ve yumurta gibi hayvansal/hücresel safha diyebiliriz.

 Kehf/37, Rum/20, Fatır/11, Mü'min/67 ve Mü'minun/35 ayetleri de aynı konuya işaret et­mektedirler.

İnsan da dahil bütün canlıların kökeni topraksal bileşimden bir basamak daha geriye giderek iki hidrojen ile bir oksijen atomunun bileşiminden mey­dana gelen iki gaza kadar inmektedir. H2O şeklinde ifade edilen bu gazların bileşimi su'dur. (Bütün canlıları sudan yarattık) [Enbiya/30] ayetinden, bütün canlıların kökeninde iki gazdan oluşan suyun bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu iki gaz ile, yani su ile toprak buluşmasıyla canlanma baş­lamaktadır. Tıpkı erkekle kadının ilişkisinden insanın üremesi gibi; su ile toprağın buluşmasından da canlılar üremektedir.

Gerek hidrojenle oksijenin, gerekse de su ile toprağın buluşması, ilahî ira­de ve yaratma ile gerçekleşmektedir. Belli bir oran ve dengedeki bu buluş­malar hayat kadar değer taşımaktadır. Bu buluşmalardaki sevda, insan doğa-sındaki sevme özelliğini meydana getirecek, ki bu, insanın bir sevda ürünü olduğunu gösterir. Hidrojenle oksijenin buluşma sevdası ile suyun toprakla buluşma sevdası, kadınla erkeğin sevdasına dönüşmektedir.

2. (Ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır). [Secde/7] Su ile toprağın buluşması ile meydana gelen oluşumun adı çamur)dur. Bundan, Hz. Adem'in insan suretine bürünmeden önceki safhada

suyun devreye girdiğini öğreniyoruz.

Suyun devreye girmesi ile insanın psikolojik yapısında önemli özellikler oluşmaktadır. Temizleyici olması hasebiyle su, ruh temizliğine, namus ve if­fete işaret etmektedir. Temiz ruhluluk, temiz seciye, temiz karakter, insanın aslı olan çamurdaki su'dan kaynaklanmaktadır.

Toprakla buluşan su, topraktaki bütün gizli oluşumları açığa çıkarır. Eği­tim ve öğretim faaliyeti de, insanın bütün kabiliyetlerini -tıpkı suyun toprak­taki gizli oluşumları açığa çıkarması gibi- ortaya çıkarır, onları geliştirir ve şekillendirir.

Diğer taraftan su buharlaşma özelliğine sahiptir. Buharlaşan su, hafifleşip yükselir ve içindeki yabancı maddelerden kurtulur. Göğe yükselen buhar, rahmet olarak yere iner. Bu durum, suyun değişim özelliğine sahip olduğuna işaret eder.

Bazı insanların beyninden çıkan bilgiler, yücelir ve insanlığa rahmet ola­rak yayılır ve diğer insanların gönüllerine bereketler saçar. İnsanın, tüm var­lıklardan sıyrılıp sadece Allah'a yönelmesi ile arınarak yücelmesi, suyun, onun tabiatına olan tesiri sayesindedir.

Ayrıca su, girdiği kabın şeklini alır. İnsanların kolay etkilenmeleri, bulun­dukları fikir ortamının tesirinde kalmaları, taklide yönelmeleri, ortama göre davranıp şahsiyet tutarlılığı göstermemeleri de suyun insan tabiatına olan te­sirinden kaynaklanmaktadır.

Çamur yumuşaktır, bu özelliği ona kazandıran ise sudur. Bilginin insanın şahsiyetine kazandırdığı yumuşaklılık, suyun toprağa sağladığı yumuşaklık sayesindedir. Yumuşak huyluluk, insan tabiatındaki su maddesinden kaynak­lanmaktadır.

Su akıcı bir özelliğe sahiptir. Damlalar nehre, nehir de tevhid inancını temsil eden denize akar. İnsan tabiatında bulunan fıtrat ve akıl daima tevhid inancına doğru akmaktadır ki bu, suyun özelliğinden gelmektedir.

İnsanın insana ihtiyaç duyması, aile kurması ve toplum halinde yaşaması, kökeninde bulunan sudan kaynaklanmaktadır.

Su ateşi söndürür. Su yönü ağır basan insanların, tefrika ateşini, öfke ate­şini, kavga ve savaş ateşini söndürme gayreti içinde olduklarını görüyoruz. Onlar hep barıştan ve ıslahattan yanadırlar. İçlerinde yanan nefis ateşini, ne­fis cehennemini aklın öğretileriyle söndürmek, kökeninde mevcut olan suyun insana sağladığı özelliklerdendir.

3.  (Şüphesiz biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık). [Saffat/11]

Allah Teala Hz. Adem'in çamurunun değişiminin üçüncü safhasında ça­mura yapışkanlık özelliği vermiştir. Razi, lazib kelimesine; yapışkan, özlü, esnek ve kopmayan manasını vermektedir. Yapışmak, kopmamak; insanın iman etmesini, sadakatini, ahde vefa göstermesini temin etmektedir. Bu gü­zel özelliklerinin yanında, insanın inatçılığı, yanlışta ısrarı, fikrinden vazgeç­memesi gibi olumsuz özellikleri de yapışkan çamur safhasından gelmektedir. Vatan sevgisi, kötü alışkanlıkları bırakamama, milliyetçilik özellikleri de bu safhanın verdiği vasıflardır. Kamil insan olmanın önemli bir boyutunu teşkil eden sadık olma vasfı da bu safhanın neticesidir. Demek ki, insanın yapışkan bir çamurdan yaratılma safhası, kemalin tohumlarını taşımaktadır.

4. (Ben kupkuru çamurdan bir beşer yaratacağım). [Hicr/28]

Salsal, havada kurumuş çamur anlamına gelmektedir. Bundan hareketle, Hz. Adem'in çamuruna havanın karıştığı fikrine varırız. Havanın yapısında var olan bütün gazlar, insanın tabiatında da vardır. İnsanın, yaratılışındaki ha­vada kurumuş çamur (kurumuş balçık) safhasından kaynaklanan bazı özel­likleri vardır.

Nasıl ki hava, hayat için olmazsa olmaz bir madde ise, insan da insan için olmazsa olmazı teşkil eder; çünkü insansız insan hayatın güzelliklerini yaşa­yamaz ve faziletler üretemez. Sırların peşine düşmemiz ve öğrenme merakı­mız, haber taşımamız, iniş ve çıkışlarımız, ani değişimlerimiz; keder ve se­vinçlerimiz, mutluluk ve mutsuzluklarımız, acı ve tatlı hallerimiz, dönekliği­miz, istikrarsızlığımız, ahde vefasızlığımız, yıkıcılığımız, kızgınlık anında şiddetli rüzgar gibi etrafımızı kınp dökmemiz bu safhanın bize kazandırdığı psikolojik özellik ve davranışlardır.

Kurumuş çamura vurunca, tın tın diye ses çıkarır; idealsizliğimiz, cahilli­ğimiz, içimizin boş oluşu, kofluğumuz bu safhanın bize getirdiği neticelerdir.

İşte Hz. Adem'in çamuruna kansan hava, ya da o çamurun havada kuru­muş olması, insan tabiatına olumlu ya da olumsuz pek çok özellik katmıştır.

Havanın, akciğerlerdeki pis kanı temizlemesi gibi; bu safha da insan tabi­atına kazandırdığı özellik sayesinde insanın yanlış bilgileri temizleyip doğ­rusunu benimsemesini (furkan sıfatını kazanmasını) temin eder.

Yine, kolay kırılmamız, zayıflığımız, -Muhammed Esed'in dediği gibi— konuşma özelliğimiz de tın tın ses veren kuru balçık safhasının eseridir.

5. (Özlü kara balçıktan...) [Hicr/26]

Razi, ayette geçen \£ (el-hame') kelimesini şöyle acıkmaktadır:

Leys'in dediğine göre el-hame', siyah, kokuşmuş çamur anlamına gel­mektedir. Ebu Ubeyde'ye göre ise, mantar anlamına gelen keme'etu kalıbın-dandır.

Bu kelimenin sıfatı olan j£İ (mesnûn) kelimesinin değişen, kazanılmış, hakedilmiş, taşın üzerine sürtmek, akıtılmış, eskimek, şekillendirilmiş, yaş çamur manalarına geldiği söylenmektedir[141]

Bu safhadaki çamurun siyah, kokuşmuş, değişken, eskimiş ve şekillenmiş olmasından hareketle insanın tabiatına/psikolojisine neler ilave ettiğine ba­kabiliriz.

Çamurun bu safhadaki 'siyah'lığından, kötümserlik, karanlık işlere mey­letme, cehalet karanlığına dalma ve ona göre davranışlar sergileme, fert ve toplumların karanlık günlere girmesi; 'kokuşmuşluğundan, işe yaramayan bilgilerin peşinden koşma, eskimişliğin farkına varma, yanlış davranışlarla etrafı/sosyal çevreyi kokutma ve böylece onu kirletme, yanlış fikirlerle orta­lığı kokuşturma gibi neticeler meydana gelmektedir.

"Değişken çamur" safhasından, değişime yatkınlık, hep yeni bir şey ara­yışı içinde olma, aynı şeylerden bıkma, ilerleyen zamana ayak uydurma, kül­türü yenileme gibi sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Çamurun "şekillenmiş bal­çık" safhasından, eğitilebilirlik, yeni bilgilerle davranışların şekillenmesi, farklı çevrelere intibak edebilme, çevreye şekil verme, eğitimle insanları şe­killendirme ve sanatsal yön doğmaktadır.

Mesnûn kelimesi eskimek anlamına da gelmektedir. Zeccac, "yolun eski­mesi" manasındaki eskimenin bu kelime ile ifade edildiğini söylemektedir. İnsanın takip ettiği yol ve metodlar zamanla eskiyebilir; eskimeyen tek yol, sadece Allah'ın yoludur.

Eskiyen şey değişime uğrar, kokuşur, ilk durumunu kaybeder. İnsanın biyolojik yapısının zamanla ihtiyarlaması, değişmesi, psikolojik kabiliyet­lerini kaybetmesi ve güçlerinin azalması, eskiyen çamurundan kaynaklan­maktadır.

Diğer taraftan mesnun kelimesi, bıçağı bileği taşında bilemek anlamına da gelir. Eğitim vasıtasıyla insanın incelmesi, kibarlaşması, nazikleşmesi bu saf­hanın eseridir.

Havada kurumuş çamurdan sonra, bu safhanın gelmesi manidardır. Şekil­lenmiş balçık safhasında insan geniş bir psikolojik yapı kazanmaktadır. Hz. Adem'in çamurundaki bu safha, Âl-i İmran/6'da "anne rahminde çocuğun şe­killenmesi" şeklinde ifade edilmektedir.

6. (Allah, insanı çömlek gibi pişmiş çamurdan yarattı). [Rahman/14]

Ayette geçen (fehhâr) kelimesini Fahruddin er-Razi şöyle açıklamak­tadır:

Ateşte pişmiş çamur olup tuğla, kiremit manasmdadır. Suyu ve sıvıları içinde tutabilecek çömlek haline gelip, ufalanmadan, yarılmadan içindekileri sızdır­mayacak bir hal alınca, sanki hem cinslerine karşı öğünmüş gibi olur.[142] Ateşte pişmiş çamur ifadesinden, insanın tabiatında ateşin de bulunduğu

anlaşılmakta; böylece tabiattaki dört temel madde olan toprak, su, hava ve

ateş insanın doğasında yerini almaktadır.

İnsanın tabiatında bulunan ateş, onun cinlerin özelliklerinden birine sahip olduğunu da göstermektedir. Çünkü cinlerin ana maddesi ateştir:

(Cinleri ise Adem'den çok önce, yakıcı, kavurucu

yellerin ateşinden yarattık). [Hicr/27]

(Beni ateşten yarattın, onu ise balçıktan). [A'raf/12]

(Cinleri yalın ateşten yarattı). [Rahman/15] Üç ayette de cinlerin ateşten yaratıldığı ifade edilmektedir. İnsan çamuru­nun fehhar safhasında ateşle piştiği, bizzat Yüce Allah tarafından ifade edil­mektedir. İnsanın şeytanî davranışlar sergilemesinin altında, ateşin tabiatın­da yer almış olması vardır.

A'raf/12'den anlıyoruz ki, ateşten yaratılması şeytana kibirli olma özelli­ğini vermiştir. Allah ona, Adem'e secde etmesini emrettiğinde şeytan bundan kaçınmış; sebebini sorunca da, kendisinin ateşten, Adem'in ise balçıktan ya­ratıldığını söyleyerek mukayese yapmış, kibirlenmiş ve Allah'ın emrini yeri­ne getirmeyerek asi olmuştur. İnsanın mukayese yaparak kibirlenmesi ve Al­lah'ın emirlerini yerine getirmeyip isyan etmesi tabiatındaki ateş maddesin­den kaynaklanmaktadır. Şeytan başkalarını etkileyip yoldan çıkarır ve onları aldatır. İnsanın başkalarını olumsuz yönde etkileyip aldatması ve onları yol­dan çıkarması da tabiatındaki ateşten kaynaklanmaktadır. Şeytan kovulması­nın faturasını Hz. Adem'e çıkartarak, ona düşmanlığını ilan etmiştir. Fatır su­resinde şöyle buyurulmaktadır:

(Geçrekten şeytan size düşmandır, siz de onu düşman edinin, çünkü o, kendi taraftarlarını ancak cehen­nemlik olsunlar diye çağırır). [Fatır/6]

İnsanın beslediği düşmanlık duygusu, tabiatındaki ateş maddesinden kaynaklanmaktadır. Kendi yanlışının faturasını başkasına çıkartarak ona düş­manlık beslemek suretiyle şeytanla birleşmektedir:

(Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve çirkin şeyleri telkin eder). [Bakara/268]

İnsanları fakirlikle korkutarak cimriliği telkin edenler, şeytanla ortak ha­reket etmektedirler. Fakirlik korkusuyla cimri davranması, insan tabiatında bulunan ateşin ürünüdür.

Şeytan insana yanlışı doğru göstermek için, yanlışı süsler ve böylece in­sanı olumsuz yönde etkiler:

(Şeytan, bütün yaptıklarını kendilerine süslü gös­termişti). [En'am/43]

Bu ayette, mütevazi olmamanın ve kalbin katılığının artmasının şeytanın süslü göstermesinden kaynaklandığı ifade edilmektedir. Katı kalplilik ve ki­birlilik bu safhanın eseridir.

İnsanın insanı etkilemesi, yanlış davranışları süslemesi yaratılışının ateş safhasından kaynaklanmaktadır. Kıskançlık, haset, üstünlük taslamak, sosyal düzeni bozmak gibi olumsuz davranışlar tabiatındaki ateş maddesinden ileri gelmektedir.

Ateş, yanma özelliği olan herşeyi yakıp kül etmesinin yanısıra, ham olan maddeleri de pişirerek yenecek hale getirir. Suyu ısıtarak çeşitli şekillerde kullanılmasını temin eder. İnsanın tevbe ve istifar edip günahlarını yakması, çile çekip hamlığını ortadan kaldırarak olgunlaşması, soğuk ilişkileri ısıtarak insanları kaynaştırması da olumlu yönleridir. Ateşin ışık verici özelliği, insa­nın etrafına ışık vermesini temin etmektedir.

7. (Ona en uygun biçimi verip kendi ruhumdan üfür-düğüm zaman...) [Sad/72]

Allah, yedinci safhada Hz. Adem'in canlanması için ona kendi ruhundan üflemiştir; ki bu, sıfatlarından cüz'î olarak ona verdiği anlamına gelir.

İnsanın içindeki bu ilahî ruh, onu değişime uğratarak, yeniden yeniye koş­masını ve kaliteli insan olmasını temin eder. İyinin daha iyisini, güzelin da­ha güzelini, doğrunun daha doğrusunu, faydalının daha faydalısını elde et­mek için koşma ve olgunlaşma gücünü ona bu ruh vermektedir. Bu sayede insan, her an bir işte olmanın [Rahman/29] sırrına ererek, durmadan insanlı­ğı zenginleştirme gayreti içinde olur. İlahî insan olmanın tadına bu gayret sa­yesinde ulaşacağmı bilir ve bilgiyi dünyaya yaymayı ve daima araştırmayı huy edinir.

İşte Hz. Adem'in topraktan yaratılma olgusu bu merhalelerden geçmiştir. Allah'ın insana kendi ruhundan üfürmesi, Âl-i İmran/59'da Âfâf (Son­ra 'ol' dedi ve oluverdi) şeklinde ifade edilmektedir. Ruh üflemek ile ol de­mek aynı şeyi ifade etmektedir. Hz. Adem'e nasıl ol demiş ve o da olmuş ise, Hz. İsa'ya da aynı şekilde ol demiş ve o da olmuştur. Çünkü Allah yarattığı her varlık için aynı ol emrini vermektedir. [Yasin/82]

Aslında Arapça'da oluşu bildiren kelime (kevene) fiilidir. Bu fiilin or­tasındaki (vav) harfi illetli harftir. Yüce Allah  (kün=ol) emrini verir­ken, bu illetli harf oradan fırlamakta, (kef) harfi, (nun) harfine vurmak­tadır. İşte  (kef) ile 0 (nun) harfinin ortsmdaki illetli olan bu (vav) har­fi varlığı ifade etmektedir. Onun için varlıklar illetlidirler. Sonlu ve noksan­lıklarla dolu olmaları bu illet sebebiyledir. Varlıkların ve özellikle Hz. Adem'in böyle bir oluşumla yaratılması, Hz. İsa'nın yaratılmasının aynısıdır.

Âl-i İmran/59'daki yaratma eylemi, Hz. Adem'in toprağının şekillenmesi­ni, ona biçim verilmesini ve yukarıda belirtilen safhalardan geçmesini ifade ederken, (kün=ol) emri de, hazırlanan maddî yapının canlanmasını ifa­de etmektedir. Balçığın şekillenmesi ile ol emrinin arasında bir öncelik son-ralık olup olmadığı akla gelebilir. Fakat Allah için, bir öncelik ve sonralık dü­şünmek doğru değildir. Ancak kainatın altı devirde yaratıldığını dikkate alır­sak, varlık için bir öncelik sonralık düşünmek zorunlu olmaktadır. Varlığın oluşumu belli safhalardan geçerek meydana gelmektedir. Âl-i İmran suresin­de şöyle buyurlmaktadır:

(Bu, Rabbinden bir hakikattir; öyleyse sakın şüp­hecilerden olma). [Âl-i İmran/60]

Burada şüphe edilmemesi gereken hakka işaret edilmekte; Allah'tan gelen bir hak olduğundan dolayı ondan şüphe edilmemesi gerektiği söylenmekte­dir.

Hz. İsa'nın yaratılışının hak olduğu ifade edilmekte, onun yaratılışından farklı manalar çıkartarak şüpheye düşmenin anlamsız olduğuna dikkat çekilmektedir. Aslında sadece Hz. İsa'nın değil, Hz. Adem'in yaratılışının da hak olduğu ifade edilmektedir. Anasız-babasız yaratılan Hz. Adem'in durumu ile babasız yaratılan Hz. İsa'nın durumuna hak açısından bakıldığında durum farklı görülecektir. Böylece olgulara şüphe ile bakmakla, hakikat açısından bakmanın farklılığı da öğretilmektedir.

Ayette, Hz. İsa hakkında çıkan ihtilafların bu şüpheden kaynaklandığına da işaret vardır.

Bu ayetten şu öğretim ilkesini çıkarabiliriz: Âl-i İmran/35 ayeti ile 60. ayeti arasında ele alınan meseleler, insanların şüphesini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Yüce Allah'ın, insanların şüpheye, ihtilafa ve yanlışlara düşmelerine razı olmadığı, onları bu duruma düşmekten kurtarmayı amaçla­dığı anlaşılmaktadır. Beşerî eğitim de aynı metod ve amacı takip etmeli; in­sanların şüpheden uzak kalmasını temin etmelidir. Bu faaliyetiyle öğretimin iki boyutlu bir görevle karşı karşıya olduğunda hiç şüphe yoktur. İnsanların şüphelerini, ihtilaflarını gidermek, sonra da onlara doğru olan bilgileri kazan­dırmak, onun amaçlan arasında yer almaktadır.

Şüpheyi ortadan kaldırmanın en önemli yollarından biri, hakikati öğret­mektir ki Allah Teala da önce hakikati öğretiyor, sonra da şüphe etmemeyi emrediyor. Böylece, gerçeğin öğretilmediği yerde şüphenin olacağına ışık tu­tuyor. Yüce Allah Hac/5'de, öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olan­ların şüphelerini gidermek için, embiryoloji, biyoloji ve botanik bilgileriyle (tabiat kanunlarıyla) açıklamalar yapmaktadır. Demek ki, din alimleri ve eği­timcileri, tabiat kanunlarını açıklayarak dinî konulardaki şüpheyi ortadan kaldırma görevi ile karşı karşıyadırlar.

Allah'ın bu tutumu, yasakların ancak bilgilendirmeden sonra konması ge­rektiğine işaret eder. Bilmeyen insana yasak koymak, ahlâkî bakımdan kalı­cı olamaz. Yasakların insanlara ağır gelmemesi için, önceden bilgilendirme yapılmalıdır. İşte Allah, (Şüphecilerden olma) demeden önce, şüphe edilen konular hakkında bilgilendirme yapmakta, meseleleri aydınlat­makta, olgular arasında bağlantılar kurmakta, olabilirliklerini isbatlamakta-dır. Allah Teala, bu metodun geçerli olmadığı durumları da gözardı etmemek­te, bir sonraki ayette bu bilgiye rağmen tartışmayı sürdürenlere başka bir tek­lifte bulunmaktadır. [143]

 

Bilgiye Ters Düşmek Lanete Sebeptir:

 

61. Sana gelen asıl bilgiden sonra, kim seninle bu (haki­kat) hakkında tartışırsa de ki: "Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah'ın lane­tinin yalancılara olmasını dileyelim".

Allah Hz. Peygamber'e, Âl-i İmran/35 ile 59. ayeti arasında hakikati açık­layan bilgileri göndermiştir. Bu hakikat bilgisine rağmen, yine de tartışmayı sürdüren, şüpheden kurtulamayan insanlar için Allah başka bir metod dene­mektedir ki bu, çocukları, kadınları ve kendilerini çağırıp Allah'ın lanetinin yalancıların üzerine olmasını dilemektir.

Bilgi bütün şüpheleri, tartışmaları, ihtilafları ve karanlık noktalan ortadan kaldırıp aydınlatan güçtür. Bu güce sırt dönmek, insanlara lanet getirmekte, Allah'ın dostluğunu engellemekte ve yardımına mani olmaktadır.

Gelen bilginin gereğini yerine getirmemenin neticesinde Allah dostluk ve yardımını esirgeyeceğini bildirmektedir [Bakara/120]. Gelen bilgiden sonra, insanların arzularına tâbi olmak zulüm, böyle yapan da zalimdir [Baka­ra/145]. Bilgi geldikten sonra ihtilafa düşmek küfür olup cezaya sebeptir [Âl-i İmran/19]. Bilgiden sonra ihtilafa düşenler arasında mahşerde hükmü Allah verecektir [Casiye/14].

Bilgiye sırtını dönmenin en büyük cezası lanetin gelmesidir. Hz. Peygam­ber'e, yalanlayıp inkar ederek ilahî bilgiye ters düşenlere lanetleşme teklif et­mesi önerilmektedir. Öyle görünüyor ki lanete kadar giden bir dizi sebep var­dır. Kıskançlık, ihtilaf, şüphe, inkar, yalanlama zinciri lanet ile bitmektedir. Lanet gibi bir cezanın sebeplerim açıklamak suretiyle Yüce Allah, olaylar/olgular arasındaki sebep-sonuç ilişkisini öğretmektedir.

İnsanların lanete uğramalarının nedenleri arasında, beyin ve gönülde olan oluşumlar ile bunların meydana getirdiği tutumlar bulunmaktadır. İnkar, ya­lanlama, şüphe ve kıskançlık gibi gönüldeki nefsî oluşumlar laneti çağırmak­tadır. Buradan, öğretim faaliyetinin bilgiye saygıyı öğretmesi, onun gereğini eğitim vasıtasıyla yerine getirmesi ve hayata geçirmesi gerektiğini öğren­mekteyiz. İnsanlar bilgiye sırtlarını döndükleri müddetçe, insanlığın üzerine lanet yağmaya devam edecek ve bu lanet insanlığın erdemini silip süpürecek ve neticede insanlık büyük zarar görecektir. [144]

 

Tevhide İnananlar Hakikati Kabullenir:

 

62-63. işte işin hakikati budur ve Allah'tan başka bir tan­rı yoktur. Muhakkak ki, Allah çok güçlüdür ve hikmet sa­hibidir. Eğer (haktan) yüz çevirirlerse, şüphesiz ki Allah bozguncuları çok iyi bilendir.

Ayeti bölümlere ayırarak açıklamaya çalışacağız:

1. (İşte bu, elbette en doğru haberin beyanıdır).

Ayetin başında yer alan fo. (hâzâ=bu) kelimesi, daha önce anlatılan delil­lere ve 61. ayetteki lanetleşme davetine işarettir. Ve yalanlayanların üzerine lanetin ineceği de bir gerçektir. Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı babasız dünyaya getirmesi gibi daha önce zikredilen konularla ilgili getirilen deliller ve yapı­lan açıklamalar Allah'tan gelen hakikatlerdir.

Ayette yer alan (kasas) kelimesi, Bakara/178'de geniş bir şekilde açıklanmıştı. Buradaki anlamı, haberin, beyanı, açıklanmasıdır. Razi'nin de­diği gibi, dine irşad eden, hakka götüren ve kurtuluşa davet eden hususları içine alan sözlerin toplamıdır.

