ÂLİ İMRAN SURESİ 7

Bakara Suresi İle İlişkisi: 7

Surenin Muhtevası: 7

Surenin İsmi: 7

Surenin Fazileti: 8

Tevhid Ve Kitabın İndirilişi 8

Belagat: 8

Kelime ve İbareler: 8

Nüzul Sebebi 9

Açıklaması 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 10

Kur'an-ı Kerim'de Muhkem Ve Müteşabih. 11

İ'râb: 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Açıklaması 12

Muhkem: 12

Müteşabih: 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Müteşabihe Örnekler: 14

Müteşabihe Uyan Kimseler: 14

Mala, Çocuklara Aldanan Kafirlerin Akıbeti Ve Buna Dair Bir Misal 15

İ'râb: 15

Belagat: 15

Kelime ve İbareler: 15

Nüzul Sebebi 16

Ayetler Arası İlişki 16

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 17

Dünyada Nefsin Arzuladıklarına Sevgi Beslemek.. 18

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 18

Ayetler Arası İlişki 18

Açıklaması 18

1- Kadınlar: 19

2- Çocuklar: 19

3- Yığın Yığın Altın Ve Gümüş: 19

4- Salma Güzel Atlar: 20

5- Davarlar: 20

6- Ekin ve Bitkiler: 20

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 20

Dünyadan Ve Dünyanın Çekiciliklerinden Daha Hayırlı Olan Cennetler. 21

İ'râb: 21

Belagat: 21

Kelime ve İbareler: 21

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklaması 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Allah'ın Vahdaniyeti, Adaletli Uygulaması Ve Allah Tarafından Kabul Edilen Din. 23

İ'râb: 24

Belagat: 24

Kelime ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi 24

Açıklama. 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

Peygamberleri Öldürmenin Cezası 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 27

Nüzul Sebebi 27

Açıklaması 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

Kitap Ehlfnin Allah'ın Hükmünden Yüz Çevirmeleri 29

Kelime ve İbareler: 29

Nüzul Sebebi 29

Ayetler Arası İlişki 29

Açıklaması 29

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 30

Allah'ın Kudret Ve Azametinin, Yarattıklarındaki Tasarrufunun Delilleri Ve İşleri Otsta Havale Etmek.. 30

Belagat: 31

Kelime ve İbareler: 31

Nüzul Sebebi 31

Ayetler Arası İlişki 31

Açıklaması 31

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 33

Kâfirleri Veli (Dost) Edinmekten Sakındırmak.. 33

İ'râb: 33

Belagat: 33

Kelime ve İbareler: 33

Nüzul Sebebi 34

Ayetler Arası İlişki 34

Açıklaması 34

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35

Allah Sevgisi, Rasulüne Uymak Ve İtaat Etmek Suretiyle Kazanılır. 37

Belagat: 37

Kelime ve İbareler: 37

Nüzul Sebebi 37

Ayetler Arası İlişki 38

Açıklaması 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 38

Peygamberlerin Seçilmesi Ve İmran'ın Hanımının Karnında Bulunanı Allah'a İbadete Adaması 39

İ'râb: 39

Belagat: 39

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki 40

Açıklaması 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 41

Hz. Zekeriya İle Hz. Yahya'nın Kıssası 42

(Hz. Zekeriya'nın Duası ve Salih Evlat Sahibi Olma İsteği ile Hz. Yahya'nın Doğumu) 42

I'râb: 42

Belagat: 42

Kelime ve İbareler: 42

Açıklaması 43

Hz. Zekeriya Kıssası: 44

Hz. Yahya Kıssası: 44

Hz. Meryem Kıssası 44

Belagat: 44

Kelime ve İbareler: 45

Ayetler Arası İlişki 45

Açıklaması 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 46

Hz. İsa (A.S.) Kıssası 47

Belagat: 47

Kelime ve İbareler: 47

Ayetler Arası İlişki 48

Açıklaması 48

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 50

Hz. İsa Ve Kavminden İman Edenlerle Kâfir Olanlar. 50

İ'râb: 51

Belagat: 51

Kelime ve İbareler: 51

Nüzul Sebebi 52

Ayetler Arası İlişki 52

Açıklaması 52

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 54

Hz. İsa'nın Ulûhiyetini İddia Edenleri Red Ve Mübahale (Lânetleşme) 54

İ'râb: 54

Belagat: 55

Kelime ve İbareler: 55

Nüzul Sebebi 55

Ayetler Arası İlişki 55

Açıklaması 55

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 56

Allah'ın Birliğine, O'na İbadete Davet Ve Hz. İbrahim'in Dini 57

İ'râb: 57

Belagat: 57

Kelime ve İbareler: 57

Nüzul Sebebi 58

Ayetler Arası İlişki 58

Açıklaması 58

Hz. İbrahim'in Kime Mensup Olduğuna Dair Tartışma: 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60

Kitap Ehli'nden Bazılarının Müslümanları Saptırmak İstemesi, Dini Oyuncak Edinme Ve Dinî Taassup. 61

İ'râb: 61

Belagat: 61

Kelime ve İbareler: 61

Nüzul Sebebi 61

Ayetler Arası İlişki 62

Açıklaması 62

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 63

Kitap Ehli'nden Bazı Kimselerin Emaneti Yerine Getirmeleri Ve Sözlerine Bağlı Kalmaları 63

Belagat: 64

Kelime ve İbareler: 64

Nüzul Sebebi 64

Ayetler Arası İlişki 65

Açıklaması 65

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 66

Yahudilerin Yalanları 67

Kelime ve İbareler: 67

Nüzul Sebebi 67

Açıklaması 67

Tahrif ve Tebdil: 68

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 68

Kitap Ehlfnin Peygamberlere İftirası 68

Belagat: 68

Kelime ve İbareler: 68

Nüzul Sebebi 68

Açıklaması 69

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 69

Peygamberlerin Birbirlerini Tasdike Dair Sözleri Ve İmanı Emretmeleri 70

İ'râb: 70

Belagat: 70

Kelime ve İbareler: 70

Ayetler Arası İlişki 70

Açıklaması 71

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 71

Bütün Peygamberlere İman Ve İslâm Dininin Kabulü. 72

İ'râb: 73

Belagat: 73

Kelime ve İbareler: 73

Nüzul Sebebi 73

Ayetler Arası İlişki 73

Açıklaması 73

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 74

Tevbe Bakımından Kâfirlerin Çeşitleri 74

Belagat: 74

Kelime ve İbareler: 74

Nüzul Sebebi 75

Açıklaması 75

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 76

Kabule Değer İnfak Ve İnfakın Mükâfatı 77

Kelime ve İbareler: 77

Ayetler Arası İlişki 77

Açıklaması 77

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 78

Bazı Yiyeceklerin Haram Kılınması Hususunda Yahudilere Cevap. 78

Belagat: 78

Kelime ve İbareler: 78

Ayetler Arası İlişki 79

Açıklaması 79

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 80

Beytülharam'ın Konumu Ve Haccın Farz Oluşu. 81

Belagat: 81

Kelime ve İbareler: 81

Nüzul Sebebi 82

Açıklaması 82

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 84

Kitap Ehli'nin Küfürde Israr Etmeleri Ve Allah'ın Yolundan Alıkoymaları 86

Kelime ve İbareler: 86

Nüzul Sebebi 86

Ayetler Arası İlişki 87

Açıklaması 87

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 87

Müminlerin, Kişiliklerini Korumaya, Kur'an'a Ve İslâm'a Sarılmaya Yöneltilmesi 88

Belagat: 88

Kelime ve İbareler: 88

Nüzul Sebebi 88

Açıklaması 88

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 90

Ma'rufu Emretmek, Münkerden Alıkoymak Ve Ayrılığa Düşme Yasağının Pekiştirilmesi 90

I'râb: 91

Belagat: 91

Kelime ve İbareler: 91

Ayetler Arası İlişki 91

Açıklaması 92

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 93

İslâm Ümmetinin En Hayırlı Ümmet Olmasının Sebebi Ve Yahudilere Zillet Ve Yoksulluk Damgasının Vurulması 94

İ'râb: 94

Belagat: 94

Kelime ve İbareler: 94

Nüzul Sebepleri 95

Ayetler Arası İlişki 95

Açıklaması 95

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 97

Kitap Ehli'nden İman Edenler Ve Amellerine Mükâfaat 98

İ'râb: 98

Belagat: 98

Kelime ve İbareler: 98

Nüzul Sebebi 98

Ayetler Arası İlişki 99

Açıklaması 99

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 99

Kıyamet Gününde Kâfirlerin Amellerinin Boşa Çıkması 99

Belagat: 99

Kelime ve İbareler: 100

Ayetler Arası İlişki 100

Açıklaması 100

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 101

Kâfirlere Güvenmek Ve Kâfirlerin Müminlere Karşı Değişmez Tavırları 101

Belagat: 101

Kelime ve İbareler: 101

Nüzul Sebebi 102

Ayetler Arası İlişki 102

Açıklaması 102

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 103

Uhud Savaşı, İslâm Ordusunun Düzenlenmesi, Bedir Savaşında Allah'ın Yardımının Hatırlatılması 105

İ’râb: 105

Belagat: 105

Kelime ve İbareler: 105

Nüzul Sebebi 106

Ayetler Arası İlişki 107

Bedir ve Uhud Savaşlarına Kısa Bir Bakış: 107

Bedir Savaşı: 107

Uhud Savaşı: 107

Açıklaması 109

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 111


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

ÂLİ İMRAN SURESİ

 

(Kur'an-ı Kerim'in üçüncü süresidir. Medine'de inmi$ olup, 200 ayet-i kerimedir. Enfal suresinden sonra nazil olmuştur.) [1]

 

Bakara Suresi İle İlişkisi:

 

Bu iki sure, yani Bakara ve Âl-i İmran sureleri arasında ilişkiyi ele alan bir çeşit karşılaştırmayı aşağıdaki şekilde yapabiliriz:

1- İnsanların Kur'an-ı Kerim'e karşı tutumu: Her iki sure de Kur'an-ı Ke-rim'i veya "el-Kitab"ı zikrederek insanların ona karşı tavırlarını belirleyerek başlamaktadır. Bakara suresinde Kur'an-ı Kerim'e iman edenlerle ona iman et­meyenlerin hali söz konusu edilirken Âl-i İmran suresinde Kur'an-ı Kerim'in müteşabih ayetlerinin fitne maksadıyla kendine göre tevilini yapmaya uğraşan bu maksatla sırf müteşabih olan ayetlerle ilgilenen sapıkların konumunu söz konusu etmektedir. Diğer taraftan ise onun muhkemine de müteşabihine de, "Hepsi Rabbimiz nezdindendir" diyerek iman eden, ilimde derinleşmiş kimsele­rin tavrı da söz konusu edilmektedir.

2- Hz. Adem'in yaratılışı ile Hz. İsa'nın yaratılışı arasındaki benzerliğin kurulması: Bakara suresinde Hz. Adem'in yaratılışı hatırlatılırken Âl-i İmran suresinde ise Hz. İsa'nın yaratılması hatırlatılmaktadır, ikincisinin birincisine, yaratılması açısından da alışılmadık bir şekilde benzetilmesi söz konusudur.

3- Kitap Ehli'ne karşı delil getirerek tartışmak: Birinci surede Yahudilere karşı etraflı bir şekilde delil getirilmekte, onların kusurları, eksiklikleri, ahit-leri bozmaları açıklanmaktadır. İkinci surede ise Yahudilerden sonra ortaya çıktıkları için Hristiyanlarla özlü bir şekilde tartışılmaktadır.

4- Her iki surenin sonunda da yapılacak dua şekli öğretilmektedir. Birinci­sinde dinin başlangıcına uygun şeriatın aslı, mükellefiyetlerin azlığı, zorluğun önlenmesi, kolaylık ve hoşgörünün alınması ile ilgili bir dua yer alırken, ikinci­sinde ise din üzere sebat verilmesi, Allah'ın imana çağrısının kabul edilmesi, ahirette de buna karşılık sevabın verilmesinin istenmesine dair bir dua yer al­maktadır.

5- Felah müminler içindir: İkinci sure Yüce Allah'ın, "Allah'tan korkun ki felah bulaşınız" buyruğuyla sona ermektedir. Bu ise birinci surenin (Baka-ra'nın ) başlangıcını teşkil etmektedir ki, Yüce Allah müminleri nitelendirir­ken, "İşte bunlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler.'' (Bakara, 2/5) diye buyurmaktadır. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure hem akide hem de teşri yönlerine dair açıklamalar ihtiva etmek­tedir. Âkide ile ilgili olarak, suredeki ayet-i kerimeler Allah'ın vahdaniyetini, peygamberliği, Kur'an'ın doğruluğunu, Kitap Ehli'nin Kur*an ve Peygamber Muhammed (s.a.)'e dair şüphelerini çürütmeyi, Allah nezdinde kabul gören di­nin yalnızca İslâm olduğunun ilân edilmesini, Hz. Mesih'i, onun ulûhiyyetini ve İslâm risaletinin yalanlanmasına dair Hristiyanlarla tartışmayı ihtiva et­mektedir. Bu tartışma da yaklaşık surenin yansını tutmaktadır. Tıpkı Yahudi­lerle tartışmanın ve onların suç ve kötülüklerinin sayılmasının Bakara suresi­nin üçte birinden fazlasını tutması gibi. Ayrıca bu sure onlara dair azarlayın pek çok ifadeyi de, Kitap Ehli'nin hile ve tuzaklarından sakındırmayı da ihtiva etmektedir.

Teşrî'e dair hükümlere gelince; suredeki ayet-i kerimeler haccın, cihadın farziyeti, faizin haram kılınması, zekât vermeyenin cezası gibi bir takım farzla­ra dair şer*î bazı hükümleri açıkladığı gibi, Bedir ve Uhud gazvelerinden alına­cak bir takım ders, ibret ve öğütleri de ihtiva etmekte, münafıkların takındığı tavırları tenkit edip ayıplamaktadır.

Daha sonra sure, her iki yöne uygun bir şekilde sona ermektedir. Göklerin ve yerin yaratılışında, her ikisinde bulunan hayret verici bilgiler ve sırlar üze­rinde tefekkür etmek ve düşünmek talebinde bulunmakta, Allah yolunda ci­hadı ve sınırları koruyup gözetmek üzere sabrı tavsiye etmektedir. İnsanın fe­lah mertebesine ulaşması için bunları yapması gerekir: "Ey iman edenler! Sab­rediniz (düşmanlarınızla) sabır yarışı yapınız, ribat ediniz (İslâm ülkesinin sı­nırlarını cihad ile koruyunuz), Allah'tan da korkunuz ki felah bulaşınız." (Âl-i İmran, 3/200). [3]

 

Surenin İsmi:

 

Bu sureye Âl-i İmran adının verilmesinin sebebi, bu surede Hz. İsa'nın an­nesi olan Hz. Meryem'in babası İmran ailesinin kıssasının ve annesi tarafın­dan ibadet için adanan Hz. Meryem'in hazırlanmasının, Yüce Allah'ın mihrap­ta ona rızkı müsahhar kılıp çağdaşı olan kadınların arasından onu seçip üstün kılmasının ve mucizeler sahibi Hz. İsa'yı doğuracağı müjdesinin ona verilmesi kıssasının yer almış olmasıdır.[4]

Âl-i İmran ve Bakara suresine "ez-Zehraveyn" (iki aydınlık ve ışık saçıcı) adının verilmesi ise her iki surenin, okuyucularını taşıdıkları nurlar yani an­lamlar vasıtasıyla hakka ileten, ışık saçan, aydınlatan sureler olmalarından dolayıdır. Ya da bu iki sureyi okuyan kimseye kıyamet gününde tam bir nurun verileceğinden yahut her ikisinin de Allahü Tealâ'nın ism-i azamini ihtiva et­mek gibi ortak bir özelliğe sahip olmalarından dolayı bu isim verilmiştir. Ebu Davud, İbni Mace ve başkalarının Yezid kızı Esma'dan rivayet ettiklerine göre

Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın ism-i azamı şu iki ayet-i kerime­dedir: "İlahınız tek bir ilâhtır. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. O Rahman'dır, Rahîm'dir." (Bakara, 2/163); "Allah O'dur ki O'ndan başka ilâh yoktur, Hayy'dır, Kayyûm'dur." (Âl-i İmran, 3/2) [5].

 

Surenin Fazileti:

 

Müslim'in rivayetine göre en-Nevvâs b. Sem'ân şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyamet gününde önlerinde Bakara ve Âl-i imran sureleri olmak üzere Kur'an-ı Kerim ve onunla amel eden Kur'an ehli ge­tirilir."

Yine Müslim Ebu Ümame el-Bâhilî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kufan'ı okuyunuz. Çünkü şüp­hesiz ki o kıyamet gününde sahiplerine şefaatçi olarak gelecektir. İki aydınlık nuru (ez-zahraveyn'i) yani Bakara ve Âl-i İmran surelerini okuyunuz. Her ikisi de kıyamet gününde adeta iki bulut veya iki gölgelikmiş gibi yahut da her ikisi de saf saf duran iki bölük kuş gibi gelecektir. Bu iki sure sahiplerini, (kendileri­ni okuyup) onlarla amel edenleri savunacaklardır. Bakara suresini okuyunuz. Çünkü o sureyi almak (gereğince amel etmek) bir berekettir, onu terk etmek has­rettir. Sihirbazlar (batilcılar) onun altından kalkamazlar." [6]

 

Tevhid Ve Kitabın İndirilişi

 

1- Elif, Lâm, Mîm.

2- Allah; O'ndan başka ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyûm'dur.

3, 4- O sana Kitab'ı hakla, önündeküeri doğrulayıcı olarak indirdi. Bundan ön­ce de insanlar için hidayet olarak Tev­rat'ı ve İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Allah'ın ayetlerini inkâr eden­ler için nmıVmlrlrnk çetin bir azap var-dır. Allah Azîz'dir, intikam alıcıdır.

5- Şüphesiz Allah'a, yerde ve gökte hiç bir Şey gİZİİ lrnlırmtt-

6- Rahimlerde size nasıl dilerse öylece suret veren O'dur. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur; Azîz'dir, Hakfm'dir.

 

Belagat:

 

"O sana Kitab'ı... indirdi." Kur*an-ı Kerim'den "kitap" diye söz edilmesi sa­ir semavî kitaplara tam anlamı ile üstün geldiğinden dolayıdır.

"önündekileri..." Bu buyruk ondan önce indirilmiş semavî kitapları kastet­mek üzere bir kinayedir. Bu tabirin kullanılması önceki kitaplarla sıkı ilişkisi, üstünlüğü ve yaygınlığı dolayısıyladır. "Furkân'ı da indirdi." Yani hak ile batılı birbirinden ayıran sair şeyleri de indirdi. Bu ise umumun hususa (genelin öze­le) atfedilmesi kabilindendir. Çünkü önce üç kitabı söz konusu etti, daha sonra da genel olarak bütün kitapları zikretti. Çünkü Furkan olma özelliği hepsinde vardır. [7]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elif, Lâm, Mîm." Başka surelerin başlarında da yer alan bu gibi mukatta harfler dikkat çekmek içindir. "Elâ" ve "yâ" harfleri gibi.

"İlah", hak ile kendisine ibadet olunan demektir. "Hayy" hayat sahibi de­mektir. Bu ise ilim ve irade ile nitelenmeyi gerektiren bir hitaptır. "Kayyûm" her şeyi koruyup gözeten demektir.

Ya Muhammedi'O sana kitabı hakla" Kur'an-ı Kerim'i hak ile birlikte "önündekileri doğrulayıcı indirdi." Yani Kur'an-1 Kerim'i ihtiva ettiği haberler itibariyle doğrulukla indirmiştir. Onda bulunan her şey hiç bir şüphe taşımayan haktır. "İndirdi (nezzele)" buyruğu tedriciliği (kısım kısım indirmeyi) ifade eder. Kur'an-ı Kerim yirmi küsur yıl içerisinde olaylara göre nazil olmuştur.

"Tevrat" şeriat anlamına gelen İbranice bir kelimedir. Tevrat beş bölümü (sn¥i) kapsamaktadır. Bunlar, Tekvin, Hurûc (çıkış), Levililer, Sayılar ve Tesni-ye bölümleridir. Yahudiler der ki: Musa bu kitapları yazmıştır. Hristiyanlar ise bunlara Ahd-i Kadim veya Ahd-i Atik derler. Tevrat'ta peygamberlerin kıssala­rı ve İsrailoğullan'nın tarihi yer almaktadır.

"İncil", Yunanca bir kelimedir. Yeni öğreti veya müjde anlamındadır. Buna Yeni Ahid adı verilir. Hz. Mesih'in siretini ve bazı öğretileri dört incilde yer al­maktadır. Bunlar, Matta, Yuhanna, Markus ve Luka'dır. Ayrıca rasullerin (Ha­varilerin) işleri de İncil'in konuları arasındadır. Pavlos'un, Petrus'un, Yuhan-na'nın, Ya'kub'un mektupları ile Yuhanna'nın rüyası da İncil'e alınmıştır. Bü­tün bunlar ise Hz. Mesih'in vefatından bir veya iki asır sonra yazılmışlardır. Bu İndilerin yazarlarına kadar ulaşan kesintisiz bir senedi de yoktur.

Kur'an-ı Kerim örfünde ise Tevrat, Allah'ın Hz. Musa'ya indirdikleridir. İncil de Allah'ın Hz. İsa'ya indirdikleridir (ikisine de selâm olsun). İncil'de Mu-hammed'in geleceği müjdesi yer almakta, onun şeriatı tamamlayacağı belirtil­mektedir.

"Bundan" Kur'an-ı Kerim'in indirilmesinden "önce de insanlar için" insan­lardan bu ikisine uyanlar için "hidayet olarak Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti." Her ikisi de kendilerine uyanları sapıklıktan doğruluğa iletmişlerdi. Tevrat ve İncil hakkında "indirmek" (inzal) diye söz ettiği halde Kur'an-ı Kerim hakkında "tenzîTden söz etmesi, Tevrat ile İncil'in bir defada inmesi, Kur'an-ı Kerim'in ise bölüm bölüm nazil olmasından dolayıdır. Vahyin tenzil veya inzal diye ifade edilmesi, vahyedenin mevkiinin kendisine vahyedilenin mevkiinden daha üs­tün olduğuna işaret etmek içindir. "O sana Kitab'ı... indirdi", "Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti" ve "Furkân'ı da indirdi" buyruğunda "indirme" nin tekrar edilmesi Allah'ın ayetlerinin farklı farklı indirilmesi, bu indiriliş keyfiyet ve zamanları­nın ayrı ayrı olması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın isminin tekrarlanması ise şa­nını yüceltmek içindir. Çünkü açıktan ismin zikredilmesinde zamirin söz konu­su edilmesinden daha ileri derecede bir yüceltme ifadesi vardır.

"Furkân" delil ve belgeler gibi, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden şeyler demektir. Bu kelime bu üç kitabın dışında kalanları da kapsasın diye özel isim­lerden sonra gelen umum bir ifadedir.

"Allah'ın ayetlerini" Kur'an-ı Kerim'i ve başkalarını...

"Allah Azîz'dir." Emrinde galip olandır, hiç bir kimse O'nu, vaad ve tehdit­lerini gerçekleştirmekten alıkoyamaz, engelleyemez. "İntikam alıcıdır." Kendi­sine isyan edenlere şiddetli azap ederek intikam alıcıdır. O azabın benzerini hiç kimse veremez.

"Şüphesiz Allah'a yerde ve gökte hiç bir şey gizli kalmaz." Çünkü Yüce Al­lah küllî olsun cüz'î olsun âlemde meydana gelen her şeyi bilir. Özellike yeri ve göğü zikretmesi insan duyularının bunları aşamamasından dolayıdır.

"Rahimlerde size nasıl dilerse" yani erkeklik, dişilik, beyazlık, siyahlık, karakter, huy ve buna benzer hususlarda "öylece suret veren O'dur." Suret ver­mek, bir şeyi daha önce olduğundan başka türlü hale getirmektir.

"Azîz'dir" yani mülkünde mutlak galiptir, "Hakîm'dir" sanat ve hilkatında hikmeti sonsuz olandır. [8]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebi Hâtûn, İbni Cerîr et-Taberî, İbni İshâk ve İbnül-Münzir'in[9] nak­lettiklerine göre bu ayet-i kerimeler, seksen küsuruncu ayete kadar, Necranlı Hıristiyanlar adına gelen heyet hakkında nazil olmuştur. Bu heyet Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gelmişti. Yaklaşık altmış süvari idiler. Aralarında eşraftan on dört kişi vardı. Başlarında ise emirleri, vezirleri ve alimleri olan kişiler var­dı. Bunlar Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa hakkında Hz. Peygamberle tartıştılar ve O'na, "Onun babası kimdir?" diye sordular. Onlardan üç kişi konuştu. Bazen, "Meryem oğlu İsa ilâhtır, çünkü o ölüleri diriltir" dediler, bazen de, "O Allah'ın oğludur, çünkü onun babası yoktur" dediler. Kimi zaman da, "O üçün üçüncü-südür, çünkü Yüce Allah, "Dedik, yaptık" diye buyurmaktadır. Eğer Allah bir ve tek olsaydı, dedim ve yaptım, demesi gerekirdi" dediler.

Allah hakkında yalan söylediler, iftirada bulundular. Peygamber (s.a.) on­lara şöyle dedi: Çocuğun mutlaka babasına benzediğini bilmez misiniz? Onlar, biliyoruz dediler. Hz. Peygamber yine buyurdu: Rabbinizin ölmez olduğunu, İsa'nın ise fani olup hayatının son bulduğunu bilmez misiniz? Onlar yine, evet dediler. Hz. Peygamber tekrar sordu: Bizim Rabbimizin her şeyi koruyup gözet­tiğini ve ona rızık verdiğini bilmez siniz? Onlar, biliyoruz dediler. Hz. Peygam­ber sordu: Peki Hz. İsa bunların herhangi birisini yapabilir mi? Onlar yine, ha­yır dediler. Hz. Peygamber buyurdu ki: Bizim Rabbimiz rahimde nasıl dilerse öyle suret verir. Rabbimiz yemez, içmez ve def-i hacete çıkmaz. Onlar yine, evet dediler. Hz. Peygamber sordu: Bir kadın nasıl hamile kalıyorsa İsa'nın annesi­nin ona öyle hamile kaldığını, sonra bir kadın nasıl çocuğunu doğuruyorsa onu öylece doğurduğunu, daha sonra her küçük bebeğin beslendiği gibi onun da beslendiğini, sonra da yiyip içtiğini ve def-i hacete çıktığını bilmiyor musunuz? Onlar, biliyoruz deyince yine Hz. Peygamber şöyle sordu: Peki o takdirde İsa nasıl sizin ileri sürdüğünüz gibi olabilir? Verecek cevap bulamadılar, sustular. Yüce Allah da onlar hakkında Al-i İmran suresinin baş taraflarından itibaren seksen küsur ayetine kadar olan bölümünü indirdi. [10]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah surenin başında teslis akidesini reddetmek üzere dinin esası olan tevhidi ispat ile başladı. Arkasından peygamberlere kitaplar indirdiğini,

Hz. İsa'nın da o peygamberler gibi bir peygamber olup ona da vahiy indirdiğini beyan etti. Yüce Allah'ın rahimlerde insanlara şekil veren mutlak kudret sahi­bi olduğunu açıkladı. Böylelikle Hz. İsa'nın babasız doğması dolayısıyla ileri sürülen kanaatleri reddetmiş oldu. Çünkü babasız doğmak ulûhiyyetin delili değildir. Hz. Adem de babasız ve annesiz olarak yaratılmıştır. Yaratan ise mut­lak ilâhtır. Yaratılan ise nasıl yaratüırsa yaratılsın, yine kuldur.

"Elif, Lâm, Mim" şeklindeki mukatta harfler, Kur*an'ın benzeri bir şeyi ge­tirsinler diye Araplara meydan okumak içindir. Kur'an onların dillerindeki ke­limelerden ve yine konuştukları harflerden oluşmaktadır ve onların kullandık­ları kelimeler de bu harflerin birleşmesiyle yapılmaktadır.

Allah varlık aleminde kendisinden başka hak mabud olmayandır. Çünkü kâinata ve nefislere egemen olan yaratıcı O'dur. Hayır O'ndandır, zararı önle­yen de O'dur. Başı ve sonu olmayan daimî hayat sahibi olan Hayy'dır. İşlerini çekip çeviren, onları yöneten ve yarattıklarını görüp gözetendir. Kayyûm'dur. Gökleri ve yeri de İsa'yı yaratmadan önce yaratan O'dur. Peki (Eğer yaratmada bir payı varsa) İsa'nın var olmasından önce de vefatından sonra da gökler ve yer nasıl bu şekilde var olabildiler?

Ya Muhammed, herhangi bir şüphe ve tereddüt söz konusu olmaksızın hak ile Kur'an'ı sana indiren Allah'tır. Bu Kur'an daha önceki peygamberlere indirilen kitapları doğrulayıcı ve destekleyicidir. O tafsili değil de vahyin aslına ve mutlak ilâhın tevhidine, üstün ahlâkî değerlere çağıran, haber ve müjdeler veren risaletin aslını topluca (icmalen) tasdik etmektedir. Önceki kitaplar ön­ceden haber ve müjdelerle bu kitabı doğrulamaktadır, o da onları doğrulamak­tadır. Çünkü Allah tarafından Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak gönderi­leceği Kur'an-ı Kerim'in de onun üzerine indirileceği şeklindeki vaad ve müjde­lerine verdikleri haberlere uygun gelmiştir.

Yüce Allah Tevrat'ı Musa'ya, İncil'i de İsa'ya Kur'an-ı Kerim'den önce ken­di dönemlerindeki insanlara hidayet ve irşat olmak üzere indirmiştir. İsa'nın varlığından önce de sonra da vahiy ve şeriatleri indiren Allah'tır. Vahyin kay­nağı İsa değildir. O kendisinden başka diğer peygamberler gibi vahiy alan bir peygamberdir. Nasıl ilâh olabilir?

Allah Furkan'ı da indirmiştir. Furkan, hak ile batılı, doğruluğu ve sapıklı­ğı apaçık delil ve belgelerle kat'î olarak ayıran demektir.

Allah'ın vahdeniyetine, ona yakışmayan şeylerden onu tenzihe delâlet eden, Allah'ın apaçık ayetlerini inkâr edenler, yani batıla saparak bunları red­dedenler için bu küfür ve inkârları sebebiyle kıyamet gününde oldukça çetin bir azap vardır. Allah'ın ise hakimiyeti, egemenliği pek büyük, gücü kuvveti pek çoktur. Ayetlerini yalanlayan, şerefli rasullerine muhalefet edenlerden in­tikam alandır. O izzetiyle (güç ve kudretiyle) dilediğini gerçekleştirir, vahyine muhalefet edenlerden de intikam alır.

Kâinatta Yüce Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. O imanında samimi olanın da, kâfirin, münafikın, kalbi iman ve huzur ile dopdolu olduğu halde küfre yol alan kimsenin durumunu da bilir. İsa ve başkaları ise bunların herhangi birisi­ni bilemez. Peki nasıl ilâh olabilir.

Dilediği şekilde erkek ya da dişi, güzel ya da çirkin ve bunun dışında ka­lan istediği karakter, renk ve ölçülerde sağlam veya sakat olarak rahimde insa­nı yaratan Allah'tır. İsa ve başkaları ise, hiç bir kimseye rahimde suret vere­mez, hiç bir şey yaratamaz. Aksine ona suret verilir, annesinin rahminde o, Al­lah tarafındn yaratılır ve o rahimden çıkarak dünyaya gelir. Peki, bu nasıl ilâh olabilir?

Ondan başka ilâh yoktur, O Azîz'dir, Hakîm'dir. Yani yoktan var eden ya­ratıcı, ulûhiyyet hakkına ortaksız ve yalnız basma sahip, vahid, ehad, ferd ve samed, baba ve çocuk edinmekten münezzeh, her şeyi hikmete uygun olarak yerli yerince koyan, abes işlemekten münezzeh, hikmeti sonsuz, hakimdir. İşte bu Hz. İsa'nın Allah tarafından yaratılmış bir kul olduğunun apaçık delilidir. Allah diğer insanları nasıl yarattıysa İsa da Allah tarafından yaratılmıştır. Çünkü Allah İsa'ya da annesinin rahminde şekil vermiş, dilediği şekilde onu yaratmıştır. Peki o Hristiyanlann ileri sürdüğü gibi nasıl ilâh olabilir? Ayrıca onun yaratılışı da (diğer insanlar gibi) basamak basamak ilerlemiş, gelişmiştir. Bir durumdan bir duruma geçiş yapmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde bir yaratılıştan son­ra öbür yaratılışa geçirerek yaratıyor." (Zümer, 39/6). [11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler semavî kitapları peygamberlere indirenin Yüce Allah ol­duğuna ve bu kitapların birbirlerini tasdik ettiklerine delâlet etmektedir. Çün­kü bu kitapların hedefi birdir, o da insanları hakka yöneltmek, Yüce Allah'ın ulûhiyetini, vahdaniyetini kabul etmek, varlığını itiraf etmektir.

Kitapların indirilmesi, rahimlerde olanları yaratmak, genel veya cüz'î ol­sun herhangi bir şey gizli kalmaksızın göklerin ve yerin gizliliklerini bilmek, ulûhiyyetin yalnızca Yüce Allah hakkında söz konusu olduğunu, yarattıkların­dan herhangi bir kimsenin bu konuda ona ortak olmadığını ispatlayan kesin üç delil ve belgedir. Bütün işlerinde yaratıcıya ihtiyacı bulunan, zayıf, yaratılmış bir insanın ulûhiyeti ile ilgili batılcüann ileri sürdükleri şekilde herhangi bir insanın ulûhiyet sıfatı da söz konusu değildir. Yüce Allah onların şirklerinden münezzehtir. O'ndan başka ilâh yoktur, yani O'nun dışında yaratan ve suret veren yoktur. Bu da O'nun vahdaniyetine delildir. Peki İsa kendisi şekilendiri-len bir insanken nasıl olur da şekil veren bir ilâh olabilir? [12]

 

Kur'an-ı Kerim'de Muhkem Ve Müteşabih

 

7- Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan bir kısnu muhkem ayetlerdir. Bunlar kitabın anasıdir. Diğer bir kısmı da müteşabihtir. Ama kalplerinde eğirilik olanlar sırf fitne aramak ve onu tevil etmek için onun müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun tevilini Al­lah'tan başkası bilmez, ilimde derinleş­miş planlan» ise, "Biz ona famnHılr. Hep-

si Rabbimiz nezdindendir" derler. Ol­gun akıllılardan başkası öğüt «lnum.

8- Rabbimiz, bizi hidayete ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! Bize ka­tından bir rahmet bağışla. Muhakkak sen Vehhâb olansın.

9- Rabbimiz, onda hiç bir şüphe olma­yan bir günde insanları toplayacak olan ifMilifllrlralr sensin. Elbette Allah

vaadinden caymaz.

 

İ'râb:

 

"İlimde derinleşmiş olanlar" ya müptedadır, haberi de "biz ona inandık..." ibaresidir, ya da "Allah" lafza-i celâline atfedilmiştir. O takdirde şöyle denilmiş gibi olur: Allah'tan başka onun tevilini kimse bilmez; bir de ilimde derinleşmiş olanlar onun tevilini bilir. "O" zamiri ise müteşabihe aittir. [13]

 

Belagat:

 

"Bunlar Kitab'ın anasıdır" buyruğunda istiare vardır. Burada muhkem ayetlerin asılları anneye benzetilmiştir. Sair ayetler ise ona tabi ve ona bağlı­dır. Tıpkı çocuğun annesine bağlı olması gibi.

"İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu da bir istiaredir. Dünde belli bir yere sahip olanlar, yerde derine doğru kök salmış ağır şeylere benzetilmiştir. [14]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhkem ayetler", delâletleri açık, anlamında aykırılık bulunmayan ayet­ler demektir. Ihkâm bir şeyi sağlam yapmak, iyi yapmak demektir. Muhkem de tevili bilinen, mana ve tefsiri anlaşılan ayetler demek olur. "Bunlar Kitab'ın anasıdır." Ahkâmda kendisine dayanılan, Kitab'ın aslını teşkil eden ayetlerdir. "Müteşabihler" ise manası açık olmayan ayetlerdir. Bilakis müteşabih, lafzın zahiri kastedilen manadan farklı olandır; sure başlarındaki mukatta harfler gi­bi. Kurtubî der ki: Müteşabih, Yüce Allah'ın yarattıklarına öğretmediği, bilgisi­ni yalnızca kendisine tahsis ettiği ve herhangi bir kimsenin onu bilme imkânı bulunmayan hususlardır. Kıyametin ne zaman kopacağı, Ye'cüc ile Me'cüc'ün çıkışı, Deccal'in çıkışı, onlara azap sözü vaki olduğu takdirde insanlarla konu­şan Dabbe'nin çıkması ve buna benzer hususlar.

Bir diğer ayet-i kerimede yer alan "ayetleri muhkem kılınmış" (Hud, 11/1) ayetinde Kitab'ın tümünün muhkem olduğunun belirtilmesi ise, o kitapta ku­sur yoktur anlamındadır. Bir diğer ayet-i kerimede de "Müteşabih bir kitap" (Zümer, 39/23) buyruğunda kitabın tümünün müteşabih olduğunun ifade edil­mesi ise, güzellik ve doğrulukta birbirine benzer anlamındadır. Her bir ayetin kendine has, ötekinden farklı bir anlamı vardır. O bakımdan ayetler arasında bir çelişki yoktur.

"Kalplerinde eğrilik", haktan uzaklaşıp batıl nevalara doğru bir eğilim "bulunanlar sırf fitne aramak", şüphelere ve karışıklıklara düşmeleri sebebiyle cahilleri hakkında fitne istemek "ve onu tevil" yani tefsir "etmek için onun mü­teşabih olanına uyarlar. Halbuki onun tevilini" tefsirini, hakikatinin anlamını ve vakıada onun nereye varacağına dair beyanı "Allah'tan başkası bilmez."

"İlimde derinleşmiş olanlar..." (er-râsihûn), ilimde sağlam yer edinmiş, dinde derin bilgi sahibi olmuş ve bu bilgilerinden kesin emin olanlar, demektir. Bu buyruk "ilimde sebat sahibi olanlar" buyruğundan daha beliğdir.

"Biz ona inandık" yani müteşabihin Allah katından geldiğine ve bizim onun anlamını bilmediğimize inandık. "Hepsi Rabbimiz nezdindendir, derler." Yani muhkemiyle müteşabihiyle hepsi Allah'tan gelmiştir. "Olgun akıllılardan" olgun akıl sahiplerinden "başkası öğüt almaz."

"Rabbimiz, bizi hidayete ilettikten" hidayeti gösterip buldurduktan "sonra kalplerimizi saptırma!" Yani bunlar ayrıca (müteşabih olana) tabi olanları gör­dükleri vakit derler ki: Rabbimiz, kalplerimizi bize yakışmayan şekilde onun tevilini aramak suretiyle -şunlarm kalplerini uzaklaştırdığın gibi- bizim kalp­lerimizi de haktan uzaklaştırma, saptırma! "bize katından bir rahmet" ilâhî bir inayet, bir muvaffakiyet, hak üzere sebat "bağışla!"

"Onda şüphe olmayan" meydana geleceğinde şüphe bulunmayan "bir gün­de" yani kıyamet gününde "insanları toplayacak olan muhakkak sensin." O gü­nün gerçekleşeceğinde şüphe yoktur; çünkü gerçekleşeceğini sen haber verdin. Senin sözün gerçeğin kendisidir. İnsanlara amellerinin karşılığını vaad ettiğin şekilde sen vereceksin. "Elbette Allah vaadinden caymaz." O günde insanları dirilteceğine dair sözünden caymaz. Bu buyrukta hitaptan gaibe geçiş (iltifat) vardır. Bu duayı yapmaktan maksat ise, bu gibi kimselerin asıl gayretlerini ahirete yönelttiklerini açıklamaktır. O bakımdan onlar ahirette sevabını elde edebilmek için Allah'tan hidayet üzere sebat dileğinde bulunmuşlardır. [15]

 

Açıklaması

 

Şanı Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de muhkem bir takım ayetlerle delâletleri itibariyle insanların bir çoğu ve bir kısmı için müteşabih ayetler bulunduğunu haber vermektedir. İbaresiyle muhkem olan ayet herhangi bir kimsenin hiç bir karışıldığa düşmeden açık delâletle anladığı ifadeleri bulunduran buyruklar­dır. Müteşabih ise lafzın zahiri ile ondan kastedilen mana arasındaki farklılık sebebiyle kendisinden neyin murad edildiği açıkça ortaya çıkmayan ve manası belirgin bir şekilde anlaşılmayan, ya da Yüce Allah'ın ahiret halleriyle ilgili, bilgisini yalnızca kendisine sakladığı hususlardır. Bu şekilde haber vermekle, zahiri itibariyle Hz. İsa'nın diğer insanlardan ayrıcalıklı olduğunu ifade eden Kur'an-ı Kerim'in bir takım ayetlerini delil gösteren Hristiyanların görüşlerini reddetmektedir. Bu buyruklarda geçen "kitap'tan kasıt, müfessirlerin ittifakı ile Kur'an-ı Kerim'dir. [16]

 

Muhkem:

 

Bunlar Yüce Allah'ın, "De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın..." (En'am, 6/151) ile ondan sonra gelen 153. ayete kadar buyruklar; yine Yüce Allah'ın, "Rabbin şuna hükmetti ki: O'ndan başkasına ibadet etmeyesiniz..." (İsra, 17/23) ayeti ile ondan sonra gelen 26. ayete kadar olan buyruklar; Yüce Allah'ın Hz. İsa hakkında, "O an­cak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur ve biz onu îsrailoğullarına bir misal kıldık." (Zuhruf, 43/59) buyruğu gibi buyruklardır.

Kur'an-ı Kerim'in çoğunluğunu temsil eden ve farz hükümlere, itikat esas­larına, emre, yasağa, helâl ve harama dair olan bu ayetler ve onların benzerleri­nin tümü, kastedilen manaya açıkça delâlet etmekte, bir başka manaya gelme ihtimali bulunmamaktadır. Bu buyruklar Kitab'ın anasıdır. Yani Kur'an-ı Ke­rim'in aslı, dayanağı ve büyük çoğunluğudur. Diğerleri ise bunlardan dallanıp budaklanmakta, ona tabi bulunmaktadır. Diğerlerinden herhangi bir ayet bizim için iyice anlaşılamaz ise, bu ayet muhkem olan ayete havale edilir ve ona göre açıklanır. Meselâ, Yüce Allah'ın, Hz. İsa hakkındaki, "Meryem oğlu İsa Mesih yalnız Allah'ın peygamberi ve O'nun kelimesidir. O kelimeyi Meryem'e ilka etmiş­tir ve o ondan bir ruhtur." (Nisa, 4/171) buyruğu Yüce Allah'ın, "O ancak kendi­sine nimet verdiğimiz bir kuldur." (Zuhruf, 43/59) buyruğuna göre ve, "Muhak­kak İsa'nın misali Allah nezdinde Adem'in hali gibidir." (Âl-i İmran, 3/59) buyru­ğuna göre açıklanmıştır. Yani bizler bütün ayetlerin Allah nezdinden geldiğine ve bunların asıl olan muhkem ayetlere aykırı olmadıklarına iman ediyoruz. [17]

 

Müteşabih:

 

Yüce Allah'ın Hz. İsa hakkındaki, "... Ve onun kelimesidir, onu Meryem'e il­ka etmiştir. O ondan bir ruhtur." (Nisa, 4/171) ile, "Muhakkak ben senin canını alırım ve seni kendime kaldırırım." (Âl-i İmran, 3/55) gibi Hz. İsa hakkındaki buyruklanyla kendi zatı hakkındaki, "Rahman (olan Allah) Arş'a istiva etmiş­tir." (Tâ-Hâ, 20/5) üe "Allah'ın eli onların ellen üzerindedir." (Fetih, 48/10) buy­rukları müteşabih ayetlere örnektirler.

Bu ayet-i kerimelerin birkaç anlama gelme ihtimali vardır ve burada laf­zın zahiri kastedilen manadan farklıdır. Bu mana kimi zaman muhkeme uy­gun olabilir, kimi zaman -kastedilen anlam açısından değil- lafız ve terkip açı­sından bir başka şeye uygun düşebilir.

O bakımdan siz ey Hristiyanlar! Birden çok manaya gelme ihtimali bulu­nan ve müteşabihler arasında yer alan bu gibi ayetleri delil gösteremezsiniz. Size düşen Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'in muh­kem buyrukları yanında durmaktır: "Mesih Allah'a kul olmaktan asla çekin­mez. Mukarreb melekler de." (Nisa, 4/172).

Bu buyruktaki "müteşabih ve muhkem"in anlamı diğer ayetlerdeki anlam­larından farklıdır. Meselâ, Yüce Allah'ın, "Bütün ayetleri muhkem (sapasağlam kılınmış) bir kitap" (Hud, 11/1) buyruğunda Kur'an-ı Kerim'in tümü muhkem olmakla nitelendirilmiştir. Maksat ise, onda herhangi bir kusurun olmadığını, lafızları fasih, manaları sahih, söz düzeni sapasağlam ve güçlü, hikmeti kapsa­yan hak kelâm olduğunu ifade etmektir. Yine Kur'an-ı Kerim şu buyrukta mü­teşabih olmakla nitelendirilmiştir: "Allah sözün en güzelini müteşabih ve tekrar tekrar okunan bir kitap halinde indirmiştir." (Zümer, 39/33). Bunun anlamı ise ayetlerin güzellik, doğruluk, hidayet, çelişki ve tutarsızlıktan uzak olma bakı­mından birbirine benzediğidir. Nitekim Yüce Alah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Eğer o Allah'tan başkası nezdinden gelmiş olsaydı elbette onda birbirini tutmayan pek çok şeyler bulurlardı." (Nisa, 4/82).

Kalplerinde eğrilik bulunanlara, yani sapıklık ve haktan batıla doğru bir meyilleri bulunanlara gelince, onlar kendi nevalarına uyarak yapıştıkları mü-taşabihi delil alırlar. Onlar bunu kötü maksatları uğrunda tahrif etme imkânı bulmak için yaparlar ve herhangi bir kapalılığı bulunmayan muhkemi de bir kenara bırakırlar. Bundan maksatları ise insanları dinde fitneye (karışıklığa) düşürmek ve kendilerine uyanları saptırmak ve onlara kendi iddialarına Kur'an-ı Kerim'den deliller buldukları vehmini vermektir. Oysa Kur'an-ı Kerim lehlerine değil aleyhlerine delildir. Nitekim Hristiyanlar Kur'an-ı Kerim'in Hz. İsa'nın Allah'ın bir ruhu, Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve kendinden bir ruh ol­duğunu belirttiğini delil gösterirken Yüce Allah'ın, "O ancak kendisine nimet ihsan ettiğimiz bir kuldur." (Zuhruf, 43/59) buyruğu ile "Muhakkak Allah nez-dinde İsa'nın misali Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona, "ol" dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmran, 3/59) buyruklarını delil göstermeyi terk etmeleri halinde olduğu gibi.

Onlar aynı şekilde bu işe (yani mütaşabihlere tabi olmayı) Kur'an-ı Kerim'i gerçeğinden başka yönlere çekmek, istedikleri şekilde tahrif etmek kasdıyla yönelirler. Bunu yaparken de kendi nevalarına, geleneklerine ve miras aldıkları bilgilerine uyar, itikadın üzerinde yükseldiği muhkem esası terk ederler. Bu muhkem esas ise, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu olduğu ve ona itaat ettiği gerçeğidir.

Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) Yüce Al­lah'ın, "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan bir kısmı muhkem ayetlerdir. Bunlar Kitab'ın anasıdır, diğer bir kısmı da müteşabihtir" ayetini okuduktan sonra

şöyle buyurduğunu nakleder: "Sizler Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olanına uyanları gördüğünüz vakit işte onlar Allah'ın sözünü ettiği kimselerdir, onlar­dan sakınınız." İbni Merdûveyh'in Abdullah b. Amr b. el-As'tan rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Kur'an-ı Kerim bir kısmı bir kısmını yalanlasın diye nazil olmamıştır. Ondan bildiğinizle amel ediniz. Müteşabih olanına da iman ediniz." Müteşabihin tevilini Yüce Allah'tan başka­sı bilmez. Bu, Yüce Allah'ın ilmini kendisine sakladığı veya lafzıyla kastedilen mananın birbirine uymadığı buyruklardır. O bakımdan bunun gerçek manasını Allah'tan başkası bilemez. Ubeyy b. Ka'b, Aişe, İbni Abbas, İbni Ömer (r. an-hum) gibi Ashab-ı kiramdan bir topluluk (7. ayet-i kerimede) "Allah" lafza-i ce­lâli üzerinde vakıf yapmak (duraklamak) görüşündedirler. O bakımdan (mana şöyle olur): Müteşabihin tevilini Allah'tan başkası bilmez. "İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu ise yeni bir cümledir. "Onlar da: Ona iman ettik derler." Çün­kü Yüce Allah onları kendi zatına mutlak teslimiyetle nitelendirmektedir. Bir şeyi bilen kimse hakkında ise mutlak veya katıksız tesilmiyetten söz edilmez.

Ashab-ı kiramdan İbni Abbas'ın da içinde bulunduğu bir topluluğa ve on­lara uyan pek çok müfessire [18] ve usul alimlerine göre lafza-i celâl üzerinde va­kıf (duraklama) yapılmaz. "er-râsihûn=ilimde derinleşmiş olanlar" ona atfedil-miştir ki, şu anlamı ifade eder: Onun tevilini Allah'tan ve ilimde derinleşmiş olanlardan başkası bilmez. İbni Abbas der ki: Ben onun tevilini bilen, ilimde derinleşmiş olanlardanım. Buna göre müteşabih olanı ilimde derinleşmiş olan­lar bilir. Çünkü Yüce Allah bu konuda muhkem olanına aykırı kanaatlere git­mek, fitneye düşürmek ve saptırmak maksadıyla tevilin peşine takılanları yer­mektedir. İlimde derinleşmiş olanlar ise böyle değildir. Bunlar herhangi bir tu­tarsızlığı söz konusu olmayan sağlam yakin ehlidirler. Çünkü bunlar müteşabi-hi muhkem ile uyum sağlayacak şekilde anlarlar.

Yüce Allah'ın, "Biz ona inandık... derler." buyruğu ise yeni bir cümledir. Bilmeye de aykırı değildir. Bunlar muhkemi esas kabul eder, muhkemiyle mü-teşabihiyle hepsinin Allah'tan geldiğine, hepsinin hak ve doğru olduğuna, biri­nin ötekini doğruladığına iman ederler. Buna Resulullah (s.a.)'ın İbni Abbas'a, "Allah'ım dinde onu fakih kıl ve ona tevili öğret" şeklindeki duası da delildir.

Kur'an-ı Kerim bütün insanlara hidayet yolunu göstermek üzere nazil ol­makla birlikte, müteşabihin varlığındanmaksat, hikmet ve samimi iman sahibi ile imanı zayıf olanı birbirinden ayırt etmek ve dikkatle düşünen, araştıran, ilimde derinleşmiş kimselerin faziletini açıklamaktır. Çünkü böyleleri eşyanın hakikatini bilmeseler dahi kendilerine yapılan hitabı bilirler, anlarlar. Bu ba­kımdan Yüce Allah, "Olgun akıllılardan başkası öğüt almaz" diye buyurmakta­dır. Yani buyrukların anlamını doğru şekli ile anlayıp kavrayan ve üzerinde düşünen kimseler, sağlıklı akıllara ve doğru anlayışlara sahip olanlardır. Resulullah (s.a.), İbni Ebi Hatim'in Ashab-ı kiramdan Enes, Ebu Ümame ve Ebu'd-Derda'ya yetişmiş Tabiînden yaptığı rivayete göre ilimde derinleşmiş olanları nitelendirmiştir. Resulullah (s.a.)'a ilimde derinleşmiş olanlar hakkın­da soru sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Yemini doğru çıkan, dili doğru söy­leyen, kalbi istikamet üzere olan, midesi ve cinsel organı iffetli olan kimse, işte böyle bir kimse ilimde derinleşmiş olanlardandır."

Daha sonra Yüce Allah ilimde derinleşmiş bu gibi kimselerin müteşabihi anlamak üzere sebat için yaptıkları şu duaları zikretmektedir:

1- "Rabbimiz, bizi hidayete ilettikten sonra kalplerimizi saptırma!" Yani müteşabihe iman eden ve ilimde derinleşmiş olanlar, Allah'tan hidayet üzere sebat, hidayetten sonra da sapmaktan korumayı diler, Allah'tan bir rahmet ba­ğışlamasını, lütuf ve ihsanda bulunmasını, hayra, doğruya ulaşma muvaffaki­yetini isterler. Çünkü "şüphesiz sen bağışı pek çok olansın."

Hz. Aişe (r.anhâ) dedi ki: Resulullah (s.a.) çokça şu duayı okurdu: "Ey kalpleri döndürüp duran! Dinin üzere kalbime sebat ver." Ey Allah'ın Rasulü, bu duayı ne kadar da çok yapıyorsun dedim. Şöyle buyurdu: "Rahman olan Al­lah'ın iki parmağı arasında bulunmayan hiç bir kalp yoktur. Eğer O, o kalbi doğru tutmak isterse doğrultur, eğriltmek isterse eğriltir."

2-  "Rabbimiz, onda hiç şüphe olmayan bir günde  insanları toplayacak olan muhakkak sensin..." Yani, Rabbimiz şüphesiz ki sen insanları gerçekleşe­ceğinde hiç şüphe olmayan bir günde, amellerinin karşılığını vermek üzere top­layacaksın. Bu senin asla şaşmayacak olan hak vaadindir. Bize böyle bir du­anın öğretilmesi, öyle bir günde rahmeti alıp götüren sapıklığın kalbimize sız­masından korkma duygusuna sahip olalım diyedir. Ayrıca bu duada, kıyamet gününde öldükten sonra dirilişin kabul edildiği de ifade edilmektedir. [19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler Kur*an-ı Kerimin ayetlerinin çoğunluğunun muhkem, az bir kısmının müteşabih olduğunu ve müteşabih olandan ne kastedildiğini Yüce Allah ile ilimde ileri derecede olanlardan başkasının bilmediğini göster­mektedir. Fakat Yüce Allah müteşabihin anlaşılmasında sapmaktan korunma yolunu şu iki dua ile öğretmektedir: "Rabbimiz, bizi hidayete ilettikten sonra kalplerimizi saptırma!"; "Rabbimiz onda hiç bir şüphe olmayan bir günde in­sanları toplayacak olan muhakkak sensin..." Kalplerinde eğrilik olanlar ise mü­teşabih olanlara tabi olurlar. Muhkem ve müteşabihe dair bir takım örnekleri önceden vermiş ve daha sahih kabul edilen görüşe göre bunlarla nelerin kaste­dildiğini açıklamış bulunuyoruz. Şimdi müteşabih buyruklara başka bazı mi­saller daha zikretmek istiyoruz. [20]

 

Müteşabihe Örnekler:

 

Buharî, Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Adamın bi­risi İbni Abbas'a şöyle dedi: Kur'an-ı Kerim'de birbiriyle bağdaştıramadığım bazı şeyler görüyorum. İbni Abbas "Bunlar nelerdir?" deyince adam şöyle de­di: "O günde aralarında akrabalık bağı yoktur, birbirlerine soru sormazlar da." (Mü'minun, 23/101) Bir başka yerde ise, "Biri diğerine dönerek karşılıklı soru sorarlar." (Sâffât, 37/27). Yine Yüce Allah, "Allah'tan bir sözü gizlemezler..." (Nisa, 4/42) diye buyururken, bir başka yerde, "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz şirk koşanlar değildik." (En'am, 6/23) diye buyurmakta ve bu ayette de bir şeyler gizledikleri görülmektedir. Nâziât suresinde ise, "Yoksa sema mı? Onu bina etti..." (Nâziât, 79/27) buyruğuna kadar, Yüce Allah yerin yaratılma­sından önce göğü yarattığını zikretmektedir. Daha sonra ise (bir başka yerde) şöyle buyurmaktadır: "Siz, iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor... musu­nuz?" (Fussilet, 41/9) buyruğundan itibaren, "İkisi de: İsteyerek geldik dediler." (Fussilet, 41/11) buyruğuna kadar olan ayetlerde ise göğün yaratılmasından önce yeryüzünün yaratıldığını söz konusu etmektedir. Diğer taraftan Yüce Al­lah, "Allah Gafur'dur, Rahîm'dir." "Allah Azîz'dir, Hakîm'dir" "Allah Semî'dir, Basîr'dir" derken kullanılan ifadeler sanki geçmişte böyle olduğunu anlatıyor gibidir.

İbni Abbas dedi ki: "Aralarında akrabalık bağı yoktur" buyruğu birinci üfurüşte olacaktır. Daha sonra sûr'a tekrar üfürülecek, Allah'ın dilediği kimse­ler dışında göklerde ve yerde kim varsa hepsi baygın düşecektir. İşte bu esnada aralarında akrabalık bağı da olmayacaktır ve birbirlerine soru da sormayacak­lardır. Sonra son üfurüşte biri diğerine yönelecek ve birbirlerine karşılıklı soru soracaklardır.

Yüce Allah'ın, "Biz ortak koşanlar değildik." (En'am, 6/23) buyruğu ile "Al­lah'tan bir söz gizlemezler." (Nisa, 4/42) buyruklarına gelince: Yüce Allah ihlâs sahibi olan kimselere günahlarını bağışlayacaktır. Müşrikler de o vakit, gelin biz de Allah'a şirk koşanlar değildik diyelim, diyecekler. Allah tarafından ağız­larına mühür vurulacak, bu sefer azaları onların amellerini söyleyeceklerdir. İşte o vakit Allah'tan herhangi bir söz gizlenemeyeceği bilinecek ve o vakit kâ­firler, keşke Müslüman olsaydık, diye temenni edeceklerdir.

Yüce Allah arzı iki günde yarattı, sonra semaya yöneldi, sonra iki günde onları yedi sema haline getirdi. Daha sonra ise arzı yayıp döşedi. Ondan suyu, otlağı çıkardı; orada dağları, ağaçları, tepeleri ve arasında bulunanları diğer iki günde yarattı. İşte "ve bundan sonra yeri döşedi" buyruğu bunu anlatmak­tadır. Yer dört günde yaratıldı, sema ise iki günde yaratıldı. "Allah Gafur'dur, Rahîm'dir" buyruğuna gelince, o bizzat böyle olduğunu kastetmektedir. Yani ezelden beri de böyledir, halen de böyledir ve ebede kadar da böyle devam ede­cektir. Çünkü Yüce Allah bir şeyi murad etti mi mutlaka o gerçekleşir. Artık bundan sonra Kur'an'da senin için birbirini tutmaz ifadeler varmış gibi görün­mesin; çünkü hepsi Allah katından gelmiştir.[21]

 

Müteşabihe Uyan Kimseler:

 

Müteşabihe uyanlar, buna ya Kur'an-ı Kerim hakkında şüphe uyandırmak isteyerek tabi olurlar; zındıkların, Karmatilerin[22]  ve Kur'an-ı Kerim'e dil uza­tanların yaptığı gibi; ya da müteşabihlerin zahir olanlarına inanmak isteyerek ona tabi olurlar; Kitap ve sünnette bulunan ve zahiren cismiyet ifade eden buy­rukları toplayıp bir araya getiren Mücessime'nin yaptığı gibi. Nihayet bunlar Yüce Allah'ın bir cisim olduğuna ve yüzü, gözü, eli, bacağı, ayağı, parmağı olan bir surete sahip olduğuna inandılar. Yüce Allah ise bundan münezzehtir. Ya da müteşabihlerin tevillerini açığa çıkarmak, manalarını da açıklamak üzere, müteşabihe tabi olurlar. Yahut da müteşabihler hakkında çokça soru sorarlar.

İşte bunlar (müteşabihe karşı dört ayrı tutum sergileyen) dört kısımdırlar. Birinci kısmın kâfir olduklarında şüphe yoktur. Malikîlerin görüşüne göre, bunlar tevbe etmeleri istenmeksizin öldürülürler, ikinci kısım ise sahih olan görüşe göre tekfir edilirler. Çünkü bunlarla puta tapıcılar arasında herhangi bir fark yoktur. Bunların hükümleri mürted hükmüdür. Tevbe etmeleri istenir. Tevbe ederlerse kurtulurlar, aksi takdirde öldürülürler.

Üçüncü kısım ise müteşabih buyrukların tevil edilmesinin caiz olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Selefin görüşü bu buyrukların teviline kalkışmayı terk etmek şeklindedir. Bununla birlikte bu buyruklardan anlaşı­lan zahirin kastedilmeğinin imkânsız olduğunu katiyetle belirtirler. Bu buy­ruklara geldikleri şekilde iman ederler; evlâ olan tutum budur. Diğerlerinin gö­rüşlerine göre müteşabih olanlardan mücmel olanı tayin etmeyip "katiyetle bu­dur" demeksizin Arap dilinin gereklerine uygun olarak bu buyrukları tevil edip yorumlayanlar. Selefin mezhebinin daha eşlem (ihtiyatlı), halefin mezhebinin ise daha alem (ilmi) olduğu söylenmiştir.

Dördüncü kısım ise alabildiğine tazir edilirler. [23]

 

Mala, Çocuklara Aldanan Kafirlerin Akıbeti Ve Buna Dair Bir Misal

 

10- O kâfirlerin mallarının da evlâtları­nın da Allah (in azabın)'a karşı hiçbir şekilde onlara faydaları olmaz, işte bizzat onlar ateşin yakacağıdırlar.

11- Tıpkı Firavun hanedanı ve onlar­dan evvel gelenlerin hali gibi. Ayetleri­mizi yalanladılar. Allflh da onları gü­nahlarından dolayı yakalayıverdi. Al­lah, azabı pek çetin olandır.

12-  O inkâr edenlere de ki: "Yakında siz mağlûp olacak ve cehenneme sürü­leceksiniz. O ne kötü yataktır."

13- Muhakkak karşılaşan iki topluluk­ta sizin için bir ayet vardır. Bir toplu­luk Allah yolunda savaşıyor, diğeri ise kâfirdir. Onlar öbürlerini (Müslüman­ları) gözleriyle kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır.

 

İ'râb:

 

"Tıpkı Firavun hanedanı... nm hali gibi" Bu buyruk ya takdiri şöyle olan hazfedilmiş bir müptedanm haberidir: Onların hali Firavun hanedanının hali gibidir. Ya da mukadder bir fiil ile nasbedilmiştir ki, onun takdiri de şöyledir: "Firavun hanedınının ateşte yanıp tutuşması gibi yanar tutuşurlar." Buna delil ise bundan önce yer alan, "İşte bizzat onlar ateşin yakacağıdırlar" buyruğudur. [24]

 

Belagat:

 

"Allahdn azabın)'a karşı..." Bu buyrukta hazf ile îcâz vardır, Allah'ın aza­bından demektir (mealde parentez içindekiyle birlikte verildiği gibi). "Hiç bir şekilde" buyruğundaki nekrelik azlık ifade eder. Yani az dahi olsa Allah'ın aza­bını kendilerinden uzaklaştırmakta asla bir faydası yoktur demektir.

"İşte bizzat onlar ateşin yakacağıdırlar." buyruğu isim cümlesidir. Bununla bu işin sabit olup gerçekleşeceği ifade edilmektedir.

"Allah da onları... yakalayıverdi" buyruğu muhataptan gaibe iltifattır. Asü ise "biz onları yakaladık" şeklindedir.

"Sizin için bir ayet" buyruğunda, daha sonra gelen buyrukların dinlenme­si, dikkatle takip edilmesi için bir şevke getirme söz konusudur. "Bir ayet" keli­mesinin belirsiz gelmesi ise bu ayetin (ibretin) önemine dikkat çekmek ve aza­metini ifade etmek içindir. [25]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'a karşı" yani Allah'ın azabına karşı "hiçbir şekilde onlara fayda veremez."

"ateşin yakacağıdırlar." Yani ateşin, kendisi ile tutuşturulduğu odun, kö­mür vb. şeylerdirler. "Allah da onları günahlarından dolayı yakaladı." Günah­larından ötürü onları helak etti. Bu cümle kendisinden önceki buyrukları tefsir etmektedir.

Bedir gününde savaşmak üzere "Karşılaşan iki toplulukta sizin için bir âyet" yani Resul'ün söylediğinin doğruluğuna bir alâmet vardır. "Onlar öbür­lerini gözleriyle" yani açıktan açığa, belirgin bir şekilde "kendilerinin iki katı" yani müşrikler Müslümanları kendilerinin iki katı olarak hatta daha fazla "olarak görüyorlardı." Çünkü müşrikler bin kişi dolayında, Müslümanlar ise 313 kişi idiler.

"Allah dilediğini yardımıyla destekler." Gücüne güç katar. "Şüphesiz bun­da" sözü geçen bu hususlarda, "basiret sahipleri için bir ibret vardır." O halde siz de bundan ibret alıp iman etmez misiniz? [26]

 

Nüzul Sebebi

 

12 ve 13. ayetlerin nüzulü ile ilgili olarak Ebu Davud'un Soner'inde ve el-Beyhakî'nin Delâil'inde İbni Âbbas'tan rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) Bedir savaşmda müşriklere yapacağını yaptıktan ve Medine'ye döndükten sonra Kaynuka oğulları çarşısında Yahudileri toplayıp şöyle dedi: "Ey Yahudiler toplu­luğu! Kureyş'in başına geleni Allah sizin de başınıza getirmeden önce İslâm'a gi­riniz." Ona şöyle cevap verdiler: "Ey Muhammedi Sen savaşı bilmeyen, bu konu­da cahil olan Kureyşlilerden bir topluluğu öldürdün diye aldanışa düşme! Çünkü sen Allah'a yemin ederiz, bizimle savaşacak olursan asıl savaşçıların bizler oldu­ğunu ve bizim gibileriyle karşılaşmadığını göreceksin." Bunun üzerine Yüce Al­lah, "O inkâr edenlere de ki: Yakında siz mağlup olacak... Basiret sahipleri için bir ibret vardır" buyruğuna kadar olan iki ayet-i kerimeyi inzal buyurdu [27]

1-el-Bahru'l-Muhit, 11/392.

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah surenin baş tarafında tevhid ilkesini, tevhidi dile getiren kitap­ları, özellikle Kur'an-ı Kerim'i, ilimde derinlik sahibi olanların onun tümüne iman ettiklerini söz konusu ettikten sonra inkâr edenlerin durumunu ve inkâr sebeplerini zikretmektedir. Bu ise onların dünya hayatında mallarına ve çocuk­larına aldanmalarıdır. Fakat ahirette de dünyada da bunların kendilerine hiçbir faydası olmayacağını beyan etmekte ve buna Bedir gazasını örnek göstermekte­dir. O savaşta imanın ve rahmanın ordusu küfrün ve şeytanın ordusu ile karşı karşıya gelmiş, az sayıdaki mümin topluluk kalabalık kâfirleri yenik düşürmüş­tü. Mallarının, çocuklarının, silâhlarının çokluğunun onlara faydası olmamıştı. [28]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah kâfirlerin kıyamet gününde ateşin tutuşturucu yakıtı olacakla­rını, dünya hayatında kendilerine verilen mallarının, çocuklarının Allah nez-dinde kendilerine bir fayda sağlayamayacağını, Allah'ın azabından ve acıklı akıbetinden kurtaramayacağını haber vermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların ne malları ne evlâtları seni imrendirsin. Allah onları dünyada bunlarla bir azaba çarptırmayı ve kendileri kâfir oldukları halde can­larının güçlükle çıkmasını ister." (Tevbe, 9/85). Bu kâfirler, "Bizim servetimiz, çocuklarımız pek çoktur. Biz azaba uğratılmayacağız" diyorlardı. Yüce Allah ise şu buyruklanyla onların o sözlerini şöylece reddetmektedir: "Sizi bize yak­laştıracak olan mallarınız da değildir, evlâtlarınız da değildir. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna." (Sebe, 34/37).

Yüce Allah'ın, "O kâfirlerin..." buyruğunun anlamı şudur: Onlar Allah'ın ayetlerini, peygmberlerini yalanladılar. Kitaba ters düştüler. Peygamberlerine indirdiği vahiyden yararlanmadılar. Bu ise hem Necran kafilesini ve Hristiyan-ları hem de Yahudileri ve müşrikleri kapsar.

İşte bütün bunları ne çocukları ne de malları kurtaracaktır. Bu şekilde uzaklaştırılanlar ateşin yakıtı ve ateşliklerdir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda di­le getirdiği gibi: "Gerçekten siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusunuz. Siz orayagireceksinizdir." (Enbiya, 21/98).

Muhammed (s.a.)'i ve onun şeriatını yalanlamaları ve bu konudaki tutum­ları, tıpkı Firavun'un hanedanına ve onlardan önce gelen Âd ve Semud kabile­leri gibi diğer kavimlerin haline benzer. Bunlar Allah'ın ayetlerini yalanlamış­lardı. Bundan ötürü de Allah onları çok güçlü ve muktedir, yüce zatın yakalayı-şı ile yakalamıştı. Zaten Allah cezası pek çetin, azabı pek güçlü olandır.

Daha sonra Yüce Allah, onları dünya hayatında cezalandırılmakla tehdit edip korkutarak buyurdu ki: Ya Muhammed, aralarında Yahudilerin de bulun­duğu kâfirlere de ki: Dünya hayatında pek yakında yenilgiye uğrayacaksınız. Kıyamet gününde de cehenneme götürülmek üzere toplanacaksınız. Kendiniz için hazırladığınız bu yatak ne kötüdür. Ey Yahudiler topluluğu! Allah'ın Bedir günü Kureyşlüere indirdiği gibi başınıza bir azap indirmesinden korkunuz. Onların başına gelen sizin başınıza gelmeden önce inkârdan vazgeçiniz. Çünkü sizler benim Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu biliyorsu­nuz. Bunu kitabınızda ve Allah'ın size indirdiği buyruklarda görmektesiniz.

Sizin yenik düşeceğinize, Allah'ın dinini destekleyip Rasulüne zafer vere­ceğine dair ayet yani belge ve alâmet ise, iki topluluğun karşı karşıya gelmesi­dir. Bunlardan bir tanesi mal çokluğu ile kendisini güçlü kabul ediyor, sayışma aldanmış, Allah'ı inkâr eden ve şeytanın yolunda çarpışan bir topluluktur ki, bunlar Bedir günü Kureyş müşrikleridir, diğeri ise sayıca az, Allah'a iman eden, Allah yolunda savaşan bir topluluktur ki bunlar da Bedir savaşındaki Müslümanlardır.

Müminlerin sayısı 313 kişi idi. Beraberlerinde iki at, altı zırh, sekiz kılıç vardı. Çoğunluğu ise piyade idi. Kâfirler ise yaklaşık bin kişi idiler. Yani Müslü­manların yaklaşık üç katı. Muhammed b. İshak'ın Urve b. ez-Zübeyr'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) Kureyşlilerin sayısına dair Haccac oğullarının siya-hî kölesine soru sorunca "Onlar, pek çoktur" demişti. Hz. Peygamber "Her gün kaç tane deve kesiyorsunuz?" diye sorunca, köle, "Bir gün dokuz, bir gün on" de­mişti. Resulullah (s.a.) da, "Sayılan dokuz yüz ile bin arasındadır" demişti.

Fakat göz ile görmede -gözle görülen diğer şeyler gibi- ayet-i kerime kâfir­lerin yalnızca Müslümanların iki katı olduğuna delâlet etmektedir. Yani ger­çekte sayıca üç katları olmakla birlikte iki katları gibi görünüyorlardı. Çünkü Allah kâfirleri müminlerin gözünde az göstermişti, ta ki Müslüman bir kimse iki kâfir ile savaşsın. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O halde eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiyi yenerler. Eğer sizden bin kişi olursa Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir." (En-fal, 8/66). Yani Yüce Allah kâfirleri sayılarından farklı göstermişti ki, bununla müminlerin kalpleri güç kazansın ve yüce Rablerinden yardım istesinler. Müş­rikler de müminleri gerçek sayılarının iki katı gibi görmüşlerdi. Böylelikle on­lar da korksunlar, dehşete kapılsınlar, dirençlerini kaybetsinler.

İşte bu Bedir*de olmuştu. Allah yardımıyla müminleri desteklemişti. Aynı şekilde Yüce Allah müminlere vaadini de gerçekleştirmiş ve Müslümanlar, ahitlerini bozan, antlaşmalarına hainlik eden ve Ahzab (yani Hendek) gazve­sinde müşrikler ile birlikte savaşa katılan Kurayza oğulları Yahudilerini de öl­dürmüşlerdi. Yine Müslümanlar İslâm'ın ve Müslümanların kutsallarına saldı­ran Nadir oğullarını da sürmüşler, Hayber*i fethetmişler ve kendileriyle sava­şıp öncelikle onlara düşmanca saldırıda bulunan, onlar dışında kalan diğer kâ­firleri de cizyeye bağlamışlardı.

Yüce Allah her zaman için dilediğine yardımcı olur, ona destek verir. Tıpkı düşmanların gözünde Müslümanları çok göstermek suretiyle ve buna karşılık Müslümanların gözünde de düşmanlarının sayısını az göstermek suretiyle Be­dir savaşında müminlere destek verdiği gibi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Hani siz karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinden azaltıyordu. Ta ki Allah yerine gelmesi gereken emrini yerine getirsin. [29] Esasen, "Bütün işler yalnız Allah'a döndürülür." (Enfal, 8/44)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'deyardım etmişti..." (Al-i İmran, 3/120).

Müslümanların sayıca az olmalarına rağmen Bedir'de gerçekleşen bu za­fer, aslında aklını kullanıp düşünen, basiret ve düşüncesini faaliyete geçiren kimselere bir öğüttür. Bunlar bu öğüt sayesinde Yüce Allah'ın dünya ve ahiret-te mümin kullarına yardımcı olacağı, zafer vereceği şeklindeki hükmü, fiil ve cereyan eden kaderini anlayabilirler. Şu kadar var ki, mümin kulların Allah'ın dinine yardım etmeleri şarttır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ey iman edenler! Eğer Allah (m dinin)'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7); "Müminlere yardım etmek bizim üzerimize bir haktır." (Rum, 30/47). Mümin kimse ise diliyle iman ettiğini iddia edip ahlâkı ve ameli ile bu iddiasını yalanlayan kimse değil, Kur'an-ı Kerim'in mümin olduğuna tanıklık ettiği kimsedir. [30]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler yüce Allah'ın nazarında önemli üç büyük ilkeyi göster­mektedir. Bunları şöylece ifade edebiliriz:

1- Kâfirlerin malları ve çocukları Allah'ın kendilerine vereceği azaptan herhangi bir şeyi önleyemezler ve onların cehennem ateşinde azap görecekleri kesindir.

2- Allah'ın cereyan edegelen âdeti (sünneti) şöyledir: İnsanlar günahları ve Allah'ın indirdiği ayetlerini yalanlamaları sebebiyle sorgulanacaklar ve kâfirler için çetin azap vardır. Bu konuda Kureyş kâfirleri ile Firavun hanedanı ve on­lardan önce gelen Lût, Âd, Semud kavimleri ve diğerleri arasında herhangi bir fark yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Tıpkı Firavun hanedanı ve onlardan evvel gelenlerin hali gibi. Ayetlerimizi yalanladılar..." "Firavun ha­nedanını ise kötü azap kuşatıverdi, ateştir o. Onlar sabah-akşam ona arz olu­nurlar. Kıyametin kopacağı gün de, 'Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun' denilecektir". (Mümin, 40/45-46). Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Firavun hanedanı ile onlardan öncekilerin hali gibi..." (Enfal, 8/54).

3- Zafer ilâhî hikmete uygun bir şekilde Allah'ın iradesine bağlıdır. Bu Rablerinin emirlerine uyan müminleri mükâfatlandırmak içindir. Zaferin ölçü­leri sayıca çokluk ve silah üstünlüğü değildir. O, iman ve Allah'a güvene göre­dir. Bazan Allah pek az bir topluluğu sayıca çok kimselere karşı muzaffer eder: "Nice az bir topluluk Allah'ın izniyle kalabalık bir topluluğu yenik düşürmüş­tür. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/249).

Ayet-i kerime Peygamber (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğuna iki ba­kımdan delil olmaktadır:

1- Az sayıdaki bir topluluğun çok sayıdaki bir topluluğa galip gelebilmesi. Bu ise cereyan edegelen âdete aykırıdır. Az topluluğun galip geliş sebebi ise Al­lah'ın melekler vasıtasıyla müminlere yardım etmiş olmasıdır.

2- Şanı Yüce Allah iki kafileden birisim müslümanlara vaad etmiş Resulullah (s.a.) da karşılaşmadan önce Müslümanlara galip geleceklerini ha­ber vermiş ve, "Burası filanın ölüp düşeceği yer, burası da filanın ölüp düşeceği yer" demişti. Her şey tıpkı Allah'ın vaad ettiği ve peygamberinin de haber ver­diği şekilde gerçekleşti. [31]

 

Dünyada Nefsin Arzuladıklarına Sevgi Beslemek

 

14" Kadoğullar, yığın yığın yük- lerle altm ve gömü^ aaima ga^ı aüar> davarlar ve ekin gibi arzulanan seyle- re sevgi insanlara süslü gösterildi. B«*lar dünya hayatının faydalarıdır. Güzel dönüş yeri ise Allah nezdinde-

 

Belagat:

 

"Arzulanan şeylere sevgi..." Ayet-i kerimede "arzulanan sevgi" şeklinde an­lamlandırılacak tabir ile bizzat arzulanan, canın çektiği maddî şeyler kastedil­mektedir. Böylelikle bunların arzulanan ve yararlanılmak hususunda hırsla bağlanılan şeyler oldukları mübalağa ile ifade edilmektedir. Ancak bundan ka­sıt, değersizliklerine işaret etmektir ve sevgisi kendilerine süslü gösterilen şey­lerin arzudan başka bir şey olmadığını göstermektedir. "Yığın yığın yüklerle (el-kanâtîri'l-mukantara)" kelimeleri arasında eksik bir cinas vardır. [32]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yığın yığın yüklerle" (el-kanâtîr) kintarın çoğuludur ve pek çok mal de­mektir. Said b. Cübeyr'den nakledildiğine göre yüz bin dinar demektir. İslâm geldiğinde Mekke'de bu şekilde mal toplamış yüz kişi vardı, "altın ve gümüş salma güzel atlar" yani işaretlenmiş güzel atlar, yahut da meralara, otlaklara salınmış atlar demektir, "davarlar* deve, inek, keçi ve koyun, "ekin" ziraat ürünleri ve bitkiler, "ve ekin gibi arzulanan şeylere" eş-şehevat, şehvetin çoğulu olup nefsin arzuladığı, meyledip kendisinden zevk aldığı "sevgi insanlara süslü gösterildi." yani onlara sevdirildi. Süslü gösteren ya imtihan için Yüce Allah'tır veya bunlara meylettirmekle, güzelleştirmekle ve vesvesesiyle şeytandır.

"Bunlar" sözü geçenler "dünya hayatının faydalarıdır." Bunlardan yarar­lanılır ve sonra bunlar yok olur. "Güzel dönüş yeri ise Allah nezdindedir." Güzel dönüş yeri ancak cennettir. O bakımdan yalnız ona arzu duymak gerekir. [33]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayetlerde mal ve çocuklara aldanışın akıbetinden söz edil­di. Burada da aldanış yönü ve sebebi söz konusu edilmektedir. Böylelikle in­sanlar, arzu ve şehvetlerine köle olmaktan ve ahiret işlerini ihmal edip bunlar­la uğraşmaktan sakındmlmaktadır. [34]

 

Açıklaması

 

İnsanlara arzular sevdirildi, kalplerine ve gözlerine güzel gösterildi. O ka­dar ki bunlara duydukları sevgi içlerinde bir fitrî özellik halini almıştır. Kendi­sine süslü gösterilmeksizin bir şeyi seven bir kimsenin, bir gün gelip ondan yüz çevirmesi uzak değildir. Sevgisi kendisine süslü gösterilen kimse ise o şeyden kolay kolay yüz çeviremez. Kur"an-ı Kerim arzu edilen şeyleri onlar hakkında bizzat "arzunun kendisi" tabirini kullanarak ifade etmiştir. Böylelikle bunların arzulanan şeyler olduğunu mübalağa yoluyla ifade etmiş ve bununla -insan o şeye duyduğu sevgisini mutedil hale getirmeden, ona karşı içindeki güdüyü normalleştirmeden- şehvet ve arzunun yerilen bir şey olduğuna işaret etmiş ol­maktadır. Böylelikle dünyaya duyduğu sevgi onu kör bir sevgiye itmesin; geçici liderliğe, gelip geçen mala bağlılığı hakkın belirtilerini ortadan kaldırmaya, hak dine iman etmemeye sevk etmesin. O hakkı onlar çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Necran Hristiyanlan kafilesi ve onların dışındaki sair kâfir ön­derler gibi.

Arzulanan şeyleri süsleyen kimdir? Süsleyenin sınama ve imtihan için Al­lah olduğu söylenmiştir. Yani Yüce Allah insanların fıtratında bu arzulanan şeylere karşı sevgiyi yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz hangisi daha güzel amelde bulunacak diye sınamak için, yeryüzünde ne varsa ona bir süs kıldık." (Kehf, 18/7); "İşte biz her ümmete amellerini süslü gösterdik." (En'am, 6/108).

Süsleyenin vesvese ve arzu edilen şeylere duyulan eğilimleri güzelleştir­mek suretiyle ve saptırmak amacıyla şeytan olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani şeytan onlara yaptıklarını süslü göster­mişti..." (Enfal, 8/48).

Durum her ne ise, İslâm hem din hem dünyadır. Bu ayet-i kerimeden ka­sıt, arzu duyulan şeylere karşı itidalli bir sevgiyi engellemek, yasaklamak de­ğildir. Yasak olan, arzulara aşırı bağlı kalmak, bunlarla haddi aşmamak, bun­larla akide ve dine baskın gelinceye kadar, ahireti ihmal edinceye kadar meş­gul olmamaktır. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram kılmıştır1?" (A'raf, 7/37).

Daha sonra yüce Allah arzu edilen ve lezzet alınan altı grup şeyden söz et­mektedir. Bu altı grup şunlardır: [35]

 

1- Kadınlar:

 

Erkek fıtrat olarak kadına bağlı, ona eğilimlidir. Kadın arzu edilen, ihti­mam gösterilen bir varlıktır. Erkeğin ruhu onunla sükûna kavuşur: "Size nefis­lerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve esirgeme yapması da O'nun ayetlerindendir." (Rum, 30/21). Erkek, ka­dını için cömertçe malını harcar. Yüce Allah burada önce kadınlardan söz et­mektedir. Çünkü kadınların fitnesi daha ağırdır. Nitekim sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Benden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne unsuru bırakmış değilim." [36]

Kadınlara duyulan sevgi zamanla geçmekle birlikte, bunun zamanla sev­gileri geçmeyen çocuklardan önce söz konusu edilmesi, çocuğa karşı duyulan sevgide kadına duyulan sevgide olduğu gibi aşırılığın olmayışındandır.

