Âl-i İmrân, 7; Kavram 146

 

 

 

TE’ VİL VE TEFSİR

 

Te’vil; Anlam ve Mâhiyeti

Tefsir; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’ân-ı Kerim’in Tefsiri

Meal; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’an-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercemeleri

Kur’an-ı Kerim Tefsirinde İhtilâf Sebepleri

Kur'ân-ı Kerim'de Te’vil ve Tefsir Kavramı

Hadis-i Şeriflerde Te’vîl ve Tefsîr Kavramı

Tefsirlerden İktibaslar

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

  هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (3/Âl-i İmrân, 7)

“Onların sana karşı getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, (onun karşılığında) sana doğrusunu ve daha açığını (ahsenu tefsîr) getirmeyelim.” (25/Furkan, 33)

 

 

Te’vil; Anlam ve Mâhiyeti

Te’vîl, “evl” kökünden gelir. Evl, “kaynağa dönmek”, te’vîl ise, “kaynağa döndürmek” demektir. Bir şeyi, kendisinden kastedilen mânâya ve gâyeye döndürmek şeklinde de târif edilmiştir. “Onun te’vîlini mi gözetiyorlar, onun te’vili geldiği gün...” (7/A’râf, 53) âyetinde te’vîl, “sonuç, varacağı nokta, döneceği durum” mânâsındadır. Âyet, dünya hayatıyla aldanan kâfirlerin, “bakalım sonunda ne olacak?” şeklindeki soruların cevabını vermektedir; “sonunda Kitab’ın ve işlerin varacağı nokta, Kıyâmet Gününde gelecek ve her şey ortaya çıkacaktır” denmektedir. Yine, aynı konuda, “Bu hayırdır ve en güzel te’vildir.” (17/İsrâ, 35) âyetinde de te’vil, “amellerin karşılığının görülmesi” şeklinde yorumlanmıştır (Râgıb el-İsfehânî, Müfredât, s. 31). Âyet, ölçüyü ve tartıyı tam yapmanın sonucunu açıklamaktadır.

Kur’an’ın te’vili konusuna geçmeden önce, Kur’an’ın mânâ derinliği üzerinde biraz daha açıklamalarda bulunmak gerekmektedir. Ebû Hayyan, bâtınî tefsirler hakkında şöyle der: Bâtınîler ve aşırı sûfîler, İslâm milletinin içinde gizlenen zındıklardır. Allah’ın Kitabı apaçık Arapça olarak gelmiştir; onda remz de bâtın da yoktur. Felsefecilerin ve tabiatçıların bulmaya çalıştığı şeylere îma bile sözkonusu değildir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır bu sözü naklettikten sonra, özetle şu güzel açıklamada bulunur: Kuşkusuz, Allah’ın kelâmı apaçık Arapça ile inmiştir. Kur’an’ın dili muammâ gibi simgeden ibâret sembolik bir ifâde değildir. Ve, yine kuşkusuz, nasslarda aslolan, engel bir delil bulunmadıkça zâhir üzere olmaktır. Bununla birlikte, şu da muhakkaktır ki, Kur’an’ın, Kitabın anası olan muhkem âyetlerinin yanısıra, gizli, müşkil, mücmel ve müteşâbihâtı, gerçeği, mecâzı, açığı, kinâyesi, benzetmesi, istiâresi, temsili, îması, belâğatinin nükteleri, hatırlatmaları, remizleri de vardır. Bütün bunlar da, açık mânânın yanı sıra, derece derece nice ifâdeler daha mevcuttur. Uslûl ilminde de bilindiği üzere, zâhirin zâhir olması aynı zamanda te’vil, tahsis, mecaz ihtimallerini de kesmiş olmayı gerektirmeyeceğinden, zâhirin zâhir olması aynı zamanda te’vil, tahsis, mecaz ihtimallerini de kesmiş olmayı gerektirmeyeceğinden, zâhire aykırı düşmeyecek birtakım ikinci derecedeki ihtimallerin de anlaşılması, muhkem âyetlerin açıklanmasına aykırı olmayacağı gibi, tersine Arapçanın apaçık olmasının gereklerindendir. Bu sebeple, “Kur’an’da hiç bâtın, remz ve îma yoktur” demek doğru olmaz. Sûre başlarındaki “Elif-lâm-mîm, Nûn” gibi ibâreler nasıl tefsir edilirse edilsin, rümuz olmaktan öte geçemez. Doğrusu, bazı haberlerde de geldiği üzere, Kur’an’ın hem zâhiri vardır, hem de bâtını. Fakat Kur’an, ihtilâftan ve çelişkiden uzaktır.

Yine, zâhir ve bâtın denizlerinin birleşmesiyle beraber, birbirine tecâvüz edip karışmasını da önleyen engeli aşmamak şartıyla, ondan zaman zaman vehbî ve zevkî olarak alınan doğuş ve ilhamlara da bir son tasavvur olunamaz. Buna karşılık, gerek filozoflar ve hakîmler (bilgeler), gerek astronom ve diğer bilim adamları, akıl erbâbı, edipler, seçkinleri ve avâmıyla bütün insanların zihnine ve rûhuna temas eden ve edebilecek olan haller, fikirler ve konular hakkında Kur’an’da îma yoktur demek ve Râzî gibi o yolda fikirleri nurlandırmaya hizmet edenleri ayıplamak ve suçlamak doğru olmadığı gibi, nassların ve muhkemlerin zâhirini iptal etmeyecek biçimde, Kur’an’ın rûhî ve vicdânî zevklere doğabilen işaret ve te’villerinden sözedenlerin hepsini de, Karamita ve Hurufiyye bâtınîleri gibi zındıklardan saymak da doğru değildir. Zâhirî mânâları ve hükümleri açıklayıp tesbit ettikten sonra, bunlara ters düşmeyecek şekilde birtakım işaret ve te’villerden söz eden kişilerden yararlanmamak da mahrûmiyet olur. Çünkü Kur’an, bunda iman edenler için âyetler vardır; bunda akleden bir kavim için âyetler vardır; bilen bir kavim için, düşünen bir kavim için, zikreden bir kavim için, fıkheden bir kavim için, lübb erbâbı için demektedir ki, kendilerine has kabiliyetleri içinde çeşitli muhâtaplarına seslenmektedir. Herhalde, zâhirîlikte aşırı gitmek de, bâtınîlikte aşırı gitmek kadar zararlıdır. Kur’an’da tefsir de vardır, te’vil de...” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 8, s. 561-563).

Merhum Elmalılı’nın kendine has üslûbuyla gâyet güzel şekilde açıkladığı gibi, Kur’an’ı tek düze bir kitap saymak, onu inkâr etmekle eş mânâlıdır. Bir defa, bütün insanlar anlayışta bir değildir. Bir hadis-i şerifte: İnsanlar mâdenler gibidir” buyurulmuştur. Madenlerin içinde bakır da vardır, demir de; krom da vardır, kömür de; gümüş de vardır, altın da. Bunun gibi, insanlar da çeşit çeşittir. Kur’an, Allah’ın Kelâmıdır, Allah’ın Kitabıdır; onda bütün bir kâinat vardır. İnsanlar da, anlayış derecelerine göre Kur’an’dan paylarını alırlar. Kalplerini tathir eden, her türlü kirden temizleyenler Kur’an’ın derinliklerine dalarlar.

Aynı konuda Seyyid Hüseyin Nasr’dan da birtakım iktibaslar yapmak yerinde olacaktır: Kur’an’ın çeşitli türde sûreleri ve âyetleri vardır; bunların bazıları öğretici ve açıklayıcıdır; diğerleri ise şiir gibidir ve genellikle kısa ve özlüdür. Kur’an, bir ormandaki gibi birden geometri, simetri, madenler topluluğu, ışığa tutulmuş bir kristal berraklığıyla karışan iç içe gür bir bitki hayatından oluşur. İslâm san’atının anahtarı, işte bu özelliğiyle Kur’an’ın ifade biçiminin ilham ettiği bitki ve maden şekilleri bileşimidir. Bazı âyetler veya sûreler, Kur’an âyetleriyle bezeli câmi süslemeleri halinde fizikî bir dünyada şekillendirilmiş arabeskler örneği uzatılmıştır. Diğerleri ise, özellikle son sûrelerinde görüldüğü üzere, daha çok geometrik ve simetrik bir dille ifâde edilmiş, oldukça açık ve keskin bir fikrin ânî patlamalarıdır.

Kur’an’ın gücü tarihî gerçekleri veya olayları anlatmasından kaynaklanmaz; belli bir zamandaki belli bir olayla değil; eşyanın tabiatındaki sonsuz gerçeklerle ilgilindiği için mânâsının her zaman geçerli bir sembol oluşundan kaynaklanır. Bunun yanı sıra, Kur’an kuşkusuz, Tevrat’ta da gördüğümüz üzere, bir kavmin Allah’a isyan edip Allah’ın da onları cezalandırması gibi belli olaylardan da söz eder. Fakat bu olaylar bile güçlerini, bizi her zaman var olan bir gerçeğin sembolleri olarak ilgilendirmelerinden alırlar. Kur’an mûcizesi, insanların ruhlarını, vahyedildikten on dört yüz yıl sonra bile, aynen yeryüzünde indiği ilk günkü gibi hoplatmasında yatmaktadır. Bir müslüman, Kur’an’ın tek bir sesiyle harekete geçer ve öyle ki, bir kişinin imanının, her gün okunan ezanların ve Kur’an’ın kendisini harekete geçirip geçiremediğiyle ölçülebileceği söylenir.

Kur’an, İslâm’da bilginin kaynağıdır da, yalnızca metafizik ve mânevî alanda değil; belli bilgi alanlarında da. Hatta metafizik, ahlâk ve fıkıh bir yana, her ne kadar son zaman bilim adamlarınca göz ardı ediliyorsa da, Kur’an’ın İslâm düşüncesi ve biliminin gelişmesindeki rolü de küçümsenemez ölçülerdedir. Bütün İslâmî zihnî çabalara kaynaklık eden bir yol gösterici ve temel yapıdır Kur’an.

Kur’an, insan için temelde mesaj ihtivâ eder. Önce, akîdevî mesaj vardır Kur’an’da; hakikatin bilgisini ve insanın bu bilgideki yerini açıklayan akîdeler takımı. Bu yönüyle Kur’an, her boyutuyla insan hayatını ilgilendiren kutsal İslâm hukuku veya Şeriat’ın temelini oluşturan bir dizi ahlâkî ve fıkhî hükümleri ihtivâ eder. Öte yandan, Kur’an’da, Alah’ın sıfatlarıyla ilgili metafizikî âyetler, kâinatın yapısıyla ilgili bir kâinat bilim ve varlığın sayısız durumlarıyla insanın sonu, sonrası ve âhiret hakkında açıklamalar bulunur. İnsan hayatı hakkında, tarih hakkında, varlık ve mânâsı hakkında akîdevî izahlar vardır. İkinci olarak, Kur’an, ilk bakışta bir tarih kitabı izlenimini veren bir mesaj ihtivâ eder. Çağlar boyunca yaşayıp gelmiş kavimlerin, kabilelerin, kralların, peygamberlerin ve bazı zâtların kıssalarını, bunlar içinde bazılarının yargılanıp cezalandırılmalarını anlatır. Bu mesaj tarihî terimlerle sunulmaktadır ama, insan ruhuna seslenmektedir. Mânâlı ve çarpıcı terimlerle yükseliş ve düşüşleri, insan ruhunun zikzaklarını ve kirliliklerini, geçmiş halkların hikâyeleri şeklinde tasvir eder. Üçüncü olarak, Kur’an’ın, modern dilde anlatılması güç bir husûsiyeti vardır. İlâhî büyü diyebilirsiniz ona; eğer bu deyimi metafizik mânâsıyla kavrayabilirseniz tabii. Kur’anî kaidelerin, Allah’tan geldikleri için, bizim kendilerinden yalnızca okuyarak aklî sahada öğrendiklerimizle özdeş olmayan bir gücü vardır. Kur’an’ın kâğıtlardan oluşan maddî varlığının bile büyük bir “bereket”e sahip oluşu bundandır. Bir müslüman, herhangi bir darlığa düştüğünde bir miktar Kur’an okur ve gerçekten rahatlar.

Kur’an’ı okuyan çokları, ondan, kelime kelime verdiği mesajı dışında hiçbir şey anlamazlar. Bu, hiçbir kutsal metnin kendisini insan aklına hemen açıvermemesinden ve gizlisini kolayca ortaya çıkarıvermemesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an, üzerinde varlıkların yaşadığı pek çok gezegenleri ve mânâ tabaları olan kâinat gibidir. Mânâsına nüfuz edebilmek için hazırlıklı olmak gerekmektedir.

Varlığımızın daha derin boyutlarına nüfuz edinceye kadar ve Allah’ın lutfu da olmadan, Kur’an’ın iç mânâsına ulaşamayacağımızı kavramak zorundayız. Eğer Kur’an’a sathî olarak yaklaşır, kendimiz, varlığımızın sathında yüzen sathî varlıklar olmakta devam eder ve derinlere uzanmış köklerimizden habersiz yaşarsak, Kur’an da bize yalnızca sathî mânâsı olan bir kitapmış gibi görünür. Gizliliklerini bizden gizler ve ona nüfuz edemeyiz. Rûhî sancılardır ki, nasıl tefsir Kur’an’ın zâhirini açıklıyorsa, onun gibi, adına te’vil veya sembolik ve yorumlu tefsir denilen bir işlemle insanı kutsal metnin bâtın mânâsına götürebilir.

Arapça te’vil kelimesi, etimolojik olarak, ilgili işlemin asıl mânâsını ihtivâ eder. Kelime mânâsı, “bir şeyi geri başlangıcına veya kaynağına götürmek” demektir. Kur’an’ın iç gizliliklerine nüfuz etmek, geri onun kaynağına ulaşmaktan başka bir şey değildir; çünkü, kaynak bâtın olandır ve vahy veya kutsal metnin ortaya çıkışı ilk bakışta bir iniş ve dışa vuruştur. (S. Hüseyin Nasr, Ideals and Realites of Islam, Londra, 1966, 2. baskı, ikinci bölüm)

Birtakım âlimler, “... Onun te’vilini ancak Allah bilir; ilimde râsih olanlar, ‘ona inandık, hepsi Rabbimiz’in katındadır’ derler. (3/Âl-i İmrân, 7) âyetiyle ilgili olarak, te’vili ancak Allah’ın bilebileceğini savunurken, bazıları da: “...Onun te’vilini ancak Allah bilir ve ilimde râsih olanlar da (bilir) ve ‘ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler” şeklinde okuyarak, ilimde râsih olanların da te’vili bilebileceğini kabul etmişlerdir.

Kur’an’da bu türden daha başka âyetler de vardır. Meselâ, “Allah’ın memleketler halkından Rasûlü’ne verdiği fey Allah ve Rasûlü içindir... Yurtlarından çıkarılmış, mallarından edilmiş ve Allah’tan fazl ve râzılık bekleyen muhâcirler içindir” dendikten sonra, “onların ardından gelenler ise, ‘Rabbimiz bizi ve iman etmekte bizi geçen kardeşlerimizi bağışla’ derler.” (59/Haşr, 7, 8, 10) âyetlerinde gerek “sonra gelenler”, gerekse 9’uncu âyetteki “Onlardan önce o yurda yerleşip imana sarılanlar” ibâresi kullanılmakta ve bununla Ensâr kastedilmekte, fakat hiç biri için âidiyet belirten “lâm” harf-i cerri kullanılmamaktadır. Oysa, bütün rivâyetler ve müfessirler, feyin muhâcirlerin yanı sıra, ensara ve sonradan gelenlere de verileceğinde ittifak etmiş ve “ellezîne” ism-i mevsulleri “lillezîne” takdirinde kabul edilmiştir. Bunun gibi, yukarıdaki âyette de Vav (ve) edatı hem “te’vil”i bilmeye, hem de “inandık” demeye mâtuftur. Elmalılı Hamdi Yazır, âyeti: “Onun te’vilini Allah’tan başka kimse bilmez ve ilimde râsih olanlar (da Allah’ın bildirdiği kadar bilir) ve ‘ona inandık, hepsi Rabbimiz’in katındandır’ derler.” şeklinde tefsir ettikten sonra, âyetin bu şekilde gelmesinin, ilimde râsih olanların Kitab’ın te’vilini Allah kadar bilmediklerini ve mutlak bilginin Allah’a ait bulunduğunu belirtmeye yönelik olduğunu ifâde eder (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1047).

“Ve mâ ya’lemu te’vîlehû ill’Allah”taki “te’vîlehû”nun “hû” zamirinin “müteşâbih olan”a değil de, “Kitab”a gittiğinini bazı müfessirler vurgulamış ve müteşâbihlerin muhkemlere ircâsıyla Kitab’ın bütününün muhkem olduğunu belirterek, te’vilin bütün Kitab’a şâmil bulunduğunu ihtar etmişlerdir. Müteşâbihlere inanmak ve muhkemlere ircâ ile muhkemlerle amel etmek gerekir. Ama, kalplerinde eğrilik olanlar müteşâbihlere takılırlar, Kur’an’ın bir kısmını alıp kalan kısmını bırakırlar; âyeti âyete tefsir ettirmeyerek, Kur’an’da ihtilâf varmış gibi ondan çeşit çeşit ve birbirine zıt hükümler çıkarıp farklı sonuçlara varırlar. Oysa, Kur’an’ın te’vilinin dayandığı hakikat birdir; te’vil, rastgele yorumlamak demek değildir. İkinci olarak, “Ve mâ ya’lemu te’vîlehû ill’Allah ve’r-râsihûne fi’l-ılmi yekuulûne âmennâ bihî küllün min ındi R’abbinâ” ifâdesinde, ilimde râsih olanların te’vili bilmediklerine dâir bir işaret yoktur. “Ve mâ ya’lemu te’vîlehû ill’Allah” ile “ve’r-râsihûne fi’l-ılm” ibâreleri arasında bir zıtlıktan çok, bir devam ve olumluluk görünmektedir. İlimde râsih olanlar “Kitabın te’vilini bilir, müteşâbihlere inanır ve hepsinin Allah katından olduğunu kabul eder ve muhkemlere ittibâ ederler.”

Üçüncü olarak, Kur’an’da sık sık gaybın bilgisinin ancak Allah’a âit olduğu ısrarla vurgulanır. Bununla birlikte gaybı Allah’ın bildirdiği bazı rasullerin (72/Cinn, 27) bilmesi, bu bilginin yalnızca Allah’a âit olmasına zıtlık teşkil etmez. Bunun gibi, gayb ve te’vilin bilgisine Allah’ın bildirmesiyle ve bildirdiği kadarıyla bazı rüsuh sahibi kulların da sahip olmasıyla, bu bilgi yine mutlak mânâda Allah’a âittir ve O’ndandır. (1)

 

Te'vil, aslına dönmek, rücû etmek mânâsına gelir. Te'vil; Bir şeyi ilmen veya fiilen kendisinden murâd edilen gâyeye döndürmektir (el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 30). Niketim: "Âle'l-emru ilâ kezâ" cümlesinde "âle", "sâra ileyhi", yani "iş şu şeye döndü" şeklinde açıklanmıştır. Öte yandan, "evl" keşf ve izhar mânâsına da kullanılmıştır. A'râf sûresinin 53. âyetinde geçen "te'vîl"in bu anlamda olduğu söylenmiştir. Tef'îl vezninde te'vîl kelimesi ise, "takdir etmek, tedebbür ve tefsiretmek, açıklamak ve beyan etmek anlamına gelmektedir.

Te'vil kelimesini, dinî bir ıstılah olarak tanımlamak güçtür. Bu güçlük, kelimeye çok farklı anlamların verilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Âlimlerimiz, selef ve halef bilginleri te'vili değişik şekillerde yorumlamışlardır. Selefe göre te'vil, tefsir ve beyan etmektir. Bu tefsir ve beyanın zâhire muvâfık olup olmaması önemli değildir. Tefsir ve te'vil, birbirine yakın ve müterâdiftirler. Mücâhid (v. 104/722) ve İbn Cerîr et-Taberî'nin (v. 310/922), iki kelimeyi birbirinin yerine kullanmaları bundan dolayı olsa gerektir (İbn Teymiyye, Mecmeu Fetâvâ, 11/33). Gerçekten de İbn Cerîr et-Taberî, ünlü tefsiri Câmiu'l-Beyan an Te'vîli'l-Kur'an'da, bir âyetin tefsirine başlamadan önce, "el-kavlu fî te'vîli kavlihî Teâlâ" (Allah Teâlâ'nın şu kavlinin te'vîli/yorumu şöyledir), veya "ihtelefe ehlu't-te'vîli fî hâzihi'lâyeti" (Te'vil ehli şu âyet hakkında ihtilâf etmiştir) derken, te'vîli tefsir anlamında kullanmıştır.

Her ne kadar anlam itibarıyla birbirine çok benzeyen bu iki kelimeyi, selef âlimleri, İbn Teymiyye'nin (v. 728/1327) ifâdesiyle, ashâb, tâbiûn, dört imam ve daha başkaları, yek diğerinin yerine kullanmış ve aralarına fark koymamışlarsa da, daha sonra gelen âlimler, bu kelimelere farklı mânâlar yüklemiş ve değişik anlamlarda kullanmışlardır.

Müteahhir fıkıh, kelâm, hadis ve tefsir âlimleri te'vili, "bitişik olan bir delilden dolayı, lafzın râcih ihtimalden mercuh ihtimale döndürülmesi" (İbn Teymiyye, 13/289; Mehmet Sofuoğlu, Tefsire Giriş, s. 340), "âyetin, zâhiren muhtemel olduğu mânâlardan birine rücû ettirilmesi" (ez-Zebidî, Tâcu'l-Arûs, III/470, VII/215; ez-Zerkeşî, el-Burhan fî Ulûmi'l-Kur'an, II/148; es-Süyûtî, el-İtkan, IV/167; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 214) şeklinde tarif edilmiştir.

Te'vil kelimesinin tanımı üzerindeki ihtilâftan başka, kullanımı konusunda da ihtilâf çıkmış, bu yüzden bazı mezhep mensupları arasında kavgaya kadar varan münakaşalar zuhur etmiştir (İbn Teymiyye, 13/286-287). Aslında, çok değişik yönlere çekildiği ve farklı anlamlara hamledildiği için yavaş yavaş müstakil bir ilim haline gelmekte olan te'vilin, herkesin mutâbık olduğu yeknesak bir tarifi yapılamamıştır. Bununla beraber, Ehl-i sünnet âlimlerine ait çeşitli tarifler göz önünde bulundurularak, te'vil şu şekilde izah edilebilir: "Meşrû bir sebep veya delilden dolayı, âyeti zâhirî mânâsından alıp taşıdığı diğer mânâlardan, önündeki ve sonundaki âyete mutâbık, Kitab ve Sünnete muvâfık olanında kullanmaktır."

Tefsir ve Te'vil Arasındaki Farklar: Görüldüğü gibi, müteahhir bilginler, selef âlimlerinden farklı olarak tefsir ile te'vili ayrı anlamlarda kullanmışlar, birbirinin yerine kullanma geleneğini terketmişlerdir. Herşeyden evvel tefsir kelimesi ıstılah olarak, te'vilden daha önce kullanılmıştır. İslâm'ın ilk asrında, Kur'an ile ilgili tüm ilimler "tefsir" diye adlandırılıyordu. Zaten o dönemde tefsir ile hadisten başka ilim de yoktu. Daha sonraları, özellikle tercüme faâliyetlerinin büyük bir ivme kazanmasından sonra başlayan tedvin hareketiyle, tefsir kelimesi daha geniş bir anlam ifade eder olmuş ve başka ilimler için de kullanılımıştır. Te'vil ise, Kur'an'ın ve ondaki fikirlerin müdâfaa edilmeye başlanmasından sonra kullanılmıştır (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 214-215).

Buna istinâden Râğıb el-İsfehânî, bu iki kelimenin farklı olduğunu söylemiş ve aralarında şöyle bir ayrım yapmıştır: Tefsir, te'vilden daha geneldir. Tefsir, daha ziyâde lafızlarda ve bunların müfredâtında, te'vil ise daha çok mânâlarda ve cümlelerde kullanılır. Meselâ, Kur'an'da da geçtiği gibi (12/Yusuf, 44, 100), rüya te'vil edilir, fakat tefsir edilmez. Te'vil sadece İlâhî kitaplarda, tefsir ise bunlardan başka diğer eserlerde de kullanılır (el-İsfehânî, Mukaddime, 402; ez-Zerkeşî, el-Burhxân, II/149).

Sa'lebî'nin (v. 427/1036) kavli üzere, müfessirler örfünde tefsir te'vil ile mürâdiftir (eşanlamlıdır). Nitekim buna daha önce temas edilmişti. Lâkin, daha sonra gelen âlimler, tefsiri, müşkil olan lafızlardan murad edilen mânâyı keşfetmek ve beyan etmek, te'vili ise, iki muhtemel mânâdan birini, zâhir kelâma mutâbık olan mânâya yöneltmek şeklinde değerlendirmişlerdir. Tefsir, yalnız bir veche ihtimali olan lafız hakkında izahtır; te'vil ise, değişik mânâlara ihtimali bulunan bir lafzı, o mânâlardan birine tevcih etmektir (M. Sofuoğlu, Tefsire Giriş, 241).

İmam Mâturidî (v. 333/944) de, tefsir ile te'vili gâyet güzel bir şekilde birbirinden ayırmıştır. Te'vîlâtu'l-Kur'an adlı meşhur eserinde, tefsirin sahâbeye, te'vilin ise fakîhlere âit olduğuna temas ettikten sonra, bu sözün şerhi meyanında şunları söylüyor: Sahâbe hâdiseleri görüyor, hakında âyet nâzil olan hususu yakînen biliyordu. Bu yüzden, onlara göre âyetin tefsiri demek, ondan murad edilen şeyin hakikati demekti. Mâturidî, te'vilin, sözün muhtemel olduğu mânâlardan birine ircâ ettirilmesi şeklindeki tanımını verdikten sonra, te'vilde Allah'ı şâhit gösterme gibi bir durumun olmadığını, dolayısıyla, tefsirdeki gibi bir zorluğun bulunmadığını belirtiyor. Zira diyor, te'vil eden, murad edilen şeyden haber vermemekte, "Allah bununla şunu murad etti" diye kestirip atmamakta; fakat "bu söz, insanların konuşmalarında şu vecihlere yöneliyor. Ama yine de en iyisini Allah bilir" demektedir. O halde tefsirde bir tek vecih, te'vilde ise müteaddit vecihler vardır.

Âlimlerin çoğunun ifâdesinden anlaşıldığına göre, tefsir rivâyete, te'vil ise dirâyete dayanmaktadır (Sofuoğlu, 241). Çünkü, tefsirin mânâsı, daha önce de geçtiği gibi, keşf etmek, beyan etmektir. "Allah'ın şu âyetten murâdı şudur" diye, İlâhî irâdeyi kat'î olarak tâyin etmektir. Bu ise ancak, Hz. Peygamber'in beyanına ve tenzîli bizzat müşâhede eden sahâbenin nakline bağlıdır. Onun için yapılan tefsir, buna benzer kesin bir delile dayanıyorsa, sahih ve makbuldür, aksi takdirde rey ile tefsir olur ki, bu nehyedilmiştir.

Te'vilde ise, Allah'ın murâdını kat'iyetle ifâde etmek yoktur, sadece lafzın muhtemel olduğu mânâlardan birine tercih etmek söz konusudur. Tabii olarak bu tercihin bir ictihada dayanması lâzımdır (ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, I/22; Mennâ' el-Kattan, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'an, 327; Suat Yıldırım, Peygamberimiz'in Kur'an'ı Tefsiri, s. 22; Sofuoğlu, 241, 248).