Hakikat kelimesiyle bir araya gelmesi sebebiyle, "en doğru haberin beya­nı/açıklanması" şeklinde mana vermeyi uygun buluyoruz. Meryem, Zekeriy-ya, Yahya ve İsa hakkında anlatılan gerçek beyanın, Kur'an'da anlatılan be­yan olduğuna işaret edilmektedir. Özellikle Hz. İsa hakkındaki ihtilaf ve şüp­helerin meydana getirdiği farklı beyanlar konuyu içinden çıkılmaz hale getir­miştir. Yüce Allah konuyu Hz. Peygamber'e anlatarak, hakikati ortaya koy­muştur.

Ayette, anlatılan gerçeğin kabullenilmesi için önemli bir psikolojik alt ya­pı da verilmektedir:

2.  (Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur).

Bu, tevhid inancıdır. Allah'tan başka tanrı olmadığını kabullenen kişi, ha­kikati ancak O'nun beyan edeceğini kabullenir. Diğer taraftan Hz. İsa'ya ulu-hiyyet/tannlık sıfatı yakıştıranlara, onun bir beşer olduğu hatırlatılmakta, Al­lah'tan başkasına tanrılık isnad edilemeyeceği öğretisi ortaya konmaktadır.

• Hakikat, Hz. İsa'nın tanrı olmayıp bir beşer olduğudur.

• Hakikat, Allah'tan başka tanrı olmadığıdır.

• Hakikat, Hz. İsa'yı çarmıha gerip öldürmedikleri, eceliyle öldükten son­ra Allah'ın onu kendine yükselttiğidir.

• Hakikat, Hz. İsa'nın gayr-i meşru bir çocuk olmadığı, onun yaratılışının Hz. Adem'in yaratılışına benzediğidir.

Bütün bunların kabulü, ancak tevhid inancına sahip olmakla mümkündür.

3. (Sadece Allah, kudret ve hikmet sahibidir).

Âl-i İmran/35'den 61. ayetine kadar zikredilenleri, ancak aziz ve hikmet sahibi olan bir varlık gerçekleştirebilir. Bütün bunlar, sonsuz bir kudret ve hikmete sahip olmayı zorunlu kıldığından, aziz ve hakim sıfatlan zikredil­mektedir. Güçlü ve hikmet sahibi olan Allah bunları gerçekleştirmiş ve bun­ların gerçek haberini Hz. Peygamber'e bildirmiştir. Böyle bir kaynaktan ge­len habere inanılması ve asla şüphe edilmemesi gerekir. Böylece, haber ve bilginin geldiği kaynağın önemi vurgulanmış ve birinci elden kaynak ve de­lillere gitmenin zorunluluğu öğretilmiştir. Din konusunda birinci kaynağın Kur'an olduğunu unutmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. İnsanları ihtilaf ve şüphe karanlığında bırakmadan ilahî vahye gitmenin zorunluluğuna işaret edilmiştir. Buna dikkat edilmemesi insanlığa ne getirir?

4. (Eğer yüz çevirirlerse, elbette Allah bozguncuları çok iyi bilendir).

Haktan yüz çevirmek, Allah'ın Hz. Peygamber'e bu konularda gönderdiği vahye (bilgiye) sırtını dönmek ve bozgunculuk olarak nitelendirilmektedir. Gerçeklik bilgisine sırt dönmek, yeryüzünde fesat çıkarmak ve dinî kültürün bütün dengelerini bozmak demektir. Fesatçı/bozguncu kişi, hakikate sırtını dönüp dinî meselelerle ilgili bilgileri başka yerlerde arayandır. Demek ki, sosyal dengeleri bozanlar; şüpheciler, kıskançlar, ihtilaf yaratanlar, yalanla­yanlar ve hakikate sırtını dönenlerdir.

Bu tip insanların yeryüzünde zehirli bir kültür ortamı oluşturacakları ve ilahî vahye tâbi olanlarla mücadele edecekleri 61. ayette ifade edilmişti. Bu mücadele, insanlık tarihi boyunca olagelmiş, kanlar dökülmüş, sosyal denge­ler alt-üst olmuştur. İnsanlığın yüz karası olan bu tip kişilerin fesatlarının hı­zı, ancak peygamberler vasıtasıyla kesilmiştir. Tefrikaların, kavgaların ve sa­vaşların dinamikleri arasında yer alan hakikate sırt dönme, insanlığa ayak ba­ğı olmuş, insanlığın geri kalmasına sebep teşkil etmiştir. İşte bunun içindir ki, Allah bozguncuları çok iyi bilendir buyurmak suretiyle Yüce Allah, onla­rı bozgunculuktan vazgeçmeye çağırmaktadır. Din eğitimcileri ilahî vahiyle öylesine teçhiz olmalı ki, bu kötü niyetli, bozguncu, yalancı ve şüphecilerle mücadele verebilsin ve onlara hakikati öğretebilsinler. İlahî vahyi yeterince bilmeyenler, hakikatten yüz çevirenlerin daha da uzaklaşmalarına sebep ola­caklardır. 61. ayette, ilahî bilgiye rağmen tartışmayı sürdürenlerin bulundu­ğu görülüyor. İlahî bilgiye sırtını dönen, felsefe ile ikna olur mu?! [145]

 

Müslümanlarla Kitap Ehli Arasında Ortak Olan Tevhid İnancında Buluşmaya Çağrı:

 

64. De ki: "Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeye­lim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da birbirimizi tannlaştırmayalım". Ve eğer yüz çevirirlerse de ki: "Şahit olun biz müslümanlarız".

Kitap ehli, ayetin ilk bölümünde, müşterek bir kelimede (noktada, ilkede) buluşmaya davet edilmektedir. Ayetin ikinci bölümünde ise, bu ilkenin tahli­li yapılmakta ve neleri kapsadığı anlatılmaktadır. Ayetin daha iyi anlaşılabil­mesi için nüzul (iniş) sebebine bakalım: [146]

 

1. Ayetin İniş Sebebi:

 

Razi'nin naklettiğine göre, yahudiler Hz. Peygamber'e "Hnstiyanlann İsa'yı rab edindikleri gibi, bizim de seni rab edinmemizi istiyorsun" demiş­ler. Hnstiyanlar da "Ey Muhammed! Sen yahudilerin Hz. Üzeyir hakkında söylediklerini senin hakkında söylememizi istiyorsun" demişler. Bunun üze­rine bu ayet nazil olmuştur.

Âl-i İmran/61'deki lanetleşme çağrısının ardından müşterek ilkede (tevhid inancında) buluşma daveti yapılmaktadır. Bize göre, bu ayetin iniş sebeple­rinden biri de, Âl-i İmran/61-63'de geçen, doğruyu öğrendikten sonra yüz çe­virme olgusudur. Hakikate karşı olumsuz tepki göstermek, sırt dönmek, top­lumda bozgunculuk yaparak dinî alanı kirletmektir. Ancak Razi'nin nakletti­ği haberi de gözardı etmiyoruz. Aslında ayetin içeriği, ayetin iniş sebebini vermektedir: Allah'tan başkasına kulluk, O'na şirk koşmak ve insanların bir­birini rab edinmeleri suretiyle tevhid inancını bozmaları ve bunu da din adı­na yapmaları, ayetin nüzul sebebidir. [147]

 

2. Ortak İlkede Buluşmaya Çağrı:

 

Ayetin birinci bölümü bir çağrıdan ibarettir:

(De ki: "Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramız­daki şu ortak ilkeye gelin").

Ayetteki tfû (teâ/ev=gelin) kelimesi, (et-teâlî) kelimesinden türemiş bir emir olup -Razi'nin dediğine göre- alçak bir yerden yüksek bir yere yük­selmek manasına gelmekte; çağırılan şeye yönelmeyi ve oraya gitmeyi ifade etmektedir. Bu ayetteki yönelecek yer, fizikî/maddî anlamda bir yer değil; bir inanca, bir ilke ve esasa yönelmek olduğu için, manevî bir yöneliştir.

(Sizinle bizim aramızdaki ortak ilkeye...)

Ayetin bu kısmındaki (kelime) kavramı, tevhid kelimesini (iman ilke­sini) ifade etmektedir. (sevâ') da, adalet, insaf, eşit, dosdoğru anlamına gelmektedir. İkisi birlikte, ortaklaşa paylaşılabilecek bir ilke anlamını ifade etmektedir ki buna, insanların kavga etmeden, diyalog kurabilecekleri bir or­tamın hareket noktasını belirleyecek ilke de denebilir. Yüce Allah, kitap eh­lini (geçmiş vahyin izleyicilerini) ve müslümanlan diyaloga davet etmekte­dir. Vahiy ve peygamberlik müessesesine inanan insanların, derin ayrılık ve ihtilaflara düşerek münakaşa etmeleri, tali konulan büyütmeleri doğru değil­dir. Yapılması gereken, peygamberlerin getirdiği temel ilkeyi tesbit edip di­ğer konulan ona göre halletmektir.

3. Ayetin son bölümünde kitap ehli ile müslümanlann üzerinde ittifak ede­cekleri ve bir araya gelecekleri üç bölümden oluşan ilke açıklanmaktadır:

a. (Allah'tan başkasına tapmayalım).

Ayetin bu kısmını Fatiha/5 ayetine bağlarsak diyebiliriz ki, Ancak sana kulluk ederiz ifadesi, Allah'tan başkasına tapmamayı ifade etmektedir. Yahu­diler Üzeyir'i, hristiyanlar da İsa'yı Allah'ın oğlu kabul ederek ilahlaştırmış-lardır. Kitap ehlinin batıl inançlannın dışlanması, aynı zamanda Allah dışın­daki varlıklan kutsallaştınp tapınmayı ön gören gelecekteki her inancın da dışlanmasıdır.

Tabiat varlıklanna ve insanlara tapınma şeklinde tezahür eden her sahte inanç biçimini ortadan kaldırmaya azmetmek, diyalogun önemli bir adımını teşkil eder. Diyalog, kulluğun kime yapılması gerektiğini belirlemekle baş­lar. Kitap ehliyle (yahudi ve hristiyanlarla) adil, doğru bir ilke etrafında di-yaoğun ilk adımı, kulluk bilincinin ortaya konmasıyla atılmış olacaktır. Bu­radan, müslümanlarla yahudi ve hristiyanlar arasındaki diyaoğun, dünyevî menfaat temeli üzerine değil, uhrevî kazanç temeli üzerine bina edilmesi ge­rektiği sonucunu çıkarabiliriz.

Sadece Allah'a kulluk etmek, Allah'ı tek ilah olarak tanımak ve tüm sahte ilahları dışlamak, insanın yaratılışının ana gayesidir. Zariyat/56 ayetinde, cin ve insanların bu gaye için yaratıldıkları beyan edilmektedir. Tevhid ilkesi, sa­dece müslüman, yahudi ve hristiyanlar arasında değil, cinler arasında da var olan bir müşterekliğe işaret etmektedir.

b. (O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım).

Kutsal kitaba inanan hiç kimse, hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi Allah'a eş tut­mamalıdır. Demek ki müslümanlar, yahudi ve hristiyanlar şirki dışlayarak, diyaloglarını sürdürmeli ve tevhid inancı etrafında toplanmalıdırlar. Allah'ın hiçbir dengi yoktur [İhlas/4] ayeti doğanın da bir kanunudur. Kainatta var olan düzen, Allah'ın tekliğinin bir tezahürüdür. Çünkü, Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka bir tanrı bulunsaydı, oradaki düzen bozulurdu. [Enbiya/22]

Şirki dışlamak ve insanlıktan kaldırmak dinlerin amacı olmuş ve olacak­tır. İlk insandan bu yana değişmeyen bir ilke ve amaç olan şirkin dışlanması, evrensel anlamda din eğitiminin ve dinler arası diyalogun da eksen konusu olmalıdır. Kur'an'ın kitap ehline yaptığı diyalog çağrısının ikinci adımı, şir­kin ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Allah'a eş koşmamak, O'ndan başkası­na kulluk etmemenin başka bir cephesini teşkil etmektedir.

c. (Allah'ı bırakıp, birbirimizi rab edinmeyelim). Öyle anlaşılıyor ki yahudi ve hristiyanlar, din adamlarını ve büyüklerini rab ediniyordu. Helal ve haram konusunda onların kişisel fetvalarını dinin emri gibi kabul ediyorlar; din adamlarının ve alimlerinin görüşlerini kutsal-laştınyorlar, günahlarını onlara affettiriyorlar; onları Allah'ın önüne geçili­yorlardı.

Allah'tan başkasını rab edinme gibi dinî alanı kirleten bir anlayış ve dav­ranışı bırakmak, diyalogun diğer bir gündem maddesidir.

Kısaca diyebiliriz ki: Müslümanlarla yahudi ve hristiyanlar arasında ku­rulacak diyalogun buluşma noktasını belirleyen bu üç madde, tamamen şirk­le mücadeleyi ve tevhid inancını benimsemeyi esas almaktadır. Buluşma noktasının ilk iki maddesini olumlu bir şekilde ifade edebiliriz: Yalnız Al­lah'a kulluk etmek, tek Allah'a inanmak. Üçüncü maddesi olan Birbirimizi rab edinmeyelim ilkesini ise olumlu olarak ifade etmek mümkün değildir. O nedenle, birbirimizi rab edinmemek ilkesi aynen kalmalıdır. Yani insanlar sa­dece Allah'a kulluk ettiklerini ve O'nu tek ilah olarak kabul ettiklerini söyle­dikleri halde, bilerek veya bilmeyerek birbirlerini rab edinebilirler.

Tevhid inancını eksen değer olarak kabul eden müslümanlar, yahudi ve hristiyanlar hakikatin kendi tekellerinde olmadığını anlar ve kendileri dışın­dakilerin dalalette olduklarını söylemekten kaçınırlar. Diyalog, tevhid inan­cının paylaşılması ile başlayacak, tali konuların değerler sistemindeki yerinin tesbitiyle devam edecektir. Yalnız Allah'a kulluk etmek, O'na eş koşmamak ve insanların birbirlerini rab edinmemeleri ilkesinin benimsenmesi, diğer proplemlerin de çözümünü sağlayacaktır. Tevhid inancının olmadığı yerde çözümsüzlük vardır. Hakikati kendi tekelinde görmenin veya Âl-i Imran/63-64'de belirtildiği gibi hakikatten yüz çevirmenin ana nedeni, tevhid inancının benimsenmemesidir.

Tevhid inancı, insanların beynini hakikate, yani Allah'a döndürürken; din­lerin yönünü de birbirlerine döndürür. Birbirine bakmayan, biririni görmeyen veya görmemezlikten gelen dinlerin birbirine saygı duyması mümkün değil­dir. Saygının olmadığı yerde de diyaog kurulamaz. Aralarında saygı olma­yanların da paylaşacakları ortak bir ilkeleri olamaz.

Demek ki tevhid inancı, saygıya, oradan da paylaşıma uzanması hase­biyle birçok propleme çözüm getirmektedir. Tevhid inancı, diyalog konu­sunda eksen değeri belirlemekte, saygı ve paylaşım kapılarını açan anahtar rolü oynamaktadır. Saygı ve paylaşım iradî olarak inanmayı temin eder. Zorlamadan, düşünerek, araştırarak ve bilinçle kabullenmenin alt yapısını oluşturur.

Hakikate saygı göstermek ve ona karşı samimi olmak, diyalogun önemli şartlan arasında yer almaktadır. Âl-i İmran/64'de tevhid inancının üç boyutu da vurgunlamış, diyalog için hiçbir şey dışarıda bırakılmamıştır. Kitap ehli ile müslümanlann diyaloglarında samimi olmaları, ikili oynamalarını engelleye­cek, inançların her yönünü ortaya koyup sorgulamalarını temin edecektir.

Saygı, samimiyet ve paylaşım için Yüce Allah Ankebut suresinde şöyle buyurmaktadır:

(Kitap ehli ile zulüm ve haksızlıktan uzak durdukları müddetçe en güzel şekilde tartışın ve deyin ki: "Bize indirilene inandığımız gibi size indirilmiş olana da inanıyoruz. Çünkü bizim ilahımız ile sizin ilahınız tek ve aynıdır ve hepimiz O'na teslim ol­muşuzdur"). [Ankebut/46]

Bu ayet, kitap ehli (yahudi ve hristiyanlar) ile tartışırken en iyi metodun kullanılmasını emretmektedir. En iyi metodun hangisi olduğu da ayette mev­cuttur: Onlara indirilene iman edildiğinin deklare edilmesi ve aynı Allah'a iman edildiğinin ve O'nun tek olduğunun açık bir şekilde ortaya konmasıdır. Kitap ehlinin inançlarını sorgulamadan önce peygamberler aracılığıyla onla­ra indirilen ilahî vahye inanmak; kendisinden başka ilah bulunmayan Al­lah'ın hem yahudi ve hristiyanların, hem de müslümanlann ilahı olduğunu açıkça beyan etmektir.

Kitap ehliyle en iyi metodla tartışmak için, ben-merkezciliği terkederek, gündemi Allah ve vahiy üzerine yoğunlaştırmak gerekir. Allah ve vahiy mer­kezli tartışmalar diyalog için en güzel metoddur. Bu metodun güzel netice verdiğini Ankebut/47'den öğreniyoruz. Müslümanın, kitap ehline indirilenle­re inandığını açıklaması, diyalogda saygının ta kendisidir. Ben-merkezcilik, Maide/82'de kibir olarak vasıflandınlmaktadır. Ben-merkezcilik/kibir, sev­meyi, dinlemeyi ve hakikati anlamayı engeller. Kitap ehli içinden hristiyan-ların keşiş ve din adamlarının kibre kapılmayanlannın doğruya ulaştıkları Maide suresinde ifade edilmektedir:

(Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da, "Biz hristiyanlanz" diyenleri bulacaksın. Çünkü onlar arasında öy­le keşişler ve rahipler var ki bunlar kibre kapılmamışlardır). [Ma-ide/82]

Sevgi, kibrin (ben-merkezciliğin) olmadığı yerde bulunduğuna göre, di­yalogda sevginin yer alması için ben-merkezciliğin terkedilmesi şarttır.

Kibri terketmekle sevmek eş zamanlıdır. Bu sevgi, Allah'ın Peygamber'e indirdiğini dinlemeye sevketmektedir. Bu da hakikati tanıyıp anlamakla ne­ticelenmektedir:

(Rasul'e indirileni dinlediklerinde gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün, çünkü ondaki hakikati ta­nırlar). [Maide/83]

Kibrin ortadan kalkması ile sevgi bağlan ortaya çıkmakta, vahye kulak ver­mek ve hakikate ulaşmak kolaylaşmaktadır. Önemli olan kendi inançlarını kar­şısındakine kabul ettirmek değil, hakikati bulmaktır. Hakikatle ben-merkezci-lik bir araya gelmez, hakikati yakalamak için kibri bırakmak gerekir. Âl-i İm-ran/64'deki Allah'ın birliği inancı, sosyal yapıya yansıyınca insanlığın birliği­ni sağlayan bir niteliğe bürünmektedir. Birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik­te olan bu inanç, bütün dinlerin temelini ve amacını oluşturmaktadır.

Yahudilik ve Hristiyanlık'ın İslâm dini ile olan tali farklılıkları üzerinde gereğinden fazla durmak, insanları ayrılığa ve diyalog kopukluğuna götürür. Onun için Kur'an diyalogun tevhid üzerinde yapılmasını öngörür. Şirk ve in­sanın insanı rab edindiği kirli ve kaypak bir zemin üzerinde diyalog kurma­nın imkansızlığı ortadadır.

Kur'an, tevhid temeli üzerine kurulmasını istediği diyalogda, kitap ehli­nin kendi dinlerinin sınırlarını bile ihlal etmelerini doğru bulmaz:

(De ki: "Ey kitap ehli! Dininizin içerdiği hakikatin sınırlarını ihlal etmeyin. Daha önceden sapan, bir çoklarını da saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın"). [Maide/77]

Bu ayet, Hz. Peygamber'e, kitap ehli ile gireceği diyalogta onlardan din­lerinin sınırlarını ihlal etmemelerini isteyecek kadar koruyucu bir tavır takın­masını tavsiye etmektedir.

Yine Hz. Peygamber kitap ehlinden, yanlışın peşinden gidip yoldan çıkan­larla beraber olmamalarını isteyecek kadar koruyucu bir tavır ortaya koya­rak, diyaloga farklı bir boyut kazandırmaktadır. Demek ki, başkasının iyili­ğini düşünmek, diyalogu kemiren ben-merkezcilik kurdunun etkinliğini orta­dan kaldırmaktadır. Diyalog kurulan kişi veya toplumu tehlikelere karşı uyarmak, tehlikelerden çekip çıkarmak diyalogdaki samimiyetin gereğidir.

3. Hakikatten yüz çevirenlere söylenecek söz

AI-i Imran suresinin son kısmı, diyalogun tevhid inancı üzerinde cereyan etmemesinin muhtemel olduğuna ve bu durumda nasıl bir tavır takınılacağı­na ışık tutmaktadır:

(Ve eğer yüz çevirirlerse deyin ki: "Şahid olun ki, biz kendimizi ona teslim etmişiz").

Diyalog, parçalara bölünemeyen hakikati aramak, onun peşinden koşmak ve ona sevdalanmaktır. Tali olan dinî farklılıklar bir kenara bırakılabilir, fa­kat bölünme kabul etmeyen tevhid inancı bir tarafa konmaya, yüz çevrilme­ye tahammül edemez.

Ayette üç boyutuyla sergilenen ve şirki dışlama eksenine oturan tevhid inancına sırt çevirenlere, Şahid olun biz Allah'a teslim olduk demekten baş­ka çare yoktur. Bu ifadeden, burcu burcu benlikten sıyrılma kokusu hissedil­mektedir. Âl-i Imran/64 ayetinde Yüce Allah, kitap ehli ile diyalogun tesli­miyetle bitmesini istemektedir. Allah'a teslim olmak, Allah'ın birliği inancı­na/ilkesine iman etmek, tevhid inancını bozan ben-merkezcilikten uzaklaş­maktır. Nefsini tanrı edinmeye kadar varan bu ben-merkezcilik mabedi, aye­tin sonunda yer alan teslimiyetle dinamitlenmekte ve şirkin bütün kaleleri yerle bir edilmektedir.

Bu ifadenin altında, diyalogun, gerilim ortamına sürüklenmemesi beklen­tisi de vardır. Din eğitiminin amacını teşkil eden bu diyalogun iyi netice ver­memesi halinde, düşmanlık, gerilim ve kin haline dönüşmemesini Allah'a teslimiyet temin edecektir. Tevhid inancı, gerilim, kavga ve düşmanlık alanı değildir ve olmamalıdır. Diyalogun gerilimsiz bitmesi ve iyiden yana netice­lenmesi kadar önemlidir.[148]

 

Hz. İbrahim Hakkında Tartışma:

 

65. Ey kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki, Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?

Kitap ehlinin ortak ilkeye davet edilmesinden sonra böyle bir ayetin gel­mesi önemlidir. [149]

 

Ayetin Ortaya Koyduğu Hakikatler:

 

1. Ayette, tevhid inancından hareket ederek gerçekleştirilmesi istenilen di­yalogun, hangi nedenlerle kesildiği bildirilmektedir. Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan olmasının dinî konularda ne kadar önem arzettiği ortada oldu­ğu halde, dinde önem arzetmeyen konular üzerinde durarak temel konuların ele alınmadığı görülmektedir. Allah böyle bir tartışmanın yersizliğini vurgu­lamakta ve Hz. Muhammed'e tâbi olanlara da dinde yersiz tartışmalara gir­memelerini öğütlemektedir.

2. Ayette, tartışmada aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin yer alması ön görülmekte; tarihî olgulara akılla yaklaşarak tartışmaya son verilmesi gerek­tiği vurgulanmaktadır. Aklın yer almadığı tartışma kabukta kalacak, tarihî ol­gulara ters düşecek ve tarihî olguların akışım tersine çevirecek kadar vahim neticeler doğuracaktır.

Tevrat ve İncil'in kendisinden sonra nazil olduğu bir peygamberi kendi dinlerinden göstermek tarihî olgulara ters düşmekten, tarihin akışını tersine çevirmekten başka bir şey değildir. Yüce Allah, tarihî olgulara bu kadar duy-. Aklınızı kullanmıyor musunuz? veya Düşünmüyor musunuz? ifadesi, akıldan uzak düşenlerin durumuna işaret etmektedir.

3. Tarihî olgular saptıralamaz ama onları saptırmaya teşebbüs edenler be­yinsizlikle vasıflandırılır. Bu ayette, günümüzde ve gelecekte tarihî olguları tersyüz edenlerin olacağına dikkat çekilmekte, akılcı olmanın ve meselelere akılla yaklaşmanın önemi vurgulanmaktadır. Ayete bu şekilde yaklaşmakla, onun güncelliğini ve evrenselliğini korumuş oluyoruz. Çünkü bu ayetin, sırf yahudi veya hristiyanlann Hz. İbrahim'in kendilerinden olduğunu söyledik­lerini haber vermek için sevkedildiğini düşünmek, bugün bizim için fazla önem teşkil etmez. Bu ayet, günümüze şu ışığı tutmaktadır: Tarihî olgulara akılcı yaklaşmak, tarafsız bir tavır takınmak zorunludur. Aklın girmediği yer­de tarafgirlik olur, tarafgirliğin olduğu yerde de objektiflik kurban edilir. Ta­rihî şahsiyetler, yanlış ve küçük tartışmalara konu edilmemelidir.

Tartışmanın dinî boyutu, Allah'ın aklı böyle konulara sokmayı önemseme-sidir. Aklı, tarihî olgulara sokmamak günah, sokmak ise ibadettir. Öyleyse ayetten aklı kullanmanın bir ibadet olduğu sonucunu çıkarabiliriz. [150]

 

Tartışmada Bilginin Önemi:

 

66. İşte siz böyle kimselersiniz! Bilginiz olan şeyler hak­kında tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda ni­çin tartışıyorsunuz? Halbuki Allah her şeyi bilir, ama siz bilmezsiniz.

