Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kur'an-ı Kerim'de Muhkem Ve Müteşabih
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Mala, Çocuklara Aldanan Kafirlerin Akıbeti Ve Buna Dair
Bir Misal
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Dünyada Nefsin Arzuladıklarına Sevgi Beslemek
3- Yığın Yığın Altın Ve Gümüş:
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Dünyadan Ve Dünyanın Çekiciliklerinden Daha Hayırlı Olan
Cennetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ın Vahdaniyeti, Adaletli Uygulaması Ve Allah
Tarafından Kabul Edilen Din
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Peygamberleri Öldürmenin Cezası
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kitap Ehlfnin Allah'ın Hükmünden Yüz Çevirmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ın Kudret Ve Azametinin, Yarattıklarındaki
Tasarrufunun Delilleri Ve İşleri Otsta Havale Etmek
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kâfirleri Veli (Dost) Edinmekten Sakındırmak
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah Sevgisi, Rasulüne Uymak Ve İtaat Etmek Suretiyle
Kazanılır
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Peygamberlerin Seçilmesi Ve İmran'ın Hanımının Karnında
Bulunanı Allah'a İbadete Adaması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hz. Zekeriya İle Hz. Yahya'nın Kıssası
(Hz. Zekeriya'nın Duası ve Salih Evlat Sahibi Olma İsteği
ile Hz. Yahya'nın Doğumu)
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hz. İsa Ve Kavminden İman Edenlerle Kâfir Olanlar
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hz. İsa'nın Ulûhiyetini İddia Edenleri Red Ve Mübahale
(Lânetleşme)
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ın Birliğine, O'na İbadete Davet Ve Hz. İbrahim'in
Dini
Hz. İbrahim'in Kime Mensup Olduğuna Dair Tartışma:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kitap Ehli'nden Bazılarının Müslümanları Saptırmak
İstemesi, Dini Oyuncak Edinme Ve Dinî Taassup
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kitap Ehli'nden Bazı Kimselerin Emaneti Yerine Getirmeleri
Ve Sözlerine Bağlı Kalmaları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kitap Ehlfnin Peygamberlere İftirası
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Peygamberlerin Birbirlerini Tasdike Dair Sözleri Ve İmanı
Emretmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bütün Peygamberlere İman Ve İslâm Dininin Kabulü
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Tevbe Bakımından Kâfirlerin Çeşitleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kabule Değer İnfak Ve İnfakın Mükâfatı
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bazı Yiyeceklerin Haram Kılınması Hususunda Yahudilere
Cevap
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Beytülharam'ın Konumu Ve Haccın Farz Oluşu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kitap Ehli'nin Küfürde Israr Etmeleri Ve Allah'ın Yolundan
Alıkoymaları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Müminlerin, Kişiliklerini Korumaya, Kur'an'a Ve İslâm'a
Sarılmaya Yöneltilmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ma'rufu Emretmek, Münkerden Alıkoymak Ve Ayrılığa Düşme
Yasağının Pekiştirilmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kitap Ehli'nden İman Edenler Ve Amellerine Mükâfaat
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kıyamet Gününde Kâfirlerin Amellerinin Boşa Çıkması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kâfirlere Güvenmek Ve Kâfirlerin Müminlere Karşı Değişmez
Tavırları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Uhud Savaşı, İslâm Ordusunun Düzenlenmesi, Bedir Savaşında
Allah'ın Yardımının Hatırlatılması
Bedir ve Uhud Savaşlarına Kısa Bir Bakış:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
(Kur'an-ı Kerim'in üçüncü
süresidir. Medine'de inmi$ olup, 200 ayet-i kerimedir. Enfal suresinden sonra
nazil olmuştur.)
[1]
Bu
iki sure, yani Bakara ve Âl-i İmran sureleri arasında ilişkiyi ele alan bir
çeşit karşılaştırmayı aşağıdaki şekilde yapabiliriz:
1- İnsanların Kur'an-ı Kerim'e karşı tutumu: Her iki sure de Kur'an-ı
Ke-rim'i veya "el-Kitab"ı zikrederek insanların ona karşı tavırlarını
belirleyerek başlamaktadır. Bakara suresinde Kur'an-ı Kerim'e iman edenlerle
ona iman etmeyenlerin hali söz konusu edilirken Âl-i İmran suresinde Kur'an-ı
Kerim'in müteşabih ayetlerinin fitne maksadıyla kendine göre tevilini yapmaya
uğraşan bu maksatla sırf müteşabih olan ayetlerle ilgilenen sapıkların konumunu
söz konusu etmektedir. Diğer taraftan ise onun muhkemine de müteşabihine de,
"Hepsi Rabbimiz nezdindendir" diyerek iman eden, ilimde derinleşmiş
kimselerin tavrı da söz konusu edilmektedir.
2- Hz. Adem'in yaratılışı ile Hz. İsa'nın yaratılışı arasındaki
benzerliğin kurulması: Bakara suresinde Hz. Adem'in yaratılışı hatırlatılırken
Âl-i İmran suresinde ise Hz. İsa'nın yaratılması hatırlatılmaktadır,
ikincisinin birincisine, yaratılması açısından da alışılmadık bir şekilde
benzetilmesi söz konusudur.
3- Kitap Ehli'ne karşı delil getirerek tartışmak: Birinci surede
Yahudilere karşı etraflı bir şekilde delil getirilmekte, onların kusurları,
eksiklikleri, ahit-leri bozmaları açıklanmaktadır. İkinci surede ise
Yahudilerden sonra ortaya çıktıkları için Hristiyanlarla özlü bir şekilde
tartışılmaktadır.
4- Her iki surenin sonunda da yapılacak dua şekli öğretilmektedir.
Birincisinde dinin başlangıcına uygun şeriatın aslı, mükellefiyetlerin azlığı,
zorluğun önlenmesi, kolaylık ve hoşgörünün alınması ile ilgili bir dua yer
alırken, ikincisinde ise din üzere sebat verilmesi, Allah'ın imana çağrısının
kabul edilmesi, ahirette de buna karşılık sevabın verilmesinin istenmesine dair
bir dua yer almaktadır.
5- Felah müminler içindir: İkinci sure Yüce Allah'ın, "Allah'tan
korkun ki felah bulaşınız" buyruğuyla sona ermektedir. Bu ise birinci
surenin (Baka-ra'nın ) başlangıcını teşkil etmektedir ki, Yüce Allah müminleri
nitelendirirken, "İşte bunlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve
onlar felaha erenlerin ta kendileridirler.'' (Bakara, 2/5) diye buyurmaktadır.
[2]
Bu
sure hem akide hem de teşri yönlerine dair açıklamalar ihtiva etmektedir.
Âkide ile ilgili olarak, suredeki ayet-i kerimeler Allah'ın vahdaniyetini,
peygamberliği, Kur'an'ın doğruluğunu, Kitap Ehli'nin Kur*an ve Peygamber
Muhammed (s.a.)'e dair şüphelerini çürütmeyi, Allah nezdinde kabul gören dinin
yalnızca İslâm olduğunun ilân edilmesini, Hz. Mesih'i, onun ulûhiyyetini ve
İslâm risaletinin yalanlanmasına dair Hristiyanlarla tartışmayı ihtiva etmektedir.
Bu tartışma da yaklaşık surenin yansını tutmaktadır. Tıpkı Yahudilerle
tartışmanın ve onların suç ve kötülüklerinin sayılmasının Bakara suresinin
üçte birinden fazlasını tutması gibi. Ayrıca bu sure onlara dair azarlayın pek
çok ifadeyi de, Kitap Ehli'nin hile ve tuzaklarından sakındırmayı da ihtiva
etmektedir.
Teşrî'e
dair hükümlere gelince; suredeki ayet-i kerimeler haccın, cihadın farziyeti,
faizin haram kılınması, zekât vermeyenin cezası gibi bir takım farzlara dair
şer*î bazı hükümleri açıkladığı gibi, Bedir ve Uhud gazvelerinden alınacak bir
takım ders, ibret ve öğütleri de ihtiva etmekte, münafıkların takındığı
tavırları tenkit edip ayıplamaktadır.
Daha
sonra sure, her iki yöne uygun bir şekilde sona ermektedir. Göklerin ve yerin
yaratılışında, her ikisinde bulunan hayret verici bilgiler ve sırlar üzerinde
tefekkür etmek ve düşünmek talebinde bulunmakta, Allah yolunda cihadı ve
sınırları koruyup gözetmek üzere sabrı tavsiye etmektedir. İnsanın felah mertebesine
ulaşması için bunları yapması gerekir: "Ey iman edenler! Sabrediniz
(düşmanlarınızla) sabır yarışı yapınız, ribat ediniz (İslâm ülkesinin sınırlarını
cihad ile koruyunuz), Allah'tan da korkunuz ki felah bulaşınız." (Âl-i
İmran, 3/200).
[3]
Bu
sureye Âl-i İmran adının verilmesinin sebebi, bu surede Hz. İsa'nın annesi
olan Hz. Meryem'in babası İmran ailesinin kıssasının ve annesi tarafından
ibadet için adanan Hz. Meryem'in hazırlanmasının, Yüce Allah'ın mihrapta ona
rızkı müsahhar kılıp çağdaşı olan kadınların arasından onu seçip üstün
kılmasının ve mucizeler sahibi Hz. İsa'yı doğuracağı müjdesinin ona verilmesi
kıssasının yer almış olmasıdır.[4]
Âl-i
İmran ve Bakara suresine "ez-Zehraveyn" (iki aydınlık ve ışık saçıcı)
adının verilmesi ise her iki surenin, okuyucularını taşıdıkları nurlar yani anlamlar
vasıtasıyla hakka ileten, ışık saçan, aydınlatan sureler olmalarından
dolayıdır. Ya da bu iki sureyi okuyan kimseye kıyamet gününde tam bir nurun
verileceğinden yahut her ikisinin de Allahü Tealâ'nın ism-i azamini ihtiva etmek
gibi ortak bir özelliğe sahip olmalarından dolayı bu isim verilmiştir. Ebu
Davud, İbni Mace ve başkalarının Yezid kızı Esma'dan rivayet ettiklerine göre
Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın ism-i azamı şu iki ayet-i kerimededir:
"İlahınız tek bir ilâhtır. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. O Rahman'dır,
Rahîm'dir." (Bakara, 2/163); "Allah O'dur ki O'ndan başka ilâh
yoktur, Hayy'dır, Kayyûm'dur." (Âl-i İmran, 3/2)
[5].
