Ayetin Kısımlarının Ayrıntılı Açıklaması:
Nezele Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları:
Hiçbir Şey Allah'a Gizli Değildir:
Ayetten Çıkarılacak Metodolojik Mülahazalar:
Muhkem Kelimesinin Kur'an'daki Kalıpları:
Geleceğinde Şüphe Olmayan Gün:
Mal Ve Evlat Ahırette Fayda Vermez:
Kur'an'ın Koyduğu Genel Kanunlar Ve Temel Unsurları:
İnkarcıların Sonu Dünyada Mağlubiyet, Ahirette
Cehennemdir:
Haşr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Mihad Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Olayların Arka Planını Görmek:
İbret Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Ayetin Analizinden Çıkacak Neticeler:
Allah'ın Hoşnut Olduğu Davranışlar:
Allah Dışında İlah Olmadığına Şehadet Edenler:
Allah Katında Tek Din İslâm'dır:
Ayette Dikkat Çekilen Üç Olumsuz Davranış:
Gelececeğinde Asla Şüphe Olmayan Toplanma Günü:
Allah'ın İnsan Ve Fizik Alemle İlişkisi:
Allah Gizli-Açık Her Şeyi Bilir:
Sadere Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Sadr'daki (Göğüsteki) Oluşumlar:
İnsan Mahşerde Yaptıklarını Bulacaktır:
Kötü Amelleri Önüne Konan Kimse:
Tebi'a Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Tav’a Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
İtaat Edilmemesi Gereken Kimseler:
İstifa Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları:
Hanne'nin Duası Kabul Ediliyor:
Keffele Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Mihrab Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Hz. Zekeriyyanın Çocuk İçin Duası:
Zekeriyya Ve Yakub Ailesinin Mirası:
Zekeriyya'nın Duası Kabul Ediliyor:
Zekeriyyanın İmkansızlığı İtirafı:
Ayetin Analizinden Varılacak Genellemeler:
Kısır Karı İle Yaşlı Kocanın Çocuklarının Olacağına Dair
Alamet:
Hz. Zekeriyya'ya Çocuk Verilmesinin Alameti:
Allah'ın, Bahşettiği Nimetlere Karşılık Meryem'den
İstediği Üç Şey:
Hz. Muhammedin Peygamberliğinin İsbatı:
Meleklerin Meryem'i İsa İle Müjdelemesi:
İnsana 'İyi' Sıfatını Kazandıran Ameller:
Ayette Geçen Kelimelerin Açıklaması:
Meryem'in, Babasız Çocuk Doğurmayı Tabiata Aykırı Bulması:
Peygamber Bile Eğitilmeye Muhtaçtır:
Haleka Fiilinin Kur'an'daki Manaları:
Târe Fiilinin Kur'an'daki Kullanımları:
Farkı Ortaya Çıkarmanın Yolu Soru Sormaktır:
Ehasse Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Mekr Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımları:
Hz. İsa'nın Vefatı Ve Yükseltilmesi:
Teveffî Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
B. Hz. İsa Tekrar Dünyaya Gelecek Mi?
C. Hz. İsa Öldükten Sonra Allah Katına Nasıl Yükselmiştir?
D. Hz. İsa İnkar Edenlerden Arındırılmıştır:
E. Hz. İsa'ya Uyanlar Kıyamete Kadar Kafirlerden Üstün
Olacaktır:
F. Ayrılığa Düştükleri Konularda Allah Hükmedecek:
Kafirlerin Dünya Ve Ahirette Cezalandırılmaları:
İman Ve Amel Karşılıksız Kalmaz:
Hz. İsa'nın Yaratılışı Hz. Adem'in Yaratılışına Benzer:
Bilgiye Ters Düşmek Lanete Sebeptir:
Tevhide İnananlar Hakikati Kabullenir:
Müslümanlarla Kitap Ehli Arasında Ortak Olan Tevhid
İnancında Buluşmaya Çağrı:
2. Ortak İlkede Buluşmaya Çağrı:
Hz. İbrahim Hakkında Tartışma:
Ayetin Ortaya Koyduğu Hakikatler:
Başkasını Saptırmaya Çalışan Kendini Saptırır:
Kitap Ehlinin Olumsuz Duygularının Kaynağı:
Bilerek Allah'ın Ayetlerini İnkar Etmek:
Hak İle Batılı Karıştırmak Ve Hakkı Gizlemek:
Lebese Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Libas Kelimesinin Manevî Elbise Anlamındaki Kullanımları:
Kitap Ehlinin Tavrı Ve Doğru Yol:
Düşünce Farklılığı Davranış Farklılığına Sebebiyet Verir:
Sebil Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Allah'a Olan Ahdi Az Bir Bahaya Değişmenin Karşılığı:
Allah Hakkında Yalan Uydurmak:
Allah'ın Peygamberlerle Yaptığı Antlaşma:
Allah'ın Dininden Başkasını Aramak:
Hz. Muhammed İle Ümmeti Geçmiş Vahiylere İnanır Ve
Peygamberler Arasında Fark Gözetmezler:
İslâm'dan Başka Din Aramak İflas Etmektir:
Ceza İndirimi Ve Ertelemesinden Kimler Yararlanır?
Âl-i İmran suresinin Medine'de indiği konusunda bü tün müfessirler
ittifak halindedir. İsmini, 33 ve 35. ayetlerinde geçen ve bazı peygamberlerin
soyunun menşeine işaret eden ibareden (Âl-i İmran ibaresinden) almaktadır.
Bu sure çeşitli açılardan Bakara suresinin devamı ve [bazı konularının
da açılımı olduğu izlenimini vermekte. Her iki surenin de elif-lam-'nüm
şifresiyle başlamış ılması, aralarındaki benzerlik ve devamlılığı gösterir,
akara suresinde İsrailoğullan'nın Hz. Musa ile, Âl-i suresinde ise
İsrailoğullan'nın Hz. İsa ile olan iliş-ele alınmıştır. Bakara/255'in ilk
kelimeleri, Âl-i 'nin örgüsünü teşkil etmektedir.
Bakara/l 13'te yahudilerle hristiyanlann tartışması, 120. ayette ise Hz. Peygamberle olan zıtlaşmaları ele alınmıştır. Bakara/143'te müslümanlann "vasat bir ümmet" olduğu belirtilmekte, Âl-i İmran/64'te bütün bu tartışmaların asgari müşterekte sona erdirilmesi konusunda çağrı yapılmaktadır. Demek ki, Bakara suresi tartışmaları ve tartışmaların sebeplerini beyan ederken; Âl-ilmran suresi, tevhid inancı etrafında toplanma zorunluluğuna dikkat çekmektedir. Bakara suresi, kitap ile başlarken, Âl-i İmran suresi Allah'ın sıfatlarıyla başlayıp kitapla devam etmektedir. Âl-i İmran suresi Hz. Peygamber'den önce indirilen kitaplardan Tevrat ve İncil'i ismen zikretmekle bir bakıma Bakara süresindeki kitap kavramını açmaktadır.
Bakara/30'da Hz. Adem'in yaratılışı ele alınırken, Âl-i İmran suresinde
Hz. İsa ile Hz. Adem'in yaratılışı arasındaki benzerliğe dikkat çekilmektedir.
Bakara/79'da Allah'ın indirdiği kitabın hükümlerine
[müdahale ele alınırken, Âl-i İmran/78'de din adamları in elleriyle yazdıklarına
"Allah katındandrr" diyerek [halkı kandırdıklan ifade edilir. Bu
ayetler birbirinin de amı niteliğindedir.
Hem Bakara/125'te, hem de Âl-i İmran/96-97'de Kabe'nin işlevi ve hacc
ele alınmıştır. Yine hem Bakara/l 36'da, hem de Âl-i lmran/84'te bazı
peygamberlerin bssalan anlatılmıştır. Bakara/285-286'da af, bağışlama ve
merhamet için yapılan dualann devamı Âl-i îm-193-194'te bulunmaktadır.
Müşriklerle müslümanlar arasında Bedir'de vukubu-savaş ele alınırken,
yanlış inancın savaşa yol açaca-işlenmektedir.
Hem Bakara, hem de Âl-i İmran suresinde akıl, bilgi düşünce, takva,
ihsan, infak gibi değerler öne çıkanl-j maktadır.
Âl-i İmran/7'de Kur'an'ın bir kısmının muhkem, biı kısmının da
müteşabih olduğu; müteşabihlerin (birden fazla yoruma müsait olanlann),
Kur'an'm anası olan, yani özünü teşkil eden açık ve kesin olan muhkem ayetlere
göre anlaşılması gerektiği; bunun için bilginin gerekli olduğu; ilim
sahiplerinin muhkem ve müteşabih ayetlere nasıl yaklaşacağım bildikleri, ama
ilim sahibi olmayanların hata yapabilecekleri ifade edilmiş; böylece bilginin
önemi gösterilmiştir.
200 ayetten meydana gelen Âl-i İmran suresi, başında yer alan
elif-lam-mim harflerindeki şifrenin bir açılımıdır. Tıpkı bilgisayara
yüklenmiş bir kitabın dosyasına aldatıldığında bütün sayfaların önümüze
serilmesi gibi, Yüce Allah da elif-lam-mim şifresine tıklatınca Âl-i İmran
suresinin ayetleri Kur'an'daki yerini almıştır.
[1]
1. Elif-lam-mim.
[2]
Kur'an surelerinin bazılarının başında bulunan ve muhatta'at adı
verilen harflerin sırlarının insanlar tarafından bilinmesinin zor olduğu
alimler tarafından vurgulanmaktadır. Alimlerin mukatta'at harfleriyle ilgili
yorumlarını Muhammed Esed Kur'an Mesajı'nda. (Ek II, s. 1333-34) özetlemiş ve
konuyu Hz. Ebu Bekir'in şu ifadesiyle bitirmiştir: "Her ilahî kelamda
(kitap) bir esrar (unsuru) vardır. Kur'an'ın esrarı ise, (bazı) surelerin baş
(harflerin)de (bulunmakta)dır".
Bize göre mukatta'at harfleri, bulunduğu surenin tüm ayetlerinin
şifresi, başka bir ifadeyle yüzlerce sayfa bilginin yerleştirildiği bilgisayar
dosyası gibidir. Genelde başında mukatta'at harfi olmayan sureler, mukatta'at
harfi olanların bir açılımıdır. Mukatta'at harflerinin farklı harflerden
oluşması, surelerin içindeki konuların farklılığını, benzer harflerden
oluşması da konuların benzerliğini gösterir. Bu görüşümüzü şu şekilde
delillendirebili-riz: Bazı surelerin başında çeşitli cisimlere, tabiat
olaylarına veya kanunlarına yapılan yeminlerin farklılığı, konuların
farklılığını; benzerlikler de konuların benzerliğini gösterdiği gibi,
mukatta'at harfleri de aynı işlevi görebilir.
Birbirinin devamı olan sureler aynı mukatta'at harfleriyle başlar,
birbirine benzeyen sureler ise mukatta'at harfi almadan devamlılıklarını
sürdürürler. Onun için Kur'an'ın sure ve ayet yapısı, manevî alemin kimyasal
oluşumunu aksettiren bileşimler ve sistemler ağını andırır.
[3]
2. Allah kendinden başka tanrı olmayan, sonsuza kadar diri, hayatın ve
varlığın kaynağı ve dayanağı, her şeyi hükmüne, iradesine bağlı kılan yaratıcı!
Âl-i İmran suresinin bu ayeti, Bakara/255'in ilk bölümüne bağlı olmakla
birlikte, bağımsız bir ayet olma özelliğine de sahiptir. Bakara/255'teki ayete'l-kür
si (kürsi ayeti) denilen bölümün çok kısa bir kısmının Âl-i İmran suresinde
bağımsız bir ayet olması manidardır. Biz buna şu açılımı getiriyoruz: Nasıl ki,
hidrojen gazı başlı basma bir madde olduğu halde, oksijenle çeşitli oranlarda
birleşerek farklı maddeler meydana getiriyorsa, Âl-i İmran/2 ayeti de, başlı
basma bir ayet olmakla beraber, başka konularla bir araya gelip farklı
sentezler, ya da Kur'anî bileşimler meydana getirebilir. Biz buna Kur'an'ın
kimyası diyoruz. O nedenle bu benzerlikler, Kur'an'da tekrar olduğu fikrini
uyandırmamalıdır. Hidrojen, oksijen, azot ve karbon belli oranlarda bir araya
geldiğinde DNA meydana gelirken, hidrojenin iki atomuyla oksijenin bir atomu
birleştiğinde su oluşmaktadır. Kur'an'ın ayetleri de belli oranda farklı
muhtevalar içinde farklı manalar yüklenirler.
Âl-i İmran/2'de, önce tevhid inancı beyan edilerek, Allah'ın birliği
ilan edilmektedir. Bakara/255-256'da olumsuzluk edatının ne anlama geldiğini
açıklamış, tevhid kelimesinde önce inkarın, sonra tasdikin yer aldığını söylemiştik.
Kur'an'ın birinci amacı şirki ortadan kaldırmak ve tevhid ağacım dikmektir.
Onun için de Âl-i İmran suresi tevhid inancı ile başlamaktadır.
Peki Bakara/255'te bu ifade yer aldığı halde, burada niçin tekrar
edilmiştir? Âl-i İmran suresinin en önemli konularından biri Hz. İsa ile
ilgili hakikatlerin açıklanmasıdır. Hz. İsa'yı tanrılaştıran hristiyanlann
şirki reddedilmekte olduğundan tevhid inancı ile başlamaktadır. Bakara/255'te
Allah'ın sıfatlan zikredilmiş, burada ise hnstiyanlann Hz. İsa'yı Allah'ın
oğlu veya tanrı olarak nitelendirmeleri reddedilmiştir.
Diğer taraftan, Âl-i İmran/3'te yer alan Tevrat ve İncil'in kim
tarafından indirildiği de cevap olmakta; kutsal kitapları indirenin nasıl bir
tanrı olduğuna açıklık getirilmektedir. Tüm kainat ve onun içindeki
varlıkların kaynağı Allah olduğu gibi, tüm kutsal kitapların kaynağı da
Allah'tır. Yaratmada teklik, öğretimde teklik şeklinde ifade edeceğimiz bu
açıklamayı, Âl-i İmran/2-3 ayetleri arasındaki ilişkide görmekteyiz. Teklik ve
dirilik Allah'ın zatı ile ilgili sıfatlandır. Hayy sıfatı, ölümsüz manasına da
gelmektedir. Kayyum sıfatı ise, kendi zatı ile kaim, eşi ve benzeri olmayan,
yaratıklarının bütün ihtiyaçlarını gideren, ihtiyaçlarını gidermek için
gerekli olan nimetleri, kanunları ve ortamı yaratan demektir. Tüm canlılar için
yaşayabilecekleri ortamı hazırlaması, madde alemindeki dengeyi ve cisimlerin
bulunması gereken yerleri belirlemesi bu sıfatının gereğidir.
Kısaca diyebiliriz ki tek ve diri oluşu kendi zatı ile ilgili iken,
kayyum oluşu yaratıkları ile ilgidir. Yaratıklarının bütün sorunlarını
çözmesi, ihtiyaçlarını gidermesi kayyum sıfatıyla alakalıdır. Razi'nin
desteğini alarak[4]
diyebiliriz ki, Âl-i İmran suresinin temel konularından biri, Hz. İsa'nm tanrı
olmadığını isbatlamaktır. Bunun için de Allah'ın hayy (diri) ve kayyum
sıfatlarına dikkat çekilmektedir. Çünkü Hz. İsa hayy ve kayyum olamaz.
[5]
3. (Geçmişte vahyedilenlerden) bugüne ulaşan doğru haberleri tasdik
eden bu ilahî kelamı sana safha safha indiren O'dur. Tevrat'ı ve İncil'i de O
indirmişti.
Üçüncü ve dördüncü ayetleri kayyum sıfatına bağladığımızda şu gerçeğe
ulaşmamamız mümkündür: İnsanların en önemli ihtiyaçlarından biri, hakikat
bilgisine sahip olmaktır. Hakikat bilgisine sahip olmak için de öğretime ihtiyaç
vardır. İşte Yüce Allah kayyum sıfatı gereği insanların bu ihtiyaçlarını gidermek
için, hakikat bilgisini onlara indirmekte ve öğretmektedir. Şimdi bu ayetleri
kısımlara ayırarak açıklayabiliriz.
[6]
1. Doğruyla eğriyi ayırmaya
yarayan hakikat bilgisini öğretme,
2. Kendinden öncekileri tasdik
etmek,
3. Tevrat ve İncil'i de O'
indirmişti.
[7]
1. Doğruyla eğriyi ayırmaya
yarayan hakikat bilgisini öğretme.
Hakikat bilgisi dediğimiz doğru haber veya bilgi, insanın en çok ihtiyaç
duyduğu değerlerden biridir. Bize göre, doğru bilgi, insanların temel ihtiyaçlarından
sayılmalıdır. Temel haklar arasında yer alan öğrenim hakkı, aynı zamanda temel
ihtiyaçlar arasında da yer almalıdır. Hava, su, gıda ve barınma kadar ihtiyaç
duyulmadıkça bilgi işlevini yapamayacaktır.
İnsanların bu temel ihtiyaç ve haklarını bilen Yüce Allah, 'kayyum'
sıfatı gereği bu ihtiyaç ve haklarını yerine getirmek için hakikat bilgisini
yavaş yavaş onlara indirmiş ve öğretmiştir:
Sana hakikat bilgisini taşıyan kitabı O indirdi.
Daha önce Bakara/2'de kitabın ne anlama geldiğini açıkladığımızdan burada izah etmeyeceğiz. Ancak burada nezele (indirdi) fiili üzerinde durmamız gerekiyor. Nezele fiili lügatte attan veya arabadan inmek, üzerine çullanmak, batmak, gelmek, aşağı seviyeye düşmek, elektrik kuvvetini azaltmak, yokuştan inmek, yola çıkmak, savaşa girmek, göndermek, vahyetmek, vermek, lütfetmek, teslim etmek, terketmek, çekilmek, belanın başa gelmesi, görüşüne uymak, bir yerde konaklamak; enzele kalıbından alınınca cinsel ilişkide meninin boşalması, kaldırmanın zıttı olan indirmek, bayrağı indirmek, tahttan indirmek, fiyatı düşürmek; tenezzele kalıbından yavaş yavaş indirmek manalarına gelmektedir. Münzel kalıbından alınıp 'söz' ile bir araya gelince, şüphe edilmeyen söz anlamına gelir. Menzile kalıbından makam, rütbe, itibar manasını ifade eder. [8]
Nezele kelimesi Kur'an'da şu eylemler için kullanılmıştır:
1. Gerçeklik bilgisinin
indirilmesi
Âl-i Imran/3'te yer alan, "Hakikat bilgisini içeren kitabı sana
indirdi" ifadesi, İsra/105'te kitap olmadan, sadece 'hakikat' şeklinde
yer almaktadır:
Ve biz bu (vahyi) değişmeyen gerçeğe işaret olarak indirdik ve o da hak
olarak ulaştı.
Yüce Allah'ın hakikat bilgisini indirmesi, onu öğretmesi anlamına gelmektedir.
2. Azap indirilmesi
İndirme eyleminde aynı zamanda bela, azap, musibet gibi olguların insanların
başına gelmesi de vardır:
Biz şüphesiz bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık
gökten bir azap indireceğiz. [Ankebut/34]
Aynı anlamı, Saffat/177 ve Şuara/4'te bulabiliriz.
İnsanların yanlış davranışları ilahî aleme yükselmekte ve oradan azabı
alıp gelmektedir. Yeryüzünde devam eden yanlış davranışlara denk düşen azabı
Allah göndermektedir. Onun için ayette inna münzilune (elbette biz indireceğiz)
buyurulmaktadır. Buradaki anlamı cezalandırma eylemini gerçekleştirmektir.
3. Yağmur indirilmesi
İndirme eylemi nesne olarak yağmuru veya suyu alınca, yağdırmak anlamına
gelir:
Sen yeryüzünü ölü (kupkuru) bir halde görürsün; fakat biz, üzerine
yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabanr ve her güzel çiftten bitkiler
verir. [Hacc/5]
Yağmurun yağmasını Yüce Allah indi fiili ile ifade ederken, yüklemi etken
fiil yani geçişli olarak kullanmakta ve indirme işini kendisinin yaptığını
söylemektedir.
4. Sultan indirilmesi
Yüce Allah, indirme eyleminin kapsamına, delil ve hüküm manasına gelen
sultan kelimesini de almıştır:
Hud dedi ki: "Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım
inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve
atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz?"
[A'raf/71]
Allah'ın indirdiği ayetler, bilgi ve mucizeler bir konunun doğruluğunu
is-bat eden delillerdir. Sultan aynı zamanda hüküm anlamına da gelir. Yüce Allah'ın
buradaki eylemi, dolaylı da olsa öğretmek manasını ifade etmektedir.
5. Melek indirilmesi
Yüce Allah çeşitli görevler için melekler de indirir:
Allah kendi emriyle melekleri, kullarından dilediği kimseye vahy ile,
benden başka tanrı olmadığına dair kullarımı uyarın ve benden korkun diye
gönderir. [Nahl/2]
Melek gönderilmesi, burada eğitim amaçlıdır. Yüce Allah mesajlarını melekler
vasıtasıyla ilahî alemden, beşerî aleme indirip öğretim ve eğitimini
gerçekleştirmektedir. Buradaki indirme eylemine gönderme manası verilebilir.
6. Lütfedilmesi,
peygamberlik verilmesi
Allah bazı insanlara lütufta bulunur. Lütufta bulunma eylemini
Cuma/4'te verme, Bakara/90'da indirme kelimeleriyle ifade etmektedir:
Allah'ın kullarından dilediğine peygamberlik vermesini kıskandıkları
için Allah'ın indirdiğini inkar ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir
şeydir! [Bakara/90]
Buradaki indirme, peygamberlik lütfunun verilmesi anlamına gelmektedir.
Nezzele kalıbından görevlendirmek, vermek manası da verilebilir.
7. Rızık indirilmesi
Allah Teala, kullarına çeşitli şekillerde rızık vermekte, bunlardan
biri de indirme eylemiyle gerçekleşmektedir:
Size ayetlerini gösteren, sizin için gökten nzık indiren O'dur. Allah'a
yönelenden başkası ibret almaz. [Mü'min/13]
Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat O,
rızkı dilediği ölçüde indirir. [Şura/27]
'Rızık indirmek', nzık vermek manasına alınmalıdır. Fakat bazı nzık çeşitleri
mucize olarak indirilmektedir. Taha/80'de İsrailoğullan'na men (bıldırcın) ve
selva (kudret helvası); Maide/113-114'te sofra indirildiği beyan edilmektedir.
Ayetlerden anlaşılıyor ki, her ne kadar nzık yeryüzünden elde
ediliyorsada, planlaması gökten yere doğru olmaktadır. Yerin bize verdiği her
şey, gökten ona gelenlerdir.
8. Güven indirilmesi
Yüce Allah Âl-i İmran/154'te, kederin ardından müslümanlara güven indirdiğini
söylemektedir. Buradaki keder ve güveni ferdî manada alırsak, psikolojik bir
oluşumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Ama bu psikolojik durumun,
toplumla alakası olduğu düşüncesini taşıyoruz. Çünkü ayetteki zamirler
çoğuldur. Dolayısıyla sosyolojik anlamda, toplumun güvende olmasını ifade
etmektedir.
Burada önemli olan güven ve kederin psikolojik veya sosyolojik olup olmadığı
değil, güvenin Allah tarafından insanlara indirilmesidir. Buradaki 'indirme'
kavramı, değişime, bir duyguyu çıkarıp ötekini koyma eylemine dikkat
çekmektedir. Kederi giderip yerine güveni yerleştirmektedir. Bu anlamından
hareketle, güven duygusunun ilahî kaynaklı boyutuna dikkat çekildiğini
söyleyebiliriz.
9. Sükunet indirilmesi
Tevbe/26 ile Fetih/4'te Peygamber ve mü'minlerin üzerine ve gönüllerine
sekine (huzur, cesaret, soğuk kanlılık) indirildiği beyan edilmiştir. Aslında
sükunet Âl-i İmran/154'teki emene yani güven ile eş anlamlıdır.
Allah Teala, Peygamberinin ve kendisine inananların kalbine huzur ve cesaret
indirerek psikolojik rahatsızlığı, endişeyi ortadan kaldırmıştır.
10. Orduların indirilmesi
Tevbe/26'da "Sizin görmediğiniz ordular indirdi" buyurulmaktadır.
Ordular, ya da askerler indirilmesi, görünmeyen güçlerle donatmak anlamına gelir.
Fetih/4 ayetine göre, yer ve göklerin bütün orduları Allah'a aittir. Gökteki
orduları, yeryüzüne göndermesi, burada 'indirdi' kelimesiyle ifade edilmektedir.
11. Elbisenin indirilmesi
Allah A'raf/26'da avret yerlerini örtmeleri ve bir süs olması için
Ademo-ğullan'na elbise indirdiğini ifade etmektedir. Allah'ın elbise indirmesi,
elbise yapma sanatını öğretmesi anlamına alınmalıdır.
12. Demirin indirilmesi
Hadid/25'te, içinde büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar olan
demirin indirildiği beyan edilmektedir.
Demir madenini bulup demir haline getirmesi, insanlığın hayatında çok
önemli bir değişim safhasını teşkil ettiği için, Allah kendi öğretimiyle onu insanlığa
kazandırdığını ifade etmektedir. Demiri keşfettirmesi, onun bilgisini insana
verip öğretmesi, 'indirdi' kelimesiyle ifade edilmiştir. Yoksa demirin bizzat
gökten indirilmesi kasdedilmemiştir.
13. Nur indirilmesi
Allah Tegabün suresinde indirdiği nura iman edilmesini emretmektedir:
(Onun için Allah'a, Peygamberine ve indirdiğimiz o nura inanın; Allah
yaptıklarınızdan haberdardır). [Tegabün/8]
Ayetteki nur'dan kasıt Kur'aridır, Şura/52 ayeti de bunu teyid etmektedir. Teğabün/8'deki j£ (mz<z/=indirme) kelimesi, vahyetmek, bahşetmek anlamına a-lınmalıdır. Diğer taraftan buradaki indirmeye, 'öğretmek' manasını vermek de mümkündür.
14. Emir indirilmesi
Talak suresinde şöyle buyuruluyor:
(İşte bu, Allah'ın size indirdiği emridir). [Talak/5]
Talak suresinin ilk dört ayetinde, boşanma hukuku ile ilgili bazı hükümler,
kanunlar koyan Yüce Allah, beşinci ayetinde bu hükümlere emr (buyruk) manasını
vermektedir. Hükmü ulaştırmak, bildirmek, öğretmek anlamına da gelmektedir.
15. Mizan indirilmesi
(Ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve
mizanı indirdik). [Hadid/25]
Buradaki mizan ile insana, haklı ile haksızı, doğru ile yanlışı ayırma
yeteneğinin verilmesi kasdedilmektedir. Mizan'ı, doğru ile yanlışı ayıran
yetenek terazisi olarak alırsak, 'indirme' eylemini de 'verdi' manasına
alabiliriz. Terazi manasına alırsak mizaria 'öğretmek' manasını verebiliriz.
16. Hayr indirilmesi
Fayda, iyi, lütuf, ihsan manalarına gelen hayrın, Bakara/105'te ve
Ka-sas/24'te indirilen bir şey olduğuna şahit oluyoruz:
(Bunun üzerine Musa, onlann yerine hayvanları sulayıverdi. Sonra
gölgeye çekildi ve "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra
muhtacım" dedi). [Kasas/24]
Buradaki indirme, lütfetmek, ihsan etmek ve vermek anlamım ifade etmektedir.
Öğretmek, göndermek, indirmek, koymak, bahşetmek, vermek, ulaştırmak, bildirmek
manalanyla nezele kavramı, eğitim içerikli ilahî alemle beşerî alemi birbirine
bağlayan eylemi ifade etmektedir. Ayetteki nezzele kalıbı, yavaş yavaş
indirildiğine işaret etmektedir. Tevrat ve İncil'le ilgili indirme eylemi,
enzele kalıbından getirilmiştir.
"Hakikat bilgisini öğretti" şeklinde mana verdiğimiz üçüncü
ayetin bu bölümünde yer alan (bi'l-hakk=hak ile) ifadesini, Bakara/2'deki (lâ
ray be üzerine hiçbir şüpheye yer olmayan) ifadesiyle birlikte ele aldığımızda
anlaşılır ki, hakikat bilgisi, şüphe edilmeyen bilgidir. Secde/2'de de aym
ifade yer almaktadır. Böylece hakikat ile şüphe edilmeme arasında sıkı bir bağ
olduğu ortaya çıkar.
Diğer taraftan yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/3'teki hakk
kavramını, Kehf/1'deki eğrilik bulunmayan ifadesiyle de tefsir etmek mümkündür.
Hakikat bilgisine sahip olan bir kitapta eğrilik, çapraşıklık bulunmaz. Şüphe
edilen, eğrilik bulunan bir kitabın hakikat bilgisini taşıması mümkün değildir.
Ayrıca Kehf/2'deki kayyim kavramı, 'dosdoğru' ve 'tutarlı' manasına gelir.
"Hakikat bilgisi" dosdoğru ve tutarlı anlamına da gelebilir. Yüce
Allah'ın gönderdiği kitap, yani Kur'an, şüphe edilmeyen, eğrilik bulunmayan,
tutarlı hakikat bilgisini içermektedir. Âl-i Imran/3'teki hakk kavramını
Tank/13 ve 14 ayetleriyle de tefsir etmek mümkündür:
(Bakın bu ilahî kelam doğruyu yanlıştan ayıran bir sözdür. Boş bir
lakırdı değildir). [Tank/13-14]
Hakk, fasl (ayırmak) demektir. Hak olan bilgi, ayırdedici olan
bilgidir. Eğer Kur'an, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini,
iyi ile kötüyü ayırdedici olmasaydı hakk sıfatını kazanamazdı. Furkan, fasl ve
hakk olması, aynı işlevi gördüğünü ifade etmektedir. Tank/14'teki hezl,
"boş bir lakırdı, şaka" manasına gelmektedir. Fasl olması, hezl
olmadığını ifade etmektedir. Hakikat bilgisinde şaka olmaz, boş bir lakırdı
bulunmaz.
Aynca Âl-i İmran/3'teki kitabe bi'l-hakk'ı (hakk kitap/hakikat
bilgisine sahip olan kitap) ifadesi, ihtilaf bulunmayan kitap anlamına gelir.
Nisa suresinde bu şöyle ifade edilmektedir:
(Onlar bu Kur'an'ı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o, Allah'tan
başka birinden gelmiş olsaydı, onda mutlaka bir çok ihtilaf, yani çelişkiler
bulurlardı). [Nisa/82]
Hakikat bilgisinde, ihtilaf, yani çelişki olması mümkün değildir.
îçinde çelişkiler olan bir kitap için, Hak ile sana kitabı Allah indirdi
denmesi doğru olmazdı. İçinde ihtilafın, yani çelişkinin bulunmaması hem Allah
tarafından gönderildiğine, hem de hakikat bilgisine sahip olduğuna delil teşkil
etmektedir. Çünkü insan, çelişki bulunmayan bir kitabı yazamaz ve yazması da
mümkün değildir.
Diğer taraftan Razi'nin naklettiğine göre Esamm ir (hakk) kavramına,
Allah'ın kullan üzerindeki haklarını, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde
meydana gelen haklan bildirmek[9]
anlamını vermektedir. Demek ki Kur'an Allah hakkını, insan haklannı ve diğer
canlıların haklarım bildirmek için gelmiştir. Öyleyse Kur'an'ın, haklar
beyannamesi olarak gönderildiğini söyleyebiliriz.
2. Kendinden öncekileri tasdik
etmek
Genel olarak müfessirler ayetteki, (beyne yedeyh) ifadesine, "kendinden öncekiler" manasını vermektedirler. Aslında "elleri arasındakini" şeklinde mana verilmesi gerekir.
Ancak bu ifade hem Allah için [Bakara/255], hem de Kur'an için [Âl-i
İmran/3] kullanılmaktadır. O nedenle farklı mana verilmesi zorunludur. Ra-zi,
Bakara/255'te geçen +&£&. (beyne eydîhim) ifadesinin manasını, çeşitli
müfessirlerden alıntılarla özetlemektedir:
a) Mücahid, Ata ve Süddi (beyne eydîhim) ifadesine, önlerindeki
yapacaklan dünyevî işler manasmı vermişler.
b)
Dahhak ve Kelbi, -ahirete
gidecekleri ve ahiret de önlerinde olduğu için- ahiret manasını vermişler.
c) Ata'nın rivayet ettiğine
göre İbn Abbas, gök ile yer arasında bulunan şeyler manasını vermiştir.
d)
Varlıkların, ecelleri sona
erdikten sonraki[10]
durumunu ifade eder.
Bakara/255'te (beyne eydîhim-önlerinde olanı) derken, sonunda çoğul zamir (him=onlar) gelmiştir. Ama Âl-i İmran/3'te tekil zamir geldiğinden, Kur'an'a işaret etmektedir. Bakara/255'te Yüce Allah'ın ilmini ifade ederken, burada Kur'an'in tasdikine işaret etmektedir. Bakara/255'te bilgi, Âl-i İmran/3'te tasdik söz konusudur. Bilmenin faili Allah, tasdikin faili ise Kur'an'dır.
Diğer taraftan Bakara/255'teki eydîhim ibaresi çoğul; Âl-i İmran'daki
ye-deyhi ibaresi ise tekildir. Bütün bu açıklamalardan sonra Âl-i İmran/3'e dönersek
ibareye, "Onun elleri arasında" veya "Onun önüne konulmuş
olan" veya "Ondan önce" şeklinde mana vermek mümkün olur. Elleri
arasında olan şey, geçmişten gelen ve bir hakikat bilgisi olma vasfını taşıyan
tüm kutsal kitapların hükmüne Kur'an'ın yer vermesi ve kendisinin onların bir
devamı olduğunu ifade etmesi ve onların yaşamasını sağlamasıdır.
Kendinden önceki kutsal kitapları tasdik etmeyen bir kitap,
mü'minlerine, peygamberler arasında fark gözetmeyin deme hakkına sahip olamaz.
Bakara/285'teki Allah'ın elçileri arasında ayrım yapılmaması gerektiği inancı,
Kur'an için "kendinden öncekileri tasdik" etmeye dönüşmektedir.
Kur'an kendisinden önceki kutsal kitaplar arasında aynm yapmadığı için,
inananlarına peygamberler ve önceki kitaplar arasında aynm yapmamalarım emretmektedir.
Âl-i İmran/3 ayetinin bu kısmında yer alan (doğru haberleri tasdik
eden) ifadesine başka bir yorum getirmek de mümkündür: Kur'an, önüne konan ama
insanlara faydalı olan, hakikatle ilgisi bulunan beşerî düşünceleri
değerlendiren ve doğruluklarına karar veren anlamına da gelebilir. Tasdik
kavramının özünde değerlendirmek de vardır. Kur'an, önüne konan bütün fikirleri
değerlendirebilecek hakikat bilgisine sahiptir. Çünkü Kur'an, altının ayarını
belirleyen mihenk taşı gibi, bütün düşüncelerin doğruluğunu, kalitesini
belirleyen bir ölçüttür. Bu yorum, Kur'an'ın hakikatle beraber indirilmesine
de uygun düşmektedir. Şüphe olmayan, hakikat bilgisine sahip olan, çelişki
bulunmayan, haklan belirleyen, ayırdedici olan, boş bir lakırdı olmayan,
eğrilik bulunmayan, doğru olan Allah'ın indirdiği Kur'an, düşünceleri
değerlendirip doğrulan ile yanlışlarını ayırdedici özelliğe ve yetkiye
sahiptir.
3.
(Tevrat ve İncil'i de O'
indirmişti).[11]
Ayetin bu kısmı Tevrat ve İncil'e inananlara, bu üç kitabın aynı
kaynaktan geldiğini hatırlatarak, Kur'an'a da inanmalarını tavsiye etmektedir.
Kur'an'ın onları tasdik etmesi de bundan kaynaklanmaktadır.
[12]
4. Geçmişte insanlığa yol gösterici olarak yine O indirmişti, doğru
ile yanlışı birbirinden ayırdetmeye yarayan gerçeklik bilgisini de. Allah'ın
ayetlerini inkara şartlanmış olanlara gelince; onları acı bir azap
beklemektedir; zira Allah kudret sahibidir, kötülüğü cezalandırandır.
Bu ayette yer alan hüden (yol gösterici) kavramını Bakara/2'de, furkan
kavramını da Bakara/53'te izah etmiştik.
Yol gösterme ve doğru ile yanlışı ayırma özellikleri, hem Tevrat ve İncil'in,
hem de Kur'an'ın vasıflarındandır. Hatta ayette geçmemekle beraber, Nisa/l63'e
göre Hz. Davud'a verilen Zebur da buna dahil edilebilir.
Bu manadan hareketle, 4. ayetin bir kısmının 3. ayeti tefsir ettiğini
söyleyebiliriz. Kur'an'ın Tevrat ve İncil'den farklı olan başka bir özelliği
de 3. ayette vurgulanan- "önündekini tasdik edici" olmasıdır.
İnsanlığın, şeytan ve nefsin karanlığında yolunu kaybettiğine şahit oluyoruz.
Ona yolunu gösterecek objektif, evrensel ve gerçeklik bilgisinden başka birşey
yoktur. İlahî vahyin yeryüzüne inmesinin ana gayesi, onlara bu karanlığın
içinde bir ışık yakarak yollarını göstermektir. Vahiy öğretimi ve eğitimi bir
süreç olması sebebiyle her zaman aynı görevi yerine getirmektedir. Şeytanın,
nefis ve yanlış bilgilerin karanlığı insan aklını çalışmaz hale getirmekte,
onun düşünce eylemini engellemekte ve onu bağnazlığın dehlizinde
hapsetmektedir. İşte ilahî vahiy dediğimiz gerçeklik bilgisi, aklı bu karanlık
dehlizden kurtarıp düşünme eylemini gerçekleştirmek için hürriyete
kavuşturmakta ve doğru yolu göstermektedir.
Şeytan, nefis ve yanlış bilgiler insanın önüne, doğruyla yanlışı, hakla
batılı, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini karıştırıp insanın önüne koymaktadır.
Bu yığındaki doğru ile yanlışı, hak ile batılı, iyi ile kötüyü, güzel
ile çirkini ayırma işi de ilahî vahye düşmektedir.
Allah'ın ayetlerini inkara şartlanmış olanlara gelince, onları acı bir
azap beklemektedir: Zira Allah kudret sahibidir, kötülüğü cezalandırandır.
Ayetin bu kısmında kulun yaptıklarının azaba dönüştüğü ifade edilmektedir.
Allah'ın ayetlerini/mesajlarını inkar etmenin karşılığı, ya da ürünü, onların
önüne acı bir azap olarak konmaktadır. Demek ki inkar, azaba dönüşmektedir.
Yüce Allah durup dururken kuluna azap etmez. Kul kendi cezasını kendisi
hazırlar. Cezayı, ya inançsızlık, ya da kötü eylem getirmektedir. İnsanın
kalbinden çıkan bu inkar psikolojisi cehenneme dönüşmektedir.
Ahirette cehennem yârânı olanlar inkarları sebebiyle cehenneme geldiklerini
şöyle itiraf edeceklerdir:
Cehenneme atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler.
Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa,
onun bekçileri onlara: "Size korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi?"
diye sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: "Evet doğrusu bize korkutucu
bir peygamber gelmişti, fakat biz yalan saymış ve 'Allah'ın bir şey gönderdiği
yok; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz' demiştik. Ve şayet kulak vermiş
veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkumları arasında
olmazdık!" diye ilave ederler. [Mülk/7-10]
Cehennem yârânı, cehenneme atılmalarını ve orada bulunmalarını, dünyadayken
Allah'ın mesajını onlara ileten peygamberi dinlememelerine, ya da akıllarını
kullanmamalarına bağlamaktadır. Demek ki inkar kalp işi, dinlememek ve aklını
kullanmamak beyin işidir. Beynini ve kalbini devre dışı bırakan inkarcılar,
acı azabı kendiliklerinden hazırlamış olmaktadırlar.
Allah'ın ayetlerini inkar etmek, O'nunla güç yansına girmeyi andırdığı
için; ayetin sonunda Allah'ın kudret sahibi olduğu ve kötülüğü cezalandıracağı
bildirilmektedir. Tevbe Allah'ın tevvâb sıfatını harekete geçirdiği gibi, inkar
da Allah'ın kudret ve intikamını harekete geçirmektedir. Azabın ve Allah'ın
kudret ve intikamının dile getirilmesinin sebebi, insanları Allah'ın ayetlerini
inkar etmekten caydırmaya yöneliktir. Çünkü ceza hukukî açıdan caydırıcı,
eğitim açısından da terbiye edicidir. Ceza ve ödülün olmadığı bir faaliyete
eğitim denemez. Eğitimde ve hukukta ceza, işlenen suç ile orantılı olmalıdır.
Bundan, cezanın miktarının, suç tarafından belirlenmesi gerektiği sonucu çıkar.
Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette acı azap ifadesi, Allah'ın ayetlerini
inkara karşılık kullanılmaktadır. Yüce Allah'ın bu şekilde ceza uygulaması
insanlar için bir hukuk öğretisi niteliğindedir. Cezada keyfilik olamaz, yani
hakim istediği gibi ceza veremez. Hangi suça veya hangi günaha ne kadar ceza
verileceği önceden belirlenmelidir. Modern, objektif ve evrensel hukuk ile
ilkel hukuku ayıran en önemli özelliklerden biri de budur.
İnkar eden kişi, gönlünü ve beynini yanlış yola sevkettiği ve Allah'ın
mesajını göz ardı ettiği için acı azapla cezalandırılmaktadır. Bu ceza onun
eylemine denk düşmektedir.
[13]
5. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'tan saklı değildir.
Bu ayeti birkaç açıdan ele almamız gerekir. 'Gizli kalma' fiilinin
öznesi varlıklardır. Allah, ilminin her şeyi kapsadığını, varlıklar açısından
ifade etmektedir. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıkların ihtiyaçlarını,
kainatta meydana gelen olayların, yaratılış faaliyetlerinin tümünü bilmekte,
yani ilmi ile onlan kuşatmaktadır. Bunun burada ifade edilmesi, şu sebeplerden
ötürüdür:
1. Âl-i İmran/2'de zikredilen,
(kayyum) sıfatının faaliyet alanını belirtmek için.
Kayyum sıfatıyla Yüce Allah, yaratıklarının içinde bulundukları durumu
yakinen bilmekte ve bütün ihtiyaçlarını gidermektedir. 4 ve 5. ayetlerde, insanların
ihtiyacı olan hakikat bilgisini, yol gösterici ve ayırdedici bilgiyi ve onlar
vasıtasıyla eğitilme ihtiyacını kutsal kitap göndererek karşılamaktadır.
2.
Sadece insanlar alemi ile
değil, kainattaki tüm varlıkların ihtiyacı ile de ilgilenmektedir. Varlıkların
ihtiyaçlarını bilmeden, onlarla ilgilenmesi mümkün değildir. Kainatta hiçbir
oluşum O'ndan gizli kalamaz; O'nun bilgisi hepsini kuşatır.
Böyle bir varlığın mesajlarını inkar etmek, Allah'ın bazı şeyleri bilemeyeceği inancından kaynaklanıyor olabilir. Yüce Allah, kafirlere bilgisinin her şeyi ihata ettiğini bildirerek inkarlarının değerlendirmeye tabi tutulacağını hatırlatmaktadır.
3 ve 5. ayetin önceki ayetlerle olan ilişkisinden hareketle yukarıdaki neticeleri çıkarttığımız gibi, sonraki ayetlerle ilişkisinden hareketle de şu açıklamayı yapabiliriz: Mesela 6. ayette zikredilen anne karnındaki yaratılış ve şekillenmeyi Allah'ın yaptığı meselesi, O'nun varlıklar alemi ile nasıl ilgilendiğini açıklamaktadır. Demek ki, bu ayet kendinden sonra gelen bir dizi ayetin başlangıcını teşkil etmektedir.
4. Âl-i İmran/5 ayeti,
En'am/59 ayetinin girişi mahiyetindedir. Başka bir ifadeyle, En'am/59 ayeti,
Âl-i İmran/5 ayetini tefsir etmektedir:
Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. [En'am/59]
5. Âl-i İmran/5 ayeti, aynı
zamanda, insanlara gönderdiği mesajın ne olduğunu ve nereden geldiğini
inanmayanlara açıklamak için bu muhteva içinde bulunmaktadır:
(İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce
bunları ne sen biliyordun ne de kavmin). [Hud/49]
Göklerde ve yerde hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı Allah,
Kur'an'ı, Tevrat ve İncil'i indirdiğini ve dolayısıyla onların beşerî kaynaklı
olmadığını ifade ederek inanmalarını temin etme maksadını gütmektedir.
[14]
6. Rahimlerde size istediği sekli veren O'dur. O'ndan başka ilah
yoktur. O kudret sahibi, hikmet sahibidir.
Ayetin, (huve=O) zamiri ile başlaması, bir önceki ayetle olan ilişkisine
işaret etmektedir. Bir bakıma, göklerde ve yerde hiçbir şeyin Allah'a gizli
kalmadığının bir örnekle anlatımıdır. Canlıların rahimlerdeki yaratılışı gizli
olgulardan birini teşkil etmektedir.
[15]
Ayetin analizinden şu metodlan çıkarmamız mümkündür:
1. Yakından uzağa metodu
Öğretimde en geçerli metodlardan biri yakın çevreden uzak çevreye doğru olan bilgilendirmedir. Eğitimciler buna yakından uzağa metodu derler. İşte Yüce Allah insanın yaratıldığı çevreden başlayarak kudretini isbat etmektedir. Genelde yakından uzağa metodu ilk ve orta dereceli öğretim faaliyetinde kullanılır. İnsanın Allah katında bu seviyede olması sebebiyledir ki, yakından uzağa metodu kullanılmaktadır. Ana rahmi bizim en yakın çevremizi teşkil ettiği için, Yüce Allah oradaki oluşumdan hareketle öğretimini sürdürmektedir.
2. Uzaktan yakına metodu
Bir önceki ayeti dikkate alırsak, uzaktan yakına metodunun
kullanıldığını anlarız. 5. ayette 'yer ve gök', 6. ayette 'ana rahmi'
zikredilmektedir. Uzaktan yakına metodu diyebileceğimiz bu metod da ileri
eğitim basamaklarında kullanılmaktadır.
3.
İnsan merhamet teknesinde
yoğurulmuştur
Yüce Allah spermle yumurtayı dölleyip insan yavrusunu yaratıp şekillendirdiği
organın adım rahim koymuştur. Erham kelimesi rahim'in çoğuludur. Merhamet ve
acımak manasına gelen rahim kavramını Fatiha suresinin tefsirinde geniş bir
şekilde açıklamıştık.
Burada ifade etmemiz gereken husus, cinsel ilişkiyi meydana getiren cinsel
içgüdünün eyleme dönüşmesiyle hareket eden spermin, rahimde kendisini bekleyen
yumurtayla buluşması neticesinde başlayan insanın serüveni, Yüce Allah'ın
merhamet manasını verdiği organda şekillenmekle doruk noktasına ulaşmaktadır.
Peki Allah o organa neden merhamet manasına gelen rahim ismini vermiştir?
Ana rahmi çocuğu muhafaza eder; onu bütün dış tehlikelerden korur; her
tarafından onu sarıp sarmalar, sıcaklığı ve gıdalanması dengeli olan fizikî
bir çevre sunar ve sonra doğumunu temin edecek bir hareketi ona verir. Onu
zehirlemeden, başka bir çevreye göç etmesine müsaade eder. Onun içindir ki
Yüce Allah bu organa rahim admı vermiştir. İşte aynı organda yaratılan ve aynı
çevreyi paylaşan kardeşlerin birbirine merhameti ve hukuklarının farklılığı
bundan kaynaklanmaktadır.
Yüce Allah çocuğun yaratıldığı bu organa rahim demekle, merhametin ne
anlama geldiğini de anlatmaktadır. Merhamet muhafaza etmek/tehlikelerden
korumak, ruhen sarılıp kucaklaşmak, sıcak bir sosyal ilişki ve çevre oluşturmak,
dengeli bir sosyal ilişki ağı meydana getirmek manasına gelmektedir. Merhamet,
çocuğun yaratıldığı ilk çevre gibi, sosyal bir çevre oluşturan değer anlamına
gelmektedir.
4. İlahî kader ve yaratma anne
karnında şekillenmeyle başlar
Ayette geçen (savvere) fiilini Türkçe'de 'tasvir etmek' kalıbı ile kullanmaktayız: Biçim vermek, şekillendirmek, uydurmak, yaratmak, resmetmek, resim çizmek, kaba taslak resim yapmak, resim veya çizimlerle açıklamak, fotoğraf çekmek, tasavvur ve hayal etmek manalarına gelmektedir. Tasvir, bir şeye şekil vermek, suret ise o şeyi meydana getiren parçalar arasında uyum ve dengeyi temin etmek yoluyla meydana gelen şekildir.
Razi'nin ifadesine göre savvere fiili, eğmek manasına gelen sare kelimesinden
türemiştir. Anne karnındaki çocuk, anne ve babasına benzediğinden dolayı bu
kelime kullanılmıştır.[16]
Allah Teala'nın Haşr/24'te geçen sıfatlarından (bari) 'yaratan';
(musavvir) ise 'şekil veren' anlamındadır. Yüce Allah'ın yaratırken, yarattığı
varlığın parçalan arasında uyum ve denge sağlaması ve onu hangi canlı türünün
döl yatağında, çekirdeğinde ve yumurtasında yaratmış ise ona benzetmesi
anlamına gelmektedir.
Bu açıklamadan sonra, konumuz olan ayete dönersek şöyle diyebiliriz:
Yüce Allah'ın insan yavrusuna anne karnında şekil vermesi, onu biyolojik yapı
ve psikolojik özellikleriyle ana-babasına benzetmesi, bütün organlarının
uyumunu ve dengesini sağlaması musavvir sıfatının tecellisidir.
Diyebiliriz ki, ilahî eğitim, anne karnında bu yaratma ve şekillendirme
ile başlamaktadır. İnsan denen varlığın kaderi, anne karnında kazaya dönüşmektedir;
yani insanın projesi orada pratiğe dökülmektedir. Biyolojik organlarla beraber,
beyin, gönül ve nefis denen merkezlerin güçleri de tohum halinde meydana gelip
yerini almaktadır. O esrarengiz biyolojik yapının içinde, ucu-bucağı olmayan
beyin, gönül ve nefis alemleri denen psikolojik bir yapı oluşmaktadır. Aklın,
duygunun, içgüdünün, arzunun, kabiliyet ve yeteneklerin, ruh ile maddenin bir
araya gelmesi ile ortaya çıkması, işte bu ilahî şekillendirmenin sonucu
olmaktadır.
Yüce Allah, ana rahmindeki yaratma ve şekillendirme eylem ve olgusunu
burada ele almakla bize bir araştırma alanı sunmakta ve insan üzerinde yapacağımız
araştırmaların programını yapmaktadır.
5. Allah dilediği şekilde
yaratır
Ayetteki (keyfe ve dilediği şekilde) ifadesi, anne karnında insan yavrusuna şekil verirken, kendi iradesinin/dilemesinin dışında hiçbir varlığın rol oynamadığına işaret etmektedir.
Bunun anlamı şudur; insanın yaratılışındaki oluşumlarda, insan iradesi
rol almamaktadır. Çocuğu anne karnında yaratıp şekillendirirken, ana-babasına
sorulmaz, bu olguların arka planında ilahî irade vardır. Çünkü Yüce Allah'ın
fizikî alemle olan ilişkisiyle, insanın eylemleriyle olan ilişkisi farklıdır.
Fizikî alemle Allah'ın ilişkisi arasına hiçbir irade giremez, ama sosyal
hayatta insanın eylemlerinde önce kulun iradesi/isteği, sonra Allah'ın
yaratması vardır. Mesela, kul tevbe etmeden, af dilemeden Allah onu affetmez.
Kul zina etme isteğinde bulunmadan Allah onu zinaya sevkedip zina fiilini
yaratmaz. Kul inkar etme iradesini göstermeden Allah onu saptırmaz. Kul, iman
etme isteğini ortaya koymadan Allah onu hidayete erdirmez. Bu örneklerde
görülen kulun cüzi iradesi, Allah'ın yaratıp şekillendirmesinde yoktur. Onun
için diyoruz ki, Allah'ın fizikî alemle olan ilişkisi, davranışlar alemi ile
olan ilişkisinden farklıdır.
6. Allah kudret ve hikmet
sahibidir
Yüce Allah'ın anne karnında insan yavrusuna dilediği doğrultuda şekil
vermesi, O'nun aziz ve hakim sıfatlan gereğidir. Şekil vermede sadece Allah'ın
iradesinin rol oynaması, kudretinin yeterli olmasından ve başka bir varlığın
gücüne ihtiyaç duymamasındandır. Gücü tam olan, başkalarının iradesine yer
vermez. Onun için 'tek' olduğunu vurgulamaktadır. Yüce Allah, tam olan gücü ile
eksiksiz iş göreceğinden, başkasmı devreye sokmamaktadır. İşini yerli yerinde
yapan Yüce Allah, insan yavrusuna biyolojik ve psikolojik bakımdan tam bir
yapı vermektedir. Ruhun bedenle buluşması ile meydana gelen insan denen
varlık, Allah'ın hikmet sıfatının eseridir.
Ayetin son kısmında tek olduğunun vurgulanması, bu ayeti Âl-i
İmran/2'ye bağlamakta, kudret manasını verdiğimiz aziz sıfatı da bu ayeti Âl-i
İmran/4'e bağlamaktadır.
Kısaca diyebiliriz ki bu ayet, yakından uzağa metodu ile öğretime, merhamet ile ahlâka, ilahî dileme ve sıfatlar ile ilahiyat bilimine ışık tutmakta ve insanın araştırılmasına anne karnından başlamak bakımından biyoloji, psikoloji ve tıp bilimlerine program sunmaktadır. Demek ki, bu ayette geçen kavramlar, araştırma programlarına kaynaklık etmektedir. Böylece Yüce Allah, öğretim faaliyetinin insan üzerindeki araştırmalarına ışık tutmaktadır. [17]
7. indiren O'dur. Onun bazı ayetleri muhkem olduğundan kitabın esasını
teşkil ederler. Diğerleri de müteşabihdir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne
çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler.
Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler:
"Ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır" derler. Ancak akıl
sahipleri düşünüp anlar.
Bu ayet bir bakıma 5. ayetin ikinci açılımını teşkil etmektedir. Çünkü
6. ayette insana ana rahminde şekil verme eylemi ele alınmış, 7. ayette insana
yaptığı eğitim ve o eğitimi gerçekleştirecek olan ve eğitimin merkezinde yer
alan kitap ele alınmıştır.
[18]
1. (Sana kitabı indiren
O'dur).
Ayetin bu bölümü üçüncü ayetin ilk bölümüne bağlanmaktadır. Buradaki
kitap kavramı Bakara/2'de açıklanmıştı. Kitap kavramı, ilahî kelamı ve onun
hükümlerini kapsamına alan vahyi ifade etmektedir.
Yüce Allah kayyum sıfatı gereği, insanların ihtiyaç duydukları manevî
donanımlarını sağlamak, inanç duygularını tatmin etmek ve çeşitli ilişkiler
ağını bozmadan hayatını sürdürebilmelerini temin etmek için vahiy, yani kitap
vasıtasıyla insanları eğitime tabi tutmuştur.
Hz. Muhammed'e kitabın Allah tarafından gönderildiği ve onun tarafından
yazılmadığı ısrarla vurgulanmaktadır. Çünkü insanların zorlandığı önemli iman
konularından biri kitabın nasıl indirildiği meselesidir. O nedenle Yüce Allah,
ısrarla Kur'an'ı, Tevrat ve İncil'i kendisinin indirdiğini, öğrettiğini
vurgulamaktadır.
2.
(Bu kitabın bazı ayetleri
muhkemdir ki bunlar kitabın esasıdır).
Ayetin bu kısmı, Kur'an'ın bazı ayetlerinin özelliğini belirtmekte ve
bu özellik üç kelimeden oluşmaktadır: (muhkem, umm ve kitap).
[19]
A. Bazı ayetlerin muhkem
olmasının ne anlama geldiğini anlamak için muhkem kelimesinin manasına bakmamız
gerekir. Lügatte muhkem hüküm vermek, görüşünü açıklamak, karar vermek, bir
hüküm veya kararı söylemek, hukukî güce ve otoriteye sahip olmak, idare etmek,
hakim olmak, kontrol etmek, emretmek, yular takmak, gem vurmak, durdurmak,
alıkoymak, mani olmak, suluk zincirini ata takmak, tayin etmek, seçmek, dava
açmak, kusur bulmak, mahkemeye getirtmek, sağlam yapmak, kuvvetlendirmek, takviye
etmek, mükemmel yapmak, bir kimsenin kendi yoluna sahip olması, değerlendirmek
manalarına gelmektedir.
[20]
Bu kelimenin Kur'an'da çeşitli kalıplarıyla, farklı manalara geldiğine
şahit oluyoruz:
1. Hüküm vermek
Mü'min/48'de Allah'ın ve Maide/42'de beşerin adlî konularda hüküm vermesi,
Zümer/46'da Yüce Allah'ın insanların ihtilafları konusunda hüküm vermesi
manasında yer almaktadır.
2. Karar vermek
Nahl/59'da cahüiyet döneminde kız çocuğuna karşı takınılan kötü tavra
dikkat çekilirken, babanın iki şey arasında bir tercihle karşı karşıya kaldığı
bildirilmektedir: Doğan kız çocuğunu büyütmek veya toprağa gömmek. Böyle bir
ikilem içinde kalan insan için "Yazıklar olsun izledikleri yol, verdikleri
karar ne kadar kötüdür" buyurulmaktadır.
3. Hakem yapmak
Bu kelime hakkeme kalıbından alındığında, yapılan tartışmada birini hakem
yapmak anlamına gelmektedir:
Hayır Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni
hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. [Nisa/65]
Aynı anlamda Maide/43'te de yer almaktadır.
4. Sağlamlaştırmak
Ama Allah şeytanın düşürmeye çalıştığı gölgeyi giderir ve ayetlerini
sağlamlaştırır. [Hac/152]
Buradaki (Allah ayetlerini sağlamlaştırır) ifadesi, açık, anlaşılır ve
tutarlı kılar manasındadır. Hud/l'de de aynı anlamı ifade etmektedir.
5. Hakimiyetine teslim olmak
Bu kelime tehakeme kalıbından alındığında başvurmak, hakimiyetine teslim
olmak manasına gelir:
Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarım ileri
sürenleri görmedin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde,
Tağut'un hakimiyetine teslim olmak istiyorlar. [Nisa/60]
Tağut'un önünde muhakemeleşmek, onun hükmüne başvurmak, onun hakimiyetine,
vereceği karara teslim olmak demektir.
6. Sağlam muhakeme
Allah'ın vahiy, sağlam muhakeme ve peygamberlik bağışladığı hiç
kimsenin bundan sonra halkına; "Allah'ın yamsıra bana da kulluk
edin!" demesi düşünülemez. [Âl-i İmran/79]
Yusuf/22 ve Meryem/l 2'de bu anlama gelmektedir.
Bu anlamıyla kavram, psikolojik bir yeteneği ifade etmekte; peygamberlerin
doğuştan gelen özelliklerinden biri olmaktadır.
7. Kanun
Yoksa onlar, cahiliyye kanunu ile yönetilmek mi istiyorlar? [Maide/50]
Ayette hükm kalıbında yer almaktadır. Kanun veya hukuk manasını vermek mümkündür.
8. Heyet (hakem)
Mahkemede boşanma davasında tarafları barıştırmak için hakimin kuracağı
heyet için, bu kavramdan türeyen hakem kalıbı kullanılmaktadır:
Şayet evli çift arasında anlaşmazlık doğmasından korkarsanız, erkek ile
kadının ailelerinden birer hakem tayin edin. [Nisa/35]
9. Hakim
Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip
dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için hakimlere
vermeyin. [Bakara/188]
Ayette hükkam kalıbından çoğul olarak yer almaktadır. Kelime 'idareci'
manasına da gelmektedir.
10. Hikmet
Hikmet kavramı da bu kelimeden türemiştir. Hikmetin geniş izahı için Ba-kara/269'a bakılabilir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/7'de, sağlam, açık ve kesin hükümlü anlamına muhkemat şeklinde çoğul olarak gelmiştir. Demek ki, Kur'an'ın bazı ayetleri, ilahî vahyin temellerini oluşturmakta, açık ve kesin olmaları bakımından herkes için anlaşılır mahiyettedirler. Aslında sonraki iki kelime, muhkematı tefsir etmektedir.
3. (Onlar kitabın anasıdır).
(kitabın anası) ifadesine, modern hukuk açısından "ana yasa" diyebiliriz. Demek ki Kur'an "ana yasa" kavramını, dünya hukukuna sokan ilk kutsal kitaptır. Aşiret toplumunda "ana yasa" kavramını kullanmak, hukukta yapılan en büyük devrimdir.
Bu manadan hareket edersek muhkem ayetlerin, "ana yasa"
oldukları anlaşılır. Diğer taraftan umm kelimesi anne manasına geldiğine göre
(um-mu'1-kitab) ibaresine, "kitabın anası" şeklinde mana verebiliriz.
O zaman da muhkem ayetler, kitabın özünü, kaynağını ifade etmiş olur.
(Ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır). [Hud/1]
(Bunlar muhkem kılınmış bir kitabın ayetleridir). [Yunus/l]
Yukarda zikrettiğimiz ayetlerde muhkemlik kitapla ilgiliyken, Âl-i İm-ran'da ayetlerle ilgilidir. Her üç ayette, kitabın ve ayetlerin muhkemliği, onların sağlamlığını, açık-seçik olduklarını ve onların ana yasayı ve kitabın kaynağını teşkil ettiklerini beyan etmektedir.
Diğer taraftan muhkem kelimesi geri çevirmek, mani olmak manalarına da
gelmektedir. Haksızlığı önlediği ve zalimi zulmünden menettiği için hakime
"hakim" denilmiştir. Anne de çocuğunu kötülüklerden koruduğu için umm
(anne) ismini almıştır. Bazı ayetlere de ummu'l-kitab (kitabın anası) denmesi,
koruyucu, engelleyici ve menedici olmasındandır. Muhkemliğin, dış etkilere
karşı ayakta kalabilecek sağlamlığı da ifade etniğini belirten Razi, Kur'an'ın
dış müdahalelere açık olmayacak kadar sağlam olduğuna dikkat çekmektedir.
Dış etkilere açık olmayacak kadar sağlam; insanları yanlış davranıştan
alıkoyacak kadar etkin; ana yasa kavramını getirecek kadar çağdaş; anlaşılmasında
pürüz olmayacak kadar açık; bütün hükümlere kaynaklık edecek kadar evrensel bir
kitabı ancak Allah indirebilir.
Ayetin başında yer alan "indirme" eylemi ile, sonraki bölüm
arasında bu şekilde bağ kurabiliriz. Ana yasa kavramı ile Kur'an, insan aklının
da icti-hadla kanun koyabileceğine işaret etmiş olmaktadır. Çünkü ana yasayı
hayata indirecek olan kanunlar, tüzükler ve yönetmeliklerdir. İşte hukukun bu
kısmım Yüce Allah insan aklına bırakmıştır.
4. (Diğerleri de
müteşabihtir).
[21]
MÜTAŞABİH:
Müteşabih kelimesinin kökü şebehe'dir.
[22]
1. Birbirine benzemek
Şebehe kelimesi teşabehe kalıbından alındığında "birbirine
benzemek" manasına gelmektedir. Mesela Bakara/70'te hayvanların birbirine
benzemesi; Bakara/l 18'de cahil insanların geçmiş nesillere olan kalp
benzerliği, En'am/99'da ekinlerin birbirine benzediğini; Bakara/25'te cennet
nimetlerinin dünya nimetlerine benzediğini igade için bu kelime
kullanılmaktadır.
2. Benzer görünmek
Ra'd/16'da şu ifade yer almaktadır:
Yaratma eylemi onların gözünde, Allah'ın yaratma eylemine benzer mi
göründü? Burada bir mukayese söz konusudur.
3. Tutarlı olmak
Zümer/23'te müteşabih kalıbında gelmekte ve tutarlı anlamını ifade etmektedir:
Allah, bütün öğretilerin en güzelini, kendi içinde tutarlı.... derken, en güzel
olanın, tutarlı olmasının zorunluluğuna dikkat çekmektedir.
4. Gibi görünmek
Hz. İsa'yı öldürdükleri iddiasında bulunanlara karşı Yüce Allah,
Aslında onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler, sadece onlara öyle göründü
[Nisa/157] buyurmaktadır. Ayetteki kelime şebbehe kalıbından, meçhul olarak
geçmekte; onlara öyle göründü, yani onlar öyle zannettiler, karıştırdılar anlamına
gelmektedir.
Âl-i Imran/7'de geçen müteşabihat kelimesi birbirine benzeyen ve bu
özellikleri nedeniyle karıştırılma ihtimalleri olan ayetlerin sıfatıdır. Muhkem
olan ayetler, insanın sosyal ilişkilerini, davranışlarını ve hukukî kimliğini
ilgilendiren ayetlerdir.
Müteşabih ayetler ise tabiat kanunları, ahiret, fizik ötesi ile ilgili
ayetlerdir. İşaret ettikleri konular araştırıldıkça netleşecek ve anlaşılır
hale gelecektir. Neticede müteşabih olan ayetler, kitabın anası olan muhkem
ayetlere yaklaşacaktır. Onlar ana değildir ama, ananın çocukları gibi, anaya
benzemektedirler. İçerikleri itibariyle müteşabih ayetler, ana ayetlerden uzak
düşerler; işte ilim adamları bu ayetleri anlaşılır hale getirmek için
araştırır ve beyinlerini yorarlarsa, çocuk durumunda olan müteşabih ayetleri
annelerine yaklaştırırlar.
Mesela Kur'an'da ele alınan insan psikolojisiyle ilgili konular
başlangıçta müteşabih görünürler; konu deşifre edilince müteşabihlikten çıkar.
Ama bilinir hale getirilen o kısım, başka bir bilinmeyene intikal eder.
Kur'an'daki ruh meselesi müteşabih bir konudur; onun içinde bulunduğu ayet de
müteşabih ayettir:
(Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimin
ermindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir"). [İsrâ/85]
İnsan aklının ruhun yapısını anlaması, onu bütün ayrıntılarıyla
anlatması mümkün değildir. Psikoloji bilimi, sadece ruhun davranışlara yansıyan
etkinliklerini inceleyebilir. Ayetin ifadesine göre, bu da ruh hakkında çok az
bir bilgi demektir. Çünkü ruh, madde ötesi bir özelliğe sahip olduğu için,
müteşabih konular içine girmektedir.
Peygamberlerin mucizelerini anlatan ayetler, yapı itibariyle müteşabih
değillerdir, ama konu itibariyle müteşabih alana girmektedirler:
(Kitaptan bir bilgisi olan kimse ise, "Gözünü açıp kapamadan ben
onu sana getiririm" dedi). [Neml/40]
Ayetin manası müteşabih değildir, ama Belkıs'ın tahtının göz
açıp-kapa-yıncaya kadar uzun bir mekandan getirilmesi mahiyet itibariyle
müteşabihtir. Günümüzde ses ve resim nakledilmektedir; istikbalde maddenin
ışınlanma yoluyla nakli gerçekleşirse, bu ayetin konusu müteşabihlikten çıkıp
muhkeme dönüşür.
Diğer taraftan Kur'an'da yer alan bazı tabiat kanunlarının geçmişte
müteşabih olanları vardı, günümüzde bunların bir kısmı çözüme ulaşmıştır. Mesela,
İnsan neden yaratıldığına bir baksın [Tank/5] ayeti, hangi maddeden yaratıldığını
araştırsın anlamına gelmektedir. Sperm ve yumurta, onların döllenme durumu,
anne karnında geçirdiği safhalar bilimsel olarak açıklandı ve bu durum
müteşabihlikten çıktı. Şimdi ise insanın DNA'sı bulundu. Çocuğun kimden
olduğunun tesbiti de müteşabih olmaktan çıkmış ve muhkem hale gelmiştir.
Allah'ın insanları rahimlerde şekillendirmesi [Âl-i İmran/6], geçmişte tamamen
müteşabih bir konuydu. Şimdi bu şekillenmenin bazı yönleri bilimsel olarak
açıklanmakta, bazı yönleri de hâlâ müteşabihliğini korumaktadır.
Görüldüğü gibi, muhkem ayetler insanın sosyal, ahlâkî, ekonomik ve hukukî
davranış ve ilişkilerini düzenlerken, müteşabih ayetler imanî, gaybî konularla
tabiat kanunlarını kapsamaktadır. Dünyadaki nimetlerle cennetteki nimetlerin
benzerliğinin mahiyetini açıklamak zordur. Ancak cennetteki nimetleri,
Allah'ın dünyadaki idrak ettiğimiz nimetlere benzeterek anlattığını
söyleyebiliriz. Bakara/25'teki bu durumu, çözümlemek zordur. Ayetin kurgusunu
meydana getiren kelimeler gayet net bir şekilde anlaşılamaktadır. Ama, cennet
nimetlerinin dünya nimetlerine benzerliğinin özü, bilimsel olarak çözülmedikçe
müteşabih olarak kalacak ve ona sadece iman edilecektir.
Bilimsel olarak araştırılan tabiat kanunları çözüldükçe, muhkem olan annelerine
yaklaşmaktadırlar. İşte burada öğretimin görevi, bilim yoluyla tabiat
kanunlarının müteşabih olanlarını deşifre ederek muhkem hale getirmektir.
Böylece Allah, Âl-i Imran/7'deki "müteşabih" kavramıyla öğretim faaliyetine,
tükenmeyen konular ve hedefler tayin etmektedir.
Kainatın sırlan çözüldükçe, ondaki kanunların müteşabihliği ortadan
kalktıkça, yeni sırlar ve yeni müteşabihler çıkacak ve kıyamete kadar insan
beyni durmadan araştıracak ve o tutkuyla nihayet bulacaktır.
5.
(Kalplerinde eğrilik
olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin
peşine düşerler).
Razi, Rebi'den naklen ayetin bu kısmının nüzul sebebini şöyle anlatır:
Necran'dan gelen bir heyet, Hz. Muhammed ile Hz. İsa hakkında
tartıştılar. Heyet, Hz. İsa'nın Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir ruh olup
olmadığını sordu. Hz. Peygamber "Evet" deyince, onlar "Bu bize
yeter" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah Âl-i İmran/7 ayetini, daha sonra
da Şüphesiz İsa'nın durumu, Allah katında Adem'in durumu gibidir [Âl-i
İmran/59] ayetini indirdi.[23]
Hz. İsa'nın, Allah'ın Hz. Meryem'e ulaştırdığı bir kelime ve O'ndan bir
ruh olması [Nisa/171] müteşabih bir olgudur. Allah'ın kelimesi ve ruhu olması,
hristiyanlarm, Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu demelerine sebep olmuştur.
Aslında Kur'an bu müteşabih ayeti muhkem ayetlerin yanma getirmektedir.
Sad/72'de Hz. Adem'e kendi ruhundan üfürdüğünü söyleyen Yüce Allah, Yasin/82'de
de, Bir şeyi yaratmayı murad ettiğinde ona 'ol' der, o da olur buyurmaktadır.
Demek ki, kelime ve ruh bütün canlıların yaratılışında yer alan ana
unsurlardır. Öyleyse Hz. İsa'nın kelime ve ruh olması, onun Allah'ın oğlu
olduğuna delil teşkil etmez.
Onun için Allah, kalplerinde eğrilik olanların fitne ve tevil maksadıyla
müteşabih ayetlerin peşine düştüklerini söylemektedir.
Ayetin bu kısmında yer alan "Kalplerinde eğrilik olanlar"
ifadesi, yanlışlığın kalpten kaynaklandığına işaret etmektedir. Müteşabih
ayetlere, bilgi ile yaklaşılmasını isteyen Yüce Allah, kalpteki eğriliğin
fitneye ve tevile götüreceğine dikkat çekmektedir. Zeyğ kelimesi lügatte
haktan sapmak, dönmek, ayrılmak, yoldan çıkmak, şaşmak, doğru yoldan sapmak,
mevzudan ayrılmak, abuk-sabuk söylemek, yanlış yola sapmak, avare dolaşmak
manalarına gelmektedir.
Kur'an'da bu kelime, gözle [Necm/17], kalple [Saf/5] Allah'ın emrinden
[Sebe/12] sapmayı ifade etmektedir. İnsan sapmadan, Allah'ın onun kalbini
saptırmayacağı, insan sapınca Allah'ın da onun kalbini saptıracağı [Saf/5] beyan
edilmektedir.
Bu manalardan hareket edince anlaşılmaktadır ki sapma eylemi, önce
kalpte başlamaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette, gönüldeki sapmanın
sebep; fesat ve tevilin sonuç olduğu vurgulanmaktadır. Kalpteki sapma,
psikolojik bir oluşumdur. Bu oluşum insanın kalbinde kendi halinde durmuyor,
başkalarına bulaşmak için sosyal olguya dönüşüyor. Kalpteki sapma, fitne
çıkarma, yani insanların kafalarını karıştırma isteği uyandırmakta ve bu istek
de müteşabih ayetlerin peşine bilgisizce düşmeyi meydana getirmektedir. Kalpteki
sapma kafaları karıştırma isteğiyle yetinmiyor, keyfî manalar üretme arzusunu
da uyandırıyor. Fesat (kafaları karıştırma) ve tevil (keyfî manalar üretme),
müteşabih olan bir ayeti, başka bir ayete ters düşecek şekilde, o ayeti
dikkate almadan yorumlamak suretiyle oluşmaktadır. Kalbinde eğrilik olan
kişinin, kendi düşüncesini Kur'an'a kabul ettirmeye kalkışmasıy-la bu fesat ve
tevil meydana gelmektedir. Bütün ilmî araştırmalar, Kur'an'ın anlaşılması için
vasıta olmalı; şahsî görüşünü yaymak için Kur'an vasıta olarak
kullanılmamalıdır. Aksi takdirde kafalar karışacak, tevil başgösterecektir.
Bu durum, çocuğu annesinden koparmak kadar suç ve Allah indinde günahtır.
Kitabm anası/özü olan muhkem ayetlerden müteşabih ayetleri uzaklaştırmak
manevî kalp hastalığının neticesidir. Yapılması gereken, müteşabih ayetleri,
analarının yani muhkem ayetlerin yanına götürmektir.
6.
(Oysa Allah'tan başka kimse
onun tevilini bilemez).
Buradaki tevil kavramına 'kesin anlam' veya 'gizli mana' karşılığının
verilmesini uygun buluyoruz.
Müfessirlerin bir kısmı, ayetteki Allah kelimesi üzerinde durulması
gerektiğini söylerken, bazıları da ilim kelimesi üzerinde durulması
gerektiğini ifade etmişlerdir. İkinci grubun görüşü benimsendiğinde mana şöyle
olur: "Onun tevilini, ancak Allah ve bilgide derinleşenler bilirler".
Bilgide derinleşenler ifadesini, Kamer/17 ayetiyle tefsir etmek mümkündür:
(Andolsun ki Biz, bu Kur'an'ı düşünenler için kolaylaştırdık, öyleyse
düşünen var mı?) [Kamer/17]
Bilgide derinleşmek, bilgiyi yığın olarak bilmek, zihinde tutmak değil;
tam tersine düşünmek, bilgiden yeni bilgiler üretmektir. Kamer suresinde Yüce
Allah Kur'an'ı kolaylaştırdığını beyan ettiği halde, onun zorluğu nereden
kaynaklanmaktadır? Kur'an'ın kendisi kolaydır da, Allah'ın sıfatlan, zaman ve
sonsuzluğun kesin anlamı, ahirette yemden dirilme, dünyada dirilme, cennet ve
cehennem, melekler ve meleklerin görevleri, cinlerin varlığı ve insanlarla
olan ilişkileri, tabiatın esrarengiz sırlan, kanunlan ve insanın iç alemindeki
oluşumların varlığı gibi konularda müteşabihlik vardır.
Bunlardan bazılan, tabiat kitabı okunup sırlan deşifre edildikçe
müteşa-bih olmaktan çıkmaktadır. Ama bazılan müteşabihliğini devamlı olarak koruyacakta
Onun için bunlar daima iman alanında kalacaktır. İnsan, bilimsel bilgi
vasıtasıyla aklın ve araştırma tutkusunun beraberce Kur'an'ın ortaya koyduğu
konulan ele alıp inceledikten sonra aklın ötesindeki aleme iman etmek
durumundadır. Akıl alanı ile iman alanının ve her ikisinin örtüştüğü nok-talann
iyi belirlenmesi, bilimsel bilginin alanına imanın sokulmaması gerekir.
"İlimde derinleşenler" ifadesinde yer alan rusuh kavramı sabit ve sağlam
olmak, derinlere kök salmak, yakından bilmek, baştan aşağı her şeyi bilmek,
mükemmel bir hünere sahip olmak, içine sızmak, nüfuz etmek, dikmek, zihnine
sokmak manalanna gelmektedir.
Bazı insanlar, suyun yerin derinliklerine işlemesi, ağacın toprağa kök
salması gibi ilmî meselelerde kök salmış, konulann derinliklerine inmiş ve
on-lan yakînen tanıma imkanına sahip olmuşlardır. Köklü ve derin bilgiye sahip
olan bu insanlar, tabiatla ilgili müşetabih konulan deşifre etme imkanına sahiptirler.
Ayetteki Allah kelimesinde durulursa, müteşabihleri bilme işine ilimde
derinleşmiş insanlan da katmak mümkün olacaktır. Ama ilim kelimesinde
durulursa, köklü bilgiye sahip olan bu insanlann başka bir şey söyledikleri
ayetin devamında görülecektir:
7. (İlimde derinleşenler
"Biz ona ina-nınz, tümü Rabbimizdendir" derler; ancak selim akıl
sahipleri düşünüp anlar).
Köklü, sağlam ve derin bilgiye sahip olan insan, neye inanacağını, neyi
nasıl bileceğini, neyi nasıl anlayacağını ve aklını nasıl kullanacağını bilen
adamdır. Aklını kullanıp düşünemeyen, neye inanacağını bilmeyen insanın derin
bilgi sahibi olduğu söylenemez. Şimdi bu ayetten çıkaracağımız genellemelere
geçebiliriz:
1. Âl-i İmran/7'de kitap,
ayet, muhkem, müteşabih, kalp, bilmek, iman, akıl, düşünce, fitne kavranılan
zikredilmiş; aralarında sağlıklı ilişki olmasıyla olmamasının getiri ve
götürüşü işlenmiştir.
2. Ayetin başı kitap, sonu
akıl ile bitmekte; ortada kalp kavramı yer almaktadır. Bu kavramların
birleşmesi, bilgi ve düşünceyle olacaktır. Eğitim bu bağlantıları kurma amacını
gütmeli ve basan ölçüsü olarak onu tanımalıdır.
3. Bu ayet ana yasa kavramını
dünyanın objektif ve evrensel hukukuna sokmuş ve ana yasasız hukuk
sistemlerinin yürüyemeyeceğine işaret etmiştir.
4.
Sapık kalbe sahip olan
insanların davranışlanndaki yanlışlığı ve insan-lan kötü manada etkilemeleri
ele alınmakta, bilgisiz kalbin nasıl kötüye vasıta olacağı vurgulanmaktadır.
Hakikatten sapmış bir kalbin aklı ve kitabı nasıl saf dışı bırakıp
kafalan kanştıracak sahte kuruntulann peşine takılacağı net bir şekilde ortaya
konmuştur.
5. Allah'ın kelamında yer alan
mesajlara karşı nasıl bir tavır takınılacağının bilincini veren bu ayet, selim
aklın ve bilginin elden bırakılmamasının önemini vurgulamaktadır.
Allah'ın ayetlerinin şahsî amaç için vasıta olarak kullanılması değil;
bilimsel bilginin Allah'ın ayetlerini anlamak için vasıta olarak
kullanılmasının önemi ve olmazsa olmazlığı öğretilmektedir. İşte din eğitimi ve
eğitimcileri Kur'an'a olan saygılarını, bu tavırlanyla isbat etmiş
olacaklardır.
[24]
8. Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra, kalplerimizi
hakikatten (bir daha) saptırma ve bize rahmetini bağışla: sensin (hakiki) lütuf
sahibi.
7. ayette zikredilen kalplerin eğriliğinden, bu ayette de
bahsedilmektedir. İnsanın kalbinde sapma meyli bulunursa, önünü almak, kalbi
ondan temizlemek zordur, hatta insan gücünü aşan bir niteliğe sahiptir.
Doğru yola iletilen bir insanın kalbinin sapması, tedavisi olmayan bir
psikolojik hastalığa sebep olur. Bidayetten beri sapık olan bir kalbi hidayete
erdirmek mümkün iken, hidayetten sapıklığa düşen bir kalbi doğru yola iletmek
mümkün değildir. Onun için Yüce Allah ilimde derinleşenlerin duasını bir formül
olarak sunmaktadır. İlahî iradenin yardımı olmadan insan, gönlünün doğrudan
sapmasını engelleyemez. Bu dua ile insan, ilahî iradeyi devreye sokmaktadır.
Hz. Peygamber önce "Ey kalpleri istediği gibi evirip çeviren
Allahım, kalbimi dinin üzerinde tut"[25]
der, sonra bu ayette geçen duayı yapardı.
"Bizi doğru yola ilettikten sonra..." ifadesinde, hidayetin
Allah'tan geldiğinin itirafı da vardır. Doğru yola Allah'ın ilettiğini itiraf
etmekle insan, şirkten korunmaktadır. "Bizi doğru yola ilettikten
sonra..." yerine "Ben doğru yolu bulduktan sonra" deseydi, kendi
iradesini öne çıkarmış olacak ve bu da gizli şirke düşmesine sebep olacaktı.
Bilinçli bir imana sahip olan bir müslü-man, hidayetin Allah'tan geldiğini,
doğru yola O'nun ilettiğini, doğru yolda kalmayı ve ondan sapmamayı da O'nun
temin ettiğini bilir ve o şekilde dua eder.
(Bize ledünnünden (katından) rahmet ver).
Kur'an'da ledün kavramı yer almaktadır. İlm-i ledün, veled-i ledün ve
rah-met-i ledün bunlardandır. İlm-i ledün, ledünni bilgi demektir. Bazı
insanlar ledünni bilgiye sahiptirler:
Ve orada kendisine katımızdan üstün bir bağışta bulunarak (özel) bir
bilgiyle (ledünni bilgi) donattığımız kullarımızdan birine rastladılar.
[Kehf/65]
Bu ayette geçen ledünni bilgi Allah katından verilen özel bir bilgi,
yani Allah'ın ilminin sırlarına sahip olma ilmidir.
Aynı şekilde bir de veled-i ledün (ledünni çocuk) kavramı vardır.
Mer-yem/5'te Hz. Zekeriyya'nın Allah'tan çocuk isterken yaptığı duada çocukla
beraber ledün kelimesi kullanılmaktadır:
Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum.
Karım da kısırdır. Tarafından bir veli (çocuk) ver.
Ledünni çocuk, çocuk doğurma yaşını geçmiş bir kadına Allah tarafından
bahşedilen çocuktur. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette yer alan rah-met-i
ledün (ledünni rahmet) de Allah katından gelen özel rahmettir. Bir önceki
ayete bağlarsak buradaki rahmeti, fitne çıkarmak ve tevil etmek için mü-teşabih
ayetlerin peşine düşmeye engel olmak, bilgide derinleşmek, aklını kullanarak
düşünme eylemini gerçekleştirme lütfunun verilmesi manasına alabiliriz.
Nisa/75'e göre "ledünni yardım"ı rahmet olarak nitelendirebiliriz.
Öyle anlaşılıyor ki "ledünni rahmet" kalbin doğru yoldan sapmaması
için gerekli olan bilgi, düşünce ve bilinci ifade etmektedir. Kalpte imanın
teşekkül etmesi, oradan organlara ibadet şeklinde yayılması da bir rahmettir.
(Sensin lütuf sahibi).
Ayetin bu kısmındaki vehhab kavramı, vermek, bağışlamak, lütfetmek, ihsan
etmek, karşılıksız vermek manalarına gelmektedir. Kur'an'da birine çocuk
vermek [İbrahim/39]; sağlam muhakeme bahşetmek [Şuara/21]; kadının özgür
iradesiyle kendini Hz. Peygamber'e teklif etmesi [Ahzab/50]; hükümranlık
vermek [Sad/35] gibi eylemlerin yüklemi olmaktadır. Genelde "çocuk
vermek" eylemi olarak Kur'an'da yer alan bu kavram, Allah'ın lütfetmesi,
bağışlaması ve vermesini ifade etmektedir.
Bize kendi katından bir rahmet bağışla duası, Allah'ın vehhab
(bağışlayıcı) sıfatına sığınmak; onu harekete geçirmektir. Rahmet kavramı,
kulun ihtiyaçlarının giderilmesi anlamına gelmektedir.
[26]
9. Rabbimiz! Geleceğinde şüphe olmayan bir günde, insanları mutlaka
toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez.
İnsanların inanmakta zorluk çektikleri ve bu sebepten dolayı Kur'an'ın
üzerinde ısrarla durduğu konuların en önemlisi ahirete iman meselesidir.
Yüce Allah ahiret günü için, Geleceğinde şüphe olmayan gün ve Allah'ın
insanları toplayacağı gün ifadelerini kullanmaktadır. Yüce Allah, geleceğinde
şüphe olmayan o günde insanları bir araya getireceğine dair söz verdiğinden,
ayetin sonunda, Allah'ın asla sözünden dönmeyeceği ifade edilmektedir.
8. ayette yer alan dua ile 9. ayetin arasında bir irtibat kurduğumuzda
şöyle bir neticeye varabiliriz: Hidayetten sonra kalplerin sapması veya sapmaması,
sadece dünyevî bir oluşum olarak kalmamakta, şüphe edilmesi mümkün olmayan
toplanma gününe de intikal etmektedir. Kalpteki oluşumlar geçici değil,
ahirete kadar devam eden ve orada değerlendirmeye tabi tutulacak bir yapı
arzetmektedirler.
Demek ki kalp sadece bu dünyayı ihya etmiyor, öteki dünyayı da ihya ediyor.