Bir önceki ayette tartışmanın sağlam bir zeminde olması için aklı devre­ye sokmanın gerekliliğine dikkat çekilirken, bu ayette tartışmada bilginin önemi vurgulanmaktadır.

Ayetin birinci bölümünde kitap ehlinin, hakkında bilgi sahibi olduğu ko­nularda tartıştığı ifade edilirken Yüce Allah, olumsuz bir tavır takınmaktadır. Bakara/213 ve Âl-i İmran/19 ayetlerine göre, kitap ehli kendilerine ilim gel­dikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden tartışıp ihtilafa düşmüşlerdir. Kitap ehlinin, bildikleri halde tartışıp ihtilafa düşmeleri yerilmektedir. Doğ­ruluğu bilinen bir konuyu tartışma alanına çekmenin yanlışlığı bir yana, bil­gi ve konuya da zulümdür.

Tevrat ve İncil Hz. İbrahim'den sonra geldiği halde, Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan olduğunu iddia etmek, olguyu katletmektir. Yahudi ve hris-tiyanlann, Yahudilik ve Hristiyanhk'ın tesisinden çok önce yaşamış olan bir peygamberin kendi dinlerine mensup olduğunu söylemeleri, duygusallığın bilgi alanım nasıl olumsuz etkilediğini göstermektedir.

Ayetin ikinci bölümünde kitap ehline (yahudi ve hristiyanlara), hakkında bilgi sahibi olmadıkları konularda niçin tartıştıkları sorulmaktadır. Bilginin olmadığı yer, karanlıktır; bilgisiz insanların tartışması çok tehlikeli noktala­ra varabilir. Mesela yahudilerin, Hz. İsa'yı çarmıha gererek öldürüp öldürme­diklerini bilmedikleri halde zan üzerinde yürümeleri hâlâ çözülemeyen so­runlar ortaya çıkarmıştır. Burada da kitap ehlinin, inancını bilmeden Hz. İb­rahim'in yahudi veya hristiyan olduğunu iddia etmelerinin doğru olmadığı hatırlatılmaktadır.

Ayetin üçüncü bölümünde ise, Allah'ın her şeyi bildiği, onların ise bilme­dikleri hatırlatılmaktadır.

Allah'ın kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann) bildikleri ve bilmedikleri konularda tartıştıklarını haber vermesi bizim için ne ifade etmektedir? Günü­müzde bu ayetten nasıl istifade edebiliriz? Bu sorular cevaplandırılmadığı takdirde, ayetler bir hikaye olarak kalacaktır. Bu ayetin günümüze tuttuğu ışık şudur: Tartışmanın bir usûlü ve bir ahlâkı vardır. Bilinen konulan tartış­maya açmak saygısızlık ve ahlâk dışı bir davranıştır. Bilgi gibi bir değeri tar­tışma alanına çekerek ona zarar vermeye kalkmak, adaba aykırıdır.

Bilmediğimiz bir konuda tartışma yapmak ise daha kötü bir davranıştır. Onun için konuyu bilene bırakmak en doğru davranıştır. Ayetin sonundaki Al­lah bilir; siz bilmezsiniz ifadesi, buna işaret etmektedir. Demek ki, Âl-i İm-ran/65-66 ayetleri tartışma ahlâkını öğretmekte; tartışmada aklın ve bilginin görevini açıklayarak insan ilişkilerinin sağlıklı yürümesine yardım etmektedir. [151]

 

Hz. İbrahim'in İnancı:

 

67. İbrahim, ne bir yahudi, ne de bir hristiyan idi, ama kendini Allah'a teslim ederek her türlü batıldan yüz çevir­miş biriydi. Müşriklerden de değildi.

Allah Teala, kitap ehlinin yersiz tartışmalarını sona erdirmek için bu açık­lamayı yapmaktadır. Yüce Allah önce Hz. İbrahim'in ne olmadığını bildirerek ne olduğunu açıklama yolunu tutmuş; sonra da Hz. İbrahim'in yahudi ve hristiyan olmadığını söyleyerek tartışmayı sona erdirmiştir:

(Kendini Allah'a teslim ederek her türlü batıldan yüz çevirmiş biriydi).

Bakara/l35'de hanif kavramını açıklamıştık. Haniflik Hz. İbrahim'in inanç yapısını belirlemekte; şirkten uzak olmayı, batıldan yüz çevirmeyi, Allah'ı bir tanımayı ifade etmektedir. Diğer taraftan Hz. İbrahim Allah'a teslim olmuş bir kuldu. Bakara/l 31 'de Allah ona teslim olmasını emredince, o da alemlerin rab-bine teslim olduğunu itiraf etmişti. Görüldüğü gibi Hz. İbrahim Allah'ı bir tanı­mış ve benliğini Allah'a teslim etmiş bir kişidir. Bu olumlu sıfatlar onun müş­rik olmadığını da ifade etmektedir. Onun için Yüce Allah ayetin sonunda onun müşriklerden olmadığını söylemiştir. Peki hanif ve müslüman olduğunun ifade edilmesinden sonra, müşrik olmadığının söylenmesinin ne manası vardır?

Bize göre, Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan olduğunu iddia eden ve Hz. Üzeyr'in ve Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyerek şirke sapan ki­tap ehlini tenkit için bu özelliği vurgulanmıştır. Ayette, inançlarına şirk karış­tıran yahudi ve hristiyanlar uyarılmakta, yani siz müşrik oldunuz, o nedenle İbrahim'in sizden olması mümkün değildir şeklinde kınanmaktadır.

Allah Teala'nm Hz. İbrahim hakkında kullandığı metod, metodların en gü­zelidir. Bir kişiyi tanıtırken veya bir konuyu anlatırken, ne olmadığını söyle­yerek ne olduğunu anlatmak en uygun yoldur. Öncelikle o kişi veya konuyu olumsuzluklardan soyutlamak, sonra da olumlu özelliklerini sıralamak gere­kir. İşte yahudi ve hristiyanların bilmeyip de Allah'ın bildikleri bunlardı.

Diğer taraftan Yüce Allah şuna da işaret etmektedir: Önemli olan yahudi veya hristiyan olmak değil; Allah'ın birliğine inanmak, O'na bütün benliğiy­le teslim olmak ve müşriklerden olmamaktır. Yahudilik ve Hristiyanlık'ın ar­kasına sığınıp şirk koşma hatasına düşmemektir.

Bu ayetteki tevhid, 64. ayete bağlandığında, ortak ilkenin Hz. İbrahim'in inancı olduğu; Hz. İbrahim'in inancı üzere olanların da Hz. Muhammed'in ümmeti olduğu anlaşılır. 64. ayette Allah'ın tesbit ettiği ortak ilkenin daha ön­ce Hz. İbrahim tarafından kabul edildiği hatırlatılarak, o ilke etrafında topla­nılması önerilmektedir. Çünkü Hz. İbrahim de, şirkle mücadele etmiş ve tev­hid inancını yaymak için gayret sarfetmiştir.

Hz. İbrahim'in ardına sığınarak doğru yolda olduğunu iddia etmek değil, gönlünü tevhide açarak Allah'a teslimiyetini isbat etmek en doğru yoldur. [152]

 

Hz. İbrahim'e Yakınlık:

 

68. Muhakkak ki, İbrahim'e en yakın olanlar ona uyanlar­la şu Peygamber ve mü"minlerdir. Allah ise, iman edenle­rin dostu ve koruyucusudur.

Bu ayeti anlayabilmek için 65. ayet ile 67. ayet arasındaki ayetlerin eksen konusuna bakmak gerekir. Yahudi ve hristiyanlar Hz. İbrahim'in kendilerin­den olduğunu iddia ederek onun şöhretinden istifade etmek istiyorlardı. 67. ayette Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan olmadığı ifade edilmiş, 68. ayet­te ise yakınlığın ne ile olacağı açıklanmıştır. Böylece bir peygambere yakın olmanın temelleri ortaya konmuştur. [153]

 

Peygambere Yakınlık:

 

1. Tâbi olmak

İnsanlar, Allah'a kulluk etmek ve peygamberlere tâbi olmak ile görevlidir­ler. ÂI-i İmran/3rde Allah'ı sevmenin ve Allah'ın sevgisini kazanmanın yol­larından birinin peygamberine tâbi olmak olduğu ifade edilmişti. Öyleyse, peygambere yakın olmak için ona tâbi olmak gerekir. Peygambere tâbi ol­mak dinde çok önemlidir; çünkü peygamber, insanların sadece kendisine ve önceki peygamberlere değil, Allah'a da yakın olmalarını temin eden kişidir.

Tâbi olmak, o peygamberin getirdiği vahye inanmak ve onu tatbik etmek ile kendini gösterir. Demek ki, bir insanın bir insana olan yakınlığı, gönül ve davranışlardan fışkıran beraberliktir. Tâbi olmak, gönül ve davranış benzer­liğini gerekli kılmaktadır.

2. Tevhid inancını paylaşmak

Bir peygamberin yaşadığı dönemdeki insanlarla kurduğu ilişki ona tâbi olmayı kolaylaştırır Fakat peygamberden sonraki çağlarda yaşayan insanla­rın peygambere yakınlığı tevhid inancı sayesinde olur. Yüce Allah Hz. İbra­him'e yakın olan ikinci grubun Hz. Muhammed ve ona inanan mü'minler ol­duğunu söylemektedir. Hz. İbrahim'den asırlarca sonra dünyaya gelmiş ol­malarına rağmen Hz. Muhammed'in ve ona tâbi olanların inancı, onları Hz. İbrahim'e yaklaştırmıştır. Demek ki, yakınlık bir iman meselesidir. Hakiki iman, zaman ve mekanı ortadan kaldırmakta, öncekilerle sonrakileri birbirle­rine yaklaştırmaktadır.

Sosyal psikoloji açısından bakarsak, sosyal ve kültürel bütünleşmenin özünde bulunan imanın, bütünleşmeyi güncel olmaktan çıkarıp üç boyutlu zamana yaydığını; mazi, hal ve istikbal mefhumlarını aynı anda yaşanır hale getirdiğini söyleyebiliriz.

İmamn/tevhid inancının meydana getirdiği yakınlık, şu ayette örnekliğe dönüşmektedir:

(İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır). [Mümtehine/4]

Öyle anlaşılıyor ki, tevhid inancı geleceği geçmişe, geçmişi geleceğe ta­şımakta ve zaman mefhumunu ortadan kaldırmaktadır. Bir peygambere ya­kınlığın dil ile değil, gönüldeki iman ile olması halinde bir mana taşıyacağı­nı söyleyen Yüce Allah, iman ile tâbi olmanın ne kadar büyük bir güç oldu­ğuna işaret etmiş olmaktadır.

Zaman ve mekan farkını ortadan kaldıran tevhid inancının diğer bir seme­resini de ayetin sonundan öğreniyoruz:

3.  (Allah inanların dostudur).

Tevhid inancına sahip olan insan, aynı zamanda Allah'ın dostluğunu da kazanarak O'na yakın olmaktadır.

Peygambere yakın olan Allah'a da yakın olur veya peygambere yakın ola­na Allah da yakın olur. Böylece Yüce Allah tevhid inancının dinî ve sosyal görevini açıklamaktadır.

Günümüzün sosyal olayları incelendiğinde, fertlerin veya toplumların birbirinden ayrı düşmelerinin ve gerilim içinde düşmanca davranışlara yönel­melerinin imanın yokluğundan kaynaklandığı anlaşılır.

Öyleyse, birbirini sevmeyen, saygı duymayan, birbirinden ayrı düşen mü'minler, imanlarını gözden geçirmelidirler. Zira, Yüce Allah, yakınlığı imanın temin ettiğini ifade buyurmaktadır. Bu durumda, inananlar arasında­ki ayrılığın, gerilimin, çatışmanın, soğukluk ve düşmanlığın sebebi ortadadır. İşte Âl-i İmran/68'de iman ile yakınlık arasında kurulan bu ilişki, din eğiti­minin en önemli konulardan birini teşkil etmektedir. Kültürel bütünleşmenin can damarını oluşturan imanın, insanın gönlünden çıkarak sosyal hayatı ku­cakladığını görmek, hissetmek ve tatmak gerekir.

Tevhid inancı etrafında birleşmeye çağrı yapan Âl-i İmran/64 ile, Âl-i İm-ran/68 ayeti birlikte ele alındığında, yahudiler, hristiyan ve müslümanlar ara­sındaki yakınlaşmanın hangi alanda olması gerektiği anlaşılır. Bu ayetlerde, imanın arınması halinde, farklı dinlere mensup olanların birbirlerine yaklaşa­cağı vurgulanmaktadır. [154]

 

Başkasını Saptırmaya Çalışan Kendini Saptırır:

 

69. Kitap ehlinin bir kısmı sizi saptırmak istediler; oysa on­lar ancak kendilerini saptırırlar da bunun farkına varmazlar.

Bu ayet kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann) müslümanlara karşı içle­rinde besledikleri olumsuz duygulan açığa vurmaktadır. Başka ayetlerde, ki­tap ehlinin bu olumsuz duygularının kaynağı da açıklanmaktadır. [155]

 

Kitap Ehlinin Olumsuz Duygularının Kaynağı:

 

1. Hased

Bakara suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Kitap ehlinin çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerinde­ki haset yüzünden, sizi imanınızdan vazgeçilip küfre döndürmek is­tediler). [Bakara/109]

Bu ayet Âl-i İmran/69 ayetiyle birlikte düşünüldüğünde, saptırmanın, imandan küfre doğru olduğu anlaşılır. Allah Teala, farklı inanç grupları ara­sındaki çatışmanın inanç alanında olduğunu ve bunun da haset yüzünden meydana geldiğini söylemek suretiyle müslümanlann bilinçlenmesini ve kendilerini korumalarını amaçlamaktadır. Diğer taraftan haset ateşini söndür­me gücünün de ne olduğunu açıklamaktadır.

2. Küfürde eşitlik

İmandan inkara doğru olan saptırma isteğinin altında yatan başka bir ne­den de küfürde birleşme isteğidir:

(Sizin de kendileri gibi inkar etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız). [Nisa/89]

Kur'an imanda eşitlenmeyi isterken, kitap ehlinin bir kısmı inkarda eşit­lenmeyi istemektedir. Yahudi ve hristiyanlann, mü'minlerle inkarda birleş­mek istemeleri çok ilginçtir. Yüce Allah, onların saptırma gayretlerinin hiç­bir işe yaramayacağını, bununla ancak kendilerini saptıracaklarını, bunun da farkına varmayacaklarını ifade etmektedir.

Görüldüğü gibi, başkasmı yoldan çıkarmak için sarfedilen gayretin neti­cesi, gayret edene dönmektedir. Buna rağmen, böyle davranmak ise bilinç­sizlikten kaynaklanmaktadır. Aklını çalıştırmayan insanlar, yaptıklarının kendilerine döneceğinin farkına varamazlar. Başkasını hak yoldan çıkarma­nın zararının kendisine döneceği bilincini veren ve böylece önemli bir eğitim faaliyeti yapan bu ayet, müslümanlan hak yoldan saptırmaya çalışmaktan caydırmayı hedef almaktadır.

Diğer taraftan bu ayet, kitap ehlinin müslümanlara karşı olan kötü niyet­lerini, tavırlarını ve bakış açılarını da gözler önüne sererek müslümanlann al­danmasını önlemektedir. İnsana dost ve düşmanını tanıtmak, eğitimin, toplu­ma karşı olan görevleri arasında yer almaktadır. Eğitimciler, farklı grup ve din mensupları arasındaki ilişkiler kavgaya dönüşmeden önce tedbir alınma­sı için insanları bilgilendirmelidir. Bu ayet, Yüce Allah'ın buna ne kadar önem verdiğini ortaya koymaktadır. [156]

 

Bilerek Allah'ın Ayetlerini İnkar Etmek:

 

70. Ey kitap ehli! Bizzat kendinizin şahit olduğu Allah'ın mesajlarını neden inkar edersiniz?

Buradaki Allah'ın ayetleri'nden (mesajlarından) maksat, Hz. Muham-med'e gelen Kur'an ayetleri mi, yoksa Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed'i müjdeleyen ayetler midir?

İbn Abbas'a göre buradaki ayet kelimesiyle Hz. Muhammed ve Kur'an; Zemahşeri'ye, Hazin'e, Kadı Beydavi ve Nesefî'ye göre Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed'in peygamberliğine işaret eden ayetler kasdedilmiştir.

Razi, buradaki ayetler ile alakalı olarak yukarda bahsi geçen müfessirle-rin fikrini benimsemekle birlikte, inkar edilen bu ayetler'in, Tevrat ve İncil'de yer alan ve Hz. İbrahim'in hanif bir müslüman olduğunu ifade eden ayetler olduğu görüşünü de savunmaktadır.

Bize göre ise inkar edilen bu ayetler'in, hem Tevrat ve İncil'de bulunan ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine işaret eden ayetler, hem de Kur'an ayet­leri olması mümkündür. Burada önemli olan, kitap ehlinin Tevrat ve İncil'de­ki ayetleri mi, yoksa Kur'an ayetlerini mi inkar ettikleri değil, bile bile inkar etmeleridir:

(Bizzat kendiniz şahit olduğunuz halde...)

Bu ifade, inkarın bilinçli olarak yapıldığına işaret etmektedir. Bu ayetten günümüze ışık tutacak neticeler çıkarmak mümkündür:

a. Bir oluşumun içinde barındırdığı potansiyel oluşumların meydana gel­mesiyle inkara sapmamak, onlara sırt çevirmemek gerekir. Kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann), Tevrat ve İncil'in geleceğe yönelik oluşumlarını, ger­çekleştiklerinde inkar etmeleri buna benzemektedir. Bu inkarın ağırlığı, ge­leceği ve geçmişi reddetmekten kaynaklanmaktadır.

b. Hakikat, ben-merkezcilik uğruna feda edilemez. Hakikate şahitlik ettiği, onu görüp bildiği halde sırt dönmek, gericiliğin ta kendisidir. Yeniye inti­baksızlık insanlığa çok ağır faturalar ödetmiş ve ödetmeye de devam etmek­tedir. Hz. Muhammed'i ve Kur'an'ı inkar etmeleri, kitap ehlinin yeniliğe in­tibak edemediklerini göstermektedir. Bildiği halde inkar etmek, derin inti­baksızlığın açık kanıtıdır. [157]

 

Hak İle Batılı Karıştırmak Ve Hakkı Gizlemek:

 

71. Ey kitap ehli! Neden hak ile batılı karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?

Bundan önce kitap ehline, niçin bilmeden tartışmaya girdikleri ve bildik­leri halde Allah'ın ayetlerini niçin inkar ettikleri sorulmuştu. Burada ise, hak ile batılı niçin birbirine karıştırıp hakkı gizledikleri sorulmaktadır.

Ayeti üç kısma ayırabiliriz:

(Niçin hakkı batıl ile karıştırıyorsunuz?)

Ayetin bu bölümünde yer alan j4 (lebese) kelimesi, bir meseleyi şüphe­li duruma getirip içinden çıkılmaz hale sokmak için karıştırmaktır.

(lebise) kalıbından alınınca, elbise giymek anlamına gelir.

Erkek-kadın ilişkisi için kullanıldığında, bir zaman beraber olmayı ifade eder.

 (elbese) kalıbından karıştırmak, karışmak, şüphelenmek, bir şeyin bir şeyi örtmesi, bürümesi anlamına gelir.

yâ (lebûs) kalıbından alınınca, zırh, elbise, ilaç fitili manasına gelir. [158]

 

Lebese Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Şüphe etmek

En'am/9'da mazi ve hal sigası ile kullanılmakta ve şüpheye düşürmek, şüphe etmek anlamını ifade etmektedir:

(Eğer peygamberi bir melek kıl-saydık, elbette onu insan suretine sokar, onları yine düşmekte ol­dukları şüpheye düşürürdük). [En'am/9]

Şüphede, bir karıştırma vardır. Net olmayan ve karıştırılan bir yerde veya konuda şüphe ortaya çıkar. Bu anlamda karıştırma önce, şüphe sonra olmak­tadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/71'de hak ile batılı karış­tırmak, şüphe meydana getirmek, şüpheye düşürmek veya düşmektir. Bu an­lamıyla kelime, beyinsel bir faaliyeti; beyindeki karıştırma eyleminin hak ile batıla yansımasını, onlara giydirilmesini ifade eder.

2. Bozmak

En'am/137'de karıştırıp bozmak şeklindeki bir karıştırmayı ifade etmek­tedir. Bu ayette de kelimeye -din kelimesiyle bir arada kullanıldığı için- ra­hatlıkla bozmak anlamı verilebilir:

(Bu­nun gibi ortaklan, müşriklerden çoğuna çocuklarım öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler, hem de dinlerini karıştı­rıp bozsunlar).

Dinin safiyetini yanlış hükümlerle bozmayı ifade eden bu kelime, bütün hatalardan arınmış olan dine, yanlışlardan örülmüş beşerî düşünce elbisesini giydirme eylemini ifade etmek için kullanılmaktadır.

3. Karartmak

En'am/82'de kelimeye, 'karartmak' manası verilebilir:

(İmana ermiş olan ve zulüm işleyerek imanlarını karartmayanlar...) [En'am/82]

Aslında imanına zulüm, yani şirk karıştıranlar, imanlarını karartmaktadır­lar.

4. Ayırmak

En'am suresinde lebese kelimesinin sosyolojik manasına, yani toplumun fırkalara ve gruplara ayrılmasına işaret edilmektedir:

(De ki: "O1-nun sizin üstünüzden ve altınızdan azap göndermeye, yahut sizi fır­kalara ayırıp kiminizin kiminize hıncım tattırmaya gücü yeter"). [En'am/65]

Ayetteki 'ayırmak' maddî değil, sosyolojik manada alınmalıdır.

5. Takınmak

(Denizi de yarannıza sunan O'dur, ondan taptaze et yemeniz ve takınacağınız süs eşyası çıkar­manız için). [Nahl/14]

Bu ayette, süs eşyasını takınmak anlamında kullanılmaktadır.

6. Giyinmek

Kehf suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(İnce ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyecekler). [Kehf/31]

7. Elbise ve örtü

Libas kalıbında maddî ve manevî elbise anlamını ifade etmektedir. [159]

 

Libas Kelimesinin Manevî Elbise Anlamındaki Kullanımları:

 

a. Takva elbisesi

(Takva elbisesi her şeyin üstündedir). [A'raf/26] Katade'ye göre takva elbisesi ile iman, İbn Abbas'a göre iyi amel kasde-dilmiştir. Ayrıca, takva elbisesi ile iffet ve tevhidin kasdedildiğini söyleyen­ler de vardır.[160] Netice olarak, takva elbisesi ile insanı şeytanın ve nefsin etki­sine karşı koruyan imanın ve iyi amelin kasdedildiğini söyleyebiliriz.

b. İffet ve namus elbisesi

(Kadınlar sizin için bir elbise gibidirler ve siz de on­lar için bir elbise gibisiniz). [Bakara/187]

Buradaki elbise kelimesi, mecazî manada kullanılmakta olup iffet ve na-mus'u ifade etmektedir. Haya, iffet ve namus kan-koca arasındaki ilişkiyle bir elbise şekline bürünür ve insana giydirilir.

c. Açlık ve korku elbisesi

(Allah bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rız­kı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve kor­ku elbisesini tattırdı). [Nahl/112]

Buradaki açlık ve korku elbisesi, tamamen psikolojik, ekonomik ve sos­yal vakıayı ifade etmekte olup "açlık ve korkuyu tattırdı" anlamına gelmek­tedir.

Furkan/47 ve A'raf/27'de geçen libas kelimesi, örtü manasını ifade et­mektedir. Mecazî anlamda, gecenin insanlar için bir örtü olduğu ifade edilir.

8. Zırh

(Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruma­sı için zırh yapmayı öğrettik). [Enbiya/80]

Bu ayette lebus kalıbında geçmekte ve zırh anlamını ifade etmektedir. Yo­rumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/7rde ise karıştırmak anlamına gel­mekte; Allah'ın indiridği vahyin yerine beşerî düşünceyi koyarak vahyi boz­mak anlamını ifade etmektedir. Hak, kalıcı ve kalitesi mükemmel olan şeyi ifade ettiğine göre, ayetteki lebûs (karıştırma), ona sahte olanı katarak ayarı­nı düşürme eylemidir.

Haktan şüphe etmek veya hakka şüphe karıştırmak, hakka batılı giydirmek­tir. Hakka batılı giydiren kimseler, bilgisizce tartışmaya giren, başkasını yoldan çıkarmak isteyen, ama sadece kendilerini yoldan çıkaran, bile bile Allah'ın ayetlerini inkar eden kitap ehlidir (yahudi ve hristyanlardır). Nisa/46 ve Ma-ide/13 ayetine göre, onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitapları tahrif ederler), kendilerine öğretilen hükümlerin önemli bir bölümünü de unuturlar.

Tevrat ve İncil'i bile bile tahrif eden yahudi ve hristiyanlar, batılı hakka karıştırdıklarından Allah tarafından kınanmaktadırlar:

(Ve bile bile hakkı gizliyorsunuz).

Ayetteki hak ile ne kasdedildiğini anlamak için Bakara/159 ve 174 ayet­lerine gidilmesi gerekir. 159. ayete göre hak, Allah'ın indirdiği açık deliller ve Allah'ın apaçık gösterdiği hidayettir; 174. ayete göre ise Allah'ın kitaptan indirdiği bir şeydir.

Allah'ın indirdiği açık deliller ve kitaptan indirdiği bir şey, hem Hz. Pey-gamber'in Tevrat ve İncil'deki vasıflan, hem de Allah'ın ayetleridir. Âl-i İm-ran/71'de gizlenen hak kavramından bu anlaşılmalıdır.