Müslim'in
rivayetine göre en-Nevvâs b. Sem'ân şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Kıyamet gününde önlerinde Bakara ve Âl-i imran
sureleri olmak üzere Kur'an-ı Kerim ve onunla amel eden Kur'an ehli getirilir."
Yine
Müslim Ebu Ümame el-Bâhilî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah
(s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kufan'ı okuyunuz. Çünkü şüphesiz ki
o kıyamet gününde sahiplerine şefaatçi olarak gelecektir. İki aydınlık nuru
(ez-zahraveyn'i) yani Bakara ve Âl-i İmran surelerini okuyunuz. Her ikisi de
kıyamet gününde adeta iki bulut veya iki gölgelikmiş gibi yahut da her ikisi de
saf saf duran iki bölük kuş gibi gelecektir. Bu iki sure sahiplerini,
(kendilerini okuyup) onlarla amel edenleri savunacaklardır. Bakara suresini
okuyunuz. Çünkü o sureyi almak (gereğince amel etmek) bir berekettir, onu terk
etmek hasrettir. Sihirbazlar (batilcılar) onun altından kalkamazlar."
[6]
1-
Elif, Lâm, Mîm.
2-
Allah; O'ndan başka ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyûm'dur.
3,
4- O sana Kitab'ı hakla, önündeküeri doğrulayıcı olarak indirdi. Bundan önce
de insanlar için hidayet olarak Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Furkan'ı da
indirdi. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler için nmıVmlrlrnk çetin bir azap
var-dır. Allah Azîz'dir, intikam alıcıdır.
5-
Şüphesiz Allah'a, yerde ve gökte hiç bir Şey gİZİİ lrnlırmtt-
6-
Rahimlerde size nasıl dilerse öylece suret veren O'dur. Ondan başka hiç bir
ilâh yoktur; Azîz'dir, Hakfm'dir.
"O
sana Kitab'ı... indirdi." Kur*an-ı Kerim'den "kitap" diye söz
edilmesi sair semavî kitaplara tam anlamı ile üstün geldiğinden dolayıdır.
"önündekileri..."
Bu buyruk ondan önce indirilmiş semavî kitapları kastetmek üzere bir
kinayedir. Bu tabirin kullanılması önceki kitaplarla sıkı ilişkisi, üstünlüğü
ve yaygınlığı dolayısıyladır. "Furkân'ı da indirdi." Yani hak ile
batılı birbirinden ayıran sair şeyleri de indirdi. Bu ise umumun hususa
(genelin özele) atfedilmesi kabilindendir. Çünkü önce üç kitabı söz konusu
etti, daha sonra da genel olarak bütün kitapları zikretti. Çünkü Furkan olma
özelliği hepsinde vardır.
[7]
"Elif,
Lâm, Mîm." Başka surelerin başlarında da yer alan bu gibi mukatta harfler
dikkat çekmek içindir. "Elâ" ve "yâ" harfleri gibi.
"İlah",
hak ile kendisine ibadet olunan demektir. "Hayy" hayat sahibi demektir.
Bu ise ilim ve irade ile nitelenmeyi gerektiren bir hitaptır.
"Kayyûm" her şeyi koruyup gözeten demektir.
Ya
Muhammedi'O sana kitabı hakla" Kur'an-ı Kerim'i hak ile birlikte
"önündekileri doğrulayıcı indirdi." Yani Kur'an-1 Kerim'i ihtiva
ettiği haberler itibariyle doğrulukla indirmiştir. Onda bulunan her şey hiç bir
şüphe taşımayan haktır. "İndirdi (nezzele)" buyruğu tedriciliği
(kısım kısım indirmeyi) ifade eder. Kur'an-ı Kerim yirmi küsur yıl içerisinde
olaylara göre nazil olmuştur.
"Tevrat"
şeriat anlamına gelen İbranice bir kelimedir. Tevrat beş bölümü (sn¥i)
kapsamaktadır. Bunlar, Tekvin, Hurûc (çıkış), Levililer, Sayılar ve Tesni-ye
bölümleridir. Yahudiler der ki: Musa bu kitapları yazmıştır. Hristiyanlar ise
bunlara Ahd-i Kadim veya Ahd-i Atik derler. Tevrat'ta peygamberlerin kıssaları
ve İsrailoğullan'nın tarihi yer almaktadır.
"İncil",
Yunanca bir kelimedir. Yeni öğreti veya müjde anlamındadır. Buna Yeni Ahid adı
verilir. Hz. Mesih'in siretini ve bazı öğretileri dört incilde yer almaktadır.
Bunlar, Matta, Yuhanna, Markus ve Luka'dır. Ayrıca rasullerin (Havarilerin)
işleri de İncil'in konuları arasındadır. Pavlos'un, Petrus'un, Yuhan-na'nın,
Ya'kub'un mektupları ile Yuhanna'nın rüyası da İncil'e alınmıştır. Bütün
bunlar ise Hz. Mesih'in vefatından bir veya iki asır sonra yazılmışlardır. Bu
İndilerin yazarlarına kadar ulaşan kesintisiz bir senedi de yoktur.
Kur'an-ı
Kerim örfünde ise Tevrat, Allah'ın Hz. Musa'ya indirdikleridir. İncil de
Allah'ın Hz. İsa'ya indirdikleridir (ikisine de selâm olsun). İncil'de
Mu-hammed'in geleceği müjdesi yer almakta, onun şeriatı tamamlayacağı belirtilmektedir.
"Bundan"
Kur'an-ı Kerim'in indirilmesinden "önce de insanlar için" insanlardan
bu ikisine uyanlar için "hidayet olarak Tevrat'ı ve İncil'i
indirmişti." Her ikisi de kendilerine uyanları sapıklıktan doğruluğa
iletmişlerdi. Tevrat ve İncil hakkında "indirmek" (inzal) diye söz
ettiği halde Kur'an-ı Kerim hakkında "tenzîTden söz etmesi, Tevrat ile
İncil'in bir defada inmesi, Kur'an-ı Kerim'in ise bölüm bölüm nazil olmasından
dolayıdır. Vahyin tenzil veya inzal diye ifade edilmesi, vahyedenin mevkiinin
kendisine vahyedilenin mevkiinden daha üstün olduğuna işaret etmek içindir.
"O sana Kitab'ı... indirdi", "Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti"
ve "Furkân'ı da indirdi" buyruğunda "indirme" nin tekrar
edilmesi Allah'ın ayetlerinin farklı farklı indirilmesi, bu indiriliş keyfiyet
ve zamanlarının ayrı ayrı olması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın isminin
tekrarlanması ise şanını yüceltmek içindir. Çünkü açıktan ismin
zikredilmesinde zamirin söz konusu edilmesinden daha ileri derecede bir
yüceltme ifadesi vardır.
"Furkân"
delil ve belgeler gibi, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden şeyler demektir.
Bu kelime bu üç kitabın dışında kalanları da kapsasın diye özel isimlerden
sonra gelen umum bir ifadedir.
"Allah'ın
ayetlerini" Kur'an-ı Kerim'i ve başkalarını...
"Allah
Azîz'dir." Emrinde galip olandır, hiç bir kimse O'nu, vaad ve tehditlerini
gerçekleştirmekten alıkoyamaz, engelleyemez. "İntikam alıcıdır."
Kendisine isyan edenlere şiddetli azap ederek intikam alıcıdır. O azabın
benzerini hiç kimse veremez.
"Şüphesiz
Allah'a yerde ve gökte hiç bir şey gizli kalmaz." Çünkü Yüce Allah küllî
olsun cüz'î olsun âlemde meydana gelen her şeyi bilir. Özellike yeri ve göğü
zikretmesi insan duyularının bunları aşamamasından dolayıdır.
"Rahimlerde
size nasıl dilerse" yani erkeklik, dişilik, beyazlık, siyahlık, karakter,
huy ve buna benzer hususlarda "öylece suret veren O'dur." Suret vermek,
bir şeyi daha önce olduğundan başka türlü hale getirmektir.
"Azîz'dir"
yani mülkünde mutlak galiptir, "Hakîm'dir" sanat ve hilkatında
hikmeti sonsuz olandır.
[8]
İbni
Ebi Hâtûn, İbni Cerîr et-Taberî, İbni İshâk ve İbnül-Münzir'in[9] naklettiklerine
göre bu ayet-i kerimeler, seksen küsuruncu ayete kadar, Necranlı Hıristiyanlar
adına gelen heyet hakkında nazil olmuştur. Bu heyet Resulullah (s.a.)'ın
huzuruna gelmişti. Yaklaşık altmış süvari idiler. Aralarında eşraftan on dört
kişi vardı. Başlarında ise emirleri, vezirleri ve alimleri olan kişiler vardı.
Bunlar Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa hakkında Hz. Peygamberle tartıştılar ve O'na,
"Onun babası kimdir?" diye sordular. Onlardan üç kişi konuştu. Bazen,
"Meryem oğlu İsa ilâhtır, çünkü o ölüleri diriltir" dediler, bazen
de, "O Allah'ın oğludur, çünkü onun babası yoktur" dediler. Kimi
zaman da, "O üçün üçüncü-südür, çünkü Yüce Allah, "Dedik,
yaptık" diye buyurmaktadır. Eğer Allah bir ve tek olsaydı, dedim ve
yaptım, demesi gerekirdi" dediler.