Eğer erkeğin kadına bağlılığı orta yollu ise ve bundan kasıt iffetini koru­yup çokça çocuk sahibi olmak ise, bu istenen ve teşvik edilen bir şeydir, şer'an da menduptur. Çünkü Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünya tümüyle bir metadır. Dünya metaının hayırlısı ise saliha kadındır."[37] Bir rivayette ise şöyle denilmektedir: "Dünya bir metadır. Dünya metaının hayırlısı ise saliha kadın­dır. Ona baktığı zaman onu sevindirir, ona emrettiği zaman ona itaat eder. Ya­nında hazır olmadığı zaman da hem kendi iffetinde hem de malında onu ko­rur." Resulullah (s.a.) kadına karşı makul bir sevgi beslemeyi yasaklamayarak şöyle buyurmuştur: "Bana dünyanızdan kadın ve hoş koku sevdirildi. Namaz ise gözümün bebeği yapıldı. " [38]

 

2- Çocuklar:

 

Bunlar, insanın kendi sulbünden gelen çocuklardır. Çocuklar insanın ciğe­rinin parçası, gözünün nurudur. Bununla birlikte sakınmayı gerektiren bir fit­nedirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizin mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir." (Teğâbün, 64/15) Çocukların fitne olması ise, kişinin onlar için mal toplamakla sınanması demektir.

Çocuklara ve zevcelere sevgi beslemenin sebebi birdir: Bu ise insan türü­nün kalıcılığı, geriye güzel bir iz, nam ve şan bırakma arzusudur.

Ayet-i kerimede "oğullar" tabiri kullanılmakla birlikte bu, kızları da kap­sar. Çünkü âdeten erkek çocuğa karşı duyulan sevgi, kız çocuğa duyulan sevgi­den daha güçlüdür. Ayrıca namın insanlar arasında kalması oğullar yoluyla ol­maktadır. Diğer taraftan kız, akrabalarından ayrılmakta, bir başka aileye ka­tılmaktadır. Ayrıca babasına destek olması ve ihtiyaç halinde babasını koru­yup gözetmesi erkek çocuktan beklenir. Diğer taraftan kızların karşı karşıya kalabilecekleri tehlikeler erkeklerden daha çoktur. [39]

 

3- Yığın Yığın Altın Ve Gümüş:

 

Bundan kasıt pek çok maldır. Çünkü Araplar "el-kanâtîr=kantarlar" ile pek çok malı anlatmak isterler. (Ayet-i kerimedeki) el-mukantara kelimesi de tekit içindir. Mala karşı sevgi insanlarda yer etmiş bir melekedir. Çünkü mal ihtiyaçların karşılanmasının, arzuların yerine getirilmesinin aracıdır.

Sünnet-i seniyyede şöyle bir rivayet gelmiştir: "Ademoğlunun bir vadi do­lusu malı olsa, onlara ikincisini katmaya çalışır. İki vadisi olsa üçüncüsünü katmaya çalışır. Ademoğlunun karnını ise topraktan başkası doldurmaz. Allah tevbe edenin de tevbesini kabul eder." [40]

Mal bizatihi mal olduğundan dolayı yerilmez. Çünkü mal Allah'ın bir ni­metidir. Onun yerilme sebebi tuğyana, büyüklenmeye ve fasıklığa götürmesi-dir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Çünkü insan kendisini ihtiyacı yokmuş gördü diye gerçekten azar." (Alak, 96/6-7). Eğer Müslüman maundaki Allah'ın ve insanların haklarını öder, nimete şükreder, malıyla akrabalık bağı­nı gözetir, malını Allah yolunda infak ederse bu hayırlı olur, mutluluk ve Al­lah'a yaklaşmak için bir sebep teşkil eder. Daha önce kaydettiğimiz hadis-i şe­rifte şöyle denilmektedir: "Salih (helâlden elde edilmiş) mal, salih kimseye ne güzel yakışır." [41]

 

4- Salma Güzel Atlar:

 

Yani işaretlenmiş yahut meralarda otlayan veya varlıklıların, beylerin bes­lediği soylu ve güzel cins atlar insanların birbirlerine karşı kendisiyle övündük­leri ve bu konuda birbirleriyle yarıştıkları metalardır. Eğer bunlar şerre, Al­lah'tan uzaklaşmaya, Allah'ın buyurduğu görevleri ihmal etmeye sebep teşkil ederse yerilir. Şayet Allah yolunda Yüce Allah'ın şu buyruğu ile amel etmek üzere cihad için kullanılacak olursa da övülür: "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar güç ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfal, 8/60). İlim adamları, "Atlara karşı duyulan üç türlü sevgi"den söz eden hadis-i şerife dayanarak şöyle derler: Kimi zaman atlar sahipleri tarafından Allah yo­lunda hazırlık olmak üzere bağlanıp beslenir. Bu maksatla yapanlar sevap alır­lar. Kimi zaman Müslümanlara karşı övünmek kasdıyla bağlanıp beslenir; bu gibi atlar sahipleri için günah sebebidir. Kimi zaman da atlar iffetini korumak, neslini muhafaza etmek için olup Allah'ın bu atlardaki hakkı da unutulmaz. Bu şekilde at bağlayıp beslemek de sahibi için bir sitr (kötülükten korunma)dir. [42]

 

5- Davarlar:

 

Pek yakın zamana kadar davarlar insanların servetlerinin temelini teşkil ediyordu, geçimleri onlarla oluyordu. Bunlarla övünür, bunların çokluğu ile birbirleriyle yarışırlardı. Eğer davarların sahibi onları geçim kasdıyla saklarsa yapılan bu iş bir hayır olur, şayet övünmek ve riyakârlık kasdıyla saklarsa bu da kötü olur. [43]

 

6- Ekin ve Bitkiler:

 

Bu tip tarım ürünleri, çölde olsun şehirde olsun hayatın sürdürülmesi için lüzumludur. Buna duyulan ihtiyaç daha önce geçen bütün türlere duyulan ihti­yaçtan daha fazladır. Bunların sahibi bunlarla kullara faydalı olma kasdını gü­derse ecir alır. Eğer malını daha çok çoğaltmak, azıp şımarmak kasdını güder­se bu sefer bu, onun için kötü olur.

Arkasından Yüce Allah arzu duyulan bu altı grubu genel olarak nitelen­dirmektedir. Bunun sebebi ise dünyada kendilerinden faydalanılan bir meta ol­malarıdır. Güzel akıbet, yani ahiret hayatında güzel dönüş Allah nezdindedir. O bakımdan mümine düşen arzulanan ve sevilen bu şeylere aldanmamaktır. Mümin dünya hayatında geçim için mücerred bir araç haline getirmekle bunla­ra gereken itinayı (o çerçevede) gösterir ve bunlar onu ahirete doğru yolculu­ğunda dinî görevlerden alıkoymaz. Mümin her iki yurdun mutluluğu için çalı­şır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, bize dünyada da bir güzellik ver, ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru." (Bakara, 2/201). [44]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime, heva ve arzuların İslâm davetine tabi olmaktan alıkoyduğu, Muhammed (s.a.)'in çağdaşlarından Yahudi ve Yahudi olmayan kimselere bir azardır. Eğer insan kıyamet gününde Allah'ın hesabından kurtulmayı istiyor ise, yasak kılman şeylere karşı duyulan arzuların ayağı kaydına zeminlerin­den uzak durmalıdır. Çünkü arzu edilen şeylerin ardından gitmek cehenneme götürür ve bu helak edici bir sebeptir. Müslim'in Sahihi'nde Hz. Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Cennet hoş olmayan şeylerle çevrelenmiş, cehen­nem de arzu edilen şeylerle çevrelenmiştir." Yani cennet hoş olmayan şeyleri aş­mak ve onlara sabredip katlanmakla elde edilir. Cehennemden kurtulmak ise ancak arzu edilen şeyleri terk etmek ve nefsi bunlardan alıkoymakla kurtul­mak mümkün olabilir.

Ayet-i kerimede sözü geçen arzu edilen şeylerde aşırılık yahut ifrat baş gösterebilir veya bunlar dinî görevleri ifa etmekte kusurlu hareket etmeye se­bep teşkil edebilirler. Eğer bunlar, makul ve mutedil sınırlar çerçevesinde elde edilirlerse sahibi için vebal olmazlar. Eğer bunları hayır, korunmak, iffetini muhafaza etmek, Allah yolunda ve onun rızası uğrunda kullanmak kasdı güdülürse sevaba ve daha fazla ecir almaya sebep dahi olabilirler. İlim adamları der ki: Yüce Allah dört grup mal zikretmiştir. Bunların her bir türünü insan­lardan belli bir kesim mal diye alıp saklar. Altın ve gümüşü ticaretle uğraşan­lar mal edinir, güzel salma atları hükümdarlar mal edinir, davarları göçebeler mal edinir, ekini ise köylerde, kasabalarda yaşayanlar mal edinir.

Yüce Allah'ın, "Bunlar dünya hayatının faydalarıdır (metaldir)" buyruğu şunu göstermektedir. Bunlardan dünya hayatında faydalanılır, sonra bunlar gider ve elde kalmazlar. Bu, dünya hayatına rağbet etmemeye ve onu hakir görmeye, ahiret için çalışmayı da teşvik etmeye delildir. İbni Mace ve başkala­rının Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiklerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Şüphesiz ki dünya hayatı bir metadır (geçimliktir, menfaattir). Dünya metalan arasında ise saliha bir kadından daha üstün birşey yoktur." Yi­ne sahih hadiste sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünyalıkta zahit ol ki, Allah seni sevsin." Yani dünya metaından sayılan mev-kiye ve zorunlu ihtiyaçtan fazla olan mala pek rağbet etme. Tirmizî'nin el-Min-kam b. Madikerib'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ademoğlunun şu hususlar dışında bir hakkı yoktur: Oturacağı evi, avretini ör­tecek elbisesi ve kuru ekmek ile su."

Yüce Allah'ın, "Güzel dönüş yeri ise Allah nezdindedir" buyruğu ise dünya­nın geçiciliğine, önemsizliğine, buna karşılık ahirette Yüce Allah'ın huzuruna güzel bir şekilde dönmeye teşvike delâlet etmektedir. [45]

 

Dünyadan Ve Dünyanın Çekiciliklerinden Daha Hayırlı Olan Cennetler

 

15- De ki: "Size bunlardan daha hayır­lısını haber vereyim mi? Takva sahip­leri için Rableri nezdinde altında ır­maklar akan cennetler vardır. Orada ebedî kalıcıdırlar. Onlar için temizlen­miş zevceler ve Allah'tan bir rıza da vardır. Allah kullarını hakkıyla gören­dir."

16- Onlar ki, "Rabbimiz, biz iman ettik. Günahlarımızı bize bağışla ve bizi ate­şin azabından koru" diyenler;

17-  Sabredenler, doğru olanlar, itaat edenler, infak edenler, seher vakitle­rinde mağfiret dileyenlerdir.

 

İ'râb:

 

"Onlar ki... diyenlerdir" buyruğu Yüce Allah'ın, "Takva sahipleri için Rab­leri nezdinde..." buyruğundan bedeldir.

"Sabredenler..." buyruğunun takdiri, "Ben sabredenleri övüyorum" şeklin­dedir. Ya "Takva sahipleri için" ifadesinden bedeldir ya sıfat olur veya "Allah kullarını hakkıyla görendir" buyruğunda yer alan "kullarım, sıfatıdır. [46]

 

Belagat:

 

"Haber vereyim mi" buyruğu takrir için (söyletmek kasdıyla) yöneltilmiş sorudur.

"Bunlardan daha hayırlısını..." Burada haber verileceklerin şanını yücelt­mek ve onu bilmeye şevk uyandırmak üzere "hayır" kelimesi belirtisiz şekilde müphem bırakılmıştır.

"Takva sahipleri için Rableri nezdinde" buyruğunda "Rab" kelimesinin kullanılarak bunun takva sahiplerine ait olan zamire izafe edilmesi, Allah'ın onlara lütfunun fazlalığını ortaya koymak içindir. [47]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Size bunlardan" sözü geçen arzu duyulan şeylerden "daha hayırlısını ha­ber vereyim mi?" bildireyim mi?

"Takva sahihleri için", şirkten sakınanlar için "Rableri nezdinde..." her türlü kötülükten, ay halinden, nifastan "temizlenmiş zevceler, Allah'tan bir rıza da" pek büyük bir hoşnutluk da "vardır. Allah kullarını hakkıyla görendir." On­ları çok iyi bilir ve onların her birisine ameline göre karşılık verir.

"Onlar sabredenler" itaat üzere devam edip masiyetten uzak durmayı sür­dürenler, "doğru olanlar" imanlarında doğru olanlar. Doğruluk (sıdk) sözde, amelde ve sevgi gibi duygularda da söz konusudur, "itaat edenler", Allah'a itaat ve ibadeti sürdürenler, "seher vakitlerinde mağfiret dileyenlerdir" yani seher vakitlerinde namaz kılanlar. "Allah'ım, bize mağfiret buyur" diyenlerdir. [48]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu buyruklarda tafdil (üstün kılmak) ve tafsil (geniş açıklama) vardır. Bu buyruklar bizlere hayır ve hak yolda kullanılıp Allah'a karşı farz olan görevleri ihmale götürmediği takdirde, belli bir fazilet ve üstünlüğü ihtiva eden dünya­nın süs ve göz kamaştırıcı faydalarından daha faziletli olanı açıklamaktadır. Ayrıca Yüce Allah'ın, "Güzel dönüş yeri ise Allah nezdindedir." (Âl-i İmran, 3/14) buyruğundan neyin kastedildiğini de genişçe açıklamaktadır. Bu buyruk­ta şanının yüceltilmesi ve ona karşı şevkin uyandınlması için "neyin daha ha­yırlı olduğu" da müphem bırakıldıktan sonra bu Yüce Allah'ın, "Takva sahiple­ri için Rableri nezdinde... cennetler vardır" buyruğu ile açıklanmaktadır. [49]

 

Açıklaması

 

Onlara de ki, ya Muhammedi Kendilerine karşı arzu duyulan sözü geçen bütün bu türlerden daha hayırlısını size bildireyim mi? Burada dikkatlerin çe­kilmesi ve verilecek cevaba şevk uyandınlması için takrir! istifham kullanıl­mıştır. Daha sonra soruya cevap verilmektedir: Takva sahipleri için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır. Eksiklikler­den, hayasızlıktan, ayhali ve lohusalık gibi türlü rahatsızlıklardan tertemiz kı­lınmış zevceler vardır. Maddî ve bedenî olarak hissedilecek bu sonsuz nimet cennettir. Aynı zamanda onlar için ruhanî bir nimet de vardır ki, o da hiç bir noksanlığı bulunmayan Allah'ın rızasıdır. Bu, her türlü nimet ve maddî lezzet­ten daha büyük, daha kıymetlidir. Burada öncelikle kalınacak yer olan cennet­lerden söz edildi. Daha sonra cennette hasıl olacak arınmış, temiz kılınmış zev­celer ile tam bir ünsiyet söz konusu oldu. Arkasından da her şeyden daha bü­yük olan Allah'ın onlardan razı olması hususu zikredildi. Bütün bunlarla bede­nî lezzet ve Allah'ın ondan razı olacağı belirtilerek ruhanî sevinç gerçekleşmek­tedir.

"Takva sahipleri için Rableri nezdinde altında ırmaklar akan cennetler vardır" buyruğu sorunun cevabıdır ve yeni bir söz başlangıcıdır. Bunda arzu duyulan şeylerden daha hayırlı olanlar açıklanmaktadır. Bu arzu duyulan şey­ler ister yaratılmış sebepleri olan gerçek yer ve maksatlarında kullanılsınlar -ki bunlar insanların ihtiyaçlarının karşılanmasıdır- isterse de kötülükte kullanılarak şer ve fesat ile birlikte kullanılsınlar. Bu soru, "Ben sana alim yahut da pazarda doğru sözlü bir taciri göstereyim mi? O filan kişidir" demeye benzer.

Hem maddî mükâfat olan cennet ve zevceleri hem ruhî mükâfat olan Allah rızasını ihtiva eden bu ayet-i kerime, Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemekte­dir: "Allah iman eden erkeklere de iman eden kadınlara da içlerinde ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler vaad etmiştir. Bir de Adn cen­netlerinde hoş meskenler. Allah'ın rızası ise (hepsinden) daha büyüktür. İşte bu en büyük kurtuluştur." (Tövbe, 9/72); "... Ahirette ise çetin bir azap da vardır, Al­lah'tan bir mağfiret ve bir rıza da. Dünya hayatı ise bir aldanış metaından baş­ka bir şey değildir. (Hadîd, 57/20).

Daha sonra ayet-i kerimede, "Allah kullarını hakkıyla görendir" yani onla­rın durumlarından, gizledikleri sırlarından haberdar olandır buyrulmaktadır. O bakımdan her bir kişiye hayır ya da şer türünden ne kazandıysa ona göre karşılığı verilecektir. Bu buyrukta her bir insanın takva açısından kendi kendi­sini hesaba çekmesi gerektiğine bir işaret vardır. Takva görünürdeki şeylerle olmaz. Takva sahibi, Allah'ın kendisinin takvalı olduğunu bildiği kimsedir. Bu buyruk aynı zamanda hem bir vaad hem de bir tehdittir. Burada takva sahiple­rini de zikretmekte ve onların bazı niteliklerini söz konusu etmektedir.

Yüce Allah takva sahiplerinin niteliklerini aşağıda ifâde edildiği şekilde beyan etmektedir. Takva sahipleri der ki: Rabbimiz, gerçekten bizler Peygam­berlerine indirdiklerine sarsılmaz ve kalpte kökleşmiş bir iman ile inandık. Bütün amellerimiz bu imanın etkisiyle olmaktadır. Günahlarımızı ört, bizden cehennem azabmı uzaklaştır. Şüphesiz ki sen mağfireti bol Gafur, merhameti çok Rahîm'sin.

Aynı zamanda onlar itaatleri eda, masiyetleri terk etmek hususunda dire­nen sabırlı kimselerdir. Allah'ın kaza ve kaderine razıdırlar. Şüphe yok ki sabır iradeyi güçlendirir. İnsanı heva, arzu ve münkerler işleyerek ayağının kayma­sından korur.

Aynı zamanda onlar imanlarında, sözlerinde, fiillerinde sadık olanlardır. Övülmeye değer ve üstün bir ahlâk ile bunu ortaya koyarlar. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "O sıdk ile gelen ve onu tasdik eden (ler var ya) onlar takva sahiplerinin ta kendileridir. Onlar için Rablerinin yanında diledikleri şeyler vardır. İşte bu ihsan edenlerin (iyilik yapanların) mükâfatıdır." (Zümer, 39/33-34).

Bunlar aynı zamanda devamlı huşuyla itaat eden, Allah'a yalvarıp yaka-ran kimselerdir. Mallarını Allah yolunda farz ve müstehap olmak üzere infak ederler. Gecenin son vakitlerinde teheccüt kılarak seherlerde mağfiret dileyen­ler, Allah'tan affedilmeyi, kendilerinden razı olmayı isteyerek dua edenlerdir. Allah'tan mağfiret dilemek, istenen bir şeydir. Mağfiretle birlikte samimi bir tevbe ve dinî sınırlarına uygun bir amel gereklidir. Masiyeti sürdürmekle bir­likte dille mağfiret dilemek yeterli değildir. Masiyetini sürdürmekle beraber günahından mağfiret dileyen bir kimse Rabbiyle alay eden kimse gibidir.

Mağfiret dilemek için en faziletli şekil Buharî'nin naklettiğine göre Pey­gamber (s.a.)'in ifadesi ile şöyledir: Peygamber (s.a.) buyurdu ki: Mağfiret dile­menin başı şu duadır:

"Allah'ım benim Rabbim sensin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın, ben senin kulunum. Gücüm yettiğince sana olan ahdim üzereyim. Yaptıklarımın kötülüklerinden sana sığınırım. Senin benim üzerimdeki nimet­lerini ve benim de işlediğim günahlarımı itiraf ediyorum. Günahları senden başka bağışlayacak kimse yoktur." [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İnsan çoğunlukla gelip geçici sınırlı bir zamanı göz önünde bulundurur. O uzak geleceğe pek bakmaz. Daimi, kalıcı olan ile geçici arasmda pek karşılaş­tırma yapmaz. Bundan dolayı doğru düşünmeden ve dosdoğru yürümeden ay­rılmamak hususunda aklın en büyük yardımcısı Kur*an-ı Kerim'dir. Ebedî ve kalıcı olan, elbette'çabucak gelip geçenden daha üstündür. İşte bu ayet-i keri­me de bundan önceki ayetle insan için daha uygun olanı açıklamak üzere bir karşılaştırma yapmakta, dünyayı terk eden, ondan yüz çeviren kimseler için bir teselli vermekte ve ruhlarına güç katmaktadır.

Bu ayet ile ondan önceki buyruklar, Hz. Peygamberin şu hadis-i şerifine benzemektedir: "Kadın dört şey için nikahlanır: Malı, şanı şerefi, güzelliği ve di­ni dolayısıyla. Elleri hayırla dolasıca, sen dindar olanı alarak zafere kavuş." [51]

Dünyadan, dünyada arzu duyulan şeylerden, dünyadaki her şeyden daha hayırlı olan ise ebedilik cennetleri, onlarda bulunan el-hûrul-în ve ebedî kılın­mış çocuklar (el-vıldânu'1-muhalladûn) gibi katıksız metalardır. Hûrul-în'den, dünya kadınlarında gerek yaratılış gerek huy itibarıyla görülen kusurlardan uzak ve tertemiz kılınmış zevceler diye söz edilmektedir. Aynı zamanda bu Yü­ce Allah'ın razısına nail olmaktır da. Bu ise takva sahibi kimselere göre ahiret yurdundaki bütün nimetlerin en büyüğüdür. Cennetlikler cennete girdiklerin­de Yüce Allah onlara şöyle soracaktır: "Size daha fazla bir şey vermemi istiyor musunuz? Onlar "Rabbimiz, bundan daha fazla şey ne olabilir" derler. Yüce Al­lah şöyle buyurur: "Benim rızam. Artık bundan sonra ebediyyen size gazap et­meyeceğim." [52]

Cennetlerle birlikte ilâhî rızaya nail olmaktan söz edilmesi cennet ehlinin derece derece olacaklarına bir işarettir. Tıpkı cehennemliklerin aşağı doğru ba­samak basamak inen konumlarda (derekâtta) olacakları gibi. Cennet ehlinden kimisi maddî, dünyevî zevk verici şeyleri arzular. Kimisinin idraki ise daha yükseğe çıkarak, Rabbine daha yakın olmak için büyük bir arzu duyar, bir gay­ret sarf eder, Rabbinin rızasını temenni eder ve bunu onun dışında kalan her şeyden üstün tutar.

Takva sahiplerinin dualarında yer alan "iman ettik" sözünden kasıt, masi-yetlerin terk edilmesi, salih amellerin işlenmesi gibi etkileri ortaya çıkan sahih imandır. Çünkü iman, itikat, söz ve ameldir.

Ayet-i kerime takva sahiplerinin niteliklerini de açıklamaktadır. Bunlar ise iman, sabır, sıdk, kunût (huşu duymak, itaat etmek), Allah yolunda infak etmek, seher vakitlerinde Allah'tan mağfiret dilemektir. Bu ise gecenin son va­kitlerinde namaz kılmak yani teheccüt kılmaktır.

Mağfiret dilemek de takva sahiplerinin nitelikleri arasındadır. Seher vakit­lerinde mağfiret dileyenler namaz kılar ve mağfiret dilerler. Özellikle seher vak­tinden söz edilmesi duanın seher vaktinde kabul edilme ihtimalinin yüksek ol­ması ve hatta duanın kabul edilme vakti olması dolayısıyladır. Peygamber (s.a.) Hz. Cebrail'e sorar: "Acaba benim duam gecenin hangi vaktinde kabul edilir?" Hz. Cebrail şöyle der: "Bilemiyorum, şu kadar var ki seher vaktinde Arş sarsılır."

Seher ise gecenin bitmesine doğru başlar, tan yeri ağarmcaya kadar de­vam eder. Gecenin son altıda biri olduğu da söylenmiştir. Bundan daha da sa­hih olanı hadis imamlarının Ebu Hureyre'den yaptıkları şu rivayettir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Aziz ve celil olan Allah her gece, gece­nin ilk üçte biri bittikten sonra dünya semasına iner. Buyurur ki: Ben Melik olanım, ben Melik olanım. Bana kim dua eder, onun duasını kabul edeyim. Benden kim dilekte bulunur, ona istediğini vereyim. Benden kim mağfiret diler, ona mağfiret vereyim. Ve tan yeri, ağarıncaya kadar bu öyle sürüp gider." [53]

Nesaî'nin kaydettiği rivayet de seher vaktine açıklık getirmektedir. Ebu Hu-reyre ve Ebu Said'den gelen rivayete göre şöyle buyrulmuştur: "Aziz ve celil olan Allah gecenin ilk yarısı bitinceye kadar mühlet verir..." Abdullah b. Ömer de gece­leyin bir miktar namaz kıldıktan sonra Nafi'ye seher vakti geldi mi? diye sorar, O evet, dedi mi sabah olana kadar dua ve Allah'tan mağfiret dilemeye yönelirdi. [54]

İstiğfar ise, kalbin huzur ve şuuruyla birlikte dille mağfiret istemektir. Çünkü Yüce Allah gafil ve oyalanan, kendisinden yüz çeviren bir kalbe sahip olanın duasını kabul buyurmaz. [55]

 

Allah'ın Vahdaniyeti, Adaletli Uygulaması Ve Allah Tarafından Kabul Edilen Din

 

18-  Allah kendisinden başka hiç birilâh olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de bunu ikrar etmişlerdir. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Azîz'dir, Hakîm'dir.

19- Şüphesiz Allah nezdindeki din İs­lâm'dır. Kendilerine kitap verilenler ancak kendilerine ilim verildikten son­ra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın ayetleri­ni inkâr ederse muhakkak Allah hesa­bı pek çabuk görendir.

20-  Eğer seninle tartışırlarsa de ki: "Ben ve bana uyanlar kendimi Allah'a teslim etmişimdir." Kendilerine kitap verilenlerle ümmîlere de de ki: "Siz de İslâm'a girdiniz mi?" Eğer İslâm'a gi­rerlerse hidayet bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirirlerse artık sana düşen an­cak tebliğdir. Allah kullan çok iyi gö­rendir.

 

İ'râb:

 

"Muhakkak Allah hesabı pek çabuk görendir" buyruğu, muhakkak Allah onların hesabını pek çabuk görendir, takdirindedir. "Siz de İslâm'a girdiniz mi?" buyruğu lafız itibariyle soru olmakla birlikte, kasıt emirdir; yani, "İslâm'a giriniz" demektir. Tıpkı "vazgeçtiniz mi?" buyruğunun "Bu işten vazgeçin" anla­mına gelmesi gibi. [56]

 

Belagat:

 

"Şüphesiz Allah nezdindeki din İslâm'dır." Bu cümlenin başındaki kelime (olan din), "ed-din" şeklinde, sonundaki kelime olan "İslâm" da el-İslâm şeklin­de marife olarak gelmiştir. Bu ise hasr ifade eder. Yani İslâm dışında din yok­tur, demektir.

"Kendilerine kitap verilenler..." Kitap Ehli'nden bu şekilde söz edilmesi, on­ların hallerinin çirkinliğini, kötülüğünü daha ileri derecede ifade etmek içindir.

"Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse muhakkak Allah..." buyruklarında lafza-i celâlin açıktan zikredilmesi ruhlarda, Allah'ın yüceliğini ve kalplere ilâ­hî korkuyu yerleştirmektedir.

"Ben ... kendimi Allah'a teslim etmişimdir" buyruğunda bütünü anlatmak üzere "vech=yüz" tabiri kullanılması mecaz-ı mürseldir. Çünkü cüz (belli bir parça) kullanılmış, bütün (vücut) kastedilmiştir. [57]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah kendisinden başka hiçbir ilâh" yani kendisinden başka hak ile ken­disine ibadet edilecek varlık aleminde bir kimse "olmadığını, adaleti ayakta tu­tarak" yani dinde, şeriatta ve kâinatta adaletle "açıkladı." Ayet-i kerimede (açıkladı anlamında) "şahitlik etti" cümlesi kullanılmıştır. Şahitlik ise bilgi ile birlikte haber vermek, açıklamaktır. Açıklamak ise ya maddî müşahede ile olur veya manevî müşahade ile olur ki, bu da delil ve belge ile gerçekleşmektedir. Burada kasıt ise Yüce Allah yaratıklarına delillerle, ayet ve tartışılmaz kesin belgelerle bunu açıkladı, demektir. [58]

"Ondan başka hiçbir ilâh yoktur" buyruğu tekit olmak üzere ikinci bir defa tekrar edilmiştir. O mülkünde mutlak galip olan "Azîz'dir", yaptıklarında hik­meti sonsuz olan "Hakîm'dir."

"Şüphesiz Allah nezdindeki din İslâm'dır." Dinden kasıt millet ve şeriattır. Yani Allah tarafından razı ve hoşnut olunan din İslâm'dır. Bu din, tevhid esası üzerinde kurulu rasullere gönderilmiş bulunan şeriattır.

"Kendilerine kitap verilenler" Yahudiler ve Hristiyanlar "ancak kendilerine ilim" tevhid bilgisi "verildikten sonra aralarındaki kıskançlıktan" veya kâfirle­rin zulmünden "dolayı ihtilâfa düştüler." Yahudiler ve Hristiyanlar kimisi tev­hidi kabul ederek, kimisi inkâr ederek anlaşmazlığa düştüler.

"Eğer seninle tartışırlarsa" yani ya Muhammed, din hususunda seninle davalaşırlarsa "ben ve bana uyanlar kendimi Allah'a teslim etmişimdir." Ben ona bağlanmışımdır, de. Burada kişinin kendisini kastetmek üzere "vech=yüz" tabirinin kullanılması yüzün şerefi dolayısıyladır. Yüz, Allah'a bu şekilde tes­lim edildiğine göre, sair organların böyle bir teslimiyete söz konusu olmaları daha da önceliklidir.

"Kendilerine kitap verilenler" Yahudiler ve Hristiyanlardır. "Ümmîler" ise müşrik Araplardır.

"Siz de İslâm'a girdiniz mi?" yani İslâm'a giriniz demektir. "Sana düşen ancak tebliğdir" yani sana verilen, risaleti onlara açıklamaktır. "Allah kulları çok iyi görendir." yani amellerinden haberdardır. Ona göre onlara karşılık verir. Bu ise savaşa emretmek kabilinden bir buyruktur. [59]

 

Nüzul Sebebi

 

Resulullah (s.a.) Medine'ye geldikten sonra durumu açığa çıkıp etrafa ya­yılınca Şam (Suriye) halkı hahamlarından iki haham huzuruna geldiler. Medi­ne'yi gördüklerinde biri ötekine, "Bu şehir son zamanda çıkacak peygamber şehrinin niteliklerine ne kadar da benziyor" dedi. Resulullah (s.a.)'ın huzuruna girdiklerinde sıfat ve özellikleriyle onu tanıdılar. İkisi de Hz. Peygambere, *Sen Muhammed misin?" dediler. O, evet dedi. Sonra "Sen Ahmed misin? dediler. O evet dedi. Bunun üzerine, "Biz sana bir şahitliği soracağız. Eğer sen olduğu gi­bi onu haber verirsen sana iman eder, seni tasdik ederiz" dediler. Resulullah (s.a.) onlara, "Sorunuz" deyince şöyle dediler: "Allah'ın kitabındaki en büyük şahitliğin hangisi olduğunu bize haber ver." Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı (şa­hitlik etti), melekler de ilim sahipleri de." buyruğunu indirdi. Her ikisi de bu­nun üzerine Müslüman oldular ve Resulullah (s.a.)'ı tasdik ettiler. [60]

 

Açıklama

 

Şanı Yüce Allah bütün insanlara vahdaniyetini, afak ve enfüste (iç ve dış dünyalarında) bulunan tekvin! ve tasarrufi (yaratma ve tasarrufunun) delâlet­leri ile açıklayıp beyan etti. Melekler de bu gerçeği rasullere bildirdi ve apaçık bilgiyle desteklenmiş şahitlikte bulundular. İlim ehli de bu şekilde haber verdi­ler, bunu açıkladılar ve delil ve belgeler eşliğinde şahitlik ettiler. Bu, böyle bir konumda ilim adamlarının oldukça büyük bir özelliğini ortaya koymaktadır, el-A'meş der ki: Ben de Allah'ın şahitlik ettiği şeye şahitlik ederim. Bu şahitliğimi Allah'a emanet olarak tevdi ediyorum. Bu, Allah nezdinde benim bir emane-timdir.

Akaid, ibadetler, adab ve ameller ile kâinatta ve yaratıklar arasında bü­tün hallerde adaleti ayakta tutandır bu. Adaletin niteliklerinden bir tanesi de Yüce Allah'ın aşağıdaki ve benzeri diğer buyruklarında vurgulandığı gibi hü­kümlerde adaleti hak ile emir Duyurmasıdır: "Muhakkak Allah adaletle ve iyi­likle emreder." (Nahl, 16/90); "Bir de insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz." (Nisa, 4/58).                                                      

Yüce AllSh indirdiği şeriatında da, kâinattaki uygulamalarında da adil olandır. Çünkü O, kâinat düzenini sapasağlam yapmış, maddî ve ruhî güçler arasında, insan ve yaratıcısı arasındaki hükümlerde, fert ile toplum, insan ile insan, herhangi bir toplumdaki insan grupları arasında, zengin ve fakir arasın­da ve buna benzer karşılıklı taraflar arasında son derece hassas bir denge kur-> muştur.

Daha sonra Yüce Allah, "Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Azîz'dir, Ha-kîm'dir" buyruğu ile ulûhiyette tek ve eşsiz olduğunu bir daha pekiştirmekte­dir. Azîz, asla yenik düşürülemeyen, güçlü, kudreti kâmil, azamet ve kibriyası en yüce olandır. Hakîm ise sözlerinde, fiillerinde, şeriat ve kaderinde olsun her şeyi en doğru ve en uygun yerine koyan demektir.

Daha sonra Yüce Alah ilk insandan kıyamet gününe kadar kulları için be­ğenip seçmiş olduğu dini söz konusu etmektedir. Bu ise yalnızca İslâm dinidir. Bu, Yüce Allah tarafından insanlardan İslâm dışında başka bir dinin kabul ol­madığını haber vermektedir. İslâm ise, Muhammed (s.a.) ile nübüvvet kapısı kapanıncaya kadar her zaman Allah'ın peygamberleriyle gönderdiklerine tabi olmak; yani peygamberlerin ve rasullerin getirmiş olduğu din ve şeriatlara uy­maktır. Peygamberlerin risaletleri fert hükümlerde bir takım farklılıklar gös­terse bile, asıllarda ve dinin özünde aralarında ayrılık olmamıştır. Bu ise tev-hid, barış ve her hususta adalettir. Muhammed (s.a.)'in belli bir din ile gönde­rilmesinden sonra Yüce Allah'ın huzuruna o dinin şeriatından başka bir şeri­ata uyarak çıkan kimsenin bu dini ondan asla kabul olunmayacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, ahirette zarara uğrayanlardan olacaktır." (Âl-i İmran, 3/185).

İslâm barış, esenlik, Allah'a itaat edip boyun eğmek demektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İyilik yaparak İbrahim'in hanif dinine uyup kendisini Allah'a teslim eden kimseden dini daha güzel kim olabilir?" (Nisa, 4/125).

Dinin teşri Duyurulmasında iki hedef gözetilmektedir: İtikadın tashih edil­mesi, ulûhiyet ve rububiyetin yalnızca Allah'a tahsis edilerek nefislerin Allah'a ve insanlara karşı ihlâslı niyetler ve salih ameller ile ıslah edilip düzeltilmesi.

Daha sonra Yüce Allah, Kitap Ehli'nin (Yahudi ve Hristiyanlann) kendile­rine peygamber gönderildiğini, peygamberlere kitaplar indirildiğini, Muham­med (s.a.)'in peygamberlerin sonuncusu ve ellerinde bulunan kitaplarda müj­desi verilen kimse olduğuna dair delillerin ortaya konmasından sonra anlaş­mazlığa düştüklerini haber vermektedir. Yüce Allah (Hz. Peygamberin pey­gamberliği ile ilgili olarak) şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine Kitab'ı verdikle­rimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146).

Bunun sonucunda din uğrunda birbiriyle savaşan gruplara, mezheplere ayrıldılar. Peygamberliğine ve dinin anlaşmazlığa yer vermeyen bir ve tek ol­duğuna dair kesin bilgi geldikten sonra onlar ayrılığa düştüler. Bu ayrılığa düşmelerinin tek sebebi ise birbirlerine karşı haksızlık yapmaları ve kin duy­malarıdır. Bu ise aralarında ayrılığın baş göstermesine sebep olmuştur. Mu­hammed (s.a.) hakkında görüş ayrılıkları ise ona karşı duydukları kıskançlık ve kendi aralarındaki çekememezlik, dünyaya ve dünyadakilere karşı tutkula­rıdır.

Kısacası onların hak dinin aslı ile Muhammed (a.s.)'in peygamberliği hak­kındaki ayrılıkları, birbirlerine karşı çekememezlikleri, birbirlerini kıskanma­ları, birbirlerine buğzetmeleri ve sırt çevirmeleri şeklinde olmuştur. Böylelikle hak olsa dahi biri diğerinin bütün söz ve fiillerine muhalefet etti.

Daha sonra Yüce Allah, enfüs ve afaktaki tekvini ayetlerini, dine ve din birliğine bağlanmayı gerektiren Kitabında indirmiş olduğu buyruklarını inkâr edenleri tehdit etmektedir. Allah bu şekilde davrananların bu davranışını ceza­landıracaktır. Yalanlamasından dolayı onu hesaba çekecektir. Kitabına ayları düştüğü için de o kişiyi cezalandıracaktır.

Daha sonra Yüce Allah, Kitap Ehli'nin ve başkalarının tevhide dair tartış­malarını kafî bir sonuca bağlayarak şöyle demektedir: Eğer Kitap Ehli veya başkaları tevhid ehli hakkında seninle tartışacak olurlarsa de ki: Ben ibadeti­mi yalnızca Allah'a halis kılıyorum. O'nun hiçbir ortağı yoktur, eşi benzeri yok­tur. O'nun çocuğu da yoktur, zevcesi de yoktur. Bu benim de kabul ettiğim, di­nim üzere bana uyan müminlerin de kabul ettiği bir ilkedir. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah'a basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da (böyle)." (Yusuf, 12/108). Allah'ın V3tf\\ğma ve birliğine dair deliller ortaya konulduktan ve sapıkların şüpheleri çürütüldükten sonra böyleleriyle tartışmanın bir faydası yoktur.

Daha sonra Yüce Allah, kulu ve rasulü Muhammed (s.a.)'e yoluna, dinine, şeriatına girmeye, Allah'ın kendisi ile gönderdiklerini kabul etmeye çağırmak­ta, Kitap Ehlini ve Arap müşriklerini davet etmesini ve onların İslâm'a girme­leri için uğraşmasını emretmektedir. Eğer İslâm'a girerlerse dosdoğru yola ile­tilmiş, sapıklığı terk etmiş olurlar. Şayet senin kendilerinden yapmalarını iste­diğin itiraftan yüz çevirirlerse bunun sana bir zararı da olmaz. Çünkü sana dü­şen tebliğden başkası değildir. Allah ise kullarından haberdardır, onların duru­munu da çok iyi bilir. Kimin hidayeti, kimin de sapıklığı hak ettiğini çok iyi bi­lir. O buna göre onları hesaba çekecek, buna göre amellerinin karşılığını vere­cektir. [61]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

18. ayet-i kerimenin konusu Yüce Allah'ın vahdaniyetini, Allah'ın afak ve enfüste açıklamış olduğu tekvini delillerle indirmiş olduğu ayetleriyle ispat et­mektir. Melekler ve ilim adamları da bunu haber verip açıklamışlardır. Kurtu-bî der ki: Ayet-i kerime, ilmin faziletine, ilim adamlarının da şeref ve üstünlük­lerine delildir. Eğer ilim adamlarından daha şerefli bir sınıf bulunsaydı, Yüce Allah onları da kendi ismi ve meleklerinin ismiyle birlikte zikrederdi; tıpkı ilim adamlarının ismini birlikte zikrettiği gibi. Bunu yüce Allah'ın Resulullah (s.a.)'a vermiş olduğu ilmini artırma talebinde bulunmasını emrettiği şu buyru­ğu da tekit etmektedir: "De ki, Rabbim ilmimi artır." (Tâ-Hâ, 10/114). Sünen'&e yer alan hadiste de, "İlim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır" buyrulmak-tadır. Yine Hz. Peygamber, "İlim adamları Allah'ın yaratıkları üzerindeki eminleridir" [62] buyurmuştur. İşte bu ilim adamları için çok büyük bir şereftir ve dinde yerlerinin çok önemli olduğunu ortaya koymaktadır. [63] Enes (r.a.) de Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim Yüce Al­lah'ın, "Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de ilim sahipleri de. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur Azîz'dir, Hakîm'dir" buyruğunu uyuyacağı vakit okursa Allah onun için kıya­met gününe kadar kendisine mağfiret dileyecek yetmiş bin melek yaratır."

19. ayet-i kerime ise Allah nezdinde beğenilip razı olunan dinin yalnızca İslâm olduğunu ilân etmektedir. İslâm ise, Allah'a iman, emirlerine itaat et­mektir ve bütün peygamberler tarafından ittifakla bildirilen nizamın adıdır. Dinde bir takım farklılıklar ve ayrılıklar ise aralarındaki kıskançlık ve zulüm sebebiyle o peygamberlere tabi olan ve uyanlar tarafından çıkartılmıştır. Buna göre ayet-i kerimeden maksat, dindeki anlaşmazlık ve ayrılıkları bir kenara atmak, dinde çeşitli grup ve mezheplere ayrılmaktan, dağılmaktan uzak dur­maktır. Çünkü Kitap Ehli'nin Muhammed (s.a.)'in nübüvveti ile ilgili olarak ayrılıkları, gerçekleri bilmelerine rağmen olmuştu. Onlar kıskançlıkları ve dünyaya talip oldukları için bu ayrılıklar aralarında baş göstermişti. Kitapları Hz. Peygamberin niteliğini açıklamış, Allah'ın tek bir ilâh olduğunu beyan et­miş, bütün insanların O'nun kulu olduğunu bildirmiştir. O bakımdan doğru iman sahibi kimselerin ayrılıkları, anlaşmazlıkları bir kenara atmaları, Allahü tealâ'nın vahdaniyetine itikat edip Muhammed'in risaletini tasdik etmek sure­tiyle tekrar birliğe ve dine tabi olanlar arasında ittifaka geri dönmeleri gerekir­di.

Bu ve benzeri ayet-i kerimeler, Hz. Peygamberin bütün insanlara peygam­ber olarak gönderildiğinin, onun risaletinin genelliğinin en açık delilleri ara­sındadır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de ve sünnette birden çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif de bu gerçeği göstermektedir. Bunlardan bir tanesi Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: Ey insanlar! Ben Allah'ın size, hepinize gönderdiği ra-sulüyüm." (A'raf, 7/158). Yine şu ayet-i kerime bu kabilden buyruklar arasında yer alır: "Bütün âlemlere uyarıcı olmak üzere kulu (Muhammed) üzerine Fur-kan'ı indirenin (Allah'ın) şanı ne yücedir." (Furkan, 25/1).

Buharî, Müslim ve diğerlerinde mütevatir olarak sabit olduğuna göre, Hz. Peygamber gönderdiği mektuplarla değişik yerlerdeki hükümdarları ve insan­ların değişik kesimlerini Allah'ın yoluna çağırmıştır. Araplanyla, Acemleriyle, Kitap Ehliyle, müşrikleriyle bu hususta aralarında fark gözetmemiştir. Bunu Yüce Allah'ın bu konudaki emrini yerin getirmek için yapmıştır. Müslim'in ve Abdurrezzak'ın Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nefsim elinde olana yemin ederim, Yahudi veya Hristiyan olsun, bu ümmetten (yani kendilerini davet etmekle emrolunduğum kimselerden) her­hangi bir kimse beni işitir de benimle gönderilene iman etmeksizin ölürse mut­lak cehennem ehlinden olur." Yine Hz. Peygamber kendisinden sabit olan ha­dis-i şerifte, "Ben kırmızıya da siyaha da peygamber olarak gönderildim" bu­yurmuştur.

Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Hz. Cabir'den rivayet ettiklerine göre, Hz. Peygamber "Peygamber önceden kendi kavmine özel olarak gönderilirken ben bütün insanlara genel olarak gönderildim" diye buyurmuştur. Buharî'nin Hz. Enes'ten rivayet ettiğine göre Yahudi bir delikanlı Resulullah (s.a.)'ın abdest suyunu koyar, ona nalınlarını takdim ederdi. Bu delikanlı hastalandı, Resulullah (s.a.) onun hasta yattığı yere gitti. Babası da baş ucunda oturuyor­du. Resulullah (s.a.) ona, "Ey filan, la ilahe ilallah de" dedi. Delikanlı babasına baktı. Babası sustu. Peygamber (s.a.) ona aynı sözü tekrar etti, o yine babasına baktı, babası ona, "Ebul-Kasım'a itaat et" deyince delikanlı "Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve senin Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik ederim." de­di. Peygamber (s.a.), "Benim vasıtamla birisini cehennemden çıkartan Allah'a hamdolsun" diye buyurdu. [64]

 

Peygamberleri Öldürmenin Cezası

 

 21- Allah'ın ayetlerini inkâr edenlere,  peygamberleri haksızca öldürenlere ve  insanlar arasında adaletle emredenleri  öldürenlere elim bir azabı müjdele.

 22- İşte onlar, ameUeri dünyada da ahi- rette de heder olmuş kimselerdir. On- ların hiç bir yarcümcüan da yoktur.

 

Belagat:

 

"Elim bir azabı müjdele." Burada kötü şey hakkında "müjdelemek" tabiri kullanılmıştır. Halbuki müjde, asıl itibariyle hayırlı bir haber hakkında kulla­nılır. Bu kullanılışın sebebi ise onlarla bir çeşit alay etmektir. Buna "tehekkü-mî üslûp" adı verilir. Yüce Allah'ın, "Münafıklara elim bir azabın olduğunu müjdele." (Nisa, 4/138) buyruğunda olduğu gibi. Bu buyrukta korkutma (inzar) müjdeymiş gibi ifade edilmektedir. [65]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın ayetlerini inkâr edenlere" Burada kasıt özellikle Yahudilerdir. "peygamberleri haksızca" yani kendilerince öldürülmeyi gerektiren bir şüphe dahi bulunmaksızın."öZdürenZere, insanlar arasında adaletle emredenleri öldü­renlere" Bunlar da Yahudilerdir. Süyutî'nin naklettiğine göre Yahudiler 43 tane peygamber öldürmüşlerdir. Abit olanları arasından 73 kişi peygamberleri öl­dürmemelerini söyledikleri için, aynı günde onları da öldürmüşlerdir, "elim bir azabı" yani can yakıcı bir azabı "müjdele" yani onlara bildir.

"İşte onlar amelleri" sadaka, akrabalık bağını gözetmek gibi hayır kabilin­den yaptıkları "dünyada da ahirette de heder olmuş" boşa çıkmış "kimselerdir."

"Onların hiç bir yardımcıları" onlara yapılacak azabı önleyici kimseleri 'yoktur." [66]

 

Nüzul Sebebi

 

Ebu Abbas el-Müberred der ki: İsrailoğullarma mensup bazı kimseler var­dı. Peygamberler gelip onları Allah yoluna davet ettiler, onlar da peygamberle­ri öldürdüler. Daha sonra aralarından mümin bazı kimseler kalkıp onlara İs­lâm'a girmelerini emrettiler, onları da öldürdüler. İşte bu ayet-i kerime onlar hakkında nazil olmuştur.

Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'ın da rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İsrailoğullan sabahın bir saatinde kırk üç peygamber öldürdü­ler. İçlerinde abit olanlardan yüz on iki kişi kalkıp onlara marufu emrettiler, münkerden alıkoymak istediler. Ancak hepsi de aynı günün akşamı öldürüldü­ler." İşte bu ayet-i kerimede Yüce Allah'ın söz konusu ettiği bunlardır. Bunu el-Medenî ve başkaları zikretmiştir. Bu ayet-i kerime buna göre Peygamber (s.a.)'in döneminde yaşayan Yahudilere bir tehdit olmak üzere gelmiştir. [67]

 

Açıklaması

 

Bundan önceki ayet-i kerimeler onlara kesin delilin gelmesinden sonra, aralarında çıkan kıskançlık ve çekememezlik dolayısıyla Kitap Ehli'nin anlaş­mazlığa düşmelerini açıklamakta ve Kitap Ehli ile müşriklerin Resulullah (s.a.)'a karşı tartışmalarını konu edinmekte idi. Daha sonra burada Yahudile­rin peygamberlere karşı tutumlarını söz konusu etmektedir. Bu peygamberler­den birisi de Muhammed (s.a.)'dir. Aynı şekilde ayetin nüzul döneminde onu da öldürmeye kalkışmışlardı. Yahudilerin bu tavırlarını aşağıdaki şekilde açıkla­mak mümkündür: Kitaplarında Allah'ın ayetlerini tanımış olmakla birlikte, o ayetleri inkâr eden ve herhangi bir şüphe dahi olmaksızın tamamen haksız ye­re, suçsuz olarak Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya (ikisine de selâm olsun) gibi pey­gamberleri, yalnızca risaleti tebliğ ettikleri, hakkı açıkladıkları için öldüren; insanlara adalet ve doğruluğu emreden, iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışan bir irşat bakımından mertebeleri peygamberlerden sonra gelen bu gibi hikmet sahibi kimseleri öldürenlere dünyada da ahirette de acıklı bir azabın müjdesini, haberini ver. Bu çirkin suçları işleyen, sapıklıkta alabildiğine aşırı­ya gitmiş olan bu kimselerin dünyada da ahirette de amelleri boşa çıkmıştır. Allah'ın intikamına ve azabına karşı ahirette kendilerine destek verecek yar­dımcıları yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün malın da çocukların da faydası olmayacaktır." (Şuara, 26/88).

Önceki Yahudilerden haber verilip, Peygamber (s.a.)'e çağdaş olan Yahudi­lere bu küfür ve inkârın nispet ediliş sebebi, onların da bu işlerden razı olmala­rıydı. Hatta onlar da fesat ve sapıklıkta alabildiğine ileri giderek atalarının yaptıklarının benzerini Resulullah (s.a.)'ı öldürmek istemekle yapmaya kalkış­mışlardır. [68]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime oldukça tehlikeli bir takım olaylara, Yahudilerle ve başkala­rıyla ilgili önemli bir takım hükümlere delâlet etmektedir:

1- Yahudiler peygamberleri, hükemayı (alim ve bilgeleri) veya ilim adam­larını öldürmüşlerdir. Bunlar Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerin kendilerine tebliğ ettiği şeriatları inkâr etmişlerdir. Bunu da peygamberlere karşı büyükle-nerek, inat ederek, hakka karşı büyüklük taslayarak, hakka uymayı kendi büyüklüklerine yedirmeyerek yapmışlardır. Allah da bu günahları sebebiyle onla­rı yermektedir.

2- Marufu emredip münkerden sakındırma vazifesi önceki ümmetler ara­sında da farz idi. İşte risaletin ve nebevî hilâfetin faydası budur. el-Hasen der ki: Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim marufu emreder yahut münker­den alıkoyarsa işte bu, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir, Rasulünün halifesidir, Kitabının halifesidir."

Yüce Allah marufu emredip münkerden alıkoymayı müminlerle münafık­lar arasında ayırt edici bir özellik olarak ortaya koymaktadır: "Münafık erkek­lerle münafık kadınlar birbirlerindendirler. Münkeri emreder, maruftan alıkoyarlar." (Tevbe, 9/67). Daha sonra ise şöyle buyurmaktadır: "Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. Marufu emreder, münkerden alıko-yarlar." (Tevbe, 9/71). İşte bu müminlerin en belirgin özellikleri arasında, ma­rufu emredip münkerden alıkoymanın yer aldığını göstermektedir. Bunun başı ise İslâm'a davet etmek ve bu uğurda mücadele etmektir.

Marufu emredip münkerden alıkoyma ilkesi ile alâkalı bir takım hüküm­ler daha vardır:

a) Münkerden yasaklayan kimsenin adil (yani büyük günahlardan kaçı­nan, küçük günahlar üzerinde ısrar etmeyen) bir kimse olması şart değildir. Çünkü marufu emredip münkerden alıkoymak, bütün insanlar hakkında genel bir hükümdür.

b) İbni Adil-Berr'in naklettiğine göre değiştirmeye gücü yettiği halde de­ğiştirmekten dolayı eziyet görmeyip kınamadan başka birşey ile karşılaşmaya­cak kimselerin münkeri değiştirmelerinin farz olduğu üzerinde Müslümanlar icma etmişlerdir. Kınamayı aşmayan bir tepkiyle karşılaşması, onun mürkeri değiştirmekten uzak durmasını gerektirmez. Şayet değiştiremiyor ise diliyle, buna da gücü yetmiyor ise kalbiyle değiştirmeye çalışmalıdır. Bundan fazlası ile yükümlü değildir. Eğer kalbiyle değiştirmeyi temenni eder, tepki gösterirse, bundan başkasını yapmak da elinden gelmiyorsa üzerine düşeni yerine getir­miş olur. Bu ilke ve bunu uygulama aşamaları ile ilgili hadis-i şerifler gerçek­ten pek çoktur. Şu kadar var ki bu hadis-i şerifler "güç yetirmek" ile kayıtlıdır­lar.

Hadis imamlarının Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sizden kim bir mün-ker görürse onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle, yine gücü yetmezse kal­biyle. Bu ise imanın en zayıfıdır." İlim adamları der ki: El ile marufu emret­mek, emir vermek konumunda olanlara, dil ile emretmek alimlere, kalb ile em­retmek de zayıflara yani genel olarak sair insanlara ait görevlerdir.

Münkeri ise sırasıyla daha hafif olanını kullanarak izale etmeye başlar­lar. Önce dil ile, sonra cezalandırarak veya nihai noktada öldürerek. İlim adamları buna dayanarak şöyle demişlerdir: Cana yahut mala saldıran bir saldırgana karşı kişinin canını yanut malını veya bir başkasının canını korumaya hakkı vardır. (Bu arada saldırgana bir zarar verirse) onun için bir so­rumluluk yoktur.

c) Bu görev ne zaman terk edilir? İbni Mace Enes'ten şöyle dediğini riva­yet etmektedir: "Ey Allah'ın Rasulü! Marufu emredip münkerden nehyetmeyi ne zaman terk edebiliriz?" diye sorunca, şöyle buyurdu: "Sizin de aranızda siz­den önceki ümmetler arasında baş gösterenler ortaya çıktığı vakit." Bizden ön­ceki ümmetlerde baş gösterenler nelerdi diye sorduk. Şöyle buyurdu: "Eğer hü­kümdarlık küçükleriniz (değersizleriniz) arasında, ahlâksızlıklarınız büyükleri­niz arasında, ilim ise sizin ayak takımınız arasında olursa." Zeyd[69] dedi ki: Peygamber (s.a.)'in "İlim de ayak takımınız arasında olursa" ifadesi "fasıkların alimler olmaları durumunda" demektir.

Yüce Allah aralarında Yahudilerin de bulunduğu kâfirleri üç tür azapla tehdit etmiştir:

a) Dünya ve ahirette can yakıcı azap, dünyada acı, huzursuzluk ve ızdırap, ahirette de cehennem ateşi.

b) Dünya ve ahirette amellerin heder olup boşa çıkması. Dünyada yeril­mek, alçalmak, lanete uğramak, ahirette ise şu buyrukta da olduğu gibi azaba uğramak: "Onların yaptıkları her bir amele yönelir ve onu saçıp savurur, heder ederiz." (Furkan, 25/23).

c) Yüce Allah'ın, "Onların hiçbir yardımcıları da yoktur" buyruğu dolayı­sıyla bu azabın sürekli oluşu.

Kısaca bu ayet-i kerime Yahudilerin üç niteliğini söz konusu etmektedir:

a)  Allah'ın ayetlerini inkâr etmek. Bu, yapılan çirkin işlere aldırış etme­menin en büyük sebebidir.

b) Allah'ın ayetlerini açıklayıp bunları delil diye gösterenleri öldürmek.

c) O peygamberlere tabi olup marufu emredenleri, münkeri yasaklayanları öldürmek [70]

 

Kitap Ehlfnin Allah'ın Hükmünden Yüz Çevirmeleri

 

23- Kitaptan kendilerine bir pay veri­lenleri görmez misin? Aralarında hü­küm vermek için Allah'ın Kitabına da­vet olunuyorlar da sonra onlardan bir kısmı hâlâ arkasını çeviriyor. İşte bun­lar yüz çeviren kimselerdir.

24- Bu, "Sayılı günlerden başka bize ateş dokunmaz" demelerindendir. Yaptıkları iftiraları da dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır.

25-  Kendinde hiç bir şüphe olmayan bir günde onları topladığımız zaman halleri nice olur? O günde herkese ka­zandığı eksiksiz ödenir ve onlara zul­medilmez.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kitaptan" Tevrat'tan "kendilerine bir pay verilenleri görmez misin?" Bura­daki soru, hallerinin hayret edilecek bir durumda olduğunu ifade etmek içindir. Kasıt Yahudi alimleri ve bizzat Yahudilerin kendileridir.

"Aralarında hüküm vermek için" yani Yahudiler arasındaki anlaşmazlıkla­rı çözmek için "Allah'ın Kitabına" Tevrat ya da Kur*an-ı Kerim'in hükmüne "davet olunuyorlar." İşte davet edenin hali budur. Burada davet eden de Pey­gamber (s.a.)'dir.

"... sonra onlardan bir kısmı arkasını çeviriyor." Tebliği, bedeni yahut kal­biyle reddediyor, "İşte bunlar" Allah'ın hükmünü kabul etmekten "yüz çeviren kimselerdir."

"Bu" arkalarını dönüp yüz çevirmeleri. "Yaptıkları iftiraları" uydurdukları ve söyledikleri yalanları "kendilerini aldatmıştır." [71]

 

Nüzul Sebebi

 

23 ve 24. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, İbnül-Mün-zir, İbni İshak, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) Yahudilerin Tevrat'ı okuyup öğrettikleri yer olan Beytülmidras'ında bir grup Yahudi'nin yanma girdi. .Onları Allah'a davet etti. Nuaym b. Amr ile el-Haris b. Zeyd ona, "Ya Muhammed, sen hangi din üzeresin?" diye sordu. O da onlara, "İbrahim'in milleti (şeriatı) ve dini üzereyim" diye cevap verdi. Onlar, "İbrahim Yahudi idi" dediler. Şöyle cevap verdi: "O halde haydi Tevrat'ı getirin. O bizimle sizin aranızda hüküm versin." Ancak Resulullah (s.a.)'ın bu isteğini kabul etmediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Kitaptan kendilerine bir pay veri­leni görmez misin... Onların yaptıkları iftiraları da dinleri hususunda kendile­rini aldatmıştır" buyruklarını indirdi. [72]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler Yahudilerin çirkinliklerini saymaya devam etmektedir. Fakat bu ayetler Resulullah (s.a.)'a karşı davranışlarından dolayı hayret edip şaşırtacak bir hali tasvir eden bir hitaptır. Çünkü onlar gurur ve büyüklenme-leri, soylarının peygamberlere ulaşması ile aldanmaları yüzünden ve kıyamet gününde Allah'ın azabından kurtulacaklarına dair iddialarının etkisi altında kalarak Kitaplarının hükmüne baş vurmayı kabul etmemektedirler. Yüce Al­lah ise vereceği ceza ya da mükâfatın hasletler dolayısıyla değil, ameller dola­yısıyla olacağını belirterek onların bu iddialarını reddetmiştir. [73]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed! Allah'ın onlara gönderdiği peygamberleri Musa'ya vahyet-miş olduğu Kitabını kısmen ezberlemiş bulunan sair bölümlerini ise çıkarmış yahut değiştirmiş bulunan şu Yahudilerin yaptıklarına bak da hayret et! Çün­kü Tevrat, Musa (a.s.)'dan b«ş yüz yıl sonra yazıya geçirilmiş, geriye Muham­med (s.a.)'in peygamberliğini müjdeleyen bir bölüm de kalmıştı. Hayret edile­cek nokta şudur: Bunlar Kitaplarının hükmünü kabul etmeyi reddediyorlar. Soyluları zina edince Peygambe (s.a.)'in hükmüne baş vurmuşlar o da araların­da Tevrat'ın hükmünü uygulamıştı. Fakat onun verdiği hükmü kabul etmedi­ler, yüz çevirdiler, arkalarını döaüp gittiler. İbni Kesir ayet-i kerimeyi genel ka­bul ederek, kendi iddialarına göre ellerinde bulunan Tevrat ve İncil adındaki kitaplarına bağlılıklarını ileri süren Yahudi ve Hristiyanların durumlarını red­detmek mahiyetinde olduğunu belirtmiştir.[74]

Bunlar Kitabın hükmün* davet olundukları vakit onlardan bir grup yüz çevirdi. Yani hükmü kabul etmekte tereddüt gösterdikten sonra, arkalarını dö­nüp gittiler. Yüce Allah'ın, "Onlardan bir kısmı" ifadesi aralarından Abdullah b. Selim ve ondan başka hakka samimice bağlı bir kesimin bulunduğuna bir işarettir. Nitekim Yüce Allah, "Muta'nm kavminden de hakka ileten ve onun gereğince adaletle amel eden bir topluluk da vardır." (A'raf, 7/159) diye buyur­maktadır. Yüce Allah'ın, "İşte bunlar yüz çeviren kimselerdir" buyruğu ise onla­rın yüz çevirmelerinin devam ettiğine bir işarettir.

Daha sonra Yüce Allah, onların bu şekilde yüz çevirmelerinin, arkalarını dönüp gitmelerinin sebebini yahut inat ve inkârlarının sebebini şöylece zikret­mektedir: Bu, kurtuluşa erdiklerine-dair inançlarından dolayıdır. Yahudi ne yaparsa yapsın, sayılı günler dışında ateşe girmeyeceğine, bu sayılı günlerden sonra da cennete gireceğine inanır. O bakımdan Yahudiler soylarının peygam­berlere ulaştığına güvenerek günah ve masiyetler işlemeye aldırmazlar. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onlar bir de sayılı günler dışında bize asla ateş dokunniaz dediler. Allah'tan bir ahit mi aldınız? Allah asla ahdinden dönmez; yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylü­yorsunuz de." (Bakara, 2/80).

Onların ateşe gireceklerini iddia ettikleri günlerin sayısı hakkında her­hangi bir rivayet tespit edilmemiştir. Bunun buzağıya taptıkları süre olan kırk gün olduğu söylenmiştir.

Şu kadar var ki, dine dair iftiraları onları aldanışa düşürmüştür. Yani din hakkında yaptıkları uydurmalar onları aldatmıştır. Meselâ, "Biz Allah'ın oğul­ları ve sevgilileriyiz", "Peygamberler bize şefaat edecektir", "Bizler peygamber­lerin çocukları ve Allah'ın seçkin kavmiyiz", "Allah Yakub'a ancak herkesi ce­henneme sokacağına dair ahdini yerine getirmek için yani kısacık bir süre azap edecektir" gibi iddialar...

Peki nesep bağlarının kopacağı, onda malın ya da çocukların fayda sağla­mayacağı, herkese işlediğinin karşılığının tastamam ödeneceği ve kendilerine zulmedilmeyip fazladan azap edilmeyeceği ve amellerinin karşılıklarını gör­mek üzere onları toplayacağımız gerçekleşeceğinde şüphe olmayan o günde ne yapacaklardır? Nitekim Yüce Allah bu gün hakkında şöyle demektedir: "Kıya­met gününe has adalet terazilerini koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmo-lunmaz. Bir hardal danesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesap edici olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47). [75]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler şer*î hükümler ve Yüce Allah'ın Kitabında emrettikleri gereğince mahkemelerin, hakimlerin verdikleri hükümlere bağlılığı farz kıl­maktadır. Yine Allah'ın Kitabının hükmüne baş vurmak, o Kitapta yer alan Muhammed (s.a.)'e tabi olmak gibi hükümlere uymaya çağrıldıkları vakit Al­lah'ın hükmünden yüz çevirerek gerisin geri dönen Yahudiler ve onların yap­tıklarını yapanlar tenkit edilmektedir. Bu ise onlara yapılacak yergilerin, aykı­rı hareket ve inatla nitelendirilmelerinin en ileri derecesidir.

Ayet-i kerimeler aynı şekilde Yahudilerin batıl iddialarını da tenkit etmek­tedir. Onlar kendi iddialarına göre kıyamet gününde cehennemden kurtulacak­lardır. Onlar soylarına, peygamberlerin soyundan geldiklerine, Allah'ın seçil­miş kavmi olduklarına güvenmektedirler. Gerçekte ise ceza ya da mükâfat, iş­lenen şer ya da hayır miktarında olacaktır.

Ayet-i kerime Allah'ın Kitabı gereğince kendisiyle karşı taraf arasında hü­küm vermek üzere hakimin meclisine çağrılan kimsenin, hakimin fasık olduğunu bilmediği sürece yahut da hakimin davacıya ya da davalıya düşmanlığı bilinmediği sürece bu çağrıyı kabul etmesinin vacip olduğuna delildir. Kabul etmeyecek olursa azarlanır ve tazir cezası verilir.

Malikîler bu ayet-i kerimenin, bizden öncekilerin şeriatının bizim için de mensuh olduğunu bildiklerimiz dışında- şeriat olduğuna delâlet ettiği hükmü­nü çıkarmışlardır. Sahih bir nakille Müslümanların kabul ettikleri bir yoldan sabit olduğu takdirde, bizden önceki peygamberlerin şeriatı ile hükmetmemi­zin vacip olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Şu kadar var ki, bizler halihazırdaki Tevrat'ı okumaz ve o Tevrat'ın içerisindeki hükümler gereğince amel etmeyiz. Çünkü bu Tevrat'ı ellerinde bulunduranlar bu konuda emin ve güvenilir kimse­ler değillerdir. Bunlar Tevrat'ı değiştirmiş, değişikliğe uğratmışlardır. Hatta Hz. Musa'ya kadar giden bir nakil sabit değildir. Halihazırdaki Tevrat Hz. Mu­sa'dan beş asır sonra yazılmıştır. Biz ellerinde bulunan Tevrat'ın değişikliğe uğratılmadığını bilseydik, okumamız caiz olurdu.

Kat'î ve apaçık olarak gerçeklerini reddeden delil şudur: Mücerred bir ta­kım vehim, asılsız kanaat ve batıl iddialara dayanan bu Kitap Ehli kıyamet günü diriltildikleri vakit ne yapacaklardır? Dünya hayatında iken ileri sürdük­leri bütün bu kendilerince güzel ifadeler çürütüldüğünde ne yapacaklardır? İş­ledikleri küfürleri, cüretkârlıkları ve çirkin amellerinin cezası kendilerine veri­leceğinde ne yapacaklardır? Böyle bir soru onlar için büyük bir tehdittir. [76]

 

Allah'ın Kudret Ve Azametinin, Yarattıklarındaki Tasarrufunun Delilleri Ve İşleri Otsta Havale Etmek

 

26- De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen, mülkü kime dilersen ona verirsin. Mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onu aziz edersin, kimi dilersen onu zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadir­sin."

27-  "Geceyi gündüzün içine geçirir, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diri­yi çıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarır­sın. Dilediğine de hesapsız rıank verir­sin."

 

Belagat:

 

"Verirsin" ve "alırsın" ile "aziz edersin" ve "zelil edersin" ifadeleriyle "gece" ve "gündüz" ile "diri" ve "ölü" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır. "Mülkün sahibi" tamlamasında eksik cinas vardır.

Diğer taraftan "geceyi güdüzün içine geçirir" buyruğu ile "gündüzü geceye sokarsın" buyruğunda sonun başa döndürülmesi (reddül-acz ale's-sadr) sanatı vardır.

"Mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın" cümlelerindeki tekrar ise tazim ve tekrim içindir.

Yüce Allah'ın, "Sen mülkü kime dilersen ona verirsin" buyruğunda hazf ile icaz vardır. O mülkü vermek istediğin kimselere verirsin, demektir. Yine "alır­sın, aziz edersin, zelil edersin" ifadelerinde de böyledir.

"Geceyi gündüzün içine geçirir, gündüzü geceye sokarsın" buyruğunda, biri­nin ötekine sokup girdirilmesini ifade etmek üzere istiare vardır. Geceden eksi­leni gündüze ilâve eder ve aksini de sürdürüp gider. Girdirmek anlamında (îlâc), idhal (girdirmek) lafzından daha beliğdir.

"Ölüden diriyi..." Bu ifadedeki diri ve ölü, mümin ile kâfirden mecazdır. Mümin diriye, kâfir ölüye benzetilmektedir.

"Hayır senin elindedir." Şer ile birlikte yaratılmaları ve takdir edilmeleri sendendir. "De ki: Hepsi Allah'tandır." (Nisa, 4/78). Fakat Allah'a karşı şer zikre-dilmeyip yalnızca hayır söz konusu edilmiştir. Edeben şer O'na nispet edilmez. [77]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Mülk" sulta (egemenlik, otorite) ve işlerde tasarruf demektir.

"Kimi dilersen" mülk vermek suretiyle "onu aziz edersin", "Kimi dilersen" mülkü ekip elinden almakla "onu zelü edersin." "Hayır senin elindedir" senin kudretindedir. Yani kesp ve amel itibariyle değil de yaratmak ve takdir itiba­riyle hayır ve şer de senin kudretin altındadır.

"Geceyi gündüzün içine geçirirsin"den maksat gündüzün geceye aktarılma­sı ve bunun aksinin olmasıdır. Bu da mevsimlere ve beldelere göre değişir. Bi­rinden eksilttiğini öbürüne katar.

Süyutî der ki: "Ölüden diriyi çıkarırsın." Kuşun yumurtadan çıkarılması gibi insanı nutfeden çıkarırsın. "Diriden de ölüyü" nutfe ve yumurta gibi "çıka­rırsın . Dilediğine de" uçsuz bucaksız "geniş rtzık verirsin." [78]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebi Hatim Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize anlatıl­dığına göre Resulullah (s.a.) Rabbinden Bizans ve Fars mülkünü ümmetine vermesini dilemiş, Yüce Allah da "De ki: Ey mülkün sahibi Allah'ım..." buyru­ğunu indirmiştir.

İbni Abbas ve Enes b. Malik de der ki: Resulullah (s.a.) Mekke'yi fethedip ümmetine İran ve Bizans mülkünü vaad edince münafıklarla Yahudiler şöyle dediler: "Heyhat! Heyhat! Muhammed, İran ve Bizans mülkünü nasıl eline ge­çirebilecektir? Onlar çok güçlüdürler ve kendilerini buna karşı koruyabilirler. Muhammed'e Mekke ve Medine yetmiyor mu ki İran ve Bizans mülküne göz dikiyor." Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [79]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerime bundan önceki ayetlerin sözünü ettiği müşriklerle Kitap Ehli'nin onun davetini inkâr etmek suretiyle takındıkları tavra karşılık, Resulullah (s.a.)'a bir teselli maksadındadır. Yüce Allah'ın dinini zafere kavuş­turmak ve kelimesini yükseltmek hususundaki kudretini hatırlatmaktadır. Müşrikler yemek yiyen, çarşı pazarlarda dolaşan bir kimsenin peygamberliğini kabul etmiyor, Kitap Ehli ise İsrailoğullan'ndan başkalarına peygamberliğin verilmesini kabul etmiyorlardı. [80]

 

Açıklaması

 

Müşriklerle Necranhların heyeti gibi Kitap Ehli senin çağrını kabul et­mekten yüz çevirecek olurlarsa ya Muhammed, sen mülkün mutlak maliki, mutlak emir sahibi olan Allah'a sığın, ona yönel ve de ki: Allah'ım! Ey Mülkün mutlak maliki! Mutlak egemenlik ve saltanat yalnız senindir. Mahlûkatmda mutlak tasarruf sahibi sensin. Sen hikmetine uygun olarak işleri çekip çevirir­sin; veren de sensin, vermeyen de sensin. Sen mülkü ve peygamberliği kullanndan kime dilersen ona verirsin. Kullarından kimden dilersen de mülkü çe­kip alırsın. Nitekim Arap kavminden Kureyşli, ümmî, Mekkeli, peygamberle­rin sonuncusu, insanların ve cinlerin tümüne Allah'ın elçisi olarak Hz. Mu-hammed'i göndermekle, İsrailoğulları'ndan peygamberliği çekip aldın.

Mülk sahibi olmaktan zahiren anlaşılan ve hatıra ilk gelen mutlak salta­nat ve işlerdeki tasarruf yetkisidir. Yani, şanı Yüce Allah'ın işleri çekip çevir­mekte ve kâinattaki dengeyi gerçekleştirmekte mutlak egemenlik sahibi oldu­ğudur.

Allah dilediği kimseye Hz. Hud ile Hz. Lût gibi ya yalnızca nübüvvet verir ya da geçmiş çağımızdaki hükümdarlar gibi yalnızca mülk ve hükümdarlık ve­rir ya da aralarında Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın da bulunduğu İbrahim so­yundan gelenlere olduğu gibi, mülkü de nübüvveti de birlikte verir: "Biz ger­çekten İbrahim hanedanına da Kitab'ı ve hikmeti verdik. Onlara çok büyük bir mülk de vermişizdir." (Nisa, 4/54). İşte bu şekilde Yüce Allah dilediğine pey­gamberlik verir. Nitekim, "Allah peygamberliği nereye bırakacağını (kime vere­ceğini) çok iyi bilendir." (En'am, 6/124) ve "Onların kimini kimine nasıl üstün kıldığımıza bir bak." (îsra, 17/24) diye buyurmuştur.

"Kimi dilersen onu aziz edersin, kimi dilersen zelil edersin." Aziz ve zelil ol­manın bir takım görünür şekilleri ve etkileri vardır. Bu yalnızca mal veya mülk sahibi olmaya bağlı değildir. Nice hükümdar vardır ki zelildir, nice zengin vardır ki hakirdir. Nice zengin vardır ki fakirdir. Ümmetin sayısının çokluğuna, azlığı­na itibar edilmez. Mekke'de müşrikler, Medine'de Yahudiler ve Arap münafıklar peygambere karşı az sayıdaki mümin topluluğa karşı çokluklanyla gururlanı­yorlardı; fakat bunun onlara hiç bir faydası olmadı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, eğer Medine'ye dönersek elbette ki daha aziz olan daha zelü olanı oradan mutlaka çıkartacaktır, derler. Halbuki izzet Allah'ındır, Rasu-lünündür, müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler." (Münafikun, 63/8).

Bütünüyle hayır yalnızca senin kudretin elindedir. Sen kendi iradene göre o hayırda dilediğin şekilde tasarrufta bulunursun. O halde olmuş ya da olacak her şeyde ya kişinin kendisine veya topluma hayır ve nimet vardır. Hayırda serde, her şeyde mutlak kudret sahibisin. Her şey senin elindedir, her şeyi sa­na havale etmişizdir. Biz sana güvenip dayanmaktayız.

Hayır da şer de hepsi Yüce Allah'ın kudretinde olmakla birlikte, özellikle hayrın söz konusu edilmesi, nübüvvet ve hükümdarlığın bir kavimden bir baş­ka kavme, bir kişiden bir diğer kişiye değiştirilmesi suretiyle sözü geçen husus­lara uygun düşmesinden dolayıdır.

Hayır zaferi, ganimeti, aziz olmayı, makam ve mevkiyi, mal ve serveti ve buna benzer insanın arzulayıp tutkun olduğu sair şeyleri kapsar: "Ve gerçekten o hayır (mal) sevgisine pek tutkundur." (Adiyat, 100/8).

Eksilterek ve artırarak geceyi gündüze sokup birisinin ötekini kısaltması, daha sonra bunların mutedil (eşit) hale gelmesi, arkasından birinin diğerinden alarak aralarında farklılığın ortaya çıkması, sonra da tekrar mutedil hale gelmeleri de ilâhî kurdetin, mülk ve azametinin tam anlamıyla ortaya konulması­nın tecellilerindendir. Bazı bölge ve zamanlarda aradaki fark oldukça uzayabi­lir. İşte ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimlerinde, sene boyunca ve coğrafî bölgelerin durumuna göre gece ve gündüzün uzunluk ve kısalıkları değişip durmaktadır. Gecenin altı ay, gündüzün de altı ay olduğu bölgeler de vardır. Gündüz on sekiz veya yirmi saat olduğu yerler de vardır. Bazı bölge ve zaman­larda güneş, batışından bir saat ve bundan biraz daha uzun bir süre sonra do-ğabilmektedir. Zaman tayini işi bütünüyle Yüce Allah'ın elindedir. Nitekim Yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Hal­buki arz bütünüyle kıyamet gününde onun kabzasıdır. Gökler ise onun sağ eliy­le durulmuştur. O şirk koştuklarından münezzeh ve çok yücedir." (Zümer, 39/67). Yer üzerine gece ve gündüzü sarıp dolayacak şekilde yuvarlak yaratan O'dur: "Geceyi gündüze buruyor, gündüzü de geceye doluyor." (Zümer, 39/5). Bu­rada geçen et-tekvir (mealde "bürümek ve dolamak") bir şeyi yuvarlak, bir ci­sim üzerine sarmak demektir. Yüce Allah güneşi geceye delil kılmıştır.

Rabbim! Sen ölüden diriyi çıkartırsın. Ya çekirdekten hurmayı, taneden ekini, nutfeden insanı çıkardığın gibi maddî bir şekilde, yahut da cahilden alim, kâfirden mümin çıkardığın gibi manevî bir şekilde bunu yaparsın.

Diriden ölüyü de maddî ve manevî şekilde çıkartırsın; hurma ağacından çekirdeği, kuştan yumurtayı, alimden cahili, müminden kâfiri çıkarttığın gibi.

Ve sen dilediğine hesapsız rızık verirsin. Yani istediğin kimseye hesaba sığmayacak şekilde mal ve mülk verirsin. Yorulmadan ve çaba harcamadan[81] Göklerin ve yerin hazineleri yalnız senindir. Hikmet, irade ve meşietine uygun olarak başka bir takım kimselerin de rızkını kısarsın.

Yüce Allah'ın, "Hesapsız" ifadesi darlık vermeksizin ve kısmaksızın, adeta verdiğini hesaba katmadan veren kimse hakkında kullanılır ve "O hesapsızca verir" demeye benzer.

Aynı şekilde sen Arap olmayanlardan mülkü alıp Müslümanlara vermeye kadirsin. İsrailoğullanndan peygamberliği alıp Araplara vermeye de kadirsin. [82]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın mutlak saltanat (egemenlik), kapsamlı kud­ret, en üstün irade ve meşiet sahibi olduğunu göstermektedir. Kesbî olarak de­ğil, fakat yaratarak ve takdir ile hayır ve şer yalnız O'nun elindedir. Hayır mutlak olarak O'ndan gelir. Şer ise edeben O'na değil failine nispet edilir.

Nübüvvet, hükümdarlık ve rızık da o yüce Allah'ın elindedir. O bunları iradesine göre, nihaî hikmetine ve eksiksiz hüccetine göre bunları bağışlar.

Gecenin gündüze, gündüzün de geceye sokulması yeryüzünün küresel ol­duğuna ve döndüğüne delildir. Çünkü gece ile gündüzün ardı arkasına gelmesi ve zaman, mevsim ve mekânlara göre uzunluk ve kısalıklarının değişmesi, kü-reselliğe ve dönmeye işarettir.

Allah ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkartır. Bu çıkartma işi az önce ge­çen maddî ve manevî bütün anlamlarıyla gerçekleşmektedir. Onun ihsan ettiği nimetleri geneldir. Dilediğini himayesine alır. Allah rızkı teminatı altına almış­tır. Dilediğine dilediği kadarını verir; hikmet, irade ve meşieti gereğince verme­yebilir de.

Taberanî, İbni Abbas'tan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kendisiyle dua edildiği takdirde duayı kabul ettiği Yüce Allah'ın ism-i azamı (en büyük ismi) Âl-i İmran süresindeki şu ayet-i kerimedir: "De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım, sen mülkü kime dilersen ona verirsin. Mülkü kim­den dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onu aziz edersin, kimi dilersen onu ze­lil edersin. Hayr senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin." [83]

 

Kâfirleri Veli (Dost) Edinmekten Sakındırmak

 

28- Müminler müminleri bırakıp kâfirleri veli (dost) edinmesin. Kim bunu yaparsa Allah'a dostluğu kalmaz. Me­ğer ki onlardan gelecek bir zarardan korunmuş olasınız. Allah size kendi­sinden sakınmanızı emrediyor. Niha­yet dönüş Allah'adır.

29- De ki: "Göğüslerinizin içinde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde ne var yerde ne varsa O bilir. Allah her şeye kadirdir."

30- (Hatırlayın) O günü ki herkes (dün­yada) iyilik kabilinden ne işlediyse ha­zırlanmış bulacak ve kötülük kabilin­den ne işlediyse onunla kendisi arasın­da uzak bir mesafenin olmasını arzu edecek. Allah size kendisinden sakın­manızı emreder. Allah kullarına Ra­uf tur (onları pek çok esirgeyendir).

 

İ'râb:

 

"Allah'la hiç bir dostluğu kalmaz." Yani böyle bir davranışın Allah'ın di­niyle ilgisi yoktur; yahut Allah'tan herhangi bir sevap kazandırmaz. UO günü... bulacak." ifadesi "Herkesin.... hazırlanmış bulacağı o günü hatırla" demektir. [84]

 

Belagat:

 

"Gizleseniz de onu açıklasanız da", "İyilik kabilinden, kötülük kabilinden", "hazırlanmış ve uzak bir mesafe" buyruklarında tıbâk sanatı vardır. [85]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Veliler (evliya)" kelimesi veli kelimesinin çoğuludur. Yardımcı ve destekle­yici anlamındadır.

"Kim bunu yaparsa" yani kâfirleri veli edinirse "Allah ile hiç bir dostluğu kalmaz." Yani böylesi bir davranışın Allah'ın diniyle bir ilişkisi yoktur.

"Meğer ki onlardan gelecek bir zarardan korunmuş olasınız." Korkarsanız o takdirde kalp ile değil de dilinizle onları veli edinebilirsiniz (dostluk görüntüsü verebilirsiniz). Bu ise Müslümanın güçlü olmadığı bir ülkede, zayıf olması halinde takınacağı bir tutumdur.