Bu ayetten günümüze ışık tutacak şu sonuçları çıkarabiliriz:

1. Günümüzde ve gelecekte, dinler arası çatışmaların veya aym dinin mensupları arasındaki ayrılıkların neticesinde batılı hakka karıştırma, batılı hakka giydirme eylemleri olacaktır. Öyleyse din alimleri ve görevlileri bun­ları anlayacak ve engelleyecek tarzda yetiştirilmelidir. Geçmişte yaşanan bu olgudan günümüze ve geleceğe ışık tutarak, insanlığın böyle bir felakete bir daha duçar olmaması temin edilmelidir.

2. Bilerek hakkı gizlemek, hem Allah'ın dinine, hem de bilgiye hakarettir. Bile bile kötü bir eylemi gerçekleştirmek, cehalet olduğu için, bilgiye ve in­sanlığa da zulmetmektir. İnsanlığın başına gelen felaketlerin arkasında, bilgi­yi devre dışı bırakmak yatmaktadır. Çünkü bile bile kötü bir eyleme müsaade etmek, cehaletin büyümesini, semirmesini ve dal-budak salmasını sağlamak­tan başka bir işe yaramaz.

Bilerek hakkı gizlemenin, insanlığa ihanet olduğu gerçeğinden hareket edildiğinde, eğitim faaliyetinin amacının, hakkı bütün çıplaklığı ile ortaya koymak olduğu anlaşılır. Günümüzde farklı din mensupları arasındaki duy­gusal ilişki, hakka batıl elbisesini giydirip onu gizleyerek insanlığın gönlünü kirletmiş ve kirletmeye de devam etmektedir. Beyin ve gönül kirlenmesi di­yebileceğimiz bu eylem, hem Allah ile kul, hem de kul ile kul arasındaki iliş­kilere zarar vermektedir.

Yüce Allah bu soruyu sormakla, insanlığa aydınlık bir gelecek temin et­me yolunda ilk hareketi başlatmıştır. Bilginin aydınlığında ve rehberliğinde batılı haktan uzak tutarak, hakkın bayrağını insanlığın burcuna dikmenin ne kadar erdemli bir iş olduğunu vurgulayarak insanlığa bir hedef ve gaye gös­termekte ve onun geleceğini garanti altına almaktadır. İnsanlık erdeme ulaş­mak, geleceğini aydınlatmak, gelecek nesillerin beyin ve gönüllerini kirlen­mekten kurtarmak istiyorsa, Yüce Allah'ın bu sorusuna cevap bulmalıdır.

3. Âl-i İmran/65-66 ayetlerinde inkar tarzında sorulan sorulardan şu anla­şılıyor: Sosyal olguların üzerine akılla, bilgiyle gidilmesi gerekir; sosyal ol­gular hakkında doğru yorumlar yapmak, doğru çıkarımlarda bulunmak için akılcı yaklaşım şarttır; tartışmalarda bilgi çok önemlidir.

70. ayetteki sorudan ise anlaşılan şudur: inkar psikolojisi, bilimin en önemli unsurunu teşkil eden gözlemi ortadan kaldırır.

Kısacası bu ayetlerde, aklı kullanmamanın, bilgiye itibar etmemenin ve nihayet gözleme dayanmamanın batılı hakka karıştırma ve hakkı gizleme ey­lemine dönüştüğüne ve dönüşeceğine işaret edilmektedir. [161]

 

İnançta Değişkenliği Önermek:

 

72. Kitap ehlinin bazısı şöyle der: "Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin inanıp akşamleyin inkar edin. Belki on­lar da dönerler".

İniş sebebi, bizzat ayetten anlaşılmaktadır. Kitap ehli (yahudi ve hristiyan-lar) müslümanlan dinleri konusunda şüpheye düşürüp küfre döndürmek için bu metodu uygulamışlardır.

Süleyman Ateş Süddi'den gelen bir rivayeti naklederek şöyle demektedir: Halka, "Günün başlangıcında iman edin, sonunda ise inkar edin" diyenler ha­hamlardı. On iki tane idiler. Birbirlerine, "Günün başında Muhammed'in dini­ne girin, 'Muhammed'in gerçek peygamber olduğuna tanıklık ederiz' deyin; günün sonunda da inkar edin, 'Biz alimlerimize hahamlarımıza sorduk, onlar Muhammed'in yalancı olduğunu, doğru yolda olmadığını söylediler, biz de yi­ne kendi dinimize döndük. Bizim kendi dinimiz, sizinkinden daha iyidir' de­yin. Belki onlar da 'Bunlar günün başmda bizimle beraberdiler, şimdi ne oldu bunlara' diyerek kuşkuya düşerler".[162]

Razi ise Esamm'dan şöyle nakletmektedir:

Yahudiler birbirlerine, "Eğer Muhammed'i her getirdiği şeyde yalanlarsanız, sizin cahilleriniz yalancı olduğunuzu anlarlar. Çünkü onun getirdiği şeylerin pek çoğu haktır. Fakat onun getirdiği şeylerin bir kısmını kabul edip, bir kıs­mını inkar ederseniz, cahil halk sizin onu yalanlamanızın, inadınızdan dolayı değil, adaletinizden dolayı olduğunu zanneder, böylece de sözlerinizi kabul ederler" demişlerdir.[163]

Ayetin inişi sırasındaki bu tarihsel olguyu gözardı etmeden ayetin içeriği­ni açıklamaya çalışacağız. Bize göre Yüce Allah'ın bunu anlatmaktan maksadi, tarihî bir olguyu aktarmaktan ziyade, gelecekte de böyle olayların olaca­ğı konusunda insanları uyarmaktır.

1. {kitap ehlinden bir grup dedi) ifadesinden anlaşılıyor ki, yahudi ve hristiyanlann tümü, Hz. Muhammed'e ve ona indirilene tepki gös­termemişlerdir. Zaten Âl-i İmran/113'de kitap ehlinin hepsinin aynı olmadı­ğı açıkça ifade edilmektedir. Demek ki aynı inanca mensup olan kimselerde bile iman ve amel açısından ton farkları bulunmaktadır. Bazıları, başka din mensuplarına daha toleranslı davranırken, bazıları düşmanca davranabilir. Yüce Allah bu ifadeyle, müslümanların böyle farklı tavırlar sergilemelerinin sakıncalarına da işaret etmektedir.

Özellikle hristiyanlann, müslümanlara karşı misyonerlik faaliyetlerinin başlangıcı Peygamberimiz dönemine kadar uzanmaktadır. Oryantalizmin amaçlan arasında, müslümanlan dinleri konusunda şüpheye düşürmek de vardır.

2. Hz. Muhammed'e günün başlangıcında iman, günün sonunda inkar et­meleri, kitap ehlinde inanç bakımından bir tutarlılık olmadığını göstermekte ve onlarla ilgili psikolojik bir analiz yapmaktadır. Yahudi ve hristiyanlann bir kısmı -müslümanlan şüpheye düşürmek için- kendi inançlanna ihanet et­mektedirler. Kendi inançlanna ihanet edecek kadar ileri giden, fanatikleşen din mensuplannın olduğuna dikkat çeken Yüce Allah, böyle insanlann her zaman olacağına da işaret etmektedir:

(İman edip sonra haki­kati inkar eden ve tekrar iman edip yeniden hakikati inkar eden ve sonra hakikati inkar etmedeki inatlanna boyun eğenlere gelince, Al­lah onlan bağışlamayacak ve hiçbir şekilde doğru yola eriştirmeye-cektir). [Nisa/137]

Kararsız bir şekilde imandan inkara, inkardan imana geçen ve istikrarsız bir manevî yapı sergileyen insanlann tutarsız ve parçalanmış bir şahsiyete sa­hip olduğunu vurgulayan Yüce Allah, böyle davranmalarının sebebini hem Bakara/14'de, hem de yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/72'de bil­dirmektedir.

3. Müslümanlan dinlerinden çevirmek

(Umulur ki dönerler).

Allah Teala, yahudi ve hristiyanlann bir kısmının bu denli hızlı inanç değiştirmekteki amaçlarının, müslümanlan dinlerinden döndürmek olduğunu beyan etmektedir. Müslümanları dinlerinden döndürebilmek için, kendi din­lerinden dönen kimselerin ne kadar karanlık bir psikolojik yapıya sahip ol­dukları Nisa/l 37'de beyan edilmişti. Bakara suresinde de bunlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:

(İmana ermiş olanlar­la karşılaştıklarında, "Biz de sizin gibi inanıyoruz!" iddiasında bu­lunurlar; ama reisleriyle başbaşa kaldıklarında, aslında biz sizin ya­nınızdayız; onlarla sadece eğleniyoruz" derler). [Bakara/14]

Onların ikinci amacı, müslümanlarla alay etmektir. Bu, Allah'ın onlarla alay etmesine sebep olmaktadır [Bakara/15]. Aynca, inançlarım sürekli de­ğiştirenler, dinler arası ilişkileri de kirletmektedirler. Halbuki inançlar araştı­rılmalı, doğrusunu tesbit etmek için gayret gösterilmelidir. Döndürülmek is­tenen inanç ile dönülmesi istenen inancın doğruluğu araştınlmazsa, bu etki­leşim alanı doğmatikleşir ve cehalet bulutlarıyla kaplanır; neticede saygı or­tadan kalkar, irade devre dışı kalır. [164]

 

Kitap Ehlinin Tavrı Ve Doğru Yol:

 

73-74. "Sizin dininize uymayan hiç kimseye inanmayın" (dediler). De ki: "Hidayet Allah'ın hidayetidir. Birine size verilenin benzerinin verilmesinden veya Rabbinizin huzu­runda deliller getireceklerinden dolayı mı (böyle söylü­yorsunuz)?" De ki: "Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfü geniştir. O her şeyi bilendir. Rahme­tini dilediğine tahsis eder. Allah üstün lütuf sahibidir".

73. ayetteki, Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın sözünü, bir önceki ayette Müminlere indirilmiş olana sabahleyin inanıp ak­şamleyin inkar edin. Belki onlar dönerler diyen kitap ehlinden bir grup, ken­di arkadaşlarına söylemişlerdir.

Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın ifadesini Razi, "Tevrat'ın hükümlerini kabul etmeyen hiçbir peygamberi kabul etmeyin; Tevrat'ın herhangi bir hükmünü değiştiren peygamberleri de kabul etme­yin"[165] şeklinde yorumlamaktadır.

Bize göre sadece yahudiler değil, hristiyanlann bir kısmı da bu söze katıl­mışlardır. Şu ayet de bunu teyit etmektedir:

(Milletlerine uymadıkça yahudiler de hristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: "Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur"). [Bakara/120]

Görüldüğü gibi Bakara/120'de millet kavramı, Âl-i İmran/73'de din 'e dö­nüşmüştür. Bakara/l 20'deki ifade, hemen hemen Âl-i İmran/73'dekine ben­zemektedir. Öyle anlaşılıyor ki, bu sözü söyleyenler, yahudi ve hristiyanlar-dan bir gruptur. Ancak Razi'nin, inanmayın ifadesini, "Peygamber'e inanma­yın" diye yorumlaması da doğrudur.

Ayetin bu kısmından hareketle şu genellemeyi yapabiliriz: O dönemde, inanç konusunda dayatma vardı. Halkın inancını, mensup bulundukları dinin ileri gelenleri belirliyordu. Bu durum, günümüzde de aynen devam etmekte­dir. Genelde insanlar, inançlarım kendileri seçmemekte; aile ve toplumlarının inançlarını kalıtsal olarak sürdürmektedirler. Aslında bu durum, sosyal haya­tın doğal bir kanunudur.

Doğan çocuk fıtrat üzere doğar; ebeveyni yahudi ise yahudi, hristiyan ise hristiyan, ateş perest ise ateş perest olur mealindeki hadis de bu gerçeğe işa­ret etmektedir. Sizin dininize tabi olmayana inanmayın emri, sosyal grubun ne kadar etkin olduğunun işaretidir. Sosyal farklılıkların bulunduğuna dikkat çekmesinin yanısıra bu ayet, peygamberlere neden tepki gösterildiğine de açıklık getirmektedir. Farklılıkları tepki haline dönüştüren fertten ziyade gruptur. Eğer grup baskısı olmasaydı, kitap ehlinden daha çok insan Hz. Pey-gamber'e inanacaktı. Günümüzde de aynı sosyal kanun geçerliliğini devam ettirmektedir. Belli inançları paylaşanların meydana getirdiği gruplar, fertle­rin doğru inancı kabullenmelerini engellemektedir. Bu engeller ortadan kalk­madıkça, fertlerin hakikati kucaklaması zor, hatta imkansızdır.

Kitap ehlinden bir grubun böyle demesine mukabil Yüce Allah Hz. Pey-gamber'e şöyle demesini emretmektedir:

(De ki: "Şüphesiz hidayet, Allah'ın hidayetidir").

Aynı ifade Bakara/l 20'de de yer almaktadır. Bakara/l 20'de geçen millet kavramı ile Âl-i İmran/73'de geçen din kavramı bu ayette huda ile açıklan­maktadır. Huda da yol anlamına gelir. O zaman, millet, din ve huda kavram­ları yol manasında buluşmaktadırlar. De ki: "Şüphesiz hidayet Allah'ın hida­yetidir" ifadesini, De ki: "Şüphesiz yol Allah'ın yoludur" şeklinde anlamak mümkündür.

Zaten ayette yer alan kavramlar birbirini tefsir etmektedir. Din hidayettir; hidayet de dindir. Âl-i İmran/73'de kitap ehlinin din dediğine Yüce Allah hu­da demektedir. Peki, yol Allah'ın yolu olduğuna göre, başkalarının din adına koyduğu yollar ne olmaktadır? Bu sorunun cevabı Bakara/120'de verilmek­tedir. Allah Teala Hz. Peygamber'e şöyle demesini emrediyor:

(De ki: "Yol Allah'ın yoludur). [Bakara/120]

Ardından da buyuruyor ki:

(Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan...)

Ayetin bu kısmında yer alan hevâ (arzu) kelimesi, Allah'ın yolunun dışın­daki yollan ifade etmektedir. Bakara/l 20'deki onların milleti ifadesi, onların hevalarılarzuları manasına gelmektedir. Kutsallaştırman arzular, kişinin mil­letini, dinini ve yolunu belirlemektedirler. İşte Allah'ın yolu dışındaki yollar, o insanların arzularının ta kendileridir.

Din eğitimi, arzulann din ve tanrı haline gelmesini önleyecek bir faaliyet içinde olmalıdır. Din eğitimi, kazandıracağı bilinçle, nevalarını/arzularını din edinme hatasına düşmekten insanları korur.

De ki: "Yol ancak Allah'ın yoludur" ifadesi, Hz. Peygamber'in de din ve hidayet adına yol koyamayacağını vurgulamaktadır. Yüce Allah bunun pey­gamber tarafından insanlığa ilan edilmesini irade etmiş ve yolun sadece Allah tarafından belirleneceği ilkesini koymuştur. Böylece, kitap ehlinin yolu­na uyana değil, Allah'ın yoluna uyana inanmayı kanunlaştırmıştır. Çünkü iman edilmesi gereken peygamber de o yola tâbi olmaktadır.

(Birine size verilenin benzerinin verilmesin­den veya Rabbinizin huzurunda aleyhinize deliller getireceklerin­den dolayı mı (böyle söylüyorsunuz)?

Kitap ehlinden (yahudi ve hristiyanlardan) bir grubun müslümanların küf­re dönmelerini istemelerinin, kendi dinlerine mensup olanlara, dinlerine tabi olmayanlara inanmamalarını söylemelerinin arkasındaki neden ayetin bu kıs­mında açıklanmaktadır:

a) Kitap ehlinin böyle davranmalarının sebebi, kendi kutsal kitaplarında-kine benzer hükümleri ihtiva eden mesajın başka birine verilmesidir.

Bu söz ve davranışları, onlardaki dinî bencilliği ortaya çıkarmaktadır. Ba­zı insanların farklılıklara intibak edemeyip tepki göstermesine mukabil, bun­lar benzerliklere intibak edemeyip tepki göstermektedirler. Oysa ki ilahî va­hiyler arasındaki benzerlikler, sonraki vahyin kabulünü kolaylaştırmahdır.

b) Sabahleyin inanıp, akşamleyin inkar edecek kadar değişken ve tutarsız davranmalarının sebeplerinden biri de, imanlarının Allah katında, aleyhleri­ne delil olarak kullanılma ihtimalidir. Süleyman Ateş'in  lâ tu'mi inanmayın) ifadesine verdiği 'güvenmeyin' manasından hareket edersek diyebiliriz ki: Hz. Peygamber'e verilen mesajın, önceki mesajlara olan ben­zerliği konusunda, kitap ehlinin söylediklerine güvenmeyin. Yahudi ve hris-tiyanlann ileri gelenleri, avamı, Kur'an ile kendi kitapları arasında benzerlik olduğunu müslümanlara söylememelerini; zira bunun Allah katında müslü-manlar tarafından aleyhlerine delil olarak kullanılacağını ifade ederek kor­kutmaktadırlar.

(De ki: "Lütuf ve ihsan, Allah'ın elindedir"). Ayetin bu kısmında geçen (fadl) kelimesiyle, peygamberlik, vahiy, hikmet ve kitap kasdedilmektedir. Peygamberlik, Yüce Allah'ın bazı insanla­ra bahşettiği bir görev, bir makam ve bir sıfat olduğu için, lütuf ve ihsan ola­rak nitelendirilmektedir. Peygamberliğin verilmesi için, vahyin de verilmesi gerekiyor. Onun için vahyi içeren kitabın verilmesi de bir lütuf ve ihsandır. O halde bir lütuf ve ihsan, diğer bir lütuf ve ihsanı içine almakta; soğanın ka­buklan gibi, lütuf içinde lütuf tabakaları oluşmaktadır.

Kime lütuf ve ihsan edeceğine sadece Allah karar vereceğinden, ayette {bi-yedillah=h\\d!tim elinde/Allah'ın kudretinde) ifadesi yer almaktadır.

Ayetteki, Onu dilediğine verir ifadesinden anlaşılıyor ki: Peygamberliğin kime verileceği veya o lütfa kimin mazhar olacağı konusunda kulun değil, Allah'ın iradesi esasdır.

(Allah'ın rahmeti geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir).

Ayetin sonunda vâsi ve alîm sıfatlarının kullanılmasıyla, peygamberliğin neye göre belirlendiğine açıklık getirilmekte; Yüce Allah'ın sınırsız rahmet ve ilmine göre bu seçimi yaptığına işaret edilmektedir. 74. ayette şöyle buyurulmaktadır:

(Dilediğine rahmetini bağışlar ve Allah lüt-funda sınırsızdır).

Bu ayetin sonunda yer alan (azîm) kelimesinin en uygun karşılığı 'sı-mrsız'dır. Çünkü lütfün büyüklüğünden ziyade, sınırsızlığından bahsedilme­si daha uygun olur. Lütfedilen şey, maddî bir nimet olsa bile, büyüklükten zi­yade, sınırsızlık manası daha uygun düşer. Yüce Allah sınırsız lütuf sahibi ol­duğu için, istediğine istediği kadar lütuf ve ihsanda bulunabilir. Herkese la­yık olduğu ve ihtiyaç duyduğu şeyi veren Allah, vahiy gibi fazla bir lütfü di­lediğine bahşetmekte muhtardır ve bu konuda yetkisini kimseyle paylaşmaz.

Yüce Allah 73 ve 74. ayetlerde yahudi ve hristiyanlara önemli bir ders ver­mektedir. Bilgisiz tartışmaya girmenin, Allah'ın ayetlerini inkar etmenin, hak­ka batılı karıştırmanın ve hakkı gizlemenin yanlışlığını vurguladıktan, mü'minleri küfre döndürmek için kendi inancına ihanet etmenin ve kendi ki­taplarının benzerini getiren Peygamber'e inanmamanın ne büyük bir hata oldu­ğunu bildirdikten sonra, peygamberliğin bahsedilmesi hakkında bilgi vermek­tedir. Vahyin kime verileceği konusundaki tasarrufun sadece Allah'a ait oldu­ğunu özellikle vurgulamaktadır. Çünkü, Âl-i İmran/65'den itibaren sergilenen yanlışların altında bu konudaki cehalet yatmaktadır. Böylece Yüce Allah inanç ve amellerdeki hataların nedenine inerek, insanları dinî açıdan eğitmenin hem metodunu, hem de önemini ortaya koymaktadır. Din alimlerine, olayların ne­denine inerek din eğitimi ve öğretimi yapmanın ilkesini vermektedir.

Peygambere ve ona verilen vahye tepki gösteren insanların psikolojik ya­pılarını analiz ederek, din alimlerine olayların arkasındaki psikolojik yapıya bakmanın önemini öğretmektedir. [166]

 

Düşünce Farklılığı Davranış Farklılığına Sebebiyet Verir:

 

75. Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu sana öder. Onlardan öylesi de vardır ki ona bir dinar versen, devamlı olarak başına dikilmedikçe onu sana ödemez. Onlar, "Ümmilere karşı bize bir sorumluluk yoktur" dedikleri için böyle yapıyorlar ve Allah'a karşı bi­le bile yalan söylüyorlar.

Bu ayette inanç ile davranış arasındaki ilişki ele alınarak, bir davranış psi­kolojisi analizi yapılmaktadır. Bu analizden şu sonuçlan çıkarabiliriz:

1. Aynı dine mensup olan insanlar, her zaman aym davranışları sergilemezler. İnanç ve din aym olmakla beraber, ferdî farkların devreye girmesiyle dav­ranışlarda farklılıklar meydana gelir. Ferdî farklılıkların etkinliği, dinî haya­ta yansıyarak farklı ürünlerin ortaya çıkmasına neden olur.

Bu farklılık bütün dinlerin mensuplarında bulunmaktadır. Farklı karakter ve farklı eğitim, dinî hayattaki davranışlarda farklılıklara sebep olmaktadır. Ancak bu farklı şahsiyetlerin ortaya çıkması, hayat tecrübesiyle mümkün olacaktır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

(Onların hepsi aynı değil. Ki­tap ehli arasında, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyan ve secde­ye kapanan dosdoğru insanlar da vardır). [Âl-i İmran/113]

(Onlar Al­lah'a ve ahiret gününe inanırlar, doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarlar ve hayırlı işlerde birbirleriyle yansırlar. İşte bunlar, dürüst ve erdemli kimselerdir). [Âl-i İmran/114]

Daha sonra bu ayetleri açıklayacağımızdan burada analizlerini yapmıyo­ruz. Ancak şu kadarını belirtelim ki: Bu ayetler, kitap ehlinin (yahudi ve hris-tiyanlann) hepsinin aynı olmadığını, dine ve insanlara karşı farklı tutumlar takınıp, farklı davranışlar sergilediklerini göstermektedir.

Aynı farklılıklar müslümanlar arasında da bulunmaktadır. Sebebi ise tes­lim olan, itaat eden, sadık olan, sabreden, mütevazi, muttaki (Allah'ın emir ve nehiylerine riayet ederek azaptan korunan), muhsin (güzel hareket eden), muhlis (ihlaslı), emmare (kötülüğü emreden), levvame (kendini kınayan), mülhime (ilham alan) ve mutmainne (itminana eren) olarak ayınlmalandır.

Âl-i tmran/110'da kitap ehli hakkında, İçlerinde iman edenler var; fakat ço­ğu yoldan çıkmışlardır buyurulması, onlardaki farklılığın başka bir delilidir.

2. İnsanlardaki farklılığı anlamanın en kestirme yolu, onları hayatın için­de tanımaktır.

Hayatta sergiledikleri davranışlar, onların hem karakterini, hem de dine olan bağlılıklarını ortaya koyar.

Onun içindir ki Yüce Allah, Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez buyurarak, ekonomik ilişkilerdeki farklı davranışlarına ve manevî oluşumun davranışlarına yansımasının farklı olacağına işaret etmek­tedir.

Demek ki, insanları değerlendirirken, onların iyi ya da kötü oldukları hak­kında karar verirken, hayat şartlan karşısında nasıl davrandıklarına bakılma­sı gerekir. Yüce Allah, borcunu ödeme işlemini, insan karakterinin sağlamlı­ğı ve dindarlığın ölçüsü olarak belirlemektedir. Çünkü borcunu ödemenin şahsiyeti ve dini ilgilendiren boyutları vardır. Borcunu vaktinde ödeyenle ödemeyen arasında hem karakter, hem de dindarlık açısından fark vardır. Al­lah Teala böylece, ekonomik değerle insan ilişkisine dikkat çekerek, insanla­rın psikolojik ve dinî duygularını analiz etmektedir.

3. (Bu da onların "Ümmilere karşı yaptıklarımız­dan dolayı bize vebal yoktur" demelerindendir).

Borcunu ödeme konusunda zorluk çıkaran kimsenin bu davranışının, in­sanları küçümsemesinden ve kibirinden kaynaklandığı beyan edilmekte; böylece de davranışları, düşünce ve inançların yönettiği neticesi ortaya konmak­ta ve bir davranış psikolojisi yapılmaktadır. Güçsüz insanların haklarını ye­menin veya geciktirmenin sorumluluğu bulunmadığını iddia etmeleri, büyük bir yanlıştır. Ayetin bu kısmında yer alan (sebil=yol) kelimesi -birçok ayette olduğu gibi- sorumluluk, mesuliyet, suç anlamını ifade etmektedir. [167]

 

Sebil Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Sorumluluk

Tevbe suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(İyilik yapanların aleyhine bir yol/sorumluluk yoktur).

[Tevbe/91] Buradaki yol (sorumluluk) kelimesine günah manası da verilebilir.