Allah
hakkında yalan söylediler, iftirada bulundular. Peygamber (s.a.) onlara şöyle
dedi: Çocuğun mutlaka babasına benzediğini bilmez misiniz? Onlar, biliyoruz
dediler. Hz. Peygamber yine buyurdu: Rabbinizin ölmez olduğunu, İsa'nın ise
fani olup hayatının son bulduğunu bilmez misiniz? Onlar yine, evet dediler. Hz.
Peygamber tekrar sordu: Bizim Rabbimizin her şeyi koruyup gözettiğini ve ona
rızık verdiğini bilmez siniz? Onlar, biliyoruz dediler. Hz. Peygamber sordu:
Peki Hz. İsa bunların herhangi birisini yapabilir mi? Onlar yine, hayır
dediler. Hz. Peygamber buyurdu ki: Bizim Rabbimiz rahimde nasıl dilerse öyle
suret verir. Rabbimiz yemez, içmez ve def-i hacete çıkmaz. Onlar yine, evet
dediler. Hz. Peygamber sordu: Bir kadın nasıl hamile kalıyorsa İsa'nın annesinin
ona öyle hamile kaldığını, sonra bir kadın nasıl çocuğunu doğuruyorsa onu
öylece doğurduğunu, daha sonra her küçük bebeğin beslendiği gibi onun da
beslendiğini, sonra da yiyip içtiğini ve def-i hacete çıktığını bilmiyor
musunuz? Onlar, biliyoruz deyince yine Hz. Peygamber şöyle sordu: Peki o
takdirde İsa nasıl sizin ileri sürdüğünüz gibi olabilir? Verecek cevap
bulamadılar, sustular. Yüce Allah da onlar hakkında Al-i İmran suresinin baş
taraflarından itibaren seksen küsur ayetine kadar olan bölümünü indirdi.
[10]
Yüce
Allah surenin başında teslis akidesini reddetmek üzere dinin esası olan tevhidi
ispat ile başladı. Arkasından peygamberlere kitaplar indirdiğini,
Hz.
İsa'nın da o peygamberler gibi bir peygamber olup ona da vahiy indirdiğini
beyan etti. Yüce Allah'ın rahimlerde insanlara şekil veren mutlak kudret sahibi
olduğunu açıkladı. Böylelikle Hz. İsa'nın babasız doğması dolayısıyla ileri
sürülen kanaatleri reddetmiş oldu. Çünkü babasız doğmak ulûhiyyetin delili
değildir. Hz. Adem de babasız ve annesiz olarak yaratılmıştır. Yaratan ise mutlak
ilâhtır. Yaratılan ise nasıl yaratüırsa yaratılsın, yine kuldur.
"Elif,
Lâm, Mim" şeklindeki mukatta harfler, Kur*an'ın benzeri bir şeyi getirsinler
diye Araplara meydan okumak içindir. Kur'an onların dillerindeki kelimelerden
ve yine konuştukları harflerden oluşmaktadır ve onların kullandıkları
kelimeler de bu harflerin birleşmesiyle yapılmaktadır.
Allah
varlık aleminde kendisinden başka hak mabud olmayandır. Çünkü kâinata ve
nefislere egemen olan yaratıcı O'dur. Hayır O'ndandır, zararı önleyen de
O'dur. Başı ve sonu olmayan daimî hayat sahibi olan Hayy'dır. İşlerini çekip
çeviren, onları yöneten ve yarattıklarını görüp gözetendir. Kayyûm'dur. Gökleri
ve yeri de İsa'yı yaratmadan önce yaratan O'dur. Peki (Eğer yaratmada bir payı
varsa) İsa'nın var olmasından önce de vefatından sonra da gökler ve yer nasıl
bu şekilde var olabildiler?
Ya
Muhammed, herhangi bir şüphe ve tereddüt söz konusu olmaksızın hak ile Kur'an'ı
sana indiren Allah'tır. Bu Kur'an daha önceki peygamberlere indirilen kitapları
doğrulayıcı ve destekleyicidir. O tafsili değil de vahyin aslına ve mutlak
ilâhın tevhidine, üstün ahlâkî değerlere çağıran, haber ve müjdeler veren
risaletin aslını topluca (icmalen) tasdik etmektedir. Önceki kitaplar önceden
haber ve müjdelerle bu kitabı doğrulamaktadır, o da onları doğrulamaktadır.
Çünkü Allah tarafından Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak gönderileceği
Kur'an-ı Kerim'in de onun üzerine indirileceği şeklindeki vaad ve müjdelerine
verdikleri haberlere uygun gelmiştir.
Yüce
Allah Tevrat'ı Musa'ya, İncil'i de İsa'ya Kur'an-ı Kerim'den önce kendi
dönemlerindeki insanlara hidayet ve irşat olmak üzere indirmiştir. İsa'nın
varlığından önce de sonra da vahiy ve şeriatleri indiren Allah'tır. Vahyin kaynağı
İsa değildir. O kendisinden başka diğer peygamberler gibi vahiy alan bir
peygamberdir. Nasıl ilâh olabilir?
Allah
Furkan'ı da indirmiştir. Furkan, hak ile batılı, doğruluğu ve sapıklığı apaçık
delil ve belgelerle kat'î olarak ayıran demektir.
Allah'ın
vahdeniyetine, ona yakışmayan şeylerden onu tenzihe delâlet eden, Allah'ın
apaçık ayetlerini inkâr edenler, yani batıla saparak bunları reddedenler için
bu küfür ve inkârları sebebiyle kıyamet gününde oldukça çetin bir azap vardır.
Allah'ın ise hakimiyeti, egemenliği pek büyük, gücü kuvveti pek çoktur.
Ayetlerini yalanlayan, şerefli rasullerine muhalefet edenlerden intikam
alandır. O izzetiyle (güç ve kudretiyle) dilediğini gerçekleştirir, vahyine
muhalefet edenlerden de intikam alır.
Kâinatta
Yüce Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. O imanında samimi olanın da, kâfirin,
münafikın, kalbi iman ve huzur ile dopdolu olduğu halde küfre yol alan kimsenin
durumunu da bilir. İsa ve başkaları ise bunların herhangi birisini bilemez.
Peki nasıl ilâh olabilir.
Dilediği
şekilde erkek ya da dişi, güzel ya da çirkin ve bunun dışında kalan istediği
karakter, renk ve ölçülerde sağlam veya sakat olarak rahimde insanı yaratan
Allah'tır. İsa ve başkaları ise, hiç bir kimseye rahimde suret veremez, hiç
bir şey yaratamaz. Aksine ona suret verilir, annesinin rahminde o, Allah
tarafındn yaratılır ve o rahimden çıkarak dünyaya gelir. Peki, bu nasıl ilâh
olabilir?
Ondan
başka ilâh yoktur, O Azîz'dir, Hakîm'dir. Yani yoktan var eden yaratıcı,
ulûhiyyet hakkına ortaksız ve yalnız basma sahip, vahid, ehad, ferd ve samed,
baba ve çocuk edinmekten münezzeh, her şeyi hikmete uygun olarak yerli yerince
koyan, abes işlemekten münezzeh, hikmeti sonsuz, hakimdir. İşte bu Hz. İsa'nın
Allah tarafından yaratılmış bir kul olduğunun apaçık delilidir. Allah diğer
insanları nasıl yarattıysa İsa da Allah tarafından yaratılmıştır. Çünkü Allah
İsa'ya da annesinin rahminde şekil vermiş, dilediği şekilde onu yaratmıştır.
Peki o Hristiyanlann ileri sürdüğü gibi nasıl ilâh olabilir? Ayrıca onun
yaratılışı da (diğer insanlar gibi) basamak basamak ilerlemiş, gelişmiştir. Bir
durumdan bir duruma geçiş yapmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra
öbür yaratılışa geçirerek yaratıyor." (Zümer, 39/6).
[11]
Ayet-i
kerimeler semavî kitapları peygamberlere indirenin Yüce Allah olduğuna ve bu
kitapların birbirlerini tasdik ettiklerine delâlet etmektedir. Çünkü bu
kitapların hedefi birdir, o da insanları hakka yöneltmek, Yüce Allah'ın
ulûhiyetini, vahdaniyetini kabul etmek, varlığını itiraf etmektir.
Kitapların
indirilmesi, rahimlerde olanları yaratmak, genel veya cüz'î olsun herhangi bir
şey gizli kalmaksızın göklerin ve yerin gizliliklerini bilmek, ulûhiyyetin
yalnızca Yüce Allah hakkında söz konusu olduğunu, yarattıklarından herhangi
bir kimsenin bu konuda ona ortak olmadığını ispatlayan kesin üç delil ve
belgedir. Bütün işlerinde yaratıcıya ihtiyacı bulunan, zayıf, yaratılmış bir
insanın ulûhiyeti ile ilgili batılcüann ileri sürdükleri şekilde herhangi bir
insanın ulûhiyet sıfatı da söz konusu değildir. Yüce Allah onların şirklerinden
münezzehtir. O'ndan başka ilâh yoktur, yani O'nun dışında yaratan ve suret
veren yoktur. Bu da O'nun vahdaniyetine delildir. Peki İsa kendisi
şekilendiri-len bir insanken nasıl olur da şekil veren bir ilâh olabilir?
[12]
7-
Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan bir kısnu muhkem ayetlerdir. Bunlar kitabın
anasıdir. Diğer bir kısmı da müteşabihtir. Ama kalplerinde eğirilik olanlar
sırf fitne aramak ve onu tevil etmek için onun müteşabih olanına uyarlar.
Halbuki onun tevilini Allah'tan başkası bilmez, ilimde derinleşmiş planlan»
ise, "Biz ona famnHılr. Hep-
si
Rabbimiz nezdindendir" derler. Olgun akıllılardan başkası öğüt «lnum.