Ebu'l-Beka (v. 1094/1683) da, tefsir ile te'vil arasındaki farkı, şöyle bir örnekle de açıklamaktadır: Eğer, "yuhricu'l-hayye mine'l-meyyiti" (-Allah- ölüden diriyi çıkartır) (3/Âl-i İmrân, 27; 6/En'âm, 95; 10/Yûnus, 31; 30/Rûm, 19) âyetinden murâd, Alllah'ın yumurtadan kuşu çıkarmasıdır dersek, bu tefsir olur. Fakat, bununla kâfirden mü'min veya câhilden âlim çıkarmayı murâd ediyor dersek, bu da te'vil olur (Ebu'l-Beka, Külliyat, 106).

İslâm'ın ilk asırlarında tefsir ve te'vil aynı mânâda kullanılıyordu. Ancak daha sonraları, bu iki kelime ayrı anlamlarda kullanılır olmuştur (Cerrahoğlu, Kur'an Tefsirinin Doğuşu, 15).

Tefsir, Te'vil ve Tercüme Arasındaki Münâsebet: Buraya kadar verilen bilgilerden, bu üç lafzın birbiriyle sıkı bir ilişki içinde oldukları anlaşılmaktadır. Tabii ki bu ilişki, onların aynı mânâyı tazammun ettiğini ifâde etmez. Ne var ki, onları birbirinden ayr ıdüşünmek de mümkün değildir.

Tefsir, İlâhî muradı kesin olarak beyan ettiği için çok daha hassâsiyet ve itinâ gerektiriyor. Aynı zamanda tefsiri yapanı derin ve ağır bir sorumluluk altına sokmuş oluyor. Bu yüzden, Hz. Peygamber'den veya sahâbeden sahih bir rivâyetle menkul olmayan haber ve izahlara itibar edilmemelidir.

Te'vil, muhtemel mânâlardan birini tercih etmek olduğuna göre, burada te'vili yapanın tercihi önem kazanıyor. Şüphesiz ki, âyeti te'vil eden kişinin bilgi ve kabiliyeti, İlâhî kelâma ve Hz. Peygamber'in sünnetine vukufu, Arap dili ve edebiyatına hâkimiyeti, bağlı bulunduğu mezhebi, hatta yaşadığı çevrenin sosyo-ekonomik ve politik yapısı, kurumsal faktörler... onun tercihinde etkili olacaktır. Burada beşerî bir tercih söz konusu olduğu için, tercümesinin de daha rahat ve endişeden uzak olarak yapılabileceği söylenebilir.

Her biri Kur'an ilimlerinin birer dalı olan Tefsir, Te'vil ve Tercüme; bunların üçü de, İlâhî mesajın insanlara en güzel şekilde anlatılıp kavratılmasını hedeflemektedir. (2)

 

Müteşâbihlerin Mâhiyeti Hakkında Anahtar Bir Kavram Olarak Te’vil: Te’vil kelimesi süreç içerisinde “anlamak/yorumlamak” ve “lafzı, başka bir mânâya delâlet ettiğine dâir bir delilden dolayı, asıl mânâsından, gerektirmediği bir mânâya hamletmektir” şeklinde de anlaşılmış olsa da, ilk dönem lügat kitaplarında bu kelimeye “âkıbet” mânâsı verilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’deki kullanımında da te’vil kelimesinin bu çerçeveye oturmuş olduğu görülmektedir.

Kur’an’da te’vil kelimesi 17 yerde kullanılmaktadır ve “işlerin âkıbeti”, “varacağı yeri” mânâsına gelmektedir. Nitekim Yûsuf Sûresinde Yusuf’a rüyada görülenlerin te’vilinin (te’vîlu’l-ehâdîs) öğretildiğinden bahsedilmesi (12/Yûsuff, 6), ona rüyada görülen şeylerin “âkıbetinin ne olacağını” kestirmenin ve o görülen şeylerin “gelecekte yaşanacak vâkıa olarak” neye tekabül edeceğini bilmenin öğretilmesi demektir. Zaten yine aynı sûrede anlatılan kralın bir rüya görmesi ve bunu Yusuf’un te’vil etmesi olayı da bu görüşü açıkça ortaya koymaktadır. Kral bir rüya görmüştür (12/Yusuf, 43). Ve kimse bu rüyayı te’vil edememiş (12/44), dolayısıyla te’vil etme işi Yusuf’a bırakılmıştır (12/45). Yusuf da bu rüyayı te’vil etmiş, onun âkıbetini bildirmiş, yani o rüyada görülenlerin ileride nasıl gerçekleşeceğini ve bu gerçekleşecek olanın nasıl olacağını onlara bildirerek tedbir almalarını söylemiştir (12/46-48).

Kehf Sûresinde ise Mûsâ (a.s.) ile “Allah’ın katından rahmet verdiği ve bir ilim öğrettiği kullarından bir kul”un kıssası anlatılmaktadır. Bu kıssada o “kul”un birtakım olayları gerçekleştirdiği anlatılmakta ve Hz. Mûsâ’nın bu yapılan işleri anlamlandıramadığından şaşkına döndüğünden bahsedilmektedir (18/Kehf, 65-77). Tüm yaşanan olaylardan sonra Hz. Mûsâ’nın sözel bir müdâhalede bulunmasının (18/77) ardından o “kul”un şöyle dediğine şâhit olunmaktadır: İşte, dedi; bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin te’vilini haber vereceğim.” (18/Kehf, 78). Âyetlerin devamına bakıldığında o kulun te’vilini haber verdiği şeylerin gelecekte olacak olan hâdiselerle ilgili olduğu görülmektedir. Âyetler o kulun yaptığı işlerin ileride ne gibi bir sonuçla, âkıbetle bağlantılı olduğunu ortaya koyup anlattıktan sonra şöyle demektedir: İşte senin sabredemediğin şeylerin te’vili (âkıbeti) budur.” (18/Kehf, 82). Görüldüğü gibi bu sûredeki te’vil kavramının da gelecekle ve gelecekteki âkıbet ve sonuçla yakın bir irtibâtı vardır.

4/Nisâ 59 ve 17/İsrâ, 35. âyetlerde de en güzel te’vilin (ahsenu te’vîlâ), yani en güzel âkıbet ve sonucun müslümanların olacağı kaydedilmektedir. 10/Yûnus 39. âyette ise inanmayanların “bilgisini kavrayamadıkları ve te’vili kendilerine gelmemiş olan şey”i yalanladıkları bildirilmektedir. Burada da inanmayanların Kur’an’ın bildirdiklerini (ilmi) yalanladıkları, bu bilgiyi kavramadıkları ve bundan da öte, bilgisi bildirilen şeylerin sonucu, gerçekleşmesi (te’vili) oluşmadığı halde, o kimselerin bunu yalanlamış olduğu ifâde edilmektedir ki, yine te’vili ile ileriye dönük, ileride sonuç bulacak şeyler arasındaki yakın alâka göze çarpmaktadır.

O halde, bu âyet-i kerimede iki olgudan söz edilmemektedir:

1. Bilgisi kavranılmayan şey, yani İlâhî bildirimler, âyetler,

2. Te’vili gelmeyen şey, yani İlâhî bildirimlerin âkıbeti, sonucu ile ilgili şeyler.

Gerek te’vil kavramına, gerekse te’vilin müteşâbih âyetlerle ilgisine doğrudan açıklık getirecek bir başka âyet ise şöyledir: “Gerçekten onlara bilgiye göre açıkladığımız, iman eden bir toplum için yol gösterici ve rahmet olan bir Kitap getirdik. İlle onun te’vilini mi gözetiyorlar? Onun te’vili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: ‘Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki şefaat etsinler, yahut tekrar geri dönmemiz mümkün mü ki, yaptıklarımızdan başkasını yapalım?’ Onlar kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler, kendilerinden saptı.” (7/A’râf, 52-53). Görüldüğü gibi âyette Kitap unsuru ile te’vil unsuru ayrı ayrı zikredilmektedir. Âyet, bir bütün olarak ele alındığında te’vil ile Kitap’ta bildirilenlerin ya da Kitap ile bildirilen bazı bilgilerin kıyâmet gününde açığa çıkması olayını kasdettiği açıkça anlaşılmaktadır. Demek ki burada da te’vil kelimesi, verilen bilgilerin ileride gerçekleşmesi, sonuçlanması ve ortaya çıkmasıdır ki, bu da ancak kıyâmetle vuku bulacaktır. Zâten âyette bahsedilen iman etmeyenlerin te’vil geldiğindeki pişmanlıkları Kur’an’da kıyâmetin kopmasıyla ilgili diğer âyetlerde de bildirilmektedir.

Te’vil kavramının Kur’an’da herşeyin âkıbeti ve sonucu, şu anda belirtilen şeylerin gelecekte neye tekabül edeceği ve dahası “Kitab’ın te’vilinin” şu anda muhâtap olunan bazı İlâhî gerçeklerin ileride kıyâmetle birlikte aynen ortaya çıkıp kesinleşeceği olduğu anlaşıldıktan sonra, Âl-i İmrân, 7. âyete dönülebilir.

Yukarıda Kur’an’ın tümünün hem muhkem, hem de müteşâbih olduğu zikredilmişti. Oysa Âl-i İmrân, 7. âyette Kitab’ın bir kısmının muhkem, bir kısmının ise müteşâbih olduğu zikredilmektedir. Bu durum nasıl izah edilecektir? Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, müteşâbih âyetlerin “anlaşılıp anlaşılmaması” sorunu ile hiçbir ilgisi sözkonusu değildir. Te’vil kelimesini “tefsir ve anlamın açıklanması” olarak anlayan kimi müfessirler Kur’an’daki müteşâbih âyetlerin anlaşılamayacağı üzerinde durmuşlardır ki, bu iki açından yanlış bir anlayıştır.

Birincisi, te’vil kavramına yanlış bir anlam verilmesi sebebiyle Kur’ânî bir kavramın yerinden edilmesi; ikincisi ise Kur’an’ın kendisini ısrarla “apaçık ve anlaşılır” (Bkz. 2/Bakara, 118; 6/En’âm, 52, 126; 16/Nahl, 89; 54/Necm, 17; 57/Hadîd, 9 vd.) diye ortaya koymasına rağmen, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin anlaşılamayacağı iddiâsında ve zannında bulunulması nedeniyledir. O halde Kur’an’ın tamamı açık ve anlaşılır; yani muhkem kavramıyla irtibatlı olarak, lafzen ve mânen çarpıtılmaya, tahrif edilmeye ve sağa sola kaydırılmaya nihâî anlamda müsâit olmayan ve buna asla izin vermeyen bir Kitaptır. Kur’an’ın tamamının muhkem olması demek, böylece Kitab’ın tüm âyetlerinin lafzen ve mânen sağlam bir biçimde, açık ve kesin olarak yerli yerinde durması demektir ki, bu da onun anlaşılırlığı ile yakından alâkalıdır. Peki, bu durumda Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin muhkem, bir kısmının ise müteşâbih olduğu gerçeği nereye oturacaktır? Burada hemen şunu kaydetmek gerekir ki, Kur’an’ın tamamı muhkem/apaçık anlaşılır olmakla birlikte, bazı muhkem âyetlerin gaybî boyutla bir ilişkisi sözkonusudur.

İşte gayble ilgili “bazı” muhkem âyetler, anlaşıldığı kadarıyla müteşâbih olarak zikredilmektedir. Yani bir âyet, aynı zamanda hem muhkem, hem de müteşâbih olabilmektedir. Ama muhkem bir âyetin müteşâbih olması için gaybî bir boyutunun da olması gerekmektedir. Zira müteşâbih deyimi bir şey hakkında duyuların veri elde edememesi, yani gayb alanıyla ilgili olması sebebiyle ve o konuda kesin bir bilgiye sahip olamama sonucu o şey hakkındaki düşünce ve yorumların benzer olması ve neyin kesin doğru olduğunun bilinememesi dolayısıyladır. Başka bir ifâdeyle müteşâbih kelimesi, gaybî gerçeklere -kisin bilgimizin olmaması sonucu- zihnimizde bazı benzerlikler kurmamızı ifâde etmektedir. Bununla birlikte şunu da söylemek gereikir ki, muhkem âyetlerin gaybla ilgili olanların tümü müteşâbih kapsamına girmemektedir. Bunun böyle olması te'vil kavramının anlamıyla irtibatlıdır. Gerek Kur'an'ın diğer âyetlerinde, gerekse Âl-i İmrân, 7. âyetteki te'vil kavramının gelecekle ilgili bir içeriğinin olması, yani "gelecekte vâki olacak bir âkıbet ve sonuç"la ilişkilenmesi açıkça müteşâbihin gelecekle alâkalı olmasını gerekli kılmaktadır. Müteşâbih, muhkem âyetlerin gaybla ilgili boyutlarıdır ama, bu gaybî boyut da ileride sonuçlanacak ve gerçekleşecek bir yön taşımaktadır. Bu durumda, te'vil kavramından hareketle müteşâbihâtı, sonucu/âkıbeti ileride (kıyâmet gününde) açığa çıkacak ve gerçekleşecek olan âyetler olarak gerekecektir. Zâten Kur'ân-ı Kerim, "Kitab'ın te'vilinin gelmesini", Kitab'ın önceden bildirdiklerinin kıyâmet gününde açıkça ortaya çıkması şeklinde tanımlamaktadır (7/A'râf, 52-53). O halde müteşâbihât, Allah'ın kısmen bilgisini verdiği, ama tamamıyla kuşatamadığımız kıyâmet günü, cennet, cehennem ve bunların ahvâline dâir ileride vukuu gerçekleşip âkıbeti ortaya çıkacak âyetleri kapsamaktadır. Nitekim el-İsfehânî, müteşâbihâta giren konular arasında kıyâmet gününün niteliklerini zikretmiş, bunun nedeni olarak da "duyuların bu nitelikleri tasavvur etmedik çâresizliği"ni kaydetmiştir (Râgıb el-İsfehânî, a. g. e. s. 44). Yine, birtakım eksiklikler ve bulanıklık taşısa da vaad ve vaid (cennet ve cehennem) ile kıyâmet âyetlerini müteşâbihât kapsamında değerlendiren görüşlere İslâm tarihinde rastlanılmaktadır (Reşid Rızâ, Tefsiru'l-Menâr, c. 3, s. 164, Beyrut, tarihsiz).

Durum böyle olunca Âl-i İmrân, 7. âyette niçin müteşâbihâtın te'vilinin peşine düşmenin kınandığı ve niçin bu tutumun "kalplerinde eğrilik olanlar"ın tutumu olarak zikredildiği de anlaşılmış olmaktadır. Çünkü müteşâbihâtın te'vilini insan, bu sınırlı idrâkiyle bilememektedir. Onun te'vilini insan, bu sınırlı idrâkiyle bilememektedir. Onun te'vilini (nasıl sonuçlanacağını ve âkıbetini) ancak Allah bilebilir. O halde mü'minlere düşecek olan, müteşâbih âyetlerde bildirilen hakikatlerin âkıbetini bilmeseler de, hepsine birden iman etmiş olmaktır. Zira gerçek mü'min, gelecekteki vuku bulacak olayları tümüyle görmese ve bilmese de sırf "Allah'tan indirildiği" için ona iman edendir. İşte bundan dolayı âyette "ilimde râsih olanlar ise, 'o kitaba inandık, onun tamamı Allah katındandır' derler" buyrulmaktadır.

Konuyla ilgili bir başka tartışma da Âl-i İmrân, 7. âyetteki "durak"ın "lafza-i celâl"de mi, yoksa "el-ılm"de mi olacağı tartışmasıdır. "Te'vil" kelimesinin "tefsir" ve "mânânın açıklanması" olarak anlaşılması sonucu ortaya çıktığını düşündüğümüz bu tartışmanın müteşâbihâtın anlaşılıp anlaşılamayacağı tartışmasıyla da yakın bir ilişkisi vardır. Selefin büyük çoğunluğu, durağın lafza-i celâl üzerinde olması gerektiği (yani te'vili yalnızca Allah bilir, başkası değil) ve âyetin sonrasının ayrı bir cümle olduğu görüşündedirler. İbn Abbas, Ubeyy ve İbn Mes'ud'dan rivâyet edilen kıraat budur. Durağın "ve'r-râsihûne fi'l-ılm"deki "ılm" üzerinde olacağını söyleyenler (yani te'vili Allah ve ilimde râsih olanlar bilir); Mücâhid'den nakledilen rivâyete dayanmaktadırlar. Mücâhid'den başka, seleften bazılarının da bu görüşte olduğunu nakledenler var ise de, büyük çoğunluğun aksi görüşte olduğunu kabul etmeyen yoktur (M. Said Şimşek, Kur'an'da İki Mesele, s. 43).

Te'vil kelimesinin sonraki dönemlerde tefsir ve mânânın açıklanması olarak anlaşılması Kur'an'da "anlaşılmaz" âyetlerin varlığı problemini ortaya çıkarmış ve bu nedenle buna karşı çıkan ulemâ, durağı "el-ılm" kelimesine alarak "müteşâbihin yorumunun ve anlaşılmasının" ilimde râsih olanlar tarafından gerçekleştirilebileceğini ortaya koymaya çalışmışlardır. Bizce bu bir zorlamadır. Zira te'vili, yani âkıbeti Allah'tan başka kimse bilmemektedir. Zâten te'vilin tefsir ve anlaşılmayla ilgili olmadığı bilindiğinde böyle bir zorlamaya da gerek kalmayacaktır. O halde mânâya uygun olarak durağın "Allah" lafzında olması gerekmektedir. Zira gaybı yalnız O bilebilir.

Sonuç olarak denilebilir ki, Kur'ân-ı Kerim bütün âyetleriyle muhkem bir kitaptır. Kitabın muhkem olması lafzen ve mânen nihâî anlamda kendisine karşı herhangi bir dahlin, çarpıtmanın, tahrifin olamayacağı ve bu yüzden de Kitab'ın tümünün açık ve anlaşılır olduğu, kesin bir hüküm taşıdığı anlamına gelmektedir. Bu böyle olmakla birlikte muhkem âyetlerin gelecekle ilgili gaybî boyut taşımaları (kıyâmet gününün zamanı ve nitelikleri, cennet-cehennem ve bunların tam olarak keyfiyetleri gibi) insan idrâkinin bunları kavrayamaması nedeniyle bu âyetleri müteşâbihât kapsamına sokmaktadır. Müteşâbihâtın konusuna Allah'ın zâtı ve sıfatları ile Allah'ın eli, yüzü, istivâ etmesi gibi ifâdeleri sokmak doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir. Zira Allah'ın bu tür ifâdelerle nitelendirilmesi tamamen mecâzî ifâdeler olup hakiki mânâyla bir ilgisi sözkonusu olamaz. O halde bunlar mecazlı ifâdeler olup müteşâbih değildirler. Müteşâbihâtın konusunu tâyin etmede te'vil kavramı anahtar bir rol üstlenmektedir. Te'vil bir şeyin âkıbeti, sonucu ileride/gelecekte nasıl gerçekleşeceği ve neye tekabül edeceği gibi mânâlara geldiğinden müteşâbihâtın ileride gerçekleşecek ve sonuçlanacak esaslı bir yönünün olması gerekmektedir. Bu da genel olarak bu dünya hayatından sonraki dönemle ilgili âyetlere karşılık gelmektedir. (3)

 

 

Tefsir; Anlam ve Mâhiyeti 

Bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamında "el-Fesr" masdarından tef'il babında bir kelime. Istılâhta beşerî takat oranında, Allah Teâla'nın muradına delâlet etmesi yönünden Kur'ân-ı Kerim'i inceleyen bir ilimdir.

Konusu, Kur'an ayetleridir. Gayesi, iki cihanda selamete ve mutluluğa ulaşmak için Allah Teâla'nın kitabını yine O'nun murâdına uygun bir şekilde anlamak, anlatmak ve yararlı hükümler çıkarmaya kudret kazanmaktır.

Tefsir ilminin şerefi: Bu ilmin şerefi, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ; "Dilediğine hikmeti verir, hikmet verilen kimseye çok şeyler verilmiştir" (Bakara, 269) buyurmuştur. İbn Abbas (r.a)'dan gelen bir rivâyete göre ayet-i kerimede geçen "hikmet" kelimesi, Kur'an'ın nasihini, mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, ilk ve son inen ayetlerini, helâl ve haramını, mesellerini bilmek anlamındadır. Alimlerin İcma'ına göre Tefsir ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu itibarla Tefsir ilmi Şer'i ilimlerin en yücelerindendir. Mevzu, gâye ve kendisine duyulan ihtiyaç yönünden de ilimlerin en şereflisidir (Mennâ' el-Kattan, Mebâhis-Ulumi'l-Kur'an, Beyrut, 1408/1987, s. 327).

Tefsire olan ihtiyaç: Kur'an-ı Kerîm'in tefsirine büyük bir ihtiyaç vardır. Vakıa, Kur'an-ı Kerîm bir belâğat mucizesidir, birçok meseleleri, hükümleri pek açık lafızlarla beyan buyurmuştur. Fakat ilmî, edebî, ahlâkî, hukukî, sosyal hakikatlerine kadar açık bir tarzda yazılmış olurlarsa olsunlar; yine bunları herkes gereği gibi anlayamaz; bu hususta şerhlere, izahlara ihtiyaç görülür. Bunun içindir ki, en beliğ ediplerin, en güçlü yazarların eserleri hakkında birçok şerhler, haşiyeler yazılmıştır.

Bununla beraber, herhangi bir mesele, birçok meselelerle ilgili olabilir. Mütehassıs olmayanlar bu ilgiyi göremezler. Bu meseleleri bir arada düşünmeye ve mütalâaya muktedir olamazlar. Müfessirler ise, her meseleyi izah eder ve o mesele ile ilgili olan diğer meseleleri de ortaya koyar. Artık bu hususta bilinmesi gereken maddeler bir tablo halinde gözler önüne serilir. Böylece mütalâa sahipleri fazla araştırmalardan kurtulmuş olur; az zamanda çok bilgi sahibi olurlar.

Bir de herkes, Kur'an lafızlarının, ibarelerinin inceliklerini anlayamaz ve en ibret verici noktasına işaret edilen bir kıssanın, bir olayın teferruatına vakıf olamaz. Müfessirler ise, lafızlara ait incelemeleri yaparlar, kelimelerin ve terkiplerin hakiki, mecazî ve kinayeli manalarını, işaretlerini, delâletlerini gösterirler, Kıssalara, olaylara dair yeterli derecede bilgi verirler. Böylece Kur'an'ın hakikatları, güzellikleri büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmış olur.

Tefsirler başlıca iki kısma ayrılır:

1- Rivâyet tefsirleri: Bu tefsir, selefden nakledilegelen eserlere dayanan tefsir-i naklîdir ki, buna et-Tefsir bi'l-me'sur veya Bi-Tariki'r-Rivâye Tefsir de denir. Bu tefsirlerde ayetlerin manaları, nüzûl sebepleri, nâsıh ve mensuh olanları gösterilir. Böylece rivâyet yolu ile yapılan tefsirlerin başlıca kaynakları, Hadis-i Şerif kitapları ile Siyer ve Tarih kitaplarıdır. Bunlara muhalif, aklın hükmüne aykırı olan rivâyetlere itimat edilmez.

2- Dirâyet Tefsirleri: Buna rey ile tefsir de denir. Bu tefsirde müfessir, ayet hakkında açıklayıcı bir nakil bulamayınca reye başvurur. Yani ictihad eder, ve Lugat, Belâğat gibi lisan ilimlerinden yararlanır. Müfessir bunu yaparken, müfessirde aranan bazı şartları taşıması tabiidir.

Gerek rivâyet ve gerekse dirâyet sahasında oldukça faydalı birçok tefsir te'lif edilmiştir (Menn'a el-Kattan, a.g.e., s. 347-367; (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 105-107). (4)

 

Tefsîr, “Fe-se-ra” veya değişim sûretiyle “se-fe-ra”dan tef’îl bâbında masdardır. “El-fesr” lugatta, “doktorun hastalığı teşhis için bakmış olduğu mâyi’ye/sıvıya denir; bu mâyinin idrar olduğu da söylenmiştir; Tefsir, bu sıvıya bakarak hastalığı teşhis etmektir. Bu mânâdan başka, tefsir, “mânâsını ortaya koymak ve üzeri kapalı bir şeyi açmak” gibi mânâlara da gelir. “Es-sefr” ise, kapalı bir şeyi açmak ve aydınlatmak demektir. “Seferati’l-mer’etü an vechihâ -kadın yüzünü açtı” denilir (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 209-210).

Gerek “fe-se-ra”dan, gerekse “se-fe-ra”dan gelmiş olsun tefsir, maddî ve mânevî açıdan keşfetmek, açıklamak mânâlarına gelir. Terim olarak, “anlaşılması zor olan lafızdan, kastedilen mânâyı ortaya çıkarmak” demektir. Kur’ân-ı Kerim’le ilgili olaraksa, “Kur’an’ın mânâsını açıklamak, içindeki müşkil ve garip lafızları çözmektir” şeklinde târif olunur (İ. Cerrahoğlu, s. 210; Abdurrahman Çetin, Kur’an İlimleri ve Kur’ân-ı Kerim Tarihi, Dergâh Y. s. 270)

İslâm tarihinde tefsir hareketi erken başlamıştır. Genellikle Hz. Peygamber’den ve sahâbeden gelen nakillere dayalı tefsirlere “rivâyet tefsirleri” denilir. Bu tefsirlerin en ünlüleri, Taberî’nin Câmiu’l-Beyan fî Tefsîri’l-Kur’an’ı, İbn Kesir’in, et-Tefsîru’l-Kebîr’i, Suyûtî’nin ed-Dürru’l-Mensûr fî Tefsîri’l-Me’sûr adlı tefsiridir. Rivâyet tefsirleri, bazı hususlarda tenkide tâbi tutulmuşsa da, kıymetli bilgiler ihtivâ ettikleri de bir vâkıadır.

Rey ile tefsir konusunda âlimler arasında büyük ihtilâflar çıkmıştır. Bazı âlimler bu tür tefsirlerin şiddetle karşısında olmuşlardır. Bu konuda hadisler de rivâyet edilmektedir. Tirmizî’de şöyle bir hadis-i şerif vardır: “Kim benim üzerime kasden yalan söylerse Cehennem’deki yerine hazırlansın. Kim reyiyle Kur’an’la ilgili bir şey söylerse, Cehennem’deki yerine hazırlansın.” Yine bir diğer hadis-i şerifte, “Kim Kur’an hakkında görüşüne göre söyler ve isâbet de ederse, yine de yanılmış olur” buyurulmaktadır (Naklen, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Y. c. 1, s. 427). Buna karşılık, bazı âlimler, bu hadisleri yorumlamışlar ve Kur’an üzerinde düşünüp ibret almaya çağıran âyetlere dayanarak, rey tefsirine cevaz vermişlerdir. Aslında, tek bir dönem ve ilim, idrâk seviyesine değil, her zaman ve her seviyeye hitap eden Kur’an, özellikle ilimlerin gelişmesiyle mânâ tomurcukları sürekli açan bir gül gibidir. Her zamanın bir hükmü vardır. Zaman da bir müfessirdir. Şartlar ve olaylar, gizli kalmış pek çok gerçeği ortaya çıkarır. Kamuoyuna hocalık edecek olan ilmî kamuoyudur. Bu sebeple, büyük bir müfessir olan zamanın başkanlığı altında, her bir fende uzman ve hakikat ehli ve araştırmacı âlimlerden seçilmiş bir ilim meclisi teşkili ile, bu meclis, meşverete dayalı bir tefsiri te’lif etmekle, diğer tefsirlere dağılmış bulunan güzellikleri daha da güzelleştirerek bir araya getirmelidirler.