Sadece bu dünyayı yıkmıyor, öteki dünyayı da yıkıyor. Âl-i İmran/9'u 7. ayete
taşırsak o zaman şüphe edilmeyen toplanma gününe daha farklı şeylerin
taşındığına şahit olmamız mümkün olur: Derin bilgiye sahip olmak, Allah'tan
gelen her şeye inanmak, aklını kullanıp düşünmek, Allah'a dua edecek kadar
benliğinden uzaklaşmak şüphe edilmesi imkansız olan toplanma gününe giden en
önemli sermayedir.
8-9. ayetleri 7. ayete taşıdığımızda müteşabih ayetlerle ilgili bir
açıklama elde etme fırsatı yakalamış oluruz: Yüce Allah'ın insan kalbini
saptırması veya saptırmaması; Allah katından rahmetin gelmesi; Allah'ın çok
bağışlayıcı olması; şüphe edilemeyecek toplanma günü müteşabih alana girmektedir.
Ayetlerin örgüsü müteşabih değildir ama konulan iman alanına girmektedir.
Kur'an'ın bazı ayetlerinde kıyametle ilgili duaların sonunda, Allah'ın
sözünden dönmeyeceği ifade edilmektedir:
Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini de ikram et
ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vaadinden caymazsın.
[Âl-i İmran/194]
Bu iki ayetten çıkaracağımız diğer netice de şudur: Yüce Allah
kendisine yalvarmanın metodunu, duanın içeriğinde nelerin bulunacağını ve
kelimelerin, isteklerin sıralanışını öğretmektedir. 8. ayette önce kalple
ilgili istek, sonra rahmet, sonra da Allah'ın bağışlayıcı sıfatı gelmektedir.
9. ayette ise sırasıyla toplanma günü ve o günün özelliği olan şüphe
edilemezliği zikredilmektedir.
Şüphe edilemezlik özelliği Bakara/2'de kitapla ilgiliyken, burada
toplanma günü olan ahiretle ilgilidir. Kitapla ilgili olanı bu dünya; toplanma
günüyle ilgili olanı öteki dünya hayatıyla alakalıdır. Bakara/2'deki kitaptan
şüphe edilemezlik ile Âl-i İmran/9'daki ahiretten şüphe edilemezlik özellikleri
her iki sureyi birbirine bağlamakta ve birinin ötekinin devamı olduğunu göstermektedir.
[27]
10. Hakikati inkara şartlanmış olanlara gelince, ne malları ne de
çocukları Allah'a karşı onlara en ufak bir fayda sağlamaz. İşte onlardır
ateşin yakıtı olanlar.
Müfessirler ayetin nüzul sebebi olarak şu olayı gösterirler: Ebu Harise
ibn Alkame'nin, kardeşine: "Ben Hz. Muhammed'in gerçekten, Allah'ın resulü
olduğunu biliyorum. Bunu açıklarsak, Rum kralları bana verdikleri mal ve makamı
geri alırlar"[28]
demesi üzerine Yüce Allah bu ayeti indirmiş; mal ve makamını kaybetme
korkusuyla müslüman olmayanlara, Allah katında mal ve çocukların fayda
vermeyeceğini ifade buyurmuştur. Razi'nin naklettiği bu haber doğru olsa bile,
ayetin ortaya koyduğu ilke bütün insanlık için geçerlidir. Günümüzde de
makamım, arkadaş grubunu ve sosyal çevresini terketmemek için müslüman olamayan
nice insanlar vardır. Hatta bazıları, inançlarını gizli tutarak zarara
uğramaktan kurtulmaktadır. Hz. Peygamber'in amcası Ebu Talib de "Kureyş
kadınları ne der?" düşüncesiyle İslâm'a girmemişti. Bu da bize nice
insanların, bulundukları sosyal çevreyi kaybetme endişesiyle imana
girmediklerini göstermektedir.
Kişinin bulunduğu sosyal grubun fikir, inanç ve davranış alanlarındaki
etkinliği küçümsenemez. Ama mal, makam, çocuk ve sosyal grup insan için bir
tanrı haline gelmemelidir.
I. İşte bu ve benzer ayetlerin
Kur'an'da yer alması, bu eğitimi, ben şuuru ve şahsiyet sağlamlığı vermek
içindir.
[29]
Bu konuda Kur'an'ın koyduğu genel kanun ve bunun temel unsurları şunlardır:
1.
Mal ve çocuklar dünyanın
süsüdür.
Mal ve çocuklar dünya hayatının süsleridir; ama ürünü kalıcı olan
dürüst ve erdemli davranışlar ise, karşılığı bakımından, Rabbinin katında daha
değerli ve bir ümit kaynağı olarak daha verimlidir. [Kehf/46]
Yüce Allah mal ve çocukların insanın düşmanı haline gelmeden önce, onların
değerini açıklamakta; onları dünya hayatmm süsü olarak görmektedir. Kalıcı,
Allah katında daha değerli ve ümit kaynağı olması bakımından erdemli
davranışların olduğunu belirtmesi, insan için çok önemli bir eğitimdir. İnsanı
kalıcı, değerli ve ümit kaynağı olana yönlendirmekte; süs ile asıl olanı
ayırdetme bilincini vermektedir.
2. Diriliş günü mal ve
çocuklar fayda vermez. Hz. İbrahim şöyle dua etmektedir:
Ve herkesin dirileceği gün beni utandırma; o gün ne mal, ne de
çocukların bir yaran olmayacaktır. Sadece selim kalbin faydası olacaktır.
[Şuara/87-89]
Mal ve çocukların ahirette faydasının olmayacağını söyleyen Hz. İbrahim, faydayı bu dünyada barış, güven ve teslimiyetle dolu olan gönlün temin edeceğinin farkına varmıştır.
Bu anlayışın bir süreç olmasını temin etmeyi amaçlayan Yüce Allah, neyin
nerede fayda vereceğini beyan buyurmaktadır.
3. İnsan Allah'a yapayalnız
gider.
Ayetlerimizi inkar eden ve "Muhakkak surette bana mal ve çocuklar
verilecek" diyen adamı gördün mü? O gaybı mı bildi, yoksa Allah'ın
katından bir söz mü aldı? Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve
azabını uzattıkça uzatacağız. Onun dediğine biz varis oluruz, kendisi de bize
yapayalnız gelir. Çünkü böyleleri, kendilerine güç ve itibar (statü) olurlar
diye, Allah'tan başka varlıkları tanrı edinirler. [Meryem/77-81]
Güç ve itibar kazanmak için insanın, sosyal grup veya çevrenin etkisi
altında kalarak şirke sapacağını ifade eden Yüce Allah, mal ve çocukların dünyada
kalacağına, ama kişinin Allah'a tek başına gideceğine dikkat çekerek, değerler
sistemi bilincini vermektedir.
İnsanın tek başına yaratıldığı gibi, tek basma da diriltileceğim
vurgulayan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
İşte şimdi bize yapayalnız geldiniz, tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi
ve size bahşettiğimiz her şeyi arkanızda bıraktınız, ortaklarımızı da
yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiştir ve bütün
dostlarınız sizi terket-miştir. [En'am/94]
Mal ve çocukların dünya hayatının süsü olması, ahirette fayda vermemesi
ve insanın Allah'a tek başına gitmesi ile ilgili ayetler, kalıcı olmaması nedeniyle
dünyevî değerlere tapınmanın yanlışlığını, onların işe yaramayacağını,
ahirette işe yarayacak değerlere bağlanılması gerektiğini vurgulamaktadır.
II. Yorumunu yapmakta olduğumuz
Âl-i İmran/10 ayeti, inkarla fayda arasında bir ilişki kurmaktadır. İnkar,
dünyada yapılan tüm amelleri boşa çıkarmaktadır. Bu dünyadaki inkar, öteki
dünyada etkinliğini bu şekilde göstermektedir:
Malı ve kazandıkları ona fayda vermez. [Tebbet/2]
inkarcı sadece inkarı ile kalmıyor, yaptıklarının karşılığından da
mahrum oluyor.
İnkarın, yapılan amelleri yok ettiği şu ayetten de anlaşılmaktadır:
Hakikati inkara şartlanmış olanlara gelince, onları ne mallan ne de
çocukları Allah'a karşı koruyabilir. İşte onlar ateşin yaranlarıdır; orada
ebediyyen kalacaklardır. Onların bu dünya hayatı için harcadıkları, kendi
kendilerine zulmeden bir halkın ekinine musallat olan ve onu mahveden
dondurucu bir rüzgara benzer. Onlara haksızlık yapan Allah değildir, fakat onlar
kendi kendilerine haksızlık yapıyorlar. [Âl-i İmran/116-117]
Demek ki inkar, amellerin bütün ürününü yok eden dondurucu şiddetli bir
rüzgarın ekine yaptığını yapmaktadır.
[30]
11. (İnkarcıların yolu) Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tuttuğu yola benzer. Onlar bizim ayetlerimizi yalanladılar, Allah da kendilerini günahları yüzünden ya-kalayıverdi. Allah'ın cezası çok şiddetlidir.
Bu ayetteki (de'b) kelimesinin kökü olan de-e-be fiili ısrar etmek,
inat etmek, sebat etmek, devam etmek, yorulmamak, bıkmamak, usanmamak, bir işe
girişmek, iştirak etmek, uygulamak, vakfetmek, feda etmek, büyük şevkle
tatbikata koymak manalarına gelmektedir. De'b kalıbında alındığında adet
anlamını ifade etmektedir.
Razi'nin açıkladığına göre bu kelime bir işte gayret gösterip yorulmak,
ciddiyet, gayret ve aralık vermeden çalışmak, iş, örf-adet, devam anlamına
gelmektedir.
Bu manalardan hareketle ayetin analizini yapacak olursak, psikolojik ve
sosyolojik açıdan bazı genellemelere varmamız mümkün olabilir:
A. 10. ayetteki inkar edenlere
mal ve çocuklarının Allah katında fayda vermeyeceği ilkesi, daha önce
gerçekleşen olgularda var olan bir gerçekliktir. İnkarın getirdiği
faydasızlığı Yüce Allah geçmişten misallerle anlatmaktadır.
Firavun ve ondan önceki dönemlerde inkar psikolojisinin meydana getirdiği sosyal oluşumlara ve toplumlara verdiği zararlara dikkat çekilmekte, toplumsal inkar psikolojisinin, toplumun temeline dinamit koyduğu hatırlatılarak eğitim yapılmaktadır.
Yüce Allah hakikati inkar etmekten insanları caydırmak için tarih
öğretimi yapmakta, tarihî olguların merkezinde nelerin yer aldığını
öğretmektedir. Toplumların çöküşlerinin bir nedenini de inkar psikolojisine
bağlamaktadır.
B. Yüce Allah, inkarın ilk
insandan bu yana bir gelenek oluşturduğunu ve bir süreç halini aldığım de'b
kelimesiyle ifade etmektedir.
Hz. Muhammed'i inkar etme tarzını Yüce Allah, Firavun hanedanının tuttuğu
yola benzetmektedir. Hz. Muhammed'in getirdiği mesaja gösterdikleri tepkinin,
aynen Firavun hanedanının o dönemdeki peygamberlere gösterdikleri tepkiye
benzediğine dikkat çekmektedir. Demek ki inkar, her dönemde, her peygamberin
mesajına ve Allah'ın gösterdiği mucizelere karşı aynı tarzda olmuştur.
Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette kezzebu (yalanladılar), En-fal/52'de
kefferû (inkar ettiler) şeklinde yer almaktadır; ki yalanlamakla, inkar etmek
aynı anlama gelmektedir.
Böylece inkar psikolojisi ve bu psikolojinin doğurduğu olumsuz tepki ve
davranış şeklinin benzerliği nedeniyle bir adet, daima kir akan olumsuz bir
kültür nehri oluşturdukları beyan edilmektedir.
C.
Olumsuz manada toplumsal
değişimin dinamiğinin ne olduğu belirlenmektedir. Enfal/53 ve 54 ayetleri
arasındaki ilişkiyi ele aldığımızda, kötü manada toplumsal değişimin
dinamikleri arasında, insanların inkar psikolojisi ile kendi şahsiyetlerini
değiştirmelerinin yer aldığı görülecektir:
Bu böyledir; çünkü Allah bir topluma bahşettiği nimet ve esenliği o
toplum kendi şahsiyetini değiştirmedikçe asla değiştirmez ve Allah her şeyi
işiten, her şeyi bilendir. Firavun hanedanının ve onlardan önce yaşayıp
gidenlerin başlarına ne geldiyse (bunların da başına benzeri gelecek). Onlar
Rablerinin ayetlerini inkar etmişlerdi ve bu yüzden Biz de onları, günahlarına
karşılık helak ettik; boğuverdik o Firavun yandaşlarını, çünkü onların hepsi
zalim kimselerdi.
Yüce Allah toplumsal değişimin dinamiğini, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anlatmaktadır. 53. ayetteki "Allah'ın bir topluma verdiği nimet"ten kasıt, siyasî iktidar, mutluluk, sosyal düzen ve esenliktir. Yüce Allah bir topluma bahşettiği sosyal güç, düzen ve mutluluğu veya güçlü bir siyasî iktidar geleneğini durup dururken değiştirmeyeceğini; ama bu olumsuz değişimin dinamiğini o toplumun fertlerinin şahsiyetlerini değiştirmelerinin oluşturacağını söylerken değişimi psikolojik/manevî bir dinamiğe dayandırmaktadır.
Buradaki sebep-sonuç ilişkisinin doğurduğu dinamik, 54. ayette tarihsel
olgu ile açıklanmakta; Firavun hanedanı ve ondan öncekilerin durumu ile
ör-neklenmektedir:
Onlar Rablerinin ayetlerine yalan gözüyle baktılar, Allah da onları
günahları nedeniyle helak etti.
Böylece inkar psikolojisinin toplumsal boyut kazanması sebebi, helak olmaları
da sonucu teşkil etmiştir. Demek ki, inkar toplumsal değişimin dinamiğini,
toplumsal değişim de yok olmanın dinamiğini meydana getirmiştir. Ra'd/11 'de de
Yüce Allah aynı sebep-sonuç ilişkisinin meydana getirdiği toplumsal değişimin
dinamiğini açıklamaktadır.
Mü'min/28-31 ayetleri arasındaki anlatım ele alındığında Firavun ve ondan
önceki Ad, Semud toplumlarının helak olma dinamikleri arasında aynı sebebin yer
aldığı görülecektir.
İşte Yüce Allah Hz. Peygamber döneminde yaşayan ve Allah'ın ayetlerini
inkar edenlere tarihsel olgularla eğitim yaparak, inkardan vaz geçmelerini temine
çalışmaktadır. Tarihsel olguların sebep-sonuç ilişkileri içinde ele alınıp değişimlerin
dinamikleri açıklanıp hayata ve gerçeğe ışık tutmak, yaşanmakta olan
problemleri çözmek eğitimin vazgeçilmez metodlan arasında yer almaktadır.
Tarihî olguları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ele almamak, toplumsal değişim
ve yıkımların dinamiklerinin neler olduğunu tesbit edememek, tarihi kuru ve
ruhsuz olarak ortaya koymak olacaktır ki, böyle bir tarih eğitimi dedi-ko-dudan
ileri gidemeyecektir. Onun için Allah Teala sebep-sonuç kanununu açıklamakta
ve çöküşün, değişimin dinamiklerim gözler önüne sermektedir.
Böylece Yüce Allah, sosyal değişime, siyasete ve tarihe nasıl
yaklaşılacağını ve onlardan yaşanan hayata ve geleceğe nasıl ışık alınacağını
ve oradaki problemlerinin nasıl çözüleceğini değişmeyen kanun olarak ortaya
koymaktadır.
D.
İnsanların işledikleri
günahlar kendilerine bela olarak dönmektedir:
(Allah kendilerini günahları yüzünden yakalayiverdi). [Âl-i İmran/11]
(Biz de onları günahlarından dolayı helak etmiştik). [En-fal/52]
İlk ayette 'yakalamak', ikinci ayette 'helak etmek' ifadesi yer
almaktadır; ki yakalamak, helak etmek demektir.
Bu ayetlerden çıkaracağımız ilke şudur: Mü'min/31 ayetinin sonunda belirtildiği
gibi Allah kullarına bir zulüm dileyecek değildir. Yani, kulun başına gelen
bela kendi günahından kaynaklanmaktadır. Allah'ın ayetlerini inkar etmek ve
kendi inançlarını paylaşmayanlara zulmetmek, baskı yapmak ve farklı muamelede
bulunmak gibi günahların helaki getirdiği gerçeği beyinlere nakşedilmektedir.
Firavun'un, Rabbim Allah'tır diyen insanı öldürmeye kalkması
[Mü'min/26-28], inanan insana gösterdiği tepkinin hangi noktaya ulaştığını
göstermektedir. İşte Âl-i İmran/11 ayeti bu davranışa da dikkat çekmekte ve
Peygamberimizin getirdiği ilahî mesajı inkar etmelerinin nelere mal olacağını
Firavun ve öncekilerin örneği ile hatırlatmaktadır.
Tarihte inanç özgürlüğüne karşı yapılan baskılar, kendi gibi
inanmayanlara hayat hakkı tanınmaması [Mü'min/26], sosyal hayatı kirletmiş;
haklar sistemini alt-üst etmiştir. Bu kirlilik toplumların boğulmasına sebep
olmuştur. Yüce Allah farklı inanca mensup olanların birbirlerine karşı olan
olumsuz tavırlarının kesintiye uğramadan devam ettiğine, bir gelenek halini
aldığına dikkat çekmektedir. İşte ayetteki de'b kavramı bu geleneğe işaret etmektedir.
E.
Firavun ve ondan önceki
dönemlerde siyasî erki elinde bulunduranların, bugünkü sosyolojik ifadesiyle
siyasî kurumun, çürümekte olan toplumlarında değişim meydana getirmek isteyen
peygambere karşı koydukları anlatılmaktadır. Çünkü kurumlar, ani değişmelere
müsait değillerdir. Tevrat'ın, İncil ve Kur'an'ın indiriliş amacı, toplumda
değişim meydana getirmekti. Fakat kafirler bu değişimin önüne sürekli engeller
koymuşlardır. Yüce Allah, olumlu değişimin toplumları çürümekten kurtaracağını,
değişimin önüne sürekli engeller koymanın toplumu helake sürükleyeceğini
vurgulamaktadır. Mütefettirler ve siyasiler toplumda yapısal değişimi
gerçekleştiremediklerinde Yüce Allah değişim için peygamberler göndermiştir. Bu
değişim görevlerini icra ederken peygamberler, toplumun ileri gelenlerinden,
özellikle siyasî erki elinde bulunduranlardan ve onların çevresinde yer
alanlardan şiddetli tepki görmüşler ve bu tepkiler değişime karşı fren
vazifesini görmüştür.
Firavun döneminde bu fren, erkek çocukların öldürülmesi eylemine kadar
gitmiştir [Mü'min/25]. Firavun'un zulme dönüşen siyasî uygulamalarını değiştirip
topluma hürriyet getirecek olan değişimin önderi Hz. Musa da bu tepkiden
nasibini almıştır [Mü'min, 26].
Olumlu değişimin önüne sürekli engel çıkaran siyaset kurumuna karşı, Firavun'un
ailesinden inanan bir kişi sesini yükseltmiştir [Mü'min/28-31].
Âl-i İmran/lO-12'de olumlu değişime karşı tepki gösterenlerin nasıl
değişime uğrayacakları anlatılmakta ve bunun eğitimi yapılmakta; olumlu değişime
karşı koymanın sonunun helak olduğu vurgulanmaktadır. İşte geçmişin bu olgusu,
Hz. Peygamber ve sonrası toplumlar için ışık olmalıdır.
F.
inkarcıların durumunun,
Firavun hanedanının durumuna benzetilmesi, Hz. Musa vasıtasıyla Yüce Allah'ın
gerçekleştirmek istediği değişime karşı gelmelerinin, direnç göstermelerinin
neticesi bakımından da ele alınabilir. Bu tepki ve direncinden dolayı
Firavun'un denizde boğulduğu gibi, inkar edenlerin de boğulabileceği, mal ve
çocuklarının Firavun ve hanedanına fayda vermediği gibi onlara da vermeyeceği
gerçeği dile getirilip caydırma yolu takip edilmektedir. Zaten bir sonraki
ayet bu yorumu teyid etmektedir.
[31]
12. İnkar edenlere de ki: "Yakında mağlub olacaksınız ve cehenneme
sürüleceksiniz. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir!"
[32]
Razi'nin naklettiğine göre müfessirler bu ayetin iniş sebebi olarak iki
olgu göstermektedirler:
a) Bedir zaferinden sonra Benî
Kaynuka yahudilerini toplayarak Hz. Peygamber onlara şu hitapta bulunur:
"Ey yahudiler! Kureyş'in başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden
müslüman olun". Onlar da "Ey Muhammedi Savaştan anlamayan Kureyş'i
yenmek seni aldatmasın. Eğer bizimle savaşsay-dm, anlardın" dediler. Bunun
üzerine Allah bu ayeti indirdi.
b) Medineli yahudiler,
Bedir'de müşriklerin basma geleni öğrenince, "Allah'a yemin ederiz ki bu,
Hz. Musa'nın Tevrat'ta müjdelediği ve vasıflarını sayıp, sancağının yere
düşmeyeceğini haber verdiği ümmi peygamberdir" dediler. Daha sonra,
birbirlerine, "Hele acele etmeyin" dediler. Uhud savaşındaki
yenilgiden sonra, "Bu o müjdelenen peygamber değil" dediler.[33]
Bunun üzerine bu ayet indi.
Bu iki olay ayetin iniş sebebi olabilir. Ancak ayeti bu olayların içine
sıkıştırmak doğru değildir, zira onun mesajı evrenseldir. İnkar eden
toplumların, benzer şartlar altında aynı olgu ile karşılacacaklannı vurgulayan
bu ayetin mesajında bir determinizm vardır.
[34]
İnkar eden toplumlar iki olgu ile karşılaşacaklardır: mağlubiyet ve
cehennem. Mağlubiyet bu dünyadaki sonuç; cehennem de ahiretteki sonuçtur. Şimdi
bu sebep-sonuç ilişkisinden çıkaracağımız neticeleri ele alabiliriz:
1.
inkar psikolojisi,
insanlardaki cesareti öldürmekte, mücadelede zayıflığa neden olduğundan mağlubiyeti
getirmektedir. Hakikati inkar eden ateistler, cesaret duygusunu yitirmekte,
amaçsız olmaları nedeniyle savaşta boşuna ölecekleri fikrine kapılmaktadırlar.
Onun için, ahirete inanmayan kişi, öldürüldüğünde yok olacağına inandığından,
ahirete inanan kimse ise öldürüldüğünde şehit olacağına, ebedî hayat ve
mükafaata kavuşacağına inandığından savaşma psikolojilerindeki motivasyon
farklıdır.
Diğer taraftan inkarcılar, Allah'ın desteğini de kaybetmektedirler.
Demek ki mağlubiyet, inkarcıların kaçınılmaz sonu olmaktadır.
2.
İnkar toplumsal bir boyut
kazanınca, toplumun gücünü zayıflatır. İnkar psikolojisi ferdin
psikolojisindeki diğer güçlere hakim olunca büyüyüp serpilmelerini
engellemekte ve hakikatten alacakları gıda yollarını tıkayıp zayıflatmaktadır.
Bu durum toplumsal hayatta da aynen gerçekleşmektedir. Toplumsal çaptaki
inkar, toplumun diğer manevî değerlerine zehrini akıtarak zayıflamalarına veya
ölmelerine sebep olmaktadır. Maddî ve manevî değerlerin oluşturduğu toplumun
kültürünü kemiren inkar psikolojisi, zamanla toplumun zayıflamasına ve
insanlık arenasında mağlup düşmesine neden olmaktadır. Baka-ra/205'te ifade
edildiği gibi inkar, önce kültürü, sonra da gençliği helak etmektedir. Demek
ki inkar, sahibini ve sahibinin içinde bulunduğu toplumu zehirleyerek
mağlubiyetine neden olmaktadır, inkar psikolojisi, vücudun direncini, yani
bağışıklık sistemini ortadan kaldıran aıds hastalığı gibi, fert ve toplumun
manevî bağışıklık sistemini felç ederek mağlup düşmesine sebep olmaktadır. Kötü
etkilere açık hale gelen inkar psikolojisine sahip insan veya toplum, mağlup
olmaya hazır hale gelmiş demektir.
3.
Yüce Allah bu ayetiyle,
inkar ile mağlubiyetin arasındaki sebep-sonuç ilişkisini gözler önüne sermek
suretiyle hem eğitim hem de öğretim yapmaktadır, inkarın, mağlubiyet olduğu
gerçeğini net bir şekilde öğretime sokmakta ve din eğitiminin bu konudaki
titizliğini öne çıkarmaktadır. Din eğitimcilerine buradaki sebep-sonuç
ilişkisini öğreterek, onlardan, insanlara ayakta kalabilmenin ve başarının
sırrının nerede olduğunu anlatmalarını istemektedir.
4.
Savaşta önemli olanın askerin kemiyeti değil;
keyfiyeti olduğu vurgulanmaktadır:
Nice az sayıda birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir.
Allah sabredenlerle beraberdir. [Bakara/249]
Az sayıdaki bir askeri birliğin, çok sayıdaki askeri birliği yenmesinin dinamiği, Bakara/249'a göre iman ve onun getirdiği sabırdır. Gerçek iman, fert ve toplumun gücünü artırdığı gibi, Allah'ın yardımının da ulaşmasma sebep olmaktadır. Enfal/65'teki bire on, Enfal/66'daki bire iki dengesi de buna işaret etmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/12 ayeti, imansızlığın mağlubiyete götüreceğini ifade etmesinin yanısıra; zımnen imanın galibiyete götüreceğine de işaret etmektedir. Âl-i İmran/139'a göre iman gevşeklik ve korkuyu ortadan kaldırmakta ve üstünlüğü getirmektedir:
Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün
gelecek olan sizsiniz.
5. Ayetteki mağlubiyetten
kasıt, şeytana ve nefse karşı yapılan büyük cihattaki mağlubiyet de olabilir.
İnkar psikolojisi nefse ve şeytana karşı manevî direnci kırmakta ve
mağlubiyete sebep olmaktadır.
6.
İnkarın diğer bir sonucu da
cehenneme yuvarlanmaktır. Öyleyse hakikati inkar etmenin, cehennemi
oluşturduğunu söyleyebiliriz. Âl-i
İm-ran/10'daki "İşte onlar cehennem yakıtıdır" ifadesi de buna işaret
etmektedir.
Cehenneme sürükleneceksiniz/toplanacaksınız [Âl-i İmran/12] ifadesin-deki (haşr) kelimesi, O küfredenler bölük bölük cehenneme sürüleceklerdir [Zümer/71] ifadesindeki (vesîka) kelimesine denk düşmekte; dolayısıyla sürülmek ile hasrolunmak aynı anlama gelmektedir. Haşr'm toplayıp sevketmek, birini vatanından uzaklaştırmak, kurak ve kıtlığın hayvanları telef etmesi, bir şeyi diğer bir şeye şiddetle sokmak, birini sıkıştırıp zahmet vermek gibi manaları da vardır. Haşr kıyamette toplanma günü; haşere kalıbından alındığında heşerat, çiyan, fare, akrep, böcek gibi hayvanlar; hububatın iç kabuğu manalarına da gelmektedir. [35]
1. Toplamak
Firavun'un insanları, konuşmak için bir araya getirmesi [Naziat/23]; insanların
kıyamet gününde bir araya gelmesi [Meryem/85] olgularını ifade etmektedir.
2. Kaldırmak
Mahşerde yeniden diriltmeyi ifade etmek için kullanılmaktadır:
Ama kim ki beni anmaktan yüz çevirirse, bilsin ki, onun dar bir hayat
alanı olacaktır ve kıyamet günü onu kör olarak kaldıracağız. [Taha/124]
Ayetteki 'kaldırma' fiili haşere kelimesiyle ifade edilmektedir. Aynı
surenin 125. ayetinde de aynı anlama gelmektedir.
3. Bir araya getirip önüne
koymak
Bir meseleyi isbat etmek için getirilen delilin kişinin önüne konması
da bu kelimeyle ifade edilmektedir:
Biz onlara melekler göndermiş olsaydık ve ölüler kendileriyle konuşmuş
olsaydı ve (hakikati kanıtlayacak) her şeyi karşılarına çıkarıp önlerinde bir
araya toplamış olsaydık... [En'am/111]
4. Sürüklemek
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/12'de sürüklemek manasını ifade
etmektedir.
İnkar, sadece dünyadaki zararlarıyla kalmamakta, kıyamet gününe uzanarak
insanları cehenneme sürükleyen bir güce dönüşmektedir. İnkar sebep, mağlubiyet
ve cehennem ise onun neticesidir. İnsanı cehenneme sürükleyen Allah değil,
inkarıdır.
(O, ne kötü bir meskendir).
Ayetin bu kısmındaki mihad kelimesinin kökü olan mehede yayıp döşemek,
yatağı sermek, kazanmak, hazırlamak, özrünü kabul etmek, kolaylaştırmak;
temehhede kalıbından alındığında birine bir işi kolaylaştırmak; mihad kalıbı
yatak, döşek, nehir yatağı, düz ve basık arazi; mehd kalıbı ise beşik anlamına
gelmektedir.
[36]
1. Hazırlık yapmak
Rum/44'te iyi davranışta bulunanların kendileri için hazırlık
yaptıkları ifade edilmektedir. Ayette geçen yemhedun kelimesi, dinlenecek bir
ortam hazırlamak anlamına gelmektedir.
2. Ufuk açmak
Müddesir/14'te mehhede kalıbından gelmekte ve temhid kalıbını da mutlak
meful olarak almaktadır. Her ikisine birden Muhammed Esed Onun ufkunu açtım;
Yusuf Ali ise Onun hayatını hoş ve rahat hale getirdim manalarını vermişlerdir.
Biz Muhammed Esed'in verdiği manayı birinci, Yusuf Ali'nin-kini de ikincil mana
olarak alıyoruz. Çünkü ufku açılmamış bir insanın hayatının hoş ve rahat
olması mümkün değildir. Aslında her iki mana da "açmak" anlamında
buluşmaktadır. Hayatı hoş ve rahat hale getirmek, onun sıkıntılarım, darlığını
açmak ile ufkun darlığını açmak aynı şeyi ifade etmektedirler.
3. Döşemek
Zariyat/48'de düzenlemek, yani canlıların yaşayabileceği bir ortam
haline getirmek, döşemek anlamına gelmektedir:
Biz yeri genişçe yaydık ve onu pek de güzel döşedik.
4. Beşik
Mehd kalıbı döşek manasına gelmektedir. Hz. İsa'ya, beşikte konuştuğundan
dolayı mehdi denmiştir:
Ve o, hem beşikte iken, hem de yetişkin bir adam olarak konuşacak,
dürüst ve erdemli kişilerden olacak. [Âl-i İmran/46]
5. Konaklama yeri
Bakara/206 ve A'raf/41'de, dinlenme ve konaklama yeri manasına gelmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/12'de de aynı anlamı ifade etmektedir.
Kur'an'da daha çok konaklama yeri manasına gelen mihad kalıbında yer
almaktadır.
İşte inkar psikolojisinin ve onun hayata geçirilmesinin ikinci
neticesi, böylesi kötü bir mesken olan cehennemi oluşturmasıdır. İman ile iyi
amelin insana hazırladığı hayat ile, inkar ve kötü davranışın getirdiği hayat
insanlara net bir şekilde anlatılmalıdır. Aslında inanç ve amel insanların
gelecekteki hayatını oluşturmakta, meskenlerini tesbit etmekte, mutluluk veya
mutsuzluklarını belirlemektedir. Aklın kullanılmaması, gönüldeki inancın doğru
olmaması, hakikatin inkar edilmesi, davranışlardaki olumsuzluk gelecekteki
hayatı karanlığa, mutsuzluğa ve cehenneme çevirmektedir.
[37]
71. Savaşta karşı karşıya gelen iki orduda sizin için bir işaret
vardır. Ordunun biri Allah için savaşırken, diğeri O'nu inkar ediyordu.
Gözleriyle diğer tarafı kendilerinin iki misli gördüler. Ama Allah, dilediğini
yardımıyla güçlendirir. Bakın, bunda görecek gözleri olan herkes için muhakkak
bir ders vardır.
[38]
Bu ayette müteşabih (çözülmesi, anlaşılması ve açıklanması zor olan)
bazı boyutlar vardır. Şimdi bu boyutları ele alalım:
1. (Karşılaşan iki toplulukta,
sizin için bir ibret vardır. Onlardan biri Allah yolunda savaşıyordu, diğeri
ise kafir idi. Kafir olanlar, Allah yolunda savaşanları iki kat görüyordu).
Biri iki görmeyi nasıl açıklayabiliriz? Bizim göremediğimiz askerler de
vardır. Şu ayet buna işaret etmektedir:
(Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır). [Fetih/4]
Demek ki, bizim beynimizin algılayamadığı, gözlerimizin göremediği askerlerden
teşekkül eden ordular da vardır. Bunları bizim göremememiz onların olmadığına
delil teşkil etmez. Çünkü göremediğimiz nice varlıklar vardır. Mesela, hâlâ
ışığı bize ulaşmamış nice yıldızlar vardır ki biz onları göremiyoruz.
Yine melekleri ve cinleri göremediğimiz halde onların varlığına inanıyoruz.
Allah'ın gökler ve yerdeki ordularının meleklerden teşekkül ettiğini bildiren
ayetler bulunmaktadır.
Âl-i İmran/13'te geçen "karşı karşıya gelen iki ordu"
ibaresiyle, -müfes-sirlerin ittifakına göre- Bedir'da karşılaşan müslüman ve
müşrik ordusu kas-dedilmektedir. Rivayet edildiğine göre müşrik ordusu 950
kişi, müslüman ordusu ise 313 kişiydi. Âl-i İmran/123 ayetine göre, Bedir'de
çok az olan müslüman ordusuna Allah yardım etti. Bu yardımın nasıl yapıldığı
ise şöyle açıklanmaktadır:
O zaman sen, mü'minlere şöyle diyordun: "İndirilen üç bin melekle
Rabbini-zin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir?" Evet,
siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, düşmanlarınız hemen şu anda
üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder. [Âl-i
İmran/124-125]
İşte bu ayetlerin içerdiği konuyu anlamak, göklerin ordularının
Allah'ın olduğunu söyleyen Fetih/4 ayetine inanmakla mümkün olur. Yüce Allah
göklerdeki ordusundan, müslümanlan takviye etmek için melekleri göndermektedir.
Bu durum fizik ötesi alemin, fizik alemi ile olan ilişkisine inanmakla
anlaşılır.
Diğer taraftan cinlerin ateşten, meleklerin nurdan (ışıktan, enerjiden)
-ki ateş ve ışık da birer maddedir-yaratıldığını biliyoruz. Öyleyse, ışık ve
ateş denen enerjinin maddeye dönüşümüyle melek ve cinlerin bedene bürünüp bu
aleme gelebileceklerini düşündüğümüzde meseleyi anlamak kolaylaşır.
Günümüzde uzaylı denen varlıklar, bedene bürünmüş melek veya cinler
olamaz mı? Çünkü onların da bir savaş teknolojisine sahip oldukları Fil/3-4'te
ifade edilmektedir.
Müşrik askerlerin müslüman askerleri iki kat görmesine sebep olan olgu,
Yüce Allah'ın müslüman orduyu takviye etmek için gönderdiği melekler olabilir.
Ama melek gönderilmeden, onlara öyle de gösterilebilir. O zaman En-fal/44
ayetini devreye sokabiliriz:
İşte böylece, savaşta karşı karşıya geldiğiniz zaman, onları gözünüze
az gibi gösterdi; tıpkı sizi de onların gözünde azalttığı gibi ki Allah işi
gerçekleştir-sin; çünkü bütün olay ve oluşumların gidişi, gelip Allah'a
dayanır. [Enfal/44]
Kafirleri müslümanlann gözüne az gösterdiği gibi, Âl-i İmran/13'te
ifade edildiği üzere müslüman tarafı da onların gözünde çok gösterebilir.
Yapılan bu açıklamalara rağmen, yine de konuda karanlık kalan bir boyut bulunduğunu
kabul etmek gerekir ki bu boyut iman alanına girmektedir. Onu tabiat kanunları
gibi bilemiyoruz, ama inanıyoruz. Zaten Allah ona ayet demektedir. Ayet de
ibret, mucize anlamına gelir. Müslümanların kafirleri az görmesi, kafirlerin
müslümanlan çok görmesi, yaşanan bir olgu olduğu için, gerçekler alemine intikal
etmiş ve bir ibret olma vasfını kazanmıştır.
Âl-i İmran/13 ayetini 12. ayete bağladığımızda şu neticeye
ulaşabiliriz: Bedir zaferini küçümseyen gruplara, "Siz de mağlup
olacaksınız" demekle, müslümanlann elde ettikleri zaferin ardında ilahî
yardımın olduğu söylenmektedir. Küçük bir ordunun, kendinden kat kat fazla
olan bir orduyu nasıl mağlup ettiğinin analizi yapılmaktadır. Kafirlerin
müslüman ordusunu iki kat fazla görüp korku psikolojisine bürünmeleri, zaferin
kazanılmasında büyük rol oynamıştır. Savaşın kazanılmasında, cesaret, sabır ve
inancın ne kadar büyük rol oynadığı, bunların yokluğunun da mağlubiyeti
getirdiği beyan edilmektedir.
Korku, düşmanı fazla veya güçlü gösterir; bu da mağlubiyetin ilk adımıdır.
Veya, gözün düşmanı fazla görmesi gönüle korku düşürür. Cesaret ve sabrın ne
denli büyük bir güç ve silah olduğu şu ayetle ifade edilmektedir:
Ey Peygamber! İnananları, savaşta ölüm korkusunu alt etmeleri yönünde
yüreklendir: Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiyi
tepeleyebilirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kafirlerden bin kişiye galip
gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. [Enfal/65]
Ayette üç önemli değer vurgulanmaktadır: Sabır, cesaret ve anlayış.
Cesaretli ve sabırlı olan müslümanlar, kendilerinin iki katı olan kafirleri
mağlup eder. Demek ki zafer gönülde başlıyor; gönülde kaybediliyor. Savaş
teknolojisinin en büyüğü sabır ve cesarettir. Savaşta kullanılan maddî
silahlar, bu manevî silahın yardımcısıdır. Burada, gönüldeki oluşumların,
gözleri ve idraki etkilediği gerçeği vurgulanmaktadır. Gerçeği sübjektif veya
objektif olarak görüp değerlendirmek de bundan kaynaklanmıyor mu?
2. (Allah dilediğini
yardımıyla destekler). Allah'ın yardımını celbeden şey, kulun imanı ve yararlı
işler yapmasıdır. Çünkü ilahî kanuna göre, Allah inanan ve iyi amel üretenleri
destekler:
(Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem
de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz). [Mü'min/51]
Görüldüğü gibi, Yüce Allah'ın yardımını, kulun gönlündeki iman harekete
geçirip pratiğe dökmektedir.
Muhammed/7'de kendisine yardım edene yardım edeceğini vaad eden Allah,
kulun dinine yardım etmesi halinde, kuluna yardım etmeyi kendisi için zorunlu
görmektedir.
Demek ki Allah'ın yardımı, kulun iman ve salih amel işlemesine
bağlıdır.
Bu da, Allah'ın yardımını gelişi-güzel yapmadığını göstermektedir.
3. (Elbette bunda görecek
gözler için büyük bir ders vardır).
Ayetteki ibret kavramı rüya tabir etmek, yorumlamak, nehrin bir yakasından
öteki yakasına geçmek, süratle yolu yarıp gitmek, gözden yaş akmak, dikkatle
anlayarak okumak, eşyanın kıymetini ölçmek, tartmak, içinde olanı sözle
açıklayıp ortaya koymak, helak etmek; itibar kalıbından denemek, tecrübe
etmek, ibret almak; ibare denince de manaya işaret eden küçük cümle anlamlarına
gelmektedir. Ayrıca ders almak, öğrenmek, örnek almak, uyan almak, dikkate
almak, addetmek, dikkatle bakmak, itibar etmek, şeref vermek, hürmet etmek,
takdir etmek, kadrini bilmek gibi manaları da bulunmaktadır.
[39]
1. Rüya yorumlamak
Rüya gören Mısır kralı etrafındakilere şöyle der:
(Ey soylular! Eğer rüya yorumlamasını biliyorsanız, bu rüyamı bana
yorumlayın). [Yusuf/43]
Buradaki yorumlamak, içinde olanı açıklamak, ortaya koymak, ondaki
manaları gözyaşı gibi akıtmak, dışarı çıkarmaktır.
2. Yolculuğa çıkmak
Abere fiili yol kelimesi ile kullanılınca, yolculuğa çıkmak anlamına
gelir. Süratle yolu yarıp geçmek anlamından hareketle Nisa/43'teki seyehatte olmak
manasına ulaşmış oluruz. Her iki kelimeyi birleştirirsek 'yolcu' manası
verebiliriz.
3. Ders
Bu kelime Kur'an'da daha çok ibret kalıbında yer almakta; anlatılan kıssalarda,
hayvanlarda, gece ile gündüzün ardarda gelmesinde, Firavun'un cezalandırılmasında
akıl sahibi, derinlemesine kavrayan ve saygı duyanlar için ibret/ders olduğu
ifade edilmektedir.
'Ders' anlamında emir kalıbı, sadece Haşr/2'de geçmekte ve hakikati
inkar edenlerin düştüğü olumsuz durum, kendi meskenlerini kendi elleriyle yıkacak
kadar korkuya kapılmaları, kendi yurtlarını tahrip etmeleri ifade edildikten
sonra şu emir verilmektedir:
(Öyleyse bundan ders alın siz ey derin kavrayış sahipleri). [Haşr/2]
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/13'e dönecek olursak, müşriklerin
mü'min ordusunu iki kat görmesi, Yüce Allah'ın dilediğini destekleyerek yardım
etmesi ve diğer sosyal olgular üzerinde düşünüp ders alınmasının öneminin
vurgulandığını söyleyebiliriz.
Ders alacak olanların ancak basiretli, akıllı ve saygılı kimseler
olduğu belirtilmektedir. Lübb (akıl), basiret ve saygının kaynağıdır. Tarihî
olgulardan ders alacak olanlar, selim akıl sahibi ve gönül gözü açık
olanlardır. Yüce Allah, inkar psikolojisinin insanı nerelere ve hangi
kayıplara götürdüğünü açıklarken insanın gönül gözüne, yani aklına hitap
ettiğini ayetin sonunda ifade etmektedir.
Bundan çıkan sonuç şudur: Tarihî olgulardan ve sosyal olaylardan ders
alabilmek için öğretim faaliyetinde insanın aklına hitap edilmeli; inkarın zararları
ile imanın faydalan açıklanmalıdır.
[40]
14. Kadınlara, çocuklara, altın ve gümüş (cinsinden) birikmiş
hazinelere, soylu atlara, sığırlara ve arazilere yönelik dünyevî zevkler
insanoğlu için çekici kılınmıştır. Bütün bu zevkler bu dünya hayatında
tadılabilir, ama hedeflerin en güzeli Allah katında olanıdır.
[41]
Ayetin analizinden şu neticeleri çıkarabiliriz:
1.
Ayette sayılan dünyevî
nimetlerin insan için çekici kılınması, bu eğilimlerin insanın tabiatına
yerleştirildiği anlamına gelir. Dünyevî nimetlere duyulan sevgi doğuştan
gelmektedir. Tabiattan kaynaklanan bu eğilimlerin disipline edilmemesi,
şehvetin sevgiye hakim olması zamanla tutkuya dönür ve insanın hayatının
biricik gayesi haline gelir. İşte (züyyine) kavramı ile bu eğilimlerin insanın
tabiatına yerleştirildiğine işaret edilmektedir.
2. Kadın ve çocukların, altın, gümüş, at, hayvan ve ekinlerle beraber sayılması, onları eşya seviyesine indirmez mi? Ayetteki (linnas) kavramı 'erkekler' anlamına geldiğine göre, kadınlar altını ve sayılan diğer şeyleri sevmez mi?
Bu soruların cevabını psikolojik açıdan vermek zorundayız. Ayetten şu
sonucu çıkarabiliriz: Kadınların sevilme, erkeklerin ise sevme yönleri daha
ağır basmaktadır. Erkek sevmeye, kadın ise sevilmeye daha yatkın olarak yaratılmıştır.
Bu hususta çocuklar da kadınlara benzer.
Öyleyse, ayette kadın ve çocukların eşya seviyesine indirildiği söylenemez. Cahiliye döneminde kadınların sevilmemesi, çocukların öldürülmesi bu ayetle yerilmekte, onların sevgi motifi oldukları, sevilmelerinin doğaya uygun olduğu vurgulanmaktadır. Kadınlara ve çocuklara karşı olan sevgi, doğuştan olduğu için, onları sevgi çemberinin dışına itmenin zulmün başlangıcı olduğuna dikkat çekilmektedir. Kadını sevgi çemberinin dışına itmek doğaya aykırı hareket etmektir.
3.
Bunlar, dünya hayatının
geçici menfaatidir ifadesiyle, değerlerin geçici olanlarıyla kalıcı olanlarını
bildirilmekte; tıpkı geçici dünya hayatı gibi, ona bağlı değerlerin de geçici
olduğu gerçeğine dikkat çekilmektedir.
4.
Ama hedeflerin en güzeli
Allah katında olanıdır.
Dönüp varılacak yerin bütün güzelliği Allah katında olduğuna göre, manevî
değerlerin öne çıkarılması zorunludur. Dünya ve onun değerlerinin ne kadar
sevilmesi gerektiğini, asıl hedefin Allah katında değerli bir yere sahip olan
davranış olduğunu vurgulayan bu ayet, dünyevî nimetlerle uhrevî hayatın
üzerine oturacağı güzel şeyleri üretmenin önemine dikkat çekmektedir.
Ahirete karşı dünyanın, dünyaya karşı ahiretin durumunu açıklamak ve
aralarında bir denge oluşmasını temin etmek din eğitiminin asıl amaçlarından
biri olmalıdır. Geçici nimetlerin ve sahte değerlerin peşinden koşup hayatı
boşa harcamanın, onları tutku halinde sevip tanrılaştırmanın insanın erdemini
yok ettiği anlatılmalıdır. Dünyevî nimetlerin, uhrevî hayat için bir vasıta
olduğu bilinci, insanlara din eğitimi vasıtasıyla kazandırılmalıdır.
[42]
15. De ki: "Size o dünyevî zevklerden daha hayırlı olan şeyleri haber vereyim mi? Takva sahipleri için Rableri katında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür".
Bu ayet 14. ayetin devamı ve açıklamasıdır. Bu ayette, 14. ayette
sayılan ve "dünya zevki" olarak nitelendirilen dünyevî nimetler ile
Allah katında daha önemli ve Allah'ın ödülünü kazandıracak olan davranışlar
arasında bir mukayese yapılmaktadır. Böylece Hz. Peygamber'e ve sonraki
nesillere öğretim faaliyeti konusunda bir program sunulmaktadır:
1. Ayetin birinci kısmında yer
alan ve daha iyi, daha üstün, daha faydalı, daha değerli manalarının yanısıra;
seçmek, tercih etmek, daha iyi veya en iyi olanı araştırmak veya dilemek
manalarına da gelen ve hare fiilinden türeyen (hayr) kavramı, Kur'an eğitiminde
önemli bir yer tutmaktadır.
Ayetin bu kısmındaki Haber vereyim mi? ifadesi, "Öğreteyim
mi?" manasına gelir. Soru şeklinde olması, öğrencilerin dikkatini çekmek
içindir. İnsanlara, hangi değerlerin daha üstün olduğunu öğretmek,
tercihlerine rehberlik etmek amacını güden bu ayet, öğretim faaliyetinin
olmazsa olmazını önümüze koymaktadır.
Diğer taraftan daha üstün, daha değerli ve daha kalıcı olanı
öğretmekle, insanları yüce değerleri hayata geçirmek ve Allah katında önemli
ödüllere doğru yöneltmek için motive etmektedir. Dünyevî değerlerin motivasyonu
ile yüce değerlerin motivasyonunun farklı olması gerektiğine de işaret etmektedir.
İnsanları yüce amaçlar peşinde koşturmak için neyin daha değerli, daha üstün ve
daha faydalı olduğunu öğretmek gerekiyor. İşte Allah Teala Hz. Peygamber'e bu
öğretim faaliyetini yapmasını emretmektedir. Bu öğretim faaliyeti yürütülürken
takva sahiplerine dikkat çekilmektedir. Baka-ra/2'de takva kavramını genişçe
açıklamıştık. Takva'nm buradaki manasını 14. ayetin içeriğiyle doldurursak
diyebiliriz ki: Dünyevî zevklerle uhrevî zevkleri ayırt eden ve kendisini
dünyevî zevklerin peşine tutku ile düşmekten koruyan kimse muttakidir.
7a£vö'nın 'korumak' manasından hareketle de muttakinin, kısa vadeli, geçici ve
yüce olmayan değerleri tanrı edinmekten kendini korumasını bilen ve kendini
Allah katında olan en güzel ve en yüce hedeflere yönelten kimse olduğunu
söyleyebiliriz.
Ayetin ikinci kısmında muttakilere vaadedilen ödüllere işaret edilmektedir:
Altından ırmaklar akan cennetler, temiz eşler ve Allah'tan bir hoşnutluk.
Bu ödüller, insanları yüce değer ve amaçlara yöneltmek için motivasyon
görevini yerine getirmektedir. Altından ırmaklar akan cennetler, bu dünyadaki
davranışın sonucudur. Dünyevî nimetlerin geçiciliğinin bilincinde olan
kimsenin, onları tanrılaştırması mümkün değildir. Dünyaya tutku ile
sanlma-manın, ama ahireti kazanmanın yolunun bu dünyadan geçtiğinin bilincinde
olarak imanla birlikte erdemli bir hayat sürmenin karşılığıdır bu cennetler.
Ahiretteki temiz zevceler, dünyada horlamadan, dövüp sövmeden, zulmetmeden,
cinsel istismar aracı olarak kullanmadan kadınlarla güzel bir ilişki içinde
olmanın karşılığıdır.
Kadını, peygamberler de dahil tüm erkeklere kan, can ve süt veren,
terbiye eden bir varlık olarak görüp saygı duyan ve seven takva sahibi kimse
öteki dünyada temiz zevcelerle ödüllendirilecektir. Kadına güzel muamele eden
kişi, öteki dünyada bu muamelesinin karşılığım temiz kadın olarak bulacaktır.
Bu açıdan bakarak muttakinin tanımını şöyle yapabiliriz: Kadını sadece cinsel
obje olarak görmeyen, onu bir sevgi motifi olarak gören, horlamayan ve kötü
muamele etmeyen kimsedir.
Allah'ın hoşnutluğunu kazanmasının sebebi, üstün, hayırlı, faydalı
öğretiye tabi olup dünyevî değerlere tapmayan, tüm davranışlarını Allah rızası
için yapmasıdır. Bu ödülün, dünyevî menfaat için değil, sırf Allah rızası için
eylemde bulunan kimseye verileceğini garanti altına alan bu ayet, insanı en güzele
motive etmektedir. Böylece muttakinin başka bir tanımına ulaşmaktayız: Amelleri
sırf Allah rızası için olan kimse.
Muhammed Esed, vallâhu basîrun bi'l-ibâdi ibaresine, -isabetli bir
şekilde-Allah kullarını(n kalplerindeki her şeyi) görür manasını vermiştir.
Allah, kulun, eylemini hangi düşünce ve niyetle yaptığını görmekte ve
bilmektedir. Bu da 14 ve 15. ayette yer alan eğitim faaliyetinin bir parçasıdır.
Muttaki kavramı yüce ruhlu insanı ifade etmektedir. İnsanların bu seviyeye
ulaşması ise kolay değildir. Bir dizi eylem ve o eylemlerin arkasında lekesiz
bir düşünce, iman ve niyet gerektirir. Ama Allah'ın gözetimi bütün kullarını
kapsamaktadır. İbareye, onların kalplerinde meydana gelen her kıpırdanmayı
gördüğü manası verilebileceği gibi, onların tümünü gözetimi altında tuttuğu
manası da verilebilir.
[43]
16-17. (Allah) "Ey Rabbimiz! (Sana) inanıyoruz, bizi affet, günahlarımızı
bağışla ve bizi ateşin azabından emin kıl" diyenlerin; zorluklara
sabredenlerin ve sözlerini tutanların, (Rablerine) yürekten bağlı olanların,
(servetlerini Allah yolunda) harcayanların ve bütün kalpleriyle af dileyenlerin
(kalplerindeki her şeyi görür).
Âl-i İmran/15'te muttakilere hangi ödüllerin verileceği bildirilmiş;
fakat muttakinin kim olduğu ve hangi ibadetleri yaparak bu sıfatı hak ettiğine
açıklık getirilmemişti. îşte Âl-i İmran/16-17 ayetleri, muttakinin tanımını
ver-" mekte ve hangi amellerle bu mertebeye erdiğini açıklamaktadır.
Buna göre muttaki'nin nitelikleri şunlardır: Allah'a iman etmek;
günahlarının affını O'ndan dilemek, azaptan korunmayı O'ndan istemektir.
Muttaki, imanını itiraf ettikten sonra, günah işlemiş olacağı ihtimalinden
hareketle Allah'tan af dilemektedir. Allah'tan af dilemek, kişinin benliğinin
kendisi ile Allah arasına girmesine mani olmak demektir. Kendisini temize
çıkarmayan kişi, Allah'a karşı aczinin bilincinde olan kişidir. Bu bilinç ve
bu benlikten sıyrılma, takva kelimesinin içini dolduran ikinci oluşumdur.
Bizi ateşin azabından koru duası, hem aczi itiraf, hem de amellere
güvenmeme anlamına gelmektedir. İman, af ve korunma şeklinde formüle edilen
takvanın birinci basamağını, alçak gönüllü olmayı ifade etmektedir.
Zorluklara karşı sabretmek, ikinci basamağı teşkil etmektedir. Sabır,
karşılaşılan zorluklara, problemlere, kısaca hayatın bütün meşakkatlerine
göğüs germek, onları çözümlemek, onların altında ezilmeyerek karşılık
vermektir. "Sözlerini tutanlar" ifadesi de sadakat denen ahlâkın
temel değerini hayata geçirenleri ifade etmektedir. Allah'a, insanlara ve
nihayet kendisine karşı sadık olan kimse muttaki demektir. Kendine karşı
dürüst olmayan, diğer insanlara ve nihayet Allah'a karşı da dürüst olamaz.
Huzurda boyun eğenler ifadesi, yürekten bağlılığı ifade eder. Kanit kavramı,
dürüst insanın içten bağlılığı, boyun eğmesi anlamına gelir. Hangi şartlar
altında olursa olsun, bağlılığını asla elden bırakmaz. Kendine, insanlığa ve
Allah'a bağlılığında asla sahtelik bulunmaz.
Allah yolunda harcayanlar ifadesiyle, ihtiyaç sahiplerinin elinden
tutan, insanlığın yararına yatırım yapan, ihtiyaç duyulan projelere yardımda
bulunan, fakirlerin iniltisine kulak veren ve gereğini yapan kimseler
kasdedil-mektedir. Böyleleri takva denen erdemin doruk noktasına çıkmış
demektir. Ayette zikredilmesi, malından fedakarlıkta bulunmanın önemini
göstermektedir. Bütün kalbiyle af dileme eylemi, takva kavramının içini
dolduran son davranıştır. Af dilemek gibi erdemli bir hareketin kaynağı gönül
ise, bu kayda değer bir eylemdir.
Kısaca, mükafaat olarak altından ırmaklar akan cennetlere, temiz eşlere
ve Allah'ın rızasına kavuşan muttakiler; iman eden, günahını itiraf edip gönülden
af dileyen, ateşten sakınmak için yalvaran, sabreden, sadık olup gönülden
bağlanan, fedakarlık gösteren bir değerler manzumesini eyleme dönüştürenlerdir.
Bu insanlar, inancın ve ahlâkî değerlerin derinliklerine inen, onları özümseyen
ve davranışlarına yansıtan erdemin doruğunda bulunanlardır.
Bu ayetlerde, ahlâkî eğitimin insana kazandırması gereken değerler anlatılmaktadır.
Allah'ın tanımladığı bu şahsiyet, din eğitiminin hedeflediği insan tipidir.
Başarısını kanıtlayan eğitimi, sabır, sadakat, dürüstlük, fedakarlık ve
gönülden af dilemek gibi insanlığın yücelttiği değerleri insana kazandıran
eğitimdir. 17. ayetin sonunda yer alan "seherlerde af dileyenler"
ifadesinde-ki j£î (eshâr) kelimesine müfessirler, fecrin doğuşundan önceki
zaman manasını vermektedirler. Bu kelime sehere fiilinden türemiş olup
cezbetmek, büyülemek, kendisinden geçirmek, aklını çelmek, meftun etmek,
tatlılıkla kandırmak, yaltaklanmak, fecirden önce hafif bir kahvaltı yapmak
manalarına gelir.
Sehr veya suhr kalıbından alındığında şafaktan önceki vakti ifade eder.
Sahr, suhr veya suhur kalıbından getirilince, kalbin özü, kalbin en iç kesimi
veya sadece kalp anlamına geldiği[44]
gibi, vücudun akciğer bölgesini de ifade eder. Akciğerin nefes alan bir organ,
seher vaktinin de gündüzün nefes almaya başladığı an olması sebebiyle bir
manada buluşmaktadırlar.
Muhammed Esed'in verdiği mana ve açıklamadan hareket edersek eshar
kelimesinin, kalbin derinliklerinden gelen bir af dileme manasına geldiğini
söyleyebiliriz. Öyleyse muttaki, içinden gelerek af dileyen kimsedir.
[45]
18. Allah ile melekler, hak ve adaleti gözeten ilim sahipleri O'ndan
başka tanrı olmadığına şahittir. O'ndan başka tanrı yoktur, kudret ve hikmet
sahibidir.
[46]
Ayette, Allah'ın dışında ilah bulunmadığına şehadet edenlere dikkat
çekilmektedir:
1. (Kendisinden başka tanrı
olmadığına Allah şehadet etmektedir).
Buradaki şehadet, bilgiye dayanarak haber vermek anlamına gelebileceği
gibi, açıklayıp ortaya koymak manasına da gelebilir.
Yüce Allah'ın, kendisinin tek olduğuna şehadet etmesi, açıklaması veya
haber vermesi, bilmesi anlamını ifade etmektedir. Allah Teala, yarattığı ölçülü,
düzenli ve sistemli kainat ve ondaki varlıklar vasıtasıyla kendinden başka
tanrı olmadığım açıklamaktadır. Tabiat kanunları veya varlıklar vasıtasıyla
Allah'ın varlık ve birliğine ulaşmak, şehadet demektir. Varlıklar alemi vasıtasıyla
birliğini isbat etmesi, öğretmesi ve ilan etmesi de Allah'ın şehadet etmesi
anlamına gelmektedir.
2.
(Melekler de Allah dışında
ilah bulunmadığına şehadet eder).
Meleklerin şehadet etmesi, Allah'ın şehadet etmesinden farklıdır.
Onların, Allah'ın birliği konusundaki bildirgesini insanlara aktarmak suretiyle
şehadet ettikleri bir gerçektir. Ama melekler Allah'tan başka tanrı olmadığına
da inanmaktadırlar.
3. (Adaleti gözeten ilim
sahipleri de Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet eder).
İlim sahiplerinin Allah'ın birliğine olan imanları, bilgiye dayandığı
için 'şehadet' kavramı ile ifade edilmektedir.
Adaleti ayakta tutmak, burada hal makamındadır. Bunu Allah'a verenler
olduğu gibi ilim sahiplerine verenler de vardır. Biz ilim sahiplerine vermeyi
uygun buluyoruz. Adaleti ayakta tutmak, Allah'tan başka tanrı olmadığı inancına
sahip olmak, Allah'ın hakkını teslim etmek, inancı yerli yerine koymaktır. Bir
şeyi layık olduğu yere koymak adalet olduğuna göre, Allah'tan başka tanrı
olmdığı gerçeğine inanmak, hakkı teslim etmek demektir. Öyleyse ilim sahibi
insanlar Allah'ın hakkım bilinçli bir şekilde teslim ettiklerinden, adaleti
ayakta tutan kimseler olmaktadırlar. Başka bir ifadeyle şirk koşmamak, Allah'ın
hakkıdır; hakkı yerine getiren kişi de adildir.
Ayette sadece ilim sahiplerinin zikredilmesi, ne anlama gelir? Şehadet,
bilerek iman etmek olduğundan, bilinçli inanmak şehadettir. Böyle bir iman da
sadece ilim sahiplerine mahsustur. Yüce Allah'ın kudretini kainat kitabında
görerek, okuyarak ve bilerek iman ettiklerinden dolayı ilim sahipleri burada
anılmaktadırlar. Zümer/9 ayetine göre bilen insanların üstünlüğü vardır ve bu,
Âl-i İmran/18'de zikredilmekle teyid edilmektedir.
Şehadet etmede bilen insanlar Allah ve meleklerle aynı eylemi paylaşmakta
olduğundan, bilginin insanı ne kadar yücelttiği ortaya çıkmaktadır. Bilgisiyle
insan, Allah'ın şehadet eylemini yeryüzüne indirmekte ve yansıtmaktadır.
Bilgiye dayanan şehadet kesin ve doğrudur. Yüce Allah ilim sahiplerini burada,
aynı zamanda Allah'ın hakkını teslim eden kişiler olarak nitelendirmektedir.
Hakkı teslim etmeyen ve bu yolla adaleti ayakta tutmayan kişiye alim denemez.
O halde ilim adamının nitelikleri arasına adaletli olmak ve hakkı teslim etmek
de girmektedir. Allah'ın hakkını teslim etmek, O'ndan başka tanrı olmadığına
şehadet etmek, yani bilinçli olarak inanmakta
4. (Ondan başka tanrı yoktur,
kudret ve hikmet sahibidir).
Burada Allah dışında ilah olmadığı, kudret ve hikmet sıfatlarıyla
beraber tekrarlanmaktadır. Bu, Allah'ın kudret sahibi olup her yaptığını yerli
yerinde yapması anlamına gelir. Aziz sıfatı, mülkünde mağlup edilemeyen, her
zaman galip olan bir kudrete sahip olduğunu; hakim sıfatı ise bütün işlerini
yerli yerinde yaptığını ifade eder. Tek olmayan, işine başkasını ortak eden
bir varlık bu işleri yapamaz.
Ancak sonsuz ve eksiksiz bir ilme sahip olan varlık bütün işlerini
eksiksiz ve yerli-yerinde yapacağından hakim sıfatmı alabilir. Aziz sıfatı ile
hakim sıfatı arasındaki ilişki, bilgi ile kudret arasındaki ilişkinin aynıdır.
Bu ayetin, 10 ve 13. ayetlerle alakasını şu şekilde kurabiliriz:
Kafirlerin inkarlarının zararı kendilerine olup Allah'ın birliğine bir nakısa
getirmez; çünkü Allah, melekler ve ilim sahipleri buna şehadet etmektedir.
Diğer taraftan bu ayet, Âl-i İmran/2 ile, ilim sahiplerine yer verdiği için de
Âl-i İmran/7 ile alakalıdır. Allah'ın birliğinin vurgulandığı 2. ayetle, ilim
sahiplerinin zik-redildiği 7. ayet bu ayetin çatısını teşkil etmektedir.
[47]
19. Allah katında hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine
ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler.
Allah'ın ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki, Allah'ın hesabı çok
çabuktur.
Fatiha/4'te din, Bakara/208'de de İslâm kavramını açıkladığımızdan burada
izah etmeyeceğiz.
[48]
Bu ayetten bazı sonuçlar çıkarabiliriz:
1.
Razi'nin bu ayetin tefsiriyle
ilgili nakillerine bakılırsa bu ayet, 18. ayetteki şehide (şahit oldu, ortaya
koydu, bildirdi) fiilinin tümleci olup Allah'ın, meleklerin ve adil ilim
sahiplerinin şehadeti, hem Allah'tan başka tanrı olmadığını, hem de Allah
katında hak dinin İslâm olduğunu kapsamaktadır.
Razi'nin naklettiği bu yorum, 18. ayetin yorumunu kolaylaştırmaktadır. Çünkü 18. ayette, Allah'ın ve meleklerin, Allah'tan başka tanrı olmadığına şehadet etmeleri net bir şekilde anlaşılmakta; ama adaletin bayrağını ayakta tu-tan ilim sahiplerinin yanısıra adil olmayan ilim sahiplerinin veya ilim sahibi olmayanların da, Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet edip etmedikleri kapalı kalmaktadır.
19. ayeti bu ayete bağlarsak bu kapalılığı giderebiliriz. Adaletin
bayrağını ayakta tutan ilim adamları, dinler arasında seçim yapma gücüne sahip
olduklarından, hangisinin Allah katmda geçerli olduğunu anlayabilirler; fakat
adil olmayan ilim adamları bunu anlayamazlar. Buradan hareketle kaimen
bi'l-kıst (adaleti ayakta tutan) ibaresine, 7. ayette zikredilen
objektif/tarafsız, aklını kullanan, düşünen, ilmî derinliği olan ilim adamları
manasını vermek mümkündür. Çünkü objektif tarafsız olan ilim adamı, dinleri
inceledikten sonra hangisinin daha üstün ve hak olduğuna rahatlıkla karar
verebilir.
19. ayetin 18. ayetle olan bağlantısının başka bir boyutu da, adaletin
bayrağını ayakta tutan ilim adamlarının kıskançlık yüzünden ihtilafa düşmeyeceklerinin
ifade edilmesidir. Çünkü adil olmayan ilim adamları kıskançlık gösterir ve bu
da ihtilafa sebep olur. Demek ki adil ilim adamı, kıskançlık göstermeyen ve
lüzumsuz yere ihtilaf çıkarmayan kimsedir. Bilginin gereğini yerine getirmek,
doğruyu itiraf, hakkı teslim etmek adaletin ta kendisidir. Cahil kimse veya
objektif/tarafsız olmayan ilim adamı doğruyu, hak olanı bilemediği veya
tarafsız bakamadığı için doğruyu itiraf, hakkı teslim edemez. Onun için bu
insanlar, tevhid dinini anlayıp seçme, Allah katında geçerli olan dini
belirleme gücünü gösteremezler. İşte bu sebeple Yüce Allah 18. ayette adaletin
bayrağını ayakta tutan, yani objektif olan, tarafsız bir şekilde davranan ilim
adamlarını özellikle zikretmiştir.
19. ayette de bilgi sahibi olmalarına rağmen, tarafsız olamadıklarından
kıskançlıkları yüzünden ihtilafa düşen, yani adaletin bayrağını ayakta tutamayanlara
dikkat çekilmektedir. Bu açıdan bakınca 18. ayetle 19. ayetin bir bütünün iki
parçası oldukları anlaşılır.
2. İslâm kavramı barış, güven,
teslimiyet ve rahmet manalarına geldiğine göre, Allah katında makbul olan dinin
barış ve güven dini olacağı anlaşılır. Allah katında tek din İslâm olduğuna
göre, hak dinin barış dini olduğu gerçeği de ortaya çıkmaktadır.
Demek ki İslâm dini insanlığa barışı, güveni, Allah'a teslimiyeti ve rahmeti getirmiştir. Öyleyse hangi dinden olduğumuzu sorana, "Barış dinindenim" veya "Dinim barıştır" cevabını rahatlıkla verebiliriz. Çünkü İslâm dini Kur'an'ın ortaya koyduğu dindir. Kur'an ise, insanın kendisi, Allah ve diğer insanlar ile barış içinde yaşamasını temin etmek için gelmiştir.
Hz. Adem'den itibaren bütün peygamberlerin dini olan İslâm, kesintisiz
bir süreçtir. Katında geçerli olan tek dinin İslâm olduğu yargısıyla Yüce Allah,
kullarının tercihine rehberlik etmektedir. 18. ayette Allah'ın, meleklerin ve
adil ilim sahiplerinin tevhid dini olan İslâm'ı tercih ettiklerinin belirtilmesi,
insanların tercihlerine rehberlik amacına yöneliktir.
3. Dinin geçerlilik ölçüsü,
"Allah katında" ifadesiyle belirlenmektedir. Hak dinin, Allah
tarafından belirleneceği, beşerin ölçüsüyle tesbit edilemeyeceği, bir insanın
katında değerli olan felsefî sistemin din olma vasfını kazanamayacağı esası
getirilmektedir.
Allah katından yetki almayan bir fikir sistemi, hak din olamaz. Hak din
ilahî vahiyle oluşan bir müessesedir. Onun içindir ki ayette indallah (Allah
katmda) buyurulmakta; böylece Allah'ın tasvip etmediği dine, din denemeyeceği
vurgulanmaktadır.
4. (Kitap verilenler,
kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa
düştüler).
Ayetin bu kısmıyla Bakara/213 ayeti, -apaçık deliller geldikten sonra
ifadesi hariç- aynıdır.
Bakara/213'te ihtilafa düştükleri konularda hüküm vermesi için kitap
gönderildiği, kendilerine gelen açık delillere rağmen kıskançlık sebebiyle
ihtilafa düştükleri; Âl-i İmran/19'da ise din konusunda ihtilafa düştükleri
beyan edilmektedir.
Allah Teala burada ihtilafa düşmelerinin sebebini belirleyerek
davranışlarının analizini yapmakta ve kıskançlığın karşısında bilginin etkisiz
kaldığına ve kalabileceğine işaret etmektedir. Kendilerine kitap verildiği ve
ilim geldiği halde ihtilafa düşmelerine, aralarındaki kıskançlık sebep
olmuştur. Demek ki kitap ve bilgi sahibi olmak, kıskançlığı
engelleyememektedir. Ancak, 18. ayette dikkat çekilen adalet ile, yani
objektiflik, tarafsızlık ile bilgi bir araya geldiğinde kıskançlık ortadan
kalkar. Bilgi ve adalet bir araya geldiğinde, kıskançlık hastalığına şifa olur
ve haset mikrobunu mağlup eder.
Objektif/tarafsız olamayan ilim adamlarının kıskançlığı hem dinler
arası düşmanlığı körüklemiş; hem de üniversitelerin erdemini yok etmiş ve etmektedir.
Bilginin engelleyemediği kıskançlık, hem bilginin etkinliğini azaltmakta, hem
de hak dinin seçiminde yanılgıya sebep olmaktadır. Hak dinin tesbiti,
kıskançlığı ortadan kaldıran bilgi ve adaleti şahsiyetine sindiren ilim
adamalarının işidir. İlim sahibi din adamları, objektifliklerini korurlarsa, insanlığı
din çekişmelerinden kurtarabilirler. Hak dini bulmak isteyen bilim adamları,
kendilerini subjektifleştiren, yani taraf kılan her sahte fikirden
sıy-rılmalıdırlar. Dinleri mukayeseli olarak araştırırken, sahip oldukları
önyargılardan sıyrılmaları, objektif/adil olmaları ve kıskançlığı elden
bırakmaları zorunludur.
Objektif olmayan ilim adamları ilahî gözlükle meselelere bakamaz, aralarında
kin ve kıskançlığın doğmasını engelleyemez ve neticede din adına insanlığa
düşmanlık aşılar ve kavgalara neden olurlar. Bu ayetlerde, geçmişteki bir olgu
anlatılmak suretiyle, günümüzdeki bölünmelere, ihtilaflara, din istismarına
ışık tutulmakta, bunların nedenlerine ve çözüm yollarına işaret edilmektedir.
5. (Kim Allah'ın ayetlerini
inkar ederse, bilsin ki Allah, hesabı pek çabuk görendir).
İhtirasın, kıskançlık ve kinin getirdiği ihtilaf, inkara kadar uzanan
bir süreçtir. İhtilaf eden taraflardan biri hakkı kabul, diğeri ise inkar
etmektedir. Bilgiyi hakem kılmamak, ona sırt dönmek ve ihtirasa kapılmak inkarı
getirir; inkar da ilahî hesabı süratlendiir.
Bilgiyi ihtilaf konusu yapmak, onu ihtirasa kurban etmektir. Allah
Teala, bilgiyi ihtirasa kurban edenlerin cezasını hemen vereceğini ifade
etmektedir. Hesabı çabuk görmesi, suçun cezasını dünyada vereceği anlamına
gelir. Allah'ın, hesabı acele görmesinin nedeni de, -ayetten anlaşıldığı
üzere- bilgilendirildikten sonra ihtiras yüzünden ihtilafa düşmek ve inkara
sapmaktır. Yüce Allah, bilgiyi ihtirasa kurban etmenin çok kötü neticeler
doğuracağı mesajıyla, bilgiye ne kadar önem verdiğine dikkat çekmektedir.
Allah'ın bu mesajından şu sonucu da çıkarabiliriz: Allah katında hak dinin
İslâm olduğu gerçeği tartışmaya açılamaz, ihtiras konusu edilip üzerinde ihtilaf
yapılamaz. İnsanları bu hatadan, ancak objektif ilim adamları döndürebilir.
Allah'tan başka tanrı olmadığı hakikatini birinci ilke olarak ortaya koyan
İslâm, ihtilafları kaldırmak, ilim ve düşünce hayatına tevhidi getirmek için
gönderilmiştir.
Bütün olumsuzluklardan arınmış olan bu din ihtiras, kin, düşmanlık ve
inkar alanı haline getirilemez. Din eğitimi onu bu çekişme alanının dışında
tutmalıdır. Vahyi, aklı ve bilgiyi elden bırakmadan İslâm'ın üstünlüğünü isbat
etmelidir.
[49]
20. Seninle tartışmaya girerlerse de ki: "Ben ve bana tabi
olanlar, tüm benliğimizi Allah'a teslim ettik". Daha önce vahiy verilmiş
olanlara ve kitap ile ilgisi olmayanlara sor: "Siz kendinizi O'na teslim
ettiniz mi?" Ve eğer O'na teslim olurlarsa muhakkak doğru yol
üzerindedirler; ama yüz çevirirlerse, unutma ki, senin görevin sadece mesajı
iletmektir; zira Allah kullarını çok iyi görmektedir.
Ayette geçen (haccû) kelimesini Bakara/l 39'da açıklamıştık. Buradaki
manası "tartışmak, mücadele etmek"tir. Tartışmanın varlığı, Hz.
Peygam-ber'e tepki gösterildiğinin delilidir. Bütün peygamberler, büyük
tepkilerle karşı karşıya kalmışlardır.
Aslında olumsuz tepkinin muhatabı peygamberlerin şahıslan değil getirdikleri
mesajlardır:
Bu insanların söylediklerinin seni gerçekten üzdüğünü pekala biliyoruz.
Ama unutma ki, onların yalanladığı sen değilsin; bu zalimlerin inkar ettiği,
aslında Allah'ın ayetleridir. [En'am/33]
Yalanlama veya inkar şeklindeki olumsuz tepkinin muhatabı peygamber
değil, Allah'ın ayetleri olduğuna göre, Âl-i İmran/20'deki mücadelenin alanı
tesbit edilmiş olmaktadır.
Peygamberle mücadele edenlerin, adil, yani objektif/tarafsız bir
tavırla mesajları incelemekten yoksun olan, ihtiras, kin ve nefretle dolu olan
sözde ilim adamları olduğu, bir önceki ayetten anlaşılmaktadır. Kendilerine
ilim verildiği halde, ihtiraslarına mağlub olan insanlar, peygamberlerle
tartışmaya girerek tepki göstermişlerdir.
1. Onların bu olumsuz
tepkisini önlemek için Âl-i İmran/2-3'te Allah'ın hayy ve kayyum olduğu, Tevrat
ile İncil'i ve Kur'an'ı indirdiği beyan edilmiş; böylece Tevrat ve İncil ile
Kur'an'ın mesajının birliğine dikkat çekilmiş, Kur'an'ın onları tasdik ettiği
belirtilmiştir. Âl-i İmran/7'de ise ilimde derinleşen ilim adamlarının tavnna
dikkat çekilerek, nasıl davranmaları gerektiği beyan edilmiştir. Âl-i
İmran/7'de ayetlerin tümünün Allah katından olduğunu ifade eden ilimde
derinleşenlerin, 18. ayette adaletin bayrağını ayakta tutanların tavrı ortaya
konulmak suretiyle, nasıl davranmaları gerektiğine ışık tutulmuştur. Ama
onlar, aralarındaki ihtiras ve kıskançlık sebebiyle din konusunda ihtilafa
düşerek peygamberle mücadele etmişlerdir.
Ayetin daha sonraki bölümünde Kendilerine kitap verilenlere söyle ifadesiyle, tartışanların kitap ehli olduğu ortaya konmuştur. Tartışmayı başlatanlar, Üzeyir Allah'ın oğludur diyen yahudiler ile Mesih Allah'ın oğludur [Tev-be/30] diyen hristiyanlardır. Onun için surenin ilk ayetlerinde Allah'ın, meleklerin ve adaleti ayakta tutan ilim sahiplerinin O'ndan başka tanrı olmadığına şahadet ettikleri beyan edilmiştir. Böylece, tartışma konusunun tevhid olduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten o zamandan bu zamana kadar kitap ehlinin en büyük sorunu, Allah'tan başka tanrı olmadığı ilkesini kabullenme meselesi olmuştur.
2. Onlara nasıl mukabele
edileceği ayetin ikinci bölümünde ele alınmaktadır. Bu bölümde hem
Peygamber'in takip etmesi gereken metod belirleniyor, hem de tartışmanın hangi
konu üzerinde cereyan ettiği beyan ediliyor.
a) ("Bana uyanlarla
birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim" de!)
Burada, Allah'ın birliği hakkında sorunu olan ve bunu tartışmaya dönüştüren
kişiye nasıl davranılacağının metodu öğretilmektedir. Yüce Allah Hz.
Peygamber'e, kendisine uyanlarla beraber Allah'a teslim olduklarını söylemesini,
ardından da şu teklifte bulunmasını emretmektedir:
b)
(Daha önce vahiy verilmiş olanlara ve kitap
ile ilgisi olmayanlara sor: "Siz de kendinizi Allah'a teslim ettiniz
mi?" Ve eğer O'na teslim olurlarsa muhakkak doğru yol üzerindedirler).
Daha önce vahiy verilmiş olanlardan kasıt, kitap ehlidir. Ümmiler'den
kasıt ise, tartışmaya katılan, fakat kutsal kitaptan, yani vahiyden haberi
olmayanlardır. Demek ki tartışmaya vahyi bilenlerin yanısıra, bilmeyenler de
katılmışlardı.
Demek ki tartışanların sorunu Allah'a teslim olma konusunda idi.
Allah'a teslim olmanın ne ifade ettiğini ortaya koymak, bir öğretim metodudur.
Olumlu davranışta bulunanın ne elde edeceğini belirtmek, tartışmayı iyi yöne
çekmektir. Olumsuz davranışın kötü neticesinden önce, olumlu davranışın
neticesinin bildirilmesi de güzel bir metoddur.
Ayetin bu kısmından, "Allah katında hak din İslâm'dır" [Âl-i
İmran/19] ifadesindeki islâm kelimesinin, bütün benliğiyle Allah'a teslim olmak
manasına geldiği anlaşılmaktadır. Demek ki din, bir manada bütün benliği Allah'a
teslim etmek anlamına gelmektedir.
Yine hidayetin de, bütün benliği Allah teslim etmek manasını ifade
ettiği anlaşılmaktadır. "Teslim olurlarsa doğru yolu bulmuşlardır"
ifadesi buna işaret etmektedir. Doğru yol, bütün benliği Allah'a teslim
etmektir.
c) (Yok eğer yüz çevirirlerse,
sana düşen sadece tebliğdir).
Demek ki gerekli açıklamalardan sonra, bir tepki olarak yüz çevirmekten
ileri gitmemek gerekir. Bu, dinine hakaret edilmesini ve dininin tartışma konusu
yapılmasını önler. Dinî konulardaki tartışma, mesajı iletme safhasında kalmalı,
kavgaya dönüşüp dinin değerlerine hakaret noktasına ulaşmamalıdır. Ankebut/46
ayeti tartışma metodunun şeklini ve sınırlarını tesbit etmektedir:
İçlerinde zulmedenleri müstesna, kitap ehli ile sadece en güzel metodla
mücadele edin ve deyin ki: "Bize indirilene de, size indirilene de iman
ettik. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir ve biz O'na teslim
olmuşuzdur". [Ankebut/46]
Kitap ehliyle en güzel şekilde tartışmak, ancak müşterek inanç
esaslarından, vahyin kesintisiz bir süreç olduğu ilkesinden, Allah'ın birliği
inancından, aynı Allah'a imandan, tevhid inancının tartışmayı, bölünmeyi değil,
asgari müşterekte toplanmayı öngördüğünden hareketle mümkün olabilir.
Ankebut/46 da, Âl-i İmran/20 ayetiyle aynı mesajı, Allah'a teslim olma
mesajını taşımaktadır. Demek ki tartışmayı güzelleştiren şey, müşterek taraflar
üzerinde konuşulmasıdır. Farklılıklardan değil, benzerliklerden ve müşterek
olanlardan hareket etmek en güzel metoddur. Nahl/125'te yer alan Onlarla en
güzel şekilde mücadele et emri, tartışmanın dinin değer ve hükümlerine zarar
vermeyecek bir şekilde cereyan etmesi gerektiğine işaret etmektedir.
3. (Allah kullarını çok iyi
görmektedir).
Hz. Peygamber'e, sadece tebliğci olduğu, tebliğden ötesinin insanların
kalplerindeki oluşumları görebilen ve onlara vakıf olan Allah'a bırakması gerektiği
söylenmektedir. Şura/48'de de ifade edildiğine göre Hz. Peygamber insanların
bekçisi değildir, ona düşen tebliğdir, yani mesajı duyurmaktır. Bundan ötesi,
insanların herşeyine vakıf olan Allah'a aittir.
[50]
21-22. Allah'ın ayetlerini inkar edenlere, peygamberleri haksız yere
öldürenlere ve adaleti emreden insanların canına kıyanlara gelince, onlara
acıklı azabı bildir. İşte onlar dünyada da ahirette de çabaları boşa giden
kimselerdir. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur.
Bu ayetlerden, 20. ayetteki Eğer yüz çevirirlerse ifadesiyle, kitap
ehlinden olup da Allah'ın birliğini, O'na teslim olmayı reddeden kimselerin
kasdedildiği anlaşılmaktadır, inkar edenler, Hz. Peygamber döneminde yaşayanlardır;
peygamberleri ve adaleti emredenleri öldürenler ise önceki nesillerdir.
[51]
21. ayette üç olumsuz davranışa dikkat çekilmektedir:
I. Allah'ın ayetlerini inkar
etmek,
II. Peygamberleri öldürmek,
III. Adaleti emredenleri
öldürmek.
I. Allah'ın ayetlerini inkar
etmek,
Allah'ın ayetlerinden kasıt, kutsal kitabın hükümleri olabileceği gibi,
mucizeler de olabilir. İnsanlığın Kur'an öncesi kültürü, iyiyi, güzeli,
doğruyu, mutluluğu getirecek nitelikte değildi. İnsanlık, inkar psikolojisinin
sebep olduğu buhranlar nedeniyle ızdırap çekiyordu.
inkar hastalığı, sadece sahibine zarar vermekle kalmamış, kalpten
kalbe, beyinden beyine, nefisten nefise bulaşmıştır. İnkar psikolojisi, ferdî
bir olgu olmaktan çıkıp toplumsal bir boyut kazanarak kitleleri etkisi altına
alınca, bir yanardağ gibi hem ferdin hem de toplumların erdemini yakıp kül
etmiş ve etmektedir.
İşte bu erdemsizlik, insanları Allah'ın mesajına, dolayısıyla Peygamberine
sut dönmeye götürmüş ve götürmektedir.
II. Peygamberleri öldürmek
Bakara/9l'den de anlaşıldığı üzere, gerçek olmayan iman, katli
önleyeme-mektedir:
Kendilerine "Allah'ın indirdiğine iman edin" denilince, "Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız" derler. Ve ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o Kur'an ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. Onlara "Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?" deyiver. [Bakara/91]
İsrailoğullan peygamberleri öldürmek gibi bir kara lekeyi üzerlerinde
taşımaktadırlar.
Peygamberleri haksız yere öldürmeleri, insanlığın meydana getirdiği kültürün, Resulullah dönemine zehirli olarak gelmesine neden olmuştur.[52] Belki de peygamberlerin öldürülmesi, insanlığın gelişmesini yavaşlatmış, bugünkünden daha ileri bir seviyeye gelmesini önlemiştir. Peygamberlere karşı koymak ve onları öldürmek, insanlığın temiz ırmağına zehir saçmış; insanlığın başına belalar gelmesine sebep olmuştur. Hz. Peygamber'in devraldığı kültür bu olgularla malûl durumdaydı. Bu ayetten, Kur'an'ın insanlığa teneffüs ettirmek istediği temiz havanın içinde öldürülen peygamberlerin kan kokusu olduğu anlaşılmaktadır.
III. Adaleti emredenleri
öldürmek
Adaleti, iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı emreden, öğreten, hatırlatan insanları da öldürdüler. Peygamberleri öldürmek suretiyle dinî, adaleti emreden hukukçuları öldürmek suretiyle de hukuku kirlettiler. Din adamlarına ve hukukçulara tahammül edemeyenler, onların canına kıyma günahını da işlemişlerdir. Böylece insanın psikolojik yapısında başlayan inkarın, davranışlara, oradan insan ilişkilerine sıçradığını ve öldürmeye kadar uzandığını görüyoruz. İnkar sebep, öldürme ise sonuçtur.
Peygamber'e ve adaleti emreden hukukçulara vurulan kılıç, insanlığın erdemine
bir hançer gibi saplanmıştır. İnsanlık tarihinin, elindeki hançerden kan
damlayan insanlarla dolu olduğu anlaşılmaktadır.
Artık insanlık hançerini peygamberlere, adaleti emreden hukukçulara değil,
cehalete, düşmanlık duygusuna, kine, ihtiras ve kıskançlığa vurmalıdır. Ama
insanlık kendi gönlündeki inanç duygusunu, adaleti, hukuku hançerle-meye,
sevgiyi, toleransı, güzelliği katletmeye devam etmektedir. Hâlâ peygamberler
bedenen değil ama, ruhen hançerlenmektedir. Böylece insan, kendi içindeki
güzellikleri hançerlemiş, içindeki adalet duygusunu katletmiş olmaktadır.
Demek ki öldürme, şekil değiştirerek devam etmektedir.