8-
Rabbimiz, bizi hidayete ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! Bize katından
bir rahmet bağışla. Muhakkak sen Vehhâb olansın.
9-
Rabbimiz, onda hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olan
ifMilifllrlralr sensin. Elbette Allah
vaadinden
caymaz.
"İlimde
derinleşmiş olanlar" ya müptedadır, haberi de "biz ona
inandık..." ibaresidir, ya da "Allah" lafza-i celâline
atfedilmiştir. O takdirde şöyle denilmiş gibi olur: Allah'tan başka onun
tevilini kimse bilmez; bir de ilimde derinleşmiş olanlar onun tevilini bilir.
"O" zamiri ise müteşabihe aittir.
[13]
"Bunlar
Kitab'ın anasıdır" buyruğunda istiare vardır. Burada muhkem ayetlerin
asılları anneye benzetilmiştir. Sair ayetler ise ona tabi ve ona bağlıdır.
Tıpkı çocuğun annesine bağlı olması gibi.
"İlimde
derinleşmiş olanlar" buyruğu da bir istiaredir. Dünde belli bir yere sahip
olanlar, yerde derine doğru kök salmış ağır şeylere benzetilmiştir.
[14]
"Muhkem
ayetler", delâletleri açık, anlamında aykırılık bulunmayan ayetler
demektir. Ihkâm bir şeyi sağlam yapmak, iyi yapmak demektir. Muhkem de tevili
bilinen, mana ve tefsiri anlaşılan ayetler demek olur. "Bunlar Kitab'ın anasıdır."
Ahkâmda kendisine dayanılan, Kitab'ın aslını teşkil eden ayetlerdir.
"Müteşabihler" ise manası açık olmayan ayetlerdir. Bilakis müteşabih,
lafzın zahiri kastedilen manadan farklı olandır; sure başlarındaki mukatta
harfler gibi. Kurtubî der ki: Müteşabih, Yüce Allah'ın yarattıklarına
öğretmediği, bilgisini yalnızca kendisine tahsis ettiği ve herhangi bir
kimsenin onu bilme imkânı bulunmayan hususlardır. Kıyametin ne zaman kopacağı,
Ye'cüc ile Me'cüc'ün çıkışı, Deccal'in çıkışı, onlara azap sözü vaki olduğu
takdirde insanlarla konuşan Dabbe'nin çıkması ve buna benzer hususlar.
Bir
diğer ayet-i kerimede yer alan "ayetleri muhkem kılınmış" (Hud, 11/1)
ayetinde Kitab'ın tümünün muhkem olduğunun belirtilmesi ise, o kitapta kusur
yoktur anlamındadır. Bir diğer ayet-i kerimede de "Müteşabih bir
kitap" (Zümer, 39/23) buyruğunda kitabın tümünün müteşabih olduğunun ifade
edilmesi ise, güzellik ve doğrulukta birbirine benzer anlamındadır. Her bir
ayetin kendine has, ötekinden farklı bir anlamı vardır. O bakımdan ayetler
arasında bir çelişki yoktur.
"Kalplerinde
eğrilik", haktan uzaklaşıp batıl nevalara doğru bir eğilim
"bulunanlar sırf fitne aramak", şüphelere ve karışıklıklara düşmeleri
sebebiyle cahilleri hakkında fitne istemek "ve onu tevil" yani tefsir
"etmek için onun müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun tevilini"
tefsirini, hakikatinin anlamını ve vakıada onun nereye varacağına dair beyanı
"Allah'tan başkası bilmez."
"İlimde
derinleşmiş olanlar..." (er-râsihûn), ilimde sağlam yer edinmiş, dinde
derin bilgi sahibi olmuş ve bu bilgilerinden kesin emin olanlar, demektir. Bu
buyruk "ilimde sebat sahibi olanlar" buyruğundan daha beliğdir.
"Biz
ona inandık" yani müteşabihin Allah katından geldiğine ve bizim onun
anlamını bilmediğimize inandık. "Hepsi Rabbimiz nezdindendir,
derler." Yani muhkemiyle müteşabihiyle hepsi Allah'tan gelmiştir.
"Olgun akıllılardan" olgun akıl sahiplerinden "başkası öğüt
almaz."
"Rabbimiz,
bizi hidayete ilettikten" hidayeti gösterip buldurduktan "sonra
kalplerimizi saptırma!" Yani bunlar ayrıca (müteşabih olana) tabi olanları
gördükleri vakit derler ki: Rabbimiz, kalplerimizi bize yakışmayan şekilde
onun tevilini aramak suretiyle -şunlarm kalplerini uzaklaştırdığın gibi- bizim
kalplerimizi de haktan uzaklaştırma, saptırma! "bize katından bir
rahmet" ilâhî bir inayet, bir muvaffakiyet, hak üzere sebat
"bağışla!"
"Onda
şüphe olmayan" meydana geleceğinde şüphe bulunmayan "bir günde"
yani kıyamet gününde "insanları toplayacak olan muhakkak sensin." O
günün gerçekleşeceğinde şüphe yoktur; çünkü gerçekleşeceğini sen haber verdin.
Senin sözün gerçeğin kendisidir. İnsanlara amellerinin karşılığını vaad ettiğin
şekilde sen vereceksin. "Elbette Allah vaadinden caymaz." O günde
insanları dirilteceğine dair sözünden caymaz. Bu buyrukta hitaptan gaibe geçiş
(iltifat) vardır. Bu duayı yapmaktan maksat ise, bu gibi kimselerin asıl
gayretlerini ahirete yönelttiklerini açıklamaktır. O bakımdan onlar ahirette
sevabını elde edebilmek için Allah'tan hidayet üzere sebat dileğinde
bulunmuşlardır.
[15]
Şanı
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de muhkem bir takım ayetlerle delâletleri itibariyle
insanların bir çoğu ve bir kısmı için müteşabih ayetler bulunduğunu haber
vermektedir. İbaresiyle muhkem olan ayet herhangi bir kimsenin hiç bir
karışıldığa düşmeden açık delâletle anladığı ifadeleri bulunduran buyruklardır.
Müteşabih ise lafzın zahiri ile ondan kastedilen mana arasındaki farklılık
sebebiyle kendisinden neyin murad edildiği açıkça ortaya çıkmayan ve manası
belirgin bir şekilde anlaşılmayan, ya da Yüce Allah'ın ahiret halleriyle
ilgili, bilgisini yalnızca kendisine sakladığı hususlardır. Bu şekilde haber
vermekle, zahiri itibariyle Hz. İsa'nın diğer insanlardan ayrıcalıklı olduğunu
ifade eden Kur'an-ı Kerim'in bir takım ayetlerini delil gösteren Hristiyanların
görüşlerini reddetmektedir. Bu buyruklarda geçen "kitap'tan kasıt,
müfessirlerin ittifakı ile Kur'an-ı Kerim'dir.
[16]
Bunlar
Yüce Allah'ın, "De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını
okuyayım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın..." (En'am, 6/151) ile ondan
sonra gelen 153. ayete kadar buyruklar; yine Yüce Allah'ın, "Rabbin şuna
hükmetti ki: O'ndan başkasına ibadet etmeyesiniz..." (İsra, 17/23) ayeti
ile ondan sonra gelen 26. ayete kadar olan buyruklar; Yüce Allah'ın Hz. İsa
hakkında, "O ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur ve biz onu îsrailoğullarına
bir misal kıldık." (Zuhruf, 43/59) buyruğu gibi buyruklardır.
Kur'an-ı
Kerim'in çoğunluğunu temsil eden ve farz hükümlere, itikat esaslarına, emre,
yasağa, helâl ve harama dair olan bu ayetler ve onların benzerlerinin tümü,
kastedilen manaya açıkça delâlet etmekte, bir başka manaya gelme ihtimali
bulunmamaktadır. Bu buyruklar Kitab'ın anasıdır. Yani Kur'an-ı Kerim'in aslı,
dayanağı ve büyük çoğunluğudur. Diğerleri ise bunlardan dallanıp budaklanmakta,
ona tabi bulunmaktadır. Diğerlerinden herhangi bir ayet bizim için iyice
anlaşılamaz ise, bu ayet muhkem olan ayete havale edilir ve ona göre açıklanır.
Meselâ, Yüce Allah'ın, Hz. İsa hakkındaki, "Meryem oğlu İsa Mesih yalnız
Allah'ın peygamberi ve O'nun kelimesidir. O kelimeyi Meryem'e ilka etmiştir ve
o ondan bir ruhtur." (Nisa, 4/171) buyruğu Yüce Allah'ın, "O ancak
kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur." (Zuhruf, 43/59) buyruğuna göre
ve, "Muhakkak İsa'nın misali Allah nezdinde Adem'in hali gibidir."
(Âl-i İmran, 3/59) buyruğuna göre açıklanmıştır. Yani bizler bütün ayetlerin
Allah nezdinden geldiğine ve bunların asıl olan muhkem ayetlere aykırı
olmadıklarına iman ediyoruz.
[17]
Yüce
Allah'ın Hz. İsa hakkındaki, "... Ve onun kelimesidir, onu Meryem'e ilka
etmiştir. O ondan bir ruhtur." (Nisa, 4/171) ile, "Muhakkak ben senin
canını alırım ve seni kendime kaldırırım." (Âl-i İmran, 3/55) gibi Hz. İsa
hakkındaki buyruklanyla kendi zatı hakkındaki, "Rahman (olan Allah) Arş'a
istiva etmiştir." (Tâ-Hâ, 20/5) üe "Allah'ın eli onların ellen
üzerindedir." (Fetih, 48/10) buyrukları müteşabih ayetlere örnektirler.