Tabiatıyla, her müfessirin tefsiri, kendi kapasitesi ve zamanıyla sınırlı olacaktır. Ayrıca, Kur’an’da temel gâye, insanların büyük çoğunluğunu oluşturan avâmı irşad olduğundan, bununla birlikte, özellikle mecaz, istiâre gibi sanatlarla her seviyedeki ilim erbâbı da ihmal edilmediğinden, onda her türlü temel bilgi, en azından çekirdek halinde vardır. Bu çekirdeklerin çimlenip neşv ü nemâ bulması, zamana ve gelişen şartlara bağlıdır. Tıpkı Kur’an gibi, rivâyet tefsirlerinin dayanağı olan hadisler de, önce avâvı irşâdı esas aldığı ve zâhirî mânâsıyla kendi zamanına hitap ettiği için, ihtivâ ettikleri derin anlamların anlaşılması da yine zamana gerek duyar. Bu sebeple, her asır, hatta ilimlerin ve olayların çok süratli geliştiği günümüzde belki her çeyrek asır, ayrı bir tefsire ihtiyaç göstermektedir.

Dünyamızda izâfî gerçekler, mutlak hakikatlerden çok daha fazladır. Bir gerçeğin duruma göre her kişiye, her şarta, her olaya bakan yönleri vardır. Suyun, girdiği kabın rengini ve şeklini alması gibi, çoğu gerçekler zamana, şartlara ve kişilere göre farklı yüzleriyle azr-ı endâm eder. Bu noktada dikkat edilmesi gereken, hevâ, heves ve başka olumsuz niyetlerin işe karışmaması, âyetlerin tekellüflü/zorlama te’villere ve akla gelen ve o anda kişiye doğruymuş gibi görünen her düşünceye göre tefsire tâbi tutulmasıdır. Rey ile tefsiri men eden hadislerde dikkat çekilen nokta burası olsa gerektir. Bu noktada doğruyu işaret eden, Kur’an ve Sünnet’in muhkemâtı, Şeriat’ın kaideleri ve kesinleşmiş ilmî gerçeklerdir. Ayrıca, çok önemli bir husus olarak, Kur’an âyetleri birbirini tefsir etmektedir; iyi bir müfessir, bir âyeti tefsir ederken, bütün Kur’an’ı nazara alır.

Sünnetin Kur’an’ı tefsirde çok önemli bir yeri vardır. Ruhuna ve mânâsına nüfuz edilebildiği takdirde, Kur’an ve Sünnet, Kur’an’ın tefsiri için yetebilir. Sünnetin de, içerdiği gerçekler veya her zamana bakan mânâsı, zamanla veya o zaman ortaya çıkan müteşâbihâtı vardır. Dolayısıyla, Sünnet bütün zamanlara ve her seviyeye hitap ederken, kim olursa olsun, herkes zamanın çocuğu olduğundan, kimse, anlayamadığı, mânâsına nüfuz edemediği ve hatta o anda kesinleşmiş zannedilen ilmî gerçeklere ters gibi görünen hadisleri inkâr cihetine gitmemelidir. Bu konuda hadis âlimlerince tesbit edilen hadis kriterleri çok önemlidir. Kur’an’ı tefsir ederken, Sünnet kesinlikle ihmal edilmemelidir. Bu noktada, rivâyet tefsirlerinin hiçbir zaman eskimeyen bir önemi vardır. (5)

 

 

Kur’ân-ı Kerim’in Tefsiri

Mübârek ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim, insanlığın muhtaç olduğu dünyevi ve uhrevi bütün hükümleri ihtiva etmektedir. Bu engin kaynaktan her fert ve her toplum imkan ve yetenekleri ölçüsünde istifade edip ihtiyaçlarını karşılama durumundadır. Kur’an-ı Kerim her probleme çözüm getiren, her meseleyi çözen ve her derde şifa olan bir ilahi kitap olduğuna göre, onun çok iyi bilinmesi, değerinin takdir edilmesi, saygıda kusur gözetilmemesi gerekir.

Yaşadığımız yüzyılın maddeye ve dünyaya yönelik materyalist anlayışının tüm değer hükümlerini yıkarak yerine inançsızlığı ve başıboşluğu aşıladığı görülmektedir. Materyalist anlayışın bertaraf edilmesi veya etkisiz hale getirilmesi Kur’an’ı öğrenmek ve onun anlamını bilmekle mümkündür. Yani Kuran okunacak, anlamı kavranacak, ibadet dili olması sebebiyle kısmen veya mümkünse tamamen ezberlenecektir. Aslında Kur’an bilinir, öğrenilir veya kavranırsa sözü edilen yanılmalar ve sapmalar da önlenmiş olur.

Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin başlangıçtan günümüze kadar geçirdiği tekamül ve değişiklikleri bilmek gerçekten lüzumludur. Bu sayede Rasulullah’ın, Sahâbenin, Tâbiîn ve Tebeu’t-Tâbiî’in tefsirdeki yerleri belirlendiği gibi sonraki dönemin tefsir faaliyetleri de gözden geçirilmiş olur. Bu anlamda Sahabenin Kur’an’ın ruhunu iyice anlayıp kavradıkları ve İslam’ın yüce mesajını beldelere ulaştırmayı kendilerine gaye edindikleri görülmektedir. Fetihlerle birlikte İslam’ın nurlu dairesine arap-arap dışı toplumların diğer ilimlerle birlikte Kur’an ve Kur’an ilimlerine özel bir önem verdikleri de bilinmektedir.

Hicrî 4. yüzyılda en verimli eserlerini vermeye başlayan tefsir ve Kur’ani ilimlerle ilgili çalışmalar daha sonraki yüzyıllarda altın çağlarını yaşamıştır. Tefsirdeki farklı metod ve üsluplarıyla belirginleşen müfessirler yüzyıllarının unutulmayan büyük isimleri olmuşlardır (Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, s. 220-221).

 

Kur’an Tefsirine Duyulan İhtiyaç: Her zaman ve her devirde, dini, felsefi ve ilmi eserlerin muhatablar tarafından iyice anlaşılıp kavranabilmesi için, onların kendilerini iyi anlayanlar tarafından izah edilip açıklanması lazım gelir. Bu gibi eserlerde, öyle esas ve prensipler var ki, onu okuyan herkes, ne demek istediğini anlayamaz. Hele insanlığı dalalet bataklığından kurtaracak esasları ihtiva eden ilahi kitapların muhteviyatı, muhatabları tarafından daha iyi anlaşılması gerekir. O halde, ilahi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ın müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp insanların ona bağlanabilmek için, onun mutlak surette tefsir ve izah edilmesi icab ediyordu. Bütün insanlık için prensipler ihtiva eden bir kitabın, insanlığın ayrı ayrı zamanlar ve mekanlar içinde bütün ihtiyaçlarını madde madde sıralayıp muhtevasında derc etmesi mümkün değildi. Onda umumi esaslar vardır. Onda açıkça anlaşılabilen ayetler olduğu gibi, sarih olarak anlaşılmayan ayetler de vardır. Yine onda yüksek edebi sanatlar da mevcuttur. Bunlar ancak onları iyi bilenler tarafından izah edilmekle anlaşılır. Ondaki dini hakikatler, ilmi kaide ve mantık prensipleriyle de çözülemez. Eğer bu hakikatler, ilmi kaidelerle çözülebilseydi, dinin ilahi karakterine lüzum kalmaz, onları eğitim ve öğretim yoluyla öğrenir ve öğretirdik. Bu bakımdan dini eserlerin, diğer ilmi eserlere nisbetle tefsire daha çok ihtiyacı vardır. Araplarda, yıllardan beri kökleşmiş olan cahili adetlerin fena olanlarını söküp atacak ve ileride sosyal hayat kanunlarını ortaya koyacak olan Kur’an’ı, Rasulullah’ın tefsir etmesi lazım geliyordu.

Fütûhat devrinde Araplar yarımadalarının dışına çıkıp, harici alemle temas ettiklerinde, ellerinde Kur’an’dan başka kitab da yoktu. Onu okuyor ve onunla hükmediyorlardı. Kur’an’ın üslub ve belağatı onları hayrette bırakıyor, taaccübe sevkediyordu. Çünkü onlar, bu kitapdan evvel, kahinlerin secili nesirleriyle, şairlerin vezinli ve kafiyeli nazımlarından başka bir şey işitmemişlerdi. Halbuki Kur’an, bildikleri ne şiir ve ne de nesir idi. Onda, bildiklerinin dışında ibret verici bir üslub ve belağat vardı. Hele onun ihtiva ettiği hükümler ve kıssalar, onları teshir ediyordu. Elbette, onları bu kadar hayrette bırakan bir kitabı okumak ve hükümlerini anlamak, onlar için en büyük gaye olacaktı. Bundan dolayı, müslümanlar dini ve dünyevi işlerinde ve hatta günlük muamelelerinde ona müracaat ediyor ve onu iyi anlamaya çalışıyordu.

Yukarıda Kur’an-ı Kerim’in ilim ve felsefe kitabı olmadığını ve onun İlâhî bir kitap olduğunu söylemiştik. Ondaki hakikatları bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz şahıstır ki, o da Muhammed’dir (s.a.s.). O, Kur’an tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’an-ı Kerim ona indirilmiştir. O mutlak olarak, Kur’an’ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Yine bu bakımdan o, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu husus ayetlerde açık olarak belirtilmiştir. Bu bakımdan Kur’an, kendisinin bizzat tefsir edilmesini yine kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslam’ın kendi bünyesinden doğmuştur. Elbette yeni harekete geçen bu faaliyete hız verecek veya onu frenleyecek bazı amiller zuhur edecektir ki, bunlara yeri geldikçe temas edilecektir.

Rasulullah tebliğ ve tebyinle mükelleftir. Tebliğ, nübüvvetin esaslarından biridir. Tebliğsiz nebi olamaz. Tebliğ edeceği konuyu da en iyi bilen nebi ve rasullerdir. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’de gerek Muhammed (s.a.s.)’e ve gerekse diğer nebi ve rasullere ait tebliğ emirleri pek çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır: “Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.” (Maide: 5/67). “(Hûd:) “Ey kavmim, bende akıl yetersizliği yoktur; ama ben gerçekten alemlerin Rabbinden bir alçiyim.” dedi.” (7/A’râf, 67). “O (Salih) da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim, andolsun size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Ama siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz.” (7/A’râf, 79). “Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye.” (16/Nahl, 44). “Biz hiç bir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın.” (14/İbrâhim, 4). “Âyetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mubarek bir kitaptır.” (38/Sâd, 29). “Öyle olmasa Kur’an’ı iyiden iyiye düşünmezler miydi? Yoksa bir takım kalpler üzerine kilitler mi vurulmuş?” (47/Muhammed, 24). “Onlar yine de o sözü gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?” (23/Mü’minûn, 68). “Kur’an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez bir perde kıldık. Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur’an’da sadece Rabbini bir ve tek andığın zaman, nefretle kaçar vaziyette gerisin geriye giderler.” (17/İsrâ, 45-46). “Fakat ne oluyor ki bu topluluğa, hiç bir sözü anlamaya çalışmıyorlar?” (4/Nisâ, 78) (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 210-213).

 

 

Tefsir, Te’vil ve Terceme Kelimelerinin Anlamı

Tefsir: Tefsir kelimesi “Fesera” veya taklib tarikiyle “Sefera” köklerinden gelmektedir. Tef’il babından olan tefsir kelimesinin bu iki kökten de türemiş olması mümkündür. Lügatte; beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek, aydınlatmak ve üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamındadır. Istılahta; müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek anlamına geliyorsa da alimler arasında yaygın anlamı, Kur’an-ı kerim’in manalarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garib lafızlardan kastedilen şeyi beyan etmek, demektir (Lisânu’l-Arab: 4/369; 5/55; Cevherî, Sıhah, 2/686, 781; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 3/470; el-Burhân, 2/147; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 213-214).

Te’vil: “Evl” kökünden gelen ve “Geri dönme” anlamına gelen bir mastardır. Açıklamak ve beyan etmek anlamını da ifade etmektedir. Istılahta ise; görünürde birbiriyle uyumlu iki ihtimalden birine manayı yöneltmektir. Yani ayete muhtemel manalardan birini vermektir (Lisânu’l-Arab, 11/32-33; Cevherî, Sıhah, 4/1627; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 3/470; 7/215; el-Burhan, 2/148; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 214).

Tefsir ve te’vil kelimeleri muhtelif zamanlarda birbirlerinin yerlerine de kullanılmışlardır. Tefsir kelimesi ıstılah olarak te’vilden daha evvel kullanılmıştır. İslamın ilk asrında tefsir ve hadisten başka ilimler şuyu bulmadığından tefsir kelimesi bu ilimlere tahsis ediliyordu. Terceme devri ile bu ilimler tedvine başlanıp, muhtelif ilimler İslamiyete girince bu kelime diğer ilimlerde de kullanılmaya başlanmış, te’vil kelimesi ise Kur’an’ı ve ondaki fikirleri müdafaa devrinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde başka başka anlamlarda geçmektedir. Et-Taberi de bu kelimeyi tefsir yerinde kullanmıştır. Bu bir tevazuun ifadesi olabilir. Bazıları tefsir ile te’vil kullanılış bakımından aynıdır demişlerse de, bunlar aynı şey değildir ve tefsir te’vilden daha umumidir. Zerkeşi’ye göre sahih olan bu ikisinin değişik manalarda kullanılmasıdır. Ragıp el-İsfehani, tefsir ile tevili şöyle ayırt etmektedir. “Tefsir te’vilden daha umumidir. Tefsir ekseriya lafızlarda, te’vil ise manalarda kullanılır. Mesela rü’ya te’vili gibi. Te’vil ekseriya ilahiyat kitaplarında, tefsir ise bu kitaplarda kullanıldığı gibi, bunun gayrısında da kullanılır. Te’vil umumi ve hususi olarak da kullanılabilir. Mesela küfür kelimesi umumi olarak mutlak inkar manasına kullanıldığı gibi, hususi olarak Allah’ı inkar manasına, iman kelimesi de mutlak tasdik manasına kullanıldığı gibi, hususi olarak ta hak dini tasdik etmek manasında kullanılır. Ragıp el-İsfehani, te’vili makbul olma veya olmama bakımından iki kısma ayırmaktadır. Makbul olmayan te’vil, kendisine bakıldığı vakit hoş olmayan, ayetin ileri ve gerisiyle mutabakat etmeyen ve delilleri çirkin olandır. Bu şartları havi olmayan te’vil ise makbul addolunur (el-Burhan, 2/149; Mukaddimetü’t-Tefsir, 402-403; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 214-215).

Terceme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubai) “Terceme” fiilidir. Cevheri bu kelimenin “Raceme”den geldiğini söylemektedir. Lügat manası bir çok manaya gelmekle birlikte; bir kelamı, bir dilden başka bir dile çevirmek, demektir. Istılahi manası ise, bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Tercüme yapılırken, kelamın bütün mana ve maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir (Cevherî, Sıhah, 5/1928; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 8/211; Menâhil, 2/16; Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirîn, 1/23; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 215-216).

Terceme iki kısımda incelenebilir:

1) Harfi veya lafzi terceme: Aslına benzemesi gözetilen, başka bir deyimle eş anlamlılardan birinin yerine konulmasını hedefleyen tercemedir. Lafızları çeşitli yönlerden incelenmesini gerektiren zor bir terceme türüdür. Kur’an için mümkün değildir. Çünkü bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler benzerini meydana getiremezler. Aksi taktirde Kur’an7ın belağat hususiyetleri ve i’cazı kaybolur.

2) Manevi veya tefsiri terceme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilmeyen tercemedir. Bunda asıl gaye, mananın güzel bir şekilde ifade edilmesi olduğu için uygulaması kolaydır. Üstelik harfi tercemeye tercih edilmiştir.

Kur’an’ın Tercemesi yapılabilir mi?: Bu hususta alimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat hepsinin ittifak ettikleri nokta Kur’an’ın harfi tercemesinin yapılamıyacağıdır. Buna karşılık tefsiri tercemenin yapılacağına izin verilmiştir. Çünkü bu tün terceme, lafzın manasını daha geniş bir sözle mümkün olduğu kadar ifade etmektedir. Üstelik bu terceme aslının da aynı sayılmamaktadır.Yalnız yapılan tercemenin Kur’an’ın yerine geçmeyeceği ve Kur’an’ın değer hükmünü taşımayacağı da bilinmelidir. Kur’an-ı Kerim’in zengin olan Avrupa lisanlarına yapılan tercümeleri bile, asıl manayı ifade etmekten çok âcizdir (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 217-218; Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 222-223).

 

Tefsir İle Terceme Arasındaki Farklar

1) Terceme sigası müstakil bir sigadır. Aslından müstağni olunup, tercemenin aslın yerine geçmesi düşünülebilir. Halbuki tefsir böyle değildir. Tefsir asl ile irtibatını kesmez. Eğer tefsirle irtibat kesilmiş olsaydı, söz bozulur veya batıl olurdu. Bu arada mana da doğru ifade edilmemiş olurdu.

2) Tercemede istidrat yapmak caiz olmadığı halde, tefsirde bu işi yapmak caizdir, hatta bazen vacip bile olur. Bu da terceme ile aslın birbirine benzer olmasının zaruriliğini ifade eder. Terceme fazlalıksız ve noksan olarak, tam bir vukufla aslına uygun olması bir zarurettir. Tefsir ise böyle değildir. Çünkü o, aslın bir beyanı ve tavzihidir. Bu beyan ve tavzihler, istidratta müfesseri çeşitli mezheplere sevketmeyi iktiza eder. Bu da vaz’ olunduğu mânâdan başkası kastedildiğinde lügatçıların şerhlerinde, ıstılahların izahında ve delillerin serdedilmesinde görülür.

İşte Kur’an tefsirinin ekserisi, lügat alimleri, akaid, fıkıh ve fıkıh usulü, nüzul sebepleri, nasih ve mensuh, tabii ve ictimai ilimlerin çeşitli istidratları ihtiva etmelerindeki sır budur. Hata edildiğinde, aslın hatası üzerine yapılan tembih, bu istidradın yönlerindendir. Keza bunu ilmi eserlerin şerhlerinde de mülahaza edebiliriz. Böyle bir şeyi tercemede görmemize imkan yoktur. Eğer tercemede böyle bir şey görseydik, emanetin vücubundan ve terceme inceliğinden çıkılmış olurdu.

3) Terceme, örf cihetinden aslın bütün manalarına ve maksatlarına uygunluk manasını tazammun eder. Tefsir için böyle bir durum yoktur. Yukarıda zikredildiği gibi tefsir ancak izah üzerinde durur. Bu izah ister icmali, ister tafsili, ister bütün manaları kaplasın, isterse bazılarını ihtisar etsin, müsavidir. Halbuki terceme ne fazla ve ne de noksan aslın manasını aynen nakleder. Bu işe tefsir kifayet etmeyebilir.

4) Terceme, örf yönünden mütercimin naklettiği maksat ve manaların, asıl sözün medlülü olduğuna ve söz sahibinin bunu kastettiğine itminan tazammun eder. Halbuki tefsir böyle değildir. Eğer müfessirin yanında deliller çok olursa böyle bir itminanı verebilir. Deliller az olursa susar ve bir tercihde de bulunamaz. Bazen bir kelime veya bir ibareyi anlamaktaki aczini bildirerek “Söz sahibi kendi maksadını daha iyi bilendir.” der. Bilhassa bunlar sure başlarında ve müteşâbih âyetlerde daha çok görülür (Menâhil, 2/10-14; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 219-220).

Terceme aslın aynı olduğuna göre, zamanımızda da bazı asıllar unutulup tercemeler onların yerine kaim olmaktadır. Ekseriya aslın tercemesindeki terceme lafzı hazfedilip, terceme bir asılmış gibi gösteriliyor. Mesela, muhtelif dillerdeki Tevrat ve İncil tercemeleri gibi. Böyle bir şey tefsirde mümkün değildir. Burada tercemenin aksine asıl lafız düşebilir. Fakat tefsir lafzı asla düşmez. Taberî tefsiri, Râzî tefsiri, Celâleyn tefsiri gibi.

 

 

Meal; Anlam ve Mâhiyeti

Yaşadığımız ülkede Kur'ân-ı Kerim tercümesi yerine, daha çok "meal" lafzı kullanılmaktadır. Özellikle son zamanlarda yapılan Kur'an tercümelerinin hemen hepsi "meal" diye isimlendirilmişlerdir. Meal kelimesi, "döndü, aslına rucû etti" anlamına gelen âle fiilinden türemiştir (İbn Teymiyye, Meccmeu' Fetâvâ, 13/291); Mennâ' el-Kattan, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'an, 325). Meâl; "Evl" kökünden mimli masdardır. Bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsında ism-i mekân da olur (Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I (Mukaddime, 30; Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/33). Mânâsı ise, "bir şeyin hülâsası, zübdesi, neticesi", âkıbeti ve dönüp varacağı yer (masîr) demektir. "İşte dayanamadığın işlerin te'vli/içyüzü budur." (18/Kehf, 80). Bu âyette geçen te'vilin aslının "meal" olduğu ve bu mânâda kullanıldığı da söylenmiştir (Mennâ' el-Kattan, 326).

Meal kelimesi lügatte “evl” kökünden mimli mastardır. Bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsına mekân ismi de olur. Bir şeyin koyulaşıp katı hale gelmesine de meal denir. Istılahta ise, bir sözün manasının her yönüyle aynen değil de, biraz noksanıyla ifade edilmesine meal denir. İşte Kur’an-ı Kerim’in tercemesi için kullanılan meal kelimesi, onu aynen terceme etmeye imkan olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcud olduğunu belirtmek içindir. Arapça bilmeyen müslümanlara, mümkün mertebe Allah’ın kelamını kendi dilleriyle anlatmak ve müslüman olmayanlar arasında İslâm’ı yaymak için Kur’an-ı Kerimin tercemesi zaruridir. Salahiyetli veya salahiyetsiz şahısların yaptıkları tercemelerde, fahiş hatalar yapıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, müslümanlar tarafından doğruya en yakın bir şekilde, Kur’an’ın bütün dillere tercemesi şartı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun da selâhiyetli heyetler tarafından yapılması gereklidir (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 220-221).

Meale Duyulan İhtiyaç: Mâlum olduğu üzere Kur'ân-ı Kerim'i aynen tercüme etmek mümkün değildir. Hadd-i zâtında insan sözünün bile, bir dilden başka bir dile tıpatıp tercümesi fevkalâde zor, hatta imkânsızdır. Hal böyle iken, Allah'ın kelâmının bütün incelikleriyle, tüm mânâ ve maksadıyla aynen tercümesi nasıl mümkün olsun? Ama, "harfiyyen tercüme imkânsızdır" deyip, milyonlarca müslümanı Allah'ın kelâmını onun mânâ ve maksatlarını, muhtevâ ve mazmununu öğrenmekten mahrum bırakmak da elbette doğru değildir. Bu yüzden, mümkün olduğunca İlâhî mesajı doğru bir şekilde yansıtmaya çalışarak ve beşer tâkatının el verdiği bütün gayretleri bu uğurda bezlederek, Arapların dışındaki insanların da onu anlamalarını sağlamak gerekir.

Eğer bu esnâda, onun lafızlarındaki mûcizevî kudret, ifâdelerindeki zevk ve letâfet yansıtılamıyor, dolayısıyla bu tür özellik ve incelikleri kayboluyorsa, bunu da, "eksik de olsa, hiç olmamasından daha iyidir" düşüncesiyle, kabul etmek lâzımdır. Aksi takdirde, pek çok müslüman ve bunların dışındaki diğer insanlar, Kur'an'ı anlamaktan mahrum kalabilirler. Ancak, yapılan tercümenin eksik ve yetersiz olduğunu itiraf ve ifâde etmek için, "meal" kelimesinin kullanılması da gereklidir. Zira, tercüme aslın yerini tutar, "meal" ise, aslın yerini tutmaz; o sözün, biraz eksiğiyle başka bir dile aktarılmasıdır. Mehmed Âkif de bundan dolayı yaptığına "tercüme" değil; "meal" denmesini şart koşmuştur.

O halde, yapılan tercümelerin tıpatıp aslın yerini tutmadığını, bazı yönlerden eksik kaldığını, onu aynen tercümeye imkân olmadığını belirtmek için, "meal" kelimesi isim olarak kullanılmalıdır (Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/33).

Buraya kadar serdedilen mâlumattan, Kur'an'ın bütün özellik ve inceliklerini, mânâ ve maksatlarını edâ ederek tercümesinin mümkün olmadığı anlaşılıyor. Bu durumu ileri sürerek Kur'an'ın başka dillere çevrilmesine itiraz edenler olabilir. Nitekim böyle de olmuştur. Ancak, unutmamak gerekir ki, Kur'an sadece Araplara nâzil olmamıştır. Hz. Peygamber evrensel bir mesaj sunmuştur. Onun bu misyonu, Kur'ân-ı Kerim'de "âlemlere rahmet" (21/Enbiyâ, 107), "tüm insanlara beşîr/müjdeleyici ve nezîr/uyarıcı" (7/A'râf, 158; 34/Sebe', 28; 35/Fâtır, 24) olarak gönderilmiş olmak gibi ifâdelerle belirtilmektedir. Tebliğ ettiği Kur'an'ın da bütün beşeriye indirildiğini beyan eden pek çok âyet mevcuttur (Bkz. 2/Bakara, 158; 6/En'âm, 19; 17/İsrâ, 82, 89; 18//Kehf, 54; 30/Rûm, 58; 39/Zümer, 27; 41/Fussılet, 44). Dolayısıyla, Kur'an'daki emir ve yasaklar, kural ve kaideler, hüküm ve hikmetler Araplar kadar, dilleri farklı olan diğer müslümanları da, hatta bütün insanları da ilgilendirmektedir. O halde Kur'an, Arapların dışındaki müslümanların onu anlayıp kavramalarıy, emir ve yasaklarına şuurlu bir şekilde uymaları, kıssa ve hikmetlerinden ibret almaları... diğer insanların da üzerinde düşünüp tedebbür etmeleri, tahkik ve tedkiklerde bulunmaları... için, eksik ve yetersiz de olsa onların dillerine tercüme edilmeli; ancak bunun "meal" olduğu da belirtilmelidir.