2. Zarar

Nisa suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Allah, inkar edenlerin mü'minlere zarar ver­melerine asla izin vermeyecektir). [Nisa/141]

Ayetteki sebil kelimesine zarar manası verilebileceği gibi, zafer anlamı da verilebilir; yani Yüce Allah kafirlerin mü'minleri mağlub etmelerine müsa­ade etmeyecektir.

3. Suç

Şura suresinde buyuruluyor ki:

(Zulme uğradıklarında kendilerini savunanla­ra gelince, onlara hiçbir suç isnad edilemez). [Şura/41]

"Zulme uğradıklarında kendilerini savunanlar aleyhine yol yoktur" de­mek, "Onlara bir suç isnad edilemez" demektir.

4. Ceza

Yine Şura suresinde şöyle buyuruluyor:

(Ancak insanlara zulmedenle­re ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır. İşte acıklı azap bunlaradır). [Şura/42]

Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/75'de sebil kelimesine, so­rumluluk, suç ve ceza manası verilebilir. Demek ki, yapılan davranışlar inşanın kendisine veya başkasına bir yol oluşturmakta; yapılan yanlış davranış­lar, cezaya bir kapı, bir yol açmaktadır.

4. (Onlar Allah adına bile bile yalan söylüyorlar).

İnsanın hangi davranışından sorumlu tutulacağını, hangi davranışından sorumlu tutulmayacağını belirleme yetkisi Allah'a ait olduğu halde, bir kısım kitap ehlinin, güçsüzlere karşı yaptıkları haksızlıktan sorumlu olmadıklarını söylemeleri, bilerek Allah'ın hüküm alanına tecavüz etmektir. O nedenle Yü­ce Allah, onların yalancı olduklarını bildirmektedir.

Aslında onların, güçsüz insanlara haksızlık yapmalarından ötürü kendile­rine bir sorumluluk olmayacağını söylemelerinin altında, hatalarını rasyono-lize etme, yani aklileştirme yatmaktadır. Evet yalan, yanlışı aklileştirmekten kaynaklanmaktadır. Kişinin sosyal statüsünü, zulüm için mazeret olarak gö­ren kimsenin, zulümden sakınandan farklı olacağı bir gerçektir. [168]

 

Ahde Vefa Ve Allah Sevgisi:

 

76. Hayır (gerçek onların dediği gibi değil), her kim sözü­nü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah sakınanları sever.

Bir önceki ayetin devamı olan bu ayette Yüce Allah kötülükten sakınan­ları sevdiğini beyan etmek suretiyle, bile bile Allah'a karşı yalan söylemeyi ve ümmilere (güçsüz insanlara) zulmetmeyi önleme yoluna gitmektedir.

Ayetteki "ahde vefa", borcunu vaktinde ödemeyi ifade etmektedir. Borç ödeme konusunda, alacaklının statüsüne bakılmamalı; vaktinde ödenmelidir. Borcu ödemek, alacaklıya zulmetmemek, takvayı (manevî olgunluğu) ifade etmektedir. Böylece ayette, takvanın, sosyal ilişkilerde güzel ve adaletli dav­ranma olduğuna işaret edilmekte ve önemli şartlarından birinin de ahde vefa olduğu belirtilmektedir. Ahde vefa ve haksızlıktan sakınmak, yani insan ol­manın sorumluluk ve bilincini taşımak ilahî sevgiyi celbetmekte ve kişiyi Al­lah'ın sevgili kullan arasına sokmaktadır. Yüce Allah güzel davrananları, kötülük ve haksızlıktan sakınanları sevdiğini beyan etmek suretiyle, haksızlık­tan sakınmayı ve ahde vefa göstermeyi teşvik etmektedir.

Ahde vefasızlığı, kötülük ve haksızlığı önlemenin yollarından birinin sev­gi olduğuna da işaret eden bu ayet, sevgisizliğin nelere mal olacağına da dik­kat çekmektedir. Ahde vefa göstermemenin, güçsüzlere haksızlıktan sakın­mamanın, Allah'ın sevgisini kaybetmeye yol açacağını vurgulayan ayet, in­sanlara, yanlış davranışlarının neticesinde neler kaybedeceklerini bildirmek­tedir.

Allah'ın sevgisini kazanmak, güzel eylemle mümkündür. Ahde vefa gös­termek, kötülük ve haksızlıktan sakınmak bu sevginin alt yapısını oluşturur. [169]

 

Allah'a Olan Ahdi Az Bir Bahaya Değişmenin Karşılığı:

 

77. Allah'a karşı taahhütlerini ve yeminlerini ufak bir ka­zanç karşılığında değiştirenler var ya; onlar, öteki dünya­nın nimetlerinden asla nasiplenmeyeceklerdir; Allah kıya­met günü, ne onlarla konuşacak, ne yüzlerine bakacak, ne de onları günahlarından arındıracaktır; ve onları acıklı bir azap beklemektedir.

Ayetin nüzul/iniş sebebini kendi muhtevasından anlamak mümkün oldu­ğu halde müfessirler, bazı olayları iniş sebebi olarak nakletmektedirler. Biz bunlardan, Razi'nin naklettiği Eş'as ibn Kay s olayını seçerek nüzul sebebini teke indirmeyi uygun buluyoruz:

Eş'as ibn Kays bir arazi parçası hakkında kendisiyle davalaşan kişiyi Hz. Peygamber'e götürür. Hz. Peygamber adama, "Delilini getir" deyince adam, "Benim bir delilim yok" cevabını verir. Hz. Peygamber Eş'as'a, "Bu durumda sana yemin düşer" der ve Eş'as da yemin etmeye niyetlenir. Bunun üzerine bu ayet nazil olur. Eş'as da araziyi dava ettiği adama bırakır ve gerçeği itiraf eder.[170] İnsana verilen sözün Allah'a verildiği kabul edildiğinde, ayetin iniş sebe­bini, "Ümmilere olan borcumuzu ödemediğimizde bize bir sorumluluk yok­tur" (Âl-i İmran/75) diyen kitap ehlinin tavrına bağlayabiliriz. 75. ayetteki bu olgudan hemen sonra 76. ayette ahde vefa vurgulanmakta; 77. ayette ise ah­de vefasızlık işlenmektedir. Âl-i İmran/71 ayeti, Bakara/42 ayeti ile birlikte ele alınabilir. Âl-i İmran/71 'de hakkı batıl ile niçin karıştırdıkları sorulurken, Bakara/42'de bunu yapmamaları emredilmektedir. Diğer taraftan Baka-ra/40'da Allah'a verilen sözün yerine getirilmesi emredilmekte, Âl-i İm-ran/76'da ahdin/verilen sözün yerine getirilmesi emredilmektedir. 77. ayette de ahdi yerine getirmenin neticeleri anlatılmaktadır. Ayrıca, Bakara/41 'de Al­lah'ın ayetlerinin küçük bir değere değiştirilmemesi emredilirken, Âl-i İm-ran/77'de Allah'ın ayetlerini az bir değere değiştirenlerin durumu ele alın­maktadır. Bakara/l 74'de Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir pahaya satanların hali de açıklanmaktadır.

Tevbe/75 ayetine gidersek, ayetin nüzul sebebi ortaya çıkar:

(Onlardan kimi de, "Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette salihlerden olacağız!" diye Allah'a söz verdiler). [Tev­be/75]

Tevbe/76'da da bu sözlerinde durmadıkları açıklanmaktadır. Aslında bu ayetler kafir ve münafıklarla ilgili olduğu halde, Âl-i İmran/77'nin üslubunun genel manada alınabilecek bir özellik arzettiğini de söyleyebiliriz.

Ümmilere karşı bizim için bir sorumluluk yoktur diyerek borcunu ve ver­diği sözü yerine getirmek istemeyenlere İsra suresinde şöyle emredilmekte­dir:

(Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir). [İsra/34]

Bu ayeti Âl-i İmran/75 ayeti ile birleştirirsek, "Ümmilere karşı yaptıkla­rımızdan dolayı bize sorumluluk yoktur" diyenlere, İsra/34'de cevap verile­rek sorumlu olduklarının bildirildiğini görürüz. Bu sorumluluğun neticesi ise, 77. ayette sıralanan cezalardır. Bu açıklamalardan sonra -iki kışıma ayı­rarak- 77. ayetin analizini yapabiliriz:

1. Ayetin birinci kısmında, Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminleri az bir bedele değiştirmekten bahsedilmektedir:

a. (Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedel karşılığında değiştirenlere gelince...)

Borçlanan ve borcunu ödemek için söz verenler, aslında Allah'a söz ver­mektedirler. İnsanın insanla yaptığı bir antlaşmayı, verdiği bir sözü Yüce Al­lah önemsemekte ve kendisine verilmiş gibi kabul etmektedir.

Yapılan antlaşmaya veya edilen yemine sadık kalmak insan onuru için çok önemli bir davranıştır. Sözüne ve yeminine sadık kalmak kamil insan olma­nın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

(Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan kimi sözünü yerine ge­tirip o yolda canını vermiştir). [Ahzab/23]

Ayet, ahde vefa gösteren civanmertlere işaret etmektedir.

Ahdine vefa göstermenin ve yeminine sadık kalmanın insanı yüceltmesi­ne mukabil, ahd ve yeminini az bir menfaat uğruna satmak da insanı Allah katında değersizleştirmektedir. Ahde vefa göstermek ve yemine sadık kal­mak, hiçbir maddî değerle ölçülemez.

2. Ayetin ikinci kısmında, ahdini ve yeminini az bir bahaya satanların du­rumu açıklanmaktadır:

a.  (İşte bunların ahirette bir nasibi yoktur).

Ahdini ve yeminini az bir karşılık için satan insanların ahirette nasibi ol­mayacaktır. Ahdine vefa gösterme ve yeminine sadık kalma, ahirette insana bir nasip temin edecektir.

(halâk) kelimesi, nasib manasında Kur'an'da üç ayette geçmektedir: Sihri satm alanların ahirette nasibi olmayacağmı bildiren Bakara/102 ayeti; 'Bize sadece dünyada ver' diyenlerin, ahirette hiçbir nasibi olmayacağını bil­diren Bakara/200 ayeti; ahdini ve yeminini az bir bahaya satanların ahirette nasibi olmayacağını bildiren Âl-i İmran/77 ayeti.

Görüldüğü gibi, sihri satın almak, sadece dünya hayatı için istekte bulun­mak ve nihayet ahdini ve yeminini az bir bahaya satmak, ahiretteki nasibin yok olmasına sebep olmaktadır

b. (Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak ve onlara bakmayacak).

Bakara/174'de, Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir pa­haya satanlar, karınlarına ateş yemiş insanlar olarak tanımlanmakta ve ahiret-te Allah'ın onlarla konuşmayacağı bildirilmektedir. Allah, ahdine vefa göster­meyen ve yemininde sadık olmayanla da ahirette konuşmayacaktır. Ağızdan çıkan söz ve yemin o kadar önemlidir ki, onları yerine getirmemek, Allah'ın kulu ile konuşmasını engellemektedir. Böylece bu ayetten, dünyadaki sözle­rin ahirette de etkinlerini sürdüreceğini öğreniyoruz.

Yüce Allah ahirette onlarla konuşmayacağı gibi, onlara bakmayacaktır da. Razi, Allah'ın bakmamasını, onlara değer vermeme, lütuf ve ihsanda bulun­mama şeklinde tefsir etmektedir. Bu dünyada verdiği söze, yaptığı yemine ri­ayet etmeyen kimseye, Allah da ahirette itibar etmeyecek ve değer vermeye­cektir. Verdiği sözde durmak, karşıdaki insana değer vermektir; sözde dur­mamak ise karşıdaki insana değer vermemektir. Buradan, insanlara değer vermeyen kimseye, Allah'ın değer vermeyeceği sonucu çıkar. Öyleyse, kişi­nin ahiretteki değeri, dünyada insanlara verdiği değer oranında olacaktır. Böylece, ümmilere haksızlık etmenin bir sorumluluğu olmadığını iddia eden kitap ehli kınanmaktadır. Sosyal seviyelerine bakmadan insanlara itibar et­mek, Allah katında itibar görmeye sebep olacaktır.

c. (Onları temizlemeyecek).

Tezkiye etmek (temizlemek/temize çıkarmak), günahlarını bağışlamak, şe­faatine nail etmek, rahmetinin kapsamına almak anlamını ifade eder. B aka­ra/l 74'de, Allah'ın indirdiği bir şeyi gizleyenin temize çıkarılmayacağı ifade edilmektedir ki bu, Allah'ın indirdiğinden bir şeyi gizlemekle, ahdini ve ye­minini az bir pahaya satmanın aynı derecede günah olduğunu ifade eder.

Razi, Onları temize çıkarmaz [Âl-i İmran/77] ifadesini, -Bakara/174 aye­ti münasebetiyle- onları övmez, amellerini kabul etmez, onları temiz kimse­lerin cennetinde konaklatmaz şeklinde tefsir etmektedir.

Kişinin ahirette nasibi olmaması, Allah'ın onunla konuşmaması, ona itibar etmemesi, onu temize çıkarmaması, netice itibariyle ondan uzaklaşması, ona değer vermemesi, onunla ilgilenmemesi anlamına gelir.

d. (Onlar için acı bir azap vardır).

İşte bu uzaklaşma ve ilgilenmeme, onlar için acıklı bir azap olacaktır. Âl-i İmran/75 ile 77. ayetlerini topluca ele alıp bir genelleme yapacak olursak şu­nu söyleyebiliriz: Bu dünyadaki farklı davranışlar öteki dünyada da farklılık­lar oluşturacaktır. Allah'ın sevgisi ahde vefa gösterenleredir. Sözünü ve ye­minini az bir pahaya satanlar, öteki dünyada itibar görmeyecek ve acıklı azapla karşılaşacaklardır. Yüce Allah, insanları beşerî ilişkilerine göre gözle­yip değerlendirmeyi, bu ilişkilerin en önemlisinin de ekonomik ilişkiler ol­duğunu öğretmektedir.

Karakterin, alınan eğitimin ve dinî inancın sağlam olup olmadığı, ekono­mik ilişkilerde, özellikle borçlanma konusunda ortaya çıkar. Yüce Allah bun­ları ele alırken, genel anlamda bir davranış psikolojisi analizi yapmakta, ila­hî sevgi ve azabın sebeplerini, hangi davranışlarla ahirete taşındığını öğret­mektedir. [171]

 

Allah Hakkında Yalan Uydurmak:

 

78. Onlardan bir grup var ki, kitapta olmayan bir şeyi siz kitaptan sanasınız diye dilleriyle kitabı çarpıtırlar ve Al­lah'tan olmadığı halde "Bu Allah katırdandır!" derler, böylece bile bile Allah hakkında yalanlar uydururlar.

Zemahşeri, Kadı Beydavi ve Hazin  (onlardan) ifadesiyle, kitabı tahrif edenlerin; İbn Abbas, Razi yahudilerin, Nesefi ise kitap ehlinin (yahudi ve hiristiyanlann) kasdedildiğini söylemektedir. Çağdaş müessirler­den Muhammed Esed yahudi ve hristiyanlann, Süleyman Ateş ise sadece ya­hudilerin kasdedildiğini ifade etmektedir.

Biz de, (onlardan) ifadesiyle kasdedilenlerin, 75. ayette geçen kitap ehli (yahudi ve hristiyanlar) olduğu görüşüne katılıyoruz. Ayetin bağlamına (siyak ve sibakına) bakıldığında Muhammed Esed ile Nesefi'nin görüşünün doğru olduğu görülür. Âl-i İmran/64'den, müslümanlarla "ortak ilkede" buluşmaları istenen kimselerin, Hz. İbrahim hakkında tartışanların; mü'minleri saptırmak isteyenlerin; Allah'ın ayetlerini inkar edenlerin; hakla batılı karıştıranların; arkadaşlarına "Sabahleyin iman edin akşamleyin inkar edin, sizin dininize tâbi olmayanlara güvenmeyin (iman etmeyin)" diyenle­rin; verdikleri sözünü ve yeminini az bir pahaya satanların, yahudi ve hristi-yanlardan bir grup olduğu anlaşılır.

Ancak şu hususa da dikkat edilmesi gerekir: Birçok ayette kutsal kitabın tahrifi meselesinde daha çok öne çıkarılan yahudilerdir. Mesela: Nisa/46, Maide/13 ayetlerinde yahudilerin kutsal kitaplarını tahrif etmeleri ele alın­makta ve kınanmaktadır. Yahudilerin daha çok öne çıkarılması, hristiyanlann bunu yapmadığı anlamına gelmez. Netice olarak diyebiliriz ki, ayetteki onlardan) ifadesi, yahudileri de, hristiyanlan da kapsamaktadır.

Bu açıklamalardan sonra ayetin analizini yapabiliriz:

1. (Onlardan bir grup kitaptan olmayan bir şeyi siz kitaptan sanasınız diye dillerini kitapla eğip bükerler).

Ayetin bu kısmında bir din mensubunun, başka bir din mensubunu kandır­mak için neler yaptığı açıklanmaktadır. Kitaptan sanasınız diye ifadesinden anlaşılıyor ki, aldatılmak istenenler mü'minlerdi. İşte 71. ayetteki, hakla ba­tılı karıştırma ve hakkı gizleme, buna işaret etmektedir. 72. ayette belirtildi­ği gibi mü'minlerin küfre dönmelerini istemeleri, aldatmanın boyutunun ne­relere kadar uzandığını göstermektedir.

Ayetin bu kısmındaki i& (yelvûne) kelimesi çarpıtmak, eğip bükmek, düz olan bir şeyi eğmek manalarına gelir. Kişinin, birine karşı normal davranışı­nı ters istikamette değiştirmesi, birini fikrinden vazgeçirmek anlamını ifade etmektedir. Nisa/46'da (leyyen=eğerek bükerek) kalıbında yer almaktadır.

Bu, kişinin kutsal kitabına veya bir insana takındığı olumsuz tavrı; insan­ları aldatmak, fikrini çelmek için kutsal kitabını çarpıtmayı, ona karşı dilini eğip bükmeyi, karşısındakine kitaptan olmayanı kitaptan olduğu zannını ver­meyi ifade eder. Ayette, bu şekilde davrananların, kitap ehlinin tümü değil, onlardan bir grup olduğu belirtilmektedir. Bu grubun psikolojisini gözler önüne seren bu davranış, başkasının inancına, dinî anlayışına tahammül ede­meyen, tolerans gösteremeyen insanların neler yapabileceğini göstermekte­dir. Aldatmak, yani kitaptan olmayanın kitaptan zannedilmesi için dilin eği­lip bükülmesi, beraberinde, aldanmaya müsait olanların, cahil insanlar oldu­ğu olgusunu da getirmektedir. Eğer mü'minler, Kitâb-ı Mukaddes'i bilseler­di, kitap ehli böyle bir yola başvurmazdı. İlmin olduğu yerde aldatma olmaz. Bunu günümüze uyarlarsak diyebiliriz ki, dinler hakkında yapılan konuşma­ların, aldatmaların, dayatmaların, dogmatik öğretilerin arkasında, mukayese­li bir şekilde dinlerin tetkik edilmemesi, araştırılmaması ve ortaya konulma­ması yatmaktadır. Diğer kutsal kitapları tarafsız bir tavırla araştırıp, kendi ki­tabıyla mukayese ederek kabullerini belirlemek, belki de insanlığın erişece­ği erdemin zirvesi olacaktır. Bunu yapamayan din adanılan veya alimleri, in­sanları ayartarak, aldatarak kendi dinlerine çekme çabasına girmektedirler.

2.  (Ve "O, Allah katındandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir).

Allah katından olmayan bir şeyi Allah katındanmış gibi göstermek, dine yapılacak en büyük zulümdür. Din eğitimi ve din alanı bu davranışlarla kir­lenmiş, din-insan ilişkisi zedelenmiştir. İnsanlar, kendi hayatlarına uymayan ilahî hükümleri değiştirmiş ve bunların Allah katından olduğunu söyleyerek aldatma yoluna gitmişlerdir.

Beşerî bir düşüncenin, görüşün ve hükmün Allah katından olduğunun söylenmesi, Allah'ı alet ederek beşerî görüşün benimsenmesini temin etme­ye yöneliktir. Aynı şekilde, Hz. Peygamber adına hadis uyduranlar da, onun otoritesinin arkasına sığınarak görüşlerinin yayılmasını ve kabullenilmesini sağlama gayreti içindedirler.

Kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah katındanmış gibi göstermek, aynı şeyi ifade ediyormuş gibi görünse de aralarında fark vardır; zira Allah katından olmayanı Allah katındanmış gibi göstermek, kita­bı devre dışı bırakmayı da kapsar. Kitapta olup olmadığına bakmadan görü­şünü doğrudan Allah'a isnad etmek, zulmün doruk noktasıdır.

3. (Bile bile Allah'a karşı yalan söylerler). Kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah katındanmış gibi göstermek, Allah'a karşı yalan söylemekten başka bir şey değildir. Kitap ehlinin din adamlarının bu eylemi bilerek yapmış olmaları, kirlenmenin niyetlerinden/beyinlerinden başladığını göstermektedir. Niyetin kirlenmesi öy­lesine bir zulme meydan vermiştir ki, din ve ilim adamı, Allah'a karşı yalan söylemeye cüret etmiştir. Yüce Allah, yahudi ve hristiyanlann kendi araların­da farklı gruplara ayrıldıklarını ve bu grupların durumunu beşerî/insanî iliş­kiler içinde tanımanın önemini vurgulamış; 75. ayette ticarî ilişkilerin onla­rın şahsiyetini ortaya çıkaracağını ifade etmiştir. Bu bağlamda, 77. ayette zikredildiği gibi, verdikleri sözü ve yaptıkları yeminleri az bir pahaya satma­ları, Allah'a karşı bilerek yalan söylemeleri, onların gerçek yüzlerinin tanın­masını temin etmektedir. Ticarî ilişkilerdeki tavrı, sözüne ve yeminine ne ka­dar riayet ettiği, vahiy karşısındaki tutumu insanı değerlendirmekte kullanı­lacak ölçütlerdir. Birincisi ekonomik alanı, ikincisi ahlâkî alanı, üçüncüsü de dinî alanı ilgilendirmektedir. 75, 77 ve 78. ayetlerde zikredilen davnanışlar, insanları aldatmaya yöneliktir. Aldanmaya açık olan insan grubu da cahiller­den teşekkül etmektedir.

Burada verilen mesaj, müslümanlann cehaletten kurtulmaları ve dolayı­sıyla da aldanmamalandır. Hz. Peygamber, yalan söyleyerek, yalan yere ye­min ederek ticaretinde sürüm yapmaya çalışan ve verdiğini başa kakan kim­selerle, Yüce Allah'ın kıyamet günü konuşmayacağını, onlara itibar etmeye­ceğini ve onlar için acıklı bir azap olacağını söylemiştir.[172]

Peki yahudi ve hristiyanlann yaptıklarının Kur'an'da anlatılması, bugün bizim için ne ifade etmektedir? Yahudi ve hristiyanlann yaptıklan kedilerini ilgilendirdiğine göre, kıyamete kadar baki kalacak olan bir kutsal kitapta ni­çin yer almaktadır? tşte bu sorulann cevabı, ayeti güncelleştirecek, tarihî ol­gunun bir anlatımından öte, günümüze ışık tutacaktır: Yahudilik, Hristiyan-lık ve Müslümanlık yaşadığı müddetçe öyle ilim ve din adamlan çıkacaktır ki, kitaptan olmayanın kitaptan; Allah katından olmayanın Allah katından ol­duğunu söyleyerek Allah'a karşı yalan uydurarak cahil insanların kafalannı kanştınp onlan aldatacaklar; dinin referanslannı küçümseyerek kendi görüş­lerini dindenmiş gibi gösterip dinin beşerileşmesine sebep olacaklardır.

Yüce Allah, müslümanlann bilgiye önem vermelerini, kutsal kitaplanm öğrenmelerini ve böylece de aldanmamalannı istediği için bunlan Kur'an'da zikretmektedir. Bunun yanısıra, başka ayetlerde, böyle yapanlann zulüm işlediklerini bildirerek onları caydırma amacı gütmektedir. Kur'an'ın hüküm­leri dururken, din adma gelişi güzel fetva vermenin ne kadar kötü olduğunu ifade eden pek çok ayet bulunmaktadır.

a. Dinde gelişi güzel fetva verilemez. Yüce Allah Nahl suresinde buyuruyor ki:

(Buna göre, artık, kendi yalanınızı Allah'a isnad ederek öyle dilinize geldiği gi­bi yalan yanlış "Bu helaldir şu haramdır" demeyin; çünkü, haberi­niz olsun, Allah'a yalan isnad edenler asla kurtuluşa eremezler). [Nahl/116]

Dilinize geldiği gibi ifadesi, ahlâkî ve dinî konularda ferdî tercihlere da­yanarak, cahilce fetva verilemeyeceği, görüşler ileri sürülemeyeceği ilkesini koymaktadır. Kişisel görüşlerin din alanına girmesi, hata oranını artırır. Bu­nun neticesi olarak da toplumun felahı yok olur.

Yüce Allah Tahrim suresinde Hz. Peygamber'i sorgulamaktadır:

(Ey Peygamber! Eşlerini memnun etmek i-çin, neden Allah'ın sana helal kıldığı bazı şeyleri haram kılıyorsun?) [Tahrim/1]

İnsan olması nedeniyle Hz. Peygamber'in de kişisel görüşü ile fetva ver­diğinde hata edebileceğine işaret eden bu ayet, Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılmanın imkansızlığını vurgulamaktadır. Böyle bir müdahale yetkisi, Hz. Peygamber'e bile verilmediğine göre, sıradan insanla­ra haydi haydi verilmemiştir.

b. Allah hakkında yalan uydurmak zulümdür.

Yüce Allah En'am/93'de, Allah hakkında yalan uyduran kimseyi, yalancı peygamberlik iddiasında bulunan ve Allah'ın indirdiği gibi kendisinin de in­direbileceğini söyleyen kimselerle bir tutmakta ve onları en zalim kimseler olarak ilan etmektedir.