Gençlerin beynine sokulan her yanlış bilgi bir hançer görevi yapmakta
ve bir beyin kirlenmesi meydana getirmektedir. Artık hançerin yerini kitaplar
almıştır. Artık kalemimiz, peygamberlerin ve adalet adamlarının öldürülme olgusunun,
şekil değiştirerek devam ettiğini yazmak istemiyor. Böyle davrananlann çabalan
dünya ve ahirette boşa çıkacak ve onlara asla yardım edilmeyecek; acı bir
azapta kavranacaklardır. İnkar psikolojisi, Peygamber'in getirdiği mesaja,
adaleti emredenlere hançer vurmaktadır; ancak inkarcıların, dinin
güzelliklerinin yayılmasını engellemek konusundaki çabalan boşa çıkacaktır.
Onlann çabalan, ne vahyin etkinliğim, ne de adaleti ve insan haklarını
savunanlan durdurabilecektir.
21. ayette geçen adaleti emredenleri, insan haklannı ve hukukun üstünlüğünü
savunan kimseler olarak anlayabiliriz. "Amellerinin dünyada boşa çıkacağı"
ifadesi de, adaleti emredenlerin ve hukukun üstünlüğünü savunanla-nn
faaliyetlerine engel olamayacaklan şeklinde anlaşılabilir. Çünkü bu insanlar,
kimseden yardım göremeyecekler; çabalan ahirette bir hüsran, bir pişmanlık,
bir azap olacaktır. Onlar dünyada da, ahirette de acı veren azabı [Âl-i
İmran/21]; yakıcı azabı [Âl-i İmran/181] tadacak ve kalpleri mühürlenecektir
[Nisa/155].
Bu ayetlerden son olarak şu neticeyi çıkarabiliriz: İyi olsun, kötü
olsun hiçbir amel kaybolmaz, zamanla yapanın önüne bir biçimde konur.
[53]
23-24. Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında
hakem olmak için Allah'ın kitabına çağırı-lıyorlar da sonra onlardan bir kısmı
dönüp yüz çeviriyor. Onların bu tutumları, "Bize ateş, sadece sayılı
günlerde dokunacaktır" demelerinin bir sonucudur. Dinlerinde uydurdukları
yalanlar onları yanıltmıştır.
[54]
Razi ve diğer müfessirlerin, 23. ayetin iniş sebebi olarak
naklettikleri olayları zikretmeyi uygun buluyoruz:
1. İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre yahudi eşrafından bir kadınla bir erkek zina etti. Zinanın
Tevrat'taki cezası ise recm idi (taşlayarak öldürmekti). Asil ailelerden
oldukları için, onları taşlayarak öldürmek istemediler. Recmin dışında bir
hüküm verir ümidiyle meseleyi Hz. Peygamber'e arzetti-ler. Hz. Peygamber de
Tevrat'ın hükmüyle hüküm verdi. Bir yahudi alimi de Tevrat'ta recm hükmü
olduğunu doğruladı. Bunun üzerine yahudiler, hükmü beğenmeyip dönüp gittiler.
Bunun üzerine Âl-i İmran/23 ayeti nazil oldu.
2.
Hz. Peygamber Tevrat
okudukları yere giderek orada bulunan yahudi-leri İslâm'a davet etti. Onlar,
Hz. Peygamber'in hangi din üzerine olduklarını sordular. Hz. Peygamber, Hz.
İbrahim'in ümmeti üzere olduğunu söyleyince, Hz. İbrahim'in yahudi olduğunu
iddia ettiler. Hz. Peygamber Tevrat'ın hakem olmasını isteyince, buna
yanaşmadılar. Bunun üzerine bu ayet indi.
3.
Hz. Peygamber'in vasıflan
Tevrat'ta anlatılmaktaydı. Hz. Peygamber bunu hatırlatarak yahudilere
"Tevrat'ı getirip okuyun" dedi. Onlar ise bundan kaçındılarr. Bunun
üzerine bu ayet nazil oldu.[55]
Birden fazla nüzul (iniş) sebebi gösterilmesi, rivayetler hakkında
şüphe uyandırmaktadır. Ama şüphe edilmeyecek olan bir husus vardır: Kitap ehli,
Allah'ın kitabının hakemliğine razı olmamışlardır. Bu durum, ayette açıkça
zikredilmektedir. Nüzul sebebi olarak gösterilen rivayetlerin üçüncüsü, bize
göre gerçeğe en yakın olanıdır. Bu, Âl-i İmran/93 ayeti tarafından da desteklenmektedir.
Ayetin nüzul sebebi elbette önemlidir; ama bundan daha önemli olan ayetin
günümüze ve geleceğe tutacağı ışıktır. Ayeti günümüze taşıdığımızda, genel
manalar çıkarmak zorunlu olur.
Kitaptan kendilerine bir pay verilmiş olanlar ifadesiyle, kitap ehlinin
alimleri kasdediliyor olabilir.
Yine kitap'tan kasıt, levh-i mahfuz; nasib'ten kasıt da Tevrat'ın veya
İncil'in kendisi olabilir.
Biz bununla, Tevrat'ı veya İncil'i bilen alimlerin kasdedildiğini; fakat ayetin indiği dönemle sınırlı tutulmayıp daha geniş perspektiften ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Zira, Kur'an'dan bazı bilgilere sahip din alimlerinin de aynı davranışı sergileyebileceklerini ve aynı hatalara düşebileceklerini gözardı edemeyiz. Günümüzde alim geçinen, fakat Kur'an'ı bilmeyen, Kur'an'm hakemliğini kabul etmeyen, Kur'an dışında din adına hüküm arayan insanlar yok mudur? Kur'an'm ne dediğine bakmayan, keyiflerince din adına görüş beyan eden yok mu? Kur'an'm hakem olması teklif edildiğinde, buna yanaşmayanlar yok mu? Yahudi, hristiyan ve müslüman din adamları Allah'ın kitabını hakem edinselerdi, aralarında din adına tartışma çıkmayacak, insanlar bölünüp parçalanmayacaktı.
Kitaptan kendilerine bir pay verilenler ifadesinin kapsamına, günümüzdeki
din adamlarını ve inananları da sokmak gerekir.
Allah'ın kitabına çağır ılıyorlar ifadesindeki kitap'tan kasıt, Kur'an mı,
Tevrat mı, İncil mi? Razi'nin İbn Abbas ve Hasan el-Basri'ye dayandırdığı bir
rivayete göre kitap'tan kasıt, Kur'an'dır. Nüzul sebebiyle ilgili diğer
rivayete göre kitap'tan kasıt, Tevrat veya İncildir. Ama biz "Allah'ın
kitabı" ifadesiyle, Kur'an'm kastedildiği görüşünü tercih ediyoruz. Çünkü
bazı ayetlerini tahrif ettikleri için, Tevrat ve İncil'i -kısmen de olsa-
"Allah'ın kitabı" olmaktan çıkarmışlardır.
Aslında Bakara/213'ten, bütün kutsal kitapların, ihtilaf ettikleri
konularda insanlar arasında hakemlik yapmak üzere gönderildikleri
anlaşılmaktadır. Bu anlamda kutsal kitapların, adil bir şekilde hakemlik
yapmakta olduğuna işaret edilmektedir.
Aralarında hükmetmesi için ifadesi, Allah'ın kitabına niçin
çağırıldıklarını açıklamaktadır. Kitap ehlinin, Kur'an'a davet edilmesinin bir
amaca yönelik olduğuna dikkat çeken bu kısım, kutsal kitapların sonuca
ulaştırma özelliğine sahip olduklarını vurgulamaktadır. Bir konuda münakaşa
ettiğinizde Allah'a ve Resulüne götürün [Nisa/59] emri de buna işaret etmektedir.
Bu tartışmaların bilimsel konularda değil, dinî konularda ve sosyal
davranışlarda olacağı da bir gerçektir. Çünkü bilimsel konulardaki
tartışmaların hakemi, bilimdir.
(Onlardan bir topluluk, yüz
çevirerek dönüyorlar).
Allah'ın kitabının hakemliğine razı olmadıklarını, yüz çevirerek göstermektedirler.
Bu olgu, devam eden bir süreçtir. Ayetin evrenselliği de buradan
kaynaklanmaktadır. Mezhepler, tarikatler, cemaatler ve dinler arasındaki ayrılıkları
ortadan kaldırmak için vahyin hakemliğine baş vurma teklif edilse, insanlar yüz
çevirirler. Vahyin hakemliğini kabullenmemek, kurtuluşu engellemektedir.
Vahyin keyfî bir şekilde yorumlanması, şahsî görüşe vasıta kılınması, dini ve
erdemi katletmektedir. Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerin, Allah'ın
kitabının hakemliğinden yüz çevirmelerinin sebebi şudur:
Onların bu tavırları, "Bize ateş, sadece sayılı günlerde
dokunacaktır" demelerinin bir sonucudur. [Âl-i İmran/24]
İsrailoğullan da, aynı ifadeyi kullanmışlardı [Bakara/80]. Cehenneme
inanmalarına rağmen, cehennem ateşinin kendilerine sayılı günlerde dokunacağı
kuruntusuna kapıldıkları anlaşılmaktadır. Buradan, cezanın caydırıcılığının,
sürekliliği ile alakalı olduğu net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Kitabı elleriyle yazıp, sonra onun Allah katından olduğunu söylemeleri
[Bakara/79]; aralarında hakemlik yapması için Allah'ın kitabına davet edildiklerinde
yüz çevirmeleri [Âl-i İmran/23]; ateşin kendilerine sadece sayılı günlerde
dokunacağı inancına dayanmaktadır. Bu inanç onları, dinleri hakkında da
yanıltmıştır. Öinleri hakkında onları yanıltan diğer bir inanç da kendilerinin,
Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını [Maide/8] düşünmeleridir.
Vaktiyle uydurdukları şeyler ifadesindeki, (uydurdukları) kelimesi,
dinde olmayan, ama dindenmiş gibi verilen fetvalar, beyanlar ve düşüncelerdir.
Az bir bahaya satmak için elleriyle yazdıklarına Allah katın-dandır [Bakara/79]
demeleri de bir uydurma ve iftiradır. Onlar ahiretteki cezanın devamlılığına
inansalardı bunları yapmazlardı.
Netice olarak diyebiliriz ki: Allah'ın kitabının hakemliğine
çağırıldıklarında yüz çevirmelerinin sebebinin, ateşin kendilerine sadece
sayılı günlerde dokunacağı inancı olduğunun beyan edilmesiyle, sebep-sonuç
ilişkisine dikkat çekilmekte, bir davranış analizi yapılmaktadır. Günümüzde
cezaların caydırıcılığının olmaması, nasıl suçların artmasına neden oluyorsa;
ahiret inancının bir parçası olan cezaya karşı olan inancın zayıflaması da
günahın artmasına sebep olmuş ve olmaktadır.
İsrailoğullan'nın durumu anlatılmak suretiyle, hukuktaki cezaların
caydıncılığını kaybetmesiyle neler olacağına işaret edilmekte, hukukçulara ve
kanun koyuculara yol gösterilmekte, hukukun üstünlüğü prensibine zarar verecek
davranışlardan kaçınmaları öğütlenmektedir.
Diğer taraftan uydurma fikir ve fetvaların insanları dinlerine karşı
aldattığına dikkat çekilmekte, din adamlarına öğüt verilmekte, dinde uydurma
fetva vermenin toplumun felahına engel olacağı ifade edilmektedir*.
Buna göre, artık kendi yalanınızı (adeta) Allah'a isnad ederek, öyle
dilinize geldiği gi'oi yalan-yanlış; "bu helaldir, şu haramdır"
demeyin; çünkü, haberiniz olsun, Allah'a yalan isnad edenler asla kurtuluşa
erişemezler. [Nahl/116]
Bu ayette, Allah adına gelişi-güzel fetva vermenin bir iftira olduğu ve
bu iftiranın toplumun kurtuluşunu engellediği bildirilmektedir. Bu, din
alimleri için ciddiye alınması, uyulması ve asla terkedilmemesi gereken bir
kanundur.
Bu hatalara düşmemek için, hataların kaynağını tesbit etmek gerekir; ki
Âl-i İmran/25'te buna işaret edilmektedir. Buna göre, geleceğinde asla şüphe
olmayan, herkese yaptıklarının hesabinin sorulacağı kıyamet gününe iman,
Allah'ın kitabından yüz çevirmeyi ve uydurulan fetvaların peşine takılmayı
önleyecek en etkili silahtır.
[56]
25. O halde, (geleceğinde) şüphe olmayan Gün'e tanıklık etmeleri için
hepsini bir araya topladığımız, her insana yaptıklarının karşılığının tamamen
ödeneceği ve kimseye haksızlık yapılmayacağı zaman ne olacak (onların hali)?
Bu ayet, önceki iki ayette zikri geçen kimseler için bir tehdittir.
Çünkü kendilerine kitap, yani Tevrat veya İncil bilgisi verilen bu kişiler,
aralarındaki ihtilafta hakemlik yapması için Kur'an'a davet edildikleri halde
yüzçevirerek, "Ateş bize sadece sayılı günlerde dokunacaktır" diyerek
büyük bir günah işlemişlerdir.
Geleceğinde asla şüphe olmayan toplanma gününde onların hali nice olacaktır
ifadesiyle Yüce Allah, onları ve gelecek nesilleri bu davranıştan caydırma
metodunu uygulamaktadır.
(Onları geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman...)
[57]
Ayetin bu kısmında ahiret gününün üç özelliği zikredilmektedir:
a) Allah'ın, insanları
toplayacağı gün.
Kur'an'ın indirilmesinin önemli nedenlerinden biri de geleceğinde asla
şüphe olmayan toplanma günüyle insanları uyarmaktır [Şura/7].
Cinler, insanlar ve melekler ahirette toplanacaklar; insanların
geçmişteki-leri ile gelecektekileri orada bir araya getirilecektir
[Mürselat/38]. Bu dünyada birbirini göremeyenler, fikir ve inanç ayrılığına
düşenler orada bir araya geleceklerdir.
b) Geleceğinde asla şüphe
olmayan gün.
23 ve 24. ayetlerde zikredilen yanlış davranışlarının altında, ahirete
yakî-nen inanmamaları yatmaktadır.
Ahiret konusundaki şüphenin, Allah'ın kitabına ve dinine karşı nasıl
bir olumsuz tepki uyandırdığı bize öğretilmekte ve eğitim yapılmaktadır.
İnsanların davranışları bu dünya ile sınırlı olsaydı, zalimin zulmü yanına kâr kalmış, haksızlığa uğrayanların haklan alınmamış olacaktı. Bütün amellerin değerlendirileceği bir günün olması, insanları rahatlatmakta ve onlara umut olmaktadır. Geleceğinde şüphe olmayan bir günün, ahiret gününün olması, dünya hayatında insan ilişkilerini düzene sokmaktadır.
c) Herkese yaptıklarının
karşılığınin verildiği gün. (Herkese kazandığı şeyler ödendiğinde...)
Ahiretin üçüncü özelliği de budur. Ahiret hayatında bu dünyadaki
ameller bakımından ferdiliğin öne çıkacağı anlaşılıyor.
Bakara/48 ve 254'te ahiret, kimsenin başkası için ödemede bulunamayacağı, şefaat edemeyeceği, fidye veremeyeceği, yardım edemeyeceği, dostluk ve alışverişin olmayacağı bir gün olarak tavsif edilmişti. Bu, herkesin kendi ameli ile baş başa kalacağı, ferdî sorumluluğun öne çıkacağı anlamına gelir:
Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. Yükü ağır gelen kimse
onu taşımak için (başkasını) çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, onun
yükünden bir şey yüklenmez. [Fatır/18]
Ayetteki yük'ten kasıt, bu dünyada işlenen günahlardır. Kimse kimsenin
günahını yüklenemeyeceği için, sorgulama ferdî olacaktır.
Meseleye eğitim açısından yaklaşarak şöyle diyebiliriz: Bu ayetler,
yanlış davranıştan caydırıcı özelliğe sahip olmalarının yanısıra, yanlış
davranışlar, Allah'ın ayetlerine karşı yanlış tutumlar ve ahiretin özellikleri
konusunda da bilgilendirme yapmaktadır. Yine bu ayetlerde, insanların
davranışlarını disipline etmesi konusunda ahiret inancının etkinliği de
vurgulanmakta; ahiret inancının, dünya hayatına yayılışı ve oradan ahirete
intikal edişi konu edinilmektedir.
Din hakkında verilen yanlış fetvaların, din konusunda aldatıcı olduğuna
işaret edilmekle din alimlerine, din görevlilerine ve diğer insanlara ciddi bir
uyanda bulunulmaktadır. Uydurma fetva, önce sahibini din konusunda aldatır,
sonra da halkın aldanmasına sebep olur. Onun için Dinlerini oyuncak ve bir
eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! [En'am/70]
buyurulmaktadır. Din konusunda uydurma fetva vermek, dini alaya almaktır.
Din hakkındaki yanlış, uydurma ve sahte fetvalar, bilgilendirmeler hem
Allah'ı ve Kur'an'ı, hem de kişinin kendisini ve tüm insanları incitmektedir.
Tahrip alanı bu kadar geniş, açtığı yara bu kadar derin olan bir davranışa dikkat
çekilmek suretiyle insanlar uyarılmakta, böyle hatalara düşmeleri önlemek
istenmektedir.
[58]
26-27. De ki: "Ey mutlak egemenlik sahibi Allahım! Sen egemenliği
dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın; dilediğini yüceltirsin, dilediğini
alçaltırsın. Bütün iyilikler senin elindedir. Doğrusu, sen istediğini yapmaya
kadirsin. Gündüzü kısaltarak geceyi uzatır ve geceyi kısaltarak gündüzü
uzatırsın. Ölüden diri ve diriden ölü çıkarırsın. Ve dilediğine her türlü
hesabın üstünde rızık bağışlarsın".
Âl-i İmran/19'dan 26'ya kadar Hz. Peygamber'in etrafında örülmeye çalışılan
yanlış inanç ve davranışlar ağı ele alınmaktadır: Aralarındaki kıskançlık
nedeniyle ihtilafa düşüp Allah'ın ayetlerini inkar edenler; kitap verilen ve
kitaptan haberi olmayanlar, Peygamber'le tartışmaya girenler; peygamberleri ve
adaleti emredenleri öldürenler; Allah'ın kitabına sırtını dönenler; kendilerine
azabın birkaç gün dokunacağını söyleyenler; yanlış fetvalarla dinleri konusunda
aklananlar ve nihayet ahirette başlarına gelecek olanla uyarılanlar Hz.
Peygamber'in etrafını sarmışlardı. Allah Teala, bir ağ gibi örülen bu yanlış
inanç ve amellerden kurtuluş yolu olarak 26 ve 27. ayetlerdeki duayı
öğretmektedir.
1.
Duada, Allah'ın insanlar
alemi ile fizikî alemdeki tecellilerinin bir kısmı zikredilmekte ve Allah'ın
bu alemlerle olan ilişkisine dikkat çekilmektedir.
2.
Ayetin ilk bölümünde Yüce
Allah'ın egemenliği anılarak duaya başlanmaktadır:
(Ey mutlak egemenlik sahibi
Allahım).
İnsanlar için en çok sorun yaratan konulardan biri, siyasî erki elinde bulundurmak, yani egemenliktir. Hz. Peygamber'in nübüvvetini ilan etmesinden sonra gördüğü olumsuz tepkinin arka planında, toplumun ileri gelenlerinin siyasî erki kaybetme korkusu vardır. Geçmişteki bütün peygamberler de aynı tepki ile karşı karşıya kalmış; siyasî erki elinde bulunduranlardan şiddetli tepki görmüşlerdir. Bu tepki sadece peygamberlere değil, yeni bir şey getiren, yeni bir şey ortaya koyan herkese karşı gösterilmiş ve gösterilmektedir.
Peygamberlerin getirdikleri bakış açısı, hürriyeti, adeleti
öngördüğünden, köleliği, zulmü, kula kulluğu reddettiğinden, siyasî erki elinde
tutanlar iktidarlarını kaybetme korkusuna kapılırlar. Değişim, gelişim ve
yenilik taraftarı olanlar; geçmişe tanrı gibi tapanları her zaman korkutmuş ve
etkinlerinin yokolacağı düşüncesine kapılmalarına sebep olmuş ve olmaktadır. Bu
durum sosyal hayatın, siyasî oluşumların değişmez kanunu haline gelmiştir.
İşte Yüce Allah ayetin bu kısmında, mutlak egemenliğin kendisine ait olduğunu
hatırlatarak, duaya onunla başlanmasını emretmiştir. Bu demektir ki, egemenliği
veren Allah'tır; kimse kimsenin egemenliğini alamaz ve kimse kimseye egemenlik
veremez, tepkilere aldırış edilmemeli, verilen görev yerine getirilmelidir;
egemenlik ardısıra gelecetir.
(Egemenliği dilediğine verirsin).
burada, egemenlik dimaöan öegışumn madığı hatırlatılarak, Hz.
Peygamber'e, siyasî erki ele geçirmek için dua etmesi emredilmektedir. Ayetin
bu kısmındaki "Allah'ın dilemesi" ifadesinden mesajı iletmekle
görevli olan Peygamber'in, vazifesini hakkıyla yerine getirdiğinde Allah'ın
ona egemenlik vereceği ifade edilmektedir. Çünkü egemenliğin olmadığı yerde,
dinî hayat olmaz.
Dinin istediği yapısal değişimin gerçekleşmesinin, Yunus/88 ayetine
göre ekonomik güce, yorumunu yapmakta olduğumuz ayete göre de siyasî erke bağlı
olduğu bir gerçektir.
(Egemenliği dilediğinden alırsın).
Yüce Allah, iktidarı elinde bulunduran fert veya toplumlardan,
yaptıkları yanlış davranışlar zulme ulaşırsa veya toplum şahsiyetini
değiştirirse siyasî erki alır. Kasas/4-5'e göre zulüm; Enfal/53'e göre şahsiyet
değişimi; Muham-med/38'e göre de ekonomik hayattaki düzensizlik siyasî erkin el
değiştirmesine neden olmaktadır. İşte Allah'ın dilemesi, bu ve bunun gibi
büyük yanlışlardan sonra egemenliği almak yönünde tecelli etmektedir.
"Egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın" duası; 'bana
egemenlik ver' demektir. Çünkü egemenliği, ancak mutlak egemenlik sahibi olan
verebilir. Ama bu almanın ve vermenin alt yapısını insanın kendisi hazırlar.
(Dilediğini yüceltirsin, dilediğini alçaltırsın).
Allah dilediğini yüceltir; ama yüceltilme kulun yapıp-etmesine bağlıdır.
Yücelmeye layık olmayanın yücelmesini Allah dilemez. Bunu bazı ayetlerle
açıklayabiliriz:
Yemin ederim ki, içinde şerefiniz olan bir kitabı size gönderdik; hala
aklınızı kullanmayacak mısınız? [Enbiya/10]
Bu vahy şüphesiz senin ve halkın için bir şeref ve itibar olacaktır.
[Zuhruf/44]
Yukardaki ayetlerde kitaptan-vahiyden (Kur'an'dan), şereften ve aklı
kullanmaktan bahsedilmesi, Allah'ın, şerefi, aklını kullanarak Kur'an'a yaklaşanlara
vereceğini göstermektedir.
Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
Kudret ve şeref arayan kimse (bilsin ki) bütün şeref Allah'a aittir.
Bütün güzel sözler O'na yükselir; bütün iyi amelleri O, yüceltir. [Fatır/10]
Güzel düşünce, güzel söz ve iyi amel, Allah'a yükselerek O'nun şeref hazinesinden
şeref alıp gelmektedir. Böylece anlaşılmaktadır ki kitap, akıl, güzel düşünce,
söz ve iyi amel bulunduğunda, Allah'ın dilemesiyle şeref de bulunmaktadır.
İnsanlar bunlara sahip çıkıp hayata geçirince şeref sahibi olacaklar; onlardan
uzaklaşınca ve onları kaybedince de şereflerini kaybedeceklerdir.
Hz. Peygamber de böye dua etmekle Yüce Allah'tan, Hz. İbrahim gibi şeref
istemektedir [Şuara/84].
'}&'*£ (Her türlü iyilik senin elindedir).
Ayetin bu kısmında 'iyilik' ve 'kötülük' konusunda insanlar
bilgilendirilmekte; iyiliğin Allah'tan olduğu, Allah'ın tasarrufunda bulunduğu
ifade edilmektedir. Bunun açılımını şu ayette bulabiliriz:
Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.
[Nisa/79] Kötünün kaynağında mahluklar; iyinin kaynağında ise Allah vardır.
Kur'an'ın hiçbir ayetinde, kötülüklerin Allah'ın elinde olduğu
söylenmemiştir.
Felak suresinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yaratıkların şerrinden, basan zifiri karanlığın şerrinden,
düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç
kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım" de! [Felak/1-5]
Hiçbir ayette Allah "Benim şerrimden bana sığın" buyurmuyor.
O nedenle, mutlak iyi olduğu halde, mutlak kötü yoktur. Kötülük yaratıklar
aleminde bulunurken, iyiliğin kökü ilahî aleme uzanmaktadır. Yüce Allah iyiliği
kul istemediği halde yaratır; ama kötülüğü kul istemeden yaratmaz.
Bütün iyilik senin elindedir [Âl-i İmran/26] ifadesi, bütün iyiliğin
kaynağında Allah'ın bulunduğuna işaret etmektedir. Böylece ayet, iyi ile
kötünün kaynağı konusunda öğretim yapmaktadır.
(Gerçekten sen her şeye kadirsin).
Tüm iyi senin elindedir, sen her şeye kadirsin ifadesinde, zımnen
"Bana egemenlik ver ve beni şerefli kıl" manası da vardır. Bu da
duanın edeplerindendir. Hz. Eyyub'un duasında da aynı edebi müşahade ediyoruz:
Eyyub'u da an! Hani Rabbine, "Başıma bir dert geldi, sen merhamet
edenlerin en merhametlisisin" diye yalvarmıştı. [Enbiya/83]
Hz. Eyyub, hastalığını zikrediyor, fakat Bana şifa ver yerine Sen merhametlilerin
en merhametlisisin diyerek Allah'ın merhametine sığınıyor; böylece -dolaylı
olarak- Allah'tan şifa istiyor.
Tüm iyilik senin elindedir, sen her şeye kadirsin demek, zımnen egemenlik
ve şeref istemektir. Bir ferdin veya toplumun egemen olması, dünyevî nimetlerin
en büyüğüne sahip olması demektir. Ayette egemenlikten sonra, şerefin
zikredilmesiyle, egemenliğin şerefteki payına işaret edilmektedir. Egemenliğin
olmadığı yerde, şeref nasıl elde edilir?
Yüce Allah 26. ayette insanlar alemi ile olan ilişkisini ele almakta;
mutlak egemenliği ile onlara egemenlik ve şeref verenin, veya egemenlik ve şerefi
ellerinden alanın kendisi olduğunu vurgulamaktadır.
27. ayette ise tabiat alemi ile olan ilişkisini ele almaktadır: Gündüzü
kısaltarak geceyi uzatması ve geceyi kısaltarak gündüzü uzatması, Allah'ın
kudretini gösteren önemli bir tabiat olayıdır. Ölüden diri, diriden ölü çıkarması,
yaratma olgusundaki kudretini ifade etmektedir.
Dilediğine hesapsız rızık verirsin ifadesi de, ekonomik değer
istemektir. Böylece bu ayetlerde egemenlik, şeref ve ekonomik nimet için
Allah'ın hangi sıfatlarının anılması, nasıl dua edilmesi gerektiği
öğretilmektedir. Netice olarak Yüce Allah hayr dediği iyilikler arasına
ekonomik değeri de katmakta; genel manada egemenliğin, şerefin ve maddî
nimetlerin, iyiliğin yapısındaki üç temel taşı oluşturduğuna işaret
etmektedir. Bu değerler, iyiliğin ve insan hayatının olmazsa olmazını teşkil
etmektedir. Din alimleri, bu değerlere sahip olmaları için insanlara, yapmaları
gereken şeyleri öğretmelidirler. Egemenlik ve şerefin nasıl elde edileceğini,
nasıl elden gideceğini; ekonomik nimetlerin hangi yollarla kazanılıp
kaybedileceğini net bir şekilde Kur'an'ın ışığında anlatmalıdırlar.
Bu değerlerin elde edilmesinde kulun iradesiyle ilahî iradenin yeri
nedir? Peygamber bile bunları Allah'tan istediğine, iyiliğin O'nun kudretinde
olduğunu itiraf ettiğine göre, diğer insanlar haydi haydi böyle yapmak,
Allah'a dua etmek zorundadırlar. İnsanların olumsuz tepkilerine karşı koymanın
yolu da bu şekilde dua etmekten geçer.
[59]
28. Müminler, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler; -çünkü
kim bunu yaparsa, Allah ile bütün bağını koparmış olur- kendinizi onlardan
korumak için bu yola baş vurmanız hariç. Ancak Allah, kendisine karşı dikkatli
olmanızı ihtar eder; çünkü bütün yollar Allah'a varır.
Bu ayette, sosyal bütünleşme ile siyasal ilişkilere, yani devletler
arası ilişkilere ışık tutulmaktadır. Ayrıca kültürel bütünleşmenin önemine de
dikkat çekilmektedir. Eğitimin görevi, topluma dost ve düşmanını tanıtmak, ve
onlarla ilişkilerin nasıl yürütüleceğini öğretmektir. Eğitimin başarısını
gösteren ölçütlerden biri budur. Yüce Allah kendi eğitiminde, aynı amaca
yönelik faaliyetini, bu ve benzeri ayetlerle sürdürmektedir. Ayet için birden
fazla iniş sebebi gösterilmiştir; fakat bunları nakletmeye gerek duymuyoruz.
Zira ayetin kendisi, nüzul sebebini vermektedir. Bu ve benzeri ayetler, bazı
mü'min-lerin müşriklere, yahudi ve hristiyanlara dostluk göstermeleri üzerine
indirilmiştir. Ayetin başındaki olumsuzluk edatı olan la harfi
kaldırıldığında, birinci bölümü, nüzul sebebini verecektir.
İnsanların en çok yanıldıkları konulardan biri ve en önemlisi, dost
edinme meselesidir. Her an ve her şart altmda haklı olan dostunu savunacak,
destekleyecek, acılarım paylaşacak ve nihayet hayatın çilelerini beraberce
omuzlayacak dost bulmak çok zordur. Bu zorluklar vadisindeki belirsizlikler
nedeniyle, konuyu Yüce Allah ele alıp çözümlemektedir:
1.
Kur'an, öncelikle doğru
inanca mensup insanların kardeş olduğunu, bu nedenle de birbirlerinin dostu
olduklarını ifade etmekte ve bu yolla kültürel bütünleşmenin gerçekleşmesini
istemektedir. İman kardeşliğinin ve dostluğun sosyal hayata yansıması,
kültürel/manevî bütünleşme şeklinde kendini göstermelidir.
Kültürel/manevî bütünleşme, diğer kültürlere düşmanlık ilanı olarak
algılanmamalıdır. Kültürel bütünleşmeler sağlam iman, sağlam bilinç ve sağlam
bilgi üzerine kurulursa düşmanlığa değil, sosyal bütünleşmeye, yani bütün
kültürlerin birleşip bütünleşmesine sebep olur. Demek ki, kültürel bütünleşmelerin
başarısı, sosyal bütünleşmeye sebep olup olmamalarına bağlıdır.
Ayete dönersek, Müminler müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesin
ifadesinin, dost olacak insanların inanç birliğine sahip olmalarını istediğini
söyleyebiliriz.
Dost kavramının özünde iman birliği vardır. Demek ki veli (dost) kelimesi
kendi içinde manevî, yani kültürel bütünleşmeyi kurmaktadır. İman birliği,
dost olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
a. Münafıklar birbirlerinin
dostudur.
Münafıklar, farklı ortamlarda farklı davranma ve farklı konuşma, çifte standartlı olma, iyilik yerine kötülüğü yaymada buluşmakta ve birbirinin dostu olmaktadırlar:
Münafıkların, erkek-kadın hepsi aynı türde, aynı yapıda olan
kimselerdir Kötülüğü öğütler, iyiliği önlerler, cimrilik ederler. Allah'ı
unuttukları için. Aüı da onları unutmuştur. Çünkü münafıklar fasıklann ta
kendileridir. [Tevbe/679]
Münafıkların/iki yüzlülülerin, yukarıdaki davranışlarla yoz bir kıiiuir
oluşturdukları bir gerçektir. Bu yoz kültür aralarında bir dostluk ve bütünleşme
meydana getirmektedir. İki yüzlülüğün oluşturduğu yoz kültür, toplumda veya
insanlıkta yayıldıkça, erdemi yok etmektedir. Bu şahsiyette insanlına kendi
aralarında bir bütünleşme kurmaları mümkündür ama, sosyal bütûnjeş-meyi
sağlamaları mümkün olmadığından, toplumda ayrılığa sebep olurlar. Halbuki
sağlıklı kültürel bütünleşme, sosyal bütünleşmeyi de beraberinde getirir.
İşte münafıklarla mü'minler arasında kültürel bütünleşmenin gerçekleşmesi,
bu sebeplerden ötürü mümkün değildir. Onun için Tevbe/71'de inanan kadın ve
erkeklerin birbirinin dostu olduğu ilan edilmekte; böylece inanan erkek ve
kadınların kültürel bütünleşmeyi sağlayabileceklerine işaret edilmektedir.
b.
Kitap ehli (yahudi ve
hristiyanlar)
Kur'an'da, yahudi ve hristiyanlann -inanç benzerlikleri sebebiyle-
birbirlerinin dostu olduklarına ve bu nedenle bir kültürel bütünlük
oluşturduklarına dikkat çekilmektedir:
Ey iman edenler! Yahudileri ve hristiyanlan dost edinmeyin. Onlar
yalnızca birbirlerinin dostudurlar. Ve hanginiz onları dost edinirse,
kesinlikle onlardan olur. Bilin ki Allah böyle hata yapanlara doğru yolu
göstermez. [Maide 51 ]
Ayetin ikinci bölümündeki (Onlar birbirlerinin dostudurlar» ifadesi, kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann), kendi aralarındaki dostluklarının, bir kültürel bütünleşmeye sebep olduğuna dikkat çekmektedir. Ayetin birinci bölümünde de kitap ehliyle mü'minler arasında -kültürel bütünleşmenin özünü oluşturan- dostluğun kurulamayacağı ifade edilmekte; böylece farklı inançtaki insanlarla kültürel bütünleşme için dostluk kurmanın büyük bir hata olacağına dikkat çekilmektedir. Bununla birlikte kitap ehliyle sosyal bütünleşme kurulabileceği de bir gerçektir. Çünkü sağlıklı kültürel bütünleşmeler, birbirleriyle sosyal bütünleşmeler kurabilirler.
Kitap ehliyle kültürel bütünleşme kurulamayacağının sebebi de şöyle açıklanmaktadır:
Ey iman edenler! Eğer gerçek mii'minlerseniz, inancınızı küçümseyen ve
onunla eğlenenleri -bunlar ister kitap ehlinden, ister kafirlerden olsun- dost
edinmeyin. [Maide/57]
Hak dini küçümseyenlerle ve onunla eğlenenlerle kültürel bütünleşme
için dostluk kurulamaz.
Ayrıca "kitap etilinin "ilay^ almalan (.Ma-ide/58];
mü'minlere düşmanlık beslemeleri [Ma\de/S2} dostluğu yaralamakta ve kültürel
bütünleşmenin kurulmasını engellemektedir.
Hz. Peygamber Medine'de kitap ehliyle sosyal bütünleşme kurmuş; onlarla
bir arada, aynı anayasa altına yaşama ortamı oluşturmuş, kültürel bütünleşmeler
arasında sosyal bütünleşme meydana getirmiştir. Sosyal bütünleşme bedeni,
kültürel bütünleşme ise organları temsil etmektedir. Organların işleme tarzı
ve vazifeleri farklı olmakla birlikte, biyolojik bütünleşmeyle bedenin
sağlıklı çalışmasını temin etmektedirler. Kültürler de farklı yapı ve renkle.toplumun
yürümesini temin edebilirler.
Farklı kültürlerin, saygı ve tolerans sınırlan içinde sosyal
bütünleşmeye gitmeleri, kendi varlıkları için tehlike oluşturmayabilir. Saygı
ve tolerans dışına çıkan bütünleşmelerde, mutlaka birinin zararına denge
bozulacaktır.
c. Mü'minler
Ayetteki İnananlar, inananları bırakıp kafirleri dost edinmesin
ifadesi, kafirleri kültürel bütünleşmenin dışında bırakmaktadır. Kültürel
bütünleşmenin iki temel öğesi vardır: a)
İmanda birliğin meydana getirdiği kardeşlik [Hucurat/10]; b) Dostluk [Maide/56].
Kültürel bütünleşmenin özünü bu iki kavram oluşturmaktadır.
İman ve dostluğun meydana getirdiği kültürel bütünleşmenin, akıl ve bilimin
meydana getirdiği sosyal bütünleşmeye ters düşmesi mümkün değildir. Gerçek iman
ve dostluktan neşet etmeyen kültürel bütünleşmeyle, akıl ve bilimden
kaynaklanmayan sosyal bütünleşme arasında çatışma çıkması kaçınılmaz olacak; bu
da kültürel bütünleşmeden sosyal bütünleşmeye sağlıklı geçişi imkansız
kılacaktır.
Akıl ve bilime ters düşen sosyal bütünleşmeler öncelikle sevgiyi
katledecek, saygı ve hoşgörüyü kurban edecektir. Çünkü aklın ve bilimin
olmadığı yerde kan, düşmanlık ve kin manevra alanı bulacaktır.
Mü'minler, mü'minleri bırakıp kafirleri dost edinmez. Mü'minin mü'mi-ni
bırakması, dost edinmemesi, aralarına ayrılık girmesi imanın yapısına terstir.
İmanın toplumsal açıdan en önemli etkinliği, insanların gönlünü birbirine
bağlaması, bütünleştirmesi, kardeş yapmasıdır. İmanın kültürel açıdan en önemli
etkinliği de birlik ve beraberliği tesis etmesidir. Hakiki iman, insanın
gönlünde kalan statik/durağan bir kalp oluşumu değildir; gönülden çıkıp toplumsal
hayata uzanan, tefrikaları, düşmanlıkları, kin ve kavgaları durduran, onları
sevgi ve dostluğa dönüştüren bir güçtür. Onun içindir ki Yüce Allah mü'minin
mü'mini itmesini yasaklamış ve bunun çok kötü bir davranış olduğunu
vurgulamıştır. Ayetteki "Kim bunu yaparsa Allah ile bütün bağını koparmış
olur" ifadesi de bunu teyid etmektedir.
Mü'min erkek ve kadınlar şöyle tavsif edilmektedir:
Erkek ve kadın mü'minlere gelince, onlar birbirlerinin dostudurlar;
iyiyi emreder kötüden sakındırırlar; namazı kılarlar, zekatı verirler; Allah'a
ve Peygamberine itaat ederler. İşte bunlar Allah'ın rahmetiyle kuşatacağı
kimselerdir. [Tevbe/71]
Bu ayette, birbirlerinin dostu olan, yani birbirlerine gönülden bağlı
ve yakın olan mü'minlerin vasıflan sayılmaktadır. Yanlış davranışlar
üretenlere ikazda bulunurlar; neme lazım deyip geçmezler; iyiyi daima yaymaya
çalışırlar; namazı kılar, zekatı verirler; Allah'a ve Peygamberine saygı ile
itaat ederler. Bu davranışları da, Allah'ın rahmetini celbeder; yani
mü'minlerin birbirleriyle olan dostluğu ilahî aleme çıkıp Allah'ın rahmet ve
merhametini alıp gelmektedir. Manevî bütünleşme dediğimiz dostluk, merhameti
celbeden bir oluşumdur.
Fert ve topluma böylesine büyük faydalar sağlayan kültürel bütünleşme, mü'minin mü'mini terketmesi, mü'minin mü'mini sevmemesi, mü'minin mü'mini dost edinmemesi sebebiyle sağlanamayacak; bu da Allah ile bütün bağların kopmasına sebep olacaktır. Başka bir deyişle, mü'minler arasındaki sevgi bağının kopması, mü'minlerle Allah arasındaki bağlatın da kopması demektir; bu da Allah'ın rahmet ve merhametini mü'minlerden esirgemesi sonucunu doğurur. Yüce Allah ile bağlarını koparan bir toplumda sosyal ilişkilerin ne hale geleceğini tasavvur edin. İnsanlığın bugünkü içler acısı hali buna örnektir.
Kullar, aralarındaki sevgi, merhamet ve dostluk bağlarını kopamadıkça, Allah, kendisiyle kullan arasındaki sevgi, merhamet ve rahmet bağlarını ko-parmaz. Demek ki insanlar arası ilişkiler, Allah'ın kullanyla olan bağmı belirlemektedir. Kullar arasındaki bağlar kopunca, Allah ile mü'minler arasındaki bağlar da kopmaktadır.
d. Kafirler
Mü'minlerin dostluk çemberine, kafir de giremez. Dostu, her şeyin
teslim edilebileceği, emanete ihanet etmeyen, daima arka çıkan, Allah'ı inkar
etmeyen, düşmanlık yapmayan, inanan insanları yurtlarından çıkarmayan ve çıkaranlara
yardım etmeyen, fırsat kollayıp düşmanlığını tatbikata koymayan kimse olarak
tanımlarsak; bunun haricindeki insanları dost edinmenin yanlışlığı
kendiliğinden ortaya çıkar. Bu tip insanların dost edinilmemesi hakkında şöyle
buyurulmaktadır:
Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için
çıkmışsanız, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek,
gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar size gelen hakikati
inkar etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygam-ber'i de, sizi
de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa
vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış
olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size
etmenizi, istemektedirler. [Mümtehine/1-2]
Allah Teala, hakikati inkar eden; Allah'a ve inananlara düşmanlık besleyen-,
inananları yurtlarından çıkarmaya çalışan; el ve dilleriyle kötülük yapmaktan
geri durmayan; inananları inkara sevketme çabasında ve isteğinde olan insanları
dost edinmeyi yoldan çıkmak olarak nitelendirmekte; böylece inananlara kimi
dost edinmeleri, kimi dost edinmemeleri gerektiği konusunda eğitimi
yapmaktadır.
Bu ayetleri, günümüz eğitimine uyarladığımızda şu sonucu çıkarabiliriz:
Gençliğe, dost ve düşmanını tam manasıyla tanıtmak ve bu konuda hata
yapmasını önlemek, eğitimin en önemli hedefleri arasında yer almalıdır. Bu
yapılmadığında, aynı toplumun insanları ufak farklılıkları büyüterek birbirlerini
düşman görmeye başlar; ilahî ölçüyü bırakarak mezhebi, tarikatı ve herhangi
bir cemaati ölçü alarak kendi mezhebinden, tarikat veya cemaatinden olmayanı
düşman ilan etme hatasına düşerler.
Kendinizi onlardan (kafirlerden) korumak için bu yola baş vurmanız, (yani
dost görünmeniz) hariç ifadesiyle Yüce Allah, mü'minlere şartlara göre davranma
ruhsatı vermekte; kafirlerin düşmanlığının eyleme dönüşmesini dostluk çağrısı
ile önleme imkanı varsa, bu çağımın tatbikata konmasına izin vermektedir.
Demek ki din eğitiminde insanları tek yönlü uygulamlara zorlamak değil,
farklı şartlara göre farklı davranışlar sergilenebileceğini öğretmek esas olmalıdır.
Sosyal hayatta, her zaman, her yerde ve her şart altında aynı davranışı
sergilemek mümkün olmayabilir. İşte böyle durumlarda dine ters düşmeyecek
davranışların neler olduğu insanlara öğretilmelidir.
Su bulunmadığında teyemmüme ruhsat verildiği gibi, hayat tehlikesi bulunduğunda
da kafiri dost edinmeye ruhsat verilmektedir. İşte bu ruhsat verilmekle eğitim
yapılmakta; din alimlerine fetvalarında aym metodu izlemeleri önerilmektedir.
f.
Allah'tan sakınma
Ayetteki Allah, kendisine karşı sizi sakındırıyor ifadesi, mü'mirileri bırakıp kafirleri dost edinmenin yanlışlığını dikkate almadan hareket etmenin. Allah'ın emrine aykırı bir davranış olduğunu, mü'minlerin bundan kaçınmaları gerektiğini beyan etmektedir.
Mümtehine/1 ayetine göre kafir, Allah'ın düşmanıdır; Allah'ın düşmanını
dost edinmek, Allah'a karşı gelmektir. İşte ayetin bu kısmında, müminler bundan
sakmdınlmaktadır.
g. Bütün yollar Allah'a çıkar
Dönüş Allah'a olduğuna göre, O'ndan sakınmak en doğru yol olacaktır. İnsanların bütün davranışlarını değerlendirecek olan Allah olduğundan, O'nun hükümlerini tatbik etmek, gözardı etmemek gerekir. Dönüşün Allah'a olduğuna inanmak ve bu inançla hareket etmek, Allah'ın hükümlerini ihmal etmeyi önler. Nisa/144 ayetine göre, mü'minleri bırakıp kafirleri dost tutan mü'minler, kendi aleyhlerine, Allah'a delil vermiş olurlar.
Mücadele/22'ye göre, Allah'a ve Resulüne düşman olanları -babaları,
oğullan, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- dost edinmek, Allah'a ve
ahire-te iman etmeye ters düşer.
Bu davranışlarla imanın aynı insanda birleşmesi mümkün değildir. Böylece
ayette, imanın dost ile düşmanı ayıran bir ölçüt olması istenmektedir. Yüce
Allah dost edinmenin veya edinmemenin ölçüsünü Mümtehine/8-9'da net bir şekilde
bildirmektedir:
Allah, sizinle din uğrana savaşmayan ve sizi yurtlarından
çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü
Allah, adaletli olanları sever.
Demek ki mü'minlerle savaşmayan, mü'minleri yurtlarından çıkarmayan kafirlere iyilik yapmak ve adil davranmak gerekir. Eğer müşrikler Hz. Peygamber'i ve arkadaşlarını yurtlarından çıkmaya zorlamasalardı, Peygamberimiz onlarla savaşmayacaktı. Dostluğun bozulmasına, insanları yurtlarından çıkarmaya ve savaşa neden olan düşmanlık duygusudur. Bu husus Mümtehi-ne/9'da beyan edilmektedir:
Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan
çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi
yasaklar. Kim onlara dost olursa işte zalimler onlardır. [Mümtehine/9]
Din uğrunda savaş, insanları yurtlarından çıkarma ve çıkaranlara yardım
etme, dostluğu engellemektedir. Böyleleri dost edinilemez. Zira Yüce Allah bunu
'zulüm' olarak değerlendirmektedir. Mümtehine suresinin bu ayetlerinde Yüce
Allah kafire karşı, ne zaman dost görünülebileceğini beyan etmektedir.
Bu beyan, aynı toplumda yaşayan farklı inanç mensuplarının birbirlerine
karşı takınacakları tavırlara ışık tuttuğu gibi, milletler arası ilişkilere de
ışık tutmaktadır. Mü'minlerle dininden ötürü savaşmayan, mü'minlerin yurduna
göz dikmeyen kafirlere iyilik yapmak ve adil davranmak gerekir. Böyle olmayan
kafirler ise, ne dost edinilebilir, ne de iyilik yapılmayı ve adil davranmayı
hak eder.
[60]
29. De ki: "Kalplerinizdekini, gizleseniz de,
açığa vursa-nız da Allah onu bilir. Zira O, göklerdeki ve yeryüzündeki her şeyi
bilir; ve Allah her şeye kadirdir".
Ayette geçen îü (sadere) kelimesi lügatte, çıkmak,
vuku bulmak, bir şeyden ortaya çıkmak, meydana gelmek, dönmek, birini
döndürmek, birinin göğsüne dokunmak, hasıl olmak, yollamak, yolcu etmek,
dışarıya mal göndermek, yayınlamak, meydana çıkarmak, kitabın önsözünü yazmak,
başlamak, açmak, yakalamak, tevkif etmek, müsadere etmek, dürtmek, baskı yapmak,
sıkıştırmak, yolu üzerine engeller koymak, su içirip geri getirmek, göğüs,
sine, kalp, bağır, ön kısım manalarına gelmektedir.[61]
1. Ortaya çıkmak:
(Kıyamet günü, insanlar, geçmiş amellerini görmek
üzere biri diğerinden ayrılmış olarak ortaya çıkacaklar). [Zilzal/6]
Bu ayette 5i-i (sadere) fiili, (yasduru) kalıbında
kullanılmakta ve ortaya çıkma anlamına gelmektedir.
2. Su içirip
geri getirmek:
Sadr kelimesi Kasas/23'te (yusdira) kalıbında
kullanılmaktadır:
(Derken
Medyen'in su kuyularına vardı ve orada hayvanlarını suvaran kalabalık bir grup
insanla karşılaştı ve onlardan biraz ötede kendi . hayvanlarını uzakta tutmaya
çalışan iki kadın gördü. Onlara, "Derdiniz nedir?" dedi. Şöyle cevap
verdiler: "Çobanlar sulayıp geri çekilmeden biz sulayamayız. Babamız da
çok yaşlıdır"). [Kasas/23] Ayette geçen (Çobanlar hayvanlarını sulayıp
çekilinceye kadar) ifadesinde sadr kavramı, göğsün içinde bulunan akciğer ve
kalbin işlevlerini hatırlatmaktadır. Kalbin, kanı çekip bütün organlara
pompalaması, akciğerin havayı çekip kam temizledikten sonra dışarı vermesi,
manevî kalbin işlevini hatırlatmaktadır. Sadr (göğüs) veya kalp, bilgi ve
inançları alıp temizler, sonra insanın manevî yapısına pompalar ve böylece
kalp ile akciğerin yaptığı göreve benzer bir görev yapar.
3. Kalp:
Nahl/106'da birlikte yer alan kalp ve göğüs
kelimeleri, birbirini tefsir etmektedir:
(Kim iman ettikten sonra, Allah'ı inkar ederse;
kalbi iman dolu ol- duğu halde inkara
zorlanan müstesna, fakat kim gögsünü kafirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı
bunlaradır; onlar için büyük bir azap
vardır).
(Kalbi imanla
dolu olarak) ifadesinde kalp, &wMj>e&#> (Fakat göğsünü küfre açan
kimse) ifadesinde sadr kelimesi yer almakta ve sadr kelimesi, kalp manasına
gelmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki bu ayette, imanın bulunduğu yere
kalp, küfrün bulunduğu yere sadr denmektedir. Demek ki iman ile küfrün mekanı
insanın kalbi, göğsü (sinesi ve sadr'ı)dır. Zaten pis kan ile temiz kanın
bulunduğu organlar da bunlardır. İnkar -ki pistir- ile iman -ki temizdir- da
aynı kelimelerle ifade edilen organların manevî olanlarında bulunmaktadır.
4. Gönül:
Sadr kelimesi, bazı ayetlerde gönül manasına
gelmektedir:
(Yücelerden
bir ilahî kelam indirildi sana; artık bu konuda gönlünde herhangi bir şüpheye
yer verme). [A'raf/2] Gönül ile kalbi ayırmamızın sebebi Hac/46 ayetidir; zira
bu ayette kalbin göğüste olduğu ifade edilmektedir:
(Elbette,
gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur). [Hac/46]
Sadr'da (göğüste) bulunan kalp, sadr'ın özünü ifade
ettiğinden, sadr kalpten daha geniştir.
Kur'an'da kalbin mühürlendiği ifade edilmesine
rağmen, sadr/göğüs için böyle bir durum sözkonusu edilmemiştir. Kur'an'a
baktığımızda sadr'da (göğüste/sinede) neler olduğunu görebiliriz.
[62]
• Söylenen sözlerden dolayı daralan sadr'dır [Hud
/12, Hicr/97];
• Allah'ın İslâm'a açtığı manevî organ sadr'dır
[Zümer/22];
• Bütün sırlar sadr'dadır [Âl-i İmran/119];
• Kur'an, sadr'a şifadır [Yunus/57];
• Kur'an'ın nüfuz ettiği manevî organ sadr'dır
[Ankebut/49];
• Şeytanın vesvese verdiği manevî merkez sadr'dır
[Nas/5];
• Allah sadr'da bulunan şeyleri imtihan eder, yani
sadr imtihan yeridir [Âl-i İmran/154];
• İhtiyaç duyan sadr'dır [Mü'min/80];
• Kin tutan sadr'dır [Âl-i İmran/118];
• Sıkılan sadr'dır [Nisa/90].
Bütün bu psikolojik oluşumların yer aldığı sadr
(göğüs) din eğitiminin ilgilenmesi, işlemesi, şekillendirmesi ve
olgunlaştırması gereken en önemli merkezlerden biridir. Kur'an bu manevî
merkezin eğitimini amaç edinmektedir; çünkü onun şifasıdır. Kalbin de içinde
bulunduğu sadr, manevî kalbin işlevini maddî kalbe benzer bir şekilde
yürütmektedir. Sırlar alemini andıran sadr, ilahî bilginin yoğunlaştığı
merkezdir. Sadr denen manevî merkezin bir de gözü (gönül gözü) vardır.
Hac/46'da, ilahî vahiyden haberi olmayanların, kulakları ile dinlemeyenlerin ve
tarihî olgulardan ibret almayanların gönül güzünün kör olacağı beyan
edilmektedir. İşte din eğitimi, bu gönül gözünün açık kalması, onun işlerliğini
devam ettirmesi için faaliyet göstermelidir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i îmran/29'da,
insanların sinelerinde bazı şeyleri gizledikleri ve bazılarını da açığa
vurdukları ifade edilmektedir. Sadr'da (sinede) gizlenenlerin bazıları ağız,
bazıları da davranışlar yoluyla görünür ve duyulur hale gelmektedir. Yüce
Allah, sinelerdeki gizli sırlan ve açığa vurulanları tam manasıyla bildiğini
ifade etmekle, hiçbir şeyin ilminin dışında kalmadığını bildirerek insanlara
uyanda bulunmaktadır. Bu ayetin, bir önceki ayette yer alan esaslan düzenlemek
için gönderildiği anlaşılıyor. (Göklerde ve yerde olan her şeyi bilir).
Yüce Allah sadece insanlann sinelerindekini ve alenî
olarak yaptıklannı değil, göklerde ve yerde olan her şeyi; fizikî, psikolojik
ve davranışlar aleminde olanlan en ince teferruatına kadar bilir:
Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları
O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında
bir yaprak bile düşmez. O yerin içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru
ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. [En'am/59]
Gaybın bilgisinin Allah'a ait olması, hiçbir şeyin
O'nun bilgisi dışında kalmaması dolayıyla, kainatta ve insanın iç aleminde
gerçekleşen her şeyi bilir. İnsanın bu gerçeği aklından çıkarmaması gerekir. Bu
bilinç, mü'minlerin bırakılıp, -kendilerinden korkulması hariç- kafirlerin
dost edinilmemesini temin eder.
(Allah her
şeye kadirdir).
Allah'ın her şeye gücünün yettiğini bilmesi ve o
doğrultuda inanması, mü'minin olgunluğuna işarettir. 29. ayette, Allah'ın
ilmine ve kudretine dikkat çekilerek, insanın 28. ayette istendiği gibi
davranmasını temin etme yoluna gidilmektedir. Mü'min mü'mini bırakıp kafiri
dost edinemez. Bunu yaparsa, Allah ondan sevgisini esirger. Yüce Allah mü'mini
kendisinden sakın-dırmaktadır. Bütün yollar Allah'a çıkar; O, her şeyi bilir ve
her şeye gücü yeter. Bütün bunlar, mü'minin, mü'minleri bırakıp kafirleri dost
edinmesini engellemeye yöneliktir. Kafirlerin dost edinilmemesini sağlamak
için Yüce Allah, insanın gönlündeki gizli ve aşikar olan her şeyi bildiğini
söylemektedir.
Böylece eğitimin, gönlü düzeltmekle işe başlaması
gerektiğini vurgulamaktadır. Bundan, gönül düzelmedikçe, davranışların
düzelmeyeceği sonucu çıkar. Öyleyse, iç alemden hareket ederek davranışlara,
oradan topluma geçilmelidir.
[63]
50. Herkes, yaptığı iyilik ve kötülükleri karşısında
hazır bulacağı günde isteyecek ki, kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir
mesafe bulunsun. Allah kendisine karşı sizi sakındırıyor. Allah kullarına
karşı çok şefkatlidir.
Üç bölüme ayırarak ayetin analizini yapabiliriz:
1. Bu dünyada yapılan her şeyi
öteki dünyada önümüzde hazır bulacağız.
Dünyada yapılan hiçbir eylem/amel kaybolmamakta;
herpsi teker teker tesbit edilmekte ve yazılmaktadır.
a. Allah insanların bütün
yaptıklarını bir deftere/kitaba kaydetmektedir: (Bu, yüzünüze karşı gerçeği
söyleyen kitabımızdır. Çünkü biz, yaptıklarınızı kaydediyorduk). [Casiye/29]
Aslında Allah, kullarının yaptığı bütün amelleri
bilmektedir. Allah, kulların, dünyada yaptıklarını mahşerde inkar etmelerini
önlemek için herşeyi kaydetmektedir. Amel defteri, insanın yüzüne karşı bütün
yaptıklarını söyleyecek; insan amellerini inkar etme imkanı bulamayacaktır.
Casiye/28'de her ümmetin kitabına çağırılacağı ifade
edilmektedir. İnsanlar, o kitapta yazılanlara göre ödüllendirilecek veya
cezalandırılacaklardır.
Demek ki ahiretteki ödül veya ceza keyfî değil,
kitaba göredir. Bu da hukukta cezanın keyfî değil, kanunlara göre olması
gerektiğine işaret etmektedir.
b. Yapılanları melekler
kaydetmektedir:
(Şunu iyi
bilin ki, üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır; onlar, yapmakta
olduklarınızı bilirler). [İnfitar/10-12]
Yüce Allah, insanların yaptıklarına çok önem
vermektedir. Onun içirt, onların üzerine hafaza melekleri (bekçiler)
görevlendirmiştir. Bu melekler, insanların davranışlarını yazıp
kaydetmektedirler. Meleklerin insanların davranışlarını bilmeleri, mahşerde
önemli bir delil teşkil edecektir.
Zilzal/7-8'de belirtildiği gibi melekler, zerre
miktarı iyiliğin de, zerre miktarı kötülüğün de kaybolmaması için
görevlendirilmişlerdir.
c. Uzuvlar, insanın aleyhine
şahitlik edecek:
Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve
derileri, işledikleri şeye karşı şahitlik edecektir. Derilerine, "Niçin
aleyhimize şahitlik ettiniz?" derler. Onlar da, "Her şeyi konuşturan
Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O'na
döndürülüyorsunuz" derler. Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de
derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan
çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. [Fussilet/20-22]
Demek ki insan vücudu, yapılan amelleri
kaydetmektedir. Maddenin sesi ve şekli kaydetmesi dikkate alındığında, bunun
bilimsel kanunlarla anlaşılması zor değildir. Ses ve görüntünün birtakım
cihazlara kaydedilmesi gibi, insanın organları da yapılan amelleri
kaydetmektedir. Bir bakıma insanın organları, konuşan kitap halini alacaktır:
(O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını
bize elleri anlatır, ayaklan da şahitlik eder). [Yasin/65]
Orada eller konuşacağına, ayaklar şahitlik edeceğine
göre, dünyada yapılan amellerin organlar tarafından kaydedildiği gerçeği
önümüzde durmaktadır. Her organ, kendi amelini orada deşifre ettiğinde insan,
rabbinin kendisine zulmetmediğini, sadece yaptıklarını önüne koyduğunu
anlayacaktır. Mahşer günü herkesin iyi ve kötü amellerini önünde hazır
bulacağına işaret eden diğer bir ayet de şudur:
(Her insanın
amelini boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne
konacak bir kitap çıkarırız. "Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak
kendi nefsin yeter"). [İsra-13-14]
Herkesin, yaptığı iyilik ve kötülükleri karşısında
hazır bulması [Âl-i İmran/30], İsra/13'te amelin boynuna asılması şeklinde
ifade edilmekte; İs-ra/14'de zikredilen önüne açılmış bir kitap olarak önüne
konması da bu açıklamayı netleştirmektedir.
Amellerin bu şekilde kaydedilmesi ve yazılmasının
sebebi, mahşerdeki değerlendirmenin objektif olduğunu göstermeyi, insanın kendi
kendisini değerlendirmesini temin etmeyi hedeflemektedir. İsra/14 ayetine göre
insan mahşerde kendi kendini değerlendirecek; mükafaat mı ceza mı göreceğine
kendisi karar verecektir. Aslında bu dünyada iyi amel yapanlar, ahiretteki durumlarını
bilmektedirler:
(Kitabı sağ
tarafından verilen, "Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla
karşılaşacağımı zaten biliyordum" der). [Hakka/19-20]
Demek ki, insan bu dünyada da kendini
değerlendirebilmektedir.
Yapılan iyi ve kötü amelleri ahirette önümüzde hazır
bulacağımız konusundaki [Âl-i İmran/30] bilgilendirme, tamamen eğitim
amaçlıdır. Amellerinin mahşerde önüne konacağım bilen ve inanan insanın, ruh
disiplini, ürper-mesi ve kendini kötü amellerden koruması bir başka olacaktır.
Bu bilgi ve inanç ahlâkın temel taşım oluşturmakta, sosyal kontrolün etkisini
azamî derecede azaltmaktadır. Çünkü çoğu zaman insanlar, toplumdan
çekindikleri için kötülüğe karşı kendilerini frenlerler; ilahî kontrolü
küçümserler veya dikkate almazlar. Onun için, İnsanlardan gizlerler de
Allah'tan gizlemezler [Nisa/108] buyurulmaktadır.
İşte Âl-i İmran/30 ayeti, ahlâkın polisiye ve askerî
tedbirlerle değil, bu inanç ve bilgiyle temin edilmesini ön görmektedir. Bu
dünyada iyi amel yapanların, amellerinin zayi olmayacağını bilmeleri, onları
daha güzel, daha iyi ameller üretmeye teşvik eder. Onun için Allah şöyle
buyurmaktadır:
(İman edip güzel davranışlarda bulunanlar
(bilmelidir ki) biz, güzel işler yapanların ödülünü zayi etmeyiz). [Kehf/30]
Amelin karşılığının görülmeyeceği düşüncesi, ahlâkın
temeline dinamit koymak demektir. İyi amellerin boşa gideceği fikri, iyiliğin
dayanağını yok eder. İnsanları iyiye yöneltmenin yolu, amellerinin akıbeti
hakkında onlara bilgi vermekten geçer. Onun için Allah, iyi amellerin
karşılığını zayi etmeyeceğini vurgulamaktadır.
Böylece Âl-i İmran/30 ayeti insanı kötü
davranışlardan sakındırdığı gibi, iyi davranışlara da teşvik etmektedir. İki
yönlü bir görev icra eden bu ayet, İslâm ahlâkının ve ahiret inancının temelini
oluşturmaktadır.
2.
(İsteyecek ki kötülükleri ile kendisi
arasında uzun bir mesafe bulunsun).
Amelleri boynuna asılan veya bir kitap olarak önüne
açılan kimsenin, kötü amellerine karşı takınacağı tavır, ayetin bu bölümünde
zikredilmektedir.
[64]
Kötü amelleri önüne konan kimse şu hakikatleri
anlayacak ve şunları temenni edecektir:
a. Amellerinden uzak olmayı
temenni edecektir.
Kişinin, kötü amellerinden uzak olmayı istemesi,
yaptıklarından pişman olduğunun işaretidir. Ama, amellerinin kötülüğünü dünyada
anlamayıp ahirette anlaması hiçbir işe yaramayacaktır.
b. Yok olmayı temenni
edecektir:
(Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok
olmayı isteyecek). [İnşikak/10-11]
Kişi, kötü amellerini gördüğünde, sadece onlardan
uzak olmayı değil, yok olmayı da isteyecektir. Kötü amellerinden vaz geçip
onları telafi edebilme güç ve imkanına sahip olduğu halde bunu yapmayan
kimsenin, ahirette amellerinden uzaklaşması mümkün olmadığı gibi, yok olması
da mümkün değildir. Kötü amelleri, ne onlardan uzakta kalmasına, ne de
yokolarak kurtulmasına izin vermeyecektir.
c.
Dünyadaki sahte değerlerin
işe yaramayacağını anlayacaktır:
(Kitabı sol tarafından verilenlere gelince o, "Keşke" der, "bana kitabım ve-rilmeseydi de hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke onunla (ölümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı; saltanatım da benden yok olup gitti"). [Hakka/25-29]
Bu dünyada neticesini bilmediği davranışlarının
neticesini orada bilecek, tapındığı mal ve mevkinin hiçbir fayda sağlamadığım
anlayacaktır. Geçici ve sahte değerlere gereğinden fazla önem vermesi
sonucundaki yanlışlarını orada farketmesi, amellerini görmeme isteğine
dönüşecektir. Böylece Allah, gelecekteki pişmanlığı şimdiden gözler önüne
sererek, insana sahte değer ve kötü amellere karşı gereken tavrı oluşturmak
eğitimi vermektedir.
d.
Bir daha bu dünyada dönmek
isteyecek:
(O
günahkarların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri ve "Rabbimiz!
Gördük, duyduk; şimdi bizi geri gönder de, iyi işler yapalım; artık kesin olarak
inandık" diyecekleri zamanı bir görsen). [Secde/12]
( (Yahut azabı gördüğünde, "Keşke benim için bir kez (daha dünyaya) dönmeye imkan bulunsa da iyilerden olsam!" diyeceği günden sakının). [Zümer/58]
Kötü amelleri ahirette önüne konan kimse, dünyaya
bir kere daha dönmeyi ve iyi ameller yapmayı arzu edecektir. Bu arzu, onun
kötü amellere karşı tepkisini, pişmanlığını ifade etmektedir. Ahiretten,
dünyaya tekrar dönüşün imkansızlığı düşünülürse, bu isteğin ne kadar yersiz
olduğu anlaşılır.
İşte Allah, telafsi olmayan yeni ve bambaşka bir
hayat için hazırlanılma-sı, amellerin analizinin iyi yapılması, eğitimin bunun
üzerinde ağırlıklı olarak durması gerektiğini vurgulamak için bu hakikatleri
peşinen ortaya koymaktadır.
e. Bu dünyada neyi eksik
yaptığını anlayacaktır:
Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara, "Size korkutucu bir peygamber gelmemişmiydi?" diye sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: "Evet doğrusu bize, korkutan bir peygamber gelmişti; fakat biz yalan saymış ve "Allah'ın bir şey gönderdiği yok; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz!" demiştik. Ve onlar, "Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık!" diye ilave ederler. [Mülk/8-10]
Ahirette, dünyadaki kötü amellerinin neticesi olan
cehennemi gören kimse, aklını kullanmadığını, ilahî vahye kulak asmayarak
hakikati inkar ettiğini hatırlayacak ve yaptıklarından pişmanlık duyacaktır.
Allah, ahirette kötü amellerin neticesi görüldüğünde
duyulacak pişmanlığı ifade ederek, dünyadayken aklı kullanmanın önemini
vurgulamaktadır.
f. Şeytanla olan ilişkisinden
pişmanlık duyacaktır:
(Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar, onlar ise kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. O şeytan dostu olan kimse, en sonunda bize gelince, "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışın!" der). [Zuhruf/37-38]
Şeytanın, süslü göstermesi nedeniyle, yanlış
eylemlerini doğru gören kişi, ahirette amellerinin neticesini görünce,
pişmanlığını dile getirip şeytanla kendi arasında doğu ile batı arası kadar uzaklık
olmasını temenni edecektir.
Âl-i İmran/30'da kâfirin, amellerinden uzak olmayı
isteyeceği, bu ayette ise dünyadayken şeytandan uzak olmayı isteyeceği
belirtilmekte; dünyada şeytana arkadaş olan kimsenin ahiretteki durumunun
gözler önüne serilmesi suretiyle, kötü arkadaşlardan uzak durmanın gereğine
dikkat çekilmektedir. Kötü arkadaşlar kişiyi, ahirette pişmanlık duyacak
eylemlere sürüklemektedir. Kötü arkadaşlar, insanı davranışlarının analizini,
tenkidini yapmaktan alıkoymakta, mantiki düşünceyi yok etmektedir. Böyle
kimselerle arkadaşlık etmekle, şeytanla arkadaşlık etmek arasında hiçbir fark
yoktur. Her iki arkadaşlığın neticesi de ahirette pişmanlıktır.
Kötü arkadaşlar, ahirette amellerinin neticesini
görünce, birbirlerini itham edecekler ve suçlarını/günahlarını birbirlerine
yüklemeye çalışacaklardır.
Kıyamet gününde hepsi Allah'ın huzuruna çıkacak ve
zayıflar o büyüklük taslayanlara diyecekler ki: "Biz size uymuştuk; şimdi
siz, Allah'ın azabından herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz?" Onlar
da diyecekler ki: "Allah bizi hidayete erdirseydi, biz de sizi doğru yola
iletirdik. Şimdi sız-lansak da sabretsek de birdir. Çünkü bizim için sığınacak
bir yer yoktur". [İbrahim/21]
Aynı tartışmanın bir benzeri A'raf/38-39'da, bir
diğeri de Sebe/31-33'te yer almaktadır.
İşte Allah, mahşerde duyulacak olan bu pişmanlığın
çeşitli tezahürlerini anlatarak, pişmanlık getirecek davranışlardan caydırma
yolunu izlemektedir. Bundan, din eğitiminin amellerin neticelerini, insanlara
neler getireceğini anlatması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. İnsan, son
pişmanlığın fayda vermeyeceğini bilerek iyi davranış üretmelidir.
3. (Allah kendisine karşı sizi
sakındırıyor).
Ayetin bu kısmı, 30. ayeti 28. ayete bağlamaktadır.
28. ayette, Allah mü'minleri bırakıp, -onlardan korkmak dışında- kafirlerin
dost edinilmeme-sini, aksi takdirde Allah ile bağların kopacağını ifade ederek,
mü'minlere kendisinden sakınmalarını emretmişti.
30. ayette de, kişinin amellerini önünde bulacağı ve
kötü amellerinden uzak olmayı temenni edip pişmanlık duyacağı gün gelmeden
evvel Allah kendisinden sakındırmak suretiyle böyle bir duruma düşülmemesini
temin etme yoluna gitmektedir.
Çünkü Allah'tan sakınmayan, ahirette pişman olacağı
davranışları yapmaktan kendini uzak tutamaz. Allah'tan sakınmak (takva/ruh
olgunluğu) insanı yanlıştan alıkoyan Allah'tan sakınarak yanlış eylemlerden
geri duran insan hem ibadet yapmakta, hem de Allah katında önemli dereceler
kazanmaktadır. Böyle bir davranışın getirişi ayetin sonunda zikredilmektedir.
4. (Allah kullarına çok
şefkatlidir).
Allah'tan sakınarak, kötü davranıştan uzakta kalan
insanlar, Allah'ın şefkatini celbetmektedir. Böylece, kendilerine bir ilahî
şefkat çemberi oluşturan bu insanların pişman olacakları bir davranışta
bulunmaları imkansız hale gelmektedir. Kulun sakınma duygusu ve ameli,
Allah'ın şefkati ile birleşince sağlam bir şahsiyet yapısı oluşmaktadır. Kul
Rabbine sakınma kanalım açınca, Rabbi de ona şefkat kanalım açmakta, bu iki
kanalın kesiştiği yerde, sağlam şahsiyetli bir mü'min ortaya çıkmaktadır.
[65]
31. (Ey Peygamber) de ki: "Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin. Ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir".
Sevgi kavramını ikinci ciltte ele almıştık, burada
sözlük manasından hareket ederek ayetteki anlamını ortaya koymaya çalışacağız.
Sevmek, beğenmek, rağbet etmek, aşık olmak, ekinin tane tutması, tulumu
doldurmak, suda kabarcıkların oluşması, kabın dolması, tercih etmek, başak
tanesi manalarına gelen bu kavram, yukarıdaki ayette bize göre kulun Allah'a
olan sevgisi için rağbet göstermek, aşık olmak, ekinin tane tutması, kabı
doldurmak manalarından alınmalıdır.
Kulun Allah'ı sevmesi, O'na rağbet göstermesi
anlamına gelir. Sevgi kavramının öz manalarından biri de rağbet göstermektir.
Allah'ı seven kul, O'na rağbet gösteriyor demektir. Allah'a rağbet göstermek
de, O'nun emirlerini yerine getirmek, hükümlerini tatbik etmek ve hayatını
onlara göre düzenlemektir. Zaten ayette, Peygamber'e tâbi olma, Allah'ı
sevmenin alameti olarak ortaya konmuştur.
Dil ile Allah'ı sevdiğini söylemek yeterli değildir;
Allah'ı sevmenin göstergesi Peygamber'e uymaktır. Verilen görevi yerine
getirmek, sevginin alameti olduğu için, Yüce Allah Peygamber'e tâbi olmayı,
Allah'ı sevmenin delili olarak kabul etmektedir.
İnsanın Allah'ı sevmesi, O'nun emirlerini isteyerek
yerine getirmesini temin eder. Demek ki sevgi, işleri isteyerek ve severek
yaptıran bir duygu ve güçtür. Sevgi (Allah'a rağbet gösterme) olgusu, işlere
rağbet gösterme olgusuna dönüşmekte ve severek iş yapmaya sebep olmaktadır.
Allah'ı sevmek, Peygamber'e tâbi olmayı kolaylaştırmakta ve Peygamber'e rağbeti
artırmaktadır.
Sevgiyi, "ekinin tane tutması" manasından
aldığımızda diyebiliriz ki, Allah sevgisi duymayan insan, başaksız ekine
benzer. Başaksız ekin, ot sayılır ve sadece hayvan yemi olur.
Başak verip tane tutan ekin ise hem olgunlaşmış, hem
de insana faydalı hale gelmiş demektir. Aynı şekilde, Allah sevgisinin gönlünde
başak tuttuğu insan da, hem olgunlaşmış, hem de başkalarına faydalı hale gelmiş
demektir. Başak tutma manasıyla sevgi, bereketi ve verimliliği ifade
etmektedir. Allah'ı seven insan hem bereketli, hem verimli, hem de insanların
ruhuna gıda olacak sevgi tohumlan saçar.
Allah sevgisinin tohumunu gönlünde yeşerten kimse,
insanlığa kucağını açacağı için çok bereketli ve verimli ameller meydana
getirecektir.
"Kabın dolması" anlamı ile sevgi, boş olan
gönlün dolmrsım ifade eder. Sevgisiz gönüller boştur; bunları ancak Allah
sevgisi doldurur. Boş kaba kimse rağbet göstermez, kimse onu eline almaz. Allah
sevgisi taşımayan insana da kimse rağbet göstermez, kimse alaka duymaz.
Öyleyse sevgi boş olan gönülleri dolduran bir duygu, bir iç yöneliş ve bir iç
güçtür.
Allah sevgisinin ilk alameti, Peygamber'e uymak ve
ona alaka göstermektir. Allah sevgisi, gönül oluşumu safhasında kalmamalı,
insanın davranışlarına yansımalıdır; ki bunun ilk basamağı da Peygamber'e
uymaktır. Bu yorumdan hareketle diyebiliriz ki, sevgi bir eylemdir. Sevgiyi
soyut olmaktan çıkarıp somut hale getiren eylem, sevginin hem delili, hem de
tanımıdır.
Sevilen varlık eylem ister, onun için Allah,
kendisini sevenlerden ilk iş olarak Peygamber'e tâbi olmalarını istemektedir.
Eylem haline dönüşmeyen sevgi, başak haline gelmeyen tohuma benzer. Çünkü seven
gönül, insanı harekete geçirir. Allah'ı sevmek, aynı zamanda Allah'a inanmak
manasına gelir. Hz. îbrahim Ben batanları sevmem [En'am/76] ifadesiyle,
"Ben batanlara tanrı olarak inanmam" demek istemektedir. İnanç
sevgiye, sevgi de inanca delalet eder.
Âl-i İmran/3rdeki Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana
tâbi olun ifadesini "Eğer Allah'a inanıyorsanız bana tâbi olun"
şeklinde anlayabiliriz. Nitekim B akara/165 'te sevgi ile iman arasındaki
ilişkiye dikkat çekilmiştir.
Ayetteki, Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun
ifadesindeki bana tâbi olun ibaresinin ne anlama geldiğini, Peygamber'e nasıl
tâbi olunacağını da Kur'an'ın ışığında açıklayabiliriz.
Tebi'a kelimesi lügatte, takip etmek, arkasından
gelmek, iz sürmek, arkasından yürümek, kovalamak, yapışmak, gözlemek,
muvafakat etmek, ait olmak, alakası olmak, tâbi kılmak, birinin otoritesi
altına girmek, düzenli olarak derslere devam etmek, bir kimsenin zihnini veya
gözlerini bir şeyin üze, mutabık olmak, imtihan etmek, araştırmak, tetkik etmek
manalarına gelmektedir.
[66]
1. Arka çıkmak
sîa muttuk yardımcı, arka çüsan manasım iîade
etmektedir:
(Yahut, sizi
tek-îar denize döndürüp üzerinize ortalığı kasıp kavuran bir fırtına göndermeyeceğimizden
ve böylece, nankörlüğünüze karşılık sizi boğmayacağımızdan çok mu eminsiniz?
(Hayır) o zaman bizim karşımızda size arka çıkacak kimse bulamazsınız).
[İsra/69]
Bu ayette (tebi'a) veya e (tebe'a) kelimesi e,
(tebi'a) kalıbından gelmiş ve yardımcı, arka çıkan anlamını kazanmıştır ki,
başa gelen beladan dolayı birine yardım etmek demektir.
2. Uymak
Mü'min sûresinde insanın insana uyması veya insanın
zanna uyması anlamını ifade etmektedir:
(Kafirler ateşin içinde birbirleriyle çekişirken zayıf olanlar, o büyüklük tasla-yanlara, "Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?" derler). [Mü'min/47]
Toplumda statü sahibi olanlar, insanları kendi
inançları, ideolojileri ve düşünceleri doğrultusunda kullanırlar. İradesine
sahip çıkamayan, bağımsız düşüncesi olmayan insanlar da onlara kanar ve
uyarlar.
(Halbuki
onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar). [Necm/28]
İnsanların bir fikrin peşinden gitmeleri, ona
uymaları da tebe'a kelimesi ile ifade edilmektedir. Ayette bilgiye değil de,
zanna uyulduğu söylenmektedir.
3. Takip etmek
Duhan suresinde Yüce Allah şöyle buyuruyor:
(Allah, "O halde kullarımı geceleyin yola
çıkar. Çünkü takip edileceksiniz" buyurdu). [Duhan/23]
Ayette 1% (muttebeûn) kalıbında kullanılmıştır. Bir
insanın diğerini, bir ordunun diğer orduyu takip etmesi anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan "Allah'ın yolunu takip
etmek" manasını da ifade etmektedir:
(Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Onu takip
edin, başka yollan takip etmeyin). [En'am/153]
Demek ki bu kelime "takip etmek"
anlamıyla, hem fizikî, hem de manevî anlamda kullanılmaktadır.
4. Yönelmek
Bakara/145'te kıbleye yönelmek anlamını ifade
etmektedir: (Sen de onların kıblesine yönelmezsin). 'Yönelmezsin' ifadesi,
"tabi olmazsın" demektir.
5. Aramak
Maide suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Ki onunla Allah, kendi rızasını arayan herkese,
kurtuluşa götüren yollan gösterir). [Maide/16]
Aramak, araştırmak, tetkik etmek manalan buradan
gelmektedir.
6.
Peşpeşe/kesintisiz
Nisa/92 ve Mücadele/4'te kefaret olarak tutulan
orucun peşpeşe tutulmasını ifade ederken bu kelime oç^Ü' (mutetâbiayn)
kalıbından getirilmektedir.
7. İnsanlann
peşinde dolaşmak
Nur/31 'de (tâbi'în) kalıbından gelmekte olup
kadınlann peşinde dolaşan, erkekliği olmayan, aklı kıt erkekleri ifade etmektedir.
8. Bir kavmin
adı
Duhan/37 ve Kaf/14'te (tubba') kalıbından bir kavmin
adı olarak geçmektedir. Aslında, herkesin tâbi olduğu iyi ahlâklı Yemen
krallarının unvanıdır.
Bütün bu manaları ile "tâbi olma" ifadesi,
hangi konularda yer almaktadır? Bu sorunun cevabına yönelik yirmi dokuz konu
tesbit etmiş bulunuyoruz. Bu konuların bir kısmı olumlu, bir kısmı da olumsuz
anlamda tâbi olmayı ifade etmektedir.
[67]
Olumlu manada tâbi olmaya şunları "örnek
Verebiliriz.
• Genel manada peygamberlere tâbi olmak [îbrahim/44,
Nisa/125];
• Özel anlamda Hz. Peygamber'e tâbi olmak
[Enfal/64];
• Allah'ın ndvanını aramak [Maide/16, Âl-i
İmran/162];
• Allah'ın yoluna tâbi olmak [Taha/47, En'am/153];
• Neslin nesle tâbi olması [Tur/21];
• Talebenin öğretmene tâbi olması [Kehf, 70];
• Okunana tâbi olmak [Bakara/102y,
• Hukuk yoluna tâbi olmak [Casiye/18];
• Peygamber'in vahye tâbi olması [En'am/50,
A'raf/203];
• Sözün güzeline tâbi olmak [Zumer/18];
• Babanın, peygamber olan oğluna tâbi olması [Meryem/43];
• Kıbleye tâbi olmak [Bakara/145];
• Kur'an'a ve ayetlerine tâbi olmak [Yasin/11,
Taha/134];
• Beşere tâbi olmak [Kamer/24].
[68]
Olumsuz manada tâbi olmaya şunları örnek
verebiliriz:
• Şeytana tâbi olmak [Sad/85];
• Şeytanın adımlarına tâbi olmak [Bakara/168];
• Yozlaştıran hazlara tâbi olmak [Hud/116];
• Arzu ve heveslere tâbi olmak [A'raf/176];
• Başkasının arzularına tâbi olmak [Bakara/145];
• Hakkın insanların hevasına tâbi olması
[Mü'minun/71];
• Fesatçıların yoluna tâbi olmak [A'raf/142];
• Bilmeyenlerin yoluna tâbi olmak [Yunus/89];
• Tefrika yollarına tâbi olmak [En'am/153];
• Zanna tâbi olmak [En'am/148, Yunus/36],;
• Atalarının yoluna tâbi olmak [Bakara/170,
Lokman/21];
• Sihre tâbi olmak [Şuara/40];
• Şairlere tâbi olmak [Şuara/224];
• Müteşabih ayetlere tâbi olmak [Âl-i İmran/7].
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/31 ayetine
dönersek, "Bana tâbi olun" emrinin, Hz. Peygamber'i izlemek, onun
yolundan gitmek, ona alaka göstermek, ona uymak ve onu örnek almak anlamını
ifade ettiği anlaşılır. Böylece Allah sevgisinden, Peygamber'i örnek almaya
intikal etmiş oluyoruz.
Allah'ı sevmek, ya da O'na inanmak ve Peygamber'e
tâbi olmak gibi iki önemli eylem, beraberinde iki şeyi getirmektedir:
a)
Allah'ın sevgisini,
b)
Günahların bağışlanmasını.
Allah'ı sevmenin ve Peygamber'e tâbi olmanın
sonuçlarından ilki, Allah'ın sevgisini kazanmaktır. Böylece sevginin karşılığı
sevgi oluyor. Allah'ın sevgisini kazanmak, ödüllerin en yücesidir. Ayetin
başında kulun Allah'ı sevmesinin delilinin, Peygamber'e tâbi olmak olduğu; bu
kısmında da Allah'ın kulunu sevmesinin işaretinin, onun günahını bağışlamak
olduğu ifade edilmektedir. Allah kulunu sevdiğini, onun günahlarını
bağışlamakla göstermektedir.
Ayetin sonunda ise Allah affedici ve merhamet
sahibidir ifadesi yer almakta; sevgiyle başlayan ayet, af ve merhametle
bitmektedir. Neticede Allah sevginin nasıl manevî bir güç olduğuna, sosyal
hayatta nasıl bir oluşuma sebebiyet verdiğine dikkat çekmektedir.
[69]
32. De ki: "Allah'a ve Peygamberine itaat
edin". Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kafirleri sevmez.
Ayetin eylem olarak merkezî kavramı itaattir. Sözlükte boyun eğmek, yumuşamak, alışmak, teşvik etmek, izin vermek, rıza göstermek, nafile ibadet etmek, bir şeye gücü yetmek, cimrilik; mutavvu'u kalıbından gönülden davranan, isteyerek (tav'an) anlamlarına gelen kavramın Kur'an'daki manaları ise şunlardır. [70]
1. Sürüklemek
Maide/30'da Kabil'in ihtirasının kardeşi Habil'i
öldürmeye sürüklemesi bu kelime ile ifade edilmektedir:
(Fakat
diğerinin ihtirası kendisini kardeşini öldürmeye sürükledi).
Ayette (itaat) kelimesi p- (tavve'a) kalıbında
kullanılmakta olup sürüklemek, itmek, sevketmek manalarına gelir.
2. Dinlemek
Âl-i İmran/168'deki (Keşke bizi dinleselerdi)
ifadesine, "Keşke bize itaat etselerdi" şeklinde mana vermek pek
uygun görünmemektedir. İtaatin özel bir boyutu kulak vermek, dinlemektir.
Aynı ifade emir şeklinde Alak/19'da geçmektedir:
(Hayır, ona kulak verme).
3. Boyun eğmek
(Firavun, böylece halkını ahmaklaştırdı ve onlar da
sonunda boyun eğdiler. Çünkü onlar, aldatılmış, ayartıl-mış bir halktı).
[Zuhruf/54]
Bu ayette, ahmaklaştınlan, aldatılan ve ayartılan
halkın zalim idarecisine boyun eğmesini ifade etmektedir. Bu itaat şeklinde,
ahmaklık ve aldatılmışlık olduğu için "bilinç yok, zorlama vardır. Onun
için bu itaat, zoraki boyun eğmekten başka bir mana ifade etmez.
4. Uymak
(Şimdi eğer yeryüzün-dekilerin çoğuna uyacak
olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanlanna tâbi olurlar
ve kendileri hiçbir şey yapmayıp sadece tahmin yürütürler). [En'am/116]
(Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz). [En'am/121]
Birinci ayette, Peygamber'in insanların çoğuna
uyması halinde Allah yolundan sapacağı; ikincisinde ise insanların şeytanlara
uyması halinde ortak koşanlardan olacağı ifade edilmektedir. Her iki ayette
geçen itaat kelimesi de, uymak anlamına gelir.
5. Uyuşmak
(Çünkü onlar, Allah'ın vahyettiği her şeyden nefret
edenlere, "Bazı konularda sizin görüşlerinizle uyuşuyoruz" derler).