Kur'ân-ı Kerim, sadece Türkçe değil; hiçbir dile aynen çevrilemez. Her ne kadar Farsça, Fransızca, İngilizce gibi bazı diller, kelime hazinesi açısından zengin iseler de, yine de Kur'an'ın tüm mânâ ve maksatlarıyla bu dillere tercüme edilmesi mümkün olmamakta, bu açıdan bu diller de yetersiz kalmaktadır. Buna rağmen, hemen hemen tüm bu dillere yapılan çevirilere "Kur'an tercümesi" denmiş, sadece içinde yaşadığımız toplum, Kur'an'a duyduğu sevgi ve saygının bir gereği olarak tercümeye "meal" deme nezâket ve inceliğini göstermiştir. (6)

 

 

Kur’an-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercemeleri

Kur’an-ı Kerim’in İslam’ın ilk devrinden itibaren başka dillere tercüme edildiğine dair örneklere rastlamaktayız. Prof. M. Hamidullah Le Saint Coran adlı Fransızca tercemesinin mukaddimesinde, Kur’an-ı Kerim’in terceme tarihi adlı bölümünde (Le Saint Coran İntroduction, 36-38), aslen İran’lı olan Selman el-Fârisî’nin, Fâtiha’yı farsçaya terceme ettiğini, keza hicrî 127 senesinde Kur’an’ın berberîceye çevrildiği, el-Câhiz’in (255/869) beyanına göre, Musa b. Seyyar el-Esvari’nin, Kur’an’ı talebelerine hem arapça, hem farsça tefsir ettiği, keza Buzurg b. Şehriyar’ın ifadesine göre, 270/883 senelerinde Kur’an’ın Hind diline terceme edildiği bildiriliyor. Samanoğullarından Mansur b. Nuh devrinde (354/956) bir heyet Kur’an’ı farsçaya terceme etmiş, bu esere Taberi tefsirini ek olarak ilave etmişlerdir. Bu heyetin, Kur’an’ı türkçeye de terceme ettiği söylenmektedir. Aynı devreye ait, mütercimi belli olmayan bir tercemenin Cambridge’de olduğu söylenir. Bunlardan başka hicri 5. ve 6. asırlara ait Surabadi İsfaraini (471/1049), Zahidi (519/1125) ve Hoca Abdullah Ensari’nin tercemeleri günümüze kadar ulaşmıştır. Hoca Abdullah bu eserinin, 107 tefsirden istifade edilerek toplandığını kaydeder. Hatta müsteşrik Mingana, Kur’an’dan kısımlar ve reddiyeleri ihtiva eden süryanice bir eserin parçalarının el-Haccac b. Yusuf devrine ait olduğunu zikreder.

Kur’an-ı kerim’in ilk latince tercemesi 1143 tarihinde Robertus Ketenensiz (Robert of Retina) ile Dalmaçyalı Hermannus tarafından yapılmış ise de, bu terceme ancak 1543 senesinde Luter’in tavsiyesi üzerine Theodor Bibliender tarafından neşredilmiştir. Bu neşir tarihinden bir asır kadar sonra Slezyalı rahip Dominicus, izahlı bir Kur’an tercemesi hazırlamış, fakat bu eser yazma olarak kalmış, basılmamıştı. Bunlardan başka 1698’de basılan tefsirli ve tenkidli bir Kur’an tercemesi, bu tercemelerin en iyisi addedilir. Bu terceme Ludovicus Maraccius (Maracci) tarafından yapılmıştır.

Kur’an-ı Kerim hemen hemen bütün avrupa dillerine terceme edilmiştir. İlk fransızca tercemesi 1647’de A. du Ryer tarafından yapılmıştır. Bundan sonra M. Savary, B. Kasimirski, R. Blachere, E. Montet ve M, Hamidullah’ın yapmış olduğu tercemeler meşhur olmuştur. Fransızcada bunlardan başka 30’a yakın terceme vardır. İngilizcede de G. Sale, J. M. Rodwell, F. H. Palmer, A. J. Arberry, Muhammed Ali gibi şahısların tercemeleri yanında 50’den fazla terceme bulunmaktadır. Diğer avrupa dillerinde de ur’an tercemeleri çok yaygındır. Bu hususta tafsilata girişmek istemiyoruz (M. Hamidullah, Macit Yaşaroğlu, Kur’an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bilbiyoğrafyası, 77-88; Le Saint Coran İntroduction, 36-38). Batı dillerinde yaygın olan Kur’an tercemesi şark dillerinde de bol miktarda bulunmaktadır. Türk, İran, Çin, Urdu, Hindu, Malaya, Bengale, Cava ve Japon dillerinde de tercemeler vardır.

Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercemelerine uygur, arap ve latin harfleriyle rastlamaktayız. Uygur harfleriyle Kur’an’ın tam bir tercemesi yoktur. Ancak bazı ayetlerin parçaları ele geçmiştir. Prof. Reşit Rahmati Arat 1951 senesinde İstanbul’da neşrettiği Edip Ahmed b. Mahmud Yükenki’nin, Atabetü’l-Hakayık’ında bazı ayetlerin tercemesine rastlandığını söylemektedir (Kur’an-ı Kerim Tarihi, 72-73; Abdulkadir İnan, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Tercemeleri Üzerinde Bir İnceleme). Arap harfleriyle, Kur’an’ın en eski tercemesi Ebu Ali el-Cubbai el-Huzistani’ye (303/915) ait olduğu söylenirse de bu tercemeye ait bir ize rastlanılamamıştır. Başka bir nüsha, 1914 senesinde Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın Türkistan’da bulduğu nüshadır ki, müellifi meçhuldür. Bu terceme halen Leningrat’taki Asya müzesinde “Anonim tefsir” adı ile korunmaktadır. Yine müellifi meçhul, fakat tam bir nüsha İstanbul Türk-İslam Eserleri Müzesi 73 noda kayıtlı olan terceme ‘734/1333) yılında Muhammed İbnu’l-hace Devletşah eş-Şirazi tarafından istinsah edilmiştir. Bu nüshayı Abdulkadir Erdoğan, Vakıflar Dergisi’nde tanıtmıştır. Keza 764/1363 senesinde istinsah edilen ve Hekim oğlu Ali Paşa Kütüphanesinde 951 no da bulunan nüsha da ilk tercemelerdendir.

Abdulkadir İnan’ın tetkikine göre, yukarıda zikredilen üç nüshanın, tercemeleri birbirine uygun ve çok yakın olduğunu söylemekte ve bunların hepsinin bir asıl nüshadan geldiğini ilave etmektedir. Yine bu zata göre, Kur’an’ın ilk tercemeleri miladi 11. asra kadar inmektedir. Fakat bugün elde mevcut en eski türkçe tercemeleri 14. asra ait bulunmaktadır. Asırlar boyunca latin harflerinin kabulüne kadar, yüzlerce terceme yapılmış, bunların ekserisi hayır sahipleri tarafından çeşitli kütüphanelere ve camilere vakfedilmiştir. Şahısların elinde veya hususi kütüphanelerde de bol miktarda bulunmaktadır. Kur’an’ın türkçe tercemelerine ait bilbiyografyalar bu bakımdan daima eksik kalmaktadır. Her an Anadolu’nun çeşitli kütüphane ve camilerinden veya hususi kütüphanelerden yeni ve kıymetli tercemeler çıkma ihtimali kuvvetlidir. Eski Türkçe tercemelerin ekserisi kelime kelime yapılmıştır. Ord, Prof. Süheyl Ünver, Osmanlı Türkçesiyle yazılmış ve kelime kelime yapılmış olan tercemelerin, muhtelif kütüphanelerimizdeki sayısının 60’a vardığını söylemektedir (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 221-223).

Latin Harfleriyle Yapılan Tercemeler: Latin harfleriyle yapılmış tercemelere gelince, sayıları hayli çoktur ve gittikçe artmaktadır (Bkz. Son sayfa: Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar -Mealler-).

 

 

Kur’an-ı Kerim Tefsirinde İhtilâf Sebepleri

Kur’an-ı Kerim tefsirinde, sahâbi ve tâiîlerden itibaren bir çok ihtilâlar olduğu sâbittir. “Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.” (16/Nahl, 44). Rasûlullah’ın ashâbına Kur’an lafızlarını beyan ettiği gibi, manalarını da açıkladığını bilmek vacip olur. Bu bakımdan ashâb, Rasûlullah’tan on âyeti ilim ve amel bakımından öğrenmedikçe diğerlerine geçmezlerdi.

İbn Teymiyye diyor ki (Mukaddime fi Usûli’t-Tefsir, 6-13): Selef arasında tefsirde ihtilâf gâyet azdı. Onlar arasındaki ihtilaf tefsirden ziyade hükümlerde idi. Mevcud olan bu ihtilaf da bir zıtlık (tezat) ihtilafından ziyade bir nevi ihtilafı idi. Bu da iki kısımda mütalaa edilebilir:

1) Bir müsemmânın başka başka isimlerle çağrılmasından doğan ihtilâflar. Meselâ, kılıç için bir müsemmâ olduğu halde, buna “Sarim, seyf ve mühenned” diye üç isim verilmesi gibi. Kezâ Kur’an-ı Kerim’de de Allah’ın esmâ-i hüsnâsı ve Rasûlullah’ın çeşitli isimleri olması gibi. Yine bu hususa örnek olarak Sırat-ı Mustakim’i verebiliriz. Bundan maksat, Kur’an’a ittiba etmektir, diyenler olduğu gibi, onun İslam olduğunu söyleyenler de vardır. Buradaki iki tefsir tarzı zahiren ayrı görülmekte ise de, bu iki sözün maksadı ayrı ve zıd değil, bilakis aynıdır. Ayrı gibi görülen ifade ediliş tarzıdır. Zira İslam demek Kur’an’a ittiba demektir. Bununla beraber, bu şekildeki nevi ihtilafları sebebiyle, elde edilen izah tarzları, diğerinde bulunmayan bir vasfı ortaya koyar.

2) Tefsiri yapılması istenen bir şeyin, tamamı değil de temsil veya tembih tarikiyle o şeyin bazı nevilerini zikretmektir. Yani ihata ve hasır için muhataba temsil tarikiyle ismin bazı envaı zikredilir. Mesela, yabancı biri ekmek sorsa da, ona bir ekmek dilimi gösterilse ve ona istediğin şu mu? denilse... işte bu işaret ekmeğin nevine işarettir, yoksa bir ekmek dilimine işaret değildir. Mesela buna ait bir misal Kur’an’dan verelim: “Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir.” (35/Fâtır, 32)

Mâlûmdur ki bu ayette nefsine zulmedenler, vacip olanları terkedip haramları helal gibi işleyenlerdir. Muktesid ise orta yolda olanlardır ki, vacipleri işleyip, haramları terkedenlerdir. Es-Sabık ise; vaciplerle birlikte, hayırlarda da ileri gidenlerdir. Veyahut şunlardan her biri taat nevilerinden biri olarak zikredilir. Vaktin evvelinde namaz kılana sabık, zamanında kılana muktesid, namazın vaktini geçirenlere (bilhassa ikindi namazını akşama doğru geç bırakana) zalim denilir. Keza Bakara suresinin sonlarında, sadaka verenlere muhsin, riba yiyenlere zalim denilir. Malı kullanma bakımından insanlar ya muhsin, ya adil, yahut ta zalim olurlar. O halde muhsin olan sabık vaciplerle beraber müstehapları da eda edendir. Zalim riba yiyen ve zekata mani olandır. Muktesid ise, farz olan zekatı eda eden ve riba yemeyendir.

Tefsirdeki ihtilâf iki nevidir: Birinin dayanağı sadece nakildir, diğeri ise naklin gayrı ile bilinir. İlim ise ya muraddaki bir nakildir veya tahkik edilmiş bir istidlaldir. Nakil ise ya masum bir zattan gelir veya masum olmayandan. Birinci nevide sahih ve zayıfı bilmek mümkün olur, bu taktirde yapılacak bir şey yoktur. Yahutta sahih veya zayıfı bilmek mümkün olmaz. O taktirde bunları tasdik etmek mümkün olmaz. Onun üzerinde araştırma yapmanın faydası yoktur. Mesela Ehli Kehf’in ahvali gibi, bu hususta Rasulullah’dan sahih bir haber varsa makbuldür. Yoksa merduddur. Rasulullah’dan tefsir, hadis, ahkam ve megazi hususunda nakledilmiş sahih haberler boldur. Burada bir ihtilaf bahis konusu değildir. Asıl ihtilaf, istidlal yoluyla gelen haberlerin bilinmemesindendir. Hataların ekserisi burada görülür. Daha sonra gelen müfessirlerden bir kısmı, evvela manalara inandılar sonra onun üzerine Kur’an’ın lafızlarını hamlettiler. Diğer bir kısmı ise ne konuşanın, ne inmiş olanın ve ne de onun muhatabını nazarı dikkate almaksızın, mücerret Kur’an’ı kendi konuştukları arapçaya ve tabirlere, murat ettikleri şeyleri sevkederek tefsir ettiler. Birinciler delalet ve beyan bakımından Kur’an lafızlarının mustahak olup olmadıklarına bakmaksızın, sadece manayı sevkettiler. Diğerleri ise, kelamın siyakına ve mütekellimin muradına bakmaksızın, arabın indinde caiz görülen şeyi, caiz görüb mücerred lafza tabi oldular. Evvelkiler Kur’an’ı tefsir ederken manalarda hata yaptıkları gibi, bunlar da birçok lafızlarda galat yaptılar. Birincilerde mana, ikincilerde lafız ön plandadır. Birinciler iki sınıftır. Onlar bazen bir şeye delalet eden Kur’an lafzını selbederler, bazen de ona delalet etmiyen veya murat edilmeyen şey üzerine hamlederler. Bu iki halde de mana batıl olmuş olur. Onlar delil ve medlulde hata etmişlerdir. Bid’at, heva ve heveslerine kapılmış taifeler gibi ki, onlar dalalet üzere ittifak etmiyenmutedil bir ümmete muhalif bir mezhep oldular. İşte bunlar, Kur’an’ı kendi görüşlerine göre te’vil etmeye kalkıştılar. Onlar bazen, ayetlerle mezheplerine delil getiriyorlar. Halbuki ayetlerin delaletle bir alakası yoktur. Bazen de mezheplerine muhalif olanları te’vil ediyorlar ve kelimelerin yerlerini oynatıyorlar. Tefsirlerindeki butlan açık bir şekilde bir çok yönlerde kendini gösterir.

Bazıları da medlulde değil de delilde hata ederler. Bunun misali de bazı sofilerde ve fakihlerde görülür. Kur(an’ı sahih bir mana ile tefsir ederler, fakat Kur’an vermek istedikleri bu manaya delalet etmez. Şu zikredilen umûmî ihtilâflardan sonra, müfessirler arasında mevcut ihtilâfın sebeplerini şöylece sıralayabiliriz:

1) Kıraat ihtilafları: Bir ayet hakkında sahabeden muhtelif iki tefsir gelir ki, bu da ihtilaf gibi addolunursa da hakikatte bir ihtilaf yoktur. Mesela: “Ev lamestumu’n-Nisa: Yahut kadınlara dokunursanız...” (Nisa: 4/43) ayetindeki okunuşa, cima veya dokunma manaları verilmesi gibi.

2) İ’rab yönlerindeki ihtilaf: Mesela: “Fetelekka Ademu min Rabbihi kelimatin: Adem Rabbinden kelimeler belleyip aldı.” (Bakara: 2/37) Bu ayette Adem merfu, kelimat ise nasb okunduğu gibi, aksi de mümkündür. Bu taktirde failler değiştiği için , manalarda da değişiklik olacaktır.

3) Kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı: Mesela: “Yetufu aleyhim vildanun muhalledun: Ebediliğe mazher edilmiş evlatlar etraflarında dolanırlar.” (Vakıa: 56/17) “Muhalledun” kelimesinin manası ebedi olarak onlar ihtiyarlamayacaklar, olabileceği gibi, onlar aynı yaşta oldukları ve yaşları değişmeyeceği gibi bir mana da verilebilir.

4) Lafzın iki veya daha fazla manada iştiraki: Mesela: “Feesbahat ke’s-sarim: Bahçe simsiyah kesiliverdi.” (68/Kalem, 20) “Es-sarim” kelimesi hakkında dört görüş vardır:

a) Gece gibi oldu, zira es-sarim lügatte gece manasına gelir.

b) Gündüz gibi oldu, es-sarim kelimesi hem gece hem de gündüz manasına gelir.

c) Bazı arap lehçelerinde, yangından arta kalan siyahlıklar manasına gelir.

d) Kesilmiş ziraat gibi bir manaya da gelir.

5) Itlak ve takyit ihtimali: Mesela: “Femen lemyecidu fesiyamu selaseti eyyamin: Bulaman kimse için üç gün oruç vardır.” (Maide: 5/89) Ebu Hanife, Sevri ve onlara tabi olanlar takyidle hareket etmişler ve Ubeyy b. Ka’b ile İbn Mes’ud bu ayeti “Fesiyamu selaseti eyyamin mutetabiatin: Üç gün peşpeşe oruç tutar.” şeklinde okuduğu için, bu iki imam da bu üç günlük orucun arka arkaya olacağını ileri sürmüşlerdir. İmam eş-Şafii ise, bu görüşten ayrılarak, yukarıdaki şazz olan kıraatin hüccet olamıyacağını ileri sürerek, ayeti ıtlaka hamleder.

6) Umum ve husus ihtilafı: Mesela: “Emyahsudune’n-nase ala ma atahumu’l-lahu min fadlihi: Yoksa onlar, Allah’ın kendi fazlındaninsanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar.” (Nisa: 4/54) Denildi ki, ayetteki en-nas’dan murad, Rasulullah’dır. Çünkü Allah ona nübüvvet verdi, onlardan ona haset ettiler. Yine denildi ki, en-nas’dan murad, Rasulullah’ın âli ve ashabıdır. Birinci mana hâs, ikincisi ise âm’dır.

7) Hakikat ve mecaz ihtimali: Mesela: “Ve ennehu huve edhake ve ebka: Şüphesiz ağlatan ve güldüren O’dur, O!” (Necm: 53/43) Allah, insan oğlunu maruf olan gülüş ve ağlayışı ile yaratmıştır. Bu hakikattır. Veya arz, nebatı vermekle güler, sema da yağmurla ağlar, bu mana ise mecaz yönüdür. Sahih olan ferah ve hüzünden ibarettir. Zira gülme, sürur ve feraha, ağlama ise hüzne delalet eder.

8) Kelimenin ziyadeliği ihtimali: Mesela: “La uksimu biyevmi’l-Kıyameti: Yoo, Kıyamet gününe yemin ederim.” (Kıyame: 75/1) Bazı alimlere göre bu ayetteki “La” fazladandır, kelamı takviye eder.Bazı alimlere göre ise aslidir ve nefiydir. Zira kıyamet bizatihi o kadar muazzamdır ki, onu izah etmek için yemine ihtiyaç yoktur.

9) Hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali: Mesela: “Ya eyyühe’l-lezine amenu’t-teku’l-lahe hakka tukatihi: Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lazımsa öyle korkun.” (Al-i imran: 3/102) Bu ayet hakkında bazıları mensuhdur derken, bazıları da muhkem olduğunu söylemeleri gibi.

10) Rasûlullah ve seleften gelen tefsir rivayetlerinin ihtilafı: Mesela: “Hazani hasmani ihtesamu fi Rabbihim: İşte bunlar çekişen iki gruptur, Rableri konusunda çekiştiler.” (Hacc: 22/19) Bazı alimler şu iki fırkadan birine ehli iman diğerine de ehli kitap demişlerdir. Diğer bir kısmı da, o iki fırkadan biri mü’minler, diğerleri ise, hangi milletten olursa olsun kafir olanlardır, demişlerdir. Keza “Ve ezzin fi’n-nasi bi’l-hacci: İnsanları hacca çağır” ayetinde de olduğu gibi, .uradaki hitabın İbrahim’e ait olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Muhammed’e ait olduğunu zikredenler de vardır.

Bundan başka, takdim ve tehirler, izmarlar ve diğer bir çok hususlardan dolayı ihtilaf konusu olabilecek meseleler eksik değildir (Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 226-227).

Rasûlullah’ın Zamanında Tefsir: Kur’an-ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmişler, anlayamadıkları konuları, bu hususta en selahiyetli zat olan Rasûlullah’a sormuşlardı. Derin akaid meseleleri üzerinde düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi bir tekellüften kurtarmıştı. Rasulullah’ı Kur’an tefsirine sevkeden en mühim amil, İslamiyetin kendisinden olan emridir. Bu risalet vazifesinin iktizasıdır. O tebyin ve tebliğle mükellefti. Buna tipik bir misal, Haccetü’l-Veda hutbesinde üç defa müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlardan müsbet cevap alınca “Ya Rabbi şahid ol.” demişti. Kur’an-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Rasulullah’ın sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kur’an’ın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyedini, nasih ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır (Tefsiru Kurtubî, 1/39). Bir hadiste: “Bana kitapla beraber, misli de verildi.” (Mukaddime fî Usûli’t-Tefsir, 25; Tefsiru Kurtubî, 1/39) denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki, Yahya b. Ebi Kesir, sünnet Kur’an’a kadirdir, Kitab ise sünnete kadir değildir, demektedir. Bu söz Ahmed b. Hanbel’e söylendiğinde “Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat sünnet kitabı tefsir ve tebyin eder derim” demiştir (Tefsiru Kurtubî, 1/39; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 215; Tefsiru Kasımî, 1/191). Kurtubî Tefsirinin mukaddimesinde, sünnetin Kur’an’ı beyanının iki şekilde olduğu anlatılmaktadır (Tefsiru Kurtubî, 1/38-39). Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela beş vakit namazın vakitlerinin beyanı, zekatın miktarı ve haccın menasikini beyan gibi. İkincisi ise, kitabın hükmü üzerine ziyadeliktir. Mesela, kadının nikahını, hala ve teyze üzerine haram kılmak gibi.

Rasûlullah konuşma yönünden arabın en fasihlerindendi. Çünkü ona arap edebiyatının meani, beyan ve bedi bakımından en yükseği olan Kur’an nazil olmuştu. Böyle bir kitabı ona müyesser kılan Allah, elbette onun lisanını en fasih ve en beliğ kılması icab ederdi. Nitekim o, öyle yetiştirilmişti. Daha evvelce söylediğimiz gibi, arap dili yazı ile pek işlenmediğinden cümleler kısa ve manalar çok genişti. Kur’an-ı Kerim’de de bu ifade şekli mevcuttu.

 

 

 

Kur'ân-ı Kerim'de Te’vîl ve Tefsîr Kavramı

 

Kur’ân-ı Kerim’de “te’vil” kelimesi on beş âyette 17 defa, “tefsir” kelimesi de bir yerde geçer. Te’vil kelimezi, her yerde aynı anlamda kullanılmamıştır. Âyetler genel olarak göz önünde bulundurulduğunda, te'vil kelimesinin "sözlerin mânâlarını açıklamak, işlerin iç yüzünü haber vermek, neticelerinin nereye varacağını belirtmek, rüya ve anlam tâbir etmek..." gibi anlamlarda kullanıldığı görülür (Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/20). Bu âyetlerden birinde (3/Âl-i İmrân, 7) te'vilin Allah'a atfedildiğini ve O'na has kılındığını belirtelim.

Tefsir kelimesi ise, Kur'an'da sadece bir defa geçiyor (25/Furkan, 33). Kâfirlerin Kur'an'ın iniş şekline yaptıkları itiraza değinilen ve onlara cevap verilen âyette şöyle deniliyor: "Onların sana getirdiği her misale (bâtıl soruya) karşı, mutlaka Biz sana (o bâtılı yok edecek) gerçeği ve en güzel tefsiri/açıklamayı getiririz." (25/Furkan, 33). Buradaki tefsirin mânâsı ise tafsil ve beyandır (İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyan an Te'vîli'l-Kur'an, 19/8).

“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde râsih olanlar (derinleşenler) ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (3/Âl-i İmrân, 7)

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre/emir sahiplerine de (itaat edin). Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de te’vil/netice bakımından daha iyidir.” (4/Nisâ, 59)

“Gerçekten onlara (kâfirlere) ilim ile açıkladığımız, iman eden bir toplum için hidâyet/yol gösterici ve rahmet olarak bir Kitap getirdik. (Fakat onlar,) O’nun te’vilinden başka bir şey beklemiyorlar. Onun te’vili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: ‘Doğrusu Rabbizin elçileri gerçeği getirmişler...” (7/A’râf, 52-53)

“Onlar (müşrikler) ilmini kavrayamadıkları ve te’vili/yorumu kendilerine asla gelmemiş olan bir şeyi (Kur’an’ı) yalanladılar...” (10/Yûnus, 39)

İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların te’vilini/yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrâhim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya’kub soyuna nitmetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (12/Yusuf, 6)

“... İşte böylece (Mısır’da adâletle hükmetmesi) ve kendisine (rüyadaki) olayların te’vilini/yorumunu öğretmemiz için Yusuf’u o yere yerleştirdik...” (12/Yusuf, 21)

“Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: ‘Ben (rüyada), şarap sıktığımı gördüm.’ Diğeri de: ‘Ben de başımın üstünde kuşların yediği ekmeği taşıdığımı gördüm. Onun te’vilini/yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni muhsinlerden/güzel davranlardan görüyoruz’ dediler. (Yusuf) Dedi ki: ‘Size yedirilecek yemek size gelmeden önce onun te’vilini/yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Çünkü ben Allah’a iman etmeyen bir kavmin dinini terk ettim. Onlar âhireti inkâr edenlerin kendileridir.” (12/Yusuf, 36-37)

“(Yorumcular) Dediler ki: ‘Bunlar karmakarışık, yalancı düşlerdir. Biz böyle yalancı rüyaların te’vilini/yorumunu bilenlerden değiliz.’ (Zindandaki) İki kişiden kurtulmuş olan, uzun bir zaman sonra (Yusuf’u) hatırlayarak dedi ki: ‘Ben size onun te’vilini/yorumunu haber veririm, beni hemen (zindana) gönderin.” (12/Yusuf, 44-45)

“Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için secdeye kapandılar. (Yusuf) Dedi ki: ‘Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın te’vilidir/yorumudur... Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların te’vilini/yorumunu da öğrettin...” (12/Yusuf, 100-101)

 

“(Kendisine rahmet ve ilim verilmiş kul) Şöyle dedi: ‘İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, hakkında sabredemediğin şeylerin te’vilini/iç yüzünü haber vereceğim.” (18/Kehf, 78)

 

“... İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin te’vili/iç yüzü budur.” (18/Kehf, 82)

 

“Onların sana karşı getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, (onun karşılığında) sana doğrusunu ve daha açığını (ahsenu tefsîr) getirmeyelim.” (25/Furkan, 33)

 

Hadis-i Şeriflerde Te’vîl ve Tefsîr Kavramı

Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim Kitabullah hakkında şahsî re'yi ile söz ederse, isâbet bile etse hatâdadır." (Ebû Dâvud, İlm:, 5 (3652); Tirmizî, Tefsir: 1, hadis no: 2953). Rezîn şu ilâvede bulunmuştur: "Kim re'yi ile söz eder de hata ederse küfre düşer." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/218)

ıklama: Kur'ân'ın gerek lâfzı üzerine ve gerekse lâfzın ifade ettiği mâna üzerine, aklına dayanarak beyanda, yorumda bulunmak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yasaklanmış bulunmaktadır. Vardığı yorumda isabet etse bile şerî bir ruhsatı olmadığı için hatâlı bir iş yapmış olmaktadır. İmam Gazâlî şöyle der: "Şeriat koyucusunun (Allah) elfâzını Batınîlerin yaptığı gibi zâhirinden hareketle daha önce (Selef'in) zihnine inmemiş meseleleri yorumlamaya kalkmak büyük felâketlerden biridir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'i anlama işinde -bizzât şeriat koyucusundan (Hz. Peygamber) yapılan nakle dayanmadan ve öyle yapılmasında zaruret olduğunu gösteren aklî bir delil bulunmadan- sırf zâhire göre hareket edip yorum yapmak haramdır."

Kur'ân'ı tefsir edebilmek için, başta Arabça ile alâkalı ilimlerden başka, bedî, beyan gibi edebiyata, tefsir, hadîs, fıkıh, nâsih mensuh gibi şeriata, Kur'ân'a müteallik on beş kadar ilim bilmek gerekmektedir. (Burada kastedilen 15 adet ilim şunlardır. Lügat, nahv, tasrîf, iştikak, me'ânî, beyân, bedî, kıraât, asleyn, esbabu'n-nüzûl, kasas, nâsih-mensûh, fıkıh, ehâdîsu'l-mübeyyine, ilmu'l-mevhibe).