"Allah size kendisinden sakınmanızı emrediyor." Eğer o kâfirleri veli edi­nirseniz gazap etmekle Allah sizi korkutuyor. "Nihayet dönüş Allah'adır." O'nun huzuruna döneceksiniz ve O, amellerinizin karşılığını verecektir. "Kötülük kabilinden ne işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafenin olmasını arzu edecek." Son derece uzak ve asla kendisine ulaşamayacağı bir mesafe olsun isteyecek.

"Allah size kendisinden sakınmanızı emreder" buyruğu tekit için tekrar edilmiştir. [86]

 

Nüzul Sebebi

 

28. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İbni Ab-bas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Haccac b. Amr Yahudilerden KaT> b. el-Eşref, İbni Ebil-Hukayk ile Kays b. Zeyd'in antlaşmalısı idi. Bunlar Ensar-dan bir grup kimse ile birlikte onları dinlerinden çevirmek üzere bir arada bu­lunurlardı. Rifaa b. el-Münzir, Abdullah b. Cübeyr, Said b. Hayseme Ensarttan olanlara, "Şu Yahudilerden uzak durunuz, onlarla birlikte olmaktan da sakını­nız. Sizi dininizden çevirmesinler" dedilerse de kabul etmediler. Yüce Allah da bunlar hakkında, "Müminler müminleri bırakıp kâfirleri veliler edinmesin..." ayetini inzal buyurdu.

Yani bu ayet-i kerime Yahudilerden bir takım kimseleri veli edinen mü­minlerden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Müminlerden bir başka toplu­luk onları, Yahudileri veli edinmekten yahut onlarla içli dışlı olup arkadaşlık etmekten sakındırdıysa da böyle bir öğüdü kabul etmediler; Yahudilerle birlik­te olmaya, onlarla içli dışlı olmaya devam ettiler. Yüce Allah da bu ayet-i keri­meyi inzal buyurdu.

Yine İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bu ayet-i kerime Bedir asha­bından ve Akabe Biati nakiblerinden Ubade b. es-Samit hakkında nazil olmuş­tur. Bu zatın Yahudilerden anlaşmalı olduğu kimseler vardı. Resulullah (s.a.) Ahzab (Hendek) günü savaşa çıkınca Ubade dedi ki: Ey Allah'ın peygamberi, benimle birlikte beş yüz Yahudi var, benimle beraber harbe çıkmalarını uygun görüyorum. Onlarla düşmana karşı güç kazanmış oluruz. Bunun üzerine Yüce Allah, "Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri veliler edinmesin" buyruğunu in­dirdi. [87]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah emrin bütünüyle kendi elinde olduğunu, mülkün bütün maliki­nin, aziz ve zelil kılanın, bağışlayanın ve rızkı kısanın kendisi olduğunu, her şeye kadir olduğunu beyan ettikten sonra, müminlere yalnızca kendisine sığın­malarını, düşmanlarıyla değil, O'nun velilerinin yardım ve desteğini almalarını, düşmanlarını veli edinmemelerini yahut da akrabalık ya da eski bir dostluk dolayısıyla onlardan yardım istememeleri gerektiğini belirterek -bu noktaya-müminlerin dikkatini çekmektedir.

Bu anlamda pek çok ayet-i kerime vardır. Bunların bazılarını kaydedelim: "Ey iman edenler! Kendi kardeşlerinizden başkasını sır dostu edinmeyin. Onlar durumunuzu bozmaktan geri durmazlar." (Âl-i İmran, 3/118); "Allah'a ve ahiret gününe inanan hiç bir topluluğun Allah ve Rasulü ile sınır mücadelesi yapan­lara... sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücadele, 58/22); "Ey iman edenler! Yahudileri de Hristiyanlan da veliler (dostlar) edinmeyin. Onlar birbirlerinin velisidirler. İçinizden kim onları veli edinirse muhakkak o da onlardandır." ((Maide, 5/51); "Ey iman edenler, müminleri bırakıp da kâfirleri veli (dost) edin­meyin. Kendi aleyhinizde Allah'a açık bir delil vermek ister misiniz?" (Nisa, 4/144); "Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanınız onları veliler edinmeyi­niz. Siz onlara sevgi ile ulaştırırsınız... Sizden kim böyle yaparsa yolun ortasın­da sapıtmış olur. "(Mümtahine, 60/1); "Kâfir olanlar birbirlerinin velileridir (dostlarıdır). Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük fesat olur." (Enfal, 8/73).

Bunun karşılığında ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mümin erkekler, mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler." (Tövbe, 9/71). [88]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah mümin kullarına kâfirleri dost edinmelerini yasaklamakta, bu şekilde davrananları da "Kim bunu yaparsa Allah ile hiç bir dostluğu kalmaz." diye tehdit etmektedir. O halde akrabalık, dostluk, komşuluk ve buna benzer herhangi bir sebep dolayısıyla müminlerin kâfirleri veli edinmeleri, onları sır­larına muttali kılıp onlara sevgi beslemeleri, kâfirlerin menfaatlerini müminle­rin menfaatlerinden öne geçirmeleri -bu konuda özel bir maslahat olsa bile, ge­nel maslahat daha öncelikli ve gözetilmeye daha bir hak sahibi olduğundan do­layı- helâl değildir. Şayet bu dostluk ve antlaşma Müslümanların menfaatine ise bunda bir mahzur yoktur. Nitekim Peygamber (s.a.), müşrik olmakla birlik­te Hüzaahlarla andlaşmada bulunmuştur.

Farz olan, müminlerin birbirlerini veli (dost) edinmeleri, genel hususlarda ancak müminlere güvenmeleridir. İbni Abbas der ki: "Yüce Allah müminlere kâfirlere karşı yumuşak davranıp onları veli edinmeyi yasaklamaktadır."

Yasak kılınan dost edinmenin anlamı ise, onlardan yardım istemek, onlar­la dayanışma içerisinde olmak, akrabalık veya sevgi dolayısıyla onlardan -din­lerinin batıl olduğuna inanmakla birlikte- yardım dilemektir. Çünkü bu şekilde onları dost edinmek, izledikleri yollarını güzel görmeye götürebilir. Onların kü­für ve inkârlarına razı olmak anlamında dost edinmek ise bir küfürdür. Çünkü küfre rıza da küfürdür.

Zahire göre ve hallerine razı olmamakla birlikte, dünyada güzel geçim an­lamında dost edinmek ise yasaklanmış değildir.

Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen, müminler dururken onları veli edinen kimse -meselâ, kâfirler lehine casusluk yapan kişi- Allah'ın dininden, hizbinden, yahut da Allah'ın velayetinden (himayesinde olmaktan) uzaktır. Ya­ni böyle bir kimse ile Allah arasında son derece uzak bir mesafe bulunur. Böyle birisi Allah'ın rahmetinden kovulur, o artık kâfirlerden olmuş olur ve Allah'ın dinine itaat eden bir kimse olmaktan çıkar. Nitekim Yüce Allah, "Kim bunu ya­parsa şüphesiz ki o da onlardandır." (Maide, 5/51) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın, "Kim bunu yaparsa..." buyruğu onları dost edinme hususuna işarettir. Bu da onları dost edinme hususunda işi sıkı tutmanın delilidir. Çünkü onları dost edinen kimsenin Allah ile herhangi bir ilişkisinin olması kabul edilme­mektedir.

Daha sonra Yüce Allah kâfirleri veli edinmenin caiz olduğu bir hali istisna etmektedir. Bu ise onlardan gelebilecek ve sakınılması gereken bir zarardan korkma halidir. Öldürülme korkusu gibi. Yani zararlarından sakınma hali yu­karda geçen genel yasaktan müstesnadır. O takdirde onları veli edinmek caiz­dir. Çünkü, "Kötülüklerin bertaraf edilmesi menfaatlerin sağlanmasından önce­liklidir." Bir zararı önlemek için onları dost edinmek caiz olduğuna göre, İs­lâm'ın ve Müslümanların faydası için de caizdir ve böyle bir şey zaruret dolayı­sıyla söz konusu olur. Tıpkı zorlama halinde küfür sözünü söyleme ruhsatı gibi: "Kalbi iman ile mutmain olduğu halde zorlanan kimse müstesna." (Nahl, 16/106).

Allah sizi cezalandırmakla korkutmaktadır. "Kendisinden" kelimesi bu tehdidin Yüce Allah'tan yapıldığına, bunu uygulamaya kadir olduğuna, hiç bir şeyin onu aciz bırakamadığma işarettir. Böyle bir ifade aykırı davranışa karşı yapılan oldukça ağır bir tehdittir.

Bütün insanların dönüşü Allah'adır. Amellerinin karşılığını verecek olan O'dur. Herkesi ameli ile hesaba çekecek, yaptığının karşılığını ona verecektir.

Daha sonra Yüce Allah ilminin yarattıklarını kuşattığını beyan etmekte­dir. Eğer sizler göğüslerinizdekini gizler, saklar yahut açığa vuracak olursanız muhakkak Allah onu bilir ve onun karşılığını verir. Göklerde ve yerde her şeyi O bilir. Kâfirlere meyletmek yahut uzak durmak da bunlar arasındadır.

Allah sizi cezalandırmaya kadir olandır. Onun yasaklarına karşı gelmeyi-niz. Çünkü açık ya da gizli olsun, onun bilmediği hiç bir masiyet yoktur.

Her bir nefsin dünyada hayır namına ne işlediğini önünde hazır bulacağı ahiret gününden sakınınız. Nefis o gün işlediklerinden dolayı sevinecek, nimet içerisinde olacaktır. Küçük ya da büyük her ne kötülük işlediyse onu da hazır bulacaktır ve bundan dolayı üzülüp pişman olacaktır. Kendisiyle bu işledikleri kötülükler arasında doğu ile batı arasındaki mesafe gibi alabildiğine uzak bir mesafenin olmasını arzulayacaktır.

Daha sonra yüce Allah, kendisinden sakınmayı bir defa daha vurgulamak­tadır. Allah'ın emirlerine aykırı işler işlemekten dolayı Allah size cezasından ve gazabından sakınmanızı emretmektedir. Size düşen hayrı kötülüğe tercih etmektir. Bu sakındırma ve tehdit sebebiyle Allah kullarına karşı çok şefkatli­dir (Raûftur). Çünkü nihayette karşılaşacakları akibeti onlara hatırlatarak uyarmış, görecekleri cezayı ve varacakları yeri bildirmiştir. Hasan-ı Basrî der ki: Onları kendisinden sakındırması, onlara eksiksiz ilim ve kudretini tanıtmış olmasının ve O'nun Rauf olduğunun bir tecellisidir. Çünkü bu hatırlatma ve tehditler onları o yüce zatı gereği gibi tanımalarına ve O'nun rızasını dilemeye, gazabından uzak durmaya sevk edecektir. [89]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Ayet-i kerime, kâfirlerden yana emin olmanın yahut onlara güvenme­nin, genel hususlarda onlara meyletmenin, onlar lehine casusluk etmenin, di­nin maslahatını ilgilendiren Müslümanlara ait sırları onlara açmanın, kâfirle­rin maslahatlarını müminlerin maslahatından öne geçirecek şekilde -Hatıb b. Ebi Beltea'nın yaptığı gibi- onları yardımcı ve dost edinmenin haram olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü böyle bir davranış iman aleyhine küfre yardımcılık yapmaktır.

Buharî ile Müslim'de ve diğer kaynaklarda senediyle kaydedilen Hâtıb b. Ebi Beltea'nın kıssası özetle şöyledir: Hatıb Kureyşlilere bir mektup yazarak Peygamber (s.a.)'in Mekke üzerine yürümeye hazırlandığını haber verir. Çün­kü o sırada Hz. Peygamber Mekke'yi fethetmek üzere ordu donatıyordu ve bu­nu da gizli tutuyordu. Bundan kasıt, hazırlıksız bir şekilde Kureyş'i gafil avla­mak ve sonucunda Kureyş'i barış yapmayı kabul etmeye zorlamaktı. Çünkü Resulullah (s.a.) savaşmak istemiyordu. Hâtıb ise yazdığı mektubu bir cariye ile gönderdi. Cariye bu mektubu saçının örgüleri arasına koymuştu. Allah pey­gamberine durumu bildirdi, o da arkasından Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mik-dad'ı gönderdi ve dedi ki: "Ravzatullah denilen yere ulaşıncaya kadar yola ko­yulunuz. Orada beraberinde mektup bulunan bir kadın göreceksiniz, o mektubu ondan alınız." Mektup alınıp getirilince Hz. Peygamber, "Ey Hâtıb bu da ne oluyor?" diye sorunca o şöyle dedi: "Ey Allah'ın peygamberi bana ceza vermekte acele davranma! Ben Kureyşlilere andlaşma yoluyla katılmış birisiydim, bizzat Kureyşli değildim. Seninle birlikte bulunan muhacirlerin çoluk çocuklarını ve mallarını koruyacak yakın akrabaları vardır. Ben de Kureyşlilerle arkabalığım olmasa bile onlara yakınlarımı himaye etmelerine sebep olacak bir iyilik yap­mak istedim. Ben bu işi dinimden irtidat ederek yapmadım. İslâm'dan sonra küfre razı olarak da yapmadım." Bunun üzerine Peygamber (s.a.), "Bu size doğ­ru söyledi" diye buyurdu. Hz. Ömer Peygamber (s.a.)'den onu öldürmek üzere izin istediyse de ona izin vermedi.

Dediler ki: Yüce Allah'ın, "Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara sevgi ile (haber) ulaştırırsı­nız. Halbuki onlar haktan geleni inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a iman et­meniz sebebiyle peygamberi ve sizi çıkarmışlardı..." (Mümtahine, 60/1) ayeti bu hususta nazil olmuştur.

Yani, "Müminler müminleri bırakıp kâfirleri veliler edinmesin" ayeti Hâtıb b. Ebi Beltea olayı dolayısıyla nazil olmamıştır. Ancak bu ayet-i kerime ile Hâ­tıb kıssası hakkında nazil olan buyruklar, kâfirleri veli edinmeyi yasaklama noktasında ortak bir muhtevaya sahiptir.

Bununla birlikte bu iki ayet-i kerime ve benzeri ayet-i kerimeler Müslü­manlar ve Müslüman olmayanlar arasında bir takım andlaşma veya ittifakları yasaklamamaktadırlar. İsterse bu andlaşma ya da ittifak Müslüman olmayan­ların menfaatine olsun. Çünkü Peygamber (s.a.) şirkleri üzere devam etmeleri­ne rağmen Huzâahlarla andlaşmada bulunmuştu.

Bu konudaki ayet-i kerimeler, aynı şekilde Müslüman olmayan ve harbî de olmayan kâfirlere karşı gerçekte ve bâtında küfürlerine razı olmamak kaydıy­la, sevgi beslemeyi, iyi davranışta bulunmayı da yasaklamamaktadır. Müslü­man olmayan kimselerle Müslümanların kamu menfaatine zarar getirmeyen özel herhangi bir işte karşılıklı ilişkide bulunmaya yahut onunla beraber dav­ranmaya ya da güvenmeye de engel değildir. Bunun delili ise şu ayet-i kerime­lerdir: "Olur ki Allah onlardan düşmanlık ettiklerinizle sizin aranızda yakın bir dostluk meydana getirir. Allah Kâdir'dir, Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı ve kendilerine adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah adaletle davrananları sever. Allah ancak sizinle din konusunda savaş­mış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarmay . yardım. ı olmuş kimseleri veli edinmenizi yasaklar. Kim onları veli edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileri­dir. " (Mümtahine, 60/7-9).

Müslümanlara eziyet etmiş yahut yurtlarından çıkartılmalarına yardımcı olmuş ya da Filistin gibi İslâm topraklarının bir kısmını gasbetmiş harbî kâfir­lere gelince, bunları veli edinmek caiz değildir; aksine az önce geçen ayet-i ke­rime dolayısıyla bunlara düşmanlık etmek vaciptir.

2- Ayet-i kerimede savaşta kâfirlerin, bizzat savaşa katılmak şeklindeki yardımlarını almanın caiz olmadığına delil vardır. Malikî mezhebinin kimi alimleri de bu görüştedir. Çünkü Peygamber (s.a.) Müslim'in Hz. Aişe'den riva­yetine göre Bedir günü arkasından gelen birisine şöyle demiştir: "Geri dön! Ben müşrik bir kimsenin yardımını asla almam." Çünkü böylelerinin hainliklerin­den emin olunmaz. Zira dinleri onları zaruret içerisinde olmaları daşında her zaman için kötülük yapmaya itebilir.

Dört mezhebe tabi olanların çoğunluğu ise kâfir bir kimsenin kâfire karşı yardımını almanın caiz olduğunu kabul ederler. Şu şartla ki bu kâfirlerin Müs­lümanlar hakkında iyi bir kanaat sahibi olması gerekir. Şafiîlerin bunu ayrıca ona ihtiyaç duymakla da kayıtlamışlardır. Çünkü Peygamber (s.a.) Müslim'in rivayet ettiğine göre Huneyn günü Hevazinlilere karşı savaşmak üzere Safvan b. Ümeyye'den yardım almıştır. Huzâahlar da Mekke'nin fethi yılı Peygamber (s.a.) ile yardünlaşmıştır. Münafıklardan olan Kuzman ise Uhud günü ashab-ı kiram ile birlikte -müşrik olduğu halde- savaşa çıkmıştı. "Geri dön, ben müşrik bir kimsenin yardımını almam" hadisi ise, Hz. Peygamberin Kaynukalı Yahudilerin yardımım alıp onlara ganimetten pay ayırdığını bildiren delilleri ile neshedilmiştir.

3- Ayet-i kerimede aynı zamanda takiyye yapmanın meşru olduğuna delil vardır. Takiyye ise düşmanlardan gelecek zarara karşı canı yahut namusu ve­ya malı korumak için zahiren farklı görünmek ve davranmaktır.

Gerçek şu ki, takiyye din düşmanı ile mal, eşya ve yöneticilik gibi dünyevî maksatlar için düşmanlık besleyen düşmanın durumuna göre iki türlüdür.

Birinci tür takiyye: Dinini açığa vurma gücünü ve hakkını bulamayan bütün müminler hakkında söz konusudur. Böyle bir durumda olan müminin buradan dinini açığa vurabileceği bir yere hicret etmesi icap eder. Şayet musta-zaf kimselerden ise -bunlar küçük çocuklar, kadınlar ve acizlerdir- o takdirde küfür diyarında kalması ve zaruret miktarı zahiren kâfirlere muvafakat gös­termesi caizdir. Bununla birlikte dini uğrunda çıkıp kaçmak için çare aramaya da çalışmalıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Melekler kendilerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere, "Ne haldeydiniz?" derler. Onlar, "Biz yeryüzünde mustazaf (zaafa uğratılmış) kimselerdik" derler. Melekler, "Al­lah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oraya hicret edeydiniz ya!" diyeceklerdir. İş­te onlar barınakları cehennem olanlardır, o ne kötü bir dönüş yeridir. Ancak er­keklerden, kadınlardan ve çocuklardan bir yol bulamayan mustazaflar müstes­nadır. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini affedeceğini umabilirler. Allah çok affedi­cidir, çok mağfiret edicidir." (Nisa, 4/97-99).

O takdirde zahiren kâfirlere uygun davranmaya bir ruhsat vardır. Kal­binde olanı olduğu gibi açıklaması ise azimettir. O takdirde ölürse şehittir. Bu­na delil ise şu rivayettir: Museylemetül-Kezzab Resulullah (s.a.)'ın ashabından iki kişiyi yakaladı. Bunlardan birisine, "Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğu­na şahitlik eder misin?" diye sorunca o, evet dedi. Daha sonra, "Peki benim Al­lah'ın rasulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorunca, yine, evet dedi. Bu­nun üzerine o kişiyi bıraktı. Arkasından ikinci kişiyi çağırdı, ona da şöyle dedi: "Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik eder misin?" Adam, evet dedi. Bu sefer ona, "Peki benim Allah'ın rasulü olduğuma şahitlik eder misin?" de­yince adam, "Ben sağırım" diye cevap verdi. Aynı sözü üç defa tekrarladı, daha sonra da boynunu vurdu. Bu durum Resulullah (s.a.)'a ulaşınca şöyle buyurdu: "Şu öldürülene gelince, o doğruluğu ve yakîni üzere geçip gitti. Fazilet olanı yaptı, ona ne mutlu! Diğerine gelince, o da Allah'ın ruhsatını kabul etti, onun da bir sorumluluğu yoktur."[90]

ikinci tür takiyye: Bu, mal ve benzeri şeyler sebebiyle düşmanlıktır. İlim adamları düşman yurdundan böyle bir kimsenin hicret etmesinin vücubu hu­susunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kısmı, "Kendi ellerinizle kendinizi tehli­keye atmayınız." (Bakara, 2/195) ayeti gereğince hicret etmesi vaciptir, der. Di­ğer bir sebep ise malı zayi etmenin yasaklanmış olmasıdır. Çünkü Peygamber

 (s.a.) Ahmed'in, İbni Mace dışında Sünen sahiplerinin ve İbni Hibban'ın Said b. Zeyd'den rivayetlerine göre şöyle demiştir: "Malı uğrunda öldürülen kimse şehittir." Diğerleri ise böyle bir kimse için hicret vacip değildir, derler. Çünkü onlara göre bu dünyevî maslahattır, bunun dine bir zararı yoktur. Fakat tercih edilen yine kendisinin ya da akrabalarının telef olmalarından veya namusuna el uzatılacağından korkulursa hicretin vacip olacağı görüşüdür.

4- Sevgi, velâ ve uygun davranış açıklamak suretiyle insanları idare et­mek: Eğer bu, başkalarına bir zarar vermiyor ise, aynı şekilde dinin asıllarına aykırı da değilse caizdir. Şayet öldürülmek, hırsızlık, yalan şahitlik gibi başka­larına zarar vermeye götürüyorsa caiz değildir. Hasan-ı Basrî der ki: Kıyamet gününe kadar insan için takıyye yapmak caizdir, fakat öldürmede takıyye ol­maz.

5- Allah'ın gazabından ve cezasından her zaman sakınmak gerekir. Böyle­likle insan masiyetlerden uzak ve arınmış kalabilir, Rabbine yaklaştırıcı amel­leri daha çok arttırmaya gayret gösterir. Kıyamet gününde kendisine faydalı olacak olanlar bunlardır. Her insan amelinin karşılığını görecektir; hayırsa ha­yır, şer ise şer.

6- Allah'ın bilgisi geniş ve kapsamlıdır. Küçük veya büyük olsun O her şe­yi bilir. Ruhların içinde gizlenenlerden de açıklananlardan da haberdardır. İn­san kalbinde olanı ister açığa vursun, ister gizlesin O'nun için fark etmez. Şüp­hesiz Allah onu eksiksiz bütün incelikleriyle bilir. Böyle veya şöyle olması onun için önemli değildir. [91]

 

Allah Sevgisi, Rasulüne Uymak Ve İtaat Etmek Suretiyle Kazanılır

 

31-De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve «ünahlanmzı bağışlasın. Allah Ga- für'dur.Rahîm'dİr.''

32- De ki: "Allah'a ve Rasulüne itaat  etten yüz çevirirlerse muhakkak  Allah da kâfirleri sevmez.

 

Belagat:

 

"Muhakkak Allah da kâfirleri sevmez" buyruğunda lafza-i celâl, zamir ola­rak değil de açıktan isim olarak kullanılmıştır. Bundan kasıt ise insan ruhun­da ilâhî heybeti, tazimi yerleştirip pekiştirmektir.

"Seviyorsanız... sizi sevsin" buyrukları arasında mümasil cinas, "meğer ki onlardan gelecek bir zarardan korunmuş olasınız." (28. ayet) ile "Günahlarınızı bağışlasın" ve "Gafûr'dur" buyruklarında mugayir cinas vardır.[92]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer siz Allah'ı seviyorsanız..." Sevgi (muhabbet), kendisinde idrak et­tiği bir mükemmellik dolayısıyla nefsin bir şeye meyletmesidir. İbni Arefe der ki: Araplara göre sevgi, bir şeye doğru kasıt duyarak onu istemek de­mektir. el-Ezherî der ki: Kişinin Allah'ı ve Rasulünü sevmesi, onlara itaat edip emirlerine uymasıdır. Allah'ın kulları sevmesi ise, mağfiret etmek su­retiyle onlara nimet ihsan etmesidir. Yüce Allah, "muhakkak Allah kâfirleri sevmez" diye buyurmaktadır. Yani onlara mağfiret etmez demektir, "bana uyun ki Allah da sizi sevsin" Yani size amellerinizin sevap ve mükâfatını versin, "ve günahlarınızı bağışlasın." Günahlarınızı ve yaptığınız boş (batıl) işleri affetsin.

"De ki: Allah'a ve Rasule itaat edin." Size emrettiği tevhidi yerine getirin. "Eğer yüz çevirirlerse" yani itaati kabul etmeyip çağrına olumlu karşılık ver­mezlerse "muhakkak Allah da kâfirleri sevmez." Yani onları cezalandırır. [93]

 

Nüzul Sebebi

 

31. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbnül-Münzir Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamberimiz döneminde bazı kimseler, "Allah'a yemin ederiz ya Muhammed, gerçekten bizler Rabbimizi se­viyoruz" dediler. Bunun üzerine Allah da "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki..." ayetini indirdi.

Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr de dedi ki: Bu ayet-i kerime Necranlılar-dan gelen heyet hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hz. İsa hakkında söyle­diklerinin Allah'a sevginin ifadesi olduğunu iddia etmişlerdi.

İbni Abbaş da demektedir ki: Yahudilerin "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleri­yiz" demeleri üzerine Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi. Bu ayet-i kerime nazil olunca, Resulullah (s.a.) onu Yahudilere sundu. Onlar da bu ayeti kabul etmediler.

Durum ne olursa olsun, ayet-i kerimede hitap Allah'ı sevdiğini, yani ona itaat edip emrini uyguladığını iddia edip Resulullah (s.a.)'a uymayan herkesi kapsayan genel bir hitaptır.

İbni Kesir der ki: O ayet-i kerime Allah'ı sevdiğini iddia edip Hz. Muham-med'in yolunu izlemeyen herkesin aleyhine hüküm vermektedir. Böyle bir kim­se bu iddiasında yalancıdır. Kişi şeriata ve nebevi dine bütün söz ve fillerinde tabi olmadıkça bu iddiasında doğru sözlü olamaz. Nitekim sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Her kim bizim bu işimize uyma­yan bir iş işlerse o reddedilmiştir." [94]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah müminlere kâfirleri veli edinmeyi yasakladıktan sonra burada da Yüce Allah'ı sevmenin Rasulüne tabi olmak, onun emirlerini yerine getirmek ve yasakladığı şeylerden uzak durmak demek olduğunu açıklamaktadır.[95]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed! Onlara de ki: Şayet sizler Allah'a itaat ediyor, O'nun seva­bını arzu ediyorsanız Allah'ın bana indirdiği vahye uyunuz. Allah da sizden ra­zı olacak, günahlarınızı bağışlayacaktır. Yani sizin isteğiniz olan onu sevmek­ten daha fazlasını da elde edeceksiniz ki, bu da O'nun sizi sevmesidir ve bu bi­rincisinden daha büyüktür.

Allah kendisine itaat edenleri, dinine uyanları bağışlar. Dünyada da ahi-rette de onlara merhamet eder. O'na itaat ise Rasulüne uymakla olur.

Rivayet edildiğine göre, "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız..." buyruğu nazil olunca, münafıkların lideri Abdullah b. Ubeyy şöyle dedi: "Muhammed kendisine itaati Allah'a itaat gibi değerlendiriyor. Hristiyanlann İsa'yı sevdiği gibi bizim de kendisini sevmemizi emrediyor." Bunun üzerine Yüce Allah'ın, "De ki: Allah'a ve Rasulüne itaat edin" buyruğu nazil oldu.

Yani onlar dedi ki: Emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiy­le Allah'a itaat ediniz. Sünnetine uymak, onun gösterdiği yoldan gitmek ve izi­ni takip etmek suretiyle de Rasulüne itaat ediniz. Bu da Yüce Allah'ın size pey­gamberine tabi olmanızı farz kıldığını göstermektedir. Çünkü O Allah'ın rasulüdür. Yoksa durum Hristiyanların İsa (a.s.) hakkında iddia ettikleri gibi değil­dir.

Kendilerinin Allah'ın oğulları ve sevdikleri yani Allah'ı seven kimseler ol­duklarını iddia ederek gurura kapılıp O'nun çağrısını kabul etmez, yûç çevirip gerisin geri döner, emrine aykırı hareket ederlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri cezalandırır, onların fiillerini beğenmez, onları bağışlamaz ve onlara gazap eder. Çünkü onlar nevalarına uymuş ve dosdoğru dinin gösterdiği hidayet yolu­nu terk etmiş olurlar. Bu yol ve yöntem hususunda Peygamber (s.a.)'e muhale­fet etmenin küfür olduğunun, kendisinin Allah'ı sevip ona yaklaşan bir kimse olduğunu ileri sürse dahi, bu nitelikte olan kimseleri Allah'ın sevmediğinin de­lilidir. [96]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'ı ya da Rasulünü sevmek, İslâm'a tabi olmak, Resulullah (s.a.)'a ita­at etmek, onun şeriatı gereğince amel edip emirlerine uymak ve yasaklarından uzak durmakla ortaya çıkar.

Resulullah (s.a.)'ı sevmek, şahsı dolayısıyla değil, Allah tarafından cinlere de insanlara da gönderilmiş bir peygamber olduğundan dolayıdır. Resulullah (s.a.)'ın şeriatına uymak el-Verrak'ın da söylediği gibi, samimi sevginin delili­dir.

Şairin dediği gibi:

"Onu sevdiğini izhar ederken Allah'a asi oluyorsun;

Yemin olsun ki bu uygun olmayan bir iddiadır.

Ona duyduğun sevgi samimi ve doğru ise ona itaat edersin,

Çünkü şüphesiz seven sevdiğine itaat eder."

Selh b. Abdullah der ki: Allah'ı sevmenin alâmeti Kur'an-ı Kerim'i sev­mektir. Kur*an-ı Kerim'i sevmenin alâmeti Peygamber (s.a.)'i sevmektir. Pey­gamber (s.a.)'i sevmenin alâmeti sünnet-i seniyyeyi sevmektir. Allah'ı ve Kur'an'ı sevmenin, Peygamberi sevmenin, sünneti sevmenin alâmeti ise ahire-ti sevmektir. Ahireti sevmenin alâmeti ise kendisini sevmektir. Kendisini sev­menin alâmeti ise dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzettiğinin alâmeti ise yeteri kadar azık ve asgari ihtiyacandın fazlasını almamaktır.

Müslim Sahih'inde Resulullah (s.aj'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmekte­dir: "Allah bir kulu sevdi mi Cebrail'i çağırıp şöyle der: Ben filanı seviyorum, onu sen de sev. Bunun üzerine Cebrail onu sever. Sonra semada seslenerek der ki: Şüphesiz Allah filanı sever, siz de onu seviniz. Bunun üzerine sema ehli o kimseyi sever. Allah bir kula da buğzetti mi Cebrail'i çağırır ve ben filana buğzediyorum, sen de buğzet der. Bunun üzerine Uz. Cebrail ona buğzeder. Sonra sema halkına şöyle seslenir: "Allah filana buğzediyor siz de ona buğzediniz. Sema ehli de ona buğzetmeye başlar, sonra da yeryüzünde ona buğz (duyguları) yerleştirilir." [97]

 

Peygamberlerin Seçilmesi Ve İmran'ın Hanımının Karnında Bulunanı Allah'a İbadete Adaması

 

33- Gerçekten Allah Adem'i, Nuh'u İb­rahim ile İmran ailesini âlemlere üs­tün kıldı.

34- Hepsi birbirinden gelmiş tek bir zürriyetti. Allah Semî'dir, Alîm'dir.

35- Hani imran'ın karısı, "Rabbim, kar-nımdakini azatlı bir kul olarak yalnız sana adadım. Benden kabul buyur. Muhakkak sen Semî'sin, Alîm'sin" de­mişti.

36- Fakat onu doğurunca, "Rabbim ben bunu kız doğurdum" dedi. Halbuki Al­lah onun ne doğurduğunu daha iyi bi­lir. Erkek ise kız gibi değildir. "Ben adını Meryem koydum. Ben onu da zürriyetini de kovulmuş şeytandan sa­na sığındırırım" dedi.

37- Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti. Güzel bir bitki gibi bitirdi ve Zekeriya'yı ona bakmakla görevlendirdi. Zekeriya ne zaman onun yanına mihraba girdiyse, yanın­da bir rızık buluyordu. "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" dedi. O da, "Bu Allah'tandır. Şüphesiz Allah dile­diğine hesapsız rızık verir" dedi.

 

İ'râb:

 

"tek bir zürriyet" buyruğu daha önce geçen isimlerden haldir. Çünkü bu­nun takdiri şöyledir: "Ey Muhammedi İmran'ın karısının... dediğini an." Yahut da "Semî'dir, Alîm'dir" buyruğuna müteallaktır. O takdirde anlamı şöyle olur: Allah İmran'ın hanımının..." dediğini çok iyi işitendir, çok iyi bilendir, (ve kef-felehâ Zekeriyyâ) buyruğunda "/e" harfi şeddeli okunduğunda "Zekeriya'yı ona bakmakla görevlendirdi" anlamındadır. Şeddesiz okunduğu takdirde ise "Zeke­riya" fail olduğundan dolayı merfu olur. Anlamı da şöyle olur: Zekeriya ona bakmayı üzerine aldı. [98]

 

Belagat:

 

"Halbuki Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir" buyruğu ile "erkek ise kız gibi değildir" buyruğu işin büyüklüğünü ifade etmek için gelmiş iki ara cümlesidir.

"Ben onu da... sığındırırım" buyruğunun müzari (geniş zaman) gelmesi, devamlılık ve bu işin sürekli yenilenip duracağını ifade etmek içindir.

"Güzel bir bitki gibi bitirdi" buyruğunda benzetilenin hazf edilip onun ge­reklerinden bir şeyin zikredilmesi suretiyle tebeî istiare yoluyla onun güzel bir şekilde terbiye edilip büyümesini yavaş yavaş büyüyen ekine benzetmektedir. [99]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Gerçekten Allah... İmran ailesini üstün kıldı" seçti.

"Zürriyet" aslında küçük çocuklar demektir. Bu kelime daha sonra küçük, büyük, bir olsun çok olsun bütün çocuklar hakkında kulanılmaya başlanmıştır. Burada bunların biri diğerine benzeyen bir zürriyet oldukları kastedilmektedir.

"Hani İmran'ın karısı" Fakut kızı Hanne "Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak" yani dünya meşgalelerinden kurtulmuş, azat olmuş, yalnızca ibadete ve Beyt-i Makdis'in (Mescid-i Aksa'nın) hizmetine tahsis edilmiş azatlı bir kul olarak, "yalnız sana adadım benden kabul buyur." yani rıza ile ve kabul buyurarak onu al.

"Onu da zürriyetini de kovulmuş şeytandan sana sığındırırım." Yani senin korumana, himayene veriyorum demektir. Allah'a sığınmak (teavvüz ve isti-aze) ise O'na sığınmak, O'nun yardımını almak, dua ve umut ile O'nun himaye­sine girmek demektir.

"Meryem", İbranice'de Rabbin hizmetkârı yahut ibadet eden kadın anla­mındadır.

"Rabbi onu güzel bir bitki gibi bitirdi." Durumlarını ıslah edecek şekilde onu büyüttü/'ue Zekeriya'yı ona bakmakla görevlendirdi." Zekeriya Hz. Da­vud'un oğlu Hz. Süleyman'ın soyundandır (hepsine selâm olsun).

"Mihrab" oda demektir; oturulacak yerlerin en güzelidir. Kitap Ehli tara­fından buraya el-Mezbah adı verilir. Bu ise mabedin ön tarafında üstü çardaklı bir yerdir. Kapısı vardır ve oraya bir kaç basamaklı bir merdivenle çıkılır. Bu­rada bulunan kişi de mabedde bulunanlar tarafından görülmez.

"Bu sana nereden geliyor?" Kıtlık ve kuraklık zamanı olduğundan dolayı bunun nereden geldiğini hayretle sormuştu. "Allah'tandır." Yani Allah bunu ba­na cennetten getiriyor. [100]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kendisini sevmenin Rasulünü de sevmeyi, ona tabi olup itaat etmeyi de gerektirdiğini, Allah'a itaatin Rasulüne itaat ile birlikte olduğunu beyan ettikten sonra, Rasuller arasından sevdiği ve beğendiği kimseleri insanlara Allah'a sevginin yolunu açıklayan kimseler olduklarını ve onların soyun­dan gelenleri söz konusu etmesi uygun düşmektedir. Sevginin yolu ise Allah'a iman ile birlikte Allah'a ve onun şerefli rasullerine itaat etmektir. [101]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu aileleri yeryüzünün diğer halkı arasından seçtiğini, pey­gamberliği onlara vermekle âlemler arasında onları seçkin kıldığını haber ver­mektedir, insanların babası Adem'i seçti, onu kendi eliyle yarattı, ona ruhun­dan üfledi. Melekleri ona secde ettirdi, eşyanın isimlerini öğretti, onu cennete yerleştirdi. Daha sonra bu konudaki hikmeti dolayısıyla cennetten yeryüzüne indirdi, tevbesini kabul etti ve onu seçkin kıldı. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçti de tevbesini kabul etti ve hidayet verdi." (Tâ-Hâ, 20/122). Peygamberler ve Rasuller onun soyundan geldi.

Hz. Adem'den sonra insanlığın ikinci atası Hz. Nuh'u seçti. Hz. Nuh'u yer­yüzü halkına rasul kıldı. İnsanlar putlara ibadet etmeye başlamıştı. Tufan ile onları boğarak Hz. Nuh'un intikamını puta tapanlardan aldı. Onu ve onunla birlikte iman edenleri ise o büyük gemide, tufandan helak olmaktan kurtardı. Yine onun soyundan da pek çok peygamber ve pek çok rasul geldi. Hz. Adem'den sonra yeryüzündeki insanlara Allah'ın gönderdiği ilk rasul odur. Hz. Nuh insanlara kızlarıyla evlenmenin, kızkardeşlerle, halalarla, teyzelerle ve sair yalan akrabalarla evlenmenin haram olduğunu bildirdi.

Allah İbrahim hanedanını da seçmiştir. Kayıtsız şartsız olarak peygam­berlerin sonuncusu ve insanların efendisi Muhammed (s.a.) de onlardandır. İs­mail, İshak, Yakub ve Esbat (Hz. Yakub'un oğulları ve soylarından gelenler) da aralarmdandır. Hz. İbrahim'in soyundan da Âl-i İmran'ı (İmran ailesini) seç­miştir. Bunlar da İsa, onun annesi, İmran kızı Hz. Meryem'dir ki, onun da soyu Yakub (a.s.)'a kadar uzanır.

Burada sözü geçen "İmran" dan kasıt, Hz. İsa'nın muhterem validesi Hz. Meryem'in babasıdır. Onun da geriye doğru soyu şöyledir: İmran, Yaşim, Mişa, Hazkiya, ibrahim. İbran'ın nesebi Hz. Davud'un oğlu Süleyman'a (ikisine de selâm olsun) kadar uzanır. O halde Hz. İsa, Hz. İbrahim soyundandır.

Allah bunları seçmiş, insanların en seçkinleri kılmış, nübüvvet ve risalet ile şereflendirmiştir. O halde onlar tek bir zürriyet ve tek bir sülâleye mensup­turlar. Fazilet, meziyet, din ve birbirlerine yardımcı olmak hususunda birbirle­rine benzerler. İbrahim hanedanı olan ismail, İshak ve onların soyundan gelen çocukları Hz. İbrahim'in soyundan gelirler. Hz. İbrahim Hz. Nuh'un, Hz. Nuh da Hz. Adem'in soyundandır. Âl-i İmran ise, Musa, Harun, İsa ve onu annesi de Hz. İbrahim, Hz. Nuh ve Hz. Adem soyundan gelirler. Bunlar bütün insan­lar arasından seçilmiş, hepsine üstün kılınmıştır. Çünkü onlar insanların en seçkinleridir. Muhammed (s.a.)'e gelince: Onun mertebesi seçilme mertebesinin de üstündedir. Çünkü o Allah'ın habibi ve rahmetidir. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik." (Enbiya, 21/107). Bütün peygamberler rahmet için yaratılmışlardır. Muhammed (s.a.) ise bizatihi rahmet olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı onun yaratılması in­sanlar için bir emandır, güvenlik ve esenliktir. Nitekim Hz. Peygamber, Hakim ve İbni Asakir'in Ebu Hureyre'den yaptığı rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Ben ancak hediye olarak verilmiş bir rahmetim." Hz. Peygamber bizatihi ken­disinin Allah'tan gelen bir rahmet olduğunu haber vermektedir. "Hediye olmuş" ifadesiyle ise Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir hediye olduğu beyan edilmektedir.

Burada sözü geçen zürriyet, "Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık. Her bi­risine hidayet verdik..." (En'am, 6/84-87) buyruğunda Hz. İbrahim'den söz edi­lirken adı anılan kimselerdir.

Peygamberler arasında özellikle bunların anılması, bütün peygamber ve rasullerin onların soyundan gelmiş olmasındandır. Allah kulların sözlerini işi­ten Semî'dir, onların niyetlerini, kalplerinde olanları çok iyi bilen Alîm'dir.

Fâkûd kızı Hanne adını taşıyan ve Hz. Meryem'in anesi olan İmran'ın ha­nımı -ki çocuğu olmayan kısır bir hanımdı- çocuk sahibi olmayı arzu edince, Yüce Allah'a kendisine çocuk bağışlaması için dua etmiş ve Allah onun duasını kabul etmişti. Hamile kaldığından emin olunca şöyle demişti: Rabbim ben kar­nımda olan yavrumu yalnız senin zatına halis olmak üzere, sana ibadet etmek ve Beytülmakdis'e hizmet etmek üzere adıyorum. Böyle bir adak onların şeri­atında caiz idi. Çocuğa da bu adağa itaat etmek düşerdi. Allah'a bu adağını ka­bul etmesi için dua etti. Zaten O, her sözü ve bütün duaları işitendir. Bu sözle­rin sahibi olan kimselerin niyet ve ihlâsmı çok iyi bilendir. Bu ise O'nun bir lü­tuf ve ihsanı olarak duayı kabul etmesini gerektirir. Ancak İmran'ın hanımı karnındaki yavrunun erkek mi, dişi mi olduğunu bilmiyordu. Adak, mükellefin Allah tarafından vacip kılınmamış ve yapmakla yükümlü tutmadığı bir takım ibadetleri kendisine vacip kılmasıdır. Böyle bir ibadet, kişi kendisini o ibadetle mükellef tutmadıkça bağlayıcı olmaz.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah'ın ilkin "İmran ailesini" tamlamasında kastettiği Hz. Musa'nın babasıdır. Daha sonra sözünü ettiği "İmran'ın karısı" tamlamasında ise kastettiği kişi Hz. Meryem'in babasıdır. İkisi arasında yakla­şık bin sekiz yüz yıllık bir zaman vardır.

İmran'ın hanımı kız çocuk doğurunca üzüntü ve kederle dedi ki: Ben kız çocuk doğurdum. Halbuki Beyt'in hizmetine ancak erkekler kabul edilir. Zira kadınlar, ayhali olur, doğum yapar; bu sebeple orada hizmet için müsait değil­dir. Allah ise ne doğurduğunu ve doğurduğu yavrunun makamını en iyi bilen­dir. Bu ifadeler, dişinin şanını yükseltmektedir. Onun temenni edip istediği er­kek ise dişi gibi değildir, yani ibadet ve Mescid-i Aksa'ya hizmet hususunda, güç ve gayreti bakımından ona benzemez. Aksine bu dişi onun umduğu erkek­ten daha hayırlıdır. "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir" buyruğu Yüce Allah'ın sözleri arasındadır. Burada geçen, "(bimâ vedaat) ne doğurduğunu" buyruğu "(bimâ vada'tü) ne doğurduğumu" diye de okunmuştur. O takdirde bu yüce Allah'ı tazim ve tenzih kasdıyla İmran'ın hanımının söylediği bir söz olur.

"Erkek ise kız gibi değildir" buyruğu sözü geçen anlamıyla Allah'ın söyle­diği bir buyruktur. Bunun İmran'ın hanımının sözlerinden olması da müm­kündür. O bunu Mescide hizmet maksadına uygun olmayan kız doğurduğun­dan dolayı Rabbine mazeret beyan etmek üzere söylemiştir. Çünkü kız, avret olması (sakınması ve korunmasının lüzumu) sebebiyle hizmete elverişli değil­dir.

İmran'ın hanımı dedi ki: "Ben buna Meryem yani Rabbin hizmetkârı adını verdim. Hayırdan kovulmuş şeytanın şerrinden ben onu senin himayene veri­yorum. Senin onu korumanı diliyorum, onu gözetmeni niyaz ediyorum. Hem onu, hem onun soyundan gelecek olanı -ki o da İsa (a.s.) dır- şeytandan ve şey­tanın onların üzerinde baskı kurmasına karşı korumanı dilerim." Allah onun bu duasını kabul etti. Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayetlerine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bütün Ademoğullanna annesi tarafın­dan doğurulduğu gün şeytan dokunur. Meryem ve onun oğlu müstesna."[102] Yani şeytan, etkilemek suretiyle, doğan her çocuğu azdırmayı arzular. Bundan tek istisna Meryem ve onun oğludur.

Allah, Hz. Meryem'i annesinden en güzel bir şekilde kabul buyurdu. Onun yalnızca ve halisen ibadete, Beytülmakdis'in hizmetine adanmasına -küçüklü­ğüne ve dişiliğine rağmen- razı oldu. Durumlarını düzeltecek şekilde hem mad­dî hem ruhî yönlerini kapsayacak tarzda üstün bir terbiye ile büyüttü. Tıpkı zi-raatçilerin sulayarak, gübreleyerek, sürerek ve çevresindeki zararlı otları ko­pararak güzel bitkileri güzel olan bir arazide yetiştirmeleri gibi.

Teyzesinin kocası ve güzel ahlâk ve takvasıyla tanınan Zekeriya'yı Hz. Meryem'in bakımıyla ve onun işlerini görmekle -gençlik çağına, büyüme çağma gelinceye kadar- görevlendirdi. Yüce Allah onu, faydalı bilgi ile salih bir amel edinsin diye Hz. Zekeriya'nın himayesine vermeyi takdir buyurdu.

Hz. Zekeriya Meryem'in yanına mihraba (ibadet ettiği yüksekçe odaya) girdiği her seferinde etrafında oldukça bol rızık görürdü. O zamanda bulun­mayan pek çok ve türlü yiyecekleri yanında bulurdu. Tabiîn müfessirlerinden bir topluluğun dediğine göre yanında kış mevsiminde yaz meyvesini, yaz mev­siminde de kış meyvesini görürdü. Ona, "Ey Meryem bu sana nereden geli­yor?" diye sorardı. O sıralarda kıtlık ve kuraklık günleri yaşanıyordu. Hz. Meryem ona şöyle dedi: "Bu birini ötekine müsahhar kılmak suretiyle bütün insanları rızıklandıran Allah'tan gelmektedir. Şüphesiz Allah kullarından di­lediğini hesapsızca rızıklandırır." Bunun (Yani Allah... sözünün) Hz. Mer­yem'in sözü olduğu söylenmiştir; yeni bir cümle olması da caizdir. İşte Hz. Ze­keriya'nın gördüğü bu durum, Allah'a dua edip çocuk istemesine sebep teşkil etti. [103]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Müşrikler, peygamberimiz Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini kendileri gibi bir insan olduğundan, Kitap Ehli de İsrailoğulları'ndan olmadığından do­layı inkâr ediyorlardı. Allah onlara şöyle cevap vermektedir: Muhakkak Allah insanlığın atası Adem'i, ikinci atası Nuh'u seçtiği gibi, onların soyundan İbra­him ailesini, İbrahim ailesinden de İmran ailesini seçmiştir. îmran ailesi ise Hz. İbrahim'in torunu İsrail'in (Hz. Yakub'un) soyundandır. Bu şekilde seçme yetkisi Allah'a ait olduğuna göre Araplar arasından bir peygamber seçme yet­kisi de O'na aittir. Muhammed (s.a.) Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'in soyun­dandır.

Anlatılan bu kıssa Arabî peygamber Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ispatlamak ve peygamberliği İsrailoğullanna münhasır kabul eden Kitap Ehli­nin iddiasını çürütmek için gelmiştir. Diğer taraftan "peygamberin insan olma­ması gerekir" şeklindeki müşriklerin şüphelerini de çürütmek içindir. Halbuki peygamber, ancak bizzat kendilerine peygamber gönderilenlerin cinsinden olur.

Bu kıssada Hz. İsa'nın peygamberliğine delil olan harikulade bir olay var­dır. Çünkü kendisi alışılmışın aksine yaşı ilerlemiş, kısır bir kadından doğdular. Beytülmakdis'te dişi olduğu halde hizmet etmesi kabul edilmişti. Ta ki onun tertemiz yaşayışı, oğlunun Allah'ın ruhu ve kelimesi olduğunun alâme­ti olsun diye.

Yüce Allah'ın, "Ben adını Meryem koydum" buyruğu çocuğun doğduğu gü­nü adının konulmasının caiz olduğunu göstermektedir. Bu bizden öncekilerin şeriatıdır. Sünnet-i seniyyede Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğu da bunu pekşitirmektedir: "Bu gece benim bir oğlum oldu, ben ona babamın adı olan İbrahim adını verdim."

Yüce Allah'ın kabul buyurduğu doğacak çocuğunu ve onun soyundan gele­cek olanları şeytanın etkisinden korumasına dair yaptığı duanın etkilerinden bir tanesi de Hz. İsa'nın şeytanın saptırma ve aldatmalarına karşı Allah tara­fından korunmasıdır. Nitekim Yüce Allah diğer peygamberleri de şeytanların vesvese ve tahakkümünden korumuştur. Şeytan peygamberlere, Allah'ın ger­çek dostlarına türlü fesat ve aldatmalarla çoğu defa.saldırmak istemiş, ancak Allah şeytanın arzusuna karşı onları korumuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki senin, benim kullarımın üzerinde herhangi bir ta­sallutun yoktur." (İsra, 17/65).

Âdet dışı olarak Hz. Meryem'in yanında çokça rızkın bulunması İbni Ke-sirtn de belirttiği gibi [104] evliyanın kerametine delildir. [105]

 

Hz. Zekeriya İle Hz. Yahya'nın Kıssası

 

(Hz. Zekeriya'nın Duası ve Salih Evlat Sahibi Olma İsteği ile Hz. Yahya'nın Doğumu)

 

38- Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim bana senin tarafından çok te­miz bir zürriyet bağışla. Muhakkak ki sen duayı hakkıyla işitensin."

39-  O mihrapta durmuş namaz kılar­ken melekler ona seslendi: "Muhakkak Allah sana Allah'tan bir kelimeyi doğ­rulayıcı, bir efendi, nefsini sakındıran ve salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı müjdeliyor."

40-  Dedi ki: "Rabbim gerçekten bana ihtiyarlık çatmış iken ve karım da kı­sır iken benim nasıl olur da bir oğlum olur?" Böyle. Allah ne dilerse yapar" diye buyurdu.

41-  "Rabbim bana bir ayet ver" dedi. Buyurdu ki: "Senin ayetin işaretle ha­riç, insanlarla üç gün konuşmamandır. Rabbini çok zikret, sabah ve akşam teşbih et."

 

I'râb:

 

"(hünâlike)=Orada" kelimesi aslında mekân zarfıdır. Fakat burada zaman zarfı olarak kullanılmıştır. Bu ayet-i kerimede her ikisi hakkında yani hem me­kân hem zaman hakkında kullanıldığı da söylenmiştir. Bu zarf Hz. Zekeri­ya'nın duası ile alâkalıdır. Yani, "Zekeriya o vakit dua etti" demektir. Arapça'da bu şekilde bir kullanım mümkündür. Bu kelimenin hem zamanı hem mekânı ifade etmesi muhtemeldir. Yüce Allah'ın, "İşte orada o vakit (hünâlike) velayet (yardım ve dostluk) ancak hak olan Allah'ındır." (Kehf, 18/44) buyruğunda ol­duğu gibi.[106]

 

Belagat:

 

"Melekler ona seslendi." Burada seslenen Hz. Cebrail'dir. Ondan çoğul diye söz edilmesi, onu tazim etmek içindir. Çünkü Hz. Cebrail onların velisidir.

"Sabah ve akşam" buyruğunda tıbâk sanatı vardır. Bu ise lafza bediî gü­zellik veren ifade şekillerindendir. [107]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rabbim! Bana senin tarafından çok temiz bir zürriyef yani salih ve mü­barek bir çocuk "bağışla." Zürriyet, çocuk demektir. Bir kişi hakkında da, pek çok kişi hakkında da kullanılır. Burada bir kişi hakkında kullanılmıştır, "çok temiz" yani yaptığı fiilleri temiz ve hoş olan. "Muhakkak ki sen duayı hakkıyla işitensin" onu işitip kabul edensin. "Allah kendisine hamdedeni işitti= Sem'ial-lahu limen hamideh" buyruğunda olduğu gibi. Çünkü duayı kabul etmeyen, işitmeyen gibidir.

"Muhakkak Allah sana Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı" yani Hz. İsa'nın Allah'ın ruhu olduğunu tasdik edici. Çünkü Hz. İsa, Allah tarafından söylenen bir söz ile var olmuştur. Allah'ın kelimesi (sözü) ise İsa (a.s.)'dır. Ona "kelime7' denilmesinin sebebi, onun "ol" kelimesiyle yaratılmış olmasıdır. er-Rabi b. Enes dedi ki: O (yani Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya) Meryem oğlu İsa'yı tasdik eden ilk kişidir, "efendi (seyyid)" kavmine efendilik eden ve kendisine uyulan başkan demektir, "nefsini sakındıran (hasûr)" Süyutî ve başkalarına göre, ka­dınlardan imtina eden, yani iffetli ve zahitliği dolayısıyla, iktidar sahibi olmak­la birlikte, kadınlara yaklaşmayan demektir. Başkaları ise şöyle der: Ayıplana­cağı şeyleri işlemekten kendisini çokça sakındıran yahut da günahlardan ko­runmuş, hiç günah işlemeyen demektir; adeta günah işleme iktidarı yokmuş gibi. Nitekim Kadı İyad böyle demiştir, "ve salihlerden bir peygamber" yani on­ların sulblerinden gelen bir peygamber. Rivayet edildiğine göre Hz. Yahya hiç bir günah işlemediği gibi, günah işlemeyi içinden dahi geçilmemiştir, "olmak üzere Yahya'yı müjdeliyor."

"Dedi ki: bana ihtiyarlık çatmış iken", yani oldukça yaşlanmış bulunuyor-ken -120 yaşma gelmişken- "ve karım da kısır olduğu halde" yani 89 yaşma gelmiş, doğum yapamayan kısır bir kadın olduğu halde "benim nasıl bir oğlum olur? Böyle." Yani durum bu şekildedir. Yani Allah sizin ikinizden bir çocuk ya­ratacaktır. "Allah ne dilerse yapar." Hiç bir şey bu konuda O'nu aciz bıraka­maz.

"Rabbim! Bana bir ayet", hanımımın hamile kaldığına dair bir alâmet "ver." Yani bu nimeti şükürle karşılamam için, gerçekleştiği takdirde kendisi vasıtasıyla hanımımın hamile kalacağı zamanı bana bildirecek bir alâmet ver.

"Senin ayetin işaretle hariç insanlarla üç gün konuşmamandır." Yani elle yahut başla veya azalarla bir işaret dışında, Yüce Allah'ı zikretmek müstesna, insanlarla konuşmaktan uzak durmandır. İşaretle konuşmaya "kelâm=konaşma" denilmesinin sebebi, söz ile anlatılmak isteneni ifade etmesi ve sözün an­lattığını anlatmasıdır. "Sabah", tan yerinin ağarmasından kuşluk vaktine ka­dar ve "akşam" ise zeval vaktinden gece vaktine kadar "zikret." Buna göre "sa-bah-akşam" ifadesi gündüzün ilk ve son vakitlerini kapsamaktadır. [108]

 

Açıklaması

 

Hz. Zekeriya Hz. Meryem'in durumunu, kendisini ibadete verişini, Yüce Allah'ın ona bol rızık ihsan edip lütfetmesini görünce, Rabbine onun gibi Hz. Yaküb soyundan gelen salih bir evlat bağışlaması için dua etti.

Ayet-i kerime aynı şekilde insanın oğlunun ve eşinin hidayete iletilmesi için yaratanına niyaz edip yalvarmasının, onlara başarı istemesi, hidayete ile­tilmeleri, doğruluğa, iffet ve Allah'ın himayesinde olmaları için dua etmesinin, dünyada da ahirette de onlardan sağlayacağı menfaati daha büyük olsun diye, dini ve dünyası hususunda ona yardımcı olmaları için Rabbine niyazda bulun­masının vacip olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Hz. Zekeriya'nın "Rabbim sen onu razı olduklarından kıl." (Meryem, 19/6) ile, "Bana senin tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla" diye buyurduğuna dikkat edelim. Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan gözlerimizin aydınlı­ğı olan iyi kimseler ver." (Furkan, 25/74). Resulullah (s.a.) da Hz. Enes'e Buharî ve Müslim'in rivayet ettiğine göre şöylece dua etmiştir: "Allah'ım, sen ona çok­ça mal, çokça evlat ver ve bunları ona mübarek eyle!"

Meleklerin görevlerinden birisi de Hz. Yahya'nın müjdesini verdiği gibi müjde vermektir. Peygamberler peygamberlikten önce de sonra da günahlar­dan, büyük ve küçük masiyetlerden korunmuşlardır. Peygamberler bazan mu­bah olan arzulardan da korunabilir, alıkonulabilirler. Tıpkı Hz. Yahya'da oldu­ğu gibi. O nefsini sakındıran (kadınlardan uzak duran) bir kimse idi. Bunun onun getirdiği şeriatın gereği olması ihtimali de vardır. Bizim şeriatımızda ise evlenmek esastır. Hz. Yahya, Hz. İsa'ya iman edip onu tasdik eden ilk kimse idi. Hz. Yahya, Hz. İsa'dan üç yaş daha büyüktü. Altı ay daha büyük olduğu da söylenmektedir.

Hz. Zekeriya'nın evlat sahibi olmayı uzak görmesi ve buna hayret etmesi­nin sebebi, alışılmışa göre kendisi ve hanımı gibi olan eşlerden çocuk olmama­sıdır. Yoksa, Allah'ın kudreti içerisinde olmayacağından dolayı hayret etmemiş­tir. O nimet ve lütfün daha da fazlalığına delil olsun diye kendisine bir alâmet verilmesi talebinde bulunarak nimetinin tamamlanmasını istedi.

Bu ayet-i kerime, işaretin de konuşma'gibi bir değer ifade ettiğinin delili­dir. Bu sünnet-i seniyyede de çokça görülen bir şeydir. Bunlardan birisi Pey­gamber (s.a.)'in siyahi olan bir cariyenin işaretine göre hüküm vermesidir. Ona, "Allah nerede?" diye sorunca, başı ile semaya işarette bulunmuştu. Hz. Peygamber de; "Sen bunu azat et, çünkü bu mümindir" demişti. Böylelikle Hz. Peygamber kanı ve malı koruma sebebi, kendisi ile cennete hak kazanılan ve ateşten korunulan, dinin aslı olan İslâm'a girmeyi dahi işaretle caiz kabul et­miş ye tıpkı bunu sözlü söyleyenin İslâm'a girmesine hükmedildiği gibi o siya­hi cariyenin bununla İslâm'a girdiğine hükmetmiştir.

Genel olarak fukahanın kabul ettiği budur. İmam Malik der ki: Dilsiz bir kimse işaret ile hanımını boşadığını ifade etse bu yerini bulur. Şafiî ise hasta­lanıp da konuşamaz hale gelen kimse hakkında bunun hanımına ric'at yapması ve hanımını boşaması hususlarında dilsiz gibi olduğunu söylemiştir. Ebu Ha-nife de der ki: Eğer işaretinin ne anlama geldiği biliniyor ise böyle bir işaret hüküm ifade eder. Eğer o işaretin anlamı hakkında şüphe varsa batıldır. Ancak bu hüküm kıyasa göre verilmiş değildir, istihsana göre verilmiş bir hükümdür.

Hz. Zekeriya kendisini konuşmaktan alıkoyan bir rahatsızlık sebebiyle ko-nuşamamıştı. Söz konusu bu rahatsızlık ise sağlıklı olmasına rağmen konuşa-mama rahatsızlığı idi. Yüce Allah'ı zikretmekten ise alıkonulmamıştı. Allah ona dili tutulmuş olmakla birlikte, içinden zikri terk etmemesini emretmişti. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki: Eğer bir kimseye Allah'ı terk etme izni ve­rilmiş olsaydı, Yüce Allah'ın şu buyruğundan da anlaşıldığı gibi bu konuda Hz. Zekeriya'ya müsade edilmesi gerekirdi: "İşaretle hariç insanlarla üç gün konuş-mamandır. Rabbini çok zikret..." Diğer taraftan Yüce Allah'ın şu buyruğundan da anlaşıldığı gibi, savaşan kimseye savaş esnasında da Allah'ı anmamak için ruhsat vermesi gerekirdi: "Bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve çokça Allah'ı anın." (Enfal, 8/45).

Aynı şekilde namaz da terk olunmaz. Çünkü yüce Allah'ın, "Teşbih et!" buyruğu, "Namaz kıl" demektir. Nitekim namazda yüce Allah'ın her türlü kötü­lükten tenzihi söz konusu olduğundan dolayı ona "subha" adı verilmiştir. [109]

 

Hz. Zekeriya Kıssası:

 

Hz. Zekeriya Kur'an-ı Kerim'de En'am, Meryem ve Enbiya surelerinde se­kiz defa zikredilmektedir. Hz. Yahya'nın babası Hz. Zekeriya'nın dinî hizmet­lerde bir payının olduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten o Lâvîlidir. Hz. Meryem'in teyzesinin kocasıdır.

Hz. Zekeriya, Allah'ın göz kamaştırıcı ayetlerini, Hz. Meryem'e lütuflannı ve ummadık yerden onu nzıklandırmasını görünce Rabbine İsrailoğulları'nın işlerini yürütecek iyi, temiz ve mübarek bir zürriyet ihsan etmesi için dua etti. Çünkü o şeriata sıkı sıkıya bağlı olmayan yakınlarının, onların başlarına geç­melerinden ve bununla ağır bir imtihana tabi tutulmalarından korkuyordu. Hanımı Hz. Yahya'ya gebe kaldı. Yüce Allah da ona Hz. Yahya'nın peygamber olacağı müjdesini verdi: Bu alâmet ise üç gün süre ile insanlarla konuşamaya­cağı idi ve ona ancak işaretle konuşabileceği haberini bildirdi. Hz. Zekeriya ile onun oğlu Hz. Yahya aynı olayda öldürüldüler. [110]

 

Hz. Yahya Kıssası:

 

Hz. Yahya da Kur'an-ı Kerim'de Âl-i İmran, En'am, Meryem ve Enbiya su­relerinde olmak üzere dört yerde zikredilmektedir.

Hz. Zekeriya'nın Elisabat (Elizabet) adındaki hanımı Hz. Meryem'in Hz. İsa'ya gebe kaldığı sırada Hz. Yahya'ya hamile kalmıştı. Hz. Yahya dünyaya geldi ve Hz. Musa'nın şeriatını çok iyi bilen bir kişi olarak yetişti. Döneminde şeriatın hükümlerine dair fetva soran herkesin çok önemli bir başvuru kaynağı idi.

Hirodos, Filistin yöneticilerinden birisi idi. Onun erkek kardeşlerinden bi­risinin Hirodia adında oldukça güzel bir kızı vardı. Onunla evlenmek istedi.

Kız da annesi de bunu arzulamışlardı. Ancak Hz. Yahya böyle bir evliliğe razı olmadı, çünkü haramdı. Kızın annesi, amca ile yeğeninin zifafa girmesi için fir-sat kolladı. Gelini süsleyerek amcasının önünde oynamasını sağladı. Amcası da buna çok sevindi ve kendisinden neyi arzu ederse istediğini yerine getireceğini söyledi. Kız annesinin ona verdiği akla uyarak ondan, bu evliliğine razı olma­yan Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya'nın başını bu tabak içinde görmek istedi­ğini söyledi. Yönetici olan amcası onun bu isteğini yerine getirdi. Hz. Yahya'yı öldürdü.

Hz. Yahya gençliğinden beri en mükemmel bir şekilde salah ve takva sahi­bi olarak yetişti. Otuz yaşma varmadan önce gençlik çağında ona peygamberlik verildi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz ona hükmü (peygamber­liği) çocuk iken verdik." (Meryem, 19/12). Hz. Yahya insanları günahlardan tev-be etmeye çağırıyor ve onları bunun için Ürdün nehrinde yıkıyor, yani vaftiz ediyordu. Hz. Mesih'i de o vaftiz etmiştir. O bakımdan Hristiyanlar ona "Vaftiz-ci Yuhanna (Yahya)" derler. Hz. Yahya öldürülünce Hz. Mesih peygamberlik da­vetini açıktan yapmaya ve insanlara öğüt vermeye başladı. [111]

 

Hz. Meryem Kıssası

 

42- Hani melekler, "Ey Meryem, şüphe­siz Allah seni seçti. Seni arındırdı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı" demişlerdi.

43- "Ey Meryem, Rabbine itaat et, rükû edenlerle beraber rükû et."

44- Bunlar sana vahyettiğimiz gayb ha-

Onlar Meryem'i hangi­ alacak diye kalemlerini  zaman sen yanlarında değil­din ve onlar çekişirlerken de sen yan­larında değildin.

 

Belagat:

 

"Hani melekler... demişlerdi" buyruğunda kasıt Hz. Cebrail'dir. Mutlak olarak bütün melekler anılıp onların birisi kastedildiğinden dolayı mecaz-ı mürseldir.

"Seni seçti, seni arındırdı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı" buy­ruğunda "seni seçti" lafzı ile "Meryem" lafzının zikredilmesi itnâb kabilindendir. [112]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani melekler" Hz. Cebrail "ey Meryem!" Meryem, onların dillerinde, "iba­det eden kadın" demektir. Onun için hayırlı olması dileği ile bu isim verilmişti. "Şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı." Ayhalinden, lohusalıktan, erkeklerin el değdirmesinden ve kötü huylardan, "ve seni âlemlerin" döneminin "kadınla­rına üstün kıldı." Birinci seçme, yalnızca Beytül-Makdise hizmet etmesi için kabul edilmesidir. Oysa bu hizmet erkeklere hastır. İkinci seçme (üstün kılma) ise kendisine erkek dokunmaksızın bir peygamber doğurma özelliğidir. Bu ise onun böyle bir iş için yaratılmış olup hazırlandığı anlamındadır. Ayrıca Yahudi­lerin ona yaptıkları iftiradan temiz olduğuna dair ilâhî bir kanıttır.

"Ey Meryem! Rabbine itaat et." Kunut, boyun eğmekle birlikte itaat etmek demektir. "Secde et." Ona karşı açıktan açığa zilletini göster, "rükû edenlerle be­raber" yani namaz kılanlarla birlikte "rükû et." namaz kıl. Sücud ve rükûdan kasıt, onun gerektirdiği haldir. Bu ise ibadette alçakgönüllülük göstermek ve huşu duymaktır.

"Bunlar sana vahyettiğimiz..." Vahiy, kendisine vahyolunan kimseye gizli bir hususu bildirmektir. Vahiy Kur'an-ı Kerim'de bir kaç anlamda kullanılmış­tır: Burada, görüldüğü gibi, Hz. Cebrail'in peygamberlere sözü anlamındadır. "Onlara vahyederiz" ifadesi de böyledir. "Musa'nın annesine vahyettik." (Kasas, 28/7) buyruğunda olduğu gibi, ilham anlamında da kullanılır. "Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir." (Zilzal, 99/5) buyruğunda olduğu gibi istenen manayı telkin etmek anlamında; bir de, "Onlara sabah akşam teşbih ediniz diye vahyetti." (Meryem, 19/11) buyruğunda olduğu gibi, işaret etmek anlamında kullanılmış­tır, "gayb haberlerindendir." Senin için gayb olan haberlerdendir.

"Onlar Meryem'i hangisi himayesine alacak diye kalemlerini" yani kura çekmek için kullandıkları ve kalem gibi sivriltilmiş kura oklarını. Bunlara ok adı verilir (siham). Ezlam ise hem kura çekiminde kullanılan, hem de kumar oynamak için kullanılan okların adıdır, "attıkları zaman yanlarında değildin." "ve onlar çekişirlerken" yani onu himayelerine almak hususunda birbirleriyle tartışırlarken "deyanlarında değildin." [113]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah yaşlı bir baba ile kısır bir anneden Hz. Yahya'nın dünyaya gel­mesi kıssasını zikrettikten -ki bu harikulade bir olaydır- sonra hemen Hz. İsa'nın babasız olarak doğması kıssasını zikretmektedir. Bu ise birincisiden da­ha da gariptir. Kıssadan amaç ise Hz. İsa'nın ulûhiyetini iddia eden Hıristiyan­ların kanaatini reddetmektir. Onun Hz. Meryem'den doğuşu, insan olduğuna delâlet etsin diye zikredilmektedir. [114]

 

Açıklaması

 

Melekler Hz. Meryem'e çokça ibadeti, zühdü, şerefi, kederlerden, vesvese­lerden, kötü huylardan ve olumsuz sıfatlardan arındırılmış olması (ki bu da manevî bir anndımadır) sebebiyle Allah'ın onu seçtiğini haber verdi, ikinci bir defa olarak ay hali olmamak, lohusa olmamak, erkekle birlikte olmaksızın do­ğum yapmak gibi maddî kirlerden arındırılmak suretiyle de seçildiğini, çağdaşı olan diğer kadınlara üstün kılındığım belirtti. O halde Hz. Meryem kirlerden, ay hali, lohusalık ve buna benzer kir ve pisliklerle, maddî ve manevî beşerî ku­sur ve eksikliklerden arındırılmıştır. Ay hali olmayan Hz. Fatımatü'z-Zehra da onun gibiydi. Bu bakımdan Hz. Fatıma'ya "ez-Zehra" unvanı verilmiştir.

Ey Meryem, Allah'a boyun eğerek itaatten ayrılma! Allah'a huşu duyarak secde et! Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde bulu­nanlar yalnız O'nundur. Hepsi O'na boyun eğerler." (Rum, 30/26). Secde etmek, alçakgönüllülüğünü arz etmek, rükû etmek ise eğilmek demektir. Secde ve rü-kûdan kasıt ise, bunların ifade ettiği ibadette alçakgönüllülük göstermek ve huşu duymaktır.

Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Meryem'in haberlerine dair sana bildirmiş olduğumuz bu haberler, senin kavminden herhangi bir kimsenin de haberdar olmadığı gayb haberlerindendir. Bunlar sana Ruhul-Emin olan Hz. Cebrail va­sıtasıyla vahyettiğimiz bilgilerle öğrendiğin şeylerdir. Bu bunların senin peyga-merliğinin sıhhatine delil olsun, sana karşı inat edenleri susturucu bir belge ol­sun diyedir.

Ayrıca, Hz. Peygamberin buna dair bilgilerinin Yüce Allah tarafından ge­len vahiyle olduğunu da ispat etmektir. Kendisine öğretilen iki şey vardır: Bi­rincisi Hz. Meryem kıssası, diğeri ise Hz. Zekeriya kıssasıdır.

İmran'ın hanımı gelip Meryem'i Beytül-Makdis'e bıraktığı vakit oradaki alimler de onu himayelerine alıp ona hizmet etmek için birbirleriyle yarıştıkla­rında sen orada değildin. Çünkü Meryem onların efendilerinin, büyüklerinin kızıydı. Bu konuda kura çekmeye koyuldular. Kura Hz. Zekeriya'ya çıktı ve onu himayesine aldı.

Onlar ancak kuradan sonra ittifak etmişlerdi. Bu kıssayı sen de, senin kavmin de -sen de onlar gibi ümmî olduğundan dolayı- bilmediğine göre, o hal­de senin bunu bilmek için tek bir yolun kalıyor; o da Allah'tan sana gelen vahiy yoluyla bilmek. O tartışmalara tanık olmayı ise Yüce Allah inkarcılarla alay etmek üzere nefyetmiş bulunmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğuna ben­zemektedir: "Bunlar bizim sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." (Hud, 11/49).

Onların iddia ettikleri gibi Hz. Peygamber'e bu bilgileri bir insanın öğretti­ğine gelince, bunu da Yüce Allah şu buyruğu ile reddetmektedir: "İnkâra sapa­rak o Kur'an'ı nispet ettikleri kimsenin dili Arapça değildir. Bu ise apaçık Arap­ça bir dildir." (Nahl, 16/103). Dili Arapça olan ise, daha önce okumamış, yaz­mamış, ümmî peygamberdir.

Bu ayet-i kerime Hz. Nuh'un kıssası hakkında söz konusu edilen şu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan önce ne sen biliyordun, ne de kavmin." (Hud, 11/49). Aynı şekil­de Hz. Musa ile Hz. Şuayb kıssasından sonra zikredilen şu ayet-i kerimeye de benzemektedir: "Biz Musa'ya emri vahyettiğimiz vakit sen (Tufun) batı tarafın­da değildin." (Kasas, 28/44). [115]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime, ez-Zeccac ve başkalarının sözlerine göre Hz. Meryem'in bü­tün âlemlerin kadınlarına üstün kılındığını, müfessirlerin çoğunluğunun görü­şüne göre ise çağdaşı olan kadınlara üstün kılındığını göstermektedir. Hz. Mer­yem'in seçilip üstün kılındığı iki defa tekrar edilmektedir. Çünkü birincisindeki mana ibadet için seçildiğini, ikincisi ise Hz. İsa'nm annesi olarak seçilmiş oldu­ğunu ifade etmektedir.

Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud dışında Kütüb-ü Sitte sahipleri Ebu Musa'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Kadınlardan ise İmran kızı Meryem ile Firavun'un karısı Asiye'den başka kemale eren olmamıştır. Aişe'nin sair kadınlara üstünlüğü ise tiritin sair yemeklere olan üstünlüğü gi­bidir."

Kemale ermek, bir şeyin nihaî noktasına ulaşmak, tamam olmak demek­tir. Her şeyin kemali kendisine göre değişir. Mutlak kemal ise yalnızca Yüce Allah'a aittir. Şüphesiz insan türünün en mükemmelleri peygamberlerdir. Da­ha sonra Allah'ın gerçek dostlarını oluşturan sıddıklar, şehitler ve salihler ge­lir.

Sahih rivayet ile -Tirmizî ve İbni Merdûveyh'in Ebu Hureyre ve Enes b. Malik'ten rivayetlerine göre- Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Âlemlerin hayırlılarının en hayırlıları dört tanedir: İmran kızı Meryem, Firavun'un hanı­mı Muzahim kızı Asiye, Huveylid kızı Hatice ve Muhamed'in kızı Fatıma." Bir başka rivayette de şöyle denilmiştir: "Meryem'den sonra cennet ehli kadınları­nın efendisi Fatıma ve Hatice'dir." İşte bu hadis-i şerifler Hz. Meryem'in fazile­tine ve Ruhul-Kudüs'ün onunla konuştuğuna, ona göründüğüne ve gömleğinin yakasına üflemek için ona yaklaştığına, onun da Rabbinin kelimelerini tasdik ettiğine delildir. Bundan dolayı Yüce Allah indirdiği Kitabında ona "sıddıka= doğrulayıcı kadın" sıfatını vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Ve onun annesi sıddı-kadır." (Maide, 5/75); "Ve o Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O itaat edenlerdendi." (Tahrim, 66/12).

Ayet-i kerime Hz. Meryem'in çokça ibadet ettiğine, çokça huşu sahibi oldu­ğuna, rükû ve secde ettiğine, durup dinlenmeksizin güzel amel işlediğine delâ­let etmektedir. Bütün bunlar ise, dünya hayatında çekeceği bir mihnete, dünya ve ahirette yüksek bir makama çıkmaya onu hazırlayan hususlardır.

Yüce Allah'ın, "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" buyru­ğu, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin delilidir. Çünkü Yüce Allah ona önceki kitapları okumadığı halde, Hz. Zekeriya ile Hz. Meryem'in kıssasını bildirmiş­tir ve o da insanlara bunu haber vermiştir. Kitap Ehli de onun verdiği bu habe­ri tasdik etmiştir. Burada vahyetmek Allah'ın Peygamber (s.a.)'e rasul olarak bildirmesi demektir.

Yüce Allah'ın, "Meryem'i hangisi himayesine alacak diye kalemlerini attık­ları zaman sen yanlarında değildin" ayetini Maliki ilim adamlarından bazıları kura çekmenin kullanılabileceğine bir delil olarak göstermişlerdir. Bu aynı za­manda paylaştırmada adaleti isteyen herkes için şeriatımızda bir esastır. Ge­tirdikleri delil açısından birbirlerine eşit seviyede bulunan kimseler arasında adaleti uygulamak, kalplerini huzura kavuşturmak ve paylaştırmayı üstlenen kimse hakkındaki zanm ortadan kaldırmak ve eğer paylaştırılan şey aynı tür­den ise taraflardan birisinin ötekinden daha fazla almasını önlemek için Kitap ve Sünnete tabi olarak kura çekmek fukahanın cumhuruna göre bir sünnettir. Ebu Hanife ve arkadaşları ise kura ile amel etmeyi kabul etmezler ve buna da­ir varit olmuş hadisleri reddederler. Onlara göre bu, Yüce Allah'ın yasakladığı fal oklarına benzemektedir. Ancak bu konuda varit olmuş rivayetler ve sünnet­ten delillerle onlara cevap verilmiştir. Ebu Ubeyd der ki: Peygamberlerden üçü kura ile amel etmiştir. Bunlar Hz. Yunus, Hz. Zekeriya ve peygamberimiz Muhammed (s.a.)'dir. Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Eğer insanlar ezan okumakta ve birinci safta ne gibi hayırların ol­duğunu bilecek olsalar, sonra da bunu elde etmek için başka bir yol bulamaz­larsa hiç şüphesiz kura çekeceklerdi.^ Peygamber (s.a.) de yolculuğa çıkmak istediği zaman hanımları arasında kura çekerdi.

Yine ayet-i kerime, teyzenin büyük anne dışında sair yakın akrabalardan hadaneye (annesi vefat etmiş çocuğun bakımına) daha bir hak sahibi olduğunu göstermektedir. Nitekim Peygamber (s.a.) de Emetullah adını taşıyan Hz. Hamza'nın kızı hakkında bu şekilde hüküm vermiş ve onu Hz. Cafer'e vermişti. Hz. Cafer ise onun teyzesi ile evli bulunuyordu. Tirmizî, Buharî ve Müslim'in el-Bera'dan rivayetine göre Hz. Peygamber, "Teyze anne makamındadır" buyur­muştur.

Hz. Zekeriya, Beytül-Makdis alimlerine şöyle demişti: Onu bana veriniz, çünkü onun teyzesi benim hanımımdır. Ancak bunu kabul etmemişler ve Tev­rat yazdıkları kalemleriyle kura çekmişlerdi. Kura Hz. Zekeriya'ya çıktığı için onu himayesine almıştı.

Kura nasıl gerçekleşti? İmran'ın hanımı yani Meryem'in annesi karnında bulunan yavruyu Beytül-Makdis'in hizmetine adayınca onu alıp hizmetçilere getirdi. Her birisi onu himayesine almak istedi ve bunun için kura çektiler. Hz. Meryem de Hz. Zekeriya'nın payına düştü. Yüce Allah'ın da, "Ve Zekeriya'yı ona bakmakla görevlendirdi." (Âl-i İmran, 3/137) diye buyurduğu gibi, Hz. Ze­keriya onun işlerini görmeyi üstlendi.

Bazı ilim adamları der ki: Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de Meryem dışın­da adıyla hiç bir hanımı söz konusu etmeyişindeki hikmet, Hristiyanlarm ileri sürdüğü "O -haşa- Allah'ın zevcesidir* şeklindeki iddialarını üstü kapalı bir şe­kilde reddetmektir. Çünkü Azim olan bir kimse herkesin önünde hanımının adını zikretmekten haya eder. Diğer bir sebep de babası olmadığından dolayı Hz. İsa'yı ona nispet etmek içindir. Bundan dolayı bir sonraki ayet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onun adı Meryemoğlu Mesih İsa'dır."

1- Ahmed, Buhari, Müslim ve Nesaî'nin rivayet ettiği sahih bir hadistir. [116]

 

Hz. İsa (A.S.) Kıssası

 

45- Hani melekler, "Ey Meryem, mu­hakkak Allah kendinden bir kelime ile seni müjdeliyor. İsmi Meryem oğlu Mesih İsa'dır. Dünyada ve ahirette şanı yüoedlr ve ° en yakınlardandır da» dediler.

46- "Ve o beşikte İken de yetişkin iken de insanlarla konuşacaktır. O salihlerdendir."

47- Dedi ki: "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olabüirT Buyurdu ki: "Öyledir. Allah neyi dilerse yaratır, bir işe hükmedin­ce ona "ol" der, o da oluverir."

48- Ona kitabı, hikmeti, Tevrat ve İn­cil'i öğretecek.

49- Ve İsrailoğuları'na peygamber ola­rak (gönderecek ve onlara diyecek ki:) "Şüphesiz ben size Rabbinizden bir ayet ile geldim. Size bir kuş gibi bir şey yapar ona üfürürüm. Allah'ın iz­niyle o derhal bir kuş olur. Allah'ın iz­niyle «ımHatı doğma körü, alacalıyı iyi eder ve ölüyü diriltirim. Evlerinizde yediğinizi ve biriktirdiğinizi size ha­ber veririm. Elbette bunda sizin için bir ayet vardır, eğer iman edenlerden iseniz."

50-" "Ve benden önce inen Tevraf ı tas­dik edici olarak ve size haram olan ba­zı şeyleri size helâl înimafc için geldim. Size Rabbinizden bir ayet ile de gel­dim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin."

51- Muhakkak Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O*na iba­det edin. Dosdoğru yol işte budur."

 

Belagat:

 

"Bana bir beşer dokunmamışken..." Bu ifade, cimadan kinayedir.

"Ve size haram olan bazı şeyleri size helâl kılmak için." Burada " helâl kıl­mak, ve "haram olan" lafızları arasında tıbâk vardır. [117]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kendinden bir kelime..." Bundan kasıt Hz. İsa'dır. Ona kelime denilmesi­nin sebebi "ona ol der, o da oluverir" buyruğu gereğince var olmuş olmasıdır.