[Muhammed/26]
Ayette geçen (Bazı konularda size itaat edeceğiz)
ifadesini, "Bazı konularda sizin görüşlerinizle uyuşuyoruz" şeklinde
anlamak daha uygun olur.
6. Tâbi olmak
(Zira biz her peygamberi, ancak, Allah'ın izniyle
kendisine tâbi olunsun diye göndermişizdir). [Nisa/64]
Ayetteki itaat (tâbi olmak) ifadesi ile, Âl-i
İmran/31'deki Bana tâbi olun ifadesi denk düşmektedir. Peygamberlerin
gönderiliş sebeplerinden biri de onlara tâbi olunmasıdır.
7. Nafile
ibadet yapmak
(Kim gönüllü olarak hayır yaparsa) [Bakara/184]
ifadesindeki (tatavvu), hayır işlemenin eylemidir.
8. Gücü yetmek
İtaat kelimesi, altı harfli olan fiil kalıbından
alınınca gücü yetmek anlamını ifade eder. Bundan dolayı, mabedi haccetmek,
gücü yeten insanların Allah'a karşı yerine getirmek zorunda oldukları bir
görevdir [Âl-i İmran/97] ayetinde, (gücü yeten) ifadesi kullanılmaktadır.
9. İsteyerek
uymak
Yüce Allah, kendisine ne şekilde teslimiyet
gösterileceğine şöyle açıklık getirmektedir:
(Göklerdekiler ve yerdekiler, isteyerek veya
istemeyerek Allah'a teslim olduğu halde onlar, Allah'ın dininden başkasını mı
arıyorlar? Halbuki O'na döndürüleceklerdir). [Âl-i İmran/83]
Ayette, teslimiyetin isteyerek veya istemeyerek
olabileceği ifade edilmekte; isteyerek kelimesi itaat kavramının (tav'an)
kalıbından kullanılmaktadır.
10. İtaat
etmek
De ki: "Allah'a ve Elçisine itaat edin"
[Âl-i İmran/32] ayetinde, boyun eğmek, uymak, tâbi olmak, kulak vermek
manalarının tümünü kapsayan bir eylemi ifade etmektedir. Nisa/80'de Hz.
Peygamber'e itaat etmenin, Allah'a itaat olduğu; Âl-i İmran/31'de Peygamber'e
tâbi olmanın Â\\aYv'ı sevmeye işaret olduğu; Peygamber'e itaat etmenin Allah'a
itaat olduğu söylenmektedir.
Nisa/59'da itaat edilecek kimselere, -Allah ve
Peygamber'in yanısıra-idarî otoritenin teslim edildiği kimseler (devlet) de
ilave edilmektedir.
Bütün bu ayetlerden anlıyoruz ki, dinin ve din
eğitiminin en önemli görevlerinden biri, itaat müessesesini canlı tutmak, kime
itaat edileceğinin bilincini vermek, zorla itaat ile isteyerek itaatin farkını
açık bir şekilde öğretmektir. Şeytana ve onun dostlarına itaat etmenin insanı
şirke sürükleyeceğini, yani En'am/121 ayetini insanların gönlüne kazımanın
çarelerini arayacak olan din eğitimidir. Demek ki kime itaat edileceğini
bilmeyen kimseler, ita-atleriyle şirke sapabilirler.
Âl-i İmran/32'yi 31. ayetin devamı sayarsak, bu
ayetlerin sevgiden itaate/ibadete giden yolu çizdiğini söyleyebiliriz. Bundan,
itaatin severek, isteyerek ve Allah'ın af ve merhametini amaçlayarak yapılması
gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. İsteyerek ve severek yapılmayan bir itaat,
insanı Allah'a yaklaştırmayacağı gibi, şahsiyetini de olgunlaştırmaz.
Yüce Allah kendisinden başlayan itaat çemberini Hz.
Peygamber'e, devlete, ana-babaya kadar genişletmektedir. Ancak, diğerlerine
itaatin kaynağı, Allah'a olan itaattir. Allah'a itaatin kaynak olduğu bir
yerde, itaatin kesintiye uğraması mümkün değildir.
(Eğer bundan yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah hakikati
inkar edenleri sevmez).
Allah'a ve Peygamberine itaat etme emrine sırtını
dönen, onu yerine getirmeyen, ona aldırış etmeyen insanları Yüce Allah kafir
olarak tavsif etmekte ve sevgisini onlardan esirgediğini vurgulamaktadır. Yüz
çevirirlerse ifadesi, Allah'ın bu emrine sırtım dönecek insanların
bulunabileceğine de işaret etmektedir. Nisa/80'de Allah'a ve Peygamber'e
itaatten yüz çevirme ele alınmakta, 81. ayette ise, sahte itaat
açıklanmaktadır.
Âl-i İmran/32'de bu emirden yüz çevirenlere Allah'ın
takındığı tavır açıklanırken, Nisa/80'de Hz. Peygamber'in tavrı
belirlenmektedir. Peygamber'e itaatin Allah'a itaat olduğunu ifade eden Nisa/80
ayeti, Hz. Peygamber'e itaat etmenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Âl-i İmran/32'nin sonunda yer alan "(kâfir) kavramı, ayetin başında yer
alan itaat emrini tefsir etmektedir. İnkar'ın zıttı imaridu. Öyleyse Allah'a
ve Peygamberine itaat edin! emrini, "Allah'a ve Peygamberine iman
edin!" şeklinde anlayabiliriz. Zaten itaat, iman etmekle başlar. Allah'a
ve Peygamberine iman etmeyen insanın, itaat etmesi mümkün değildir. 31.
ayetteki sevgi'ye, iman manası verdiğimiz gibi, buradaki itaat'e de iman
manasını verebiliriz.
Maide/30'da Kabil'in ihtirasının onu, kardeşi
Habil'i öldürmeye ittiği belirtilmektedir. İtaat kelimesinin çf (tavve'a)
kalıbı sürüklemek, sevketmek, itmek anlamına geldiğine göre, itaat'in olumlu
manasında imanın da Allah'a doğru itmesi sözkonusudur. İmanın Allah'a doğru
sürüklemesi, sevketmesi, itmesi de Allah'a ve Peygamber'e itaat demektir.
Dinlemek, boyun eğmek, uymak, uyuşmak, tâbi olmak anlamlarıyla, itaat
edilmemesi gerekenlerin kimler olduğunun cevabını Kur'an vermektedir.
[71]
İtaat edilmemesi gerekenleri şöylece
sıralayabiliriz:
1.
Şeytanların dostlarına itaat
edilmemelidir
Yüce Allah En'am/121'de şeytanın dostlarına uymanın
şirke götüreceğine dikkat çekmektedir:
Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan
yemeyin. Kuşkusuz bu büyük bir günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına,
sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat
ederseniz, şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.
Demek ki itaat vardır insanı Allah katında yüceltir;
itaat vardır insanı şirke götürür. İnsanları haram yemeye sevketmek için
şeytanların telkinde bulunduğu dostlarına itaat, şirke götüren bir itaattir.
2. Zanna uyanlara itaat
edilmemelidir
İtaat edilecek olanların, neye tâbi olduklarını bilmek
gerekir. Zanna tâbi olan insanları cahil olarak vasıflandırabiliriz. Cahil
insanlara itaat etmek, onlara uymak, Peygamber'i bile Allah'ın yolundan
çıkarabilir:
(Yeryüzündekilerin çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zan-dan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka bir söz de söylemezler). [En'am/UĞl
Yeryüzündekilerin çoğu ifadesiyle kimlerin
kasdedildiği, ayetin devamında açıklanmıştır: zanna tâbi olan ve devamlı yalan
söyleyenlerdir. Bunlara itaat edilmemeli (uyulmamalı)dır.
3. Gafil olan, hevesine uyan
ve aşın giden kimseye uyulmamalıdır:
(Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme). [Kehf/28] Kalbi gaflette olan kişi hevesine uyar ve aşırı davranır. Bu üç olumsuz vasfın kendisinde bulunduğu kimseye uyulmaz, boyun eğilmez, itaat edilmez.
4. Kafir ve münafıklara
uyulmamalıdır
Yüce Allah Ahzab/1 ve 48'de Hz. Peygamber'e, kafir
ve münafıklara itaat etmemesini emretmektedir:
(Kafirlere ve münafıklara boyun eğme)!
Buradaki itaat kavramını, kulak verme manasına almak
uygun olur. Zira Peygamber'in onlara itaat etmesi/boyun eğmesi mümkün değildir,
ama kulak vermesi muhtemeldir.
5. Yalanlayan ve çokça yemin
edenlere itaat edilmemelidir:
(O halde hakikati yalanlayanların nevalarına uyma).
[Kalem/8]
(Yemin edip duran alçağa uyma). [Kalem/10]
Her iki ayetteki itaat kelimesine de uymamak, kulak
vermemek manasım verebiliriz.
6.
Günahkara ve nanköre itaat
edilmemelidir:
(Öyleyse Rabbinin hükmünü sabırla bekle ve onlardan
hiçbir günahkar ve nanköre uyma). [İnsan/24]
Devamlı günah işleyen ve Rabbine karşı nankör
davranan insanlara uymamak, Allah'ın emridir.
7.
Şirke zorlayan ana-babaya itaat edilmemelidir
Allah'ın itaat edilmesini emrettiği kimseler
arasında ana-baba da vardır. Fakat Allah, çocuğunu şirke zorlayan ana-babaya
-bu hususta- itaat edilmemesini emretmektedir:
(Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin). [Lokman/15]
8. Fesat çıkaranlara itaat
edilmemeli (uyulmamalı)dır:
(Yeryüzünde bozgunculuk yapıp, dirlik düzenlik vermeyen aşın gidenlerin ve ıslahat yapmayanların sözüne uymayın). [Şuara/151-152]
Yanlış davranış ve düşünceleriyle toplumun düzenini
bozan bu insanlar, toplumun mutluluğunu yok ettiklerinden, onların sözlerine,
fikirlerine uyulmaması gerekir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Ayetlerde kimlere
itaat edileceği ve kimlere itaat edilmeyeceği açıklanmıştır. İnsanlara vesvese
veren şeytanın dostlarına, zanna uyan cahillere, gaflet içinde olanlara, kafir
ve münafıklara, yalanlayan ve alabildiğine yemin edenlere, günahkar ve
nankörlere, çocuğunu şirke zorlayan ana-babaya ve nihayet toplumun düzenini
bozanlara uyulmaması, onlara kulak verilmemesi ve onlara itaat edilmemesi
emredilmektedir.
Kime itaat edeceğini bilmek kadar, kime itaat
etmeyeceğini de bilmek önemlidir. İtaat konusu o kadar önemlidir ki, olumlu
anlamda bir ibadet olmaktadır. Bir farzı ihmal edilen namazın bozulması gibi,
itaat edilmemesi gereken birine itaat etmek de itaat ibadetini bozar. Mesela:
Bir insan hem Allah'a, hem de şeytanın dostlarına itaat ederse, -aynı zamanda
bir ibadet olan-Allah'a itaati bozmuş olur. Kur'an'da açık bir şekilde ele
alınan bu konu, din eğitiminin de önemli konulan arasında yer almalıdır.
İbadetler arasında bir mukayese yaparak konuyu anlatacak olursak diyebiliriz
ki: Kime itaat edileceğini bilmek ve itaat edilmesi gerekene itaat etmek, kime
itaat edilmeyeceğinin bilincini kazanmak ve itaat edilmemesi gerekene itaat
etmemek, hac ibadetinden daha önemlidir. Allah, insanları etkileyip yoldan
çıkaran bu kimselerin hem inanç yapısını, hem de tavırlarını analiz ederek
eğitimini sürdürmektedir.
[72]
33-34. Allah birbirinden gelme bir nesil olarak
Adem'i Nuh'u, ibrahim ailesi ile Imran ailesini seçip alemlere üstün kıldı.
Allah işiten ve bilendir.
Ayetin eksen kavramı olan ve seçmek, tercih etmek
anlamına gelen (ıstafâ) kelimesi sözlükte, bulanık olmayan, saf, havanın
bulutsuz olması, açık olmak manasına gelen (safa) kelimesinden türemiştir,
(saffâ) kalıbı süzmek, temizlemek, (ıstafâ) da bir şeyin en iyisini seçmek,
tercih etmek anlamına gelmektedir. (mustafâ) da Hz. Muhamed'in bir sıfatı veya
ismidir.
[73]
1- Seçip ayırmak [İsra/40, Zuhruf/16];
2- Dini seçmek [Bakara/132];
3- Hz.
Meryem'i aynı anda seçti ve tercih etti [Âl-i İmran/42];
4- Peygamber
olarak seçmek
[A'raf/144];
5- Süzme bal [Muhammed/15];
6- Bir tepenin
adı
[Bakara/158].
(safvân) kalıbı da düz kaya anlamına gelmektedir
[Bakara/264]. Bu ayetteki ıstıfâ (seçip tercih etme) kelimesini, günümüzün
eğitim faaliyetine uyarladığımızda şu sonuçlan çıkarabiliriz:
1. Yüce Allah, insanlar için,
seçtiği kişileri peygamber tayin etmektedir.
Peygamberleri insanlığın öğretmenleri olarak kabul
edersek, bundan eğitim ve öğretim faaliyetini yürütecek olan kimselerin,
insanların en zekilerinden, en kabiliyetlilerinden ve en güçlü şahsiyete sahip
olanlarından seçilmesi gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Eğitimde basan ve kalite,
ancak en zeki ve en kabiliyetli insanlann öğretmen yapılmasıyla mümkün olabilir.
Eğitimin basan ve kalitesi bu seçime bağlıdır ve bu,
günümüzde eğitimin en büyük sorunu olarak ortada durmaktadır.
Karakter, kabiliyet ve yetenek açısından en üst
seviyede olanlar eğitimde görev alırsa, eğitim kalite kazanır ve başanya
ulaşır. Yetkililer, üstün zekalı kimseleri seçip eğitim faaliyetinde istihdam
ederlerse eğitimin pek çok sorunu kökünden halledilmiş olur.
2. Ayette geçen Adem, Nuh ve
İbrahim Allah'ın insanlara olan elçileridir.
Yüce Allah, ilahî alemin meselelerini beşerî alemde
çözmek için insanlar arasından elçiler seçmektedir. Ancak en zeki, en sağlam
karakterli insanlar —beşerî alemde— ilahî alemin elçiliğini yapabilirler.
Devletler de dış ilişkilerini yürütmek için, en zeki
ve en sağlam karakterli insanları elçi olarak tayin etmelidirler. İşte
ayetteki ilahî eylemin (seçip tercih etmenin) günümüze yansıması bu şekilde
olmalıdır. Eğitim ve dış siyasette özenle seçilmiş kimseleri istihdam etmeyen
devletler, Allah'ın sünnetini yerine getirmemiş olurlar; bu da o istihdam
alanlarında başarısızlığa sebebiyet verir.
3. Yine Allah, İbrahim ve
İmran ailelerini de seçip alemlere üstün kıldı.
Demek ki sadece kişiler değil, aileler de seçilmekte
ve üstün kılınmaktadır. Aile kavramı bu ayette asaleti, yetişmişliği ve
kültürü ifade etmektedir. Asaleti sağlam, yetişmiş ve kültürlü aileler insanlık
tarihinde büyük hizmetler görmüş, tarihe yön vermiş, tarihi zenginleştirmiş ve
medeniyetin itici gücü olmuşlardır.
İşte Yüce Allah bu ailelerden birinin de İmran
ailesi olduğunu bildirmektedir.
4. Adem'in, Nuh'un, İbrahim ve
İmran ailesinin birbirinden gelen nesiller olduğuna dikkat çeken Allah,
asaletin, yetişmişliğin ve manevî kültürün nesilden nesile aktarılmasının
sosyolojik boyutuna işaret etmektedir. Seçkin insan olmanın kökeninde neslin,
onun da kökeninde ailenin olduğunu işaret eden bu ayet, ailenin ve neslin
önemini vurgulamaktadır. Büyük şahsiyetler, asil ailelerde yetişir ve onlar
asaleti nesilden nesile aktarırlar. Bu esnada da insanlığa yenilikler,
inkılaplar, gelişmeler ve güzellikler kazandırırlar.
5. Allah'ın seçip tercih
etmesinin, dayanağı işitme ve bilme sıfatlandır. Seçen ve tercih eden, neyi
seçeceğini ve kimi tercih edeceğini bilmelidir. Zira, insanlığa güzellikler
getirecek ilahî alemin beşeri alemdeki elçilerinin her yönüyle bilinmesi ve
gelişigüzel bir seçimle tesbit edilmemesi gerekir.
Bu durum bize, siyasî erki elinde tutanların,
görevlileri bilip tanıyarak seçmesi ve emaneti ehline vermesi gerektiğini
öğretmektedir. Demek ki seçip tercih etmek, bilgiye dayanmalıdır.
[74]
55. İmran'ın karısı şöyle demişti: "Rabbim!
Karnımdaki çocuğu azathbir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur.
Şüphesiz hakkıyla işiten ve bilen sensin".
Bir önceki ayette, İbrahim ve İmran ailelerini örnek
göstererek aile asaletini ve ailenin eğitimdeki etkinliğini vurgulayan Allah
bu ayette ise, İmran ailesinden bir kadının durumunu anlatarak, hem o dönemde
bile bir kadının kız çocuğu doğurmak istemediğini, hem de duanın eğitimdeki
ağırlığını açıklamaktadır.
[75]
1.
Kız çocuğu istememek
İmran ailesinin yaşadığı toplumun kültüründe, kız çocuklarının, ya da genel anlamda kadının köle statüsünde olması, hür bir varlık olarak görülmemesi, Hz. Meryem'in annesini (İmran'ın hanımını) o derece etkiledi ki, karnındaki çocuğun hür (erkek) doğmasını Allah'tan istedi. Onun için İmran'ın hanımı, erkek çocuğunu muharrer (hür veya azatlı) özelliği ile anmaktadır.
Ayette geçen azatlı veya hür kavramı, o dönem
İsrailoğullan'nın sosyal yapısı hakkında önemli ipuçları vermektedir.
Kadının itildiği, horlandığı, köleleştirildiği ve
kendisine hiçbir statü verilmediği; buna karşılık erkeklerin öne alındığı,
değer verildiği ve hatta hürriyete denk olarak kabul edilecek kadar kutsandığı
bir sosyal yapı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu dönemin, erkeklerin
kadınları bir eşya gibi gördüğü insanlığın yüz karası olan tarihî bir kesit
olduğu anlaşılmaktadır.
Kadına layık görülen bu muamele, Hz. Meryem'in
annesinin gönlünden öylesine bir ah şeklinde çıktı ki, bu ah ilahî aleme
çıkarak levh-i mahfuz'da yerini aldı ve sonra Kur'an'da ayet haline geldi. Hz.
Meryem'in annesinin, Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sana adadım şeklindeki
duası, kadının horlandığı, itildiği ve değer verilmediği bir sosyal yapıyı
göstermektedir. Bu baskı ve bu zulüm, onun gönlüne öylesine işlemiş, öylesine
yaralamıştı ki, doğacak çocuğunun kız olmaması için dua etmesine kadar
varmıştı. Kadın kadını istemiyor, erkek çocuğuna hür sıfatını veriyor ve işi,
bunu Rab-binden isteyecek kadar ileri götürüyor.
Bu noktadan hareketle şu genellemeye varabiliriz:
Kız çocukları dünyaya gelince içleri burkulan, neşeleri kaçan ve yüzlerinde
hoşnutsuzluk ifadesi beliren ana-babalar, işte bu cahiliyet dönemi
insanlarının anlayışını benimseyen ve o kirli kültürün ateşini körükleyen
insanlardır. İşte hakiki gericilik, ilkellik ve asaletten yoksunluk budur.
İşte insanlığı geri götüren, erdemini yok eden düşünce budur.
2.
Karnındaki çocuk için dua
etmek
Kur'an eğitim faaliyetine dua metodunu
getirmektedir. Çocuğu mükemmel bir şekilde yetiştirmek, insan gücünü aşan bir
boyuta sahiptir. Dolayısıyla, insanın eğitilmesinde, beşerî gücün aciz kaldığı
alanların olması doğaldır. Aciz kalman bu alanlarda Allah'a dua etmek, Hz.
Adem'den başlayan ve Kur'anla insanlığa yayılan bir gelenek ve bir kültür
oluşturmuştur.
[76]
a. Hz. Adem (ve eşi) şöyle dua
etmiştir:
(Adem hanımı ile birleşince, eşi hafif bir yük yüklendi. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah'a, "Andolsun bize salih (sağlam) bir çocuk verirsen, elbette şükredenlerden olacağız" diye dua ettiler). [A'raf/189]
Kültürümüze göre (salih) kavramım, "hayırlı
evlat" olarak tercüme edebiliriz. Salih kavramı, ruh ve beden bakımından
sağlam olmayı ifade eder. Yüce Allah, Hz. Adem'le eşinin, gebelik esnasında
Allah'a dua ederek O'ndan hayırlı evlat istemelerini haber vermekle neyi
amaçlamaktadır? Salih evlat yetiştirme hususunda ana-babanın aciz kalma
ihtimali vardır. O nedenle, Allah'ın iradesini devreye sokup yetiştirmekte
olduğumuz yavrularımıza müdahele etmesi için dua etmemiz gerekir. Bu duanın,
doğumdan önce başlaması ve çocuğun yetişkinlik dönemine kadar devam etmesi,
eğitim için çok önemli bir metoddur.
[77]
b. Hz. İbrahim şöyle dua
etmiştir:
(Ey Rabbimiz! Soyumuz içinden onlara senin mesajlarını iletecek, vahyi ve hikmeti öğretecek ve onları arındırıp tertemiz kılacak bir elçi çıkar. Çünkü yalnız sensin kudret ve hikmet sahibi). [Bakara/129]
Görüldüğü gibi Hz. Adem ve eşinin başlattığı
çocuklar için dua etme geleneği, Hz. İbrahim tarafından devam ettirilmekte;
ilave olarak soyundan peygamber çıkarılmasını da istemektedir.
c.
Hz. Zekeriyya da temiz bir
nesil için dua etmiştir. [Âl-i İmran/38]
Bu dualardan anlıyoruz ki -peygamber bile olsa- babanın, çocuğunun veya kendisinden sonraki neslin temiz şahsiyetli yetişmesi için gücü yeterli değildir. Onun için çocukların veya gelecek neslin istenilen şahsiyette yetiştirilebilmesi için Allah'ın yardımı istenmelidir. Demek ki dua, eğitimin önemli metodlanndan birini teşkil etmektedir.
İmran'ın hanımı, Allah'a adayacak bir erkek çocuk
istemekle, zımnen doğacak çocuğun köle olmamasını da istemiş olmaktadır. Tabii
ki o, karnındaki çocuğun, Hz. İsa'yı dünyaya getirecek ve insanlık tarihinde
kadın haklarında büyük bir devrim yapacak olan Hz. Meryem olduğunu bilemezdi.
[78]
36. Onu doğurunca, "Ey Rabbim!" dedi,
"Bak bir kız çocuğu doğurdum -halbuki Allah neyi doğuracağını ve erkek
çocuğun hiçbir zaman bu kız gibi olmayacağını bilmekteydi— ve ona Meryem
ismini verdim. Lanetlenmiş şeytana karşı onu ve soyunu korumanı
diliyorum".
Analizini yapmak için ayeti birkaç bölüme ayırmamız
gerekir:
1. İmran'ın hanımı (ki Hz.
Meryem'in annesidir), -erkek çocuk için yaptığı duaya rağmen- kız doğurdu ve
bu durumu Allah'a şikayet etti. İmran'm hanımı Hanne'nin Ey Rabbim! Bak bir
kız çocuğu doğurdum demesi, Allah'a olan güçlü inancını, O'nunla normal bir
tavırla konuştuğunu ve Allah'ın kendisini dinlediğinin bilincinde olduğunu
göstermektedir. Hanne, duasının Allah tarafından kabul göreceğine kesin olarak
inandığı için, kız doğurunca şoka girdi ve bu ifadeyi kullandı.
2. (Allah onun ne doğurduğunu
daha iyi biliyordu).
Hanne'nin, doğurduğu kız konusundaki şikayeti ve
yaşadığı şoku beyan etmesi, Allah'ın bildiği bir şeyi tekrar etmekten öte bir
anlam taşımamaktadır.
Ayet, İmran'ın hanımı Hanne'nin, doğurduğu kızın
değerini bilmediğine, oysa Allah'ın herşeyi bildiğine işaret etmektedir.
Yüce Allah ayetin bu kısmı ile Hanne'den sonraki
insanlara şu mesajı vermektedir: İnsan, bildiği ve yaşadığı bir olgu veya
olayı aynen Allah'a söylemek yerine, o meselenin çözümü için dua etmelidir.
3.
(Erkek kız gibi değildir).
Bu söz İmran'ın hanımı Hanne'ye ait kabul edildiğinde, erkek çocuğunun kız
çocuğundan üstün olduğunu ifade eder. İşte bu nedenle Hanne, doğuracağı
çocuğun erkek olmasını istemektedir.
Bu sözün Allah'a ait olması da mümkündür. O zaman
ibareye "Allah onun ne doğurduğunu ve erkeğin kız gibi olmayacağını daha
iyi biliyordu" anlamı verilebilir. Bu durumda ibare, Hanne'nin istediği
erkek çocuğunun, doğan kızın yerini dolduramayacağını ifade etmiş olur.
Bu ifade, o dönemde erkekle kız çocuğu arasında fark
gözetildiğini veya onların eşit tutulmadığını gösterir. Erkekle kadın arasında
fark gözetmek, cehalet toplumundaki sosyal yapının en ağır hastalığını teşkil
etmektedir. Kadın ve erkeği insan olarak kabul etmek, insanın iki eşit
parçasını teşkil ettiklerini bilmek ve inanmak gelişmişliğin ve dinin iyi
anlaşıldığının işaretidir. Yaratılıştan gelen özelliklerinden dolayı kadın ile
erkek arasında üstünlük olmadığı bilincini vermek için Yüce Allah bu olguları
anlatmaktadır. İnsanların yaratılışından kaynaklanan biyolojik
farklılıklarının, bir üstünlüğe sebep olamayacağı ilkesini insanlığa
yerleştirmek uzun zaman aldığı gibi, erkeğin egemen olduğu toplumlarda büyük
zorluklarla da karşılaşmıştır. Medenî olmanın şartlarından biri de, kadm-erkek
ikiliğini ortadan kaldırmak, eşitlik fikrini yaymak için gerekli fikrî
çalışmaları yapmaktır.
4. (Ve ona Meryem ismini
verdim).
İmran'ın hanımı Hanne, kızının adını -ibadet eden
kadın manasına gelen-Meryem koydu. Hanne, asla değiştiremeyeceği gerçekle
yüzleşince isim vermekle faaliyete başladı.
5.
(Kovulmuş şeytana karşı onu
ve soyunu senin korumam diliyorum).
Eğitimde duanın önemini burada da görüyoruz. Hanne
kızı Meryem'i ve onun neslini şeytandan koruması için Allah'a dua etmektedir.
Hanne ile kocasının, kızlarını yetiştirmede
kendilerini yeterli görmedikleri ve bu yetersizliklerini ne ile telafi
edeceklerinin bilincinde oldukları anlaşılmaktadır. Hanne'nin erkek çocuk
konusundaki duasının kabul edilmemesi, diğer dualarının kabul edilmeyeceği
anlamına gelmez. Onun için, çocuklarının ve soylarının şeytanın şerrinden
korunması için dua etmektedir. Dikkat edilirse Hanne şartlara göre duasının
içeriğini değiştirmektedir.
[79]
37. Bunun üzerine Rabbi, Meryem'i hoşnutlukla kabul
etti, onu güzelce büyüttü ve Zekeriyya'nın himayesine verdi. Zekeriya, ne
zaman onu mabedde ziyaret ettiyse yanında yiyecekler görür ve sorardı: "Ey
Meryem! Bunlar sana nereden geliyor?" Meryem, "Bunlar Allah'tandır;
Allah dilediğine hesapsız rızık bağışlar" diye cevap verirdi.
Ayette, İmran'ın hanımı Hanne'nin, kızı Meryem'i
Allah'a adadığı ve bu adağının Allah tarafından kabul edildiği ifade
edilmektedir. Anne karnındaki çocuğun cinsiyeti konusundaki duanın kabul
edilemeyeceğine, ama şeytandan korunması gibi eğitim için yapılacak duanın
kabul edilebileceğine dikkat çeken Allah, duanın içeriğinin nasıl olması
gerektiğine ışık tutmaktadır.
1.
(Rabbi onu güzel bir kabul
ile kabul etti).
Allah Hanne'nin duasını kabul ederek, kızı Meryem'i
hoşnutlukla ka\nn etti. Kabullenmek, ilgi göstermeyi ifade eder. İlgi
göstermeden, benimsemeden eğitmek mümkün değildir. Allah'ın benimsemesi, ilgi
göstermesi ve kabul etmesi, şeytanın etkisinden koruması anlamına gelmektedir.
Sonuçta Hanne'nin, kız doğurmakla uğradığı şok,
kızının Allah tarafından hoşnutlukla kabul edilmesiyle yerini sevince,
mutluluğa ve göz aydınlığına bırakmıştır.
2.
(Meryem'i güzel bir bitki
gibi yetiştirdi/güzelce büyüttü).
Meryem'i güzelce büyüttü/Onu güzel bir bitki gibi
yetiştirdi ifadesi, Allah'ın Hz. Meryem'i kabul etmesinin neticesinde nasıl
bir eğitime tâbi tuttuğunu açıklamaktadır. Hz. Meryem Rabbi tarafından bir
çiçek gibi büyütülmüştür. Allah, insanın yetiştirilmesi ile bitkinin/çiçeğin
yetiştirilmesi arasında bir benzetme yaparak, eğitim faaliyetinin ihtimam
esası üzerine bina edilmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Tıpkı çiçeğin su,
gübre, ilgi ve havadar bir ortam istemesi gibi, insan da maddî ve manevî gıda,
temiz bir çevre, sevgi ve ilgi ister.
Allah'ın bu faaliyeti, (Hz. Meryem'i güzel bir çiçek gibi büyütme faaliyeti) bütün insanlık için de geçerlidir:
(Ve Allah sizi yerden çıkan bir bitki gibi çıkarıp
yetiştirmiştir). [Nuh/17]
İki ayet arasında kelime kurgusu bakımından büyük
bir benzerlik vardır. Bu benzerlik, özellikle eğitim faaliyeti açısından kendini
göstermekte, eğitimde ihtiyaç duyulan şeylere dikkat çekmektedir. Aslında
Allah bütün insanlara bir çiçek ihtimamı göstermekte; yiyecek, içecek ve temiz
ortam hazırlamaktadır.
3. (Ve onu Zekeriyya'ya emanet
etti).
Âl-i İmran/44 ayetine göre, Meryem'in hamisi olmak
için bazı kişiler aralarında kura attılar. Ve bu konuda birbirleriyle
çekiştiler. Âl-i İm-ran/37'de geçen (keffele) kelimesi, lügatte beslemek,
ihtiyacını gidermek, geçindirmek, tedarikini yapmak, kefil olmak, garanti
etmek, sorumlu olmak, taahhüt altına almak, teminat vermek, müdafaa etmek,
teslim etmek, antlaşmaya varmak, atamak, kifl kalıbından alındığında nasip,
öküzün boyunduruğunun altına boynu korumak için konan keçe manasına gelmektedir.
[80]
1. Hami
İbn Abbas, Hazin gibi müfessirler, Âl-i
İmran/44'deki kefaleft, büyütmek, terbiye etmek, görevini üzerine almak
manalarını vermişlerdir. Bu manaların hepsi, hamilik'e işaret eder:
(Zira sen, hangisinin Meryem'in hamisi olacağını
kura ile belirlediklerinde onlarla beraber değildin). [Âl-i İmran/44]
2. Bakımını
üstlenmek
Meryem/40'ta, çocuğu besleyip büyütmek anlamında
kullanılmaktadır; ki bir çocuğun bakımını üstlenmek manası verilebilir:
(Kızkardeşin gidip de onlara, "Ona bakabilecek
birini size göstereyim mi?" dediği zaman...) [Tâhâ/40]
Ayette kefele kelimesi (yekfulu) kalıbından
gelmektedir. Ka-sas/12'de de aynı manayı ifade etmektedir.
3. Emanet
etmek
(Bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var,
benimse bir koyunum; "Onu da bana ver" dedi). [Sad/23]
Ayetteki (ekfîlnîhâ=onu bana ver) ifadesi, emanet et
anlamındadır.
4. Sorumluluk
Nisa suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Kim haklı bir dava uğrunda üstün çaba gösterirse,
onun kazandıracağı nimetlerden bir pay alacaktır ve kim de haksız bir dava
için koşturursa, sorumluluğunun hesabını verecektir. Çünkü Allah, her şeyi
gözetleyi-cidir). [Nisa/85]
Kelime bu ayette kötü bir eylemin getirdiği
sorumluluk, yük, pay, nasip anlamına gelmektedir. Ayette, iyi eylemin getirişi
için nasib, kötü eylemin getirişi için kifl kelimesi kullanılmaktadır. Demek
ki, kefele kelimesinden türeyen kifl kalıbı, yük, pay veya sorumluluk manasını
ifade etmektedir. Ha-
5. İsim
Kur'an'da bir peygamberin adı olarak (Zülkifl)
kelimesi geçmektedir.
(İsmail'i,
İdris'i ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi sabreden kimselerdendi). [Enbiya/85]
Müfessirler, Zülkifl ismiyle ilgili çeşitli
açıklamalar yapmışlardır. £f (kifl) kelimesi, nasip, pay ve hisse manasına
gelir; yaptığı amellerden dolayı Allah'tan nasibini alan, kendisine yüklenen
sorumluluğu yerine getiren kişiye de zülkifl denir.
6. Şahit-kefil
Nahl/91'de (kefîl) kalıbında, şahit, kefil anlamına
gelmektedir:
Antlaşma yaptığınız zaman Allah'ın ahdini yerine
getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri
bozmayın. [Nahl/91]
Ayette geçen Su (kefîlâ) kelimesine, müfessirler
şahit manasını vermişlerdir.
Bu manalardan hareketle yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İm-ran/37'deki (ve keffelehâ Zekeriyyâ) ifadesine, "Zekeriyya'yı Meryem'e hami tayin etti" veya "Meryem'i Zekeriyya'nın himayesine verdi" şeklinde mana verebiliriz. Allah, Hz. Meryem'in bakımını, sorumluluk ve himayesini -teyzesinin kocası olan- Zekeriyya'ya emanet etti.
4. (Zekeriyya ne zaman mihraba
girdiyse, Meryem'in yanında yiyecek bulur ve "Ey Meryem! Bunlar sana
nereden geliyor?" diye sorardı. Meryem de, "Bunlar Allah'tandır;
Allah dilediğine hesapsız nzık bağışlar" diye cevap verirdi).
Ayetin bu kısmında açıklanması gereken kelimelerden
biri olan mihrab, 'herebe' veya 'heribe' fiilinden türemiştir. Öfkesi artınca
malını soyup hepsini almak manasına gelen bu fiiller, harebe kalıbından
alınınca çarpışmak, isyan etmek manasını ifade eder. Savaş anlamına gelen harb
da bu kelimeden türemiştir. Mihrab kelimesi; yukarda, yüksekte bulunan yer, oda
manasına gelir. Camide kıbleyi gösteren imamın durduğu yere de mihrab denir.
Evin en güzel ve en yüksek yeri, hayvanın boğazı, köşk, insanların
toplandıkları meclis, yiğit, cesur, arslan yatağı manalarına da gelen bu
kelime, Kur'an'da şu manalarda kullanılmaktadır:
[81]
Fiil ve isim kalıbında, yani savaşmak veya savaş
anlamında bazı ayetlerde yer almaktadır:
(Ve zararlı eylemlerde bulunmak, dinden çıkmayı
örgütlemek, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak ve başından beri Allah ve O'nun
Peygamberine karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescit kuranlar...)
[Tevbe/107]
Ayetteki (hârebe) kalıbı, savaşmak anlamına
gelmektedir. Bakara/279'da isim kalıbında harb şeklinde yer almaktadır.
Sebe/13'te (mehârîb) kalıbında mihrab'm çoğulu
olarak gelmektedir: (Cinler Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar
genişliğinde leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı). [Sebe/13]
Ayette geçen (mehârîb) kelimesine, Keşşaf, Hazin,
Nesefi, İbn Ab-bas mabetlmescit, Kadı Beydavi kale manasını vermiştir.
Meryem (el-mihrâbu) kalıbında mabet anlamını ifade
etmektedir:
(Bunun üzerine Zekeriyya, mabetten kavminin
karşısına çıkarak onlara, "Sabah akşam teşbih edin" diye işaret
etti).
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/37'de de
mabet manasına gelmektedir.
Meryem'in annesi, hamileyken çocuğunu Allah'a adamış
ve şöyle demişti:
(Rabbim karnımda olanı sana adadım). [Âl-i
İm-ran/35]
Hz. Zekeriyya, Meryem'in biraz büyümesi üzerine onu
Beytu'l-Makdis'te-ki mihraba, yani yüksek odaya yerleştirdi.
Mihrabta (yüksekteki odada), ibadetle meşgul olan
Hz. Meryem'in ihtiyaçlarını Hz. Zekeriyya karşılıyordu. Onu ziyaret ettiği
anlarda, yanında yiyecekler buluyor; bunun üzerine, Ey Meryem! Bunlar sana
nereden geliyor? diye soruyordu; Meryem de Allah katından cevabını veriyordu.
Muhammed Esed, yorumunu yapmakta olduğumuz ayetin bu
kısmıyla ilgili açıklamasında Hz. Meryem'in yanındaki yiyeceklerin mucizevî
bir yönü olmadığına, birinin oraya yemek götürebileceğine işaret etmektedir.
Razi ise bu yiyeceklerin mucizevî yönünü çeşitli açılardan ele alıp
açıklamaktadır. Razi'nin açıklamalarını nakletmeye gerek görmüyoruz; ancak ona
hak verdiğimizi söylemekle yetiniyoruz.
Farklı bir yaklaşımla bu konuyu açıklamaya gayret
edeceğiz.
Meryem'le oğlu İsa'nın farklı oldukları Enbiya
suresinde Allah tarafından ifade edilmektedir:
(Ve o iffetini koruyan Meryem'i de an ki, Biz ona
ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu bütün insanlar için ayet kılmıştık).
[Enbiya/91]
Buradaki ayet sembol, simge, delil, alamet, işaret
manalarına gelir. Demek ki Hz. Meryem ve Hz. İsa bir simge, bir alamettir.
2. Meryem'le İsa'nın delil,
sembol, işaret oluşları hangi bakımdandır? Ma-ide/114'te Hz. İsa Allah'tan
kendileri ve kendilerinden sonrakiler için bayram olacak bir sofra indirmesini
istemiş; Allah da 115. ayette, bu husustaki duasına icabet edeceğini
vaadetmişti.
Buradan hareketle Âl-i İmran/37'ye bakarsak, aynı
sofranın -ayette sofra kelimesi geçmemekle birlikte- annesine de indirildiği
sonucuna varırız. Hz. Meryem'in yanındaki yiyeceklerin bir insan tarafından
getirilmediği, Hz. Ze-keriyya'nın sorusundan da anlaşılmaktadır.
Nasıl ki İsa'ya inen sofranın, melek tarafından indirildiği açıkça ifade edilmiyor diye, insan tarafından hazırlandığı söylenemezse, Hz. Meryem'in yanındaki yiyeceklerin de insanlar tarafından getirildiği söylenemez. Zira, (O Allah katındandır) ifadesi, yiyeceklerin insan tarafından getirilmediğinin delilidir.
Demek ki Hz. İsa'ya indirilen sofra, annesinden
başlayan bir oluşumun devamıdır. Hz. İsa'ya gelen sofrayı mucize olarak
görürken, annesine gelen rızkın -Allah katından geldiği ifade edilmesine
rağmen- mucize olarak görmemek doğru değildir. Enbiya/91 'deki ana ile oğulun
bir ayet (işaret/sembol) olmalarıyla, azıklarının Allah tarafından gönderilmesi
arasında da bir benzerlik/ortaklık kurulabilir.
3.
Tahrim suresinde Hz.
Meryem'in manevî boyutu olan bir kadın olduğu söylenmektedir:
(İffetini
korumuş olan İmran'ın kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi). Biz ona ruhumuzdan
üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat
edenlerdendi). [Tahrim/12]
Meryem'e, babasız çocuk dünyaya getirecek kadar önemli bir mucize bahşeden Allah'ın, ona mucizevî rızık vermesi mümkün değil mi?! Zaten bu mucize ihtimalini Hz. Zekeriyya düşünmeseydi, "Bu yiyecekler nereden geliyor?" diye sormazdı. Diğer taraftan o yemekleri bir insan getirseydi, bu soruyu ona yöneltmesinde bir mana kalmazdı.
Bu süreç, Allah'ın İsrailoğullan'na Hz. Musa
zamanında men ve selva (helva ve bıldırcın eti) göndermesiyle başlamış, Hz.
Meryem'e mucizevî olarak yiyecek gelmesiyle devam etmiş ve nihayet bayram
mahiyetini alan sofranın inişiyle son bulmuştur. Allah dilediğine sayısız
rızık verir ifadesi, Hz. Meryem'in, rızkın kaynağının Allah olduğunun
bilincinde olduğunu göstermektedir. Daha sonra aynı ifadenin benzerini oğlu
İsa da kullanmıştır:
(Bizi nzıklandır, zaten sen rızık verenlerin en
iyisisin). [Maide/114]
Görüldüğü gibi anne ile oğulun ifadeleri arasında da
bir benzerlik vardır.
37. ayetten şu genellemelere varabiliriz: İmran'ın
hanımının erkek çocuk için yaptığı duayı kabul etmemesine rağmen Allah, kızı
Meryem'in lanetlenmiş şeytandan koruması yolundaki duasını kabul etmiş; bunun
üzerine Hz. Meryem'i hoşnutlukla kabul ederek bir çiçek gibi büyütüp
yetiştirmiş, Hz. Zekeriyya'nın himayesine vermiş ve ona kendi katından rızık
ihsan etmiştir. Bütün bunlar, Allah'ın Meryem'in annesinin duasına icabet
etmesinin neticesidir.
Demek ki ana-babalar eğitim için gerekli
teşebbüsleri yaptıktan sonra, çocuklarının kötü etkilerden korunması için dua
ederlerse, icabet edilecektir. Allah Âl-i İmran/35-37'de, duanın eğitimdeki
yerinin önemini öğretmekte ve 37. ayette insanın eğitimini çiçeğin
yetiştirilmesine benzetmektedir.
Çiçek bakım, gıda, su ve alaka ister. İnsan yavrusu
da ihtimam ister, maddî ve manevî gıda ister. Hoyratça yaklaşıldığında
ölen/kuruyan çiçek gibi, çocuk da sertlik ve dayakla yetiştirilmez. Aksi
takdirde içindeki sevgi, nefrete dönüşür.
Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ifadesi, çocuğun
nasıl yetiştirilmesi, insana nasıl yaklaşılması gerektiğine dair ipuçları
vermektedir. Kısaca, Allah insana bir çiçeğe yaklaşır gibi yaklaşmaktadır;
öyleyse insan da insana o şekilde yaklaşmalıdır.
[82]
38. Aynı yerde Zekeriyya Rabbine yalvardı: "Ey
Rabbim! Tarafından bana hayırlı bir nesil bağışla; zira sen her yakarışı
duyarsın".
Hz. Zekeriyya, Allah'ın Hz. Meryem'e mucizevî bir
şekilde yiyecekler göndermesinden çok etkilenmiş; Hz. Meryem'in çok erdemli bir
insan olarak yetişmekte olduğunu anlamış ve onun gibi bir çocuğunun olması için
dua etmiştir.
Allah, Hz. Zekeriyya'nın duasını bize öğretmek için
onu levh-i mahfuz'da Kur'an'ın gelişine kadar saklamış ve oradan ayet olarak
indirmiştir. Hz. Zekeriyya şöyle dua etmiştir:
(Rabbim! Bana tarafından temiz bir zürriyet ver).
Razi bu ayetin tefsirinde {zürriyet) kavramının
tekil manada çocuk olduğunu söyler ve Meryem/5 ayetini de delil olarak
zikreder. Öyleyse "Bana temiz bir zürriyet ver" ifadesi, "Bana
temiz bir çocuk ver" demektir.
Meryem/5'teki veli kavramı bu ayette zürriyet
şekline dönüşmüştür. Her iki kelimeyle de 'çocuk' kasdedilmiştir. Hz. Zekeriyya
veli kavramıyla, köle ruhlu, köle şahsiyetli olmayan, bir önceki nesilden
aldığı değerleri yaşatabi-len ve destek çıkan bir çocuk istemiştir. Yardımcı
manasına da gelen bu kavram, 'çocuk' kelimesinin yerine geçmektedir.
Hz. Zekeriyya Âl-i İmran/38'de, zürriyefm sıfatını
(tayyîbe) olarak zikretmektedir. Güzel, temiz şahsiyetli, verimli, faydalı
manalarına gelen bu sıfat, onun nasıl bir nesil istediğine işaret etmektedir.
Meryem/5'teki veli kavramı tayyibe'yi, tayyibe de 2/ {veli) kavramını tefsir
etmektedir. İki kavramın ortak manası, sağlam şahsiyetli ve köle ruhlu
olmayandır.
Hz. Zekeriyya, neden böyle bir çocuk istediğini ise,
Meryem/5-6'da açıklamaktadır. 5. ayette akrabalarından endişe ettiğini
söyleyen Zekeriyya, kendisinin hayata bakışını, yaşamını, kültürünü
akrabalarının sürdürmesinden endişe etmekteydi.
6. ayette Zekeriyya, istediği çocuğun kendisine ve
Yakub ailesine varis olacak ve Allah'ın razı olacağı davranıştan sergileyecek
şahsiyette olmasını temenni ediyordu.
Peygamberlerin bıraktığı kültür mirasını
zenginleştirecek, hayata geçirecek ve Allah'ın razı olacağı davranışları
yapacak bir çocuk istiyordu; çünkü mevcut akrabalarının bunu yerine
getiremeyeceğini düşünüyordu. Neticede, Meryem/5'deki ifadesiyle duasının
sebebini, Meryem/5-6'daki ifadesiyle de îayyib veya velMen kasdını
açıklamıştır.
Zekeriyya ve Yakub ailesinin geriye bıraktığı
mirasın ne olduğunu ise muhtelif ayetlerde arayabiliriz.
[83]
Zekeriyya ve Yakub ailesinin mirası şunlardan
oluşmaktadır:
1. Nübüvvet
Yakub hanedanının ve bizzat kendisinin geriye
bıraktığı en önemli miras peygamberliktir. Bu müesseseyi bir sonraki nesle
taşıyacak olan bir varis, yani peygamber olacak birini istiyordu. Yüce Allah
bu geleneği tesis etmişti. Hz. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub'u varis kılması,
Neml/16'da, Ve Süleyman Davud'un varisi idi buyurması da buna delildir.
Bu anlamda Hz. İbrahim de aynı duayı neslinden
peygamberler yetiştirmesi için yapmıştı [Bakara/129]. Demek ki neslinden
peygamberler gelmesi için dua etmek, peygamberlerin geleneğidir.
2. Kitap
(ilim)
İnsanlara peygamberlerin bıraktığı en önemli
miraslardan biri, kitaptır:
(Gerçek şu ki biz, daha önce Musa'ya hidayetimizi
ihsan etmiş ve İsrailoğullan'nı kitaba varis kılmıştık). [Mü'min/53]
Biz buna, ilim mirası da diyebiliriz.
3. Mal ve
siyaset
Ayetten, taşınabilen ve taşınamayan mallarla ilgili
varislik anlamı da çıkarılabilir. Diğer taraftan, siyasî erkin nesilden nesile
intikal etmesi veya bir milletten diğerine geçmesi de Kur'an'da miras olarak
anılmaktadır.
(O, sizi onların topraklarına, evlerine ve mallarına
mirasçı yaptı ve henüz ayak basmadığınız topraklarını (size vaad etti). Allah
her şeye kadirdir). [Ahzab/27]
Bu ayette, bir toplumun diğer bir topluma, bütün
dünyevî/maddî değerlerde mirasçı olması ele alınmaktadır.
Öyleyse Hz. Zekeriyya'nın istediği çocuk, hem
nübüvvete, hem kitaba/ilme, hem de mala varis olabilir. O zaman mirasın, hem
vehbî, hem de kesbî olanı bulunduğunu söyleyebiliriz. Peygamberlik/vahiy vehbî,
mal, ilim, güzel ahlâk ise kesbîdir.
Hz. Zekeriyya, hem vehbî, hem de kesbî olanlara
varis olacak bir çocuk istiyordu. Allah'ın da ona Hz. Yahya'yı vermesi bunu
teyit etmektedir. Hz. Yahya nübüvvete, kitap ve mala mirasçı olmuş, babasından
aldığı mirası devam ettirmiş ve böylece babasının endişesini gidermişti.
Âl-i İmran/8'de veled-i ledun (ledunnî çocuk)
ifadesini açıkladığımızdan burada sadece şu meseleye dikkat çekmek istiyoruz:
Normalde Zekeriyya ile eşinin çocuk sahibi olmaları mümkün değildi; zira
Zekeriyya çok yaşlı, karısı hem yaşlı, hem de kısırdı.
Dolayısıyla çocuk sahibi olmaları, ancak mucizeye
bağlıydı. Onun için Hz. Zekeriyya (min lendünke=senin tarafından) ifadesini
kullanmaktadır.
Sen her yakarışı duyarsın ifadesi, duada önemli
olana, yani duyurmaya işaret etmektedir. Dua, kul ile Allah arasında önemli bir
iletişim kanalıdır. Psikolojik ve sosyal problemlerini Allah'a iletirken kulun
yaptığı dua, ibadetlerin önünde yer almaktadır.
Bu ayetten çıkaracağımız en önemli sonuç şudur:
Ana-babalar, eğitim konusunda ellerinden geleni yaptıktan sonra, ilahî yardım
için yakarışta bulunmalıdırlar.
[84]
39. Zekeriyya mabette durmuş namaz kılarken,
melekler ona şöyle seslendiler: "Allah sana, kendi katından bir sözün
gerçekleştiğini doğrulayacak, efendi, iffetli, dürüst ve erdemli bir peygamber
olacak olan Yahya'yı müjdeler".
Ayetin analizini yaptığımızda şu oluşumların
varlığını anlamamız mümkündür:
1. Namaz, Hz. Zekeriyya
zamanında da vardı.
Âl-i İmran/37'de, mabet anlamına geldiğini
söylediğimiz mihrab kelimesi, o zamandan günümüze kadar gelmiş, camilerde
kıbleyi gösteren ve imamın namaz kıldırdığı özel yere isim olarak verilmiştir.
Ayette, Hz. Zekeriy-ya'nın namaz kıldığı ifade edilmektedir. Oruç gibi, namaz
da çok eski bir geçmişe sahiptir. Meryem/55'ten anlaşıldığına göre, Hz. İsmail
zamanında da bu ibadet vardı.
İşte Hz. Meryem'in yetiştirilmeye başlandığı ve o
zaman adına mihrab denen yüksek oda veya mabedde Hz. Zekeriyya namaz kılarken
melekler tarafından müjdelenmiştir.
2. (Melekler ona seslendi).
Bu ifadeden, Hz. Zekeriyya'nın melekleri
görmediğini, sadece seslerini duyduğunu anlıyoruz. Namaz kılan bir insana
meleklerin seslenmesi, onun da bu seslenişi duyması, normal insanları hayrete
düşüren bir durumdur. Kur'an'da yer alması da, bu olgunun gerçek olduğunu
isbatlamaktadır. Meleklerin seslenişine muhatap olmak, peygamberlerin ortak
özellikleri arasındadır. Mesela A'raf/22'de Allah'ın Hz. Adem'le eşine nida
ettiği ifade edilmektedir:
(Rableri o ikisine "Ben size o ağacı
yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?" diye
nida etti). [A'raf/22]
Ayette, Yüce Allah'ın aracısız olarak Hz. Adem'le
eşine seslendiği olgusu yer almaktadır.
Taha/ll'de de Hz. Musa aynı seslenişe muhatap
olmuştur:
(Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan), "Ey
Musa!" diye seslenildi). [Taha/11]
Aynı olgunun bir benzeri de Naziat/16'da yer
almaktadır:
(Kutsal vadi Tuva'da Rabbi ona şöyle seslenmişti).
[Naziat/16]
Buradaki seslenmede de aracı olmadığı görülmektedir.
Aynı seslenişe Hz. Meryem'in de muhatap olduğunu
görüyoruz:
(Aşağısından Meryem'e şöyle seslenildi: "Tasalanma!
Rabbin senin alt yanında bir şu arkı vücuda getirmiştir"). [Meryem/24]
Saffat/104'te de Hz. İbrahim'e seslenilmiştir:
("Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz
iyileri böyle mükafatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır"
diye seslendik). [Saffat/104-106]
Aynı seslenişe Hz. Muhammed'in de muhatap olduğu
anlaşılmaktadır [Müzzemmil/1 ve Müddessir/1]. Demek ki Allah bazen doğrudan,
bazen de melekler vasıtasıyla mesajlarını göndermiştir. Âl-i İmran/39'da
meleklerin, mabette namaz kılarken Hz. Zekeriyya'ya seslendiği ifade
edilmektedir. Demek ki Zekeriyya o anda, bütün dünyevî bağlantılardan
kendisini soyutlamış, bütün benliğini Allah'a yöneltmiş, kalbini tertemiz hale
getirmiştir. İşte meleklerin nidasını, böyle bir halet içindeyken duymuştur.
Arzular ve dünyevî meşgaleler arasında bu nidayı duymak mümkün değildir. Namaz
kılarken meleklerin sesini duyması, Zekeriyya'nın kendisini dünyevî
meşgalelerden ne kadar soyutlayıp zikre yoğunlaştığını göstermektedir. Onun
içindir ki Ta-ha/14'te namazın zikir olduğu söylenmektedir.
3. Melekler Hz. Yahya'yı
müjdeledi.
Hz. Zekeriyya, Allah'tan, kendisine ve Yakub hanedanına varis olacak hayırlı bir çocuk istemişti [Meryem/6]. Yüce Allah da Zekeriyya'nın istediği -tayyibe, veli ve varis özelliklerine sahip olacak- çocuğu kendisine melekler vasıtasıyla müjdeledi. 39. ayette Allah bu çocuğun vasıflarını da zikretmektedir. [85]
Hz. Yahya'nın vasıflarını şöylece sıralayabiliriz:
a)
Allah tarafından gelen bir
kelimeyi tasdik eden,
b) Seyyid,
c) İffetli,
d) Salihlerden bir peygamber.
Böylece Hz. Yahya'nın neyin mirasçısı olduğu da
açıklanmaktadır. Şimdi Hz. Yahya'nın bu özelliklerini açıklayabiliriz:
(Allah'tan gelen bir kelimeyi tasdik edici).
Müfessirlere göre, Hz. İsa veya Allah'tan gelen
kitap kasdedilmektedir. Çünkü Hz. İsa Nisa/l 71 'de Allah'ın kelimesi olarak
nitelenmektedir. "Allah'tan gelen kelime", Hz. İsa olabileceği gibi,
Allah'ın kitabı/vahyi de olabilir. Hangisi olursa olsun, Hz. Yahya'nın tasdik
edici bir özelliğe sahip olduğu gerçeğini değiştirmez. Allah'tan gelen kelimeyi
tasdik etmesi, Allah'ın ilmine muhalefet etmediğini, onu inkara yeltenmediğini
ifade etmektedir. Doğru bilgiyi tasdik eden bir şahsiyete sahip olması, varis,
veli ve temiz bir çocuk olmasının ilk basamağını teşkil etmektedir.
{seyyid) kelimesi Yusuf suresinde koca anlamına
gelmektedir:
(İkisi de kapıya doğru koştular; kadın onun
gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında onun kocasına rastladılar).
[Yusuf/25]
Ahzab suresinde lider manasını ifade etmektedir:
("Ve ey Rabbimiz!" diyecekler, "Biz
liderlerimize ve ileri gelenlere uyduk"). [Ahzab/67]
Demek ki aile boyutunda koca, devlet boyutunda lider
anlamına gelen bu kelime peygamber boyutunda, ilimde, hilmde, ibadet ve takvada
önderlik manasını ifade etmektedir. Kadı Beydavi seyyid kelimesine, kendisine
başvurulan merci, önder manasını vermiştir.
Seyyid kelimesi insanların problemlerini çözen önder
manasına geldiği gibi, ahlâkî davranışlarda örnek olan kişi manasına da
gelmektedir. Meryem/5'de geçen veli kavramının bir manası da budur.
"(hasûr), nefsine hakim anlamına gelir. Bu
kelimenin manasını Bakara/273'te açıklamıştık. Muhasara da bu kelimeden
türetilmiştir. Bir ordunun bir orduyu veya bir yeri kuşatması anlamına gelen
muhasara kelimesi, insanın cinsel içgüdüsünü kontrol altına alması, disipline
etmesi anlamıyla nefsine hakim olmayı, namusunu korumayı ifade etmektedir. Hz.
Yahya'nın öne çıkan üçüncü özelliği de budur.
(Dürüst ve erdemli bir peygamber).
Hz. Yahya, nebilik yönünden hem babasına, hem de
Yakub hanedanına mirasçı olmuştur. Böylece Hz. Zekeriyya'nın istediği çocuğun
nelere varis olacağı açıklığa kavuşmuştur.
Yüce Allah Zekeriyya'ya, tasdikte, önderlikte, iffet
ve nebilikte geçmişten intikal eden değerlerin varisi olan bir çocukla
müjdelemişti. Hz. Zekeriyya, mabette namaz kılarken melekler ona bu müjdeyi
iletmişlerdi.
Bu özellikleri günümüze aktardığımızda şu
genellemeye varabiliriz: Din eğitimi, insanları Allah'ın vahyini tasdik etmeye,
örnek ve önder olmaya, namusunu muhafaza etmeye ve neticede peygamberlik
müessesesinin işlevini devam ettirmeye teşvik etmelidir.
• Alimler peygamberlerin varisleridir.
• Peygamberler ne altın, ne de gümüş miras
bırakırlar. Onlar sadece ilim miras bırakırlar.[86]
İlim adamları, özellikle ilahiyat dalında yetişmiş
alimler, peygamberlerin bıraktıkları bilgi mirasını alıp sonraki nesillere
bırakma görevini yerine getirmelidirler. Peygamberler, insanların
oluşturdukları yabanî kültüre aklın ve imanın mayasını çalarak ehlileştirirler.
Alimler de onların yolunu, -bıraktıkları ilahî bilgi vasıtasıyla- gelecek
nesillere öğretirler.
Alimlerin bu görevi yerine getirebilmeleri için, iyi
yetişmiş olmaları gerekir. İyi yetişmek de ancak eğitimle mümkündür. Aklını
kullanıp doğru düşünmeyi öğrenen, doğru bilgi ile beslenen alimler peygamberlerin
mirasını nesilden nesile taşıyacak ve böylece din eğitiminin sosyal görevini
yerine getireceklerdir.
Ancak, aklını kullanmak, doğru düşünmek ve doğru
bilgiye sahip olmak, peygamberlerin bıraktığı mirası hayata geçirmek ve
nesillere aktarmak için yeterli değildir. Bunların yanısıra salih kimselerden
olmak da lazımdır. Onun için Âl-i İmran/39'da salihlerdenliyilerden
buyurulmaktadır. Salihler-den olmak bir yönüyle insanın iradesine bağlı iken,
diğer yönüyle Allah'ın rahmetine, ihsanına, lütfuna bağlıdır. Salih bir insan
olmak veya salih bir insan yetiştirmek, Allah'ın yardımı olmaksızın mümkün
olmadığı için, Hz. İbrahim ve Hz. Süleyman bu hususta Allah'a dua etmişlerdir.
İşte Hz. İbrahim'in duası:
(Ey Rabbim! Bana (doğruyla eğrinin ne olduğuna) hükmedebilme
bilgi ve yeteneğini bağışla ve beni salih (dürüst ve erdemli) insanların
arasına kat!) [Şuara/83]
Hz. Süleyman'ın duası da şöyledir:
(Süleyman karıncanın bu sözüne neşeyle güldü ve
"Ey Rabbim!" dedi, "İçimde öyle düşünceler uyandır ki, bana ve
ana-babama bahşettiğin nimetler için sana hep şükreden biri olayım. Ve hep
senin hoşnut olacağın dürüst ve erdemli işler yapayım; ve beni rahmetinle salih
(dürüst ve erdemli) kullarının arasına sok!") [Neml/19]
Salih (dürüst ve erdemli) olma, bir yönüyle ilahî
rahmete bağlı olduğundan, peygamberler de bu hususta dua etmişlerdir. 38.
ayette salih kavramı, (zürriyeten tayyibeten=temız evlat) şeklinde tefsir
edilmiştir. 39. ayette ise dürüst ve erdemli olarak açıklanmıştır.
Gerek Âl-i İmran/38-39 ve gerekse Meryem/5-6'da Hz.
Zekeriyya'nın istediği çocuğun özelliklerinin analizinden şu sonucu
çıkarıyoruz: Allah Teala Hz. Zekeriyya'nın istediği çocuğun psikolojik,
sosyolojik ve dinî özelliklerine dikkat çekmektedir. Şöyle ki: Allah'ın
kelimesini tasdik eden özelliği ile inanç, namusunu koruyan özelliği ile cinsel
ahlâk, örnek ve önder olması yönüyle sosyal ve siyasî, salihlerden bir
peygamber olması yönüyle de dinî boyutuna dikkat çekmektedir. İmanî, ahlâkî,
siyasî, içtimaî ve dinî kimliği ile bu çocuk, insanların hangi değerleri
dikkate alarak çocuk yetiştirmeleri gerektiğine işaret etmektedir. İşte
Allah'ın, Zekeriyya ve Yahya kıssasını niçin anlattığının cevabı budur.
[87]
40. Zekerriya, "Rabbim!" dedi,
"Yaşlılık beni yakalamışken ve karım da kısırken nasıl bir oğlum
olabilir?" Allah şöyle buyurdu: "İşte böyledir; Allah dilediğini
yapar".[88]
Ayetin analizini yaparsak şu genellemelere varmamız
mümkündür:
1. Hz. Zekeriyya imkansız
birşey istemiştir.
Kendisi ihtiyarlamış, karısı da kısır olduğu halde
çocuk istemesi, Allah'ın gücüne ne kadar inandığını ve çocuksuzluğun gönlünü
incittiğini göstermektedir. İşte Allah'ın kudreti konusundaki bu güçlü inanç
ve çocuk sahibi olma arzusu, normalde imkansız olan birşey istemesine sebep
olmuştur.
2.
Hz. Zekeriyya doğa
kanunlarını biliyordu ve işin bu kanunlara göre yürüdüğünün de bilincindeydi:
ihtiyar bir erkekle kısır bir kadından çocuk doğmaz. Bu durumda, nasıl
çocukları olacağını hayretle Allah'a sordu. Aynı soru Meryem/8'de de
geçmektedir. Ancak Meryem süresindeki ayette karısının kısırlığı önce,
kendisinin ihtiyarlığı sonra zikredilmiştir. Ayrıca Zekeriy-ya'nın ihtiyarlığı
ifade edilirken (ıtiyyâ) kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime, ihtiyarlığın son
haddine gelmesini ifade eder. Aynı kelime Âl-i İmran/40'ta da geçmektedir.
Hz. Zekeriyya (Gerçekten bana ihtiyarlık ulaştı)
demekle neyi kasdetmiştir: çocuk sahibi olmak için gerekli olan spermin
yokluğunu mu, yoksa cinsel ilişki gücünün olmadığını mı? Bize göre Hz.
Zekeriyya Bana ihtiyarlık ulaştı ifadesiyle, ereksiyonu kasdetmiştir.
Zekeriyya'nın, çocuğunun olamayacağını itiraf etmesi, günümüzde üroloji
araştırmalarına olan ihtiyacı göstermektedir. Erkeklik sorunlarından olan
ereksiyon, meni üretme ve spermlerin çocuk yapacak sayıda ve güçte olmaması
meseleleri, üroloji araştırmalarını harekete geçirmiş ve tıbbı çözüm bulmaya
zorlamıştır.
Hz. Zekeriyya zamanında çözümü imkansız görülen
üreme sorunlarının pek çoğu günümüzde çözüme kavuşmuştur.
O gün mucize olarak görülen çözümler, bu gün bilim
haline gelmiştir. O gün Yüce Allah'ın mucizevî uygulamaları, bugün yine O'nun
ilhamı ile bilimde yerini alarak tatbikata konmaktadır. Günümüzde cinsel
ilişkide bulunabilen ama sperm yetersizliği veya güçsüzlüğü nedeniyle çocuk
sahibi olamayan kimseler, çeşitli fertilizasyon (döllenme) yöntemleriyle çocuk
sahibi olabilmektedir.
(Karım da kısır olduğu halde...)
Akır kavramı, doğum yapmamış veya yapamamış kadın
için kullanılmaktadır. (akura) fiilinden türeyen (âkır) kavramı, nesilden
mahrum kalmak, çocuğu olmamak manasına gelir. Şura/50'de, bu kelimeyle eş
anlamlı başka bir kelime kullanılmaktadır:
3.
(Dilediğini de kısır kılar).
(akame) fiili, erkek veya kadını kısırlaştırmak
anlamına gelir.
Hz. Zekeriyya'nın hanımının, gençliğinde de çocuk
yapmamış oluduğu bu ifadeden anlaşılmaktadır. Yüce Allah, çocuğu olmayan
karı-koca örneğini vermekle, çocuğu olmayan eşlerin dua ve mucize yoluyla
değil, tıbbî yollarla çare aramalarını önermiştir. Mabede girip Allah'tan
çocuk isteme metodu, yerini tıb bilimine bırakmıştır.
4. (Allah dilediğini yapar).
Bu ifadenin ne anlama geldiğini Yüce Allah
Meryem/9'da açıklamaktadır:
(Melek "Öyledir" dedi, "Rabbin diyor
ki": 'O bana kolaydır. Daha önce sen hiçbir şey değilken seni de
yaratmıştım').
Yaşlı ve kısır olan bir kadınla yaşlı bir erkeğe
çocuk vermek, Allah'a için kolaydır. Tabiat kanunlarına aykırı görünen bu olay,
Allah için son derece basittir. O'nun dilemesiyle o tabiat kanunları arasına
girmiştir. Nitekim tıbbî araştırmalar, Allah'ın dilemesiyle gerçekleşen böyle
mucizeleri, günümüzde bilim alanına taşıyarak tabiatın normal kanunları arasına
sokmaktadır.
Bütün bu açıklamalardan şu genellemeye varabiliriz:
Eğitim-öğretim faaliyetinin hedeflerinden biri de, bilimsel araştırmalar
vasıtasıyla geçmiş tarihlerde mucize olarak görülen olguların bir çoğunu
bilimsel alana taşıyarak, tabiat olayları ve kanunlarının dairesine sokmaktır.
İşte bilimin devrimsel boyutu bu olacaktır. Hz. Zekeriyya'nın duasının kabulü
neticesinde yaşlı ve kısır olan ka-n-kocanın çocuk sahibi olmaları mucizesinin
tıb biliminin araştırma alanına ginnesiyle, böyle çiftlerin çocuk sahibi
olmaları mümkün olmaktadır.
Bazı mucizeleri bilim alanına taşıyıp hayatın doğal
seyrine kazandıran bilimsel araştırmalar, eğitim faaliyetinin kalitesini doruk
noktasına çıkarmaktadır. Öğretim faaliyeti, bu hedefini gerçekleştirince, hem
Allah tarafından değerlendirilecek, hem de insanlar tarafından kutsanacaktır.
Bu çalışmalar, insan hayatını kolaylaştıracak ve ileride daha derin
araştırmalara kapı açacaktır.
[89]
41. Zekeriyya "Ey Rabbim! Bana bir alamet
göster" diye yalvardı. Allah buyurdu ki: "Senin için alamet,
insanlara üç gün -işaretten başka- söz söylememendir. Ayrıca Rab-bini çok an,
sabah akşam teşbih et!"
Yüce Allah, Hz. Zekeriyya'ya çocuk vermesinin
alameti olarak iki davranış biçimi önermektedir.
[90]
a. İnsanlarla iletişimini
işaretlerle kurması
Ayette geçen (remz) kelimesi, hareket etmek manasına
gelmektedir. El, baş, göz veya dudaklarla yapılan hareketlerle iletişim kurmak
bu kelimeyle ifade edilir.
İşitme engellilere bir konuyu anlatma metodu, Hz.
Zekeriyya için bir alamet kılınmıştır. Zaten rumuz işaret anlamında
kullanılmaktadır.
b. Zikir ve teşbihle Allah'a
ibadet yapması
Hz. Zekeriyya'ya çocuk vermesinin alametinin ikinci
boyutu, Allah ile olan ilişkisidir.
(Sen rabbini çok zikret).
İnsanlarla dil ile değil, işaretle konuşması,
Zekeriyya'nın gönlünü tamamen Allah'a çevirip O'nu anmasını, O'nunla meşgul
olmasını temin etmektedir. Dil ile konuşmaması, el, dudak, göz işaretleriyle
konuşması, insanlarla ilişkisini azaltacaktır. İnsanlarla azalan ilişkinin
yerini, Allah'ı zikretmek dolduracaktır.
(Ve akşam sabah O'nu teşbih et).
Buradaki teşbih et emri, namaz kıl manasına
gelebilir. Rum/l7'de Öyleyse akşam vaktine girdiğinizde ve sabah kalktığınızda
Allah'ı teşbih edin bu-yurulmaktadır. Hud/114'te gündüzün iki tarafında, yani
sabah ve akşamında namaz kılınması emredilmektedir. Zira namazın bir adı da
zikirdir. Bu durumda zikir ile teşbih emirleri, namaz kılmayı ifade ediyor
olabilir.
Zikri gönlün, teşbihi de aklın eylemi olarak alırsak
farklı ibadetlerin kas-dedilmiş oluduğu anlaşılır. Çünkü teşbih, aynı zamanda
Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmek demektir. Yüce Allah Hz.
Zekeriyya'dan, kendisini anmasını ve noksan sıfatlardan uzaklaştırmasını
istemiştir. Noksan sıfatlardan uzaklaştırmak da, O'nun her şeyi yapabilecek
güçte olduğunun bilincinde ve inancında olmayı ifade eder. Çünkü Hz. Zekeriyya,
karısının kısırlığı, kendisinin ihtiyarlığı sebebiyle, çocuklarının
olamayacağını düşünüyordu. Onun için Yüce Allah, kendisini noksan sıfatlardan
tenzih edip her şeyi yapabilecek güçte olduğunu itiraf etmesini emretmiştir.
İnsanlarla işaretle, Allah ile de zikir ve teşbihle
iletişim kurması, Zekeriyya için çocuk sahibi olmanın alameti olarak kabul
edilmiştir. Üç gün bu şekilde davranmak, bir bakıma mucizenin gerçekleşmesi
için bir hazırlık safhasıdır. Meryem/l O'da şöyle buyurulmaktadır:
("Rabbim! Öyleyse bana bir işaret tayin
et!" diye niyaz etti. "Senin işaretin tam üç gün üç gece insanlarla
konuşmaman olacak" buyurdu). [Meryem/10]
Bu ayette, Âl-i İmran süresindeki rumuzla/işaretle
konuşma yer almamaktadır. Meryem/lO'daki konuşmama emri, Âl-i İmran/4rde
işaretle konuşma ruhsatıyla tahsis edilmiştir.
Âl-i İmran/41'de Hz. Zekeriyya'dan, Allah'ı
zikretmesi ve akşam-sabah Allah'ı teşbih etmesi istenmektedir. Meryem/İl 'de
ise Hz. Zekeriyya halktan bu ibadetleri yapmalarını istemektedir:
(Bunun üzerine Zekeriyya mebedden kavminin karşısına
çıktı ve onlara, sabah-akşam Allah'ı teşbih etmelerini işaret etti).
[Meryem/İl]
Hz. Zekeriyya'mn insanlarla işaretle konuşması ve
Allah'ı çokça zikredip sabah-akşam teşbih etmesi ile ona çocuk verilmesi,
bugünkü insanlar için ne ifade eder? Bize göre Hz. Zekeriyya'mn bu mucizesi,
yani insanlarla sadece işaretlerle konuşması, bilim adamlarının tıptaki üroloji
bilimindeki bu konulan araştırmalarını, insanlarla konuşarak vakit
öldürmemelerini ifade edebilir. İnsanlarla lüzumsuz yere konuşmayı
kesmeyenler, bilimsel araştırma yapamazlar.
Allah'ı düşünmek ve teşbih etmek de, bilim
adamlarının -özellikle tıbbî konularda- araştırma yaparken beynin ve gönlün
yoğunlaşarak Allah'tan ilham almasını ifade ermektedir. Beyin ve gönül
araştırmaya birlikte yoğunla-şırsa, ilham kanalları çalışmaya başlar ve
bilimsel keşif kendiliğinden ortaya çıkar. Diğer taraftan zikir ve teşbih,
yapılan bilimsel buluş neticesinde, Allah'ın kudretinin farkına varmayı da
ifade edebilir. Bilimsel gelişmelerin, Allah'ın kudretinin daha iyi
anlaşılmasını temin etmesi, bir teşbih ve bir zikirdir. Spermin keşfedilmesi,
onun yumurta ile buluşmasının görüntülenmesi, çeşitli yöntemlerle döllenmenin
gerçekleştirilmesi, bebeğin teşekkülündeki esrarengiz yapının görülmesi, insanı
Allah'ı düşünmeye ve O'nu teşbih etmeye götürmez mi?! Embiryoloji biliminin
aldığı mesafe, Allah'ın kudretinin daha iyi anlaşılmasını temin ettiği için bu
bir tesbihdir.
[91]
42. Ve o zaman melekler: "Ey Meryem!"
dediler, "Allah seni seçti ve tertemiz kıldı; seni bütün dünya
kadınlarının üstünde bir konuma çıkardı.
43. "Ey Meryem! Rabbine huşu ile bağlan,
secdeye kapan ve rüku edenlerle birlikte rüku et!"
1. Razi ayette çoğul olarak
geçen melekler ibaresinin, meleklerin birden fazla olduğuna delil teşkil
edemeyeceğini, bununla tek bir meleğin (Cebrail'in) kasdedildiğini söylemekte;
bu iddiasını da iki ayetle teyit etmektedir. Biz de Razi'nin görüşüne
katılıyoruz. Onun delil olarak getirdiği ayetlerden biri şudur:
Allah kullarından dilediğine, "Bütün insanları
uyarın ki, benden başka tanrı yok, öyleyse bana karşı kendinizi uyanık bir
bilinç ve duyarlılık içinde tutun!" buyruğunu ulaştırmaları için melekleri
vahiyle indirir. [Nahl/2]
Ayetteki melekleri vahiy ile indirir ifadesindeki melekler lafzıyla, -vahyi indiren meleğin Cebrail olduğunu bildiğimize göre- tek bir melek, yani Cebrail kasdedilmiştir.
Kendini onlardan uzak tutuyordu; bu durumdayken kendisine
vahiy meleğimizi gönderdik; ona eli yüzü düzgün bir beşer kılığında gözüktü.
[Meryem/17]
Bu ayette, Hz. Meryem'e gelen ve konuşan meleğin tek
olduğu ifade edilmektedir. Bu iki ayeti Âl-i İmran/42-43 ayetlerine
götüriirsek, Hz. Meryem'le sadece Cebrail'in konuştuğu anlaşılır. Bu ve buna
benzer ayetlerden anlıyoruz ki, peygamber olmasalar bile bazı kadınlarla
melekler konuşmuş ve mesaj getirmişlerdir.
2. Âl-i İmran/42'de Hz.
Meryem'in üç vasfına işaret edilmiştir.
[92]
A) istifa edilmesi
(seçilmesi),
B) Temizlenmesi,
C) Bütün dünya kadınlarından
üstün bir konuma getirilmesi.
Bu özelliklerin ne anlama geldiğini diğer ayetlerle
açıklayabiliriz:
a. Yüce Allah Hz. Meryem'i
kadm haklarında bir inkılab yapmak için seçmiştir. Daha önce belirttiğimiz
gibi [Âl-i İmran/25] İsrailoğullan Hz. Meryem'in doğduğu dönemde kız
çocuklarını köle olarak kabul ediyorlardı. Onun için Meryem'in annesi kanundaki
çocuğa hür ismini vererek erkek olmasını istemişti.
Kadının itilip-kakıldığı, köleleştirildği ve
haklarının çiğnendiği bir ortamda dünyaya gelen Hz. Meryem, kadın haklarında
da bir devrim için seçilmişti. Erkeksiz dünyanın olmayacağını söyleyen ve
böylece kadınları köleleşti-renlere karşı Yüce Allah, babasız bir çocuk dünyaya
getirterek kadınsız dünyanın olamayacağını öğretmiş; Allah sana kendisinden
bir kelimeyi müjdeliyor [Âl-i İmran/45] ifadesiyle bu devrimi
gerçekleştirmiştir.
Allah bu inkılabı gerçekleştirmek için Hz. Meryem'e
hüsn-i kabul gösterip [Âl-i İmran/37] onun eğitimini, yetiştirilmesini bizzat
üstlendi; meleklerle gönderdiği özel gıdalarla besleyerek onu şeytanlardan
korudu.
Annesi onu Allah'a adadığından, Beyt-i Makdis'e yerleştirilmesini kabul etmişti. Mihrab'ta (mabette) farklı bir eğitime tâbi tutulan Meryem'e farklı bir şahsiyet kazandırılmıştır. Adandığı mabed (mihrab), Meryem'in okulu olmuştur.
Yüce Allah melekler vasıtasıyla ona hitap ediyor ve
bilgilendiriyordu. Adem'i, Nuh'u, İbrahim'i ve İmran hanedanını seçtiği gibi
[Âl-i İmran/23], Hz. Meryem'i de seçmiştir. Seçilmişlik özelliği ile Hz. Meryem
onlarla aynı vasfı paylaşmaktadır.
b. Allah Hz. Meryem'i bütün
günahlardan temizlemiştir. Onun bu özelliği, Enbiya/91 ve Tahrim/12'de ifade
(Irzını iffetle korumuş olan İmran kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi).
Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti.
O, gönülden itaat edenlerdendir). [Tahrim/12]
Hz. Meryem, iffetli olduğunu belirtmektedir:
(Meryem, "Bana bir insan eli değmediği,
iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?" dedi).
[Meryem/20]
Allah tarafından temizlenmesi, iffetinin korunması
anlamının yamsıra, şirkten ve isyandan temizlenmesi anlamını da ifade
etmektedir. Tahrim/12'de onun saf bir inanç yapısına sahip olduğuna işaret
edilmektedir.
Hz. İsa'yı babasız dünyaya getirmiş olmasına rağmen,
Meryem'in iffetli olduğu Allah tarafından bildirilmiş, doğurduğu çocuğun
Allah'tan bir kelime ve ruh olduğu [Nisa/171] ifade edilmiştir.
Allah, Hz. Peygamber'in hanımlarını ve tüm kadınları
temizlemek istediğini de beyan etmiştir:
(Ey ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek
ve sizi tertemiz yapmak istiyor). [Ahzab/33] Allah'ın temizleme eyleminin bir
süreç olduğu anlaşılmaktadır.
c.
(Dünya kadınlarının üstünde
bir konuma çıkardı).
Babasız doğması sebebiyle Hz. İsa, Meryem oğlu İsa,
ya da Meryemoğlu Mesih olarak anılmıştır.
Hz. Meryem ve oğlu bütün insanlık için ayet
kılınmıştır [Enbiya/91]. Bu, Meryem'in bütün dünya kadınları içinde yüce bir
konuma getirildiğinin diğer bir delilidir.
3. Allah, verdiği bu
özelliklere mukabil Hz. Meryem'den üç şey istemiştir.
[93]
a) İbadet etmek
Âl-i İmran/43'teki kunut kelimesi, ibadet etmek ve huşu ile bağlanmak manasına gelir. Razi'nin nakline göre, îbn Mesud {kânitîn) kelimesine 'susarak' manasını vermiştir ki Allah'ın heybeti karşısında başka hiçbir şeye iltifat etmemektir. Cabir (r.a) kunut kelimesine, ayakta durmak manasını vermektedir. Kunut devam etmek, sabretmek ve ayrılmamak manasına da gelir ki Allah'a itaat etmek ve O'nun hizmetinde bulunmaktır. [94]
Hz. Meryem'den Allah'a huşu ile bağlanmasının veya ibadet etmesinin istenmesi, -bir önceki ayette ifade edildiği gibi-Allah'ın onu seçmesi sebebiyledir. Vitir namazında veya sabah namazında yer alan kunut duasınm çok eski bir geleneğe sahip olduğu bu ayetten anlaşılmaktadır.
b) Secde etmek
İffet ve inanç bakımından temizlenen kişinin yapması
gereken ibadetlerden biri de Allah'a secde edip yaklaşmasıdır. Alak/19 ayetine
göre, kulun Allah'a en yakın olduğu an, secde anıdır. Şirkten temizlenen,
iffetini koruyan kimse, secde ile Rabbine yaklaşacağı için, Hz. Meryem'e de
secde etmesi emredilmektedir.
c) Rüku edenlerle beraber rüku
etmek
42. ayette Yüce Allah Hz. Meryem'i bütün kadınlardan
üstün bir konuma getirdiğini beyan etmişti. Allah buna karşılık, Meryem'den
rüku etmesini istemiştir. Kendisine bahşedilen bu nimete mukabil, Meryem'den
rüku etmesinin (yani Allah'a boyun eğmesinin) istenmesi, talep edilen her
ibadetin bir nimete karşılık olduğunu göstermektedir.
Bu iki ayette Hz. Meryem'le ilgili anlatılanlardan,
günümüze ışık tutacak
mesajlar çıkarabilir miyiz?
Hz. Meryem'e bahşedilen nimetler ve bunlara mukabil
ondan istenen ibadetler, kadınlara bir örnektir. Huşu içinde Allah'ın
huzurunda ayakta durmak, secde ve rüku etmek, bütün müslüman kadınların yapması
gereken ibadetlerdendir. Ahzab/33'te Hz. Peygamber'in hanımlarına verilen
namaz -ki kıyam (ayakta durmak), rüku ve secde ile yapılan bir ibadettir- emri
de, Hz. Meryem'in bu ibadetlerinin bir tekrarıdır.
Hz. Meryem'den önceye dayanan namaz ibadeti
sürecinin Hz. Muham-med'e kadar uzandığını görüyoruz. Namaz, -Allah'ın
kullarına bahşettiği türlü nimetler için- bir şükür, bir zikir, bir teşbih ve
hamddir. Namazın öneminin bir nedeni de, şükür, zikir, teşbih ve hamd gibi pek
çok ibadeti içinde barındıran geniş kapsamlı bir ibadet olmasıdır.
[95]
44. Şimdi sana vahyettiğimiz şey, gayb
haberlerindendir. Zira, hangisinin Meryem'in hamisi olacağını kura ile belirlediklerinde
sen onlarla birlikte değildin ve birbirleriyle çekişirlerken de yanlarında
yoktun.
Hz. Meryem'in hamiliğim üstlenmek için kimlerin
münakaşa edip kura attığı önemli olmadığından, ayette bahis konusu
edilmemiştir. Müfessirler bu konuya çeşitli açıklamalar getirmektedirler. Bize
göre bunlardan en uygun olanı, Meryem'in annesi Hanne, karnındaki çocuğu Beyt-i
Makdis'e adamıştı. Dolayısıyla, tartışıp kura çekenler Beyt-i Makdis'e hizmet
eden din adamları, alimler ve seçkin kimseler olabilir. Çünkü İmran ailesi
toplumun eşra-undandı. Netice olarak, Âl-i İmran/37'de belirtildiği gibi, Allah
Teala onların arasından Hz. Zekeriyya'yı Meryem'in hamisi olarak tayin
etmiştir.
İmran'ın karısının Hz. Meryem'e gebe kaldığını,
doğurduğunu ve onun hamisinin kim olacağının belirlenmesi için tartıştıklarını,
kura çekildiğini Hz. Muhammed asırlar sonra nereden bilebilirdi? Bunlar, gayb
haberlerinden olduğu için Hz. Muhammed'in bilmesi imkansızdı. Kur'an'da bu
haberin yer alması, hem peygamberliğini, hem de Kur'an'ın onun tarafından
yazılmadığını isbat etmektedir.
Sıradan bir insanın, iletişim araçlarının olmadığı,
yazılı metinlerin bulunmadığı bir çağda Hz. Meryem'in haberini bu kadar net
olarak -hem de kitap ehlinin elindeki kitaba uygun bir şekilde- anlatması
mümkün olmadığından, bunların gayb haberlerinden olup Allah tarafından
vahyedildiği ifade edilmiş ve Hz. Peygamber'in onların yanında olmadığına
dikkat çekilmiştir.
[96]
45. O zaman melekler demişlerdi ki: "Ey Meryem!
Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryemoğ-lu İsa Mesih 'dir;
dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah'ın kendisine yakın
kıldıklarındandır".
1. O zaman melekler demişlerdi
ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryemoğlu
İsa Mesih'dir" ifadesindeki melekler kelimesi çoğuldur. Müjde getiren
meleğin bir mi, yoksa birden fazla mı olduğunu cevaplandırabilmek için
Meryem/17'ye dönmemiz gerekiyor:
(Meryem onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü). [Meryem/17]
Ayetteki (Meryem'e tastamam bir insan şeklinde
göründü) ifadesinden, meleğin tek olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca 19. ayetin
başındaki fiilde Cebrail (insan şekline bürünen ruh) tekil olarak
konuşmaktadır:
(Melek, "Ben, yalnızca sana tertemiz bir erkek
çocuk bağışlamak üzere Rabbinin bir elçisiyim" dedi). [Meryem/19]
Meryem/17'den konuşan meleğin tekil olduğu net
olarak anlaşıldığı gibi, Meryem/l 8'de Meryem'in meleğe (minke=senden)
demesinden de tekil olduğu anlaşılmaktadır. Bu ayetlerle Âl-i İmran/45 ayetini
bir araya getirdiğimizde, Meryem'e müjde getiren meleğin tek bir melek olduğu
anlaşılır.
2. Âl-i İmran/45'e göre
melekler, Meryem/17-19'a göre tek bir melek Hz. Meryem'i İsa ile müjdelemişti.
Âl-i İmran/45'teki (Allah sana müjdeliyor) şeklindeki ifade, Meryem/l 9'daki
(Sana tertemiz bir çocuk bağışlamam için) ifadesine denk düşmektedir.