Esasen Kur'ân'ın re'yle tefsiri, tefsir metodları çerçevesinde düşünülünce en son sırada yer alır. Alimler: 1- Kur'ân'ı Kur'ân'la, 2- Kur'ân'ı Sünnetle, 3- Başta Ashab olmak üzere selefin re'yi ile tefsiri esas alıp, en son sırada gerekli ilmî formasyona sâhip kişinin re'yine belli kayıtlarla cevaz verirler. Elbette Şia'nın yaptığı üzere bu metoda uymayan, hevaya göre yapılan tefsirler merduddur, kabul edilmez. Sözgelimi , Hz. Musa ile Firavun kıssasında Hz. Musa'yı kalb, Firavun'u nefis olarak yorumlayanlar olmuştur. Bunda naklî delile dayanmadıkları için merduddur.

Türbüştî, bunda reddedilen re'yden maksadın, Kur'an ve sünnetle ilgili ilimlere istinad etmeyip sırf aklına dayanarak söylediği sözler olduğunu belirttikten sonra der ki: "Tefsîr ilmi, ulemanın ağzından alınır. Nitekim Esbâbu'n-Nüzûl, Nâsih, Mensuh ilmi böyle alınmıştır. Tefsirin diğer bir kaynağı imamların -Arab dilinin hakikat, mecaz, mücmel, mufassal, âm, hâs gibi meselelerle ilgili kaidelerine dayanarak- ortaya koydukları te'vîl ve akvâllerdir. Bu iki temele dayanan müfessir, usûlü'ddinin iktiza ettiği çerçeve dâhilinde konuşmaya, te'vîle muhtaç ayetleri te'vîl etmeye tevessül eder. Ortaya koyduğu te'vîlin mûteber olması, Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirine muvafık düşmesine, bu zâhirden "sahihtir, doğrudur" diye tasdik ve şehâdet görmesine bağlıdır. Bu şartları eksiksiz yerine getirmeyen kimselerin sözleri terkedilir. Şartları yerine getirmeden söyleyeceği sözde isabet etse bile, Rasûlullah (s.a.s.) tarafından "hatalı" olduğunun söylenmesi, yolunun yanlışlığını ifâdeye kâfidir. Müctehid ile mütekellif (müctehid taslağı), arasında ne büyük mesâfe var: Müctehid hata da etse me'cûr (sevâba mazhar) iken mütekellif isâbet bile etse müznibtir, günahkârdır."

Âlimler, Kur'ân-ı Kerîm'i şahsi re'yle tefsir etme yasağının şu iki gayeden birinden hâli olmayacağını belirtirler:

1- Bundan maksad, Kur'ân'la ilgili olarak seleften nakledilen ve otoritelerden işitilenler ile yetinip yeni istinbatta bulunmayı terketmek.

2- Bu yasaklamadan maksat: "Kur'ân hakkında sadece ve sadece işitmiş olduğunu söylemek, bunlar dışında hiç konuşmamak. Bu ikincisi batıl bir iddiadır. Çünkü Ashâb-ı Kirâm hazerâtı (radıyallahu anhüm ecmain), Kur'ân'ı tefsir ettiler ve tefsirlerinde ihtilafa düştüler. Söylediklerinin hepsini Rasûlullah (s.a.s.)'tan işitmiş değillerdi. Hz. Peygamber İbnu Abbas (r.a.) için: "Ey Allah'ım bunu dinde fakih kıl, Kur'ân'ın te'vilini de öğret" diye duâ etmişken, nasıl olur da ‘Ashab'ın te'villerinin hepsi Rasûlullah (s.a.s.)'tan işitilmiş açıklamalardır’ diyebiliriz? Çünkü te'vil de tenzil (Kur'ân) gibi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den işitilmiş olsaydı İbn Abbas (r.a.)'a yaptığı duâda "tevili öğret" diye tahsîsle zikretmesinde bir mânâkalmazdı.

Öyle ise hadiste ifâde edilen yasağın başka maksadlarını aramakta gerek var. Müteakip hadisin açıklamasında bu hususta İbnu'l-Esir'in beyân ettiği iki te'vili kaydedeceğiz. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/218-220)

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kim Kur'ân hakkında ilme dayanmadan söz ederse ateşteki yerini hazırlasın." (Tirmizî, Tefsir: 1, hadis no: 2951)

ıklama: Münâvi buradaki tehdidin, Kur'an-ı Kerîm hakkında, gerçeğin başka şekilde olduğunu bildiği halde, yanlış söz edenle Kur'ân-ı Kerîm'in müşkil âyetleri üzerine Sâhabe ve Tâbiîn'den nakledilen dışında söz edenleri ilgilendirdiğini belirtir. İbnu'l-Esîr buradaki yasaklamanın iki vechi olduğuna dikkat çeker:

"Birincisi: Kişinin bir hususta peşin bir hükmü vardır. Bu hüküm o şeye duyduğu arz ve hevesden doğmuştur. Adam tutar Kur'ân'ı alır ve gâyesine uygun şekilde ondan delil çıkarır. Şayet bu peşin arzu ve hevâsı olmasaydı Kur'ân'dan o mâna çıkmayacak idi. Bunu bazan bilerek yapar, tıpkı ehl-i bid'at gibi ortaya attığı sapık görüşünü doğru göstermek için bir âyetten te'vîl ederek delil çıkarır, halbuki pekâlâ bilmektedir ki âyetin asıl muradı bu değildir. Bunu bazan cehâletle yapar. Şöyle ki: Birçok mânâya muhtemel olan bir âyeti alır, onu gâyesine uygun mânada anlar ve bu mânayı şahsî re'y ve arzusuna dayanarak tercih eder ve böylece kendi re'yine dayanarak Kur'an'ı tefsir etmiş olma durumuna düşer. Çünkü bu olmasaydı, mezkûr ihtimal nezdinde tercihe mazhar olamayacaktı. Bazan da kişinin doğru bir gâyesi vardır. Buna Kur'ân'dan bir delil arar ve düşündüğü maksadla nâzil omadığını bildiği bir ayeti kendine delil yapar, şöyle ki: İnsanları kalpteki kasâvetle mücâdeleye çağırmak isteyen kimsenin "Firavun'a git doğrusu o azmıştır" (20/TâHâ, 24) meâlindeki âyeti kullanması gibi. Âyeti okuyup kalbine işaret ederek Firavun'la kalbin kastedildiğine imâda bulunur. Bu çeşit davranışlara bir kısım vâizler meşru ve doğru bir maksad için tevessül ederler. Böylece sözlerine güzellik katıp dâvet ettikleri meseleye cemaatin hevesini uyandırmak isterler. Gaye müsbet bile olsa bu davranış yasaktır, sorumluluğu büyüktür.

İkincisine gelince, bu âyetin, sırf zâhirine, Arapça elfâzına göre onu tefsir etmeye kalkmaktır. Burada Kur'an'ın garib ve mübhem kelimelerindeki ihtisar, hazf, izmâr, takdim, tehîr gibi durumlardaki incelikleri, nakle başvurarak, ehlini dinleyerek anlama, araştırma cihetine gitme yoktur. Şu halde kim tefsir için gerekli olan hâricî şartları gözetmeden, mücerret Arabça bilgisiyle Kur'ân'dan mâna çıkarma cihetine giderse çok hata yapar ve hadiste tehdid edilen: "İlme dayanmadan Kur'an tefsir edenler" zümresine dâhil olur. Şu halde tefsir için nakl (yani selefin açıklamaları) ve semâ (yani ehil olanların dersini dinlemek) zaruri olan iki ön şarttır. Bu şartların gerçekleşmesinden sonra anlamak ve mâna istinbat etmek imkân dâhiline girer. Zâhirî şartları eksiksiz ikmal etmeden bâtinî mânaya nüfuz etme hevesine düşülmemelidir." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/220-221)

 

"Benim hakkımda da bildiğiniz dışında sözden kaçının. Kim bana bile bile yalan nisbet ederse ateşteki yerini hazırlasın. Kim de Kur'ân hakkında re'yi ile söz ederse ateşteki yerini hazırlasın." (Tirmizi, Tefsir: 1, hadis no: 2952)

ıklama: Bu rivâyette, Kur'ân mevzuunda olduğu ölçüde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında da son derece dikkatli olmak emredilmektedir. Çünkü her ikisi de aynı ölçüde dinin iki temel kaynağını teşkil etmektedir. Bunlar istismar edilerek insanlar yanıltılabilir.

Münâvî, "bildiğiniz" kelimesiyle "yakîn hasıl ettiğiniz" yani "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbeti hususunda kesin bilgi sahibi olduğunuz" denmek istendiğini belirtir. Şârih Tîbî şunu söylemiştir: "Hadisle şu iki mananın da kastedilmiş olması câizdir:

1- Benden hadis rivâyet etmekten kaçının.

2- Benden hadis rivâyetinden kaçının ancak bildiklerinizi rivâyetten kaçınmayın."

Buradaki yasağın şümûlüne dikkat çekmek maksadıyla, şârihler, bu hadisi şerh ederken hadis kelimesiyle kastedilen manaya dikkat çekerler. Biz de bir kere daha hatırlatacağız ki hadis deyince:

1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fiil, söz ve takrirlerini anlarız.

2- Sahâbe-i kirâm (radıyallahu anhüm ecmaîn)'ın fiil, söz ve takrirlerini anlarız.

3- Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'in fiil, söz ve takrirlerini anlarız.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerine merfu hadis (sünnet), sahabeninkilere mevkuf hadis, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'inkilere maktû hadis denir. Yine hatırlatmak isteriz, hak mezheplerin imamları Tabiin ve Etbauttâbiin nesillerine mensupturlar.

Şu halde bu büyüklerle ilgili olarak da iyice bilinmeyen mesailden bahsedilmemelidir. Dinde onların reyleri, fetvaları, tatbikatları bazı kayıtlarla da olsa hüccettir. Sözgelimi, iyice bilmeden İmam-ı Âzam şöyle demiştir, böyle fetva vermiş, şu şekilde amel etmiş gibi sözler mahzurludur. Sağlam kaynaktan okumuş, sağlıklı şekilde öğrenmişsek o başka, bunu söylemek ilmin yayılması olur, tıpkı iyice bilinen bir hadis-i şerifin rivâyeti gibi.

Şunu da ilâve edelim: Hadis kelimesi mutlak kullanıldığı zaman kâhir durumda merfu hadis kastedilir, lügavî mânâdaki kullanışlar hâriç. "Ateşteki yerini hazırlasın" ibâresi "inmek üzere, kendisine cehennemde bir yer edinsin" demektir. Dikkat edersek emir sigasıyla gelmiştir, ama maksad haberdir, yani mutlaka cehenneme gideceğini haber vermektedir. Râfiî bunun beddua olduğunu söyler. Yâni: "Allah ona cehennemde bir yer hazırlasın! O da burayı ikametgah edinmeye hazırlansın demektir" der. Hadisin emir sigasıyla gelmesi, "kim bile bile bana yalan nisbet ederse" şartına cevaptır. Cevabın böyle emir sigasıyla gelmesi, yapılan işin mutlaka bu cezayı gerektirdiğini daha beliğ daha açık olarak ifade etme gayesine mâtuftur.

Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında söylenen yalan, felâkete atıcı en büyük günahlardan biridir. Çünkü dinde hâsıl edeceği zarar fazla, imanın temelinde meydana getireceği fesad büyüktür. Rasûlullah (s.a.s.) hakkında yalan söyleyenler -usûl bahsinde açıkladığımız üzere- pekçok sınıflara ayrılır: Siyasî, ticarî, ırkî, maddî, dinî vs. pekçok sebeplerle yalan uyduranlar türemiştir. Hadisin âm olan ifadesine bakan âlimler, tehdidin, hangi maksadla söylenmiş olursa olsun, Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında söylenen bütün yalanlara şâmil olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadiste dine müteallik yalanların kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Ancak, herçeşit yalanın dâhil olduğu görüşü ekseriyetin re'yidir ve esah olan da budur. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/221-223)

Hâris el-A'ver anlatıyor: "Mescide uğramıştım, gördüm ki halk, zikri terkedip malâyanî konulara dalmış, konuşuyor. Hz. Ali (r.a.)'ye çıkıp durumdan haberdâr ettim. Bana:

- "Doğru mu söylüyorsun, öyle mi yapıyorlar?" dedi, Ben:

- "Evet, dediğim doğrudur" deyince:

- "Ben Rasûlullah (s.as.)'ın şöyle söylediğini işittim:

- "Haberiniz olsun bir fitne çıkacak!" Ben hemen sordum:

- "Bundan kurtuluş yolu nedir Ey Allah'ın Rasûlü?" Buyurdu ki:

- "Allah'ın Kitabı (na uymak)dır. O'nda sizden önceki (milletlerin ahvâliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar) gelecek fitneler ve kıyâmet ahvâli ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda (iman-küfür, taat-isyân, haram-helâl vs. nevinden) cereyân edecek ahvâlin de hükmü var. O, hak ile batılı ayırdeden ölçüdür. O'nda herşey ciddîdir, gâyesiz bir kelâm yoktur. Kim akılsızlık edip, O'na inanmaz ve O'nunla amel etmezse, Allah onu helâk eder. Kim O'nun dışında hidâyet ararsa Allah onu saptırır.O Allah'ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru yoldur. O, kendine uyan hevaları koymaktan, kendisini (kıraat eden) delilleri iltibastan korur. Alimler ona doyamazlar. Onun çokca tekrarı usanç vermez, tadını eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz yönleri son bulmaz, tükenmez, O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman şöyle demekten kendilerini alamadılar: "Biz, hiç duyulmadık bir tilâvet dinledik. Bu doğruya götürmektedir, biz onun (Allah kelâmı olduğuna) inandık" (Cin: 72/1). Kim ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse ücrete mazhar olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa, doğru yola çağrılmış olur. Ey A'ver, bu güzel kelimeleri öğren." (Tirmizi, Sevâbu'l-Kur'ân: 14, 2908; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/224-225)

ıklama: Mescidde zikir dışında yapılan konuşmalar ahbâr, hikâyât, kıssalar nevinden faydasız şeylerdir. Kur'ân-ı Kerim mükerrer âyetlerinde bu çeşit malâyanî mevzulara dalmaktan yasaklamıştır: "...Onları daldıkları sapıklıkta bırak oynasınlar" (6/En'âm, 91) meâlindeki âyette olduğu gibi. Hz. Ali (r.a.)'nin: "Öyle mi yapıyorlar?" sözü, onların davranışının kötü karşılandığını ifade eder. Yani: "Gerçekten söylediğiniz şen'î işi yaptılar mı?" demektir.

Hz. Peygamber'in haber verdiği "fitne"den maksadın Ashab arasında cereyan eden hâdiseler veya Tatarlar'ın çıkışı, Deccâl veya Dâbbetu'l-Arz'ın zuhûru gibi âhir zaman fitneleri olabileceği belirtilmiştir. Ancak, Aliyyu'l-Kârî: "Birincisi dışındakileri kastetmiş olması makam icâbı mümkün değildir" der.

Kur'ân için "gâyesiz bir kelâm değildir" diye tercüme edilen tavsifin metni “hezl değildir” şeklindedir. Hezl, lügat olarak "arzu edilen mânâdan yoksun olan söz"e denir. Kur'ân'la ilgili bu tavsif şu mealdeki ayetten muktebestir: "Hakikaten o (Kur'ân) hak ile (bâtılı ayırt eden) kat'î bir sözdür, o hezl (gâyesiz bir söz) değildir" (86/Târık, 13-14).

Tîbî, "Kim akılsızlık edip Kur'ân'ı terkederse..." ibaresini açıklama sadedinde der ki: "Kur'ân'dan, amel edilmesi vâcib olan bir âyet veya bir kelimeyi tekebbür sebebiyle kim amel dışı bırakır veya kıraatını terkederse küfre deşer. Kur'ân'ın yüceliğine inanmakla birlikte acz, tembellik veya zayıflık sebebiyle kıraatı terketmesinde günah yoktur, ancak sevaptan mahrum kalır."

"O, kendine uyan hevaları kaymaktan korur" ifâdesinden şârihler şu mânaları anlamışlardır:

1- Kişinin hevası Kur'ân'ın getirdiği hidâyete tâbi olursa, düşüklükten kendini korur.

2- Kur'an'a tâbi olan hevâ bid'ate düşmekten, sapıtmaktan kendini korur. Yâni Kur'ân'ın hidâyeti sebebiyle hevâ ehli onu meylettiremez.

3- Hevâ ehli Kur'ân'ı tebdil ve tağyir edemez (mânasını) saptıramaz. Anak bu mananın muhalifinde, gulât denen sapıklıkta aşırı gidenlerin tahrife, mubtıllerin bâtıl iddialara, câhillerin de yersiz te'villere tevessül edeceklerine işâret vardır.

4- Kaymak diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı izâğa'dır. Bunun metinde "meylettirme" manasına olduğu, binaenaleyh ibâreyi şu şekilde anlatmanın mümkün olduğu söylenmiştir: "Kur'ân-ı Kerîm'i, doğru yoldan sapmış hevalar eğriliğe ve sapıklığa alet edemezler, Yahudilerin Tevrat'ı tahrif edip kelâmın yerlerini değiştirince yaptıkları gibi. Zira Cenâb-ı Hakk, onun hıfzını tekeffül etmiş, üzerine almıştır: "Zikri (Kitabı) biz indirdik, O'nun koruyucusu da biziz" (15/Hicr, 9) buyurmuştur.

"Dillerin iltibastan korunması", Kur'ân Arapça olmasına rağmen, Arap olmayan mü'minler de öğrenmekte, telâffuzda zorluk çekmezler. Zira Cenâb-ı Hakk: "Biz Kur'ân'ı senin dilinde indirerek kolaylaştırdık" (19/Meryem, 97) ve "Andolsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık..." (54/Kamer, 22) buyurmaktadır. Bundan, Kur'ân'dan başka bir sözün, teşvişe sebep olacak, hakla batıl karışacak şekilde araya sızıp karışmaya yol bulamayacağı, çünkü Kur'ân'ı Allah'ın korumakta olduğu mânası da anlaşılmıştır. Kur'ân'ı Kerim'e beşer sözü karışamaz çünkü onda i'câza delâlet eden ma'sumiyet (korunma) vardır.

"Âlimler ona doyamazlar" ibâresi "onun künhüne eremezler, sonuna varıp "tamamen hallettik artık" deyip araştırmaya devamdan geri duramazlar" demektir. Yemek yiyenin doyup elini yemekten tamâmen çekme hâli, böylesi bir doygunluk Kur'ân âlimlerinde hâsıl olmaz. Onun hâiz olduğu hakikatlerden bir sonuncusunu keşfettikçe yenilerini aramaya öncekinden daha fazla bir iştiyak duyar. Bu böyle doymadan, usanmadan devam eder gider (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/225-226).

"Bir grup, Kitâbullah'ı okuyup ondan ders almak üzere Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları Allah'ın rahmeti bürür. Melekler de kanatlarıyla sararlar. Allah, onları, yanında bulunan yüce cemaatte anar." (Ebû Dâvud, Salât: 349, 1455. H.; Tirmizî, Kırâ'at: 3, 2946 H.; Müslim, Zikir: 38, 2699 H; İbnu Mâce, Mukaddime: 17, 225. H. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/227)

ıklama: Bu hadis, Resûlullah (s.a.s.)'ın Müslümanlar arasında Kur'an bilgisinin yayılması için yaptığı teşviklerden biridir. Allah'ın evi tâbiri öncelikle mescidleri ifâde ederse de ulema, bu fazileti elde etmek arzusuyla, han, kışla, medrese gibi başka yerlerde de toplanılabileceği görüşünü beyan etmişlerdir. Esas olan Kur'an'ın müzâkeresi olduğuna göre bu maksadla evlerde akdedilen meclislerin de aynı şekilde sevablı olacağı söylenebilir.

Sekînet, esas itibariyle vakar, itminan ve mehâbet mânasına gelir. Ancak Kadı Iyaz, burada rahmet mânasında kullanıldığını söyler. Ancak rahmet kelimesi hemen arkadan buna atfedildiğine göre, Nevevî'nin dediği gibi vakar ve tuma'nine şekline anlamak daha uygun düşüyor. Zikredenlerin anıldığı yüce cemaat büyük meleklerin teşkil ettiği cemaattir, buna Mele-i Â'la da denir. Allah'ın onların yanında anması, Kur' ân okudukları için teşrif etmek maksadıyla medh u senâda bulunmasıdır.

Müslim ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde hadisin sonunda şu cümleye de yer verilir: "Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa nesebi hızlandırmaz." Bu şu demektir: "Her kim soy ve sopunun şerefine aldanarak hayır ameller işlemede kusurda bulunursa nesebi, onu, amel edenler seviyesine ulaştırmaz." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/227-228)

 

 

Tefsirlerden iktibaslar

“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (3/Âl-i İmrân, 7)

 

Ey Muhammed! Kur’an’ı sana Allah indirdi. Hiç kimsenin bu konuda şüphesi olmasın. Bu kitabın içerisinde birbirine zıt hiçbir hüküm yoktur. Âyetleri birbirleriyle çelişkili değildir. Kur’an’daki âyetlerin bir kısmı muhkemdir ki, onlar kitabın temeli ve esasıdır. Bunlar manası ve tefsiri bilinen, tek mana ifade eden, başka mana verilemeyen, manası tahrif edilip saptırılamayan, başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulmadan anlaşılan, haramı, helali, emirleri, nehiyleri, vaadi, tehdidi, cezaları, öğütleri ve ibretleri belirten, nesheden, kendisiyle amel edilen ayetlerdir. Kur’an’ın çok az bir kısmı da müteşâbihtir. Bunlar gerçek manasını Allah’tan başka kimsenin bilmediği, birkaç manaya gelen, mânâsı tahrif edilmeye, değişik manalar verilmeye müsait olan, anlaşılması için başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulan, Kur’an’ın yeminlerini ve misallerini anlatan, neshedilen ve kendisiyle pratik hayatta amel edilmeyen ayetlerdir. Kalplerinde şüphe hastalığı bulunan, hakkı istemeyen kimseler, müslümanlar arasında fitne çıkarmak için müteşâbih âyetleri hevâ ve heveslerine göre te’vil ederler. Halbuki müteşâbih âyetlerin gerçek te’vilini Allah'tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olan kimseler ancak Allah’ın dilediği oranda cüz’î bilgiye sahip olurlar. Onlar şöyle derler: "Biz, muhkemiyle müteşâbihiyle Kur’an âyetlerinin tamamına iman ettik; hepsi Rabbimizin katındandır. Aralarında hiçbir çelişki yoktur. Akıl sahiplerinden başkası böyle düşünmez."

 

Elmalılı diyor ki: Ey Muhammed! O eşi ve benzeri olmayan, azîz ve hakîm olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi. Şu halde bunun hikmet yoluyla anlaşılması lâzım geleceğini unutmamalısın! Bunun âyetlerinin bir kısmı muhkemâttır. Mânâsı ve murada delâletleri kesin, kelime ve cümleleri başka anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, muhkemdir, "bunlar ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. Hak ile bâtılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır. İlimde ve amelde p eşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidayet için deliller bunlardır. Diğerleri bunlara irca ve havale edilir. Tevrat'ın İncil'e, İncil'in Kur'ân'a ircâ olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi lazım geleceği gibi, bütün Kur'ân âyetlerinde de bu muhkemât esastır. Üstelik bunların her biri ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid inancının sistemini oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. Her bir muhkem âyet, diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla mânâları ve hükümleri yakından tayin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla beraber birbirine göre mutlak veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir, istisna veya tahsîs veyahut nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında muhkemlik ilişki l eri bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak muhkem âyetlerin muhkemliklerinin kuvvetinde, mânâya ne yönde delalet ettiklerinde ve maksadın neresini kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki; bunlar zâhir, nass, müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkemâtın bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'ân ilminin muhkem usullerindendir. Bunu hesaba katmayan, yani muhkematın tamamını bir bütün olarak düşünmeyen veya düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikra yapmadan anlamaya, delil getirmeye ve kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi elde edemezler, mutlaka hata ederler. İşte âyetlerin bir kısmı böyle kitabın anası olan muhkemât, bunların karşılığında da diğer bir kısmı da müteşâbihattır. Yani her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli mânâlara ihtimali olan âyetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça seçilemez. Aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafî) veya müşkil veya mücmel veya mümteni' (imkânsız) bulunur. Bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama gelme olasılıkları muhkemat ile mukayeseleri sayesinde giderilebilir. Zâhir karşılığında hafî, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel, muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşâbih vardır. Binaenaleyh kitap, bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslup ile müteşâbihâtın muhkemâta dönüşmesi bakımından, o asla irca edilmesi bakımından hepsi muhkem demektir: "Bunda (bu Kitapta) hiç şüphe yoktur." (2/Bakara, 2) ve "Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmıştır." (11/Hûd, 1) âyetleri bunu açıklar. Bunun aksine bu hikmete aykırı olarak müteşâbihât kitabın anası farzedilir de mu h kem olan âyetler müteşâbihat ile te'vil edilirse, yani müteşâbih âyetler esas kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşâbih olmuş olur. "Allah kelâmın en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir kitap olarak indirdi ki, Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir..." (39/Zümer, 23) hükmü açığa çıkar.

"Muhkem" kelimesi lügatte bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşâbüh, benzeyenlerden her birine de müteşâbih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan zihni onları birbirinden ayırt etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehet, (yani benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşâbühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez olurlar. "Muhakkak ki, o inek bize teşâbühlü oldu." (2/Bakara, 70), "Kalpleri teşâbühlü oldu." (2/Bakara, 118), "Ve onun müteşâbihi kendilerine verilecek." (2/Bakara, 25) âyetlerinde geçtiği gibi. Demek ki teşâbüh, seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırt etmeye yol bulamadığı bir şeye dahi müteşâbih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek gibidir. Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir. Bu şekilde Kur'ân'ın ve Kur'ân âyetlerinin muhkemliği ve müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkâmı gibi çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fâsılaları, uyumları ve daha başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşâbüh ve sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu yönden bakıldığında "Onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile "müteşâbih kitap" birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin açıklamasıdır. Fakat nazmın bu âyet içindeki delâleti itibarıyla muhkem ile müteşâbih zıt ve karşıt anlamdadırlar. Şüphe yok ki, mânâsını ve kesinlikle bildiren âyet muhkem âyet, kesinlikle bildirmeyen de muhkem değildir. Bu âyette ise muhkem ile müteşâbih karşıt olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki te'vil karînesi de mânâya aittir ki, tefsir usulü ilminde de muhkem ile müteşâbih böyle ele alınmıştır. Bir sözün sırf kipine göre mânâsı belli olursa ona "zâhir" denilir ki, muhkem çeşitlerinin en aşağı derecesidir. Bunun tevile, tahsîse veya neshe ihtimali bulunabilir. Fakat bunlar karîneye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı müddetçe zahirinde kesinlik ifade eder. Eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyakı olmuş olursa, sözü söyleyen de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda artık te'vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir. Nihâyet nesih ihtimali yoksa, ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle te’yîd edilmiş ise, bu da özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü, bilmeyi ve amel etmeyi gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi daha kuvvetli ise o tercih edilir.