Bu
ayet-i kerimelerin birkaç anlama gelme ihtimali vardır ve burada lafzın zahiri
kastedilen manadan farklıdır. Bu mana kimi zaman muhkeme uygun olabilir, kimi
zaman -kastedilen anlam açısından değil- lafız ve terkip açısından bir başka
şeye uygun düşebilir.
O
bakımdan siz ey Hristiyanlar! Birden çok manaya gelme ihtimali bulunan ve
müteşabihler arasında yer alan bu gibi ayetleri delil gösteremezsiniz. Size
düşen Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim'in muhkem
buyrukları yanında durmaktır: "Mesih Allah'a kul olmaktan asla çekinmez.
Mukarreb melekler de." (Nisa, 4/172).
Bu
buyruktaki "müteşabih ve muhkem"in anlamı diğer ayetlerdeki anlamlarından
farklıdır. Meselâ, Yüce Allah'ın, "Bütün ayetleri muhkem (sapasağlam
kılınmış) bir kitap" (Hud, 11/1) buyruğunda Kur'an-ı Kerim'in tümü muhkem
olmakla nitelendirilmiştir. Maksat ise, onda herhangi bir kusurun olmadığını,
lafızları fasih, manaları sahih, söz düzeni sapasağlam ve güçlü, hikmeti kapsayan
hak kelâm olduğunu ifade etmektir. Yine Kur'an-ı Kerim şu buyrukta müteşabih
olmakla nitelendirilmiştir: "Allah sözün en güzelini müteşabih ve tekrar
tekrar okunan bir kitap halinde indirmiştir." (Zümer, 39/33). Bunun anlamı
ise ayetlerin güzellik, doğruluk, hidayet, çelişki ve tutarsızlıktan uzak olma
bakımından birbirine benzediğidir. Nitekim Yüce Alah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer o Allah'tan başkası nezdinden gelmiş olsaydı elbette onda birbirini
tutmayan pek çok şeyler bulurlardı." (Nisa, 4/82).
Kalplerinde
eğrilik bulunanlara, yani sapıklık ve haktan batıla doğru bir meyilleri
bulunanlara gelince, onlar kendi nevalarına uyarak yapıştıkları mü-taşabihi
delil alırlar. Onlar bunu kötü maksatları uğrunda tahrif etme imkânı bulmak
için yaparlar ve herhangi bir kapalılığı bulunmayan muhkemi de bir kenara
bırakırlar. Bundan maksatları ise insanları dinde fitneye (karışıklığa)
düşürmek ve kendilerine uyanları saptırmak ve onlara kendi iddialarına Kur'an-ı
Kerim'den deliller buldukları vehmini vermektir. Oysa Kur'an-ı Kerim lehlerine
değil aleyhlerine delildir. Nitekim Hristiyanlar Kur'an-ı Kerim'in Hz. İsa'nın
Allah'ın bir ruhu, Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve kendinden bir ruh olduğunu
belirttiğini delil gösterirken Yüce Allah'ın, "O ancak kendisine nimet
ihsan ettiğimiz bir kuldur." (Zuhruf, 43/59) buyruğu ile "Muhakkak
Allah nez-dinde İsa'nın misali Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı,
sonra ona, "ol" dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmran, 3/59) buyruklarını
delil göstermeyi terk etmeleri halinde olduğu gibi.
Onlar
aynı şekilde bu işe (yani mütaşabihlere tabi olmayı) Kur'an-ı Kerim'i
gerçeğinden başka yönlere çekmek, istedikleri şekilde tahrif etmek kasdıyla
yönelirler. Bunu yaparken de kendi nevalarına, geleneklerine ve miras aldıkları
bilgilerine uyar, itikadın üzerinde yükseldiği muhkem esası terk ederler. Bu
muhkem esas ise, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu olduğu ve ona itaat ettiği
gerçeğidir.
Müslim'in
Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) Yüce Allah'ın, "Sana
Kitab'ı indiren O'dur. Ondan bir kısmı muhkem ayetlerdir. Bunlar Kitab'ın
anasıdır, diğer bir kısmı da müteşabihtir" ayetini okuduktan sonra
şöyle
buyurduğunu nakleder: "Sizler Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olanına uyanları
gördüğünüz vakit işte onlar Allah'ın sözünü ettiği kimselerdir, onlardan
sakınınız." İbni Merdûveyh'in Abdullah b. Amr b. el-As'tan rivayet
ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Kur'an-ı
Kerim bir kısmı bir kısmını yalanlasın diye nazil olmamıştır. Ondan
bildiğinizle amel ediniz. Müteşabih olanına da iman ediniz." Müteşabihin
tevilini Yüce Allah'tan başkası bilmez. Bu, Yüce Allah'ın ilmini kendisine
sakladığı veya lafzıyla kastedilen mananın birbirine uymadığı buyruklardır. O
bakımdan bunun gerçek manasını Allah'tan başkası bilemez. Ubeyy b. Ka'b, Aişe,
İbni Abbas, İbni Ömer (r. an-hum) gibi Ashab-ı kiramdan bir topluluk (7. ayet-i
kerimede) "Allah" lafza-i celâli üzerinde vakıf yapmak (duraklamak)
görüşündedirler. O bakımdan (mana şöyle olur): Müteşabihin tevilini Allah'tan
başkası bilmez. "İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu ise yeni bir
cümledir. "Onlar da: Ona iman ettik derler." Çünkü Yüce Allah onları
kendi zatına mutlak teslimiyetle nitelendirmektedir. Bir şeyi bilen kimse
hakkında ise mutlak veya katıksız tesilmiyetten söz edilmez.
Ashab-ı
kiramdan İbni Abbas'ın da içinde bulunduğu bir topluluğa ve onlara uyan pek
çok müfessire
[18] ve usul alimlerine göre
lafza-i celâl üzerinde vakıf (duraklama) yapılmaz. "er-râsihûn=ilimde
derinleşmiş olanlar" ona atfedil-miştir ki, şu anlamı ifade eder: Onun
tevilini Allah'tan ve ilimde derinleşmiş olanlardan başkası bilmez. İbni Abbas
der ki: Ben onun tevilini bilen, ilimde derinleşmiş olanlardanım. Buna göre
müteşabih olanı ilimde derinleşmiş olanlar bilir. Çünkü Yüce Allah bu konuda
muhkem olanına aykırı kanaatlere gitmek, fitneye düşürmek ve saptırmak
maksadıyla tevilin peşine takılanları yermektedir. İlimde derinleşmiş olanlar
ise böyle değildir. Bunlar herhangi bir tutarsızlığı söz konusu olmayan sağlam
yakin ehlidirler. Çünkü bunlar müteşabi-hi muhkem ile uyum sağlayacak şekilde
anlarlar.
Yüce
Allah'ın, "Biz ona inandık... derler." buyruğu ise yeni bir cümledir.
Bilmeye de aykırı değildir. Bunlar muhkemi esas kabul eder, muhkemiyle
mü-teşabihiyle hepsinin Allah'tan geldiğine, hepsinin hak ve doğru olduğuna,
birinin ötekini doğruladığına iman ederler. Buna Resulullah (s.a.)'ın İbni
Abbas'a, "Allah'ım dinde onu fakih kıl ve ona tevili öğret"
şeklindeki duası da delildir.
Kur'an-ı
Kerim bütün insanlara hidayet yolunu göstermek üzere nazil olmakla birlikte,
müteşabihin varlığındanmaksat, hikmet ve samimi iman sahibi ile imanı zayıf
olanı birbirinden ayırt etmek ve dikkatle düşünen, araştıran, ilimde
derinleşmiş kimselerin faziletini açıklamaktır. Çünkü böyleleri eşyanın
hakikatini bilmeseler dahi kendilerine yapılan hitabı bilirler, anlarlar. Bu bakımdan
Yüce Allah, "Olgun akıllılardan başkası öğüt almaz" diye buyurmaktadır.
Yani buyrukların anlamını doğru şekli ile anlayıp kavrayan ve üzerinde düşünen
kimseler, sağlıklı akıllara ve doğru anlayışlara sahip olanlardır. Resulullah
(s.a.), İbni Ebi Hatim'in Ashab-ı kiramdan Enes, Ebu Ümame ve Ebu'd-Derda'ya
yetişmiş Tabiînden yaptığı rivayete göre ilimde derinleşmiş olanları
nitelendirmiştir. Resulullah (s.a.)'a ilimde derinleşmiş olanlar hakkında soru
sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Yemini doğru çıkan, dili doğru söyleyen,
kalbi istikamet üzere olan, midesi ve cinsel organı iffetli olan kimse, işte
böyle bir kimse ilimde derinleşmiş olanlardandır."
Daha
sonra Yüce Allah ilimde derinleşmiş bu gibi kimselerin müteşabihi anlamak üzere
sebat için yaptıkları şu duaları zikretmektedir:
1- "Rabbimiz, bizi hidayete ilettikten sonra kalplerimizi
saptırma!" Yani müteşabihe iman eden ve ilimde derinleşmiş olanlar,
Allah'tan hidayet üzere sebat, hidayetten sonra da sapmaktan korumayı diler,
Allah'tan bir rahmet bağışlamasını, lütuf ve ihsanda bulunmasını, hayra,
doğruya ulaşma muvaffakiyetini isterler. Çünkü "şüphesiz sen bağışı pek
çok olansın."
Hz.
Aişe (r.anhâ) dedi ki: Resulullah (s.a.) çokça şu duayı okurdu: "Ey
kalpleri döndürüp duran! Dinin üzere kalbime sebat ver." Ey Allah'ın
Rasulü, bu duayı ne kadar da çok yapıyorsun dedim. Şöyle buyurdu: "Rahman
olan Allah'ın iki parmağı arasında bulunmayan hiç bir kalp yoktur. Eğer O, o
kalbi doğru tutmak isterse doğrultur, eğriltmek isterse eğriltir."