"Mesih", İbraniceden alınmış bir kelimedir. Aslı Mesiha'dır. Çünkü Hz. İsa berekete ya da peygamberlerin bulandığı yağa bulanmış idi. Bu da hoş kokulu bir yağdı. İsa da İbranicede Ye'su'dan Arapçalaştınlmış bir kelimedir.

"Dünyada" peygamberlik ile "ve ahirette" ise şefaat ve yüksek derecelerle "şanı yücedir." yüksek bir makam ve şeref sahibidir. Allah nezdinde "o en ya­kınlardandır."

"...yetişkin iken..." Olgun adam demek olup bununla daha çok kırk ve daha fazla yaşma basmış olanlar kastedilir.

"Bir işe hükmedince" onu yaratmak isteyince "ona ol der, o da oluverir."

"Ona Kitabı" yazı yazmayı, "hikmeti" faydalı bilgiyi. Hikmet, hükümlerin inceliklerini, teşriin sırlarını kavrama basiretidir. "Tevrat'ı" Hz. Musa'ya, "İn­cil'i" Hz. İsa'ya vahiy ile bildirilen kitabın adıdır, "öğretir."

"Bir kuş gibi birşey yapar." O'na suret veririm (ayette yaratmak anlamın­da "halk" kökünden gelen kelime kullanılmıştır). "Halk" ise muayyen ölçüde bir şeye suret vermek ve onu meydana getirmek demektir. Bu kelime yoktan var etmek ve icad etmek anlamına gelmez.

"Ekmeh" anadan doğma kör demektir. "Abraş" ise uğursuzmuş gibi kabul edilen derideki beyazlıktır. [118]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Hz. İsa'nın yakınları olan Hz. Zekeriya ile Hz. Yahya'nın kıssa­sını, onun annesinin kıssasını zikrettikten sonra, Hz. İsa'nın kıssasının ve do­ğuş keyfiyetinin söz konusu edilmesi uygun düşmektedir. [119]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed, kavmine meleklerden Hz. Cebrail'in "Ey Meryem, Allah sana Allah'ın kelimesi olarak nitelenen İsa'yı müjdeliyor" Yani biz sana tarafı­mızdan yaratılacak, bir çocuğun müjdesini veriyoruz, dediği zamanı hatırlat! Bu Hz. İsa'nın olağan dışı bir şekilde yaratıldığını ifade etmek içindir. O ba­kımdan böyle bir niteliği hak etmiştir. Esasında bütün varlıklar Hz. İsa'nın ya­ratılmasının akabinde Yüce Allah'ın "Allah bir işe hükmedince ona 'ol' der, o da hemen oluverir." (Yasin, 36/82) diye belirttiği şekilde var olmuştur; bütün kâ­inat Allah'ın tek bir sözü ile var edilmiş olmakla birlikte, örfen yaratılmış başka şeyler normal sebeplerine nispet edilirler. Hz. İsa'nın hakkında "Allah'ın ke­limesi" tabirinin kullanılması mecazî bir ifadedir. Yüce Allah'ın "Ve o Meryem'e bıraktığı onun kelimesidir." (Nisa, 4/171) buyruğunda olduğu gibi.

Burada meleklerden kasıt, Hz. Cebrail'dir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Derken biz ona ruhumuzu gönderdik. Ona tam bir insan oğlu şek­linde göründü." (Meryem, 19/17). Burada "melekler" diye çoğul olarak Hz. Ceb­rail'den söz edilmesi onun sair meleklerin başı oluşundan dolayıdır.

Onun adı Mesih'tir. Zulmü kaldırmak, insanları hidayete iletmek, arala­rında gerçek kardeşliği yaygınlaştırmak için gelmiştir. Hz. İsa'nın hükümdarlı­ğı bedenî değil, ruhanî idi. Mesih onlara göre meleğin lakabıdır. O bakımdan bu kelime övücü lakaplardandır. Kurtubî de der ki: Bu, sıddık (doğru sözlü) de­mektir.

Hitap Hz. Meryem'e olmakla birlikte "Meryem'in oğlu" denilmesinin sebe­bi, Hz. İsa'nın babasız doğması sebebiyle ona nispet edildiğine işarettir. Bu ni­teliğinin her zaman için zihinlerde yer eden değişmez bir vasıf olarak devam etmesi, onu ilâhlaştıranların görüşlerini reddetmek, ayrıca Hz. Meryem'in yük­sek makamına açıklık getirmek ve onun şanını yükseltmek içindir.

Hz. İsa, ona tabi olanlar ve müminler nezdindeki yüksek mevkisi dolayı­sıyla dünyada insanlar arasında, ahirette kıyamet gününde de Yüce Allah'a ya-kmlaştırılanlar arasında yer almakla üstün bir şeref sahibidir.

Yine beşikte süt emen bir bebek iken, gençliğinde ve olgun bir adam oldu­ğu zamanlarda insanlarla oldukça makul ve dengeli konuşma özelliğine de sa­hip olacaktır. Bu ise Hz. İsa'nın eksiksiz bir insan olacağına işarettir. İbni Ab-bas der ki: Onun beşikteki konuşması, Yüce Allah'ın bize anlattığı şekilde bir anlıktı. Bundan sonra konuşma vakti gelene kadar bir daha konuşmadı. Âde-ten beşikte iken konuşan kimse yaşamaz idi.

O, aynı şekilde Allah'ın kendilerine peygamberlik, istikamet ve düzgün bir hal sahibi olmakla nimet ihsan ettiği salih kimselerdendir. Sözü geçen nitelik­lere sahip Hz. İsa'nın müjdesi Hz. Meryem'e verilince, hayret ve şaşkınlıkla de­di ki: Benim kocam yokken nasıl oğlum olabilir? Yüce Allah ona şu şekilde ce­vap verdi: İşte bu, çocuğun babasız yaratılması şeklindeki bu hayret verici ya­ratma gibi, Allah dilediğini yaratır. Gökleri ve yeri yaratmıştır O. Adem'i top­raktan babasız ve annesiz yaratmıştır. Aslında bütün varlıkları zahirî bir se­bep olmaksızın yaratmıştır. Hz. Zekeriya ve oğlu Hz. Yahya kıssasında Yüce Allah'ın, "Böyle. Allah ne dilerse yapar." (Âl-i İmran, 3/40) ve Hz. İsa'nın yara­tılması kıssasında "Öyle. Allah neyi dilerse yaratır" diye Duyurulmasının sebebi şudur: Hz. Yahya'nın yaşlanmış bir koca kandan yaratılması âdeten diğer in­sanların var edilmesine benzemektedir. O bakımdan onun hakkında "yapmak" tabiri kullanılmıştır. Hz. İsa'nın yaratılıması ise babasız olarak, bir anneden doğum yoluyla gerçekleşmiş alışılmışın hilâfına bir yaratmadır. Hatta onun bu yaratılışı mutlak ilâhî kudret ile olmuştur. Bu, Hz. Yahya'nın yaratılmasından daha açık ve beliğ bir ifade taşır. O bakımdan normal bir sebebe bağlı olmaksızın yaratıldığından dolayı, Hz. İsa'da yaratmak, icat etmek, yoktan var etmek tabirinin kullanılması uygun düşmektedir.

Daha sonra buna uygun düşecek ve tekit edecek ifadelerle şöyle buyur­maktadır: O bir şeyi yaratmayı diledi mi ona "ol" der, o da oluverir. Buradaki emirden kasıt, tekvini emirdir. Yüce Allah'ın, "Namazı kılınız'' buyruğunda ve benzerlerinde olduğu gibi teklifi emir değildir. Bu buyruk, Yüce Allah'ın aza­metini, O'nun emir ve iradesinin yerini bulduğunu, istediğini çabucak gerçek­leştirdiğini zihinlerin anlayabileceği şekilde bir açıklamadır. Yoksa Allah'ın di­lediğini var etmesi, "ol" harfleri arasındaki mesafeden de daha hızlıdır. Bu buy­ruk Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimesini de hatırlatmaktadır: "Sonra göğe yönel­di. O duman halinde idi. Ona ve yere "isteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. İkisi de, "İsteyerek geldik" dediler." (Fussilet, 41/11) Ortada Hz. İsa'nın yaratıl­masından daha olağan dışı başka bir yaratma daha vardır. O da Hz. Adem'in babasız ve annesiz yaratılmasıdır: "Muhakkak İsa'nın misali Allah nezdinde Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluver­di." (Âl-i İmran, 3/59)

İşte alışılmışın dışındaki bu yaratma halleri, Allah'ın mutlak kudretine ve akıllara hayret verecek yaratıklarla varlığı tamamlama iradesine açık bir delil­dir.

Hz. İsa'nın niteliklerinden bazısı şunlardır: Allah ona yazı yazmayı, insanı hareketli kılan ve işlerini sonuçlandırmaya sevk eden hükümlerin sırlarını gös­teren faydalı bilgiyi, Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat'ı ve kendisine vahyolu-nan İncil'i öğretmiştir.

O, İsrailoğulları'na gönderilmiş ve risaletinin doğruluğuna delil olan birta­kım ayetlerle desteklenmiş bir rasuldür. Sözü geçen bu ayetler (mucizeler) şun­lardır:

1- Çamurdan yaptığı kuşun canlanıp uçması. O, kuş şekline benzer muay­yen ölçüde çamurdan bir suret yapmıştır. Yoksa çamurdan yeni bir şekil mey­dana getirmemiştir. Yaptığı bu cisme üfler ve o Allah'ın kudret ve iradesiyle bir kuş oluverir; Hz. İsa'nın kendi kudret ve iradesiyle değil. Çünkü o böyle bir şe­ye güç yetiremeyen bir yaratıktır.

Rivayet edildiğine göre Hz. İsa'dan bir yarasa yaratmasını istediler. O da çamur aldı, onu şekillendirdi ve ona üfledi. Bu cisim gözleri önünde uçan bir kuş oluverdi. Gözlerinden kaybolur kaybolmaz ölü olarak düşüverdi. Böylelikle hâlikle mahlûkun fiili birbirinden ayırt edilmiş ve mutlak kemalin Yüce Al­lah'a ait olduğu bilinmiş oldu. Vehb (b. Münebbih) dedi ki: İnsanlar ona baktık­ları sürece uçuyor, gözlerinin önünden kayboldu mu ölüp düşüyordu. Böylelikle onun yaptığı ile Allah'ın yarattığı birbirinden ayırt edilmiş oldu.

2,3- Anadan doğma körü, abrası iyileştirmesi ve Allah'ın izniyle ölüleri di­riltmesi. Özellikle bu iki hastalığın zikredilmesi, doktorların onları tedavi et­mekte acze düşmüş olmalarındandır. Şunu da bilelim ki, Hz. İsa zamanında tıp ileri bir dereceye ulaşmıştı. Allah da onlara tıp konusunda bir mucize gösterdi.

Pek çok ilim adamı şöyle demektedir: Allah gönderdiği her bir peygamberi çağ­daşı olan insanlara uygun bir mucize ile göndermiştir. Hz. Musa döneminde Mısır'da büyücülük çok yaygındı ve büyücüler tazim ediliyordu. Yüce Allah Hz. Musa'yı gözleri kamaştıran, bütün sihirbazları şaşırtan bir mucize ile birlikte peygamber olarak gönderdi. Onlar bu mucizenin, istediğini yapan mutlak ma­lik Allah tarafından gönderildiğini kesin olarak bilince, İslâm'a boyun eğdiler ve Allah'ın hayırlı kulları arasına girdiler. Hz. İsa da tıbbın ve tabiat bilimleri­nin ileri olduğu bir dönemde peygamber olarak gönderildi. O da herhangi bir kimsenin -şeriatı teşri buyuran kimse tarafından desteklenmiş olması dışında-yapamayacağı mucizeleri onlara gösterdi.

Bir doktor cansıza nasıl hayat verecektir veya anadan doğma körü ve ab­rası nasıl tedavi edebilecektir? Kabrinde ölü bulunanı nasıl diriltebilecektir? İşte Hz. İsa, Azer adında bir arkadaşını, koca karının oğlunu, gümrük memu­runun oğlunu diriltti ve bunlar bir süre yaşadılar, çocukları da oldu. Ayrıca Hz. Nuh'un oğlu Şam'ı da diriltti ve o hemen öldü.

Aynı şekilde Muhammed (s.a.) de fasihlerin, beliğlerin ve şairlerin alabil­diğine bol ve edebiyatın ileri noktalarda olduğu bir dönemde peygamber olarak gönderildi. O da onlara öyle bir kitap getirdi ki, insanlar ve cinler onun bir ben­zerini yahut on suresinin yahut bir tek suresinin benzerini getirmek için bir araya gelecek olsalardı dahi, ebediyyen buna güç yetiremeyeceklerdi. İsterse bir birlerine yardımcı olarak bu işi birlikte yapmaya çalışsınlar. Bunun tek se­bebi şudur: Aziz ve Celil olan Rabbin sözü, hiç bir zaman mahlûkatın sözüne benzemez.

4- Hz. İsa onlara demişti ki: "Ne yediğinizi ve daha sonraki zamanlar için evlerinizde neleri saklayıp neleri koruduğunuzu da haber veriyorum."

Peygamberlerin gaybden haber vermesi ile müneccim ve kâhinlerin haber vermesi arasında şu fark vardır: Peygamber başka herhangi bir şeye dayan­maksızın doğrudan Allah'ın bildirmesiyle haber verir. Kâhin ve müneccim ise türlü hileli yollara ve yıldızlar, cinler ve bazı insanlar kullanarak ve bir takım bilgi vasıtalarına baş vurarak bu işi yaparlar.

İşte benim bunları yapmam, -eğer sizler Allah'ın göz kamaştırıcı ayetlerini doğrulayan, O'nun tevhidini ve her şeye güç yetiren kudretini kabul eden kim­seler iseniz- risaletimin doğruluğunun kesin belgeleri, delilleridirler.

5- Ben sizlere önceden inmiş Tevrat'ı doğrulayıcı olarak geldim. Onu nes-hetmek veya hükümlerine muhalefet etmek için gelmedim. Bundan bazı istis­nalar ile Tevrat'ta sizin için ağır olan bazı hükümleri İncil'de Yüce Allah'ın ha­fiflettiği başka hükümlerle değiştirerek geliyorum. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve size haram olan bazı şeyleri size helâl kılmak için (gel­dim)." Yani Yüce Allah'ın, "O Yahudilerin zalimlikleri sebebiyle kendilerine he­lâl kılınan bir çok temiz şeyleri üzerlerine haram kıldık." (Nisa, 4/160) buyru­ğunda işaret edildiği gibi, zalimlikleri sebebiyle İsrailoğullan'na haram kılın­mış bir takım temiz şeyleri helâl kılmak için geldim, demektir. Denildiği gibi zalimlikleri sebebiyle İsrailoğulları'na haram kılınanlar arasında balık, deve eti, iç yağları ve cumartesi günü çalışmak da vardır.

Bunun dışında kalan hususlarda ben tevhid, öldükten sonra dirilmek, ah­lâkî faziletler gibi dinin esasını teşkil eden hususlarda Tevrat'a uygun şeyler tebliğ ediyorum. İncil'de Hz. İsa'nın şöyle dediği kaydedilmektedir: "Ben namu­su nakzetmek (yani Tevrat'ın şeriatını kaldırmak) üzere gelmedim. Fakat onu tamamlamak üzere geldim."

6- Ben size ardı arkasına Rabbinizden doğruluğuma ve risaletimin sıhha­tine belge olacak ayetler getirdim. Bunun tekrar edilmesi tekit için ve takva emrine esas teşkil etmesi içindir. Getirdiği mucizeler (ayetler) pek çok olduğu halde, ayetten tekil olarak söz edilmesi, risaletine delil olmak bakımından aynı türden olduklarından dolayıdır.

Bana aykırı davranmak hususunda Allah'tan korkunuz. Sizi davet ettiğim şeye -ki bu da Allah'ın tevhid edilmesidir- bana itaat ediniz. Şüphesiz Allah be­nim de Rabimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O'na ibadet ediniz. İşte bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri dosdoğru, dünya ve ahirette hayırlara götüren yol budur. Kim bunu bırakıp başka yola saparsa o dalâlet (sapıklık) içerisindedir.

İşte bu, risalet görevinin bir özetidir. Bunlar, Allah'tan korkmayı, Allah'a itaati emretmek, ulûhiyet ve rububiyetin birliğini kapsayan tevhidi kabul et­mek, Allah'a kulluğu, O'na itaati itiraf etmektir. İşte Meryem ve onun oğlu hakkında apaçık ve doğru olan söz ve yol budur.

Bu gerçekler İncil'de de vardır. Çünkü İncil'de şu ifadeler yer almaktadır: "Ben benim de babam, sizin de babanız, benim de ilâhım, sizin de ilâhınız ola­na gidiyorum." Baba ise o dilde efendi demektir. Buna delil ise "Benim de ba­bam, sizin de babanız" ifadesini kullanmasıdır. Böylelikle onun evlatlığı gerek­tiren babalığı kastetmediği anlaşılmaktadır. [120]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler, meleklerin Hz. Meryem'e verdikleri ondan şanlı bir evla­dın doğacağı müjdesini zikretmektedir. Bu evladın varlığı, Allah tarafından söylenecek bir söz ile gerçekleşecektir. Yani Allah ona "ol" diyecektir, o da olu-verecektir. Onun adı Mesih'tir. Ayrıca Allah nezdinde Allah'ın kendisine vahye-deceği şeriat ve üzerine indireceği kitap ve hikmet ile dünyada da büyük bir makamı ve şerefi olacaktır. Ahirette de onun büyük bir makam ve şerefi vardır. Allah katında Allah'ın kendileri hakkında şefaate izin vereceği kimseler hak­kında şefaat edecek, Allah da bu şefaatini kardeşleri ve Ulu'1-azm olan sair peygamberlerin şefaatini kabul buyurduğu gibi kabul edecektir.

Bu doğacak evlat, küçüklüğünde de, Allah'ın kendisine vahyedeceği genç­lik zamanlarında da Allah'a hiç bir ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadete davet edecektir. O, sözü ve ameli salih bir kimsedir. Muhammed b. İshak, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:

"Küçüklüğünde İsa ile Cüreyc'in sahibi dışında kimse konuşmadı." Müslim ve İbni Ebi Hatim'in de Ebu Hureyre'den rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Beşikte yalnızca üç kişi konuşmuştur. Bunlar İsa, Cüreyc zama­nında bir genç çocuk ve bir başka çocuk."

Bu ifadeler herhangi bir zamanda söylenmiş ve nisbî bir tahdit ifade et­mektedir. Daha sonra bir başka vakitte Allah peygamberine bu konuda vahiy indirmiştir ki buna göre küçükken konuşanların sayısı yedi tanedir: Hz. Yu-sufun lehine şahitlik eden kişi, Firavun'un hanımı Maşita'nm yanındaki küçük çocuk, Hz. İsa, Hz. Yahya, Cüreyc'in yanındaki çocuk, zorbanın yanındaki ço­cuk, Uhdud kıssasında sözü geçen çocuk. Bu kıssa sair kitaplarda belirtildiğine göre kısaca şöyledir: Bir kadın, imanı dolayısıyla ateşe atılmak üzere berabe­rinde süt emen çocuğu olduğu halde getirilir. Ateşe atılırken bir tereddüt göste­rir. Çocuk ona, "Anacağım sabret çünkü sen hak üzeresin" der.

Yüce Allah'ın, "Öyledir, Allah neyi dilerse yaratır" buyruğu Allah'ın emri­nin hiçbir şey tarafından aciz bırakılmayan büyüklüğünün delilidir. Bunu, şu buyruğuyla tekit etmektedir. "O bir işe hükmedince ona "ol" der, o da oluverir." Yani hiç bir şekilde geri kalmaz, aksine arada bir süre geçmeksizin emrin aka­binde hemen var olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da onu hatırlatmaktadır. "Bi­zim emrimiz ancak bir emirdir. Bir göz kırpması gibidir." (Kamer, 54/50). Yani biz tekrar gerekmeksizin, ikinci defa söylemeksizin emrimizi yalnızca bir defa veririz ve bu emir bir göz açıp kapamak gibi çabucak oluverir.

Ayet-i kerimeler Hz. İsa'nın özelliklerine, Allah'ın onu kendileriyle destek­lediği olağanüstü mucizelere delâlet etmektedir. Bütün bu mucizeler dolaysız olarak Allah'ın yaratması ile gerçekleşmiştir. Bunun anlamı ise her gün gördü­ğümüz, öğüt ve azametlerden farklı yeni bir sünnetle ortaya çıkmalarıdır.

Hz. İsa İsrailoğulları'na gönderilmiş rasullerden birisidir. Rivayet edildiği­ne göre vahiy ona otuz yaşında iken gelmiştir. Üç yıl peygmberlik yaptıktan sonra semaya kaldırılmıştır.

Hz. İsa'nın çağrısı ile sair peygamberlerin çağrılan arasında bir fark yok­tur. Nitekim bu ayet-i kerimeler de bunu açıklamaktadır. O da Allah'tan getir­dikleriyle Allah'a itaat etmeye, Allah'tan korkup takvaya davet etmiştir. Tevhi­di, Yüce Allah'a ibadeti kabul ve itirafı emretmektedir. İşte dosdoğru yol budur. Yani Yüce Allah'a götüren en yakın ve tek yol budur. [121]

 

Hz. İsa Ve Kavminden İman Edenlerle Kâfir Olanlar

 

52- İsa onların inkârını hissedince, "Al­lah'a (giden yolda) bana yardım ede­cekler kimlerdirr dedi. Havariler, "Al-lah'ın yardımcıları biziz* Allah'a i""" ettik. Sen de şahit ol ki şüphesiz biz

 dediler.

53- "Rabbimiz, indirdiğine inandık ve peygambere tabi olduk. Artık bizi şa­hitlerle beraber yaz."

64- (İnkarcılar) hileye saptılar. Allah da TıiİAİrfiı-lıkljiıiTin karşılık verdi. Allah hileye karşılık verenlerin en hayır-lısıdır.

55- Hani Allah şöyle buyurmuştu: "Ey İsa! Muhakkak ben seni öldürürüm. Seni kendime yükseltirim. Seni o kâ­firler arasından tertemiz edip çıkartı­rım. Sana uyanları kıyamet gününe kadar o inkâr edenlerin üstünde tuta­rım. Sonra hepinizin dönüşü banadır. İşte hakkında ayrılığa düştüğünüz ko­nularda aranızda ben hüküm verece­ğim.

56- Fakat o inkâr edenleri dünyada da ahirette de en şiddetli bir azapla ceza­landırırım. Onların hiç bir yardımcıla­rı da yoktur."

57- İman edip de salih ameller işleyen­lere ise onların ecirlerini eksiksiz ve­recektir. Allah zalimleri sevmez.

58- işte bunlar sana okuduğumuz ayet­lerden ve hikmetli zikirdendir.

 

İ'râb:

 

"Hani Allah şöyle buyurmuştu." Bu takdirî bir fiil ile alâkalıdır. Onun tak­diri de şöyledir: "Muhakkak ben seni öldürürüm, seni kendime yükseltirim." de­diğim zamanı hatırla.

"Sana uyanları kıyamet gününe kadar o inkâr edenlerin üstünde tutarım." buyruğu da peygambere hitaptır; ondan önceki ise Hz. İsa'ya hitaptır ya da her ikisi de (yani bu buyruk ve önceki buyruk) Hz. İsa'ya hitaptır. [122]

 

Belagat:

 

"İsa onların inkârını hissedince" buyruğunda istiare vardır. Çünkü küfür hissedilen maddî bir şey değildir. O ancak bilinen ve fark edilen bir iştir.

"Allah hileye karşılık verenlerin en hayırlısıdır" buyruğu müşakele kabi­linden söylenmiştir. Yani inkâr edenler hileli tuzak kurdukları için aynı kökten gelen kelimelerle onların tuzaklarının boşa çıkartıldığı ifade edilmektedir. Di­ğer taraftan "hileye saptılar" ile "hileye karşılık verenlerin" buyrukları arasında iştikak bakımından cinas vardır.

"Onların ecirlerini eksiksiz verecektir" buyruğunda mütekeUim zamirden sonra gaib zamire bir iltifat (geçiş) vardır. Bu fesahatin çeşitli şekillerde ortaya konulması içindir.

"Sonra hepinizin dönüşü banadır" buyruğunda da gaibden muhataba ilti­fat vardır. [123]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İsa onların inkârını hissedince" yani duyularla idrak edilen şeyleri bilme­si gibi şüphe söz konusu olmaksızın bilince... Hissetmenin manevî şeylerin id­raki hakkında kullanılması mecazîdir. "Allah'a (giden yolda) bana yardım ede­cekler kimlerdir? dedi" Yani Allah ile birlikte bana kim yardımcı olur veya Al­lah'a giden yolda benim yardımcılarım kimler olur? Çünkü Hz. İsa onları ya Al­lah'ın yoluna veyahut da Allah'ın yardımına kendi yardımlarını da katmaya çağırmıştı.

"Havariler..." Bir adamın havarisi onun seçtiği yardımcısı demektir. Hava­riler Hz. İsa'nın arkadaşları, yardımcıları ve seçkin yalanlarıdır. Havr, saf ve beyaz demektir. Kalplerinin aklığı ve içlerinin temizliği dolayısıyla bu niteliği almışlardır. Buharı ile Müslim'de şöyle denilmektedir: "Her bir peygamberin bir havarisi vardır; benim havarim ise Zübeyır'dir." "Allah'ın yardımcıları bi­ziz." Allah'ın dininin yardımcıları bizleriz. Hz. İsa'ya ilk yardım edenler onlar­dır. Bunlar on iki kişi idiler. "Şüphesiz Müslümanlarız." Senin bizden istedikle­rine itaatle bağlı olanlarız "dediler". "Artık bizi şahitlerle beraber" yani senin vahdaniyetine rasulünün de doğruluğuna tanıklık edenlerle beraber "yaz."

"Hileye saptılar." Hileye sapmak anlamında el-mekr, kendisine tuzak ha­zırlananın ummadığı bir yerden gizli yapılan, zarar veren bir tertiptir. Çoğun­lukla kötü tertipler hakkında kullanılır. "Allah hileye karşılık verenlerin en ha­yırlısıdır." Bu, tertipleri en iyi bilen ve en iyi tanıyandır. Bu tabir mecazi bir ta­birdir. İsraüoğullan'nın Hz. İsa'ya karşı tertipledikleri fiil, onu aniden suikast-le öldürecek bir kimseyi görevlendirmek şeklinde idi. Fakat Yüce Allah ona kastedip öldürmek isteyeni Hz. İsa'ya benzetti, onlar da onu öldürdüler. Hz. İsa'yı ise semaya kaldırdı.

"Ben seni öldürürüm." Burada geçen (ve öldürmek anlamı verilen) "teveffi" bir şeyi eksiksiz ve tam olarak almak demektir. Öldürmek anlamında daha sonra kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Allah ölümleri vaktinde ruhları alandır (yeteveffâ)." (Zümer, 39/42). Buna göre bu buyrukta geçen "müteveffîke", seni kabz edecek olan demektir. "Seni kendime yükselti­rim." Dünyadan ölümsüz olarak kaldırırım. Hz. İsa eğer semaya kaldırıldığın­da diri ise ayet-i kerimede takdim ve telıir var demektir. Bunun da takdiri şöy­le olur: Ben seni kendime yükseltirim ve öldürürüm. Atıf harfi olan vav tertibe delâlet etmez. Bunun, "Ben seni vefat ettiririm. Yani seni kabz edip bana doğru yükseltirim. Yani benim ikramıma doğru yükseltirim" anlamında olduğu da söylenmiştir.

"Seni o kâfirler arasından tertemiz çıkarırım." Uzaklaştırırım. Hz. İsa'nın kâfirler arasından tertemiz edilmesi ise annesine yaptıkları zina iftirasından onu uzak tutması, armdırmasıdır. "Sana uyanları" kıyamet gününe kadar "o inkâr edenlerin üstünde tutarım." Yani senin peygamberliğini tasdik eden Müs­lüman Nasranileri seni inkâr eden Yahudilere üstün tutarım. Buradaki üstün­lük ise, hem delil bakımından, hem de kılıç bakımından üstünlük (yani otorite altına almak) demektir.

"Hakkında ayrılığa düştüğünüz konularda aranızda ben hüküm verece­ğim." Bu Hz. Mesih ve onunla anlaşmazlığa düşenleri kapsar. Aynı şekilde ona uyanlar ile onu inkâr edenler arasındaki ayrılıkları da kapsamaktadır.

"O inkâr edenleri dünyada da" öldürülmek, esir alınmak ve cizye ile "ahi-rette de" cehennem ateşi ile "en şiddetli bir azapla cezalandırırım. Onların hiç bir yardımcıları" o azaptan koruyucuları "yoktur."

"Allah zalimleri sevmez." Yani onları cezalandırır. "İşte bunlar" Hz. İsa'ya dair sözü geçen buyruklar, "sana okuduğumuz ayetlerden ve hikmetli zikirden" sapasağlam kılınmış muhkem zikirden yani Kur'an-ı Kerim'den "dir." [124]

 

Nüzul Sebebi

 

58. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ın yanına Nec-ran'ın iki rahibi geldi. Onlardan birisi, "İsa'nın babası kimdir?" diye sordu. Resulullah (s.a.) da Rabbinin emri gelinceye kadar cevap vermekte acele et­mezdi. Bu konuda ona, "İşte bunlar sana okuduğumuz ayetlerden ve hikmetli zikirdendir" buyruğundan itibaren, "Öyle ise şüphecilerden olma." (Âl-i İmran, 3/60) buyruğuna kadar olan ayetler nazil oldu. İleride, "Muhakkak İsa'nın mi­sali Allah indinde Adem'in misali gibidir" buyruğundan "öyle ise şüphecilerden olma" buyruğuna kadar olan ayetlerin nüzul sebebine dair açıklamalarda baş­ka rivayetler de gelecektir. [125]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Hz. İsa'nın bir takım özelliklerini zikrettikten sonra burada kav­mini imana davet edip, bir kısmının iman edip bir kısmının yüz çevirmesini söz konusu etmektedir. Bu daveti esnasında onlardan çektiği eziyetleri, onu öldürme kararlarını, kendisini yükseltmek suretiyle onu kurtarmasını, kâfirleri de çok ağır ve çetin azap ile tehdit edip uyarmasını, salih ameller işleyen müminlere mükâfat vermesini hatırlatmaktadır. Bunlar Resulullah (s.a.) için bir tesellidir. Ayrıca tek başına delillerin imana götürmediğini, bununla birlikte Allah'ın hida­yet ve başarı ihsan etmesinin muhakkak gerekli olduğunu açıklamaktadır. [126]

 

Açıklaması

 

Hz. İsa kavmi olan İsrailoğulları'nın küfür üzere kararlılıklarını, sapıklık­larını sürdürme isteklerini fark edip bunu kesin olarak anlayınca, davetine iman edenleri açıktan açığa bilmek istediğinden dolayı, "Allah'a giden yolda bana kim uyar ve Allah'a sığınarak kim bana yardım eder?" dedi. Zahiren anla­şıldığına göre o, Allah'ın yoluna davet hususunda benim yardımcılarım kimler olacak diye sormak istemiştir. Peygamber (s.a>) de hicret etmeden önce hac mevsimlerinde şöyle sorardı: "Rabbimin kelâmını tebliğ edebilmem için beni kim barındırır? Gerçekten Kureyşliler Rabbimin sözünü tebliğ etmeme engel ol­maktadır." Hz. Peygamber sonunda Ensarı buldu, onlar onu evlerinde barındır­dılar, yardımcı oldular; sonra o da onların yanma hicret eti. Onu himayelerine aldılar, düşmanlarına karşı korudular.

İşte Hz. İsa da kendisine yardım etmek üzere İsrailoğulları'ndan bir grubu ortaya çıkarmak istedi. Ona iman ettiler, ona yardımcı oldular, onu destekledi­ler. Bir diğer ayet-i kerimede ifade edildiği gibi: "Nitekim Meryem oğlu İsa da Havarilere, "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kim olacak?" demişti." (Saff, 61/14).

Havariler yani Ensar ise şöyle dediler: "Allah'ın dininin yardımcıları, se­nin davetinin destekleyicileri olan ihlâslı askerleri bizleriz. Allah'ın varlığına, vahdaniyetine gerçekten iman ettik. Bizim müslüman olduğumuza yani onun emirlerine boyun eğen, itaatle bağlanan kimseler olduğumuza, bütün dinlerin ittifakla ortaya koydukları İslâm'ın özüne bağlı olduğumuza tanıklık et."

Daha sonra Yüce Allah'a şu sözleriyle yakarmaya başladılar: "Rabbimiz, Kitabından indirdiğin buyruklara iman ettik, onları tasdik ettik. Meryem oğlu İsa'ya tabi olduk. Sen bizi peygamberlerinin doğru söylediğine tanıklık eden şahitlerle birlikte yaz." Sözlerinde Hz. İsa'ya uymayı söz konusu etmeleri, imanlarının sıhhatlerinin bir delilidir. Çünkü iman amel etmeyi gerektirir.

Daha sonra Yüce Allah, İsrailoğulları'ndan bir kesimin Hz. İsa'yı öldür­mek için suikast hazırladıklarını haber vermektedir. Bunlar o dönemin kâfir hükümdarına Hz. İsa'yı insanları saptıran ve onları hükümdara itaat etmek­ten alıkoyan, halkı ifsat eden, babayı oğlundan ayıran bir kimse diye jurnalle-diler. Bu ise Hz. İsa'yı suikastle öldürecek kimseyi görevlendirmek için yaptıklan bir hile idi. Allah onların bu hilelerini çürüttü, bütün aldıkları tedbirleri boşa çıkardı. Çünkü hükümdar Hz. İsa'ın yakalanıp asılması ve başkalarına ibret teşkil edecek şekilde cezalandırılması için tutuklatmak üzere adamlarını yolladı. Evini çevreledikleri ve artık onu ellerine geçireceklerini sandıkları sı­rada evde Hz. İsa'nın yanında bulunanlardan birisini onlara Hz. İsa gibi gösteren Yüce Allah, onu aralarından kurtardı ve semaya yükseltti.

Yüce Allah tedbir hazırlayanların en hayırhsıdır. Onun planı en geçerli plandır. Planını en sağlam, en güçlü yapan O'dur. Onlara zarar vermeye ve hikmetini tamamlamaya, meşietini (dilediğini) yerine getirmeye kadir olan O'dur. Onları sapıklıkları içerisinde hor hallerinde bırakır, onlar istediklerimizi elde ettik ve maksatlarımızı gerçekleştirdik diye inanmaya devam ederler.

Ebu Hayyan der ki: Bunun (yani Allah'ın hileye karşılık verenlerin hayır­lısı olmasının) anlamı şudur: Hayır sahiplerine lütfuyla, zalimlere ise adaletiy­le karşılık ve ceza veren O'dur. Çünkü O bunu yaparken hakkı yapandır. İn­sanlardan hile yapan (mâkir) ise çoğunlukla batıl bir iş yapıyor demektir. [127]

Daha sonra Yüce Allah Peygamberi Muhammed (s.a.)'e hitaben Hz. İsa'yı semaya yükselttiğini şu sözleriyle hatırlatmaktadır: Ya Muhammed, Allanın İsa'ya, "Ben senin ecelini eksiksiz olarak tamamlayacağım ve seni bana yüksel­teceğim" demişti. Bu, Hz. İsa'ya verilmiş, düşmanlarının hilelerinden ve tedbir­lerinden onu kurtaracağına dair bir müjdesidir.

Bu ayet-i kerimenin tevili ile ilgili olarak müfessirlerin iki görüşü vardır.

1- Ayet-i kerimede tehir takdim vardır. İfadenin takdiri şöyledir: Seni ken­di katıma yükseltecek, seni inkâr edenler arasından arındırıp temizleyecek, se­madan indikten sora da öldürecek olan benim. Yani Yüce Allah Hz. İsa'yı cisim ve ruhuyla semaya kaldırmıştır. Ahir zamanda da nazil olacak, İslâm şeriatıy-la hükmedecek, sonra Allah onun canını alacaktır. Sahih nebevi hadislerin de­lâlet ettiği de budur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İsa henüz ölmemiş-tir. Kıyamet gününden önce o size tekrar dönecektir."

2- Vefat ettirmek, normal bir şekilde öldürmek demektir. Refetmek ise ru­hun ve makamın yükseltilmesi demektir. Bu mekân bakımından bir yükseklik değildir. Nitekim Yüce Allah İdris (a.s.) hakkında şöyle buyurmaktadır: "Biz onu yüce bir makama yükselttik." (Meryem, 19/57). Müminler hakkında da şöy­le buyurmaktadır: "Sıdk meclisinden gayet muktedir bir Melik'in yanındadır­lar." (Kamer, 54/55). Buna göre anlam şöyle olur: Ben seni öldüreceğim ve ölü­münden sonra da seni oldukça yüce bir mekânda tutacağım.

İlim adamlarının çoğunluğu birinci tevili desteklemektedir. Onlardan biri­si olan er-Rabi b. Enes şöyle demektedir: Vefattan kasıt burada uykudur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Geceleyin sizi öldüren (uyku veren) O'dur." (En'am, 6/60); "Allah ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini de uykusunda (ruhunu alır)." (Zümer, 39/42) Resulullah (s.a.) da uykusundan uyandığı vakit, "Önceden bizi öldürmüş iken bizi tekrar dirilten Allah'a ham-dolsun." diye dua ederdi. Kurtubî der ki: Sahih olan Yüce Allah'ın Hz. İsa'yı ölüm ve uyku söz konusu olmaksızın semaya yükselttiğidir, laberf nin tercih ettiği görüş de, İbni Âbbas'tan gelen sahih rivayet de budur.

Yüce Allah Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi ve semaya yükseltilmesini başka ayet-i kerimelerde de zikretmiştir: "Bir de onların inkârları ve Meryem hakkın­da pek büyük iftiralarda bulunmaları ve, "Biz Allah'ın peygamberi Meryem oğ­lu İsa Mesih'i gerçekten öldürdük" demeleri sebebiyle kendilerini cezalandırdık. Halbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Kendilerine benzeri göste­rilmişti. Gerçekten hakkında anlaşmazlığa düşenler onun hakkında şüphe için­dedirler. Onların uydurdukları bir zandan başka ona dair hiç bir bilgileri yok­tur. Onu yakinen öldürememişlerdir. Aksine Allah onu kendi katına kaldırmış­tır. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir. Ehl-i Kitap'tan ölümünden evvel ona mutlaka iman etmeyecek hiç bir kimse yoktur. O da kıyamet günü aleyhlerinde bir şahit olacaktır." (Nisa, 4/156-159). Burada, "Ölümünden evvel" buyruğundaki zamir, Hz. İsa'ya aittir. Yani Kitap Ehli'nden olup da Hz. İsa'ya iman etmeyecek kim­se yoktur. Bu ise kıyamet gününde yere ineceği vakit gerçekleşecektir. İşte o zaman bütün Kitap Ehli iman edeceklerdir. Çünkü Hz. İsa cizyeyi kaldıracak ve İslâm'dan başka bir şey kabul etmeyecektir.

Daha önce Yüce Allah Hz. İsa'ya lütuflarının başka bazı çeşitlerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: Onun Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna iman edip söylediklerini tasdik ederek dinine tabi olanları, inkâr eden kâfirlerin üstünde kılacağım. Yani müminleri kâfirlere üstün kılacağım. Bu, ya ruhanî bir üstün­lüktür ve bu onların güzel ahlâk, kâmil bir edep, hakka yakınlık, batıldan uzaklık şeklindeki kâfirlere üstünlükleridir ya da dünyevî bir üstünlüktür ve bu onların kâfirlere efendilik etmeleri şeklindedir. Fakat bu durum her zaman­da görülebilecek kesintisiz ve devamlı bir iş değildir. O bakımdan burada ruha­nî, manevî ve edebî üstülüğün kastedildiğine daha bir ağırlık kazandırır.

Sağlıklı bir akide, üstün edep ve ahlâk, güçlü delil ve kadrin yüksekliği şeklindeki üstünlük, iman ehli için kıyamet gününe kadar devam edip gider. Daha sonra hepiniz öldükten sonra diriliş günü bana döneceksiniz. Ben de din ile ilgili anlaşmazlığa düştüğünüz hususlar arasında aranızda hüküm verece­ğim.

Arkasından Yüce Allah hak sahibinin mükâfatı ile batıl ehlinin cezasını şöylece beyan etmektedir: Hz. İsa'yı inkâr edip onu yalanlayanlar (onlar Yahu-dilerdir) için günahları sebebiyle zelil kılınmak, öldürülmek, esir alınmak, sair kavimlerin üzerlerine musallat kılınması gibi sebeplerle dünyada bir azap var­dır. Ahirette de onlar için cehennem ateşiyle azap olunacaktır. Ahirette her­hangi bir yardımcıları, destekçileri olmayacaktır.

İsa'ya iman edip peygamberliğini ve Allah tarafından getirdiklerini tasdik ederek emirleri uygulamak, yasakları terk etmek suretiyle salih amel işleyen­lere gelince, Allah onların ecirlerini tastamam verecektir.

İsa'ya dair haberleri sana okuyoruz. Bunlar ise senin peygamberliğinin doğruluğunun açık delilleridir. Bunlar verdiği haberlerinde, koyduğu hüküm­lerde çeşitli ibret, hikmet ve öğütleri açıklayan hikmet dolu Kuran'uı buyrukla­rı arasındadırlar. Müminler bu haber ve hükümlerle hakka doğru yol bulur, şe­riatın sırrını, dinin özünü öğrenebilirler. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa, hak söz ge­reğince böyledir. Allah'a çocuk edinmek yaraşmaz. O münezzehtir. Bir şeye hü­küm verdiğinde ona "ol" der, o da hemen oluverir." (Meryem 19/34-35). [128]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Başta peygamberler olmak üzere ıslahata çağıran kimseler, bu çağrıları sebebiyle çeşitli eziyetlere uğrarlar, kovulurlar ve suikastlerle öldürülmeye ma­ruz kalırlar. Fakat ilâhî hikmet, insanlar arasında hayır ve kurtuluşun kayna­ğının kurumamasım uygun görmüştür. O bakımdan ıslahata çağıranları des­tekleyecek kimseleri hazırlamıştır. Lider her zaman için kendisine uyan ve kendisine yardımcı olacak ihlâslı kimseleri bilmek ihtiyacındadır. Tıpkı Hz. İsa'nın havarileri bilip tanımak için yaptığı gibi. Böylelikle sıkıntılı ve zorlu za­manlarda onlara dayanır, onlar da Allah'a davet yükünü omuzlamakta kendisi­ne yardımcı olurlar. İşte Yüce Allah'ın "Allah'a (giden yolda) bana yardım ede­cekler kimlerdir?" buyruğu ile anlatılmak istenen budur.

Hz. İsa'yı ve annesini İsrailoğullan aralarından çıkarttıktan sonra o Ha-varileriyle birlikte onlara geri döndü ve yüksek sesle onları davet etti. Onu öl­dürmek istediler. Suikaste kurban etmek için anlaştılar. İşte onların yaptıkları hilekârlıkları buydu. el-Ferrâ'nın görüşüne göre "Allah'ın mekri", bilmedikleri bir cihetten kulların derece derece azaba yaklaştırmasıdır. ez-Zeccâc'ın görüşü­ne göre ise "Allah'ın mekri", onların yaptığı hilekârlığa karşılık Allah'ın ceza­landırmasıdır. Bu fiillerine verilen ceza, onların yaptıkları işe verilen adı al­mıştır. Yüce Alah'ın "Allah onlarla alay eder", "Allah onları aldatır" buyrukla­rında olduğu gibi. Böyle bir anlatıma müşakele denir. İlim adamları arasında meşhur olan ve cumhurun da görüşü budur.

Muhakkik ilim adamlarınca sahih kabul edildiğine göre Yüce Allah, Hz. İsa'yı canını almaksızın ve uykuda olmaksızın semaya yükseltmiştir. Ahir za­manda da inecektir. Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim, mut­laka Meryem oğlu (İsa) adaletli bir hüküm verici olarak inecektir. Andolsun o haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kabul etmeyecektir (yani insanların İs­lâm'a girmesinden başkasına razı olmayacaktır.) Andolsun sizler gencecik deve­lere iltifat etmeyecek, onları bırakacaksınız. Onların başına kimse (çoban ola­rak) verilmeyecektir. Andolsun, aranızdaki anlaşmazlık, kin, kıskançlık gidecek; andolsun onlar malı almak için çağrılacak, fakat kimse onu kabul etmeyecektir."

Hz. İsa'nın kâfirlerden arındırılması, ona yaptıkları iftiradan yahut da yapmak istedikleri kötülüklerden korunması, kurtarılması demektir.

"Sana uyanları kıyamet gününe kadar o inkâr edenlerin üstünde tutarım" buyruğu ile ilgili olarak iki görüş vardır: ed-Dahhak ve Muhammed b. Ebân der ki: Burada kastedilenler Havarilerdir. Başkaları ise burada hitap Muham­med (s.a.)'edir demişlerdir. İman edenlerin inkâr edenlerin üstünde oluşları ise, sahip oldukları delil ve ortaya koydukları belgelerledir. Bunun kuvvetle ve galip gelmekle olacağı da söylenmiştir. Buradaki üstünlüğün, bütün peygam­berlerin, Hz. İsa'ya, Hz. Musa'ya tabi olanların ve onların dışında kalan Mu-hammed'e (hepsine salat ve selâm olsun) tabi olanların ittifakla kabul ettikleri şekilde ve genel anlamıyla İslâm dininin sıhhatine, doğruluğuna dair getirile­cek deliller ile üstün olma anlamına geldiğini kabul etmek daha uygundur. Şu ayet-i kerimede dile getirildiği gibi: "Allah sizden iman edip salih amel işleyen­lere onları yeryüzünde mutlaka halife yapacağını yemin ile vaad etti..." (Nur, 24/55).

Kâfirlerin cezası ise ahirette cehennem ateşi, dünya hayatında öldürül­mek, asılmak, esir alınmak ve zelil kılınmaktır. Salih amel işleyen müminlerin mükâfatı ise dünya hayatında mutluluk, huzur ve sükûn, ahirette de cennettir. Böyle bir mutluluk ise iki cihan mutluluğudur. [129]

 

Hz. İsa'nın Ulûhiyetini İddia Edenleri Red Ve Mübahale (Lânetleşme)

 

59- Muhakkak İsa'nın misali Allah nez-dinde Adem'in misali gibidir. Onu top­raktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi.

60- Hak Rabbindendir. Öyle ise şüphe­cilerden obua.

61- Sana ilim geldikten sonra kim se­ninle onun hakkında çekişirse de ki: "Geliniz oğullarımızı ve oğullarınızı ve kadınlarınızı, biz kendimizi siz de kendinizi çağıralım. Son­ra dua ve niyaz edelim de Allah'ın la­neti yalancıların üzerine olsun isteye­lim."

62- İşte bu, muhakkak en doğru anla­tıştır. Allah'tan başka biç bir ilâh yok­tur. Şüphesiz Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

63- Eğer yüz çevirirlerse muhakkak Al­lah fesatçıları çok iyi bilendir.

 

İ'râb:

 

"Onu topraktan yarattı." Bu buyruk misali açıklayıcı bir cümledir. "Buna örnek nedir?" denilmiş de şu cevap verilmiş gibidir: Onu topraktan yarattı. Ya­ni onun misali onu topraktan yaratmış olmasıdır. [130]

 

Belagat:

 

"Hak Rabbindendir." Burada rububiyet vasfı Resulullah (s.a.)'a izafe edi­lerek gelmiştir ki, bu onun şerefini yüceltmek içindir.

"Öyle ise şüphecilerden olma." Bu da sebatını daha da arttırmak için kula-nılmış bir ifadedir. [131]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhakkak İsa'nın misali" yani hayret verici, şaşırtıcı dehşete düşürücü durumu "Allah nezdinde Adem'in misali gibidir." Adem'in annesiz ve babasız yaratılışına benzemektedir. Bu ise garip olan bir şeyin daha garibine benzetil­mesi kabilindendir ki, muhatapları daha bir etkilesin ve karşı tarafın iddiasını daha da reddedici olsun.

Maksat şudur: Allah tarafından önceden benzeri bir örnek olmaksızın ya­ratılması açısından Hz. İsa ve onun durumu, Hz. Adem'in bu husustaki haline benzer. Daha sonra bu misale yüce Allah'ın "Onu topraktan yarattı" buyruğu ile açıklama getirilmektedir. Yani Adem'in kalıbını, boyunu, poşunu ve bedeni­ni su karıştırılmış cansız bir topraktan yarattı. Suyla o yumuşak, yapışkan bir çamur haline gelmişti. Sonra ona "İnsan ol" diye buyurdu, o da oluverdi. Hz. İsa'ya da "Babasız var ol" dedi, o da oldu.

"Öyle ise şüphecilerden olma. Sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse" yani Hristiyanlardan kim seninle tartışırsa... "Sonra dua ve niyaz edelim." Dua edip yalvaralım. İbtihâl aslında lânetleşmek demektir "el-buhele" de lanet anlamındadır. " Allah'ın laneti yalancıların üzerine olsun, isteyelim." Allah'ım! İsa hakkında yalan söyleyene lanet et" diyerek istekte bu­lunalım.

"İşte bu muhakkak en doğru" hiç şüphesi bulunmayan "anlatıştır."

"Şüphesiz Allah Azlz'dir." Yani mülkünde kimsenin kendisine galip gele­meyeceği güçlüdür. "Hakîm'dir." Yaptığında kimsenin kendisine denk olmadığı sonsuz hikmet sahibidir. [132]

 

Nüzul Sebebi

 

Müfessirler derler ki: Necranlılarm heyeti Resulullah (s.a.)'a "Sen ne diye bizim saygı gösterdiğimiz kişiye sövüyorsun?" dediler. Hz. Peygamber onlara, "Ne diyormuşum?" diye sorunca onlar, "Sen onun kul olduğunu söylüyorsun" dediler. Hz. Peygamber "Evet, o Allah'ın kulu ve rasulüdür. Tertemiz, iffetli ve bakire Meryem'e bıraktığı kelimesidir." dedi. Bu cevaba kızıp, "Sen babasız bir insan hiç gördün mü" dediler. Eğer gerçekten doğru sözlü isen bize onun gibisi­ni göster. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.[133]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Daha önce Yüce Allah Hz. İsa'nın ve annesinin kıssasını, kavminden bazı kimselerin ona iman edip diğer bir kısmının kâfir olduğunu söz konusu etti. Burada ise onu inkâr etmeyen, bununla birlikte sağlıklı bir şekilde iman da et­meyen, aksine babasız dünyaya gelmiş bir evlat olduğu için dininde fitneye dü­şen üçüncü bir kesimin durumunu söz konusu etmiştir. Bu kesim Hz. İsa'nın "Allah'ın kelimesi ve Allah'ın ruhu" olmasının Allah'ın annesine hulul ettiği an­lamına geldiğini, Allah'ın kelimesinin onda muşahhaslaştığını, böylelikle çift tabiatlı, hem insan hem ilâh olarak ortaya çıktığını iddia ettiler. Allah ise Hz. Adem'in yaratılışının Hz. İsa'nın yaratılışından daha hayret verici olduğunu belirterek onların iddialarını reddetmektedir. [134]

 

Açıklaması

 

Allah'ın kudreti bakımından babasız olarak yarattığı Hz. İsa'nın niteliği, babasız ve annesiz olarak yarattığı Hz. Adem'in misaline benzer. Allah onu topraktan yarattı. Çamurdan belli ölçülerde bir ceset kıldıktan sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi. Yani onu ruhu üfleyerek bir insan olarak yarattı. Yaratılış bakımından garip olan daha garip olana benzetildi. Benzetme Hz. İsa'nın Hz. Adem gibi babasız olarak yaratılması açısındandır. Yoksa onun da doğrudan topraktan yaratılmış olması açısından değildir. Bir şey bir diğer şeye ortak ni­telikleri olduğundan dolayı -diğer hususlarda biri diğerinden farklı olsa dahi-benzetilebilir. Hz. Adem'i babasız olarak yaratanın, İsa'yı yaratması ise önce­likle söz konusudur. Eğer babasız yaratıldığı için İsa hakkında evlatlık iddiası mümkün olsa, o takdirde bu iddianın Hz. Adem hakkında da söz konusu edil­mesi öncelikle mümkündür. Ancak bunun batıl olduğu ittifakla bilinen bir hu­sustur. O bakımdan Hz. İsa hakkında Allah'ın oğlu olduğu iddiası daha da ba­tıldır.

Fakat Yüce Allah Hz. Adem'i annesiz ye babasız olarak yaratmak, Hz. Havva'yı da dişisiz erkekten yaratmak, Hz. İsa'yı ise erkeksiz bir dişiden ya­ratmak, sair insanları da bir erkek ve bir dişiden yaratmak suretiyle insanlara kudretini açıkça göstermek istemiştir. İşte bundan dolayı Meryem suresinde, "Biz onu insanlar için bir alâmet... kılalım diye." (Meryem, 19/21) buyurmak­ta, burada da "Hak Rabbindendir" ifadesini kullanmaktadır.

İsa ve Meryem'in durumuna dair benim sana bu bildirdiklerim, hak sözün kendisidir. Hristiyanlarm Mesih hakkında inandıkları onun ilâh olduğu iftirası Yahudilerin Hz. Meryem'e Yusuf en-Neccar ile iftira ettikleri gibi değildir. O ba­kımdan bu hususta sana kesin bilginin gelmesinden sonra her ikisi hakkında as­la şüpheye düşme. Böyle bir yasak, hem Hz. Peygamber hem de onun ümmetinin ilâhî haberlere tam bir kalp huzuru ile ve tam bir yakîn ile sımsıkı sarılmaları­nın zorunlu olduğu inancını harekete getirmektedir. Yani sen hakka dair kesin bilgiye tam bir kalp huzuru ile bağlılığını, bu hususta şüpheden uzaklığını sür­dür. Yahut da hitap Peygamber (s.a.)'e olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir. Çünkü Hz. Peygamber İsa (a.s.) hakkında asla şüphe etmiyordu.

"Artık hakkı ve kesin doğruyu bildikten sonra İsa (a.s.) hakkında seninle tartışanları sen mübahaleye yani lânetleşmeye davet et. Gelin, Allah'a dua edelim de yalan söyleyene lanet etmesini ve onu rahmetinden kovmasını, iste­yelim" de. Bu ayet-i kerimeye mübahale ayeti adı verilmektedir.

Peygamber (s.a.)'in Necran Hristiyanlarmı mübahaleye çağırdığı, onların ise bunu kabul etmediği sabittir. İbni İshak'ın Sîreti'iade rivayet edildiğine gö­re hicretin 9. yılı Resulullah (s.a.)'ın huzuruna altmış süvariden oluşan Necran Hristiyanlan heyeti geldi. Bunların arasında bütün işlerini çekip çeviren on dört kişilik soyluları da vardı. Bunlardan birisi Abdülmesih adını taşıyan el-Âkib idi. Bu onların emiriydi. Sağlam görüş sahibi ve kendisine danışılan bir kimseydi. Onun görüşünü almadıkça bir şey yapmazlardı. Bunlardan bir tanesi de el-Eyhem diye bilinen es-Seyyid idi. Onların bilginleriydi. Bir diğeri Ebu Harise b. Alkame idi. Bekr b. Vâil oğullanndandı. Bu aynı zamanda onlann papazları idi. İkindiden sonra Resulullah (s.a.)'ın mescidine girdiler. Doğuya doğru dönerek namazlarını kıldılar. Daha sonra Resulullah (s.a.) ile konuşma­ya koyuldular. Hz. İsa hakkında "O Allah'tır, Allah'ın oğludur, üçün üçüncüsü-dür" dediler. Bunun üzerine onların kanaatlerini reddetmek için bu ayet-i keri­me nazil oldu.

Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin rivayetine göre Necranlı-lann ileri gelenlerinden el-Âkib ile es-Seyyid Resulullah (s.a.)'ın yanma, onun­la lânetleşmek isteği ile geldiler. Onlardan birisi ötekine "Bu işi yapma" dedi. "Allah'a yemin ederim, eğer bu bir peygamber ise biz de onunla lânetleşecek olursak, bizler de bizden sonra soyumuzdan gelecek olanlar da iflah olmaz." Bunun üzerine Hz. Peygamber*e şöyle dediler: "Bizden istediğini sana verece­ğiz, bizimle birlikte güvenilir bir kimse gönder." O da şöyle buyurdu: "Andolsun sizinle birlikte güvenilir ve gerçekten emin bir kimse göndereceğim. Kalk ey Ubeyde b. El-Cerrah." Ebu Ubeyde ayağa kalkınca Resulullah (s.a.) "İşte bu, bu ümmetin eminidir" buyurdu.

Resulullah (s.a.)'m mübahele yapmak üzere Hz. Ali, Hz. Fatıma ve iki oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i seçtiği ve onları dışarı çıkartıp "Ben dua ettiğimde siz de "âmin" deyiniz7' dediği rivayet edilmektedir.

Necran heyeti mübahaleyi reddettikten sonra cizye ödemek üzere Peygamber (s.a) ile barış yaptılar. Belirlenen cizye miktarı ise bin tanesi Safer ayında, bin ta­nesi de Recep ayında ödenmek üzere iki bin elbise ve belli miktarda dirhem idi.

İşte bu Hz. Peygamberin söylediğine ne kadar güvenip güçlü bir şekilde inandığına, buna karşılık onların mübahaleyi kabul etmeyişlerinin de kendile­ri için tehlikeyi kabul ettiklerine, açıkladıkları şeylere dair bir delil sahibi ol­madıklarına delâlet etmektedir. O bakımdan da mübahaleye kalkışmak imkâ­nını bulamamışlardır.

Hz. İsa hakkında sana bu anlattığım kıssa hakkında herhangi bir şüphe ve tartışmanın söz konusu olamayacağı, hak sözün kendisidir. Yoksa Hristiyanlann ileri sürdükleri gibi bir ilâh ve Allah'ın oğlu değildir. Yahudilerin de ileri sürdü­ğü gibi -haşa- zina çocuğu da değildir. Buna "kıssa" deniliş sebebi, ele alman ma­naların ardı arkasma gelmesi, hikaye üslubuyla anlatılmış olmasıdır.

Kimsenin yenik düşüremediği Azîz ve her şeyi uygun ve doğru yerinde ko­yan sonsuz hikmet sahibi Hakîm Allah'tan başka ilâh yoktur. Eğer bütün bun­lardan sonra sana uymaktan, seni doğrulamaktan yüz çevirecek ve Allah'ın vahdaniyetini açıklayıp mübahale (lânetleşme) teklifini kabul etmeyecek olur­larsa elbette ki Allah, fesat çıkartanların durumunu çok iyi bilir. Onlann yap­tıklarını en ağır bir şekilde cezalandıracaktır. Hakkı bırakıp batıla yönelen herkes fesat çıkartandır, bozguncudur. Allah ise fasıklara güç yetirendir. Hiç bir şey Allah'ın kudreti dışına çıkamaz. [135]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Mahlûkattaki hayret verici özellikler, varlıkların yaratılması ve bizzat ya­ratma olayı yaratıcının varlığına delildir. O yaratıcı da Yüce Allah'tır. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Gökleri ve yeri hak ile yara­tandır O. O'nun "ol" dediği hemen oluverir. O'nun sözü haktır." (En'am, 6/73). İnsanların alışılmış kanunlara göre yahut olağan dışı kanunlara göre var edil­mesi de onun yaratması iledir. Hz. Adem'in, Hz. Havva'nın ve Hz. İsa'nın yara­tılması gibi. Hz. Adem ile Hz. İsa arasındaki benzerlik, her ikisinin de babasız olarak yaratılmaları bakımındandır. Bu ise Peygamber (s.a.)'in, "İsa Allah'ın kulu ve kelimesidir" sözünü kabul etmeyip bunun yerine, "Bize Allah tarafın­dan babasız olarak yaratılmış bir kul göster" diyen Necran heyetinin sözlerini reddetmek içindir. Peygamber (s.a.) de onlara "Adem. Onun babası kimdi? Siz babası yok diye İsa'nın durumuna hayret mi ediyorsunuz? İşte Adem'in babası da yoktur, annesi de yoktur" diye cevap verir.

Mübahale ayeti, tartışma konusunda haklıyı haksızdan ayırt eden bir çiz­gidir. Çünkü bunda lanetin yalan söyleyene geleceği muhakkaktır. Bu ayet-i kerime Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin en açık delillerinden birisidir. Çünkü onları mübahaleye davet etmiş, onlar bunu kabul etmeyip cizye ödeme­ye razı olmuşlardı. Onların ileri gelenleri olan el-Âkıb, eğer Hz. Peygamberle mübahale yapacak olsaydı, bu vadinin onları yakmak üzere ateş ile dolup taşa­cağını bildirmişti ve şöyle demişti: Çünkü Muhammed Allah tarafından gönde­rilmiş bir peygamberdir ve sizler de biliyorsunuz ki, İsa hakkında size hakkı batıldan ayırt eden sözü getirmiştir. Resulullah (s.a.) da İslâm'ı kabul etmedik­leri için onlardan yukarıda geçtiği şekilde cizye almak üzere onlarla barış yap­tı.

Yüce Allah'ın, "Oğullarımızı ve oğullarınızı... çağıralım..." buyruğu ile Hz. Hasan hakkında, "Benim bu oğlum Seyyid'dir" [136] hadisi özellikle, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in "Peygamber (s.a.)'in iki oğlu" diye anılma özelliğini göstermek­tedir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde her bir se­bep ve her bir nesep kesilip atılacaktır. Benim nesebim ve benim sebebim (ba­ğım) müstesna." [137]

 

Allah'ın Birliğine, O'na İbadete Davet Ve Hz. İbrahim'in Dini

 

64- De ki: "Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda adaletli bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. Ona hiç bir şeyi eş tutmayalım. Kimi­miz kimimizi Allah'tan başka Rabler edinmesin." Eğer yüz çevirirlerse, "Bi­zim muhakkak Müslümanlar olduğu­muza şahit olun" deyin.

65- Ey Ehl-i Kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz. Halbuki Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indiril­di. Akıl erdiremiyor musunuz?

66- Diyelim ki sizler bilgi sahibi oldu­ğunuz şeyler hakkında münakaşa etti­niz. Ya hiç bilginiz olmayan şeyler hakkında hâlâ niçin münakaşa edip duruyorsunuz? Allah bilir, siz bilmez­siniz.

67-  İbrahim Yahudi de değildi, bir Hristiyan da değildi. Fakat o hanif bir Müslümandı. O müşriklerden de değil­di.

68-  Şüphesiz insanlar arasında İbra­him'e en yakın olanlar, elbette ona uyanlarla şu peygamber ve iman eden­lerdir. Allah müminlerin velisidir.

 

İ'râb:

 

"Bizimle sizin aranızda adil olan bir kelimeye geliniz." İfadenin takdiri şöyledir: O kelime, "Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim..." dir. Bu, "Allah'tan başkasına ibadeti terk etmek, bizimle sizin üzerinde anlaştığımız bir konu ol­sun" takdirinde de olabilir. [138]

 

Belagat:

 

"Bir kelimeye..." Burada "bir kelime" mecazdır. Çünkü tekil olan kelime ço­ğul söylenecek pek çok kelimeler hakkında kullanılmıştır.

"Rabler" buyruğu ile onların helâl haram hususunda dinî önderlerine ita­atleri, tek başına ibadete lâyık olan Rabbe ibadete benzetilmektedir.

"En yakın (evlâ) " kelimesi ile "veli" kelimesi arasında iştikak cinası vardır. [139]

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki: Ey Ehl-i Kitap!" Bunlar Yahudilerle Hristiyanlardır. "Bizimle sizin aranızda adaletli olan bir kelimeye" her iki kesim arasında fark göstermeyen bir kelimeye "geliniz." onu söyleyelim. Ayet-i kerimede geçen "seva" (mealde adaletli) şeriatların hakkında farklılık arz etmediği adi ve vasat olan demektir.

"Rabler (erbab)" çoğul haldedir. Rab emredip yasakladığı hususlarda ken­disine itaat edilen, terbiye eden efendi demektir. Burada ise helâl ve haram kıl­mak gibi teşri hakkına sahip olan anlamındadır. İlâh ise sıkıntılı ve zorda ka­lındığı zamanlarda dua edilen, ihtiyaç halinde kendisine yönelmen mabud de­mektir. Kurtuluşun kaynağı odur.

"Müslümanlar" Allah'a itaatle bağlananlar, O'na ihlâsla iman edip O'nu tevhid edenler "olduğumuza şahit olun."

"O hanif yani batıl ve uydurma inanışları terk edip dosdoğru hak dine yö­nelmiş "bir Müslümandı." Muvahhid, muhlis (ibadetini Allah'a halis kılan) ve O'na itaat eden bir kimse idi.

"İnsanlar arasında İbrahim'e en yakın olanlar" ona en lâyık olanlar... "Al­lah müminlerin velisidir" onların yardımcısı ve koruyucusudur. [140]

 

Nüzul Sebebi

 

65-67. ayetlerin nüzulü ile ilgili olarak İbni İshak ve İbni Cerir, İbni Abbas (r. a.)'tan şöyle dediğini nakletmektedirler: Necran Hristiyanlan ile Yahudi ha­hamları Resulullah (s.a.)'m huzurunda bir araya geldiler, onun yanında tartış­tılar. Hahamlar, "İbrahim ancak Yahudi idi" dediler. Hıristiyanlar ise, "O ancak bir Hristiyandı" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Ey Ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz..." ayetini inzal buyurdu.

68. ayet-i kerimenin nüzul sebebi: Yahudilerin "Allah'a yemin ederiz ya Muhammed, sen de bilirsin ki biz İbrahim'in dinine senden de başkalarından da daha yakınız ve İbrahim bir Yahudi idi. Senin bu tutumun bizi kıskanman­dan başka bir sebebe bağlı değildi" demeleri üzerine yüce Allah bu ayet-i keri­meyi inzal buyurdu.

Tirmizî Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her bir peygamberin diğer paygamberlerden velileri vardır. Benim velim ise atam ve Rabbimin halili (İbrahim)dir. Daha sonra da, "Şüphe­siz insanlar arasında İbrahim'e en yakın olanlar elbette ona uyanlarla şu pey­gamber ve ona iman edenlerdir...n ayetini okudu. [141]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kur'an-ı Kerim Hristiyanlann Mesih'in ulûhiyetini iddia etmelerine karşı iddialarım çürüten kesin delilini ortaya koydu. Daha sonra burada Yahudileri de Hristiyanlan da dinin aslına ve bütün peygamberlerin çağrısının ittifakla ortaya koyduğu dinin ruhuna davet etmektedir. Bu ise Allah'ı tevhid etmek, O'na ibadet etmek ve peygamberlerin (hepsine selâm olsun) atası olan Hz. İb­rahim'e uymaktır. Çünkü onun dini İslâm dinidir. O Yahudi de değildi, Hristi-yan da değildi. [142]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed -bütün Yahudi ve Hristiyanlar demek olan- Kitap Ehli'ne söyle! "Gelin her iki kesim arasında bütün şeriatların, peygamberlerin ve onla­ra indirilen kitapların ittifakla kabul ettiği adaletli ve orta yolu temsil eden bir sözü söyleyelim. Bu adaletli sözü sahifeler ve dört kitap Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an da emretmiştir. Bu ise la ilahe illallah olan tevhid kelimesi, Allah'a iba­det etmek, teşrî, helâl ve haram kılma yetkisini O'na vermek, O'na herhangi bir şeyi ortak koşmamak, Allah'ı bırakıp O'ndan başka -put, haç, heykel, ateş gibi şeyleri- ve birbirimizi rab edinmemektir.

Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın, "Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim'' buyruğunda ulûhiyetin vahdaniyetini, "kimimiz kimimizi Allah'tan başka Rab-ler edinmesin" buyruğu ise rububiyetin vahdaniyetini ihtiva etmektedir.

İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve onların dışında kalan bütün peygamberle­rin çağrısı budur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiği­miz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur, o halde bana ibadet edin." (Enbiya, 21/25); "Andolsun ki biz her ümmete, "Allah'a ibadet edin ve tağuttan sakının" diye bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36).

Yahudiler muvahhid olmakla birlikte, onların anlayışına göre ilâh mefhu­mu, hak ilâh olmaktan çıkmıştı. Diğer taraftan onlar kendiliklerinden uydur­dukları hükümlerde dinî önderlerine uyuyorlardı. Hristiyanlar da önceleri mu­vahhid idiler. Halen de vahdaniyet inancına sahip olduklarını ileri sürmekte­dirler. Fakat onlar Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ve teslisi (üçlü ilâh anla­yışını) iddia etmekle de kalmadılar, Hz. İsa'nın ulûhiyyetini de üç ilâhın tek bir ilâh olduğunu, onun da İsa olduğunu ileri sürdüler. Reformist protestanlar ise Hz. İsa'nın ulûhiyeti düşüncesini reddetmektedir.

Adiyy b. Hatim rivayetle der ki: Boynumda altından bir haç bulunduğu hal­de Resulullah (s.a.)'ın yanma vardım. Bana "Ey Adiyy, şu putu üzerinden at" de­di. O'nun tevbe suresinde, "Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka rabler edindiler." (Tevbe, 9/31) ayetini okuduğunu dinledim. O'na "Ey Allah'ın Rasulü dedim!" "Onlar bu şekilde haham ve rahiplerine ibadet etmiyorlardı." Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Onlar size bir takım şeyleri helâl, bir takım şeyleri haram kılıp siz de onların bu sözlerini alıp kabul etmiyor muydunuz?" Adiyy "Evet" deyince Peygamber (s.a.) "İşte sözü geçen ibadetleri budur" cevabını verdi.

Buna göre Kitap Ehli'ne böyle bir hitap yöneltilmektedir. Çünkü onlar alimlerine bu şekilde itaat etmekle onları rab gibi bir konuma çıkarmış oldular.

Şayet böyle bir çağrıyı veya böyle bir hükme tabi olmayı kabul etmez ve Allah'tan başkasına ibadette diretecek olurlarsa onlara deyiniz ki: Bizler ger­çekten Müslüman kimseleriz. Allah'a itaatle boyun eğdik. Dinimizi O'na halis kıldık. O'ndan başkasına ibadet etmez, fayda veya zararı önlemeyi başkasın­dan istemeyiz. Allah'ın helâl kıldığından başkasını helâl, haram kıldığından başkasını da haram kabul etmeyiz.

Bu ayet-i kerime Peygamber (s.a.)'üı Kitap Ehli'ne mensup olsun olmasın, o zamanın hükümdar ve krallarına gönderdiği mektupların özüdür. Putperest olan Farslann kralı Kisra'ya, Hristiyan Bizanslıların hükümdarı Heraklius'a yine Hristiyan Necaşi'ye ve Mısır Kıptîlerinin başı Mukavkıs'a ve diğerlerine gönderdi­ği mektuplar gibi. Bütün bu mektuplarda bu ayet-i kerime yer almıştır. O'nun He­raklius'a gönderdiği mektubu Müslim'in Sahih'inde şu şekilde kaydedilmektedir:

"Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın rasulü Muhammedi'den Bizanslıla­rın büyüğü Heraklius'a. Selâm hidayete tabi olanlara. İmdi ben seni İslâm'a davet ediyorum. Müslüman ol, esenliğe kavuşursun. Müslüman ol, Allah sana ecrini iki defa versin. Şayet yüz çevirecek olursan şüphe yok ki Erisilerin -yani çiftçisiyle, ırgatıyla, hizmetkarlarıyla ve diğerleriyle birlikte bütün halkın- gü­nahı senin boynunadır ve "Ey Ehl-i Kitap bizimle sizin aranızda adil olan bir kelimeye geliniz: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. Onu hiç bir şeye eş tut­mayalım, kimimiz kimimizi Allah'tan başka rabler edinmesin. Eğer yüz çevirir­lerse, "Bizim muhakkak Müslümanlar olduğumuza şahit olun" deyin." [143]

 

Hz. İbrahim'in Kime Mensup Olduğuna Dair Tartışma:

 

Ey Yahudiler ve Hristiyanlar! Sizler neden İbrahim el-Halil hakkında an­laşmazlık gösteriyor ve her biriniz onun sizden ve dininiz üzere olduğu iddiasın­da bulunuyorsunuz? Ey Yahudiler, sizler onun Yahudi olduğunu nasıl iddia ede­bilirsiniz? Halbuki o Musa'ya Allah tarafından Tevrat indirilmeden önce gelmiş­tir. Ve siz ey Hristiyanlar, onun nasıl Hristiyan olduğunu iddia ediyorsunuz? Halbuki Hristiyanlık ondan çok uzun bir zaman sonra ortaya çıkmıştır.

Musa'ya Tevrat, İsa'ya İncil, İbrahim'den ancak uzun bir zaman sonra in­dirilmiştir. Denildiğine göre Hz. İbrahim ile Musa arasında yediyüz yıl, Hz. Musa ile Hz. İsa arasında da yaklaşık Mn yıllık bir zaman vardır.

İşte bundan dolayı Yüce Allah, "Akıl erdiremiyor musunuz?" diye buyur­maktadır. Çünkü bir şeyden önce olan, sonra gelene tabi olmaz. Sizler delilleri­nizin zayıflığını, çürüklüğünü, sözlerinizin batıl olduğunu aklınızla anlayamı­yor musunuz?

Daha sonra Yüce Allah bu konudaki bilgisizliklerine ve ahmaklıklarına işaret ederek şöyle buyurmaktadır: Haydi sizler İsa (a.s.) hakkında Tevrat ve İncil'in açıkladığı [144] ve İsa'nın durumu ile ilgili bilginiz olan şeyler hakkında tartışıyor, delil getiriyorsunuz. Üstelik bu konuda sizin aleyhinize delil ortaya konulmuş ve yanlışlığınız da açıkça görülmüştür. Peki, İbrahim'in Yahudi ya da Hristiyan olduğuna dair hangi esasa göre tartışıyorsunuz, nasıl mücadele ediyorsunuz? Oysa bu konuda sizin bir bilginiz yoktur. Dininizde ve kitapları­nızda onun hakkında herhangi bir şey da nazil olmuş değildir. Onun Yahudi ya da Hristiyan olduğuna dair bilgiyi nereden çıkarıyorsunuz? Allah ise sizin için gayb olan ve sizin tanık olmadığınız her şeyi bilir. Sizler, ancak bildiklerinizi, gözlerinizle bilip tanık olduğunuzu ve işittiğinizi bilebilirsiniz.

İşte bu, Yüce Allah'ın onlar tarafından ileri sürülen bu gibi iddialarının ve hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadıkları hususlarda tartışmasını ve Hz. İbrahim hakkındaki münakaşalarının reddedildiğini ifade etmektedir. Onlara bilgi sahibi olmadıkları hususları, her şeyi gerçek mahiyeti üzere bilene, gaybı da açığı da bilene havale etmelerini emretmektedir.

Daha sonra Hz. İbrahim hakkındaki kesin ve ilâhî karar gelmektedir. O da şudur: Hz. İbrahim Yahudi de değildi, Hristiyan da değildi; fakat o Allah'a ortak koşmaktan, putperestlikten uzak duran hanif bir kimse idi. Allah'a itaat­le boyun eğen, emirlerine uyan, yasaklarından kaçman, Müslüman bir kimse idi. Onun dininin gerçek bağlıları onun yolu üzere giden, şeriatı üzere yürüyen Müslümanlardır. Onlar doğru sözlü sadıklardır. Yahudiler ve Hristiyanlar ise yalan söyleyenlerdir.

Hz. İbrahim aynı zamanda kendilerine hanif adını veren ve İbrahim dini üzere olduklarını iddia eden Kureyşliler ve onlara uyan Araplar gibi müşrikler­den de değildi.

Daha sonra Yüce Allah önceden geçen gerçekleri şu buyruğu ile tekit et­mektedir: İnsanlar arasında İbrahim'e bağlanmaya en çok hak sahibi, onun di­nine yardım etme hakkına en çok sahip olanlar, hiç bir şeyi ortak koşmaksızm yalnızca Allah'a iman eden, dinlerini O'na halis kılan kimselerdir. Bir de şu peygamber ve onunla birlikte iman edenlerdir. İşte bunlar Allah'ın vahdaniye­tini, ulûhiyet ve rububiyetini ittifakla kabul eden tevhid ehli kimselerdir. İs­lâm'ın ruhu da işte budur. Allah müminlerin yardımcısı, destekçisidir Onlara peygamberliği göndermek suretiyle başarı ihsan eden, işlerini düzenleyen, hal­lerini ıslah edendir. [145]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Helâl ve haram kılmak suretiyle serî hükümlerde Yüce Allah'tan başka din alimlerine, hahamlara itaat etmek onları rabler gibi bir konuma yüksel­tir. Bunun böyle olması itaatin Yüce Allah'a tahsis edilmesini gerektirir. Ger­çek şu ki, bütün dinlerin ortak noktası tevhid sancağı altında toplanmaktır. Bu ise "la ilahe illallah" parolası ve yalnızca Allah'a ibadet etmektir. Teşrî'de yalnızca Allah'tan gelenlere dayanmaktır. Hak şer"î hükümlerin kaynağı O'dur. O bakımdan Kur*an-ı Kerim onlara, "Davet olunduğunuz şeyi kabul ediniz." diye hitap etmektedir. Bu ise haktan sapma ihtiva etmeyen dosdoğru ve adaletli olan sözdür ki "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin."  diye ifade edilmiştir.

Yüce Allah'ın "kimimiz kimimizi Allah'tan başka Rabler edinmesin..." buy­ruğu, herhangi bir şeyin helâl ya da haram kılınması hususnda Allah'tan baş­kasına uymanın caiz olmadığının delilidir. Bundan tek istisna Allah'ın (başka­larının hüküm koymasına müsade ettiği içtihat alanı olan) helâl kıldığı çerçe­vedir. Bu buyruk, Yüce Allah'ın, "Onlar Allah'tan başka hahamlarını ve rahip­lerini rabler edindiler." (Tevbe, 9/34) buyruğuna benzemektedir. Yani onlar Al­lah'ın haram kılmadığını haram kabul etmek, helâl kılmadığını da helâl kabul etmek hususunda bu haham ve rahiplerini gerçek rableri konumuna çıkarmış­lardır.

Bu ise ibadetler, haram ve helâl kılmak gibi dine dair meselelerde masum peygamberlerin sözü dışında hiç bir kimsenin sözünün alınmayacağına delildir. Bu konuda herhangi bir imam ve fakihin sözü kabul edilmez; aksi takdirde ru-bubiyette şirk olur. İşte Kur*an-ı Kerim'in Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi bir çok ayet-i keimede tenkit ettiği husus budur: "Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinde şeriat yapan ortakları mı vardır?" (Şû­ra, 42/21); "Dillerinizin yalan yere vasfedegeldiği şeyler için, "Şu helâldir, şu da haramdır" demeyin." (16/116).

Kazaî ve siyasî hükümler gibi dünyevî meselelere gelince, Allah bu gibi iş­leri halletmeyi hal ve akd ehline -ki bunlar şûra ehlidir- bırakmıştır. Bunların emirlerini yerine getirmek ve kabul etmek vacip olur.

Şayet Kitap Ehli davet olundukları şeyden -ki bu da adil sözdür- yüz çevi­recek olurlarsa onlara şöyle deyiniz: "Biz Müslümanlarız, yani Allah'ın dinini kabul etmek vasfına sahip olan kimseleriz. Onun hükümlerine itaat eden ve bu konuda Allah'ın üzerimizdeki nimetlerini itiraf edenleriz. Herhangi bir kimseyi O'ndan başka rab edinmeyiz. İsa'yı da Üzeyr'i de melekleri de. Çünkü bütün bunlar da bizim gibi bir insan, bir mahlûktur. Allah'ın bize haram kılmadığı şeyleri onlar haram kıldı diye rahiplerin sözlerini kabul etmeyiz. Çünkü aksi takdirde onları rab edinmiş oluruz."

Hz. İbrahim'in kendi dinleri üzere olduğunu ileri süren Yahudi ve Hristi-yanlara karşı en açık delil ve ayetlerden birisi de, "Ey Ehl-i Kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz..." ayetidir. Bu ayet-i kerime Yahudilik ve Hris-tiyanlığın da Hz. İbrahim'den sonra ortaya çıktığım belirterek yalancılıklarını ifade etmektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Halbuki Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indirildi" buyruğu ile ifade edilmektedir. Peki İbrahim nasıl olur da kendisinden sonra ortaya çıkmış bir dine mensup olabilir? Üstelik Yahudilik tahrif edilmiş, çarpıtılmış ve Hz. Musa'nın getirmiş olduğu din olma özelliğini yitirmiştir. Hristiyanlık da Hz. İsa'nın getirdiği şeriattan tahrif edilmiş, uzak­laştırılmış bir dindir.

"Diyelim ki sizler bilgi sahibi olduğunuz şeyler hakkında münakaşa etti­niz..." ayet-i kerimesi, bilgisi bulunmayan kimsenin tartışmasının yasak olduğuna delildir. Bilip de bu konuda kat'î kanaati olan kimselerin hak lehine mü­nakaşa edip tartışmaları ise caizdir. Çünkü Yüce Allah, "En güzel yol hangisi ise o yolla münakaşa et (mücadele et)." (Nahl, 16/125) diye buyurmaktadır. Bu­nun örneği de şudur: Peygamber (s.a.)'den rivayet edildiğine göre çocuğunun kendinden olduğunu kabul etmeyen bir adam ona gelip, "Ey Allah'ın rasulü be­nim hanımım siyah bir çocuk doğurdu." der. Resulullah (s.a.) "Senin develerin var mı?" diye sorar, adam "Evet" der. "Peki bunların renkleri nedir?" der. Adam "Kırmızıdır" cevabını verir. Peygamber (s.a.) "Bunlar arasında renkleri siyaha çalan da var mıdır?" diye sorar. Adam, "Evet" der. Peygamber (s.a.) "Peki bu si­yaha yakın renk nerden geliyor?" diye sorar ve adam, "Bu konuda belki geçmi­şine çekmiş olabilir" deyince Resulullah (s.a.) şöyle buyurur: "Senin bu oğlun da olabilir ki geçmişe çekmiştir."

Bu ayet-i kerime batılı savunculara karşı delil ortaya koymaya ve din ile ilgili hususlarda münakaşa etmenin vücubuna delâlet etmektedir. Nitekim Yü­ce Allah da Hz. Mesih hakkında Kitap Ehli olan Yahudi ve Hristiyanlarla mü­nakaşa etmiş, bu tartışmalarla da onların şüphelerini çürütmüştür.