Bunlara karşılık, bir sözün esas anlamı lafzının sigasından değil de, başka bir ârızî sebeple gizli tutulmuş bulunursa hafî; böyle değil de mânânın haddizâtında çok ince, herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz edemeyeceği, edenlerin de derinden derine düşünmedikçe kavrayamayacağı derecede kapalı olması veya bir bediî istiâre bulunması gibi bir sebepten doğan bir gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının çeşitli mânâlara eşit olarak gelme ihtimali olur da bu mânâlardan hiç birinin tercihine karine bulunmazsa, fakat bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması umuluyorsa mücmel; gerçekten murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali kesilmiş olursa o da katıksız müteşâbih olur.

Kur'ân'ın müteşâbih âyetlerinden birçoğu böyle çok mânâlı olduğundan dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır. Birçoğu da bir muhkem mânâ etrafında onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve değişik işaretlere delâlet içerdiğinden dolayı icmal veya işkâl ve kapalılık ile dikkat çekerler. Böylece muhkem zımnında müteşâbih, müteşâbihin yanında muhkem de bulunur. Bir âyette birçok mânâ katlarını derecelendirir ki, zamanı geldikçe bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların akışı içinde hissedilerek anlaşılır. Sonra edep ve ahlâk veya diğer hikmetlerden dolayı açıkça emredilmesi veya ifade edilmesi mahzurlu olan kinâye ve ta'rîz şeklinde daha belâğatlı ve daha etkili olan zımnî (üstü kapalı) anlatım da vardır. Nihayet bütün açıklamalar tevhid nizamı üzere vahdetten kesrete (birden çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan bire doğru) giderken, gerek nispetlerde ve gerek tasavvurların hudûdunda beşeriyet dillerinin henüz lügatı ortaya koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve benzerini görmediği nice mânâlar ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin bilmediğiniz daha neler var gibi bir muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber, müteşâbih bir misal ve bir îmâ ile sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. Bu gibi âyetlerin bazısını bugün anlayamayanlar yarın anlayabilirler. Bazısını da Allah'tan başka kimse bilmez ki, tam anlamıyla müteşâbih işte budur. Âhiretle ilgili izahlar kısmen böyledir. Bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle benzerlikler ve birleşebilir noktalar da vardır. Hasılı müteşâbihin kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma; müşkilin hükmü, araştırmayla beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve araştırma; asıl müteşâbihin hükmü de duraklama ve Allah'a teslim olup sığınmadır.

Bu muhkemât ile müteşâbihât tam karşıt birer şık olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine mahsus özel bir anlam ifade ederler. Bunlardan her biri kendi özel mânâsına göre ele alındığı takdirde söz konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden bu taksimin dışında kalmış olur. Böylece muhkemât tâbiri ilk dörde, müteşâbihât tabiri de ikinci dörde şamil olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar. Bu âyet böylece Allah kelâmının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbâta ilişkin en büyük bir kuralı öğretmiştir ki, herhangi bir kelâmı veya kitabı iyice anlayabilmek için akılda ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usûl-i Tefsir ilminde bunlar bütün uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle kanun ve hukuk meselelerini anlamak için bu usul ilmi, en zarûrî bilgi şartlarındandır.

Müteşâbihât için bir de şu taksim vardır: Lafız cihetinden müteşâbih, mânâ cihetinden müteşâbih, her iki cihetten müteşâbih. Lafız cihetinden müteşâbih, ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır. Tek kelimedeki müteşâbih meselâ, "ebb, yeziffun" gibi kelimenin garipliği veya "yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı olmaktan ileri gelir. Cümlenin yapısından doğan müteşâbih ya çok kısa söylemekten, yani özetlemekten veya sözü uzatıp mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten veyahut şiirde vezin ve nazım zarûretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. Mânâ bakımından müteşâbih olanlar Allah'ın sıfatlarıyla âhiret hayatına ait olan âyetlerde olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini algılamaya imkanımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya yetişemeyeceğimiz mânâlardır. Her iki bakımdan müteşâbih olan başlıca beş kısımdır: Umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik bakımından, nâsih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekan ve âyetin nâzil olduğu toplumdaki âdet ve gelenekler bakımından ki "Evlere arka duvarlarından atlayıp girmeniz Allah katında iyilik ve sevap değildir." (2/Bakara, 189) âyetinde olduğu gibi. Bir de fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.

İşte Kitabın âyetleri böyle muhkemât ve müteşâbihât şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl uyulacak ümmü'l-kitap da müteşâbihât olanlar değil, muhkemâttır. Amma kalplerinde eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk alanlar, muhkemâtı bırakırlar da Kitabın müteşâbih olan âyetlerinin peşine düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak, hakkı ve hakikati karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan çıkarmak ve belâya uğratmak isterler, ve onu kendi gönüllerine ve keyiflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu beslerler. Halbuki onun te'vilini, yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Genel anlamda müteşâbihât içinde, özel anlamda müteşâbih olan bir kısım vardır ki, bunun meâlini, gerçek maksadına uygun olarak ancak Allah bilir. Bundan dolayı, bütün müteşâbihâtın te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. Allah Teâlâ'ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda gizli, meçhul bir şey bulunmadığı halde, O'ndan başkasına böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan İlâhî Kitapta da hal böyledir. "O'nun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar." (Bakara, 2/255), "Allah bilir, siz ise bilmezsiniz." (2/Bakara, 232). Zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolmaz. Meçhuller bilgi ile ve o bilgilerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur. Öğretim ve irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmeyenleri bilinenlere dönüştürmektir. Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi derecesine göre, onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları çözdürür. Bundan dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur. Cenâb-ı Hak kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce kendini ve başkasını ayıran bir muhkem ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz olarak meçhul şeyleri sezdirir. Bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek yakîn bilgiler haline getirir. Hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen gibi sistemli bir şekilde akar gider. Allah'ın bil g isi ise sonsuzdur. Sonradan olma (hâdis) olan insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz, onu ihata edip boyutlarına ulaşamaz. Böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim ve öğrenme yolunda yürümek de en büyük ilim, en büyük mârifettir. Bundan dolayı insan ilimde hangi mertebeye ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla bilinmesi gereken meçhuller bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen meçhulü sezmek ise müteşâbihât karşısında bulunduğunu bilmektir.

Daha doğrusu, geçmişe ve geleceğe, ezele ve ebede ilişkin olan her beşerî ilim, müteşâbih olmak konumundan kurtulamaz. Hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şâhit olduğu ve müşahede ettiği kuvvette kesinlik yoktur. Her tecrübe ve gözlemin bir öncesine ve bir sonrasına doğru attığı adım bir müteşâbihlik ile ilgilidir. İlmin en kuvvetli gerekçesi olan tecrübe zaruri bir gerekçe değildir. Bu konuda en sağlam ve en genel belge, sebebin ve şartların devamlılığından çıkan, olağan tekdüzeliktir ki, bu da İlâhî iradeye dayanmaktadır. Binâen aleyh beşer ilminin müteşâbihâttan kurtulması mümkün değildir. İşte insanlara Hakk'ın irâdesini gösterecek hidâyet için bir ilâhî öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan ilâhî kitaplar, tamamen bu gidişata, yani, İlâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel olarak muhkemât ve onun karşılığında müteşâbihât ile indirilmiş bulunmaktadır. Tevrat ve İncil'in de muhkemâtı ve müteşâbihâtı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap muhkemât idi. Fakat Tevrat'ta pek çok olan müteşâbihâtın bir kısmı, İncil'de muhkemlere irca edildikten başka, daha diğer müteşâbihât gösterildiği gibi, Kur'ân'da da bütün geçmiş kitapların müteşâbihleri muhkemâta ircâ edildi. Ayrıca derin birtakım müteşâbihât daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya arkasına düşülmekten sakındırılarak, muhkemâta ircâ metodu da açıkça öğretilmiştir. Bu arada insanlar için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de çözülemeyen ve Allah'ın bilgisine havâle edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir zaman tükenmeyeceğini, muhkemâttan sonra bile gerçek anlamda müteşâbihlerin var olacağını bilmek ve itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk ve insanlığın gayesi açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır. Beşer ilminin değerine ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık ve matematik ölçüsünde ona zarûrî bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik aramak çelişkidir.

Bunun için, İlâhî kitaplarda müteşâbihât bulunmamalı idi şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir düşünce varlığın dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot halinde sürüp gitmesini ve Allah'ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da bütün sonsuzluğuyla ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde beşere öğretilmesi ve Allah Teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık ortaya koymanın mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ'nın beşer ilmini, belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere, noksandan olgunluğa ve kemâle doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine engel olması geleceğini iddia etmek, hâsılı ilâhî feyizde cimrilik istemek demek olurdu. Her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha alınması gereken mesafe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp bitirilemeyecek başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah Teâlâ'nın bunları insanlara verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdiremeyip birçok yönden gizlemesi ve bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve ölçü olmak üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı bir noktada tutması, dünkü ilimden yarın için, dünyadan âhiret için istifade ettirmemesi nasıl olur da İlâhî hikmetin gereği olabilirdi? Bunun hikmete uygun olduğu nasıl düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı her şeyi halletmiş, bitirmiş iddiasında bulunan ve müteşâbihâtın bütün bütün ortadan kaldırılmasını arzu eden ve tecrübeyi, teşâbühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir ilmîlik ve ispatçılık iddiası cehâletten başka bir şey değildir. Buna karşılık, muhkemâtı esas alan güçlü ve aydınlık bir ispat yolu ve metodu üzerinde yürümeyip, doğrudan müteşâbihâta sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik içerdiğini inkâr edip şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri yalnızca bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını Allah'tan başka kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra mı şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı, cennete mi cehenneme mi götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı havada çıkmaz yollarda dolaşmak da haddini bilmemek ve İlâhî hidayeti dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru koşmaktır ki, bunu kalplerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık bulunanlar yaparlar.

Esbâb-ı Nüzul'de zikredildiği üzere hıristiyanların İncil'deki (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder; Kur'ân'daki "O'nun Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve O'ndan bir ruhtur" (4/Nisa, 171) müteşâbih âyetine, Allah'tan doğmuş bir ruh mânâsı vererek ve Hak Teâlâ'nın doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve kayyûm, azîz ve hakîm hâlik ve bâri-i musavvir bulunduğu hakkındaki muhkemâta bakmayarak, Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi, yahûdilerin gibi hurûf-ı mukattaa denilen başlıkları "ebced hesabı" ile te'vil ederek bunlardan Muhammed ümmetinin ömrünü, kıyâmetin kopacağı zamanı çıkarmaya kalkışmaları da bu türden bir olaydır. Bunlar ya hevâ ve heveslerinden başka bir şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din deyince herhangi bir hakikatle ilgisi olmayan bir oyuncak anlarlar. Din meselesinin kayıtsız şartsız hakka uymak demek olduğunu bilmek istemezler. Bu konuda muhkem olan ispat yoluna yanaşmazlar ve onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri şüphelere ve vehimlere sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan şeylerde, rumuz ve sembollerde, muammâ ve müteşâbihâtta boş ve havaî şeyler ararlar; müteşâbihâtı, şüpheye basamak yapmak için muhkemâta üstün tutarlar. Yine bunun gibi, birtakım mülhidler (dinsizler) de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve anlaşılınca hükmü kalmaz gizli ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla bütün muhkemâtı müteşâbihâta ircâ etmeye çalışırlar. Her şeyi kuşkulu hale getirmek, hep garip ve acâyip şeylerden bahsetmek, en belli gerçekleri bile birer efsâne gibi göstermek isterler ki, bunlar bilinen yolda yürümekten hoşlanmazlar. Diğer bir kısmı da kendi bilgileri her şeyi çözmeye yetermiş gibi, kâinat düzeninde, geçmişte ve şimdiki halde veya sonsuza dek sürecek olan gelecekte sanki hiç bilinmedik bir şey yokmuş gibi, müteşâbihâtın hakikatini kökünden ret ve inkâr eder; anlamadığı, anlayamayacağı bir hakikat işitirse, ona hurâfe, efsâne, esatir deyip geçerler ki, bunların hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından ve haddini bilmezlikten ileri gelir. Bunlara karşılık ilimde rüsuh sahibi (uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen ilim erbabı da şöyle der: ‘Biz bu Kitaba inandık, muhkemi ve müteşâbihi ile hepsi Rabbimiz katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir.’ Hakikaten böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkıyla düşünemez, kendi zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez, muhkemâtı esas olarak hafî, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşâbihâtı bile doğru dürüst te'vil edemez. Bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının değil, muhkemâtın mertebeleri ile müteşâbihâtın mertebelerini seçebilen, te'vili caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini bilen, İlâhî bilgiye havâle edilmesi gerekenleri O'na havâle eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve seven, hâsılı hikmete mazhar olmuş râsih âlimlerin hakkı vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve müteşâbih hepsinin hakikatine iman ederler ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler.

"İlimde râsih olanlar" İlâhî ifadesinde "vav" harfi istî'nâfiye veya atıf olmak üzere iki türlü bağlantı vardır ki, birincisinde yukarıda açıklanan mânâ doğrultusunda üzerinde kelâm tamam olmuş ve cümle sona ermiş olur, vakf-ı lâzımdır. Zaten mushaflarda da durulması gerektiğini göstermek için buraya işareti konmuştur. Müteşabihatın te'vilini Allah'dan başkası bilmez. İlimde rasih olanlar bile şöyle derler: ... demek olur. Bu tefsir bağlantısı Abdullah b. Abbas'dan, Hz. Aişe'den, Hasen'dan, Malik b. Enes'ten, Kisaî ve Ferra'dan ve birçok seleften rivayet olunmuştur. Diğerinde ise "vav" atıftır. O zaman cümle ancak üzerinde tamam olur ki, müteşabihin te'vilini Allah'dan ve ilimde rüsuh sahibi âlimlerden başka kimse bilmez demek olur. Bu da yine Abdullah b. Abbas'dan, Mücahid'-den, Rebi b. Enes'ten ve daha başkalarından rivayet olunmuştur. Kelamcıların ve müteahhir âlimlerin birçoğunun tercihi de budur. Mesele müteşabihin sıhhatli ve doğru olarak te'vilini Allah'dan başkası bilebilir mi, bilemez mi noktasına bağlıdır.

Te'vîl: Lügattaki aslı bakımından, herhangi bir şeyi varacağı gayeye, hedefe vardırmak demektir. Bilhassa bir lafzın meâlini, yani varacağı mânâyı alıp tefsir eylemeye denilir. Te'vil ya doğru ve sıhhatli bir te'vil olur, ya da yanlış ve bozuk bir te'vil olur. Bir sözü hiç ihtimal bulunmayan bir mânâya çekmek veya ihtimali olan mânâlar içinde daha uygunu ve daha kuvvetlisi varken en uzaktaki ihtimale çekmek fasid ve batıl bir te'vil olur. Te'vil her halükârda haklı bir gerekçeye ve sebebe dayanmalıdır. O sebep, o delil bulunduğu zaman, çoğu yerde hafî olan açık olana, mecaz da hakikate tercih edilir. Aksi halde yapılan te'vil indî ve fasittir. Bundan dolayı muhkematı hiç gözönünde tutmadan müteşabihatı arzuya göre te'vil etmek, sapıklık demek olduğu zaten âyette açık seçik söylenmiş olduğundan bunda şüphe yoktur. Fakat muhkematı esas almak, cidden hüsnüniyet ve konunun şartlarına riayet ederek hareket eylemek üzere, müteşabihat için "işte bundan murad budur" diye hükmederek doğru ve sıhhatli bir te'vil yapabilmek âlimler için mümkün müdür, değil midir?

Bu mesele üzerinde çok ihtilaf edilmiş olduğu görülüyor. Kur'ân'da kıyametin vakti, saati, zebanilerin sayısında vesairede bazı sayıların özellikleri ve daha başka bazı hususların Allah'dan başka kimseye malum olmadığında ittifak vardır. Buna karşılık birçok âyetlerin de ittifakla te'vil edildiğinde hiç şüphe yoktur. Bunun için bu babdaki ihtilafın, ihtilaf olmaktan ziyade tefsir ilmi açısından büyük faydası bulunduğunu anlamak gerekir. Âyetteki her iki türlü yorumdan her biri kendi açısından çok anlamlı olarak maksadı ayrı ayrı yönlerden dile getirmişlerdir. Şöyle ki, yalnızca özel anlamıyla veya genel anlamıyla herşeyi inceden inceye, bütün ayrıntıları ve bütün sonuçlarıyla müteşabihin mânâ ve te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez. Fakat genel anlamı bütün ayrıntılarıyla değil de şöyle yüzeysel olarak düşünecek olursak, bunlardan bir kısmının ilimde rüsuh sahibi âlimlerin de bunu bilebileceğini anlatmak istemiştir. Yalnızca birinci rivayet olsaydı, âyetin zahirinden çıkan anlama göre ilimde rüsuh sahibi âlimlere te'vilden herhangi bir hisse ve pay düşmezdi. "Bunu, üstün akıllılardan başkası düşünmez." âyetiyle uyumlu olmazdı. Yalnızca atıf rivayeti, yani ikinci rivayet olsaydı, o zaman da ilimde rüsuh sahibi âlimlerin müteşabihatı bütün yönleri ve çeşitleri ile eksiksiz bilebilir, hepsinin te'viline akıl erdirebilir, yani Allah'ın bildiği gibi bilebilir oldukları anlaşılırdı. İşte buradaki "vav"ın dahi böyle müteşabih bir şekilde ortaya konmuş olması, buradaki her iki şıkka uygun olarak atıf şeklinde düşünüldüğünde müteşabihatın yüzeysel; istînaf şeklinde düşünüldüğünde te'vil konusunun derinlemesine ve bütün yönleriyle dikkate alınmış olduğunu gösterir. Binaenaleyh müteşabih genel anlamı üzerine hamlolunduğu takdirde topluca mânânın, "Bütününün te'vilini Allah'dan başkası bilmez." demek olup, bazılarını Allah'dan başkasının muhkemata başvurmak ve ona uymak suretiyle bilebilmelerine engel olmayacağını atıf rivayeti izah eder. Şu halde te'vil açısından müteşabih üç esasa ayrılır:

1- Kul bilgisiyle vukuf mümkün olmayan ki, kıyametin ne zaman kopacağı ve dabbenin ortaya çıkışı vakti vs. gibi.

2- İnsanların bilmesi mümkün olan ki, garip lafızlar ve muğlak hükümler gibi.

3- Bu ikisi arası ki, tanınmaları bazı rüsuh sahibi âlimlere mahsus bir ihtisas olur.

Bunun için biz daha önce yukarıda selefin tercihi üzere hem üzerinde vakfın lüzumunu tercih ettik, hem de "vav"ın atıf olduğu suretinde mânâya işaretini gösterdik. Yalnızca atfı tercih etmek, Kur'ân'da rasih âlimlerin anlayamayacağı ve Allah'ın bilgisine havale etmeye mecbur olacağı hiçbir şey yokmuş gibi bir ihtimali de içine alabilir. Bir kelâmdan hiçbir şey anlaşılamamak, kelâmda hitap edilenlere yönelik hiçbir fayda bulunmadığı düşüncesine kapılarak böyle bir ihtimali zannedenler olmuşsa da doğru değildir. Şüphesiz ki, Kur'ân'da anlamsız ve boş bir lafız mevcut değildir. Sûre evvellerindeki huruf-i mukatta'ada bile çeşitli anlayışlar ve sezişler sözkonusudur. Mesele anlaşılanın sınırını belirlemede, esas itibarıyla murad edilmiş olan mânânın tayin ve tesbitindedir.

Hitabın faydası ise bu tesbite bağımlı değildir. Yine yukarıda kabul ettiğimiz şekilde sonsuz araştırmalara müsait konuların bulunduğunu sezdirmek, insan bilgisinin değerini tayin ettirmek, insanların bilgi derecelerine göre çeşitli anlayışlar, zevkler ve faydalar bahşetmek ve nihayet rasih âlimleri derin derin düşündürmeye yöneltmek gibi daha birçok fayda söz konusudur. Bu açılardan bakıldığında hitapta faydalar bulunduğu görülür. Kur'ân'ın öyle işaretleri vardır ki, bunlar Kur'ân ilmi ile uzun uzadıya uğraştıktan sonra sezilmeye, sonra da olayların gelişmesi ile te'vili anlaşılmaya başlar. Lafızları mânâya irca etmek şeklindeki te'vil ile mânâyı olaylara uygulamak şeklindeki te'vil arasında da fark vardır. Binaenaleyh Kur'ân'ın tefsirinde "Biz seni hakkıyla tanıyamadık." diyecek noktalar bulunduğunu hiçbir zaman unutmamak ve her zaman Kur'ân'ın muhkematına iyi sarılmak lazım gelir. Bu âyetler bize Kur'ân âyetlerinin genellikle meâlini tayin etme işinin tamamen rasih âlimlerin yetkisinde olmadığını ve Kur'ân nazmının ve özellikle müteşabihatının ibadet ölçüsünde aynen korunmasına dikkat edilmesi gerektiğini de gösterdiği için, mânâ tayini demek olan terceme meselesinin nasıl bir ağır ve tehlikeli iş olduğunu iyi düşünmek gerekir. Daima Cenab-ı Hak, kalblerimizi fitneye yöneltmekten ve keyfî te'vile kapılmaktan, kaypaklıktan ve sapmaktan korusun.

Evet Allah sözünden dönmeyendir. "kendisinde hiç şüphe olmayan" o haşir günü kesinlikle gelecek, kalbleri kaypaklıktan ve küfürden, fitne ve fesattan sâlim olan, Hakk'ın âyetlerine "inandık, onların hepsi Rabbimiz katındandır." diyen iman ehli, Allah'ın vaad ettiği rahmetine ve yardımına erecek, inkârda ısrar edenler de vaîdini, ikab ve azabını bütün şiddetiyle göreceklerdir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)

 

Mevdûdi diyor ki: “Sana Kitabı indiren O'dur. Ondan, kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri de benzeşen (müteşabih)lerdir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne (ve karışıklık) çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun yorumunu Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, onun tümü Rabbimizin katındandır.’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.”

“Sana Kitabı indiren O'dur. Ondan, kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir...” Muhkem açık, kesin, yalın ve kat'î demektir. Muhkemât ise, hiçbir belirsizlik gölgesine düşürmeksizin anlamlarını çok açık olarak ifade eden Kur'an âyetleridir. Bu ayetler yanlış anlamaya çok az meydan bırakacak şekilde anlamlarının çok açık ve kesin olması için böyle ifade edilmişlerdir. Bu ayetler Kitab'ın ana prensiplerini oluştururlar; yani, Kur'an'ın gerçekleştirmek için indirdiği amacı ancak ve ancak bu ayetler belirler. Bunlar dünyayı İslâm'a çağırır, öğütler verir ve uyarılarda bulunur. Yanlış inanç ve uygulamaları reddedip doğru hayat nizamını bu ayetler ortaya koyar.

Dinin esaslarını açıklayıp, inançla ibadetleri, görevle sorumlulukları, emir ve yasakları bunlar bildirir. Bu nedenle Hakk'ı arayan bir kimse, kendi ihtiyaçlarına ancak bunlar cevap verebileceği için bu ayetlere başvurmalıdır. Doğal olarak böyle bir kimse bu âyetler üzerinde duracak ve bunlardan en fazla faydayı elde etmeye gayret edecektir.

“... diğerleri de benzeşen (müteşâbih)lerdir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne (ve karışıklık) çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar.” Müteşâbihât, birden fazla anlama gelebilen ayetlerdir. Bu ayetlerin amacı evren hakkında, onun başlangıcı ve sonu, insanın evrendeki konumu gibi konularda bir miktar bilgi vermektir. Çünkü bu tip bilgiler, herhangi bir hayat sistemini formüle etmede esas teşkil ederler. Hiçbir dilin, henüz insan duyuları tarafından algılanmamış, hiçbir insan tarafından duyulmamış, koklanmamış dokunulmamış ve tadılmamış bu doğa-üstü şeyleri ifade edecek kelime, ifade, deyim vs. sahip olmadığı bilinen bir şeydir. Bu doğa-üstü şeylerin, insan hayatı söz konusu edilerek anlatılmasının nedeni işte budur. Kur'an'ın insan dilinde birden çok anlama gelebilecek müphem ifadeler kullanmasının nedeni de budur.

O halde bu ayetlerin en önemli faydasının, kişinin gerçekliğe yaklaşmasının ve onun bu gerçekliği bu şekilde kavramasını sağlamak olduğu söylenebilir. Bu nedenle bu ayetlerin asıl manalarını belirlemek için ne denli çaba sarf edilirse, o denli şüphe ve belirsizlik içine düşülür. Bunun bir sonucu olarak kişi, gerçekliği (realite) bulmayı hiçbir zaman başaramaz, hatta ondan uzaklaşır ve sapıklığa düşer. Bu yüzden Hakk'ı arayanlar ve gereksiz şeylerin peşinde koşmayanlar, bu müphem ayetlerden aldıkları yalın gerçeklik anlayışıyla yetinirler ve bu da onların Kur'an'ı anlamalarını sağlar. Bu tür kişiler tüm dikkatlerini anlamları açık ve kesin ayetleri anlamakta kullanırlar. Diğer taraftan gereksiz şeylerden hoşlanan ve fitne peşinde koşanlar, zamanlarını ve enerjilerini bu anlamı belirsiz olan ayetleri yorumlamada harcarlar.

“...Oysa onun yorumunu Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, onun tümü Rabbimizin katındandır." derler.” Bu şöyle bir soruya neden olabilir: Kişi müteşâbih âyetlerin gerçek anlamını bilmediği halde nasıl onların hak olduğuna inanabilir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Müteşâbih (müphem) âyetler yorumlandığında değil, muhkem (anlamı açık ve kesin) ayetler iyice incelendiğinde, bu inceleme, anlayışlı bir kişiyi Kur'an'ın gerçekten Allah'ın kelâmı olduğu inancına götürür. Muhkem âyetleri inceleme, kişiyi bir kez Kitab'ın gerçekten Allah'tan olduğu inancına götürdükten sonra, müteşâbih âyetler onun zihninde şüphelere yol açmaz ve kişi bu ayetlerden anladığı en basit anlamı kabul edip, ayet anlamlarında karmaşıklıklara rastlandığında ise, bunları bir tarafa bırakır. Kılı kırk yarıp onları araştıracağına Allah'ın Kelâmı'na bütün olarak inanır ve dikkatini daha faydalı işlere yöneltir. (Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an)

 

Seyyid Kutub diyor ki: Rivâyet edildiğine göre, Necran hıristiyanları Peygamber Efendimiz’e; "Sen Hz. İsa hakkında; ‘O, Allah'ın kelimesi ve ruhudur’ demiyor musun?” demişlerdi. Bu ifade ile, O'nun insan olmayıp Allah'ın ruhu olduğu şeklindeki kendi inançlarına destek bulmaya çalışıyorlardı. Bu hristiyanlar, Allah'ın mutlak birliğini ifâde eden, O'na şekil, ortaklar ve oğullar yakıştıran her türlü düşünceyi reddeden kesin ve muhkem ayetleri bırakıp mecâzî ve te'vile müsâit âyetleri kendi yanlış inançlarına dayanak yapmak üzere kullandıkları için uyarılıyorlardı.