2-
"Rabbimiz, onda hiç şüphe
olmayan bir günde insanları toplayacak
olan muhakkak sensin..." Yani, Rabbimiz şüphesiz ki sen insanları
gerçekleşeceğinde hiç şüphe olmayan bir günde, amellerinin karşılığını vermek
üzere toplayacaksın. Bu senin asla şaşmayacak olan hak vaadindir. Bize böyle
bir duanın öğretilmesi, öyle bir günde rahmeti alıp götüren sapıklığın
kalbimize sızmasından korkma duygusuna sahip olalım diyedir. Ayrıca bu duada,
kıyamet gününde öldükten sonra dirilişin kabul edildiği de ifade edilmektedir.
[19]
Bu
ayet-i kerimeler Kur*an-ı Kerimin ayetlerinin çoğunluğunun muhkem, az bir
kısmının müteşabih olduğunu ve müteşabih olandan ne kastedildiğini Yüce Allah
ile ilimde ileri derecede olanlardan başkasının bilmediğini göstermektedir.
Fakat Yüce Allah müteşabihin anlaşılmasında sapmaktan korunma yolunu şu iki dua
ile öğretmektedir: "Rabbimiz, bizi hidayete ilettikten sonra kalplerimizi
saptırma!"; "Rabbimiz onda hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları
toplayacak olan muhakkak sensin..." Kalplerinde eğrilik olanlar ise müteşabih
olanlara tabi olurlar. Muhkem ve müteşabihe dair bir takım örnekleri önceden
vermiş ve daha sahih kabul edilen görüşe göre bunlarla nelerin kastedildiğini
açıklamış bulunuyoruz. Şimdi müteşabih buyruklara başka bazı misaller daha
zikretmek istiyoruz.
[20]
Buharî,
Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Adamın birisi İbni
Abbas'a şöyle dedi: Kur'an-ı Kerim'de birbiriyle bağdaştıramadığım bazı şeyler
görüyorum. İbni Abbas "Bunlar nelerdir?" deyince adam şöyle dedi:
"O günde aralarında akrabalık bağı yoktur, birbirlerine soru sormazlar
da." (Mü'minun, 23/101) Bir başka yerde ise, "Biri diğerine dönerek
karşılıklı soru sorarlar." (Sâffât, 37/27). Yine Yüce Allah,
"Allah'tan bir sözü gizlemezler..." (Nisa, 4/42) diye buyururken, bir
başka yerde, "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz şirk koşanlar
değildik." (En'am, 6/23) diye buyurmakta ve bu ayette de bir şeyler
gizledikleri görülmektedir. Nâziât suresinde ise, "Yoksa sema mı? Onu bina
etti..." (Nâziât, 79/27) buyruğuna kadar, Yüce Allah yerin yaratılmasından
önce göğü yarattığını zikretmektedir. Daha sonra ise (bir başka yerde) şöyle
buyurmaktadır: "Siz, iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor... musunuz?"
(Fussilet, 41/9) buyruğundan itibaren, "İkisi de: İsteyerek geldik
dediler." (Fussilet, 41/11) buyruğuna kadar olan ayetlerde ise göğün
yaratılmasından önce yeryüzünün yaratıldığını söz konusu etmektedir. Diğer
taraftan Yüce Allah, "Allah Gafur'dur, Rahîm'dir." "Allah
Azîz'dir, Hakîm'dir" "Allah Semî'dir, Basîr'dir" derken
kullanılan ifadeler sanki geçmişte böyle olduğunu anlatıyor gibidir.
İbni
Abbas dedi ki: "Aralarında akrabalık bağı yoktur" buyruğu birinci
üfurüşte olacaktır. Daha sonra sûr'a tekrar üfürülecek, Allah'ın dilediği kimseler
dışında göklerde ve yerde kim varsa hepsi baygın düşecektir. İşte bu esnada
aralarında akrabalık bağı da olmayacaktır ve birbirlerine soru da sormayacaklardır.
Sonra son üfurüşte biri diğerine yönelecek ve birbirlerine karşılıklı soru
soracaklardır.
Yüce
Allah'ın, "Biz ortak koşanlar değildik." (En'am, 6/23) buyruğu ile
"Allah'tan bir söz gizlemezler." (Nisa, 4/42) buyruklarına gelince:
Yüce Allah ihlâs sahibi olan kimselere günahlarını bağışlayacaktır. Müşrikler
de o vakit, gelin biz de Allah'a şirk koşanlar değildik diyelim, diyecekler.
Allah tarafından ağızlarına mühür vurulacak, bu sefer azaları onların
amellerini söyleyeceklerdir. İşte o vakit Allah'tan herhangi bir söz
gizlenemeyeceği bilinecek ve o vakit kâfirler, keşke Müslüman olsaydık, diye
temenni edeceklerdir.
Yüce
Allah arzı iki günde yarattı, sonra semaya yöneldi, sonra iki günde onları yedi
sema haline getirdi. Daha sonra ise arzı yayıp döşedi. Ondan suyu, otlağı
çıkardı; orada dağları, ağaçları, tepeleri ve arasında bulunanları diğer iki
günde yarattı. İşte "ve bundan sonra yeri döşedi" buyruğu bunu
anlatmaktadır. Yer dört günde yaratıldı, sema ise iki günde yaratıldı.
"Allah Gafur'dur, Rahîm'dir" buyruğuna gelince, o bizzat böyle
olduğunu kastetmektedir. Yani ezelden beri de böyledir, halen de böyledir ve
ebede kadar da böyle devam edecektir. Çünkü Yüce Allah bir şeyi murad etti mi
mutlaka o gerçekleşir. Artık bundan sonra Kur'an'da senin için birbirini tutmaz
ifadeler varmış gibi görünmesin; çünkü hepsi Allah katından gelmiştir.[21]
Müteşabihe
uyanlar, buna ya Kur'an-ı Kerim hakkında şüphe uyandırmak isteyerek tabi olurlar;
zındıkların, Karmatilerin[22] ve Kur'an-ı Kerim'e dil uzatanların yaptığı
gibi; ya da müteşabihlerin zahir olanlarına inanmak isteyerek ona tabi olurlar;
Kitap ve sünnette bulunan ve zahiren cismiyet ifade eden buyrukları toplayıp
bir araya getiren Mücessime'nin yaptığı gibi. Nihayet bunlar Yüce Allah'ın bir
cisim olduğuna ve yüzü, gözü, eli, bacağı, ayağı, parmağı olan bir surete sahip
olduğuna inandılar. Yüce Allah ise bundan münezzehtir. Ya da müteşabihlerin
tevillerini açığa çıkarmak, manalarını da açıklamak üzere, müteşabihe tabi
olurlar. Yahut da müteşabihler hakkında çokça soru sorarlar.
İşte
bunlar (müteşabihe karşı dört ayrı tutum sergileyen) dört kısımdırlar. Birinci
kısmın kâfir olduklarında şüphe yoktur. Malikîlerin görüşüne göre, bunlar tevbe
etmeleri istenmeksizin öldürülürler, ikinci kısım ise sahih olan görüşe göre
tekfir edilirler. Çünkü bunlarla puta tapıcılar arasında herhangi bir fark
yoktur. Bunların hükümleri mürted hükmüdür. Tevbe etmeleri istenir. Tevbe
ederlerse kurtulurlar, aksi takdirde öldürülürler.
Üçüncü
kısım ise müteşabih buyrukların tevil edilmesinin caiz olduğu hakkında farklı
görüşlere sahiptirler. Selefin görüşü bu buyrukların teviline kalkışmayı terk
etmek şeklindedir. Bununla birlikte bu buyruklardan anlaşılan zahirin kastedilmeğinin
imkânsız olduğunu katiyetle belirtirler. Bu buyruklara geldikleri şekilde iman
ederler; evlâ olan tutum budur. Diğerlerinin görüşlerine göre müteşabih
olanlardan mücmel olanı tayin etmeyip "katiyetle budur" demeksizin
Arap dilinin gereklerine uygun olarak bu buyrukları tevil edip yorumlayanlar.
Selefin mezhebinin daha eşlem (ihtiyatlı), halefin mezhebinin ise daha alem
(ilmi) olduğu söylenmiştir.
Dördüncü
kısım ise alabildiğine tazir edilirler.
[23]
10-
O kâfirlerin mallarının da evlâtlarının da Allah (in azabın)'a karşı hiçbir
şekilde onlara faydaları olmaz, işte bizzat onlar ateşin yakacağıdırlar.
11-
Tıpkı Firavun hanedanı ve onlardan evvel gelenlerin hali gibi. Ayetlerimizi
yalanladılar. Allflh da onları günahlarından dolayı yakalayıverdi. Allah,
azabı pek çetin olandır.
12- O inkâr edenlere de ki: "Yakında siz
mağlûp olacak ve cehenneme sürüleceksiniz. O ne kötü yataktır."
13-
Muhakkak karşılaşan iki toplulukta sizin için bir ayet vardır. Bir topluluk
Allah yolunda savaşıyor, diğeri ise kâfirdir. Onlar öbürlerini (Müslümanları)
gözleriyle kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Allah dilediğini
yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır.
"Tıpkı
Firavun hanedanı... nm hali gibi" Bu buyruk ya takdiri şöyle olan
hazfedilmiş bir müptedanm haberidir: Onların hali Firavun hanedanının hali
gibidir. Ya da mukadder bir fiil ile nasbedilmiştir ki, onun takdiri de
şöyledir: "Firavun hanedınının ateşte yanıp tutuşması gibi yanar
tutuşurlar." Buna delil ise bundan önce yer alan, "İşte bizzat onlar
ateşin yakacağıdırlar" buyruğudur.