Ayetin bu kısmından, meleklerin -peygamber
olmamasına rağmen- Meryem'e hitap ettikleri, onunla konuştuktan anlaşılıyor.
Meleğin insan şekline bürünerek Meryem'e gelmesi, onunla konuşması ve Allah'tan
müjde getirmesi, onun peygamber olduğunu göstermezse de, insanlık tarihinde
çok önemli bir şahsiyet olduğunu gösterir.
Allah Meryem'e melekleri göndermekle, kadının
değerini ortaya koymuş; böylece erkeklere kadınları horlamamalan,
itip-kakmamalan, zulmetmemeleri mesajı verilmiştir. Kadınlara da, Hz. Meryem'i
örnek almaları önerilmekte ve insanlık tarihi için Hz. Meryem'in bir dönüm
noktası olduğu vurgulanmaktadır.
3. Ayetin üçüncü bölümünde,
Hz. İsa'nın ismi ve sıfatı zikredilmektedir:
(Kendinden bir kelime).
Buradaki kendinden ifadesi, Allah'tan demektir.
Nisa/l7l'de de Hz. İsa'nın, Allah'ın kelimesi olduğu söylenmektedir. Hz. İsa'ya
neden kelimullah dendiğiyle ilgili müfessirlerin açıklamalarının çoğu
abartılıdır.[97]
Hz. İsa'nın Allah'tan bir kelime olduğunu, Nisa/171
ve Meryem/19 ayetine giderek açıklamamız mümkündür:
(Allah'ın Meryem'e ulaştırdığı kelimesidir). [Nisa/
171]
Bu ayette kullanılan (elkâ) fiili, bir şeyi atmak,
koymak, yer vermek, vermek ve hediye etmek manalarına gelir. Nisa/171 'den, Hz.
İsa'nın, Allah'ın Meryem'e attığı, hediye ettiği bir kelime olduğu anlaşılır.
Razi, (Allah) "Sana tertemiz bir oğul armağan edeceğim" (diyor)
[Meryem/19] ifadesindeki li-ehebe (armağan edeceğim) ifadesinin, Allah'ın kün
(ol) emri olduğunu söylemektedir. Her çocuğun ol emriyle yaratıldığını
söyleyen Razi, Hz. İsa'nın -babasız yaratılması sebebiyle- kün (ol) emriyle
yaratılmasının daha uygun olduğuna işaret etmektedir. Böylece ol emri ile Hz.
İsa aynileşmekte-dir.
Allah kün (ol) diyerek Hz. Meryem'in döl yatağında
Hz. İsa'yı -yumurta ve spermsiz- teşekkül ettirmiştir şeklindeki açıklama,
tatmin edici değildir. Allah Nisa/171 'de İsa'nın, kendisinden bir ruh olduğunu
söylemektedir. İsa'nın kelime olması ile ruh olmasını birleştirerek şu açıklama
yapılabilir: Allah Enbiya/91 'de Biz Meryem'e ruhumuzdan üfledik derken, Hz.
Meryem'e dişi zamiri göndermektedir. (Ona üfledik) ifadesindeki (hâ) dişi zamiri, Meryem'in dişiliğine, yani
onun yumurta üreten dişilik özelliğine dikkat çekmektedir.
Diğer taraftan Tahrim/12'deki (Biz ona ruhumuzdan
üfledik) ifadesinde ise, Hz. Meryem'den müzekker zamirle bahsedilmektedir.
Demek ki Hz. Meryem'de hem dişilik, hem de erkeklik özelliği bulunmaktadır. Bu
iki ayet de müfessirler tarafından müşkil (çözümü olmayan) ayet olarak kabul
edilmiştir.
Şimdi birbirine zıt gibi görünen bu ayetlerin zıt
olmadıklarını gösterebiliriz. Daha önce söylediğimiz gibi Enbiya/91 'de
müennes zamiri ile Allah
Meryem'in
yumurta üreten kadınlık özelliğine, Tahrim/12'de ise müzekker zamiri ile Hz.
Meryem'in sperm üreten erkeklik özelliğine işaret etmektedir. Öyleyse esas
mucize, Allah'ın Hz. Meryem'in bünyesine hem yumurta, hem de sperm üreten iki
mekanizma yerleştirmiş olmasıdır. Enbiya/91 'de Allah Hz. Meryem'in dişilik
mekanizmasına üfleyip yumurtayı, Tah-rim/12'de ise erkeklik mekanizmasına
üfleyip spermi harekete geçirmiştir. İşte Hz. İsa bu iki üfleme (yumurta ile
spermin buluşması) neticesinde yaratılmış; böylece de hem Allah'ın kelimesi,
hem de O'ndan bir ruh olmuştur.
Allah Meryem'e bir kelime ilka ederken (atarken) ve
ruh üflerken, yumurta ve spermi harekete geçirmiş ve mucizevî bir döllenme
gerçekleştirmiştir. Hz. İsa'nın yaratılışındaki esas mucize bize göre
buradadır. Aslında aynı vücutta dişilikle erkekliğin bir arada bulunması
tabiata aykırı değildir. Ceviz ve fındık ağaçlarında, hem dişilik, hem de
erkeklik vasfı bulunmaktadır. Solucanlarda da böyledir.
Hz. İsa'nın yaratılışı ile Hz. Adem'in yaratılışı
arasında bir benzerlik vardır:
(Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu
gibidir ki, Allah Adem'i topraktan yarattı ve sonra "Ol" dedi ve oluverdi).
[Âl-i İmran/59]
Görüldüğü gibi Hz. Adem hem anasız, hem de babasız
yaratılmıştır; oysa Hz. İsa sadece babasız yaratılmıştır. Dolayısıyla Hz.
Adem'in yaratılışı daha gizemlidir. Toprağın çeşitli oluşumlardan geçtikten
sonra, kün (ol) emri ile oluvermesinin bir benzeri de Hz. İsa için
gerçekleşmiştir: Onu tamamlayıp, içine ruhumdan üfürdüğüm zaman [Sad/72]
buyuran Allah, Adem'e ruhundan üfürdüğü gibi, Meryem'e de üfürmüş ve bu
suretle İsa yaratılmıştır. Bu nedenle Hz. İsa, Allah'tan bir ruhtur.
Hz. İsa'nın babasız yaratılması, erkeklerin
kendilerini üstün görmelerinin temelsizliğini göstermek, kadınlara
zulmetmelerini engellemek ve kadınların değerini yükseltmek amacına matuftur.
Ayetin üçüncü bölümünde Hz. İsa'nın sıfatı olarak
zikredilen mesih kavramıyla ilgili çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Razi
tarafından nakledilen bu açıklamaları, tekrar etmeyi uygun bulmuyoruz; çünkü
bazıları gerçek dışıdır.[98]
Bize göre Razi'nin Nehai'den naklettiği, özü-sözü doğru, doğruyu söyleyen[99]
manası, gerçeğe en yakın olanıdır, çf" (Mesih) kelimesinin türediği
me-se-he fiili, bir şeyden izi/eseri gidermek, bulaşığı silmek manasına gelmektedir;
ki Hz. İsa'nın doğduğu dönemde kadınlar köle olarak kullanılıyor, horlanıyor ve
itillip kakılıyordu.
Sosyal kirlilik olan bu durum, bir bulaşığı
andırmaktaydı. İşte Mesih, insanlıktan bu kiri gidermek için
geldiğinden/gönderildiğinden ona bu isim ya da sıfat verilmiştir.
Hz. İsa'nın îrcŞr (kelimetullah) olmasının da bu
mana ile yakından alakası vardır. Kelime bilgidir; bilgi de cehaleti silip
süpürür. Hz. İsa Allah'tan bir ruhtur; ruh da cansıza can verir; harekete
geçirir, ayağa kaldırır. Kadın haklarının çiğnenmesiyle meydana gelen sosyal
kirliliği temizlediği ve insanlığa bu konuda can verdiği için Hz. İsa'ya mesih
sıfatı verilmiştir.
Bir peygamberin, Meryem oğlu İsa Mesih denilerek
annesinin ismi ile anılması, Hz. Meryem'in değerinin büyüklüğünü gösterir.
Artık Meryem ismi Kur'an vasıtasıyla kıyamete kadar baki kalacak ve Kur'an
okundukça zikredilecektir. Annelik görevinin çok değerli ve çok şerefli bir iş
olduğunu vurgulayan bu ifade, insanlığa anneliğin yerini ve önemini
öğretmektedir.
4. (Hem bu dünyada, hem de
öteki dünyada büyük şeref sahibi ve Allah'ın en yakın kullanndandır).
Kur'an'da iki peygamber hakkında, (vecîhan) lafzı
kullanılmaktadır. Birisi Ahzab/69'da Hz. Musa için, diğeri de bu ayette Hz. İsa
için. Her iki ayetteki vech kavramı da, makam, şeref, değer, itibar manasına
gelmektedir. İnsanın tanınmasını temin eden en önemli, en kerim uzvu yüzüdür.
Bu bakundan yüze de vech denmektedir.
Allah katında ve insanlar nazarında değeri, itibarı
şerefi, makam ve derecesi olan insan için de bu kelime kullanılmaktadır. Hz.
Musa hakkında Ah-zab suresinde şöyle buyuruluyor:
(Çünkü Musa, Allah katında büyük şeref ve itibar sahibiydi).
[Ahzab/69]
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/45'te, Hz.
İsa'nın hem bu dünyada, hem de öteki dünyada büyük şeref sahibi olduğu ifade
edilmektedir. Kısaca Hz. Musa'nın Allah katında şerefli, itibarlı; Hz. İsa'nın
hem bu dünyada, hem de ahirette şerefli ve itibarlı olduğu söylenmektedir.
Allah katında şeref ve itibar sahibi olmakla; dünya ve ahirette şerefli ve
itibarlı olmak hemen hemen aynı manayı ifade eder. Bu manalardan hareketle şu
genellemeye varabiliriz:
Bir insanlar, bir de Allah katında şeref ve itibar
sahibi olma vardır; yani şeref ve itibarın bir dinî, bir de
sosyolojik/toplumsal boyutu vardır. Hz. Musa ile Hz. İsa'nın, gösterdikleri
yararlılıklar nedeniyle bu dünyada haklı bir itibara sahip oldukları gibi-
öteki dünyada da itibar sahibi olmaları doğaldır. Bu dünyada Allah katında
itibar sahibi olan, elbette öteki dünyada da itibar sahibi olacaktır.
Müfessirler, Hz. Musa ile Hz. İsa'nın bu dünyada itibarlı oluşlarının sebebini
açıklarken, yaptıklarına dikkat çekmektedirler.
Hz. Musa ile Hz. İsa'nın dünya ve ahirette itibarlı
olduklarının ifade edilmesinden hareketle, -ayetleri günümüze taşıyarak- bir
genelleme yapabiliriz: Bugünün insanları da Hz. Musa ve Hz. İsa gibi şeref ve
itibar sahibi olabilirler; peygamberlerin getirdikleri mesajları özümseyen ve
davranışlarına yansıtan kimseler Allah katında şeref ve itibar kazanırlar.
Allah ve insanlar katında şeref ve itibar kazanma kapısı, her insana açıktır;
yeter ki gerekli eylemler ortaya konulsun. İşte Yüce Allah, peygamberlerin bu
yönüne dikkat çekerek eğitime hedef göstermekte; peygamberlerin ahlakıyla
ahlâklanan, onların kültür mirasıyla yoğrulan insanların da aynı şeref ve
itibardan pay alacaklarına işaret etmektedir.
Âl-i İmran suresinin dördüncü bölümünün son kısmında
Hz. İsa'nın Allah'a yakın olanlardan olduğu ifade edilmektedir. Şerefli ve
itibarlı olması, Hz. İsa'yı Allah'a yakın bir kul haline getirmiştir. Ama
ayette geçen yakın kelimesi, çoğul kalıbında gelmiştir. Yakın olanlardandır
ifadesi, başka yakın olanların da bulunduğuna ve bulunacağına işaret
etmektedir.
Vakıa/83-87'de cam boğazına gelen, ölmekte olan bir
insan ele alınmaktadır. Daha sonraki ayetlerde, ölmekte olan bu insanın üç
gruptan birine dahil olacağı ifade edilmekte; 88. ayette ise onun Allah'a
yakın olanlardan olabileceği söylenmektedir. 89. ayette ise ona güzel nzık ve
naim (nimet) cenneti verileceği vurgulanmaktadır. Peki Allah'a yakın olmanın
yolu nedir; hangi ameller bizi Allah'a yaklaştırır? İman etmek şartıyla insanı
Allah'a yaklaştıran ameller hangileridir.
[100]
İnsanı Allah'a yaklaştıran amelleri şöyle
sıralayabiliriz:
Alak/19'a göre, secde insanı Allah'a yaklaştırır:
(Hayır ona uyma! Allah'a secde et ve yaklaş).
[Alak/19]
İnsanın Allah'a en yakın olduğu anlardan biri de
secde ânıdır.
Tevbe suresinde infakın Allah'a yakınlaşma niyetiyle
yapılmasının önemine dikkat çekilmektedir:
(Bedevilerden öylesi vardır ki, Allah'a ve ahiret
gününe inanır, harcayacağını (infa-kını) Allah katında yakınlığa ve Peygamber'in
duasını almaya vesile edinir. Bilesiniz ki infak ameli, onlar için bir
yakınlıktır). [Tevbe/99]
Vakıa suresinde hayırda yarışıp öne geçenlerin
Allah'a yakın kullar olacağı ifade edilmektedir:
(Hayırda önde olanlar, öndedirler. İşte bunlar,
Allah'a yakın olanlardır). [Vakıa/10-11]
Yüce Allah hayır alanını yarışmaya açmıştır.
Yarışmada öne geçenler, Allah'a yakın olacaklardır.
Yüce Allah iyilerin Allah'a yakın olacağını
bildirmektedir:
(Hayır! Andolsun iyilerin kitabı iliyyindedir.
İlliyyin nedir, bilir misin? İçinde ameller kaydedilmiş bir kitaptır. O kitabı,
Allah'a yakın olanlar görür). [Mutaffifin/18-21]
[101]
İnsana 'iyi' sıfatını kazandıran ameller şunlardır:
a) İman esaslarını kabul
etmek;
b)
Sevdiği maldan fakirlere
harcamak;
c) Namaz kılmak;
d) Zekat vermek;
e) Ahdini yerine getirmek;
f) Sıkıntı ve belalara göğüs
gerip sabretmek [Bakara/177];
g) Ana-babaya iyilik etmek
[Meryem/14]; e. Kurban kesmek.
İşte bu amelleri hayata geçirenler Allah'a yakın
olan kullardır. Buradaki yakınlığın fizikî bir yakınlık değil, manevî bir
yakınlık olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Yukarıda sayılan amelleri yapanlar,
Hz. İsa gibi Allah'a yakın olanlardan olduğuna göre, peygamber ahlâkını
kazanmışlar demektir.
Bu ameller insanın hamlığını giderip insanı
olgunlaştırmakta; ona manevî dereceler kazandırmakta; kula yakın olanın
Allah'a, Allah'a yakın olanın da kula yakın olacağını göstermektedir.
Böylece Yüce Allah Hz. İsa'nın şahsiyetinde Allah'a
yakın olmanın ne anlama geldiğini açıklamış, peygamberlerle beraber olmanın
önemini vurgulamış ve eğitimin insanı Allah'a yaklaştırmakla görevli olduğuna
dikkat çekmiştir. Din eğitimi, insanı olgunlaştınp Allah'a yaklaştırmak; bunun
için de insanı ruh olgunluğu ile donatmak ve gerekli olan eylemleri yaptırmak
zorundadır.
[102]
46. Ve o, insanlarla hem beşikte iken, hem de
yetişkin bir adam olarak konuşacak; dürüst ve erdemli kişilerden olacak.
Bu ayet, bir bakıma 45. ayetin devamıdır. 45. ayette
Hz. İsa'nın Allah'ın kelimesi olduğu, dünya ve ahirette itibarlı olacağı,
Allah'a en yakın kullar arasında bulunduğu ifade edilmiş, 46. ayette ise onun
insanlarla hem beşikte, hem de yetişkin iken konuşacağı ve erdemli biri olacağı
beyan edilmiştir.
[103]
Şimdi 46. ayette geçen kelimeleri açıklayarak bir
senteze varabiliriz:
1.
(O, insanlarla beşikte iken
konuşacak). (mehd) kelimesi, (mehede) fiilinden türemiş olup hazırlık yapmak
[Rum/44]; ufuk açmak [Müddessir/14]; döşemek [Zariyat/48]; konaklama yeri
[Bakara/206] manalarına gelir. Kelime, Âl-i İmran/12'de geniş bir şekilde
açıklanmıştır. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetteki (mehdi) kalıbı, beşik
anlamına gelmektedir. Razi, -ayetin tefsirinde- bu kelimenin "anne
kucağı" anlamına da geldiğini söylemektedir. Aslında bu manalar, kelimenin
kökü olan ve yayıp döşemek, yatağı sermek, kolaylaştırmak manalarına gelen
mehede'den gelmektedir. Beşik veya anne kucağı, çocuğun rahatlamasını
kolaylaştırdığı için ona beşik denmektedir. Bu anlamda anne kucağı da bir
beşik durumundadır.
Nebe/6'da, yeryüzünün insanoğluna dinlenme yeri
yapıldığı ifade edilirken, (mihâd) kalıbı kullanılmaktadır. Çocuğun dinlendiği
yer de (mehd)dir.
Anne kucağmda veya beşikte insanlara konuşması
nedeniyle Hz. İsa'ya mehdi denmiştir. Hz. Meryem hurma ağacının altında İsa'yı
doğurunca [Meryem/23], çocuğu kavmine götürür; kavmi ona çok iğrenç bir iş
yaptığını söyler [Meryem/27]. Bunun üzerine Hz. Meryem çocukla konuşmalan için
işaret eder; onlar ise -hayret ve şaşkınlıkla- beşikteki bir çocukla nasıl
konuşacaklarını sorarlar [Meryem/29]. İşte tam o anda, beşikteki İsa şöyle der:
(Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana kitap verdi ve beni
peygamber yaptı). [Meryem/30]
Hz. İsa'nın konuşmasının tümü bundan ibaret
değildir; ama bizim için burada önemli olan neler konuştuğu değil, beşikte
konuşmuş olmasıdır.
Bazı insanlar, -beşikte konuşması nedeniyle- Hz.
İsa'ya verilen mehdi sıfatını paylaşmak yarışına girmiş; her yerde mehdiliğini
ilan edenler olmuştur. Elbette mehdilik önemli bir makamdır, ama beşikte
konuşma mucizesini gösteremeyen insanların bu sıfatı kendilerine yakıştırmaları
yalandan başka birşey değildir.
İsa'nın, Allah'tan bir ruh ve Allah'ın kelimesi
olması, mucizenin hareket noktasını teşkil etmektedir. Niçin beşikteyken
konuştuğuna gelince; toplum Hz. Meryem'i gayr-i meşru çocuk dünyaya getirmekle
itham ediyordu. Bu sosyal baskı, Hz. Meryem'i ziyadesiyle üzüp bunaltıyordu.
İsa beşikteyken konuşup kendisine kitap verildiğini ve peygamber olarak tayin
edildiğini söyleyerek annesinin iffetli olduğunu, kendisinin gayr-i meşru
olmadığını is-bat etmiştir. Bunları beşikte değil de, büyüdüğünde söyleseydi
hiçbir tesiri olmazdı. Beşikteyken konuşması, toplumsal baskıyı ortadan kaldırmıştır.
Demek ki, Hz. Meryem'in yaşadığı dönemde insanlar, cinsel ahlâkla ilgili değerleri
biliyor; zinayı iğrenç olarak görüyor ve bu fiili işleyenlere baskı yapıyorlardı.
Belki de kendileri gayr-i meşru cinsel ilişkilerde bulunduklarından, Hz.
Meryem'in şahsında kendilerini tenkit ediyorlar; Hz. Meryem'in gönül aynasında
kendilerini görüyorlardı.
Hz. Meryem'in babasız bir çocuk dünyaya getirmesi
mucize olduğundan, mucizenin yarattığı sosyal çalkalanmayı dindirmek de ancak
mucizeyle mümkün olacağından, İsa beşikteyken konuşmuştur. Bu olgudan hareket
ederek A'raf/172'de sözü edilen "elest bezmi"nin anne karnında nasıl
gerçekleştiği, Allah'ın insan ruhuyla nasıl konuştuğu daha net anlaşılır.
İsa'nın daha garibi, ruhların, anne
kanunda konuşmalarıdır.
2.
(Ve yetişkinlik halinde...)
İsa beşikte insanlarla konuştuğu gibi, yetişkin (kehl) iken de konuşmuştur. Kehele fiilinden türeyen bu kelime, yaşın otuz ile elli arasında olması, evlenmek, çiçeklerin açması, bitkinin uzayıp olgunlaşması, insanın iki kürek kemiğinin arası, kehlül kalıbından alınınca cömert ve güleç kimse anlamına gelmektedir.
Hz. İsa ile ilgili kullanımda, güçlü-kuvvetli, gençliğinin kemalinde
manasını ifade etmektedir. Hz. İsa'nın bebekken konuşması bir mucizedir, orta
yaş döneminde konuşması ise normal bir oluşumdur. İsa'nın beşikte konuşması,
gelişim psikolojisi için çok önemli bir istisnadır. İsa'nın beşikteyken konuşması,
Allah'ın kelimesi ve ruhu olduğu dikkate alındığında normal karşılanmalıdır.
45. ayetin sonundaki O Allah'a yakın olanlardandır ibaresi, O salih-lerdendir
ibaresinin başka bir ifadesidir. Çeşitli kalıplan alındığında salih kelimesinin,
faydalı ve uygun olmak, bir şeyi onarmak, ıslah etmek, birine iyilik etmek,
tarafların aralarını bulup barıştırmak, ittifak edip anlaşmak, görevlerini
yerine getiren kimse, istikamet, doğruluk ve uygunluk manalarına geldiği
görülür.
O sahillerdendir ifadesinden, Hz. İsa'nın insanlığa faydalı, barış
getiren, Allah'a karşı görevlerini ifa eden ve istikamet üzere olan bir kimse
olduğu anlaşılmaktadır. Psikolojik anlamı ile bu kavram, beyin, gönül ve nefsin
bütünleşmesine işaret eder. Şahsiyet bütünlüğüne sahip olmak ise, insanın kendisiyle
barışık olması demektir. Kendisiyle barışık olma hali, Allah ve insanlarla
barışık olmaya kadar uzanmaktadır. Demek ki, salihlerden olmak, insanın
kendisiyle, Allah ve diğer insanlarla barış içinde yaşaması anlamına gelmektedir.
Bu kadar geniş bir alanı kapsayan barış kavramı, kendiliğinden bazı görevler
de getirmektedir. Ancak Allah'a, diğer insanlara ve kendine karşı görevlerini
yerine getiren kimse salih olabilir. Bu anlamda salih kişi, Allah'a karşı
görevlerini yerine getirmekle dinî, insanlara karşı vazifelerini yerine
getirmekle sosyal, kendine karşı görevlerini yerine getirmekle de psikolojik
boyutları olan bir şahsiyete sahip olduğunu isbatlayan kişidir.
Salih kimsenin, düzenleyici bir görevi de vardır. Salih kimse, bozulan
ilişkileri düzelten, insanların barış içinde yaşaması için çaba sarfeden
biridir. Hz. İsa da barış ve ıslahat için gayret sarfeden bir kimseydi.
[104]
47. Meryem, "Ey Rabbim!" dedi, "Bana hiçbir erkek eli
değmediği halde nasıl çocuk sahibi olabilirim?" (Melek) cevap verdi:
"İşte öyle, Allah dilediğini yaratır, bir şeyin olmasını istediğinde
sadece 'Ol' der ve o (şey hemen) oluverir".
Hz. Meryem'in bu ifadesi, Meryem/20'de de, Üstelik ben iffetsiz bir
kadın da değilim sözüyle birlikte yer almaktadır. Ancak Meryem/2l'de meleğin
verdiği cevap, buradakinden biraz daha farklıdır:
(Melek, "Öyledir" dedi, "Rabbin buyurdu ki": 'Bu
bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet
kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış bir iş idi"). [Meryem/21]
Âl-i İmran/47 ile Meryem/21 ayeti birbirini tamamlamaktadır. Şimdi Âl-i
İmran/47'nin analizini yapabiliriz:
1.
Hz. Meryem -meleğin
müjdesine rağmen- kendisine erkek eli değmediği için çocuk doğurmasının normal
olmadığını ifade etmektedir.
Çocuğun, erkek ile dişinin bir araya gelmeleri neticesinde doğacağını
Meryem de biliyordu. Babasız çocuk doğurduğunda, Hz. Meryem'in iffetsizlikle
suçlanacacağı da bir gerçekti. Onun için Hz. Meryem, iffetsiz bir kadın
olmadığını söylemiştir.
Allah bu mucizeye tabiat kanunları açısından değil, Allah açısından bakılması gerektiğine işaret etmektedir. Meryem de tabiat kanunları açısından baktığı için, Bana erkek eli değmediği halde, benim nasıl çocuğum olabilir? diye sordu. Ama Yüce Allah, bu olaya Allah açısından bakılması gerektiğini vurgulamakta, olaylara farklı açılardan bakıldığında farklı neticelere ulaşılacağına dikkat çekmektedir. Tabiat kanunları açısından bakıldığınde, imkansız görülen bu olay, Allah açısından bakıldığında gayet normal görülür. Onun için ayetin devamında, Allah dilediğini yaratır buyurulmaktadır.
2.
(Allah dilediğini yaratır).
Allah dilediğinde bütün işler kolaylaşacağı için, Bu benim için
kolaydır [Meryem/21] buyurulmaktadır. Aslında Allah için zorluk-kolaylık
sözkonu-su değildir. İnsan için tabiata aykırı ve imkansız görünen bir şey
Allah için son derece basittir.
3.
(Bir işe hükmedince, ona
sadece ol der, o da oluverir).
Ayetin bu kısmının bir benzeri de, Yasin/82'de yer almaktadır:
(Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece ol der, o da oluverir).
[Yasin/82]
Bir şeye hükmedince ifadesiyle, bir şeyin olmasını istediğinde ifadesi
aynı manaya gelmektedir. Allah'ın dilemesi, hükmetmesi ve Ol demesi, yaratılışın
gerçekleşmesi için yeterlidir.
Bu ayetten hareketle şöyle bir genelleme yapabiliriz: Tabiat ötesi
oluşumlar hakkında soru sormak ve cevap bulmak insan için önemli bir aşamadır.
Babasız çocuk sahibi olmanın tabiat kanunlarına aykırı olması nedeniyle
Hz. Meryem, durumu yadırgıyor ve kendisine hiçbir erkek dokunmadığı halde nasıl
çocuk sahibi olabileceğini soruyor ve ilahî yaratışın sınır tanımayacağı
cevabını alıyor. Demek ki din alimleri, fizik ötesi oluşumlara, Kur'an ışığında
cevap aramalıdırlar. Fizik ötesi olgularda, Allah'ın dilemesi, hükmetmesi ve ol
demesinin etkisi asla gözardı edilmemelidir. Kudretinin her şeye yetmesi sebebiyle
Allah'ın yaratmasında sınır bulunmadığı insanlara iyice anlatılmalıdır.
[105]
48. Allah, senin oğluna vahyi, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.
Bu ayetten anlaşılıyor ki, Hz Meryem melekle uzun zaman konuşmuş ve
yaşayacağı olgu hakkında geniş bilgi almıştır.
Hz. Meryem mabette yetişkin hale gelince melekler ona, Allah tarafından
seçildiğini, temizlendiğini ve bütün kadınların üstünde bir mevkiye çıkarıldığını
haber verdiler [Âl-i İmran/42-43]; daha sonra Hz. İsa'yı bütün özellikleriyle
müjdelediler [Âl-i İmran/45-46].
Âl-i İmran/47'de de Hz. İsa'nın yaratılışı ile ilgili bilgiler
verilmiştir. Bu ayette Allah'ın yaratma fiilinin temelinde yer alan ilahî eylem
anlatılmıştır.
Allah, yarattıktan sonra, yarattıklarını başı-boş bırakmamakta,
öğretime tâbi tutmaktadır. Bu konuda da Hz. İsa'nın durumu, Hz. Adem'e benzemektedir.
Zira, Adem yaratılmış [Bakara/30], akabinde de öğretime tâbi tutulmuştur
[Bakara/31]. Aynı şekilde Hz. İsa da yaratılmış [Âl-i İmran/47] ve peşinden
öğretime tâbi tutulmuştur [Âl-i İmran/48]. Hz. Adem çamurdan yaratıldığı için,
çocukluk dönemi yaşamamıştı. Hz. İsa da beşikte konuşacak kadar yetişkin bir
yapıya sahipti. Bu açıdan da İsa ile Adem arasında bir benzerlik vardır. Onun
için Allah, Adem ve İsa'yı, yaratır yaratmaz öğretime tâbi tutmuştur. Herkesin
bir öğrenim yaşı olduğu halde, Adem ile İsa'nın öğrenim yaşı olmamıştır. Zaten
Hz. Adem çocukluk çağı yaşamamış, Hz. İsa ise psikolojik olarak çocukluk
devresi geçilmemiştir. Bundan, Hz. İsa'nın biyolojik yapısının psikolojik
faaliyetlerini engellemediği anlaşılır. Onun ruhu, faaliyetini engelsiz
yapabildiği için, beşikte bir bebekken de rahatlıkla konuşabiliyordu.
Yaratılmasının ardından Allah Hz. İsa'ya kitabı öğretmiştir [Âl-i İmran/48].
Buradaki kitap kelimesine Hazin, Nesefı, 'kitabet' (yazı yazma), Kadı Beydavi
'kitabet' ve 'indirilmiş kitaplar', İbn Abbas ise 'ilahî kitaplar' veya
'kitabet', Muhammed Esed 'vahiy', A. Yusuf Ali 'kitap', Bekir Sadak 'yazı'
anlamını vermektedir.
Bu manalardan hangisinin doğru olduğu, Meryem/30'dan anlaşılabilir; zira
Hz. İsa beşikteyken jŞs$ (Bana kitap verdi) demektedir. Eğer Âl-i İm-ran/48'de
geçen kitap kelimesi, kitabet (yazı yazmak) anlamına gelseydi, Meryem/30'da
'verdi' ifadesi kullanılmazdı; çünkü kitabet (yazı yazma), verilmez,
öğretilir. Bu durumda ibareye, "Bana ilahî mesajı verdi" manasını
vermek daha uygun olur. Demek ki, Allah Teala Hz. İsa'ya, kitabeti (yazı
yazmayı) değil, geçmiş peygamberlere gönderdiği mesajları da kapsayan kitabı
öğretmiştir.
(Ona hikmeti öğretti).
Tabii ki bu öğretim geleceğe yöneliktir. Bakara/269'da Bl (hikmet) kavramını
açıklamıştık. Hikmet, Allah tarafından peygamberlere, peygamberler tarafından
da insanlara öğretilir.
Hz. İbrahim Allah'tan, neslinden insanlara kitabı ve hikmeti öğretecek
peygamberler yetiştirmesini istemiştir. [Bakara/129]
Peygamberlerin görevleri arasında, insanlara hikmet öğretmek de zikredilmiştir.
[Bakara/151]
Hikmetin büyük bir değer olduğu ifade edilmiştir. [Bakara/269].
Rasulullah'a, Allah yoluna hikmetle davet etmesi tavsiye edilmiştir.
[Nahl/125]
Hikmet kavramı, kötülükleri ortadan kaldırıp, iyilikleri elde etmeyi
ifade etmektedir. Peygamberlerin görevleri arasında kötülüklerle mücadele etmek
ve iyiliklere hayat vermek de olduğundan, Allah onlara hikmeti öğretmektedir.
Bu bilginin özünde bulunan ve neticede ortaya çıkacak olan 'iyi', o bilginin
hikmetidir. Allah kocaman bir ağacın planını bir çekirdeğin içine koymuştur; o
nedenle, çekirdek toprağa atıldığında özünde var olan bu plan işlemeye başlar;
neticede filizlenir ve boy atar. Bilginin özünde de 'iyi' denen bir güç ve
değer vardır. İnsanların gönlüne/beynine ekildiğinde, o iyi, filizlenir ve
kötülüklerle mücadele eder. İşte o cevher hikmet'tir.
Kötülüklerle mücadele edebilmek için, onlardaki sebep-sonuç
ilişkilerini bilmek gerekir. Olayların hem sebebini, hem de sonucunu bilme
yeteneğinden doğan hikmet, sebep-sonuç ilişkisini öğretmektedir. Allah'ın
peygamberlere hikmeti öğretmesi, olayların sebep-sonuç ilişkisine göre analiz
edilmelerini ifade etmektedir. Aslında hikmet, olayların sebeplerinin
sebebinin bilgisi manasına gelmektedir. Sebebe ulaşmanın yollarından biri de
sonuçtan hareket etmektir. Hikmet, sonuca ulaştıran, damıtılmış bilgi anlamına
da gelir. İnsanı doğru amaca ulaştıran şey, hikmet vasfını kazanır.
Allah peygamberlere, kötülüklerle nasıl mücadele edeceklerini, iyinin
ağacını nasıl dikeceklerini, amaçlarına nasıl ulaşacaklarını öğretmekle, hikmeti
öğretmiş olmaktadır. Demek ki, sebep ile sonuç arasında sağlam bir bağ kurmaya
hikmet denmektedir.
Hikmet kavramı, insanı istenmeyen davranıştan alıkoymak anlamına gelen
ve 'önledi' manasını ifade eden hakeme fiilinden türemiştir. Demek ki, hikmetin
yapısında, insanın şahsiyetini ve toplumsal ilişkileri bozan davranışları
öğretmek ve tatbikata koymak vardır.
Bu anlam hikmetin sosyolojik manasıdır. Bu manayı, şu ayette
bulabiliriz:
(İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir). [İsra/39]
Vahyedilen hikmetlerin neler olduğunu İsra/23-39 ayetlerinden öğrenebiliriz.
[106]
Vahyedilen hikmetler şöyle sıralanabilir:
• Allah'tan başkasına kulluk etmemek;
• Ana-babaya öf bile dememek, her daim iyilikte bulunmak;
• Allah'ın, insanın gönlünden geçen her şeyi bildiğinin bilincinde
olmak;
• Tevbe etmek;
• Akrabaya, yoksula, yarım kalmış projelere yardım etmek;
• İsraf etmemek;
• İnsanlara gönül alıcı söz söylemek;
• Cimrilik etmemek;
• Rızkı verenin ve daraltanın Allah olduğuna inanmak;
• Fakirlik korkusuyla çocuğunu öldürmemek ve bunun büyük günah olduğunu
bilmek;
• Zinaya yaklaşmamak;
• Haksız yere hiçbir cana kıymamak;
• Yetimin malına yaklaşmamak;
• Ölçüyü-tartıyı tam yapmak;
• Bilmediği şeyin ardına düşmemek;
• Yeryüzünde kibirli yürümemek.
39. ayette, bunların vahyedilen hikmetler olduğu ifade edilmektedir. Demek
ki hikmetin dokusunu, insanın mutluluğunu ve toplumun düzenini bozacak
davranışlardan sakınma/sakındırma ve insanlara iyilik kazandırma faaliyetleri
meydana getirmektedir. Böylece, Hz. İsa'ya öğretilen hikmetin ne olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Hikmetin bir de psikolojik manası vardır. Lisanu'l-Arab'da İbn Manzur
hikmeti, derin ve üstün olana ilişkin vukûfiyet, kavrayış, anlayış, iyi ile kötüyü
ayırma yeteneği olarak tanımlamaktadır. Derinde olanı tesbit etmek, en üstünü
ve iyiyi belirlemek gibi aklın düşünce boyutuna vurgu yapan bu tanım,
yukarıdaki ayetlerde geçen hükümlerle sosyal hayata inmekte ve bir ahlâkî
boyut kazanmaktadır. Sosyal ilişkilerin derinliğinde bulunan değerleri
yakalama, onları kavrama ve analizini yaparak iyi ile kötüsünü ayırma kabiliyetidir
hikmet. Âl-i İmran/48'e dönersek, Hz. İsa'ya öğretilen hikmetle ilgili şöyle
diyebiliriz: Allah Teala İsa'ya, fert ve toplumun onurunu zedeleyen, çıkmaza
götüren, insan ilişkilerini çürüten olayların sebep-sonuç ilişkilerini ve onların
özüne inebilme, iyi ile kötüyü ayırdedebilme yeteneğini öğretmiştir. Başka bir
ifadeyle, Allah İsa'ya, kitapta yer alan ve insanları zararlı davranışlardan
alıkoyan hükümleri öğretmiştir.
(Ona Tevrat ve İncil'i öğretecek).
Tevrat'ın Hz. Musa'ya indirildiği inancı hayli yaygın olsa da
Kur'an'da, Tevrat'ın -Musa'ya değil- İsrailoğullan'na verildiği ifade
edilmektedir. Kur'an'ın çeşitli ayetlerinden, Tevrat'ın İncil'den önce indiği
anlaşılmaktadır; bu bağlamda Maide/46'da Hz. İsa'nın Tevrat'ı tasdik edici
olarak gönderildiği beyan edilmektedir.
Maide/110 ayeti, Âl-i İmran/48 ayetinin içeriğini -başka bir muhteva
içerisinde- barındırmaktadır. Yüce Allah Hz. İsa'ya hem Tevrat'ı, hem de
İncil'i öğretmiştir. Bu iki kutsal kitabın öğretilerini Kur'an'da bulmak
mümkündür. Bundan, geçmiş peygamberlerin kitaplarında yer alan kalıcı
hükümlerin Hz. Muhammed'e de öğretildiği neticesi çıkar.
İsa'ya Tevrat'ın öğretilmesi, İsa'nın onu tasdik edici olarak
gönderilmesi, İslâm'ın Hz. Adem'e gönderilen vahiy ile başlayan ve kıyamete
kadar devam edecek olan bir süreç olduğuna, her peygamberin kendinden önceki
kitapları tasdik ettiğine; aynı öğretileri getiren peygamberlerin
inananlarının birbirlerini reddetmemeleri ve beraberce yaşamaları gerektiğine
işaret eder. Hz. Peygamber'e indirilen Kur'an, önceki peygamberlere ve onlara
verilen ilahî kitaplara inanmayı şart koşmakla, önceki semavî dinlerin
mensupları ile müslümanlar arasındaki kavganın yersizliğini vurgulamaktadır.
[107]
49. Ve onu İsrailoğulları'na elçi yapacak (ve onlara şöyle diyecek):
"Size Rabbinizden bir mucize getirdim; size çamurdan bir kuş sureti
yapar, ona üflerim ve Allah'ın izniyle o kuş oluverir. Yine Allah'ın izniyle
körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yeyip
ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimselerse-niz bunda sizin
için bir mesaj vardır".
Âl-i İmran/49 ile Maide/llO'dan hareketle şu genellemeyi yapabiliriz:
Âl-i İmran/49'da, Meryem'e müjdelenen İsa'nın istikbalde neler yapacağına
işaret edilmektedir. Maide/110'da ise İsa'ya, Allah'ın kendisine verdiği
mucizeleri hatırlaması emredilmektedir. Öyleyse, Âl-i İmran/49 ayeti geleceğe;
Ma-ide/110 ayeti ise geçmişe yönelik mesaj içermektedir.
Diğer taraftan bu ayeti, 48. ayetin devamı olarak değerlendirdiğimizde
şu neticeyi çıkarabiliriz: Hz. İsa peygamberliğinden önce öğretime tâbi tutulmuştur.
Kendisine kitap, hikmet, Tevrat ve İncil öğretildikten sonra peygamberliğini
ilan etmiştir.
Demek ki önce öğretim, sonra peygamberlik gelmiştir. Bu açıklama Meryem/30
ayetine ters gibi görünebilir. Çünkü Meryem/30'dan anlaşıldığı üzere, Hz. İsa
peygamberliğini beşikteyken ilan etmişti. Öyleyse Meryem/30 ayetini
inceleyelim. Sözkonusu ayette Hz. İsa şöyle diyor:
(O bana kitap verdi ve beni nebi tayin etti). [Meryem/30]
Âl-i İmran/48 ile 49 ayeti arasındaki ilişkiden de aynı sıranın takip
edildiği görülecektir: Hz. İsa, kitabın, hikmetin, Tevrat ve İncil'in
öğretilmesinin ardından peygamberliğini ilan ediyor. Aslında İsa'nm öğretimi
ile peygamberliğini ilan etmesi arasında öncelik-sonralik aramak pek doğru
değildir; çünkü öğretimi ile peygamberliği aynı zaman dilimi içinde
gerçekleşmiş olabilir. Aralarında bir zaman bulunduğu kabul edildiğinde,
durumu şöyle açıklayabiliriz: Hz. İsa, öğretimden sonra değil, peygamber
olduktan sonra halka tebliğde bulunmuş ve mucizelerini göstermiştir. Sadece
ilim sahibi biri olarak değil; hem alim, hem de peygamber kimliği ile
konuşmuştur.
[108]
(Size Rabbinizden bir mucize getirdim) ifadesinden, mucizenin bir tane
olduğu anlaşılmaktadır. Öyleyse, ayette sayılan mucizeler tek bir mucizenin
parçalan mıdır? Bu sorunun cevabını, ancak mucizeleri açıkladıktan sonra
verebiliriz. Şimdi Hz. İsa'nın mucizelerini ele alalım:
1.
(Size çamurdan bir kuş
sureti yapar, ona üflerim ve Allah'ın izni ile kuş oluverir).
[109]
Ayetteki yaratma kavramını açıklayalım: (Sizin için elbette yaratırım).
Allah'a ait olan yaratma sıfatı, insan için kullanılabilir mi?
(hale-ka=yaratma) fiili, Kur'an'da insan için de kullanılmaktadır. Allah'tan
başka halik var mıdır? sorusunun cevabını, şu ayetle verebiliriz:
(Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir). [Mü'minun/14]
Ayetteki (el-halıkîn=yaratanlai) kelimesi çoğuldur. Diğer taraftan (ahsen-en
güzel) ifadesi, yaratanlann arasında en güzelinin Allah olduğunu ifade
etmektedir.
Öyleyse denebilir ki: Allah insana, "(fâtır=yoktan yaratan)
sıfatından değil, (halık=birşeyden birşey yapma) sıfatından bir cüz vermiştir.
Buradaki halk (yaratma), yoktan yaratma değil, mevcut birşeyden başka birşey
meydana getirmektir. Şimdi Kur'an'da (haleka) fiilinin hangi manalara geldiğini
araştırabiliriz.
[110]
Razi,
Bakara/29'daki 'ğî. (haleka) fiiline, takdir etmek manasını vermektedir.[111]
(Allah,
yerde ne varsa hepsini sizin için takdir etti). [Bakara/29]
Yaratma
fiili burada mazi (geçmiş zaman) kalıbında kullanılmıştır. Yaratma fiili devam
ettiğine göre, geçmişte olmuş-bitmiş bir eylem için kullanılmaması gerekir.
Ama Allah yeryüzündeki her şeyi insanlık için takdir etmiş/planlamıştır.
Mülk/2'deki
(haleka) fiili de takdir etmek manasına alınabilir:
(O
ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için yokluğu ve varlığı takdir
etti).
Yoklukla
varlığı takdir etmek mi, yoksa ölümle hayatı yaratmak mı daha ince bir manadır?
Bize göre, buradaki haleka fiili, yaratmadan önceki takdir etme safhasını ifade
etmektedir.
(Ey
insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize kulluk edin). [Bakara/21]
Mevcut
maddeleri kullanarak, başka bir canlı yaratmayı ifade etmektedir. Mesela, sperm
ve yumurtadan insanın yaratılması bu fiilin kapsamına girer.
Hz.
İsa ile ilgili olarak kullanılan haleka fiili şekillendirmek, biçim vermek ve
düzenlemek manasınadır. Âl-i İmran/49 ile Maide/110'da bu anlamı ifade
etmektedir. Âl-i İmran süresindeki 'j^ûrâ; (Sizin için yaratırım) ibaresine,
"Sizin için şekillendiririm" manasını vermek uygun olur.
Şuara
suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Bu,
evvelkilerin tutumundan başka bir şey değil). [Şuara/137]
Burada
kelime, kafirlerin, hakikate karşı takındıkları tavır veya tutumun adet haline
geldiğini ifade etmektedir.
Ankebut
suresinde fiil kalıbında uydurmak anlamına gelmektedir: föiiiüî (Yalan
uyduruyorsunuz). [Ankebut/17]
Bu
ayette, İbrahim'in kavminin uydurdukları batıl inançlar için haleka fiili
kullanılmaktadır.
Sad
suresinde (ihtilâk) kalıbında yer almakta ve uydurmak anlamına gelmektedir:
(Son
dinde de bunu işitmedik. Bu, sadece bir uydurmadır). [Sad/7]
Burada
kelime, gerçekte olmayan bir haberi söylemek, hakikate tamamen ters düşen bir
düşünceyi öne sürmek, olmayanı uydurmak anlamında kullanılmaktadır.
Bakara/102'de
sihirle uğraşanların faydasız bir işle uğraştıkları ve ahiret-te bir
nasiplerinin olmayacağı ifade edilirken, (halâk) kalıbı nasip anlamında
kullanılmaktadır.
Bakara/200'de
de aynı kalıp ve manada kullanılmakta ve sadece dünya nimeti için Allah'a dua
edenlerin, ahirette nasipleri olmayacağı ifade edilmektedir.
Tevbe/69'da
münafıkların bu dünyadan paylarını, evvelki topluluklar gibi aldıkları
belirtilirken de aynı kalıp kullanılmaktadır. Demek ki, (haleka) fiili, ü
(halâk) kalıbında, nasip, pay, hisse anlamına gelmektedir.
Kalem/4'de Hz. Peygamber'in karakterini tanımlamak
üzere bu kavram kullanılmaktadır:
(Çünkü sen yüce bir karaktere sahipsin).
Ayetteki (huluk) kelimesine Keşşaf sahibi Zemahşeri ahlâk, Muham-med
Esed hayat tarzı, A. Yusuf Ali karakter manasım vermektedir.
Âl-i İmran/49'a dönersek, Hz. İsa'nın, Size çamurdan bir kuş sureti
yaratırım ifadesindeki 'yaratırım' fiiline, yaparım, şekillendiririm,
düzenlerim, ölçüp-biçerim manasını vermek uygun olur.
[112]
Acaba Hz. İsa çamurdan bir kuş yapıp ona üfleyince gerçek bir kuş mu oldu?
Ayette geçen (tayr) kelimesine, kus manası dışında, kader, uğur manası da
verilebilir mi? Bu sorulara cevap verebilmek için Kur'an'da "(tayr)
kelimesinin ne anlama geldiğine bakmak gerekir. Lügatte uçmak, acele etmek,
kederli veya sevinçli durumda olmak, çok sevinmek, hoşlanmak, alıp götürmek,
meşhur olmak, yarılmak, dağılmak, perişan olmak, uğurlu veya uğursuz sayılan
şey, hayır veya serden nasip, işlenen ameller, öfkelenmek manalarına gelen
& (târe) fiili Kur'an'da şu anlamlarda kullanılmaktadır:
1) Kuş
Bakara/260'da Allah, öldükten sonra dirilmeyi nasıl gerçekleştireceğini
göstermek için Hz. İbrahim'e dört kuş almasını emretmektedir. Ayette geçen
(et-tayr) kelimesi, kuş demektir. İlk bakışta Âl-i İmran/49'da da 'kuş' anlamına
geliyor görünmektedir.
2) Uçmak
En'am suresinde hem kuş manasında isim, hem de uçmak manasında yüklem
kalıbında geçmektedir:
(Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa
hepsi ancak sizin gibi topluluklardır). [En'am/38]
3) Uğursuzluk
Yasin suresinde, isim halinde uğursuzluk, yüklem halinde uğursuzluk getirmek
manasında geçmektedir:
"Doğrusu" dediler, "bize uğursuzluk getirdiniz"...
Elçiler şöyle cevap verdiler: "Uğursuzluğunuz sizinle beraberdir").
[Yasin/18-19]
18. ayette (tatayyare) kalıbından uğursuzluk getirmek; 19. ayette
(tâir) kalıbından uğursuzluk manasına gelmektedir.
Genelde uğursuzluk ithamı, peygamberlere yapılmıştır:
(Salih dedi ki: "Ey kavmim! İyilik dururken niçin kötülüğe
koşuyorsunuz? Allah'tan af dileseniz olmaz mı? Belki size merhamet
edilir". Şöyle dediler: "Senin ve beraberindekilerin yüzünden
uğursuzluğa uğradık". Salih, "Size çöken uğursuzluk Allah karındadır.
Hayır, siz imtihana çekilen bir kavimsiniz" dedi). [Neml/46-47]
İyiliği bir tarafa atarak devamlı kötülük işleyen toplumlar zamanla
kötülüğü iyilik, iyiliği kötülük olarak görmeye başlar. Neticede kötülükten
değil de, iyilikten rahatsız olurlar. Mesela, bir yerde yaşayan iffetsiz on
kadının arasına bir tane iffetli kadın girse, ötekiler rahatsız olurlar. İşte
Hz. Salih de, Semud kavmine gönderilince, kötülük bataklığına saplananlar onu
uğursuz olmakla itham ettiler.
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Semud kavminde de uğursuzluk inancı vardı
ve bazı kimseleri uğursuz olmakla itham ediyorlardı. Aslında uğursuzluk, insanın
kendi başına getirdiği [Yasin/19] ve Allah'ın bir cezası olarak toplumların
başına gelen bir şeydir [Neml/47]; yani Allah'ın cezası gelince, toplum onu
uğursuzluk olarak görür.
Aynı yanlış değerlendirme, İsrailoğullan tarafından Hz. Musa için yapılmıştır:
(Onlara bir iyilik gelince, "Bu bizim hakkımızdır" derler,
eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Musa ve onunla beraber olanları uğursuz
sayarlardı. Bilesiniz ki, size gelen uğursuzluk Allah karındandır, fakat
onların çoğu bunu bilmezler). [A'raf/131]
Kuşların uçuş şekline ve yönüne bakarak olayları değerlendirmek, gelecek
hakkında kehanette bulunmak, çok eskilere dayanan yaygın bir adetti. Tâir, iyi
veya kötü talih için kullanılan bir kavramdı. İnsanlar kötülükleri başkasına
yükleyerek kendi pisliklerini örterlerdi. Birilerine uğursuzluk atfetmekle,
fert ve toplumlar öz eleştiri yapma imkanını kaybetmişlerdir. Özeleştiri
yapmasını bilmeyen toplumlar, çökmeye mahkumdur.
A'raf/131 ve Neml/47 ayetlerinin sonunda yer alan v;,& (tâir) kelimesi,
talih, kader manasına alınmalıdır. İnsanların işledikleri kötü ameller, Allah
katında değerlendirmeye tâbi tutulmakta ve neticede bit talih veya kader haline
dönüşerek tekrar yeryüzüne inmektedir. Bu manadan hareketle diyebiliriz ki,
Allah katından gelen uğursuzluk değil, insanların yapıp ettiklerinin kadere
dönüşmesidir.
4) Amel, kader
İsra/13'de yer alan tair (kuş) kelimesi, amel, kader manasına gelir.
Tair kelimesini ahiretle alakalı olarak değerlendirirsek diyebiliriz ki, Allah
ahiret-te her insanın amelini boynuna asacaktır:
4tifâ's2$§ciyfc (Biz her insanın amelini boynuna dolamışızdır).
[İs-ra/13]
Bu kavramı dünya ile ilgili olarak değerlendirdiğimizde ise ibareye,
"Biz her insanın kaderini boynuna dolamışızdır" şeklinde mana
verebiliriz.
İsra/13 ayetinin devamında, mahşerde, her şeyin apaçık kaydedildiği bir
sicilin insanın önüne konacağı söylenmektedir. Demek ki, herkesin ameli bir
kitapta toplanmakta ve mahşerde önüne konmaktadır. İşte bu kitap, tair olarak
kişinin boynuna asılacak; o ameller onu uçurup ya cennete, ya da cehenneme
götürecektir.
5) Yayılmak
(târe) kelimesi, (istetâre)den gelen (mustatîr) şeklinde olursa,
yayılmış anlamına gelir:
(O kullar, şiddeti her yere
yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler).
[İnsan/7]
Şimdi bu manalardan hareketle Âl-i İmran/49 ayetine dönersek, Hz.
İsa'nın yaptığı kuş şeklini, kaderin sureti olarak alabilir; Allah'tan
getirdiği ayete de mesaj manası verebiliriz. Allah'tan getirdiği mesaj ile
İsrailoğulla-rı'nın kaderini belirleyecekti. Muhammed Esed'in verdiği manaya
itibar edersek, ayete şöyle mana verilebilir:
(Sizin için çamurdan kaderinizin suretini yapacağım ve sonra ona
lifleyeceğim ki Allah'ın izniyle kaderiniz olsun). [Âl-i İmran/49]
Ayetin bu kısmında yer alan (tîn=çamur) kelimesi, Allah'ın mesajının
oluşturduğu değerler sistemini ifade etmektedir. Hz. İsa bu değerler sisteminden,
-bir proje olarak- bir kader oluşturacaktır. Sonra projeyi tatbik edebilmek
için harekete geçirecek ve daha sonra bu proje, Allah'ın izniyle toplumun
kaderi olacaktır. Değerlerden oluşan kadere üflemek, onları tatbik etmek
demektir. Bu olgu gerçekleşince Allah da onu bir kader olarak belirleyecektir.
Üflemek, uyuyan ve hayata tatbik edilmeyen değerlere can vererek harekete geçirip
tatbik etmeyi ifade etmektedir.
Esas mucize, ilahî mesajın içerdiği değerlerle bir toplumun kaderini
oluşturarak, onu erdemli hayatm ufuklarında kuş gibi uçurmaktır. İlahî mesajı
toplumun hayatına sindirerek, maddeciliği öldürüp maneviyatı canlandırarak kuş
gibi uçurmak, yüceltmek ve ona Allah'ın izniyle bir kader biçmek, Hz. İsa'nın
ilk mucizesidir. Muhammed Esed, Âl-i İmran/49 ayetinin dipnotunda bu manayı
işlemektedir.
Bu yorumdan, mucizenin tamamen toplumsal/sosyolojik içerikli olduğu
anlaşılmaktadır. Hz. İsa, balçık/çamur haline gelen toplumsal hayatı, yüceltici
bir kadere dönüştürmüştür. Toplumların yozlaşması, çürümesi, çökmeye yüz
tutması, manevî hayatı çamur haline getirir. İşte böyle dönemlerde peygamberler
devreye girer, o çamur halini alan hayattan, -Allah'ın izniyle- toplumları
yücelten kaderi meydana getirirler. İlahî mesajı toplumun hayatına üfürünce,
yani o çamurlaşan hayata geçirince, toplum kanat açmaya başlar ve insanlık
aleminin ufuklarına uçacak bir yapı ve seviye kazanır.
II. (Körleri ve alacalıyı
iyileştiririm).
Mesih olması hasebiyle Hz. İsa, insanlara dokunduğunda hastalıkları tedavi
ederdi. Her peygamber kendi döneminde zirvede olan bir hususta mucize
gösterirdi. Hz. İsa döneminde de tıbbın ileri olduğu söylenmektedir. O dönemde
tıbbın çare bulamadığı hastalan iyileştirmesi, Hz. İsa'nın mesihliğinin bir
gereğidir.
Ayetin bu kısmını da -önceki bölüm gibi- farklı bir şekilde yorumlayabiliriz:
Toplumu çamur haline getiren, 'alacalılık' kavramı, beyindeki şüpheciliği,
fikrî açıdan oturmamışlığı, davranışlardaki renksizliği, beyin, gönül ve nefis
arasındaki bölünmüşlüğü ifade etmektedir. Beyin başka, gönül başka bir yöne,
nefis de şeytana yönelirse ruhta, abraş'ın (alaca hastalığının) oluştuğu
anlaşılır.
Deride meydana gelen hastalığın bir benzerinin de insanın şahsiyetinde
(iç aleminde ve davranışlarında) oluştuğu bir gerçektir. İşte Hz. İsa, ilahî mesajla
oluşturduğu kaderle kavmini bu ruh hastalığından ve davranış bozukluğundan
kurtaracak ve tedavi edecekti. Çamur haline gelen toplumun -Allah'ın izniyle-
kaderini belirleyen bir peygamber, alaca hastalığına yakalanan beyinleri,
gönülleri ve davranışları tedavi etmiş demektir. Allah'ın izniyle oluşturduğu
bu kader, toplumda ıslahat başlatacak, manevî hastalıkları ortadan kaldıracaktır.
Hz. İsa'nın Allah'ın izniyle oluşturduğu toplumsal kader, körleri de
tedavi edecektir. Ayetteki körlük, biyolojik körlüğü ifade ettiği gibi, gönül
gözünün körlüğünü de ifade edebilir. Gönül gözünü, yani aklı, basireti (derin
kavrayışı) geliştirmek de Hz. İsa'nın oluşturduğu kaderin bir parçasıydı. Onun
döneminde İsrailoğullan'nın akıl ve düşünceleri âtıl, gönül gözleri körelmiş
durumdaydı. İsa'nın, Allah'tan aldığı mesajla çamur haline gelen topluma
üfür-mesi, yani o mesajın bilgisini toplumun hayatına işlemesi neticesinde
oluşan kader sayesinde insanların gönül gözleri açılıyordu.
İşte bu mucizelerin günümüze ışık tutan boyutları bu alanda
aranmalıdır; yani eğitim sisteminin insanların akıllarını çalıştırması, onlara
doğru düşünmeyi öğretmesi, gönül gözlerini açıp meseleleri derinlemesine görme
alışkanlığını kazandırması, beynin, gönül ve nefsin ayrılığından meydana gelen
parçalanmış şahsiyetler yerine, bütüncül şahsiyetler yetiştirmesi halinde Hz.
İsa'nın mucizesinin devamlılığı sağlanmış olacaktır.
III. (Allah'ın izniyle ölüleri
yeniden hayata döndüreceğim).
İlk bakışta ayet, ölmüş bedenin dirilmesini ifade ediyor görünmektedir.
Ayetin başından itibaren verdiğimiz mana ve yorumu devam ettirirsek diyebiliriz
ki, buradaki 'ölü', manevî/psikolojik anlamdaki ölüyü ifade etmektedir. Şirk
sebebiyle çamurlaşan fert ve toplum hayatı, ölmüş bulunan gönüller, ilahî
mesajın üfurülmesiyle ve tatbik edilmesiyle dirilecektir.
Kur'an'daki "yaşayan ölü" ifadesi, imansız kimseyi ifade
etmektedir. Neml/80'de, Sen ölülere de işittiremezsin; sırt çevirip uzaklaşan
sağırlara da işittiremezsin bu çağırıyı buyurulmaktadır. Ayetteki ölü ve
sağırlar ile, manevî açıdan ölü ve sağırlar kasdedilmiştir. Müşrik ve
kafirler, manen ölüdürler; onun için Allah onlara "yaşayan ölü"
demektedir. Mezardaki ölü nasıl işitmezse, manen ölü olan kimse de ilahî mesajı
işitmez.
Fatır suresinde inkar ve şirk psikolojisinde olanların mezardaki ölüler
gibi oldukları söylemektedir:
(Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Sen
kabirlerdekine işittiremezsin). [Fatır/22]
(Ruhen ölü iken hayata kavuşturduğumuz ve insanlar arasında yolunu
bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, hiç içinden çıkamayacağı derin
karanlığın içine gömülüp kalmış biri gibi olur mu? (Ama) böyle hakikati inkar
edenlere yaptıkları güzel görünür). [En'am/122]
Beyin ve gönül melekelerini kullanamayan insanlar, maddî olarak canlı
olsalar bile manen ölüdürler. İşte Hz. İsa'nın getirdiği ilahî mesaj, manen ölü
olan insanların dirilmelerini temin etmiştir.
Hz. İsa'nın bu mucizesini, Hz. Musa'nın emriyle İsrailoğullan'nın bir
inek kesip ölüye vurmalarına, neticede ölünün dirilmesine benzetebiliriz.
İsrailo-ğullan ineğe tapınmıştı. Onların gönüllerine giren bu şirk, gönüllerini
öldürdü. Allah onlara, tanrılarını boğazlamadan ölmüş gönüllerinin
dirilmeyeceği-ni bildirdi. Sahte tanımın boğazlanması ile, ölü gönülleri
dirildi. Aynı şekilde Hz. İsa da, manen ölü olan insanları -Allah'ın izniyle-
ilahî mesajla dirilt-miştir.
IV. (Neleri yiyebileceğinizi ve
evlerinizde neleri saklayabileceğinizi size bildireceğim).
Ayetin bu kısmını iki açıdan izah etmek mümkündür:
a) Yeme ve saklama, ekonomi
ile ilgilidir. Hz. İsa'nın gaybten haber verme şeklinde nitelendirilen bu
mucizesi, ekonomik hayatın düzenlenmesi ile ilgili bir oluşumu ifade etmekte;
tutumluluk tüketimin düzenli bir şekilde yapılmasını öngörmektedir.
b) Muhammed Esed'e göre
ayette, dünyada yararlanılacak ve ahiret için bir hazine olarak saklanacak[113]
şeyler bildirilmektedir.
Nelerin yeneceğini haber vermeyi, yararlanılacak güzel şeyleri öğretmek
anlamına almak uygun olur. İnsanlara yararlanacakları güzel şeyleri öğretmek,
eğitimin en önemli amaçlarından biridir. Buradaki 'yemek' fiili, ahlâkî
değerleri, güzellikleri şahsiyetine sindirmeyi, özümsemeyi ve ruhen
gıdalan-mayı ifade eder. İnsan şahsiyetini geliştiren ve zenginleştiren bütün
güzelliklere işaret etmektedir.
İlahî mesajla dirilen gönül, onun öğretilerindeki güzelliklerle gıdalanacak, gelişecek ve olgunlaşacaktır. İlahî mesajın bu etkinliğinin gerçekleşebilmesi için, peygamberi öğretime ihtiyaç vardır. İşte Hz. İsa halka, bunu yapabileceğini söylemektedir.
Diğer taraftan Hz. İsa, öteki dünya için biriktirilecek güzel amelleri öğretmeyi de yüklenmektedir. İyi ameller öteki dünya için biriktirilen değerlerdir. Evlerde saklanan ekonomik değerler, ahiret için üretilen iyi amelleri ifade eder. Buradaki 'ev' kelimesi, 'aileye' işaret etmekte; güzel, iyi ve faydalı amelleri elde etme yerinin aile olduğuna dikkat çekmektedir. İyi bir aile terbiyesinin kalıcılığının vurgulanmasıyla, ahirete yönelik amellerin aile hayatından ve aile terbiyesinden geçtiği ifade edilmektedir.
V. (Eğer inanıyorsanız,
şüphesiz bütün bunlarda sizin için bir işaret vardır).
'İman' ile sona eren ayet, çamur haline gelen bir toplumu diriltmek
için bir kader oluşturmanın, bir plan yapmanın, halkın beyin, gönül ve nefis
arasındaki bölünmüşlüğünü (şahsiyet parçalanmasını) ortadan kaldırmanın, gönül
gözlerini açmanın, dünya ve ahiret için güzel ameller üretmelerini temin etmenin
yolunun imandan geçtiğine işaret etmektedir. Şirkle ölen gönüller, imanla
dirilecektir.
İlahî mesajın birinci ve en önemli amacı şirki ortadan kaldırıp tevhid
inancını gönüllere yerleştirmektir. İnsanları inkar psikolojisinden kurtarıp
iman ağacını gönüllere dikmek, ölüyü diriltmek kadar önemlidir. İmanlı gönüller
için Hz. İsa'nın mucizelerinde bir mesaj vardır.
Hz. İsa'nın -Allah'ın izniyle- yaptıkları, insanlar için çok önemli
mesajlar içermekte; ilahî mesajın insanlara öğretilmesiyle meydana gelecek
olan değişimi göstermekte; bataklık haline gelen toplumdan, yükseklere uçacak
bir toplumun nasıl çıkartılacağının projesini; şahsiyet parçalanmasına uğrayanların,
nasıl bütüncül bir şahsiyete kavuşturulacaklarının planını; ölü gönlün nasıl
dirileceğinin öğretisini; dünya ve ahiret saadetine ulaşmak için gerekli olan
davranış ve amelleri öğretmektedir.
Bütün bu oluşumların, kitap ve hikmeti bilmekten, aklı kullanarak iman
etmekten geçtiği vurgulanmaktadır. Eğitim olmaksızın bunları elde etmek mümkün
değildir. Bu eğitici görevi yüklenen kişi ise rasul (peygamber)dir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Âl-i İmran/49 ayeti, geleneksel tefsir
usûliyle (kelimelere zahirî manalar vermek suretiyle) tefsir edilebilir. Yani
ayet, Hz. İsa'nın gerçekten çamurdan kuş yaptığı ve üfürmesiyle kuşun
canlandığı, cüz-zamlılan ve körleri tedavi ettiği, ölüyü dirilttiği, insanların
evlerinde neler yediklerini ve sakladıklarını haber verdiği şeklinde
yorumlanabilir.
Böyle bir yorumun doğruluk veya yanlışlık derecesini tesbit etmek
zordur. Ama mucizelerin devam eden bir süreç olduğu ve inanan herkese bir mesaj
verdiği kabul edilirse, yukarıdaki açıklamalara da itibar edilebilir. Bu
farklı yorumda Muhammed Esed'in desteğine sahibiz; ancak Muhammed Esed'in bize
teslim ettiği bayrağı daha ileriye taşıdığımızı da söyleyebiliriz. Bu
izahımızla, mucizelerin kalıcı olduğunu ve günümüze ışık tutttuğunu göstermek
amacı da taşımaktayız.
[114]
50. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan
bazı şeyleri helal kılmak için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim.
O halde Allah'tan sakının, bana da itaat edin.
Bu ayet Hz. İsa'nın genel manada görevlerinden bazılarına işaret etmektedir.
[115]
1. Tevrat'tan geriye kalanı
tasdik etmek
48. ayette Yüce Allah'ın Hz. İsa'ya Tevrat'ı öğrettiği ifade edilmişti.
Tevrat Hz. İsa'ya, Hz. Musa'ya gelen şekliyle öğretilmiştir. Tevrat'ın bazı
hükümleri, bozulmamış haliyle Hz. İsa'nın zamanına intikal etmiş; Allah da
bunları Hz. İsa'ya öğretmiştir. İşte Hz. İsa'nın tasdik ettiği Tevrat budur.
48. ayetteki öğretimle, 50. ayetteki tasdik arasında bir ilişki vardır. Bu
ilişkiyi şu şekilde formülleştirebiliriz: Bilen kimse tasdik eder.
İnsanların bir şeyi tasdik etmeleri isteniyorsa, önce onların öğretime
tâbi tutulması gerekir. Öğretimden ya da bilgiden tasdike geçmek, ilahî
eğitimin metodlan arasında yer almaktadır. Bir peygamberin, önceki peygambere
veya peygamberlere gelen vahyi tasdik edebilmesi için, kendisine gelen vahiyle,
diğerlerine gelen vahiylerin arasındaki benzerlik ve ayrılıkları bilmesi gerekir.
Âl-i İmran/3'de zikredildiği gibi, Kur'an da önceki kitaplardaki
hükümleri tasdik etmektedir. Saf/6'da da Hz. İsa'nın, Tevrat'tan geriye kalanı
tasdik ettiğine değinilmektedir. Kur'an'ın tasdiki bütün peygamberlere gelen
vahye yönelik iken, Hz. İsa'nın tasdiki Tevrat'a yöneliktir. Ayetin bu
kısmından günümüze bir ışık tutacak olursak şu genellemeye varabiliriz:
İnsanların Kur'an'ı tasdik etmelerini, ona inanmalarını temin etmek
istiyorsak, önce onlara Kur'an'ı tanıtmalı; Tevrat ve İncil'e inananlara,
Kur'an'ın onların kitaplarının hangi hükümlerini tasdik ettiğini ve
aralarındaki benzer noktalan göstermeli; ilahî kitapların (vahyin)
-peygamberden peygambere intikal eden- kesintisiz bir süreç olduğunu, birbirini
tasdik ettiğini, inananlarına ilahî kitapların tümüne iman etmeyi şart
koştuğunu öğretmeliyiz.
Bu öğretim neticesinde dinler arası diyalog gerçekleşecek ve düşmanlık, yerini dostluğa bırakacaktır. Bütün bu faydalı oluşumların temelinde Kur'an'ın bilinmesi yer almaktadır. Bilinmezlikler içinde diyalok kurulamaz; bilinmezlik düşmanlığa dönüşür. Nitekim hristiyanlann inananlara sevgi bakımından daha yakın olmaları, Hz. Muhammed'e indirileni dinleyip hakikati anlayan, bilen ve ondan dolayı gözlerinden yaşlar boşanan keşiş ve din adamlarının bulunmasına bağlanmaktadır [Maide/82-83]. Vahyi bilen ve onu tanıyan din adamlarının kibirli olmayacaklarına da işaret edilmektedir [Ma-ide/82]. Demek ki vahyin bilinmesi; kibrin, ihtiras ve kıskançlığın ortadan kalkmasına, bunların yerini sevginin almasına vesile olmaktadır.
Müslüman din adamları ve eğitimcileri, Kur'an'ı öğrettikleri takdirde,
insanların Kur'an'a olan tasdik, iman ve bağlılığı artar. Kur'an dışı
kaynaklarla verilen bir öğretim faaliyeti, bu tasdik ve bağlılığı oluşturamaz.
İnsanların beynine ve gönlüne giden yolun, beşerî düşüncelerden değil, vahiyden
geçtiği gerçeği asla akıldan çıkarılmamalıdır.
2. (Size haram kılınan bazı
şeyleri helal kılmak için gönderildim).
Ayetin bu kısmından şu sonuçlan çıkarabiliriz:
a) Bir peygamber, önceki dinde
bulunan yasaklan kaldırabilir; haramı helal, helali haram kılan hükümler
getirebilir ki bu, şartlann değişmesiyle hükümlerin de değişeceği anlamına
gelir. Bakara/106'da buna 'nesh' dendiğine işaret edilmişti.
b) Bazı hükümler, özel
şartlara çözüm ürettiklerinden, sözkonusu şartlar ortadan kalktığında o
hükümler de ortadan kalkar. Hz. İsa da özellikle yahu-dilere haram kılınan bazı
şeyleri helal kılmak için gönderildiğini beyan etmiştir. Hz. İsa'nın hangi
haramlan helal kıldığını şu ayetlerden tesbit edebiliriz:
(Zulümleri, bir çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, men edildikleri halde faiz almalan ve haksızlıkla insanlann mallarını yemeleri sebebiyle, (aslında) helal olan temiz ve iyi şeyleri yahudile-re haram kıldık ve içlerinden inkara sapanlara acı bir azap hazırladık). [Nisa/160-161]
Bu ayette, daha önce helal olan bir şeyin haram kılınmasının sebepleri
zikredilmektedir. Zulüm, Allah yolundan insanları çevirmek ve faiz yemek bu
değişimin sebepleridir. Bu ayette yalnızca helalden harama geçişin dinamikleri,
En'am/146'da ise nelerin haram kılındığı bildirilmiştir:
(Yahudilere bütün tırnaklı
hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da
kemiğe kansan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara
haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette
doğru söyleyeniz). lEn'am/146]
Nisa/l 60'da zikredilen yanlış davranışlar sebebiyle Allah aslında helal
olan tırnaklı hayvanlardan elde edilen gıdaların bir kısmını yahudilere haram
kılmış; böylece de, davranışlarının yanlışlığını ve zulümlerinin tahribatım
gözler önüne sermiştir. Nahl/118'de bu haram kılmanın, yahudilerin kendilerine
yaptıkları haksızlığın karşılığı olduğu vurgulanmaktadır.
Demek ki, helal olan şeylerin yasaklanmasının sebebi, insanların yanlış
davranışlarıdır.
İşte Hz. İsa, bu haram kılınan şeyleri tekrar helal kılmak için
geldiğini söylemiştir. Hz. İsa gerçekleştireceği eğitimle, helal olduğu halde
haram kılınmasına sebep olan yanlış davranışları ortadan kaldırdıktan sonra
haramları helal kılacaktı. Böylece, insanların davranışlarına göre hükümlerin
değişeceği esası ortaya çıkmaktadır. Haramların helal kılınması için,
İsrailoğulla-n'nın zulümden, insanları Allah yolundan çevirmekten ve faiz
yemekten vazgeçmeleri gerekiyordu. Davranışlarda meydana gelecek değişim,
hükümler-deki değişimi meydana getirecektir ki bu, yanlış davranışlar devam
ettikçe, haramların da devam edeceği anlamına gelir.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, Allah kullarına zulmetmek için yasak
koymaz; kullarının sergiledikleri davranışlara göre yasak koyar. Mesela,
yeryüzünde zina olmasaydı, dinde zina haddi de olmazdı.
Peki, Hz. Muhammed'ten sonra peygamber gelmeyeceğine göre, helal
ebediyyen helal, haram da ebediyyen haram olarak mı kalacaktır?
Nisa/l60-16l'de zikri geçen davranışların veya değişimin dinamikleri
sürdükçe, ilahî değerlendirmelerdeki değişim de başka tarz ve boyutta
olmaktadır. Mesela, zulüm yapan insanların elinden iktidarı almak, zalim toplumu
çökertmek, sahip oldukları nimeti onlara yasaklamanın bir çeşididir. İnsanları
yoldan çıkarmak ve faiz yemek gibi davranışların neticesi de, sahip oldukları
sosyal ve ekonomik nimetlerin ellerinden alınması şeklinde tecelli edebilir.
Başka bir ifadeyle, haram kılma metodu, mahrum bırakma şeklinde uygulanabilir.
Zaten En'am/146 ayeti, haram kılmanın, mahrum bırakma olduğuna işaret
etmektedir.
3.
(Size Rabbinizden bir ayet
getirdim).
50. ayetin birinci bölümü 38. ayetle, bu bölümü ise 39. ayetteki mucizelerle alakalı olabilir. Buradaki ayet kavramıyla, mucize kasdedilmiş olabilce-ği gibi, haramı helal kılan hüküm de kasdedilmiş olabilir. O zaman şu genellemeye varabiliriz:
Yahudilere haram kılınanların bazısının helal kılınması, Hz. İsa'nın
değil, Allah'ın hükmü ile olacaktı. Ayet kelimesi mucize manasına alındığında,
zorluğundan ötürü alışılan şeylerin ancak mucize ile değiştirilebileceği
anlaşılır. Demek ki, mucizelerin ve dindeki hükümlerin kaynağı Allah Teala'dır.
4.
(Öyleyse Allah'a karşı
sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bana tâbi olun).
Ayetin bu kısmında Allah'a ve peygambere karşı sergilenecek davranışın
eğitimi verilmektedir.
Allah'a karşı takvalı olmak (sorumluluk bilinci duymak); peygambere tâbi
olmak şeklinde tecelli eden bu emirlerle, kime karşı hangi davranışın sergileneceği
öğretilmektedir. Eğitimde intibak faaliyetinin gerçekleştirilmesi, önemli bir
aşamayı teşkil eder. Herkese aynı davranılamayacağı için, hangi ortamlarda ve
kimlere nasıl davranılacağı hakkında eğitim şarttır. Çünkü intibak
faaliyetindeki başarı, alınan eğitimin başarısıyla orantılıdır.
Ayette, haramların helal kılınmasının, Allah'tan gelen mucizeye inanmaya,
Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmaya ve peygambere uymaya bağlı olduğu
vurgulandığına göre, insanlarda Allah'a karşı sorumluluk bilinci
uyandınlmadıkça, peygambere tâbi olmanın önemi öğretilmedikçe, değiştirilen
hükümlerin benimsenmesi zora girecektir. O nedenle, değişimin altyapısı
önceden oluşturulmalıdır.
[116]
57. Kuşkusuz Allah, benim de rabbim, sizin de rabbinizdir. Öyleyse O'na
kulluk edin. Bu doğru bir yoldur.
Fatiha/6'da sırât-ı müstakim (doğru yol) ifadesini açıklamıştık. Bu
ayette ise, doğru yol, Hz. İsa'nın diliyle tanımlanmaktadır:
1. (Kuşkusuz Allah, benim de
rabbim sizin de rabbinizdir).
Ayetin bu bölümünde Hz. İsa Allah'ı rab sıfatıyla tanıtmaktadır.
Fati-ha/2'de rab sıfatının yaratma, terbiye edip büyütme ve hidayete erdirme manalarına
geldiğini söylemiş, ayrıntılı izahat vermiştik.
Bu sıfat hahklık (yaratıcılık) ile hadilik (yol göstericilik) sıfatını
kapsamına aldığından, Hz. İsa Allah Teala'yı bu sıfatıyla tanıtma yoluna
gitmiştir.
Allah benim de rabbimdir ifadesiyle Hz. İsa, dönemindeki insanların Allah'ı
rab edinmediklerine işaret etmektedir. Hatta kendisinden sonra bazı
hristiyanlar İsa'yı da tannlaştırmışlardır; bu durum günümüzde de devam
etmektedir. İsa, Allah benim rabbimdir sözüyle, şirki ortadan kaldırmak istemiştir.
Sizin de Rabbinizdir sözüyle Hz. İsa, rablığın kendisine değil, Allah'a
ait olduğunu vurgulamaktadır. Her iki ifadede de tevhid vurgulanmakta, şirk
dışlanmakta; Allah'ın ne olduğu ortaya konularak ne olmadığı anlatılmaktadır.
Öyle görünüyor ki Hz. İsa, kendisini rab edinecekleri endişesini taşıdığı
için Allah benim de sizin de rabbinizdir demiştir.
Allah'ı alemlerin rabbi olarak kabul etmek, doğru yolun ta kendisidir.
Hz. İsa, İşte doğru yol budur diyerek, doğru yolu tanımlamıştır. Bunun
anlamı şudur:
Tevhid inancına sahip olmayan, doğru yolda sayılmaz. Doğru yolun başlangıç
noktası, tevhid inancıdır. Din eğitiminin en önemli amacı, insanlara tevhid
inancını aşılamaktır.
[117]
52. İsa, onların hakikati inkar ettiklerinin farkına varınca,
"Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?" dîye sordu.
Havariler, "Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah'a inandık; şahit ol
ki biz müslümanlarız" cevabını verdiler.
Ayetin analiziyle birlikte kavramlarını da açıklamayı uygun buluyoruz.
[118]
1. (İsa onların hakikati inkar
ettiklerinin farkına varınca...)
Ayetin bu bölümündeki (ehasse) kelimesi lügatte, bir şeyi iyice bilmek,
acıyıp merhamet etmek, şefkat göstermek, kesin olarak bilmek, duyu organlarıyla
kavramak, sezmek manalarına gelmektedir.
1) Öldürmek
Âl-i İmran/152'de bu kelime (tehussûne) kalıbından çoğul olarak gelmiş
olup "öldürmek/yoketmek/kökünü kazımak" anlamını ifade etmektedir;
ki düşmanını öldürüp hissiz bıraktığı için, öldürme yerine bu kelime kullanılmaktadır.
2) Araştırmak
Yusuf suresinde emir kalıbında yer almakta ve araştırmak anlamına gelmektedir:
(Ey oğullarım! Gidin de Yusuf u ve kardeşlerini iyice araştırın).
[Yusuf/87]
3) Uğultu
Enbiya suresinde (hasîs) kalıbında yer almaktadır:
(Bunlar cehennemin uğultusunu duymazlar). [Enbiya/102]
4) Hissetmek
Meryem suresinde bir şeyin varlığını hissetmek anlamında geçmektedir:
(Çünkü onlardan önce gelip geçen nice kuşaklan yok ettik; onlardan her hangi birinin varlığını hissediyor yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?) [Meryem/98]
Enbiya suresinde, gelmekte olan bir oluşumu hissetmek, yani farkına varmak
manasında kullanılmaktadır:
(Azabımızı hissettiklerinde, bir de bakarsın ki oralardan kaçıyorlar).
[Enbiya/12]
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/52'de, hissetmek, duymak,
farkına varmak, kesin olarak bilmek anlamını ifade etmektedir. Ayetin birinci
bölümüne dönersek şu gerçeği yakalayabiliriz: Hz. İsa ilahî mesajı halkına
tebliğ edip mucizelerini gösterdiğinde, tepkilerinden iman etmeyeceklerini
kesin olarak anladı. Yani, onların gösterdiği tepkinin arka planında inkar
psikolojisinin bulunduğunu ve psikoloji ile davranış arasında bir sebep-sonuç
ilişkisinin var olduğunu bildi. Davranışlar kendiliklerinden ortaya çıkmazlar,
onların sebebi insanın psikolojisinde aranmalı; çünkü davranışları yöneten
insanın iç alemidir.
2. (Kim Allah yolunda bana
yardım edecek?)
Hz. İsa bu soruyla, onlarda hissettiği inkarı ortaya çıkarmak ve
gerçekten inananları tesbit etmek istemiştir. Soru sormadıkça, yani imtihan
etmedikçe farklar ortaya çıkmaz. İnsanların inkarı kesin olarak hissedilse
bile, denen-medikçe onlara kafir demek doğru olmaz. Hz. İsa, Allah'a giden
yolda halkından yardım istediğine göre, bir peygamberin kendi yoluna değil,
Allah'ın yoluna davet etmesi, Allah'ın yolu için yardım istemesi gerektiği
anlaşılmaktadır. Bir peygamberin tek başına Allah'a giden yolu işler hale
getirmesi, insanların hayatına sokması, insanların beyin, gönül ve nefislerini
oraya yönlendirmesi zordur. Çünkü Allah'a giden yola engeller koyan, o yolun
işler hale gelmesini istemeyen kimseler ve o yola intibak edemediği için
düşman olanlar vardır. Bu engelleri aşmak veya devre dışı bırakmak için iman
dolu gönüllere sahip şahsiyetlere ihtiyaç vardır. İşte Hz. İsa böyle kişileri
aradığı için bu soruyu sormuştur.
Diğer taraftan Allah'a giden yolda peygambere yardım etmek, imanın
is-batıdır.
3. (Havariler şöyle dedi:
"Biz Allah yolunda senin yardımcıların olacağız. Allah'a inandık. Sen de
şahit ol, biz O'na teslim olmuşuz").
(havari) kelimesinin (ıavr=bembeyaz) kelimesinden geldiğini söyleyenler
vardır. Beyazlığından dolayı una da havr denir. Elbiseyi temizleyip bembeyaz
yapma eylemi de bu kelime ile ifade edilir. İnsanlar için kullanılınca,
peygamberleri tasdik eden, onlara yardım etmekte samimi, ihlaslı olan seçkin ve
yakın dostlar anlamına gelir.
Razi'nin verdiği bu manalardan psikolojik boyutlu olanını, yani kişinin
iç aleminde (düşüncesinde, niyet ve imanında) leke bulunmaması manasını daha
uygun buluyoruz. Yardım etmeleri, Allah'a inanıp O'na teslim olmaları, bu
beyazlığın ne anlama geldiğine işaret etmektedir.
Hz. İsa'nın onlara sorduğu sorunun ve onların verdiği cevabın bize
nakledilmesinin sebebini de Saf suresinde bulabiliriz:
(Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa
havarilere, "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?"
demişti. Havariler de, "Allah (yolunun) yardımcıları biziz"
demişlerdi. İsrailoğullan'ndan bir zümre inanmış, bir zümre de inkar etmişti.
Nihayet biz onları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler).
[Saf/14]
Allah, havarilerin Allah yolunda Hz. İsa'ya yardım ettikleri gibi,
müslü-manlann da Hz. Muhammed'e yardım etmelerini, havarilerin örnek alınmasını
istemekte ve bunun bir süreç olduğunu beyan etmektedir.
Diğer taraftan Allah'a giden yolda peygambere yardımda bulunmanın,
Allah'ın yardımım celbedeceğine de işaret edilmektedir. Allah'ın yardımını isteyenler,
O'nun yoluna/dinine yardım etmelidir. Yardıma karşı yardım, ilahî bir kanundur:
(Ey iman edenler! Eğer siz
Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder). [Muhammed/7]
Allah'ın yolunun ne olduğunu Fatiha/6'da açıklamıştık. Ama buradaki
muhteva içerisinde Allah'ın yolunun, Yalnız Allah'a kulluk edin [Âl-i
İm-ran/51] emrinden anlaşıldığı üzere, "tevhid inancı" olduğunu
söyleyebiliriz. Tevhid inancını yaymaya çalışan ve yardımda bulunanlar,
Allah'ın yoluna yardım etmiş olurlar. Tevhid ağacını dikenler, sulayıp
geliştirenler, Allah'ın yardımına layık olurlar.
[119]
53. "Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve peygambere uyduk. Şimdi bizi
şahitlerden yaz" dediler.
[120]
Havariler, iki eylem gerçekleştirmişlerdir: 1. Allah'ın indirdiğine
inanmak
Allah'ın indirdiğine inanmak, Allah'ın indirdiğinden başkasını dışlamakta;
yani beşerî din ve felsefelerin iman alanına giremeyeceğim vurgulamaktadır.
İnanılacak tek kitap (vahiy ve mesaj) Allah'ın indirdiğidir. Allah'ın birliğine
inanmak, mesajının tekliğine inanmaya götürmektedir.
Duanın bu kısmı gönlün eylemi olan imana dikkat çekmekte ve bunun
sonsuza uzanan bir süreç olduğunu vurgulamaktadır. Maide/83'te, bu imandan
önce Allah'ın indirdiğini dinlemek ve gerçeği tanımak eylemlerinin yer aldığı
görülür. "Dinlemek, anlamak ve iman etmek" şeklinde formüle
edeceğimiz bu eylemler dizisi, sağlam imanın nelere dayandığını açıklamaktadır.
2. Peygambere uymak
Allah'ın indirdiğine inanmak, doğal olarak o mesajı getirene uymayı gerektirir.
Buradaki uyma, peygambere inanmayı da kapsamaktadır. Bunu şu şekilde kalıba
dökebiliriz: Müslüman Allah'a kulluk eder, Allah'ın indirdiğine inanır,
elçisine tâbi olur. Allah'ın indirdiğine inanıp, peygamberini dışlamak mümkün
değildir.
[121]
Havariler, Allah'ın indirdiğine inanmaları ve peygambere uymaları nedeniyle
Allah'tan şu dilekte bulunuyorlar:
3.
(Bizi şahitlerden yaz).
Havariler indirilene iman ve peygambere olan bağlılıklarını ilan
ettikten sonra Allah'tan kendilerini şahitlerden yazmasını istemişlerdir.