Yalnız, âyetin kapsamı bu belirli olayla sınırlı değildir. Aynı zamanda Allah'ın Hz. Peygamber'e gönderdiği inançla ilgili düşüncenin gerçeklerini ve İslâm'ın hayat tarzını içeren, bu Kitap karşısında insanların benimsedikleri farklı tutumların yanında insan aklının kendi özel vasıtalarıyla kavrama imkanı olmayan ve nassların açıkladığının dışında hiçbir şekilde doğru olarak anlaşılma imkânı bulunmayan gayb ile ilgili meseleler de bu âyetin kapsamı içinde yer alıyor.

Akide ve Şeriatın hassas ilkeleri ise içerik ve kapsam açısından anlaşılır ve kesindir. Bunlarla ilgili amaçlar kavranabilir türdendir ve kitabın temelini bunlar oluşturur. Hz. İsa'nın doğumu ve yaratılışı gibi sem'iyâta ve gaybe ait konulara gelince ayeti kerime bu tür konularda bize Allah'tan gelen bilgiyle yetinmemizi ve ileriye gitmememizi, sadece tasdik etmemizi hatırlatmaktadır. Çünkü bu tür ayetler de "Hakk" olan aynı kaynaktan gelmiştir. Onların mahiyetini ve keyfiyetini kavramak insan tabiatının sınırlı olan düşünce alanı ve kavrayış vasıtaları ile, mümkün değildir.

İşte bu aşamada insanlar, fıtratlarının sağlamlık veya bozulmuşluk durumuna göre bu "muhkem" ve "müteşâbih" âyetleri farklı şekilde karşılıyorlar. Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve bozukluk meydana gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine binâ edildiği apaçık muhkem âyetlerdeki ilkeleri göz ardı ederek, farklı anlamlar yüklenebilecek müteşâbih âyetlerin ardına düşerler. Halbuki bu ayetleri tasdik etmede temel dayanak onların geldiği kaynağın doğruluğuna inanmak ve onların tümünün "Hakk"tan geldiğini bilmeyi teslim etmektir. Bununla beraber insanın algılama gücü gerçekten çok sınırlı ve alam da hayli dardır . Bu ayetleri anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın tamamının doğru olduğunu, ne önce ve ne de geldikten sonra ona batılın karışamayacağı, Hakk ile indiğini doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür... O art niyetliler, müteşâbih âyetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü müteşâbih âyetlerde, inancı sarsıcı te'viller ve normal akılla yorumlanması mümkün olmayan sahaya girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden kaynaklanan fitneyi körükleme zemini bulabiliyorlar... "Halbuki bu tür müteşâbih âyetlerin gerçek anlamını Allah'tan başka hiç kimse bilemez."

İlimde derinleşmiş olanlara gelince, bunlar; elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın sahasını ve beşerî düşüncenin yapısını kavradıkları gibi, kendisine bahşedilen vasıtalarla üzerinde çalışma yapabileceği zeminin şartlarını idrak etmiş kimselerdir. İşte bunlar gönül huzuru ve güven içinde derler ki: "Biz ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır."

Kitabın, Rableri katından indiğine inanmaları, onları bu gönül huzuruna iletmektedir. Öyleyse o Haktır ve doğrudur. Allah'ın bildirdiği şey mutlak anlamda doğrudur. Onun nedenlerini ve illetlerini araştırma insan aklının görevi olmadığı gibi, onun güç yetireceği bir şey de değildir. Yine insan onun mahiyetini ve arka-plandaki gizli illetlerin yapısını kavrayabilecek güce de sahip değildir.

Bilgide derinleşmiş bulunanlar Allah katından kendilerine gelen her şeyin doğru olduğunu daha baştan gönül huzuru ile kabul etmişlerdir. Onlar bu huzura dürüst ve üretken fıtratları sayesinde varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu konuda, hiçbir kuşkuya kapılmaz. Çünkü onlar ilmin sahasına girmeyen, insanın araç-gereç ve vasıtalarla bilgisini elde edemeyeceği konulara aklın girişmemesi gerektiğini bilirler.

İşte bu, bilgide derinleşmiş olanların gerçek bir tasviridir... Büyüklük kompleksine kapılıp inkâra kalkışmak, ancak bilginin dış yüzeyine aldanan ve meseleye yüzeysel olarak yaklaşanların işidir. Onlar bu halleriyle var olan her şeyi kavradıklarını, kavramadıkları şeylerin de yok olduğunu zannederler. Ya da kendi kavrayışlarını gerçeğin ölçüsü olarak kabul ederler ve kendilerinin kavradıkları sahanın dışında kalan gerçeklerin varlığına izin vermek istemezler. Bu nedenledir ki Allah'ın mutlak kelâmını da kendi aklî ölçüleriyle(!) değerlendirmeye kalkarlar! Gerçek bilgi sahiplerine gelince, onlar çok daha mütevâzîdirler. Beşer aklının gücünü aşan ve çerçevesi dışına taşan pek çok gerçeği kavramada aciz kaldığını kabul etmeye daha yatkın oldukları gibi, fıtratları da daha dürüsttür. Ve çok geçmeden dürüst fıtratları Hak ile temasa geçer ve gönül huzuru ile onu kabul ederler.

"Bunu ancak akıl sahipleri bilebilir." Akıl sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında yalnızca bir hatırlama vardır sanki... O anda Allah'a bağlı olanların bozulmamış fıtratlarına yerleştirilmiş bulunan Hak, birden harekete geçip ortaya çıkar ve düşünceye yerleşir.

İşte o anda dilleriyle ve kalpleriyle sükunet dolu bir duaya, samimiyet dolu bir niyaza yönelerek, Allah'ın kendilerini Hak'tan ayırmaması, hidayete erdikten sonra tekrar kalplerini eğriliğe bulaşmaktan koruması, rahmet ve iyiliğini kendilerinden esirgememesi için yalvarırlar.. Herkesi bir araya getirecek olan kuşku götürmeyen günü ve asla değişmesi düşünülemeyecek olan verilmiş vaadi (sözü) hatırlarlar: "Böyleleri şöyle der: ‘Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın." "Ey Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir günde insanları kesinlikle bir araya getireceksin. Hiç şüphesiz Allah sözünden caymaz." (3/Âl-i İmrân, 8-9)

İşte bilgide derinleşmiş olanların Rablerine karşı tavırları budur; ve zaten imanla uyum içinde olan da bu tavırdır. Bu tavır, kişinin Allah'ın sözüne ve vaadine gönül huzuru ile bağlılığından, O'nun sözüne ve vaadine güveninden, O'nun rahmetini ve iyiliğini tanımasından, aynı zamanda O'nun değişmez kazasından ve gözle görülmez kaderinden korkmasından, imanın bir sonucu olan kalpteki takvâdan, duyarlılıktan ve uyanıklıktan kaynaklanır. Artık böyle bir gönülde ne gece ne de gündüz dalgınlığa, duyarsızlığa ve unutkanlığa yer yoktur.

İmanlı bir gönül, sapıklıktan sonra ulaştığı hidayetin, karanlıktan sonra net olarak görmenin, yolunu şaşırdıktan sonra doğru yolu bulmanın, geçirdiği depresyondan sonra gönül huzuru ile Hakk'a varmanın, kullara kulluktan kurtulup yalnız Allah'a kulluğun ve basit uğraşlarla bir süre vaktini öldürdükten sonra yüce ve üstün uğraşlara kavuşmanın değerini idrak eder...

Bu olgunluğa eren kişi, tüm bu nimetlerin iman sayesinde Allah'tan geldiğini kavrar. Aydınlık, dosdoğru bir yolda yürümekte olan bir yolcu, nasıl karanlık, dolambaçlı yollara düşmekten korkar, gölgenin serinliğini tadan biri nasıl tekrar kavurucu, kızgın çöllerde öğle sıcağında yola çıkmaktan kaçınırsa, bu kişi de tekrar sapıklığa dönüş yapmaktan böyle korkar. İmanın güzelliğinde öyle bir tatlılık vardır ki, sapıklığın çilesini ve acı bedbahtlığını tadanlardan başkası onu kavrayamaz. İmanın verdiği gönül huzurunda öyle bir haz var ki, azgınlık ve sapıklık batağında sürünmüş olandan başkası onu algılayamaz!

İşte müminler şu sükunet dolu dua ile Rablerine yönelirler: "Ey Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma." Sapıklıktan sonra birden hidâyet ile kendilerine yönelen ve böyle iman gibi paha biçilmez bağışta bulunan Allah'ın rahmetine tâlip olurlar: "Bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın."

Onlar, imanlarının ilhamı ile Allah'ın rahmeti ve iyiliği olmadan kendilerinin hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini bilirler. Hatta onlar kendi kalplerine bile hakim olamazlar; o kalpler de Allah'ın elindedir. Bundan dolayı dua ile O'na yönelerek kurtuluş ve yardımını esirgememesini talep ederler. Hz. Âişe, bir rivâyette diyor ki: “Rasûlullah (s.a.s.) çoğu zaman şöyle duâ ederdi; ‘Ey kalpleri (istediği yöne) çeviren (Allah'ım), kalbimi kendi dinin üzere sağlamlaştır.’ ‘Ey Allah'ın elçisi bu duâyı ne de çok yapıyorsun’ dedim. ‘Her kalp, Rahman'ın parmaklarından iki parmak arasındadır. O kalbi doğrultmayı dilerse doğrultur, saptırmak isterse saptırır’ buyurdu.”

Allah'ın dilemesini bu ölçüde kavrayabilmiş bir kalp, ısrarla Allah'ın himayesine girmek ve ona tutunmak için çabalar, kendisine bağışlanan iman nimetinin elinden çıkmaması için O'na yönelip duâ etmekten başka çaresi olmadığının bilincine varır! (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an)

 

O Allah ki sana bir kitap indirdi ve muhkem ayetlerdir o kitap. Onda kitabın temeli olan muhkem ayetler vardır. Onda muhkem ayetler vardır ki onlar kitabın anasıdır. Ve bir de müteşahibler var.

Muhkemleriyle müteşabihleriyle elimizdeki şu kitabın tüm ayetleri Allah’tandır. Kur’an bütünüyle muhkemdir, bütünüyle müteşabihtir. Hepsinin hak ve doğru olduğuna iman ediyoruz. Bir bütün olarak kitabımızın tüm ayetleri şu anda bize hıtap ediyor. Şu anda kitabımızın muhkem ve müteşabih tüm ayetleriyle karşıkarşıyayız. Muhkemdi, müteşabihti diye herhangi bir ayırım yapmadan kitabın ayetleri ve onun pratiği olan Rasulullah efendimizin sünnetiyle karşı karşıyayız. Ve din olarak işte bunlarla sorumluyuz. Kitabı ve onun yorumu, onun tebyini olan sünneti anlamak ve hayatımızı bu iki temel kaynakla düzenlemekle mükellefiz.

Bunu böylece ortaya koyduktan sonra bu ayet gereği Kur’an’daki muhkem ve müteşabih ayetler konusunda epey birşeyler söylenmiş, ama ben o detaylara girme gereği duymadan sadece şunu söylemek istiyorum: Muhkem ayetler Kur’an’da inanılıp amele dönüştürülmeleri istenen ayetlerdir. İman edilip amel haline getirilmesi istenen ayetlerdir. Müteşabihler de inanılan ama o konuda amel istenmeyen ayetlerdir. İmanla ilgili ama amelle ilgili olmayan, imanın konusu ama amelin konusu olmayan ayetlerdir. Mesela namazı anlatan ayet bizden iki şey ister. İman ve amel. Namaza iman edeceğiz ve namazı ikame edeceğiz. Ama mesela Cennet, Cehennem, Melek, Cin, Ruh, Ahiret, Sırat, Arş, Kürsi, Yedullah, İstiva, Allah’ın sıfatları gibi sınırlarını çizme imkanımız olmayan, hafsalamızın almayacağı konuları anlatan ayetler bizden sadece iman isterler, amel istemezler. Bizden sadece iman etmemiz istenen kitabımızın bu müteşabihlerini muhkemlere havale ederek anlamak durumundayız. Muhkemler müteşabihlerin müfessiridirler. Muhkemler müteşabihler için bize bir çerçeve çizerler, biz onları bu çerçeve içinde anlamaya çalışırız ve de anlayabildiğimiz kadarıyla iman ederiz.

Veya bir başka mânâyla muhkem bir kitabın âyetleridir bu âyetler. Semâvât gibi, yıldızlar gibi tahkim edilmiş, Allah tarafından sağlamlaştırılmış, asla birileri tarafından yıkılamayacak muhkem varlıklar gibi bu kitabın ayetleri de tahkim edilmiş sağlamlaştırılmıştır. Hiçkimse ona müdahale edemez, hiçkimse onu iptal edemez, hiçkimse onun ayetlerini kaldıramaz, hiçkimse onun yasalarını iptal edecek, ondan daha muhkem, ondan daha güzel bir yasa koyamaz. Böyle Allah tarafından tahkim edilmiş sağlamlaştırılmış kalpte olan, kabulde olan, Levhi Mahfuz’dan dünyaya yansıyan bir kitabın ayetleridir bunlar.

Veya bir başka manasıyla hayata hakim olan, hayata hükmeden, hayatın tümünde söz sahibi olan bir kitabın ayetleridir bunlar. Zira Kur’an hangi konuda ne diyorsa bu değişmeyen bir yasadır. İyi-kötü konusunda, hayır-şer konusunda, hak-batıl konusunda, adalet-zulüm konusunda, iman-küfür konusunda, Cennet-Cehennem konusunda, hayat-ölüm konusunda tek hakim, tek kıstas bu kitaptır. Kainatta neler olacağı? İnsanların başlarına nelerin geleceği? konularında bu kitap ne demişse, nelerden haber vermişse onlar mutlaka gerçekleşecektir. Çünkü bu kitap hayatın sahibi ve hayatı proğramlayan bir makamdan gelmektedir. Bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan bir Allah’tan gelme bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan, dediği dedik olan ve hayata hakim olan bir kitaptır bu kitap.

Aynı zamanda zaman içinde değeri, hükümleri, yasaları pörsüyüp eskiyip aşınıp değerini kaybetmeyecek bir kitaptır bu kitap. Çünkü bu kitabın yasaları zaman ve mekanla sınırlı değildir. Zamanın kendisini eskitemiyeceği, üzerinden yağmurlar, karlar, boralar geçse de tek yasasına, tek harfine bile halel getiremeyeceği, asla hiçbir gücün ezip bozamıyacağı kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuz’dan dünya alemine yansıyan bir yazgının ayetleridir bunlar. Kıyamete kadar eskimeden tüm insanlığın problemlerini çözebilecek bir kitabın muhkem ve müteşabih ayetleridir bunlar. Ama:

Kalplerinde eğrilik bulunanlar, kalpleri yamuk olanlar aslında kul olarak Allah’ın kitabının muhkemlerine, müteşabihlerine, inanın dediklerine, amel edin dediklerine, iman edin denilene, amele dönüştürün denilene, kabul edin denilene, uygulayın denilene, tümüyle kitabın ayetlerine, Allah’ın buyruklarına hemen boyun büküp teslim olmaları gerekirken, tamam ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! İnandım ya Rabbi! Teslim oldum ya Rabbi! Uygulamaya başlıyorum ya Rabbi! Başüstüne ya Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi! diyecek yerde alçaklar fitne çıkarmak, Allah’ın ayetlerini kendilerine göre yorumlamak, dini kendi heva ve heveslerine uydurmak, Allah’ın dinini din olmaktan çıkarmak için onların çeşitli anlamlı olanlarına, birden çok yorumlanma imkanı olanlarına uyarlar, müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki Allah’ın ayetleri çok açıktır. Böyle yamukluğa yönelmeden samimiyetle, kulluk ve teslimiyet mantığı içinde ona başvuran herkese Allah’ın kitabı hüdendir, açıktır. Ama Kur’an’ın başka yerlerinde görüyoruz ki Rabbimizin bir hikmeti ve biz kulların da imtihanı sebebiyle Rabbimiz kitabında öyle ayetler indirmiş ki o ayetleri bizim hafsalamızın alması, duyularımızla algılamamız mümkün değildir. Tabii ilmi tam olan, ilmi eksiksiz olan ve ilmiyle herşeyi kuşatmış olan Allah’tan gelme bir kitabın ayetlerinin tamamının künhüne vakıf olmamız mümkün olmayacaktır. Onun içindir ki bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz zaten bu ayetlerin künhüne ulaşmamızı da istemiyor bizden. Sadece böylece iman edin diyor. İşte Cennet, İşte Cehennem, işte Zülkarneyn as, işte Nuh as, işte Yecüc Mecüc. Bunları bilmeniz mümkün değildir. bildiniz mi zaten imtihanın manası kalmaz. Ama işte size bir namaz, işte bir abdest, işte bir oruç, işte bir zina yasağı, işte faiz yasağı. Bunları bilin, anlayın, iman edin ve amele dönüştürün diyor. İşte Rabbimiz böylece ayetlerinin kimilerini sadece imanın konusu olarak, kimilerini amelin konusu olarak, kimilerini kabulün konusu olarak, kimilerini uygulamanın, pratiğin konusu olarak kabul edin diyor. Bizler kul olarak, bilgisi sınırlı varlıklar olarak hiçbir fitne yoluna yönelmeyerek, hiçbir eğriliğe, sapıklığa, yamukluğa meyletmeyerek Rabbimizin kitabındaki bu ayetlerinin tamamını kabullenmek tamamına inanıp teslim olmak zorundayız. Hal böyleyken kimileri Allah’ın dinini bozmak için, Allah’ın ayetlerini tahrif etmek için, kitabın ayetlerini kendi heva ve heveslerine göre yorumlayarak kendisini, kendi anlayışını, kendi hayatını din haline getirmek istiyorlar. Farklı anlamlara gelebilecek, yani şu anda somut olarak insanların gözleri önüne konulabilmeleri mümkün olmayan, ğayba ait olan, bilinmesi mümkün olmayan, sadece imanın konusu olan ayetleri, o ayetlere bir çerçeve çizen, o ayetlerin anlaşılmasında temel kriter olan öteki muhkemleri aşarak, Allah’ın muradını taşarak Allah’ın istemediği bir hayata ruhsat çıkarmak üzerine farklı yorumlama kavgası veriyorlar. Bunların bu tür ayetleri tefsirde söz sahibi olan muhkemlerden nasipleri yoktur. Ya da kimileri bile bile yapıyorlar bu işi.

Yani Kur’an’ın amele yönelik ayetlerini, muhkemlerini insanlar düz anlamak zorundadırlar. Başkası olmaz çünkü. Abdest abdesttir, namaz namazdır zaten. Ama bunun dışındaki konuları öyle karıştırıyorlar ki hep fitne arıyorlar. Veya başka durumlar bulmaya çalışıyorlar. Mesela kimileri önce kendilerini Allah bana önce şunu anlatmalıdır diye şartlandırırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur’an’a başvururlar. Yani şartlı, sınırlı, tahditli özel bir yaklaşım modelidir bu. Peki niye yaparlar insanlar bunu? Yani neyi hedeflerler bununla? Ya kendi anlayışlarını, kendi dünya görüşlerini desteklemek için yaparlar bunu, Veya aradıkları sorunun cevabını o tahditte bulmaya çalıştıkları için böyle yaparlar. Mesela adam demokratiktir, laiktir ama müslümanlığı da elden bırakmamak çabasındadır. Veya feministtir, ırkçıdır, pıragmatisttir, faydacıdır veya humanisttir, insancıldır. Aman insan hakları! İnsan sevgisi! filan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir adam. Ama bunu Kur'an’ın da desteklemesi gerekmektedir. Öyle ya Tanrı bundan başkasını emredecek değildir elbette diyordur ve Kur’an’a işte bu duyguyla müracaat etmektedir ve Allah’ın ayetlerine kendi fikrini söyletmektedir. Yani ayetleri kendi heva ve hevesine göre yorumlamaktadır. Halbuki:

Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. Evet, evet bu kitabın haber verdiği geçmişle ilgili, gelecekle ilgili, yarınlarla ilgili, ğaybla ilgili herşeyi bilen Allah’tır. Herşeyin arka planını, perde arkasını bilen sadece Allah’tır. Herşeyin künhünü bilen sadece Allah’tır. Evveli, evvelin evvelini, ezeli, ezelin ezelini, Cenneti, Cennet hayatını, Cennetteki Hurileri, Ğılmanları, ırmakları, köşkleri, Cehennemi, Cehenemdeki azabı, Cehennemin Zebanilerini, Cehennemin Ğassakını, Hamimini, Arşı, Arşı taşıyan, Arşı yüklenen Melekleri, Kürsiyi, yedi kat semayı biz nereden bilebileceğiz de? Bunları bilen sadece Allah’tır. Bütün bu konularda Allah bilgisine sahip olmadan kim ne söz edebilecek te? Evet bütün bunları bilen sadece Allah’tır.

İlimde derinleşmiş olanlar, Allah bilgisine, vahiy bilgisine, kitap ve sünnet bilgisine sahip olanlar, Allah’ın kendilerine açtığı vahiy bilgisini kullukta kullananlar, Allah bilgisiyle kulluk bilincine erenler, kitap bilgisiyle Rablerini tanıyanlar, Rableri karşısında acziyetlerinin şuuruna erenler de derler ki: Biz O'na inandık. Biz Allah’a ve Ondan gelen kulluk proğramımız kitaba inandık. Bu kitabın, bu ayetlerin hepsi Rabbimizin katındandır. Bu kitabın muhkem-müteşabih tüm ayetlerini olduğu gibi Rabbimiz katından geldiğini kabul ettik. Kabul ettik ve ona sahiplendik. Bu kitap bizim kitabımız dedik, bağrımıza, başımıza bastık ve gücümüz nisbetinde onu okumaya, anlamaya, anlatmaya ve uygulamaya çalışıyoruz. Rabbimizin bu kitap içinde inanın dediklerine iman ediyor, anlayın dediklerini anlamaya çalışıyor, uygulayın dediklerini uygulamaya gayret ediyor, kaçının dediklerinden kaçınıyor, haramlarını haram, helallerini helal biliyor, ama bunları sadece söz planında bırakmayarak helallerini yapmak ve haramlarından da kaçınmak üzere biz bu kitaba iman ediyoruz derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler. Ve işte mü’minlerin özellikleri de bunlardır. Böyle bir özelliğe de ancak akıl sahipleri ulaşabilir. Bakın Rabbimizin Rasihun diye tarif buyurduğu, Allah bilgisine sahip olan, Allah’la yol bulan, Allah bilgisiyle hidayete ulaşan bu akıllılar Rablerine şöyle dua edip yalvarırlarmış: “Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.”

Rabbimiz, ey bizim Rabbimiz bize hidayet ettikten sonra, bizi hidayete ulaştırdıktan, bize hidayet yolunu gösterdikten, bizim hidayetmizi onayladıktan sonra kalplerimizi eğriltme. Ya Rabbi, kitabınla, kitabının pratiği olan peygamberinin örnekliliğiyle bizi sıratı müstakime ilettikten sonra, biz müslüman olduktan sonra bizim ayaklarımızı kaydırıp kalplerimizi eğriltip yamultma.

Evet, burada mü’minlerin tıpkı günde en az kırk defa Fatiha’daki yaptıkları duanın aynısını tekrarladıkları anlatılıyor. Fatiha’da da öyle diyorduk değil mi? Ya Rabbi bize dosdoğru yolunu göster. Bizi İslam yoluna, sıratı müstakime hidayet et. O yolu bulamamışsak bize göster, bulmuşsak o yolda sabit kadem kıl. Sakın bizi bizden önceki Hıristiyan ve Yahudilerin, şu veya bu şekilde senin dosdoğru yolundan sapıp gidenlerin küfürlerine, şirklerine meylettirme ya Rabbi. Bizi onların durumuna düşürme ya Rabbi. Yani kitabını, hidayetini dinlemek, anlamak ve tabi olmak için kendilerine verdiğin kalplerini, kulaklarını, gözlerini kullanmadan yana olmadıkları için kalplerine mühür vurduklarından eyleme bizi ya Rabbi. Kendi tercihlerini onayladıklarından eyleme bizi. Ayaklarımızı kaydırma, kalplerimizi yamultma.

Ve katından bize rahmet ver ey Rabbimiz. Bize katından rahmet gönder ve bizi senin katından gelen rahmetten mahrum bırakma. Bizi dininden, bizi kitabından, bizi peygamberinden mahrum etme ya Rabbi. Çünkü senden gelen rahmet bunlardır. Evet kitap rahmettir, din rahmettir, peygamber rahmettir. Kur’an Rabbimizin rahmetidir. Rahman olan Allah bize rahmeti gereği Kur’an’ı göndermiştir. Kitabın dirilmesi mahza Rabbimizin rahmetinin eseridir. Peygamberlerin gönderilmesi mahza Rabbimizin rahmetidir. Rabbimiz kullarını karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette bırakmak istemediği için kitabını göndermiştir. Hakkı-batılı, hidayeti-dalaleti, doğruyu-yanlışı anlayabilmeleri için kullarına bu kitabı göndermiş ve kendi bilgisiyle kullarını bilgilendirmiştir. Allah bu elçilerini seçip bize göndermeseydi, onları kendi bilgisiyle bilgilendirip bize örnek yapmasaydı biz ne yapardık?

Öyleyse Kur’anla beraber olan, Kur’anla hareket eden kişi rahmete hak kazanmış demektir. Rasulullah rahmeten’lilalemindir. Tüm alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Öyleyse böyle rahmet kaynağı bir elçiyle beraber olan, o elçiyi kendisine örnek alan, o rahmetten istifade etmesini bilen kişilere Allah merhamet edecektir. Yani anlıyoruz ki sadece Allah’ın merhamet buyurdukları kurtuluşa ereceklerdir. Peki acaba Allah kimlere merhamet eder? Şunu kesin Kur’an’dan biliyoruz ki Allah kesinlikle kafirlere ve müşriklere merhamet etmeyecektir. Yeryüzünde Allah’ın rahmetinden istifade etmeyi istemeyenlere Allah rahmet etmeyecektir. Allah’ın mü’min kulları bu kapılardan istifade etmişler, ama kafirler, müşrikler Rablerinin kendileri için açtığı bu rahmet kapılarından istifade etmeyi istememişlerdir. İşte Allah’ın kendileri için açtığı bu rahmet kapılarından istifade edip Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşıyarak bu rahmete hak kazanan mü’minlere merhamet ederken Rabbımız bu rahmete karşı nötr davranan kafirlere de merhamet etmeyecektir. (Ali Küçük)

Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 47-54

Hidayet Aydar, Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi, s. 69-73

Ömer Mahir Alper, Kur’ân-ı Kerim’de Muhkem ve Müteşabih, Haksöz, Sayı 52, Temmuz 95, s. 32-36

Abdülbaki Turan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Tefsir Maddesi

Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 43-47

Hidayet Aydar, Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi, s. 73-75

 

 

Te'vil ve Tefsir Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

 

Te’vil Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (17 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 7, 7; 4/Nisâ, 59; 7/A’râf, 53, 53, 10/Yûnus, 39; 12/Yusuf, 6, 21, 36, 37, 44, 45, 100, 101; 17/İsrâ, 35; 18/Kehf, 78, 82.

Tefsîr Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 25/Furkan, 33

 

 

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

İslâm'da Kur'an, Allame M. H. Tabatabaî, Bir Y. s. 41-51

Tefsirde Semantik Metod, Ali Galip Gezgin, Ötüken Y. s. 82-87

Ulûmu'l Kur'an, Kur'an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y.449-456

Kur'an Tefsirinde Yöntem, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 86-94

Lügavî Kur’an Okumaları, Muhammed Şehrûr, Sidre Y. 66-76

Kur’an Bilimi, Bahauddin Hürremşahî, İhtar Y. s. 94-100

Kur'ân-ı Kerim'de Muhkem ve Müteşâbih, M. Fatih Kesler, Osmanlı Y.