Hz. İbrahim, İslâm dini üzereydi. O müşrik de değildi, Yahudi de Hristi-yan da değildi. Hz. İbrahim'e insanlar arasında en yakın ve onun yardımcıları olmaya en lâyık olanlar, onun çağında olsun ondan sonra olsun onun yolunu, yöntemini izleyenler, müşrik olmayıp onun gibi hanif Müslüman olanlardır. Ay­nı şekilde, Peygamber Muhammed (s.a.) ve onunla birlikte iman edenlerdir. Çünkü tevhid ehli bunlardır. Allah da müminlerin velisidir, yani onların yar-dımcısıdır. Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Her bir peygamberin peygamberlerden velileri vardır. Şüphesiz benim velim de atam ve Rabbimin Halili (lbrahim)'dir." Daha sonra Peygamber (s.a.), "Şüphe­siz insanlar arasında İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlarla şu peygambere iman edenlerdir" ayetini okudu. [146]

 

Kitap Ehli'nden Bazılarının Müslümanları Saptırmak İstemesi, Dini Oyuncak Edinme Ve Dinî Taassup

 

69- Kitap Ehli'nden bir zümre, sizi keş­ke saptırsalar diye arzu ettiler. Onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar da, hâlâ farkında değiller.

70- Ey Kitap Ehli! Kendiniz görüp du­rurken niçin Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?

71- Ey Kitap Ehli! Siz bilip dururken niçin hfffcfcı batılla karıştırı­yor ve hakkı gizliyorsunuz?

72- Kitap Ehli'nden bir zümre dedi ki: "İman edenlere indirilenlere günün er­ken saatlerinde iman edin, akşamleyin inkâr edin. Olur ki dönerler."

73- "Ve dininize tabi olandan başkası­na inanmayın." De ki: "Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir. Size verilenin benzerinin başkasına verilmiş olduğu­na yahut onların Rabbiniz nezdinde si­ze karşı deliller getireceklerine de (inanmayın)." De ki: "Muhakkak lütuf Allah'ın elindedir. Onu dilediğine ve­rir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir."

74- O dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah en büyük lütuf sahibidir.

 

İ'râb:

 

"Size verilenin benzerinin başkasına verilmiş olduğuna..." Bu ifadenin takdiri şöyledir: Sizin dininize uyandan başkasına, size verilenin benzerinin kimseye verileceğine iman etmeyiniz. Bunun şu takdirde olması da mümkün­dür: Dininize uyandan başkasına, size verilenin benzerinin herhangi bir kimse­ye verileceğini ikrar edip kabul etmeyiniz. Zemahşerî'ye göre ise ifadenin tevili şöyledir: "Size verilenin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine dair inancınızı, dininize mensup olanlardan başkasına açıklamayınız. Yani Müslümartlara da onlara verilen gibi Allah'ın kitaplarından bir kitap verildiğini tas­dik ettiğinizi gizli tutunuz."

"De ki: Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir.7' Bu buyruk bir ara cümlesidir. "Yahut onların Rabbiniz nezdinde size karşı deliller getireceklerine..." buyruğu ise, "Size verilenin benzerinin...7' cümlesine atfedilmiştir. [147]

 

Belagat:

 

"Hak ve batıl" kelimeleri arasında tıbâk vardır.

"Sizi keşke saptırsalar" ile "saptıramazlar" ifadeleri arasında tam bir cinas vardır. [148]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kitap Ehli'nden bir zümre" Hahamlardan ve başkanlarından oluşan bir topluluk, "sizi keşke saptırsalar" İslâm dininden döndürseler, ona muhalefet et­mek suretiyle sizi sapıklığa düşürseler "diye arzu ettiler" temenni ettiler, arzu-ladılar. Sapıklık (dalâl), bir çeşit helak olmaktır.

"Onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar." Çünkü sapmalarının gü­nahı kendilerinedir. Müminler ise bu hususta onlara itaat etmezler.

"Allah'ın ayetlerini..." Muhammed (s.a.)'in nübüvvetinin doğruluğuna de­lâlet eden, onun niteliklerini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim'i.

"Siz" onun hak olduğunu "bilip dururken niçin hakkı batıla karıştırıyor" tahriflerle, yalan ifadelerle bunları birbirine katıyor "ve hakkı" Muhammed (s.a.)'in niteliklerini "gizliyorsunuz."

"De ki: Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir." O da İslâm'dır. Hitap Muham­med (s.a.)'edir; cümle ara cümlesidir.

"Size verilenin benzeri" yani Kitap, hikmet ve faziletler bakımından ona benzeyeni, "başkasına verilmiş olduğuna yahut onların Rabbiniz nezdinde size karşı deliller getireceklerine" yani müminlerin size karşı delil getireceklerine ya da delillerle sizi yenik düşüreceklerine (de inanmayın).

"Lütuf yani çokça ihsan ve bağış. Burada kasıt ise peygamberlik ihsanıdır. [149]

 

Nüzul Sebebi

 

69. ayet-i kerime Yahudilerin Muaz b. Cebel, Ammar b. Yasir ve Huzeyfe b. el-Yeman'ı kendi dinlerine davet etmeleri üzerine nazil olmuştur.

72. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da İbni İshâk, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b. es-Sayf, Adiyy b. Zeyd ve el-Ha-ris b. Avf birbirlerine şöyle dediler: "Gelin Allah'ın Muhammed'e ve ashabına indirdiklerine sabahleyin iman edelim, akşamleyin de onu inkâr edelim. Böy­lelikle onlar dinleri hususunda şüpheye düşsünler. Belki onlar da bizim yaptı­ğımız gibi yapar da dinlerinden dönerler. "Bunun üzerine Yüce Allah, "Ey Ki­tap Ehli, siz bilip dururken niçin hakkı batılla karıştırıyorsunuz Allah Vâsi'dir, Alîm'dir" buyruklarını indirdi.

İbni Ebî Hatim de es-Süddî'den, o da İbni Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudilerin hahamları daha aşağı mertebede olanlara "Dininize uyanlardan başkasına inanmayınız" diyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah "Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir." ayetini indirdi. [150]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Daha önce Yüce Allah, Kitap Ehli'nin bir tutumunu söz konusu etmişti. Bu ise hakka itiraz etmeleriydi. Burada onların bir başka tutumunu söz konu­su etmektedir. Bu da onların müminleri saptırmaya aşırı gayretli olmalarıdır.[151]

 

Açıklaması

 

Kitap Ehli alimlerinden ve başkanlardan bir kesim şüphe tohumlarını ek­mek, bazı Müslümanları da dinlerine sokmak suretiyle kazanmak için Müslü­manlar arasında sapıklığı yerleştirmeyi arzu ettiler. Fakat bunlar arzularını elde edemeyeceklerdir. Bunlar ancak kendilerini saptırırlar. Bu saptırmanın vebali yalnız onlara ait olacaktır. Çünkü onlar kendilerini faydasız, hatta za­rarlı bir işle meşgul etmektedirler. Kendilerini günah ve masiyete düşüren bir işle uğraşıyorlar. Onlar bunun farkında değildirler. Kötü hallerini anlayamı­yorlar. Bu ise onlara yapılan en ileri derecedeki bir yergi ve küçümsemedir. Ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Kitap Ehli'nden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak geriye döndürmek isterler." (Baka­ra, 2/109).

Ey Kitap Ehli (Yahudiler ve Hıristiyanlar)! Muhammed (s.a.)'in doğruluğu­na delâlet eden ayetleri (kesin belgeleri) ne diye inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz, kitaplarınızda bulunan o ayetlerin onun niteliklerine ve onu müjdeleyen ifadelere dayanarak doğruluklarına şahitlik edip durmaktasınız.

Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin size getirdikleri hakkı alimlerinizin, baş­kanlarınızın fasit tevillerle, tahrif ve tebdil ederek uydurdukları batıla ne diye karıştırıyorsunuz? Muhammed'in durumunu niçin gizliyorsunuz. Halbuki ona dair açıklamalar sizin yanınızda Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulunmaktadır. Eli­nizdeki kitaplarda İsmailoğullarından bir peygamberin geleceğine, insanlara Kitabı ve hikmeti öğreteceğine dair bir müjde vardır. Sizler yanlışlık yaptığını­zı, batıl üzere olduğunuzu bilmektesiniz. Siz bunu kıskançlığınız dolayısıyla ve inat ederek yapmaktasınız.

Daha sonra Yüce Allah, onların hile ve tuzaklarından bir başka çeşidi söz konusu etmektedir; o da şudur: Az önce açıkladığımız nüzul sebebinden de gö­rüldüğü gibi onlardan bir kesim, günün erken saatlerinde İslâm'a girdiklerini açıkladılar. Müslümanlarla birlikte sabah namazını kıldılar. Akşam olunca da dinlerinden döndüler. Bundan kasıtları ise din hususunda insanlar arasında zayıf ve bilgisiz olanları karışıklığa düşürmek ve onların, "Bunların eski dinle­rine girmeleri, gördükleri bir eksiklik, Müslümanların dinindeki bir kusur dolayısıyladır" demelerini sağlamaktı. İşte bundan dolayı, "Olur ki" dinlerinden "dönerler" demişlerdir. Halbuki hakkı bilenin ondan geri dönmeyeceğini bilmi­yorlardı. Heraklius Ebu Süfyan'a Muhammed (s.a.)'in durumlarına dair sordu­ğu soruların arasında şöyle demişti: "Onun dinine giren hiç ondan geri dönüyor mu?" Ebu Süfyan ise "Hayır" demişti.[152]

Yahudiler, sözlerinin geri kalan kısmında, peygamberliğin ancak kendileri arasında olacağını iddia ederek, şöyle derler[153]: Müslümanlara size verildiği gi­bi Allah'ın kitaplarından bir kitap verilmiş olduğunu doğruladığınızı gizleyiniz ve bunu açıklamayınız. Bu açıklamayı yalnızca sizin dininize uyanlara yapınız, Müslümanlara yapmayınız. Böylelikle sizin yapacağınız bu açıklamanın onla­rın dinlerine sebatlarını arttırması önlenmiş olur. Müşriklere de açıklamayınız ki, Müslümanlar onları İslâm'a çağırmasın. Yani Kitap Ehli gibi Müslümanla­rın da Allah'tan gelmiş bir kitapları olduğunu doğruladığınızı ööğrenmesinler, bu bilgiyi onlardan gizleyiniz. İbni Kesir der ki: Dininize uyanlardan başkasına güvenmeyiniz veya sırrınızı ve sahip olduğunuz bilgileri onlardan başkalarına açıklamayınız. Elinizde bulunanları Müslümanlara göstermeyiniz. O vakit ona iman eder ve onu aleyhinize delil gösterirler. O halde bunun anlamı, sırlarını Müslümanlara açıklamamalarıdır.

Kıyamet gününde Müslümanların hakkı size karşı delil göstereceklerine, Allah'ın huzurunda getirecekleri delillerle sizleri yenik düşüreceklerine dair hususlarda size uyanlardan başkasına inanmayınız. İbni Kesir bunu açıklar­ken şöyle demektedir: Yani sizde bulunan bilgileri Müslümanlara açıklamayı­nız. O vakit onlar o bilgiyi sizden öğrenir ve bu hususta size eşit olurlar. Hatta ona olan ileri derecedeki imanları sebebiyle sizden üstün olurlar veya elleriniz­de bulunanları size karşı delil edinirler. O vakit sizin aleyhinize delil ortaya ko­nulmuş, dünya ve ahirette bu delil sizi bağlamış olur.

Bu buyruklar arasında bir ara cümlesi yer almaktadır. O da, gerçek hi­dayetin Allah'ın hidayeti olduğudur. Allah kimi imana iletmek isterse, o kim­se kulu ve rasulü Muhammed'in üzerine indirdiği apaçık ayetlere, kat'î delil­lere, açık belgelere iman eder. Sizin hileleriniz, tuzaklarınız, desiseleriniz, hakkı gizlemenizin herhangi bir etkisi olmaz. Kitaplarınızda ümmî peygam­ber Muhammed'e dair bildiklerinizi ister gizleyiniz, ister hakkı açıklayınız, fark etmez ey Yahudiler! Bu, Allah'ın hidayet nimetini hiçbir şekilde değişti­remez.

Daha sonra Yahudilerin peygamberliğin yalnız kendilerinden olanlara ve­rileceği şeklindeki iddialarım kesin bir şekilde reddetmekte ve şöyle buyur­maktadır: Bütün işler ve bu arada peygamberlik de Allah'ın tasarrufu altında­dır, size ait değildir. Bunlar yalnız Allah'ın elindedir, veren de O'dur, vermeyen de. O dilediğine iman ve ilim ile lütufta bulunur, dilediğini de saptırır, basireti­ni köreltir. Gözünü kör eder, kalbini, kulağını mühürler. Mutlak lütuf sahibi O'dur. Hayır bütünüyle onun elindedir, kullarından dilediğine verir. Rahmetini yani peygamberliği dilediğine tahsis eder. Müminleri de sınırsız ve nitelendiril­meyecek kadar büyük lütuflarla mümtaz kılar. Onun lütfü geniştir, büyüktür. Rahmeti her şeyi kuşatmıştır, sınırsızdır. Rahmetinin etkilerini sınırlandırma­ya imkân yoktur. Onların iddiaları gibi peygamberliğin yalnızca İsrailoğulları'na hasredilmesine yahut muayyen bir nesep veya belli bir şerefli zümreye hasredilmesi mümkün değildir. [154]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yahudiler müminleri kıskanır ve onları saptırmanın yollarını ararlar. Fa­kat bunun vebali bizzat kendilerine döner de onlar bunun farkında değillerdir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de kâfirler hep Müslümanları dinlerinden Yahudiliğe yahut Hristiyanlığa döndürmenin veya onları dinsizleştirmenin rü­yalarını görürler. Fakat her zaman için bundan zararlı çıkmışlardır. Bununla akıllarının zayıf, temennilerinin beyinsizce olduğunu ispatlamışlardır. Çünkü Müslümanın kalbinde yer eden İslâm akidesi dağlardan daha köklü ve sağlam­dır. Onlar İslâm'ın doğruluğunu bilmezler. Halbuki onu bilmeleri gerekir. Çün­kü Allah'ın vahdaniyetine, şeriatın doğruluğuna, göz kamaştırıcılığma, asaleti­ne, ihtiyaçları karşüayabildiğine, yüceliğine, bütün dünya şeriat ve hukuk dü­zenlerinden üstün olduğuna dair -çünkü o Allah'ın şeriatı ve dinidir- deliller açıkça ortadadır, belgeler göz kamaştıracak niteliktedir.

Kitap Ehli'nin hakkı batıla karıştırmaları veya apaçık hakkı bile bile giz­lemeye kalkışmaları, aklen ve âdeten reddedilen bir iştir.

Bazı kimselerin saptırmak ve şüpheye düşürmek maksadıyla bir süre iman ettiklerini açıklamak, sonra da küfre dönmek suretiyle hakikati gizlemek ve aldatmaya çalışmak sonuç vermeyen, mantıksızca ve çocukça bir davranış­tır. Böylelerine ancak kendileri gibi saf ve kıt akıllı kimseler aldanır. Çünkü din ve iman ile oynamaya kalkışmak, ihlâslı ve samimilerin bir alâmeti değil­dir. Diğer taraftan iman delil ve belgeye dayanarak bir kalpte yer edecek olur­sa, o imanın o kalpten çıkarılması ve sahibinden ayrılması, ölüm ya da öldür­me hali dışında mümkün değildir.

Peygamberlik herhangi bir ümmet veya herhangi bir kavmin tekelinde de­ğildir. Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah peygamberliği kime verece­ğini daha iyi bilir. Mutlak egemenlik ve kesin hüküm sahibi O'dur. O, vahyi ya da melekleri kullarından dilediği kimseye indirir. O bakımdan Yahudilerin "Peygamberlik bize münhasırdır" demeye ya da kendileri lehine Allah katında üstün bir delil sahibi olduklarını ileri sürmeye hakları yoktur. Onların lehleri­ne hiç bir delil yoktur. Müslümanlar da elbette ki onların dinlerinden daha sağlıklı bir dinin sahibidirler. Hayra iletmek ve Yüce Allah'ın yolunu göster­mek, Şanı Yüce Allah'ın elindedir. O bunu peygamberlerine verir. Kitap Eh-li'nin kendilerine verilenin bir benzerinin herhangi bir kimseye verilmesini tepki ile karşılama haklan yoktur. Eğer öyle bir tepki gösterecek olurlarsa on­lara, "De ki: Muhakkak lütuf Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir." denilir. Bütün işler Allah'ın mutlak tasarrufundadır. Veren yahut vermeyen O'dur. Di­lediğine iman, ilim ve tam bir tasarruf lütfeder; dilediğini saptırır, gözünü ve basiretini köreltir, kalbine, kulağına mühür vurur, gözünü perdeler. Eksiksiz delil ve nihaî hikmet yalnız O'nun ehildedir. [155]

 

Kitap Ehli'nden Bazı Kimselerin Emaneti Yerine Getirmeleri Ve Sözlerine Bağlı Kalmaları

 

75- Kitap Ehli'nden bazı kimseler var­dır ki, onlara bir kantar emanet olarak versen, onu sana eksiksiz öderler. Yine onlardan öyle kimseler de vardır ki, onlara tek bir altın emanet versen, sen onun üzerinde ayak diretip durmadık­ça onu sana ödemez. Bunun sebebi on­ların, "Ümmîler hakkında aleyhimize bir yol yoktur" demeleridir. Onlar bil­dikleri halde Allah'a karşı yalan söy­lerler.

76- Hayır, kim ahdine vefa gösterir ve sakınırsa şüphesiz Allah da o sakınan­ları sever.

77- Şüphesiz Allah'a olan ahitlerin! ve yeminlerini az bir pahaya değiştiren­ler, işte onların ahirette hiçbir nasibi yoktur. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları te­mizlemez. Onlar için acıklı bir azap da vardır.

 

Belagat:

 

"Bunun sebebi onların... demeleridir." Kötülük ve fesattaki aşırılıkları do­layısıyla onları kastetmek üzere uzaktaki için kullanılan işaret zamiri kullanıl­mıştır.

"Ümmîler hakkında aleyhimize bir yol yoktur." Burada onların mallarını yemek hususunda aleyhimize yol yoktur anlamında hazifle yapılan bir mecaz vardır.

"Değiştirenler" buyruğunda istiare vardır. Çünkü değiştirmeyi anlatmak üzere "satın alanlar" fiili istiare yoluyla kullanılmıştır.

"Allah onlarla konuşmaz." Bu ilâhî gazap ve hidayetin ileri derecesini an­latmak için kullanılmış mecazî bir ifadedir.

"Onlara bakmaz." Bu da onların önemsenmeyeceklerini ve onlara gazap edileceğini mecaz yoluyla ifade etmektedir. "Filân filâna bakmaz" denilirken "Ona ehemmiyet verilmez" denilmektedir.

"Onları temizlemez." Onlara iyilikte bulunmaz, onları övmez. Bu da iyilik­te bulunma anlamını ifade eden mecazî bir ifadedir.

"Sakınırsa, sakınanlar" kelimeleri arasında iştikak bakımından cinas var­dır. [156]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bir kantar" pek çok sayıda demektir. Bunun bir tartı ağırlığı olduğu da söylenmiştir. Şamlılara göre bunun miktarı yüz rıtıldır. Bir ntıl ise 2,5 kilodur.

"Tek bir altın (dinar)..." Bundan kasıt ise az bir miktardır. "Ümmîler hak­kında" yani Araplar hakkında "aleyhimize bir yol yoktur" sorumluluk veya bir günah yoktur.

"Hayır ( = belâ)" daha önce geçmiş olumsuz bir cümleye olumlu bir cevap vermek için kullanılan bir kelimedir. Yani dedikleri gibi değil, aleyhlerine yol vardır, demektir.

"Ahit..." Ahit, kişinin, başkası için yerine getirmeyi üstlendiği şeydir. Eğer bu yükümlülük iki taraflı olursa filân filân kişi ile ahitleşti denilir. "Al­lah'a olan ahitlerini..." Allah'ın Kitab'ında indirmiş olduğu peygambere iman, emaneti eda etmek, ahitlerini "ve yeminlerini" Allah adına yapılan yemini "az bir pahaya değiştirenler" Burada yeminden kasıt, onların yalan yere yaptıkla­rı yeminler yahut yalan söyleyerek Allah adına yemin etmeleridir. Az paha­dan kasıt ise, bu değiştirme karşılığında aldıkları az miktardaki dünyalık ya­hut rüşvettir. Bu ise pek azdır. Çünkü sonunda ceza görmeye sebep teşkil eden mal, ne kadar çok olursa olsun, yine azdır, "onların ahirette hiç bir na­sibi" hiç bir pay "yoktur. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmaz." Onlara gazap eder, "onlara bakmaz", onlara merhamet etmez "ve onları temizlemez" yani onları övmez, onları arındırmaz. "Onlar için acıklı" yani can yakıcı "bir azap vardır." [157]

 

Nüzul Sebebi

 

77. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Buharî, Müslim ve başkaları­nın rivayetine göre el-Eş'as şöyle demiştir: Yahudilerden bir adamla ortak ol­duğumuz bir arazimiz vardı. Benim arazideki hakkımı inkâr etti. Onu Peygam­ber (s.a.)'in huzuruna getirdim. Hz. Peygamber bana "Bir beyyinen var mıdır?" dedi. Ben "Hayır" dedim. Yahudiye "Yemin et" dedi. Ben, "Ey Allah'ın rasulü, o vakit yemin eder ve benim malımı alır gider?" dedim. Bunun üzerine Yüce Al­lah, "Şüphesiz Allah'a olan ahitlerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştiren­ler..." ayetini indirdi.

Buharfnin Abdullah b. Ebî Evfa'dan rivayetine göre bir adam kendisine ait olan bir malı pazara getirdi. Allah adına yemin ederek kendisine rayicin üstünde bir fiyatın verildiğini söyledi. Bundan kasıt ise Müslümanlardan bir adamı düşürmekti. İşte bunun üzerine şu, "Şüphesiz Allah'a olan akülerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler..." ayeti nazil oldu.

Hafız İbni Hacer, Buharî Şerhi'nde der ki: Her iki hadis arasında bir aykı­rılık yoktur. Aksine nüzul sebebinin her ikisinin de olduğu şeklinde yorumla­nır.

İbni Cerir'in İkrime'den rivayetine göre ayet-i kerime Huyey b. Ahtab, KaT) b. el-Eşref ve onların dışında kalan Allah'ın Tevrat'ta indirdiklerini gizle­yip değiştiren ve bu değiştirdiklerinin de Allah tarafından geldiğine yemin eden kimseler hakkında inmiştir. Yine bunun Ebu Râfi', Lübâbe b. Ebil-Hu-kayk ve Huyay b. Ahtab hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü bunlar Tev­rat'taki hükümleri ve onda anlatılan, Resulullah (s.a.)'uı niteliklerini farklı olarak ifade etmişler ve buna karşılık da rüşvet almışlardı[158]

Hafız İbni Hacer der ki: Ayet-i kerimenin bu manalara gelme ihtimali var­dır; fakat bu hususta asıl dayanılacak bilgi sahih hadiste sabit olandır. [159]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler Kitap Ehli'nin niteliklerini açıklamaya devam etmekte­dir. Onlardan kimisi güvenilirdir, kimisi hainlik eder. Kimisi de Yahudilerden başkalarının çürük tevillerle ve batıl yollarla mallarını helâl kabul etmektedir. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim onlara aldanmaya karşı uyarmakta, sakındır-maktadır. [160]

 

Açıklaması

 

Kitap Ehli'nin niteliklerini belirtmekte Kur'an gayet adil hüküm getirmiş­tir. Aralarından bir kesim, kendilerine emanet olarak verilen mal az olsun, çok olsun emanetlere hainlik etmeyen güvenilir kimselerdir; Abdullah b. Selâm gi­bi. Kureyşli birisi ona 1200 ukiyye altın emanet etmiş o da o miktarı aynen ge­ri ödemişti. Yine sözünde durmakla ün kazanmış Yahudi Samuel b. Adiya da böyledir.

Onlardan bir diğer kesim ise az dahi olsa emanete hainlik eder ve sürekli istemedikçe ve tahsil etmek için çalışmadıkça veya mahkemeye baş vurup on­lara karşı delil getirmedikçe, o emaneti geri almaya imkân olmaz. Ka'b b. Eş­ref ve Finhâs b. Azura gibi. Kureyşli bir kimse buna bir dinar emanet vermiş, fakat o da bu dinarı inkâr edip hainlik etmiştir.

Yahudilerden bu kesimi böyle bir hainliğe iten ise Tevrat'ın kendilerine ümmîlerin yani Arapların mallarını yemeyi helâl kıldığını iddia etmeleridir. Onlar, "Arapların hatta Yahudilerin dışında kalan herkesin malını yemekte bi­zim için bir vebal ve günah yoktur" derler. Çünkü kendileri onlara göre Al­lah'ın seçkin kavmidirler. Başkalarından daha üstün ve yücedirler. Onların dışında kalanların ise Allah nezdinde saygı duyulması gereken bir hakları yok­tur. Başkaları Allah tarafından buğzedilen kimselerdir. Allah onları hakir gö­rür, böylelerinin herhangi bir hakkı ve saygı duyulması gereken herhangi bir hukuku yoktur. Rivayet edildiğine göre İsrailoğullan putperest oldukları için Arapların mallarının helâl olduğuna inanıyorlardı. Fakat İslâm gelip, Araplar­dan İslâm'a girenler de olunca yine Yahudiler onlar hakkında aynı inancı sür­dürmeye başladılar. İşte bu kanaati yasaklamak üzere bu ayet-i kerime nazil olmuştur[161]

Mümin ile kâfir arasında hakların ödenmesi hususunda fark gözetmeyen Allah'ın şeriatında böyle bir şey elbette ki reddedilir. Fakat onlar kelimelerin yerlerini değiştirerek nasları kendi nevalarına uygun olarak tevil edip yorum­layan Yahudilerdir. Yine bunun misallerinden bir tanesi de İbni Cerir et-Taberî tarafından şöylece rivayet edilmektdir: Bir grup Müslüman cahiliye döneminde Yahudilere bazı malları satmışlardı. İslâm'a girdikten sonra bu malların bede­lini kendilerine ödemelerini istediler. Ancak Yahudiler, "Size vermemiz gereken bir emanetiniz ve size ödememiz gereken bir hakkınız bizde yoktur. Çünkü siz­ler daha önce bağlı olduğunuz dininizi terk etmiş bulunuyorsunuz" dediler. Ay­rıca böyle bir uygulama yapma hakkına sahip olduklarına dair ifadenin kitap­larında da yer aldığını iddia ettiler.

Herhangi bir şeriata uyan herkes Yahudilerin bu yaptıklarından sakınma­lıdır. Abdurrezzak ve Ebu İshak'ın rivayetine göre adamın birisi İbni Abbas'a şöyle demiş: Bizler gazada zimmet ehline ait tavuk, koyun gibi bazı malları alı­yoruz. İbni Abbas, "Siz ne diyorsunuz?" deyince onlar, "Bizce bu konuda bizim için bir mahzur yoktur, diyoruz" dediler. İbni Abbas şöyle dedi: İşte bu, "Ümmî-ler hakkında aleyhimize yol yoktur" diyen Kitap Ehli'nin sözünü andırmakta­dır. Zimmîler cizyeyi ödedikleri takdirde, onların malları gönül hoşluğu ile ol­madıkça size helâl olmaz.

İbni Ebî Hatim ve İbnül-Münzir de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Kitap Ehli "Ümmüer hakkında aleyhimize bir yol yoktur" de­yince Allah'ın peygamberi de şöyle buyurdu: "Allah'ın düşmanları yalan söyle­miştir. Cahiliye döneminde olan her ne varsa onun hepsini işte bu iki ayağımın altına alıyorum. Emanet bundan müstesnadır. Emanet iyi olana da kötü olana da tastamam verilecektir.'' İşte bu, onların iddialarını reddetmektedir.

Yüce Allah da aynı şekilde bunu, Kitaplarında yer aldığını bildikleri hal­de, Allah'a yalan söylediklerini belirterek reddetmektedir. Onlar bu konuda açıktan yalan söylediklerini de bilmektedirler. Çünkü Tevrat'ta "ümmîlere ha­inlik etmek" şeklinde zalimce bir hüküm yoktur.

Bunun ile ilgili Tevrat'ta yer alan hüküm tam aksidir. Tevrat ahitlere bağlı kalmayı farz kılmakta, emanetleri tastamam ödemeyi emretmektedir. Allah onlara der ki: Durum onların dediği gibi değildir. Ümmîler hakkında onlar ya­lan söyledikleri, Arapların mallarını helâl kabul ettikleri için onlara azap söz konusudur. Her kim belli bir vadeye kadar borç alsa yahut vadeli olarak bir şey satın alsa veya kendisine bir şey emanet verilecek olsa, bunu aynen yerine ge­tirmeli ve zamanı gelince hak sahibine hakkını tastamam ödemelidir. Böyle davranması hak sahibinin ısrarla talebine yahut da hakime baş vurmasına ge­rek olmaksızın, farzdır. İşte bu şekilde Allah'a verdiği sözü eksiksiz olarak ye­rine getiren ve hainlik yapmak hususunda Allah'tan korkan herkesi Allah se­ver ve ondan razı olur. Çünkü Allah kitaplarında insanlara ahitlerine ve akitle­rine tastamam bağlı kalmayı, doğruluktan ayrılmamayı emretmiştir.

Ahit yalnızca akitlere ve verilen sözlere bağlı kalıp onları yerine getirmek­ten, emanetleri eda etmekten ibaret değildir. Aynı şekilde Yüce Allah'a verilen ahdi de kapsamaktadır. Bu ise müminin yerine getirmeyi üstlendiği sert yü­kümlülükler, emirler ve vazifelerdir. Şayet Yahudiler verdikleri sözleri yerine getirecek olurlarsa Muhammed (s.a.)'e de iman ederler. Eğer insaf ederlerse hiç bir zaman Yahudiye verilen söz ile başkasına verilen söz arasında fark gözet­mezler.

Daha sonra Yüce Allah ahde vefasızlık eden, Allah'ın indirdiklerini gizle­yen, hakkı batılla değiştiren, Allah'ın sözünü, emirlerini değersiz bedellere, azıcık karşılıklara satanların cezasını beyan etmektedir. Bunların aldıkları başkanlık, rüşvet ve buna benzer dünya metaldir. Böyle bir tutumun cezası ise ahiret nimetlerini kaybetmek, Allah'ın gazap ve kızgınlığını üzerine çekmek, O'nun övgüsüne mazhar olmamak, O'nun tarafından yapılacak ihsan ve rah­metten mahrum kalmak, durumları hakir görülmektir. Ayrıca onlar için cehen­nem ateşinde çetin ve can yakıcı bir azap da vardır.

Yüce Allah bütün bunları mecaz yollu ifadelerle dile getirmiştir. Ahdi boz­mayı ve bunun karşılığında bir şeyler almayı, satın alma ve bedelli değiştirme gibi ifade etmiştir. Ancak bu son derece zararlı bir alışveriştir. Çünkü alman karşılık veya bedel ne kadar çok olursa olsun, eğer günahın, suçun büyüklüğü ve ahirette karşılaşılacak cezanın şiddeti ile ölçülecek olursa, hakikatte pek az­dır. [162]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah, Kitap Ehli arasında hainlerin de güvenilir kimselerin de bulu­nacağım haber vermektedir. Müminler ise onları birbirlerinden ayırt edemez­ler. O halde hepsinden uzak durmaları gerekir. Müminler arasında da her iki tipten bulunmakla birlikte, özellikle Kitap Ehli'nin söz konusu edilmesi, arala­rında hainliğin daha fazla olmasından dolayıdır. O bakımdan ifade çokluk hak­kındadır. Emin olan bir kimse için emanetin çok ile az olması arasında fark yoktur. Çok olanı koruyup sahibine eksiksiz ödeyen bir kimsenin, az olana böy­le davranması öncelikle söz konusudur. Basit miktarlarda hainlik eden yahut onu sahibine vermeyen kimsenin fazla olanda aynı şeyi yapması da böyledir.

Ebu Hanife alacaklının, borçlunun borcunu ödeyinceye kadar arkasına ta­kılacağı şeklindeki görüşüne Yüce Allah'ın, "Sen onun üzerinde ayak diretip durmadıkça..." buyruğunu delil göstermiş olmakla birlikte, sair ilim adamları bunu kabul etmemişlerdir.

Dinde emanetin değeri pek büyüktür. Kıyamet gününde rahim (akrabalık bağı) ile birlikte sıratın iki tarafında durmaları Sahih-i Müslim'de de belirtil­diği gibi- kadrinin büyüklüğünden ileri gelmektedir. Her ikisini gereği gibi ko­ruyanlar dışında, sırattan kimse esenlikle geçme imkânını bulamayacaktır.

Malikîlerin görüşüne göre bu ayet-i kerime Kitap Ehli veya onların bir kısmının -bu hususta muhalif kanaat serdedenlerin aksine- adil oldukları be­lirtilmemektedir. Çünkü Müslümanların fasıklan arasında bile emaneti eda eden kimseler vardır ve pek çok malı güvenerek onlara emanet edebilirsiniz. Bununla birlikte onlar adil kimse olamazlar. Çünkü adil olmanın ve şahitliğin kabul edilmesinin yoluna delâlet eden şey, mali teamüllerdeki ve emanetlerde-ki güvenilirlilik ve bunları yerine getirmek değildir.

Hak ve emanetlerin tastamam ödenmesi hususunda Allah'ın şeriatında mümin ile mümin olmayan arasında ayırım gözetmek mutlak olarak söz konu­su değildir. Çünkü hak kutsaldır. Hakkın niteliği, o hakka sahip olanın kişili­ğinden etkilenmez. Yahudiler ise ahde vefayı bizatihi yerine getirilmesi gere­ken bir hak olarak kabul etmemektedirler.

Yüce Allah'ın, "Onlar bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylerler" buyruğu kâfirin şahitliğinin kabul edilme ehliyetine sahip olmadığından dolayıdır. Çünkü Yüce Allah kâfiri çokça yalana olmakla nitelendirmiştir. Aynı zamanda bu buy­rukta Allah'ın helâl ve haram kılması dışında haram ve helâl kılan ve bunu şeri­atın bir parçası haline getiren kâfirlerin uygulamalarını da reddetmektedir.

Ahde vefa Allah'ın ve insanların ahitlerine riayet etmekle gerçekleşir. Al­lah'ın ahdinin yerine getirilmesi, emirlerine uymak ve yasaklarından uzak durmakla mümkün olur. Karşılıklı ilişkilerde, ahitlerde ve emanetlerde hakları tastamam yerine getirmek suretiyle insanların ahdine bağlı kalmak da iman­dandır. Hatta imanın en önemli özelliklerindendir. Rabbi tarafından sevilmeye, rızasını elde etmeye sebep olur. Muayyen olarak herhangi bir ümmet, bir ırk ve bir kavme mensup olmanın Allah nezdinde bir önemi yoktur. Ahde hainlik eden kimsenin de takva ile bir ilgisi yoktur. Hatta böyle bir kimse münafıklar arasında yer alır. Batıl yolla mal yiyen kimse, Allah'ın gazabını, kızgınlığını hak eder. Ahmed, ibni Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Haksız yere Müslüman bir kimsenin malını ke­sip alan bir kimse Allah kendisine gazap etmiş olarak Allah'ın huzuruna çıkar." Yine Hz. Peygamber Buharı, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den yaptığı rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, emanet verilirse hainlik eder." Tabera-nî de el-Evsat'da Enes'ten şöyle bir hadis rivayet etmektedir: "Emanete riayet etmeyenin imanı, ahdini yerine getirmeyenin de dini yoktur."

Sözlerinde durmayıp emanetlere hainlik edenlerin cezası ise, Allah nez­dinde zina, hırsızlık, içki içmek, kumar oynamak ve anne babaya karşı gelmek gibi diğer büyük günahları işleyenlerden daha ağırdır. Çünkü ahdi bozmanın kötülüğü genel ve kapsamlıdır. Bunun vereceği zarar daha büyük ve daha teh­likelidir.

Bu ayet-i kerime ve az önce kaydedilen hadis-i şerifler, hakimin vereceği hükmün hakikatte hak edilmeyen malı zahiren verilen hükme bağlı olarak he­lâl kılmayacağına -lehine hüküm verilen kişi bu hükmün haksız olduğunu bil­diği takdirde- delâlet etmektedir. Hadis imamları Ümmü Seleme'den şöyle de­diğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizler gelip benim yanımda davalaşıyorsunuz. Ben ise bir insanım ancak. Belki sizden biriniz de­lilini diğerinden daha açık ve güzel bir şekilde ortaya koyabilir. Ben de sizden işittiğime göre aranızda hüküm veririm. Her kimin lehine kardeşinin hakkın­dan alıp hüküm verecek olursam, o onu almasın. Çünkü ben bu hükmümle ona ancak ateşten bir parça kesip veriyorum ve kıyamet gününde o bunu getirip ge­lecektir."

Ebu Hanife ise hakimin hükmünün, eğer bir akdin gerçekleşmesi veya fes­hine veya talaka dair ise zahiren ve bâünen geçerli olacağı görüşündedir. Çün­kü onun görevi hak ile hüküm vermektir. Önceki hadis-i şerif ise hakkında bey-yine bulunmayan bir mesele hakkındadır. Buna göre bir kimse bir kadın ile ev­lendiğini iddia etse ve kadın bunu reddetse, o da onunla evlendiğine dair iki yalancı şahit getirse, hakim de -şahitlerin yalancı olduğunu bilmeksizin- arala­rında rıiltâhın geçerli olduğuna dair hükmetse, karı ve koca aralarında nikâhın yapılmamış olduğunu bilseler dahi, erkek için o kadın ile evlenmek helâldir. Kadının da erkeğin kendisiyle gerdeğe girmesine imkân vermesi helâl olur. Ay­nı şekilde hakim buna göre boşanmış olduklarına hüküm verecek olsa yine Ebu Hanife'ye göre bu karı koca birbirinden ayrılır; erkek karısını boşamadığını ile­ri sürse dahi. Alışveriş ve buna benzer diğer akitler de buna kıyas edilir. [163]

 

Yahudilerin Yalanları

 

78- Onlardan gerçekten öyle bir zümre de vardır ki, siz onu Kitap'tan sanasınız diye dillerini Kitab'a eğip bükerler. Halbuki o Kitap'tan değfldir. "Bu Allah nezdindedir" derler. Halbuki o Allah katında değfldir ve onlar Allah'a karşı büe bile yalan söylerler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Siz onu" yani tarif edilen bölümü Allah'ın indirdiği "kitaptan semasınız diye dillerini Kitab'a eğip bükerler." Yani Allah tarafından indirilen kelâmı söyleye­cek yerde, dillerini evirip çevirerek tahrif edilen, değiştirilen sözleri söylerler. Hz. İsa'nın söylediği varit olan mecaz! anlamı ortaya koyacak yerde, onun ger­çekten Allah'ın oğlu olduğunu söylemek ve son peygamberin niteliklerini değiş­tirmek gibi. [164]

 

Nüzul Sebebi

 

Rivayet edildiğine göre, İbni Abbas, Allah'ın söylemediğini Allah'a isnat edip iftira eden Kitap Ehli'nden olan bu üçüncü kesim hakkında şöyle demek­tedir: Bunlar Peygamber (s.a.)'in en amansız düşmanlarından birisi olan Ka'b b. el-Eşrefe gelip Tevrat'ı değiştiren ve Allah'ın rasulü Muhammed'in nitelikle­rini değiştirdikleri bir kitap yazan kimselerdir. Daha sonra Kurayzahlar onla­rın bu yazdıklarını aldılar ve yanlarında bulunan kitaba dahil ettiler.[165]

 

Açıklaması

 

Kitap Ehli'nin haham, alim ve önderlerinden -bunlar Ka'b b. el-Eşref, Ma­lik b. es-Sayf, Huyey b. el-Ahtab ve benzerleridir- bazıları, kendilerine indirilen Kitab'ı okurken doğruyu tahrif etmek için dillerini eğip bükerler ve Allah'ın ke­lâmına ya bir şeyler ekler ya bir şeyler eksiltir ya da anlamını değiştirirlerdi. Yahut da Tevraf tanmış vehmini insanlara verecek ve bunu tahrif edilen sözle­rin Allah'ın sözünü olduğunu zannettirecek nağmelerle okurlardı. Halbuki o Allah tarafından gelmiş değildir. Bunlar söylediklerini yalan söylüyorlar. Bu­nun Allah'tan geldiğini iddia ederler. Bu ise Yüce Allah'ın, "Halbuki o kitaptan değildir" buyruğunu da tekit etmektedir.

Onlar üstü kapalı ifadelerle yetinmeyip yalanlarını Allah'a açıktan açığa nispet ederler. Bu ise Allah'a karşı aşın cüretkârlıklarından, kalplerinin katı­lıklarından, ahiretten de ümitlerini kesmiş olmalarından dolayıdır. Bu bakım­dan Yüce Allah onlar hakkında asla onlardan ayrı düşünülemeyen daimî ya­lancılık niteliğini tescil etmektedir. Bu ise hata yoluyla değil da kasten Allah'a yalan iftirada bulunmalarıdır. Çünkü onlar bu söylediklerinin yalan ve katık­sız iftira olduğunu tam anlamıyla bilmektedirler. Bu cümle ayrıca onların işle­dikleri yalanın ne kadar çirkin olduğunu da ifade etmektedir.

Dillerini eğip bükmelerine örneklerden bir tanesi de Peygamber (s.a.)'e selâm verirken "es-selâmu aleyküm" diyecek yerde "es-samu aleyküm" demeleridir. Es-sam' ölüm demektir. Onların bu türden söylediklerine diğer bir örnek de, riayet kö­künden değil de ahmaklık ve saflık anlamından "raina" demeleridir. Nitekim şu ayet-i kerime bunu ifade etmektedir: "Yahudilerden bir kesim kelimelerin yerlerini tahrif ederler, dillerini eğerek bükerek dine de saldırarak 'İşittik ve isyan ettik. İşit işitmez olası. Raina' derlerdi. Eğer onlar, 'Dinledik ve itaat ettik. İşit ve bize bak' de­selerdi elbette haklarında daha hayırlı ve daha dürüst olurdu." (Nisa, 4/46). [166]

 

Tahrif ve Tebdil:

 

Kur"an-ı Kerim'de Tevrat ve İncil'in tahrifine dair pek çok ayet-i kerime varit olmuştur. Bunlardan bir tanesi açıklamakta olduğumuz Al-i İmran süresindeki bu ayettir. Diğerleri ise az önce Nisa suresinden kaydettiğimiz ayet-i kerime ile Bakara suresinde yer alan, "Onu anladıktan sonra bile bile tahrif ederlerdi." (Ba­kara, 2/75) ayet ve Maide süresindeki şu ayet-i kerimedir: "Ey Kitap ehli! Size Ki-tap'tan gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayıp bir çoğunu da bırakıveren peygam­berimiz gelmiştir. " (Maide, 5/15). Bir diğer ayet-i kerime: "Onlar kelimeleri konul­dukları yerlerden değiştirirler." (Maide, 5/13). İsra süresindeki şu ayet-i kerime­ler: "Biz Kitapta İsrailoğulları'na şu haberi verdik... Üstün gelsinler ve istilâ ettik­lerini darmadağın etsinler diye." (İsra, 17/4-7). İbrahim süresindeki, "Sizden ön­cekilerin... haberleri size gelmedi mi? Ellerini ağızlarına götürüp... " (İbrahim, 14/9) ile En'am suresinde yer alan, "De ki: İnsanlar için bir nur ve hidayet olarak Musa'nın getirdiği Kitab'ı kim indirdi. Siz onu parça parça kağıtlar haline koyu­yor, kimini açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz." (En'am, 6/91) buyruklardır. [167]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler Yahudilerle Hristiyanlann son derece çirkin iki niteliğini tespit etmektedir. Bunlar Tevrat ve İncil'i tahrif edip olmadık şekilde tevil etmekle kendilik­lerinden uydurma kitaplar yazmaları ve Allah'a yalan yere iftira etmeleridir. Âdeten en kötü fiiller, en adi komplolar, insanlık hakkında işledikleri hileler, hakkı batıla ka­rıştırmalar ve en tehlikeli saptırma türlerine kaynaklık eden bu iki niteliktir. [168]

 

Kitap Ehlfnin Peygamberlere İftirası

 

79- Allah kendisine Kitab'ı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra onun insanlara) "Allah'ı bırakın da bana kul olun." demesi hiç bir beşere yakışmaz. Fakat o, "Öğretmekte ve okuyup okut­makta olduğunuz Kitap sayesinde Rab­baniler olun." (der.)

80- Ve o size melekleri ve peygamberle­ri Rabler edinmenizi de emretmez. Hiç Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?

 

Belagat:

 

"Müslüman" ile "küfür" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.

"Emreder mi?" deki soru inkâr içindir. Yani hiç bir peygambere böyle bir emir vermek yakışmaz. [169]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hüküm" hikmet demektir. Bu ise şeriatın inceliklerini kavramak, Kur'an'ı anlamaktır. Bu da onun gereğince amel gerektirir.

"Bana kul olun, demesi" "Bana ibadet edin" demek, "hiç bir beşere," erkek yahut kadın, tek veya topluluk olsun hiç bir insana "yakışmaz."

"Okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde..." Kitab'ı okumanız dolayı­sıyla "Rabbaniler olun." Rabbani, rabba mensup olan demektir. Çünkü bu kim­se rabbı bilir, ona itaate kesintisiz devam eder. Tıpkı "İlâhî bir adam" demek gibidir. Rabbanilerden kasıt ise rabba mensup olup bildikleri gereğince amel eden alim fakihlerdir. Muhammed b. el-Hanefiyye, İbni Âbbas vefat edince, "İş­te bu gün bu ümmetin Rabbanisi vefat etti" demişti. [170]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni İshak ve Beyhakî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudilerin hahamları ile Necran halkı Hristiyanları Resulullah (s.a.)'ın huzu­runda toplanıp onları İslâm'a davet ettiği sırada Ebu Râfi' el-Kurazî Peygam­ber (s.a.)'e şöyle demişti: Ya Muhammed, Hristiyanlann İsa'ya tapındığı gibi bizim de sana ibadet etmemizi mi istersin? Peygamber (s.a.)'in "Böyle bir şeyden Allah'a sığınırım" demesi üzerine buna dair Yüce Allah'ın, "Allah kendisi­ne KLtab'ı... hiç Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?" buyrukları­nı indirdi.

Abdurrezzak da Tefsir'inde Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Bana ulaştığına göre adamın birisi, "Ey Allah'ın rasulü, biz sana bi­rimiz diğerimize selâm verdiği gibi, selâm veriyoruz, sana secde niye etmiyo­ruz?" Hz. Peygamber, "Hayır, fakat peygamberinize ikramda bulununuz ve hak sahiplerine hakkı itiraf ediniz. Allah'tan başka herhangi bir kimseye de secde etmek gerekmez" dedi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah kendisine Kitab'ı ... hiç Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?" buyruğunu indirdi. Ayet-i kerimeden kasıt ise Hz. İsa ile Üzeyr'i ibadete varan şekilde tazim eden Kitap Ehli'ni yalanlamaktır. [171]

 

Açıklaması

 

Allah bir insanın üzerine Kitab'ı indirip hikmeti yani dinin inceliklerini, şeriatın sırlarını öğrenmeyi nasip edip kendisine peygamberlik ve risaleti ver­dikten sonra insanlara kalkıp "Allah'ı bırakıp bana ibadet ediniz." demesi hiç bir insana yakışmaz ve gerekmez. Yani ibadeti yalnızca Allah'a yapmanız gere-kiyorken, bu haddi aşarak "Bana ibadet ediniz" diyemez. Çünkü böyle bir şey bizatihi şirktir. Oysa ibadetin ihlâsla yalnızca Allah'a yapılması gerekir. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurur: "De ki: Dinimi yalnızca O'na halis kılarak Al­lah'a ibadet ederim..." (Zümer, 39/14).

Müslim ve başkaları Peygamber (s.a.)'den şöyle bir hadis rivayet etmekte­dirler. (Yüce Allah buyuruyor ki:) "Ben ortaklar arasında ortaklığa en ihtiyacı olmayanım. Her kim bir amelde bulunup da ona benden başkasını ortak koşar­sa onu ortak koştuğuyla başbaşa bırakırım." Bir diğer rivayette ise şöyle denil­mektedir: "Ben o amelden uzağım. O ameli kimin için yaptıysa onundur." İmam Ahmed de Hz. Peygamberden şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir. "Allah Kıyamet gününde insanları bir araya topladığında bir münadi şöyle seslenecek­tir: Her kim Allah için işlediği bir amelde herhangi birisini ortak koştu ise git­sin onun sevabını Allah'tan başkasının yanında alsın. Şüphesiz Yüce Allah or­taklar arasında ortaklığa en muhtaç olmayandır."

Fakat Rasul insanlara şöyle der: Sizler Rabbani olunuz. Yani Allah'ın emirleri gereğince amel eden fukaha (dinde derin bilgi sahibi) ve alimler, Al­lah'a tam anlamıyla itaat eden itaatkârlar olunuz. Çünkü insanı amele yönel­ten doğru ilimdir. İlâhî kitabın öğrenilmesi, öğretilmesi ise ona itaat etmeyi ge­rektirir ve Rabbani olma niteliğine sahip kılar. Rasulün ise Allah'tan başka bir ilâh veya bir rab edinmeyi emretmesini yahut Allah'tan başkasına ibadet etme­yi emretmesini akü kabul edemez. Allah tarafından gönderilmiş herhangi bir peygamber veya mukarreb bir melek de böyle bir çağrıda bulunamaz. Arap müşrikleri ise meleklere ibadet ederlerdi. Kur'an-ı Kerim bize şunu anlatmak­tadır: "Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler, Hristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur* dediler..." (Tevbe, 9/30). Bütün bunlar ise yalnızca Allah'a iba­det etmeyi emreden peygamberlerin getirdikleri mesaja aykırıdır. Bu peygam­ber, siz İslâm'a girdikten sonra hiç size kâfir olmayı emreder mi? Bu, peygam­berler lehine Müslüman olduklarına dair bir şahitliktir. Yani böyle bir emri an­cak Allah'tan başkasına ibadete çağıran kimseler yapablir. Allah'tan başkasına ibadete çağıran bir kimse ise küfür ve inkâra çağırmış olur. Peygamberler ise ancak imanı emrederler. Bu ise hiç bir ortak koşmaksızın yalnızca Yüce Allah'a ibadet etmektir. Nitekim Yüce Allah başka ayet-i kerimelerde şöyle buyurmak­tadır: "Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere ancak "Benden başka ilâh yoktur, o halde yalnız bana ibadet edin" diye vahyederdik." (Enbiya, 21/25); "Andolsun ki biz her ümmete, "Allah'a ibadet edin, tağuttan sakının" di­ye bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36); "Senden önce gönderdiğimiz pey­gamberlerimize sor, Rahman olandan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış mı­yız?" (Zuhruf, 43/45). Melekler hakkında haber verirken de şöyle buyurmakta­dır: "Onlardan her kim "Ben ondan gayrı ilâhım" derse biz onu cehennemle ce­zalandırırız. Zalimleri biz böyle cezalandırırız." (Enbiya, 21/29). [172]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah'ın bir rasul veya bir peygambere vahyini emanet olarak verme­si ve bunun için seçmesinden sonra aynı peygamberin kalkıp insanları kendisi­ne ibadet etmeye çağırması olmayacak bir şeydir. Çünkü kendisine güvenilen kimse âdaten kendisine güvenenin yükümlü tuttuğu işi yerine getirir. Peygam­berlerin çağrısı, hiç bir ortak koşmaksızın yalnızca Allah'a ibadet etmeye çağır­maya yöneliktir. İbadet ise ihlâsı gerektirir. Yüce Allah ise şöyle buyurmakta­dır: "De ki: Ben dinimi yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet ederim." (Zü-mer, 39/14); "Onlar Allah'a ancak dinlerini hanifler olarak, yalnızca O'na halis kılarak ibadet etmekle emrolundular."( Beyyine, 98/5).

Ayet-i kerime sahih bilginin, fıkhın, şeriatın sırlarını bilmenin amel etme­yi, itaat etmeyi, şer*î mükellefiyetlere bağlanmayı gerektirdiğine delildir. Çün­kü Allah'ı tanıyan bir kimse Allah'tan korkar, Allah'tan korkan da O'nun emir­lerini yerine getirir. Allah kime Kitap, hüküm ve peygamberliği verdiyse o in­sanlar arasında Allah'ı en iyi tanıyan kimse olur. Şeriat ilimlerini öğrenip de gereğince amel etmeyen bir kimse Allah'ın huzurunda itibardan düşen bir kim­sedir. Bu durum, onun bilgisi aleyhine bir vebaldir. Onun sapıklığına, helak ve fesadına delildir.

Yüce Allah'a yaklaşmak ise ancak ilim gereğince amel etmekle mümkün olur. Amelde bulunmaya sevk etmeyen bir ilim sahih bir ilim sayılamaz. Küfür de İslâm'a büsbütün aykırıdır. İslâm ise fıtrat dinidir. Kur'an-ı Kerim'in örfüne göre İslâm, bütün peygamberlerin dinidir. [173]

 

Peygamberlerin Birbirlerini Tasdike Dair Sözleri Ve İmanı Emretmeleri

 

81- Hani Allah peygamberlerden, "Size verdiğim Kitap ve hikmetten sonra be-raberinizdekini doğrulayıcı bir pey­gamber gelince ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz" diye söz almış ve, "Kabul ettiniz mi? Bu ağır yükümü al­dınız mı?" demişti. Onlar da, "Kabul et­tik" demişlerdi. "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şehadet eden­lerdenim" diye buyurmuştu.

82- Artık kim bundan sonra yüz çevi­rirse işte onlar fasıklann ta kendileri­dirler.

83-  Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yer­de ne varsa ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürüleceklerdir.

 

İ'râb:

 

(limâ) kelimesindeki lâm harfini kesreli okuyanlara göre bu harf (ehaza)= "almış" kelimesine taalluk eder. Lâm harfini üstün olarak okuyanlar ise bunu ibdita için kabul eder. (Meal bu ikinci şekle göre verilmiştir.) Birinci şekle göre anlamı şöyle olur: "Hani Allah peygamberlerden... size verdiğim Kitap... için söz almıştı." [174]

 

Belagat:

 

"Size verdiğim..." Burada, daha önce geçen "peygamberlerden" buyruğun-daki gaib zamirinden muhataba iltifat vardır.

"Şahit olun" ve "şehadet edicilerdenim" buyrukları arasında iştikak bakı­mından (kelimelerin türedikleri kök açısından) cinas vardır.

Aynı şekilde "ister istemez" kelimeleri arasında da tıbâk sanatı vardır. [175]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani Allah... söz almış." Yüce Allah'ın sözü kabul ettiği zamanı hatırla, demektir. Söz (el-misak), sağlamlaştırılmış, pekiştirilmiş ahit demektir. Bu ise ahit yapan kimsenin belli bir şeyi üstlenip ona bağlı kalmayı kabul etmesi, bunu da bir yemin veya diğer ahit lafızlarından başka tekit edici ifadelerle pekiş­tirmesi demektir. "Kabul ettiniz mi?" Bir şeyi kabul (ikrar etmek), yerine getir­mek durumunda olduğu bir şeyi haber vermek ya da o şeyin sübutuna delâlet eden bir şeyi bildirmek demektir. Bir şey yerinde durup sebat gösterdiği zaman kullanılan (karre'ş-şey) dan alınmıştır. "Bu ağır yükümü" ahdimi "aldınız mı?" Kabul etttiniz mi?

"Artık kim bundan sonra yüz çevirirse işte onlar fasıkların" Allah'a itaatin ve onun şuurlarının dışına çıkanların "ta kendileridirler."

"Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" Soru inkâr içindir. Yani onlar Allah'ın dininden başkasına mı yöneliyorlar? Cümlede "Allah'ın dininden başkası" ibaresinin fiilden önce gelmesinin sebebi, daha önemli oluşundan do­layıdır. Çünkü asıl inkâr (red) batıl olarak edinilen mabuda yöneliktir.

"İster" yüz çevirmeksizin kendi isteği ile "istemez" buna mecbur kılınan şeyi görmek suretiyle, kılıç zoru gibi bir baskıyla "ona teslim olmuştur." boyun eğmiştir. [176]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Surenin başından itibaren buraya kadar özellikle de Allah'ın kelâmını ve kitaplarında var olan Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini değiştirmekle Kitap Ehli'nin hainliğini beyan eden buyruklardan maksat, Kitap Ehli'ni Peygamber Muhammed (s.a.)'in risaletine iman etmeye sevk etmek ve onun peygamberliği­ni ispat etmektir. Bu ayet-i kerime ise Kitap Ehli'ne karşı delil ortaya koymak açısından sözü geçen maksadı pekiştirmektedir. O da şudur: Yüce Allah Hz. Adem'den Hz. İsa'ya kadar bütün peygamberlerin (hepsine selâm olsun) ayrı ayrı hepsinden kendisinden sonra gelecek olan peygambere iman etmek, onun risaletini tasdik etmek, görevinde ona yardımcı olmak, sahip olduğu bilgi ve peygamberlik makamının kendisinden sonra gönderilecek peygambere tabi kıl­mak üzere kesin söz almıştı.

Peygamberlerin verdikleri söz bu mahiyette olduğuna göre, onlara uyanla­rın yapması gereken de bütün peygamberlere iman etmek, o peygamberlerle birlikte bulunanları tasdik etmektir. Çünkü onların risaletinin hepsi birdir. Bu da genel anlamı ile İslâm risaletidir. Muhammed (s.a.)'in risaletinin özel anla­mı da budur. Bu ise Allah'ın emirlerine itaat ve boyun eğmektir, tevhid ilkesini açıkça ilân etmektir. Ahlâk ve erdemin esas ilkelerine sıkı sıkıya yapışmaktır. Bu da Allah'ın ondan başkasını asla kabul etmeyeceği hak dinin kendisidir. [177]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed! Allah'ın bütün peygamberlerden almış olduğu şu sözü ka­bul buyurduğu zamanı hatırla! Kendilerine Allah tarafından bir Kitap, hüküm ve peygamberlik verilip de daha sonra beraberlerinde bulunanı doğrulayıcı ve ona uygun haberler getiren kişi geldi mi -ki o da peygamberlerin ve rasullerin sonuncusu Muhammed (s.a.)'dir- mutlaka ona iman edecek ve ona yardımcı olacaksınız. Çünkü peygamberlerin risaletleri birbirlerini tamamlar. Onları göndermekten maksat birdir. Onlar dinin asılları üzerinde ittifak halindedirler. Fert konulardaki ayrılıkları ise insanın hayır ve maslahatınadır, insan hayatı­nın ilerlemesine, tekâmülüne uygun düştüğünden dolayıdır.

Meselâ, Hz. Musa ile Hz. Harun gibi aynı ümmette çağdaş iki peygamber bu­lunacak olursa, onlar her hususta ittifak halindedirler. Şayet kavimleri farklı farklı olursa, sonradan gelen peygamber öncekinin davetine iman eder, önceden gelen de sonradan gelecek olanın davetine iman eder. Nitekim Hz. Lût, Hz. İbra­him'in getirdiklerine iman etmiş ve davetinde onu desteklemiştir. Şayet Hz. Mu­sa ile Hz. İsa gibi aralarında zaman farkı varsa yine birisi ötekinin davetini tas­dik eder. İşte peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi de böyledir. Önceki peygamberlere uyanların onun peygamber ola­rak gönderilişine iman etmeleri ve onu desteklemeleri gerekir. Çünkü dinde pey­gambere düşmanlık eden Kitap Ehli'nin yaptığı gibi ayrılıp bölünmeye, düşmanlı­ğa ve kine sebep yoktur. Aksine din bir araya gelmenin, birleşmenin sebebidir, sevginin, muhabbetin yoludur. Kurtuluşa ve mutluluğa ulaştırmanın anahtarıdır.

Daha sonra Yüce Allah, kendilerinden söz alman peygamberlere şöyle bu­yurdu: Sizler beraberinizde bulunanı doğrulayan rasule imanı ve bu konuda yaptığınız ahdi yerine getirip yardımcı olarak onu desteklemeyi kabul edip be­nimsediniz; bu şekilde pekiştirilmiş olan sözümü, ahdİTPİ tasdik ettiniz mi?

Onlar, "Biz bunu kabul ve itiraf ettik" deyince Yüce Allah şöyle buyurdu: Biriniz ötekine şahitlik etsin. Ben de sizinle birlikte size ve sizin bu kabulünü­ze şahitlik ediyorum. Sizin her durumunuzu, sizinle ilgili her şeyi biliyorum. Hiç bir şey benim bilgimin dışında değildir. Buharî ile Müslim'in Enes b. Ma-lik'ten rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde cehennemlik olan kimseye şöyle denilir: Ne dersin, yeryüzünde ne var­sa senin olsaydı bunu (azaptan kurtulmak için) fidye olarak verir miydin? O, evet der. Allah ona şöyle buyuracak: Ben senden bundan daha basit bir şey iste­miştim. Ben senden, baban Adem'in belinden zürriyet.olarak seni çıkardığım sı­rada, bana hiç bir şeyi ortak koşmamak üzere söz almıştım, fakat sen bana or­tak koşmaktan başka bir şeyi kabul etmedin."

Böyle bir konuşma temsilî bir anlatımdır ve Allah'ın şahitliği gereğince, biri­nin ötekine karşı şahitliği gereğince amel ettikleri takdirde, yaptıkları bu kabul­den geri dönmekten bir sakmdırmadır ve onlardan alınan bu sözü pekiştirmedir.

İşte bu söz ve tekitten sonra kim yüz çevirir, dini ayrılığın ve düşmanlığın aracı haline getirir, ahir zamanda gönderilen ve kendisinden önceki peygam­berleri tasdik eden, kendisinden önce gelen bütün kitaplar ve risaletle: hakkın­da hüküm koyan o peygambere iman etmezse -Peygamber efendimizin çağdaşı olan Kitap Ehli gibi yaparsa- işte bunlar, küfürlerinde ayak direten kimseler­dir. Allah'ın ahdinin ve sözünün dışına çıkan, verdikleri sözü bozanlardır.

Din bir ve tek olduğuna göre peygamberler hak dinin birliği dolayısıyla -Yüce Allah'ın da beyan ettiği gibi- genel esaslar üzerinde ittifak ettiklerine gö­re Kitap Ehli, Muhammed (s.a.)'in nübüvvetini ne diye inkâr ediyorlar?

Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hak apaçık belli olduk­tan sonra haktan başkasını mı istiyorlar? İslâm dininden başka bir din mi edinmek istiyorlar? Halbuki göklerde ve yerdekilerin hepsi yüce Allah'a bo­yun eğmiş, O'nun hükmüne ve muradına itaat etmiştir. Bu ya bizzat kendile­rinin insaf etmesi, delilleri dikkatle düşünüp tetkik etmeleri sonucu kendi is­tekleriyle gerçekleşir ya da kılıçla zor altında kalarak yahut İsrailoğullan'nın tepesine dağın kaldırılması ve Firavun'un boğulma noktasına gelip ölümün yaklaşması halinde olduğu gibi, İslâm'ı kabul etmeye mecbur eden şeyleri görmek suretiyle olur. Bunlar Allah'ın azabını, kâinattaki tasarrufunu, dile­diğini var edip meydana getirmesini görünce, "Yalnızca Allah'a iman ettik, Kıyamet gününde dönüş yalnız Allah'a olacaktır, sair bütün yaratıklar da ona dönecektir ve herkese amelinin karşılığını O verecektir" derler. İster itaatle Allahü Tealâ'ya teslim olsun, ister Yahudi ve Hristiyanlardan olup İslâm'dan başka bir din edinen kimselerden olsun, bu ifade açık bir tehdit mahiyetinde­dir. [178]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah, birbirlerini tasdik etmelerine, birbirlerine emir vermelerine dair peygamberlerden söz almıştır. Tasdik etmek suretiyle yardımcı olmanın anlamı işte budur. Aldığı sözün maddelerinden birisi de şudur: Muhammed'e iman edip ona yetiştikleri takdirde ona yardımcı olacaklardır. Ayrıca bu konu­da ümmetlerinden de söz almalarını emretmiştir. Daha sonra Allah'ın rasulü Muhammed (s.a.) onlara geldi. Artık onlara düşen yalnızca onun risaletine iman etmek, onun davetini desteklemektir. Bu ise peygamberlerden alınmış büyük misakı (söz ve ahdi) yerine getirmek içindir. Eğer gerçekten peygamber­lerine uyan kimseler iseler böyle yapacaklardır. Alınmış sağlam söze bağlı ise­ler, böyle davranacaklardır. Çünkü Muhammed (s.a.) daha önceki peygamber­lerin risaletlerini tasdik etmiştir ve çünkü misak almanın anlamı yemin ettir­mektir. Onlar bu misakın gereği konusunda birbirlerine şahitlik ettikleri gibi bu konuda Allah da onların hepsine şahitlik etmiştir.

Kendisine kitap verilmemiş olanlar, bu konuda kendisine kitap verilmiş hükmündedir.

Muhammed (s.a.)'in getirdiği İslâm risaletine (mesajına) uymaktan yüz çe­virip peygamberlerin ümmetleri arasından veya onların ümmetlerinden olma­yanlardan Allah'ın vahdaniyetini kabul etmeyen, son peygamberin risaletini -bu konuda söz alınmasından sonra- tasdik etmeyen kimseler, iman çerçevesi­nin dışına çıkmış, Allah'a itaat etmeyip isyan eden ve kâfirler sınıfına dahil olan kimselerdir.

Onlar Allah'ın dininden başkasmı mı istiyorlar? Halbuki göklerde ve yer­dekilerin hepsi O'nun hükmüne boyun eğmiştir. Yaratılmış bütün varlıklar Al­lah'a itaat etmektedir. Çünkü onun ntratı kendisi için çizilen çerçevenin dışına çıkamayacak şekilde yaratılmıştır.

el-Kelbî der ki: Ka"b b. el-Eşref ve arkadaşları Hristiyanlarla birlikte Pey­gamber (s.a.)'in huzurunda davalaştılar. "Hangimiz İbrahim'in dinine daha lâ­yığız?" dediler. Peygamber (s.a.), Her iki kesim de İbrahim'in dininden uzak­tır." buyuranca şöyle dediler: Biz senin verdiğin hükme razı olmuyoruz. Bunun üzerine Yüce Allah'ın, "Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar..." yani istiyorlar buyruğu nazil oldu.

Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın, "Andolsun ki onlara kendilerini kim yarat­tı diye soracak olsan, muhakkak "Allah" diyeceklerdir." (Zuhruf, 43/87) ve "On­lara gökleri ve yeri kim yarattı, Güneşi ve Ay'ı kim müsahhar kıldı diye soracak olursan hamdolsun onlar, "Allah" diyeceklerdir." (Lokman, 31/25) ayetleriyle adeta cevaplandırılmıştır.

Mücahid'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Sizden herhangi bi­riniz kendi bineğine boyun eğdiremiyor yahut da onun bu bineği huysuzluk edip ona itaat etmiyorsa kulağına şu ayet-i kerimeyi okusun: "Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa ister iste­mez ona teslim olmuştur. Ona döndürüleceklerdir."

Kısacası hak dinin gereği, Yüce Allah'a itaat etmek ve boyun eğmek, O'na ihlâsla yönelmektir. Şüphesiz Allah'ın dini birdir. Peygamberlerin risaletleri ve dinleri genel esasları itibariyle aynıdır. Peygamberlerin biri diğerini tamamlar, biri diğerine yardımcı olur, onun davetini destekler. Onların hepsi de Allah'ın kulları, O'nun vahdaniyetine iman edenlerdir. Ve hepsi de O'nun yüce zatına itaat ederlerdi. Dinlerini her türlü batıldan uzak, hanifler olarak O'na halis kı­lan kimselerdi. En mükemmel şekliyle risaletlerinin gereğini yerine getirdiler. İnsanlığa düşen ise onların yol ve yöntemlerine bağlı kalmak ve sünnetlerini izlemektir. Bu konuda herhangi bir ayrılık, anlaşmazlık, düşmanlık söz konusu olamaz. Miras olarak alınan şeylere bağlılık da buna engel olamaz. Sahip ol­dukları kitap ve hikmete sıkı sıkıya bağlılık da buna engel değildir. Çünkü bü­tün dinler son şekilleriyle İslâm kalıbına dökülmüştür. Bütün hükümler Mu-hammed (s.a.)'in risaletinin getirdiği hükümlerle kaynaşmış, onlarda erimiştir. Kur'an-ı Kerim kendisinden önce gelenleri doğrulayıcı, ondan önce inen semavî kitapları tasdik edici ve onlar üzerinde, onlar hakkında hüküm koyucudur. Al­lah'ın dini birdir; bu da Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O'na ibadet et­mektir. Çünkü göklerde ve yerde olan her şey O'na teslim olmuştur. Yani her ikisinde de bunlar, isteyerek veya zorunlu olarak O'na teslim olmuştur. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde bulunan herkes isteye­rek, istemeyerek Allah'a secde eder." (Rad, 13/15); "Onlar Allah'ın yarattığı her­hangi bir şeye bakmadılar mı ki, onların gölgeleri bile boyun eğip itaat edenler olarak Allah'a secde edip sürekli sağa sola dönüyorlar. Göklerde ve yerde olan canlılar ve melekler hiç kibirlenmeden Allah'a secde ederler. Üstlerinden Rable-rinden ne emrolunurlarsa korkarak onu yaparlar." (Nahl, 16/48-50).

Mümin kalbiyle, kalıbıyla Allah'a teslim olandır. Baskı ile, karşı durama­yacağı, engelleyemeyeceği büyük bir otoritenin zorlamasıyla istemeyerek Al­lah'a teslim olan ise kâfirdir, gönlü ile istemedikçe gerçek mümin olamaz.[179]

 

Bütün Peygamberlere İman Ve İslâm Dininin Kabulü

 

84 - 85- De ki: «Allah'a iman ettik. Bize indi­rilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya-kub'a ve oğullarına (esbata) indirilen­lere; Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere de (iman et­tik). Onlardan hiç biri arasında ayrım yapmayız. Biz O'na teslim olmuşlarız. Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o ahiret-te zarara ıığr«y«iıl«rH»m«lı»*.>'

 

İ'râb:

 

"De ki: Allah'a iman ettik." Burada evvelâ bir mahfuzun takdiri söz konu­su olabilir. Buna göre, "De ki: Allah'a iman ettik, deyiniz." takdirindedir. "De-mek'ten gelen fiilin hazfedilmesi Kur*an-ı Kerim'de de genel Arapça'da da çok­ça rastlanılan bir şeydir, ikinci şekle göre: Peygambere hitaptan kasıt, ümmeti­ne hitap etmektir: "Ey Peygamber, kadınları boşadığinız vakit..." (Talak, 65/1) ile, "Sana indirdiğimizden bir şüphe içerisinde isen..." buyruklarında olduğu gi­bi. Hitap Hz. Peygambere olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir. [180]

 

Belagat:

 

"Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere... verilenlere..." Bu, umum ifade eden ta­birin (peygamberler) özele (hasa) atfedilmesi kabilindendir. [181]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bize indirilene" yani Kur'an-ı Kerim'e. "...ve oğullarına (esbata)." Esbat, torunlar demektir. Bunlar Hz. Yakub'un on iki oğlu ve onların oğullandır. Özel­likle onların söz konusu edilmesi Kitap ehli tarafından bunların peygamberlik­lerinin kabul edilmesi sebebiyledir.

"Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız." Yalanlamak ve tasdik et­mek açısından fark gözetmeyiz. "Biz O'na teslim olmuşlarız." Allah'ı tevhid eden, ibadeti yalnız O'na halis kılan, O'na teslimiyetle itaat eden kimseleriz.

"Kim İslâm'dan" tevhidden ve Yüce Allah'a teslim olmaktan "başka" Bura­da İslâm ile Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'in şeriatinin kastedilmiş olması da muhtemeldir, "din ararsa ondan asla kabul olunmaz." [182]

 

Nüzul Sebebi

 

85. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Mücahid ve es-Süddî der ki: Bu ayet-i kerime el-Hulâs b. Suveyd'in kardeşi el-Hâris b. Suveyd hakkında nazil olmuştur. Bu kişi Ensardandı. Kendisi on iki kişi ile birlikte İslâm'dan döndü ve Mekke'ye kâfir olarak vardılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Daha sonra kardeşine haber gönderip tevbe etmek istediğini belirtti. İbni Ab-bas der ki: Ve bu ayetlerin nüzulünden sonra İslâm'a girdi. [183]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki buyruklarda peygamberlerin Muhammed (s.a)'e iman edip onu desteklemelerine dair misaklan söz konusu edildi. Burada ise Muhammed ve ümmetine, önceki bütün peygamberlere ve onlara verilen kitaplara, ayrıca bütün peygamberlerin dini olan İslâm'a iman etmeleri emredilmektedir. [184]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed de ki: "Ben ve benim ümmetim, Allah'ın varlığına, vahda­niyetine ve O'nun mutlak egemenlik ve hakimiyetine iman ettik." Bu Allah'ın rasulüne, kendisi hakkında ve ümmeti hakkında iman ettiklerine dair haber vermesini belirten bir emirdir. Bundan dolayı "de ki" buyruğunda zamir tek, "iman ettik" buyruğunda ise çoğul gelmiştir. Bu şekilde hükümdarların konuş­tuğu gibi kendisinden çoğul zamiri ile söz etmesi -Zamahşeri'nin belirttiği gibi-peygamberlerinin kadrinin Allah tarafından yükseltilmesi kasdıyla olması da mümkündür.

Bizler, bize indirilen Kur'an-ı Kerim'e iman ettiğimiz gibi, Allah'ın İbra­him'e, İsmail'e, Yakub'a ve onun soyundan gelen esbata (çocuklarına, torunları­na) indirdiği vahyi ve Kitablanda tasdik etmiş bulunuyoruz. Çünkü Allah tara­fından indirilen buyrukların özü birdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vah-yettik." (Nisa, 4/163). Ayrıca bizler Musa'ya verilen Tevrat'ı, İsa'ya verilen İn­cil'i ve sair mucizeleri de tasdik ediyoruz. Özellikle bu peygamberlerin söz ko­nusu edilmeleri, onlara uyan Yahudi ve Hristiyanlara Kur'an-ı Kerim'in yönte­minde imanın genel kapsamlı olduğunu açıklamak içindir.

Bizler aynı şekilde sair peygamberlere -Davud, Süleyman, Salih, Hud, Ey-yub ve buna benzer diğer peygamberlere- verilen risaletleri de tasdik ediyoruz.

Allah'a iman, kitaplara imandan önce söz konusu edilmiştir. Çünkü ima­nın kaynağı ve temeli odur. Bize indirilen Kur'an-ı Kerim'in, diğer kitaplardan nüzul itibariyle en son gelmiş olmakla birlikte, öne alınmasının sebebi, geçmişe dair bilgileri öğrenmenin yolunun oradan geçtiğinden dolayıdır. Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim diğer semavî kitaplar hakkında hüküm vericidir ve çünkü o ebediyete kadar kalacak ilâhî kitaptır. Onun dışındaki kitaplar ise kayboldu­lar, değiştirildiler, tahrife uğratıldılar.

Allah'a ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine iman emri genel ve kapsamlı bir emirdir. Herhangi bir dine tabi olanlar bu konuda ötekilerden farklı değildirler. Allah'ın dininde tasdik ve inkâr bakımından peygamberler arasında ayırım gözetilmez. Bizler bu konuda Yahudi ve Hristiyanlar gibi deği­liz. Onlar gibi bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr etmeyiz. Aksine hepsi­nin, her bir peygamberin Yüce Allah tarafından gönderilmiş olduğuna iman ederiz. Biz Allah'a kendimizi teslim etmiş, itaatle O'na bağlı olan kimseleriz.

İman emrinden sonra İslâm'a girme emrinin verildiğini görüyoruz. Çünkü Allah'ın varlığına iman -ki Allah'ı tasdik etmek demektir- asıldır. Salih amel ondan çıkar. İslâm ise Allah'ı tevhid etmek, ibadeti yalnızca O'na halis kılmak, O'nun şeriat ve düzenine boyun eğmek demektir. Bu da asıl olan itikada bağlı olarak ortaya çıkar.

Her kim İslâm'dan başka -ki tevhid ve Allah'a teslim olmaktır- bir din ara­yacak olursa, katiyetle ondan kabul olunmaz ve böyle bir kimse mutlak hüsra­na düşen kimselerdendir. Çünkü o, Allah'ın tescil buyurduğu yoldan başka bir yola sapmış ve Allah'ı tevhid etmek, O'nun emirlerine bağlanmak şeklindeki se­lim fıtratın özünü yitirmiş, kaybetmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "De ki: Gerçek hüsrana uğrayanlar kendi öz nefislerini ve akrabalarını kaybedenlerdir. Hiç şüphesiz bu apaçık hüsranın ta kendisidir." (Zümer, 39/15).

Hz. Peygamber de Ahmed ve Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettikleri sa­hih hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Her kim bizim bu dinimiz üzere olmayan bir amel işlerse o reddolunur." Yine Hz. Peygamber, Ebu Yala, Taberanî ve Bey-hakî'nin el-Esved'den naklettiklerine göre şöyle buyurmuşlardır: "Her bir do­ğan fitrat üzere doğar. Sonra onun anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Me-cusi yaparlar." [185]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İslâm şeriatının ebedîliği iki sebepten ötürüdür:

1- Bütün peygamberlere, onların kitaplarına ve onlara bildirilen mesajlara mutlak ve kapsamlı -aralarında herhangi bir fark gözetmeksizin- iman etmek. Bu ümmetin müminleri Allah tarafından gönderilmiş her bir peygambere, indi­rilmiş her bir kitaba iman ederler. Bunlardan herhangi bir şeyi inkâr etmezler. Aksine Allah tarafından indirilenleri ve Allah'ın gönderdiği bütün peygamber­leri tasdik ederler.

2- Allah'ın varlığına, birliğine iman etmek, O'na itaat ile boyun eğmek, O'nun düzen ve şeriatına bağlanmaktır. Aynı zamanda bu bütün peygamberlerin şeriatı ve Allah'ın kulları için beğenip seçtiği rasullerin de dinidir. Anlaşmazlıklarda hük­müne baş vurulacak esas olarak onu tespit etmiştir. Her kim Allah'ın koyduğu şe­riat dışında bir başka yol izleyecek olursa, ahirette bu, kesinlikle ondan kabul olunmayacaktır ve bizzat kendilerini dahi kaybetmiş, ziyana sokmuşlardır. Kendi­lerine fayda sağlamayacak bir yolda hayatlarım zayi etmiş olacaklardır. [186]

 

Tevbe Bakımından Kâfirlerin Çeşitleri

 

86- O peygamberin hak olduğuna şeha-det edip kendilerine apaçık deliller de gelmiş iken imanlarından sonra küfre giren bir topluluğa Allah nasıl hidayet eder? Allah zalimler topluluğunu hida­yete erdirmez.

87- Muhakkak onların cezası Allali'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti­nin üzerlerine olmasıdır.

88- Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Onların ne azabı hafifletilir ne de onla­ra süre tanınır.

89- Bundan sonra tevbe ve ıslah edenler müstesnadır. Şüphesiz Alah Gafûr'dur, Rahîm'dir.

91-Şüphesiz imanlarından sonra kâfir olmuş, sonra küfürlerini artırmış olan­ların tevbeleri asla kabul olunmaz. İşte onlar sapmış olanların da ta kendileri­dir. Şüphesiz kâfir olanlar ve kâfir ola­rak ölenlerden yeryüzü dolusu altını fidye olarak verse bile, asla kabul olunmaz. İşte onlar için acıklı bir azap vardır. Onların hiç bir yardımcıları da yoktur.

 

Belagat:

 

"Acıklı bir azap" can yakıcı bir azap. Burada kelime, mübalağa ifade et­mek için fail vezninde (elîm şeklinde) gelmiştir. [187]

 

Kelime ve İbareler:

 

"apaçık deliller" Peygamberin doğruluğunu açıkça ortaya koyan belgeler "de gelmiş iken imanlarından sonra küfre giren bir topluluğa Allah nasıl hida­yet eder?" Bu, hidayet etmez anlamındadır.

"Zalimler" kâfirler demektir. Zulüm, hak ve adalet yolundan sapmak de­mektir.

"Allah'ın... laneti" Lanet etmek, Allah'ın rahmetinden kovmak ve uzak­laştırmak demektir.

"Ne de onlara süre tanınır." Ne mühlet verilir, ne de ertelenirler.

"Şüphesiz" Musa'ya "imanlarından sonra" İsa'yı inkâr ederek "kâfir ol­muş, sonra" Muhammed'in peygamberliğini de inkâr ederek "küfürlerini artır­mış olanların tevbeleri asla kabul olunmaz." Yani kâfir olarak can çekişmeye başladıkları vakit veya kâfir olarak öldükleri takdirde.

"Hiç bir yardımcıları yoktur" yani onları azaptan koruyucu kimseleri yok­tur. [188]             

 

Nüzul Sebebi

 

86. ayet-i kerime'nin nüzul sebebiyle ilgili olarak Nesaî, İbni Hibban ve Hakim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ensar'dan bir adam önce İslâm'a girdi, sonra irtidat etti (dinden çıktı), sonra da pişman oldu. Kavmine şöyle bir haber gönderdi: Allah'ın rasulüne haber gönderin, benim için tevbe söz konusu olur mu? Bunun üzerine, "O Peygamberin hak olduğuna şehadet edip kendilerine apaçık deliller de gelmiş iken... Şüphesiz Allah Ga-fûr'dur, Rahîm'dir" kısmına kadar olan buyruklar nazil oldu. Kavminin de ona haber göndermeleri üzerine tekrar İslâm'a girdi.

Müsned'inde Müsedded ve Abdürrezzak Mücahid'den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: el-Haris b. Süveyd Resulullah (s.a.)'ın huzurunda, gelip İslâm'a girdi, sonra kâfir olup kavmine geri döndü. Allah onun hakkında, "O peygam­berin hak olduğuna şehadet edip kendilerine apaçık deliller de gelmiş iken... sonra küfre giren bir topluluğa Allah nasıl hidayet eder... Allah Gafâr'dur, Ra­hîm'dir" buyruğu nazil oldu. Kavminden bir adam bu ayet-i gidip ona okudu. Halis, "Allah'a yemin ederim, sen bildiğim doğru sözlüsün. Şüphesiz Allah'ın rasulü de senden daha doğru sözlüdür. Üçünüzün en doğru sözlüsü elbette ki Allah'tır" dedi ve geri dönüp İslâm'a girdi. Bundan sonra da İslâm'a güzel bir şekilde bağlandı.

Hasan-ı Basrî ve Katade der ki: Bu ayet-i kerime Yahudiler hakkında na­zil olmuştur. Çünkü onlar Peygamber (s.a.)'in geleceği müjdesini veriyor ve in­kâr edenlere karşı onun vasıtasıyla zafer kazanacaklarını söylüyorlardı. Fakat peygamber olarak gönderilince inat ettiler, kâfir oldular. Allah da onlar hak­kında, "Muhakkak onların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lane­tinin üzerlerine olmasıdır" ayetini indirdi. Bunu Abd b. Hümeyd ve başkaları rivayet etmiştir.[189]

Yani bu ayet-i kerime, Kitap Ehli'nden Yahudiler ve Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Bunlar kendi kitaplarında Peygamber (s.a.)'in vasfını gördüler, bunu açıkça ifade ettiler ve bunların hak olduğuna da şahitlik ettiler. Ondan do­layı O'nun vasıtasıyla müşriklere karşı muzaffer olacaklarını söylüyorlardı. Fa­kat Allah, peygamberi onların arasından göndermeyince onu kıskandılar, inkâr ettiler ve önceden iman etmiş iken sonradan onu inkâr edip kâfir oldular.