En'am suresinde buyuruluyor ki:

(Kendi uydurduğu yalanlan Allah'a yakıştı­ranlardan veya O'nun mesajlarını yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir?) [En'am/21]

Kendi kişisel görüşünü insanlara dinin hükmü imiş gibi naklederken Al­lah'ı referans olarak gösteren kimse, Allah'ın ayetlerini inkar edenle eş tutulmakta ve zalimlerin en büyüğü olarak takdim edilmektedir.

c. Allah hakkında yalan uydurmanın yaygınlaşması, hidayeti engeller.

Yüce Allah, bir şeyin haram veya helalliğini ilahî vahiy bilgisine sahip ol­madan tartışmanın çok tehlikeli ve zararlı olduğunu En'am suresinde şöyle açıklamaktadır:

(Hiçbir gerçek bilgiye dayanmadan kendi uydurduğu yalanlan Allah'a isnad eden, böylece insanları saptırandan daha zalim kim olabilir? Unutmayın ki Allah böyle zalim bir halka hidayet etmez). [En'am/144]

Kendi kişisel görüşünü Allah'a isnad eden ilim veya din adamı halkı yol­dan çıkarmakta ve Allah'ın hidayet yolunu tıkamaktadır. Çünkü bu zalim ilim ve din adamları, halkı da yoldan çıkarıp, onların da din konusunda gelişi gü­zel fetva vermelerine sebep olurlar. Bu durum, toplumu zulme götürür; neti­cede Allah'ın doğru yolu göstermesine engel olur.

Öyleyse vahiy bilgisinin olmadığı yerde karanlık, zulüm yoldan çıkma ve doğru yolu kaybetme vardır.

d. Allah'a iftira edene lanet vardır:

(Kim Al­lah'a karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir? Onlar, Rablerine arzedilecekler, şahitler de, "İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyle­yenlerdir" diyecekler. Bilin ki Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir). [Hud/18]

Din adına kendi kişisel görüşünü Allah'a isnad ederek fetva verenler bu suçlarıyla Allah'ın huzuruna çıkarılacak ve onlar için lanetten başka birşey olmayacaktır.

Yüce Allah kitap ehlinden (yahudi ve hristiyanlardan) bir grubun böyle yaptığını bildirmek suretiyle, müslüman ilim ve din adamalarına böyle yap­mamaları mesajını vermekte ve onları, kişisel görüşlerini Allah'a isnad ede­rek dinin hükmü imiş gibi sunmaktan caydırmak için zalim, müfteri ve lanet kavramlarını kullanmaktadır. Kur'an'da kitap ehlinden bir grubun yaptıkları­nın nakledilmesinin sebebi budur. Peki insanlar neden Allah'a iftira ederek kişisel görüşlerini dindenmiş gibi gösterirler? Bunun sebeplerini Kur'an'dan bulabiliriz:

1. Allah'ın indirdiğini yeterli görmemek

(Kendilerine okunmak­ta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Elbette iman eden bir toplum için bunda rahmet ve ibret vardır). [Ankebut/51]

Bu surenin 50. ayetine göre, inanmayanlar, Kur'an'ı yetersiz görerek Kur'an dışında mucize istemişler; buna karşılık Allah Teala da, Hz. Peygam-ber'e indirilen ve onlara okunan kitabın yeterli olduğunu bildirmiştir.

"Kur'an'da her şeyden bahsedilmez" diyenler, aslında Kur'an'ı zımnen yetersiz görmekte ve Kur'an'm yetersiz kaldığı yerlerde sünnetin, icma ve içtihadın devreye girdiğini düşünmektedirler. Oysa Ankebut/51 'de, din için Kur'an'ın yeterli olduğu belirtilmekte, Maide/3'de ise, Bugün sizin di­ninizi kemale erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahsettim ve İslâm'ı sizin dininiz olarak belirledim buyurulmaktadır. İlahî vahyin sona erme­siyle din tamamlandığı halde, dinin tamamlanmadığını, Kur'an'ın yetersiz olduğunu düşünenler, Kur'an'ı küçümsemekte ve Allah'a iftira etmekte­dirler.

Kur'an dinin sınırlarım tesbit etmiş ve insana Kur'an'ı anlamak, yeni problemlere çözümler getirmek için geniş bir alan bırakmıştır. Kur'an'ın, in­san düşüncesine geniş bir alan bırakması, onun din için yetersiz olduğunu göstermez. Zira, beşerî düşüncenin bulacağı çözümler ve üreteceği bilgiler din alanına değil, kültür alanına dahildir.

Kur'an yeterli olmasaydı Yüce Allah şöyle buyurur muydu:

(Biz onların dediklerini çok iyi bi­liriz. Sen onların üzerlerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver). [Kaf/45]

Bu ayette Yüce Allah, Hz. Peygamber'e ve dolayısıyla gelecek olan bütün din adamlarına ve alimlerine Kur'an'la öğüt vermelerini emretmektedir. Bu, hem Allah'ın emri, hem de Peygamber'in uygulamasıdır.

Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in, Kur'an'ı yetersiz görerek Allah'a atfen bir şey uydurması halinde neler olacağını Yüce Allah şöyle beyan etmektedir:

(Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı. Elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun şah damarım koparırdık). [Hakka/44-46]

Şah damarını koparırdık ifadesi, biyolojik şah daman değil, insan ve toplumun hareket alanını daraltarak, gelişip yücelmesini engellemeyi; insanın kendi benliği ve diğer insanlar ile olan bağlarının kesilmesini ifade etmektedir.

2. Küçümsemek

Din için Kur'an dışında bir kaynak aramak veya Kur'an dışı bir kaynak­tan din adına fetva vermek, Kur'an'ı küçümsemek anlamına gelir:

 (Öyleyse, Allah'ın mesajlarını yalanlayandan ve küçümseyerek onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabi­lir?) [En'am/157]

Yüce Allah müslüman din alimlerinin bu duruma düşmemesini istediği için bu ayeti inzal buyurmuştur.

(Yahut da, "Eğer bize de bir ilahî kelam indirilmiş olsaydı onun rehberliğine kesinlikle onlardan daha sıkı uyardık" (demeyesiniz). [En'am/157]

3. Allah'a kavuşacağına inanmamak

Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu za­man bize kavuşmayı ummayanlar, "Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben, bana vahyolunandan başkasma uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük bir günün azabından korkanm"). [Yunus/15] Bu ayetin tefsirinde Muhammed Esed şöyle demektedir:

Neyin eğri, neyin doğru olduğu konusunda bizim kendi görüşlerimize uyan bir öğreti getir. Yukarıda ayette geçen ifade (hem Hz. Peygamber zamanında, hem de sonraki çağlarda) pek çok agnostic (bilinemezci) tarafından Kur'an'ın ahlâka ve ahirete ilişkin öğretilerine yöneltilen son derece indî (sübjektif) eleştirilere ve özellikle böylelerinin, Kur'an'ın Muhammed'in kendi uydurma­sı olduğu ve dolayısıyla kendi kişisel görüşlerinden başka bir şey ifade etme­diği yolundaki iddialarına ilişkin ima yollu bir atıf durumundadır.[173]

Razi'nin dediği gibi, Allah'a kavuşacaklarına inanmayan insanlar Kur'an ile alay ederler. Hayatlarına uymadığı ve alışkanlıklarına ters düştüğü için, ondan başkasını isterler veya onun değiştirilmesini talep ederler. Bunu Hz. Peygamber'den istedikleri gibi, din alimi ve din adamlarından da İsteyecekler ve dinde reform fikrini canlı tutacaklardır.

Kur'an'ı yanlış anlatanlar, Kur'an'ı iyi bilmeden fetva verenler ve kişisel görüşlerini Allah'ın vahyi imiş gibi öne sürenler, insanlarda dinde reform fik­rinin uyanmasına neden olmaktadırlar.

Allah Teala Hz. Peygamber'e, Kur'an'dan başka bir kitap isteyenlere ve­ya onun değiştirilmesini talep edenlere karşı şöyle demesini emretmektedir: (Onu kendiliğimden değiştirmem ola­cak şey değil ve ben ancak bana vahyedilene uyarım). [Yunus/15]

Bu, Kur'an'ın değiştirilemeyeceği, din adamlarının da Peygamber gibi sadece Allah'ın indirdiği vahye tâbi olmak zorunda olduğu, kişisel görüşle­riyle din öğretiminden vazgeçmeleri gerektiği anlamına gelmektedir. Din kültürü ile vahyi ayıramayanlar fetva verme yetkisine sahip değildirler. Zira bu tip kimselerin, kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Al­lah katından göstererek yahudi ve hristiyanlann düştüğü hataya düşmeleri kaçınılmazdır.

Âl-i İmran/78 ayetinin indirilmesi, müslüman din adamlarını bu hatalar­dan uzak tutmaya, vahyin iyi bilinmesini ve kişisel görüşlerle din adına fet­va verilmemesini temin etmeye yöneliktir. Hz. Peygamberin sünnetine uyan­lar, aynen onun gibi ilahî vahye uymanın ve onu eyleme dönüştürmenin zo­runluluğuna inanmalıdır. [174]

 

Peygamberlerin Görevleri:

 

79. Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik ver­diği bir kimsenin, insanlara "Allah'ı bırakıp bana kul olun!" demesi mümkün değildir. Aksine "İlahî kelamın bilgisini öğreterek ve onu derinlemesine inceleyerek Allah adamları olun" der.

80. O, melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi emret­mez. Zaten, kendinizi Allah'a teslim ettikten sonra hiç sizi hakikati inkara davet eder mi?

Âl-i lmran/79 ayetinin iniş sebebi İbn Abbas'a göre, yahudilerin Üzeyir'e; hristiyanlann da İsa'ya Allah'ın oğlu demeleridir.[175] Nitekim Tevbe/30'da ya­hudilerin, Üzeyir Allah'ın oğludur; hristiyanlann da, İsa Allah'ın oğludur de­dikleri açıkça zikredilmektedir. Allah Teala Âl-i İmran/79'da, onların iddiala­rının batıl olduğunu ortaya koymaktadır.

Buna göre, Tevbe/30 ayeti Âl-i İmran/79'un; Âl-i İmran/79 ayeti de aynı surenin 78. ayetinin iniş sebebi olmaktadır. 78. ayetteki kitaptan olmayanın kitaptan, Allah katından olmayanın Allah katından gösterilmesi ve Allah ifti­ra edilmesi, 79. ayette zikri geçen peygamberlerinin Allah'ın oğlu olduğu id­diası ve insanları kendilerine taptırmalarıdır.

Razi'nin Âl-i İmran suresinin tefsirinde naklettiği başka bir nüzul sebebi­ne göre, yahudilerden Ebu Rafi ile hristiyanlardan Necran heyetinin reisi, Hz. Peygamber'e, "Sana ibadet etmemizi ve seni rab edinmemizi mi istiyor­sun?" demişler. Hz. Peygamber de, "Allah'tan başkasına tapmaktan veya Al­lah'a ibadet etmeyi menetmekten Allah'a sığınırız. Allah Teala beni böyle bir iş için göndermedi ve bana böyle bir şey emretmedi" demiş ve bunun üzeri­ne bu ayet inmiştir.

Şimdi kısımlara ayırarak ayeti açıklayabiliriz:

1. (Hiçbir insana yakışmaz ki Allah ona kitap, hikmet ve peygamberlik versin de...)

Buradaki kitap kelimesi, vahiy anlamına gelmektedir. Yüce Allah insanların içinden seçtiği elçilerine vahyeder. İlahî alemin elçisi olduklarını gösteren ve bu elçiliğin güvencesi olan mektuba vahiy diyoruz. Rasul de, ilahî alemin in­sanlar alemine olan elçisidir. Bu elçinin elindeki kitap veya vahiy, güven mektubunu andırır. Vahiy, bir insanın objektif bilgi kaynağına dayandığını ifade et­mekte, kişisel görüşleriyle peygamberlik yapmadığını isbat etmektedir.

Peygamberliğin ikinci olmazsa olmaz şartı hüküm'dür. Hüküm, bazı ayet­lerde hikmet olarak geçmektedir. Hüküm ve hikmet kelimelerinin ortak ma­naları "sağlam muhakeme"dir. Kendisinde vahiy ile sağlam muhakeme gücü bir araya gelmeyen kimse peygamber olamaz, risalet görevini yürütemez. Yusuf/22'de Hz. Yusuf a, Kasas/14'de Hz. Musa'ya hüküm verildiği ifade edilmektedir. Demek ki, peygamberlerin ortak özelliği sağlam muhakemeye sahip olmalarıdır. Sağlam muhakeme, hüküm vermenin ve hikmet üretmenin temelini, alt yapısmı teşkil etmektedir.

Bu ayetten, nübüvvet/peygamberlik görevinin bu iki ön şarttan sonra ve­rildiği anlaşılmaktadır. Kendisine vahiy, sağlam muhakeme ve nübüvvet ve­rilen kimsenin neleri söylemeyeceği ayette beyan edilmektedir:

2. (Bu kişinin insanlara, "Allah'ı bı­rakıp bana kul olun" demesi mümkün değildir).

Demek ki, kendilerine vahiy, sağlam muhakeme ve nübüvvet verilen kim­seler, şirkin yerine tevhidi geçirmek için çalışmakta; ve bu, onların birincil görevini teşkil etmektedir.

Ayetin bu kısmının mefhumu muhalifi (karşıt manası) dikkate alındığın­da, vahiy almayan ve sağlam muhakemeye sahip olmayan insanların kedile­rini tanrı yerine koyma ihtimalinin -az da olsa- bulunduğu söylenebilir. Bu durumu, günümüze uyarladığımızda diyebiliriz ki; vahyi öğrenen ve aklı ba­şında olan bir müslümanın, Allah'a şirk koşması mümkün değildir. Şirk, vah­yi bilmemenin ve sağlam bir muhakemeye sahip olmamanın neticesidir. Öy­leyse din eğitimcileri, şirkle mücadele için, vahyi ve doğru düşünme sanatı­nı öğretmelidir.

3. (Bilakis, "Okumakta ve öğretmekte olduğunuz kitap uyarınca Allah adamları olun" der).

Yukarda, peygamberlerin asla söylemeyecekleri şeye, burada ise söyle­diklere şeye dikkat çekilmektedir.

Ayetin bu bölümünde hem Vjdi (tuallimûn=taiim etmek/öğretmek/okut­mak), hem de (incelemek, öğrenmek/öğretmek) kelimeleri yer almaktadır.

Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz: Allah'a yaraşır kul, Allah adamı (Allah'a mensup) olmanın yolu, talim ve tedristen geçmektedir. İnsan­lar ancak ilahî vahyi inceleyerek ve başkasına öğreterek olgunlaşabilirler.

(rabbâniyyûn) kavramı, Sibeveyh'e göre Rabbini bilip O'na itaat eden; Müberred'e göre terbiye etmek, yetiştirmek; İbn Zeyd'e göre ise insan­ları eğitip yetiştiren manalarına gelmektedir.[176]

Öyleyse rabbani kelimesi, ilahî vahyi öğrenen, tatbik eden ve başkasına öğreten anlamına gelir. Böyle yapan kimseler olgunlaşıp Allah'a mensup kul­lar haline gelirler. Allah'ın rab sıfatına bürünmek için öğrenmek ve öğretmek gerekir.

Gelişmişliği ifade etmesinin yanısıra rabbani kelimesi, gelişmişliğin de bilgiyi üretmek ve yaymakla olacağına işaret etmektedir. Ancak bu şekilde hem faydalanmak, hem de faydalandırmak mümkün olabilir. Hz. Peygamber, Faydam ilimden ve saygı duymayan gönülden Allah'a sığınırız[177] derken bu­nu kasdetmiştir.

Allah adamı olmak için, ilahî kitabı incelemek, anlamak/öğrenmek ve öğ­retmek gerekir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, insanı yücelten bilgidir; bil­ginin faydası insanı yüceltmesi ve hayatı kolaylaştırmasıyla belli olur. İnsa­nı zenginleştirmeyen, olgunlaştırmayan ve yüceltmeyen bilgi faydasız oldu­ğu için sineye yüktür. Hz. Peygamber böyle bilgiden .Allah'a sığınmaktadır.

Demek ki peygamberler, insanları kendilerine kul yapmak için değil, Al­lah'a yaraşır kullar yetiştirmek için eğitim vermektedirler. İnsanların rabbani olabilmeleri için, kitabı inceleyip öğrenmeleri, hayata geçirmeleri ve başka­larına da öğretmeleri gerekir. Buradan, tevhidin, kitaptan elde edilecek bilgi­nin temelleri üzerine inşa edileceği de anlaşılmaktadır. Peygamber şirke de­ğil, Allah'ın yoluna çağırmakla [Nahl/125]; insanları öğrenmek ve öğretme­ye davet etmekle görevlidir.

79. ayetin devamı olan Âl-i İmran/80'de de, peygamberin insanlara neleri emretmeyeceği belirtilmektedir:

1. (Peygamber, melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi emretmez).

Ayetin bu kısmıyla, hem peygamberleri tanrı edinen yahudi ve hristiyanlar; hem de melekleri ilah edinen [Fatır/3] Arap müşrikleri eleştirilmektedir. Âl-i İmran/78'de geçen ilahî vahye yapılan müdahalenin hangi konularda ol­duğuna da işaret eden bu kısım, insanların neleri tanrı edinerek şirke düştük­lerine açıklık getirmektedir.

Bir peygamber, kendisine veya diğer peygamberlere tapınılmasını ve me­leklerin tanrı edinilmesini asla emretmez. Şirkin mayaladığı bu kültürle pey­gamberlerin hiçbir alakası olmadığına işaret eden bu ayet, 78. ayetin nüzul sebebidir.

2. (Siz müslüman olduktan sonra hiç size küfrü em­reder mi?)

Peygamberin görevi, insanların Allah'a teslim olmasını temin etmek oldu­ğuna göre, müslümana küfrü emretmesi olası değildir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah Teala kitap ehlinden bazılarının yaptığı fahiş hataları Âl-i İmran/78, 79 ve 80. ayetlerde eleştirmektedir. Bu kimsele­rin; kitaptan olmayanın kitaptan, Allah katından olmayanın Allah katından olduğunu söylemekle ve böylece bile bile Allah'a yalan isnad etmekle şirke yardım ettikleri; bu durumdan da ancak bilgi sayesinde kurtulabilecekleri vurgulanmaktadır.

Peygamberin görevleri belirlenip öğrenmeye ve öğretmeye teşvik edile­rek, kamil insan olmanın yollan öğretilmektedir. Günümüze taşıdığımızda ayetten şu sonucu çıkarabiliriz: Hiçbir beşere kutsallık atfedilemez, hiçbir beşerden yardım istenemez; hiçbir beşer Allah ile kul arasına aracı olarak ko­nulamaz. Allah ile kul arasına birilerini aracı koyarak, onlardan kendilerini Allah'a yaklaştırmasını beklemek, affa nail olmak için beşerden yardım dile­mek şirkin temellerini sağlamlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Bu konuda Hz. Peygamber çok titiz davranmış ve insanları şu şekilde uyarmıştır:

Hiç biriniz, kimseye kulum demesin. Çünkü hepiniz Allah'ın kullarısınız. Ama uşa­ğım desin. Köle de sahibine rabbim demesin, fakat efendim desin.[178]

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, rab ve kul kavramlarının insan için kullanıl­masını yasaklamıştır. Hz. Peygamber'in bu husustaki titizliği, şirkin sızma ihtima­linin bulunduğu bütün kapılan kapatmaya ve şirkin kökünü kesmeye yöneliktir. [179]

 

Allah'ın Peygamberlerle Yaptığı Antlaşma:

 

81. Allah peygamberlerden şöyle söz almış, "Bakın size kitap ve hikmet verdim, imdi yanınızda bulunanı doğrula­yıcı bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanacak ve mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?" demişti. "Ka­bul ettik" dediler.

"O halde tanık olun, ben de sizinle beraber tanık olanlar­danım" dedi. 82. Artık kim bundan sonra dönerse, işte onlar/asıklardır.

Alimler, 81. ayetin başında yer alan, Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı ifadesini tefsir etmekte çok zorlanmışlardır. Razi, yapılan farklı yorumların tümünü tefsirinde özetlemiştir. Muhammed Esed onun naklet­tiği yorumlardan birine dayanarak ibareyi şöyle çevirmiştir: Allah (geçmiş vahiylerin izleyicilerinden) peygamberleri vasıtasıyla şu taahhüdü talep etti.

Bu söz bizzat peygamberlerden mi, yoksa peygamberler vasıtasıyla üm­metlerinden mi alınmıştır?

Zemahşeri burada dört görüş beyan etmektedir:

a) İbarenin zahiri, sözün bizzat peygamberlerden alındığını göstermek­tedir;

b) Söz, peygamberlerin ümmetlerinden alınmıştır;

c) Söz, peygamberlerin çocuklarından, yani İsrailoğlullan'ndan alınmıştır;

d) Söz, kitap ehlinden (yahudi ve hristiyanlardan) alınmıştır.[180]

Razi'nin naklettiğine göre İbn Cerir et-Taberi söz alınanlann kitap ehli ol­duğu görüşündedir. Zeccac'a göre ise, Hz. Muhammed'e, daha önceki pey­gamberden söz alındığını hatırlaması önerilmektedir. Razi daha sonra Ze-mahşeri'nin sıraladığı ihtimalleri zikretmekte; bu sözün, "Biz peygamberliğe daha layıkız; biz kitap ehliyiz; peygamberler bizden olur" diyerek Hz. Mu-hammed'i peygamberliğe layık görmeyen yahudi ve hristiyanlardan alındığı­na dair Talak/l ayetini delil göstermektedir.

Razi, Ebu Müslim el-İsfahani'den -82. ayette geçen fasık kelimesine da­yanarak- kendilerinden söz alınanlann bizzat peygamberler değil, onların ümmetleri olduğu görüşünü nakletmektedir. Diğer taraftan Razi, Ebu Müs­lim'in fikrini çeşitli ayetlerden delil getirerek reddeden Keffal'in görüşünü de zikretmektedir.

Razi, Ey İsrailoğulları! Size verdiğim bunca nimetlerimi hatırlayın, ahdi­mi yerine getirin ki, ben de size olan ahdimi yerine getireyim [Bakara/40] ve Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden "Onu mutlaka insanlara açıkla­yacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye misak almıştı [Âl-i İmran/187] aye­tini delil getirerek, kendilerinden söz alınanlann, Hz. Muhammed zamanın­da yaşayan kitap ehli olduğu fikrini öne sürmektedir.[181]

Bize göre, Yüce Allah -Hz. Muhammed'i tasdik etmelerini temin etmek için- kitap ehlini'muhatap alarak, peygamberler arasındaki birbirini tasdik etme kanununa işaret etmektedir. Yani, bir peygamber kendi döneminde ge­len peygamber veya peygamberleri tasdik etmek mecburiyetinde olduğu gi­bi, sonraki peygamber de öncekini/öncekileri tasdik eder ve kendinden son­rakini de müjdeler. Saf suresinde şöyle buyurulmaktadır:

(Ve vaktiyle Meryem oğlu İsa, "Ey İsrailoğullan! Şüphesiz ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek olan Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim" demişti). [Saf/6]

Yüce Allah, peygamberlerin kendilerinden önceki peygamberleri ve çağdaşı olan peygamberleri tasdik etme kanununun onların ümmetine de intikal etmesini istemektedir. Hz. Muhammed'e gelen Kur'an -aralarında fark gö­zetmeden- önceki peygamberlere imanı bir zorunluluk sayıyorsa, Hz. Mu-hammed zamanında yaşayan kitap ehlinin de Hz. Muhammed'e inanması bir zorunluluktur.

Peygamber, Rabbi tarafından indirilene iman etti, müminler de iman et­tiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız..." [Baka­ra/285] ayetindeki kitaplara, peygamberlere -ayırım gözetmeksizin- iman et­mek ifadesinden anlaşılıyor ki, dinin temel kanunlarından biri, aralarında fark gözetmeksizin bütün peygamberleri tasdik etmek, onlara inanmaktır. Pey­gamberler de bu tasdik ve iman ile yükümlüdürler.

1. Bu noktadan hareketle ayetin mealini Muhammed Esed gibi vermeyi uygun buluyoruz: Allah, (kitap ehlinden) peygamberler vasıtasıyla şu taah­hüdü talep etti.

Bu meal, Kur'an'da bazı ayetlerde kullanılan metoda uygun düşmektedir. Yüce Allah, bazı hükümlerini doğrudan kullan üzerinde değil, peygamberin şahsında dener ve müteakiben insanlara intikal ettirir. Mesela: Ahzab sure­sinde şöyle buyurulmaktadır:

(Ey Peygamber! Allah'tan sakın ve kafir­lerle münafıklara boyun eğme). [Ahzab/1]

Buradaki emirlerin muhatabı sadece Hz. Peygamber değil; aksine inanan­ların tümüdür.

Yine, Ahzab suresinde buyuruluyor ki:

(Ey Peygamber! Eşlerine söyle: "Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin

size boşanma bedellerini vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim").

[Ahzab/28]

Bu ayetteki hükümler de, sadece Hz. Peygamber'i değil, tam tersine kıya­mete kadar gelecek bütün müslümanlan bağlamaktadır.

Yine, (Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda...) [Ta­lak/l] ayetinin muhatabı da sadece Hz. Peygamber değil, bütün müslüman-lardır.

Bu metodu Âl-i İmran/81 ayetine uyguladığımız zaman, İbn Cerir et-Taberi'nin, Zemahşeri ve Razi'nin yorumlannın ve Muhammed Esed'in meali­nin daha uygun olduğu anlaşılır. O halde, peygamberlerden söz alınması, Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayan kitap ehlinden söz alınmasıdır.