Şahitler ifadesiyle kimlerin kasdedildiği ise şu ayetlerden anlaşılmaktadır: iy'fa^L (Allah ile melekler, hak ve adaleti gözeten ilim sahipleri O'ndan başka tanrı olmadığına şahittir). [Âl-i İmran/86]
• İçinde amellerin kaydedildiği illiyyin denen kitabı görecek olan
Allah'a yakın kullar. [Mutaffifin/19-21]
• Şahit olarak gönderilen
peygamberler. [Fetih/8]
• Allah'ın nimetlendirdiği kişiler. [Nisa/69]
• Allah adına şahitlik edenler. [Nisa/135]
• Adaleti ayakta tutanlar. [Maide/8]
İşte havariler Allah'tan bunlarla beraber yazılmalarını, onların
aralarına dahil edilmelerini istemişlerdir. Havarilerin bu duayı nereden
öğrendiklerini de Maide suresinde bulmaktayız:
(Hani havarilere, "Bana ve peygamberime iman edin" diye ilham
etmiştim. Onlar da, "İman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler
olduğumuza şahit ol" demişlerdi). [Maide/111]
Görüldüğü gibi Allah kendine ve peygamberine inanmalarını ilham
ettikten sonra havariler bu duayı yapmışlardır. Duanın alt yapısını Allah'ın
ilhamı oluşturmuştur.
Havarilerin duasının Kur'an'da zikredilmesinin sebebi, müslümanlann da aynı
şekilde dua etmelerinin öngörülmesidir. Daha ileri bir bakış açısıyla diyebiliriz
ki, bu şekilde dua etmek, evrensel bir öneme ve her çağın insanını ilgilendiren
bir boyuta sahiptir. Kişinin geçici ihtiyaçlarını yansıtan dualar kalıcı
olamaz; ama bazı dualar evrensel bir nitelik taşır. Havarilerin duası da
onlardan biridir.
[122]
54. İnanmayanlar İsa'ya tuzak kurdular; ama Allah onların tuzaklarını
boşa çıkardı. Çünkü Allah, tuzak kuranların tümünün üstündedir.
[123]
1. İnanmayanlar
Ayetteki inanmayanlar ifadesiyle Keşşaf, Hazin ve Nesefi'ye göre,
İsra-iloğullan'mn kafirleri, İbn Abbas ve Kadı Beydavi'ye göre yahudilerin
kafirleri kasdedilmiştir ki netice itibariyle aynı kimselerdir.
[124]
2. (İsa'ya tuzak kurdular).
Hz. İsa'ya nasıl tuzak kurduklarım ele almadan önce, ayette geçen
(mekr) kelimesinin açıklanması gerekir: Yüklem halinde mekr aldatmak, yalan
söylemek, saptırmak, hile yapmak, dolandırmak, oyun yapmak, isim halinde
şeytan, hilekar, desise, kurnazlık, oyun, manalarına gelmektedir. Razi bu
ayetin tefsirinde, kelimenin asıl manasının, gizlice ve karanlıkta fesat
çıkarmaya çalışmak, bir şeyin toplanması ve sağlam yapılması olduğunu ifade
etmiştir. Kur'an'da bu kelimenin çeşitli ayetlerde, farklı manalarına şahit oluyoruz.
[125]
1) Düzen
Ra'd suresinde mekr, kötü, zındıkça düzen anlamına gelmektedir:
(Bunlardan önce yaşayanlar da zındıkça düzenler tasarladılar, fakat en
ince ve mahira-ne düzen bütünüyle -herkesin neyi hak ettiğini bilen- Allah'a
aittir, nitekim inkarcılar geleceğin kime ait olduğunu yakında görüp öğrenecekler).
[Ra'd/42]
Ayetin birinci bölümünde yar alan düzen, kafirlerin kurduğu kötü ve zındıkça
düzeni ifade ederken, ikinci bölümünde -Allah ile ilgili olduğundan-mahirane
veya ince düzen anlamına gelmektedir.
2) Hile
(Onlardan önce gelip geçenler de bir takım hileler kurmuşlardı).
[Nahl/26]
Yusuf/102'de de, Hz. Yusuf a karşı kardeşlerinin düzenlediği palana,
'hile' manası verilebilir.
3) Tuzak
(Firavun, "Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi?"
dedi. Bakın bu sizin yaptığınız sinsice hazırlanmış bir tuzak). [A'raf/123]
Aynı şekilde Neml/50, Mü'min/45, Nuh/22, Enfal/30'da da tuzak anlamına
gelmektedir.
A'raf/123'te Firavun tarafından, yandaşlarından beklemediği bir
davranış tuzak olarak değerlendirilmektedir. Peygamberlere karşı düzenlenen
entrikaların bir beklenti tarafı olduğu için başka manalar vermek mümkündür.
4) Oyun
(Onlar yine de, çürük ve asılsız tasarımlara dayanan oyunlarını
oynamaya devam etmekteler; oysa onların bütün oyunları, bütün düzenleri
Allah'ın bilgisi içindedir). [İbrahim/46]
Ayette kendilerine tarihi olgular anlatılarak doğru yola girmeleri
istenenlerin, bu uyarıya uymamalarına ve toplumda bozgunculuk çıkarmak için
asılsız, kötü ve zararlı oyunlar oynamalarına dikkat çekilmektedir.
5) Plan
Nahl suresinde, kötülük kavramıyla beraber zikredilen yüklem hali, kötü
planlar kurmak anlamına gelmektedir:
±&&$0 (Peki öyleyse, şu kötü planlan yapan kimseler...)
[Nahl/45]
"Kötü düzenler kuranlar" manası da verilebilirse de, 'plan'
anlamı daha uygun düşmektedir.
6) Tasan
(Ve ne zaman kendilerine darlık dokunduktan sonra insanlara
rahmetimizden biraz tattırsak, hemen ayetlerimiz hakkında asılsız iddialar tasarlamaya
başlarlar. De ki: "İnce tasanmda, Allah sizden daha tezdir. Dikkat edin!
Bizim elçilerimiz tasarlayıp durduğunuz her şeyi kaydediyorlar").
[Yunus/21]
Bu ayette tasarlamak, planlamak anlamına gelmektedir. Allah'ın ayetlerine
karşı olunca, asılsız iddialarda bulunmayı, asılsız iddialar ileri sürmeyi;
Allah için kullanılınca karşıt tasanmlarda bulunmayı ifade etmektedir.
7) Entrika
En'am suresinde "hile ve entrika" anlamına gelmektedir:
(Ve işte böylece her ülkenin önde gelenlerini, hile ve entrika peşinde
koşan suçlular durumuna sokanz, ama çevirdikleri entrikalar yalnız kendi
aleyhlerine olur ve onu da anlamazlar). [En'am/123]
8) Dedikodu
Yusuf suresinde, kötü konuşma (dedikodu) manasını ifade etmektedir:
(Kadınlann bu kötü konuşmalanm işitince...) [Yûsuf/31]
Şehirdeki kadınların, Aziz'in karısı hakkındaki dedikoduları mekr
kelimesiyle ifade edilmiştir.
Şimdi Hz. İsa'ya nasıl tuzak kurmaya çalıştıklarını ele alabiliriz: İlk
önce Hz. İsa'yı öldürmek için tuzak kurmuşlardı. Bu tuzağa Nisa suresinde
işaret edilmektedir:
(Ve Allah elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük demeleri yüzünden...)
[Nisa/157]
Ayetin devamında, Allah'ın onların bu tuzağını boşa çıkardığı ve onu
öl-düremedikleri beyan edilmektedir. Yahudilerin, "Meryem oğlu İsa'yı
öldürdük" demeleri, dedikodudan başka birşey değildir.
Yahudilerin Hz. İsa hakkında şüpheye düşmeleri de, onların bir
hilesiydi. Meryem suresinde şöyle buyuruluyor:
(İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa, hak söz olarak
budur). [Meryem/34]
Hz. İsa'nın doğumu konusunda ortaya attıkları şüpheler, onların mekrini
ifade etmektedir. Bu anlamda mekr, dedikodu ve kötü laflar uydurmak anlamına
gelmektedir:
(Meryem'e büyük bir iftira atmalarından...) [Nisa/156]
Annesine attıkları iftiralar, Hz. İsa'ya şüphe olarak yansıyor veya
şüpheye
dönüşüyordu. Hz. İsa'nın gayr-i meşru olduğunu iddia etmeleri de bir
mekr'dir.
Hz. İsa hakkında ihtilafa düşmeleri:
(Fakat aralarından çıkan gruplar farklı görüşler savunmaya
başladılar). [Zuhruf/65]
(Sonra gruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler). [Meryem/37]
Hz. İsa hakkında ayrılığa düşenlerin bir kısmı ona Allah'ın oğlu
dediler [Meryem/35, Tevbe/30].
Bazıları onu gayr-i meşru bir çocuk olarak görürken, bazıları da
Allah'ın oğlu olarak görüyorlardı [Meryem/27-29]. İşte Âl-i İmran/54 ayeti, bu
sahte iddiaları onların uydurduğuna işaret etmektedir.
3.
(Allah onların tuzaklarını
bozdu).
Hz. İsa'yı öldürmek üzere kurdukları tuzağı Allah boşa çıkardı. Allah'ın mekr yapması, kurulan tuzakları boşa çıkarması, yapılan teşebbüsleri akamete uğrat-masıdır. iiii (Onlara öyle zannettirildi/Sadece onlara öyle olmuş gibi göründü) [Nisa/157] ifadesi, onların tuzağının nasıl boşa çıkarıldığına işaret etmektedir.
(Hayır, Allah onu kendi katına yüceltti) [Nisa/158] ifadesi ise, Allah'ın
İsa'yı onların entrikasından kurtardığını ve İsa'nın tabii bir ölümle öldüğünü
ifade etmektedir. Âl-i İmran/55'de açıklanacağı gibi, Hz. İsa öldükten sonra
Allah onu kendisine yüceltmiştir. Nisa/l 58'de bu yüceltme, Allah'ın İsa'yı kurtarması
veya onların tuzaklarını boşa çıkarması olarak takdim edilmektedir.
4.
(Allah, tuzak kuranların
tümünün üstündedir).
Allah Teala, yolunu tıkamak isteyen, arzularına ters düştüğü için
gönderdiği vahye karşı koyan ve bu olumsuz tepkilerini eyleme dönüştürmek
isteyenlerin teşebbüsünü boşa çıkarmak için müdahalelerde bulunmuştur. Peygamberler
tarihinde bu müdahele çeşitli şekillerde görülmektedir. Nuh tufanı, Hz.
İbrahim'in atıldığı ateşin söndürülmesi, Firavun'un denizde boğulması gibi
olaylar, hakikate karşı kurulan tuzakların boşa çıkarılmasının örnekleridir.
Bu olaylar, Allah'ın her zaman tuzak kuranların üstünde olduğunu ve onları
mağlup ettiğini göstermektedir. Hak ile batılın çatışması kıyamete kadar devam
edecek, hakikati savunanlara karşı her zaman tuzak kurulacak ve Allah kurulan
tuzakları bozacaktır.
Hakkı savunan ve Allah'ın dininin ayakta kalması için gayret gösteren
kimselerin, karşılaştıkları tuzaklardan, engellerden, hile ve düzenlerden
yılmama-lan için Allah moral vermekte ve onların yanında olduğunu bildirmektedir.
[126]
55. Allah buyurmuştu ki: "Ey Isa! Seni vefat ettireceğim, seni
nezdime yükselteceğim, seni inkar edenlerden arındıracağım ve sana uyanları
kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte
o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim".
Ayetin analizini yaparak Hz. îsa hakkındaki hurafeleri, asılsız
iddiaları Kur'an'ın ışığında ele almaya çalışacağız.
[127]
Kültürümüde Hz. İsa'nın ruh ve bedeniyle Allah katına çıktığı inancı hakimdir.
Bu inancın doğruluk derecesini -mihenk taşı olan Kur'an'a vurarak-tesbit etmeye
çalışalım.
(Ey İsa! Seni vefat ettireceğim).
Ayetin bu kısmı hakkında Razi'nin ve Elmahlı Hamdi Yazır'ın uzun açıklamalarına
bakılabilir. Ancak bu açıklamaların çoğunun Kur'an'a ters düştüğü de bir
gerçektir. Ayetin bu kısmının eksen kavramı olan {teveffî) kelimesinin kökü
vefa olup sözünü yerine getirmek, birine hakkını tamamen vermek, tam ölçmek,
ecel gelip kişinin ölmesi, teveffa kalıbında alınınca, Allah'ın kişinin ruhunu
alması, öldürmesi manasına gelmektedir. Yaşamak, bir şeyi tam ve noksansız
almak manasına da gelen bu kelime Kur'an'da şu manalarda geçmektedir:
[128]
1. Ahdine vefa göstermek
Necm/37'de {vejfâ) kalıbıyla yer alan kelime, güvene layık olmak anlamına
gelmektedir. Bu durumda sözkonusu ibareye, "Her türlü güvene layık olan
İbrahim'e" yahut "Ahdinde duran İbrahim'e" manası verilebilir.
2. Hesabını eksiksiz görmek
(Yanında Allah'ı hazır ve nazır olarak bulur; Allah ise, onun hesabını
tastamam görür). [Nur/39]
Kelime bu ayette, hesap kelimesiyle az da olsa farklı bir mana kazanmaktadır.
3. Ödemek
(Dünya hayatını ve onun görkemini, zenginliğini isteyenlere gelince, onlara
bu (hayatta) yapıp ettiklerinin karşılığını tam olarak ödeyeceğiz ve onlar
orada hak ettiklerinden asla yoksun bırakılmayacaklar). [Hud/15]
Ayetteki (nüveffi) kelimesi, tastamam ödemek anlamına gelmektedir.
4. Ölçmek
(Görmüyor musunuz tartıyı tam tuttum). [Yusuf/59] Hz. Yusuf un, ölçeği
tam doldurması i\ (m/F) kelimesiyle ifade edilmektedir.
5. Yerine getirmek
Hac suresinde adağını yerine getirme anlamını ifade etmektedir:
(Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler). [Hac/29]
Vefa emri, nezirle bir araya gelince, adağım yerine getirme anlamını kazanmaktadır.
6 Sadık kalmak
(Antlaşmalara sadık kalın) [Maide/1] ifadesinde bu kelime -emir
kalıbıyla- antlaşmaların yerine getirilmesi, onlara sadık kalınması anlamına
gelmektedir.
7. Alıp götürmek
(Ölüm onları alıp götürünceye kadar...) [Nisa/15] ifadesindeki teveffa
kalıbı -özne ölüm olduğunda- ölümün alıp götürmesi anlamına gelmektedir.
8. Hakkını istemek
(Onlar insanlardan haklarını eksiksiz isterler). [Mutaffifin/2]
(vefâ) fiili, altı harfli bir
yüklem haline gelince, hakkını eksiksiz istemek anlamına gelmektedir.
Mutaffifler, malı eksiksiz alıp eksik satanlardır.
9. Ölmek
(İçinizden biri ölür...) [Bakara/234] ifadesinde kelime, kişinin eceli
ile ölmesi anlamına gelir.
10. Canını almak
(Melekler, kendi kendilerine zulmeden kimselere -canlarını alırken-
soracaklar). [Nisa/97]
Azrail tarafından insanın canını alma anma dikkat çekilen bu ayette
vefa fiilinin teveffa kalıbı kullanılmaktadır.
Maide/117 ve Zümer/42'de de aynı anlama gelmektedir. Yorumunu yapmakta
olduğumuz Âl-i İmran/55'de de canını almak, öldürmek, vefat ettirmek manasını
ifade etmektedir.
Ahde vefa göstermek, hesabı eksiksiz ödemek, ödeme yapmak, ölçüyü tam
yapmak, adağı yerine getirmek, antlaşmaya sadık kalmak, bu eylemler-deki
eksiklikleri, yanlışlıklan ortadan kaldıracağı için, onları öldürmektedir. Bu
eylemler, zıt eylemleri öldürdükleri için bu manaları almaktadır.
Ahde vefa vefasızlığın, hesabını eksiksiz ödemek eksikliğin, tam ödemek
tam ödememenin, ölçüyü tam yapmak ölçüde eksikliğin, adağı yerine getirmek
adağı yerine getirmemenin, antlaşmaya sadakat sadakatsizliğin canını
almaktadır. Hud/114 ayetinde belirtildiği üzere, iyi eylemler kötü eylemleri
giderir. Demek ki, iyilikler kötülükleri öldürdüğü/yok ettiği için vefat kavramı
ile ifade edilmektedirler.
Dünyada gurbette olan insanı sılaya yani Rabbine götürdüğü, gurbet hayatına
son verdiği, hapiste olan ruhu bedenden ayırdığı, ruh-beden ilişkisine son
verdiği, bedenden ayırmak suretiyle ruhun önündeki engelleri kaldırdığı, ruh
emanetini sahibine iade ettiği için ölüme vefat denmiştir.
Demek ki, Hz. İsa'nm canı Allah tarafından alınmış, yani eceli ile
ölmüştür. Bunu teyit eden başka ayetler de vardır. îsa, Allah'ın insanlara
şirk koşmayı emredip emretmediğini sorması üzerine şöyle demiştir:
(Ama sen beni vefat ettirince onların koruyucusu yalnız sen oldun).
[Maide/117]
Maide/116-117 ayetlerinden, İsa'nın öldüğü ve öldükten sonra sorguya çekildiği
anlaşılmaktadır. Hatta Allah tarafından vefat ettirildiğini bizzat Hz. İsa
söylemektedir.
Bu ayetlerde kullanılan geçmiş zaman kalıbı nedeniyle, sorgu ve cevabın
gelecekte olacağını söyleyenler olabilir. Kur'an'da ahiretle ilgili bazı konularda
geçmiş zaman fiillerinin kullanıldığı doğrudur. Ama Yüce Allah bu ayetlerde,
Hz. İsa'nın nasıl cevap verdiğini de beyan etmektedir. Dolayısıyla İsa'nın
verdiği cevap, ölümden hemen sonra sorulan sualin cevabıdır.
Yine Hz. İsa şöyle demektedir:
(Bunun içindir ki doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün
esenlik banadır). [Meryem /33]
Ayette, hayatının üç dönüm noktası zikredilen İsa'nın, dünyaya tekrar
geleceğinden, beden ve ruh ile Allah katına çıktığından bahsedilmemekte; doğum,
ölüm ve ahirette tekrar dirilme anlarına işaret edilmektedir.
Buradaki ölümün, beden ve ruh ile Allah'a yükselip daha sonra dünyaya
geldikten sonra gerçekleşeceği de söylenemez; zira Meryem/l 5 'te aynı şeyler
Hz. Yahya için de söylenmektedir:
(Doğduğu gün, öleceği gün ve dirileceği gün ona selam olsun).
[Meryem/15]
Doğum, ölüm ve tekrar dirilme olguları Hz. Yahya için de söylendiği halde,
onun tekrar dünyaya gelmesinden niçin bahsedilmemektedir? Seni vefat
ettireceğim [Âl-i İmran/55], Beni vefat ettirince... [Maide/117] ve Doğduğum
gün, öleceğim gün ve tekrar dirileceğim gün... [Meryem/33] ifadeleri, Hz.
İsa'nın öldüğüne delil teşkil etmektedir. Demek ki Hz. İsa yahudiler tarafından
öldürülmedi, eceliyle öldü: Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar, sadece
onlara öyle olmuş gibi göründü [Nisa/157] ifadesi, İsa'nın insanlar tarafından
öldürülmediğini göstermektedir.
[129]
Zuhruf/61 ayetini yanlış yorumlayanlar ve Hz. İsa'nın geleceği ile
ilgili uydurma hadislere itibar edenler onun dünyaya tekrar geleceğini söylemektedirler.
Bu inancın yanlışlığını göstermek için sözkonusu ayeti inceleyelim:
(Muhakkak ki o, kıyamet saatinin gelmekte olduğuna ait bir ilimdir;
artık o saat hakkında asla şüphe etmeyin ve bana uyun; doğru yol budur).
[Zuhruf/61]
Ayette bulunan (ve innehû) ifadesindeki hû zamiri İsa'ya mı, Kur'an'a
mı gitmektedir? Keşşaf, Razi, Kadı Beydavi, Hazin, Nesefi, İbn Abbas bu zamirin
Hz. İsa'ya gittiğini söylerken, Katade, Hasan Basri ve Said b. Cubeyr gibi
bilginler[130]
zamirin Kur'an'a gittiğini söylemişlerdir.
Çağdaş mütercimlerden A. Yusuf Ali zamiri Hz. İsa'ya, Muhammed Esed ve
Bekir Sadak ise Kur'an'a göndermektedirler. Süleyman Ateş'in açıklamalından da
zamirin Hz. İsa'ya gittiği görüşüne taraftar olduğu anlaşılmaktadır.
Zuhruf/57-61 arasındaki bölümün ana konusu, Hz. İsa ilgili lüzumsuz tartışmalardır.
59. ayette, Hz. İsa'ya peygamberlik verildiği ve İsrailoğullan'na örnek
kılındığı ifade edilmektedir. 61. ayette bulunan '& (ve innehû) ifadesindeki
zamirin Hz. İsa'ya gittiğini kabul edecek olursak, şöyle diyebiliriz: İsa'nın
kıyametin alameti olması, -kıyametten önce dünyaya tekrar gelmesiyle ilgili
değil- babasız doğmasıyla ilgilidir. Zuhruf/63 ayeti incelenirse, bunun böyle
olduğu anlaşılır.
Muhammed Esed'in Zuhruf/61 ayetine verdiği manadan hareket edersek
şöyle bir genellemeye varabiliriz: Kur'an, kıyametin kopacağını bildiren bir
bilgidir, bir araçtır veya bir işarettir. Ayetin devamında kıyametten şüphe
edilmemesi, Hz. Peygamber'e uyulması gerektiğinden söz edilmesi, başındaki hu
zamirinin Kur'an'la alakalı olup Kur'an'ın kıyametin kopacağına bildiren bir
ilim olduğuna delil teşkil eder.
(Elbette o, kıyamet saatinin geleceğini bildiren bir ilimdir) [Zuhruf/61]
ifadesi, Kur'an'ın görevlerinden birinin, insanlara kıyametin kopacağı
bilgisini öğretmek ve onları buna inandırmak olduğunu gösterir. Böyle bir
bilgiyi ortaya koymak ve ona inanılmasını temin etmek beşerî düşünce için
mümkün değildir; çünkü felsefenin kıyamet hakkında fikir beyan etmesi doğasına
aykırıdır.
İlahî vahyin dünyanın sonlu olduğunu ve bir ahiret hayatının bulunduğunu
söylemesi doğası gereğidir. Bunu söylemeyen bir öğreti, vahiy olamaz.
[131]
(Seni vefat ettireceğim ve seni nezdime yükselteceğim) [Âl-i İmran/55]
ifadesi, İsa'nın ruh ve bedeniyle Allah katına yükselmediğini gösterir. (Seni
nezdime yükselteceğim) ifadesinde, bunun ruh ve bedenle olacağına dair herhangi
bir işaret yoktur. A'raf/176'da, insanın ayetlerle yükseltilmesinden söz
edilirken, aynı kelime kullanılmaktadır. Hz. İsa'nın Allah'a yükselmesi, ruhunun
Allah'a dönmesidir. Yüce Allah, Her can ölümü tadacaktır; sonunda bize
döndürüleceksiniz [Ankebut/57] buyurmaktadır.
Buradaki dönme ile yükselmenin aynı manaya geldiği açıktır. Ölen insanın
ruhu Allah'a dönüyor, yani yükseliyor. Hz. İsa'nın ruhu da Allah'a yükselmiştir.
Seni vefat ettireceğim ve nezdime yükselteceğim ifadesinden, Hz. İsa'nın öldüğü
ve öldükten sonra Allah'a yükseldiği anlaşılmalıdır. İsa'nın Allah'a
yükselmesini, fizikî değil manevî manada anlamak gerekir. Irak'tan Şam'a
giderken Hz. İbrahim'in, Ben Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek
[Saffat/99] dediği ifade edilmektedir ki bu gidişin, fizikî anlamda değil,
manevî anlamda olduğu gayet açıktır.
Allah mekandan münezzeh olduğuna göre, O'na gitmenin, O'na yükselmenin
manevî bir anlam taşıması gayet doğaldır. Bize şah damarımızdan daha yakın
olan Allah'a [Zariyat/16] gitmenin veya yükselmenin maddî anlamda olmadığını
kabul etmek zorundayız. Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir [Hadid/4]
buyuran Allah'a gitmenin veya yükselmenin manevî olacağı tartışmasız bir
gerçektir.
[132]
(Seni inkar edenlerden arındıracağım).
Ayetin bu kısmı Allah'a yükselmenin ne anlama geldiğini de açıklamaktadır.
İnkarcıların entrikalarından, pisliğinden İsa'yı uzaklaştırması, onu temizlemesi
demektir. Allah inanmayanların üstüne böyle murdarlık verir [En'am/125] ayetine
göre, inanmayanlar murdardır/pistir. Onlar pisliklerini diğer insanlara
bulaştırmak isterler. Yüce Allah Hz. İsa'yı onların bu pisliğinden uzak
tutarak temiz kalmasını temin etmiştir.
Maide/157 ayetine göre kafirler Hz. İsa'yı öldürmek istemiş ve bu
isteklerini gerçekleştirmek için de tuzak kurmuşlardır. Yüce Allah İsa'yı,
kafirlerin kurduğu bu tuzaktan -ki Allah buna murdarlık/pislik demektedir-
kurtarınca, onu kafirlerden temizlemiş oldu. Haksız yere birini öldürmeye
teşebbüs etmek sosyal bir kirliliktir. Allah kafirlerin bu kirinden Hz. İsa'yı
anndır-mıştır. Bu durumda Allah'ın arındırmasını/temizlemesini, kurtarması
anlamına alabiliriz.
[133]
(Sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım).
Ayetin bu kısmından şu sonuçlan çıkarabiliriz:
a. Bir peygambere tâbi olmak
için onunla aynı dönemde yaşamış olmak gerekmez.
b. Bir peygambere uyanlar
manen üstündür.
Hz. İsa Allah katında yücelik ve şerefe sahip olduğuna göre, ona tâbi
olanlar da şeref bakımından inkarcılardan üstün olacaktır.
Âl-i İmran/139 ayetine göre, iman edenler üstündür:
(Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün
gelecek olan sizsiniz). [Âl-i imran/139]
Peygambere tâbi olmak, onun getirdiği inanç sistemini kabul etmektir.
Âl-i İmran/55'de de bu üstünlük ifade edilmektedir.
c. İman, psikolojik manada
inkardan üstündür.
İmanın motive ettiği davranışların da, inkarın motive ettiği davranışlardan üstün olacağı bir gerçektir. İnkar psikolojisine sahip olanlarla, iman psikolojisine sahip olanların Allah katında ve sosyal manada eşit olmayacağına dikkat çeken bu ayet, üstünlüğün gönülde başlayıp sosyal hayata yayıldığına işaret etmektedir. Bilenle bilmeyen bir olmadığı [Zümer/9] gibi, gerçek imana sahip olanla kafirin de bir olmadığı vurgulanmaktadır. Âl-i İmran/55'de ferdî üstünlükten ziyade toplumsal üstünlüğün konu edildiğine şahit oluyoruz ki bundan, bir ferdî bir de toplumsal iman ve inkar olduğu anlaşılmaktadır. Tıpkı ferdî akılla toplumsal akıl, ferdî duygu ile toplumsal duygu, ferdî idrakle toplumsal idrak gibi. İnkar ferdin gönlünde durmuyor, çeşitli yollarla topluma bulaşıyor ve geometrik bir hızla yayılıyor. Bulaşıcı bir hastalık gibi fert ve toplumun manevî bağışıklık sistemini tahrib ediyor.
Allah Teala manevî yapının bütün dengelerini altüst eden inkar
psikolo-isinin tedavisi için devreye imanı sokmaktadır. Gönülleri hasta olan
inkarcılar, ancak iman sayesinde şifaya kavuşacaklarından, ayetin bu kısmında
imana teşvik vardır. Bu teşvikin etkili olabilmesi için de, iman edenlerin
üstün olduğu belirtilmektedir.
[134]
(İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz konular hakkında aranızda ben
hükmedeceğim).
Ayetin beşinci bölümünde kıyamet, bu bölümde ise Allah'a dönüş vurgulanmaktadır.
Kıyametle, insanların ihtilafları sona erecek; iradenin devrede olduğu alem son
bulacak ve iradenin devre dışı kalacağı ahiret hayatı başlayacaktır.
İhtilaflar dünyası bitecek, ihtilafın olmayacağı bir alem başlayacaktır.
Ahirette Allah'ın huzurunda tartışmaya girecek olanlara Allah şöyle diyecek:
(Huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce uyan göndermiştim. Benim
huzurumda söz değiştirilemez). [Kaf/28-29]
Ayetin bu kısmında, inkar ile iman arasında potansiyel bir mücadelenin/çatışmanın
olduğuna işaret edilmektedir. Bazen insanlar bu potansiyel çatışmayı fiiliyata
dökmektedirler. Tarihte kafirlerle mü'minler arasında zaman zaman şiddetli
çatışmalar olmuştur. Bu çatışmalar peygamberlerin öldürülmesine kadar
varmıştır. Nisa/l 55'te, peygamberlerin öldürmesinden bahsedilmektedir. İşte
öldürmeye kadar uzanan bu eylemlerin başlangıcı, ihtilaflardır.
Kutsal kitaplar ihtilaflara çözüm getirmişlerdir. İsrailoğullan Hz.
İsa'nın peygamberliği, yaratılışı konusunda ihtilafa düşmüşler; Kur'an da bu
ihtilafları çözümlemek için gelmiştir:
(Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğulla-n'nın üzerinde anlaşmazlığa düştükleri
pek çok meseleyi açıklığa kavuşturmaktadır). [Neml/76]
İsrailoğullan (yahudi ve hristiyanlar) pek çok konuda ihtilaf etmiş,
kutsal kitaplarının hükümlerine müdahale etmiş ve özellikle Hz. İsa konusunda
kapanması çok zor ayrılıklara düşmüşlerdir. Kimisi İsa'yı gayr-i meşru bir çocuk
olarak görmüş [Nisa/156]; kimisi Allah'ın oğlu olduğuna inanmış [Enbiya/26];
kimisi de tanrı edinmiş [Maide/116]; yahudiler ise onun peygamberliğini
reddetmiştir. Bu derin ihtilafların halledilmesi için gönderilen Kur'an'a iman
etmediklerinden, bu ihtilaflar hakkında hükmü Allah mahşerde verecektir. İşte
Âl-i İmran/55'de zikri geçen Allah'ın aralarında hüküm vereceği derin
ayrılıkların bir kısmı bunlardır. Demek ki, dünyada çözülemeyen ihtilaflar
ahirete uzanmakta ve Allah tarafından hükme bağlanmaktadır.
Günümüzde hâlâ müslümanlar arasında Hz. İsa'nın ruh ve bedeniyle göğe
çıktığı, kıyamete yakın dünyaya geleceği, deccali öldüreceği, Hz. Mu-hammed'in
dini ile amel edeceği inancı yaygın haldedir.
Razi Zuhruf/61 ayetinin tefsirinde bu konuyla ilgili bir hadise işaret
etmektedir. İslâm alemindeki yaygın inancın hadis olarak kabul edilen bu beyandan
kaynaklandığı anlaşılıyor. İsa'nın dünyaya tekrar gelmesi gibi önemli bir
konudaki hükmün vahye dayanması gerekmez mi? Hz. Peygamber gelecek konusunda
ve yeniden dünyaya gelme hakkında fikir beyan etmiş midir veya etme yetkisi
var mıdır? Dünyaya tekrar gelirse, -peygamberliği ortadan kalkmayacağına göre-
İsa son peygamber olmaz mı? O zaman Ah-zab/40'da vurgulanan Hz. Muhammed'in son
peygamber oluşu nasıl açıklanabilir? Bütün bu sorular, Meryem/33'te, doğum,
ölüm ve tekrar dirilme formülü ile cevaplandırılmaktadır. Hz. İsa doğdu, öldü
ve ahirette dirilecektir. Ayette, öldükten sonra dünyaya tekrar geleceğine dair
hiçbir işaret yoktur.
Allah bu tür ayetlerle eğitim amacı gütmekte; dünyada cereyan eden -İsa
örneğindeki gibi- önemli oluşumlara zanla değil, objektif delillerle yaklaşılmasının
önemini vurgulamaktadır. Çünkü zanla hareket etmenin sonucunda derin
ayrılıkların çıkması, dinî ve sosyal çevrelerin kirlenmesi muhtemeldir. Zanlann
ihtilaflara, ihtilafların dinî inanç ve kültürün kirlenmesine, bu kirliliğin
de sosyal bölünmelere yol açacağı vurgulanmaktadır.
[135]
56. Kafirlere gelince, onlara bu dünyada da, ahirette de şiddetli bir
azap çektireceğim ve onlar kendilerine yardım edecek kimse bulamayacaklar.
Bu ayetin bir önceki ayetle bağlantısını kurarsak, derin ihtilafların
açtığı yaralardan birinin de insan gönlünde olduğunu, bunun neticesi olarak da
inkar psikolojisinin doğduğunu söyleyebiliriz. Hz. İsa'nın peygamberliğini,
getirdiği vahyi ve gösterdiği mucizeleri inkar edenlere, -hakikati inkar etmek
anlamında- kafir denmektedir. Ayetin analizinden şu genellemelere varabiliriz:
1. İnkar psikolojisi, ya da
inkar, ilahî alemden azap getirmektedir. İnkar niçin azap getirmektedir?
(De ki: "Hak Rabbinizden gelendir. Artık ona dileyen inansm dileyen inkar etsin") [Kehf/29] buyurulduğu halde, insanlara neden azap edilsin?
Bu sorulara bir psikolojik, bir sosyolojik açıdan, bir de kul ile Allah
arasındaki ilişki açısından cevap vermek mümkündür:
Yaratılıştan insanın doğasına -kabiliyet, yetenek duygu ve içgüdüler
gibi— inanç duygusu da konmuştur. İnkarın insan doğasında yeri yoktur. İnkar
sonradan ve dışardan gelen etkiler neticesinde kalpte meydana gelen bir oluşumdur.
İnsanın doğasından kaynaklanan inanç duygusunun insan üzerinde bir hakkı
vardır, bu da insan tarafından yönlendirilmek, şekillendirilmek ve kalbi
onunla tatmin etmektir. Doğasında bulunan inanç duygusunu, gerçek imana
dönüştürüp onunla kalplerini tatmin etmeyen kimseler onun hakkını çiğnemektedirler.
Bir hakkı çiğnemek zulüm; zulüm ise cezalandırılması gereken bir oluşumdur.
Demek ki inkar sadece bir psikoloji olarak kalmıyor, bir zulüm haline de
dönüşüyor.
İnsanın kalbinde başlayan bu zulüm hakikate karşı tepkiye dönüşmekte ve
neticede ilahî alemi rahatsız etmektedir. Bu da dünyaya azap olarak yansımaktadır.
Diğer taraftan iman, Allah'ın da hakkıdır. Kainatı insanlar için bir
döşek olarak yaratan Allah, insandan kendisine inanmayı beklemektedir. Zaten Allah
insanı, kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır. İnsan için yaptıklarından
dolayı bu Allah'ın hakkıdır. İnkar eden insan bu hakkı da çiğnemektedir. Hakkı
çiğnemek -yukarıda belirtildiği gibi- zulüm olduğundan tabii olarak azabı
getirmektedir. Demek ki, inkar psikolojisi, insan ile Allah arasındaki
ilişkileri kirletmekte ve bozmaktadır. Bu da karşılıksız kalamaz. Karşılığı da
cezadan başka bir şey olamaz. Havanın aşın kirlenmesinin ölümlere neden olması
gibi, inkarın meydana getirdiği kirlilik de -haddi aşan bir tepki olması
hasebiyle- cezaya sebep olmaktadır.
Diğer taraftan inkar psikolojisi topluma sıçrayarak kültürü
zehirlemekte, insanları bölüp parçalamakta, toplumsal değerleri
dinamitlemektedir. İmanın insanları birlik ve beraberliğe sevketmesine mukabil,
inkar çatışmayı, kavga ve tefrikayı körüklemektedir. Toplumsal hayatın
değerlerini dinamitleyen, sosyal bütünleşmeyi yaralayan, kültürü zehirleyen ve
tefrikayı körükleyen inkar, zulümden başka bir şey değildir. Bunca zararlara ve
olumsuzluklara sebep olan inkarın cezasız kalması ise düşünülemez.
İşte psikolojik, sosyolojik ve dinî açıdan meydana getirdiği zulüm ile
inkar, tüm insanlığı ve ilahî alemi sarsarak manevî depremlere sebep
olmaktadır. Fizikî depremin binaları çökertmesi gibi, inkar depremi de yüksek
değerleri çökertmektedir. Korkunç tahribatlara sebep olan inkarın cezasız
kalması, erdemlerin yok olmasına neden olacağından ayetin devamında
buyuruluyor ki:
2. (Onları dünya ve ahirette
şiddetli bir azaba çarptıracağım).
Ayetin bu kısmından anlaşılıyor ki azap, dünyevî ve uhrevî olmak üzere
iki türlüdür.
[136]
Bazı kötü eylemler için hem dünyevî, hem de uhrevî azap vardır. Allah
ve Peygamberine karşı savaşmanın, yeryüzünde bozgunculuk yapmanın cezası,
dünyada rüsvaylık/alçaltıcı azaptır [Maide/33]; iman ettikten sonra zorlama
olmadan gönlünü inkara açanlar için Allah'ın gazabı vardır [Nahl/106]; namuslu
kadınlara iftira edenlere dünyada lanet vardır [Nur/23]; ahireti inkar edenler
dünyada azabın en ağırına uğrayacakladır [Neml/4-5].
Vatanını ve manevî değerleri savunmak için savaşmaktan kaçınanları
bekleyen dünyevî azap, devletlerinin yıkılmasıdır. Bir millet için başka bir
milletin boyunduruğu altına girmek dünyevî azapların en büyüğüdür. İs-ra/58'de
kıyametten önce toplumların helake uğrayacaklarına dikkat çekilmektedir.
Tevbe/26'da hakikati inkar edenlere melekler indirilmek suretiyle dünyada
azap edildiği ifade edilmektedir.
[137]
(Ahiret azabı ise dünya azabından hem daha şiddetli, hem de
süreklidir). [Kalem/33, Taha/127]
3.
(Onların hiçbir yardımcısı
da olmayacaktır).
Dünyada ve ahirette uğradığı azaptan dolayı kimseden yardım alamamak da
azabın başka bir çeşididir. İnkar edip kafir olarak ölenler [Âl-i İmran/91];
yaptığı yanlışlardan dolayı Allah'ın saptırdığı kimseler [Nahl/37]; dünya hayatına
kapılarak Allah'ı bırakıp bir takım putlara tapanlar [Ankebut/25]; bilgisizce
arzularına uyup zulmedenler [Rum/29]; ahireti inkar edenler [Casi-ye/34];
münafıklar [Nisa/145]; Allah uğruna yapılan savaştan kaçanlar [Ah-zab/16-17];
sahip olduğu nimetin Allah tarafından verildiğini inkar edenler, kıyamet gününe
inanmayan serveti ile fakirlere hava atan, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğuna
inanmayanlar [Kehf/33-43]; servetini kendisinin kazandığını söyleyerek
fakirlere yardım etmeyen ve halka karşı gösteriş yapanlar [Kasas/77-81] yardım
görmeyeceklerdir.
Âl-i İmran/55 ile 56. ayeti arasındaki ilişki dikkate alınırsa, ihtilaf
neticesinde inkara giden insanların da ilahî yardımdan uzak kalacakları
anlaşılır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Allah Teala ihtilafın doğuracağı inkardan
insanları sakındırmak için hakikati inkar edenlere nasıl ceza vereceğine
dikkat çekerek, eğitimde cezanın caydırıcılığından istifade etmenin önemini
vurgulamaktadır.
[138]
57. Ama iman edip yararlı işler yapanlara Allah mükafatlarını tam
olarak verecektir; zira O, zalimleri sevmez.
Bu ayette de, Âl-i Imran/52'de (Allah'a inandık; şahit ol, biz O'na
teslim olmuşuz) diyenlerin ele alındığını söyleyebiliriz. Allah Teala Hz.
İsa'nın peygamberliği konusunda ihtilafa düşmeyen, iman edip Allah'a teslim
olanların ödülünü eksiksiz verecektir.
Pek çok ayette olduğu gibi, burada da iman ile amel arasındaki sıkı
ilişkiye dikkat çekilmektedir. İman, amellerin değerlendirilmesi için olmazsa
olmazı teşkil etmekte ve bu değerlendirmenin temelini oluşturmaktadır. İman
etmeyenlerin amelleri değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır [Âl-i İmran/21-22].
İman gönülde meydana gelen psikolojik bir oluşum, iyi amel ise onun
davranışlara yansımasıdır. Başka bir deyişle iman, iyi amele sevkeden manevî
bir oluşum; ameller de onun meyveleridir. İman ile davranışlar arasındaki sıkı
ilişki, hem imanın, hem de amellerin sürekliliğini, canlılığını ve etkinliğini
temin eder. İşte ayette iman ile ondan kaynaklanan amelin karşılıksız
kalmayacağı ifade edilmektedir:
(Allah onların mükafatını tam olarak verecektir).
Ayetin bu kısmını, Bütün güzel sözler Allah'a yükselir [Fatır/10]
ayetiyle birlikte düşünürsek, şöyle bir genellemeye varabiliriz: "Güzel
söz" ifadesinin eksen manası imandır. Buna, doğru düşünce, doğru ve
faydalı bilgi manası da verilebilir. Sözlerin en güzeli, Allah'ın birliğini
ifade eden sözdür; yani tevhid inancıdır. Güzel sözün Allah'a yükseldiğini
ifade eden bu ayetin devamında, onu iyi amelin yükselteceğine dikkat
çekilmektedir. İman ile amel Allah'a yükselince, oradan şeref alıp
gelmektedir; ki bu da, iman ile iyi amelin mükafatıdır. Âl-i İmran/57'de iman
edip salih amel işleyenlerin mükafatının eksiksiz/tastamam verileceği beyan
edilmektetir; bu ifadeden, mükafatın sonsuz olduğu anlaşılır. Başka ayetlerde
ise Allah'ın rızası [Tevbe/100]; cennetleri [Tevbe/72]; hoşnutluğu [Tevbe/72];
selamı [Yasin/58]; rahmeti [Âl-i İmran/107] vb. gibi pek çok ödül
sayılmaktadır.
56. ayette insanların, hakikati inkar etmekten caydırılması; 57. ayette
ise iman ve iyi amelleri teşvik amaçlanmakta; ceza ile korku motifi, ödül ile
de sevinç motifi işlenmektedir. İhtilaftan, kavga ve tefrikadan sakındırılıp,
insanlara, iyi ve faydalı amel üretmeye sevketme metodu gösterilmektedir.
S^ıi^Süıj (Zira Allah, zalimleri sevmez). [Âl-i İmran/57]
Razi bu ayetin tefsirinde sevgi ile irade arasında bir ilişki
kurmaktadır: Şahıslarla ilgili olduğunda irade ve sevgi arasında fark varsa da,
eylemle alakalı olduğunda aynı manaya gelirler.
Razi, ayetteki bu ibareye, "Allah zulmü istemez" manasını
vermenin uygun olacağmı söylemektedir. "Allah zulmü sevmez" demek;
"Allah zulmü murad etmez" demektir. Bu manadan hareket ederek
diyebiliriz ki, iman ve iyi amel edenlere mükafatlarını vermemek zulümdür.
Bunun tersi de söylenebilir: Allah zulmü sevmediğinden/istemediğinden iman
edip iyi ameller üretenleri mükafatlandırmaktadır. Allah onları
mükafatlandırmakla zulmü sevmediğini/istemediğini göstermektedir.
Ayeti başka bir alana çekerek de açıklayabiliriz: Allah insanlara,
inançlı ve iyi amel üreten insanları ödüllendirmelerini öğütlemektedir. İş
beceren, faydalı iş üreten, iyi davranışlarıyla topluma katkı sağlayan
insanları ödüllendirmemek zulümdür. Kötü eylem üretenle iyi eylem üreten
arasındaki farkı görmezlikten gelmek, kötü davranışa pirim vermek, iyi
davranışı engellemek olacağından zulüm olarak nitelendirilmektedir.
İyi iş üreten, başarılı olan ve başarılı olmak için emek sarfeden
insanları ödüllendirmeyen idareler, topluma zulmetmektedirler. Ödülün olmadığı
yerde, basanlar gül gibi solup gider. Başarıları, faydalı amelleri canlı
tutan, daha da geliştiren ve onlar sayesinde toplumu medeniyet yansında öne
çıkaran faktörün, ödüllendirme olduğu öğretilmektedir. Aslında faydalı iş
üreten kişi ödülü hak etmiştir; onun bu hakkını vermemek de zulümdür; zulüm ise
Allah'ın sevgisine engeldir.
[139]
58. Bu bildirdiklerimizi, sana ayetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan
okuyoruz.
İmran'ın hanımı, Meryem ve İsa, Zekeriyya ve Yahya ile alakalı olgular
Allah'ın Hz. Peygamber'e vahiyle bildirdikleridir. Meryem'in dünyaya gelmesinin,
ihtiyarlamış bir erkek olan Zekeriyya ile kısır bir kadından Yahya'nın
doğmasının, İsa'nın babasız doğmasının, Âl-i İmran/35 ile 57. ayeti arasındaki
mucizelerin anlatılmasının önemli neticeleri vardır. Bunlardan ilki, Kur'an'ın
Hz. Muhammed tarafından uydurulmadığını isbatlamaya yöneliktir. Çünkü Hz.
Muhammed'in bunları bilmesi imkansızdı. Onun için Allah (Bunları sana okuyoruz)
buyurmaktadır.
Âl-i İmran/35'den 57. ayete kadar anlatılan bu olgular, oluşumları ve
içerikleri bakımından mucize oldukları gibi, Hz. Peygamber'in de -haber vermesi
itibariyle- mucizesidirler. Bu mucizeler, Hz. Muhammed'in peygamberliğini
isbat etmektedir. Çünkü (Sen kitap nedir bilmezdin) [Şura/52] ayetinde de
ifade edildiği üzere, Hz. Peygamber'in kitap/vahiy hakkında bir bilgisi
olmadığından, bu hakikatleri ancak ilahî vahiy yoluyla öğrendiği anlaşılır.
Hz. Peygamber önceki peygamberlere gelen kutsal kitapları okumamıştı;
vahiy/kitap nedir bilmiyordu. Dolayısıyla İmran'ın hanımı, Meryem, Zekeriyya,
Yahya ve İsa ile ilgili verdiği bilgiler beşerî kaynaklı olamazdı. Vahyin ne
olduğunu bilmeyen bir insanın bunları haber vermesi onun peygamberliğinin
delilidir.
(Hikmet dolu Kur'an'dan okuyoruz).
Ayetin bu kısmında yer alan ve Kur'an'ın da bir ismi olan (hakîm)
kavramı, hikmet yüklü, sağlam, korunmuş, hüküm veren manalarına gelir.
Hikmet yüklü (sağlam ve korunmuş) olan Kur'an'dan okunması, Kur'an'ın
levh-i mahfuz (korunmuş levha) boyutuna işaret eder. Hakîm sıfatıyla anılması,
Kur'an'ın, beşerî fikirlerden korunduğunu, ona beşer fikrinin karışmadığını
gösterir.
Zikir ismi de, geçmişin mucizelerini hatırlattığını ifade eder.
Bu ayet, din alimlerinin din adına söylediklerinin Kur'an'a dayanması
gerektiğine, Kur'an dışında her hangi bir kaynağa baş vurmalarının yanlış olduğuna
işaret etmektedir. İnsanlara Kur'an'ın ayetlerini okumak, onun hükümlerini
bildirmek ve öğretmek din eğitiminin temel uğraşısı olmalıdır. Din alimleri ve
görevlileri eğitimde, "din" ile "din kültürünü" birbirinden
ayırmalıdırlar; ki bu, ilahî mesajın insanlara yalın olarak ulaşmasını temin
edecektir.
[140]
59-60. Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah
Adem'i topraktan yarattı; sonra ona, 'ol' dedi ve oluverdi. Gerçek, rabbinden
gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma!
Bu ayet, Hz. İsa'nın gayr-i meşru olduğu zannına kapılanlara ve
Allah'ın oğlu diyerek onu ilahlaştıranlara cevap mahiyetindedir. Müfessirlerin
beyanına göre 59. ayet, Necran heyetinin Hz. Peygamber'in huzurunda, "Hz.
İsa babasız dünyaya geldiğine göre, O'nun babasının Allah olması gerekir"
demeleri üzerine inmiştir. Razi'nin naklettiği bu rivayetin, ayetin içeriği
ile yakından alakalı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ayeti bu açıdan ele
alarak diyebiliriz ki: Hz. Adem'in anasız-babasız yaratılması ile, Hz. İsa'nın
babasız yaratılması arasında bir benzerlik vardır. Öyleyse neden Hz. Adem'e
kudsiyet vermemektedirler? Üstelik, Hz. İsa'nın sadece babasız dünyaya
gelmesine karşın, Hz. Adem hem babasız, hem de anasız dünyaya gelmiştir. Adem
ile İsa arasında, babasız dünyaya gelmeleri açısından bir benzerlik vardır.
Allah Teala da bu bakımdan İsa'nın durumunu Adem'e benzetmiştir.
Buradan şu neticeyi çıkarabiliriz: İnsanda şüphe uyandıran ve insanı
gerçek dışı düşüncelere sevkeden tabii bir olay, geçmişteki bir olay ile
açıklanarak şüpheler giderilebilir. Olaylar arasındaki farklardan ziyade
benzerliklerden hareket etmek, yanlışlıklan ortadan kaldırmak için etkili bir
metoddur.
Yüce Allah, Hz. İsa'nın yaratılışı ile, Hz. Adem'in yaratılışı
arasındaki benzerliğe dikkat çekerek, meselenin üzerinde düşünülmesini
istemektedir. Zira, geçmişteki bir olgu, haldeki veya gelecekteki bir olayın
anlaşılmasında önemli rol oynayabilir. Allah Teala, Hz. İsa ile ilgili
düşüncelere, bu ayetle rehberlik etmekte; İsa üzerindeki ihtilafları, Adem
olgusundan hareketle sona erdirmeyi amaçlamaktadır.
(Adem'i topraktan yarattı, sonra ona 'ol' dedi ve oluverdi).
Yüce Allah Hz. İsa'nın yaratılışını, Hz. Adem'in yaratılışı ile
açıklayarak İsa'nın yaratılışını insanın kavrayış alanına sokmaktadır. Bu
ayette, Adem'in yaratılış maddesinin aslına (toprağa) dikkat çekilmekle
yerinilmiş; başka ayetlerde ise, toprağın çeşitli safhalardan geçtiği de ifade
edilmiştir.
1.
(Onu topraktan yarattı).
İnsan vücudundaki elementlerle, topraktaki elementler arasındaki benzerlik,
insan denen varlığın topraktan yaratıldığının en büyük delilidir. Atılan bütün
tohumların canlanması gösteriyor ki, topraktaki elementlerin, asit ve gazların
bileşimi hayatın başlangıcını teşkil etmektedir.
Topraktaki çeşitli maddeler, ruhla harekete geçince insan denen
varlığın biyolojik ve psikolojik özellikleri oluşmaktadır. Toprak üretkendir,
onun bu özelliği insana üretken olma şeklinde intikal etmiştir. Toprağın;
işlenmesi, işlenmeyi kabul etmesi, yumuşaması, atılan tohuma hayat vererek
bereketi temin etmesi gibi özellikleri aynen insana intikal etmiş; o da eğitim
vasıtasıyla işlenebilir, yumuşayabilir, verilen bilgiyi kabullenip onu
zenginleştirerek hayat verebilir. Toprağın verimlisi ve verimsizi olduğu gibi,
insanın da verimlisi ve verimsizi vardır. Her şekle girmesi, toprağın etkiye
açık olduğunu gösterir, insan da -toprak gibi- bütün iyi veya kötü etkilere
açıktır. İşte bu özellikler, insanın aslının toprak olmasından
kaynaklanmaktadır.
Yüce Allah ilk insan olan Adem'in turab'tan (topraktan) yaratıldığını
ifade ettiği gibi, bütün insanların da topraktan yaratıldığını ifade
etmektedir. Hz. Adem doğrudan topraktan yaratılmışken, diğerleri dolaylı olarak
topraktan yaratılmış ve yaratılmaktadırlar:
(Şunu bilin ki, biz sizi topraktan yarattık). [Hacc/5]8
Bu ve benzeri ayetlerde yer alan sizi ifadesi, topraktan yaratılma
olgusunun devam ettiği anlamına gelir. İnsanın aldığı gıdaların ilk kaynağına
gidildiğinde, hepsinin topraktan geldiği anlaşılır. Allah Teala insanların,
beslenme ihtiyaçlarını temin ettikleri gıdaların asıl ve ilk kaynağını
araştırmalarını istemektedir:
(İnsan, yediğine bir baksın). [Abese/24]
Bu emrin ardından Yüce Allah, insanın sofrasına gelen gıdanın hangi safhalardan
geçerek geldiğini açıklarken, bitkisel ve hayvansal gıdaların toprakla suyun
ilişkisi neticesinde oluştuğunu söylemektedir. [Abese/25-32]
Bu ayetlerdeki açıklamalardan hareketle, tüm bitkisel ve hayvansal gıdaların
kökeninde toprağın bulunduğu, eşeyli yaratılma denen sperm ile yumurtanın oluşumunda
topraktan elde edilen gıdaların bulunduğu düşünüldüğünde, insanların topraktan
yaratıldığı sonucuna varmak zor olmayacaktır. Allah sizi yerden ot bitirir gibi
bitirmiştir [Nuh/17] ayetinde insanın bitkisel safhasına işaret edilmektedir.
Topraktan oluşan bitki, insanın üremesini sağlayan sperm ve yumurtanın
kaynağını teşkil etmektedir. İnsan vücudunun ürettiği meni ve yumurtanın
geçtiği safhalar geriye doğru takip edilirse, bitkilere ve oradan da toprağa varılır.
Böylece, eşeysiz yaratılan Adem'in de, eşeyli yaratılan diğer insanların da
kökeninde toprağın bulunduğu anlaşılır.
Bütün bunları dikkate alarak diyebiliriz ki, insanın yaratılmasında bir
tekâmül vardır. Hz. Adem'in eşeysiz olarak topraktan yaratılma safhası tekâmülün
ilk basamağını oluşturmaktadır. Daha sonraki eşeyli yaratılma safhası da
ikinci basamağı teşkil etmektedir. Bu safhaya, bitki, sperm ve yumurta gibi
hayvansal/hücresel safha diyebiliriz.
Kehf/37, Rum/20, Fatır/11,
Mü'min/67 ve Mü'minun/35 ayetleri de aynı konuya işaret etmektedirler.
İnsan da dahil bütün canlıların kökeni topraksal bileşimden bir basamak
daha geriye giderek iki hidrojen ile bir oksijen atomunun bileşiminden meydana
gelen iki gaza kadar inmektedir. H2O şeklinde ifade edilen bu gazların bileşimi
su'dur. (Bütün canlıları sudan yarattık) [Enbiya/30] ayetinden, bütün
canlıların kökeninde iki gazdan oluşan suyun bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu iki
gaz ile, yani su ile toprak buluşmasıyla canlanma başlamaktadır. Tıpkı erkekle
kadının ilişkisinden insanın üremesi gibi; su ile toprağın buluşmasından da
canlılar üremektedir.
Gerek hidrojenle oksijenin, gerekse de su ile toprağın buluşması, ilahî
irade ve yaratma ile gerçekleşmektedir. Belli bir oran ve dengedeki bu buluşmalar
hayat kadar değer taşımaktadır. Bu buluşmalardaki sevda, insan doğa-sındaki
sevme özelliğini meydana getirecek, ki bu, insanın bir sevda ürünü olduğunu
gösterir. Hidrojenle oksijenin buluşma sevdası ile suyun toprakla buluşma
sevdası, kadınla erkeğin sevdasına dönüşmektedir.
2.
(Ve ilk başta insanı
çamurdan yaratmıştır). [Secde/7] Su ile toprağın buluşması ile meydana gelen
oluşumun adı çamur)dur. Bundan, Hz. Adem'in insan suretine bürünmeden önceki
safhada
suyun devreye girdiğini öğreniyoruz.
Suyun devreye girmesi ile insanın psikolojik yapısında önemli
özellikler oluşmaktadır. Temizleyici olması hasebiyle su, ruh temizliğine,
namus ve iffete işaret etmektedir. Temiz ruhluluk, temiz seciye, temiz
karakter, insanın aslı olan çamurdaki su'dan kaynaklanmaktadır.
Toprakla buluşan su, topraktaki bütün gizli oluşumları açığa çıkarır.
Eğitim ve öğretim faaliyeti de, insanın bütün kabiliyetlerini -tıpkı suyun
topraktaki gizli oluşumları açığa çıkarması gibi- ortaya çıkarır, onları
geliştirir ve şekillendirir.
Diğer taraftan su buharlaşma özelliğine sahiptir. Buharlaşan su,
hafifleşip yükselir ve içindeki yabancı maddelerden kurtulur. Göğe yükselen
buhar, rahmet olarak yere iner. Bu durum, suyun değişim özelliğine sahip
olduğuna işaret eder.
Bazı insanların beyninden çıkan bilgiler, yücelir ve insanlığa rahmet
olarak yayılır ve diğer insanların gönüllerine bereketler saçar. İnsanın, tüm
varlıklardan sıyrılıp sadece Allah'a yönelmesi ile arınarak yücelmesi, suyun,
onun tabiatına olan tesiri sayesindedir.
Ayrıca su, girdiği kabın şeklini alır. İnsanların kolay etkilenmeleri,
bulundukları fikir ortamının tesirinde kalmaları, taklide yönelmeleri, ortama
göre davranıp şahsiyet tutarlılığı göstermemeleri de suyun insan tabiatına olan
tesirinden kaynaklanmaktadır.
Çamur yumuşaktır, bu özelliği ona kazandıran ise sudur. Bilginin
insanın şahsiyetine kazandırdığı yumuşaklılık, suyun toprağa sağladığı
yumuşaklık sayesindedir. Yumuşak huyluluk, insan tabiatındaki su maddesinden
kaynaklanmaktadır.
Su akıcı bir özelliğe sahiptir. Damlalar nehre, nehir de tevhid inancını
temsil eden denize akar. İnsan tabiatında bulunan fıtrat ve akıl daima tevhid
inancına doğru akmaktadır ki bu, suyun özelliğinden gelmektedir.
İnsanın insana ihtiyaç duyması, aile kurması ve toplum halinde
yaşaması, kökeninde bulunan sudan kaynaklanmaktadır.
Su ateşi söndürür. Su yönü ağır basan insanların, tefrika ateşini, öfke
ateşini, kavga ve savaş ateşini söndürme gayreti içinde olduklarını görüyoruz.
Onlar hep barıştan ve ıslahattan yanadırlar. İçlerinde yanan nefis ateşini, nefis
cehennemini aklın öğretileriyle söndürmek, kökeninde mevcut olan suyun insana
sağladığı özelliklerdendir.
3.
(Şüphesiz biz onları yapışkan bir çamurdan
yarattık). [Saffat/11]
Allah Teala Hz. Adem'in çamurunun değişiminin üçüncü safhasında çamura
yapışkanlık özelliği vermiştir. Razi, lazib kelimesine; yapışkan, özlü, esnek
ve kopmayan manasını vermektedir. Yapışmak, kopmamak; insanın iman etmesini,
sadakatini, ahde vefa göstermesini temin etmektedir. Bu güzel özelliklerinin
yanında, insanın inatçılığı, yanlışta ısrarı, fikrinden vazgeçmemesi gibi
olumsuz özellikleri de yapışkan çamur safhasından gelmektedir. Vatan sevgisi,
kötü alışkanlıkları bırakamama, milliyetçilik özellikleri de bu safhanın
verdiği vasıflardır. Kamil insan olmanın önemli bir boyutunu teşkil eden sadık
olma vasfı da bu safhanın neticesidir. Demek ki, insanın yapışkan bir çamurdan
yaratılma safhası, kemalin tohumlarını taşımaktadır.
4. (Ben kupkuru çamurdan bir
beşer yaratacağım). [Hicr/28]
Salsal, havada kurumuş çamur anlamına gelmektedir. Bundan hareketle,
Hz. Adem'in çamuruna havanın karıştığı fikrine varırız. Havanın yapısında var
olan bütün gazlar, insanın tabiatında da vardır. İnsanın, yaratılışındaki havada
kurumuş çamur (kurumuş balçık) safhasından kaynaklanan bazı özellikleri
vardır.
Nasıl ki hava, hayat için olmazsa olmaz bir madde ise, insan da insan
için olmazsa olmazı teşkil eder; çünkü insansız insan hayatın güzelliklerini
yaşayamaz ve faziletler üretemez. Sırların peşine düşmemiz ve öğrenme merakımız,
haber taşımamız, iniş ve çıkışlarımız, ani değişimlerimiz; keder ve sevinçlerimiz,
mutluluk ve mutsuzluklarımız, acı ve tatlı hallerimiz, dönekliğimiz,
istikrarsızlığımız, ahde vefasızlığımız, yıkıcılığımız, kızgınlık anında
şiddetli rüzgar gibi etrafımızı kınp dökmemiz bu safhanın bize kazandırdığı
psikolojik özellik ve davranışlardır.
Kurumuş çamura vurunca, tın tın diye ses çıkarır; idealsizliğimiz,
cahilliğimiz, içimizin boş oluşu, kofluğumuz bu safhanın bize getirdiği
neticelerdir.
İşte Hz. Adem'in çamuruna kansan hava, ya da o çamurun havada kurumuş
olması, insan tabiatına olumlu ya da olumsuz pek çok özellik katmıştır.
Havanın, akciğerlerdeki pis kanı temizlemesi gibi; bu safha da insan
tabiatına kazandırdığı özellik sayesinde insanın yanlış bilgileri temizleyip
doğrusunu benimsemesini (furkan sıfatını kazanmasını) temin eder.
Yine, kolay kırılmamız, zayıflığımız, -Muhammed Esed'in dediği gibi—
konuşma özelliğimiz de tın tın ses veren kuru balçık safhasının eseridir.
5. (Özlü kara balçıktan...)
[Hicr/26]
Razi, ayette geçen \£ (el-hame') kelimesini şöyle acıkmaktadır:
Leys'in dediğine göre el-hame', siyah, kokuşmuş çamur anlamına gelmektedir.
Ebu Ubeyde'ye göre ise, mantar anlamına gelen keme'etu kalıbın-dandır.
Bu kelimenin sıfatı olan j£İ (mesnûn) kelimesinin değişen, kazanılmış,
hakedilmiş, taşın üzerine sürtmek, akıtılmış, eskimek, şekillendirilmiş, yaş
çamur manalarına geldiği söylenmektedir[141]
Bu safhadaki çamurun siyah, kokuşmuş, değişken, eskimiş ve şekillenmiş
olmasından hareketle insanın tabiatına/psikolojisine neler ilave ettiğine bakabiliriz.
Çamurun bu safhadaki 'siyah'lığından, kötümserlik, karanlık işlere meyletme,
cehalet karanlığına dalma ve ona göre davranışlar sergileme, fert ve
toplumların karanlık günlere girmesi; 'kokuşmuşluğundan, işe yaramayan
bilgilerin peşinden koşma, eskimişliğin farkına varma, yanlış davranışlarla
etrafı/sosyal çevreyi kokutma ve böylece onu kirletme, yanlış fikirlerle ortalığı
kokuşturma gibi neticeler meydana gelmektedir.
"Değişken çamur" safhasından, değişime yatkınlık, hep yeni
bir şey arayışı içinde olma, aynı şeylerden bıkma, ilerleyen zamana ayak
uydurma, kültürü yenileme gibi sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Çamurun
"şekillenmiş balçık" safhasından, eğitilebilirlik, yeni bilgilerle
davranışların şekillenmesi, farklı çevrelere intibak edebilme, çevreye şekil
verme, eğitimle insanları şekillendirme ve sanatsal yön doğmaktadır.
Mesnûn kelimesi eskimek anlamına da gelmektedir. Zeccac, "yolun
eskimesi" manasındaki eskimenin bu kelime ile ifade edildiğini
söylemektedir. İnsanın takip ettiği yol ve metodlar zamanla eskiyebilir;
eskimeyen tek yol, sadece Allah'ın yoludur.
Eskiyen şey değişime uğrar, kokuşur, ilk durumunu kaybeder. İnsanın
biyolojik yapısının zamanla ihtiyarlaması, değişmesi, psikolojik kabiliyetlerini
kaybetmesi ve güçlerinin azalması, eskiyen çamurundan kaynaklanmaktadır.
Diğer taraftan mesnun kelimesi, bıçağı bileği taşında bilemek anlamına
da gelir. Eğitim vasıtasıyla insanın incelmesi, kibarlaşması, nazikleşmesi bu
safhanın eseridir.
Havada kurumuş çamurdan sonra, bu safhanın gelmesi manidardır. Şekillenmiş
balçık safhasında insan geniş bir psikolojik yapı kazanmaktadır. Hz. Adem'in
çamurundaki bu safha, Âl-i İmran/6'da "anne rahminde çocuğun şekillenmesi"
şeklinde ifade edilmektedir.
6.
(Allah, insanı çömlek gibi pişmiş
çamurdan yarattı). [Rahman/14]
Ayette geçen (fehhâr) kelimesini Fahruddin er-Razi şöyle açıklamaktadır:
Ateşte pişmiş çamur olup tuğla, kiremit manasmdadır. Suyu ve sıvıları içinde tutabilecek çömlek haline gelip, ufalanmadan, yarılmadan içindekileri sızdırmayacak bir hal alınca, sanki hem cinslerine karşı öğünmüş gibi olur.[142] Ateşte pişmiş çamur ifadesinden, insanın tabiatında ateşin de bulunduğu
anlaşılmakta; böylece tabiattaki dört temel madde olan toprak, su, hava
ve
ateş insanın doğasında yerini almaktadır.
İnsanın tabiatında bulunan ateş, onun cinlerin özelliklerinden birine
sahip olduğunu da göstermektedir. Çünkü cinlerin ana maddesi ateştir:
(Cinleri ise Adem'den çok önce, yakıcı, kavurucu
yellerin ateşinden yarattık). [Hicr/27]
(Beni ateşten yarattın, onu ise balçıktan). [A'raf/12]
(Cinleri yalın ateşten yarattı). [Rahman/15] Üç ayette de cinlerin
ateşten yaratıldığı ifade edilmektedir. İnsan çamurunun fehhar safhasında
ateşle piştiği, bizzat Yüce Allah tarafından ifade edilmektedir. İnsanın
şeytanî davranışlar sergilemesinin altında, ateşin tabiatında yer almış olması
vardır.
A'raf/12'den anlıyoruz ki, ateşten yaratılması şeytana kibirli olma
özelliğini vermiştir. Allah ona, Adem'e secde etmesini emrettiğinde şeytan
bundan kaçınmış; sebebini sorunca da, kendisinin ateşten, Adem'in ise balçıktan
yaratıldığını söyleyerek mukayese yapmış, kibirlenmiş ve Allah'ın emrini yerine
getirmeyerek asi olmuştur. İnsanın mukayese yaparak kibirlenmesi ve Allah'ın
emirlerini yerine getirmeyip isyan etmesi tabiatındaki ateş maddesinden
kaynaklanmaktadır. Şeytan başkalarını etkileyip yoldan çıkarır ve onları
aldatır. İnsanın başkalarını olumsuz yönde etkileyip aldatması ve onları yoldan
çıkarması da tabiatındaki ateşten kaynaklanmaktadır. Şeytan kovulmasının
faturasını Hz. Adem'e çıkartarak, ona düşmanlığını ilan etmiştir. Fatır suresinde
şöyle buyurulmaktadır:
(Geçrekten şeytan size düşmandır, siz de onu düşman edinin, çünkü o,
kendi taraftarlarını ancak cehennemlik olsunlar diye çağırır). [Fatır/6]
İnsanın beslediği düşmanlık duygusu, tabiatındaki ateş maddesinden
kaynaklanmaktadır. Kendi yanlışının faturasını başkasına çıkartarak ona düşmanlık
beslemek suretiyle şeytanla birleşmektedir:
(Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve çirkin şeyleri telkin eder).
[Bakara/268]
İnsanları fakirlikle korkutarak cimriliği telkin edenler, şeytanla
ortak hareket etmektedirler. Fakirlik korkusuyla cimri davranması, insan
tabiatında bulunan ateşin ürünüdür.
Şeytan insana yanlışı doğru göstermek için, yanlışı süsler ve böylece
insanı olumsuz yönde etkiler:
(Şeytan, bütün yaptıklarını kendilerine süslü göstermişti). [En'am/43]
Bu ayette, mütevazi olmamanın ve kalbin katılığının artmasının şeytanın
süslü göstermesinden kaynaklandığı ifade edilmektedir. Katı kalplilik ve kibirlilik
bu safhanın eseridir.
İnsanın insanı etkilemesi, yanlış davranışları süslemesi yaratılışının
ateş safhasından kaynaklanmaktadır. Kıskançlık, haset, üstünlük taslamak,
sosyal düzeni bozmak gibi olumsuz davranışlar tabiatındaki ateş maddesinden ileri
gelmektedir.
Ateş, yanma özelliği olan herşeyi yakıp kül etmesinin yanısıra, ham
olan maddeleri de pişirerek yenecek hale getirir. Suyu ısıtarak çeşitli
şekillerde kullanılmasını temin eder. İnsanın tevbe ve istifar edip günahlarını
yakması, çile çekip hamlığını ortadan kaldırarak olgunlaşması, soğuk ilişkileri
ısıtarak insanları kaynaştırması da olumlu yönleridir. Ateşin ışık verici
özelliği, insanın etrafına ışık vermesini temin etmektedir.
7. (Ona en uygun biçimi verip
kendi ruhumdan üfür-düğüm zaman...) [Sad/72]
Allah, yedinci safhada Hz. Adem'in canlanması için ona kendi ruhundan
üflemiştir; ki bu, sıfatlarından cüz'î olarak ona verdiği anlamına gelir.
İnsanın içindeki bu ilahî ruh, onu değişime uğratarak, yeniden yeniye
koşmasını ve kaliteli insan olmasını temin eder. İyinin daha iyisini, güzelin
daha güzelini, doğrunun daha doğrusunu, faydalının daha faydalısını elde etmek
için koşma ve olgunlaşma gücünü ona bu ruh vermektedir. Bu sayede insan, her an
bir işte olmanın [Rahman/29] sırrına ererek, durmadan insanlığı zenginleştirme
gayreti içinde olur. İlahî insan olmanın tadına bu gayret sayesinde ulaşacağmı
bilir ve bilgiyi dünyaya yaymayı ve daima araştırmayı huy edinir.
İşte Hz. Adem'in topraktan yaratılma olgusu bu merhalelerden geçmiştir.
Allah'ın insana kendi ruhundan üfürmesi, Âl-i İmran/59'da Âfâf (Sonra 'ol'
dedi ve oluverdi) şeklinde ifade edilmektedir. Ruh üflemek ile ol demek aynı
şeyi ifade etmektedir. Hz. Adem'e nasıl ol demiş ve o da olmuş ise, Hz. İsa'ya
da aynı şekilde ol demiş ve o da olmuştur. Çünkü Allah yarattığı her varlık
için aynı ol emrini vermektedir. [Yasin/82]
Aslında Arapça'da oluşu bildiren kelime (kevene) fiilidir. Bu fiilin ortasındaki
(vav) harfi illetli harftir. Yüce Allah
(kün=ol) emrini verirken, bu illetli harf oradan fırlamakta, (kef)
harfi, (nun) harfine vurmaktadır. İşte
(kef) ile 0 (nun) harfinin ortsmdaki illetli olan bu (vav) harfi
varlığı ifade etmektedir. Onun için varlıklar illetlidirler. Sonlu ve noksanlıklarla
dolu olmaları bu illet sebebiyledir. Varlıkların ve özellikle Hz. Adem'in böyle
bir oluşumla yaratılması, Hz. İsa'nın yaratılmasının aynısıdır.
Âl-i İmran/59'daki yaratma eylemi, Hz. Adem'in toprağının şekillenmesini,
ona biçim verilmesini ve yukarıda belirtilen safhalardan geçmesini ifade
ederken, (kün=ol) emri de, hazırlanan maddî yapının canlanmasını ifade
etmektedir. Balçığın şekillenmesi ile ol emrinin arasında bir öncelik son-ralık
olup olmadığı akla gelebilir. Fakat Allah için, bir öncelik ve sonralık düşünmek
doğru değildir. Ancak kainatın altı devirde yaratıldığını dikkate alırsak,
varlık için bir öncelik sonralık düşünmek zorunlu olmaktadır. Varlığın oluşumu
belli safhalardan geçerek meydana gelmektedir. Âl-i İmran suresinde şöyle
buyurlmaktadır:
(Bu, Rabbinden bir hakikattir; öyleyse sakın şüphecilerden olma).
[Âl-i İmran/60]
Burada şüphe edilmemesi gereken hakka işaret edilmekte; Allah'tan gelen
bir hak olduğundan dolayı ondan şüphe edilmemesi gerektiği söylenmektedir.
Hz. İsa'nın yaratılışının hak olduğu ifade edilmekte, onun
yaratılışından farklı manalar çıkartarak şüpheye düşmenin anlamsız olduğuna
dikkat çekilmektedir. Aslında sadece Hz. İsa'nın değil, Hz. Adem'in
yaratılışının da hak olduğu ifade edilmektedir. Anasız-babasız yaratılan Hz.
Adem'in durumu ile babasız yaratılan Hz. İsa'nın durumuna hak açısından
bakıldığında durum farklı görülecektir. Böylece olgulara şüphe ile bakmakla,
hakikat açısından bakmanın farklılığı da öğretilmektedir.
Ayette, Hz. İsa hakkında çıkan ihtilafların bu şüpheden kaynaklandığına
da işaret vardır.
Bu ayetten şu öğretim ilkesini çıkarabiliriz: Âl-i İmran/35 ayeti ile
60. ayeti arasında ele alınan meseleler, insanların şüphesini ortadan
kaldırmayı hedeflemektedir. Yüce Allah'ın, insanların şüpheye, ihtilafa ve
yanlışlara düşmelerine razı olmadığı, onları bu duruma düşmekten kurtarmayı
amaçladığı anlaşılmaktadır. Beşerî eğitim de aynı metod ve amacı takip etmeli;
insanların şüpheden uzak kalmasını temin etmelidir. Bu faaliyetiyle öğretimin
iki boyutlu bir görevle karşı karşıya olduğunda hiç şüphe yoktur. İnsanların
şüphelerini, ihtilaflarını gidermek, sonra da onlara doğru olan bilgileri kazandırmak,
onun amaçlan arasında yer almaktadır.
Şüpheyi ortadan kaldırmanın en önemli yollarından biri, hakikati öğretmektir
ki Allah Teala da önce hakikati öğretiyor, sonra da şüphe etmemeyi emrediyor.
Böylece, gerçeğin öğretilmediği yerde şüphenin olacağına ışık tutuyor. Yüce
Allah Hac/5'de, öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olanların şüphelerini
gidermek için, embiryoloji, biyoloji ve botanik bilgileriyle (tabiat
kanunlarıyla) açıklamalar yapmaktadır. Demek ki, din alimleri ve eğitimcileri,
tabiat kanunlarını açıklayarak dinî konulardaki şüpheyi ortadan kaldırma görevi
ile karşı karşıyadırlar.
Allah'ın bu tutumu, yasakların ancak bilgilendirmeden sonra konması gerektiğine
işaret eder. Bilmeyen insana yasak koymak, ahlâkî bakımdan kalıcı olamaz.
Yasakların insanlara ağır gelmemesi için, önceden bilgilendirme yapılmalıdır.
İşte Allah, (Şüphecilerden olma) demeden önce, şüphe edilen konular hakkında
bilgilendirme yapmakta, meseleleri aydınlatmakta, olgular arasında bağlantılar
kurmakta, olabilirliklerini isbatlamakta-dır. Allah Teala, bu metodun geçerli
olmadığı durumları da gözardı etmemekte, bir sonraki ayette bu bilgiye rağmen
tartışmayı sürdürenlere başka bir teklifte bulunmaktadır.
[143]
61. Sana gelen asıl bilgiden sonra, kim seninle bu (hakikat) hakkında
tartışırsa de ki: "Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim;
Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim".
Allah Hz. Peygamber'e, Âl-i İmran/35 ile 59. ayeti arasında hakikati
açıklayan bilgileri göndermiştir. Bu hakikat bilgisine rağmen, yine de
tartışmayı sürdüren, şüpheden kurtulamayan insanlar için Allah başka bir metod
denemektedir ki bu, çocukları, kadınları ve kendilerini çağırıp Allah'ın
lanetinin yalancıların üzerine olmasını dilemektir.
Bilgi bütün şüpheleri, tartışmaları, ihtilafları ve karanlık noktalan
ortadan kaldırıp aydınlatan güçtür. Bu güce sırt dönmek, insanlara lanet
getirmekte, Allah'ın dostluğunu engellemekte ve yardımına mani olmaktadır.
Gelen bilginin gereğini yerine getirmemenin neticesinde Allah dostluk
ve yardımını esirgeyeceğini bildirmektedir [Bakara/120]. Gelen bilgiden sonra,
insanların arzularına tâbi olmak zulüm, böyle yapan da zalimdir [Bakara/145].
Bilgi geldikten sonra ihtilafa düşmek küfür olup cezaya sebeptir [Âl-i
İmran/19]. Bilgiden sonra ihtilafa düşenler arasında mahşerde hükmü Allah
verecektir [Casiye/14].
Bilgiye sırtını dönmenin en büyük cezası lanetin gelmesidir. Hz. Peygamber'e,
yalanlayıp inkar ederek ilahî bilgiye ters düşenlere lanetleşme teklif etmesi
önerilmektedir. Öyle görünüyor ki lanete kadar giden bir dizi sebep vardır.
Kıskançlık, ihtilaf, şüphe, inkar, yalanlama zinciri lanet ile bitmektedir.
Lanet gibi bir cezanın sebeplerim açıklamak suretiyle Yüce Allah,
olaylar/olgular arasındaki sebep-sonuç ilişkisini öğretmektedir.
İnsanların lanete uğramalarının nedenleri arasında, beyin ve gönülde
olan oluşumlar ile bunların meydana getirdiği tutumlar bulunmaktadır. İnkar, yalanlama,
şüphe ve kıskançlık gibi gönüldeki nefsî oluşumlar laneti çağırmaktadır.
Buradan, öğretim faaliyetinin bilgiye saygıyı öğretmesi, onun gereğini eğitim
vasıtasıyla yerine getirmesi ve hayata geçirmesi gerektiğini öğrenmekteyiz.
İnsanlar bilgiye sırtlarını döndükleri müddetçe, insanlığın üzerine lanet
yağmaya devam edecek ve bu lanet insanlığın erdemini silip süpürecek ve
neticede insanlık büyük zarar görecektir.
[144]
62-63. işte işin hakikati budur ve Allah'tan başka bir tanrı yoktur.
Muhakkak ki, Allah çok güçlüdür ve hikmet sahibidir. Eğer (haktan) yüz
çevirirlerse, şüphesiz ki Allah bozguncuları çok iyi bilendir.
Ayeti bölümlere ayırarak açıklamaya çalışacağız:
1.
(İşte bu, elbette en doğru
haberin beyanıdır).
Ayetin başında yer alan fo. (hâzâ=bu) kelimesi, daha önce anlatılan
delillere ve 61. ayetteki lanetleşme davetine işarettir. Ve yalanlayanların
üzerine lanetin ineceği de bir gerçektir. Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı babasız
dünyaya getirmesi gibi daha önce zikredilen konularla ilgili getirilen deliller
ve yapılan açıklamalar Allah'tan gelen hakikatlerdir.
Ayette yer alan (kasas) kelimesi, Bakara/178'de geniş bir şekilde açıklanmıştı. Buradaki anlamı, haberin, beyanı, açıklanmasıdır. Razi'nin dediği gibi, dine irşad eden, hakka götüren ve kurtuluşa davet eden hususları içine alan sözlerin toplamıdır.
Hakikat kelimesiyle bir araya gelmesi sebebiyle, "en doğru haberin
beyanı/açıklanması" şeklinde mana vermeyi uygun buluyoruz. Meryem,
Zekeriy-ya, Yahya ve İsa hakkında anlatılan gerçek beyanın, Kur'an'da anlatılan
beyan olduğuna işaret edilmektedir. Özellikle Hz. İsa hakkındaki ihtilaf ve
şüphelerin meydana getirdiği farklı beyanlar konuyu içinden çıkılmaz hale
getirmiştir. Yüce Allah konuyu Hz. Peygamber'e anlatarak, hakikati ortaya koymuştur.
Ayette, anlatılan gerçeğin kabullenilmesi için önemli bir psikolojik
alt yapı da verilmektedir:
2.
(Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur).
Bu, tevhid inancıdır. Allah'tan başka tanrı olmadığını kabullenen kişi,
hakikati ancak O'nun beyan edeceğini kabullenir. Diğer taraftan Hz. İsa'ya
ulu-hiyyet/tannlık sıfatı yakıştıranlara, onun bir beşer olduğu hatırlatılmakta,
Allah'tan başkasına tanrılık isnad edilemeyeceği öğretisi ortaya konmaktadır.
• Hakikat, Hz. İsa'nın tanrı olmayıp bir beşer olduğudur.
• Hakikat, Allah'tan başka tanrı olmadığıdır.
• Hakikat, Hz. İsa'yı çarmıha gerip öldürmedikleri, eceliyle öldükten
sonra Allah'ın onu kendine yükselttiğidir.
• Hakikat, Hz. İsa'nın gayr-i meşru bir çocuk olmadığı, onun
yaratılışının Hz. Adem'in yaratılışına benzediğidir.
Bütün bunların kabulü, ancak tevhid inancına sahip olmakla mümkündür.
3. (Sadece Allah, kudret ve
hikmet sahibidir).
Âl-i İmran/35'den 61. ayetine kadar zikredilenleri, ancak aziz ve
hikmet sahibi olan bir varlık gerçekleştirebilir. Bütün bunlar, sonsuz bir
kudret ve hikmete sahip olmayı zorunlu kıldığından, aziz ve hakim sıfatlan
zikredilmektedir. Güçlü ve hikmet sahibi olan Allah bunları gerçekleştirmiş ve
bunların gerçek haberini Hz. Peygamber'e bildirmiştir. Böyle bir kaynaktan gelen
habere inanılması ve asla şüphe edilmemesi gerekir. Böylece, haber ve bilginin
geldiği kaynağın önemi vurgulanmış ve birinci elden kaynak ve delillere
gitmenin zorunluluğu öğretilmiştir. Din konusunda birinci kaynağın Kur'an
olduğunu unutmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. İnsanları ihtilaf ve şüphe
karanlığında bırakmadan ilahî vahye gitmenin zorunluluğuna işaret edilmiştir.
Buna dikkat edilmemesi insanlığa ne getirir?
4. (Eğer yüz çevirirlerse,
elbette Allah bozguncuları çok iyi bilendir).
Haktan yüz çevirmek, Allah'ın Hz. Peygamber'e bu konularda gönderdiği
vahye (bilgiye) sırtını dönmek ve bozgunculuk olarak nitelendirilmektedir.
Gerçeklik bilgisine sırt dönmek, yeryüzünde fesat çıkarmak ve dinî kültürün
bütün dengelerini bozmak demektir. Fesatçı/bozguncu kişi, hakikate sırtını
dönüp dinî meselelerle ilgili bilgileri başka yerlerde arayandır. Demek ki, sosyal
dengeleri bozanlar; şüpheciler, kıskançlar, ihtilaf yaratanlar, yalanlayanlar
ve hakikate sırtını dönenlerdir.
Bu tip insanların yeryüzünde zehirli bir kültür ortamı oluşturacakları
ve ilahî vahye tâbi olanlarla mücadele edecekleri 61. ayette ifade edilmişti.
Bu mücadele, insanlık tarihi boyunca olagelmiş, kanlar dökülmüş, sosyal dengeler
alt-üst olmuştur. İnsanlığın yüz karası olan bu tip kişilerin fesatlarının hızı,
ancak peygamberler vasıtasıyla kesilmiştir. Tefrikaların, kavgaların ve savaşların
dinamikleri arasında yer alan hakikate sırt dönme, insanlığa ayak bağı olmuş,
insanlığın geri kalmasına sebep teşkil etmiştir. İşte bunun içindir ki, Allah
bozguncuları çok iyi bilendir buyurmak suretiyle Yüce Allah, onları
bozgunculuktan vazgeçmeye çağırmaktadır. Din eğitimcileri ilahî vahiyle
öylesine teçhiz olmalı ki, bu kötü niyetli, bozguncu, yalancı ve şüphecilerle
mücadele verebilsin ve onlara hakikati öğretebilsinler. İlahî vahyi yeterince
bilmeyenler, hakikatten yüz çevirenlerin daha da uzaklaşmalarına sebep olacaklardır.
61. ayette, ilahî bilgiye rağmen tartışmayı sürdürenlerin bulunduğu görülüyor.
İlahî bilgiye sırtını dönen, felsefe ile ikna olur mu?!
[145]
64. De ki: "Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir
söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş
tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da birbirimizi tannlaştırmayalım". Ve eğer
yüz çevirirlerse de ki: "Şahit olun biz müslümanlarız".
Kitap ehli, ayetin ilk bölümünde, müşterek bir kelimede (noktada,
ilkede) buluşmaya davet edilmektedir. Ayetin ikinci bölümünde ise, bu ilkenin
tahlili yapılmakta ve neleri kapsadığı anlatılmaktadır. Ayetin daha iyi
anlaşılabilmesi için nüzul (iniş) sebebine bakalım:
[146]
Razi'nin naklettiğine göre, yahudiler Hz. Peygamber'e
"Hnstiyanlann İsa'yı rab edindikleri gibi, bizim de seni rab edinmemizi
istiyorsun" demişler. Hnstiyanlar da "Ey Muhammed! Sen yahudilerin
Hz. Üzeyir hakkında söylediklerini senin hakkında söylememizi istiyorsun"
demişler. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.