Görüşüme göre ise, bir ayetin birden çok nüzul sebebi olmasına bir mani yoktur. Karineler Kitap ehli -ve aynı şekilde müşrikler- hakkında ayet-i keri­menin nazil olduğu ihtimaline ağırlık vermektedir. Çünkü önceki ayet-i keri­meler Kitap ehli ile tartışma, onlarla münakaşa ve ruhların da yer etmiş şirkin köklerini söküp atma ekseni etrafında dönüp durmaktaydı.

Aynı şekilde, İbni Cerir'in de tercih ettiği görüş budur.

Ayet-i kerimelerin açıklamalarının özeti şudur: Bu ayet-i kerimeler kâfir­leri üç sınıfa ayırmaktadır:

1- Samimi bir şekilde tevbe edenler. Bunlar, "Bundan sonra tevbe ve ıslah edenler müstesnadır'' ayeti ile kendilerine işaret edilenlerdir.

2- Sağlıklı olmayan bir tevbe ile tevbe edenler. Bunlar ise, "... onların tev-beleri asla kabul olunmaz" ayeti ile kendilerine işaret edilenlerdir.

3- Asla tevbe etmeyip kâfir olarak ölenler. Bunlar ise, "Şüphesiz kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerden hiç birinden..." buyruğu ile nitelendirilen kimselerdir. [190]

 

Açıklaması

 

İman ettikten ve Rasulün hak peygamber olduğuna şahitlik etmelerinden sonra, kâfir olan ve Kur'an-ı Kerim'den olsun önceki kitaplardan olsun apaçık belgelerin ve peygamberliğinin doğruluğuna, risaletinin sıhhatine delâlet eden sair mucizeler hak peygamber olduğunu gösterdikten sonra, kâfir olan Yahudi ve Hristi yanlar gibi bir topluluğa Allah nasıl hidayet verir?

Bu buyruk, bu gibi kimselerin hidayet bulmalarının uzak bir ihtimal oldu­ğuna işaret olup Peygamber (s.a.)'in onlardan yana ümidini kesmek maksadın-dadır. -Beyzavî'nin de söylediği gibi- İnsanları hakka iletmek hususunda Yüce Allah'ın sünnetlerinden bir tanesi de, onlar için apaçık delilleri ve belgeleri or­taya koyması, bununla birlikte arzu edilen sonuca götürecek şekilde onlar üze­rinde düşünmeye engel olan hususları ortadan kaldırmasıdır. Allah onlara bü­tün bu imkânları vermiş olduğu halde, onlar Hz. Peygamber'e önce iman etti­ler, sonra da kâfir oldular.

Allah bu şekilde kendilerine zulmedenlere hidayet vermez. Çünkü bunlar hakkı bildikleri halde inkâr ettiler, peygamberliğin delâletlerini, aklın göster­diği gerçeği terk ettiler.

Bunların cezası Allah'ın, meleklerin ve insanların gazabına uğratılmaları, O'nun rahmetinden kovulmaları ve üzerlerine lanetlerin yağdırümasıdır. Bun­lar dünyada ve ahirette Allah'ın rahmetinden kovulmaları için kendilerine bed­dua edilmesine müstahak oldular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Siz ancak dünya hayatında kendi aranızda bir dostluk olsun diye Allah'tan başka putları ilâh edindiniz. Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek ve kiminiz kiminize lanet edecektir..." (Ankebut, 21/25).

Onlar bu lanet halinde yahut cehennemde ebediyyen kalacaklardır. Çünkü laneti hak edenin cezası cehennemdir. Bunların azabı tek bir an dahi hafifletil­mez. Açıklayacakları bir mazeret için de onlara süre tanınmaz.

Daha sonra Yüce Allah tevbe edenleri istisna etmektedir. Bunlar arasın­dan tevbe edip küfrü terk eden, Allah'a dönen, kalbini, amelini ıslah edip yap­tıklarına pişman olanlara şüphesiz Allah, önceden işlediklerini bağışlayacak olan (Gafur) ve kullarına son derece merhematli olan (Rahîm)dir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve neler yaptığınızı bilendir O." (Şûra, 42/25) İşte bu, kâfirlerin birinci türleri olan tevbe edenlerdir.

İkinci tür ise, peygamber olarak gönderilmesinden önce Hz. Muhammed (s.a.)'e iman edip ve aynı şekilde onun hak olduğuna şahitlik eden Kitap Ehli­dir. Ancak peygamber olarak gönderildikten sonra onu inkâr ettiler. Bu inkâr­ları üzerinde ısrar ve inatla kâfirliklerini daha da artırdılar. Allah'ın rasulüne karşı direnmekle, müminlere karşı savaşmakla küfürlerini artırdılar. Böyle kü­für üzere kaldıkları ve sonra da kâfir olarak öldükleri takdirde tevbeleri asla kabul olunmaz. Sapıklığa düşenler, hak ve kurtuluş yolunu kaybeden ve küf­rün kalplerinde yer ettiği kimseler işte bunlardır.

Ayet-i kerime küfrün zamanla daha da azgınlaştığına, bunu gerektiren amelleri işlemekle güçlendiren, geliştiren işleri yapmak suretiyle kalpte daha çok yer ettiğine işaret etmektedir. Bu ise imana aykırı olan amelleri işlemekle, küfrü ve kâfirleri desteklemek yoluyla olur. İman da aynı şekilde salih amelleri işlemek ve onları azaltmakla artar ve eksilir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Bir sure indirildiği zaman içlerinden bazıları "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince, daima onların imanını artırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler. Fakat kalplerinde has­talık bulunanlara gelince, onların küfürlerine küfür katıp artırdı. Onlar kâfir olarak öldüler. Clevbe, 9/124-125).

Arınmanın, temizlenmenin ve ıslahın yolu ise, Yüce Allah'ın şu buyruğun­da da olduğu gibi tevbe etmektir: "Onu arındırıp temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu (kötülüklerle) örten ise zarara uğramşıtır." (Şems, 91/9-10). Nefsini ıslah etmeyi ihmal eden kimse zarar eder. Nefsini ıslaha gayret eden kimse de başa­rı elde eder. Günahlar üst üste birikip yığıldığı ve nefsin arındırılması ihmal edildiği, bir çok masiyetlerle de kirlendiği takdirde adeten hakikat yoluna dö­nüş zorlaşır. İşte tevbe ile ilgili ayetlerin işaret ettiği gerçek budur: "Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler kötülüğü ancak cahillikle yapanlar, sonra da çarçabuk tevbe eden kimselerdir. İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri işleyip durup da onlardan herhangi birine ölüm gelip çattığı vakit, "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin ve kâfir olarak öleceklerin tevbesi değildir. İşte biz onlar için çok acıklı bir azap hazırlamışvz-dır." (Nisa, 4/17-18).

Üçüncü kesim ise kâfir olarak ölen kimselerdir. Bunlardan ödeyecekleri herhangi bir fidye kabul olunmaz. İsterse bu yeryüzü dolusu kadar altın olsun ve bunu ahirette fidye verecek olsunlar hiç bir şekilde kabul olunmaz. Bu ka­dar büyük bir mala sahip olacağı var sayılsa ve bunu kurtuluş için bir araç ola­rak kullanmak istediği kabul edilse bile, bunlar için acıklı yani can yakıcı bir azap vardır. Azaptan kendilerini koruyacak yahut üzerlerinden azabı hafiflete­cek ne bir yardımcıları vardır ne de bir şefaatçileri. Yüce Allah'ın şu buyruğun­da dile getirildiği gibi: "İşte bu gün sizden de kâfir olanlardan da hiç bir fidye alınmaz. Sığınacağınız yer ateştir. Size lâyık olan da odur. O ne kötü bir dönüş yeridir." (Hadid, 57/15). [191]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler kâfirleri küfürde kalmaları ve imanı kabul etmeleri açı­sından üç kısma ayırmaktadır. Bu açık ve gerçeğe uygun bir gruplandırmadır.

İslâm'a girdikten sonra kâfir olup zulümde ayak direterek zalim olana, bu şekilde küfür ve zulmünü sürdürdüğü sürece ve İslâm'a da yönelmedikçe Allah hidayet vermez. Onun için oldukça ağır bir azap da vardır; bu da Allah'ın gaza­bını hak etmek, cehennem ateşinde ebediyyen kalmaktır. Azabın herhangi bir şekilde hafifletilmesi de, herhangi bir mazeret dolayısıyla ertelenmesi de söz konusu değildir. Böyleleri şayet İslâm'a girip tevbe eder, bozduklarını ıslah edip düzeltirlerse mağfiret ve rahmet kapısı onlar için açıktır. Bu kapı ise Müs­lümanlara ve günahkâr olup sonradan tevbe ederek halini düzelten ve amelini ihlâsla Allah için yapan kimselere öncelikle açıktır.

İman ettikten sonra kâfir olan ve küfür üzere kalmaya devam eden kâfir­lerin tevbeleri asla kabul olunmaz. Allah böyle bir tevbeye "kabul olunmayan tevbe" adını vermektedir. Çünkü onlardan tevbe etmek üzere samimi bir karar çıkmamıştır. Allah ise, karar kesin ve irade de güçlü olduğu takdirde bütün tevbeleri kabul eder.

Aynı şekilde Allah böylelerinin ölüm esnasındaki tevbelerini de kabul et­mez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa (makbul) tevbe kötülük­leri işleyip durup da onlardan herhangi birine ölüm gelip çattığında "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi değildir." (Ni­sa, 4/18). Ayrıca bunu Ahmed, Tirmizî, İbni Mace ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet ettiği Hz. Ömer'in şu buyruğu da desteklemektedir: "Şüphe­siz Allah kulun tevbesini can boğazına gelmedikçe kabul eder."

Kâfir olarak ölen kimseden işlediği hiç bir hayır kabul olunmaz. İsterse kendi görüşüne göre Allah'a yakınlaştırıcı bir amel olarak kabul ettiği bir yolda yeryüzü dolusu kadar altın harcamış olsun. Ölümünden sonra da ne kadar çok olursa olsun, hiç bir bedel ve fidyenin ona faydası olmayacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "... Kimseden fidyenin kabul olunmayacağı, hiç bir Şekilde şefaatin kimseye fayda vermeyeceği bir günden sakının..." (Bakara, 2/123); "İçinde alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı bir gün gelmezden önce..." (Bakara, 2/254). "Şüphesiz o kâfir olanlar yeryüzünde ne varsa hepsi, hatta bir o kadarı daha onların olsa da, kıyamet gününün azabından onu (kurtulmak için) feda etseler, yine de onlardan kabul olunmaz; onlar için çok acıklı bir azap da vardır." (Maide, 5/36).

Buharı ve Müslim de Enes b. Malik'ten peygamber (s.a.)'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedirler: "Kıyamet gününde kâfir getirilir ve ona, "Ne der­sin, eğer yeryüzü dolusu kadar altının olsa bunu kurtulmak için fidye olarak verir miydin?" denilir. O evet der. Ona, "Bundan önce senden bundan daha ba­sit olan bir şey istenmişti...(denüir)." [192]

Dünyada böyle bir kâfirin işlediği hayır işlerinin ahirette fayda vermeye­ceğine gelince, bu konuda bir başka hadis-i şerif vardır. Misafire ikramda bulu­nan, esiri kurtaran ve yemek yediren Abdullah b. Cud'an hakkında bunun fay­dasını görüp görmeyeceği Peygamber (s.a.)'e sorulunca şöyle buyurur: "Hayır! Çünkü o bir gün olsun "Rabbim, din gününde (kıyamet gününde) günahımı ba­na bağışla" demiş değildir." [193]

 

Kabule Değer İnfak Ve İnfakın Mükâfatı

 

92" Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadaAirre (iyiliğe) kavusamazsınız. Her ne infak ederseniz muhakkak Allah onu çok iyi büendir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sevdiğiniz şeylerden" sevdiğiniz mallarınızdan "infak edinceye" sadaka verinceye "kadar birre kavuşamazsınız." Birr'in (iyiliğin) sevabı olan cennete kavuşamazsınız. Birr, çeşitli hayır şekillerini ifade eden bir kelimedir. [194]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimelerde Kitap Ehli'nin iman sahibi olduklarına, peygamberliğin kendilerine münhasır olduğuna, cehennemin onlara ancak sa­yılı günler dokunacağına dair iddiaları dile getirildi. Burada ise imanın alâme­tinin ihlâsla beraber en sevilen mallardan Allah yolunda infak etmek olduğu­nun onlara hatırlatılması uygun düşmektedir. [195]

 

Açıklaması

 

Sizin için en değerli ve en çok sevdiğiniz mallardan infak etmediğiniz sü­rece iyiliğin (birrin) sevabı olan cennete asla ulaşamaz, Allah'ın rızasını, lütuf ve rahmetini hak eden ve azabın uzaklaştırılmasına lâyık olan iyi kimseler ola­mazsınız. Sizler ister değerli, ister bayağı olsun, neyi infak ederseniz, muhak­kak Allah onu çok iyi bilendir ve ona mükâfatını verir. İhlâs ve riyakârlık asla O'na gizli kalmaz.

Ashab-ı kiramın rütbesinin yüksekliğine delâlet eden hususlardan biri de çok sevdikleri mallarından çokça sadaka vermeleridir. Altı hadis imamının ri­vayetine göre Enes b. Malik şöyle der: Ebu Talha, Ensar arasında Medine'de en çok hurma ağacı olan kimse idi. Malları arasında en çok sevdiği ise Medine'de­ki bir bahçe olan Beyrûha adındaki yerdi ve burası Hz. Peygamberin mescidi­nin karşısına düşüyordu. Peygamber (s.a.) buraya gelir gider, onun tatlı suyun­dan içerdi. Yüce Allah'ın, "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre (iyi­liğe) kavuşamazsınız" ayeti nazil olunca Ebu Talha şöyle dedi: "Ey Allah'ın rasulu, mallarım arasında en çok sevdiğim Beyrûha'dır. Ben onu Yüce Allah'ın rı­zası için sadaka olarak veriyorum. Onun binini ve ecrini Allah'tan bekliyorum. Ey Allah'ın rasulü, Allah sana nereyi uygun gösterirse onu öylece kullan." Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Oh ne kadar güzel! Oh ne kadar güzel! Bu ol­dukça kârlı bir maldır. Senin söylediğini dinledim. Benim görüşüm ise bunu akrabalara tahsis etmen şeklindedir." Ebu Talha "Ben de öyle yaparım, ey Al­lah'ın Rasulü" dedi ve bunu akrabaları ve amca çocukları arasında paylaştırdı. Müslim'in rivayetinde ise "Bunu Hassan b. Sabit ile Ubeyy b. Ka*b arasında paylaştırdı" denmektedir.

İlim adamları der ki: Peygamber (s.a.)'in bunu Ebu Talha'nın yakın akra­balarına sadaka olarak vermesini tavsiye etmesinin iki sebebi vardır: Birincisi akrabalara verilen sadakanın daha faziletli olması, ikincisi ise sadaka verenin kendisine böylesinin daha hoş gelmesi ve pişman olma ihtimalinin daha uzak olmasıdır.

Zeyd b. Harise de böyle yapmıştı. İbni Ebi Hatim'in Muhammed b. el-Münkedir'den rivayetine göre bu ayet-i kerime nazil olunca, Zeyd b. Harise, Se-bel adı verilen at ile geldi. Bundan daha çok sevdiği bir malı yoktu. "Bu, sada­ka olsun" dedi. Resulullah (s.a.) onu kabul etti ve bunu oğlu Üsame'ye verdi. Zeyd bundan dolayı kederlenir gibi oldu. Resulullah (s.a.), "Muhakkak Allah bunu senden kabul buyurmuştur" dedi.

Buharî ile Müslim'de rivayet edildiğine göre Hz. Ömer şöyle dedi: "Ey Al­lah'ın rasulü, ben de Hayber*deki payımdan benim için daha nefis hiç bir mal ele geçirebilmiş değilim. Onu ne şekilde kullanmamı emredersin?" O da şöyle buyurdu: "Aslını tut ve meyvesini de sebil kıl (taıadduk et, vakfet)."

İbni Ömer ise kölesi Nâfi'yi azat etmişti. Halbuki Abdullah b. Ca'fer o kö­le karşılığında ona bin dinar vermişti. Safiyye bint Ebi Ubeyd der ki: "(Abdul­lah b. Ömer) Zannederim Yüce Allah'ın "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye ka­dar birre (iyiliğe) kavuşamazsınız." buyruğunu göz önünde bulundurarak böyle davranmıştır."

Abd b. Humeyd ve el-Bezzar, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: "Şu, "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre kavuşamazsınız" ayetini hatırladım. Bu arada Yüce Allah'ın bana verdiklerini de hatırımdan ge­çirdim. Benim için Mercâne'den daha çok sevdiğim bir mal olmadığını gördüm (Mercane Bizanslı bir cariye idi), Allah rızası için o hürdür dedim. Eğer Allah rızası için verdiğim bir şeyi geri alacak olsaydım, onu nikâhıma alırdım. Fakat ben onu Nâfi'e (çok sevdiği kölesine) nikahladım."

Birr'in anlamına gelince: Tevili hakkında üç ayrı görüş vardır: Cennet ya­hut salih amel veya itaat demektir. Birinci manaya göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sizler sevdiklerinizden infak edinceye kadar binin sevabma nail olamaz­sınız. Yani sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar cennete ulaşamazsınız. İkinci anlama göre salih amele... ulaşamazsınız demektir. Üçüncü anlama göre "Sizler sadaka veya onun dışında herhangi bir itaate sevdiklerinizden infak edinceye kadar birr'e ulaşamazsınız." demek olur. Hasan-ı Basrî der ki: "İnfak edinceye kadar'' buyruğunda kastedilen zekâttır. Evlâ olan ise Zamahşerf nin de söylediği gibi, "Sizin nifakınız sevdiğiniz ve tercih ettiğiniz mallardan olma­dığı sûrece binin gerçek şekline ulaşamazsınız" şeklindeki tevilidir. Yüce Al­lah'ın, "Kazandıklarınızın iyi olanlarından infak ediniz." (Bakara, 2/267) buy­ruğunda olduğu gibi. Selef-i salibin (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) bir şeyi sevdikleri zaman onu Allah yolunda infak ederlerdi. [196]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime iki hususa delâlet etmektedir:

1- Gerçek birre ulaşabilmek için Allah yolunda infak edilecek malların, sa­hibinin en sevdiği mallardan, en üstün olanlarından olması lâzımdır. Bu mal ne kadar iyi ve güzel olursa sevap da o kadar çok olur.

2- Riyadan uzak durmak ve amelin yalnız Allah rızası için halis olmasını sağlamak. Salih müminin şeytanın kalbine nüfuz etmesinden uzak kalması için sadakanın gizli verilmesine teşvik vardır. [197]

 

Bazı Yiyeceklerin Haram Kılınması Hususunda Yahudilere Cevap

 

93- Tevrat indirilmezden evvel İsrail'in kendisine haram kıldığından başka bütün yiyecekler İsrailoğulları'na he­lâl idi. De ki: "Eğer siz doğru söyleyen­ler iseniz Tevrat'ı getirin de okuyun."

94- Artık kim bundan sonra Allah'a ya­lan iftirada bulunursa işte onlar zalim­lerin ta kendileridir.

95- De ki: "Allah doğru söylemiştir. O halde hanif olarak İbrahim'in dinine uyunuz; o müşriklerden değildi."

 

Belagat:

 

"De ki: "Eğer siz doğru söyleyenler iseniz Tevrat'ı getirin..." buyruğundaki emir azarlamak ve kınamak maksadına yöneliktir. [198]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Tevrat indirilmezden evvel" yani Tevrat Hz. Musa'ya indirilmezden önce. Bu ise Hz. İbrahim'den sonra olmuştur. Yiyecekler kendilerinin iddia ettikleri şekilde onun döneminde haram kılınmamıştı.

"Bütün yiyeceklerden kasıt yiyecek türünden olan her şeydir. Çoğunlukla bu kelime (taam) buğday ve ekmek için kullanılır.

"İsrail" Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Yakup'un lâkabıdır. An­lamı ise Allah yolunda cihad eden komutan demektir. Daha sonra bu kelime (İsrailoğulları, Benî İsrail) şeklinde O'nun soyundan gelenler hakkında kulla­nılmıştır. Şu anda bu kelime ile kastedilen bizzat Hz. Yakup değil, İsrail halkı­dır, "oğullarına helâl idi."

"Artık kim bundan sonra" yani bu haram kılmanın Hz. İbrahim dönemin­den itibaren değil de Hz. Yakup tarafından gerçekleştirilmiş olduğuna dair de­lilin ortaya çıkmasından sonra "Allah'a yalan iftirada bulunursa işte onlar" "zalimler", hakkı aşarak batıla girenlerim ta kendileridir."

"Hanif, batıldan uzaklaşıp hakka dönen demektir. [199]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Âl-i İmran suresi baş tarafından itibaren buraya kadar Yüce Allah'ın birli­ğini ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ispat edici delilleri ortaya koymak, Kitap Ehli'ne karşı delil getirip onların iddia, bid'at ve geleneklerini çürütmek sadedindedir. Bu ayetler ve ondan sonra 97. ayet-i kerimeye kadar olan buyruk­lar ise Yahudilerin Beyt-i Haram ile ilgili iki şüphesini reddetmeye yöneliktir.

Bu şüphelerin birincisi, onların Peygamber (sia.)'e, "Sen İbrahim'in ve onun soyundan gelenlerin dini üzere olduğunu iddia etmektesin. Peki deve eti gibi onlara göre haram kabul edilen şeyleri nasıl helâl kabul edersin?" şeklin­deki sözleridir. Bunun üzerine, "Tevrat indirilmezden evvel İsrail'in kendisine haram kıldığından başka bütün yiyecekler İsrailoğıdları'na helâl idi." ayeti on­ları reddetmek üzere nazil olmuştur. Ebu Ravk ve el-Kelbî der ki: Bu ayet-i ke­rime şunun üzerine nazil olmuştur: Peygamber (s.a.) kendisinin İbrahim'in di­ni üzerine olduğunu söyleyince Yahudiler "Sen deve etini yer, sütlerini içerken bu nasıl olabilir?" dediler. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Bu İbrahim'e helâl idi, biz de onun yolu üzere gidiyoruz." Yahudiler bizim haram kabul ettiğimiz her bir şey için, "Bunlar Nuh'a da İbrahim'e de haram idi ve bu bize kadar böy­le devam edegelmiştir." diyorlardı. Yüce Allah da onları yalanlamak üzere, "Tkvrat indirilmezden evvel... bütün (bu) yiyecekler İsrailoğulları'na helâl idi." ayetini indirdi.

İkincisi ise, yine Yahudilerin şöyle demeleridir: Sen nasıl olur da İbrahim'in dini üzere olduğunu ve bütün insanlar arasında ona en yakın kimse olduğunu ileri sürebilirsin? Halbuki İbrahim, İshak ve onun soyundan gelen bütün pey­gamberler Beytül-makdis'i tazim ediyor, ona yönelerek namaz kılıyorlardı. Eğer onların yolu üzere giden bir kimse olsaydın sen de orayı tazim eder ve orayı bıra­kıp Kabe'ye yönelmezdin. "Şüphesiz insanlar için ilk yapılan ev Mekke'de olan­dır..." (Âl-i îmran, 3/96) ayeti onların bu iddialarını reddetmek üzere nazil oldu.

Mücahid der ki: Müslümanlar ve Yahudiler birbirlerine karşı övündüler. Yahudiler "Beytül-makdis, Kabe'den daha faziletli ve daha büyüktür" dediler. Çünkü orası peygamberlerin hicret ettiği yerdir ve ayrıca o Arz-ı Mukaddes'te-dir. Bunun üzerine Müslümanlar şöyle cevap verdiler: "Hayır, Kabe oradan da­ha üstündür." Yüce Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi.[200]

 

Açıklaması

 

Mubah ve temiz her türüyle bütün yiyecekler İsrailoğulları'na ve ondan önce de İbrahim (a.s.)'e helâl idi. Bundan tek istisna İsrail'in veya İsrail halkı­nın kendilerine haram kıldıklarıdır. Bu haram kıldıkları şey deve eti ve sütüy­dü. Bunlar ise Tevrat'ın Hz. Musa'ya indirilmesinden önce olmuştu. Yüce Al­lah'ın Tevrat'ta İsrail halkına ceza olmak ve onları tedip etmek üzere haram kıldığı temiz ve hoş bir takım yiyecekler de vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O Yahudilerin zalimlikleri ve bir çoğunu Allah yolundan alı­koymaları sebebiyle kendilerine helâl kılınan bir çok helâl ve temiz şeyleri üzer­lerine haram kıldık." (Nisa, 4/160). Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Biz Yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık. İç yağlarını da haram kıldık^ Ancak sırtlarına yapışan yağlar ile bağırsaklarına yapışan veya kemiklere karışan (yağlar) müstesna. Bunu onlara zulümleri yüzünden ceza ol­mak üzere verdik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." (En'am, 6/146).

Bazılarının görüşüne göre burada "İsrail'den kasıt bir takım rivayetlerde kendisinden şu şekilde söz edilen Hz. Yakup değildir: "Siyatik (ırkunnesâ) has­talığına yakalanınca iyileştiği takdirde deve eti yemeyeceğini adamıştı." Çünkü Hz. Yakup ile Tevrat'ın indirilişi arasında çok uzun bir dönem vardır. O bakım­dan burada kasıt İsrail halkıdır. Buna göre anlam, İsrailoğullan'nın kendileri­ne haram kıldıkları şeyler ile ilgilidir. Yani kendileri, zulüm işledikleri ve gü­nahlara battıkları için bu yiyeceklerin haram kılınmasına sebep teşkil etmiştir. el-Menar tefsiri sahibinin tercih ettiği görüş de budur.[201]

Müfessirlerin çoğunluğunun benimsediği görüşe göre ise İsrail'den kasıt Hz. Yakup (a.s.)'tur. Tirmizî'nin İbni Abbas'tan rivayetine göre Yahudiler Pey­gamber (s.a.)'e şöyle dediler: Bize İsrail'in kendisine nelerin haram kıldığını haber ver. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "O çölde kalırdı. Siyatikten rahatsız­landı. Ona deve eti ile deve sütünden daha uygun bir şey bulamadı. Bundan do­layı bunları kendisine haram kıldı." Onlar "Doğru söyledin" dediler. Daha son­ra Tirmizî hadisin geri kalan kısmını zikreder.[202]

İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre de Yahudiler Peygamber (s.a.)'e bir takım hususlara dair sorular sordular ve şöyle dediler: İsrail'in kendisine hangi yiyeceği haram kıldığını bize bildir. O da şöyle buyurdu: "Tevrat'ı Mu­sa'ya indiren hakkı için size soruyorum. İsrail'in oldukça ağır bir hasatlığa ya­kalandığını, bu hastalığının uzayıp gittiğini ve bunun üzerine şayet Allah bu hastalığından kendisine şifa verecek olursa en çok sevdiği yiyecek ve içeceği ken­disine haram kılacağı adağında bulunduğunu ve en sevdiği yiyeceğin deve eti, en sevdiği içeceğin de deve sütü olduğunu biliyor musunuz?"

Yahudilere verilen cevabın özeti şudur: Bütün yiyecek türleri İsrailoğulları'na helâl idi. Bundan tek istisna Tevrat'ın indirilmesinden önce İs­rail'in yani Hz. Yakup'un kendisine haram kıldıkları ile yine işledikleri bir ta­kım suçlar ve aykırı davranışlar dolayısıyla onları azarlamak ve tedip etmek kasdıyla Yüce Allah'ın Tevrat'ta İsrailoğulları'na haram kıldığı yiyeceklerdir. Peygamber (s.a.) ve onun ümmeti ise bu gibi günahları ve aykırı davranışları işlememişlerdir. O bakımdan bu temiz yiyecekler onlara haram kılınmamıştır. İbrahim (a.s.)'e de bunlardan herhangi bir şey haram kılınmış değildir. Çünkü bu haram kûma Tevrat'ın indirilişinden sonra olmuştur ve ona bütün yiyecek­ler helâl idi.

Daha sonra Yüce Allah peygamberi Muhammed (s.a.)'e Yahudilerin iddi­alarını yalanlamak üzere onların kitabı olan Tevrat'ın hükmüne baş vurmayı emretmekte ve onlara şöyle demektedir: "Hadi kitabınız olan Tevrat'ı getiri­niz ve onu okuyunuz. Eğer iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz." Bu du­rumda Tevrat'ın sizi yalanlayacağından korkmazsınız. Eğer siz Tevrat'ı geti­recek olursanız orada İsrailoğulları'na haram kılınan her bir şeyin ancak azarlayıcı, tedip edici bir ceza olarak haram kılındığını görürsünüz. O bakım­dan böyle bir suç işlemeyen kimseler için ise bu şeylerin asıl itibariyle helâl olmaya devam ettiğini görürsünüz. Çünkü yiyeceklerde aslolan helâl olmak, mubah olmaktır.

Her kim Allah'a yalan iftirada bulunup bu haram kılmanın Tevrat'ın indi­rilmesinden önceki peygamberlere ve ümmetlere de yapıldığını iddia eder, Al­lah'ın Kitabı'nda indirmediği şeyleri ileri sürerse, işte böyleleri hakkın alâmet­lerini gizleyip Allah'a karşı açık yalan söyleyerek iftirada bulundukları için bizzat kendilerine zulmeden zalimlerdir.

Rivayet edildiğine göre onlar Tevrat'ı getirme cesaretini gösteremediler, şaşırıp kaldılar. Bu ise Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin en açık delilidir. Ayrıca bilindiği gibi o ümmî olduğundan dolayı Tevrat'ı okumadığı halde Al­lah'tan gelen bir vahiy ile Tevrat'ta olanı biliyor ve Tevrat Kur'an-ı Kerim'de bulunanları destekliyordu.

Artık hak açıkça ortaya çıkıp batıl yok olup gittiğine göre, ya Muhammed (s.a.) onlara de ki: "Diğer yiyeceklerin İsrailoğulları'na helâl kılındığına ve Yü­ce Allah'ın Tevrat'ın indirilişinden önce İsrail'e herhangi bir şeyi haram kılma­dığına, Allah'ın Yahudilere haram kıldığı şeylerin ise çirkin işleri dolayısıyla onlar için bir ceza, bir tedip ve bir azap olduğuna dair sana verdiği haberlerin­de Rabbin olan Yüce Allah doğru söylemiştir."

Artık hak apaçık ortaya çıktığına, size karşı olan deliller belli olduğuna göre, bundan sonra size düşen, benim sizi kendisine davet ettiğim, sizlere deve etini ve sütünü mubah kılan İbrahim'in dinine uymaktır. Bu din müsamahakâr hanif dinidir. Bu din ifratı da tefriti de olmayan orta yoldur. Allah'ın Kur"an-ı Kerim'de meşru kıldığı yol budur. İbrahim de diğer bütün batıl dinlerden uzak­laşıp tevhid dinine, helâl ve temiz şeyleri mubah kılmak ilkesi üzerinde hak di­ne yönelmiş hanif bir kimse idi. Allah ile birlikte bir başka ilâha dua eden ya­hut ondan başkasma ibadet eden müşrik bir kimse değildi. O, putperestlerin yaptığı ve Yahudilerin "Uzeyr Allah'ın oğludur" diye iddia ettiği, Hristiyanlarm da Mesih'in Allah'ın oğlu olduğuna inandıkları gibi inanmıyordu.

Tevhid esası üzere yükselen Hz. İbrahim'in dini Muhammed (s.a.)'in ken­disine davet ettiği Kur'an-ı Kerim'in şeriatıdır. Kendisinde en ufak bir tartış­manın söz konusu olmadığı hakkın kendisidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "De ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta du­ran bir dine, hanif olan İbrahim'in dinine iletti ve o müşriklerden değildi." (En'am, 6/161). Bir diğer ayet-i kerime, de Yüce Allah'ın kendisine açıkça şu emri verdiği kimse de O'dur (yani Hz. Muhammed (s.a.)'dir: "Sonra biz sana

"Hanîf bir Müslüman olarak İbrahim'in dinine uy; O müşriklerden değildi" di­ye vahyettik." (Nahl, 16/123). [203]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Şüphesiz Kur'an-ı Kerim'in şeriatı gayet açıktır. Onda herhangi bir kapalı­lık ve herhangi bir karışıklık söz konusu değildir. Helâl ve haram kılınan şeyle­rin esasları hususunda önceki şeriatlar ile bir noktada birleşen bir şeriattır. Bu bakımdan Kur'an'ın getirdiği şeriat, Hz. İbrahim'in dini ile ve bütün Israiloğulları'na mubah kılınan türlü yiyecekler hususunda, şu iki husus müs­tesna, ittifak halindedir:

1- Yakup (İsrail) (a.s.)'un sahih kabul edilen görüşe göre Allah'ın bu konu­daki bir izni ile değil de kendisinin bir içtihadı dolayısıyla haram kıldığı şeyler. Çünkü Yüce Allah, "İsrail'in kendisine haram kıldığından başka..." buyruğu ile haram kılmayı ona izafe etmiştir. Peygamber içtihadı ile bir neticeye vardığı takdirde bu, bizim için uymamızı gerektiren dinî bir hüküm halini alır. Çünkü Yüce Allah onun bu içtihadını takrir yoluyla kabul etmiştir. Peygamberimiz (s.a.) de balı kendisine yasak kılmıştı -sahih olan rivayete göre böyledir-. Bir diğer rivayete göre ise cariyesi Mariye'yi kendisine haram kılmıştı. Ancak Al­lah onun bu haram kılmasını takrir yoluyla kabul etmedi ve bu konuda Kur'an-ı Kerim'de, "Allah'ın sana helâl kıldığını ne diye haram kılıyorsun?" (Tahrim, 66/1) buyruğu nazil oldu.

Mubah olan bir şeyi haram kılması dolayısıyla kişinin kefaret ödemesi ge­rekir mi? Bu konuda ilim adamlarımızın iki görüşü vardır: Ebu Hanife böyle bir sözü yemin gibi kabul etmiş ve mubah olan her bir şeyin haram kılınması hususunda bunu asıl kaide olarak kabul etmiştir. Şafiî ise böyle bir yeminde kefareti gerekli görmeyip, bu tür yeminleri konu ile ilgili nas ile tahsis edilmiş kabul eder (yani hakkında helâl olduğuna dair varit olmuş nas bu tür yeminin genel kapsamını özelleştiricidir.)

Hz. Yakup'un deve etini kendisine haram kılmasının sebebine gelince, İbni Abbas'ın dediği gibi şöyledir: "Yakup (a.s.) siyatik olunca doktorlar kendisine deve etlerinden uzak durmasını tavsiye etti. O da deve etini kendisine haram kıldı. Yahudiler de, "Biz de kendimize deve etini haram kılıyoruz, çünkü Yakup bunları haram kılmıştır" dediler. Allah da Tevrat'ta bunların haram kılındığına dair hüküm indirdi. Bunun üzerine Yüce Allah "De ki: Eğer siz doğru söyleyen­ler iseniz, Tevrat'ı getirin de okuyun." diye buyurdu, ancak onlar Tevrat'ı getir­mediler. Bu sefer Yüce Allah, "Artık kim bundan sonra Allah'a yalan iftirada bulunursa işte onlar zalimlerin ta kendileridir." diye buyurdu.

ez-Zeccac der ki: Bu ayet-i kerimede Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine en büyük delil vardır. Çünkü Muhammed (s.a.) kitaplarında böyle bir şeyin olmadığını onlara bildirdi ve Tevrat'ı getirmelerini emrettiği halde onlar bunu kabul etmediler. Yani onun bu emri vahye dayanarak verdiği­ni bildiler.

2- Yüce Allah'ın Tevrat'ta İsrailoğulları'na haram kıldığı iç yağları ve ben­zeri sair yiyecekler onların masiyetlerine karşı bir cezadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yahudilerin zalimlikleri ve bir çok kimseyi Allah yolun­dan alıkoymaları sebebiyle biz kendilerine helâl kılınan pak ve temiz şeyleri üzerlerine haram kildik." (Nisa, 4/160) Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Biz Yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık... Bunu onla­ra zalimlikleri yüzünden ceza olarak verdik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." (En'am, 6/146)

el-Kelbî'nin görüşüne göre, Yüce Allah deve etini Tevrat'ta onlara haram kılmış değildir. Allah bunu kendilerine zalimlikleri ve küfürleri dolayısıyla Tevrat'tan sonra haram kılmıştır. İsrailoğullan büyük bir günah işlediklerinde Yüce Allah da onlara ya pak ve temiz bir şeyi haram kılıyor yahut da onlara riczi -ki o da ölümdür- yağdırıyordu. İşte Yüce Allah'ın, "Zalimlikleri yüzün­den..." (Nisa, 4/160) buyruğu ile, "O Yahudilerin..." (Nisa, 6/146) buyrukları bu­nu ifade etmektedir.

Bu ayet-i kerimeler açık bir şekilde Kur'an-ı Kerim'in getirdiği şeriatın Hz. İbrahim'in dini ile hatta bütün peygamberlerin dini ile ulûhiyetin ve rubu-biyetin tevhidine davet konusunda ortak olduğunu, şirke ve putperestliğe karşı savaşmakta ve genel anlamı ile İslâm'a uymakta müşterek olduklarını ifade et­mektedir. Genel anlamı ile İslâm bütün emir ve yasaklarında Yüce Allah'a bo­yun eğmek ve ona itaat etmektir. [204]

 

Beytülharam'ın Konumu Ve Haccın Farz Oluşu

 

96- Şüphesiz insanlar için ilk kurulan  ev Mekke'de olan ve âlemlere mübarek  hidayet olmak üzere kurulan o EvMir.

97-Orada apaçık alâmetler ve İbra- him'in makamı vardır. Kim oraya gi- rerse emin olur. Ona yol bulabilenlerin  o Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar  üzerindeki bir hakkıdır. Artık kim in- kâr ederse, şüphesiz Allah âlemlere  muhtaç değUdir.

 

Belagat:

 

"Mekke'de olandır" ifadesinin takdiri, Mekke'de olan Ev'dir, şeklindedir.

"Kim inkâr ederse." Haccuı farz oluşunu tekit etmek üzere bu ifade "kim haccetmezse" ifadesinin yerini almıştır. Haccuı farz kılındığı, bir isim cümlesi ile ifade edilmiştir. Bununla bu farzın sabit oluşu ve devamlılığı ifade edilmek­tedir.

Ayet-i kerimenin anlatımında genel ifadelerden özele doğru, müphemlik-ten açıklığa doğru tedricî bir anlatım tarzı vardır. [205]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Mekke..." Ayet-i kerimede Bekke denilerek mim harfi yerine be harfi zik­redilmiştir. Arapların mim yerine be kullandıkları, be yerine de mim kullandık­ları çokça görülen bir husustur. Ona bu ismin veriliş sebebi ise zorbaların bo­yunlarını bekketmesi yani ezmesidir.

"Âlemlere... hidayet olmak üzere" denilmesi onların kıblesi oluşundan dola­yıdır.

"Apaçık alâmetler" , işaretler ve belgeler. "İbrahim'in makamı" yani kı­yamda durduğu ve ibadet ettiği yer. Orada Beytullah'ı bina ederken üzerine çı­kıp durduğu taş da vardır. O taşta ayaklarının izi çıkmıştır ve günümüze ka­dar aradan geçen uzun zamana ve bir çok el değiştirmesine rağmen bugünlere gelmiş bulunmaktadır. Bu da apaçık alâmetlerdendir. Bir diğer alâmet ise ora­da iyiliklerin kat kat karşılık görmesi ve Beyt'in (Ev'in) üstünden kuşun uçmamasıdır.

"Ona yol bulabilenlerin" Hz. Peygamber, Hâkim'in ve başkasının rivayeti­ne göre bunu "azık ve binek" diye tefsir etmiştir, "o evi haccetmesi..." Hac, söz­lükte kastetmek demektir. Şer'an ise ibadet amacıyla Allah'ın Beytülharamına gitmektir.

"Kim inkâr ederse..." Allah'ı veya Allah'ın farz kıldığı haccı inkâr ederse. "Şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." O, insanlara da cinlere de, melekle­re de ve onların ibadetlerine de ihtiyaç duymayandır. [206]

 

Nüzul Sebebi

 

"Artık kim inkâr ederse" ayetinin nüzulü ile ilgili olarak Said b. Mansur İkrime'den şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın, "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa..." (Âl-i İmran, 3/85) ayeti nazü olunca Yahudiler, "Biz de Müslü-manız dediler. Bunun üzerine Muhammed (s.a.) onlara, "Allah Müslümanlara Bey fi haccetmeyi farz kıldı." deyince bu sefer, "Hayır bize farz kılmadı" dediler ve haccetmeyi kabul etmediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Artık kim inkâr ederse şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." buyruğunu indirdi.

"Şüphesiz insanlar için ük konulan ev..." ayetinin Mücahid'den nakledilen nüzul sebebini ise bundan önceki ayetlerin tefsirinin mukaddimesinde zikret­miş bulunuyoruz. [207]

 

Açıklaması

 

Beytülharam, namazda da duada da Müslümanların kıblesi, yani yönel­dikleri taraftır. O, insanlar için ibadet etmek üzere ilk yapılmış evdir. Onu Hz. İbrahim ile Hz. İsmail ibadet kasdı ile yapmışlardır: "Hani İbrahim ve İsmail o evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı..." (Bakara, 2/127). Mescid-i Aksa bun­dan asırlar sonra bina edilmiştir. Onu da Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman M.Ö. 1005 yılında yapmıştır. O bakımdan Mescid-i Haram'ın kıble olması daha uygundur. Buna göre Muhammed (s.a.) de, ibadeti esnasında şerefli Kabe'ye yönelen Hz. İbrahim'in dini üzere demektir.

Beytülharam ibadet kasdı ile yapılmış ilk evdir. Bu "ilklik* zaman itibariy­ledir. Buna bağlı olarak şeref ve kıymet önceliği de gelir. Beytülharamın pek çok meziyeti vardır ki bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Burası mübarek, hayırları pek çok bir yerdir. Ekin bitmeyen bir vadide ve çıplak bir çölde bulunmasına rağmen Yüce Allah'ın, "Her bir şeyin mahsulle­rinden oraya toplanıp getirilir." (Kasas, 28/57) ayetinde belirttiği gibi bir özelli­ğe sahiptir. Orada bütün dünyanın sebze, meyve ve mahsulleri vardır. Aynı şe­kilde sevap ve ecir itibariyle de bereketi pek bol bir yerdir. Haseneler orada kat kat artırılır ve dua orada makbuldür.

2- Orası insanlar için bir hidayet kaynağıdır. Namaz kılanlar, ona yönelir. Kalpler ona şevkle bağlanır. Milyonlarca kişi binekleriyle ve yaya olarak oraya giderler. Bir çok uzak yerlerden oraya hac ve umre ibadetini eda için varırlar. Bu ise Hz. İbrahim'in yaptığı şu duanın bereketi ile olmuştur: "Rabbimiz şüphesiz ben evlatlarından bir kısmını, senin mukaddes olan şu evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve şükretmeleri umulduğu için kendilerini meyvelerle rızıklandır." (İbrahim, 14/38).

Yüce Allah da Hz. İbrahim'in duasını kabul ederek şöyle buyurmuştur: "Ve insanlar arasında hacca çağır. Hem yayan hem de develer üzerinde en uzak yol­dan sana gelsinler. Ta ki kendileri için bir takım menfaatlere hazır olsunlar." (Hac, 22/27-28).

3- Orada apaçık ayetler, alâmetler vardır. Bunlardan birisi de Hz. İbra­him'in makamı (namaz ve ibadet için ayakta durduğu yer)dır. Araplar nesilden nesile tevatür yoluyla yapılan nakil ile burayı bilirler. Hâlâ taş üzerinde bulu­nan onun şerefli ayak izi de buna delâlet etmektedir.

4- Oraya giren bir kimsenin herhangi bir saldırganlık veya eziyetten yana canı ve malı emniyet altındadır. Orada haram bir kan dökülmez. İntikam ya­hut kısas için aranan bir kimse olsa dahi orada kimse öldürülmez. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine güven dolu bir harem (belde) kıldığı­mızı görmüyorlar mı? Halbuki onların etraflarından insanlar kapılıverümekte-dir..." (Ankebût, 29/67); "Biz onları emin bir hareme yerleştirmedik mi?..." (Ka-sas, 28/57); "Hani biz o Beyt'i insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık." (Bakara, 2/125) Nitekim Hz. İbrahim de şöyle dua etmişti: "Rabbim bunu emin bir belde kıl." (Bakara, 2/126) Hz. Ömer b. el-Hattab da şöyle demiştir: "Ben orada babam el-Hattab'ın katilini bulacak olsam dahi oradan çıkıncaya kadar ona dokunmam." Ebu Hanife de der ki: "Kısas yahut irtidat veya zina dolayı­sıyla harem bölgesi dışında öldürülmesi gereken bir kimse eğer hareme sığına­cak olursa ona ilişilmez. Şu kadar var ki böyle bir kimse barındırılmaz, ona içe­cek verilmez ve onunla alışveriş yapılmaz; ta ki oradan çıkmak zorunda kalsın."

Arap kabileleri ona tazim etmek ve gereken saygıyı göstermek hususunda -Beytullah'a nispet etmek suretiyle- ittifak etmişlerdir. O kadar ki hareme sığı­nan bir katil bile orada bulunduğu sürece güvenlik içinde olurdu.

el-Cassâs er-Râzî der ki: "Bu ayeti kerimelerin hareme sığman kimsenin öldürülmesinin yasak olduğuna delâlet bakımından anlamları birbirlerine ya­kındır. İsterse oraya girmeden önce öldürülmeyi hak etmiş olsun. Kimi zaman Beyt lafzının, kimi zaman da Harem lafzının anılması söz konusu olduğundan dolayı, güvenlik içerisinde olmak ve oraya sığınanın öldürülmesinin yasak ol­ması hükümleri bakımından Harem'in de Beyt'in hükmünde olduğunu göster­mektedir." [208]

İslâm Beytülharamın ayrıcalığını aynı şekilde kabul edip benimsemiştir. Mekke'nin kılıçla fethedilmesi ise oranın şirkten arındırılması ve orada yalnız­ca Allah'a ibadet edilmesi için idi. Ve bu da bir günün bir saatinde helâl kılın­mıştı. Peygamber (s.a.)'den sonra da kimseye helâl kılınmış değildir. Diğer taraftan Peygamber (s.a.) sîrette de belirtildiği gibi şu ilânı yapmıştır: "Her kim mescide girerse o güvenlik içerisindedir. Her kim evine girerse o da güvenlik içe­risindedir. Ebu Süfyan'ın evine giren de güvenlik içerisindedir."

Haccac döneminde meydana gelen olaylar ise istisna! bir takım olaylardır ve kimse onun bu davranışlarını kabul etmiş değildir. İbni Zübeyr'e yaptıkları­nın helâl olduğuna kimse inanmamıştır. Aksine onun yaptıkları orada bir zu­lüm ve bir haddi aşmadır: "Kim orada zulüm ve haksızlığı isterse biz ona acıklı azaptan tattırırız." (Hac, 22/25).

Canlara ve mallara yapılan bazı saldırganlık olayları ise Kabe'de Allah'ın hürmetine de başkasına da riayet etmeyen facir ve fasıklann işleridir. İmam Malik ve İmam Şafii'nin Harem'in tümünde kasten katil olana kısas uygulan­masını caiz görmeleri, Kur'an-ı Kerim'in emrettiği adil bir cezadır. Bunda her­hangi bir kimseye bir saldırı söz konusu değildir.

İlim adamları Harem bölgesinde çarpışmayı başlatan kimsenin öldürülebi-leceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlar sizinle orada savaşmadıkça sakın siz de onlarla Mescid-i Haram'ın yanında sa­vaşmayınız." (Bakara, 2/191). Böylelikle Harem'de cinayet işleyen kimse ile Harem dışında cinayet işleyip de oraya sığınan kimse arasında fark gözetil­mektedir. İbni Abbas, İbni Ömer ve diğer sahabilerle tabiînden, başkasını öldü­rüp de hâreme sığman kimsenin öldürülmeyeceğine dair rivayet gelmiştir. İbni Abbas der ki: Takat böyle bir kimse orada barındırılmaz, onunla oturulmaz ve alışveriş yapılmaz; ta ki Harem'den dışarıya çıkıncaya kadar. O vakit öldürü­lür. Eğer bu işi Harem'de yapacak olursa ona had uygulanır." [209]

5- Beytülharam'ın özelliklerinden birisi de hacıların orada toplanması, haccın Müslümanlara farz kılınmasıdır. Gücü yeten Müslümanlara haccetmek farzdır. Hac İslâm'ın beş rüknünden birisidir. Bu da Beyt'in tazimini ihtiva eder. Bir şeye yol bulabilmek ise oraya ulaşma imkânını elde etmektir. "Yol" ke­limesi hem bedenî hem malî olan bir şeyi kapsamaktadır. O bakımdan hac Ha-rem'e ulaşmayı engelleyen bir engel bulunmadığı sürece her Müslümana farz­dır. Sözkonusu bu engel bedenî, malî yahut hem bedenî hem de malî olabilir.

Hastalık ile düşmanlardan yahut yırtıcı hayvanlardan cana gelebilecek zarar korkusu malî engele örnektir. Bunun fmlan" ise onun güvenlik altında olmamasıdır. Azık ve binek olmaksızın Beyt'e ulaşması zor olan kimse hakkın­da azık ve binek bulamama da malî engellerden sayılır. Hem bedenî, hem malî engelin birlikte olması ise azık bulamamak, binek bulamamak, hasta olmak veya yolun güvenlik altında olmaması hallerinde söz konusudur.

İlim adamları çoğunlukla azık ve bineğe güç yetirebilmenin iki şartı oldu­ğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Buna delil ise Hz. Ali'nin Resulullah (s.a.)'tan naklettiği rivayettir. Tirmizî'nin naklettiği -sened itibariyle zayıf olan- hadis şöyledir: "Her kim kendisini Beytullah'a ulaştıracak kadar bir azık ve bir bine­ğe sahip olur da haccetmezse artık o ister Yahudi ister Hristiyan ölsün," Çünkü Yüce Allah Kitab-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır: "Ona yol bulabilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." Ashab-ı kiram -İbni Ömer ve başkaları- yol bulabilmeyi azık ve binek bulmak olarak tefsir etmiş­lerdir.

"Artık kim inkâr ederse şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." Yani her kim bu Beyt'in ibadet için konulmuş ilk ev olduğunu inkâr edip Allah'ın hacca dair emrine uymazsa şüphesiz Allah'ın o kimseye ihtiyacı yoktur. Çünkü o bü­tün âlemlere muhtaç olmayan ganidir. Cumhur bunu güç yetirmekle birlikte yüz çevirmek suretiyle haccı terk eden kimseler hakkında kabul etmişlerdir. Buna delil ise az önce işaret edilen Tirmizî'de yer alan -ve senedi nispeten zayıf olan- hadis-i şerifteki Hz. Peygamberin şu sözleridir: "Her kim haccetmeksizin ölürse dilerse Yahudi dilerse Hristiyan ölsün." Diğer bir delil ise ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak ed-Dahhak'tan yapılan bir rivayettir: ed-Dahhak diyor ki: Hac ayeti nazil olunca Resulullah (s.a.) şu altı din mensubu insanları topla­dı: Müslümanları, Yahudileri, Hristiyanlan, Sâbiîleri, Müşrikleri ve Mecusile-ri. Ahmed, Müslim ve Nesâi’nin rivayetine göre onlara şöyle demiştir: "Şüphe­siz Allah size haccetmeyi farz kılmıştır, siz de haccediniz." Müslümanlar ona iman ettiler ve diğerleri inkâr ederek dediler ki: "Biz buna iman etmeyiz, na­maz kılmayız ve haccetmeyiz." Bunun üzerine Yüce Allah, "Artık kim inkâr ederse şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." buyruğunu indirdi.

Ayet-i kerime ve konu ile ilgili haberlerden kasıt haccın terk edilmesinden nefret ettirmek ve gücü yetenlerin haccetmeme veballerinin ağır olduğunu be­lirtmektir. Ta ki bu farizayı eda etsinler. [210]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayet-i kerime Beytülharam'ın Allah'ın ibadet için kabul ettiği ilk ev olduğunu göstermektir. Bu Beyt'i Hz. İbrahim ile Hz. İsmail bina etmiştir, iki­sine de selâm olsun.

Bu evin pek çok meziyeti vardır. Hz. İbrahim'in makamının bilinmesi, ora­nın pek çok mübarek işlerin ve hayırların dolup taştığı bir yer olması, insanla­ra hidayet kaynağı olması, namazlarında oraya yöneldikleri için Müslümanla­rın birliğine sebep teşkil etmesi, dünyada oraya giren kimselerin öldürülme­lerinin engellenmesi ve ona saldırının önlenmesi suretiyle ahirette de orayı ta­zim ederek, hakkını bilerek ve Yüce Allah'a yakınlaşmak kasdıyla hac ibadeti­ni eda ettiklerinden oraya giren kimseler için güvenlik ve esenlik yeri olması.

ikinci ayet-i kerime ise Beytülharam'a ulaşmasına engel bulunmayan gü­cü yeten kimseye haccın farz olduğunu göstermektedir. Hac ömürde bir defa farzdır. Yine gücü yeten için beş yılda bir tekrarlanmasının da farz olduğu söy­lenmiştir. Çünkü bu konuda îbni Hibban'ın Sahih'inde ve aynı zamanda Bey-hakî tarafından da rivayet edilen Ebu Said el-Hudrî (r.a.) yoluyla gelen hadise göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Yüce Allah buyuru­yor ki: "Bedenine sağlık verdiğim ve geçiminde genişlik ihsan ettiğim bir kulum üzerinden beş yıl geçtiği halde bana (Evime) gelmezse şüphesiz ki o mahrum­dur." Yani ecirden mahrumdur ve Allah'ın rızasından koyulmuştur.

Kitap ve sünnet haccm fevrî (yani şartlarının gerçekleşmesi akabinde he­men) değil de terâhî yoluyla farz olduğunun delilidir. Bu Şafıîlerin ve Muham-med b. el-Hasan'ın görüşüdür. Kurtubî der ki: Sahih olan görüş de budur. Çün­kü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve insanlar arasında hacca çağır. Onlar da hem yaya hem de develer üzerinde... sana gelsinler." (Hac, 22/21). Hac suresi Mekke'de inmiştir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ona bir yol bulabilen­lerin o Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." (Âl-i İmran, 3/97). Bu sure ise hicretin üçüncü yılında Uhud Gazvesinin olduğu sene Medi­ne'de nazil olmuştur ve Resulullah (s.a.) hicretin onuncu yılına kadar haccet-memiştir. Sünnet-i seniyyede ise Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gelip de İslâm'a dair soru soran Dimâm b. Salebe es-Sa'dî hadisi gibi bir takım hadisler de hac­cm farziyetinin delilini göstermektedir. İslâm'a dair soru sorması üzerine Resulullah (s.a.) kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı zikretmiştir. Dimâm'ın Hz. Peygamberin yanına geliş vakti hakkında ise görüş ayrılığı var­dır. Hicretin 5. yılında geldiği söylendiği gibi 7. yılında veya 9. yılında geldiği de söylenmiştir.

İbni Abdil-Berr der ki: Haccm hemen farz olmadığının delillerinden birisi de ilim adamlarının bir yıl, iki yıl veya buna yakın bir zaman haccetmeye gücü yettiği halde erteleyen kimseye eğer gücü yettiği andan itibaren bir kaç yıl son­ra haccedecek olursa fasık demlemeyeceği ve üzerindeki farzı vaktinde eda et­miş olacağı üzerinde icma etmeleridir. Bu ilim adamlarının kimine göre zama­nı çıkıncaya kadar namazını kılmayıp vakti çıktıktan sonra namazını kaza eden kimse gibi değildir. Hastalık yahut yolculuk sebebiyle Ramazan orucunu tutmayıp da sonradan onu kaza eden veya yine haccını ifsat edip sonradan onu kaza eden kimse gibi de değildir. Gücü yettiğinden itibaren bir kaç yıl sonra hacca giden kimseye, "Sen sana farz olan bir ibadeti kaza ediyorsun" demleme­yeceği hususunda ilim adamları icma ettiklerine göre biz de haccın vaktinde bir genişlik olduğunu ve bunun fevren (hemen acele olarak) değil, terâhî (ra­hatlık ve genişlik içinde) üzere farz olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve iki görüşlerinden tercihe değer olan görüşlerine göre Malikîlerle Hanbelüer derler ki: Güç yetirebilme ve vücubun diğer şartları gerçekleştikten sonra hac derhal ilk senede o kimseye farz olur. Yani haccetme­si mümkün olan kimsenin ilk vakitte haccetmesi gerekir. Haccmı bir kaç yıl ge­ciktirdiği takdirde fasık olur ve şahitliği reddedilir. Çünkü onu ertelemek kü­çük bir masiyettir. Bunu bir defa işlemekle ise -ısrar üe bunu sürdürmediği sü­rece- fasık kabul edilmez. Çünkü Hanefüerin de belirttiği gibi buna dair delilin zannî olması sebebiyle, haccm edasının fevrî (derhal) olması da zannîdir. Buna delil olarak da Yüce Allah'ın, "Ona bir yol bulabilenlerin haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." ayeti ile, "Haccı ve umreyi Allah için tamam­layınız." (Bakara, 2/196) buyruğunu gösterirler. Yine bir kısmı şunlar olan bazı hadis-i şerifleri de delil göstermişlerdir: "Haccedemez hale düşmeden önce haccediniz." [211]; "Hacca -yani farz olan haca edaya- acele ediniz. Çünkü sizden hiç bir kimse neyle karşı karşıya kalacağını bilemez." [212]; "Bir hastalık yahut açık bir ihtiyaç veya açık bir zorluk ya da zalim bir insan tarafından engellenmediği halde haccetmeyen bir kimse dilerse Yahudi ölsün, dilerse Hristiyan." [213] Az önce geçen Tinnizî'nin rivayeti ise şöyledir: "Her kim kendisini Allah'ın evine ulaştı­racak azık veya binek sahibi olur da haccetmezse artık o dilerse Yahudi dilerse Hristiyan ölebilir. Çünkü Yüce Allah Kitabında, "Ona bir yol bulabilenlerin haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." diye buyurmaktadır."'[214]

İşte bu haberler de diğerleriyle birlikte haccın fevren (derhal) farz oluşuna delildir. Çünkü haccı mümkün olan ilk vakitten sonraya erteleyen kimseler hakkında tehdidi söz konusu etmektedirler. Zira Hz. Peygamber, "Kim de sahip olur... ve haccetmezse" diye buyurmaktadır. Yani azık ve bineğe sahip olmanın akabinde, araya bir boşluk koymaksızın haccetmezse demektir.

İlim adamları Yüce Allah'tan, "Ona bir yol bulabilenlerin onu haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." buyruğunun erkek, dişi bütün in­sanlara yönelik -küçükleri müstesna- bir hitap olduğunu icma ile kabul etmiş­lerdir; çünkü küçükler mükellef değildirler.

Güç bulunabildiği takdirde bazan, alacaklı gibi, kişiyi haccetmekten alıko­yan bir engel bulunabilir. Böyle bir alacaklı, borcunu ödeyinceye kadar kişiyi hacca çıkmaktan engelleyebilir. Yahut da nafakalarını sağlaması gereken çoluk çocuğu bulunabilir. Bir kimsenin yanlarında olmayacağı süre boyunca nafaka­larını sağlaması gereken çoluk çocuğu bulunursa, yanlarında hazır bulunma­yacağı süre boyunca onlara gereken nafakayı sağlamadıkça haccetme mükkele-fiyeti yoktur. Fukaraya öncelik tanımak daha uygundur. Nitekim Peygamber (s.a.) Ahmed, Ebu Davud ve diğerlerinin İbni Amr'dan rivayetlerine göre şöyle buyurmuştur: "Geçimlerini sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmek günah olarak bir kişiye yeter." Aynı şekilde zayi olmalarından korktuğu ve ken­dilerine bakacak kimseleri bulunmayan anne ve babası için korkanın durumu da böyledir. Böyle bir kimse de hacca yol bulamamış demektir. Yalnızlık dolayı­sıyla eğer onu engellemeye kalkışırlarsa buna iltifat edilmez. Erkek hanımını haccetmekten alıkoymak isterse sahih olan görüşe göre bu kadın haccedemez.

Kadının mahremi yahut kocası yanında değilse ona haccetmek farz değil­dir. Çünkü Resulullah (s.a.) Buharî ile Müslim'de yer alan İbni Ömer yoluyla gelen hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden herhangi bir kadının beraberinde kendisiyle evlenmesi haram olan yakın bir akrabası yahut da kocası olmadığı sürece üç günlük bir mesafeden fazla bir ye­re yolculuk yapması helâl değildir." O bakımdan kadının beraberinde kocası veya mahremi olmadığı sûrece haccetme hakkı yoktur.

Acaba Kabe'den uzak olan bir kimse için yürüyerek güç yetirebilmek söz konusu mudur? Şafiîlerle Hanbelîler derler ki: Yürüme imkânı bulmakla bir­likte binek ve azık bulamayan Beytullah'tan uzak fakir bir kimse için hac yü­kümlülüğü yoktur. Bununla birlikte haccedecek olursa İslâm haccının yani farz olan haccın yerini tutar.

Malik'ten nakledildiğine göre yürüme imkânını bulursa, yahut kazanabil­me gücü olursa veya yürüme gücü olmakla birlikte azık ve binek bulamayacak olursa böyle bir kimsenin haccetmesi farz olur.

Hac ömürde yalnız bir defa farzdır. Çünkü ayet-i kerimede tekrarı gerekti­ren bir ifade yoktur. Ahmed ve Nesafnin İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine gö­re Akra' b. Habis Resulullah (s.a.)'a, "Ey Allah'ın Rasulü, hac her yıl mı (farz) dır yoksa (ömürde) bir defa mı?" diye sorar, Resulullah (s.a.), "Hayır, bir defa. Her kim daha fazla yaparsa bu tatavvudur." diye buyurmuştur.

İmam Malik Cumhur'a aykırı olarak hacda niyabeti (bedeli, vekâleti) caiz kabul etmemektedir. Ona göre bir kimsenin başkasının yerine haccetmesi ye­terli olmaz. Çünkü başkasının haccı eğer onun üzerinden farzı kaldıracak olur­sa ayet-i kerimede sözü geçen, "Artık kim de inkâr ederse muhakkak Allah âlemlere muhtaç değildir." buyruğunda yer alan tehdidi de kaldırması gerekir­di. Hasta ve bineğin üzerinde durabilecek gücü bulunmayan kimseden ise hac­cın farziyeti Malik'in görüşüne göre kesinlikle sakıt olur. İster mal mukabili ve­ya ister karşılıksız olsun, kendisinin yerine haccedebilecek birisini bulabilmesi ile bulamaması arasmda da fark yoktur. İmam Malik buna dair Yüce Allah'ın, "İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (Necm, 53/39) ayetini delil gösterir. Bineği üzerinde duramayan bir kimse ise yürüyemez. Çünkü buna gücü yok­tur. Hac ise gücü yeten kimse için farzdır.

Fakat Malikîler buna dair vasiyette bulunduğu takdirde ölmüşün yerine haccetmek üzere parayla bir kişiyi tutmayı caiz kabul ederler. Onlara göre hac­cetmek üzere tuttukları kimse kendisi için farz olan haccı eda etmemiş olsa da­hi bu kişinin ücretle tutulması caizdir.

Bunların görüşüne göre malı olduğu halde haccetmeden ölen yahut bir özür sebebiyle haccedemeyecek kadar hasta olan bir kimsenin yerine başkası­nın vekâleten haccetmesi caizdir. Çünkü İmam Ahmed ile birlikte Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet ettiği İbni Abbas tarafından gelen hadiste şöyle denilmek­tedir: Has'amlılardan bir kadın, "Ey Allah'ın Rasulü benim babam oldukça yaş­lı iken haccetmesi farz oldu. Bineğinin üstünde doğru dürüst duramıyor dedi. Hz. Peygamber, "Sen onun yerine haccet!" diye buyurdu. Söz konusu bu izin Ve­da Haccında olmuştu. Bir başka rivayette şöyle denilmektedir: "O devesinin sırtında dimdik duramıyor." Peygamber (s.a.) de şöyle buyurdu: "Sen onun yeri­ne haccet. Ne dersin, o babanın üzerinde ödenmesi gereken bir borç bulunsaydı, sen onu öder miydin?" Kadın, "Evet, deyince Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha bir uygundur." Böylelikle Hz. Peygamber ki-zuıın kendisine itaat etmesi sebebiyle ve kendiliğinden onun adına haccetmeyi kabul etmesi sebebiyle o kimseye haccetmeyi farz kıldı. Buna göre onların malî bakımdan güç yetirebiliyor ise kendisinin yerine haccedecek bir kişiyi ücretle tutması caiz olur.

Yabancı bir kişinin, onunla haccetmek üzere bir mal hibe etmesi suretiyle güç yetirebilme durumu tahakkuk etmez ve kişinin böyle bir hibeyi kabul et­mesi icma ile lâzım değildir. Çünkü bu hususta minnet altında kalabilir. Şafiî de der ki: Evlat babasına böyle bir mal hibe edecek olursa onu kabul etmesi ge­rekir. Çünkü kişinin evladı kendi kazancı cümlesindendir ve bu konuda onun minneti altında kalması söz konusu değildir. Malik ve Ebu Hanife de der ki: Böyle bir hibeyi kabul etmesi gerekmez. Çünkü bu durumda babalık hürmeti ortadan kalkar. Zira oğlu babasına gereken karşılığı ve mükâfatı eksiksiz ver­miştir, denilebilir.

Diğer taraftan ikinci cüzde Bakara suresinin tefsiri yapılırken hac ve um­reye dair diğer hükümler önceden geçmiş bulunmaktadır. [215]

 

Kitap Ehli'nin Küfürde Israr Etmeleri Ve Allah'ın Yolundan Alıkoymaları

 

 98-De ki: "Ey Kitap Ehli! Allah'ın ayet- lerini niçin inkâr ediyorsunuz? Halbu- ki Allah sizin bütün yaptıklarınıza ta­nıktır."

99- De ki: "Ey Kitap Ehli! Kendiniz şa­hit olup dururken Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek iman edenleri niçin döndürmek istiyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın ayetlerini" Muhammed (s.a.)'in Peygamberliğini ispata delâlet eden Allah'ın belgelerini, "niçin inkar ediyorsunuz. Halbuki Allah sizin bütün yaptıklarınıza tanıktır." Bilen, her şeye muttali olan ve bunun karşılığını ve­rendir.

"Kendiniz şahit olup dururken." Kitabınızda da olduğu gibi razı olunan ve dosdoğru dinin İslâm dini olduğunu bilip dururken. "Allah'ın yolunu eğri gös­termeye yeltenerek..." Haktan uzak olduğunu göstermek isteyerek... Eğrilik, din ve söz gibi manevî hususlarda doğruluktan uzak durmaktır. Burada kasıt ise sapmaktır. "Allah'ın yolundan döndürmek, istiyorsunuz" dininden başkalarını çevirmek demektir.

"Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." Küfür ve yalanlamanızdan gafil de­ğildir, haberdardır. Ancak O, amellerinizin karşılığını vermek için sizi, sizin için tayin etmiş olduğu özel vaktinize erteler. [216]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerîr et-Taberî, Zeyd b. Eslem'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudi Şâs b. Kays -Cahiliye döneminde yaşamış, küfürde aşırıya gitmiş, Müs­lümanlara karşı aşırı derecede kinli ve onları son derece kıskanan bir yaşlı idi. Resulullah (s.a.)'ın Evs ve Hazrec'e mensup ashabından bir grubun oturup ko­nuştuklarını, sohbet ettiklerini gördü. Onların bu toplulukları, bu şekilde kay­naşmaları cahiliye döneminde aralarındaki düşmanlıktan sonra İslâm sayesinde aralarının bu şekilde düzelmiş olması onu öfkelendirdi ve şöyle dedi: "Bu şe­hirde Kayleoğullan'ndan (Evs ve Hazrec'den) ileri gelen bir grup bir araya top­lanmış bulunuyorlar. Eğer onlar belli bir şey etrafında karar kılıp toplanırlarsa bizim onlarla birlikte ilişkilerimiz iyi olmaz."

Bunun üzerinde beraberinde bulunan Yahudilerden bir gence emir vererek şöyle dedi: Onların yanına var, onlarla birlikte otur. Daha sonra onlara Buâs gününü [217] ve o günde cereyan eden olayları hatırlat, bu konuda söyledikleri bir takım şiirleri onlara oku. Buâs ise Evs ve Hazreclilerin biribirleriyle çarpıştık­ları bir gündü. O günde Evsliler Hazreclilere karşı zafer kazanmışlardı.

Söz konusu bu genç Şâs'm dediklerini yaptı. Onun üzerine orada bulunan­lar ileri-geri konuşmaya başladılar. Birbirleriyle anlaşmazlığa düştüler, karşı­lıklı övünmeye koyuldular. Nihayet her iki kabileden birer kişi, Evslilere men­sup Hâriseoğullanndan Evs b. Kayzi ile Hazreclilere mensup Selimeoğullarm-dan Cabir b. Kays adındaki iki kişi ileri atıldılar. Biribirlerine karşılıklı sözler söylediler. Onlardan birisi ötekine, "Arzu ettiğin takdirde ben bunu genç bir di­şi deve halinde döndürürüm (yani savaşı yeniden başlatırım)" dedi.

Her iki topluluk da birbirlerine kızdılar ve, "Gidin! silahlarınıza sarılın. Haydi Medine dışındaki düzlükte ez-Zahire denilen yerde buluşalım." dediler. (Burası da kara taşlıklı Harre'nin bir bölümüydü.) Oraya çıkıp gittiler. Evs ve Hazrec cahiliye dönemindeki iddiaları etrafında bir araya geldiler.

Resulullah (s.a.) durumu haber aldı. O da beraberlerinde bulunan muha­cirlerle birlikte çıktı ve nihayet yanlarına varıp şöyle dedi:

"Ey Müslümanlar! Ben aranızda bulunuyor iken Allah sizleri İslâm ile şe­reflendirdikten ve İslâm sayesinde cahiliye ile olan bağlarınızı, cahili işlerinizi koparıp attıktan, sizi birbirinizle ısındırdıktan sonra cahiliye davasını mı gü­decek ve önceki halinize kâfirler olarak geri mi döneceksiniz? Allah'tan korkun, Allah'tan!" Bu sefer yaptıkları bu işin şeytandan bir dürtü sonucu, düşmanları­nın bir tuzağı olduğunu fark ettiler. Ellerindeki silâhı bırakıp ağlaştılar. Biri diğerinin boynuna sarıldı, sonra dinleyip itaat edenler olarak Resulullah (s.a.) ile birlikte geri döndüler.

Bunun üzerine şanı yüce Allah, "Ey iman edenler", yani Evs ve Hazrecli-ler, "eğer siz Ehl-i kitaptan bir zümreye itaat edecek olursanız" yani Şâs ve ar­kadaşlarına uyarsanız "sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak döndürürler." (Âl-i îmran, 3/100) ayetini indirdi.

Cabir b. Abdullah dedi ki: Bu işimizi görmesini en çok istemediğimiz kişi Resulullah (s.a.) idi. O bize eliyle işaret etti, biz de yaptıklarımızdan vazgeçtik, Allah da aramızdaki durumu düzeltti. O bakımdan Resulullah (s.a.)'tan daha çok sevdiğimiz bir kimse yoktur. Ben kendimiz için baş tarafları o günden daha çirkin fakat sonları da o günden daha güzel bir gün görmedim[218]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin delillerini ortaya koy­duktan, onların buna itirazlarını zikredip bu konudaki şüphe ve iddialarını çü­rüttükten sonra küfür üzere ısrarlarını ve Allah'ın dininden insanları alıkoyuş-lannı yermektedir. Bunu yaparken de "Ey Kitap Ehli" hitabını kullanmaktadır. Böylelikle yumuşak bir üslûpla Muhammed (s.a.)'in davetine karşı tutumlarını değiştirmeye, risaletine iman etmeye davet etmek istemiştir. Onlar onun doğru söylediğini ve getirdiklerinin de doğruluğunu bilebildikleri halde bu olumsuz tavırlarında ısrar etmekten vazgeçmelidirler. [219]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed! Onlara dedi ki: Ey Kitap Ehli, ne diye Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz; bunun sebebi nedir? İslâm çağrısını red şeklindeki bu tavrı­nıza deliliniz nedir? Aklı, kâinattaki olaylara dikkat etmek suretiyle tekâmül ettiren, ahlâk ile ruhu arındıran, güzel ve salih amellerle insanın seviyesini yükselten iman yolundan müminleri alıkoymanızın sebebi nedir?

Kıskançlık, üstünlük, büyüklük duyguları, batıl şüpheleri yerleştirme ar­zuları üzerinde yükselen bu inatçı tutumunuzla sizler, hak yolundan sapmak ve hidayet üzere dosdoğru yoldan ayrılmak istiyorsunuz. Halbuki sizler Mu-hammed'in peygamberlik iddiasındaki doğruluğunu tam anlamıyla bilmektesi­niz. Daha önce ona dair verilen müjdeleri de bilmektesiniz. Sizler ona ait nite­likleri değiştirdiniz, tahrif ettiniz. Allah'a karşı yalan uydurdunuz. Allah ise si­zin yaptıklarınızdan, sizin tuzaklarınızdan, düzenlerinizden gafil değildir. Bun­ların karşılığında O, sizi cezalandıracaktır.

Birinci ayetin Yüce Allah'ın, "Allah sizin bütün yaptıklarınıza tanıktır." buyruğu ile sona ermesinin sebebi şudur: Orada sözü geçen küfür ve inkâr olan amel, açık ve tanık olunan bir iştir. İkinci ayetin, "Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." buyruğu ile sona ermesinin sebebi ise İslâm'dan alıkoymanın hile ve desise yoluyla gerçekleştirilmek istenmesi dolayısıyladır.

Yüce Allah'ın, "Ey Kitap Ehli" buyruğu yumuşak ve ince bir üslûpla onları azarlamak, ellerinde bulunan sahih kitaplarının asıllarına uygun düşen İslâm davasını kabul ederek Müslümanlara katılmaya meylettirmek içindir. Birinci ayet-i kerime onları sapıklıktan alıkoymak içindir, ikincisi ise başkalarını sap­tırmaktan vazgeçmeleri içindir. [220]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İlâhî dinlerin asılları birdir, amaçları da birdir. Ulûhiyete, tevhide, yüksek ahlâk ve fazilete davet yolları ile yalnızca Allah'a ibadet çağrılan için izledikle­ri yolları da birdir. O bakımdan çeşitli dinlere tabi olanlara düşen, ellerinde din adına bulunanlara taassupla yapışmaksızın bir araya gelmektir. İslâm dini se­mavî risaletlerin sonuncusu olduğuna göre bundan önce gelmiş sair dinlerin mensuplarına düşen ise bu dinin sancağı altında bir araya gelmektir. Ta ki iman ordusu tek bir savunma hattında, tek bir safta şirk ve putperest bloğun karşısında yer alabilsin. Müslümanlar ise peygamberler arasında fark gözet­meksizin bütün peygamberlere iman edenlerdir. Allah'ın o peygamberlere in­dirdiği bütün kitaplara, sahifelere ve bütün emir ve yasaklara iman edenlerdir.

İşte Kitap Ehli'ni inat ve kıskançlıklarından vazgeçilip davetini çabucak kabule çağırırken, Kur'an-ı Kerim'in çağrısını odaklaştırdığı esas nokta budur. Bu iki ayet-i kerime hakka karşı inatları dolayısıyla Yüce Allah'ın Kitap Ehli'­ni yumuşaklık ve ince bir üslûpla azarlayıp tutumlarını yerme şekillerinden bi­risini ortaya koymaktadır. Bu azarlama ve yermenin bir diğer sebebi de onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleridir (Söz konusu bu ayetler Kur'an-ı Kerim ve onun ihtiva ettiği Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin delilleridir.). Diğer ta­raftan, onlar iman ehlinden olup Allah'ın yolunu izlemek isteyenleri bütün gayretleriyle ve her türlü hile ve desiseleriyle bu yoldan alıkoymak istemekte­dirler. Halbuki onlar Rasulün getirdiklerinin Allah'tan gelmiş bir hak olduğu­nu ve yanlarında önceki peygamberlerin son peygamber Muhammed (s.a.)'e da­ir müjdelerini bile bile bunu yapmaktaydılar.

Bu iki ayet-i kerimede onların tehdide hak kazandıklarını, bütün komplo­larının boşa çıktığının açıkça ilân edildiğini görüyoruz. Bütün aldatma türleri, yerleştirmek istedikleri şüpheler ve çeşitli türleriyle tuzakları açığa çıkarıl­maktadır. Çünkü Yüce Allah onların bütün bu yaptıklarına tanıktır, onların tu­zaklarından gafil değildir. Yalanlamaları, inkâr ve inat damgasını taşıyan ol­dukça anlamsız ve garip tavırları ve kötü amelleri dolayısıyla onları cezalandı­racaktır.

Evet bu, vakit geçmeden önce dünyadaki bir uyandır. Kişilerin kendilerini sapıklığa, başkalarını da saptırmaya sevk eden nefsî nevaların en özel halle­rinden olan kıskançlık, inat ve kibir gibi heva ve hevesler doğrultusunda sap­maya karşı bir sakındırma ve uyarmadır. [221]

 

Müminlerin, Kişiliklerini Korumaya, Kur'an'a Ve İslâm'a Sarılmaya Yöneltilmesi

 

100- Ey iman edenler! Eğer siz Kitap Ehli'nden bir zümreye itaat edecek olursanız sizi imanınızdan sonra kâfir­ler olarak döndürürler.

101- Size Allah'ın ayetleri okunup dur­makta ve Onun peygamberi de içinizde iken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah (m dinin)'a sımsıkı tutunursa muhak­kak ki dosdoğru yola iletilmiş olur.

102- Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz.

103- Hepiniz toptan Allah'ın ipine sım­sıkı sardın. Parçalanıp ayrılmayın. Al­lah'ın üzerinizdeki nimetini de hatırla­yın. Hani siz düşmanlar idiniz de o kalplerinizi birleştirmişti ve O'nun ni­meti ile kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarında iken ora­dan da sizi O kurtardı. İşte Allah hida­yet bulaşınız diye size ayetlerini böyle­ce apaçık bildiriyor.

 

Belagat:

 

"Nasıl inkâr edersiniz?" Bu soru hayret ve azar ifadesi taşımaktadır. Kur*an-ı Kerim'in okunmasına ve peygamberin aralarında bulunmasına rağmen kâfir olmalarının uzak bir ihtimal olduğunu ifade etmektedir.

"Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın." Bu açık bir istiaredir. Kur*an-ı Kerim "ip"e benzetilmektedir. Kendisine benzetilen olan ip, benzetilen Kur"an-ı Kerim hakkında istiare olmak üzere -her ikisindeki kurtarıcı özelliği­nin ortak olması dolayısıyla- kullanılmıştır.

"Ateşten bir çukur kenarında iken." Bu da temsilî bir istiaredir. Onların ca-hiliye dönemindeki durumları oldukça derin bir çukurun kenarına gelmiş kim­selerin durumuna benzetilmektedir. [222]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'tan nasıl korkmak gerekirse" yani gereken sebatı göstermek suretiy­le. Korkmak (tukât) takva ile eş anlamlıdır. Gerçekten sakınmayı ifade eder. Yani kendisine itaat edip asi olmamak, şükredip küfür ve inkâra sapmamak ve unutmamak suretiyle Allah'tan gereken şekilde "öyle korkun." Ashab, "Ey Al­lah'ın Rasulü, buna kimin gücü yeter ki?" deyince bu, Yüce Allah'ın, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkun." (Tegâbun, 64/16) buyruğu ile nesholundu.

"Allah'ın ipine" ifadesinden kasıt ahit, din, Ku/an-ı Kerim ve İslâm'dır. Bütün bunlar da eş anlamlıdır, "sımsıkı sarılın," yapışın. "Bir çukur kenarında iken." Bu helak olmaya yakınlığı anlatmak için verilen bir örnektir. Yani cehen­nem ateşine düşmeniz için geriye sadece kâfir olarak ölmenizden başka bir şey kalmamışken demektir, "oradan" iman ile "sizi o kurtardı. İşte..." sözü geçenle­ri size açıkladığı gibi ayetleri Allah böylece açıklar. [223]

 

Nüzul Sebebi

 

el-Firyâbî ve İbni Ebî Hatim İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: Cahiliye döneminde Evs ile Hazrec kabileleri arasında çok kötü olay­lar geçmişti. Onlar (İslâm geldikten sonra) bir arada otururlarken aralarında cereyan eden olayları, kızıp hiddetlenecek noktaya gelene kadar anıp durdular. Kimisi kimisine karşı silah dahi çekti. Bunun üzerine, "Nasıl Allah'ı inkâr edersiniz?" ayeti ve ondan sonraki ayet-i kerime nazil oldu. Bu da bundan önce­ki iki ayet-i kerimenin nüzul sebebini açıklarken zikredilen rivayeti destekle­mektedir. [224]

 

Açıklaması

 

Allah müminleri kâfirlere itaat etmekten, onların aldatma ve saptırma­larına kanmaktan -Kitap Ehli'ni küfürleri dolayısıyla ve Allah'ın yolundan insanları alıkoymaları sebebiyle azarladıktan sonra- sakındırmaktadır. Buna sebep ise İslâmî kişiliğin tutarlılığı ve bu kişiliğin diğerlerinden ayrı ve ba­ğımsız halini korumaktır. Bundan önce ise Kitap Ehli Allah'ın dosdoğru yo­lundan sapmış bulunuyordu. Bu genel hususu aşağıdaki şekilde açıklayabili­riz:

Ey Müminler! Fitneyi körükleyen, sönmüş cahiliye ateşini alevlendiren hususlarda şu Yahudilere itaat edecek olursanız, imandan sonra sizleri küfre, birlikten sonra tefrikaya, ayrılığa, sevgi, samimiyet ve içten bağlılıktan sonra da tiksintiye, kin ve düşmanlığa döndürürler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Kitap Ehli'nden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan son­ra kâfirler olarak geriye döndürmek ister." (Bakara, 2/109). Küfür ise ahireti kaybetmeye sebep olduğundan, dinî bakımdan bir helak oluştur. Dünyada ise kötü gidişe ve kötü geçime sebeptir. Fitneleri, düşmanlıkları ve kini körükledi­ğinden dolayı dünyada da bir helak oluştur.