2. (Eğer kitap ve hikmeti size bahşettikten sonra, halen sahip olduğunuz hakikati tasdik eden bir elçi size gelirse ona inanmalı ve yardım etmelisiniz).

Vahiy ve hikmet, diğer vahiy ve hikmetleri tasdik eder. Önceki vahiy, son­raki öğretinin vahiy olup olmadığı hakkında bir ölçüttür:

(Allah sana kitabı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak indirmiştir). [Âl-i İmran/3]

Sonraki vahiy öncekileri tasdik eder; önceki de sonrakinin vahiy olduğu­na şahitlik eder. Vahiy vahyi tasdik ettiğine göre, bu ayet, önceki peygamber­lerin ve ümmetlerinin, sonraki peygamberi tasdik etmesini ve yardım etme­sini zorunlu kılmaktadır. Bu tasdik ve yardımın alt yapısını Âl-i İmran/64 ayeti hazırlamıştır. Bu ayette, yahudi ve hristiyanlar, "ortak ilke" etrafında birleşmeye çağırılmakta, bunun da şirkten uzak tevhid inancı olduğu ifade edilmektedir.

Tevhid zemini üzerine kurulan ve şirkten uzak olma şartına dayanan bu "ortak ilke", 81. ayetteki antlaşmanın eksen değerini oluşturarak, kitap ehli­nin Hz. Muhammed'i tasdik etmesinin, ona inanmasının ve yardım etmesinin itici gücü olacaktır. Ellerindeki vahyi tasdik eden bir peygambere, iman edip yardım etmeleri bir zorunluluktur.

Âl-i İmran/81 ayetinin ikinci kısmında, vahyin ve onun ortaya koyduğu İslâm dininin kaynağmın Allah olduğu; ve bunun, peygamberlerin ilki Hz. Adem'den beri akan bir ırmak olduğu, her peygamberin bu ırmağın akışına katkıda bulunduğu, onların ümmetlerinin de bu ırmağın akışına katkıda bu­lunmak için peygamberlerin tümüne inanmaları ve yardım etmeleri gerektiği vurgulanmaktadır.

Yüce Allah vahiy ve hikmet bahşettiği yahudi ve hristiyanlardan bu tas­dik ve yardımı bekleyerek, onlara şu suali sormuştur:

3. ("Bu şarta dayalı ahdimi kabul ve tasdik eder misiniz?" Onlar, "Kabul ederiz" dediler).

Ayetin bu kısmından şu neticeyi çıkarabiliriz: "Kabul ve tasdik eder misi­niz?" sorusundan, Allah'ın dayatma yapmadığı, kabul ve tasdiki kulun iradesine bıraktığı anlaşılmaktadır. Eğer dayatma yapsaydı, "Kabul ve tasdik eder misiniz?" denmezdi. Peygamberlerin bu soruya 'Evet' cevabı vermeleri, ki­tap ehlinin Hz. Muhammed'e inanmalarını ve onu tasdik etmelerini -zorunlu kılmasının yamsıra- kolaylaştırmaktadır da.

4. (Allah, "Öyleyse şahit olun. Ben de sizinle şahitlik edenlerdenim" buyurdu).

Ayetin başında geçen antlaşma (misak), ayetin sonunda taraflar arasında imzalanmaktadır. Yüce Allah, daha önceki peygamberlere ve ümmetlere gönderdiği vahiy ve hikmetten hareketle bir antlaşma metni hazırlamıştı. Bu­na göre, kendilerine gönderileni tasdik eden bir elçi gelince ona inanacak ve yardım edeceklerdi. Bu şartlan, peygamberlere ve onların ümmetlerine sun­du; kabul edip etmemekte onları serbest bıraktı; onlar da kendi serbest irade­leriyle 'Evet' cevabını verdiler. Antlaşmaya Yüce Allah hem kendini, hem de peygamberleri ve ümmetlerini şahit tuttu.

82. ayette, (O halde, kimler dönerse, işte onlar, ger­çek /asıklardır) buyurmak suretiyle, antlaşmaya uymayı garanti altına alan bir madde koydu. Bu ayette, antlaşmayı kabul ettikten sonra dönme ihtima­linin olabileceğine de işaret edilmektedir. Allah Teala, kabul ettikten sonra antlaşmadan dönenleri fasık olarak nitelendirmektedir.

Bir peygamberin verdiği sözden dönerek fasıldık etme ihtimali olmadı­ğından, buradaki antlaşmanın, peygamberlerin ümmetleriyle yapıldığı ortaya çıkmaktadır. Antlaşmanın peygamberlerin ümmetleriyle yapıldığının başka bir delili de, İsrailoğullan'nın, kendileriyle yapılan antlaşmadan yüz çevir­meleridir [Bakara/83]. İsrailoğullan, birbirlerini öldürmeyeceklerine ve yurt­larından çıkarmayacaklarına dair söz vermelerine rağmen, sözlerinde durma­mışlardır.

Allah'a verdiği sözü bozanların bu ayette fasık olarak nitelendirilmesini, Bakara/26-27'deki tanıma bağlayabiliriz. 26. ayetin sonu fasık nitelendirme-siyle bitmekte, 27. ayette ise fasık'ın kim olduğu açıklanmakta ve verdiği sözden dönmek, fasığın en başta gelen davranışlarından biri olarak gösteril­mektedir.

Diğer taraftan Duyuruluyor ki:

(Andolsun ki sana apaçık ayetler in­dirdik. Onları ancak fasıklar inkar eder). [Bakara/99]

(Ne zaman onlar bir antlaşma yaptı-larsa, yine onlardan bir grup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez). [Bakara/100]

Ayette, fasık'ın ayrılmaz niteliklerinden birinin de, yaptığı antlaşmaya sa­dık kalmaması olduğuna dikkat çekilmektedir. Fasık, hem kafir, hem müna­fık, hem de sözünde durmayan kimsedir. Bu vasıflan peygamberlere atfet­mek mümkün olmadığına göre, yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İm-ran/81-82'de kendileriyle antlaşma yapılan/kendilerinden söz alınan kimsele­rin peygamberler değil, peygamberlerin ümmetleri olduğu anlaşılmaktadır. Öyleyse 81. ayette niçin "Allah peygamberlerin ümmetlerinden bir taahhüt aldı" denmiyor da, "Allah peygamberlerden bir taahhüd aldı" buyuruluyor? Bu soruya şu cevabı verebiliriz: Ayette zikri geçen eylem ve değerlerin öne­minden dolayı peygamberlerden bunları ümmetlerine öğretmek ve hayata ge­çirmek için çaba göstermeleri istenmektedir.

Ellerinde vahiy ve hikmet olan ümmetlerin, kendilerindekini tasdik eden bir peygamber gelince ona iman etmeleri ve yardımda bulunmaları en önem­li eylemler arasında yer almaktadır. Ayette, inançlar arasındaki ilişkinin olumlu manada hangi değerler üzerinde cereyan edeceği de açıklanmaktadır. Buna göre vahiy, hikmet, tasdik, iman ve yardım gibi değerler, inanç grupla­rı arasındaki ilişkiyi belirlemelidir.

İşte Yüce Allah peygamberlere bu değerlerin önemini anlatmakta ve bun­ları ümmetlerine de öğretmelerini istemektedir. Bunlardan yüz çevirmenin ne kadar kötü olduğunu da fasık nitelendirmesiyle açıklamaktadır. Buradaki fa­sık nitelendirmesi, yapılan antlaşmayı çiğnemekten caydırmaya yöneliktir.

Diğer taraftan antlaşmanın doğrudan peygamberlerle yapıldığı da söyle­nebilir. Taha suresinde Hz. Adem'in ahdi unutup yanlış harekette bulunduğu ifade edilmektedir:

(Andolsun daha önce Adem'e ahit vermiştik. Ne var ki, o ahdini unuttu). [Taha/115]

Aslında Hz. Adem ahdine muhalefet etmedi, sadece gayretsizlik ve unut­ma sebebiyle ahdine ters harekette bulundu.

Demek ki, bir kasdî olarak ahdinde durmamak vardır, bir de unutkanlık sonucu ahdine aykın hareket etmek vardır. Bununla birlikte, ahdini unutmak da bir mazeret olmadığından, Hz. Adem cezalandırılmış ve böylece, kanunu bilmemenin mazeret olmadığı ilkesini modern hukuka kazandırılmıştır.

Başka bir açıdan bakarsak şu genellemeye varabiliriz: Ahdin doğrudan peygamberlerden alındığının ifade edilmesi, onların da sorumlu olduklarını vurgulamak amacına yönelik olabilir. Nitekim peygamberler de getirdikleri dinin kurallarını uygulamakla mükelleftirler. Bunun açıkça ifade edilmesi, peygamberleri tanrılaştırmanın yanlışlığını vurgulamaya yönelik olabilir. Öyle olmasaydı A'raf suresinde şöyle buyurulmazdı:

(Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz). [A'raf/6]

Ahirette peygamberler de sorguya çekileceğine göre, bu dünyada onların da sorumlulukları vardır. Özellikle insanlara tebliğ ettikleri dinin hayata ge­çirilmesinden sorumlu oldukları bir gerçektir. [182]

 

Allah'ın Dininden Başkasını Aramak:

 

83. Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yeryüzünde olan her şey ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürüleceklerdir.

Ayeti kısımlara ayırarak açıklayalım:

1. (Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?)

Allah'ın dini ifadesinden, Allah'a ait olmayan dinin de olduğu/olabileceği sonucunu çıkarabiliriz. Burada Allah Teala kendi dininden başka yollar/dinler için din kelimesini kullanmıyor, ancak Âl-i İmran/85'de İslâm'dan başka bir din buyurmak suretiyle, batıl yollar/dinler için de din kelimesini kullanıyor. Öyleyse, "Allah'ın dini İslâm'dır" ya da "İslâm Allah'ın dinidir" diyebiliriz.

Bu ifadelerden şu neticeye varabiliriz: Din seçimi, din alanının belirlenmesi ve din koyma Allah'a aittir. Yüce Allah Maide suresinde bunu net bir şe­kilde açıklamıştır:

(Bugün size dininizi ikmal ettim, ni­metlerimin tamamını size bahşettim ve İslâm'ı sizin dininiz olarak belirledim). [Maide/3]

Ayetteki "ikmal etmek, bahşetmek ve belirlemek" fiillerinin öznesi Allah olduğuna göre, din alanına başkasının müdahele etmesinin imkansızlığı orta­ya çıkar.

Eğer bir insanın din koyma yetkisi olsaydı, Hz. Muhammed bunu yapabi­lirdi. Bu zekaya, şahsiyet ve kapasiteye sahip olmasına rağmen, ona bile bu yetki verilmemiştir. Vahiy olmadan, din olamaz. Vahyin kaynağı da Allah ol­duğuna göre, din koyma Allah'a aittir.

İşte bunun içindir ki Yüce Allah kitap ehlini (yahudi ve hristiyanlan) kas-dederek, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? buyurmaktadır. Bu soru­yu 81 ve 82. ayetlere bağlarsak diyebiliriz ki: Kendi ellerindekini tasdik eden bir peygamber gelince ona inanmayı ve yardım etmeyi kabul ettikten sonra, verdikleri sözden dönmelerinin sebebi, Allah'ın dininden başkasını aramak­tır. Eğer hak dini arıyorsanız, o Allah'ın dini, Hz. Muhammed'e gelen vahyin oluşturduğu dindir. Bu dinden başkasını aradıklarından dolayı mı, Hz. Mu­hammed'e inanmıyor ve ona yardım etmiyorlar?

2. (Göklerde ve yeryüzünde olan her şey isteye­rek veya istemeyerek O'na boyun eğer).

Ayetin bu bölümü din'i 'teslimiyet' olarak tefsir ve tesbit etmektedir. Bu manada din, hem tabiat kanunlarının, hem de vahyin oluşturduğu genel ka­nunun adıdır. Allah'ın yarattığı tabiat kanunlarına nasıl uymak, onlara göre hareket etmek ve onlara teslim olmak mecburiyetinde isek, vahyin oluştur­duğu dine de o şekilde uymak zorundayız. Bu bakımdan din, Allah'a boyun eğmeyi/teslimiyeti ifade etmektedir.

(esleme) kelimesi, boyun eğmek, itaat etmek, teslim olmak anlamı­na geldiğine göre, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar kayıtsız şartsız, ister istemez Allah'a teslim olmuştur. Yüce Allah bu teslimiyeti insanlardan da istemektedir. Tabiat kanunlarına gösterilen uyum ve teslimiyete dikkat çekmek suretiyle Yüce Allah, kitap ehlinin antlaşmalarını bozmamalarını te­min etmek ve bu konuda ilahî iradeye teslim olmalarını sağlamak amacını gütmektedir. Verdiği sözden dönmek, Allah'a teslim olmaktaki eksikliği, ya­ni O'nun dininden başkasını aramayı ifade etmektedir. Böylece Allah Teala, antlaşmayı bozmanın arkasındaki nedenin teslimiyet noksanlığı olduğunu vurgulamaktadır. Teslimiyetteki noksanlık, başka arayışlara girmeye, Al­lah'ın dinini bir tarafa atmaya sebep olmaktadır. Göklerdeki ve yerdekilerin isteyerek veya istemeyerek Allah'a teslim olmalarının ne demek olduğunu Ra'd suresinden öğrenebiliriz:

(Göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey, ister istemez Allah'a secde eder). [Ra'd/15]

Bu ayetten, secde etmenin, 'teslimiyet'in bir göstergesi olduğu anlaşıl­makta; böylece teslimiyet'in, 'boyun eğme' anlamına geldiği ifade edilmiş ol­maktadır.

Teslimiyet'in diğer bir anlamını da İsra suresinde bulmaktayız:

(Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herşey Allah'ı teşbih eder). [İsra/44]

Teşbih, zikri geçen varlıkların teslimiyetlerinin bir tezahürüdür. Peki, göklerdeki ve yerdeki varlıkların ister istemez Allah'a secde etme­si/teslim olması ne demektir? Biz bunun, doğa kanunlarına boyun eğmek manasına geldiğini düşünüyoruz. İnsan gibi irade sahibi varlıklar, Allah'a secde etmeyebilirler. Ancak onlar da ölüm kanununa -istemeseler de- boyun eğerler. Ölüm geldiğinde, istisnasız bütün inkarcılar teslimiyetlerini ifade edecekler; ama bunun bir faydası olmayacaktır. Buna, Firavun'un durumunu örnek gösterebiliriz:

(Nihayet Firavun boğulma haline gelince, "Gerçekten İsrailoğullan'nın inandığı Tann'dan baş­ka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de teslim olanlardanım" dedi). [Yunus/90]

Firavun'un, Ben de teslim olanlardanım demesine karşılık Yüce Allah, Şimdi mi? buyurdu. Firavun, ister istemez/çaresiz olarak teslim olduğundan, Yüce Alah Şimdi mi? buyurarak onun geçersizliğini beyan etmiştir. Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

(Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları, ken­dilerine bir fayda vermeyecektir). [Mü'min/85] Böyle anlardaki iman veya teslimiyet, ister istemez/mecburen olduğu için geçersizdir. Teslimiyetin başka bir anlamı da Allah'a yönelmek, Allah'ın çağ­rısına icabet etmek, emrini yerine getirmektir. Bu çağrı, insanlar için hem di­nî, hem kevnî olabilirken; iradesiz varlıklar için kevnîdir:

(Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye, "İsteyerek veya istemeyerek gelin!" dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler). [Fussilet/11]

Demek ki, isteyerek veya istemeyerek bu işi yap şeklindeki ilahî emre, madde alemi isteyerek uymaktadır. Âl-i İmran/83'de göklerde ve yerde olan­ların isteyerek veya istemeyerek Allah'a teslim olduklarının ifade edilmesi, insanların da isteyerek Allah'ın ahdine uymalarını ve böylece Allah'a teslim olmalarını talep etmek demektir. İsteyerek Allah'ın ahdini yerine getirmeyen kimselerin, zorla yerine getirmekle karşı karşıya kalacaklarına işaret edil­mektedir. Önemli olan, zorla teslim olmak değil, isteyerek teslim olmaktır.

3. (O'na döndürüleceklerdir).

Dünyada Allah'ın çağrısına, hükümlerine itibar etmeyen, O'nun dininden başka bir din arayan, O'na isteyerek teslim olmayan, O'nunla yaptığı antlaş­maya sadık kalmayan insanlar, sonunda -istemeseler de- Allah'a dönecek­ler/döndürüleceklerdir.

Ayetin bu kısmı çok önemli bir eğitim ilkesi koymaktadır: Genel eğitim ve­ya din eğitimi, neticede zorla yaptırılacak bir işi, önceden isteyerek yapma ah­lâkını, bilincini ve alışkanlığını kazandırmalıdır. Din eğitimi, ahiretten, yani is­temeyerek Allah'a döndürülmeden önce, dünyada isteyerek Allah'a teslim olma­nın çok büyük bir erdem olduğunu öğretmelidir. Allah'ın dininden başka bir din aramak, Allah'a yönelip teslim olmamak, O'nun çağrısına icabet etmemektir. [183]

 

Hz. Muhammed İle Ümmeti Geçmiş Vahiylere İnanır Ve Peygamberler Arasında Fark Gözetmezler:

 

84. De ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsma­il'e, İshak'a, Yakub'a ve onun neslinden gelenlere indirile­ne, Rableri tarafından Musa'ya, İsa'ya ve (diğer) tüm pey­gamberlere bahşedilenlere inanırız, onlar arasında hiçbir ayırım yapmayız. Ve kendimizi Allah'a teslim ederiz.

Bu ayette 81. ayette zikri geçen antlaşmanın yerine getirilmesi için neler yapılması gerektiği açıklanmaktadır. Kitap ehliyle yapılan bu antlaşmada peygambere inanmak ve ona yardım etmek, o peygamberin onların elindeki-ni tasdik etme şartına bağlanmıştı.

Yüce Allah bu ayette Hz. Peygamber'e, kendinden önceki peygamberlere indirilene inandığını ve onların arasında hiçbir fark gözetmediğini bildirme­sini emretmektedir.

1. (De ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onun neslinden gelenlere indirilene, Rableri tarafından Musa'ya, İsa'ya ve (diğer) tüm peygamberlere bahşedilenlere inanırız").

Hz. Muhammed ve ona tâbi olanların İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onun oğullarına indirilenlere; Musa'ya, İsa'ya ve diğer peygamberlere ve­rilenlere iman ettiklerinin beyan edilmesi, vahyin kesintisiz bir süreç olduğu­nu, peygamberlere gelen vahiyler arasında bir çatışma olmadığını vurgula­maya yöneliktir; ki bu, aynı zamanda kitap ehlinin de Hz. Muhammed'e in­dirilen vahye inanmaları gerektiğini tenbihe yöneliktir. Böylece, Âl-i İm-ran/64'de zikri geçen "ortak ilek"de buluşmak için, "ortak iman" gündeme sokulmakta; "müşterek noktanın/ortak ilkenin" önündeki engeller 64-80. ayetlerle kaldırılmaktadır. Bilgisizce tartışmak, bilinç dışı hareketlerle insan­ları yoldan çıkarmak, bile bile Allah'ın ayetlerini inkar etmek, bile bile hak­la batılı karıştırmak ve hakkı gizlemek, ikili oynamak, dinde egoistlik yap­mak, bilerek Allah'a yalan isnad etmek, sözünü ve yeminini az bir bahaya satmak, kitaptan olmayanı kitaptan ve Allah katından olmayanı Allah katın­dan göstererek Allah'a iftirada bulunmak, peygamberleri tanrı edinmek, müs-lümanlarla kitap ehlinin ortak ilkede buluşmalarına mani olan engellerdir.

Bu engellerin ortadan kaldırılabilmesi için Yüce Allah peygamberlerle yaptığı antlaşmaya dikkat çekmektedir. [Âl-i İmran/81]

İşte bu antlaşmanın yürürlükte kalması için Yüce Allah, Hz. Peygam-ber'den önceki peygamberlere indirilenlere ve kendisine indirilene iman etti­ğini ilan etmesini istemiştir. Bu iman, Âl-i İmran/64'te zikri geçen "ortak il-ke"de buluşmanın gerçekleşmesini sağlamaya, geçmişte peygamberlere indi­rilen vahiyleri Hz. Muhammed'e indirilen vahiyle birleştirmeye, şirki ortadan kaldırmaya yönelik evrensel boyutta bir imandır.

2. (Peygamberleri birbirinden ayırdetmeyiz).

Bütün vahiylerin kesintisiz bir süreç olduğuna iman, peygamberler arasın­da fark gözetmemeyi de kapsar. Bakara/136 ve 285'de açıkladığımız bu inanç biçiminin burada da zikredilmesi, bir tekrar olarak görülmemelidir; zira bu, Yüce Allah'ın istediği "ortak ilke"de (tevhid çatısı altında) buluşmayı gerçek­leştirmeyi ve bunun önündeki engeli -ki peygamberler arasında fark gözet­medir- kaldırmayı hedef almaktadır.

3. (Biz ancak Allah'a teslim oluruz).

Ayetin son bölümü olan bu ifadeyle, ayete son nokta konmaktadır. Geç­miş bütün peygamberlere inidirlen vahiylere iman etmek, o peygamberler arasında fark gözetmemek, Allah'a teslimiyetle doruk noktasına ulaşmakta­dır. 64. ayette zikredilen "ortak ilke" etrafında birleşmek ve bu birleşmeye mani olan tüm engelleri ortadan kaldırmak, ancak Allah'a teslim olmakla mümkün olur. [184]

 

İslâm'dan Başka Din Aramak İflas Etmektir:

 

85. Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden ola­caktır.

83. ayette, "Allah'ın dini" ifadesi kullanılmıştı; bu ayette ise, "İslâm'dan başka bir din" ifadesi kullanılmaktadır. Her iki ifadeyi birleştirirsek, "Allah'ın dini İslâm'dır" veya "İslâm, Allah'ın dinidir" diyebiliriz. Âl-i İmran/19 ayetini devreye soktuğumuzda bunu, "Allah katında hak din İslâm'dır" şeklinde ifade edebiliriz. Maide/3'deki "Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim" ifadesini de dikkate aldığımızda, dinin İslâm; İslâm'ın da din olduğu ortaya çıkar.

Bu ayetlerin aynı şeyi söylediği samlabilir, fakat bulunduktan muhteva içinde bazı nüanslar içermektedir. Âl-i İmran/19'daki "İslâm dini", üzerinde ihtilaf edilemeyen bir mana taşımaktadır. Âl-i İmran/83'de yer alan "Allah'ın dini" kavramı, tasdiki, imanı ve ahde vefayı da kapsamaktadır. Âl-i İm-ran/85'deki "İslâm dini" ifadesi ise, sadece ve sadece Allah'a teslimiyeti, Ma-ide/3'deki "Allah'ın din olarak beğendiği İslâm ise Kur'an'ı ve onun içerdiği haram ve helallerin bütününü ifade etmektedir. Zümer/22'de ise "İslâm dini", Allah'ın nuru anlamına gelmektedir.

Görüldüğü gibi, İslâm kelimesi ile din kelimesi bir araya gelince, her muhteva içinde farklı manalar kazanmaktadır. Bütün bu manaları bir araya getirince şöyle bir sentez ortaya çıkar: İslâm dini, üzerinde ihtilafa müsaade etmeyen, geçmiş peygamberlere ve Hz. Muhammed'e indirilene iman etme­yi, tasdiki, ahde vefayı, peygamberler arasında fark gözetmemeyi şart koşan, sadece Allah'a teslimiyeti ön gören, haram ve helalleri düzenleyen Allah'ın nurundan ibaret olan bir dindir. İşte Kur'an bu dini tesis eden bir kitap ve bir ilahî vahiydir.

Şimdi tekrar Âl-i İmran/85 ayetine dönüp Kim İslâm'dan başka bir din ararsa... ibaresini bir önceki ayete bağlarsak, "Kim Allah'a teslimiyetten baş­ka birşey ararsa" şeklinde ifade edebiliriz. Sadece ve sadece Allah'a teslim olmak, "İslâm dini" kavramının diğer manalarını da kapsamakta; Allah'a tes­lim olmak, barış, güven ve rahmet içinde olmak anlamına gelmektedir. Ba-kara/208'de silm kavramının bu manaların kaynağı olduğunu söylemiştik; geniş açıklama için oraya bakılabilir. Bütün bu manaları dikkate alarak "İs­lâm dini" ifadesine başka bir açıdan bakabiliriz: İslâm dini, barış ve güven dini, Allah'a teslimiyet ve rahmet dini manalarına gelir. Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ifadesi, kim barıştan, güvenden, teslimiyet ve rahmetten başkasını ararsa anlamına gelir ki bunun da -ayetin ikinci bölümünde- kabul edilmeyeceği belirtilmektedir. İslâm dini, dünyaya/insanlığa barış ve güven getirmiştir: kul ile Allah arasında, kul ile kul arasında, kulun kendi içinde ak­lı, gönlü ve nefsi arasında barış ve güveni getirmiştir. İnsan, bunlardan baş­kasını arayabilir mi? Ararsa ondan kabul olur mu?

Bu değerleri insanlığa aşılamak için gelen İslâm dininden başka bir din arayan ziyan eder. Başka bir ifadeyle, böyle kimselerin akıbeti hüsrandır. Ba­rıştan, güvenden, teslimiyet ve rahmetten başkasını aramak her bakımdan if­lastır. Böyleleri dünya ve ahiretlerini harap etmişlerdir.