Âl-i İmran/61'deki lanetleşme çağrısının ardından müşterek ilkede
(tevhid inancında) buluşma daveti yapılmaktadır. Bize göre, bu ayetin iniş
sebeplerinden biri de, Âl-i İmran/61-63'de geçen, doğruyu öğrendikten sonra
yüz çevirme olgusudur. Hakikate karşı olumsuz tepki göstermek, sırt dönmek,
toplumda bozgunculuk yaparak dinî alanı kirletmektir. Ancak Razi'nin naklettiği
haberi de gözardı etmiyoruz. Aslında ayetin içeriği, ayetin iniş sebebini
vermektedir: Allah'tan başkasına kulluk, O'na şirk koşmak ve insanların birbirini
rab edinmeleri suretiyle tevhid inancını bozmaları ve bunu da din adına
yapmaları, ayetin nüzul sebebidir.
[147]
Ayetin birinci bölümü bir çağrıdan ibarettir:
(De ki: "Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye
gelin").
Ayetteki tfû (teâ/ev=gelin) kelimesi, (et-teâlî) kelimesinden türemiş
bir emir olup -Razi'nin dediğine göre- alçak bir yerden yüksek bir yere yükselmek
manasına gelmekte; çağırılan şeye yönelmeyi ve oraya gitmeyi ifade etmektedir.
Bu ayetteki yönelecek yer, fizikî/maddî anlamda bir yer değil; bir inanca, bir
ilke ve esasa yönelmek olduğu için, manevî bir yöneliştir.
(Sizinle bizim aramızdaki ortak ilkeye...)
Ayetin bu kısmındaki (kelime) kavramı, tevhid kelimesini (iman ilkesini) ifade etmektedir. (sevâ') da, adalet, insaf, eşit, dosdoğru anlamına gelmektedir. İkisi birlikte, ortaklaşa paylaşılabilecek bir ilke anlamını ifade etmektedir ki buna, insanların kavga etmeden, diyalog kurabilecekleri bir ortamın hareket noktasını belirleyecek ilke de denebilir. Yüce Allah, kitap ehlini (geçmiş vahyin izleyicilerini) ve müslümanlan diyaloga davet etmektedir. Vahiy ve peygamberlik müessesesine inanan insanların, derin ayrılık ve ihtilaflara düşerek münakaşa etmeleri, tali konulan büyütmeleri doğru değildir. Yapılması gereken, peygamberlerin getirdiği temel ilkeyi tesbit edip diğer konulan ona göre halletmektir.
3. Ayetin son bölümünde kitap
ehli ile müslümanlann üzerinde ittifak edecekleri ve bir araya gelecekleri üç
bölümden oluşan ilke açıklanmaktadır:
a. (Allah'tan başkasına
tapmayalım).
Ayetin bu kısmını Fatiha/5 ayetine bağlarsak diyebiliriz ki, Ancak sana
kulluk ederiz ifadesi, Allah'tan başkasına tapmamayı ifade etmektedir. Yahudiler
Üzeyir'i, hristiyanlar da İsa'yı Allah'ın oğlu kabul ederek
ilahlaştırmış-lardır. Kitap ehlinin batıl inançlannın dışlanması, aynı zamanda
Allah dışındaki varlıklan kutsallaştınp tapınmayı ön gören gelecekteki her
inancın da dışlanmasıdır.
Tabiat varlıklanna ve insanlara tapınma şeklinde tezahür eden her sahte
inanç biçimini ortadan kaldırmaya azmetmek, diyalogun önemli bir adımını teşkil
eder. Diyalog, kulluğun kime yapılması gerektiğini belirlemekle başlar. Kitap
ehliyle (yahudi ve hristiyanlarla) adil, doğru bir ilke etrafında di-yaoğun ilk
adımı, kulluk bilincinin ortaya konmasıyla atılmış olacaktır. Buradan,
müslümanlarla yahudi ve hristiyanlar arasındaki diyaoğun, dünyevî menfaat temeli
üzerine değil, uhrevî kazanç temeli üzerine bina edilmesi gerektiği sonucunu
çıkarabiliriz.
Sadece Allah'a kulluk etmek, Allah'ı tek ilah olarak tanımak ve tüm
sahte ilahları dışlamak, insanın yaratılışının ana gayesidir. Zariyat/56
ayetinde, cin ve insanların bu gaye için yaratıldıkları beyan edilmektedir.
Tevhid ilkesi, sadece müslüman, yahudi ve hristiyanlar arasında değil, cinler
arasında da var olan bir müşterekliğe işaret etmektedir.
b. (O'na hiçbir şeyi eş
tutmayalım).
Kutsal kitaba inanan hiç kimse, hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi Allah'a eş
tutmamalıdır. Demek ki müslümanlar, yahudi ve hristiyanlar şirki dışlayarak,
diyaloglarını sürdürmeli ve tevhid inancı etrafında toplanmalıdırlar. Allah'ın
hiçbir dengi yoktur [İhlas/4] ayeti doğanın da bir kanunudur. Kainatta var olan
düzen, Allah'ın tekliğinin bir tezahürüdür. Çünkü, Eğer yerde ve gökte
Allah'tan başka bir tanrı bulunsaydı, oradaki düzen bozulurdu. [Enbiya/22]
Şirki dışlamak ve insanlıktan kaldırmak dinlerin amacı olmuş ve olacaktır. İlk insandan bu yana değişmeyen bir ilke ve amaç olan şirkin dışlanması, evrensel anlamda din eğitiminin ve dinler arası diyalogun da eksen konusu olmalıdır. Kur'an'ın kitap ehline yaptığı diyalog çağrısının ikinci adımı, şirkin ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Allah'a eş koşmamak, O'ndan başkasına kulluk etmemenin başka bir cephesini teşkil etmektedir.
c.
(Allah'ı bırakıp,
birbirimizi rab edinmeyelim). Öyle anlaşılıyor ki yahudi ve hristiyanlar, din
adamlarını ve büyüklerini rab ediniyordu. Helal ve haram konusunda onların
kişisel fetvalarını dinin emri gibi kabul ediyorlar; din adamlarının ve
alimlerinin görüşlerini kutsal-laştınyorlar, günahlarını onlara
affettiriyorlar; onları Allah'ın önüne geçiliyorlardı.
Allah'tan başkasını rab edinme gibi dinî alanı kirleten bir anlayış ve
davranışı bırakmak, diyalogun diğer bir gündem maddesidir.
Kısaca diyebiliriz ki: Müslümanlarla yahudi ve hristiyanlar arasında kurulacak
diyalogun buluşma noktasını belirleyen bu üç madde, tamamen şirkle mücadeleyi
ve tevhid inancını benimsemeyi esas almaktadır. Buluşma noktasının ilk iki
maddesini olumlu bir şekilde ifade edebiliriz: Yalnız Allah'a kulluk etmek,
tek Allah'a inanmak. Üçüncü maddesi olan Birbirimizi rab edinmeyelim ilkesini
ise olumlu olarak ifade etmek mümkün değildir. O nedenle, birbirimizi rab
edinmemek ilkesi aynen kalmalıdır. Yani insanlar sadece Allah'a kulluk
ettiklerini ve O'nu tek ilah olarak kabul ettiklerini söyledikleri halde,
bilerek veya bilmeyerek birbirlerini rab edinebilirler.
Tevhid inancını eksen değer olarak kabul eden müslümanlar, yahudi ve
hristiyanlar hakikatin kendi tekellerinde olmadığını anlar ve kendileri dışındakilerin
dalalette olduklarını söylemekten kaçınırlar. Diyalog, tevhid inancının
paylaşılması ile başlayacak, tali konuların değerler sistemindeki yerinin
tesbitiyle devam edecektir. Yalnız Allah'a kulluk etmek, O'na eş koşmamak ve
insanların birbirlerini rab edinmemeleri ilkesinin benimsenmesi, diğer
proplemlerin de çözümünü sağlayacaktır. Tevhid inancının olmadığı yerde çözümsüzlük
vardır. Hakikati kendi tekelinde görmenin veya Âl-i Imran/63-64'de belirtildiği
gibi hakikatten yüz çevirmenin ana nedeni, tevhid inancının benimsenmemesidir.
Tevhid inancı, insanların beynini hakikate, yani Allah'a döndürürken;
dinlerin yönünü de birbirlerine döndürür. Birbirine bakmayan, biririni
görmeyen veya görmemezlikten gelen dinlerin birbirine saygı duyması mümkün
değildir. Saygının olmadığı yerde de diyaog kurulamaz. Aralarında saygı olmayanların
da paylaşacakları ortak bir ilkeleri olamaz.
Demek ki tevhid inancı, saygıya, oradan da paylaşıma uzanması hasebiyle
birçok propleme çözüm getirmektedir. Tevhid inancı, diyalog konusunda eksen
değeri belirlemekte, saygı ve paylaşım kapılarını açan anahtar rolü
oynamaktadır. Saygı ve paylaşım iradî olarak inanmayı temin eder. Zorlamadan,
düşünerek, araştırarak ve bilinçle kabullenmenin alt yapısını oluşturur.
Hakikate saygı göstermek ve ona karşı samimi olmak, diyalogun önemli
şartlan arasında yer almaktadır. Âl-i İmran/64'de tevhid inancının üç boyutu da
vurgunlamış, diyalog için hiçbir şey dışarıda bırakılmamıştır. Kitap ehli ile
müslümanlann diyaloglarında samimi olmaları, ikili oynamalarını engelleyecek,
inançların her yönünü ortaya koyup sorgulamalarını temin edecektir.
Saygı, samimiyet ve paylaşım için Yüce Allah Ankebut suresinde şöyle
buyurmaktadır:
(Kitap ehli ile zulüm ve haksızlıktan uzak durdukları müddetçe en güzel
şekilde tartışın ve deyin ki: "Bize indirilene inandığımız gibi size
indirilmiş olana da inanıyoruz. Çünkü bizim ilahımız ile sizin ilahınız tek ve
aynıdır ve hepimiz O'na teslim olmuşuzdur"). [Ankebut/46]
Bu ayet, kitap ehli (yahudi ve hristiyanlar) ile tartışırken en iyi
metodun kullanılmasını emretmektedir. En iyi metodun hangisi olduğu da ayette
mevcuttur: Onlara indirilene iman edildiğinin deklare edilmesi ve aynı Allah'a
iman edildiğinin ve O'nun tek olduğunun açık bir şekilde ortaya konmasıdır.
Kitap ehlinin inançlarını sorgulamadan önce peygamberler aracılığıyla onlara
indirilen ilahî vahye inanmak; kendisinden başka ilah bulunmayan Allah'ın hem
yahudi ve hristiyanların, hem de müslümanlann ilahı olduğunu açıkça beyan
etmektir.
Kitap ehliyle en iyi metodla tartışmak için, ben-merkezciliği
terkederek, gündemi Allah ve vahiy üzerine yoğunlaştırmak gerekir. Allah ve vahiy
merkezli tartışmalar diyalog için en güzel metoddur. Bu metodun güzel netice
verdiğini Ankebut/47'den öğreniyoruz. Müslümanın, kitap ehline indirilenlere
inandığını açıklaması, diyalogda saygının ta kendisidir. Ben-merkezcilik,
Maide/82'de kibir olarak vasıflandınlmaktadır. Ben-merkezcilik/kibir, sevmeyi,
dinlemeyi ve hakikati anlamayı engeller. Kitap ehli içinden hristiyan-ların
keşiş ve din adamlarının kibre kapılmayanlannın doğruya ulaştıkları Maide
suresinde ifade edilmektedir:
(Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da,
"Biz hristiyanlanz" diyenleri bulacaksın. Çünkü onlar arasında öyle
keşişler ve rahipler var ki bunlar kibre kapılmamışlardır). [Ma-ide/82]
Sevgi, kibrin (ben-merkezciliğin) olmadığı yerde bulunduğuna göre, diyalogda
sevginin yer alması için ben-merkezciliğin terkedilmesi şarttır.
Kibri terketmekle sevmek eş zamanlıdır. Bu sevgi, Allah'ın Peygamber'e
indirdiğini dinlemeye sevketmektedir. Bu da hakikati tanıyıp anlamakla neticelenmektedir:
(Rasul'e indirileni dinlediklerinde gözlerinden yaşlar boşaldığını
görürsün, çünkü ondaki hakikati tanırlar). [Maide/83]
Kibrin ortadan kalkması ile sevgi bağlan ortaya çıkmakta, vahye kulak
vermek ve hakikate ulaşmak kolaylaşmaktadır. Önemli olan kendi inançlarını karşısındakine
kabul ettirmek değil, hakikati bulmaktır. Hakikatle ben-merkezci-lik bir araya
gelmez, hakikati yakalamak için kibri bırakmak gerekir. Âl-i İm-ran/64'deki
Allah'ın birliği inancı, sosyal yapıya yansıyınca insanlığın birliğini
sağlayan bir niteliğe bürünmektedir. Birleştirici ve bütünleştirici bir nitelikte
olan bu inanç, bütün dinlerin temelini ve amacını oluşturmaktadır.
Yahudilik ve Hristiyanlık'ın İslâm dini ile olan tali farklılıkları
üzerinde gereğinden fazla durmak, insanları ayrılığa ve diyalog kopukluğuna
götürür. Onun için Kur'an diyalogun tevhid üzerinde yapılmasını öngörür. Şirk
ve insanın insanı rab edindiği kirli ve kaypak bir zemin üzerinde diyalog
kurmanın imkansızlığı ortadadır.
Kur'an, tevhid temeli üzerine kurulmasını istediği diyalogda, kitap
ehlinin kendi dinlerinin sınırlarını bile ihlal etmelerini doğru bulmaz:
(De ki: "Ey kitap ehli! Dininizin içerdiği hakikatin sınırlarını
ihlal etmeyin. Daha önceden sapan, bir çoklarını da saptıran ve yolun
doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın"). [Maide/77]
Bu ayet, Hz. Peygamber'e, kitap ehli ile gireceği diyalogta onlardan
dinlerinin sınırlarını ihlal etmemelerini isteyecek kadar koruyucu bir tavır
takınmasını tavsiye etmektedir.
Yine Hz. Peygamber kitap ehlinden, yanlışın peşinden gidip yoldan çıkanlarla
beraber olmamalarını isteyecek kadar koruyucu bir tavır ortaya koyarak,
diyaloga farklı bir boyut kazandırmaktadır. Demek ki, başkasının iyiliğini
düşünmek, diyalogu kemiren ben-merkezcilik kurdunun etkinliğini ortadan
kaldırmaktadır. Diyalog kurulan kişi veya toplumu tehlikelere karşı uyarmak,
tehlikelerden çekip çıkarmak diyalogdaki samimiyetin gereğidir.
3. Hakikatten yüz çevirenlere
söylenecek söz
AI-i Imran suresinin son kısmı, diyalogun tevhid inancı üzerinde
cereyan etmemesinin muhtemel olduğuna ve bu durumda nasıl bir tavır
takınılacağına ışık tutmaktadır:
(Ve eğer yüz çevirirlerse deyin ki: "Şahid olun ki, biz kendimizi ona teslim etmişiz").
Diyalog, parçalara bölünemeyen hakikati aramak, onun peşinden koşmak ve
ona sevdalanmaktır. Tali olan dinî farklılıklar bir kenara bırakılabilir, fakat
bölünme kabul etmeyen tevhid inancı bir tarafa konmaya, yüz çevrilmeye
tahammül edemez.
Ayette üç boyutuyla sergilenen ve şirki dışlama eksenine oturan tevhid
inancına sırt çevirenlere, Şahid olun biz Allah'a teslim olduk demekten başka
çare yoktur. Bu ifadeden, burcu burcu benlikten sıyrılma kokusu hissedilmektedir.
Âl-i Imran/64 ayetinde Yüce Allah, kitap ehli ile diyalogun teslimiyetle
bitmesini istemektedir. Allah'a teslim olmak, Allah'ın birliği inancına/ilkesine
iman etmek, tevhid inancını bozan ben-merkezcilikten uzaklaşmaktır. Nefsini
tanrı edinmeye kadar varan bu ben-merkezcilik mabedi, ayetin sonunda yer alan
teslimiyetle dinamitlenmekte ve şirkin bütün kaleleri yerle bir edilmektedir.
Bu ifadenin altında, diyalogun, gerilim ortamına sürüklenmemesi beklentisi
de vardır. Din eğitiminin amacını teşkil eden bu diyalogun iyi netice vermemesi
halinde, düşmanlık, gerilim ve kin haline dönüşmemesini Allah'a teslimiyet
temin edecektir. Tevhid inancı, gerilim, kavga ve düşmanlık alanı değildir ve
olmamalıdır. Diyalogun gerilimsiz bitmesi ve iyiden yana neticelenmesi kadar
önemlidir.[148]
65. Ey kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki,
Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç aklınızı kullanmıyor
musunuz?
Kitap ehlinin ortak ilkeye davet edilmesinden sonra böyle bir ayetin
gelmesi önemlidir.
[149]
1. Ayette, tevhid inancından
hareket ederek gerçekleştirilmesi istenilen diyalogun, hangi nedenlerle
kesildiği bildirilmektedir. Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan olmasının dinî
konularda ne kadar önem arzettiği ortada olduğu halde, dinde önem arzetmeyen
konular üzerinde durarak temel konuların ele alınmadığı görülmektedir. Allah
böyle bir tartışmanın yersizliğini vurgulamakta ve Hz. Muhammed'e tâbi
olanlara da dinde yersiz tartışmalara girmemelerini öğütlemektedir.
2. Ayette, tartışmada aklı
kullanmanın ve doğru düşünmenin yer alması ön görülmekte; tarihî olgulara
akılla yaklaşarak tartışmaya son verilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Aklın
yer almadığı tartışma kabukta kalacak, tarihî olgulara ters düşecek ve tarihî
olguların akışım tersine çevirecek kadar vahim neticeler doğuracaktır.
Tevrat ve İncil'in kendisinden sonra nazil olduğu bir peygamberi kendi dinlerinden göstermek tarihî olgulara ters düşmekten, tarihin akışını tersine çevirmekten başka bir şey değildir. Yüce Allah, tarihî olgulara bu kadar duy-. Aklınızı kullanmıyor musunuz? veya Düşünmüyor musunuz? ifadesi, akıldan uzak düşenlerin durumuna işaret etmektedir.
3. Tarihî olgular saptıralamaz
ama onları saptırmaya teşebbüs edenler beyinsizlikle vasıflandırılır. Bu
ayette, günümüzde ve gelecekte tarihî olguları tersyüz edenlerin olacağına
dikkat çekilmekte, akılcı olmanın ve meselelere akılla yaklaşmanın önemi
vurgulanmaktadır. Ayete bu şekilde yaklaşmakla, onun güncelliğini ve
evrenselliğini korumuş oluyoruz. Çünkü bu ayetin, sırf yahudi veya
hristiyanlann Hz. İbrahim'in kendilerinden olduğunu söylediklerini haber
vermek için sevkedildiğini düşünmek, bugün bizim için fazla önem teşkil etmez.
Bu ayet, günümüze şu ışığı tutmaktadır: Tarihî olgulara akılcı yaklaşmak,
tarafsız bir tavır takınmak zorunludur. Aklın girmediği yerde tarafgirlik
olur, tarafgirliğin olduğu yerde de objektiflik kurban edilir. Tarihî
şahsiyetler, yanlış ve küçük tartışmalara konu edilmemelidir.
Tartışmanın dinî boyutu, Allah'ın aklı böyle konulara sokmayı önemseme-sidir. Aklı, tarihî olgulara sokmamak günah, sokmak ise ibadettir. Öyleyse ayetten aklı kullanmanın bir ibadet olduğu sonucunu çıkarabiliriz. [150]
66. İşte siz böyle kimselersiniz! Bilginiz olan şeyler hakkında
tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz?
Halbuki Allah her şeyi bilir, ama siz bilmezsiniz.
Bir önceki ayette tartışmanın sağlam bir zeminde olması için aklı devreye
sokmanın gerekliliğine dikkat çekilirken, bu ayette tartışmada bilginin önemi
vurgulanmaktadır.
Ayetin birinci bölümünde kitap ehlinin, hakkında bilgi sahibi olduğu konularda
tartıştığı ifade edilirken Yüce Allah, olumsuz bir tavır takınmaktadır.
Bakara/213 ve Âl-i İmran/19 ayetlerine göre, kitap ehli kendilerine ilim geldikten
sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden tartışıp ihtilafa düşmüşlerdir. Kitap
ehlinin, bildikleri halde tartışıp ihtilafa düşmeleri yerilmektedir. Doğruluğu
bilinen bir konuyu tartışma alanına çekmenin yanlışlığı bir yana, bilgi ve
konuya da zulümdür.
Tevrat ve İncil Hz. İbrahim'den sonra geldiği halde, Hz. İbrahim'in
yahudi veya hristiyan olduğunu iddia etmek, olguyu katletmektir. Yahudi ve
hris-tiyanlann, Yahudilik ve Hristiyanhk'ın tesisinden çok önce yaşamış olan
bir peygamberin kendi dinlerine mensup olduğunu söylemeleri, duygusallığın
bilgi alanım nasıl olumsuz etkilediğini göstermektedir.
Ayetin ikinci bölümünde kitap ehline (yahudi ve hristiyanlara),
hakkında bilgi sahibi olmadıkları konularda niçin tartıştıkları sorulmaktadır.
Bilginin olmadığı yer, karanlıktır; bilgisiz insanların tartışması çok
tehlikeli noktalara varabilir. Mesela yahudilerin, Hz. İsa'yı çarmıha gererek
öldürüp öldürmediklerini bilmedikleri halde zan üzerinde yürümeleri hâlâ
çözülemeyen sorunlar ortaya çıkarmıştır. Burada da kitap ehlinin, inancını
bilmeden Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan olduğunu iddia etmelerinin doğru
olmadığı hatırlatılmaktadır.
Ayetin üçüncü bölümünde ise, Allah'ın her şeyi bildiği, onların ise
bilmedikleri hatırlatılmaktadır.
Allah'ın kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann) bildikleri ve
bilmedikleri konularda tartıştıklarını haber vermesi bizim için ne ifade
etmektedir? Günümüzde bu ayetten nasıl istifade edebiliriz? Bu sorular
cevaplandırılmadığı takdirde, ayetler bir hikaye olarak kalacaktır. Bu ayetin
günümüze tuttuğu ışık şudur: Tartışmanın bir usûlü ve bir ahlâkı vardır.
Bilinen konulan tartışmaya açmak saygısızlık ve ahlâk dışı bir davranıştır.
Bilgi gibi bir değeri tartışma alanına çekerek ona zarar vermeye kalkmak,
adaba aykırıdır.
Bilmediğimiz bir konuda tartışma yapmak ise daha kötü bir davranıştır.
Onun için konuyu bilene bırakmak en doğru davranıştır. Ayetin sonundaki Allah
bilir; siz bilmezsiniz ifadesi, buna işaret etmektedir. Demek ki, Âl-i
İm-ran/65-66 ayetleri tartışma ahlâkını öğretmekte; tartışmada aklın ve bilginin
görevini açıklayarak insan ilişkilerinin sağlıklı yürümesine yardım etmektedir.
[151]
67. İbrahim, ne bir yahudi, ne de bir hristiyan idi, ama kendini
Allah'a teslim ederek her türlü batıldan yüz çevirmiş biriydi. Müşriklerden de
değildi.
Allah Teala, kitap ehlinin yersiz tartışmalarını sona erdirmek için bu
açıklamayı yapmaktadır. Yüce Allah önce Hz. İbrahim'in ne olmadığını
bildirerek ne olduğunu açıklama yolunu tutmuş; sonra da Hz. İbrahim'in yahudi
ve hristiyan olmadığını söyleyerek tartışmayı sona erdirmiştir:
(Kendini Allah'a teslim ederek her türlü batıldan yüz çevirmiş
biriydi).
Bakara/l35'de hanif kavramını açıklamıştık. Haniflik Hz. İbrahim'in
inanç yapısını belirlemekte; şirkten uzak olmayı, batıldan yüz çevirmeyi, Allah'ı
bir tanımayı ifade etmektedir. Diğer taraftan Hz. İbrahim Allah'a teslim olmuş
bir kuldu. Bakara/l 31 'de Allah ona teslim olmasını emredince, o da alemlerin
rab-bine teslim olduğunu itiraf etmişti. Görüldüğü gibi Hz. İbrahim Allah'ı bir
tanımış ve benliğini Allah'a teslim etmiş bir kişidir. Bu olumlu sıfatlar onun
müşrik olmadığını da ifade etmektedir. Onun için Yüce Allah ayetin sonunda
onun müşriklerden olmadığını söylemiştir. Peki hanif ve müslüman olduğunun
ifade edilmesinden sonra, müşrik olmadığının söylenmesinin ne manası vardır?
Bize göre, Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan olduğunu iddia eden ve
Hz. Üzeyr'in ve Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyerek şirke sapan kitap
ehlini tenkit için bu özelliği vurgulanmıştır. Ayette, inançlarına şirk karıştıran
yahudi ve hristiyanlar uyarılmakta, yani siz müşrik oldunuz, o nedenle
İbrahim'in sizden olması mümkün değildir şeklinde kınanmaktadır.
Allah Teala'nm Hz. İbrahim hakkında kullandığı metod, metodların en güzelidir.
Bir kişiyi tanıtırken veya bir konuyu anlatırken, ne olmadığını söyleyerek ne
olduğunu anlatmak en uygun yoldur. Öncelikle o kişi veya konuyu
olumsuzluklardan soyutlamak, sonra da olumlu özelliklerini sıralamak gerekir.
İşte yahudi ve hristiyanların bilmeyip de Allah'ın bildikleri bunlardı.
Diğer taraftan Yüce Allah şuna da işaret etmektedir: Önemli olan yahudi
veya hristiyan olmak değil; Allah'ın birliğine inanmak, O'na bütün benliğiyle
teslim olmak ve müşriklerden olmamaktır. Yahudilik ve Hristiyanlık'ın arkasına
sığınıp şirk koşma hatasına düşmemektir.
Bu ayetteki tevhid, 64. ayete bağlandığında, ortak ilkenin Hz.
İbrahim'in inancı olduğu; Hz. İbrahim'in inancı üzere olanların da Hz.
Muhammed'in ümmeti olduğu anlaşılır. 64. ayette Allah'ın tesbit ettiği ortak
ilkenin daha önce Hz. İbrahim tarafından kabul edildiği hatırlatılarak, o ilke
etrafında toplanılması önerilmektedir. Çünkü Hz. İbrahim de, şirkle mücadele
etmiş ve tevhid inancını yaymak için gayret sarfetmiştir.
Hz. İbrahim'in ardına sığınarak doğru yolda olduğunu iddia etmek değil,
gönlünü tevhide açarak Allah'a teslimiyetini isbat etmek en doğru yoldur.
[152]
68. Muhakkak ki, İbrahim'e en yakın olanlar ona uyanlarla şu Peygamber
ve mü"minlerdir. Allah ise, iman edenlerin dostu ve koruyucusudur.
Bu ayeti anlayabilmek için 65. ayet ile 67. ayet arasındaki ayetlerin
eksen konusuna bakmak gerekir. Yahudi ve hristiyanlar Hz. İbrahim'in kendilerinden
olduğunu iddia ederek onun şöhretinden istifade etmek istiyorlardı. 67. ayette
Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan olmadığı ifade edilmiş, 68. ayette ise
yakınlığın ne ile olacağı açıklanmıştır. Böylece bir peygambere yakın olmanın
temelleri ortaya konmuştur.
[153]
1. Tâbi olmak
İnsanlar, Allah'a kulluk etmek ve peygamberlere tâbi olmak ile görevlidirler. ÂI-i İmran/3rde Allah'ı sevmenin ve Allah'ın sevgisini kazanmanın yollarından birinin peygamberine tâbi olmak olduğu ifade edilmişti. Öyleyse, peygambere yakın olmak için ona tâbi olmak gerekir. Peygambere tâbi olmak dinde çok önemlidir; çünkü peygamber, insanların sadece kendisine ve önceki peygamberlere değil, Allah'a da yakın olmalarını temin eden kişidir.
Tâbi olmak, o peygamberin getirdiği vahye inanmak ve onu tatbik etmek
ile kendini gösterir. Demek ki, bir insanın bir insana olan yakınlığı, gönül ve
davranışlardan fışkıran beraberliktir. Tâbi olmak, gönül ve davranış benzerliğini
gerekli kılmaktadır.
2.
Tevhid inancını paylaşmak
Bir peygamberin yaşadığı dönemdeki insanlarla kurduğu ilişki ona tâbi olmayı kolaylaştırır Fakat peygamberden sonraki çağlarda yaşayan insanların peygambere yakınlığı tevhid inancı sayesinde olur. Yüce Allah Hz. İbrahim'e yakın olan ikinci grubun Hz. Muhammed ve ona inanan mü'minler olduğunu söylemektedir. Hz. İbrahim'den asırlarca sonra dünyaya gelmiş olmalarına rağmen Hz. Muhammed'in ve ona tâbi olanların inancı, onları Hz. İbrahim'e yaklaştırmıştır. Demek ki, yakınlık bir iman meselesidir. Hakiki iman, zaman ve mekanı ortadan kaldırmakta, öncekilerle sonrakileri birbirlerine yaklaştırmaktadır.
Sosyal psikoloji açısından bakarsak, sosyal ve kültürel bütünleşmenin
özünde bulunan imanın, bütünleşmeyi güncel olmaktan çıkarıp üç boyutlu zamana
yaydığını; mazi, hal ve istikbal mefhumlarını aynı anda yaşanır hale
getirdiğini söyleyebiliriz.
İmamn/tevhid inancının meydana getirdiği yakınlık, şu ayette örnekliğe
dönüşmektedir:
(İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir
örnek vardır). [Mümtehine/4]
Öyle anlaşılıyor ki, tevhid inancı geleceği geçmişe, geçmişi geleceğe
taşımakta ve zaman mefhumunu ortadan kaldırmaktadır. Bir peygambere yakınlığın
dil ile değil, gönüldeki iman ile olması halinde bir mana taşıyacağını
söyleyen Yüce Allah, iman ile tâbi olmanın ne kadar büyük bir güç olduğuna
işaret etmiş olmaktadır.
Zaman ve mekan farkını ortadan kaldıran tevhid inancının diğer bir semeresini
de ayetin sonundan öğreniyoruz:
3.
(Allah inanların dostudur).
Tevhid inancına sahip olan insan, aynı zamanda Allah'ın dostluğunu da
kazanarak O'na yakın olmaktadır.
Peygambere yakın olan Allah'a da yakın olur veya peygambere yakın olana
Allah da yakın olur. Böylece Yüce Allah tevhid inancının dinî ve sosyal
görevini açıklamaktadır.
Günümüzün sosyal olayları incelendiğinde, fertlerin veya toplumların
birbirinden ayrı düşmelerinin ve gerilim içinde düşmanca davranışlara yönelmelerinin
imanın yokluğundan kaynaklandığı anlaşılır.
Öyleyse, birbirini sevmeyen, saygı duymayan, birbirinden ayrı düşen
mü'minler, imanlarını gözden geçirmelidirler. Zira, Yüce Allah, yakınlığı
imanın temin ettiğini ifade buyurmaktadır. Bu durumda, inananlar arasındaki
ayrılığın, gerilimin, çatışmanın, soğukluk ve düşmanlığın sebebi ortadadır.
İşte Âl-i İmran/68'de iman ile yakınlık arasında kurulan bu ilişki, din eğitiminin
en önemli konulardan birini teşkil etmektedir. Kültürel bütünleşmenin can
damarını oluşturan imanın, insanın gönlünden çıkarak sosyal hayatı kucakladığını
görmek, hissetmek ve tatmak gerekir.
Tevhid inancı etrafında birleşmeye çağrı yapan Âl-i İmran/64 ile, Âl-i
İm-ran/68 ayeti birlikte ele alındığında, yahudiler, hristiyan ve müslümanlar
arasındaki yakınlaşmanın hangi alanda olması gerektiği anlaşılır. Bu
ayetlerde, imanın arınması halinde, farklı dinlere mensup olanların
birbirlerine yaklaşacağı vurgulanmaktadır.
[154]
69. Kitap ehlinin bir kısmı sizi saptırmak istediler; oysa onlar ancak
kendilerini saptırırlar da bunun farkına varmazlar.
Bu ayet kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann) müslümanlara karşı içlerinde
besledikleri olumsuz duygulan açığa vurmaktadır. Başka ayetlerde, kitap
ehlinin bu olumsuz duygularının kaynağı da açıklanmaktadır.
[155]
1. Hased
Bakara suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Kitap ehlinin çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki haset yüzünden, sizi imanınızdan vazgeçilip küfre döndürmek istediler). [Bakara/109]
Bu ayet Âl-i İmran/69 ayetiyle birlikte düşünüldüğünde, saptırmanın,
imandan küfre doğru olduğu anlaşılır. Allah Teala, farklı inanç grupları arasındaki
çatışmanın inanç alanında olduğunu ve bunun da haset yüzünden meydana geldiğini
söylemek suretiyle müslümanlann bilinçlenmesini ve kendilerini korumalarını
amaçlamaktadır. Diğer taraftan haset ateşini söndürme gücünün de ne olduğunu
açıklamaktadır.
2. Küfürde eşitlik
İmandan inkara doğru olan saptırma isteğinin altında yatan başka bir neden
de küfürde birleşme isteğidir:
(Sizin de kendileri gibi inkar etmenizi istediler ki onlarla eşit
olasınız). [Nisa/89]
Kur'an imanda eşitlenmeyi isterken, kitap ehlinin bir kısmı inkarda
eşitlenmeyi istemektedir. Yahudi ve hristiyanlann, mü'minlerle inkarda birleşmek
istemeleri çok ilginçtir. Yüce Allah, onların saptırma gayretlerinin hiçbir
işe yaramayacağını, bununla ancak kendilerini saptıracaklarını, bunun da
farkına varmayacaklarını ifade etmektedir.
Görüldüğü gibi, başkasmı yoldan çıkarmak için sarfedilen gayretin neticesi,
gayret edene dönmektedir. Buna rağmen, böyle davranmak ise bilinçsizlikten
kaynaklanmaktadır. Aklını çalıştırmayan insanlar, yaptıklarının kendilerine
döneceğinin farkına varamazlar. Başkasını hak yoldan çıkarmanın zararının
kendisine döneceği bilincini veren ve böylece önemli bir eğitim faaliyeti yapan
bu ayet, müslümanlan hak yoldan saptırmaya çalışmaktan caydırmayı hedef
almaktadır.
Diğer taraftan bu ayet, kitap ehlinin müslümanlara karşı olan kötü
niyetlerini, tavırlarını ve bakış açılarını da gözler önüne sererek
müslümanlann aldanmasını önlemektedir. İnsana dost ve düşmanını tanıtmak,
eğitimin, topluma karşı olan görevleri arasında yer almaktadır. Eğitimciler,
farklı grup ve din mensupları arasındaki ilişkiler kavgaya dönüşmeden önce
tedbir alınması için insanları bilgilendirmelidir. Bu ayet, Yüce Allah'ın buna
ne kadar önem verdiğini ortaya koymaktadır.
[156]
70. Ey kitap ehli! Bizzat kendinizin şahit olduğu Allah'ın mesajlarını
neden inkar edersiniz?
Buradaki Allah'ın ayetleri'nden (mesajlarından) maksat, Hz. Muham-med'e
gelen Kur'an ayetleri mi, yoksa Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed'i müjdeleyen
ayetler midir?
İbn Abbas'a göre buradaki ayet kelimesiyle Hz. Muhammed ve Kur'an;
Zemahşeri'ye, Hazin'e, Kadı Beydavi ve Nesefî'ye göre Tevrat ve İncil'de Hz.
Muhammed'in peygamberliğine işaret eden ayetler kasdedilmiştir.
Razi, buradaki ayetler ile alakalı olarak yukarda bahsi geçen
müfessirle-rin fikrini benimsemekle birlikte, inkar edilen bu ayetler'in,
Tevrat ve İncil'de yer alan ve Hz. İbrahim'in hanif bir müslüman olduğunu ifade
eden ayetler olduğu görüşünü de savunmaktadır.
Bize göre ise inkar edilen bu ayetler'in, hem Tevrat ve İncil'de
bulunan ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine işaret eden ayetler, hem de Kur'an
ayetleri olması mümkündür. Burada önemli olan, kitap ehlinin Tevrat ve
İncil'deki ayetleri mi, yoksa Kur'an ayetlerini mi inkar ettikleri değil, bile
bile inkar etmeleridir:
(Bizzat kendiniz şahit olduğunuz halde...)
Bu ifade, inkarın bilinçli olarak yapıldığına işaret etmektedir. Bu
ayetten günümüze ışık tutacak neticeler çıkarmak mümkündür:
a. Bir oluşumun içinde barındırdığı
potansiyel oluşumların meydana gelmesiyle inkara sapmamak, onlara sırt
çevirmemek gerekir. Kitap ehlinin (yahudi ve hristiyanlann), Tevrat ve İncil'in
geleceğe yönelik oluşumlarını, gerçekleştiklerinde inkar etmeleri buna
benzemektedir. Bu inkarın ağırlığı, geleceği ve geçmişi reddetmekten
kaynaklanmaktadır.
b. Hakikat, ben-merkezcilik
uğruna feda edilemez. Hakikate şahitlik ettiği, onu görüp bildiği halde sırt
dönmek, gericiliğin ta kendisidir. Yeniye intibaksızlık insanlığa çok ağır
faturalar ödetmiş ve ödetmeye de devam etmektedir. Hz. Muhammed'i ve Kur'an'ı
inkar etmeleri, kitap ehlinin yeniliğe intibak edemediklerini göstermektedir.
Bildiği halde inkar etmek, derin intibaksızlığın açık kanıtıdır.
[157]
71. Ey kitap ehli! Neden hak ile batılı karıştırıyor ve bile bile hakkı
gizliyorsunuz?
Bundan önce kitap ehline, niçin bilmeden tartışmaya girdikleri ve
bildikleri halde Allah'ın ayetlerini niçin inkar ettikleri sorulmuştu. Burada
ise, hak ile batılı niçin birbirine karıştırıp hakkı gizledikleri
sorulmaktadır.
Ayeti üç kısma ayırabiliriz:
(Niçin hakkı batıl ile karıştırıyorsunuz?)
Ayetin bu bölümünde yer alan j4 (lebese) kelimesi, bir meseleyi şüpheli
duruma getirip içinden çıkılmaz hale sokmak için karıştırmaktır.
(lebise) kalıbından alınınca, elbise giymek anlamına gelir.
Erkek-kadın ilişkisi için kullanıldığında, bir zaman beraber olmayı
ifade eder.
(elbese) kalıbından karıştırmak,
karışmak, şüphelenmek, bir şeyin bir şeyi örtmesi, bürümesi anlamına gelir.
yâ (lebûs) kalıbından alınınca, zırh, elbise, ilaç fitili manasına
gelir.
[158]
1. Şüphe etmek
En'am/9'da mazi ve hal sigası ile kullanılmakta ve şüpheye düşürmek,
şüphe etmek anlamını ifade etmektedir:
(Eğer peygamberi bir melek kıl-saydık, elbette onu insan suretine
sokar, onları yine düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük). [En'am/9]
Şüphede, bir karıştırma vardır. Net olmayan ve karıştırılan bir yerde
veya konuda şüphe ortaya çıkar. Bu anlamda karıştırma önce, şüphe sonra olmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/71'de hak ile batılı karıştırmak, şüphe
meydana getirmek, şüpheye düşürmek veya düşmektir. Bu anlamıyla kelime,
beyinsel bir faaliyeti; beyindeki karıştırma eyleminin hak ile batıla
yansımasını, onlara giydirilmesini ifade eder.
2. Bozmak
En'am/137'de karıştırıp bozmak şeklindeki bir karıştırmayı ifade etmektedir.
Bu ayette de kelimeye -din kelimesiyle bir arada kullanıldığı için- rahatlıkla
bozmak anlamı verilebilir:
(Bunun gibi ortaklan, müşriklerden çoğuna çocuklarım öldürmeyi hoş
gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler, hem de dinlerini karıştırıp
bozsunlar).
Dinin safiyetini yanlış hükümlerle bozmayı ifade eden bu kelime, bütün
hatalardan arınmış olan dine, yanlışlardan örülmüş beşerî düşünce elbisesini
giydirme eylemini ifade etmek için kullanılmaktadır.
3. Karartmak
En'am/82'de kelimeye, 'karartmak' manası verilebilir:
(İmana ermiş olan ve zulüm işleyerek imanlarını karartmayanlar...)
[En'am/82]
Aslında imanına zulüm, yani şirk karıştıranlar, imanlarını
karartmaktadırlar.
4. Ayırmak
En'am suresinde lebese kelimesinin sosyolojik manasına, yani toplumun
fırkalara ve gruplara ayrılmasına işaret edilmektedir:
(De ki: "O1-nun sizin üstünüzden ve altınızdan azap göndermeye,
yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncım tattırmaya gücü
yeter"). [En'am/65]
Ayetteki 'ayırmak' maddî değil, sosyolojik manada alınmalıdır.
5. Takınmak
(Denizi de yarannıza sunan O'dur, ondan taptaze et yemeniz ve
takınacağınız süs eşyası çıkarmanız için). [Nahl/14]
Bu ayette, süs eşyasını takınmak anlamında kullanılmaktadır.
6. Giyinmek
Kehf suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(İnce ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyecekler). [Kehf/31]
7. Elbise ve örtü
Libas kalıbında maddî ve manevî elbise anlamını ifade etmektedir.
[159]
a. Takva elbisesi
(Takva elbisesi her şeyin üstündedir). [A'raf/26] Katade'ye göre takva elbisesi ile iman, İbn Abbas'a göre iyi amel kasde-dilmiştir. Ayrıca, takva elbisesi ile iffet ve tevhidin kasdedildiğini söyleyenler de vardır.[160] Netice olarak, takva elbisesi ile insanı şeytanın ve nefsin etkisine karşı koruyan imanın ve iyi amelin kasdedildiğini söyleyebiliriz.
b. İffet ve namus elbisesi
(Kadınlar sizin için bir elbise gibidirler ve siz de onlar için bir
elbise gibisiniz). [Bakara/187]
Buradaki elbise kelimesi, mecazî manada kullanılmakta olup iffet ve
na-mus'u ifade etmektedir. Haya, iffet ve namus kan-koca arasındaki ilişkiyle
bir elbise şekline bürünür ve insana giydirilir.
c. Açlık ve korku elbisesi
(Allah bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku elbisesini tattırdı). [Nahl/112]
Buradaki açlık ve korku elbisesi, tamamen psikolojik, ekonomik ve sosyal
vakıayı ifade etmekte olup "açlık ve korkuyu tattırdı" anlamına
gelmektedir.
Furkan/47 ve A'raf/27'de geçen libas kelimesi, örtü manasını ifade etmektedir.
Mecazî anlamda, gecenin insanlar için bir örtü olduğu ifade edilir.
8. Zırh
(Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh yapmayı
öğrettik). [Enbiya/80]
Bu ayette lebus kalıbında geçmekte ve zırh anlamını ifade etmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/7rde ise karıştırmak anlamına gelmekte;
Allah'ın indiridği vahyin yerine beşerî düşünceyi koyarak vahyi bozmak
anlamını ifade etmektedir. Hak, kalıcı ve kalitesi mükemmel olan şeyi ifade
ettiğine göre, ayetteki lebûs (karıştırma), ona sahte olanı katarak ayarını
düşürme eylemidir.
Haktan şüphe etmek veya hakka şüphe karıştırmak, hakka batılı giydirmektir.
Hakka batılı giydiren kimseler, bilgisizce tartışmaya giren, başkasını yoldan
çıkarmak isteyen, ama sadece kendilerini yoldan çıkaran, bile bile Allah'ın
ayetlerini inkar eden kitap ehlidir (yahudi ve hristyanlardır). Nisa/46 ve
Ma-ide/13 ayetine göre, onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitapları
tahrif ederler), kendilerine öğretilen hükümlerin önemli bir bölümünü de unuturlar.
Tevrat ve İncil'i bile bile tahrif eden yahudi ve hristiyanlar, batılı
hakka karıştırdıklarından Allah tarafından kınanmaktadırlar:
(Ve bile bile hakkı gizliyorsunuz).
Ayetteki hak ile ne kasdedildiğini anlamak için Bakara/159 ve 174 ayetlerine
gidilmesi gerekir. 159. ayete göre hak, Allah'ın indirdiği açık deliller ve
Allah'ın apaçık gösterdiği hidayettir; 174. ayete göre ise Allah'ın kitaptan
indirdiği bir şeydir.
Allah'ın indirdiği açık deliller ve kitaptan indirdiği bir şey, hem Hz.
Pey-gamber'in Tevrat ve İncil'deki vasıflan, hem de Allah'ın ayetleridir. Âl-i
İm-ran/71'de gizlenen hak kavramından bu anlaşılmalıdır.
Bu ayetten günümüze ışık tutacak şu sonuçları çıkarabiliriz:
1. Günümüzde ve gelecekte,
dinler arası çatışmaların veya aym dinin mensupları arasındaki ayrılıkların
neticesinde batılı hakka karıştırma, batılı hakka giydirme eylemleri olacaktır.
Öyleyse din alimleri ve görevlileri bunları anlayacak ve engelleyecek tarzda
yetiştirilmelidir. Geçmişte yaşanan bu olgudan günümüze ve geleceğe ışık
tutarak, insanlığın böyle bir felakete bir daha duçar olmaması temin
edilmelidir.
2. Bilerek hakkı gizlemek, hem
Allah'ın dinine, hem de bilgiye hakarettir. Bile bile kötü bir eylemi
gerçekleştirmek, cehalet olduğu için, bilgiye ve insanlığa da zulmetmektir.
İnsanlığın başına gelen felaketlerin arkasında, bilgiyi devre dışı bırakmak
yatmaktadır. Çünkü bile bile kötü bir eyleme müsaade etmek, cehaletin
büyümesini, semirmesini ve dal-budak salmasını sağlamaktan başka bir işe
yaramaz.
Bilerek hakkı gizlemenin, insanlığa ihanet olduğu gerçeğinden hareket
edildiğinde, eğitim faaliyetinin amacının, hakkı bütün çıplaklığı ile ortaya
koymak olduğu anlaşılır. Günümüzde farklı din mensupları arasındaki duygusal
ilişki, hakka batıl elbisesini giydirip onu gizleyerek insanlığın gönlünü
kirletmiş ve kirletmeye de devam etmektedir. Beyin ve gönül kirlenmesi diyebileceğimiz
bu eylem, hem Allah ile kul, hem de kul ile kul arasındaki ilişkilere zarar
vermektedir.
Yüce Allah bu soruyu sormakla, insanlığa aydınlık bir gelecek temin etme
yolunda ilk hareketi başlatmıştır. Bilginin aydınlığında ve rehberliğinde
batılı haktan uzak tutarak, hakkın bayrağını insanlığın burcuna dikmenin ne
kadar erdemli bir iş olduğunu vurgulayarak insanlığa bir hedef ve gaye göstermekte
ve onun geleceğini garanti altına almaktadır. İnsanlık erdeme ulaşmak,
geleceğini aydınlatmak, gelecek nesillerin beyin ve gönüllerini kirlenmekten
kurtarmak istiyorsa, Yüce Allah'ın bu sorusuna cevap bulmalıdır.
3. Âl-i İmran/65-66
ayetlerinde inkar tarzında sorulan sorulardan şu anlaşılıyor: Sosyal olguların
üzerine akılla, bilgiyle gidilmesi gerekir; sosyal olgular hakkında doğru
yorumlar yapmak, doğru çıkarımlarda bulunmak için akılcı yaklaşım şarttır;
tartışmalarda bilgi çok önemlidir.
70. ayetteki sorudan ise anlaşılan şudur: inkar psikolojisi, bilimin en
önemli unsurunu teşkil eden gözlemi ortadan kaldırır.
Kısacası bu ayetlerde, aklı kullanmamanın, bilgiye itibar etmemenin ve
nihayet gözleme dayanmamanın batılı hakka karıştırma ve hakkı gizleme eylemine
dönüştüğüne ve dönüşeceğine işaret edilmektedir.
[161]
72. Kitap ehlinin bazısı şöyle der: "Mü'minlere indirilmiş olana
sabahleyin inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar da dönerler".
İniş sebebi, bizzat ayetten anlaşılmaktadır. Kitap ehli (yahudi ve
hristiyan-lar) müslümanlan dinleri konusunda şüpheye düşürüp küfre döndürmek
için bu metodu uygulamışlardır.
Süleyman Ateş Süddi'den gelen bir rivayeti naklederek şöyle demektedir:
Halka, "Günün başlangıcında iman edin, sonunda ise inkar edin"
diyenler hahamlardı. On iki tane idiler. Birbirlerine, "Günün başında
Muhammed'in dinine girin, 'Muhammed'in gerçek peygamber olduğuna tanıklık
ederiz' deyin; günün sonunda da inkar edin, 'Biz alimlerimize hahamlarımıza
sorduk, onlar Muhammed'in yalancı olduğunu, doğru yolda olmadığını söylediler,
biz de yine kendi dinimize döndük. Bizim kendi dinimiz, sizinkinden daha
iyidir' deyin. Belki onlar da 'Bunlar günün başmda bizimle beraberdiler, şimdi
ne oldu bunlara' diyerek kuşkuya düşerler".[162]
Razi ise Esamm'dan şöyle nakletmektedir:
Yahudiler birbirlerine, "Eğer Muhammed'i her getirdiği şeyde
yalanlarsanız, sizin cahilleriniz yalancı olduğunuzu anlarlar. Çünkü onun
getirdiği şeylerin pek çoğu haktır. Fakat onun getirdiği şeylerin bir kısmını
kabul edip, bir kısmını inkar ederseniz, cahil halk sizin onu yalanlamanızın,
inadınızdan dolayı değil, adaletinizden dolayı olduğunu zanneder, böylece de
sözlerinizi kabul ederler" demişlerdir.[163]
Ayetin inişi sırasındaki bu tarihsel olguyu gözardı etmeden ayetin
içeriğini açıklamaya çalışacağız. Bize göre Yüce Allah'ın bunu anlatmaktan
maksadi, tarihî bir olguyu aktarmaktan ziyade, gelecekte de böyle olayların
olacağı konusunda insanları uyarmaktır.
1. {kitap ehlinden bir grup
dedi) ifadesinden anlaşılıyor ki, yahudi ve hristiyanlann tümü, Hz. Muhammed'e
ve ona indirilene tepki göstermemişlerdir. Zaten Âl-i İmran/113'de kitap
ehlinin hepsinin aynı olmadığı açıkça ifade edilmektedir. Demek ki aynı inanca
mensup olan kimselerde bile iman ve amel açısından ton farkları bulunmaktadır.
Bazıları, başka din mensuplarına daha toleranslı davranırken, bazıları düşmanca
davranabilir. Yüce Allah bu ifadeyle, müslümanların böyle farklı tavırlar
sergilemelerinin sakıncalarına da işaret etmektedir.
Özellikle hristiyanlann, müslümanlara karşı misyonerlik faaliyetlerinin
başlangıcı Peygamberimiz dönemine kadar uzanmaktadır. Oryantalizmin amaçlan
arasında, müslümanlan dinleri konusunda şüpheye düşürmek de vardır.
2. Hz. Muhammed'e günün
başlangıcında iman, günün sonunda inkar etmeleri, kitap ehlinde inanç
bakımından bir tutarlılık olmadığını göstermekte ve onlarla ilgili psikolojik
bir analiz yapmaktadır. Yahudi ve hristiyanlann bir kısmı -müslümanlan şüpheye
düşürmek için- kendi inançlanna ihanet etmektedirler. Kendi inançlanna ihanet
edecek kadar ileri giden, fanatikleşen din mensuplannın olduğuna dikkat çeken
Yüce Allah, böyle insanlann her zaman olacağına da işaret etmektedir:
(İman edip sonra hakikati inkar eden ve tekrar iman edip yeniden hakikati inkar eden ve sonra hakikati inkar etmedeki inatlanna boyun eğenlere gelince, Allah onlan bağışlamayacak ve hiçbir şekilde doğru yola eriştirmeye-cektir). [Nisa/137]
Kararsız bir şekilde imandan inkara, inkardan imana geçen ve
istikrarsız bir manevî yapı sergileyen insanlann tutarsız ve parçalanmış bir
şahsiyete sahip olduğunu vurgulayan Yüce Allah, böyle davranmalarının sebebini
hem Bakara/14'de, hem de yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/72'de bildirmektedir.
3. Müslümanlan dinlerinden
çevirmek
(Umulur ki dönerler).
Allah Teala, yahudi ve hristiyanlann bir kısmının bu denli hızlı inanç
değiştirmekteki amaçlarının, müslümanlan dinlerinden döndürmek olduğunu beyan
etmektedir. Müslümanları dinlerinden döndürebilmek için, kendi dinlerinden
dönen kimselerin ne kadar karanlık bir psikolojik yapıya sahip oldukları
Nisa/l 37'de beyan edilmişti. Bakara suresinde de bunlar hakkında şöyle
buyurulmaktadır:
(İmana ermiş olanlarla karşılaştıklarında, "Biz de sizin gibi
inanıyoruz!" iddiasında bulunurlar; ama reisleriyle başbaşa
kaldıklarında, aslında biz sizin yanınızdayız; onlarla sadece
eğleniyoruz" derler). [Bakara/14]
Onların ikinci amacı, müslümanlarla alay etmektir. Bu, Allah'ın onlarla
alay etmesine sebep olmaktadır [Bakara/15]. Aynca, inançlarım sürekli değiştirenler,
dinler arası ilişkileri de kirletmektedirler. Halbuki inançlar araştırılmalı,
doğrusunu tesbit etmek için gayret gösterilmelidir. Döndürülmek istenen inanç
ile dönülmesi istenen inancın doğruluğu araştınlmazsa, bu etkileşim alanı
doğmatikleşir ve cehalet bulutlarıyla kaplanır; neticede saygı ortadan kalkar,
irade devre dışı kalır.
[164]
73-74. "Sizin dininize uymayan hiç kimseye inanmayın"
(dediler). De ki: "Hidayet Allah'ın hidayetidir. Birine size verilenin benzerinin
verilmesinden veya Rabbinizin huzurunda deliller getireceklerinden dolayı mı
(böyle söylüyorsunuz)?" De ki: "Lütuf Allah'ın elindedir, onu
dilediğine verir. Allah'ın lütfü geniştir. O her şeyi bilendir. Rahmetini
dilediğine tahsis eder. Allah üstün lütuf sahibidir".
73. ayetteki, Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın
sözünü, bir önceki ayette Müminlere indirilmiş olana sabahleyin inanıp akşamleyin
inkar edin. Belki onlar dönerler diyen kitap ehlinden bir grup, kendi arkadaşlarına
söylemişlerdir.
Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın ifadesini
Razi, "Tevrat'ın hükümlerini kabul etmeyen hiçbir peygamberi kabul
etmeyin; Tevrat'ın herhangi bir hükmünü değiştiren peygamberleri de kabul etmeyin"[165]
şeklinde yorumlamaktadır.
Bize göre sadece yahudiler değil, hristiyanlann bir kısmı da bu söze
katılmışlardır. Şu ayet de bunu teyit etmektedir:
(Milletlerine uymadıkça yahudiler de hristiyanlar da asla senden razı
olmayacaklardır. De ki: "Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur").
[Bakara/120]
Görüldüğü gibi Bakara/120'de millet kavramı, Âl-i İmran/73'de din 'e dönüşmüştür.
Bakara/l 20'deki ifade, hemen hemen Âl-i İmran/73'dekine benzemektedir. Öyle
anlaşılıyor ki, bu sözü söyleyenler, yahudi ve hristiyanlar-dan bir gruptur.
Ancak Razi'nin, inanmayın ifadesini, "Peygamber'e inanmayın" diye
yorumlaması da doğrudur.
Ayetin bu kısmından hareketle şu genellemeyi yapabiliriz: O dönemde,
inanç konusunda dayatma vardı. Halkın inancını, mensup bulundukları dinin ileri
gelenleri belirliyordu. Bu durum, günümüzde de aynen devam etmektedir. Genelde
insanlar, inançlarım kendileri seçmemekte; aile ve toplumlarının inançlarını
kalıtsal olarak sürdürmektedirler. Aslında bu durum, sosyal hayatın doğal bir
kanunudur.
Doğan çocuk fıtrat üzere doğar; ebeveyni yahudi ise yahudi, hristiyan
ise hristiyan, ateş perest ise ateş perest olur mealindeki hadis de bu gerçeğe
işaret etmektedir. Sizin dininize tabi olmayana inanmayın emri, sosyal grubun
ne kadar etkin olduğunun işaretidir. Sosyal farklılıkların bulunduğuna dikkat
çekmesinin yanısıra bu ayet, peygamberlere neden tepki gösterildiğine de
açıklık getirmektedir. Farklılıkları tepki haline dönüştüren fertten ziyade
gruptur. Eğer grup baskısı olmasaydı, kitap ehlinden daha çok insan Hz. Pey-gamber'e
inanacaktı. Günümüzde de aynı sosyal kanun geçerliliğini devam ettirmektedir.
Belli inançları paylaşanların meydana getirdiği gruplar, fertlerin doğru
inancı kabullenmelerini engellemektedir. Bu engeller ortadan kalkmadıkça,
fertlerin hakikati kucaklaması zor, hatta imkansızdır.
Kitap ehlinden bir grubun böyle demesine mukabil Yüce Allah Hz.
Pey-gamber'e şöyle demesini emretmektedir:
(De ki: "Şüphesiz hidayet, Allah'ın hidayetidir").
Aynı ifade Bakara/l 20'de de yer almaktadır. Bakara/l 20'de geçen millet
kavramı ile Âl-i İmran/73'de geçen din kavramı bu ayette huda ile açıklanmaktadır.
Huda da yol anlamına gelir. O zaman, millet, din ve huda kavramları yol
manasında buluşmaktadırlar. De ki: "Şüphesiz hidayet Allah'ın hidayetidir"
ifadesini, De ki: "Şüphesiz yol Allah'ın yoludur" şeklinde anlamak
mümkündür.
Zaten ayette yer alan kavramlar birbirini tefsir etmektedir. Din
hidayettir; hidayet de dindir. Âl-i İmran/73'de kitap ehlinin din dediğine Yüce
Allah huda demektedir. Peki, yol Allah'ın yolu olduğuna göre, başkalarının din
adına koyduğu yollar ne olmaktadır? Bu sorunun cevabı Bakara/120'de verilmektedir.
Allah Teala Hz. Peygamber'e şöyle demesini emrediyor:
(De ki: "Yol Allah'ın yoludur). [Bakara/120]
Ardından da buyuruyor ki:
(Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan...)
Ayetin bu kısmında yer alan hevâ (arzu) kelimesi, Allah'ın yolunun
dışındaki yollan ifade etmektedir. Bakara/l 20'deki onların milleti ifadesi,
onların hevalarılarzuları manasına gelmektedir. Kutsallaştırman arzular,
kişinin milletini, dinini ve yolunu belirlemektedirler. İşte Allah'ın yolu
dışındaki yollar, o insanların arzularının ta kendileridir.
Din eğitimi, arzulann din ve tanrı haline gelmesini önleyecek bir
faaliyet içinde olmalıdır. Din eğitimi, kazandıracağı bilinçle,
nevalarını/arzularını din edinme hatasına düşmekten insanları korur.
De ki: "Yol ancak Allah'ın yoludur" ifadesi, Hz. Peygamber'in
de din ve hidayet adına yol koyamayacağını vurgulamaktadır. Yüce Allah bunun
peygamber tarafından insanlığa ilan edilmesini irade etmiş ve yolun sadece
Allah tarafından belirleneceği ilkesini koymuştur. Böylece, kitap ehlinin yoluna
uyana değil, Allah'ın yoluna uyana inanmayı kanunlaştırmıştır. Çünkü iman
edilmesi gereken peygamber de o yola tâbi olmaktadır.
(Birine size verilenin benzerinin verilmesinden veya Rabbinizin
huzurunda aleyhinize deliller getireceklerinden dolayı mı (böyle
söylüyorsunuz)?
Kitap ehlinden (yahudi ve hristiyanlardan) bir grubun müslümanların küfre
dönmelerini istemelerinin, kendi dinlerine mensup olanlara, dinlerine tabi
olmayanlara inanmamalarını söylemelerinin arkasındaki neden ayetin bu kısmında
açıklanmaktadır:
a) Kitap ehlinin böyle
davranmalarının sebebi, kendi kutsal kitaplarında-kine benzer hükümleri ihtiva
eden mesajın başka birine verilmesidir.
Bu söz ve davranışları, onlardaki dinî bencilliği ortaya çıkarmaktadır.
Bazı insanların farklılıklara intibak edemeyip tepki göstermesine mukabil, bunlar
benzerliklere intibak edemeyip tepki göstermektedirler. Oysa ki ilahî vahiyler
arasındaki benzerlikler, sonraki vahyin kabulünü kolaylaştırmahdır.
b) Sabahleyin inanıp,
akşamleyin inkar edecek kadar değişken ve tutarsız davranmalarının
sebeplerinden biri de, imanlarının Allah katında, aleyhlerine delil olarak
kullanılma ihtimalidir. Süleyman Ateş'in
lâ tu'mi inanmayın) ifadesine verdiği 'güvenmeyin' manasından hareket
edersek diyebiliriz ki: Hz. Peygamber'e verilen mesajın, önceki mesajlara olan
benzerliği konusunda, kitap ehlinin söylediklerine güvenmeyin. Yahudi ve
hris-tiyanlann ileri gelenleri, avamı, Kur'an ile kendi kitapları arasında
benzerlik olduğunu müslümanlara söylememelerini; zira bunun Allah katında
müslü-manlar tarafından aleyhlerine delil olarak kullanılacağını ifade ederek
korkutmaktadırlar.
(De ki: "Lütuf ve ihsan, Allah'ın elindedir"). Ayetin bu
kısmında geçen (fadl) kelimesiyle, peygamberlik, vahiy, hikmet ve kitap
kasdedilmektedir. Peygamberlik, Yüce Allah'ın bazı insanlara bahşettiği bir
görev, bir makam ve bir sıfat olduğu için, lütuf ve ihsan olarak nitelendirilmektedir.
Peygamberliğin verilmesi için, vahyin de verilmesi gerekiyor. Onun için vahyi
içeren kitabın verilmesi de bir lütuf ve ihsandır. O halde bir lütuf ve ihsan,
diğer bir lütuf ve ihsanı içine almakta; soğanın kabuklan gibi, lütuf içinde lütuf
tabakaları oluşmaktadır.
Kime lütuf ve ihsan edeceğine sadece Allah karar vereceğinden, ayette
{bi-yedillah=h\\d!tim elinde/Allah'ın kudretinde) ifadesi yer almaktadır.
Ayetteki, Onu dilediğine verir ifadesinden anlaşılıyor ki:
Peygamberliğin kime verileceği veya o lütfa kimin mazhar olacağı konusunda
kulun değil, Allah'ın iradesi esasdır.
(Allah'ın rahmeti geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir).
Ayetin sonunda vâsi ve alîm sıfatlarının kullanılmasıyla,
peygamberliğin neye göre belirlendiğine açıklık getirilmekte; Yüce Allah'ın
sınırsız rahmet ve ilmine göre bu seçimi yaptığına işaret edilmektedir. 74.
ayette şöyle buyurulmaktadır:
(Dilediğine rahmetini bağışlar ve Allah lüt-funda sınırsızdır).
Bu ayetin sonunda yer alan (azîm) kelimesinin en uygun karşılığı
'sı-mrsız'dır. Çünkü lütfün büyüklüğünden ziyade, sınırsızlığından bahsedilmesi
daha uygun olur. Lütfedilen şey, maddî bir nimet olsa bile, büyüklükten ziyade,
sınırsızlık manası daha uygun düşer. Yüce Allah sınırsız lütuf sahibi olduğu
için, istediğine istediği kadar lütuf ve ihsanda bulunabilir. Herkese layık
olduğu ve ihtiyaç duyduğu şeyi veren Allah, vahiy gibi fazla bir lütfü dilediğine
bahşetmekte muhtardır ve bu konuda yetkisini kimseyle paylaşmaz.
Yüce Allah 73 ve 74. ayetlerde yahudi ve hristiyanlara önemli bir ders
vermektedir. Bilgisiz tartışmaya girmenin, Allah'ın ayetlerini inkar etmenin,
hakka batılı karıştırmanın ve hakkı gizlemenin yanlışlığını vurguladıktan,
mü'minleri küfre döndürmek için kendi inancına ihanet etmenin ve kendi kitaplarının
benzerini getiren Peygamber'e inanmamanın ne büyük bir hata olduğunu
bildirdikten sonra, peygamberliğin bahsedilmesi hakkında bilgi vermektedir.
Vahyin kime verileceği konusundaki tasarrufun sadece Allah'a ait olduğunu
özellikle vurgulamaktadır. Çünkü, Âl-i İmran/65'den itibaren sergilenen
yanlışların altında bu konudaki cehalet yatmaktadır. Böylece Yüce Allah inanç
ve amellerdeki hataların nedenine inerek, insanları dinî açıdan eğitmenin hem
metodunu, hem de önemini ortaya koymaktadır. Din alimlerine, olayların nedenine
inerek din eğitimi ve öğretimi yapmanın ilkesini vermektedir.
Peygambere ve ona verilen vahye tepki gösteren insanların psikolojik yapılarını
analiz ederek, din alimlerine olayların arkasındaki psikolojik yapıya bakmanın önemini
öğretmektedir.
[166]
75. Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu
sana öder. Onlardan öylesi de vardır ki ona bir dinar versen, devamlı olarak
başına dikilmedikçe onu sana ödemez. Onlar, "Ümmilere karşı bize bir
sorumluluk yoktur" dedikleri için böyle yapıyorlar ve Allah'a karşı bile
bile yalan söylüyorlar.
Bu ayette inanç ile davranış arasındaki ilişki ele alınarak, bir
davranış psikolojisi analizi yapılmaktadır. Bu analizden şu sonuçlan
çıkarabiliriz:
1. Aynı dine mensup olan
insanlar, her zaman aym davranışları sergilemezler. İnanç ve din aym olmakla
beraber, ferdî farkların devreye girmesiyle davranışlarda farklılıklar meydana
gelir. Ferdî farklılıkların etkinliği, dinî hayata yansıyarak farklı ürünlerin
ortaya çıkmasına neden olur.
Bu farklılık bütün dinlerin mensuplarında bulunmaktadır. Farklı
karakter ve farklı eğitim, dinî hayattaki davranışlarda farklılıklara sebep
olmaktadır. Ancak bu farklı şahsiyetlerin ortaya çıkması, hayat tecrübesiyle
mümkün olacaktır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
(Onların hepsi aynı değil. Kitap ehli arasında, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyan ve secdeye kapanan dosdoğru insanlar da vardır). [Âl-i İmran/113]
(Onlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, doğru olanı emreder, eğri
olandan alıkoyarlar ve hayırlı işlerde birbirleriyle yansırlar. İşte bunlar,
dürüst ve erdemli kimselerdir). [Âl-i İmran/114]
Daha sonra bu ayetleri açıklayacağımızdan burada analizlerini yapmıyoruz.
Ancak şu kadarını belirtelim ki: Bu ayetler, kitap ehlinin (yahudi ve
hris-tiyanlann) hepsinin aynı olmadığını, dine ve insanlara karşı farklı
tutumlar takınıp, farklı davranışlar sergilediklerini göstermektedir.
Aynı farklılıklar müslümanlar arasında da bulunmaktadır. Sebebi ise teslim
olan, itaat eden, sadık olan, sabreden, mütevazi, muttaki (Allah'ın emir ve
nehiylerine riayet ederek azaptan korunan), muhsin (güzel hareket eden), muhlis
(ihlaslı), emmare (kötülüğü emreden), levvame (kendini kınayan), mülhime (ilham
alan) ve mutmainne (itminana eren) olarak ayınlmalandır.
Âl-i tmran/110'da kitap ehli hakkında, İçlerinde iman edenler var;
fakat çoğu yoldan çıkmışlardır buyurulması, onlardaki farklılığın başka bir
delilidir.
2. İnsanlardaki farklılığı
anlamanın en kestirme yolu, onları hayatın içinde tanımaktır.
Hayatta sergiledikleri davranışlar, onların hem karakterini, hem de
dine olan bağlılıklarını ortaya koyar.
Onun içindir ki Yüce Allah, Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez buyurarak, ekonomik ilişkilerdeki farklı davranışlarına ve manevî oluşumun davranışlarına yansımasının farklı olacağına işaret etmektedir.
Demek ki, insanları değerlendirirken, onların iyi ya da kötü oldukları
hakkında karar verirken, hayat şartlan karşısında nasıl davrandıklarına
bakılması gerekir. Yüce Allah, borcunu ödeme işlemini, insan karakterinin
sağlamlığı ve dindarlığın ölçüsü olarak belirlemektedir. Çünkü borcunu
ödemenin şahsiyeti ve dini ilgilendiren boyutları vardır. Borcunu vaktinde
ödeyenle ödemeyen arasında hem karakter, hem de dindarlık açısından fark
vardır. Allah Teala böylece, ekonomik değerle insan ilişkisine dikkat çekerek,
insanların psikolojik ve dinî duygularını analiz etmektedir.
3. (Bu da onların
"Ümmilere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur"
demelerindendir).
Borcunu ödeme konusunda zorluk çıkaran kimsenin bu davranışının, insanları
küçümsemesinden ve kibirinden kaynaklandığı beyan edilmekte; böylece de
davranışları, düşünce ve inançların yönettiği neticesi ortaya konmakta ve bir
davranış psikolojisi yapılmaktadır. Güçsüz insanların haklarını yemenin veya
geciktirmenin sorumluluğu bulunmadığını iddia etmeleri, büyük bir yanlıştır.
Ayetin bu kısmında yer alan (sebil=yol) kelimesi -birçok ayette olduğu gibi-
sorumluluk, mesuliyet, suç anlamını ifade etmektedir.
[167]
1. Sorumluluk
Tevbe suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(İyilik yapanların aleyhine bir yol/sorumluluk yoktur).
[Tevbe/91] Buradaki yol (sorumluluk) kelimesine günah manası da
verilebilir.
2. Zarar
Nisa suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Allah, inkar edenlerin mü'minlere zarar vermelerine asla izin
vermeyecektir). [Nisa/141]
Ayetteki sebil kelimesine zarar manası verilebileceği gibi, zafer
anlamı da verilebilir; yani Yüce Allah kafirlerin mü'minleri mağlub etmelerine
müsaade etmeyecektir.
3. Suç
Şura suresinde buyuruluyor ki:
(Zulme uğradıklarında kendilerini savunanlara gelince, onlara hiçbir
suç isnad edilemez). [Şura/41]
"Zulme uğradıklarında kendilerini savunanlar aleyhine yol
yoktur" demek, "Onlara bir suç isnad edilemez" demektir.
4. Ceza
Yine Şura suresinde şöyle buyuruluyor:
(Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık
edenlere ceza vardır. İşte acıklı azap bunlaradır). [Şura/42]
Yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İmran/75'de sebil kelimesine, sorumluluk,
suç ve ceza manası verilebilir. Demek ki, yapılan davranışlar inşanın kendisine
veya başkasına bir yol oluşturmakta; yapılan yanlış davranışlar, cezaya bir
kapı, bir yol açmaktadır.
4.
(Onlar Allah adına bile bile
yalan söylüyorlar).
İnsanın hangi davranışından sorumlu tutulacağını, hangi davranışından
sorumlu tutulmayacağını belirleme yetkisi Allah'a ait olduğu halde, bir kısım
kitap ehlinin, güçsüzlere karşı yaptıkları haksızlıktan sorumlu olmadıklarını
söylemeleri, bilerek Allah'ın hüküm alanına tecavüz etmektir. O nedenle Yüce
Allah, onların yalancı olduklarını bildirmektedir.
Aslında onların, güçsüz insanlara haksızlık yapmalarından ötürü kendilerine bir sorumluluk olmayacağını söylemelerinin altında, hatalarını rasyono-lize etme, yani aklileştirme yatmaktadır. Evet yalan, yanlışı aklileştirmekten kaynaklanmaktadır. Kişinin sosyal statüsünü, zulüm için mazeret olarak gören kimsenin, zulümden sakınandan farklı olacağı bir gerçektir. [168]
76. Hayır (gerçek onların dediği gibi değil), her kim sözünü yerine
getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah sakınanları sever.
Bir önceki ayetin devamı olan bu ayette Yüce Allah kötülükten sakınanları
sevdiğini beyan etmek suretiyle, bile bile Allah'a karşı yalan söylemeyi ve
ümmilere (güçsüz insanlara) zulmetmeyi önleme yoluna gitmektedir.
Ayetteki "ahde vefa", borcunu vaktinde ödemeyi ifade
etmektedir. Borç ödeme konusunda, alacaklının statüsüne bakılmamalı; vaktinde
ödenmelidir. Borcu ödemek, alacaklıya zulmetmemek, takvayı (manevî olgunluğu)
ifade etmektedir. Böylece ayette, takvanın, sosyal ilişkilerde güzel ve
adaletli davranma olduğuna işaret edilmekte ve önemli şartlarından birinin de
ahde vefa olduğu belirtilmektedir. Ahde vefa ve haksızlıktan sakınmak, yani
insan olmanın sorumluluk ve bilincini taşımak ilahî sevgiyi celbetmekte ve
kişiyi Allah'ın sevgili kullan arasına sokmaktadır. Yüce Allah güzel
davrananları, kötülük ve haksızlıktan sakınanları sevdiğini beyan etmek
suretiyle, haksızlıktan sakınmayı ve ahde vefa göstermeyi teşvik etmektedir.
Ahde vefasızlığı, kötülük ve haksızlığı önlemenin yollarından birinin
sevgi olduğuna da işaret eden bu ayet, sevgisizliğin nelere mal olacağına da
dikkat çekmektedir. Ahde vefa göstermemenin, güçsüzlere haksızlıktan sakınmamanın,
Allah'ın sevgisini kaybetmeye yol açacağını vurgulayan ayet, insanlara, yanlış
davranışlarının neticesinde neler kaybedeceklerini bildirmektedir.
Allah'ın sevgisini kazanmak, güzel eylemle mümkündür. Ahde vefa göstermek,
kötülük ve haksızlıktan sakınmak bu sevginin alt yapısını oluşturur.
[169]
77. Allah'a karşı taahhütlerini ve yeminlerini ufak bir kazanç
karşılığında değiştirenler var ya; onlar, öteki dünyanın nimetlerinden asla
nasiplenmeyeceklerdir; Allah kıyamet günü, ne onlarla konuşacak, ne yüzlerine
bakacak, ne de onları günahlarından arındıracaktır; ve onları acıklı bir azap
beklemektedir.
Ayetin nüzul/iniş sebebini kendi muhtevasından anlamak mümkün olduğu
halde müfessirler, bazı olayları iniş sebebi olarak nakletmektedirler. Biz bunlardan,
Razi'nin naklettiği Eş'as ibn Kay s olayını seçerek nüzul sebebini teke
indirmeyi uygun buluyoruz:
Eş'as ibn Kays bir arazi parçası hakkında kendisiyle davalaşan kişiyi
Hz. Peygamber'e götürür. Hz. Peygamber adama, "Delilini getir"
deyince adam, "Benim bir delilim yok" cevabını verir. Hz. Peygamber
Eş'as'a, "Bu durumda sana yemin düşer" der ve Eş'as da yemin etmeye
niyetlenir. Bunun üzerine bu ayet nazil olur. Eş'as da araziyi dava ettiği
adama bırakır ve gerçeği itiraf eder.[170]
İnsana verilen sözün Allah'a verildiği kabul edildiğinde, ayetin iniş sebebini,
"Ümmilere olan borcumuzu ödemediğimizde bize bir sorumluluk yoktur"
(Âl-i İmran/75) diyen kitap ehlinin tavrına bağlayabiliriz. 75. ayetteki bu
olgudan hemen sonra 76. ayette ahde vefa vurgulanmakta; 77. ayette ise ahde
vefasızlık işlenmektedir. Âl-i İmran/71 ayeti, Bakara/42 ayeti ile birlikte ele
alınabilir. Âl-i İmran/71 'de hakkı batıl ile niçin karıştırdıkları sorulurken,
Bakara/42'de bunu yapmamaları emredilmektedir. Diğer taraftan Baka-ra/40'da
Allah'a verilen sözün yerine getirilmesi emredilmekte, Âl-i İm-ran/76'da
ahdin/verilen sözün yerine getirilmesi emredilmektedir. 77. ayette de ahdi
yerine getirmenin neticeleri anlatılmaktadır. Ayrıca, Bakara/41 'de Allah'ın
ayetlerinin küçük bir değere değiştirilmemesi emredilirken, Âl-i İm-ran/77'de
Allah'ın ayetlerini az bir değere değiştirenlerin durumu ele alınmaktadır.
Bakara/l 74'de Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir pahaya
satanların hali de açıklanmaktadır.
Tevbe/75 ayetine gidersek, ayetin nüzul sebebi ortaya çıkar:
(Onlardan kimi de, "Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse,
mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette salihlerden olacağız!" diye Allah'a
söz verdiler). [Tevbe/75]
Tevbe/76'da da bu sözlerinde durmadıkları açıklanmaktadır. Aslında bu
ayetler kafir ve münafıklarla ilgili olduğu halde, Âl-i İmran/77'nin üslubunun
genel manada alınabilecek bir özellik arzettiğini de söyleyebiliriz.
Ümmilere karşı bizim için bir sorumluluk yoktur diyerek borcunu ve verdiği
sözü yerine getirmek istemeyenlere İsra suresinde şöyle emredilmektedir:
(Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu
gerektirir). [İsra/34]
Bu ayeti Âl-i İmran/75 ayeti ile birleştirirsek, "Ümmilere karşı
yaptıklarımızdan dolayı bize sorumluluk yoktur" diyenlere, İsra/34'de
cevap verilerek sorumlu olduklarının bildirildiğini görürüz. Bu sorumluluğun
neticesi ise, 77. ayette sıralanan cezalardır. Bu açıklamalardan sonra -iki
kışıma ayırarak- 77. ayetin analizini yapabiliriz:
1. Ayetin birinci kısmında,
Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminleri az bir bedele değiştirmekten
bahsedilmektedir:
a.
(Allah'a karşı verdikleri
sözü ve yeminlerini az bir bedel karşılığında değiştirenlere gelince...)
Borçlanan ve borcunu ödemek için söz verenler, aslında Allah'a söz vermektedirler.
İnsanın insanla yaptığı bir antlaşmayı, verdiği bir sözü Yüce Allah
önemsemekte ve kendisine verilmiş gibi kabul etmektedir.
Yapılan antlaşmaya veya edilen yemine sadık kalmak insan onuru için çok
önemli bir davranıştır. Sözüne ve yeminine sadık kalmak kamil insan olmanın
olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
(Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler vardır.
İşte onlardan kimi sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir). [Ahzab/23]
Ayet, ahde vefa gösteren civanmertlere işaret etmektedir.
Ahdine vefa göstermenin ve yeminine sadık kalmanın insanı yüceltmesine
mukabil, ahd ve yeminini az bir menfaat uğruna satmak da insanı Allah katında
değersizleştirmektedir. Ahde vefa göstermek ve yemine sadık kalmak, hiçbir
maddî değerle ölçülemez.
2. Ayetin ikinci kısmında,
ahdini ve yeminini az bir bahaya satanların durumu açıklanmaktadır:
a.
(İşte bunların ahirette bir nasibi yoktur).
Ahdini ve yeminini az bir karşılık için satan insanların ahirette
nasibi olmayacaktır. Ahdine vefa gösterme ve yeminine sadık kalma, ahirette
insana bir nasip temin edecektir.
(halâk) kelimesi, nasib manasında Kur'an'da üç ayette geçmektedir: Sihri satm alanların ahirette nasibi olmayacağmı bildiren Bakara/102 ayeti; 'Bize sadece dünyada ver' diyenlerin, ahirette hiçbir nasibi olmayacağını bildiren Bakara/200 ayeti; ahdini ve yeminini az bir bahaya satanların ahirette nasibi olmayacağını bildiren Âl-i İmran/77 ayeti.
Görüldüğü gibi, sihri satın almak, sadece dünya
hayatı için istekte bulunmak ve nihayet ahdini ve yeminini az bir bahaya
satmak, ahiretteki nasibin yok olmasına sebep olmaktadır
b.
(Kıyamet günü Allah onlarla
konuşmayacak ve onlara bakmayacak).
Bakara/174'de, Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir
pahaya satanlar, karınlarına ateş yemiş insanlar olarak tanımlanmakta ve
ahiret-te Allah'ın onlarla konuşmayacağı bildirilmektedir. Allah, ahdine vefa
göstermeyen ve yemininde sadık olmayanla da ahirette konuşmayacaktır. Ağızdan
çıkan söz ve yemin o kadar önemlidir ki, onları yerine getirmemek, Allah'ın
kulu ile konuşmasını engellemektedir. Böylece bu ayetten, dünyadaki sözlerin
ahirette de etkinlerini sürdüreceğini öğreniyoruz.
Yüce Allah ahirette onlarla konuşmayacağı gibi, onlara bakmayacaktır
da. Razi, Allah'ın bakmamasını, onlara değer vermeme, lütuf ve ihsanda bulunmama
şeklinde tefsir etmektedir. Bu dünyada verdiği söze, yaptığı yemine riayet
etmeyen kimseye, Allah da ahirette itibar etmeyecek ve değer vermeyecektir.
Verdiği sözde durmak, karşıdaki insana değer vermektir; sözde durmamak ise
karşıdaki insana değer vermemektir. Buradan, insanlara değer vermeyen kimseye,
Allah'ın değer vermeyeceği sonucu çıkar. Öyleyse, kişinin ahiretteki değeri,
dünyada insanlara verdiği değer oranında olacaktır. Böylece, ümmilere haksızlık
etmenin bir sorumluluğu olmadığını iddia eden kitap ehli kınanmaktadır. Sosyal
seviyelerine bakmadan insanlara itibar etmek, Allah katında itibar görmeye
sebep olacaktır.
c. (Onları temizlemeyecek).
Tezkiye etmek (temizlemek/temize çıkarmak), günahlarını bağışlamak, şefaatine
nail etmek, rahmetinin kapsamına almak anlamını ifade eder. B akara/l 74'de,
Allah'ın indirdiği bir şeyi gizleyenin temize çıkarılmayacağı ifade
edilmektedir ki bu, Allah'ın indirdiğinden bir şeyi gizlemekle, ahdini ve yeminini
az bir pahaya satmanın aynı derecede günah olduğunu ifade eder.
Razi, Onları temize çıkarmaz [Âl-i İmran/77] ifadesini, -Bakara/174 ayeti
münasebetiyle- onları övmez, amellerini kabul etmez, onları temiz kimselerin
cennetinde konaklatmaz şeklinde tefsir etmektedir.
Kişinin ahirette nasibi olmaması, Allah'ın onunla konuşmaması, ona
itibar etmemesi, onu temize çıkarmaması, netice itibariyle ondan uzaklaşması,
ona değer vermemesi, onunla ilgilenmemesi anlamına gelir.
d. (Onlar için acı bir azap
vardır).
İşte bu uzaklaşma ve ilgilenmeme, onlar için acıklı bir azap olacaktır.
Âl-i İmran/75 ile 77. ayetlerini topluca ele alıp bir genelleme yapacak olursak
şunu söyleyebiliriz: Bu dünyadaki farklı davranışlar öteki dünyada da
farklılıklar oluşturacaktır. Allah'ın sevgisi ahde vefa gösterenleredir.
Sözünü ve yeminini az bir pahaya satanlar, öteki dünyada itibar görmeyecek ve
acıklı azapla karşılaşacaklardır. Yüce Allah, insanları beşerî ilişkilerine
göre gözleyip değerlendirmeyi, bu ilişkilerin en önemlisinin de ekonomik
ilişkiler olduğunu öğretmektedir.
Karakterin, alınan eğitimin ve dinî inancın sağlam olup olmadığı, ekonomik
ilişkilerde, özellikle borçlanma konusunda ortaya çıkar. Yüce Allah bunları
ele alırken, genel anlamda bir davranış psikolojisi analizi yapmakta, ilahî
sevgi ve azabın sebeplerini, hangi davranışlarla ahirete taşındığını öğretmektedir.
[171]
78. Onlardan bir grup var ki, kitapta olmayan bir şeyi siz kitaptan
sanasınız diye dilleriyle kitabı çarpıtırlar ve Allah'tan olmadığı halde
"Bu Allah katırdandır!" derler, böylece bile bile Allah hakkında
yalanlar uydururlar.
Zemahşeri, Kadı Beydavi ve Hazin
(onlardan) ifadesiyle, kitabı tahrif edenlerin; İbn Abbas, Razi
yahudilerin, Nesefi ise kitap ehlinin (yahudi ve hiristiyanlann) kasdedildiğini
söylemektedir. Çağdaş müessirlerden Muhammed Esed yahudi ve hristiyanlann,
Süleyman Ateş ise sadece yahudilerin kasdedildiğini ifade etmektedir.
Biz de, (onlardan) ifadesiyle kasdedilenlerin, 75. ayette geçen kitap
ehli (yahudi ve hristiyanlar) olduğu görüşüne katılıyoruz. Ayetin bağlamına
(siyak ve sibakına) bakıldığında Muhammed Esed ile Nesefi'nin görüşünün doğru
olduğu görülür. Âl-i İmran/64'den, müslümanlarla "ortak ilkede"
buluşmaları istenen kimselerin, Hz. İbrahim hakkında tartışanların; mü'minleri
saptırmak isteyenlerin; Allah'ın ayetlerini inkar edenlerin; hakla batılı
karıştıranların; arkadaşlarına "Sabahleyin iman edin akşamleyin inkar
edin, sizin dininize tâbi olmayanlara güvenmeyin (iman etmeyin)" diyenlerin;
verdikleri sözünü ve yeminini az bir pahaya satanların, yahudi ve
hristi-yanlardan bir grup olduğu anlaşılır.
Ancak şu hususa da dikkat edilmesi gerekir: Birçok ayette kutsal
kitabın tahrifi meselesinde daha çok öne çıkarılan yahudilerdir. Mesela:
Nisa/46, Maide/13 ayetlerinde yahudilerin kutsal kitaplarını tahrif etmeleri
ele alınmakta ve kınanmaktadır. Yahudilerin daha çok öne çıkarılması,
hristiyanlann bunu yapmadığı anlamına gelmez. Netice olarak diyebiliriz ki,
ayetteki onlardan) ifadesi, yahudileri de, hristiyanlan da kapsamaktadır.
Bu açıklamalardan sonra ayetin analizini yapabiliriz:
1. (Onlardan bir grup kitaptan
olmayan bir şeyi siz kitaptan sanasınız diye dillerini kitapla eğip bükerler).