Nasıl olur da Allah'ı inkâr edersiniz? Sizin bundan uzak olmanız gereki­yor. Size gösterdikleri şekilde nasıl olur da kâfirlere itaat edersiniz? Halbuki siz şu iki özelliğe sahipsiniz: Birincisi gece gündüz Rasulüne indirilen Allah'ın ayetlerinin okunmasıdır. Size bu ayetleri o okumakta ve tebliğ etmektedir. Bu ayetler mucize olduğu apaçık olan Kur'an-ı Kerim'in ayetleridir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye davet edi­yor ve sizden misakınızı (ahdinizi) almış bulunuyorken ne diye Allah'a iman et­mezsiniz? Eğer gerçekten müminler iseniz..." (Hadîd, 57/8).

İkinci husus, davetini destekleyen harikulade mucizeleri açıkça göstermiş bulunan Rasulün aranızda, varlığıdır. Bu iki halin varlığı küfür ve inkâra aykı­rıdır. Bunun anlamı, onlar gerçekten saptılar da bu bakımdan azarlandılar de­mek değildir. Çünkü onlar mümin kimselerdi. Bundan dolayı iman nitelikleri söz konusu edilerek "ey iman edenler" diye kendilerine seslenilmiştir [225]

Allah'a ve Kitabına sımsıkı sarılan, onun dinine sıkı sıkıya yapışıp Allah'a tevekkül eden bir kimse hidayeti elde etmiş, sapıklıktan uzaklaşmış, doğrulu­ğun ve gerçeğin yolunda yürümüş ve arzu edileni gerçekleştirmiş demektir.

Daha sonra Yüce Allah müminlere gerçekten takvaya yapışmalarını em­retmektedir. Bu ise görevlerini, farklarını ifa etmek, yasaklardan da kaçınmak suretiyle olur. Bu da güç yettiğince bütün masiyetlerden uzak durmak, emirle­re de uymakla olur. Nitekim Yüce Allah, "Gücünüz yettiğince Allah'tan kor­kun." (Teğâbün, 64/16) diye buyurmaktadır. Resulullah (s.a.) da şöyle buyur­muştur: Size yasakladığım şeyden uzak durunuz. Size emrettiğim şeyi de gücü­nüz yettiğince yerine getiriniz." [226] İbni Mes'ud da şöyle demiştir: "Allah'tan ge­reği gibi korkmak, ona itaat etmek, unutmaksızm onu anmak, inkâr ve nan­körlük etmeksizin ona şükretmekle olur." [227] İbni Abbas da der ki: "Bu, bir göz açıp kapayacak kadar bir süre dahi Allah'a asi olmamak demektir."

Müfessirlerin naklettiklerine göre bu ayet-i kerime nazil olunca Ashab-ı kiram, "Ey Allah'ın rasulü buna (Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkmaya) kimin gücü yetebilir ki?" dediler ve bu onlara ağır geldi. Bunun üze­rine Yüce Allah da, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunu indir­di ve bu ayet-i kerimeyi neshetti. Mukatil der ki: Âl-i İmran suresinde bu ayet dışında mensuh ayet yoktur. Ancak daha uygunu ise Yüce Allah'ın, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunun bu ayet-i kerimeyi beyan sadedin­de olduğudur. Yani, sizler gücünüz yettiğince Allah'tan nasıl korkmak gereki­yorsa öylece korkunuz, demektir. Çünkü nesih ancak nasların bir arada anla­şılması mümkün olmadığı durumlarda söz konusu olur. Burada ise iki nassı bir arada anlamamız mümkündür. O bakımdan bunu kabul etmek daha uygundur.

Daha sonra Yüce Allah onlara şöyle bir yasak getirmektedir: Bütün benliğinizle Allah'a ihlâsla bağlanmadıkça ölmeyiniz. Yani sizler ölüm vaktiniz geldiğinde ancak İslâm hali üzere olunuz. Bu ise baştan itibaren ve devamlı su­rette İslâm üzere kalmaya, bu konuda eli çabuk tutmaya bir teşviktir. Sağlığı­nız ve esenliğiniz halinde bunu korumanız için bir teşviktir. Böylelikle bu hal üzere ölmeniz mümkün olabilsin. Yoksa "İslâm'a girmedikçe ölmeniz yasaktır" gibi bir anlamda değildir. Burada istenen, ansızın ölüm gelmeden önce İslâm dinine uymaktan ibarettir.

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın Kitabına ve Allah'ın insanlara olan ahdi­ne sımsıkı sarılmayı emretmekte ve bu konuda ayrılığa düşmeyi ebediyen ya­saklamaktadır. Her zaman için Allah'a ve Rasulüne itaat etrafında toplanma­ya, buna bağlı kalmaya çağırmaktatır. Allah'ın ipi, iman, itaat ve Kur'an-ı Ke­rim gereğince amel etmektir. Çünkü Tirmizî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kur'an Allah'ın sapasağlam ipidir, O'nun apaçık nu­rudur. O'nun hayret verici özellikleri bitip tükenmez; insanların ondan bilmele­ri gereken şeylerin sonu gelmez. Defalarca okunup durmasına rağmen eskimez, her kim ona uygun söz söylerse doğru söyler, her kim onunla hükmederse adalet uygular, her kim gereğince amel ederse doğruyu bulur. Her kim ona sımsıkı ya­pışırsa o da dosdoğru yola iletilmiş olur."

Daha sonra Allah'ın Araplara ihsan etmiş olduğu en büyük nimeti onlara hatırlatılmaktadır. Bu ise tefrikadan sonra birlik ve bir araya gelmek, düşman­lık ve adaletten sonra, biribirlerini öldürmekten, güçlünün zayıfa musallat ol­masından sonra birleşip kaynaşmak, küfür ve şirkten sonra iman kardeşliği­dir: "Müminler ancak kardeştir." (Hucurat, 49/10). Şirk ve putperestlik sebebiy­le ateşin ve helak olmanın kenarına yaklaşmış iken insanların efendileri, dün­yanın liderleri olmalarıdır. Allah İslâm sayesinde onları yok olmaktan, helak olmaktan kurtarmıştır: "Şayet siz Allah'ın nimetlerini sayıp dökmeye kalkışır­sanız onları sayıp dökemezsiniz." (İbrahim, 14/34).

Evs ve Hazreclilerin bir bölümünü teşkil ettikleri Araplar arasında cahili-ye döneminde pek çok savaşlar olmuştu. Aralarında ileri derecede düşmanlık, kin ve kötü duygular vardı. Bunlar sebebiyle uzun süre birbirleriyle çarpışıp durdular. Allah İslâm'ı gönderince bu dine giren girdi ve bunlar Allah'ın aza­meti sayesinde birbirini seven kardeşler, Allah uğrunda birbirlerini gözeten kimseler, iyilik ve takva üzere biribirleriyle yardımlaşan kişiler oldular. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurdu: "O seni yardımıyla ve müminlerle destekleyen­dir. Onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsaydın yine de onların kalbini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup birleştirdi." (Enfal, 8/63).

Bu ayetlerde Yahudilerin size karşı içlerinde gizlediklerini, size verdiği emirleri ve yasakları, cahiliye döneminde iken üzerinde bulunduğunuz hali, İs­lâm'dan sonra da vardığınız noktayı, Rabbinizin size bu ayetlerde gayet açık bir şekilde beyan ettiği gibi, diğer ayetlerini de Rasulüne indirdiği ayet ve bel­geleriyle böylece açıklamaktadır. Ta ki bununla daimî bir hidayete nail olası­nız, hidayetiniz artıp dursun. Ve ta ki ayrılık ve düşmanlıktan sonra tekrar ca-hilî ortama, putperestliğe ve şirke, sapıklığa geri dönmeyesiniz. [228]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler bizlere aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- İslâm! kişiliği ve onun ayırıcı özelliklerini korumak, Müslüman olma­yanlara tabi olmaktan, onların görüşlerine kulak vermekten sakınmak, onların ileri sürdükleri görüşler üzerinde derinliğine düşünmemek. Ta ki onların tel­kin ettikleri görüşler zarara, şirke ve fesada ya da ayrılığa, anlaşmazlığa ve bö­lünmeye götürmesin.

2- Müslümanlar arasında baş gösterebilecek anlaşmazlık yahut görüş ay­rılıkları hakkında Kur'an ve sünnetin hükmüne baş vurmak. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Eğer herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşer­seniz bunun hükmünü Allah'a havale ediniz." (Şûra, 42/14); "Herhangi bir iş hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onu -eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız- Allah'a ve Rasulüne döndürünüz. Bu hem daha hayırlı, hem sonuç itibariyle daha güzeldir." (Nisa, 4/59).

3- Kur*an'a, Yüce Allah'ın dinine sımsıkı sarılıp yapışmak. Helâliyle hara-mıyla Allah'ın hükümleri etrafında tek vücut olup kenetlenmek, Müslümanla­rın korunması gereken değerlerini korumak, ülkelerini de saldırganların saldı­rısına karşı korumak kasdıyla hedef ve gaye birliği etrafında bir araya gelmek. Çünkü İslâm ümmetinin sahip olduğu esaslar kadar herhangi bir toplum, çe­şitli kesim ve bireylerini bir araya getirip toplayabilmek için gerekli esaslara sahip olabilmiş değildir. Fakat bu ümmet maalesef şu anda söz birliğinden, saf­ların birliğinden, gaye ve metod birliğinden en uzak bir ümmet haline gelmiş­tir. Söz konusu bu esaslar ise Kur*an-ı Kerim'in ayetlerinde ve Resulullah (s.a.)'ın bıraktığı eserde açıkça ortadadır. Katade der ki: Bu ayet-i kerimede ga­yet açık iki alâmet vardır. Bunlar Allah'ın Kitabı ve Allah'ın peygamberidir. Al­lah'ın peygamberi geçip gitti, Allah'ın Kitabı ise kendi katından bir rahmet ve bir nimet olmak üzere bu ümmetin arasında Allah tarafından sürekliliği korundu. Allah'ın helâli ve haramı oradadır. Allah'a neyin itaat, neyin masiyet olduğu da orada bildirilmiştir.

4- İçtihadî meselelerde, farzların anlaşılıp ortaya konmasında, şeriatın manalarının inceliklerini ilgilendiren hususlarda olduğu takdirde anlaşmazlık yerilmiş değildir. Sahabe de çeşitli olaylara dair hükümlerde ihtilâf etmişlerdir. Bununla birlikte onlar biribirleriyle ülfet halindeydiler, kaynaşmış haldeydiler. Yine ihlâsla ümmetin maslahatını gerçekleştirecek hususlara dair karşılıklı görüş ortaya koyulurken baş gösteren anlaşmazlıklar da yerilmemiştir. Ayet-i kerimede cüzi hususlarda, feri konularda ve kamu maslahatına olan şeyleri tespit ve takdir etmekte anlaşmazlığın haram olduğuna dair bir delil yoktur. Asıl yerilen anlaşmazlık, hevalara ve değişik maksatlara tabi olmak ile ilgili­dir. Yani, ilişkileri kesmeye, birbirine sırt çevirmeye ve çarpışmaya götüren an­laşmazlıklardır. Tirmizî Ebu Hureyre (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedir: "Yahudiler yetmiş bir yahut yetmiş iki fırkaya ay­rıldılar. Hristiyanlar da bu şekilde ayrıldılar; benim ümmetim de yetmiş üç fır­kaya ayrılacaktır." [229] Tirmizî bu hadisi ayrıca İbni Ömer'den de şu fazlalıkla nakletmektedir: "Bunların hepsi ateşte olacaktır. Bundan bir tanesi müstesna." Ashab, "Bu hangisidir, ey Allah'ın rasulü" diye sorunca, O da, "Benim ve asha­bımın üzerinde olduğu yoldur" diye cevap verdi.

5- Yüce Allah kendi kitabının ve peygamberinin sünnetine sımsıkı yapış­mayı, anlaşmazlık halinde onlara baş vurmayı bize farz kılmıştır. İtikat ve amellerimizle Kitap ve Sünnete sımsıkı yapışma ilkesi etrafında toplanmamızı emretmiştir. Bu da söz birliğinin gerçekleşmesine ve din ve dünya maslahatını gerçekleştiren değişik ve dağınık işlerin düzenli bir şekilde bir araya gelmesine -açıkladığımız şekilde- anlaşmazlıklardan uzak kalmaya sebeptir. Yüce Allah bununla birlikte nimetlerini hatırlamayı da emretmektedir ki, bunların en bü­yüğü İslâm'dır; peygamberi Muhammed (s.a.)'e tabi olmaktır. Çünkü düşman­lık ve tefrika O'nun sayesinde ortadan kalkmıştır, sevgi ve kaynaşma O'nunla gerçekleşmiştir. [230]

 

Ma'rufu Emretmek, Münkerden Alıkoymak Ve Ayrılığa Düşme Yasağının Pekiştirilmesi

 

104- Sizden hayra çağıran, iyiliği emre­den, kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenle­rin ta kendileridir.

105- Siz kendilerine apaçık deliller gel­dikten sonra parçalanıp ihtilâfa dü­şenler gibi olmayın. İşte onlar için bü­yük bir azap vardır.

106- O günde kimi yüzler ağaracak, ki­mi yüzler kapkara olacaktır. Yüzleri kapkara olanlara (denir ki): "Siz imanı­nızdan sonra kâfir oldunuz ha?! O hal­de kâfir olmanızdan ötürü azabı tadın!"

107- Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rah-metindedirler. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.

108- Bunlar sana hak ile okuduğumuz Allah'ın ayetleridir. Allah âlemlere zul­metmek istemez.

109-  Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır; bütün işler yalnız Al­lah'a döndürülür.

 

I'râb:

 

"O gün kimi yüzler ağaracak." Bu ya, "Ey Muhammed yüzlerinin ağaracağı o günü hatırla!" takdirindedir ya da bir önceki ayetin sonunda yer alan, "İşte on­lar için büyük bir azap vardır." buyruğu ile ilgili olarak, "Onlar için bir takım yüzlerin ağaracağı o günde büyük bir azap söz konusu olacaktır" takdirindedir.

"Siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz ha?!" Yani onlara, "Siz... kâfir oldu­nuz ha!" denilecektir. Araplarda bu şekilde hazf (söylenmeksizin bırakılan söz­ler) çokça görülür. [231]

 

Belagat:

 

Yüce Allah'ın, "İyiliği emreden, kötülükten alıkoyan" buyruğunda mukabe­le tıbâkı vardır.

"İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." buyruğunda sıfat yalnızca mevsufa hasredilmiştir. Çünkü kurtuluşun yalnızca onlara münhasır olduğu belirtilmiştir.

Yine, "ağaracak" ile "kapkara olacak" kelimeleri arasında tıbâk sanatı var­dır.

"Allah'ın rahmetinde" buyruğu mecâz-ı mürseldir. Burada mutlak olarak hal zikredilmekte, ancak mahal kastedilmektedir. Yani onlar cennette olacak­lardır. Çünkü cennet Allah'ın rahmetinin ineceği yerdir.

İşaret edilen ilk cümlede sözünü ettiğimiz bazı belagat alimlerinin tıbâk türlerinden biri olarak kabul ettiği mukabelenin anlamı, iki veya daha fazla birbirine uygun anlamın ifade edildikten sonra, sırasıyla buna mukabil bir ta­kım lafızların getirilmesi demektir. [232]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizden" kelimesi burada, "bir kısmınızı* ifade etmektedir. Çünkü sözü ge­çen davranış farz-ı kifâye olup bütün ümmeti bağlayıcı değildir. Cahil gibi her­kesin yapabileceği işlerden de değildir, "hayra" din ve dünya hususunda insan­ların salah ve menfaatinin olduğu şeylere "çağıran, iyiliği emreden", marufu yani şeriat ve aklın güzel gördüğü şeyi emreden"kötülükten" yani şeriatın ve aklın çirkin gördüğü şey olan münkerden "sakındıran, bir topluluk" belirli bir bağ ile birleşmiş bir cemaat "bulunsun."

"O günde kimi yüzler ağaracak" aydınlanacak ve sevinecek "kimi yüzler kapkara olacaktır" kederlenecek ve üzülecektir. Bunlar ise kıyamet gününde olacaktır.

"Bunlar sana hak ile" yani sabit olan, gerçekleşen, kendisinde hiç bir şüp­he bulunmayan şekilde "okuduğumuz ayetlerdir. Allah zulmetmek istemez." Zu­lüm bir şeyi asıl olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. Bu, zaman ve mekânında bir takım değişiklikler yapmakla olur. [233]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler daha önce geçen Yüce Allah'ın, "Hepiniz toptan Al­lah'ın ipine sımsıkı sarılın" buyruğunu bir açıklama gibidir. Allah'ın ipine sım­sıkı ve topluca sarılma tavsiyesi Yüce Allah'ın "Sizden ... bir topluluk bulun­sun" buyruğunda, "Parçalanıp ayrılmayın" buyruğunda ve "Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler gibi olmayın!" buy­ruğunda yapılmıştır. [234] Yüce Allah bizlere Kur'an'a ve dine dört elle sarılmayı emretmekte, ayrılmayı, parçalanıp dağılmayı da yasaklamaktadır. Bundan sonra da hayra çağırmak, iyiliği emretmek, münkerden de alıkoymak suretiyle sımsıkı sarılmanın yolunu bize açıklamaktadır. İşte bu ayet-i kerime Allah'ı ve ahiret gününü hatırlatmakta, İslâm'a yöneltmekte, sapmaktan, sapıtmaktan korumaktadır. Bundan maksat ise, ümmetin birliğini korumak, ümmet fertle­rini doğruya iletmek, İslâm davasına iman edip o davaya tabi olanlarla ümme­tin sayısını çoğaltmak, güçlenmeye, ilerlemeye ve yükselmeye götüren uygarca her bir hususta ümmet fertlerinin birbirleriyle dayanışmasını sağlamak yolu­nu göstermektedir. Müslim ve Ahmed, en-Nu'man b. Beşimden çoğu kimsenin bildiği şu hadis-i şerifi rivayet etmektedirler: "Karşılıklı sevgilerinde, merha­metlerinde ve birbirlerine şefkatlerinde müminlerin misali bir vücudun misali gibidir. Onun bir azası rahatsızlanacak olursa vücudun diğer kısımları da ateş­lenerek, uykusuz kalarak ona katılır."

Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî de Ebu Musa el-Eş'arî'den, "Müminin mümine karşı durumu birbirini güçlendiren yapının durumu gibidir." hadisini rivayet etmektedirler. [235]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, İslâm ümmetine, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoymakla görevli bir cemaatin oluşturulmasını emretmektedir. İşte bu mü­kemmel insanlar dünya ve ahirette kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Bu ce­maatin sözü geçen anlamda uzmanlaşması iyiliği emredip kötülükten sakındır­manın her bir kimseye kendi durumuna göre farz olmasına mani değildir. Nite­kim Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük (münker) görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle. İşte bu imanın en zayıf halidir." Bir diğer rivayette de, "Bunun gerisinde imandan bir hardal tanesi kadar dahi eser yoktur." diye buyurulmaktadır. Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Huzeyfe b. el-Yemân (r.a.)'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedirler: "Nefsim elinde olana yemin ederim, ya iyiliği emre­der münkerden alıkoyarsınız yahut da fazla zaman geçmeden Allah kendi ka­tından üzerinize bir azap gönderecektir. Sonra ona dua edeceksiniz de O da si­zin duanızı kabul etmeyecektir."

Selef-i Salih'ten herhangi bir kimse bu görevi yapmayı ağırdan almaz, Al­lah yolunda kınayanın kınamasındn çekinmezdi. Hz. Ömer minberde bir hutbe irad ettiği sırada şunları da söylemiştir: "Bende bir eğrilik gördüğünüz takdir­de onu doğrultunuz." Deve çobanlarından biri kalkıp şöyle dedi: "Eğer biz sen­de bir eğrilik görecek olursak kılıçlarımızla onu doğrulturuz."

Ey müminler! Sizler din hususunda tefrikaya düşen, bölük pörçük olan ve pek çok ayrılıklara düşen Kitap Ehli gibi olmayınız. Halbuki onlara daha önce­den kendilerine uydukları takdirde onları dosdoğru yola iletecek apaçık deliller de gelmiş bulunuyordu. Onların bu hale düşmelerinin sebebi ise iyiliği emri, kötülükten alıkoymayı da terk etmeleriydi. O bakımdan dünya ve ahirette en büyük azabı hak ettiler. Dünyadaki azapları birbirlerine karşı son derece sert ve katı olmalarıdır. Onlara horluğu, rüsvaylığı ve cezayı tattırmasıdır. Ahiret-teki azap ise cehennemde olacaktır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğundur: "İsrailoğulları'ndan kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanet olunmuşlardır. Bu onla­rın isyan etmeleri ve haddi aşmalarından ötürüydü. Onlar işledikleri kötülük­ten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Gerçekten onların yaptıkları bu çok kötü bir şey idi." (Mâide, 5/78-79).

Kitap Ehli'ne yapılan bu tehdit karşılığında iman ehline kurtuluş, felah ve umduklarına nail olma vaadi yer almaktadır. Yasaklanan anlaşmazlık, genel meselelerde hevayı ve kişisel menfaatleri hakem kabul edip hükmüne baş vur­mak ve dinin asıl prensiplerinde anlaşmazlığa düşmektir. Mezheplerin fer*î hü-kümlerdeki ve cüz'î içtihatlardaki anlaşmazlıkları ise -mezhepler arası ibadet ve muamelâtın tafsili bir çok hükümdeki anlaşmazlıkları gibi- yerilmiş değil­dir. Çünkü Kur'anî nastan anlaşılanlar pek çok olduğundan, peygamberin fiil­leri çeşitli, haber ve rivayetlerin sübut keyfiyeti türlü türlü olduğundan dolayı bu yerilmiş bir ayrılık değildir.

Kâfirlere azabın zamanı kıyamet günüdür. Bir başka ayet-i kerimede yer aldığı gibi o günde müminlerin yüzleri ağaracak, aydınlanacak ve sevinçle par­layacaktır: "O gün bir takım yüzler apaydınlıktır. Rabbine bakacaktır." (Kıya­met, 75/22-23).

Kitap Ehli'nden olup birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeyen, ihtilâfa düşen kimselerin yüzleri ise kendileri için hazırlanmış bulunan devamlı azabı görecekleri vakit kararacaktır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmak­tadır: "O günde asık ve karanlık nice suratlar vardır. Onlar bel kemiklerini kı­racak çok belâlı işlerin kendilerine yapılacağını bilirler." (Kıyamet, 75/24-25); "O günde üzerlerini toprak kaplamış yüzler de vardır. Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır." (Abese, 80/40-41); "Ve onları bir horluk kaplayacaktır. Onları Allah'tan kurtaracak da yoktur. Sanki yüzleri karanlık gecenin bir par­çasıyla durulmuştur." (Yunus, 10/27).

Daha sonra Yüce Allah her iki kesimin de akıbetini açıklamaktadır. Önce ikinci kesimin kötü durumunu beyan etmekte, daha sonra da birinci kesimin durumunu açıklamaktadır ki bu da müşevveş (yani düzensiz) leff ü neşr üslû­budur. Ayrılığa düşüp anlaşmazlık çıkarmaları dolayısıyla yüzleri kararanla­rı Yüce Allah şu buyruklarıyla azarlayacaktır: Kendisine iman ettikten sonra peygamber Muhammed'i inkâr mı ettiniz. Halbuki sizler onun peygamber olarak gönderileceğini çok iyi biliyordunuz ve sizin elinizde onun nitelikleri ve geleceğine dair müjdeler vardı. Fakat kin ve kıskançlığınızdan dolayı onu inkâr ettiniz. O bakımdan küfrünüzden ötürü sizin cezanız azabı tatmak ol­muştur.

Sözbirliği edip dinde ayrılığa düşmemek suretiyle yüzleri ağaranlara ge­lince, onlar da Allah'ın rahmetinde ebediyyen kalacaklardır. Asla yerlerinin de­ğiştirilmesini istemeyeceklerdir.

Bu ayet-i kerimeler, sana açık açık okuduğumuz Allah'ın belgelerinin apa­çık ayetleridir ya Muhammedi Kendilerinde şüphe bulunmayan değişmez haktır bunlar. Bunlar dünya ve ahiretteki işin gerçek mahiyetini açıkça ortaya ko­yarak sana okunuyor.

Yüce Allah kullar hakkında zulüm istemez; yani O zalim değildir. Aksine asla haksızlık yapmayan mutlak âdil, hâkimdir. Çünkü O her şeye kadir olan­dır, her şeyi bilendir. Ve çünkü zulüm, düzende, şeriat ve hukuk düzeni ihdas etme hususunda hikmet ve mükemmellik ile çatışan bir uygulamadır. O ba­kımdan Allah'ın, yarattıklarından herhangi bir kimseye zulmetmeye ihtiyacı yoktur. O'nun emredip yasakladıklarına gelince, O bununla insanları yolların en doğrusuna hidayet etmek istemektedir. İtaat sınırları dışına çıkıp fasıldık ettikleri takdirde kendilerine zulmedenler bizzat onlar olur. Zulmeden kimse ise bizzat kendisinin ceza görmesine sebep teşkil eder. Nitekim Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "İşte Rabbin zulmeder halde bulunan memleketleri yakala­dığı zaman böyle yakalar. Şüphesiz O'nun yakalayışı pek acıklı, pek çetindir." (Hûd, 11/102).

"Rabbin o memleket halkını, ıslah edip durdukları halde, zulmederek he­lak edecek değildi." (Hûd, 11/117).

Yarattıklarından herhangi bir kimseye zulmetmeye Allah'ın muhtaç olma­dığının delillerinden bir tanesi de şudur: Göklerde ve yerde bulunan bütün ya­ratıklar O'nun mülküdür, O'nun kullandır ve bunların hepsi O'na dönecekler­dir. Dünyada da mutlak tasarruf ve hüküm sahibi olan O'dur. [236]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Dünyanın dört bir yanında İslâm'a davet edip bu daveti yaymak, maru­fu (iyiliği) emredip münkerden (kötülükten) alıkoymak, İslâm'da kifaye yoluyla farz olan (farz-ı kifaye) işlerdendir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Müminlerden hepsinin birden cihada çıkmaları uygun değildir. O halde her bir kesimden bir grup çıksın. Kimi de dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendi­lerine döndükleri vakit onları uyarmaları için geri kalsın. Umulur ki sakınır­lar." (Tevbe, 9/152).

İslâm'a davet edenlerin insanları davet ettikleri şeyi bilen, dinin farzlarını yerine getirip uygulayan kimseler olmaları gerekir. Yüce Allah'ın şu buyruğu ile nitelendirdiği kimseler onlardır: "Onlar ki, eğer biz onlara yeryüzünde bir iktidar verecek olursak namazı dosdoğru kılar, iyiliği emreder, kötülükten alıko-yarlar. İşlerin akıbeti Allah'adır." (Hac, 22/41). Bu ise davetçinin uyulacak gü­zel örnek ve kendisine tabi olunacak en iyi misal oluşundandır. Başkaları onu taklit eder, ondan etkilenirler. İşte bu temel esasları tahlil ettiğimiz takdirde, davetçilerde aşağıdaki şartların bulunmasının istendiği ortaya çıkar:

a) Kur"an'ı, Sünneti, nebevi sîreti ve raşid halifelerin yaşayışını bilmek.

b) Dine davet etmeleri istenen toplumun dilini bilmek. Çünkü bu olmaksı­zın amacın gerçekleştirilmesine imkân yoktur. Resulullah (s.a.) da bazı sahabi-lere Yahudilerle diyalog kurmak için İbraniceyi öğrenmelerini emretmiştir.

c) Modern kültürü, genel bilgiyi, toplumların halleri, huylan, tabiatları, önceki din ve mezhepleri, çeşitli akımların ortaya attıkları şüpheleri, çağdaş âlemdeki akımların şüphelerini, ekonomik ve toplumsal ilkeleri ve İslâm'ın bunlara karşı tavrını bilmek.

2- Dinde ve ümmetin izlenmesi gereken genel politikasında ayrılık ve tef­rikaya düşmek haram ve son derece büyük bir münkerdir. Kamu maslahatının paramparça olduğunun ve Müslüman devletin, mümin ümmetin varlığının yok oluşunun habercisidir. Kur'an-ı Kerim dinde tefrikaya düşenleri kâfir ve müş­riklerden saymaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Müşrikler­den dinlerini paramparça edip kendileri de fırka fırka olanlardan olmayınız. Ve herbir hizip ellerindeki ile sevinip durmaktadır." (Rum, 30/32); "Şüphesiz dinle­rini parça parça edip bölük-pörçük olanlarla senin hiç bir ilişkin yoktur. Bunla­rın işleri yalnız Allah'a aittir. Sonra yaptıklarını onlara haber verecektir." (En'am, 6/159). Dinin sınır ve maksatlarının dışına çıkan kimse zalim olur. Zu­lümle birlikte olan kimse de kâfir olur. Yüce Allah'ın, "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254) buyruğunda olduğu gibi.

Kur'an ve İslâm'a sımsıkı sarılmayı terk edip, anlaşmazlığa düşülen işi Ki­tap ve Sünnetten başkasına havale eden de aynı şekilde kâfirlerdendir.

Diğer taraftan yasak kılınan anlaşmazlık akide ve dinin esasları ile ilgili anlaşmazlıktır. İçtihadî, fert hususlarda fakihlerin düştükleri ayrılıklar ise,. övülen bir şeydir; şeriatın sağladığı kolaylıklar cümlesindendir.

3- Allah'a itaat eden ve O'nun ahdine bağlı kalanlar kıyamet gününde yüzleri ağaracak ve sevinecek olan kimselerdir. Cennette onlar için ebedîlik vardır. Yüce Allah bizleri onlardan kılsın ve sapıklıktan uzak tutsun.

İmandan sonra kâfir olan masiyet ehli kimselere gelince: Küfürleri sebebiyle onlara acıklı bir azap vardır. Her kim Allah'ın dininde değişiklik yapar, bazı şey­leri değiştirir yahut bidat olarak bir takım şeyleri uydurursa ve bunlar Allah'ın izin vermediği şeylerden olursa bu işleri yapanlar yüzleri kararacak kimselerden olacaklardır. Müslüman cemaate muhalefet edip onların gittikleri yoldan ayrılan kimseler en ağır bir şekilde Allah'ın rahmetinden kovulur ve uzaklaştırılırlar. Yi­ne haksızlık, zulüm, hakkı gizlemek, hak sahiplerini öldürmek, onları zelil kıl­mak gibi aşırıya kaçan zalimlerle masiyeti hafife alıp büyük günahları açıktan iş­leyenler, sapıklar, heva ehli ve bidat ehli olan toplulukların durumu da böyledir. Kalbinde ancak zerre ağırlığı bir hayır yahut bir hardal tanesi kadar imandan eser bulunmayan inkâra kâfirden başkası cehennemde ebedî kalmayacaktır.

4- Kâinatta ne varsa hepsi Yüce Allah'ın mülküdür. O bunlarda nasıl di­lerse öyle tasarruf eder ve O ancak hikmetli, hayırlı ve kulların menfaatine olan şeyleri diler. O herşeye gücü yeten ve zulmetmeye muhtaç olmayandır. Çünkü her bir şey O'nun hakimiyeti ve tasarrufu atlındadır. Bu bakımdan in­sanlardan herhangi bir kimsenin Allah'tan başkasından istekte bulunması ya­hut Allah'tan başkasına ibadet etmesi doğru değildir. Yalnızca O'na ibadet et­mek, O'ndan başkasına asla ibadet etmemek onların görevidir. [237]

 

İslâm Ümmetinin En Hayırlı Ümmet Olmasının Sebebi Ve Yahudilere Zillet Ve Yoksulluk Damgasının Vurulması

 

110- Siz in«»<iTiliH' için çıkarılmış en ha­yırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçilirsiniz. Siz Allah'a iman da edersiniz. Eğer Kitap Ehli iman etmiş olsalardı, kendileri için ha­yırlı olurdu. Onlardan iman edenler vardır, fakat onların çoğu fasıklardır.

111- Onlar size eza etmekten başka as­la zarar veremezler. Eğer sizinle sava­şırlarsa size arkalarını dönüp kaçar­lar, sonra onlara yardım da edilmez.

112-  Onlar nerede bulunurlarsa bu­lunsunlar üzerlerine zillet vurulmuş­tur. Meğer ki Allah'ın ipine ve insan­ların ahdine sığınmış olsunlar. Onlar Allah'ın gazabına uğradılar. Üzerleri­ne miskinlik vuruldu. Bunun sebebi onların Allah'ın ayetlerini înlrâT etme­leri ve peygamberleri haksız yere öl­dürmeleridir. Diğer bir sebep de onla­rın isyan etmiş ve aşırı gitmiş olmala­rıdır.

 

İ'râb:

 

"İyiliği emreder..." buyruğu yeni bir cümle olup bu, muhatapların en hayır­lı ümmet olduklarını açıklamaktadır.

"Meğer ki Allah'ın ipine..." Fakat Allah'ın ipine ve insanların ahdine güve­nerek canlarını ve mallarını güvenlik altına alabilirler, demektir. [238]

 

Belagat:

 

"Üzerlerine zillet vurulmuştur." Burada zillet, çadıra benzetilmiştir. Daha sonra da kendisine benzetilen hazfedilip onun gereklerinden birisi olan vur­mak (çadırın vurulması tabirinden) kullanıldığından dolayı burada tebaî isti­are vardır.

"Sonra onlara yardım da edilmez." buyruğu ile ilgili olarak Zemahşerî şöyle bir soru sorar: Yüce Allah'ın, "Sonra onlara yardım da edilmez." buyru­ğunda atfedilen niçin cezm edilmemiştir? Daha sonra buna şu cevabı verir: Çünkü burada (meczum obuası gereken) cezanın hükmünden yeniden haber verme hükmüne geçilmiştir. Sanki şöyle denmiş gibidir: Sonra da ben size on­lara yardım olunmayacağını haber veriyorum. Yani kimse onlara yardımcı ol­mayacaktır ve kimse size karşı onları korumayacaktır. Meczum gelmesi ya­hut ref hali ile gelmesi arasındaki fark da şudur: Eğer meczum olsaydı, yardı­mın olmayacağı, -arkalarını dönmeleri halinde olduğu gibi- onlarla savaşıl­ması kaydına bağlı olarak yardımın olmayacağı anlatılmış olurdu. Fakat merfu olunca asla yardım görmeyecekleri mutlak bir vaad halini almış oldu. [239]

 

Kelime ve İbareler:

 

"En hayırlı bir ümmetsiniz." Yani sizler en hayırlı bir ümmet olarak yara­tılıp var edilmişsinizdir. Bu, baştan beri böyle olmuştur. Yüce Allah'ın sıfatla­rında olduğu gibi ezelîlik ve devamlılık hakkında da kullanılır. "Allah Ga-für'dur, Rahîm'dir" buyrukları da böyledir.

"Eza" yani dille sövmek, tehdit etmek gibi basit zararlar.

"Size arkalarını dönüp kaçarlar." Bu ifade bozguna uğramaktan kinaye­dir. Yani bozguna uğrarlar, demektir. "Sonra onlara yardım da edilmez." Bu, ezelde Allah tarafından Müslümanlara verilmiş mutlak bir vaaddir. Şöyle bu-yurulmuş gibidir: Sonra onlar yardıma uğramaksızm ve yenik düşmüşler ola­rak yüz çevirdikten sonra, artık bir daha güç sahibi olamayacaklar, işlerini yoluna koyamayacaklardır. Nitekim bu Medine'de Yahudi kabilelerinin boz­guna uğratılması ile haber verildiği gibi gerçekleşmiştir. Söz konusu bu kabi­leler ise Kurayzaoğulları, Kaynukaoğulları, Nadiroğulları ile Hayber Yahudi-leridir.

"Sonra" buyruğundaki terahi(uygun bir zamana erteleme), mertebe hak­kındadır.

"Zillet", insanların ruhunda otoritenin kaybolmasından meydana gelen duygudur. Onlara zilletin vurulması ise zilletin onlardan ayrılmaz bir etkisinin üzerlerinde açıkça görülmesidir. Tıpkı sikke üzerindeki resim ve süslerin vu­rulduktan sonra izinin görülmesi gibi.

"İp" burada ahit demektir. Bu ise onlara eman verilmesi anlamındadır. Bu da cizye ödemeleri karşılığında müminlerin kendilerine eman vermeleridir. Ya­ni onların başka türlü koruma altına alınmalarına imkân yoktur. Onlar ister savaşsınlar, ister zimmet ehli olsunlar, zillet niteliği onlar üzerinde devam edip gidecektir.

"Onlar Allah'ın gazabına uğradılar." Yani konakladıkları yerden Allah'ın gazabına uğramış olarak döndüler. "Aşırı gitmeleri" haddi aşmaları demektir. [240]

 

Nüzul Sebepleri

 

110.  ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Ikrime ve Mukatil şöyle de­mişlerdir: Bu ayet-i kerime İbni Mes'ud, Ubeyy b. KaT), Muaz b. Cebel ve Ebu Huzeyfe'nin azatlı kölesi Salim hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Yahudiler­den Malik b. es-Sayf ile Vehb b. Yahuza kendilerine, "Bizim dinimiz sizin bizi çağırdığınız dinden hayırlıdır. Biz de sizden daha hayırlı ve daha üstünüz" de­diler. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

111.  ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak da Mukatil şöyle demektedir: Ya­hudilerin başkanlarından olan KaT>, Yahya, en-Nu'man, Ebu Râfi', Ebu Yâsir ve İbni Suriyâ aralarından iman eden Abdullah b. Selâm ile arkadaşlarına Müslüman oldukları için eziyet etmeye koyuldular. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [241]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler müminlere Allah'ın dinine sımsıkı sarılıp hakka ve hayra davet üzere birleşmelerinden ibaret olan yolları üzerinde sebat vermek­tedir. Aynı zamanda emirlere uymak, yasakları terk etmek, iyiliği emredip münkerden sakındırmak ve Allah'a iman etmek şeklindeki meziyetlerini koru­maları için bir teşviktir. Bunun akabinde durumlarını Kitap Ehli'nin durumla­rı ile karşılaştırmakta ve Kitap Ehli'nin zillete mahkûm edilmesinin ve onlara gazap edilmesinin sebebi açıklanmaktadır. [242]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah İslâm ümmetinin şu ana kadar var olmuş ümmetlerin en ha­yırlısı olduğunu haber vermektedir. İyiliği emredip münkerden alıkoymaya de­vam ettiği, Allah'a doğru, samimî ve eksiksiz şekilde iman ettiği sürece de öyle kalmaya devam edecektir. İyiliği emredip münkerden alıkoymasının imandan önce söz konusu edilmesinin sebebi bunun Müslümanların başkalarına olan üstünlüğünü açıkça ortaya koyan en önemli özellikleri olduğundan dolayıdır. Diğer taraftan başkaları da iman iddiasında bulunmaktadır. O halde bu üm­met Allah'a gerçek anlamıyla iman edip iyiliği emredip münkerde alıkoyduğu sürece en hayırlı ve en üstün ümmet kalmaya devam edecektir. Diğer ümmet­lerde iman hakikatini tanınmaz hale getirmek daha baskın bir özelliktir. Kötü­lük ve fesat aralarında yaygınlaşmıştır. Onlar sağlıklı bir imana sahip olma­dıkları gibi iyiliği emretmez, kötülükten de alıkoymazlar.

İstenen şekliyle iman Yüce Allah'ın şu buyruklarında nitelenen imandır: "Müminlerin ancak Allah'a ve Rasulüne iman eden, sonra da şüpheye düşme­yen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir." (Hucurat, 49/15). Yine Yüce Allah'ın şu buyru­ğu da bu imanın niteliklerini belirtmektedir: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalpleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da bu on­ların imanını arttırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler." (Enfal, 8/2).

Yüce Allah'ın "Allah'a da iman edersiniz." buyruğu iman edilmesi gereken her şeye imanı Allah'a iman olarak ortaya koymaktadır. Çünkü Peygamber, Ki­tap, öldükten sonra dirilmek, hesap, ceza, sevap yahut buna benzer inanılması gereken şeylerin bir kısmına iman eden, diğerlerini inkâr eden bir kimsenin imanının hiç bir değeri yoktur. O adeta Allah'a da iman etmemiş gibidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve kimine inanırız, kimini inkâr ederiz di­yenler, böylece bunun (küfür ile imanın) arasında bir yol tutturmaya yeltenenler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir." (Nisa, 4/150-151). Buna delil ise Yüce Allah'ın bundan sonraki, "Eğer Kitap Ehli" Allah'a imanları ile birlik­te "iman etmiş olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu." buyruğudur. Şüp­hesiz böyle bir iman, üzerinde bulundukları halden onlar için daha hayırlı ola­caktı. Çünkü onlar başkanlık sevgisi, avamın kendilerine tabi olmalarını iste­meleri dolayısıyla dinlerini İslâm dinine tercih etmişlerdi. Eğer iman etmiş ol­salardı, iman karşılığında batıl dini tercih etmelerine sebep olan başkanlıktan, avamın onlara tabi olmalarından daha hayırlı olarak dünyadan nasiplenmekle birlikte, ecirleri iki defa verilir, kendilerine yapılan vaadleri de elde etmiş olur­lardı.

İşte marufu emredip münkerden alıkoymak, Allah'a gerçek manada iman ve diğer iman esaslarına gerçekten inanmak gibi sair nitelikler ve esaslar, üs­tün ve hayırlı oluşun sebebidir. Ümmet bu üç esası korumadıkça, yine bunlara gerçek manada sağlam bir şekilde sahip olamaz. İbni Cezir, Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize ulaştığına göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) yaptı­ğı bir hacda insanların bir parça pasif ve hareketsiz olduklarını gördü. Bunun üzerine: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz..." ayetini oku­du, sonra şunları dedi: "Her kim bu ümmetten olmayı arzuluyor ise bu hususta Allahü teâlâ'nın koştuğu şartı yerine getirsin."

Kim bu niteliklere sahip olmazsa Yüce Allah'ın şu buyruğunda yermiş ol­duğu Kitap Ehli'ne benzer: "Onlar işledikleri bir münkerden birbirlerini alıkoy-mazlardı." (Maide, 5/79).

İşte bundan dolayı Yüce Allah, bu nitelikleriyle öldükten sonra Kitap Eh-li'ni yermeye ve onları azarlamaya koyularak şöyle buyurmaktadır: Eğer onlar Muhammed'e indirilene iman etselerdi, elbette ki bu onlar için hayırlı olurdu. Çünkü onlar Kitap'ın bir kısmına iman etmekte, bir kısmını inkâr etmektedir­ler. Musa ve İsa gibi peygamberlerin bir kısmına iman ederken Muhammed'i inkâr edip kâfir olmaktadırlar. Halbuki onlara indirilmiş bulunan Kitap da Muhammed (s.a.)'e dair bilgileri ihtiva etmektedir.

Şu kadar var ki bu yergi onların hepsini kapsıyor değildir. Bundan dolayı arada Kitap Ehli'nden bir kısmını zikretmektedir. Abdullah b. Selâm, onun ar­kadaşları, Necaşî ve onunla birlikte olanlar gerçekten iman etmiş kimselerdir. Fakat çoğunluğu fasıktırlar; kendi dinlerinin ve kitaplarının sınırlarının dışına çıkan kimselerdir. Küfürde aşırıya kaçmışlardır. Aralarından Allah'a, sizlere indirilenlere, onlara indirilenlere iman edenler gerçekten azdır. Onların pek ço­ğu ise sapıklık, küfür, fısk ve isyan üzeredirler. Kimi zaman Yüce Allah burada olduğu gibi "pek çok" tabirini kullanmaktadır. Kimi zaman da İsrailoğullan ile ilgili, "Onların pek azı müstesna, iman etmezler." (Nisa, 4/46) ifadesi kullanıl­maktadır. Kimi zaman da onların çoğunlukla görülen halleri söz konusu edil­mektedir. Yüce Allah'ın Hristiyanlarla Yahudiler hakkındaki şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlardan itidal üzre olan bir topluluk vardır. Onların bir çoğu­nun yapmakta oldukları ise ne kadar da kötüdür!" (Maide, 5/66).

Fasıklık âdeten dinin ortaya çıkışı üzerinden uzun bir süre geçtikten son­ra çoğalır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "İman edenlerin kalpleri­nin Allah'ın zikrine ve haktan inene huşu üe yumuşama zamanı gelmedi mi? Kendilerine önceden Kitap verilip de kendileri üzerinden uzun bir zaman geçti diye kalplerine katılık gelmiş bulunanlar gibi olmasınlar, ki onların pek çoğu fasıklardı." (Hadîd, 57/16).

Daha sonra Yüce Allah, mümin kullarına haber verip müjdelemektedir: Kitap Ehli'ne karşı zafer ve ilâhî yardım müminlerin olacaktır. Bu fasık kâfir­lerin onlara ancak sövmek, hicvetmek, dil ile tehdit etmek, Allah'ın dininden alıkoymaya çalışmak, dini tenkit etmek, şüpheler yerleştirmek, Muhammed (s.a.)'i eleştirmek gibi -günümüz misyonerlerinin yaptığı şekilde- basit zararlar dışında asla zarar veremeyeceklerini hatırlatmaktadır.

Onlar sizinle savaşacak olurlarsa önünüzde bozguna uğrarlar. Fasıklıkları üzerinde devam ettikleri, siz de bu üç esası korumakla en hayırlı olma özelliği­nizi sürdürdüğünüz sürece asla size karşı zafer kazanamayacaklardır. Gayba dair haberlerden olan bu üç müjde bu ümmetin geçmişinde gerçekleşmiştir. KaynukaoğuUarı, Nadiroğullan, Kurayzaoğulları ve Hayber Yahudileri bozgu­na uğramışlardır.

Bu gibi zaferlerin gerçekleşmesi Allah'ın dinine yardımcı olma şartına bağlıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ey iman edenler! Eğer Al-lah(ın dinin)'a yardımcı olursanız O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7). Yine bu ayet-i kerimede olsun, cihad eden müminle­rin niteliklerini belirten Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi başka ayet-i kerimelerde olsun sözü geçen üç esası koruma şartına bağlıdır: "İyiliği emre­denler, kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar." (Tevbe, 9/112)

Hülâsa, zafer bir takım aldanmışların bekledikleri gibi gelişigüzel verilen bir bağış değildir. Zafer ancak dinî bir takım esasları yerine getirme şartına bağlı olarak verilir. Bizler iyiliği emretmeye, kötülükten sakındırmaya ve sağ­lıklı bir şekilde Allah'a iman etmeye devam ettiğimiz sürece Allah'ın yardımına mazhar olduk, üstün olduk, güçlü olduk. Onlar da fasık, Allah'ın sınırlarının yani itaat ve iman sınırlarının dışında kaldıkları sürece zillet altında, kahr al­tında kalmaya devam ettiler.

Zillet ve hakirliği Allah, nerede olurlarsa olsunlar onların ayrılmaz bir ni­teliği kılmıştır. Hiç bir zaman güvenlik ve huzur duymayacaklardır. Ancak Al­lah'tan ve müminlerden bir ahit altında bulunmaları hali müstesna. "Allah'ın ahdi", onlarla zimmet akdi yapılıp cizye konulduktan ve dinin hükümlerine bağlı kalmaları sağlandıktan sonra onlara verilen eman, eziyetin haram kılmı­şı, haklarda ve mahkeme huzurunda eşitliktir.

"İnsanların ahdi" ise antlaşma yapan, ahitleşen ve bir kadın dahi olsa Müslümanlardan herhangi bir kimse tarafından kendilerine eman verilen esir olma hallerinde görüldüğü şekilde olur. Aynı şekilde İslâm toprağı içerisinde yahut dış şuurlarda kendisi ile karşılıklı menfaat, sanayi ve ticaret ürünlerinin değişimi için muamelede bulunulan tacir de böyledir. Filistin'de Yahudilerin hi­mayesi altında olduğunu gördüğümüz halleri de bu kabildendir. Bu ahit ister Amerika, ister Avrupa, ister Rusya isterse de onların dışında büyük devletler­den birisi tarafından verilmiş olsun, fark etmez.

Yüce Allah aynı şekilde onları kendisinin gazabına mahkûm etmiştir. Bu gazaba onlar mahkûm olmuşlardır. Bu gazabı hak etmişler ve bu gazaba uğra­maya sebep teşkil etmişlerdir. Miskinlik, küçüklük, tıpkı bir mekânın orada bulunanları kuşatması gibi onları kuşatmıştır. Onlar başkalarına tabi olan ze­lil kimselerdir. Her zaman için zillet ve ihtiyaç içinde başkalarına uymak duru­mundadırlar. Az olmalarına rağmen yeryüzünün dört bir tarafında darmada­ğındırlar. İşgal ettikleri Filistin topraklarında toplanmak, orayı vatan edin­mek, orada yerleşmek için bütün gayretlerine rağmen, zenginliklerine, servet toplayıp dünya ekonomisine egemen olmalarına rağmen onların bu durumları böyle devam edip gidecektir.

Daha sonra Yüce Allah onlara zilletin, miskinliğin vurulması, Allah'ın ga­zabının döne dolaşa onların üzerine olmasının sebep ve gerekçesini beyan et­mektedir: Bu ise onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri, şeriatlarının kendi­lerine verdiği herhangi bir hak olmaksızın büyüklük, azgınlık ve kıskançlık gü­dülerinin etkisi altında kalarak peygamberleri öldürmeleridir. Halbuki onlar "Rabbimiz Allah'tır" diyen insanları öldürmek şeklindeki cinayetlerinde haklı olduklarına inanmamaktadırlar. İşte bu şekildeki ifadeler ve onların tutumla­rının son derece çirkin olduğu ortaya konulmakta ve bundan dolayı en ileri de­recede azarlanmaktadırlar.

Bu tür suçları işleme cesaretini onlara veren, Allah'ın ayetlerini inkâra ve Allah'ın peygamberlerini öldürmeye onları iten, ancak Allah'ın emirlerine karşı gelerek çokça isyan etmeleri, sürekli olarak masiyetlere gömülmeleri, Allah'ın şeriatını dinlemeyip hududunu aşmalarıdır. İsyan eden, Allah'ın yasaklarını çiğnemeye alışan kimseye hayatta her türlü haramı işlemek oldukça basitleşir.

Küfür ve peygamberleri öldürme suçları geçmiştekileri tarafından işlen­miş olmakla birlikte, Peygamber (s.a.)'in çağdaşı olan Yahudilerin bundan do­layı kınanma ve yerilmelerinin sebebi, çağdaşların da onlara bağlı olmaların­dan, onların bu davranışlarını desteklemelerinden, onlara sevgi duymaların­dan, davranışlarına rıza göstermelerinden ve onların yolları üzere gitmelerin­den dolayıdır. Çünkü çağdaşı olanlar da defalarca Peygamber (s.a.)'i öldürmeye çalışmışlardır. [243]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler insanlardan iki ayrı kesim yahut iki ayrı ümmetin ni­teliğini ihtiva etmekte, bu niteliklere sahip olmanın sebeplerini açıklamakta ve oldukça ince ve hassas bir şekilde adalet ve hak esaslarına dayanarak arala­rında bir karşılaştırma yapmaktadır.

İslâm ümmeti Allah'ın bütün emirlerine eksiksiz ve sağlıklı bir şekilde iman ederek marufu emredip münkerden alıkoyma farzını ifa ettiğinden dolayı ümmetlerin en hayırlısıdır. Sözü geçen şartlara bağlı kalması ve bu üç esasa ri­ayet etmesi şartıyla hayırlı olma ve üstün olma niteliğini de devam ettirecektir.

Bu ümmetin, ümmetlerin en hayırlısı olduğu Kur'an-ı Kerim'in nassı ile sabit olduğu gibi, nebevi sünnet de bu ümmetin ilklerinin onlardan sonra ge­lenlerden daha faziletli olduğunu, Resulullah (s.a.) şu buyruğu ile açıklamakta­dır: "İnsanların en hayırlıları benim çağdaşlarımdır. Sonra onlardan sonra ge­lenler, sonra da onların arkasından gelenler." [244] İlim adamlarının çoğunluğu­nun görüşü budur. Resulullah (s.a.) ile sohbet edip arkadaşlık eden ve ona iman ederek ömründe bir defa dahi olsun onu gören bir kimse, kendisinden sonra gelenlerden daha faziletlidir.

Resulullah (s.a.)'m çağdaşı olanların üstünlüklerinin sebebi imanlarında garip (yalnız) olmaları, kâfirlere göre sayıca az olmalarına rağmen kâfirlerin eziyetlerine katlanıp sabretmeleri, dinlerine gereği gibi sımsıkı yapışmalarıdır. Bu ümmetten olup sonradan gelenlerin ise kötülüklerin, fışkın, kan dökmele­rin, masiyetlerin ve büyük günahların ortaya çıkacağı vakitlerde dinlerini dos­doğru uygulamaları, ona sımsıkı sarılmaları, Rablerine itaat üzere sabredip di­renmeleri şartıyla ve selef-i salihin faziletinin daha gerisinde olmak kaydıyla üstün bir fazilete sahip olurlar. Onlar da bu faziletleriyle selefe benzer ve garip kimseler olurlar. Ve böyle bir dönemde bunların da amelleri tertemiz olur. Tıp­kı onlardan öncekilerin amelleri arınıp temizlendiği gibi. Buna delil ise Resulullah (s.a.)'m Müslim ve İbni Mace tarafından rivayet edilen Ebu Hurey-re'nin naklettiği şu hadis-i şeriftir: "Şüphesiz İslâm garip başladı ve başladığı gibi garip dönecektir. O gariplere ne mutlu." Tirmizî ve Hakim'in sahih oldukla­rını belirttikleri, İbni Mace ve başkalarının naklettikleri şu hadis-i şerif de bu­nu ifade eder: "Önünüzde bir takım günler vardır ki o günlerde dini üzere sab­reden kimse ateş korunu elinde tutan kimseye benzeyecektir. Bu günlerde amel eden o kimseye, ameli gibi amel eden elli kişinin ecri kadar ecir vardır. "Ey Al­lah'ın Rasulü, onlardan elli kişinin mi denilince, "hayır sizden elli kişinin" diye buyurdu." Ebu Davud et-Tayalisî ve Ebu İsa et-Tirmizfnin zikrettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ümmetim yağmur gibidir, onun öncesi mi hayırlıdır sonrası mı bilinmez." Darekutnî bunu Malik'in Enes'ten yaptığı müs-ned rivayette zikretmektedir: "Ümmetimin misali yağmuru andırır. Onun önce­si mi hayırlıdır, yoksa sonrası mı bilinmez."

Buna göre Bedir ve Hudeybiye ehli müstesna olmak üzere bu ümmetin ba­şı ile sonu arasında amellerin fazileti açısından bir fark söz konusu değildir.

İslâm ümmetinin övülmesi, iyiliği emredip münkerden alıkoydukları ve iman edilmesi gereken her şeye iman ettikleri sürecedir. Eğer kötülüğü değiş­tirmeyi terk edip münkeri kabul etmekte anlaşırlarsa, o zaman övülmeleri söz konusu olmaz, bilakis yerilirler ve bu helak olmalarına sebeptir.

Kitap Ehli'nin Peygamber (s.a.)'e iman etmeleri kendileri için daha hayır­lıdır. Onlardan kimisi mümin, kimisi fasıktır; fakat fasık olanları daha çoktur.

Allah müminlere ve O'nun rasulüne şunu vaad etmektedir: Kitap Ehli as­la onlara galip gelemeyecektir, onlar Kitap Ehli'ne karşı muzaffer olacaklardır. İftira ve tahrif dışında Kitap Ehl'inden kendilerine rahatsızlık verici bir şey ulaşmayacaktır. Güzel akibet ise sonunda müminlerin olacaktır.

Bu ayet-i kerimede Resulullah (s.a.)'a ait bir mucize vardır. Çünkü onunla savaşan Yahudiler bozguna uğradılar ve arkalarına dönüp kaçtılar.

Allah'ın Yahudilere gazap edip nerede olurlarsa olsunlar zillet ve aşağılan­ma özelliğinin kendilerinden ayrılmamasının sebebi, Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleridir. Kur*an'a ve İslâm'a iman etmeyişleri de, haksızca ve düşmanlıkla peygamberleri öldürmeleri de bundandır. Resulullah (s.a.)'ı öldürmeye çalışma­ları, müşrikleri ona karşı kışkırtmaları, müşrikleri onunla savaşmaya teşvik etmeleri, ebediyyen Müslümanların kökünü kazımaya gayret etmeleri de bun­dandır. Nitekim Hicretin ikinci yılında Bedir gazasında, beşinci yılında Hendek gazasında görülen durum bu olmuştur ve buna benzer daha başka çeşitli isyan­ları ve saldırganlıkları da görülmüştür. [245]

 

Kitap Ehli'nden İman Edenler Ve Amellerine Mükâfaat

 

113- Onlar bir değillerdir. Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki (Allah'ın huzu­runda) ayaktadırlar. Gecenin saatle­rinde secde ederek Allah'ın ayetlerini okurlar.

114- Allah'a ve ahiret gününe iman ederler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler. Hayırlı işlerde de yarı­şırlar. İşte onlar salihlerdendir.

115- Ve onlar işledikleri hayırdan mahııını hıı*nltılıifffiym»filrlfliılır. Allah talrpn sahiplerini çok iyi bilendir.

 

İ'râb:

 

"Onlar bir değillerdir. Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki..." buyruğunun takdiri şöyledir: Allah'ın emirlerini yerine getiren bir zümre ile getirmeyen bir zümre bir olamaz. "Secde ederek" ifadesinden kasıt namaz kılmaktır. Çünkü Kur'an okumak, secde ederken olmaz. Yahut bizzat secde etmek de kastedilmiş olabilir. [246]

 

Belagat:

 

"Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki..." Devamlılığı ifade etmek üzere cümle bir isim cümlesidir.

"Gecenin saatlerinde secde ederek Allah'ın ayetlerini okurlar" buyruğu ise bu işin yenilenip durduğunu ifade eden bir fiil cümlesidir.

"İşte onlar salihlerdendir." Uzağa işaret, derecelerinin yüksekliğini, mev­kilerinin yüceliğini anlatmak içindir. [247]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlar" yani Kitap Ehli "bir değillerdir." Birbirine eşit olmazlar. "Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki ayaktadırlar." Yani hak üzere, dosdoğru, adaletli ve sebat üzeredirler; Abdullah b. Selâm (r.a.) ve arkadaşları gibi.

"Gecenin saatlerinde secde ederek" yani namaz kılarak "Allah'ın ayetlerini" yani Kur'an-ı Kerim'i "okurlar."

"Hayırlı işlerde de yarışırlar." Hayırları işleme hususunda acele davranır­lar.

"Ve onlar" yani doğruluk üzere ayakta duran ümmet, "işledikleri hayır­dan" ve sevabından "mahrum bırakılmayacaklardır." Aksine işledikleri hayrın mükâfatı onlara verilecektir. Bir diğer okuyuşa göre ise mana şöyle olur: Ey bu şekilde olan ümmet! bu şekilde işlediğiniz hayırlardan mahrum bırakılmaya­caksınız! [248]

 

Nüzul Sebebi

 

113. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Taberanî ve İbni Mende, İbni Abbas'tan ashab-ı kiram hakkında şöyle dediğini nakletmek­tedirler: Abdullah b. Seleme, Salebe b. Sa'ne (yahut Sa'ye), Esid b. Sa'ne (Ya­hut Sa'ye), Esed b. Ubeyd ve onlarla birlikte Yahudilerden İslâm'a girenler ge­reği gibi iman ettiler, tasdik ettiler ve İslâm'a bağlanmak arzusunu açığa vur­dular. Bu sefer Yahudilerin alimleri ile Yahudiler aralarından kâfir olanlar şöy­le dediler: "Muhammed'e iman edip tabi olanlar ancak bizim en kötülerimizdir. Eğer bunlar bizim hayırlılarımız olsalardı atalarının dinini terk etmez ve baş­ka bir dine gitmezlerdi." Yüce Allah da, "Onlar bir değillerdir. Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki..." ayetini bu konuda indirdi. Bunun benzeri bir rivayet de Mukâtil'den nakledilmiştir.

Ahmed ve başkaları ise İbni Mes'ud'dan Peygamber (s.a.)'in şöyle dediğini nakletmektedirler: Resulullah (s.a.) yatsı namazını erteledi. Sonra mescide çık­tı. Cemaatın namazı beklemekte olduklarını gördü. Şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki bu din mensupları arasında sizden başka bu saatte Allah'ı anan hiç bir kim­se yoktur." Bunun üzerine, "Onlar bir değillerdir... Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir." buyruğu nazil oldu. İbni Mes'ud'un bir diğer ifadesi de şöyledir: Bu ayet-i kerime yatsı namazı hakkında nazil olmuştur. Müslümanlar bu na­mazı kılarlar. Onların dışında kalan Kitap Ehli'nden olanlar ise bu namazı kıl­mazlar. [249]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler Kitap Ehli'nin niteliklerini açıklamaya devam etmek­tedir. Bundan önceki ayet-i kerimelerde Kur'an-ı Kerim onları iki kısma ayır­mıştı: Onlardan bir kısmı iman eder, onların pek çoğu ise fasıktırlar. Daha son­ra fasıklarm durumunu ve akibetini açıkladı. Burada da aralarından az olsa dahi İslâm'a girmiş bulunan müminlerin durumunu beyan etmektedir. [250]

 

Açıklaması

 

Az önce yergi ile kendilerinden söz edilen Kitap Ehli'ne mensup kimseler birbirine eşit değillerdir; yahut da fasıldık ve inkârda aynı seviyede değillerdir. Aksine onlardan kimisi mümindir, kimisi günahkârdır. Aralarından bir kesim Allah'ın emrini dimdik ayakta tutmakta, Allah'ın dini üzere dosdoğru yürü­mekte, şeriatına itaat etmekte, Allah'ın peygamberine uymaktadır. Bunlar ge­celeyin kıldıkları namazda Kur'an-ı Kerim'den ayetler okurlar, çokça teheccüt kılarlar.

Bunlar Allah'a ve ahiret gününe en ufak bir şüphe olmaksızın samimi ve gerçek bir iman ile inanırlar. Başkalarına iyiliği emreder, münkerden alıkoyar-lar. Hayırlı işleri yapmakta acele davranırlar. Tereddütsüz olarak iyi işler ya­parlar. Onlar Allah nezdinde durumları salâha eren ve amelleri güzel salihler-den olmakla nitelendirilmişlerdir.

Sözü geçen bu kimseler Yahudi alimleri arasında yer alan Abdullah b. Se­lâm, Esed b. Ubeyd, Salebe b. Sa'ne ve bunların dışında kalan bu ayet-i keri­menin haklarında nazil olduğu diğer kimselerdir. Bu buyruklar, aralarından iman edenlerin, kendilerinin en hayırlıları değil, en kötüleri olduğunu ve ha­yırlı kimseler olsalardı iman etmeyeceklerini ileri süren Yahudileri reddetmek üzere nazil olmuştur.

Böyleleri işledikleri itaatin sevabından mahrum edilmezler. Bu itaatler Al­lah nezdinde boşa çıkmaz. Aksine yüce Allah en geniş bir şekilde onları mükâ-fatlandıracaktır. Allah iyi amellere karşılık verendir, takva sahiplerini çok iyi bilendir. Yani kimsenin ameli ona gizli kalmaz ve güzel iş yapanın ecri onun nezdinde zayi olmaz. [251]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'ın adaleti hayırlıların açığa çıkmasından, kötülerin uzaklaştırılma­sından başkasını kabul etmej. Bundan dolayı şanı yüce Allah bu ayet-i kerime­lerde Kitap Ehli'nden iman edenlerin imanına dikkat çekmektedir. Bunlar İs­lâm'a iman edip Kur'an'ı tasdik etmiş, Allah'ın dinine rağbet ederek sapasağ­lam yakîne sahip olmuş kimselerdir.

Salih amel işleyerek kendilerini düzeltmiş, başkalarını ıslah etmek için de cihat etmiş, mücadele vermişlerdir. Fesat ve saptırma çağrılarına karşı dur­muşlar, o bakımdan salihlerden olmakla nitelendirilmeye hak kazanmışlardır. Salihlerden olmakla nitelendirilmek ise övülmenin en ileri derecesidir. Bunun delili ise Hz. İsmail'in, Hz. İdris'in ve Hz. ZülküTin bununla nitelendirilmiş ol­malarıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve biz onları rahmetimize aldık; şüphesiz onlar salihlerdendiler." (Enbiya, 21/84) Hz. Süleyman'dan da şöyle de­diğini nakletmektedir: "Ve rahmetinle beni salih kullarının arasına kat." (Nemi, 57/19).

İşte bu dünya hayatında aklı başmda olan insanın görevi budur. Sağlıklı bir akide olmadan yaşanan bir hayatın hiç bir değeri yoktur. Salih amele sahip olup türlü fesatlarla savaşmaksızuı yaşayan bir insanın uygar olması da söz konusu değildir.

Salih amel işleyen her kimse bu amelinin meyvesini görecektir. En bol şe­kilde mükâfat alacak, sevapsız bırakılmayacaktır. Şanı yüce Allah bir başka ayette iyilik yapanlara ecir vermeyi şu buyruğunda şükür diye nitelendirmek­tedir: "İşte onlar yaptıkları şükür ile karşılanan kimselerdir." (İsra, 17/19) Şu buyrukta da Yüce Allah kendi zatını şakir (şükreden, iyilere amellerinin karşı­lığını veren) diye adlandırmıştır: "Muhakkak Allah Şâkir'dir, her şeyi çok iyi bi­lendir." (Bakara, 2/158). Burada da Yüce Allah iyi amellere mükâfat vermeme­yi küfür ile (mealde: mahrum bırakılmakla) dile getirmiştir. [252]

 

Kıyamet Gününde Kâfirlerin Amellerinin Boşa Çıkması

 

116- Şüphesiz inkâr edenlerin malları- nın da oğullarının da Allah'a karşı  kendilerine hiç bir faydası olmaz. On- iar ateşliktirler, onlar orada ebediyyen  kalıcıdırlar.

117 "Onların bu dünya hayatında infâk  ettikleri, kendilerine zulmeden bir  kavmin ekinlerini vurup da helak  eden soğuk ve kavurucu bir rüzgâra  benzer. Allah onlara zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.

 

Belagat:

 

"Soğuk ve kavurucu bir rüzgâra benzer." Bu temsilî bir teşbihtir. Onların güzel ahlâk, övünülecek şeyler, insanlar arasında güzelce anılmaya ve övülme­ye sebep olan şeyler uğrunda -Allah'ın rızasını aramaksızın- mallarını infâk et­meleri, soğuk bir rüzgârın isabet etmesiyle yok olup giden ekine benzetmekte­dir (el-Keşşaf, 1, 344). [253]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hiç bir faydası olmaz." O amellerinin kendilerine herhangi bir yararı, bir kârı olmaz.

"İnfak ettikleri" yani kâfirlerin yaptıkları intakların niteliği... "kendilerine zulmeden bir kavmin" yani küfür ve masiyet ile kendilerine zulmeden bir kav­min... [254]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler kâfirlere bir tehdit ve kıyamet gününde, harcamaları­nın faydasını asla göremeyeceklerini ve bu nifaklarının onların azabını geri çe-viremeyeceğini belirtmektedir. Bu şekilde onların umutları boşa çıkartılmakta­dır. Bu ise bundan önceki ayet-i kerimelerde kâfirlerin durumları ve cezaları söz konusu edildikten sonra dile getirilmektedir. Mukatil der ki: Yüce Allah Ki­tap Ehli'nin müminlerini söz konusu ettikten sonra onların kâfirlerinin halini de zikretmektedir. Bu ise Yüce Allah'ın, "Şüphesiz inkâr edenlerin..." diye baş­layan buyruğudur. [255]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah kıyamet gününde kâfirlerin amellerinin akibetini bize haber vermektedir. Bunlar ise hep birlikte Yahudiler, münafıklar ve müşriklerdir. Resulullah (s.a.) aleyhinde kurulacak tuzakları ve bu dünya hayatında ona düşmanlık uğrundaki harcamalarıyla ve mallarıyla övünmelerinin asla onlara bir faydası olmayacaktır. Mallarının da çocuklarının da -Allah onlara azap et­mek istediği takdirde- bu azaba karşı bir faydası olmayacaktır. Özellikle mal ve çocukların söz konusu edilmesinin sebebi, insanın kendisini kimi zaman malını feda ederek, kimi zaman da çocuklarının yardımını alarak savunmaya çalışmasıdır. Çünkü çocuklar nesep itibariyle onlara en yakın olan kimselerdir.

Yüce Allah burada dile getirilen manayı bir çok ayet-i kerimede de pekiş­tirmiş bulunmaktadır: "Kimsenin kimseye fayda vermeyeceği bir günden korku­nuz." (Bakara, 2/48); "Onların hiç birisinden -onu fidye olarak verecek olsa da­hi- yeryüzü dolusu altın kabul olunmayacaktır." (Âl-i İmran, 3/91); "Sizi bize yaklaştıracak olan mallarınız da değildir, evlatlarınız da." (Sebe, 34/37).

İşte bunlar ateşte olacaklar, asla ondan kurtulamayacaklardır. Küfürleri, akidelerinin bozukluğu dolayısıyla orada ebediyyen kalacaklardır.

Malları onlara bir fayda sağlamayacağı gibi dünyalık maksatları ve lezzet­leri sebebiyle yahut riyakârlık için başkalarına duyurmak ve övünmek, başka­ları tararından övülüp ün kazanmak uğrunda harcadıkları ve harcayacakları mallarının da onlara bir faydası olmayacaktır. Çünkü bunlar Allah'ın rızasın­dan başka bir amaçla harcanmıştır. Hatta bu harcamaların bir kısmı Allah yo­lundan ve Resulullah (s.a.)'a tabi olmaktan alıkoymak, ona düşmanlık etmek, ona karşı direnmek uğrunda dahi yapılmış olabilir.

Allah'ın rızası dışında harcadıkları bu malların misali yahut da niteliği tıpkı oldukça soğuk, kasıp kavuran bir fırtınanın bir ekine gelip isabet etmesi ve onu yok etmesi gibidir. Geriye o ekinden hiç bir şey kalmaz. Bundan dolayı o ekinin sahibi de pişmanlık duyar. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bunu andır­maktadır: "Onların işledikleri her bir amellerinin önüne geçeriz ve onu zerre gi­bi havaya verip boşa çıkartırız." (Furkan, 25/23); "Kafir olanların amelleri ise ovalardaki bir serap gibidir. Susuz kimse onu su sanır. Nihayet ona yaklaşınca onu bir şey olarak bulmaz." (Nur, 24/39).

İşte Yüce Allah o ameli işleyenlerin günahları sebebiyle ekinin meyvesini, mahsulünü giderdiği gibi kâfirlerin de dünyada işledikleri amellerin meyvesi­ni, mahsulünün sevabını boşa çıkartır. Onların harcamalarını kabul etmemek suretiyle Allah onlara zulmetmemektedir. Aksine Allah onların kötü amelleri­ne uygun şekliyle karşılık vermiştir, cezalandırmıştır. Kabul edilmeye değer bir iş işlemedikleri için bizzat kendilerine zulmedenler kendileridir: "Bir kötülü­ğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (Şûra, 42/40).

Hayırlı yollarda verilmiş bir sadaka olsa dahi kıyamet gününde kâfirlerin amellerinin boşa çıkartılma sebepleri, iman sahibi olmayışları, amellerini kü­für temeli üzerinde yükseltmeleri, doğruya ve hakka götüren deliller üzerinde düşünmeyi terk etmeleridir.

Eğer iman bulunur, doğru bir yakîne sahip olunursa, yapılan harcamalar da riyakârlık için değil de Yüce Allah'ın rızasını gözetmek maksadıyla yapılır­sa o takdirde bu, Allah nezdinde makbul olur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyur­muştur: "Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder." (Maide, 5/27). [256]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ahirette insanın göreceği belâların temel sebebi küfürdür. Bu, insanın dünya hayatında işlediği amellerin semeresinin kayboluşuna sebep olur. O ba­kımdan kâfirlerin cezası orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere ateştir. Dünya hayatındaki harcamalarının onlara tek etkisi hasret (acı) ve pişmanlık vermek olacaktır. Onların harcamalarının kabul edilmemesi Allah'ın kendilerine zul­metmesinden dolayı değildir. Aksine onlar kabule değer ameller işlemedikle­rinden dolayı bizzat kendilerine zulmedenlerdir. Onlar kâfir oldular, isyan etti­ler ve Yüce Allah'ın mallarındaki haklarını vermediler. Üstelik mallarını riya­kârlık, gösteriş ve övünmek kasdıyla harcadılar. Allah'ın rızasını arayarak har­camadılar. Onların bu durumları sefalet, bedbahtlık, huzursuzluk ve kararsız­lıktır. Onlar tıpkı hayır, fayda ve yıl boyunca kendisi ile geçineceği bir rızık bekleyen ve bu maksatla ekin eken kimsenin durumuna benzer. Bu kimsenin ektiği bu ekine oldukça soğuk bir rüzgâr gelip çatar ve bu ekini kavurur. Bu ekin sahibi de bu sefer şaşkın ve ne yapacağını bilmez halde durur, umutları boşa çıkmış olur. Gücü tükenmiş ve birşey yapabilecek hali kalmamıştır. Allah bizleri her türlü kötülükten korusun, esenliğe kavuştursun. Bize doğruyu, doğ­ruluğu ihsan etsin, iman üzere kalplerimize sebat versin. Gizlisi ile açığı ile bü­tün amellerimizi O'nun yolunda ve yalnızca O'nun rızası için yapılan ameller­den kılsın. [257]

 

Kâfirlere Güvenmek Ve Kâfirlerin Müminlere Karşı Değişmez Tavırları

 

118- Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar halinizi bozmaktan hiç geri kalmaz­lar. Size meşakkat verecek şeyi arzu ederler. Muhakkak onların kinleri ağızlarından taşmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Şayet düşünürseniz, işte size ayetlerimizi açıkladık.

119- İşte siz onları seven kimselersi­niz. Halbuki onlar sizi sevmezler. Siz Kitab'ın hepsine de inanırsınız. On­lar ise sizinle karşılaştıkları zaman, "İman ettik" derler fakat başbaşa kaldıklarında kinden aleyhinize par­maklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "Kininizle geberin! Şüphesiz Allah göfüslerdekini çok iyi bilendir."

120- Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür, eğer size bir fenalık isabet ederse onunla da sevi­nirler. Şayet sabreder ve sakınırsanız onların hilekarlıklarının size hiç bir zararı olmaz. Şüphesiz Allah ne ya­parlarsa hepsini çepeçevre kuşatan­dır.

 

Belagat:

 

"Sırdaş edinmeyin." Burada kişinin özel ve yakın adamları (astar anlamı­na gelen) bitâne'ye benzetilmiştir. Çünkü bu gibi kimseler elbisenin bedene ya­kınlığı gibi kişiye yalandırlar.

"Aleyhinizeparmaklarının uçlarını ısırırlar." Bu ya pişman olan ve kin du­yan kimsenin niteliğini açıklamak üzere gerçeği anlatan bir ifadedir ya da mü­minlere eziyet verememekten dolayı duyulan üzüntü ve kinin aşırılığını açıkla­yan temsilî bir mecazdır. Diğer taraftan, "Eğer size bir iyilik isabet ederse onları tasaya düşürür, bir fenalık dokunursa onunla da sevinirler." ayetinde iyilik ile kötülük, tasaya düşmek vardır. Diğer taraftan (117. ayette yer sianTOnlara zulmetmedi" ile "Zulmediyorlar" kelimeleri, "kinden" ile "kininizle" kelimeleri ve "inanırsınız" ile "iman ettik" kelimeleri arasında iştikak (türedikleri kök) bakımından cinas vardır. [258]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sırdaş" bitâne, kişinin sırlarından haberdar ettiği özel yakınları anlamın­dadır ve Arapça aslı elbisenin astan anlamına gelen kelimeden alınmıştır. As­tar ise elbisenin iç tarafına konulan ince kumaştır. Bunun aksine ez-zihâre (yüz) denir. Tekil ve çoğul hakkında böylece kullanıldığı gibi erkek ve dişi de böyledir. "Onlar halinizi bozmaktan geri kalmazlar." Yani size işlerinizi boza­cak şeyler yapmaktan geri durmazlar. Bu ayet-i kerime, "Eğer onlar sizinle bir­likte çıksalardı, aranızda şerri ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar­dı." (Tevbe, 9/47) buyruğunu andırmaktadır.

"Size meşakkat verecek şeyi arzu ederler." Sizi zorluğa düşürmeyi temenni ederler. Burada kasıt helak olmak, zora düşmek ve ileri derecede zarar görmektir.

"Onların kinleri" yani size düşmanlıkları "ağızlarından taşmıştır." Size dil­lerini uzatmak ve müşrikleri de sırlarınızdan haberdar etmek suretiyle. "Kalp­lerinde gizledikleri" içlerindeki düşmanlıkları "ise daha büyüktür."

"Kinden" sizin birbirinizle kaynaşmanızı gördükleri için aşırı hiddetlerin­den "parmaklarının uçlarını ısırırlar." Bu ifade mecaz yoluyla ileri derecedeki kızgınlık veya pişmanlığı ifade etmek için kullanılır.

"De ki: Kininizle geberinl" Yani ölünceye kadar bu haliniz devam etsin; as­la sizi sevindirecek bir şey göremeyeceksiniz. "Şüphesiz Allah göğüslerdekini" yani kalplerde olanı -ki bunların içlerinde gizledikleri de bunlar arasındadır-"çok iyi bilendir."

"Eğer size bir iyilik dokunursa" yani zafer ve ganimet gibi bir nimet isabet ederse "onları tasaya düşürür," üzer. "Eğer size" bozgun ve kuraklık gibi "bir fe­nalık isabet ederse onunla da sevinirler." Önce "dokunmak" tabiri kullanıldı ve bununla iyiliğin düşmanları hoşlandırmadığı ifade edildi, isterse en basit şek­liyle olsun. İkinci olarak da "isabet etmek" tabiri kullanıldı, bununla da ne ka­dar küçük ve büyük olursa olsun müminlere dokunan kötülüğün düşmanları sevindireceğine işaret edildi.[259] İyilik (hasene), maddî ya da manevî faydadır. Beden sıhhati, ganimet elde etmek, İslâm'ın yayılması, Müslümanların biribi-riyle kaynaşması gibi. Kötülük (seyyie) de fakirlik, bozguna uğramak ve tefri­kaya düşmektir.

Yani onların size olan düşmanlıkları ve kinleri en ileri derecededir. O ba­kımdan onları dost edinmeyin, onlardan uzak durun.

"Şayet" onların eziyetlerine "sabreder ve" onları veli ve dost edinmek ve başka hususlarda Allah'tan "sakınırsanız onların hilekârlıklarının size hiç bir zararı olmaz." Hoşunuza gitmeyen şeylere düşürmek için baş vurdukları bütün hilelerin size bir etkisi olmaz. "Şüphesiz Allah ne yaparlarsa hepsini çepeçevre kuşatandır" çok iyi bilendir. Bundan dolayı onları cezalandıracaktır. Bu da Yü­ce Allah'ın, "Halbuki Allah arkalarından kuşatıcıdır." (Burûc, 85/20) buyruğu ile "Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır." (Bakara, 2/19) buyruklarını hatırlat­maktadır.[260]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerîr et-Taberî ve İbni İshâk, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet et­mektedirler. Müslümanlardan bazı kimseler cahiliye döneminde aralarında bu­lunan antlaşma ve himaye sözleşmeleri dolayısıyla, bir takım Yahudi kimseleri gözetiyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah fitne korkusu dolayısıyla onları sır­daş edinmelerini yasaklamak üzere bu hususta, "Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin..." ayetini indirdi. Buna benzer bir rivayet Müca­hitten de nakledilmiştir. [261]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimeler Kitap Ehli'nden olsun müşriklerden olsun, kâfirlerin niteliklerini ve ahiretteki cezalarını, buna karşılık müminlerin de durumlarını ve sevaplarını açıklamaya dairdi.

Bu ayet-i kerimeler de müminleri kâfir ve münafıklar arasında derin ilişki ve arkadaşlıklar kurmaktan sakındırmaktadır. Çünkü bu tür ilişkiler, Müslü­manların maslahat gereği gizli kalması gereken hallerine muttali olmaları so­nucuna götürdüğü gibi, İslâm ümmetinin yapısını olumsuz şekilde etkiliyen bir takım tehlikelere de götürür. Bu, son derece hikmetli, mantıkî ve üstün kamu menfaatlerini korumaya yönelik bir sakındırmadır. Sırlarını ancak güvendiği özel kimselere veren her bir toplumun yapacağı budur. Akrabalıkların, arka­daşlıkların, ahit ve antlaşmaların, himayelerin, süt akrabalıklarının, sihri ak­rabalıkların ve buna benzer hususların düşmanlarla ilişkileri sağlamlaştırıp onlara güven duymaya sebep teşkil etmemesi gerekir. [262]

 

Açıklaması

 

Ey Allah'a ve Rasulüne iman edenler! Yahudi, Hristiyan ve münafıklardan olan kâfirleri sırdaş yani dost, özel yakın kimseler ve danışman edinerek sırla­rınıza ve sizin içinizde kalması gereken meselelere muttali kılmayınız. Bunun aşağıda sıralanan şekilde bir çok sakıncaları vardır:

1- Evvelâ bunlar güçleri yettiğince size zarar vermekten, işlerinizi ifsat et­mekten geri kalmazlar.

2- Dininizde ve dünyanızda zararda olmanızı, zorluklarla karşılaşmanızı ve yok olup gitmenizi temenni ederler.

3- Onlar konuşma esnasında yüzlerindeki ifadelerde dillerinden kaçırdık­ları sözlerle size karşı düşmanlıklarını, kinlerini açığa vurdukları gibi, Kitabı­nızı ve peygamberinizi de yalanlamaktadırlar.

4- Kalplerinde saklı bulunan İslâm'a ve Müslümanlara besledikleri kıs­kançlık, kin ve buğz ise onların açığa vurduklarından daha ileri ve daha çok­tur.

Kur*an-ı Kerim'de bu mutlak yasağın bir çok benzeri vardır. Mümtehine süresindeki bu ayet-i kerime bu yasağı açıklamakta ve ona sınırlar getirmekte­dir: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olan­lara iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah adaletle davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle din hususun­da savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarmaya yeltenen kimselerle dostluk etmenizi yasaklar. Kim onları veli (dost ve yardımcı) edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." (Mümtehine, 60/8-9).