Yüce Allah Âl-i İmran/64'ten itibaren "ortak ilke" etrafında buluşmanın, yani şirki ortadan kaldırmanın yollarını öğretmekte ve onun önündeki engel­lere işaret edip onları ortadan kaldırmanın çarelerini göstermektedir. Bu en-geler, cahilce tartışmak, inkar etmek, hakkı batıl ile karıştırmak, hakkı gizle­mek, inançta ikili oynamak, Allah'a yalan isnad etmek, ahdini ve yeminleri­ni az bir bahaya satmak, kutsal kitabı tahrif edip Allah'ın demediğini demiş gibi göstermek, peygamberleri tanrılaştırmak, antlaşmadan yüz çevirmek ve Allah'ın dininden başka bir din aramaktır. Bunları ortadan kaldırmanın yolu da bilgi, iman, ahde vefa, evrensel iman, peygamberleri kutsallaştırmamak, Allah'a iftira etmemek, Allah'a teslim olmak, barış ve güvendir.

"Ortak ilke"de (tevhid çatısı altında) buluşmak, meşakkatli bir yolun so­nunda bulunmaktadır. 64. ayetten itibaren Yüce Allah böyle bir beyin ve gö­nül alemi oluşturma amacı ile eğitim ve öğretim yapmaktadır.

Bu ayetler yahudilerin, hristiyanann ve müslümanlann "ortak ilke"de bu­luşmak için neler üzerinde durmaları gerektiğini, hangi değerlerin öne çıkarıp hangilerini geriye itmeleri gerektiğini de tesbit etmektedir. Yahudi, hristiyan ve müslümanlar arasındaki benzerliklerden hareket etmenin insanlığa nasıl bir erdem kazandıracağı anlatılırken, din ile kültürün sınırlarının net bir şekilde belirlenmesinin ve dinin safiyetinin korunmasının önemi öne çıkarılmaktadır.

Tevhidde bütünleşmenin, şahsiyet ve toplumsal bütünleşmeye götüreceği­ne dikkat çekilmiş, bu konularda hata yapmanın dünya ve ahirette bedelinin ağır olacağı gözler önüne serilmiştir. 64. ayetten itibaren, inkar psikolojisinin nasıl şahsiyet parçalanmasına neden olduğu anlatılırken, evrensel imanın da ne kadar bütünleştirici olduğuna dikkat çekilmiştir. [185]

 

İrtidat Zulümdür:

 

86. İman edip bu Peygamber'in hak olduğuna şahit olduk­tan ve hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten son­ra hakikati inkar etmeyi seçen bir halkı Allah nasıl doğru yola ulaştırır? Allah, böyle bir zalimler topluluğunu doğ­ru yola iletmez.

87.  İşte onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün in­sanlığın lanetine uğramalarıdır.

88.  Onlar bu halde kalacaklar. Ne azapları hafifletilecek, ne de onlara bir mühlet tanınacak.

Bu üç ayeti birlikte ele almamızın sebebi, tek bir eylemin cezalarını söz-konusu etmelerindendir.

86. ayette imandan sonra küfre sapan insanların durumu ele alınmaktadır.

87.  ayetin nüzul (iniş) sebebi hakkında müfessirler farklı rivayetler nak­letmektedir. İbn Abbas ve Zemahşeri ayetin iniş sebebi olarak, yahudilerin Hz. Peygamber'e inandıktan sonra inkar etmeleri olduğunu göstermektedir. İbn Abbas, Zemahşeri ve Kurtubi'nin naklettikleri diğer bir habere göre aye­tin iniş sebebi şudur: Bir grup insan önce inanmış, sonra inancından dönmüş (irtidat etmiş) ve kaçıp Mekkelilere sığınmışlar; Hz. Peygamber'in başına be­lalar gelmesini beklemeye başlamışlardı. Daha sonra, bunların bir kısmı iman ettiği için 89. ayet inmiştir.

Razi ve Kurtubi'nin naklettiği başka bir habere göre ayetin iniş sebebi şu­dur: Ensar'dan Hars ibn Suveyd adında biri irtidat ettiğine pişman olunca kavmine, tevbesinin kabul olup olmayacağını Peygamber'e sormaları için haber yollar. Kardeşi ona, hakkında ayet nazil olduğunu bildirince, o da kalkıp Medine'ye gelerek Hz. Peygamber'in huzurunda tevbe eder.

Yine Razi'nin Keffal'dan naklettiği bir habere göre ise, bu ayetler kitap eh­li hakkında inmiştir.

Bütün bu haberlerden, bu ayetin, imandan sonra irtidat olgusu nedeniyle nazil olduğu anlaşılmaktadır. Rivayetler arasındaki farklılıklara rağmen anla­şılan o ki, irtidat (imandan küfre dönme) olgusu, -bugün olduğu, gelecekte de olacağı gibi- Kur'an'ın indiği dönemde de vardı. Bu da inanç duygusunun merkezi olan kalpteki değişkenliği göstermektedir.

Bize göre, ayetin iniş sebebi olarak yukarıda nakledilen haberlerin en doğrusu Keffal'in naklettiğidir. Çünkü bu ayetten önceki ayetler kitap ehli hakkındadır. Allah'ın dininden ya da İslâm'dan başka bir din arama eylemi anlatılırken, kitap ehli konu edilmektedir. Zemahşeri'nin dediği gibi, önce Hz. Peygamber'in geleceğine dair kendi kitaplarında yer alan ayete inandılar; sonra Peygamber gelince inkar ettiler.

Ayetin analizinden şu genellemelere varabiliriz:

1. Sahip olduğu üç değerden: iman, şehâdet ve ilim'den sonra, inkara sap­mak bir zulümdür.

Kitap ehlinin iman ettiği Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Muhammed'in özellik­leri yer almaktaydı. Kitaplarının müjdelediği Peygamber gelince hem pey­gamberi, hem de ona gelen vahyi inkar ettiler; ki bu, kendi kitaplarını da in­kar etmek demekti. Onun için ayette, 4*$i» (imanlarından sonra) buyurul-maktadır.

Diğer taraftan Hz. Peygamber'i bizzat gördüler ve onun hak olduğunu an­ladılar. Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu bildikleri halde, inkar ettiler. Hem kitaplarındaki ayetler, hem de fiili gözlemleri Hz. Muhammed'in elçili­ğinin hakikatini isbat ediyordu. Bunlardan başka, hakikatin bütün kanıtlan da ellerindeydi. Vahiy, gözlem ve mucizeler onların iman etmesine veya iman­da sebat etmelerine yetmedi.

2. (Allah böyle zalimler topluluğunu doğru yola ilet­mez).

Vahiy, gözlem ve kanıtlara rağmen imandan küfre sapma (irtidat) eylemi ayetin bu kısmında zulüm olarak nitelendirilmektedir. Bir şeyi layık olduğu yere koymamak anlamına gelen zulüm burada vahye, gözlem ve kanıta layık oldukları değeri vermemeyi ifade etmektedir; yani vahyin, gözlem ve kanıtın gerektirdiği imanın hakkını çiğnemektir. Böyle bir zulüm, insan gönlünü kir­letmekte ve insanın manevî ışığını söndürmektedir. Kirli ve karanlık bir gö­nül Allah'ın rehberliğinden mahrum kalmaya mahkumdur. İmandan sonra in­kara sapma eyleminin meydana getirdiği değişim, Allah'ın yol göstermesini engellemektedir.

Ayette, 'halk' veya 'topluluk' anlamına gelen kavm kelimesinin kullanıl­ması, bu değişimin meydana getirdiği manevî kirlenmenin toplumsal boyut­lu olduğuna işaret etmektedir. Ayette yer alan bütün fiil ve zamirlerin çoğul olmasından hareketle diyebiliriz ki: bu manevî kirlenme, hem Hz. Peygam­ber devrindeki insanları, hem de gelecek zamanlardaki insanları kapsamak­tadır.

Ayetin bu kısmından çıkaracağımız başka bir netice de şudur: Allah durup dururken kullarından hidayetini, lütfunu ve ihsanım esirgemez. Kulun gön­lündeki ve eylemlerindeki değişim Allah'ın hidayetine engel olur. Daha doğ­rusu, inkarın insanın gönlünde meydana getirdiği kirlenme ilahî nuru engel­ler. Böyle bir karanlık ve kirlenme içinde kalan insan, -85. ayette belirtildi­ği gibi- arayışını İslâm dininden başka dinlere kaydırır. Allah'ın kabul etme­yeceği fikir çöplüklerinde din arama eyleminin altında, vahyin, gözlem ve kanıtın gereğini yerine getirmemek yatmaktadır.

Bu imandan küfre dönüş (irtidat), tıpkı ameliyatın acısını hissetmemesi için hastaya verilen narkoz gibi, insanın gönlünü narkozlamakta ve bu olum­suz değişimin manevî sancılarını hissetmemesine sebep olmaktadır. Yüce Al­lah bu ayetle, böylesi insanların gönüllerini ayıltmayı amaç edinmektedir. İmandan inkara sapan kişi, adeta narkozlu hasta gibidir. Onu, narkozun etki­sinden kurtarıp ayıltacak olan şey ise bu ayetlerdir.

İyiden kötüye doğru olan değişim fıtrata aykırı olduğundan zulüm olarak nitelendirilmektedir. 87. ayette, imandan sonra küfre sapanların uğrayacağı cezaya dikkat çekilmektedir:

(Onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğramaktır).

Allah Teala, iman ettikten, peygamberin hak olduğuna şahid olduktan ve kanıtlar kendisine geldikten sonra küfre sapan kimselerden hidayetini esirge­mektedir. Ayrıca -87. ayette de belirtildiği üzere-Allah'ın, meleklerin ve bütün erdemli insanların laneti onların üzerine olacakta

Allah'ın böyle zalim bir toplumdan hidayetini esirgemesi, modern top­lumlardaki ambargo uygulamasına benzer. Bir toplumun diğerine ambargo uygulaması büyük bir caydırıcılığa sahiptir. Hidayetin esirgenmesinin ve la­netin çok ağır bir ceza olduğu muhakkaktır. 88. ayette buyuruluyor ki:

(Onlar bu halde kalacaklar; ne azapları ha­fifletilecek, ne de onlara bir mühlet tanınacak).

Bu ayet, lanet azabını tanımlamaktadır. Buna göre lanet azabı, hafifletil­meyen ve mühlet verilmeyen bir azaptır. Allah'ın, meleklerin ve bütün insan­ların lanet ettiği kimse, hafifletilmeyecek ve mühlet verilmeyecek bir azap içinde kalmaya mahkum edilecektir.

88. ayetteki Azapları hafifletilmeyecek ifadesinin mehmum-ı muhalifini (karşıt manasını) dikkate alırsak, hafifletilecek cezaların bulunabileceği neti­cesini çıkartabiliriz. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Yüce Allah bu ve buna benzer ayetlerle modern hukuka "ceza indirimi" anlayışını kazandır­mıştır. Şiırıcîi Kur'an'da ceza indirimine tâbi tutulmayacak suçları tesbit ede­biliriz:

1. Yüce Allah insanların birbirlerini öldürmemelerini ve yurtlarından çı­karmamalarını antlaşma maddeleri haline getirmiştir [Bakara/84]. Bu antlaş­manın maddelerine uymayanlara, dünya hayatında rüsvaylık, ahirette de şid­detli azap vardır [Bakara/85]. Bu insanlar aslında ahireti verip dünyayı alan­lardır [Bakara/86]. Sonuncu ayete göre, bu insanların cezasında indirim ol­mayacaktır.

2. İnkar edip kafir olarak ölenlerin cezasında da indirim olmayacaktır [Bakara/161-162]; Allah'ın nimetini bildiği halde, yani peygamberini tanıdı­ğı halde inkar edenler için de ceza indirimi olmayacakta [Nahl, 83-85].

Demek ki, haksız yere cana kıyanların, insanları yurtlarından çıkaranların, hakikati inkar edenlerin, ahireti verip dünyayı alanların cezalarında hafiflet­me olmayacağı gibi, irtidat edenin cezasında da indirim olmayacaktır. Affı mümkün olmayan şirki de bunlar arasına katmak gerekir. Öyle anlaşılıyor ki, bunların dışında kalan günahların cezasında indirim yapılma ihtimali vardır. Yüce Allah hangi suçlarda ceza indirimi olmayacağını ifade etmekle, hem hangi cezalarda indirim olacağını tesbit ediyor, hem de suç ve ceza ilişkisin­de insanları detaylı bir şekilde bilgilendiriyor. Allah Teala, ceza indirimi gibi modern hukukun önemli uygulamalarından birinin temellerini atarken, in­sanlığa, cezanın suça denk olması gerektiği bilincini de kazandırmaktadır.

Yine Âl-i İmran/86-88 ayetlerine dönüp, suç ve ceza ilişkisinde denklik meselesine bakarsak, iman ettikten, peygamberin hak olduğuna şehadetten ve kesin kanıtlara sahip olduktan sonra küfre sapma suçuna denk olan ceza­nın, hidayetten mahrum edilmek, lanete uğramak, cezada indirim yapmamak ve mühlet verilmemek olduğunu anlayabiliriz.

Diğer taraftan Âl-i İmran/88'de cezanın ertelenebileceğine de işaret edil­mektedir: hîZr^is (Onlara mühlet tanınmayacak) ifadesinden, cezanın erte­lenebileceği ilkesi çıkartılabilir. Nitekim modern hukukta, ilk defa suç işle­yen insanın cezası -işlenen suçun küçük olması şartıyla- ertelenmektedir; ancak suçun tekrar işlenmesi halinde önceki ceza da ilave edilerek cezalan­dırılmaktadır.

Kur'an'da ceza indirimi yapılmayan suçlar için, erteleme de yoktur. Bura­dan, ceza indirimi uygulanan günah ya da suçlarda, cezanın ertelemesinin de mümkün olduğu neticesi çıkarılabilir. 88. ayette geçen ;££' (yunzarûn) ifa­desi, "mühlet verilir" (cezası başka bir zamana ertelenir) anlamına gelmekte­dir. Buradaki cezanın ertelenmesi, Bakara/280'de geçen borcun ertelenmesi­ne/borçluya mühlet verilmesine benzemektedir. Alacaklının alacağını başka bir zamana ertelemesi, borçluya mühlet vermesi demektir. Aynı kural ceza hukukuna uygulanıyorsa, cezanın ertelenmesi şekline dönüşür. [186]

 

Ceza İndirimi Ve Ertelemesinden Kimler Yararlanır?

 

89. Ama daha sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler hariç tutulacaktır; zira Allah, çok affedici, merhamet sahibidir.

Bu ayetteki istisna, imandan küfre döndükten sonra tekrar imana dönmeyi değil, ceza indirimi ve ertelemesinin olmadığı inanç ve amellerden vaz­geçmeyi ifade ediyor.

(Ancak bundan sonra tevbe edenler müstesnadır) ifadesin­de yer alan tevbe, inkardan imana dönüşe işaret etmektedir. Buradaki (tevbe), beynin ve gönlün tamamen Allah'a yönelmesi, geçmişindeki karan­lığı terketmesi manasını ifade eder. Tevbe, önemli bir değişim ve dönüşüm­dür. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, tevbe bir çıkış, bir ümit ve bir ışık kapısıdır. Allah'ın kesilen hidayetinin geri dönüş kapısı, lanetten kurtuluş ka­pısıdır.

Bu açıklamadan sonra akla şöyle bir soru gelebilir: İrtidat eden kimse tev­be ettiğinde bütün günahları affolur mu? Bize göre, irtidattan tevbe eden kimsenin günahları affolmaz, ancak tevbe edince ceza indiriminden ve erte­lemesinden istifade eder. Ahirette cezanın ertelenmesi ise, affa veya şefaate nail olmaktır.

Tevbe etmek yeterli değildir; davranışlara da bir çekidüzen verilmesi ge­rekir. Ayetteki (kendilerini düzeltenler) ifadesi, tevbenin davranış­lara yansıması ve gerekli olan değişimi meydana getirmesi gerektiğini ifade eder.

(Zira Allah, çok affedicidir, merhametlidir).

Razi'nin dediği gibi, Allah insanların dünyadaki günahlarını örttüğü için affedici (gafur), ahirette affedeceği için de merhametlidir (rahim). Yine Allah Teala cezayı kaldırdığı için affedici, sevap verdiği için merhametlidir.

Mahkemede veya hapiste iyi hali görülen suçluların cezasında indirim ya­pılması gibi, tevbe eden ve iyi hal gösteren günahkârların da cezası Allah ta­rafından indirilebilir veya ertelenebilir ki bu, Allah'ın gafur (bağışlayıcı) ve rahim (merhametli) olmasındandır. Allah'ın gafur ve rahim sıfatlan, kulun tevbe etmesi ve kendini düzeltmesiyle devreye girer. Demek ki tevbe etme ve kendini düzeltme, Allah'ın affını ve merhametini celbetmektedir.

Âl-i İmran/86 ile 88 ayeti arasındaki ilişkiyi dikkate alırsak, şu gerçeği tesbit edebiliriz: Mürted için, ne ceza indirimi, ne de ceza ertelemesi vardır. Burada şu sorunun cevaplandırılması gerekir: Bu sadece irtidat için mi geçer­lidir? Bu durum günümüze nasıl uyarlanabilir? Yüce Allah bu tip insanları, hidayete iletmeyeceğini, onlara lanet edileceğini, cezalarında indirim ve erteleme olmayacağını ifade ederken, kendi azabını mı kasdediyor? Eğer öy­leyse, bu bizim için ne ifade eder?

Biz, bir kişiyi, sadece irtidat ettiği için cezalandırabilir miyiz? Bugün mürted dendiğinde insanların aklına, vatanına, milletine ve dinine ihanet eden kimse gelmektedir.

Enfal suresinde inkarını eyleme dönüştüren kişi ele alınmaktadır:

(Şüphesiz ki inkar edenler, mallanm insanlan Allah yolundan alı­koymak için harcıyorlar. Daha da harcıyacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlub olacaklardır. Kafir­likte ısrar edenler ise cehennemde toplanacaklardır). [Enfal/36]

İnkarını eyleme dönüştüren ve insanlan Allah yolundan çevirmek için malını harcayanlar için 37. ayette şöyle Duyurulmaktadır:

(Allah'ın, murdan temizden ayıklaması ve bütün murdarların bir kısmını di­ğer bir kısmının üstüne koyup hepsini yığarak cehenneme atması içindir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir). [Enfal/37]

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki inkar psikolojini saldırganlığa dönüştüren kimsenin cezasmda bir indirim veya erteleme sözkonusu değildir. Cezanın ahirete kalması/ertelenmesi, aslında cezanın ağırlaşması demektir.

36. ayette zikri geçen "Allah'ın yolu"ndan kasıt, insanların mutluluk, ba­rış, güven, birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıdır. Öyleyse toplumdaki ba­rışı, güveni, birlik ve beraberliği bozmaya çalışan kimseler mürted sayılır. Bu gibi insanların cezasında indirim veya erteleme yapılmamalıdır.

(İnkar edenlere, vazge­çerlerse, geçmiş günahlarının bağışlanacağını söyle. Yok geri dö­nerlerse kendilerinden öncekilerin hali gözlerinin önündedir)! [En-fal/38]

Aynı toplumda yaşayıp da birbirlerine düşman olan ve bu düşmanlıkları­nı eyleme dönüştüren kişiler veya gruplar, mürted muamelesine tâbi tutulma­lıdır. Bunların tevbe edip doğru yola dönmeleri, cezalarında indirim yapılma­sını, hatta affedilmelerini sağlar. Enfal/38'deki 'dönerlerse' ifadesi, tekrar küfre dönüşe işaret etmektedir.[187]

 

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/451-452.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/453.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/453.

[4] Razi, age, VI, 127.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/454-455.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/455.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/456.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/456.

[9] Razi, age, VI, s. 129.

[10] Razi, age, VI, s. 417.

[11] Razi'nin Ferra'dan naklettiğine göre Tevrat, aydınlık ve nur manasına gelmekte ve Adiyat/2 ile Enbiya/48 ayetleri de bunun delilidir. İncil'in de çocuk, aslolan, nesil, bir şeyi çıkarıp ortaya koymak, karşılıklı çekişmek, gözü büyük manasına geldiğini söylemişlerdir. Razi bu manaları kabul etmemektedir. Çünkü ona göre, Tevrat İbranice, İncil de Süryanice'dir. Bu kavramların Arapça kalıplara uydurulmasının ve dolayısıyla bu açıklamalara itibar edilmesinin doğru olma­yacağına dikkat çekmektedir.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/456-464.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/464-466.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/466-468.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/468.

[16] Razi, age, VI, s. 142.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/468-471.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/471-472.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/472-473.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/473.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/473-476.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/476.

[23] Razi, age, VI, s. 154-155.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/476-482.

[25] Tirmizi, Da'avat, 90.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/482-484.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/484-486.

[28] Razi, age, VI, s. 172.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/486-487.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/487-489.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/489-493.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/493.

[33] Razi, age, VI, s. 178.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/494.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/494-496.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/496-497.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/497-498.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/498-499.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/499-502.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/502-503.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/503.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/504-505.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/505-507.

[44] İbn Manzur, Lisanu'1-Arab, sehere maddesi, Bu ayetle ilgili Muhammed Esed'in açıklamasına bakılabilir.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/507-509.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/509-510.

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/510-512.

[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/512.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/512-516.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/516-519.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/519-520.

[52] Camiu'l-Beyan 3/216; İbn Kesir 1/355 ve Zadu'l-Mesir, 1/365'den naklen bir hadisin olduğu­nu söyleyen Süleyman Ateş'in ve Razi'nin nakillerini uygun görmüyoruz. Bir saat içinde 43 peygamberin kesilmesi haberi abartmanın ötesinde bir değer taşımaz.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/520-522.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/522.

[55] Razi, age, VI, s. 227-228.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/523-526.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/526-527.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/527-528.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/528-533.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/533-540.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/35.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/35-37.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/37-39.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/39-42.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/42-45.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/46-48.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/48-50.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/50.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/50-51.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/52.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/52-56.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/56-58.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/58-59.

[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/59-60.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/61.

[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/61-62.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/62-63.

[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/63.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/63-65.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/65-67.

[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/67-69.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/69-72.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/73-74.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/74-75.

[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/76-78.

[86] İbn Mace, Mukaddime, 17; Ebu Davud, İlim, 1.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/78-81.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/81.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/81-83.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/83-84.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/84-86.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/86-87.

[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/87-89.

[94] Bu manalar için, Bakara/238'in tefsirine bakılabilir. (Razi, V/305.)

[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/89-90.

[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/90-91.

[97] Razi, Hz. İsa'ya neden kelime dendiğini iki madde halinde açıklamış; Elmahlı Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde kelime üzerinde geniş açıklamalarda bulunmuş, Süleyman Ateş her iki müfes-sirden alıntılarla yorumunu yapmıştır. Bütün bu izahların kaynağı Razi'nin açıklamasıdır.

[98] Mesela, "Allah rızası için yetimlerin başını meshederdi" deniyor. Oysa ki bu sıfat ona doğma­dan önce verilmiştir. "Günahları ve kötülükleri meshedip sildiği için bu lakabı almıştır" diyen­ler de vardır. Böyle bir görevi olmadığına göre, açıklama yanlıştır. "Düz taban olduğu için bu sıfatla anıldı" iddiasına gelince, bu sıfat ona doğmadan önce verildiğine göre, düz taban oldu­ğu nereden biliniyordu. Düz tabanlık bir noksanlıktır. Allah böyle bir özürü peygamberine sı­fat olarak verir mi? Bunun gibi akla hayale gelmeyecek açıklamalar yapılmıştır; bunlara itibar edilmesi mümkün değildir.

[99] Razi, age, VT/316.

[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/91-97.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/97-98.

[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/98.

[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/99.

[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/99-101.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/102-103.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/103-106.

[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/106-108.

[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/108-109.

[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/109.

[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/109-110.

[111] Razi, age, VI/327.

[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/110-112.

[113] Kur'an Mesajı, s. 99, 39. dipnot.

[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/112-119.

[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/119-120.

[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/120-123.

[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/124.

[118] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/125.

[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/125-128.

[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/128.

[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/128-129.

[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/129-130.

[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/130.

[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/130.

[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/130-131.

[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/131-134.

[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/134-135.

[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/135.

[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/135-138.

[130] Taberi, Begavi ve İbn Kesir'de nakledildiğine göre.

[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/138-1139.

[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/140.

[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/140-141.

[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/141-142.

[135] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/142-143.

[136] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/144-145.

[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/145-146.

[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/146.

[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/147-148.

[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/149-150.

[141] Razi, age, XIV/91-92.

[142] Razi, age, XXI/87.

[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/150-160.

[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/161-162.

[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/162-164.

[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/164-165.

[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/165.

[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/165-171.

[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/171-172.

[150] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/172-173.

[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/173-174.

[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/174-176.

[153] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/176.

[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/176-178.

[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/178.

[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/178-179.

[157] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/180-181.

[158] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/181.

[159] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/181-183.

[160] Razi, age, X, 331.

[161] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/183-185.

[162] Camı'u 'l-Beyan, 3/311 'den Süleyman Ateş, age, 2, s. 62.

[163] Razi, age, VI, s. 395.

[164] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/186-188.

[165] Razi,age, VI, s. 397.

[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/188-192.

[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/193-195.

[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/195-196.

[169] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/196-197.

[170] Razi, age, VI/412; Kurtubi, el-Câmi', 4/119-120'den özet olarak Süleyman Ateş, age, 2/66.

[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/197-201.

[172] Müslim, İman, 46.

[173] Muhammed Esed, age, s. 394, 23. dipnot.

[174] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/201-209.

[175] Razi, age, VI/421.

[176] Razi, age, VI/425.

[177] İbn Mace, Mukaddime, 23.

[178] Müslim, el-Elfâz min'1-edeb, 3. Bab, 14. hadis.

[179] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/209-213.

[180] Zemahşeri, age, 1/440-441.

[181] Razi, age, VI/430-434; İbn Kesir de aynı görüşleri sıralamaktadır.

[182] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/214-220.

[183] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/220-223.

[184] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/223-225.

[185] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/225-227.

[186] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/228-232.

[187] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/232-234.