Kur’an’ın Müteşabihleri Üzerine, Muhsin Demirci, Birleşik Y.

Kur’ân-ı Kerim’de Lafzî Müteşâbihler, Muhammed Aydın, Nûn Y.

Modernleşme Sürecinde Kur’an ve Müteşâbihler, Ahmet Baydar, Beyan Y.

Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.

Tefsir Usulü, İsmail Cerrahoğlu, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1985, s. 128-134

Ulûmu'l Kur'an, Kur'an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y. s. 298-306

Kur'an'ın İnsan-Biçimci Dili, Nadim Macit, Beyan Y.

Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 15, s. 13-39

Şamil İslâm Ansiklopedisi, Abdülbaki Turan, Tefsir Maddesi

Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 43-54, 39-439

İslâm'da Kur'an, Allâme M. H. Tabatabaî, Bir Y. s. 34-41

Kur'an'ı Anlamada Temel İlkeler, Yusuf Işıcık, Esra Y. s. 109-121

Kur'an'a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat, s. 44-51

Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 371-373, 389-394

Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 256-261

Kur'an'da Anlamı Kapalı Âyetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y. s. 47-50, 67-72, 103-130

Kur'an'a Muhatap Olmak ve Engelleri, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. s. 78-97

Kur'an Tefsirinde Yöntem, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 86-146

Kur'an-ı Kerim'i Tanımanın Temel İlkeleri, Özden Y. s. 60-62

Kur’an Bilimi, Bahauddin Hürremşahî, İhtar Y. s. 94-100

Kur’an-Sünnet Bütünlüğü, Necati Kara, İhtar Y. s. 84-99

Elmalılı Tefsirinde Kur'ânî Terimler ve Deyimler, M. Yaşar Soyalan, Ağaç Y. s. 231, 243-245

Kur'ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Bîr, İnkılâb Y. s. 122

Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, Tayyib Okiç, Nûn Y. s. 135-137

Kur’ân-ı Kerim’de Muhkem ve Müteşabih, Ömer Mahir Alper, Haksöz, Sayı 52, Temmuz 95, s. 32-36

Müteşabihat Konusundaki Yaklaşımların Değerlendirilmesi ve Yeni Bir Yaklaşım Önerisi, Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, 1. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. Ank. 1994

Kur’an’da Müteşâbih ve Te’vili, Yusuf Işıcık, I. Kur’an Haftası, Kur’an Sempozyumu, Tebliğ, Ank. 95

Kutsal Kitabımız Kur'an-ı Kerim, Ahmet Okutan, Özel yayın

Hadislerin Kur'an'a Arzı, Ahmet Keleş, İnsan Y.

Kur'an'da Edebi Mûcize, Abdullah Aymaz, Özel yayın

Kur'an'da Edebi Tasvir, Seyyid Kutub, Çigi Y.

Kur'an-ı Kerim ve Fenni Keşifler, Suat Yıldırım, D.İ.B. Y.

Kur'an ve Peygamberimiz'in Çağımızı Aşan Mesajları, M. Avni Özmansur, Altınkalem Y.

Kur'an'a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat

Kur'an ve İnsan, Celal Kırca, Marifet Y.

Kur'an'da Fen Bilimleri, Celal Kırca, Marifet Y.

Kur'an-ı Kerim ve Müsbet İlim, Fahri Demir, D. İ. B. Y.

Kur'an ve İlimler, Safvet Senih, Nil Y.

Kur'an ve Bilim, Celal Kırca, Marifet Y.

Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y.

Kur'an'ın İlmi Sırları, Süleyman Aksoy, Sır Y.

Kur’an ve İlimler, Safvet Senih, Işık Y.

Kur'an'ın Matematik Sırları, Haluk Nurbaki, Damla Y.

Kur'an'dan Tekniğe, Şaban Döğen, Nesil Basım Yayın

Kur'an'dan İcatlara, Şaban Döğen, Nesil Basım Yayın

Kur'an'da İlmi Mûcizeler, Abdülmecid Zindani, Kayıhan Y.

Kur'an'a Göre Uzayda Hayât Var, Rauf Pehlivan Gür, Gonca Y.

Kur'an ve Kainat Âyetleri, Safiye Gülen İnkılab Y.

Kur'an ve Kainat Âyetleri -Allah, Kainat ve İnsan- Fethullah Han, İnkılab Y

Kur’an Okulu, M. Bâkır es-Sadr, Fecr Y.

Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an-ı Kerim’den Ortak Âyetler, Zakir Barutçu, Müthiş Kitaplar Y.

Ahkâm-ı Kur’aniye, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat

Kur'an'da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y.

Kur'an'ın Zihin İnşası, Seyyid Abdüllatif, Pınar Y.

Kur'an'ı Anlamak İçin Temel Prensipler, Mevdudi, İMKO Y.

Kur'an'ı Anlama'nın Anlamı, Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.

Kur'an'ı Anlama Metodu, M. Hüseyin Beheşti, Kıyam Y.

Anlamın Buharlaşması ve Kur'an, Dücane Cündioğlu, Kitabevi Y.

Kur'an'ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazali, Şule Y.

Kur'an'ı Anlamak ve Yaşamak, Muhammed Savval, Işık Y.

Kur'an'ı Anlamak 1, 2, İsmail Kazdal, Kur'an Okulu Y.

Kur'an'ı Anlamak Farzdır, Abdullah Yıldız, Şemseddin Özdemir, Pınar Y.

Kur'an'ı Anlama Yolu, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

Kur'an'ı Anlamak, Cemaleddin Kasımi, İz Y.

Kur’an’ı Anlamaya ve Yaşamaya Doğru, 2 Kaynak Y.

Kur’an-ı Kerim’i Anlamaya Yönelik Metotlar, Cüneyt Eren, Ekev Y.

Kur'an'ı Nasıl Anlayalım? Mevdudi, Bir Y. /İşaret Y.

Kur’an’ı Nasıl Okuyalım? Muhammed Kutub, İşaret Y.

Kur'an'da Anlamı Kapalı Âyetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y.

Kur'an'ı Anlamada Siyakın Rolü -Bütünlük Üzerine-, Mustafa Ünver, Sidre Y.

Kur’an’ı Anlamada Farklı Yaklaşımlar, Şadi Eren, Nesil Y.

Kur’an’ı Anlama Yolu, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, Abdullah Draz, Mim Y.

Kur’an’ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzûlün Rolü, Ahmet Nedim Serinsu, Şule Y.

Kur’an’a Yönelirken, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.

Temel Kaynağımız Kur’an, Fevzi Zülaloğlu, Ekin Y.

Kendi Dilinden Kur’an “Tanımak ve Yaşamak”, Muhammed Bayraktar, Ravza Y.

Kur'an İlimleri ve Kur'an-ı Kerim Tarihi, Abdurrahman Çetin, Dergah Y.

Kur'an İlimleri, Subhi Es-Salih (terc. Said Şimşek), Hibaş Y./Esra Y.

Kur'an İlimleri, Muhammed Ali Sabuni, İnsan Y.

Kur'an-ı Kerim ve Kur'an İlimlerine Giriş, Suat Yıldırım, Ensar Neşriyat

Kur'an-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu, T. Diyanet Vakfı Y.

Ulûmu’l Kur’an Kur’an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y.

Kur’an Tefsirinde Fıkhî Tefsir Hareketi ve İlk Fıkhî Tefsir, Mevlüt Güngör, Kur’an Kitaplığı Y.

Kur’an-ı Kerim’i Tanımanın Temel İlkeleri, Ali Umuç, Özden Y.

Kur’an’ın Evrenselliği, Kur’an Sembollerinin Dili, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.

Kur’an-ı Kerim (Sistematik Bir İnceleme), Necati Demirtaş, Boğaziçi Y.

Tefsirde İsrâiliyyat, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y./Beyan Y.

Kur’an Tefsirinde Sapma ve Nedenleri, Tefsire Sokulan Bid’at, Hurâfe ve Tahrifat, Abdülcelil Candan, Denge Y.

Kur'an-ı Kerim Tefsirlerinde Hurafe ve Bid'atlar, M: Hüseyin Ez-Zehebi, Saba Y.

Peygamberimiz'in Kur'an'ı Tefsiri, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.

Kur’an Tefsirinde Sünneti Devre Dışı Bırakan Hareketler, Cüneyt Eren, Ekev Y.

Tefsirde Semantik Metod, Ali Galip Gezgin, Ötüken Y.

Kur’an Tefsirinde Yöntem, Ömer Dumlu, Anadolu Y.

Kur’an Tefsirinin Kaynakları, Sadrettin Gümüş, Kayıhan Y.

Günümüz Tefsir Problemleri, M. Said Şimşek, Esra Y.

Kur’an Tefsirinde Yeni Bir Metod, Emin Hûlî, Kur’an Kitaplığı Y.

Tefsir Çeşitleri ve Konulu Tefsir,

Örneklerle Konulu Tefsir, Ahmed Muhammed ez-Zahrâni, Akçağ Y.

Konulu Tefsir Metodu, A. Cüneyt Eren, Nil Y.

Konulu Tefsir Metodu, Şahin Güven, Şûrâ Y.

İbn Teymiye ve Konulu Tefsir, Ömer Dumlu, Anadolu Y.

Kur’an Çalışmalarında Yöntem, Konulu Tefsire Metodik Bir Yaklaşım, Mustafa Müslim, Fecr Y.

Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, J.M.S. Baljon, Fecr Y.

Kur’an’a (Bilimsel-Filolojik-Pratik) Yaklaşımlar, J.J.G. Jansen, Fecr Y.

Tarihte Tefsir Hareketi ve Tefsir Anlayışları, Ali Eroğlu, Ekev Y.

Büyük Tefsir Tarihi, Tabakatü'l-Müfessirin (2 cilt), Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.

Tefsir Tarihi (2 cilt), İsmail Cerrahoğlu, Fecr Y./ Diyanet İşl. Başk. Y.

Tefsir Usulü, İsmail Cerrahoğlu, D.İ.B. Y.

Tefsir Usûlü ve Kaynakları, Ali Turgut, Mar. Ün. İlâhiyat Faak. Vakfı Y.

Tefsir İlminin Temel Meseleleri, Cemaleddin Kasımî, İz Y.

Tefsir Üzerine, İbn Teymiye, Pınar Y.

Osmanlı’da II. Meşrutiyet Sonrası Modern Tefsir Anlayışı, Suvat Mertoğlu, Bülten, Bilim ve Sanat Vakfı, sayı 51, Mart-Nisan 2003, s. 4-5

20. Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Halil Çiçek, Timaş Y.

Kur’an Çevirilerinde Hatalar, Edip Yüksel, Milliyet Y.

Cumhuriyet Dönemi Kur’an Tercümeleri (Eleştirel Yaklaşım), Salih Akdemir, Akid Y.

Kur’an Tercümeleri, Salih Akdemir, Gün Y.

Kur’an Tercümesi Meselesi, Mustafa Sabri Efendi, Bedir Y.

Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Meselesi, Hidayet Aydar, Kur’an Okulu Yayıncılık

El-Mu’cemu’l Müfehres Li-Elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerim, Muhammed Fuad Abdülbâki, Çağrı Y.

Mevzûlarına Göre Âyet-i Kerimeler ve Mealleri, Muhammed Fuad Abdülbâki, Şamil Y.

Kur’an-ı Kerim Lugatı, Mahmut Çanga, Timaş Y.

Kur’an Lügatı, Zeliha Topaloğlu, Nil A.Ş.

Kur’an-ı Kerim Sözlüğü, Abdülvehhab Öztürk, Şamil Y.

Umdetü’l Huffâz: Kur’an Kelimeleri Sözlüğü, Mesud İbn İbrâhim Halebî, Hizmet Kit. Y.

El-Vücûh Ve’n-Nezâir, Mukatil bin Süleyman, İlmi Neşriyat

Kur’an İlimleri ve Tefsir Istılahları, Cüneyt Eren, Ekev Y.

İki Kur’an Sözlüğü, Cemal Muhtar, Mar. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.

Kelime ve Konularına Göre Alfabetik Kur’an Fihristi, Recep Aykan, Pınar Y.

Konularına Göre Kur’an, Ömer Özsoy, Fecr Y.

Konularına Göre Kur’an (Sistematik Kur’an Fihristi), Ömer Özsoy, Fecr Y.

Kur’an-ı Kerim Fihristi, Abdülvehhab Öztürk, Timaş Y.

Kur’an-ı Kerim Fihristi, Bedrettin Çetiner, Marm. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.

Mevzularına Göre Hazırlanmış Kur’an-ı Kerim Fihristi, Muhammed el-Arabî el-Azzûzî, Sönmez Y.

Kur’an-ı Kerim’in Mevzulara Göre Tasnifli ve Fihristli Şerhi, Ömer Fevzi Mardin, İst. 1976

Kur’an Bize Ne Diyor? Hikmet Taşkın, Madve Y.

Konularına Göre Kur’an Fihristi, Nevzat Yüksel, Bayrak Y./Muvahhid Y./Akit Gaz.

Molla Gürani ve Tefsiri, Sakıp Yıldız Sahaflar Kitap Sarayı Y.

Kur’an Üzerine Testlerle Alternatif Eğitim Çalışmaları, M. Salih Gökdeniz, Yöntem Y.

Sülemi ve Tasavvufî Tefsiri, Süleyman Ateş, Sönmez Y.

Şianın Tefsir Anlayışı, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neş.

Esbab-ı Nüzul, Kur’an Ayetlerinin İniş Sebepleri ve Tefsirleri, Hasan Tahsin Emiroğlu, Konya, 1978

Türkiye Kur’an Makaleleri Bibliyografyası, Murat Sülün-Ömer Çelik, İFAV Y.

Kur'an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bibliyografyası, M. Hamidullah, Yağmur Y.

TEFSİRLER:

Fî Zılâli'l-Kur'an, (16 cilt), Seyyid Kutub, Hikmet Y./Dünya Y./Birleşik Dağ.Ank.Y./Çelik Y./Araştırma Y./Azim Dağ. Y./Madve Y./Saadet Yay.Paz.Y.

Tefhimu'l Kur'an (7 cilt), Mevdudi, İnsan Y.

Hak Dini Kur'an Dili (8cilt), Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Y./ÇelikY./Yenda Y. (10 cilt:) Eser Y./Azim Dağ. Y.

Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri (8 cilt), Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, (16 cilt), İbn Kesir, Çağrı Y.

Muhtasar İbn-i Kesir Tefsiri (6 cilt), Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Doğuş Y.

İbn Kesir Tefsiri (Muhtasar), Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Sağlam Y.

Muhtasar Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Muhammed Ali İbn Kesir, Çağrı Y.

Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an (8 cilt), Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat

Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir) (24 cilt), Fahreddin Razi, Akçağ Y.

El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y.

El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an (20 cilt), İmam Kurtubi, Buruc Y.

El-Esâs fi’t-Tefsîr (16 cilt), Said Havvâ, Şamil Y.

Taberî Tefsiri, Taberî, Şule Y.

Muhtasar Taberî Tefsiri (6 cilt), İmam Taberi, Ümit Y.

Tefsir-i Sâvî (4 cilt), Ahmed Savi, Eser Neşriyat

Tefsir-ül İbn-i Abbas, Abdullah İbni Abbas, Eda Neşriyat

Tefsiru Ebdei’l-Beyan Li Cemî’-i Âyi’l-Kur’an, Muhammed Bedreddin, Nil A.Ş. Y.

Tibyan Tefsiri (4 cilt), Ayntabi Mehmed Efendi, Terc: Ahmed Davudoğlu, Huzur Y.

Tefsir-i Eebu’l Leys, Tefsiru’l Kur’aın, Ebu’l-Leys Semerkandi, Hizmet Kit. Y.

Rûhu’l Furkan Tefsiri, Mahmut Ustaosmanoğlu, Siraç Y.

Ruhu’l-Beyan Fî Tefsiri’l-Kur’an (10 cilt), İsmail Hakkı Bursevî, El-Mektebetu’l-Mahmûdiye Y./Eser Neş./Damla Y.

Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri (12 cilt), Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat

Asrın Kur’an Tefsiri, Celal Yıldırım, İst. 1987

Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y.

Furkan Tefsiri, M. Mahmud Hicazi (6 cilt), İlim Y./Vahdet Y.

Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y.

Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî (3 cilt), Ensar Neşriyat

Safvetü't Tefâsir (Tefsirlerin Özü), Muhammed Ali es-Sâbûnî (7 cilt), İz Y.

Kur’ân-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri (8cilt), Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y./Kahraman Y.

Min Vahyi'l Kur'an (10 cilt), Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y.

Büyük Kur’an Tefsiri (16 cilt), Ali Arslan, Arslan Y./Okusan Y.

Nesefî Tefsiri (8 cilt), Ahmed bin Muhammed Nesefî, Ravza Y./Eda Neşriyat

Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin Muvahhidi, Hak Y.

Kelimâtu’l-Kur’an Fî Tefsîri’l-Beyan, M. Mahluf, Esma Y.

Ebu’l-Berekât en-Nesefî ve Medârik Tefsiri, Bedreddin Çetiner, Mar. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.

Celâleyn Tefsiri, Celâleddin Suyûti, Eser Y./Hisar Y./Pamuk Y./Mahmudiye Kit.Y.

Tanrı Buyruğu Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi ve Tefsiri (2 cilt), Ömer Rıza Doğrul, İnkılâp Kit. Y.

Kur’an’ın Konulu Tefsiri, Muhammed Gazâli, Şura Y.

Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş (24 cilt), KUBA Y.

Kur’an Okulu, Heyet, Hanif Y.

Âyet Yorumları, Ali Şeriati, Kıyam Y.

İki Sûre İki Yorum, Ali Şeriati, Endişe Y.

İlk Mesajlar, M. Ali Baltaş, Birleşik Dağıtım Ankara Y.

Uzay Âyetleri Tefsiri, Celal Yeniçeri, Erkam Y.

şkil Âyetlerin Tefsiri, İbni Teymiyye, Tevhid Y.

Tevbe Sûresinin Gölgesinde Cihad Dersleri, Abdullah Azzam, Buruc Y.

Sure-i Tekvîr’in Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.

Sure-i Yusuf’un Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.

Yasin Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.

Yasin Suresi ve Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

Ve’l-Asr Tefsiri, Ahmed Hamdi Akseki, Birun Y.

Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 226-270

Bakara Sûresi Yorumu, 1-2, Haluk Nurbaki, Damla Y.

Âyet-el Kürsi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.

Amme Cüz’ü Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.

Amme Tefsiri, Ebu’l-Leys Semerkandi, Hizmet Kit. Y.

Sûre-i Feth’in Tefsiri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.

Fâtiha Tefsiri, Mevlânâ Ebu’l-Kelâm Azad, Bir Y.

Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, M. Sait Şimşek, Beyan Y.

Fâtiha’nın Kırk Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.

Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Hikmet Işık, Nil A.Ş. Y.

Fâtiha Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y.

Sorularla Fâtiha Sûresi, Zabit Durmuş-Ali İçipak, Yenda Y.

Kur’an-ı Kerim Açıklaması (Fatiha ve Bakara Sureleri), M. Sadettin Evrin, Ank. 1962

Kelimâtu’l-Kur’an Fî Tefsîri’l-Beyan, M. Mahluf, Esma Y.

Kur’an Araştırmaları, Muhammed Kutub, 1-2, Fikir Y.

Fâtiha ve En’am Sûrelerinin Tefsiri, Suat Yıldırım, Işık Y.

Eûzü Besmelenin Ve Fâtiha’nın İlginç Nükteleri, Eşref İba, Şahsî Y.

Besmele ve Fâtiha Tefsiri, Ebu’l-Leys Semerkandi, Hizmet Kit. Y.

Besmelenin Şerhi, Abdülkerim bin İbrahim Cîlî, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.

Besmele Tefsiri, Hacı Bektaş Veli, Kültür Bakanlığı Y.

Kur’ân-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri (2 cilt), Muhammed Ali Sâbûni, Şamil Y.

MEALLER:

Kur’ân-ı Kerim Meali ve Yüce Tefsiri, Hacı Murad, Doğuş Y.

Azik Kur’an Çeviri ve Açıklama, Muhammed Hamidullah, Beyan Y.

Kur’an Mesajı Meal-Tefsir, Muhammed Esed, İşaret Y.

ıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Ahmet Ağırakça, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.

Nüzul Sebepli Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Ahmet Ağırakça-Beşir Eryarsoy, İst. 1987

Kur’an-ı Kerim’in Türçe Anlamı, Ali Bulaç, Bakış Y.

Yüce Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsir Notları, (3 cilt), Ebu’l-A’lâ Mevdudi, Merve Y.

Kur’ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim, Hasan Basri Çantay, Çantay Kitabevi Y./Risale Y.

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Heyet, Hikmet Neşriyat

Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meali, Ahmed Davudoğlu, Çelik Y. /Seha Neşriyat

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklama, İsmail Mutlu, Nesil Basım Yayın

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Heyet, Marm. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, İsmail Mutlu, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat

Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meali, Ahmed Davudoğlu, Çile Y./Timaş Y./Merve Yayın Paz.

Kur’an-ı Kerim ve Kelime Meali (2 cilt), Medine Balcı, Ebrar Y.

Kur’an-ı Kerim ve Meal-i Âlîsi, A. Fikri Yavuz, Sönmez Neşriyat

Elmalılı Meali, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Azim Dağıtım Y./İhtar Y./Huzur Y./İslamoğlu Y./Eser Neşriyat

Kur’an-ı Kerim ve Meali, İsmail Kurt, Huzur Y.

Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Türkçe Meali, İ. Atasoy, Ü. Şimşek, M. Paksu, İ. Mutlu, Ş. Döğen, C. Uşşak, İst. 1989

Kur’an-ı Kerim ve Türçe Anlamı (Meal), Hüseyin Atay, Yaşar Kutluay, D.İ.B. Y.

Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Abdullah Aydın, Aydın Y.

Kur’an-ı Kerim ve Meali, Ali Arslan, Okusan Yayıncılık

Kur’an’ı Anlamaya Doğru, Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Ahmet Tekin, Özel Y.

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Ali Bulaç, Birim Yayın Org.

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Hasan Rıza, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, İsmail Hakkı İzmirli, Eren Y.

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlatımı, Bekir Sadak, Ötüken Neşriyat

Kur’an-ı Kerim Meali, Ziya Kazıcı, Çağrı Y.

Kur’an-ı Kerim Meali, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Basım Yay./Akçağ Y.

Kur’an-ı Kerim Meali, Ali Arslan, Devran Y.

Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsiri, Ayntabi Mehmed Efendi, İst. 1956

Kur’an, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ank. 1957

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Tefsirli Meal-i Âlîsi, Enver Baytan, İst. 1986

Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlîsi, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.

Feyzu’l-Furkan ve Meâli’l-Kur’an, Hasan Tahsin Feyizli, Ank. 1992/Akit Gaz.

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meâni-i Kur’an, İzmirli İsmail Hakkı, İst. 1977

Kur’an-ı Kerim Türçe Meali, H. Karakaya, K. Kabakçı, M. Süslü, K. Seyidhanoğlu, K. Aytekin, İst. 1981

Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Celal Yıldırım, İst. 1982

Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Talat Koçyiğit-İsmail Cerrahoğlu, Ank. 1985

Kur’an-ı Kerim Meali (Türkçe Anlam), Ziya Kazıcı, Necip Taylan, Çağrı Y.

Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meal-i Âlîsi, Ali Fikri Yavuz, Sönmez Neşriyat

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Tercümesi, Ali Özek , Hayreddin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, İ. Kâfi Dönmez, Sadreddin Gümüş, Ank. 1993/S. Arabistan Krallığı, Medine

Kur’an-ı Kerim, Ş. Oral, Y. Z. Ersal, M. Runyun, A. S. Yücesoy, A. Güven, M. A. Köksal, M. Ş. Özmen, K. Edip Kürkçüoğlu, H. Atay ve Y. Kutluay (3 cilt), Ank. 1973

Kur’an-ı Kerim’in Konularına Göre Ayrılmış Türkçe Anlamı, Ahmet Okutan, İst. 1967

Türkçe Kur’an-ı Kerim, Osman Nebioğlu, İst. 1957

Kur’an-ı Kerim veTürkçe Anlamı, H. E. Çalışkan, Güneş Gaz. Y.

Kur’an-ı Kerim ve Meali, Akpınar Y.

Kur’an Tercümesi, Muhammed bin Hamza, İst. 1976

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Abdullah Tüzüner, İst. 1973

Kur’an-ı Kerim Meali, Ahmed Davudoğlu, Şelale Y./Temel Neşriyat/Cevher Y./Bahar Y.

Kur’an-ı Kerim Meali, Enver Baytan, Baytan Y.

Kur’an-ı Kerim ve Meali, Abdülbâki Gölpınarlı, Remzi Kitabevi Y.

Fuyuzat; Kur’an-ı Mübin’in Mealen Tefsiri, Şemsettin Yeşil, İst. 1964

Kur’an-ı Kerim ve Türçe Anlamı (Meal) (3 cilt), Hüseyin Atay ve Yaşar Kutluay, D.İ.B. Y.

Kur’an-ı Kerim, Besim Atalay, İst. İ962

Kutsal Kur’an Türkçe Meali, Sadi Irmak, İst, 1962

Kur’an-ı Kerim Meali, Y. N. Öztürk, Yeni Boyut Y.

Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, Komisyon, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Yüce Meali, Ayntabî Mehmed Efendi, Huzur Y.

Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Açıklaması, Osman Keskioğlu, Eren Y.

Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, Ş. Taha, Birleşik Dağıtım Ankara Y.

Kur’an ve Açıklamalı Meali, Heyet, Nesil Basım Yayın

Kur’an Meali, Ahmet Varol, Ozan Y.

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Tefsirli Meal-i Âlîsi, Hasan Rıza, Baytan Y.

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Mustafa Hizmetli, Birleşik Y.

Nüzul Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim Meali, Mesut Okumuş, Birleşik Dağıtım Ankara Y.

Nüzul Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı (Meal ve Sözlük), Ali Bulaç, Birim Y.

Kur’an-ı Kerim ve Kürtçe Meali, Abdullah Varlı, Şahsi Y.

İngilizce Kur’an-ı Kerim Meali, Heyet, İlmi Neşriyat

Kur’an-ı Kerim’in Mealen Manzum Açıklaması, A. Adnan Sütmen, Üçdal Neşriyat

Tanrı Buyruğu Oku, Kur’an Nazım Çeviri, Rıza Çiloğlu, İst. 1987

Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlatımı, Bekir Sadak, İst. 1989

Kur’an-ı Kerim, Süleyman Tevfik Özzorluoğlu, İst. 1932

Lafzen ve Meâlen Kur’an-ı Hakim’in Tercümesi, Ali Rıza Sağman, İst. 1980

Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Süleyman Ateş, Kılıç Y./Yeni Ufuklar Neşriyat/Şura Y.

Kur’an-ı Hakim ve Öztürkçe Meali, Dabbetu’l-Arz Profesör 1400 (Alevi Dedeleri), Ank. 1995

İslâm’ın Mukaddes Kitabı Kur’an-ı Kerim, Türçe Tercüme ve Tefsiri, Hacı Murat Sertoğlu, İst. 55

İniş Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim Meali, Y.N.Öztürk, Yeni Boyut Y.

Mevzularına Göre Âyetü-i Kerimeler ve Mealleri, (2 cilt), Şamil Y.

Kur’anî Araştırmalar, Murtaza Mutahhari, Tuba Basın Yayın

Muhammedî Vahiy, M. Reşid Rıza, Fecr Y.