[24]
"Allahdn
azabın)'a karşı..." Bu buyrukta hazf ile îcâz vardır, Allah'ın azabından
demektir (mealde parentez içindekiyle birlikte verildiği gibi). "Hiç bir
şekilde" buyruğundaki nekrelik azlık ifade eder. Yani az dahi olsa
Allah'ın azabını kendilerinden uzaklaştırmakta asla bir faydası yoktur
demektir.
"İşte
bizzat onlar ateşin yakacağıdırlar." buyruğu isim cümlesidir. Bununla bu
işin sabit olup gerçekleşeceği ifade edilmektedir.
"Allah
da onları... yakalayıverdi" buyruğu muhataptan gaibe iltifattır. Asü ise
"biz onları yakaladık" şeklindedir.
"Sizin
için bir ayet" buyruğunda, daha sonra gelen buyrukların dinlenmesi,
dikkatle takip edilmesi için bir şevke getirme söz konusudur. "Bir
ayet" kelimesinin belirsiz gelmesi ise bu ayetin (ibretin) önemine dikkat
çekmek ve azametini ifade etmek içindir.
[25]
"Allah'a
karşı" yani Allah'ın azabına karşı "hiçbir şekilde onlara fayda veremez."
"ateşin
yakacağıdırlar." Yani ateşin, kendisi ile tutuşturulduğu odun, kömür vb.
şeylerdirler. "Allah da onları günahlarından dolayı yakaladı." Günahlarından
ötürü onları helak etti. Bu cümle kendisinden önceki buyrukları tefsir
etmektedir.
Bedir
gününde savaşmak üzere "Karşılaşan iki toplulukta sizin için bir
âyet" yani Resul'ün söylediğinin doğruluğuna bir alâmet vardır.
"Onlar öbürlerini gözleriyle" yani açıktan açığa, belirgin bir
şekilde "kendilerinin iki katı" yani müşrikler Müslümanları
kendilerinin iki katı olarak hatta daha fazla "olarak görüyorlardı."
Çünkü müşrikler bin kişi dolayında, Müslümanlar ise 313 kişi idiler.
"Allah
dilediğini yardımıyla destekler." Gücüne güç katar. "Şüphesiz bunda"
sözü geçen bu hususlarda, "basiret sahipleri için bir ibret vardır."
O halde siz de bundan ibret alıp iman etmez misiniz?
[26]
12
ve 13. ayetlerin nüzulü ile ilgili olarak Ebu Davud'un Soner'inde ve
el-Beyhakî'nin Delâil'inde İbni Âbbas'tan rivayet ettiklerine göre Resulullah
(s.a.) Bedir savaşmda müşriklere yapacağını yaptıktan ve Medine'ye döndükten
sonra Kaynuka oğulları çarşısında Yahudileri toplayıp şöyle dedi: "Ey
Yahudiler topluluğu! Kureyş'in başına geleni Allah sizin de başınıza
getirmeden önce İslâm'a giriniz." Ona şöyle cevap verdiler: "Ey
Muhammedi Sen savaşı bilmeyen, bu konuda cahil olan Kureyşlilerden bir
topluluğu öldürdün diye aldanışa düşme! Çünkü sen Allah'a yemin ederiz, bizimle
savaşacak olursan asıl savaşçıların bizler olduğunu ve bizim gibileriyle
karşılaşmadığını göreceksin." Bunun üzerine Yüce Allah, "O inkâr
edenlere de ki: Yakında siz mağlup olacak... Basiret sahipleri için bir ibret
vardır" buyruğuna kadar olan iki ayet-i kerimeyi inzal buyurdu
[27]
1-el-Bahru'l-Muhit,
11/392.
Yüce
Allah surenin baş tarafında tevhid ilkesini, tevhidi dile getiren kitapları,
özellikle Kur'an-ı Kerim'i, ilimde derinlik sahibi olanların onun tümüne iman
ettiklerini söz konusu ettikten sonra inkâr edenlerin durumunu ve inkâr
sebeplerini zikretmektedir. Bu ise onların dünya hayatında mallarına ve çocuklarına
aldanmalarıdır. Fakat ahirette de dünyada da bunların kendilerine hiçbir
faydası olmayacağını beyan etmekte ve buna Bedir gazasını örnek göstermektedir.
O savaşta imanın ve rahmanın ordusu küfrün ve şeytanın ordusu ile karşı karşıya
gelmiş, az sayıdaki mümin topluluk kalabalık kâfirleri yenik düşürmüştü.
Mallarının, çocuklarının, silâhlarının çokluğunun onlara faydası olmamıştı.
[28]
Yüce
Allah kâfirlerin kıyamet gününde ateşin tutuşturucu yakıtı olacaklarını, dünya
hayatında kendilerine verilen mallarının, çocuklarının Allah nez-dinde
kendilerine bir fayda sağlayamayacağını, Allah'ın azabından ve acıklı
akıbetinden kurtaramayacağını haber vermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onların ne malları ne evlâtları seni imrendirsin. Allah
onları dünyada bunlarla bir azaba çarptırmayı ve kendileri kâfir oldukları
halde canlarının güçlükle çıkmasını ister." (Tevbe, 9/85). Bu kâfirler,
"Bizim servetimiz, çocuklarımız pek çoktur. Biz azaba
uğratılmayacağız" diyorlardı. Yüce Allah ise şu buyruklanyla onların o
sözlerini şöylece reddetmektedir: "Sizi bize yaklaştıracak olan
mallarınız da değildir, evlâtlarınız da değildir. Ancak iman edip salih amel
işleyenler müstesna." (Sebe, 34/37).
Yüce
Allah'ın, "O kâfirlerin..." buyruğunun anlamı şudur: Onlar Allah'ın
ayetlerini, peygmberlerini yalanladılar. Kitaba ters düştüler. Peygamberlerine
indirdiği vahiyden yararlanmadılar. Bu ise hem Necran kafilesini ve
Hristiyan-ları hem de Yahudileri ve müşrikleri kapsar.
İşte
bütün bunları ne çocukları ne de malları kurtaracaktır. Bu şekilde
uzaklaştırılanlar ateşin yakıtı ve ateşliklerdir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
dile getirdiği gibi: "Gerçekten siz ve Allah'tan başka taptıklarınız
cehennemin odunusunuz. Siz orayagireceksinizdir." (Enbiya, 21/98).
Muhammed
(s.a.)'i ve onun şeriatını yalanlamaları ve bu konudaki tutumları, tıpkı
Firavun'un hanedanına ve onlardan önce gelen Âd ve Semud kabileleri gibi diğer
kavimlerin haline benzer. Bunlar Allah'ın ayetlerini yalanlamışlardı. Bundan
ötürü de Allah onları çok güçlü ve muktedir, yüce zatın yakalayı-şı ile
yakalamıştı. Zaten Allah cezası pek çetin, azabı pek güçlü olandır.
Daha
sonra Yüce Allah, onları dünya hayatında cezalandırılmakla tehdit edip
korkutarak buyurdu ki: Ya Muhammed, aralarında Yahudilerin de bulunduğu
kâfirlere de ki: Dünya hayatında pek yakında yenilgiye uğrayacaksınız. Kıyamet
gününde de cehenneme götürülmek üzere toplanacaksınız. Kendiniz için
hazırladığınız bu yatak ne kötüdür. Ey Yahudiler topluluğu! Allah'ın Bedir günü
Kureyşlüere indirdiği gibi başınıza bir azap indirmesinden korkunuz. Onların
başına gelen sizin başınıza gelmeden önce inkârdan vazgeçiniz. Çünkü sizler
benim Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bunu
kitabınızda ve Allah'ın size indirdiği buyruklarda görmektesiniz.
Sizin
yenik düşeceğinize, Allah'ın dinini destekleyip Rasulüne zafer vereceğine dair
ayet yani belge ve alâmet ise, iki topluluğun karşı karşıya gelmesidir.
Bunlardan bir tanesi mal çokluğu ile kendisini güçlü kabul ediyor, sayışma
aldanmış, Allah'ı inkâr eden ve şeytanın yolunda çarpışan bir topluluktur ki,
bunlar Bedir günü Kureyş müşrikleridir, diğeri ise sayıca az, Allah'a iman
eden, Allah yolunda savaşan bir topluluktur ki bunlar da Bedir savaşındaki
Müslümanlardır.
Müminlerin
sayısı 313 kişi idi. Beraberlerinde iki at, altı zırh, sekiz kılıç vardı.
Çoğunluğu ise piyade idi. Kâfirler ise yaklaşık bin kişi idiler. Yani Müslümanların
yaklaşık üç katı. Muhammed b. İshak'ın Urve b. ez-Zübeyr'den rivayet ettiğine
göre Resulullah (s.a.) Kureyşlilerin sayısına dair Haccac oğullarının siya-hî
kölesine soru sorunca "Onlar, pek çoktur" demişti. Hz. Peygamber
"Her gün kaç tane deve kesiyorsunuz?" diye sorunca, köle, "Bir
gün dokuz, bir gün on" demişti. Resulullah (s.a.) da, "Sayılan dokuz
yüz ile bin arasındadır" demişti.
Fakat
göz ile görmede -gözle görülen diğer şeyler gibi- ayet-i kerime kâfirlerin
yalnızca Müslümanların iki katı olduğuna delâlet etmektedir. Yani gerçekte
sayıca üç katları olmakla birlikte iki katları gibi görünüyorlardı. Çünkü Allah
kâfirleri müminlerin gözünde az göstermişti, ta ki Müslüman bir kimse iki kâfir
ile savaşsın. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O halde eğer
sizden sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiyi yenerler. Eğer sizden bin kişi
olursa Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle
beraberdir." (En-fal, 8/66). Yani Yüce Allah kâfirleri sayılarından farklı
göstermişti ki, bununla müminlerin kalpleri güç kazansın ve yüce Rablerinden
yardım istesinler. Müşrikler de müminleri gerçek sayılarının iki katı gibi
görmüşlerdi. Böylelikle onlar da korksunlar, dehşete kapılsınlar, dirençlerini
kaybetsinler.