Ayetin bu kısmında bir din mensubunun, başka bir din mensubunu kandırmak
için neler yaptığı açıklanmaktadır. Kitaptan sanasınız diye ifadesinden
anlaşılıyor ki, aldatılmak istenenler mü'minlerdi. İşte 71. ayetteki, hakla batılı
karıştırma ve hakkı gizleme, buna işaret etmektedir. 72. ayette belirtildiği
gibi mü'minlerin küfre dönmelerini istemeleri, aldatmanın boyutunun nerelere
kadar uzandığını göstermektedir.
Ayetin bu kısmındaki i& (yelvûne) kelimesi çarpıtmak, eğip bükmek,
düz olan bir şeyi eğmek manalarına gelir. Kişinin, birine karşı normal
davranışını ters istikamette değiştirmesi, birini fikrinden vazgeçirmek
anlamını ifade etmektedir. Nisa/46'da (leyyen=eğerek bükerek) kalıbında yer
almaktadır.
Bu, kişinin kutsal kitabına veya bir insana takındığı olumsuz tavrı;
insanları aldatmak, fikrini çelmek için kutsal kitabını çarpıtmayı, ona karşı
dilini eğip bükmeyi, karşısındakine kitaptan olmayanı kitaptan olduğu zannını
vermeyi ifade eder. Ayette, bu şekilde davrananların, kitap ehlinin tümü
değil, onlardan bir grup olduğu belirtilmektedir. Bu grubun psikolojisini
gözler önüne seren bu davranış, başkasının inancına, dinî anlayışına tahammül
edemeyen, tolerans gösteremeyen insanların neler yapabileceğini göstermektedir.
Aldatmak, yani kitaptan olmayanın kitaptan zannedilmesi için dilin eğilip
bükülmesi, beraberinde, aldanmaya müsait olanların, cahil insanlar olduğu
olgusunu da getirmektedir. Eğer mü'minler, Kitâb-ı Mukaddes'i bilselerdi,
kitap ehli böyle bir yola başvurmazdı. İlmin olduğu yerde aldatma olmaz. Bunu
günümüze uyarlarsak diyebiliriz ki, dinler hakkında yapılan konuşmaların,
aldatmaların, dayatmaların, dogmatik öğretilerin arkasında, mukayeseli bir
şekilde dinlerin tetkik edilmemesi, araştırılmaması ve ortaya konulmaması
yatmaktadır. Diğer kutsal kitapları tarafsız bir tavırla araştırıp, kendi kitabıyla
mukayese ederek kabullerini belirlemek, belki de insanlığın erişeceği erdemin
zirvesi olacaktır. Bunu yapamayan din adanılan veya alimleri, insanları
ayartarak, aldatarak kendi dinlerine çekme çabasına girmektedirler.
2.
(Ve "O, Allah katındandır" derler.
Halbuki o, Allah katından değildir).
Allah katından olmayan bir şeyi Allah katındanmış gibi göstermek, dine
yapılacak en büyük zulümdür. Din eğitimi ve din alanı bu davranışlarla kirlenmiş,
din-insan ilişkisi zedelenmiştir. İnsanlar, kendi hayatlarına uymayan ilahî
hükümleri değiştirmiş ve bunların Allah katından olduğunu söyleyerek aldatma
yoluna gitmişlerdir.
Beşerî bir düşüncenin, görüşün ve hükmün Allah katından olduğunun
söylenmesi, Allah'ı alet ederek beşerî görüşün benimsenmesini temin etmeye
yöneliktir. Aynı şekilde, Hz. Peygamber adına hadis uyduranlar da, onun
otoritesinin arkasına sığınarak görüşlerinin yayılmasını ve kabullenilmesini
sağlama gayreti içindedirler.
Kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah katındanmış
gibi göstermek, aynı şeyi ifade ediyormuş gibi görünse de aralarında fark
vardır; zira Allah katından olmayanı Allah katındanmış gibi göstermek, kitabı
devre dışı bırakmayı da kapsar. Kitapta olup olmadığına bakmadan görüşünü
doğrudan Allah'a isnad etmek, zulmün doruk noktasıdır.
3. (Bile bile Allah'a karşı
yalan söylerler). Kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah
katındanmış gibi göstermek, Allah'a karşı yalan söylemekten başka bir şey
değildir. Kitap ehlinin din adamlarının bu eylemi bilerek yapmış olmaları,
kirlenmenin niyetlerinden/beyinlerinden başladığını göstermektedir. Niyetin
kirlenmesi öylesine bir zulme meydan vermiştir ki, din ve ilim adamı, Allah'a
karşı yalan söylemeye cüret etmiştir. Yüce Allah, yahudi ve hristiyanlann kendi
aralarında farklı gruplara ayrıldıklarını ve bu grupların durumunu
beşerî/insanî ilişkiler içinde tanımanın önemini vurgulamış; 75. ayette ticarî
ilişkilerin onların şahsiyetini ortaya çıkaracağını ifade etmiştir. Bu bağlamda,
77. ayette zikredildiği gibi, verdikleri sözü ve yaptıkları yeminleri az bir
pahaya satmaları, Allah'a karşı bilerek yalan söylemeleri, onların gerçek
yüzlerinin tanınmasını temin etmektedir. Ticarî ilişkilerdeki tavrı, sözüne ve
yeminine ne kadar riayet ettiği, vahiy karşısındaki tutumu insanı
değerlendirmekte kullanılacak ölçütlerdir. Birincisi ekonomik alanı, ikincisi
ahlâkî alanı, üçüncüsü de dinî alanı ilgilendirmektedir. 75, 77 ve 78.
ayetlerde zikredilen davnanışlar, insanları aldatmaya yöneliktir. Aldanmaya
açık olan insan grubu da cahillerden teşekkül etmektedir.
Burada verilen mesaj, müslümanlann cehaletten kurtulmaları ve dolayısıyla
da aldanmamalandır. Hz. Peygamber, yalan söyleyerek, yalan yere yemin ederek
ticaretinde sürüm yapmaya çalışan ve verdiğini başa kakan kimselerle, Yüce
Allah'ın kıyamet günü konuşmayacağını, onlara itibar etmeyeceğini ve onlar
için acıklı bir azap olacağını söylemiştir.[172]
Peki yahudi ve hristiyanlann yaptıklarının Kur'an'da anlatılması, bugün
bizim için ne ifade etmektedir? Yahudi ve hristiyanlann yaptıklan kedilerini
ilgilendirdiğine göre, kıyamete kadar baki kalacak olan bir kutsal kitapta niçin
yer almaktadır? tşte bu sorulann cevabı, ayeti güncelleştirecek, tarihî olgunun
bir anlatımından öte, günümüze ışık tutacaktır: Yahudilik, Hristiyan-lık ve
Müslümanlık yaşadığı müddetçe öyle ilim ve din adamlan çıkacaktır ki, kitaptan
olmayanın kitaptan; Allah katından olmayanın Allah katından olduğunu
söyleyerek Allah'a karşı yalan uydurarak cahil insanların kafalannı kanştınp
onlan aldatacaklar; dinin referanslannı küçümseyerek kendi görüşlerini
dindenmiş gibi gösterip dinin beşerileşmesine sebep olacaklardır.
Yüce Allah, müslümanlann bilgiye önem vermelerini, kutsal kitaplanm
öğrenmelerini ve böylece de aldanmamalannı istediği için bunlan Kur'an'da
zikretmektedir. Bunun yanısıra, başka ayetlerde, böyle yapanlann zulüm
işlediklerini bildirerek onları caydırma amacı gütmektedir. Kur'an'ın hükümleri
dururken, din adma gelişi güzel fetva vermenin ne kadar kötü olduğunu ifade
eden pek çok ayet bulunmaktadır.
a.
Dinde gelişi güzel fetva
verilemez. Yüce Allah Nahl suresinde buyuruyor ki:
(Buna göre, artık, kendi yalanınızı Allah'a isnad ederek öyle dilinize
geldiği gibi yalan yanlış "Bu helaldir şu haramdır" demeyin; çünkü,
haberiniz olsun, Allah'a yalan isnad edenler asla kurtuluşa eremezler).
[Nahl/116]
Dilinize geldiği gibi ifadesi, ahlâkî ve dinî konularda ferdî
tercihlere dayanarak, cahilce fetva verilemeyeceği, görüşler ileri
sürülemeyeceği ilkesini koymaktadır. Kişisel görüşlerin din alanına girmesi,
hata oranını artırır. Bunun neticesi olarak da toplumun felahı yok olur.
Yüce Allah Tahrim suresinde Hz. Peygamber'i sorgulamaktadır:
(Ey Peygamber! Eşlerini memnun etmek i-çin, neden Allah'ın sana helal
kıldığı bazı şeyleri haram kılıyorsun?) [Tahrim/1]
İnsan olması nedeniyle Hz. Peygamber'in de kişisel görüşü ile fetva verdiğinde
hata edebileceğine işaret eden bu ayet, Allah'ın helal kıldığını haram, haram
kıldığını helal kılmanın imkansızlığını vurgulamaktadır. Böyle bir müdahale
yetkisi, Hz. Peygamber'e bile verilmediğine göre, sıradan insanlara haydi
haydi verilmemiştir.
b.
Allah hakkında yalan
uydurmak zulümdür.
Yüce Allah En'am/93'de, Allah hakkında yalan uyduran kimseyi, yalancı
peygamberlik iddiasında bulunan ve Allah'ın indirdiği gibi kendisinin de indirebileceğini
söyleyen kimselerle bir tutmakta ve onları en zalim kimseler olarak ilan
etmektedir.
En'am suresinde buyuruluyor ki:
(Kendi uydurduğu yalanlan Allah'a yakıştıranlardan veya O'nun mesajlarını
yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir?) [En'am/21]
Kendi kişisel görüşünü insanlara dinin hükmü imiş gibi naklederken Allah'ı
referans olarak gösteren kimse, Allah'ın ayetlerini inkar edenle eş tutulmakta
ve zalimlerin en büyüğü olarak takdim edilmektedir.
c. Allah hakkında yalan
uydurmanın yaygınlaşması, hidayeti engeller.
Yüce Allah, bir şeyin haram veya helalliğini ilahî vahiy bilgisine
sahip olmadan tartışmanın çok tehlikeli ve zararlı olduğunu En'am suresinde
şöyle açıklamaktadır:
(Hiçbir gerçek bilgiye dayanmadan kendi uydurduğu yalanlan Allah'a isnad eden, böylece insanları saptırandan daha zalim kim olabilir? Unutmayın ki Allah böyle zalim bir halka hidayet etmez). [En'am/144]
Kendi kişisel görüşünü Allah'a isnad eden ilim veya din adamı halkı yoldan
çıkarmakta ve Allah'ın hidayet yolunu tıkamaktadır. Çünkü bu zalim ilim ve din
adamları, halkı da yoldan çıkarıp, onların da din konusunda gelişi güzel fetva
vermelerine sebep olurlar. Bu durum, toplumu zulme götürür; neticede Allah'ın
doğru yolu göstermesine engel olur.
Öyleyse vahiy bilgisinin olmadığı yerde karanlık, zulüm yoldan çıkma ve
doğru yolu kaybetme vardır.
d.
Allah'a iftira edene lanet
vardır:
(Kim Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir? Onlar,
Rablerine arzedilecekler, şahitler de, "İşte bunlar Rablerine karşı yalan
söyleyenlerdir" diyecekler. Bilin ki Allah'ın laneti zalimlerin
üzerinedir). [Hud/18]
Din adına kendi kişisel görüşünü Allah'a isnad ederek fetva verenler bu
suçlarıyla Allah'ın huzuruna çıkarılacak ve onlar için lanetten başka birşey
olmayacaktır.
Yüce Allah kitap ehlinden (yahudi ve hristiyanlardan) bir grubun böyle
yaptığını bildirmek suretiyle, müslüman ilim ve din adamalarına böyle yapmamaları
mesajını vermekte ve onları, kişisel görüşlerini Allah'a isnad ederek dinin
hükmü imiş gibi sunmaktan caydırmak için zalim, müfteri ve lanet kavramlarını
kullanmaktadır. Kur'an'da kitap ehlinden bir grubun yaptıklarının
nakledilmesinin sebebi budur. Peki insanlar neden Allah'a iftira ederek kişisel
görüşlerini dindenmiş gibi gösterirler? Bunun sebeplerini Kur'an'dan
bulabiliriz:
1. Allah'ın indirdiğini
yeterli görmemek
(Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Elbette iman eden bir toplum için bunda rahmet ve ibret vardır). [Ankebut/51]
Bu surenin 50. ayetine göre, inanmayanlar, Kur'an'ı yetersiz görerek
Kur'an dışında mucize istemişler; buna karşılık Allah Teala da, Hz.
Peygam-ber'e indirilen ve onlara okunan kitabın yeterli olduğunu bildirmiştir.
"Kur'an'da her şeyden bahsedilmez" diyenler, aslında Kur'an'ı
zımnen yetersiz görmekte ve Kur'an'm yetersiz kaldığı yerlerde sünnetin, icma
ve içtihadın devreye girdiğini düşünmektedirler. Oysa Ankebut/51 'de, din için
Kur'an'ın yeterli olduğu belirtilmekte, Maide/3'de ise, Bugün sizin dininizi
kemale erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahsettim ve İslâm'ı sizin dininiz
olarak belirledim buyurulmaktadır. İlahî vahyin sona ermesiyle din
tamamlandığı halde, dinin tamamlanmadığını, Kur'an'ın yetersiz olduğunu
düşünenler, Kur'an'ı küçümsemekte ve Allah'a iftira etmektedirler.
Kur'an dinin sınırlarım tesbit etmiş ve insana Kur'an'ı anlamak, yeni
problemlere çözümler getirmek için geniş bir alan bırakmıştır. Kur'an'ın, insan
düşüncesine geniş bir alan bırakması, onun din için yetersiz olduğunu
göstermez. Zira, beşerî düşüncenin bulacağı çözümler ve üreteceği bilgiler din
alanına değil, kültür alanına dahildir.
Kur'an yeterli olmasaydı Yüce Allah şöyle buyurur muydu:
(Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerlerinde bir
zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver). [Kaf/45]
Bu ayette Yüce Allah, Hz. Peygamber'e ve dolayısıyla gelecek olan bütün
din adamlarına ve alimlerine Kur'an'la öğüt vermelerini emretmektedir. Bu, hem
Allah'ın emri, hem de Peygamber'in uygulamasıdır.
Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in, Kur'an'ı yetersiz görerek Allah'a
atfen bir şey uydurması halinde neler olacağını Yüce Allah şöyle beyan
etmektedir:
(Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı. Elbette onu
kıskıvrak yakalardık. Sonra onun şah damarım koparırdık). [Hakka/44-46]
Şah damarını koparırdık ifadesi, biyolojik şah daman değil, insan ve
toplumun hareket alanını daraltarak, gelişip yücelmesini engellemeyi; insanın
kendi benliği ve diğer insanlar ile olan bağlarının kesilmesini ifade
etmektedir.
2. Küçümsemek
Din için Kur'an dışında bir kaynak aramak veya Kur'an dışı bir kaynaktan
din adına fetva vermek, Kur'an'ı küçümsemek anlamına gelir:
(Öyleyse, Allah'ın mesajlarını yalanlayandan ve küçümseyerek onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir?) [En'am/157]
Yüce Allah müslüman din alimlerinin bu duruma düşmemesini istediği için
bu ayeti inzal buyurmuştur.
(Yahut da, "Eğer bize de bir ilahî kelam indirilmiş olsaydı onun
rehberliğine kesinlikle onlardan daha sıkı uyardık" (demeyesiniz).
[En'am/157]
3. Allah'a kavuşacağına
inanmamak
Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı ummayanlar, "Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben, bana vahyolunandan başkasma uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük bir günün azabından korkanm"). [Yunus/15] Bu ayetin tefsirinde Muhammed Esed şöyle demektedir:
Neyin eğri, neyin doğru olduğu konusunda bizim kendi görüşlerimize uyan
bir öğreti getir. Yukarıda ayette geçen ifade (hem Hz. Peygamber zamanında, hem
de sonraki çağlarda) pek çok agnostic (bilinemezci) tarafından Kur'an'ın ahlâka
ve ahirete ilişkin öğretilerine yöneltilen son derece indî (sübjektif)
eleştirilere ve özellikle böylelerinin, Kur'an'ın Muhammed'in kendi uydurması
olduğu ve dolayısıyla kendi kişisel görüşlerinden başka bir şey ifade etmediği
yolundaki iddialarına ilişkin ima yollu bir atıf durumundadır.[173]
Razi'nin dediği gibi, Allah'a kavuşacaklarına inanmayan insanlar Kur'an
ile alay ederler. Hayatlarına uymadığı ve alışkanlıklarına ters düştüğü için,
ondan başkasını isterler veya onun değiştirilmesini talep ederler. Bunu Hz.
Peygamber'den istedikleri gibi, din alimi ve din adamlarından da İsteyecekler
ve dinde reform fikrini canlı tutacaklardır.
Kur'an'ı yanlış anlatanlar, Kur'an'ı iyi bilmeden fetva verenler ve
kişisel görüşlerini Allah'ın vahyi imiş gibi öne sürenler, insanlarda dinde
reform fikrinin uyanmasına neden olmaktadırlar.
Allah Teala Hz. Peygamber'e, Kur'an'dan başka bir kitap isteyenlere veya
onun değiştirilmesini talep edenlere karşı şöyle demesini emretmektedir: (Onu
kendiliğimden değiştirmem olacak şey değil ve ben ancak bana vahyedilene
uyarım). [Yunus/15]
Bu, Kur'an'ın değiştirilemeyeceği, din adamlarının da Peygamber gibi
sadece Allah'ın indirdiği vahye tâbi olmak zorunda olduğu, kişisel görüşleriyle
din öğretiminden vazgeçmeleri gerektiği anlamına gelmektedir. Din kültürü ile
vahyi ayıramayanlar fetva verme yetkisine sahip değildirler. Zira bu tip
kimselerin, kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah katından
göstererek yahudi ve hristiyanlann düştüğü hataya düşmeleri kaçınılmazdır.
Âl-i İmran/78 ayetinin indirilmesi, müslüman din adamlarını bu hatalardan
uzak tutmaya, vahyin iyi bilinmesini ve kişisel görüşlerle din adına fetva
verilmemesini temin etmeye yöneliktir. Hz. Peygamberin sünnetine uyanlar,
aynen onun gibi ilahî vahye uymanın ve onu eyleme dönüştürmenin zorunluluğuna
inanmalıdır.
[174]
79. Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiği bir
kimsenin, insanlara "Allah'ı bırakıp bana kul olun!" demesi mümkün
değildir. Aksine "İlahî kelamın bilgisini öğreterek ve onu derinlemesine
inceleyerek Allah adamları olun" der.
80. O, melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi emretmez. Zaten,
kendinizi Allah'a teslim ettikten sonra hiç sizi hakikati inkara davet eder mi?
Âl-i lmran/79 ayetinin iniş sebebi İbn Abbas'a göre, yahudilerin
Üzeyir'e; hristiyanlann da İsa'ya Allah'ın oğlu demeleridir.[175]
Nitekim Tevbe/30'da yahudilerin, Üzeyir Allah'ın oğludur; hristiyanlann da,
İsa Allah'ın oğludur dedikleri açıkça zikredilmektedir. Allah Teala Âl-i
İmran/79'da, onların iddialarının batıl olduğunu ortaya koymaktadır.
Buna göre, Tevbe/30 ayeti Âl-i İmran/79'un; Âl-i İmran/79 ayeti de aynı
surenin 78. ayetinin iniş sebebi olmaktadır. 78. ayetteki kitaptan olmayanın
kitaptan, Allah katından olmayanın Allah katından gösterilmesi ve Allah iftira
edilmesi, 79. ayette zikri geçen peygamberlerinin Allah'ın oğlu olduğu iddiası
ve insanları kendilerine taptırmalarıdır.
Razi'nin Âl-i İmran suresinin tefsirinde naklettiği başka bir nüzul
sebebine göre, yahudilerden Ebu Rafi ile hristiyanlardan Necran heyetinin
reisi, Hz. Peygamber'e, "Sana ibadet etmemizi ve seni rab edinmemizi mi istiyorsun?"
demişler. Hz. Peygamber de, "Allah'tan başkasına tapmaktan veya Allah'a
ibadet etmeyi menetmekten Allah'a sığınırız. Allah Teala beni böyle bir iş için
göndermedi ve bana böyle bir şey emretmedi" demiş ve bunun üzerine bu
ayet inmiştir.
Şimdi kısımlara ayırarak ayeti açıklayabiliriz:
1. (Hiçbir insana yakışmaz ki
Allah ona kitap, hikmet ve peygamberlik versin de...)
Buradaki kitap kelimesi, vahiy anlamına gelmektedir. Yüce Allah
insanların içinden seçtiği elçilerine vahyeder. İlahî alemin elçisi olduklarını
gösteren ve bu elçiliğin güvencesi olan mektuba vahiy diyoruz. Rasul de, ilahî
alemin insanlar alemine olan elçisidir. Bu elçinin elindeki kitap veya vahiy,
güven mektubunu andırır. Vahiy, bir insanın objektif bilgi kaynağına
dayandığını ifade etmekte, kişisel görüşleriyle peygamberlik yapmadığını isbat
etmektedir.
Peygamberliğin ikinci olmazsa olmaz şartı hüküm'dür. Hüküm, bazı ayetlerde
hikmet olarak geçmektedir. Hüküm ve hikmet kelimelerinin ortak manaları
"sağlam muhakeme"dir. Kendisinde vahiy ile sağlam muhakeme gücü bir
araya gelmeyen kimse peygamber olamaz, risalet görevini yürütemez. Yusuf/22'de
Hz. Yusuf a, Kasas/14'de Hz. Musa'ya hüküm verildiği ifade edilmektedir. Demek
ki, peygamberlerin ortak özelliği sağlam muhakemeye sahip olmalarıdır. Sağlam
muhakeme, hüküm vermenin ve hikmet üretmenin temelini, alt yapısmı teşkil
etmektedir.
Bu ayetten, nübüvvet/peygamberlik görevinin bu iki ön şarttan sonra verildiği
anlaşılmaktadır. Kendisine vahiy, sağlam muhakeme ve nübüvvet verilen kimsenin
neleri söylemeyeceği ayette beyan edilmektedir:
2. (Bu kişinin insanlara,
"Allah'ı bırakıp bana kul olun" demesi mümkün değildir).
Demek ki, kendilerine vahiy, sağlam muhakeme ve nübüvvet verilen kimseler,
şirkin yerine tevhidi geçirmek için çalışmakta; ve bu, onların birincil
görevini teşkil etmektedir.
Ayetin bu kısmının mefhumu muhalifi (karşıt manası) dikkate alındığında,
vahiy almayan ve sağlam muhakemeye sahip olmayan insanların kedilerini tanrı
yerine koyma ihtimalinin -az da olsa- bulunduğu söylenebilir. Bu durumu,
günümüze uyarladığımızda diyebiliriz ki; vahyi öğrenen ve aklı başında olan
bir müslümanın, Allah'a şirk koşması mümkün değildir. Şirk, vahyi bilmemenin
ve sağlam bir muhakemeye sahip olmamanın neticesidir. Öyleyse din eğitimcileri,
şirkle mücadele için, vahyi ve doğru düşünme sanatını öğretmelidir.
3. (Bilakis, "Okumakta ve
öğretmekte olduğunuz kitap uyarınca Allah adamları olun" der).
Yukarda, peygamberlerin asla söylemeyecekleri şeye, burada ise söylediklere
şeye dikkat çekilmektedir.
Ayetin bu bölümünde hem Vjdi (tuallimûn=taiim etmek/öğretmek/okutmak),
hem de (incelemek, öğrenmek/öğretmek) kelimeleri yer almaktadır.
Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz: Allah'a yaraşır kul,
Allah adamı (Allah'a mensup) olmanın yolu, talim ve tedristen geçmektedir.
İnsanlar ancak ilahî vahyi inceleyerek ve başkasına öğreterek
olgunlaşabilirler.
(rabbâniyyûn) kavramı, Sibeveyh'e göre Rabbini bilip O'na itaat eden;
Müberred'e göre terbiye etmek, yetiştirmek; İbn Zeyd'e göre ise insanları
eğitip yetiştiren manalarına gelmektedir.[176]
Öyleyse rabbani kelimesi, ilahî vahyi öğrenen, tatbik eden ve başkasına
öğreten anlamına gelir. Böyle yapan kimseler olgunlaşıp Allah'a mensup kullar
haline gelirler. Allah'ın rab sıfatına bürünmek için öğrenmek ve öğretmek
gerekir.
Gelişmişliği ifade etmesinin yanısıra rabbani kelimesi, gelişmişliğin
de bilgiyi üretmek ve yaymakla olacağına işaret etmektedir. Ancak bu şekilde
hem faydalanmak, hem de faydalandırmak mümkün olabilir. Hz. Peygamber, Faydam
ilimden ve saygı duymayan gönülden Allah'a sığınırız[177]
derken bunu kasdetmiştir.
Allah adamı olmak için, ilahî kitabı incelemek, anlamak/öğrenmek ve öğretmek
gerekir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, insanı yücelten bilgidir; bilginin
faydası insanı yüceltmesi ve hayatı kolaylaştırmasıyla belli olur. İnsanı
zenginleştirmeyen, olgunlaştırmayan ve yüceltmeyen bilgi faydasız olduğu için
sineye yüktür. Hz. Peygamber böyle bilgiden .Allah'a sığınmaktadır.
Demek ki peygamberler, insanları kendilerine kul yapmak için değil, Allah'a
yaraşır kullar yetiştirmek için eğitim vermektedirler. İnsanların rabbani
olabilmeleri için, kitabı inceleyip öğrenmeleri, hayata geçirmeleri ve başkalarına
da öğretmeleri gerekir. Buradan, tevhidin, kitaptan elde edilecek bilginin
temelleri üzerine inşa edileceği de anlaşılmaktadır. Peygamber şirke değil,
Allah'ın yoluna çağırmakla [Nahl/125]; insanları öğrenmek ve öğretmeye davet
etmekle görevlidir.
79. ayetin devamı olan Âl-i İmran/80'de de, peygamberin insanlara
neleri emretmeyeceği belirtilmektedir:
1.
(Peygamber, melekleri ve
peygamberleri tanrı edinmenizi emretmez).
Ayetin bu kısmıyla, hem peygamberleri tanrı edinen yahudi ve
hristiyanlar; hem de melekleri ilah edinen [Fatır/3] Arap müşrikleri
eleştirilmektedir. Âl-i İmran/78'de geçen ilahî vahye yapılan müdahalenin hangi
konularda olduğuna da işaret eden bu kısım, insanların neleri tanrı edinerek
şirke düştüklerine açıklık getirmektedir.
Bir peygamber, kendisine veya diğer peygamberlere tapınılmasını ve meleklerin
tanrı edinilmesini asla emretmez. Şirkin mayaladığı bu kültürle peygamberlerin
hiçbir alakası olmadığına işaret eden bu ayet, 78. ayetin nüzul sebebidir.
2. (Siz müslüman olduktan
sonra hiç size küfrü emreder mi?)
Peygamberin görevi, insanların Allah'a teslim olmasını temin etmek olduğuna
göre, müslümana küfrü emretmesi olası değildir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Allah Teala kitap ehlinden bazılarının
yaptığı fahiş hataları Âl-i İmran/78, 79 ve 80. ayetlerde eleştirmektedir. Bu
kimselerin; kitaptan olmayanın kitaptan, Allah katından olmayanın Allah
katından olduğunu söylemekle ve böylece bile bile Allah'a yalan isnad etmekle
şirke yardım ettikleri; bu durumdan da ancak bilgi sayesinde kurtulabilecekleri
vurgulanmaktadır.
Peygamberin görevleri belirlenip öğrenmeye ve öğretmeye teşvik edilerek,
kamil insan olmanın yollan öğretilmektedir. Günümüze taşıdığımızda ayetten şu
sonucu çıkarabiliriz: Hiçbir beşere kutsallık atfedilemez, hiçbir beşerden
yardım istenemez; hiçbir beşer Allah ile kul arasına aracı olarak konulamaz.
Allah ile kul arasına birilerini aracı koyarak, onlardan kendilerini Allah'a
yaklaştırmasını beklemek, affa nail olmak için beşerden yardım dilemek şirkin
temellerini sağlamlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Bu konuda Hz. Peygamber çok titiz davranmış ve insanları şu şekilde
uyarmıştır:
Hiç biriniz, kimseye kulum demesin. Çünkü hepiniz Allah'ın
kullarısınız. Ama uşağım desin. Köle de sahibine rabbim demesin, fakat efendim
desin.[178]
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, rab ve kul kavramlarının insan için
kullanılmasını yasaklamıştır. Hz. Peygamber'in bu husustaki titizliği, şirkin
sızma ihtimalinin bulunduğu bütün kapılan kapatmaya ve şirkin kökünü kesmeye
yöneliktir.
[179]
81. Allah peygamberlerden şöyle söz almış, "Bakın size kitap ve
hikmet verdim, imdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde
ona mutlaka inanacak ve mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Ve
bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?" demişti. "Kabul
ettik" dediler.
"O halde tanık olun, ben de sizinle beraber tanık olanlardanım"
dedi. 82. Artık kim bundan sonra dönerse, işte onlar/asıklardır.
Alimler, 81. ayetin başında yer alan, Allah peygamberlerden şöyle söz
almıştı ifadesini tefsir etmekte çok zorlanmışlardır. Razi, yapılan farklı
yorumların tümünü tefsirinde özetlemiştir. Muhammed Esed onun naklettiği
yorumlardan birine dayanarak ibareyi şöyle çevirmiştir: Allah (geçmiş
vahiylerin izleyicilerinden) peygamberleri vasıtasıyla şu taahhüdü talep etti.
Bu söz bizzat peygamberlerden mi, yoksa peygamberler vasıtasıyla ümmetlerinden
mi alınmıştır?
Zemahşeri burada dört görüş beyan etmektedir:
a)
İbarenin zahiri, sözün
bizzat peygamberlerden alındığını göstermektedir;
b)
Söz, peygamberlerin
ümmetlerinden alınmıştır;
c)
Söz, peygamberlerin
çocuklarından, yani İsrailoğlullan'ndan alınmıştır;
d)
Söz, kitap ehlinden (yahudi
ve hristiyanlardan) alınmıştır.[180]
Razi'nin naklettiğine göre İbn Cerir et-Taberi söz alınanlann kitap
ehli olduğu görüşündedir. Zeccac'a göre ise, Hz. Muhammed'e, daha önceki peygamberden
söz alındığını hatırlaması önerilmektedir. Razi daha sonra Ze-mahşeri'nin
sıraladığı ihtimalleri zikretmekte; bu sözün, "Biz peygamberliğe daha
layıkız; biz kitap ehliyiz; peygamberler bizden olur" diyerek Hz. Mu-hammed'i
peygamberliğe layık görmeyen yahudi ve hristiyanlardan alındığına dair Talak/l
ayetini delil göstermektedir.
Razi, Ebu Müslim el-İsfahani'den -82. ayette geçen fasık kelimesine dayanarak-
kendilerinden söz alınanlann bizzat peygamberler değil, onların ümmetleri
olduğu görüşünü nakletmektedir. Diğer taraftan Razi, Ebu Müslim'in fikrini
çeşitli ayetlerden delil getirerek reddeden Keffal'in görüşünü de
zikretmektedir.
Razi, Ey İsrailoğulları! Size verdiğim bunca nimetlerimi hatırlayın,
ahdimi yerine getirin ki, ben de size olan ahdimi yerine getireyim [Bakara/40]
ve Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden "Onu mutlaka insanlara
açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye misak almıştı [Âl-i
İmran/187] ayetini delil getirerek, kendilerinden söz alınanlann, Hz. Muhammed
zamanında yaşayan kitap ehli olduğu fikrini öne sürmektedir.[181]
Bize göre, Yüce Allah -Hz. Muhammed'i tasdik etmelerini temin etmek
için- kitap ehlini'muhatap alarak, peygamberler arasındaki birbirini tasdik
etme kanununa işaret etmektedir. Yani, bir peygamber kendi döneminde gelen
peygamber veya peygamberleri tasdik etmek mecburiyetinde olduğu gibi, sonraki
peygamber de öncekini/öncekileri tasdik eder ve kendinden sonrakini de
müjdeler. Saf suresinde şöyle buyurulmaktadır:
(Ve vaktiyle Meryem oğlu İsa, "Ey İsrailoğullan! Şüphesiz ben size
Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı tasdik edici ve benden sonra
gelecek olan Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim"
demişti). [Saf/6]
Yüce Allah, peygamberlerin kendilerinden önceki peygamberleri ve
çağdaşı olan peygamberleri tasdik etme kanununun onların ümmetine de intikal
etmesini istemektedir. Hz. Muhammed'e gelen Kur'an -aralarında fark gözetmeden-
önceki peygamberlere imanı bir zorunluluk sayıyorsa, Hz. Mu-hammed zamanında
yaşayan kitap ehlinin de Hz. Muhammed'e inanması bir zorunluluktur.
Peygamber, Rabbi tarafından indirilene iman etti, müminler de iman ettiler.
Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.
"Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız..."
[Bakara/285] ayetindeki kitaplara, peygamberlere -ayırım gözetmeksizin- iman
etmek ifadesinden anlaşılıyor ki, dinin temel kanunlarından biri, aralarında
fark gözetmeksizin bütün peygamberleri tasdik etmek, onlara inanmaktır. Peygamberler
de bu tasdik ve iman ile yükümlüdürler.
1. Bu noktadan hareketle
ayetin mealini Muhammed Esed gibi vermeyi uygun buluyoruz: Allah, (kitap
ehlinden) peygamberler vasıtasıyla şu taahhüdü talep etti.
Bu meal, Kur'an'da bazı ayetlerde kullanılan metoda uygun düşmektedir.
Yüce Allah, bazı hükümlerini doğrudan kullan üzerinde değil, peygamberin
şahsında dener ve müteakiben insanlara intikal ettirir. Mesela: Ahzab suresinde
şöyle buyurulmaktadır:
(Ey Peygamber! Allah'tan sakın ve kafirlerle münafıklara boyun eğme).
[Ahzab/1]
Buradaki emirlerin muhatabı sadece Hz. Peygamber değil; aksine inananların
tümüdür.
Yine, Ahzab suresinde buyuruluyor ki:
(Ey Peygamber! Eşlerine söyle: "Eğer dünya hayatını ve süsünü
istiyorsanız, gelin
size boşanma bedellerini vereyim de, sizi güzellikle
salıvereyim").
[Ahzab/28]
Bu ayetteki hükümler de, sadece Hz. Peygamber'i değil, tam tersine kıyamete
kadar gelecek bütün müslümanlan bağlamaktadır.
Yine, (Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda...) [Talak/l] ayetinin
muhatabı da sadece Hz. Peygamber değil, bütün müslüman-lardır.
Bu metodu Âl-i İmran/81 ayetine uyguladığımız zaman, İbn Cerir
et-Taberi'nin, Zemahşeri ve Razi'nin yorumlannın ve Muhammed Esed'in mealinin
daha uygun olduğu anlaşılır. O halde, peygamberlerden söz alınması, Hz.
Muhammed'in peygamberliğine inanmayan kitap ehlinden söz alınmasıdır.
2. (Eğer kitap ve hikmeti size
bahşettikten sonra, halen sahip olduğunuz hakikati tasdik eden bir elçi size
gelirse ona inanmalı ve yardım etmelisiniz).
Vahiy ve hikmet, diğer vahiy ve hikmetleri tasdik eder. Önceki vahiy,
sonraki öğretinin vahiy olup olmadığı hakkında bir ölçüttür:
(Allah sana kitabı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak
indirmiştir). [Âl-i İmran/3]
Sonraki vahiy öncekileri tasdik eder; önceki de sonrakinin vahiy olduğuna
şahitlik eder. Vahiy vahyi tasdik ettiğine göre, bu ayet, önceki peygamberlerin
ve ümmetlerinin, sonraki peygamberi tasdik etmesini ve yardım etmesini zorunlu
kılmaktadır. Bu tasdik ve yardımın alt yapısını Âl-i İmran/64 ayeti
hazırlamıştır. Bu ayette, yahudi ve hristiyanlar, "ortak ilke"
etrafında birleşmeye çağırılmakta, bunun da şirkten uzak tevhid inancı olduğu
ifade edilmektedir.
Tevhid zemini üzerine kurulan ve şirkten uzak olma şartına dayanan bu
"ortak ilke", 81. ayetteki antlaşmanın eksen değerini oluşturarak,
kitap ehlinin Hz. Muhammed'i tasdik etmesinin, ona inanmasının ve yardım
etmesinin itici gücü olacaktır. Ellerindeki vahyi tasdik eden bir peygambere,
iman edip yardım etmeleri bir zorunluluktur.
Âl-i İmran/81 ayetinin ikinci kısmında, vahyin ve onun ortaya koyduğu
İslâm dininin kaynağmın Allah olduğu; ve bunun, peygamberlerin ilki Hz.
Adem'den beri akan bir ırmak olduğu, her peygamberin bu ırmağın akışına katkıda
bulunduğu, onların ümmetlerinin de bu ırmağın akışına katkıda bulunmak için
peygamberlerin tümüne inanmaları ve yardım etmeleri gerektiği vurgulanmaktadır.
Yüce Allah vahiy ve hikmet bahşettiği yahudi ve hristiyanlardan bu tasdik
ve yardımı bekleyerek, onlara şu suali sormuştur:
3. ("Bu şarta dayalı
ahdimi kabul ve tasdik eder misiniz?" Onlar, "Kabul ederiz"
dediler).
Ayetin bu kısmından şu neticeyi çıkarabiliriz: "Kabul ve tasdik
eder misiniz?" sorusundan, Allah'ın dayatma yapmadığı, kabul ve tasdiki
kulun iradesine bıraktığı anlaşılmaktadır. Eğer dayatma yapsaydı, "Kabul
ve tasdik eder misiniz?" denmezdi. Peygamberlerin bu soruya 'Evet' cevabı
vermeleri, kitap ehlinin Hz. Muhammed'e inanmalarını ve onu tasdik etmelerini
-zorunlu kılmasının yamsıra- kolaylaştırmaktadır da.
4.
(Allah, "Öyleyse şahit
olun. Ben de sizinle şahitlik edenlerdenim" buyurdu).
Ayetin başında geçen antlaşma (misak), ayetin sonunda taraflar arasında
imzalanmaktadır. Yüce Allah, daha önceki peygamberlere ve ümmetlere gönderdiği
vahiy ve hikmetten hareketle bir antlaşma metni hazırlamıştı. Buna göre,
kendilerine gönderileni tasdik eden bir elçi gelince ona inanacak ve yardım
edeceklerdi. Bu şartlan, peygamberlere ve onların ümmetlerine sundu; kabul
edip etmemekte onları serbest bıraktı; onlar da kendi serbest iradeleriyle
'Evet' cevabını verdiler. Antlaşmaya Yüce Allah hem kendini, hem de
peygamberleri ve ümmetlerini şahit tuttu.
82. ayette, (O halde, kimler dönerse, işte onlar, gerçek /asıklardır)
buyurmak suretiyle, antlaşmaya uymayı garanti altına alan bir madde koydu. Bu
ayette, antlaşmayı kabul ettikten sonra dönme ihtimalinin olabileceğine de
işaret edilmektedir. Allah Teala, kabul ettikten sonra antlaşmadan dönenleri
fasık olarak nitelendirmektedir.
Bir peygamberin verdiği sözden dönerek fasıldık etme ihtimali olmadığından,
buradaki antlaşmanın, peygamberlerin ümmetleriyle yapıldığı ortaya çıkmaktadır.
Antlaşmanın peygamberlerin ümmetleriyle yapıldığının başka bir delili de,
İsrailoğullan'nın, kendileriyle yapılan antlaşmadan yüz çevirmeleridir
[Bakara/83]. İsrailoğullan, birbirlerini öldürmeyeceklerine ve yurtlarından
çıkarmayacaklarına dair söz vermelerine rağmen, sözlerinde durmamışlardır.
Allah'a verdiği sözü bozanların bu ayette fasık olarak
nitelendirilmesini, Bakara/26-27'deki tanıma bağlayabiliriz. 26. ayetin sonu
fasık nitelendirme-siyle bitmekte, 27. ayette ise fasık'ın kim olduğu
açıklanmakta ve verdiği sözden dönmek, fasığın en başta gelen davranışlarından
biri olarak gösterilmektedir.
Diğer taraftan Duyuruluyor ki:
(Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik. Onları ancak fasıklar inkar
eder). [Bakara/99]
(Ne zaman onlar bir antlaşma yaptı-larsa, yine onlardan bir grup onu
bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez). [Bakara/100]
Ayette, fasık'ın ayrılmaz niteliklerinden birinin de, yaptığı antlaşmaya
sadık kalmaması olduğuna dikkat çekilmektedir. Fasık, hem kafir, hem münafık,
hem de sözünde durmayan kimsedir. Bu vasıflan peygamberlere atfetmek mümkün
olmadığına göre, yorumunu yapmakta olduğumuz Âl-i İm-ran/81-82'de kendileriyle
antlaşma yapılan/kendilerinden söz alınan kimselerin peygamberler değil,
peygamberlerin ümmetleri olduğu anlaşılmaktadır. Öyleyse 81. ayette niçin
"Allah peygamberlerin ümmetlerinden bir taahhüt aldı" denmiyor da,
"Allah peygamberlerden bir taahhüd aldı" buyuruluyor? Bu soruya şu
cevabı verebiliriz: Ayette zikri geçen eylem ve değerlerin öneminden dolayı
peygamberlerden bunları ümmetlerine öğretmek ve hayata geçirmek için çaba
göstermeleri istenmektedir.
Ellerinde vahiy ve hikmet olan ümmetlerin, kendilerindekini tasdik eden
bir peygamber gelince ona iman etmeleri ve yardımda bulunmaları en önemli
eylemler arasında yer almaktadır. Ayette, inançlar arasındaki ilişkinin olumlu
manada hangi değerler üzerinde cereyan edeceği de açıklanmaktadır. Buna göre
vahiy, hikmet, tasdik, iman ve yardım gibi değerler, inanç grupları arasındaki
ilişkiyi belirlemelidir.
İşte Yüce Allah peygamberlere bu değerlerin önemini anlatmakta ve bunları
ümmetlerine de öğretmelerini istemektedir. Bunlardan yüz çevirmenin ne kadar
kötü olduğunu da fasık nitelendirmesiyle açıklamaktadır. Buradaki fasık
nitelendirmesi, yapılan antlaşmayı çiğnemekten caydırmaya yöneliktir.
Diğer taraftan antlaşmanın doğrudan peygamberlerle yapıldığı da söylenebilir.
Taha suresinde Hz. Adem'in ahdi unutup yanlış harekette bulunduğu ifade
edilmektedir:
(Andolsun daha önce Adem'e ahit vermiştik. Ne var ki, o ahdini unuttu).
[Taha/115]
Aslında Hz. Adem ahdine muhalefet etmedi, sadece gayretsizlik ve unutma
sebebiyle ahdine ters harekette bulundu.
Demek ki, bir kasdî olarak ahdinde durmamak vardır, bir de unutkanlık
sonucu ahdine aykın hareket etmek vardır. Bununla birlikte, ahdini unutmak da
bir mazeret olmadığından, Hz. Adem cezalandırılmış ve böylece, kanunu
bilmemenin mazeret olmadığı ilkesini modern hukuka kazandırılmıştır.
Başka bir açıdan bakarsak şu genellemeye varabiliriz: Ahdin doğrudan
peygamberlerden alındığının ifade edilmesi, onların da sorumlu olduklarını
vurgulamak amacına yönelik olabilir. Nitekim peygamberler de getirdikleri dinin
kurallarını uygulamakla mükelleftirler. Bunun açıkça ifade edilmesi,
peygamberleri tanrılaştırmanın yanlışlığını vurgulamaya yönelik olabilir. Öyle
olmasaydı A'raf suresinde şöyle buyurulmazdı:
(Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen
peygamberleri de sorguya çekeceğiz). [A'raf/6]
Ahirette peygamberler de sorguya çekileceğine göre, bu dünyada onların
da sorumlulukları vardır. Özellikle insanlara tebliğ ettikleri dinin hayata geçirilmesinden
sorumlu oldukları bir gerçektir.
[182]
83. Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve
yeryüzünde olan her şey ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na
döndürüleceklerdir.
Ayeti kısımlara ayırarak açıklayalım:
1.
(Onlar Allah'ın dininden
başkasını mı arıyorlar?)
Allah'ın dini ifadesinden, Allah'a ait olmayan dinin de olduğu/olabileceği sonucunu çıkarabiliriz. Burada Allah Teala kendi dininden başka yollar/dinler için din kelimesini kullanmıyor, ancak Âl-i İmran/85'de İslâm'dan başka bir din buyurmak suretiyle, batıl yollar/dinler için de din kelimesini kullanıyor. Öyleyse, "Allah'ın dini İslâm'dır" ya da "İslâm Allah'ın dinidir" diyebiliriz.
Bu ifadelerden şu neticeye varabiliriz: Din seçimi, din alanının
belirlenmesi ve din koyma Allah'a aittir. Yüce Allah Maide suresinde bunu net
bir şekilde açıklamıştır:
(Bugün size dininizi ikmal ettim, nimetlerimin tamamını size bahşettim
ve İslâm'ı sizin dininiz olarak belirledim). [Maide/3]
Ayetteki "ikmal etmek, bahşetmek ve belirlemek" fiillerinin
öznesi Allah olduğuna göre, din alanına başkasının müdahele etmesinin
imkansızlığı ortaya çıkar.
Eğer bir insanın din koyma yetkisi olsaydı, Hz. Muhammed bunu yapabilirdi.
Bu zekaya, şahsiyet ve kapasiteye sahip olmasına rağmen, ona bile bu yetki
verilmemiştir. Vahiy olmadan, din olamaz. Vahyin kaynağı da Allah olduğuna
göre, din koyma Allah'a aittir.
İşte bunun içindir ki Yüce Allah kitap ehlini (yahudi ve hristiyanlan)
kas-dederek, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? buyurmaktadır. Bu soruyu
81 ve 82. ayetlere bağlarsak diyebiliriz ki: Kendi ellerindekini tasdik eden
bir peygamber gelince ona inanmayı ve yardım etmeyi kabul ettikten sonra,
verdikleri sözden dönmelerinin sebebi, Allah'ın dininden başkasını aramaktır.
Eğer hak dini arıyorsanız, o Allah'ın dini, Hz. Muhammed'e gelen vahyin
oluşturduğu dindir. Bu dinden başkasını aradıklarından dolayı mı, Hz. Muhammed'e
inanmıyor ve ona yardım etmiyorlar?
2. (Göklerde ve yeryüzünde
olan her şey isteyerek veya istemeyerek O'na boyun eğer).
Ayetin bu bölümü din'i 'teslimiyet' olarak tefsir ve tesbit etmektedir.
Bu manada din, hem tabiat kanunlarının, hem de vahyin oluşturduğu genel kanunun
adıdır. Allah'ın yarattığı tabiat kanunlarına nasıl uymak, onlara göre hareket
etmek ve onlara teslim olmak mecburiyetinde isek, vahyin oluşturduğu dine de o
şekilde uymak zorundayız. Bu bakımdan din, Allah'a boyun eğmeyi/teslimiyeti
ifade etmektedir.
(esleme) kelimesi, boyun eğmek, itaat etmek, teslim olmak anlamına
geldiğine göre, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar kayıtsız şartsız,
ister istemez Allah'a teslim olmuştur. Yüce Allah bu teslimiyeti insanlardan da
istemektedir. Tabiat kanunlarına gösterilen uyum ve teslimiyete dikkat çekmek
suretiyle Yüce Allah, kitap ehlinin antlaşmalarını bozmamalarını temin etmek
ve bu konuda ilahî iradeye teslim olmalarını sağlamak amacını gütmektedir.
Verdiği sözden dönmek, Allah'a teslim olmaktaki eksikliği, yani O'nun dininden
başkasını aramayı ifade etmektedir. Böylece Allah Teala, antlaşmayı bozmanın
arkasındaki nedenin teslimiyet noksanlığı olduğunu vurgulamaktadır.
Teslimiyetteki noksanlık, başka arayışlara girmeye, Allah'ın dinini bir tarafa
atmaya sebep olmaktadır. Göklerdeki ve yerdekilerin isteyerek veya istemeyerek
Allah'a teslim olmalarının ne demek olduğunu Ra'd suresinden öğrenebiliriz:
(Göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey, ister istemez Allah'a secde
eder). [Ra'd/15]
Bu ayetten, secde etmenin, 'teslimiyet'in bir göstergesi olduğu anlaşılmakta;
böylece teslimiyet'in, 'boyun eğme' anlamına geldiği ifade edilmiş olmaktadır.
Teslimiyet'in diğer bir anlamını da İsra suresinde bulmaktayız:
(Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herşey Allah'ı teşbih eder).
[İsra/44]
Teşbih, zikri geçen varlıkların teslimiyetlerinin bir tezahürüdür.
Peki, göklerdeki ve yerdeki varlıkların ister istemez Allah'a secde etmesi/teslim
olması ne demektir? Biz bunun, doğa kanunlarına boyun eğmek manasına geldiğini
düşünüyoruz. İnsan gibi irade sahibi varlıklar, Allah'a secde etmeyebilirler.
Ancak onlar da ölüm kanununa -istemeseler de- boyun eğerler. Ölüm geldiğinde,
istisnasız bütün inkarcılar teslimiyetlerini ifade edecekler; ama bunun bir
faydası olmayacaktır. Buna, Firavun'un durumunu örnek gösterebiliriz:
(Nihayet Firavun boğulma haline gelince, "Gerçekten
İsrailoğullan'nın inandığı Tann'dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim.
Ben de teslim olanlardanım" dedi). [Yunus/90]
Firavun'un, Ben de teslim olanlardanım demesine karşılık Yüce Allah,
Şimdi mi? buyurdu. Firavun, ister istemez/çaresiz olarak teslim olduğundan,
Yüce Alah Şimdi mi? buyurarak onun geçersizliğini beyan etmiştir. Yine Allah
Teala şöyle buyurmaktadır:
(Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları, kendilerine bir fayda
vermeyecektir). [Mü'min/85] Böyle anlardaki iman veya teslimiyet, ister
istemez/mecburen olduğu için geçersizdir. Teslimiyetin başka bir anlamı da
Allah'a yönelmek, Allah'ın çağrısına icabet etmek, emrini yerine getirmektir.
Bu çağrı, insanlar için hem dinî, hem kevnî olabilirken; iradesiz varlıklar
için kevnîdir:
(Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye, "İsteyerek
veya istemeyerek gelin!" dedi. İkisi de "İsteyerek geldik"
dediler). [Fussilet/11]
Demek ki, isteyerek veya istemeyerek bu işi yap şeklindeki ilahî emre,
madde alemi isteyerek uymaktadır. Âl-i İmran/83'de göklerde ve yerde olanların
isteyerek veya istemeyerek Allah'a teslim olduklarının ifade edilmesi,
insanların da isteyerek Allah'ın ahdine uymalarını ve böylece Allah'a teslim
olmalarını talep etmek demektir. İsteyerek Allah'ın ahdini yerine getirmeyen
kimselerin, zorla yerine getirmekle karşı karşıya kalacaklarına işaret edilmektedir.
Önemli olan, zorla teslim olmak değil, isteyerek teslim olmaktır.
3. (O'na döndürüleceklerdir).
Dünyada Allah'ın çağrısına, hükümlerine itibar etmeyen, O'nun dininden
başka bir din arayan, O'na isteyerek teslim olmayan, O'nunla yaptığı antlaşmaya
sadık kalmayan insanlar, sonunda -istemeseler de- Allah'a dönecekler/döndürüleceklerdir.
Ayetin bu kısmı çok önemli bir eğitim ilkesi koymaktadır: Genel eğitim
veya din eğitimi, neticede zorla yaptırılacak bir işi, önceden isteyerek yapma
ahlâkını, bilincini ve alışkanlığını kazandırmalıdır. Din eğitimi, ahiretten,
yani istemeyerek Allah'a döndürülmeden önce, dünyada isteyerek Allah'a teslim
olmanın çok büyük bir erdem olduğunu öğretmelidir. Allah'ın dininden başka bir
din aramak, Allah'a yönelip teslim olmamak, O'nun çağrısına icabet etmemektir.
[183]
84. De ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e,
İshak'a, Yakub'a ve onun neslinden gelenlere indirilene, Rableri tarafından
Musa'ya, İsa'ya ve (diğer) tüm peygamberlere bahşedilenlere inanırız, onlar
arasında hiçbir ayırım yapmayız. Ve kendimizi Allah'a teslim ederiz.
Bu ayette 81. ayette zikri geçen antlaşmanın yerine getirilmesi için
neler yapılması gerektiği açıklanmaktadır. Kitap ehliyle yapılan bu antlaşmada
peygambere inanmak ve ona yardım etmek, o peygamberin onların elindeki-ni
tasdik etme şartına bağlanmıştı.
Yüce Allah bu ayette Hz. Peygamber'e, kendinden önceki peygamberlere
indirilene inandığını ve onların arasında hiçbir fark gözetmediğini bildirmesini
emretmektedir.
1. (De ki: "Biz Allah'a,
bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onun neslinden
gelenlere indirilene, Rableri tarafından Musa'ya, İsa'ya ve (diğer) tüm
peygamberlere bahşedilenlere inanırız").
Hz. Muhammed ve ona tâbi olanların İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a,
Yakub'a ve onun oğullarına indirilenlere; Musa'ya, İsa'ya ve diğer
peygamberlere verilenlere iman ettiklerinin beyan edilmesi, vahyin kesintisiz
bir süreç olduğunu, peygamberlere gelen vahiyler arasında bir çatışma
olmadığını vurgulamaya yöneliktir; ki bu, aynı zamanda kitap ehlinin de Hz.
Muhammed'e indirilen vahye inanmaları gerektiğini tenbihe yöneliktir. Böylece,
Âl-i İm-ran/64'de zikri geçen "ortak ilek"de buluşmak için,
"ortak iman" gündeme sokulmakta; "müşterek noktanın/ortak
ilkenin" önündeki engeller 64-80. ayetlerle kaldırılmaktadır. Bilgisizce
tartışmak, bilinç dışı hareketlerle insanları yoldan çıkarmak, bile bile
Allah'ın ayetlerini inkar etmek, bile bile hakla batılı karıştırmak ve hakkı
gizlemek, ikili oynamak, dinde egoistlik yapmak, bilerek Allah'a yalan isnad
etmek, sözünü ve yeminini az bir bahaya satmak, kitaptan olmayanı kitaptan ve
Allah katından olmayanı Allah katından göstererek Allah'a iftirada bulunmak,
peygamberleri tanrı edinmek, müs-lümanlarla kitap ehlinin ortak ilkede
buluşmalarına mani olan engellerdir.
Bu engellerin ortadan kaldırılabilmesi için Yüce Allah peygamberlerle
yaptığı antlaşmaya dikkat çekmektedir. [Âl-i İmran/81]
İşte bu antlaşmanın yürürlükte kalması için Yüce Allah, Hz.
Peygam-ber'den önceki peygamberlere indirilenlere ve kendisine indirilene iman
ettiğini ilan etmesini istemiştir. Bu iman, Âl-i İmran/64'te zikri geçen
"ortak il-ke"de buluşmanın gerçekleşmesini sağlamaya, geçmişte
peygamberlere indirilen vahiyleri Hz. Muhammed'e indirilen vahiyle
birleştirmeye, şirki ortadan kaldırmaya yönelik evrensel boyutta bir imandır.
2.
(Peygamberleri birbirinden
ayırdetmeyiz).
Bütün vahiylerin kesintisiz bir süreç olduğuna iman, peygamberler
arasında fark gözetmemeyi de kapsar. Bakara/136 ve 285'de açıkladığımız bu
inanç biçiminin burada da zikredilmesi, bir tekrar olarak görülmemelidir; zira
bu, Yüce Allah'ın istediği "ortak ilke"de (tevhid çatısı altında)
buluşmayı gerçekleştirmeyi ve bunun önündeki engeli -ki peygamberler arasında
fark gözetmedir- kaldırmayı hedef almaktadır.
3. (Biz ancak Allah'a teslim
oluruz).
Ayetin son bölümü olan bu ifadeyle, ayete son nokta konmaktadır. Geçmiş
bütün peygamberlere inidirlen vahiylere iman etmek, o peygamberler arasında
fark gözetmemek, Allah'a teslimiyetle doruk noktasına ulaşmaktadır. 64. ayette
zikredilen "ortak ilke" etrafında birleşmek ve bu birleşmeye mani
olan tüm engelleri ortadan kaldırmak, ancak Allah'a teslim olmakla mümkün olur.
[184]
85. Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bu kendisinden asla kabul
edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.
83. ayette, "Allah'ın dini" ifadesi kullanılmıştı; bu ayette
ise, "İslâm'dan başka bir din" ifadesi kullanılmaktadır. Her iki
ifadeyi birleştirirsek, "Allah'ın dini İslâm'dır" veya "İslâm,
Allah'ın dinidir" diyebiliriz. Âl-i İmran/19 ayetini devreye soktuğumuzda
bunu, "Allah katında hak din İslâm'dır" şeklinde ifade edebiliriz.
Maide/3'deki "Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim" ifadesini de
dikkate aldığımızda, dinin İslâm; İslâm'ın da din olduğu ortaya çıkar.
Bu ayetlerin aynı şeyi söylediği samlabilir, fakat bulunduktan muhteva
içinde bazı nüanslar içermektedir. Âl-i İmran/19'daki "İslâm dini",
üzerinde ihtilaf edilemeyen bir mana taşımaktadır. Âl-i İmran/83'de yer alan
"Allah'ın dini" kavramı, tasdiki, imanı ve ahde vefayı da
kapsamaktadır. Âl-i İm-ran/85'deki "İslâm dini" ifadesi ise, sadece
ve sadece Allah'a teslimiyeti, Ma-ide/3'deki "Allah'ın din olarak
beğendiği İslâm ise Kur'an'ı ve onun içerdiği haram ve helallerin bütününü
ifade etmektedir. Zümer/22'de ise "İslâm dini", Allah'ın nuru
anlamına gelmektedir.
Görüldüğü gibi, İslâm kelimesi ile din kelimesi bir araya gelince, her
muhteva içinde farklı manalar kazanmaktadır. Bütün bu manaları bir araya
getirince şöyle bir sentez ortaya çıkar: İslâm dini, üzerinde ihtilafa müsaade
etmeyen, geçmiş peygamberlere ve Hz. Muhammed'e indirilene iman etmeyi,
tasdiki, ahde vefayı, peygamberler arasında fark gözetmemeyi şart koşan, sadece
Allah'a teslimiyeti ön gören, haram ve helalleri düzenleyen Allah'ın nurundan
ibaret olan bir dindir. İşte Kur'an bu dini tesis eden bir kitap ve bir ilahî
vahiydir.
Şimdi tekrar Âl-i İmran/85 ayetine dönüp Kim İslâm'dan başka bir din
ararsa... ibaresini bir önceki ayete bağlarsak, "Kim Allah'a teslimiyetten
başka birşey ararsa" şeklinde ifade edebiliriz. Sadece ve sadece Allah'a
teslim olmak, "İslâm dini" kavramının diğer manalarını da kapsamakta;
Allah'a teslim olmak, barış, güven ve rahmet içinde olmak anlamına
gelmektedir. Ba-kara/208'de silm kavramının bu manaların kaynağı olduğunu
söylemiştik; geniş açıklama için oraya bakılabilir. Bütün bu manaları dikkate alarak
"İslâm dini" ifadesine başka bir açıdan bakabiliriz: İslâm dini,
barış ve güven dini, Allah'a teslimiyet ve rahmet dini manalarına gelir. Kim
İslâm'dan başka bir din ararsa ifadesi, kim barıştan, güvenden, teslimiyet ve
rahmetten başkasını ararsa anlamına gelir ki bunun da -ayetin ikinci bölümünde-
kabul edilmeyeceği belirtilmektedir. İslâm dini, dünyaya/insanlığa barış ve
güven getirmiştir: kul ile Allah arasında, kul ile kul arasında, kulun kendi
içinde aklı, gönlü ve nefsi arasında barış ve güveni getirmiştir. İnsan,
bunlardan başkasını arayabilir mi? Ararsa ondan kabul olur mu?
Bu değerleri insanlığa aşılamak için gelen İslâm dininden başka bir din
arayan ziyan eder. Başka bir ifadeyle, böyle kimselerin akıbeti hüsrandır. Barıştan,
güvenden, teslimiyet ve rahmetten başkasını aramak her bakımdan iflastır.
Böyleleri dünya ve ahiretlerini harap etmişlerdir.
Yüce Allah Âl-i İmran/64'ten itibaren "ortak ilke" etrafında
buluşmanın, yani şirki ortadan kaldırmanın yollarını öğretmekte ve onun
önündeki engellere işaret edip onları ortadan kaldırmanın çarelerini
göstermektedir. Bu en-geler, cahilce tartışmak, inkar etmek, hakkı batıl ile
karıştırmak, hakkı gizlemek, inançta ikili oynamak, Allah'a yalan isnad etmek,
ahdini ve yeminlerini az bir bahaya satmak, kutsal kitabı tahrif edip Allah'ın
demediğini demiş gibi göstermek, peygamberleri tanrılaştırmak, antlaşmadan yüz
çevirmek ve Allah'ın dininden başka bir din aramaktır. Bunları ortadan
kaldırmanın yolu da bilgi, iman, ahde vefa, evrensel iman, peygamberleri
kutsallaştırmamak, Allah'a iftira etmemek, Allah'a teslim olmak, barış ve
güvendir.
"Ortak ilke"de (tevhid çatısı altında) buluşmak, meşakkatli
bir yolun sonunda bulunmaktadır. 64. ayetten itibaren Yüce Allah böyle bir
beyin ve gönül alemi oluşturma amacı ile eğitim ve öğretim yapmaktadır.
Bu ayetler yahudilerin, hristiyanann ve müslümanlann "ortak
ilke"de buluşmak için neler üzerinde durmaları gerektiğini, hangi
değerlerin öne çıkarıp hangilerini geriye itmeleri gerektiğini de tesbit
etmektedir. Yahudi, hristiyan ve müslümanlar arasındaki benzerliklerden hareket
etmenin insanlığa nasıl bir erdem kazandıracağı anlatılırken, din ile kültürün
sınırlarının net bir şekilde belirlenmesinin ve dinin safiyetinin korunmasının
önemi öne çıkarılmaktadır.
Tevhidde bütünleşmenin, şahsiyet ve toplumsal bütünleşmeye götüreceğine
dikkat çekilmiş, bu konularda hata yapmanın dünya ve ahirette bedelinin ağır
olacağı gözler önüne serilmiştir. 64. ayetten itibaren, inkar psikolojisinin
nasıl şahsiyet parçalanmasına neden olduğu anlatılırken, evrensel imanın da ne
kadar bütünleştirici olduğuna dikkat çekilmiştir.
[185]
86. İman edip bu Peygamber'in hak olduğuna şahit olduktan ve hakikatin
bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra hakikati inkar etmeyi seçen bir
halkı Allah nasıl doğru yola ulaştırır? Allah, böyle bir zalimler topluluğunu
doğru yola iletmez.
87. İşte onların cezası,
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanlığın lanetine uğramalarıdır.
88. Onlar bu halde kalacaklar.
Ne azapları hafifletilecek, ne de onlara bir mühlet tanınacak.
Bu üç ayeti birlikte ele almamızın sebebi, tek bir eylemin cezalarını
söz-konusu etmelerindendir.
86. ayette imandan sonra küfre sapan insanların durumu ele
alınmaktadır.
87. ayetin nüzul (iniş) sebebi
hakkında müfessirler farklı rivayetler nakletmektedir. İbn Abbas ve Zemahşeri
ayetin iniş sebebi olarak, yahudilerin Hz. Peygamber'e inandıktan sonra inkar
etmeleri olduğunu göstermektedir. İbn Abbas, Zemahşeri ve Kurtubi'nin
naklettikleri diğer bir habere göre ayetin iniş sebebi şudur: Bir grup insan
önce inanmış, sonra inancından dönmüş (irtidat etmiş) ve kaçıp Mekkelilere
sığınmışlar; Hz. Peygamber'in başına belalar gelmesini beklemeye
başlamışlardı. Daha sonra, bunların bir kısmı iman ettiği için 89. ayet inmiştir.
Razi ve Kurtubi'nin naklettiği başka bir habere göre ayetin iniş sebebi
şudur: Ensar'dan Hars ibn Suveyd adında biri irtidat ettiğine pişman olunca
kavmine, tevbesinin kabul olup olmayacağını Peygamber'e sormaları için haber
yollar. Kardeşi ona, hakkında ayet nazil olduğunu bildirince, o da kalkıp
Medine'ye gelerek Hz. Peygamber'in huzurunda tevbe eder.
Yine Razi'nin Keffal'dan naklettiği bir habere göre ise, bu ayetler
kitap ehli hakkında inmiştir.
Bütün bu haberlerden, bu ayetin, imandan sonra irtidat olgusu nedeniyle
nazil olduğu anlaşılmaktadır. Rivayetler arasındaki farklılıklara rağmen anlaşılan
o ki, irtidat (imandan küfre dönme) olgusu, -bugün olduğu, gelecekte de olacağı
gibi- Kur'an'ın indiği dönemde de vardı. Bu da inanç duygusunun merkezi olan
kalpteki değişkenliği göstermektedir.
Bize göre, ayetin iniş sebebi olarak yukarıda nakledilen haberlerin en
doğrusu Keffal'in naklettiğidir. Çünkü bu ayetten önceki ayetler kitap ehli
hakkındadır. Allah'ın dininden ya da İslâm'dan başka bir din arama eylemi
anlatılırken, kitap ehli konu edilmektedir. Zemahşeri'nin dediği gibi, önce Hz.
Peygamber'in geleceğine dair kendi kitaplarında yer alan ayete inandılar; sonra
Peygamber gelince inkar ettiler.
Ayetin analizinden şu genellemelere varabiliriz:
1. Sahip olduğu üç değerden:
iman, şehâdet ve ilim'den sonra, inkara sapmak bir zulümdür.
Kitap ehlinin iman ettiği Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Muhammed'in özellikleri
yer almaktaydı. Kitaplarının müjdelediği Peygamber gelince hem peygamberi, hem
de ona gelen vahyi inkar ettiler; ki bu, kendi kitaplarını da inkar etmek
demekti. Onun için ayette, 4*$i» (imanlarından sonra) buyurul-maktadır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber'i bizzat gördüler ve onun hak olduğunu anladılar.
Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu bildikleri halde, inkar ettiler. Hem
kitaplarındaki ayetler, hem de fiili gözlemleri Hz. Muhammed'in elçiliğinin
hakikatini isbat ediyordu. Bunlardan başka, hakikatin bütün kanıtlan da
ellerindeydi. Vahiy, gözlem ve mucizeler onların iman etmesine veya imanda sebat
etmelerine yetmedi.
2. (Allah böyle zalimler
topluluğunu doğru yola iletmez).
Vahiy, gözlem ve kanıtlara rağmen imandan küfre sapma (irtidat) eylemi
ayetin bu kısmında zulüm olarak nitelendirilmektedir. Bir şeyi layık olduğu
yere koymamak anlamına gelen zulüm burada vahye, gözlem ve kanıta layık
oldukları değeri vermemeyi ifade etmektedir; yani vahyin, gözlem ve kanıtın
gerektirdiği imanın hakkını çiğnemektir. Böyle bir zulüm, insan gönlünü kirletmekte
ve insanın manevî ışığını söndürmektedir. Kirli ve karanlık bir gönül Allah'ın
rehberliğinden mahrum kalmaya mahkumdur. İmandan sonra inkara sapma eyleminin
meydana getirdiği değişim, Allah'ın yol göstermesini engellemektedir.
Ayette, 'halk' veya 'topluluk' anlamına gelen kavm kelimesinin kullanılması,
bu değişimin meydana getirdiği manevî kirlenmenin toplumsal boyutlu olduğuna
işaret etmektedir. Ayette yer alan bütün fiil ve zamirlerin çoğul olmasından
hareketle diyebiliriz ki: bu manevî kirlenme, hem Hz. Peygamber devrindeki
insanları, hem de gelecek zamanlardaki insanları kapsamaktadır.
Ayetin bu kısmından çıkaracağımız başka bir netice de şudur: Allah
durup dururken kullarından hidayetini, lütfunu ve ihsanım esirgemez. Kulun gönlündeki
ve eylemlerindeki değişim Allah'ın hidayetine engel olur. Daha doğrusu,
inkarın insanın gönlünde meydana getirdiği kirlenme ilahî nuru engeller. Böyle
bir karanlık ve kirlenme içinde kalan insan, -85. ayette belirtildiği gibi-
arayışını İslâm dininden başka dinlere kaydırır. Allah'ın kabul etmeyeceği
fikir çöplüklerinde din arama eyleminin altında, vahyin, gözlem ve kanıtın
gereğini yerine getirmemek yatmaktadır.
Bu imandan küfre dönüş (irtidat), tıpkı ameliyatın acısını hissetmemesi
için hastaya verilen narkoz gibi, insanın gönlünü narkozlamakta ve bu olumsuz
değişimin manevî sancılarını hissetmemesine sebep olmaktadır. Yüce Allah bu
ayetle, böylesi insanların gönüllerini ayıltmayı amaç edinmektedir. İmandan
inkara sapan kişi, adeta narkozlu hasta gibidir. Onu, narkozun etkisinden
kurtarıp ayıltacak olan şey ise bu ayetlerdir.
İyiden kötüye doğru olan değişim fıtrata aykırı olduğundan zulüm olarak
nitelendirilmektedir. 87. ayette, imandan sonra küfre sapanların uğrayacağı
cezaya dikkat çekilmektedir:
(Onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine
uğramaktır).
Allah Teala, iman ettikten, peygamberin hak olduğuna şahid olduktan ve
kanıtlar kendisine geldikten sonra küfre sapan kimselerden hidayetini esirgemektedir.
Ayrıca -87. ayette de belirtildiği üzere-Allah'ın, meleklerin ve bütün erdemli
insanların laneti onların üzerine olacakta
Allah'ın böyle zalim bir toplumdan hidayetini esirgemesi, modern toplumlardaki
ambargo uygulamasına benzer. Bir toplumun diğerine ambargo uygulaması büyük bir
caydırıcılığa sahiptir. Hidayetin esirgenmesinin ve lanetin çok ağır bir ceza
olduğu muhakkaktır. 88. ayette buyuruluyor ki:
(Onlar bu halde kalacaklar; ne azapları hafifletilecek, ne de onlara
bir mühlet tanınacak).
Bu ayet, lanet azabını tanımlamaktadır. Buna göre lanet azabı,
hafifletilmeyen ve mühlet verilmeyen bir azaptır. Allah'ın, meleklerin ve
bütün insanların lanet ettiği kimse, hafifletilmeyecek ve mühlet verilmeyecek
bir azap içinde kalmaya mahkum edilecektir.
88. ayetteki Azapları hafifletilmeyecek ifadesinin mehmum-ı muhalifini
(karşıt manasını) dikkate alırsak, hafifletilecek cezaların bulunabileceği neticesini
çıkartabiliriz. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Yüce Allah bu ve buna
benzer ayetlerle modern hukuka "ceza indirimi" anlayışını kazandırmıştır.
Şiırıcîi Kur'an'da ceza indirimine tâbi tutulmayacak suçları tesbit edebiliriz:
1. Yüce Allah insanların
birbirlerini öldürmemelerini ve yurtlarından çıkarmamalarını antlaşma
maddeleri haline getirmiştir [Bakara/84]. Bu antlaşmanın maddelerine
uymayanlara, dünya hayatında rüsvaylık, ahirette de şiddetli azap vardır
[Bakara/85]. Bu insanlar aslında ahireti verip dünyayı alanlardır [Bakara/86].
Sonuncu ayete göre, bu insanların cezasında indirim olmayacaktır.
2. İnkar edip kafir olarak
ölenlerin cezasında da indirim olmayacaktır [Bakara/161-162]; Allah'ın nimetini
bildiği halde, yani peygamberini tanıdığı halde inkar edenler için de ceza
indirimi olmayacakta [Nahl, 83-85].
Demek ki, haksız yere cana kıyanların, insanları yurtlarından çıkaranların, hakikati inkar edenlerin, ahireti verip dünyayı alanların cezalarında hafifletme olmayacağı gibi, irtidat edenin cezasında da indirim olmayacaktır. Affı mümkün olmayan şirki de bunlar arasına katmak gerekir. Öyle anlaşılıyor ki, bunların dışında kalan günahların cezasında indirim yapılma ihtimali vardır. Yüce Allah hangi suçlarda ceza indirimi olmayacağını ifade etmekle, hem hangi cezalarda indirim olacağını tesbit ediyor, hem de suç ve ceza ilişkisinde insanları detaylı bir şekilde bilgilendiriyor. Allah Teala, ceza indirimi gibi modern hukukun önemli uygulamalarından birinin temellerini atarken, insanlığa, cezanın suça denk olması gerektiği bilincini de kazandırmaktadır.
Yine Âl-i İmran/86-88 ayetlerine dönüp, suç ve ceza ilişkisinde denklik
meselesine bakarsak, iman ettikten, peygamberin hak olduğuna şehadetten ve
kesin kanıtlara sahip olduktan sonra küfre sapma suçuna denk olan cezanın,
hidayetten mahrum edilmek, lanete uğramak, cezada indirim yapmamak ve mühlet
verilmemek olduğunu anlayabiliriz.
Diğer taraftan Âl-i İmran/88'de cezanın ertelenebileceğine de işaret
edilmektedir: hîZr^is (Onlara mühlet tanınmayacak) ifadesinden, cezanın ertelenebileceği
ilkesi çıkartılabilir. Nitekim modern hukukta, ilk defa suç işleyen insanın
cezası -işlenen suçun küçük olması şartıyla- ertelenmektedir; ancak suçun
tekrar işlenmesi halinde önceki ceza da ilave edilerek cezalandırılmaktadır.
Kur'an'da ceza indirimi yapılmayan suçlar için, erteleme de yoktur.
Buradan, ceza indirimi uygulanan günah ya da suçlarda, cezanın ertelemesinin
de mümkün olduğu neticesi çıkarılabilir. 88. ayette geçen ;££' (yunzarûn) ifadesi,
"mühlet verilir" (cezası başka bir zamana ertelenir) anlamına
gelmektedir. Buradaki cezanın ertelenmesi, Bakara/280'de geçen borcun
ertelenmesine/borçluya mühlet verilmesine benzemektedir. Alacaklının alacağını
başka bir zamana ertelemesi, borçluya mühlet vermesi demektir. Aynı kural ceza
hukukuna uygulanıyorsa, cezanın ertelenmesi şekline dönüşür.
[186]
89. Ama daha sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler hariç
tutulacaktır; zira Allah, çok affedici, merhamet sahibidir.
Bu ayetteki istisna, imandan küfre döndükten sonra tekrar imana dönmeyi
değil, ceza indirimi ve ertelemesinin olmadığı inanç ve amellerden vazgeçmeyi
ifade ediyor.
(Ancak bundan sonra tevbe edenler müstesnadır) ifadesinde yer alan
tevbe, inkardan imana dönüşe işaret etmektedir. Buradaki (tevbe), beynin ve
gönlün tamamen Allah'a yönelmesi, geçmişindeki karanlığı terketmesi manasını
ifade eder. Tevbe, önemli bir değişim ve dönüşümdür. Bu noktadan hareketle
diyebiliriz ki, tevbe bir çıkış, bir ümit ve bir ışık kapısıdır. Allah'ın
kesilen hidayetinin geri dönüş kapısı, lanetten kurtuluş kapısıdır.
Bu açıklamadan sonra akla şöyle bir soru gelebilir: İrtidat eden kimse
tevbe ettiğinde bütün günahları affolur mu? Bize göre, irtidattan tevbe eden
kimsenin günahları affolmaz, ancak tevbe edince ceza indiriminden ve ertelemesinden
istifade eder. Ahirette cezanın ertelenmesi ise, affa veya şefaate nail
olmaktır.
Tevbe etmek yeterli değildir; davranışlara da bir çekidüzen verilmesi
gerekir. Ayetteki (kendilerini düzeltenler) ifadesi, tevbenin davranışlara
yansıması ve gerekli olan değişimi meydana getirmesi gerektiğini ifade eder.
(Zira Allah, çok affedicidir, merhametlidir).
Razi'nin dediği gibi, Allah insanların dünyadaki günahlarını örttüğü
için affedici (gafur), ahirette affedeceği için de merhametlidir (rahim). Yine
Allah Teala cezayı kaldırdığı için affedici, sevap verdiği için merhametlidir.
Mahkemede veya hapiste iyi hali görülen suçluların cezasında indirim yapılması
gibi, tevbe eden ve iyi hal gösteren günahkârların da cezası Allah tarafından
indirilebilir veya ertelenebilir ki bu, Allah'ın gafur (bağışlayıcı) ve rahim
(merhametli) olmasındandır. Allah'ın gafur ve rahim sıfatlan, kulun tevbe
etmesi ve kendini düzeltmesiyle devreye girer. Demek ki tevbe etme ve kendini
düzeltme, Allah'ın affını ve merhametini celbetmektedir.
Âl-i İmran/86 ile 88 ayeti arasındaki ilişkiyi dikkate alırsak, şu
gerçeği tesbit edebiliriz: Mürted için, ne ceza indirimi, ne de ceza ertelemesi
vardır. Burada şu sorunun cevaplandırılması gerekir: Bu sadece irtidat için mi
geçerlidir? Bu durum günümüze nasıl uyarlanabilir? Yüce Allah bu tip
insanları, hidayete iletmeyeceğini, onlara lanet edileceğini, cezalarında
indirim ve erteleme olmayacağını ifade ederken, kendi azabını mı kasdediyor?
Eğer öyleyse, bu bizim için ne ifade eder?
Biz, bir kişiyi, sadece irtidat ettiği için cezalandırabilir miyiz?
Bugün mürted dendiğinde insanların aklına, vatanına, milletine ve dinine ihanet
eden kimse gelmektedir.
Enfal suresinde inkarını eyleme dönüştüren kişi ele alınmaktadır:
(Şüphesiz ki inkar edenler, mallanm insanlan Allah yolundan alıkoymak
için harcıyorlar. Daha da harcıyacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı
olacak ve en sonunda mağlub olacaklardır. Kafirlikte ısrar edenler ise
cehennemde toplanacaklardır). [Enfal/36]
İnkarını eyleme dönüştüren ve insanlan Allah yolundan çevirmek için
malını harcayanlar için 37. ayette şöyle Duyurulmaktadır:
(Allah'ın, murdan temizden ayıklaması ve bütün murdarların bir kısmını
diğer bir kısmının üstüne koyup hepsini yığarak cehenneme atması içindir. İşte
onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir). [Enfal/37]
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki inkar psikolojini saldırganlığa dönüştüren
kimsenin cezasmda bir indirim veya erteleme sözkonusu değildir. Cezanın ahirete
kalması/ertelenmesi, aslında cezanın ağırlaşması demektir.
36. ayette zikri geçen "Allah'ın yolu"ndan kasıt, insanların
mutluluk, barış, güven, birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıdır. Öyleyse
toplumdaki barışı, güveni, birlik ve beraberliği bozmaya çalışan kimseler
mürted sayılır. Bu gibi insanların cezasında indirim veya erteleme
yapılmamalıdır.
(İnkar edenlere, vazgeçerlerse, geçmiş günahlarının bağışlanacağını
söyle. Yok geri dönerlerse kendilerinden öncekilerin hali gözlerinin
önündedir)! [En-fal/38]
Aynı toplumda yaşayıp da birbirlerine düşman olan ve bu düşmanlıklarını
eyleme dönüştüren kişiler veya gruplar, mürted muamelesine tâbi tutulmalıdır.
Bunların tevbe edip doğru yola dönmeleri, cezalarında indirim yapılmasını,
hatta affedilmelerini sağlar. Enfal/38'deki 'dönerlerse' ifadesi, tekrar küfre
dönüşe işaret etmektedir.[187]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/451-452.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/453.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/453.
[4] Razi, age, VI, 127.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/454-455.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/455.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/456.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/456.
[9] Razi, age, VI, s. 129.
[10] Razi, age, VI, s. 417.
[11] Razi'nin Ferra'dan
naklettiğine göre Tevrat, aydınlık ve nur manasına gelmekte ve Adiyat/2 ile
Enbiya/48 ayetleri de bunun delilidir. İncil'in de çocuk, aslolan, nesil, bir
şeyi çıkarıp ortaya koymak, karşılıklı çekişmek, gözü büyük manasına geldiğini
söylemişlerdir. Razi bu manaları kabul etmemektedir. Çünkü ona göre, Tevrat
İbranice, İncil de Süryanice'dir. Bu kavramların Arapça kalıplara
uydurulmasının ve dolayısıyla bu açıklamalara itibar edilmesinin doğru olmayacağına
dikkat çekmektedir.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/456-464.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/464-466.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/466-468.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/468.
[16] Razi, age, VI, s. 142.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/468-471.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/471-472.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/472-473.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/473.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/473-476.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/476.
[23] Razi, age, VI, s. 154-155.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/476-482.
[25] Tirmizi, Da'avat, 90.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/482-484.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/484-486.
[28] Razi, age, VI, s. 172.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/486-487.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/487-489.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/489-493.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/493.
[33] Razi, age, VI, s. 178.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/494.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/494-496.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/496-497.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/497-498.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/498-499.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/499-502.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/502-503.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/503.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/504-505.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/505-507.
[44] İbn Manzur, Lisanu'1-Arab,
sehere maddesi, Bu ayetle ilgili Muhammed Esed'in açıklamasına bakılabilir.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/507-509.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/509-510.
[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/510-512.
[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/512.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/512-516.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/516-519.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/519-520.
[52] Camiu'l-Beyan 3/216; İbn
Kesir 1/355 ve Zadu'l-Mesir, 1/365'den naklen bir hadisin olduğunu söyleyen
Süleyman Ateş'in ve Razi'nin nakillerini uygun görmüyoruz. Bir saat içinde 43
peygamberin kesilmesi haberi abartmanın ötesinde bir değer taşımaz.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/520-522.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/522.
[55] Razi, age, VI, s. 227-228.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/523-526.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/526-527.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/527-528.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/528-533.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/533-540.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/35.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/35-37.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/37-39.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/39-42.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/42-45.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/46-48.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/48-50.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/50.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/50-51.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/52.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/52-56.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/56-58.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/58-59.
[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/59-60.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/61.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/61-62.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/62-63.
[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/63.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/63-65.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/65-67.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/67-69.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/69-72.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/73-74.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/74-75.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/76-78.
[86] İbn Mace, Mukaddime, 17; Ebu
Davud, İlim, 1.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/78-81.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/81.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/81-83.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/83-84.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/84-86.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/86-87.
[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/87-89.
[94] Bu manalar için, Bakara/238'in
tefsirine bakılabilir. (Razi, V/305.)
[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/89-90.
[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/90-91.
[97] Razi, Hz. İsa'ya neden
kelime dendiğini iki madde halinde açıklamış; Elmahlı Hamdi Yazır bu ayetin
tefsirinde kelime üzerinde geniş açıklamalarda bulunmuş, Süleyman Ateş her iki
müfes-sirden alıntılarla yorumunu yapmıştır. Bütün bu izahların kaynağı
Razi'nin açıklamasıdır.
[98] Mesela, "Allah rızası
için yetimlerin başını meshederdi" deniyor. Oysa ki bu sıfat ona doğmadan
önce verilmiştir. "Günahları ve kötülükleri meshedip sildiği için bu
lakabı almıştır" diyenler de vardır. Böyle bir görevi olmadığına göre,
açıklama yanlıştır. "Düz taban olduğu için bu sıfatla anıldı"
iddiasına gelince, bu sıfat ona doğmadan önce verildiğine göre, düz taban olduğu
nereden biliniyordu. Düz tabanlık bir noksanlıktır. Allah böyle bir özürü
peygamberine sıfat olarak verir mi? Bunun gibi akla hayale gelmeyecek
açıklamalar yapılmıştır; bunlara itibar edilmesi mümkün değildir.
[99] Razi, age, VT/316.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/91-97.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/97-98.
[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/98.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/99.
[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/99-101.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/102-103.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/103-106.
[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/106-108.
[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/108-109.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/109.
[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/109-110.
[111] Razi, age, VI/327.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/110-112.
[113] Kur'an Mesajı, s. 99, 39.
dipnot.
[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/112-119.
[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/119-120.
[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/120-123.
[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/124.
[118] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/125.
[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/125-128.
[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/128.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/128-129.
[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/129-130.
[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/130.
[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/130.
[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/130-131.
[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/131-134.
[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/134-135.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/135.
[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/135-138.
[130] Taberi, Begavi ve İbn
Kesir'de nakledildiğine göre.
[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/138-1139.
[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/140.
[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/140-141.
[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/141-142.
[135] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/142-143.
[136] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/144-145.
[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/145-146.
[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/146.
[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/147-148.
[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/149-150.
[141] Razi, age, XIV/91-92.
[142] Razi, age, XXI/87.
[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/150-160.
[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/161-162.
[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/162-164.
[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/164-165.
[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/165.
[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/165-171.
[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/171-172.
[150] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/172-173.
[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/173-174.
[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/174-176.
[153] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/176.
[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/176-178.
[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/178.
[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/178-179.
[157] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/180-181.
[158] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/181.
[159] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/181-183.
[160] Razi, age, X, 331.
[161] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/183-185.
[162] Camı'u 'l-Beyan, 3/311 'den
Süleyman Ateş, age, 2, s. 62.
[163] Razi, age, VI, s. 395.
[164] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/186-188.
[165] Razi,age, VI, s. 397.
[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/188-192.
[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/193-195.
[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/195-196.
[169] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/196-197.
[170] Razi, age, VI/412; Kurtubi,
el-Câmi', 4/119-120'den özet olarak Süleyman Ateş, age, 2/66.
[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/197-201.
[172] Müslim, İman, 46.
[173] Muhammed Esed, age, s. 394,
23. dipnot.
[174] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/201-209.
[175] Razi, age, VI/421.
[176] Razi, age, VI/425.
[177] İbn Mace, Mukaddime, 23.
[178] Müslim, el-Elfâz min'1-edeb,
3. Bab, 14. hadis.
[179] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/209-213.
[180] Zemahşeri, age, 1/440-441.
[181] Razi, age, VI/430-434; İbn
Kesir de aynı görüşleri sıralamaktadır.
[182] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/214-220.
[183] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/220-223.
[184] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/223-225.
[185] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/225-227.
[186] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/228-232.
[187] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 4/232-234.