Yönetici yahut Müslümanların imamı Müslüman olmayanlara sevgi izhar etmekten yana rahatsız olmaz. Onlara güven duyarsa onlarla dayanışmak ca­izdir. Nitekim Endülüs'ün fethinde Müslümanlar Yahudilerden yardım gördü­ler. Yine Kiptiler de Mısır'ın fethedilmesinde Müslümanlara yardımcı olmuştur. Aynı şekilde İslâm devletindeki bir takım işlerle -güvene layıksa- görevlendiril­meleri de caiz olur. Nitekim Ömer b. el-Hattab (r.a.), divanında Bizanslı bir ta­kım kimseleri görevlendirmişti. Ondan sonra gelen halifeler de bu yolda onun izinden gitmişlerdir. Abbasîler bir takım devlet işlerini Yahudi ve Hristiyanla-ra vermişlerdi. Osmanlı devletinin büyükelçilerinin bir çoğu da Hristiyanlar-dan idiler. [263]

Daha sonra Kur'an-ı Kerim müminleri sakındırmak ve uyarmak üzere şöyle buyurmaktadır: Sizi hayra ileten, doğru yola götüren delilleri, ibret ve belgeleri açıklamış bulunuyoruz; eğer sizler düşmanlarla dostlar arasında ayı­rım gözetilmesini zorunlu kılan bu gerçekleri idrak edebilen kimseler iseniz. Daha sonra Kur'an-ı Kerim bir başka üç sebep dolayısıyla, düşmanları dost edi­nip onlara güvenerek sırları açmayı yasaklayan bir önceki sakındırmasını da­ha bir pekiştirmektedir. Bunların her birisi ayrıca güven ortamının bulunma­ması halinde onlara sevgi beslemekten, onlarla içli dışlı olmaktan uzak durma­yı gerektirmektedir. Söz konusu bu üç sebep şunlardır:

1- Sizler bu kâfirleri sevdiğiniz halde onlar sizi sevmez, aksine düşmanlık ederler.

2- Sizler, onların kitaplarının da aralarında yer aldığı bütün semavî kitap­lara iman ediyorsunuz. Bütün rasulleri ve peygamberleri tasdik ediyorsunuz. Onların rasulleri ve peygamberleri de bunlar arasındadır. Kendileri ise hem si­zin Kitab'ınızı hem peygamberlerinizi inkâr etmektedirler.

3- Bunlar müminlerle karşılaştıklarında kendilerine bir zarar gelir korkusuyla güzel davranır ve konuşurlar. Muhammed (s.a.)'in getirdiklerine inandık, doğruladık derler. Fakat kendi aralarında ve şeytanlanyla başbaşa kaldıkla­rında ise size karşı en ileri derecedeki kin, düşmanlık ve öfke izhar ederler. Si­ze herhangi bir eziyet veremiyorlar diye acı duyar, pişman olur ve kinlerinden parmaklarını ısırırlar. "Parmakların ısırılması" müminlere karşı duyulan öfke, kin veya pişmanlıktan mecaz olabilir.

O halde sizler münafık ve kâfirleri veli ve dost edinmekte hatalısınız. Ze-mahşerî'nin de ifade ettiği gibi onlar kendi batıllarına sizin hakka bağlılığınız­dan daha çok bağlı olduklarından dolayı bu, muhataplara oldukça ağır bir azar manası taşımaktadır. Yüce Allah'ın, "Sizin acı duyduğunuz gibi onlar da acı duyarlar. Fakat onların ummadıklarını siz Allah'tan umarsınız." (Nisa, 4/104) buyruğu da bu ayet-i kerimeyi hatırlatmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah peygamberi Muhammed (s.a.)'e bu kâfirlere şöyle demesini emretmektedir: Kininizle, öfkenizle geberin! Şüphesiz Allah kalpler­de olanı çok iyi bilendir. Yani siz müminleri ne kadar kıskanırsanız, sizin kini­niz ne kadar çok olursa olsun şunu bilin ki, Yüce Allah mümin kullarına olan nimetini tamamlayacak ve dinini kemale erdirecektir. Dinini üstün kılacak, kendi sözünü yükseltecek, Müslümanları aziz kılacaktır. Haydi sizler öfkenizle geberiniz. Allah içinizde gizlediğinizi, müminlere karşı sakladığınız kin, kıs­kançlık ve aldatma duygularının özünü çok iyi bilendir. Dünyada bekledikleri­nizin aksini size göstermektedir. Bundan dolayı Yüce Allah sizleri ahirette ebe-diyyen kalacağınız, kurtulamayacağınız, çıkamayacağınız cehennemde, son de­rece ağır azap ile cezalandıracaktır.

Daha sonra Yüce Allah onların müminlere aşırı düşmanlıklarını ortaya koyan durumlarını açıklamaktadır: Müminlere bol mahsul yahut zafer, ilâhî destek, çokluk ve güçlü yardımcılar gibi herhangi bir hayır yahut bir nimet isa­bet edecek olursa, münafıkların hoşuna gitmez. Şayet kuraklık yahut -Uhud gününde cereyan ettiği gibi ilâhî bir hikmet dolayısıyla- düşmanların müminle­re galip gelmesi gibi bir kötülük isabet edecek olursa, münafıklar bundan dola­yı sevinirler. Burada Kur'an-ı Kerim'in belagat açısından ifadelerindeki farklı­lık da dikkat çekmektedir: İyiliğin dokunması ve kötülüğün isabet etmesi. On­lar iyiliğin asgarî şekilde dahi dönüp dokunmasından rahatsız olurlar. Fakat kötülük isabet etmeden, gelip çatmadan sevinemezler.

Fakat Yüce Allah müminlere buna karşı çözüm yolunu göstermekte, kötü­lerin şerrinden kurtulmayı, facirlerin hilelerinden esenliğe kavuşma yolunu ir­şat etmektedir. Bu ise sabretmek, takvayı elden bırakmamak, onların düşman­larını çepeçevre kuşatan Yüce Allah'a tevekkül etmektir. Çünkü müminlerin bütün güçleri, kuvvetleri Allah'tandır. Yalnız O'nun dilediği olur. Onun takdiri ve dilemesi ile olmadıkça hiç bir şey var olmaz. Kim O'na tevekkül ederse Al­lah ona yeter.

Sert yükümlülükleri eda etmek üzere sabreder, Allah'ın kendilerine ya­sakladıklarından sakınırlarsa kâfirlerin hileleri ve tuzaklarının onlara zararı olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa Allah ona bir çıkış peyda eder. Ummadığı yerden onu mıhlandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse O, kendisine yeter" (Talâk, 65/2-3).

Yüce Allah her şeyi bilendir. O'nun ilmi her iki kesimin de amelini kuşat­mıştır. O düşmanların tuzaklarını bilen ve gizliliklerden haberdar olandır. Bunları boşa çıkartacak ve bütün bu hile ve tuzaklarını başlarına geçirecektir. Yaptıklarının cezasını onlara verecektir. Buna karşılık sabırla Allah'tan yar­dım dileyen, takvaya sımsıkı yapışan müminleri de çok iyi bilendir. Bunlar ise düşmanlara karşı başarılı olmanın, galip gelmenin temel iki şartıdır. [264]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Sırdaş edinmek ile ilgili 118. ayet aşağıdaki hususları bize göstermektedir:

1- Kâfirlere meyletmekten sakınmayı tekit etmek. Bu da daha önce geçen, "Ey iman edenler! Eğer siz Kitap Ehli'nden bir zümreye itaat edecek olursa­nız..." (Âl-i İmran, 3/100) buyruğunu tekit etmektedir.

2- Müminlere kâfirleri, Yahudileri ve heva ehli kimseleri, önemli konula­rın görüşülmesi hususunda güvenilir danışmanlar edinmeleri ve devlet yöneti­minde önemli işlerin başına getirmeleri de yasaklanmaktadır. Devletin önemli meseleleriyle ilgili olmayan bazı yönetim kademelerinde kâtip ve memur ola­rak çalıştırılmalarında ise, halifelerin uygulamalarından anlaşıldığı kadarıyla engellenecek bir taraf yoktur. Buharî, Ebu Said el-Hudrî'den, o da Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah ne kadar peygamber gönderdi yahut ne kadar halifeyi iş başına getirdiyse o kimsenin mutlaka iki türlü sırdaşı olur. Bir grup sırdaşı ona iyiliği emreder ve onu yapmaya teşvik eder. Bir diğer grup sırdaşı ise ona kötülüğü emreder ve onu işlemeye teşvik eder. Bunlara karşı himaye olunan ise Yüce Allah'ın koruduğu kimsedir."

3- Yüce Allah'ın, "Kendinizden başkasını" yani sizin dışınızda olanları buyruğu, Müslüman olmayanları, ayet-i kerimenin söz konusu ettiği bir takım sebepler dolayısıyla sırdaş edinmeyi yasaklamaktadır. Söz konusu bu sebepler de şöyledir: "Onlar halinizi bozmaktan hiç geri kalmazlar." Yani işlerinizi fesa­da uğratmaktan geri durmazlar. Bir diğer sebep de şudur: "Size meşakkat vere­cek şeyi arzu ederler." Yani size ağır ve zor gelecek işleri temenni ederler.

"Kinleri ağızlarından taşmıştır." Size düşmanlıkları ağızlarından dışarı taşmış, ortaya çıkmıştır. "Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür." Bu ise onların kalplerinde gizledikleri kinin ağızlarıyla açığa vurduklarından daha fazla olduğunu haber vermekte, bildirmektedir.

4- Bu ayet-i kerimede düşmanın düşmanı aleyhindeki şahitliğinin caiz ol­madığına dair delil vardır. Medineliler ve Hicaz bölgesi alimleri böyle demiştir. Ebu Hanife'den bunun caiz olacağına dair rivayet gelmiştir.

"İşte siz onları seven kimselersiniz..." diye başlayan 19. ayet-i kerime, "on­lar ise sizinle karşılaştıkları zaman "İman ettik" derler." buyruğunun da delale­tiyle Kitap Ehli'nden olan münafıklar hakkında olup Müslümanlarla münafıklann karşılıklı tavırları arasında bir denge olmadığını göstermektedir. Müslü­manların kalbinde onlara karşı hiç bir kötülük bulunmamakla birlikte onlar münafık olduklarından dolayı, Müslümanlara aynı duygularla karşılık vermi­yorlar. Ayet-i kerime aynı zamanda kendilerine kin ve düşmanlık besleyenlere sevgi ile karşılık verdikleri için onları dost (veli) edinmelerinde hatalı oldukla­rını da açığa vurmaktadır. Çünkü Müslümanlar Kitap Ehli'nin bütün kitapları­na iman ederler. Bununla birlikte o Kitap Ehli Müslümanlara buğzetmektedir. Peki Kitap Ehli Müslümanların kitaplarına iman etmedikleri halde onları ne diye severler? Aynı zamanda bu Kitap Ehli'nin kendi batıllarına Müslümanla­rın sahip oldukları hakka bağlılıklarından daha çok bağlı olduklarından dolayı, bu buyruk (Müslümanlara) ileri derecede bir azar ihtiva etmektedir.

Yüce Allah'ın "De ki: Kininizle geberin!" buyruğu ise, bu kinleriyle helak oluncaya kadar kinlerinin artıp durması için onlara bir bedduadır. Kinlerinin artmasından kasıt da Müslümanların güçlenmesi, İslâm'ın güç kazanması gibi onları daha çok öfkelendirecek ve kendilerinin de daha çok zelil, rezil ve hüs­randa olmalarını sağlayacak şeylerin artıp durması demektir. Mana şöyle de olabilir: Yüce Allah bu buyruğu ile onların umduklarına asla kavuşamayacak­larını haber vermektedir. Ölüm onların bu arzuladıkları şeylere kavuşmalarına engel olacaktır. Bu şekilde beddua anlamı onların ölümüyle birlikte ortadan kalkmakla birlikte azar ve öfkelendirme manası olduğu gibi kalmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kim Allah'ın kendisine (peygamberine) dünyada da ahirette de yardım etmeyeceğini sanıyorsa, tavana bir ip uzatsın (onunla kendisini assın), sonra ip kopsun, ondan sonra da hilesinin kızgınlık duyduğu şeyi giderip gidermediğine bir baksın!" (Hac, 22/15).

120. ayet-i kerime ise düşmanları sırdaş edinmemenin bir başka sebebini, "Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür..." diye zikretmektedir. Yani her kimin bu derece düşmanlık ve kini olur da Müslümanlara isabet eden sıkıntılar dolayısıyla bu kadar sevinirse elbette sırdaş edinilmeye lâyık olamaz. Özellikle dünyanın ve ahiretin esasını teşkil eden cihat gibi son derece büyük işlerde bu böyledir.

Ancak şu noktaya dikkat etmek gerekir: Bu hükümler İslâm'ın ilk dönem­lerinde bu durumda olan kimseler hakkındadır. Buna delil ise dört mezhebin de, eğer kâfirin Müslümanlar hakkındaki görüşü güzel olursa, savaş esnasında onlardan yardım alınmasını, -Şafiîlerin görüşüne göre ise ihtiyaç halinde olan­lardan yardım alınmasını- caiz görmüş olmalarıdır. [265]

Yüce Allah'ın, "Şayet sabreder ve sakınırsanız..." buyruğu ise ağır yüküm­lülükleri yerine getirmek, ilâhî emirleri uygulamak hususunda sabra devam etmeye, Allah'ın yasaklayıp uzak durulmasını istediği şeylerden de uzak dur­mak suretiyle O'nun takvasına yapışmaya teşvik etmektedir. Eğer sabreder ve takvayla sakınırlarsa, düşmanların tuzaklarının, hilelerinin onlara hiç bir zararı olmaz. Kur'an-ı Kerim'in sünneti (anlatımda izleyegeldiği yol), insan nefsi­ne katlanılması ağır gelen her konumda sabrı söz konusu etmesi şeklinde cere­yan edegelmiştir. Burada sözü edilen tavırlar ise kâfirlerin düşmanlıklarına, onların kötülüklerinden korunmaya sabretmeyi gerektirmektedir. Ta ki Allah pek yakın olan kurtuluşa ve acil yardıma izin verinceye kadar. Allah onların amellerini çepeçevre kuşatandır. Müslümanlara yapmak istediklerinden onları engellemeye kadir olandır. O halde Allah'a güvenmekten, O'na tevekkül etmek­ten başka bir çare yoktur. [266]

 

Uhud Savaşı, İslâm Ordusunun Düzenlenmesi, Bedir Savaşında Allah'ın Yardımının Hatırlatılması

 

121- Hani sen erkenden müminleri mu­harebeye elverişli yerlerde yerleştir­mek üzere ailenden ayrılmıştın. Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.

122- O zaman içinizden iki zümre bo­zulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların velisi idi. Müminler ancak Al­lah'a güvenip dayanırlar.

123- Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'de yardım etmişti. O halde Al­lah'tan sakının ki şükretmiş olasınız.

124- O vakit sen müminlere, "İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi size yetmez mi?" diyordun.

125- Evet, siz sabreder ve sakınırsanız, bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabbiniz nişanlı beş bin me­lek ile size yardım edecektir.

126- Allah onu size ancak müjde için ve kalpleriniz onunla mutmain olsun diye yaptı. Yardım ve zafer ancak Aziz ve Hakîm olan Allah tarafindandır.

127- Kâfirlerden bir kısmını kessin ve baş aşağı etsin de mahrum ve zarara uğramışlar olarak geri dönüp gitsinler diye.

128- Emr'den sana ait hiç bir şey yok­tur. Ya onların tevbelerini kabul eder yahut zalimler oldukları için onları ce­zalandırır.

129- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğine mağfiret eder, dilediğini de cezalandırır. Allah Ga-fûr'dur, Rahîm'dir.

 

İ’râb:

 

"Hani sen erkenden... ayrılmıştın." ifadesi, "Erkenden... ayrılmış olduğunu hatırla" takdirindedir. "O zaman... bozulmaya yüz tutmuştu." ifadesi de "Bozul­maya yüz tutmuş olduğunu bilir" takdirindedir.

"Allah onu size... mutmain olsun diye yaptı." buyruğunda yer alan "onu" zamirinin ait olduğu kelime hakkında beş açıklama şekli söz konusudur: Bu ya Allah tarafından gönderilecek yardıma yahut yardım kuvvetlerine yahut ni­şanlı beş bin meleğe yahut indirilen meleklere yahut da beş bin ve üç bin keli­melerinin delâlet ettiği sayıya ait olabilir.

"Kafirlerden bir kısmını kessin." buyruğu da "O kâfirlerden bir grubunu kessin diye size yardım etti," yahut da "Bunun için size yardım eder" takdirin­dedir. "Ya onların tevbelerini kabul eder" buyruğu ya, "Tevbe etmeleri hali müs­tesna" takdirindedir ya da, "Kafirlerden bir kısmını kessin" buyruğuna atfedil­miş olup takdiri şöyle olur: O kâfirlerden bir grubu kessin yahut onları baş aşağı etsin veya onların tevbelerini kabul etsin ya da onlara azap etsin.

"O vakit sen: Müminlere... diyordun." buyruğunda muzari fiil kullanılması, olayın zihinde canlandırılması suretiyle dili geçmiş zaman ifadesilye anlatıl­mak istendiği içindir. [267]

 

Belagat:

 

"Mağfiret eder..." "cezalandırır..." kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır. [268]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani sen erkenden" sabahleyin, çıkmıştın. Bu ise tanyerinin ağarması ile güneşin doğması arasındaki vakittir, "müminleri muharebeye elverişli yerlerde yerleştirmek üzere" onları hazırlamak ve onlara duracakları yerleri göstermek üzere "ailenden ayrılmıştın. O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tut­muştu." Bunlar askerin iki kanadını teşkil eden Selime oğulları ile Harise oğul­lan idi. Kullanılan kelime (hemm) insanın içinden geçirmesi ve bir şeye yönel­mesi hakkında kullanılır. Bozulmaya yüz tutmaktan kasıt ise korkmak ve zaaf göstermektir. Münafık Abdullah b. Ubeyy b. Selul ile arkadaşları geri dönüp, "Kendimizi ve çoluk çocuğumuzu ne diye ölüme maruz bırakalım" dediği sırada bu olmuştu. Kendisine, "Sizlere peygamberiniz ve kendiniz hakkında Allah'ı âaür/aûnm "c&'yen Ma Cdöı'r es-SÜfernıfe, l&ğerâ/z&âK^dâ&^fd&â&ftâfc, mutlaka size uyardık" demişti. Daha sonra Allah bu iki kanada sebat vermiş ve onlar geri dönmemişlerdi.

"Allah onların velisi" yani yardımcısı "idi. Müminler ancak Allah'a güve­nip dayanmalıdırlar." Yalnız ona güvensinler, başkasına değil. Tevekkül, işle­rin hakkından gelme hususunda yalnızca Allah'a güvenip dayanmak demektir.

"Siz zayıfken." Kendisini koruyacak kimsesi ve gücü olmayan kimse hak­kında zelil (=zayıf) tabiri kullanılır. Müslümanlar Bedir*de sayıca ve silah bakı­mından azdılar. "Size yetmez mi?" Yeterli olmak, zenginlikten bir aşağı merte­bededir; bu ise ihtiyacın karşılanması seviyesidir.

(Belâ= evet) kelimesi "neam" gibi cevap için kullanılır. Fakat bu kelime menfî (olumsuz) ifadeden sonra gelir ve ondan sonrasının olumlu olduğunu ifa­de eder. Yani, evet, size bu kadar yeter, demektir. Önce onlara bin melek yar­dım gönderdi, daha sonra bunlar üç bin oldu, sonra da beş bin.

"Siz sabreder" düşman ile karşılaşmakta sebat gösterir "ve" ona karşı gel­mek hususunda Allah'tan "sakınırsanız" bunlar "yani müşrikler" de "ansızın" hemen o anda "üstünüze gelecek olurlarsa" Hemen (= fevr) herhangi bir gecik­me ve arada zaman süresi olmaksızın çabucak yapma veya olma demektir. "Rabbinizin size imdat etmesi" yani yardımcı olması. İmdat bir şeyi peyderpey vermektir, "size yetmez mi" ihtiyacınızı karşılamaz mı.

"Nişanlı (=müsewîmine)" kelimesi vav harfi esreli okunduğu takdirde "kendilerini yahut atlarını işaretlemişler olarak" demektir. Vav harfi fethalı ise üzerlerinde kendilerini ayırt edecek alâmetlerin olması demektir. Müminler sabrettiler, Allah da onlara vaadini gerçekleştirdi. Melekler onlarla birlikte si-yah-beyaz renkli atlar üzerinde, omuzları arasında ucunu sarkıttıkları sarı ya­hut beyaz renkli sarıklar giymiş olarak savaştılar.

"Allah onu" yani bu yardımı "size ancak" zaferi "müjde için ve kalpleriniz onunla mutmain olsun" sükûn bulup düşmanların çokluğundan ve onları öl­dürmekten korkmasınlar "diye yaptı." Çünkü zafer Allah'tandır. Onu dilediğine verir, zafer asker çokluğu ile ilgili değildir.

"Kâfirlerden bir kısmını kessin" yani öldürmek veya esir almak suretiyle helak edilmesini sağlasın. "Veya baş aşağı etsin" bozguna uğratarak zelil kılsın. "Mahrum," isteklerini elde edemeden "ve zarara uğramışlar olarak geriye dö­nüp gitsinler diye"

"Emr'den sana ait hiç bir şey yoktur." Aksine emr bütünüyle yalnız Al­lah'ındır. O halde İslâm'a girmeleri suretiyle tevbelerini kabul edinceye yahut kâfir olmak suretiyle kendilerine zulmettiklerinden dolayı onlara azap edince­ye kadar sabret.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi" mülkiyeti, yaratması ve kullukları iti­bariyle "Allah'ındır." [269]

 

Nüzul Sebebi

 

"Hani sen erkenden... ayrılmıştın." Bu ayet-i kerime Uhud gazası hak­kında nazil olmuştur. İbni Ebî Hatim ve Ebu Yala, el-Misver b. Mahreme'den şöyle dediğini nakletmektedirler: Abdurrahman b. Avfa, "Dayıcığım" dedim, "Bana Uhud gününde başınızdan geçenleri haber ver." Dedi ki: "Âl-i İmran suresinin 120. ayetinden sonrasını oku, sen bizim o güne dair haberlerimizi orada bulursun. Yani Yüce Allah'ın, "Hani sen erkenden..." ayetinden itibaren, "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyku indirdi..." (Âl-i İm­ran, 3/154) yani bundan sonra da yaklaşık altmış ayet kadarını oku (demiş­tir).

Yüce Allah'ın, "Emrden sana ait hiç bir şey yoktur." (128. ayet) buyruğu­nun nüzul sebebi ile ilgili olarak Ahmed ve Müslim'in Enes'ten rivayetlerine göre Peygamber (s.a.)'üı Uhud gününde küçük azı dişi kırılmış, başı yaralan­mıştı. Kan yüzünün üzerine akmış ve, "Rablerinin yoluna davet ettiği halde peygamberlerine bunu yapan bir kavim nasıl felah bulur?" diye buyurmuştu. Yüce Allah da, "Emrden sana ait hiç bir şey yoktur." buyruğunu indirdi.

Ahmed ve Buharî de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allahım, filâna lanet et, Alla-hım el-Haris b. Hişam'a lanet et, Allah'ım Süheyl b. Amr'a lanet et, Allah'ım Safvan b. Uyeyne'ye lanet et. Bunun üzerine: "Emrden sana ait hiç bir şey yok­tur." ayeti sonuna kadar nazil oldu ve bunların hepsine tevbe nasip oldu. Ayrıca Buharî Ebu Hureyre'den buna yakın bir rivayet kaydeder.

Hafız İbni Hacer der ki: Her iki hadisin arasını tevil etme yolu şudur: Resulullah (s.a.) Uhud günü sözü geçen olay meydana geldikten sonra nama­zında sözü geçen kimselere beddua etti. Ayet-i kerime de her iki hususa dair nazil olmuştur. Hem onun başına gelen iş hakkında, hem de onun kendilerine beddua etmesi üzerine inmiştir. Kısaca ayet-i kerime Uhud olayı ile ilgili ola­rak nazil olmuştur. Daha sonra meydana gelmiş başka bir takım olayları kap­saması da mümkündür. Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettikleri bu ayetin nazil olmasından sonra, Resulullah (s.a.)'ın Ri'l ve Zekvân'a bedduadan vazgeçmesi ile ilgili kayda gelince: Bu haberde bir illet vardır. O da ez-Züh-rî'nin kendisinden haberi aldığı kişinin sözünü araya koymasıdır. Bu da, "Al­lah... buyruğunu indirinceye kadar" sözüdür. Çünkü sözü geçen bu olay, Uhud'dan sonra olmuştu.

Müslim'in rivayetinde ise şöyle yer alır: Hz. Peygamber sabah namazında şöyle derdi: "Allah'ım Ri'l'e, Zekvân'a ve Usayya'ya lanet et." Yüce Allah, "Emr-den sana ait bir şey yoktur." buyruğunu indirinceye kadar bu böyle devam etti.

Buharî'nin rivayeti ise Resulullah (s.a.) sabah namazında kıraeti bitirdik­ten sonra tekbir getirir, başını kaldırır ve "Semiallahu limen hamiden, Rabbe­na lekel hamd" dedikten sonra ayakta olduğu halde şöyle derdi: "Allahım el-Velid b. Velid'i, Seleme b. Hişam'ı, Ayyaş b. Ebi Rebîa'yı ve müminlerin mustaz'af olanlarını sen koru. Allahım, Mudar üzerindeki sıkıntı ve azabını daha da artır ve sen bu yılları onlar için Yusufun (yedi kıtlık) yıllan gibi yap. Allahım Lih-yân'a, RiTe, Zekvân'a, ve Allah'a ve Rasulüne isyan eden Usayya'ya lanet et." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Emr'den sana ait hiç bir şey yoktur. Ya onların tev-belerini kabul eder yahut zalim oldukları için onları cezalandırır." ayeti nazil olunca da bunu terk ettiği haberi bize ulaştı." şeklindedir. [270]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah müminleri kötü sırdaş edinmekten sakındırdıktan sonra bura­da da muharebe ve savaş alanlarında yaşanmış bir örneği söz konusu etmekte­dir. Bu ise korkaklık ve zaaf duygusu dolayısıyla iki zümrenin dağılma arzusunu taşımasıdır. Çünkü liderleri Abdullah b. Ubeyy b. Selûl komutasında müna­fıklar onları korkutmaya çalışmışlardı.

Buharî ve Müslim Hz. Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "O za­man içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların velisi-dir." buyruğu bizim hakkımızda nazil oldu. Sözü geçen iki taife biziz: Harise oğulları ile Selime oğullan. Ancak, "Allah onların velisidir." buyruğu dolayısıy­la bu ayetin nazil olmasına sevinmedik değil.

Ayet-i kerimelerde hakkında 121-180. ayetler arası 60 ayet-i kerimenin in­dirildiği Uhud gazasından, bu arada Bedir gazasından da söz edilmektedir. Böylelikle Yüce Allah, sayıca az oldukları halde Bedir'de Allah'ın inayetiyle za­fer kazanmalarını ve bu şekilde üzerlerindeki nimetini hatırlatmak dilemiştir. [271]

 

Bedir ve Uhud Savaşlarına Kısa Bir Bakış:

 

Bedir Savaşı:

 

Bedir savaşı, hicretin ikinci yılı Ramazan ayının 17'sinde Müslümanların Ebu Süfyan'ın kervanına saldırmalarından sonra vuku bulmuştu. Söz konusu bu kervan bir takım mal ve ticaret eşyası taşıyordu. Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında savaş ortamı vardı. Bu saldırı ekonomik bir baskı uygula­mak için ve daha önce Mekke'de Kureyşlilerin Müslümanlara ait bir takım mal, akar ve mülklerin karşılıklarını almak maksadıyla yapılmıştı. Ancak ker­vana yapılan bu saldın Mekkelilere çok ağır gelmiş ve varlıklarının tehlikede olduğunun, Medine'de de müminlerin güçlendiklerinin farkına varmışlardı. Kin ve üstünlük duygulan şiddetle kalplerini doldurmuş, o bakımdan çeşitli Arap kabilelerinden kuvvet toplamaya başlamışlardı. Oldukça az sayıda kimse dışında Kureyşliler bu çağnya katılmıştı. Savaşa katılanların sayısı binden fazla idi. Bunlar arasında atlılar, kahramanlar ve Kureyş'in ileri gelenleri de vardı. Resulullah (s.a.) onların bu durumlannı işitince ashabıyla istişare etti, sonra da 313 kişi ile birlikte alelacele onlan karşılamak üzere yola çıktı. Bera­berlerinde yalnızca iki at ve yetmiş deve vardı. Geri kalanlar ise piyade idi ve beraberlerinde yeteri kadar araç ve gereç yoktu.

Her iki ordu Bedir'de karşı karşıya geldi. Burası Mekke ile Medine arasın­da bir kuyunun adıdır. Bu kuyu da adını Bedir adındaki sahibinden almakta­dır. Çoğunluğun görüşüne göre ise Bedir adı oralardaki bir su adıdır ve bu su­yun adı o bölgenin de adı olmuştur. Savaş müminlerin parlak zaferi ile sonuç­landı. Müşrikler için bu büyük bir musibet idi. Savaş her iki kesimin akibetini belirleyen kesin bir sonuç ortaya koymuştu. Araplar arasında oldukça güçlü yankılara sebep oldu: O bakımdan Yüce Allah bu savaşa "Furkan Günü" adını vererek şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'a ve kulumuza hak ile batılın ayrıl­dığı, iki ordunun birbiriyle karşılaştıkları gün (Furkan Günü) indirdiğimize inanmışsanız..." (Enfal, 8/41).

İşte bu savaşta azıcık bir topluluk sayıca kalabalık bir topluluğa karşı mu­zaffer olmuştur. "Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'de yardım etmişti..." Yüce Allah bu savaşta Müslümanlarla birlikte savaşan melekleri yardıma gödermişti. Yine bu savaşta Müslümanların az rastlanılır sebat ve cesaretlerinin boyutu ortaya çıktı. Resulullah (s.a.)'ın kendisi de bu savaşa katıldı ve fiilen de savaştı (Peygamber efendimiz bizzat 9 savaşa katılmıştı). Bu savaşta çarpışma esnasında iman, itikat ve Allah'a tevekkül unsuru gayet açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu Resulullah (s.a.)'ın iki saffın birbirine girmeden önce yapmış ol­duğu şu duasında müşahhas ifadesini bulmaktadır:

"Allahım, sen bu topluluğu helak edecek olursan bundan sonra yeryüzünde sana ibadet olunmaz. Allahım, bana verdiğin sözünü yerine getir! Allah'ım se­nin yardımını talep ederim." Nihayet ridası omuzlarından yere düşmüş, Hz. Ebu Bekir onu yerden alıp omuzlarına koymuştu. Daha sonra da onun yanın­dan ayrılmayıp arkasından yürüyüp gitmişti. İleri derecede yalvarıp yakarma­sından, Allah'a dua etmesinden ona acır hale gelmişti: "Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da O da,"Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca binlercesiyle yardımcı olacağım" diyerek, duanızı kabul buyurmuştu." (Enfâl, 8/9). [272]

 

Uhud Savaşı:

 

Bedir savaşından sonra müşriklerin Müslümanlara karşı olan öfkesi daha da arttı. Kureyşlilerin lideri Ebu Süfyan müşrikleri Resulullah (s.a.)'a karşı kışkırtmaya koyuldu. Bu maksatla mal topladılar ve yaklaşık üç bin savaşçısı bulunan bir ordu hazırladılar. Bunların yedi yüz kişisi zırhlı, iki yüz kişisi atlı idi. Başlarında da Safvan b. Umeyye vardı. Resulullah (s.a.) arkadaşları ile is­tişare etti. Aralarında münafıkların lideri ve Medine'deki Yahudilerin başı du­rumunda olan Abdullah b. Ubeyy'in de bulunduğu yaşlılar, Medine'de kalıp Medine sokakları arasında çarpışma teklifinde bulundular. Resulullah (s.a.) da Medine'nin dışına çıkmayı pek istemiyordu. Gençler ise Medine dışında sava­şılması teklifinde bulundular. Bunlarla birlikte Bedir'e katılmamış yaşça ileri bazı kimseler de vardı. Bunlar "Ey Allah'ın rasulü, bizimle düşmanlarının kar­şısına çık. Onlar bizim kendilerinden korktuğumuz, zaaf gösterdiğimiz kana­atine kapılmasınlar" dediler.

Bu şekilde Resulullah (s.a.)'a ısrara devam ettiler; nihayet Resulullah (s.a.) evine girdi, savaş elbisesini giydi, hazırlıklarını yaptı ve dışarda savaş­mayı benimseyen çoğunluğun görüşünü kabul etti. Daha sonra Medine'nin dı­şına çıkmayı teklif edenler pişman oldu ve "Ey Allah'ın rasulü, biz seni hoşuna gitmeyen bir işe zorladık, bunu yapmamamız gerekirdi, arzu edersen sen kal. Allah'ın selâmı üzerine olsun" dedilerse de Resulullah (s.a.) şu cevabı verdi: "Üzerine zırhını giyindiği takdirde savaşmadıkça onu çıkarması hiç bir pey­gambere uygun değildir."

Resulullah (s.a.), bin yahut dokuz yüz elli kişilik ashabı ile dışarı çıktı. Bunlardan sadece yüz tanesi zırhlı idi ve iki tane at vardı. Medine'nin kuzey tarafında yaklaşık 3 km uzaklıkta Uhud dağı eteklerinde hicretin 3. yılında Şevval ayının cumartesiye rastlayan 7. gününde konakladı. Sırtını Uhud'a ver­erek karargahını kurdu ve saflarını düzenledi. Elli kişiden oluşan okçular kafi­lesini yerleştirdi. Dağın kenarında Abdullah b. Cübeyr'i de başlarına komutan tayin etti ve onlara, "Oklarınızla bizi koruyunuz. İster galip gelelim, ister mağ­lûp olalım yerinizden ayrılmayınız" dedi. İbni Hişâm'ın Sîret'inde şu ifadeler yer almaktadır: "Oklarınızla gelecek atlıları üzerimizden püskürtünüz ve bizi arkamızdan sarmalarına engel olunuz. Savaş ister lehimize ister aleyhimize ol­sun." Zâdü'l-Meâd'da da şu ifade kullanılmaktadır: Kuşların askerleri kapıp götürdüklerini görecek olsalar dahi onlara yerlerinde kalmalarını, ayrılmama­larını emretti.

Resulullah (s.a.)'ın sancağı Mus'ab b. Umeyr'de idi. Kanatlarının birisinin başında ez-Zübeyr b. Avvam, diğerinin başında el-Münzir b. Amr vardı. Müş­riklerin sağ kanadında ise Halid b. Velid, sol kanatlarına İkrime b. Ebî Cehl komuta etmekteydi. Sancaklarını ise Abduddâr oğullarından Talha b. Ebi Tal-ha taşıyordu. Okçularının başında -ki yüz kişi idiler- Abdullah b. Ebi Rebia vardı.

Münafıkların lideri arkadaşlarından üç yüz kişi ile birlikte, "O benim sö­züme karşı geliyor da çoluk çocuğa itaat ediyor; "Zaten savaş olacağını bilsey­dik mutlaka arkanızdan gelirdik." (Âl-i İmran 3/167) diyerek geri çekildi.

Ensar'dan Selime oğullan ile Harise oğulları neredeyse Uhud'a çıkamaya­caklardı. Daha sonra Yüce Allah onlara tevfikini ihsan etti ve savaşa çıktılar. İşte Yüce Allah'ın, "O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu. Hal­buki Allah onların velisi idi." buyruğunun ifade ettiği mana budur.

Münafıkların geri dönmesinden sonra Resulullah (s.a.) ile birlikte sadece yedi yüz kişi kalmıştı.

İki ordu karşı karşıya gelince Ebu Süfyan'ın karısı Utbe kızı Hind, diğer kadınlarla birlikte kalkıp tef çalmaya ve safların arkasından yürümüye başla­dılar.

Resulullah (s.a.)'m elinden kılıcı alıp bunun hakkını yerine getireceğini vaad eden Ebu Oücâne de savaşa katıldı. Karşısına kim çıktıysa onu öldürdü. Hamza b. Abdülmuttalib (Hz. Hamza) de çok çetin bir şekilde çarpıştı. Çok sa­yıda kahramanı öldürdü. Mus'ab b. Umeyr şehit edilince Peygamber (s.a.) san­cağı Ali b. Ebî Talib'e verdi. Cübeyr'in kölesi Vahşi attığı bir mızrak ile Hz. Hamza'yı vurdu ve bu mızrak önden bacakları arasından çıktı; şehitlerin efen­disi şehit oldu.

Müşrikler bozguna uğradı. Talha'nın elinden sancakları düştü. Onu oğlu aldı, daha sonra kardeşi. Eğer tepedeki okçular Peygamber (s.a.)'in emrine ay­kırı hareket ederek ganimetleri toplamak üzere koşup yerlerinden ayrılmamış olsalardı, zafer neredeyse Müslümanların olacaktı.

Halid b. Velid Müslüman ordusunun zaaf yerini fark etti. Müşrik atlılar ile birlikte yolun arka tarafından okçuların bulunduğu dağların üstünden Müs­lümanları çevirmeye başladı. Askerleri ile birlikte Müslümanlara büyük zarar­lar vermeye başladı. Herkesin arasında Muhammed (s.a.)'in öldürüldüğü habe­ri yayıldı. Müslümanlar geri dönüp kaçtılar. Resulullah (s.a.) atılan bir taştan isabet aldı ve yan tarafi üzerine düştü. Küçük azı dişi kırıldı, başı yaralandı.

Dudağı da yaralandı. Yüzünün üzerine kan aktı. Miğferin halkaları yanakları­na battı, diz kapaklarından isabet aldı. Kanlarını silerken, "Kendilerini Rable-rine davet ederken peygamberlerinin yüzünü kana boyayan bir kavim nasıl fe­lah bulur?" diye buyuruyordu. Daha sonra Hz. Ali elinden tuttu ve Hz. Talha da yardım ederek onu ayağa kaldırdı

Daha sonra Resulullah (s.a.) Müslümanların arkalarından şöyle sesleni­yordu. "Bana geliniz ey Allah'ın kulları. Ben Resulullah (s.a.)'ım" "Hani siz bo­yuna uzaklaşıyordunuz, kimseye de dönüp bakmıyordunuz. Peygamber de arka­nızdan çağırıyordu. Bunun üzerine gamınıza (itaatsizliğinize) karşılık sizi bir gamla cezalandırdı." (Âl-i İmran, 3/153) buyruğu buna işaret etmektedir.

Ebu Süfyan da şöyle demeye koyuldu: Ey Kureyş topluluğu hanginiz Mu-hammed'i öldürdü? Bu sefer Ömer b. Kamia, "Onu ben öldürdüm" dedi. KaTb b. Mâlik ise Muhammed'in kurtulduğunu müjdeleyen ilk kişi oldu. Allah onu müşriklerin zararından korumuştu. "Allah insanlardan seni koruyacaktır." (Mâide, 5/67).

Hz. Peygamber, hayatı boyunca kendisini öldürmek üzere komplolar ku­ran Ubeyy b. Haleften başkasını fiilen öldürmüş değildir: "Attığında sen atma­dın, fakat Allah attı." (Enfal, 8/17) ayeti onun hakkında nazil olmuştur.

Uhud, Müslümanlar için oldukça ağır bir imtihan günüydü. Müslümanlar­dan yetmiş kişi şehit oldu. Müşriklerden öldürülenlerin sayısı ise yirmi iki kişi idi. Savaş alanında şehitlerin efendisi Hz. Hamza nihayet bulundu. Utbe kızı Hind karnını yarıp ciğerini çıkarmış, çiğnemeye koyulmuş ve fakat onu yuta-mamıştı. Ebu Süfyan sesinin çıkabildiği kadar etrafına şöyle bağırıp duruyor­du: "Savaşta galibiyet taraflar arasında sırayladır. İşte bugün Bedir gününe karşılıktır. Yüce ol ey Hubel (Kabe 3rakınlannda bir putun adı), dinin üstün gelsin." Ebu Süfyan beraberindekilerle birlikte geri döndüğünde şöyle dedi: Ge­lecek sene Bedir"de sizinle buluşalım. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ona, evet, bu bizimle sizin aranızda bir buluşma günü olsun, deyiniz."

Daha sonra Resulullah (s.a.), amcası Hz. Hamza'yı aradı. Karnının deşil­miş olduğunu, burnunun kesilmiş, kulağının koparılmış olduğunu gördü. Buna çok üzüldü ve şöyle dedi: "Şayet Allah beni onlara karşı muzaffer kılarsa onlar­dan otuz kişiye aynı uygulamayı yapacağım." Daha sonra onu sırtındaki cübbe-siyle örttü ve namazını kıldı. Yedi tekbir aldı. Diğer şehitleri de yan tarafına dizdi. Onlar üzerinde yetmiş iki tane namaz kıldı. Daha sonra Hz. Hamza gö­müldü. Resulullah (s.a.) diğer şehitlerin de gömülmesini emretti ve, "Onları şe­hit edildikleri yerde defnediniz." diye buyurdu.

Açıkça anlaşıldığı gibi bozgunun sebebi okçuların Resulullah (s.a.)'ın emri­ne aykırı davranmaları ve ganimetlere tamah etmeleriydi. Bu savaş Müslü­manlar için bir mihnet ve bir arındırma, bir eğitim idi. Müslümanlara; zaferin, gerekli sebepleri edinmeye bağlı olduğunu öğretti. Bozgunun ise, imanda bir gerileme, yakînde de bir sarsıntı anlamına gelmediğini ortaya koydu. İşte bun­dan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine Allah bir itaatsizliğe karşılık sizi cezalandırdı. Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesi-niz diye. Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Âl-i İmran, 3/153). Yine Yüce Allah'ın şu buyruğunda da ifade ettiği gibi musibet kapsamlı gelir: "Bir de ara­nızdan yalnızca zulmedenlere gelip çatmayan bir fitneden (azaptan) korkunuz." (Enfâl, 8/25). [273]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammedi Hicretin üçüncü yılı şevval ayının cumartesiye rastlayan yedinci günü sabahleyin evinden çıktığın vakti hatırlat onlara! Sen müminleri savaşmak üzere yerleştiriyor, ordunu düzenliyordun. Bir topluluğu ok atıcıla­rın bulundukları tepeye yerleştiriyor diğer bir kesimi sağ tarafa, diğerlerini so­la yerleştiriyor, atlılar için de muayyen yerler tespit ediyordun.

Kendileriyle danıştığın hususlarda müminlerin söylediklerini Yüce Allah çok iyi işitendir. O hem, "Düşmanların karşısına çıkma ve onlar gelip üzerimi­ze girinceye kadar Medine'de kal" diyenlerin hem de, "Medine dışında onlarla karşılaşmak üzere bizi dışarıya çıkar" diyenlerin sözlerini çok iyi işitendir. Al­lah her bir niyeti ve her bir fiili çok iyi bilir. Hatalı olsa bile sözü ihlâsla söyle­yeni de, Abdullah b. Übeyy ve münafıklar topluluğu gibi isabet etmekle birlik­te, münafıklık edeni de aynı şekilde bilir.

Yine Yüce Allah, Evslilerden Selime oğulları ile Hazreclilerden Harise oğullarına mensup Ensar'dan iki kesimin -ki bunlar Müslüman askerlerin iki kanadı olup yaklaşık üçte birine denk idiler- savaşa karşı zaaf korkaklık gös­termek üzere olduklarını, münafıkların geri döndüklerini gördüklerinde de sa­vaşa çıkmamayı içlerinden geçirdiklerini de çok iyi işiten ve bilendir. Fakat Yü­ce Allah imanlarındaki samimiyetleri dolayısıyla işlerini üstlenmiş, geri çekil­mekten, zelil olmaktan onları korumuş, korkaklıktan, kaçmaktan yana himaye etmişti. Çünkü bir şeyi fiiliyata geirmeden yalnızca içten içe kararlaştırmak, Yüce Allah'ın, "Halbuki Allah onların velisi idi." buyruğunun delâleti üe masi-yet sayılmaz. Müminler Allah'a tevekkül etmelidirler, Allah'a güvenmelidirler, O'nun desteğine güven beslemelidirler; kendilerine yardımcı olacak başkaları­na değil. Ancak daha önceden gerekli sebepleri de gerçekleştirmiş olmaları, ge­rekli hazırlıkları yapmış olmaları, her çağa uygun şekilde ordu ve silah donanı­mını sağlamış olmaları gerekir. Çünkü insan sebeplere yapışmakla emrolun-muştur. Bundan sonra ise sonuçlan ve bu sebeplerin etkilerini Yüce Allah'a bı­rakmalıdır. Sayıca az müminler topluluğunu, kendi izniyle sayıca çok kâfirler topluluğuna -Bedir günü müminleri muzaffer kıldığı gibi- zafere kavuşturan Yüce Allah'tır.

' îşte bundan dolayı, müminlere Bedir günü Allah'ın yaptığı yardımının ha­tırlatılması gerekirdi. Sayıca, araç ve gereç itibariyle azdılar. Çünkü o sırada müminlerin sayısı üç yüz kişi, kâfirler ise bin kişi dolaymdaydılar. Beraberle­rinde ise sadece iki at vardı. Müşriklerde ise pek çok at, zırh, süvari ve kahra­man yiğitler vardı. İşte bu, zaferin sayı ve silah çokluğu ile değil, ancak Allah tarafından olduğunun delilidir. Nitekim Yüce Allah Huneyn günü hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Huneyn gününde de size yardım etmiştir. (O günde) çokluğunuzla bb'bür-lenmiştiniz, fakat bunun size bir faydası olmamıştı... Allah Gafûfdur, Ra-hîm'dir." (Tevbe, 9/25-27). O'na itaat etmek, yasaklarından uzak durmak, sıkın­tılara sabretmek suretiyle Allah'tan korkun ki O'nâ şükredenlerden olasınız veya kendinizi ona şükretmeye hazırlayasınız. Çünkü itaat, sabır ve sebat, ni­met ve zafere karşı şükrün bir aracıdır.

Ya Muhammed, Bedir günü çoklukları dolayısıyla düşmanlarından korkuya kapılmış müminlere, kalplerine huzur vermek için vaadde bulunur­ken söylediğin şu sözleri de hatırlat: Rabbinizin sizlere üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi? Yüce Allah bu melekleri kâfirlerle savaşmak üzere in­dirmişti. İbni Ebî Şeybe, İbnül-Münzir ve başkaları eş-Şa*bîden şöyle dediğini nakletmektedirler: Resulullah (s.a.)'a ve ashabına Bedir günü Kurz b. Cabir el-Muharibî'nin müşriklere yardımcı olmak istediği haberi ulaştı. Bu iş hem Pey-gamber'e hem de Müslümanlara ağır gelmişti. Bunun üzerine Yüce Allah, "Sen müminlere... indirilen üç bin melekle Rabbinizin imdat etmesi size yetmez mi?.. Nişanlı beş bin melekle size yardım edecektir..." (Âl-i İmran, 3/124-125) buyru­ğunu indirdi. Daha sonra Kurz, Kureyşlilerin bozguna uğradıkları haberini al­dı, onlara yardıma gelmeyip geri döndü. O vakit Allah tarafından bin melek ile yardıma mazhar olmuşlardı.

Katâde der ki: Meleklerle yardım Bedir günü olmuştu. Allah onlara bin melek göndererek yardım etmişti. Daha sonra yardıma gönderilen melekler üç bin, sonra da beş bin oldular. İşte Yüce Allah'ın, "Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da O da "Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca binlerce­si ile imdat ediciyim" diyerek duanızı kabul etmişti." (Enfal, 8/9); "İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi size yetmez mi?" buyrukları ile, "Evet, siz sabreder, sakınırsanız bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa Rabbi-niz nişanlı beş bin melek ile size yardım edecektir." buyrukları buna işaret et­mektedir. Bedir günü müminler sabrettiler, Allah'tan korktular, Allah da onla­ra vaad ettiği şekilde beş bin melek ile yardımcı oldu. Bütün bunlar Bedir günü müminlerin sayılarını artıracak şekilde, askere yardım ulaştırmak kabilinden maddî ve fiilî olmuştu. Melekler savaşa katılmışlardı. Buharî ve Müslim'de sa­bit bir çok rivayet de bunu pekiştirmektedir.[274]

Bu yardım, el-Menar tefsiri müellifinin ve bazı müfessirlerin eski görüşleri gibi manevî destek kabilinden değildi. Bu yanlış kanaatin sahipleri şöyle der­ler: Meleklerin çok oluşundaki fayda onların dua ve teşbih etmelerinden ibaretti ve o gün savaşçıların sebatını artırıyordu. Buna göre melekler Bedir günü savaşmamışlar, sadece müminlere sebat verilmesi için dua etmek üzere hazır bulunmuşlar. Ancak müfessirlerin çoğunluğunun benimsedikleri görüş birinci görüştür. [275]

İbni Abbas ve Mücahid der ki: Melekler yalnızca Bedir günü savaştılar. Bunun dışındakilerde ise hazır bulundular fakat savaşmadılar. Buna göre me­lekler ancak ya sayıca gelirler yahut manevî destek için gelirler.

Fahreddin er-Razî, Tkfsirül-Kebîr'iaâ.B der ki: Tefsir ve siyer alimleri Yüce Allah'ın Bedir günü melekleri indirdiği ve kâfirlerle birlikte savaştıkları husu­sunda ittifak etmişlerdir.[276] Buna göre Yüce Allah'ın, "O vakit sen müminlere "İndirilen üç bin melekle... size yetmez mi?" diyordun." buyruğu Hz. Peygam­berdin Bedir günü söylediği sözü hatırlatmaktadır.

İkrime ve ed-Dahhâk'tan da şöyle dedikleri nakledilmektedir: Hayır, bu, Uhud günü olmuştur. Allah sabrettikleri takdirde onlara yardim göndereceğini vaad etmişti. Fakat onlar sabretmediler. Bundan dolayı da tek bir melekle ol­sun onların imdadına koşmadı. Şayet imdatlarına gelinmiş olsaydı bozguna uğ­ramazlardı.

Konuyla ilgili söylenenlerin özeti şudur: Tefsir alimleri "...yetmez mi diyor­dun?" buyruğunda sözü edilen vaad acaba Bedir günü mü olmuştu, yoksa Uhud günü mü? konusunda farklı görüşlere sahiptirler ve bu konuda iki görüş vardır. Birinci görüş Hasan-ı Basrî ve bir topluluğun görüşü olup Taberî'nin de tercih ettiği görüştür ve bu buyruk, Yüce Allah'ın, "andolsun ki... Allah size Be-dir'de yardım etmişti." buyruğu ile alâkalıdır, ikinci görüş ise Mücahid'e ve bir diğer topluluğa ait olan görüştür. Buna göre burada sözü geçen vaad Yüce Al­lah'ın, "Hani sen erkenden... yerleştirmek üzere ailenden ayrılmıştın." buyruğu ile alâkalıdır. Bu da Uhud günü olmuştu. Ancak zahir olan birinci görüştür.

Daha sonra Yüce Allah şunu hatırlatmaktadır: Evet üç bin melek ile yar­dımınıza gelmesi size yeterlidir. Daha sonra onları sabır ve takvaya teşvik et­mek, kalplerini de pekiştirmek üzere sabredip takva sahibi oldukları takdirde, yardım için gönderecekleri bu meleklerin sayılarını beş bine kadar artıracağı vaadinde bulundu.

Eğer düşmanla karşılaşmaya sabreder, masiyetlerden, Resulullah (s.a.)'a muhalefet etmekten sakınırsanız, müşrikler de o anda sizinle savaşmak üzere gelirlerse, Allah size alâmetti, nişanlı beş bin melek ile imdat eder. "Nişanlı" kelimesindeki "vav" harfinin esreli veya üstünlü okunuşuna göre anlamında ufak bir farklılık olmaktadır. Birinci okuyuşa göre bizzat kendilerine yahut ad­larına kendilerinin işaret koydukları, ikincisine göre ise omuzları üstünde sar­kıtılmış sarı sarıklarla işaretlenmiş melekler demek olur. Nitekim el-Kelbî de böyle söylemiştir. ed-Dahhâk'tan nakledildiğine göre ise bunlar atlarının percemleri ve kuyruklarına beyaz yünler ile işaret koymuşlardı. Katade'den nakle­dildiğine göre ise siyah ve beyaz renkli atlar üzerinde idiler. Resulullah (s.a.) da ashabına, "Kendinize işaret yapınız; çünkü melekler de kendilerine işaretler yaptı" diye buyurmuştur.

Özetle Kur'an-ı Kerim Bedir günü müminlere bin melek ile yardım edildi­ğini göstermektedir. Bu yardım da Yüce Allah'ın şu buyruğunda zikredilmekte­dir:

"Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz, O da, "Muhakkak ben size me­leklerden birbiri ardınca bin melek üe yardım edeceğim" diyerek duanızı kabul buyurmuştu." (Enfal, 8/9). Üç ya da beş bin meleğin yardıma gönderilmesini ise kimi tefsir alimleri kabul etmiştir. Şu kadar var ki Taberî şöyle demektedir: Ayet-i kerimede onlara üç bin melek ile olsun, beş bin melek ile olsun yardım gönderildiğine veya gönderilmediğine dair bir delalet yoktur. Yüce Allah'ın on­lara yardım gönderdiğini kabul edenlerin rivayetlerine uygun olarak Allah'ın kendilerine yardım göndermiş olması mümkündür. Bunu kabul etmeyenlerin açıkladıkları şekilde Allah'ın onlara yardım etmemiş olması da mümkündür. Bu konuda kendilerine üç bin veya beş bin melek ile olsun yardım edildiğini kabul edenlerin görüşüne dair bizce sahih kabul edilebilecek bir haber bulun­mamaktadır. [277]

Taberî şunları da eklemektedir:

Uhud'a gelince, onlara yardım edilmediğine dair delâlet yardım olunduğu­na dair delâletten daha açıktır. Çünkü onlara yardım olunmuş olsaydı, bozgu­na uğramaz ve onlara bunca zarar verilmezdi.

Allah'ın melekler ile yardımı, ancak müminlerin zafer kazanacaklarına dair bir müjde ve Allah'ın yardım ve desteğinin onlarla birlikte olduğunu bilmeleriyle kalplerine huzur yerleştirmek içindi. Yani melekler ile yardımcı ol­manın iki amacı vardır:

1- Düşmanlara karşı zafer müjdesi ve müminlerin kalplerinin sevinmesini sağlamak.

2- Allah'ın onlarla birlikte olduğuna, onları desteklediğine dair müminlere moral vermek ve böylelikle savaştan korkmalarını önlemek. Gerçek yardım ise ancak Azîz olan Allah nezdindendir. Azîz demek, asla yenilgiye uğratüamayan güçlü demektir. Hakîm ise, işleri en sağlam plan ve en doğru araçlara uygun olarak çekip çeviren, idare eden, uygun gördüğü maslahat sebebiyle zafer ve­ren yahut bunu alıkoyan demektir.

Allah Bedir günü Müslümanları zafere kavuşturmuş ve melekleri yardıma göndermişti. Böylelikle öldürülmek ve esir edilmek suretiyle küfrün ve şirkin ileri gelenlerinden bir kesim helak olup gitmişti. Bedir günü Kureyş'in başla­rından ve ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişi de esir alın­mıştı. Yahut da Allah bozgun sebebiyle onları rezil etmek, öfkelendirmek için

Bedir günü Müslümanlara yardımcı olmuştu. Böylelikle isteklerini ele geçire-meden zarar etmiş olarak geri dönmüşlerdi. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Allah kâfirleri herhangi bir hayra nail olmaksızın kinleriyle geri çevirdi..." (Ahzâb, 33/25). Ya da İslâm'a girip Allah'a döndükleri takdirde Allah onların tevbelerini kabul eder, dilerse de küfiir ve düşmanlık üzere ısrar edecek olurlarsa onlara azap eder. Böylelikle onlar kendilerine zulmetmiş olur­lar.

Daha sonra şanı yüce Allah işin tümüyle kendi elinde olduğunu beyan bu­yurmak üzere kendisinden önceki ve sonraki buyruklar arasında yer alan bir ara cümlesinde şöyle buyurmaktadır: Ya Muhammed, insanların emrinden (işinden) sana ait bir şey yoktur. Sana düşen yalnızca benim emrimi yerine ge­tirmek, bana itaat etmektir. Senin görevin tebliğdir, hesaba çekmek ise bizim işimizdir. Onların yaptıklarından dolayı acı duyma. Onlara beddua etme, belki onların bir kısmı tevbe eder. Nitekim Ebu Süfyan, el-Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr ve Safvân b. Ümeyye tevbe etmişlerdi.

Daha sonra şanı yüce Allah işin tümüyle kendi elinde olduğunu pekiştir­mektedir. Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin mülkü yalnız Allah'ındır. Hepsi O'nun yaratıkları ve O'nun kuludurlar. Onlar hakkında dile­diği hükmü koyar. Bağışlamayı dilediği kimselere mağfirette bulunur. Azap et­mek istediği kimseye de azap eder. Bu da O'nun bir hikmeti ve adaleti iledir. Ayrıca velilerinden sevdiği kimselerin günahlarını örten Gafur, itaat ehline merhametli olan Rahîm'dir. Bağışlar, affeder ve dilediği takdirde dünyada da ahirette de cezalandırmaz. İşte bu, peygambere ve onun ümmetine bir derstir. Çünkü iş bütünüyle Allah'a aittir, hepsi O'na boyun eğmektedir. Bu konuda mukarreb bir melek ile mürsel bir peygamber yahut bir başka insan arasında hiç bir fark yoktur. Bundan tek bir istisna mutlak meşîet gereğince ve belki an­cak kıyamet gününde idrak edebileceğimiz bir hikmet dolayısıyla Allah'ın mu­ayyen bir görevle müsahhar kıldığı yahut belli bir şefaatta bulunmak üzere izin verdiği kimselerdir. [278]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerin delâlet ettiği hususlar aşağıdaki gibi özetlenebilir:

1- İnsanların her türlü işlerinde sebeplere yapışmaları ve mutad görevleri­ni yerine getirmeleri gerekir. İster barış halinde, ister savaş ve çarpışma halin­de olsun böyledir. Güç hazırlamak, ordu düzenlemek, savaşçıları eğitmek bun­lardandır.

2- Zahiren ve fiilen yerine getirilmesi istenen sebeplerden birisi de Al­lah'ın ve komutanın emirlerine itaat etmektir. Müslümanlar Bedir"de zafere kavuştular ve Yüce Allah da melekleri fiilen onların yardımına gönderdi, me­lekler savaşta onlara katıldılar. Onların sabredip sebat göstermeleri, Yüce Al­lah'a itaat etmeleri üzerine bu yardımı gerçekleştirdi. Fakat okçular, Resulullah (s.a.)'ın emirlerine uymayıp yerlerini terk ederek emrine muhalefet edince Uhud'da bozguna uğradılar. Bu ise Bedir ve Uhud gazvelerinde takva ve sabrın açık bir delilidir. Nitekim takva ve sabır düşmanlarla ilişkide de belli bir etkiye sahiptir. Eğer müminler sabreder ve takva sahibi olurlarsa, kâfirle­rin -120. ayet-i kerimede de belirtildiği gibi- hile ve tuzaklarının Müslümanla­ra hiç bir zararı olmaz.

3- Zaferin gerçekleşmesi Yüce Allah'ın dinine ve yoluna yardımcı olmaya bağlıdır. Sonuçların tahakkuk etmesi yalnızca Yüce Allah'ın elindedir. İş bütü­nüyle yalnız Yüce Allah'a aittir. Göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunan­ların mülkü yalnızca O'nundur.

Ayet-i kerimeler ile Bedir ve Uhud gazvelerinde görülen önemli olayların ifade ettikleri hususları etraflıca aşağıdaki şekilde ele alabiliriz:

1- Her bir savaş komutanının düşmanlarla girişeceği çarpışmaya ait stra­tejik bir plânının olması kaçınılmazdır. Savaşçıların saflarını düzenleyip yerle­rini tespit etmek, muayyen yerlerde onları konuşlandırmak suretiyle karşı ta­rafın savaşçüarıyla karşı karşıya gelinir. Peygamber (s.a.) komutan sıfatıyla "Hani sen erkenden müminleri muharebeye elverişli yerlerde yerleştirmek üzere ailenden ayrılmıştın..." ayetinin işaret ettiği gibi Uhud savaşında bunları yeri­ne getirmişti.

2- Samimi bir iman ile savaşçıların ihlâsı vesveselerden, kötü kararlardan ve insanın içinden geçen duygulardan korunmak özelliğine sahiptir. Nitekim Yüce Allah Ensar'dan olan Hariseoğulları ile Evsoğullarını Medine'ye münafık­lar döndüğü vakit "Halbuki Allah onların velisi idi." buyruğunda da işaret etti­ği gibi korumuş idi.

3- Peygamber (s.a.) dokuz gazvede fiilen savaşa katılmıştır. Bunlardan bi­risi de Uhud gazvesidir. Bu gazada yüzünden yara aldı. Sağ alt küçük azı dişi bir taş isabetiyle kırıldı. Miğferi ise üst tarafından kırılmıştı. Yüzüne taş atan Leysli Amr b. Kamia idi. Dudağını kanatıp dişine isabet ettiren ise Utbe b. Ebî Vakkas idi.

4- Uhud'daki musibetlerden birisi de Resulullah (s.a.)'ın amcası, şehitlerin efendisi Hz. Hamza'nın öldürülmesi idi. Onu Cübeyr b. Mut'im'in kölesi olan Vahşi şehit etmişti. Cübeyr ona şöyle demişti: Eğer Muhammed'i öldürürsen atlarımızın yularları senin olur. Ali b. Ebi Talib'i öldürürsen sana hepsi de iri, siyah gözlü yüz deve veririz; eğer Hamza'yı öldürürsen hür olacaksın.

Vahşi dedi ki: "Muhammed'i diyorsunuz. Onun Allah tarafından bir koru­yucusu vardır, kimse ona ulaşamaz. Ali'ye gelince, onun karşısına kim çıktıysa onu öldürmüştür. Hamza ise kahraman birisidir. Bununla birlikte rast gelip onu öldürebilirim."

Hind ise Vahşi'nin yanından geçtiği her seferinde şöyle diyordu: "Ey Ebu Deseme, hem sen kendin rahat et, hem başkasını rahatlat." Bunun üzerine Vahşi bir kayanın arkasında Hz. Hamza'ya pusu kurdu. Hz. Hamza da müşrik­lerden bir topluluğa hamle yapmıştı. Yaptığı hamleden geri dönünce Vahşi'nin yanından geçip gitti. Bu sırada vahşi mızrağını ona attı ve isabet ettirdi, Hz. Hamza yere cansız düştü. Allah ona rahmet buyursun ve ondan razı olsun. İbni İshak der ki: Hind Hz. Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkardı. Onu çiğnemek istedi, fakat yutamadı, dışarı attı. Daha sonra etrafı gören bir kaya üstüne çık­tı. Sesinin çıkabildiğince bağırarak şu şekilde başlayan birkaç beyit okudu:

"İşte biz size Bedir gününün karşılığını verdik

Savaştan sonraki savaş oldukça alevli olur

Utbe'nin öldürülmesinden sonra sabrım taşmıştı

Kardeşimin de amcasının da Bekrimin de acısına dayanamıyordum."

5- Yüce Allah'ın, "Müminler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar." buy­ruğu Allah'a tevekkülün imandan olduğunu göstermektedir. Sözlükte tevekkül, acizliğini açığa vurup başkasına güvenmektir. Şeriatta ise bazılarının ileri sür­düğü gibi sebeplere sarılmayı terk etmek değildir. Aksine o Allah'a güvenmek, onun kaza ve hükmünün mutlaka yerine geleceğine kesinlikle inanmak, mutla­ka yerine getirilmesi gereken, yemek, içmek, düşmanlardan sakınmak, silahla­rı hazırlamak, Allah'ın mutad sünnetinin gereklerini yerine getirmek gibi ger­çekleştirilmesi kaçınılmaz olan sebeplere sarılmak hususunda peygamberinin sünnetine uymaktır.[279] Resulullah (s.a.), Taberanî ve Beyhakî'nin İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre -ki zayıftır- şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Al­lah sanatkâr mümin kulunu sever."

6- Yüce Allah'ın, "Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'de yardım et­mişti..." (123-125. ayetler) buyrukları O'nun müşriklerle ilk silâhlı karşılaşma olan Bedir'de mümin kullarına yardım ettiğini göstermektedir. Allah bu günde hak ile batılı ayırmış ve bu güne "Furkan (hakkın batıldan ayırdedilme) Günü" adını vermişti. İnsanlık tarihinde etkileri oldukça etraflı kesin bir savaşı böyle­likle açık bir sonuca kavuşturmuş ve Allah bu savaşta melekleri müminlerin yardımına göndermişti. Bu da böyle bir yardımın zaferin sebeplerinden birisi olması itibariyledir; ayrıca müminlerin kalpleri huzur bulsun, Allah'a yönelsin, ona güvensinler; Allah'ın onlara Vermiş olduğu daha önceden beri geçmiş bulu­nan sebeplere sarılmak şeklindeki emrini yerine getirsinler diye: "Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın." (Ahzab, 33/62)

Gerçekte ise ister sebebe bağlı olsun ister olmasm asıl yardım eden Yüce Allah'ın kendisidir: "O bir şeyi murad etti mi sadece ona, "ol" der, o da oluverir." (Yasin, 36/72).

Yüce Allah'ın "Nişanlı (müsevvimîne) kelimesine gelince: Eğer vav esreli olursa ism-i faildir. Bunun anlamı da şöyle olur: Onlar belli bir alâmet ile ken­dilerini nişanlamışlar, atlarını da işaretlemişlerdi. Çoğu müfessirler şöyle de­mişlerdir: Bu okuyuş ile kelime atlarını baskına sürenler demektir. Bu kelime­nin vav harfi üstünlü olarak okunursa, ism-i mefuldür, yani belli bir takım alâ­metlerle işaretlenmişler demek olur. Birinci okuyuşa göre meleklerin işaretleri hususunda farklı görüşler vardır. Ali b. Ebi Tâlib, İbni Abbas ve başkalarından gelen rivayetlere göre melekler beyaz sarıklar sarmış ve bunların uçlarını omuzları arasında sarkıtmışlardı. Bunu Beyhakî, İbni Abbas'tan naklettiği gibi el-Mehdevî de el-Zeccâc'dan nakletmektedir. er-Rabî', "Onların simaları veya işaretleri siyah-beyaz atlar üzerinde gelmiş olmalarıydı" der.

Bu ise kabilelerin ve askerî birliklerin belli bir takım işaret ve alâmetler edinmelerine delildir. Sultan bu işaretleri onlara tespit eder. Böylelikle her bir kabile ve askerî birlik, savaşta ötekinden ayırd edilebilir.

7- Bedir günü meleklerin yardıma gönderilmesi manevî değil, fiilî bir yar­dım idi. Sünnet-i nebeviyyedeki pek çpk rivayetlerde tespit edilenler bunun de­lilidir. Yüce Allah bu yardımı müminlere zafer müjdesi, kalplerine bir huzur kaynağı, düşmanları için de bir helak sebebi kılmıştır. Bir sebebe bağlı olsun yahut olmasın gerçek yardım ise galip, güçlü, bütün işleri hikmete uygun ola­rak -her şeyi kendisine uygun olan yere koymak suretiyle- çekip çeviren, idare eden Allah katındandır.

8- Resulullah (s.a.)'ın Uhud savaşında yaralanmış olması ağır ve büyük bir iştir. Bu olay, Peygamberin kendisini de müminleri de çok etkilemiştir. Bun­dan dolayı Müslim'in Sahih'inde sabit olduğuna göre kanını silerken şöyle bu­yurduğu sabit olmuştur: "Kendilerini Yüce Allah'a davet ettiği halde peygam­berlerinin başını yaralayan, küçük azı dişini kıran bir topluluk nasıl felah bu­lur?" Bunun üzerine Yüce Allah, "Emr'den sana ait hiç bir şey yoktur" ayetini indirdi.

Şöyle de denilmiştir: Hz. Peygamber köklerinin kurutulması hususunda onlara beddua etmek üzere izin istedi. Bu ayet-i kerime nazil olunca onlardan bazı kimselerin İslâm'a gireceklerini anladı. Nitekim pek çok kimse imana gel­di. Halid b. Velid, Amr b. el-As, İkrime b. Ebî Cehil ve diğerleri bunlar arasın­dadır. Tirmizî, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) dört kişiye beddua ediyordu. Azîz ve Celîl olan Yüce Allah da, "Emr'den sana ait hiç bir şey yoktur" ayetini indirdi ve bunları İslâm'a hidayet eyledi. Tirmizî der ki: Bu hasen, garip, sahih bir hadistir.

Durum her ne olursa olsun şu, "Emr'den sana ait hiç bir şey yoktur" ayet-i kerimesi Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından indirildiğinin kesin bir delilidir. İşte bu buyruk, Allah'ın Rasulüne bir hitaptır, işin bütünüyle Allah'a ait olduğu ona bildirilmektedir. O ister müşriklere beddua etsin, ister etmesin durum budur.

9- Resulullah (s.a.)'ın sabah namazında müşriklerden bir topluluğa bed­dua ettiğinin sabit olmasına binaen ilim adamları sabah namazında olsun, baş­ka namazlarda olsun kunut duası okumakta farklı görüşlere sahiptirler. Kûfe-liler (yani Hanefîlerle Hanbelîler) bunu uygun görmezler. Çünkü Muvatta'da İbni Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.) hiç bir na­mazda kunut duası okumazdı." Yine Nesaî de Resulullah (s.a.)'ın ve Raşid hali­felerin kunut okumadıklarım rivayet etmektedirler.

Hicazlılar (Malikîler ve Şafiîler) ise bunu caiz kabul etmektedirler. Fakat Malikîlerce efdal olan bunun rükûdan önce, Şafiîlere göre ise rükû'dan sonra yapılmasıdır. Çünkü Darekutnî sahih bir isnad ile Enes'ten şöyle dediğini riva­yet etmektedir: "Resulullah (s.a.) dünyadan ayrılacağı vakte kadar sabah na­mazında kunut okumaya devam edip durdu." Ebu Davud ise el-Merasîl'rade şöyle nakletmektedir: Halid b. Ebî İmrân'dan rivayetine göre Hz. Cebrail Resulullah (s.a.)'a kunut duasını öğretmişti. Bu ise Hz. Ömer'in duası diye bili­nen şu şekilde başlayan duadır: "Allahümme! İnnâ nesteînüke, ve neste-hdîke..." "Allahım, senden yardım dileriz, senden hidayet talep ederiz, senden mağfiret ister, sana tevbe ederiz."

Beyhakî ise kunut duasını şu lafızlarla rivayet etmiştir: "Allahümmehdinî fîmen hedeyte" "Allah'ım, hidayete ilettiğin kimseler arasında bana da hidayet eyle..." [280]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/129.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/129.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/130.

[4] Yine bu sureye ez-Zehrâ, el-Em'an, el-Kenz, el-Muğiye, el-Mücâdile, Sûretu'l-lstiğfâr ve et-Tayyibe gibi isimler de verilmiştir (el-Bahru'l-Muhît, 11/373).

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/130-131.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/131.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/132.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/132-134.

[9] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 53; el-Bahru'l-MuhÜ, ü/373 vd.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/134.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/134-136.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/136.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/137.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/137.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/137-138.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/139.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/139.

[18] Bu İbni Kesir'in görüşüdür. Kurtubî ise işi tam tersine ele alır ve der ki: İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre salih olan lafza-i celâl üzerinde tam bir vakıf (duraklama) yap­maktır ve orada "(illAlIah)=Allah'tan başka" buyruğunda ifade tamam olmaktadır, "er-rasi-hûn=ilimde derinleşmiş olanlarnın ise önceki buyruklarla bir alâkası yoktur, yeni bir söz başlangıcıdır.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/139-142.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/142

[21] Kurtubî, XIV/12.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/142-143.

[22] Karmatüer: Zerdüşt, Mazdek ve Mani'nin peygamberliğine inanan, filozoflara tabi olan in­kâra zındıklardan bir fırkadır. Bunlar muharremata (kendileriyle evlenilmesi yasak olanlar­la evlenmeyi) mubah kabul ederler.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/143-144.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/145.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/145-146.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/146

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/146.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/146-147.

[29] Yani hak ile batılı birbirinden ayırt ederek imanı küfür ve tuğyana galip getirip, mümin­leri aziz ve güçlü kılıp kâfirleri zelil etmek için.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/147-149.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/149-150.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/151.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/151.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/152.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/152.

[36] Ahmed, Buharı, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace Üsame b. Zeyd'den rivayet etmişler­dir.

[37] Ahmed, Müslim ve Nesaî Abdullah b. Amr'dan rivayet etmişlerdir.

[38] Ahmed, Nesaî, Hakim ve Beyhakî Enes b. Malik'ten rivayet etmişlerdir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/153.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/153.

[40] Âhmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî Enes b. Malik'ten, yine Ahmed, Buharî ve Müslim de İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/154.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/154.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/154.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/155.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/155-156.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/157.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/157.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/157-158.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/158.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/158-160.

[51] Müslim ve başkaları Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[52] Hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[53] Bu Müslim'in lafzıdır. Kurtubî, hadisin başında yer alan "Allah... iner'' buyruğunu muza-fın hazfedilmesi kabilinden bir ifade diye yorumlamaktadır. Yani, "Rabbimizin meleği dünya semasına iner ve der ki" anlamındadır. Selefe mensup olanların görüşüne göre ise herhangi bir mekân sınırlaması ve keyfiyet nispeti söz konusu olmaksızın, Allah'ın zatına yakışan bir nüzul olduğunu kabul ederler. Daha uygun olan da budur.

[54] Bunu îbni Ebi Hatim rivayet etmiştir.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/160-161.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/162.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/162-163.

[58] el-Vahidî dedi ki: Allah'ın şahitlik etmesi, açıklaması, ortaya çıkarmasıdır. Şahit, bildiği­ni açıklayan alimdir. Yüce Allah da bütün yarattıklarıyla tevhidin delillerini beyan etmiştir.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/163.

[60] en-Nisaburî, Esbabu'n-Nüzul, 54.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/164.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/164-166.

[62] e/-Kudaf ve İbn/AsakirHz. BRes'ten rivayet etmiştir, hasen bir hadistir.

[63] Kurtubî, IV/41.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/166168.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/169.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/169.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/169-170.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/170.

[69] Sözü geçen Zeyd, hadisin ikinci ravisi Zeyd b.Yaya el-Huzaî'dir. bkz. İbni Mace, Fiten 21, 4015. hadis (Çeviren).

[70] el-Bahrul-Muhît, 11/413.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/170-172.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/173.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/173-174.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/174.

[74] İbni Kesir, 1/355.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/174-175.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/175-176.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/177.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/178.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/178.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/178.

[81] Kur'an-ı Kerim'de "hesap" kelimesi ya sayı anlamındadır, "Sabredenlere ecirleri muhak­kak hesapsız verilir." (Zümer, 39/10) buyruğunda olduğu gibi, ya da bu ayet-i kerimede oldu­ğu şekilde çabalamak, yorulmak anlamındadır; ya da istekte bulunmak anlamındadır: "İster hesapsız ver, ister verme." (Sad, 38/39) buyruğunda olduğu gibi.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/178-180.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/180-181.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/182.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/182.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/182-183.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/183.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/183-184.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/184-186.

[90] et-Telhîsü'l-HabirJV/103.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/186-189.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/190.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/190.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/190-191.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/191.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/191-192.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/192.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/193.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/194.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/194.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/194-195.

[102] Hadisin bir başka lafzı şöyledir: "Doğduğu zaman şeytanın kedisine değmediği hiç bir ço­cuk yoktur. Şeytan ona değdiğinden dolayı ağlayarak doğar. Bundan tek istisna Meryem oğ­lu İsa'dır." Daha sonra Ebu Hureyre dedi ki: Arzu ederseniz, "Ben onu da zürriyetini de rah­metinden kovulmuş şeytandan sana sığındırırım, dedi." ayetini okuruz.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/195-197.

[104] İbni Kesir, 1/363.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/198.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/199.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/199-200.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/200.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/201-202.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/202.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/202-203.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/204.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/204-205.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/205.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/205-206.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/206-208.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/210.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/210.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/210.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/210-214.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/214-215.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/216-217.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/217.

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/217-218.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/218.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/219.

[127] el-Bahru'l-Muhlt, 11/472.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/219-222.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/222-223.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/224.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/224.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/224-225.

[133] el-Bahru'l-Muhît, ü/477.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/225.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/225.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/226-227.

[136] Ahmed, Buharî ve Sünen sahipleri -İbni Mace müstesna- Ebu Bekir'den rivayet etmişlerdir.

[137] Bunu Taberanî, Halâm ve Beyhakî Hz. Ömer'den rivayet etmişlerdir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/228.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/229.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/229-230.

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/230.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/230.

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/231.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/231-232.

[144] Kurtubî ise der ki: Yani Muhammed (s.a.) hususunda. Çünkü onlar kitaplarında Hz. Pey­gambere ait sıfatlardan onun peygamberliğini biliyorlardı.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/232-233.

[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/233-235.

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/236-237.

[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/237.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/237.

[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/237-238.

[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/238.

[152] Heraklius'a gönderilen bu mektup dolayısıyla Ebu Süfyan ile tercüman vasıtasıyla arala­rında geçen uzun konuşmada Heraklius'un sorduğu sorulardan birisi de bu idi. Bu soruya "Hayır" cevabını alması ile ilgili olarak Heraklius şu yorumu yapmıştı: "Sana dinine girdik­ten sonra dönen oluyor mu diye sordum. "Hayır" dedin. İşte iman böyledir. İmanın güçleştiği bir kalbe yerleşti mi, artık kimse ondan uzaklaşmak istemez..." bkz. Buharı, Cihad, 102; Müslim, Cihad 72. (Çeviren)

[153] Yüce Allah'ın, "Ve dininize tabi olandan başkasına inanmayın" buyruğu Yahudilerin söy­ledikleri sözler cümlesindendir. Çünkü bu onların söyledikleri belirtilen sözlere atfedilmiş-tir; zahir olan da budur. İbni Atıyye "Bu hususta görüş ayrılığı yoktur" demektedir.

[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/238-240.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/240-241.

[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/242-243.

[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/243.

[158] el-Bahru'l-Muhlt, 11/501.

[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/243-244.

[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/244.

[161] el-Bahrul-Muhît, 11/500.

[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/244-246.

[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/246-248.

[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/249.

[165] Zemahşerî 1/331.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/249.

[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/249-250.

[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/250.

[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/250.

[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/251.

[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/251.

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/251-252.

[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/252-253

[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/253.

[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/254.

[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/254.

[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/254-255.

[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/255.

[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/255-257.

[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/257-258.

[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/259.

[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/259.

[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/259.

[183] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/260.

[184] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/260.

[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/260-261.

[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/261.

[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/262.

[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/262-263.

[189] el-Bahru'l-Muhit, U/519.

[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/263-264.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/264-266.

[192] Bu Buharî'nin lafzıdır. Müslim ise, "Bundan önce..." yerine, "yalan söyledin... senden is­tenmişti" demektedir. Hadis az önce 81. ayet-i kerimenin tefsirinde bir daha geçmiş bulun­maktadır.

[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/266-267.

[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/268.

[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/268.

[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/268-270.

[197] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/270.

[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/273.

[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/273.

[200] el-Vâhidî en-Nisabûrî, Esbâbu'n-Nüzûl, a. 65-66.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/274.

[201] el-Menâr, IV/4.

[202] Kurtubî, IV/134; Zemahşerî 1/335; îbni Kesîr, 1/381.

[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/274-277.

[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/277-278.

[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/279.

[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/279-280.

[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/280.

[208] Cassâs, Ahkamu'l-Kur'an, 1/23.

[209] Cassâs, Ahkamu'l-Kur'an, 1/21.

[210] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/280-283.

[211] Sahih bir hadistir. Hâkim ve Beyhakî Hz. Ali'den rivayet etmişlerdir.

[212] Ahmed ve el-Asbahânî, İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir; zayıftır.

[213] Said b. Mansûr, Ahmed, Ebu Ya'lâ, Beyhakî Ebu Umame'den merfiı olarak rivayet etmiş­lerdir; zayıftır.

[214] Tirmizî der ki: Garib'tir, isnadı hakkında ileri geri konuşulmuştur, bir parça zayıflığı var­dır.

[215] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/283-287.

[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/288.

[217] Buâs günü, Evs ile Hazrec arasında birbirlerini yiyip bitirdikleri bir savaşın cereyan etti­ği, cahiliye dönemindeki önemli olayların olduğu bir gündür.

[218] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 66 vd.; el-Bahrul-Muhit, IH/13.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/ 288-289.

[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/290.

[220] Tefsiru'l-Merâğî, IV/14.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/290.

[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/290-291.

[222] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/292.

[223] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/293.

[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/293.

[225] el-Bahru'l-Muhît, 111/14.

[226] Buharî ve Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[227] İsnadı sahih ve mevkuftur. Buharî rivayet etmiştir.

[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/293-295.

[229] Tirmizî bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.

[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/296-297.

[231] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/298.

[232] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/298-299.

[233] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/299.

[234] el-Bahru'l-Muhît, 111/21.

[235] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/299-300.

[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/300-302.

[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/302-303.

[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/304.

[239] Keşşaf, I, 342.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/304-305.

[240] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/305.

[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/306.

[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/306.

[243] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/306-309.

[244] Bunu Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî tbni Mes'ud'dan rivayet etmişlerdir.

[245] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/310-311.

[246] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/312.

[247] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/312.

[248] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/312-313.

[249] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/313.

[250] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/313

[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/313-314.

[252] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/314-315.

[253] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/316.

[254] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/316.

[255] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/316-317.

[256] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/317-318.

[257] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/318.

[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/319-320..

[259] el-Keşşaf haşiyesinden (1/346) özetle.

[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/320-321.

[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/321.

[262] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/321.

[263] el-Menâr, IV/68 vd.

[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/321-324.

[265] bkz. el-Kastalânî, Buharî Şerhi, V/170; Neylu'l-Evtar, VII/136; Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-lslâmî ve Edilletuhû, (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi) VI/424, birinci baskı.

[266] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/324-326.

[267] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/328.

[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/328.

[269] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/328-329.

[270] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/329-330.

[271] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/330-331.

[272] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/331-332.

[273] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/332-335.

[274] Daha önce Hadaratii'l-İslâm dergisinde "Meleklerle Yardım" başlığı altında yayınlanmış bir makalemde el-Menar tefsirinin sahibi (Muhammed Reşid Rıza) ile Muhammed Ab-duh'un tercih Atiği görüşün etkisi altında kalarak yanlış bir kanaati savunmuştum. Da-' ha sonraları bu kanatten vazgeçtim. Çünkü bu yardımın fiilen gerçekleştiğine dair sün-net-i seniyede varit olan rivayetler pek çoktur.

[275] Kurtubî, IV/194.

[276] Fahreddin er-Razi, et-Tefsirül-Kebîr, VÜI/213; Mûsî Tefsiri, IV747.

[277] Taberî, Camiü'l-Beyan.

[278] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/335-339.

[279] Kurtubî, IV/189.

[280] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/339-343.