İşte
bu Bedir*de olmuştu. Allah yardımıyla müminleri desteklemişti. Aynı şekilde
Yüce Allah müminlere vaadini de gerçekleştirmiş ve Müslümanlar, ahitlerini
bozan, antlaşmalarına hainlik eden ve Ahzab (yani Hendek) gazvesinde müşrikler
ile birlikte savaşa katılan Kurayza oğulları Yahudilerini de öldürmüşlerdi.
Yine Müslümanlar İslâm'ın ve Müslümanların kutsallarına saldıran Nadir
oğullarını da sürmüşler, Hayber*i fethetmişler ve kendileriyle savaşıp
öncelikle onlara düşmanca saldırıda bulunan, onlar dışında kalan diğer kâfirleri
de cizyeye bağlamışlardı.
Yüce
Allah her zaman için dilediğine yardımcı olur, ona destek verir. Tıpkı
düşmanların gözünde Müslümanları çok göstermek suretiyle ve buna karşılık
Müslümanların gözünde de düşmanlarının sayısını az göstermek suretiyle Bedir savaşında
müminlere destek verdiği gibi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani siz karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de
onların gözlerinden azaltıyordu. Ta ki Allah yerine gelmesi gereken emrini
yerine getirsin.
[29]
Esasen, "Bütün işler yalnız Allah'a döndürülür." (Enfal, 8/44)
Yüce
Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki siz zayıfken
Allah size Bedir'deyardım etmişti..." (Al-i İmran, 3/120).
Müslümanların
sayıca az olmalarına rağmen Bedir'de gerçekleşen bu zafer, aslında aklını
kullanıp düşünen, basiret ve düşüncesini faaliyete geçiren kimselere bir
öğüttür. Bunlar bu öğüt sayesinde Yüce Allah'ın dünya ve ahiret-te mümin
kullarına yardımcı olacağı, zafer vereceği şeklindeki hükmü, fiil ve cereyan
eden kaderini anlayabilirler. Şu kadar var ki, mümin kulların Allah'ın dinine
yardım etmeleri şarttır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ey iman
edenler! Eğer Allah (m dinin)'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve
ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7); "Müminlere yardım etmek
bizim üzerimize bir haktır." (Rum, 30/47). Mümin kimse ise diliyle iman
ettiğini iddia edip ahlâkı ve ameli ile bu iddiasını yalanlayan kimse değil,
Kur'an-ı Kerim'in mümin olduğuna tanıklık ettiği kimsedir.
[30]
Ayet-i
kerimeler yüce Allah'ın nazarında önemli üç büyük ilkeyi göstermektedir.
Bunları şöylece ifade edebiliriz:
1- Kâfirlerin malları ve çocukları Allah'ın kendilerine vereceği azaptan
herhangi bir şeyi önleyemezler ve onların cehennem ateşinde azap görecekleri
kesindir.
2- Allah'ın cereyan edegelen âdeti (sünneti) şöyledir: İnsanlar günahları
ve Allah'ın indirdiği ayetlerini yalanlamaları sebebiyle sorgulanacaklar ve
kâfirler için çetin azap vardır. Bu konuda Kureyş kâfirleri ile Firavun
hanedanı ve onlardan önce gelen Lût, Âd, Semud kavimleri ve diğerleri arasında
herhangi bir fark yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Tıpkı
Firavun hanedanı ve onlardan evvel gelenlerin hali gibi. Ayetlerimizi
yalanladılar..." "Firavun hanedanını ise kötü azap kuşatıverdi,
ateştir o. Onlar sabah-akşam ona arz olunurlar. Kıyametin kopacağı gün de,
'Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun' denilecektir". (Mümin,
40/45-46). Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Firavun hanedanı ile
onlardan öncekilerin hali gibi..." (Enfal, 8/54).
3- Zafer ilâhî hikmete uygun bir şekilde Allah'ın iradesine bağlıdır. Bu
Rablerinin emirlerine uyan müminleri mükâfatlandırmak içindir. Zaferin ölçüleri
sayıca çokluk ve silah üstünlüğü değildir. O, iman ve Allah'a güvene göredir.
Bazan Allah pek az bir topluluğu sayıca çok kimselere karşı muzaffer eder:
"Nice az bir topluluk Allah'ın izniyle kalabalık bir topluluğu yenik
düşürmüştür. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/249).
Ayet-i
kerime Peygamber (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğuna iki bakımdan delil
olmaktadır:
1- Az sayıdaki bir topluluğun çok sayıdaki bir topluluğa galip
gelebilmesi. Bu ise cereyan edegelen âdete aykırıdır. Az topluluğun galip geliş
sebebi ise Allah'ın melekler vasıtasıyla müminlere yardım etmiş olmasıdır.
2- Şanı Yüce Allah iki kafileden birisim müslümanlara vaad etmiş
Resulullah (s.a.) da karşılaşmadan önce Müslümanlara galip geleceklerini haber
vermiş ve, "Burası filanın ölüp düşeceği yer, burası da filanın ölüp düşeceği
yer" demişti. Her şey tıpkı Allah'ın vaad ettiği ve peygamberinin de haber
verdiği şekilde gerçekleşti.
[31]
14"
Kadoğullar, yığın yığın yük- lerle altm ve gömü^ aaima ga^ı aüar> davarlar
ve ekin gibi arzulanan seyle- re sevgi insanlara süslü gösterildi. B«*lar dünya
hayatının faydalarıdır. Güzel dönüş yeri ise Allah nezdinde-
"Arzulanan
şeylere sevgi..." Ayet-i kerimede "arzulanan sevgi" şeklinde anlamlandırılacak
tabir ile bizzat arzulanan, canın çektiği maddî şeyler kastedilmektedir.
Böylelikle bunların arzulanan ve yararlanılmak hususunda hırsla bağlanılan
şeyler oldukları mübalağa ile ifade edilmektedir. Ancak bundan kasıt,
değersizliklerine işaret etmektir ve sevgisi kendilerine süslü gösterilen şeylerin
arzudan başka bir şey olmadığını göstermektedir. "Yığın yığın yüklerle
(el-kanâtîri'l-mukantara)" kelimeleri arasında eksik bir cinas vardır.
[32]
"Yığın
yığın yüklerle" (el-kanâtîr) kintarın çoğuludur ve pek çok mal demektir.
Said b. Cübeyr'den nakledildiğine göre yüz bin dinar demektir. İslâm geldiğinde
Mekke'de bu şekilde mal toplamış yüz kişi vardı, "altın ve gümüş salma
güzel atlar" yani işaretlenmiş güzel atlar, yahut da meralara, otlaklara
salınmış atlar demektir, "davarlar* deve, inek, keçi ve koyun,
"ekin" ziraat ürünleri ve bitkiler, "ve ekin gibi arzulanan
şeylere" eş-şehevat, şehvetin çoğulu olup nefsin arzuladığı, meyledip
kendisinden zevk aldığı "sevgi insanlara süslü gösterildi." yani
onlara sevdirildi. Süslü gösteren ya imtihan için Yüce Allah'tır veya bunlara
meylettirmekle, güzelleştirmekle ve vesvesesiyle şeytandır.
"Bunlar"
sözü geçenler "dünya hayatının faydalarıdır." Bunlardan yararlanılır
ve sonra bunlar yok olur. "Güzel dönüş yeri ise Allah nezdindedir."
Güzel dönüş yeri ancak cennettir. O bakımdan yalnız ona arzu duymak gerekir.
[33]
Bundan
önceki ayetlerde mal ve çocuklara aldanışın akıbetinden söz edildi. Burada da
aldanış yönü ve sebebi söz konusu edilmektedir. Böylelikle insanlar, arzu ve
şehvetlerine köle olmaktan ve ahiret işlerini ihmal edip bunlarla uğraşmaktan
sakındmlmaktadır.
[34]
İnsanlara
arzular sevdirildi, kalplerine ve gözlerine güzel gösterildi. O kadar ki
bunlara duydukları sevgi içlerinde bir fitrî özellik halini almıştır. Kendisine
süslü gösterilmeksizin bir şeyi seven bir kimsenin, bir gün gelip ondan yüz
çevirmesi uzak değildir. Sevgisi kendisine süslü gösterilen kimse ise o şeyden
kolay kolay yüz çeviremez. Kur"an-ı Kerim arzu edilen şeyleri onlar
hakkında bizzat "arzunun kendisi" tabirini kullanarak ifade etmiştir.
Böylelikle bunların arzulanan şeyler olduğunu mübalağa yoluyla ifade etmiş ve
bununla -insan o şeye duyduğu sevgisini mutedil hale getirmeden, ona karşı
içindeki güdüyü normalleştirmeden- şehvet ve arzunun yerilen bir şey olduğuna
işaret etmiş olmaktadır. Böylelikle dünyaya duyduğu sevgi onu kör bir sevgiye
itmesin; geçici liderliğe, gelip geçen mala bağlılığı hakkın belirtilerini
ortadan kaldırmaya, hak dine iman etmemeye sevk etmesin. O hakkı onlar
çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Necran Hristiyanlan kafilesi ve onların
dışındaki sair kâfir önderler gibi.
Arzulanan
şeyleri süsleyen kimdir? Süsleyenin sınama ve imtihan için Allah olduğu
söylenmiştir. Yani Yüce Allah insanların fıtratında bu arzulanan şeylere karşı
sevgiyi yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz hangisi
daha güzel amelde bulunacak diye sınamak için, yeryüzünde ne varsa ona bir süs
kıldık." (Kehf, 18/7); "İşte biz her ümmete amellerini süslü
gösterdik." (En'am, 6/108).
Süsleyenin
vesvese ve arzu edilen şeylere duyulan eğilimleri güzelleştirmek suretiyle ve
saptırmak amacıyla şeytan olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Hani şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermişti..."
(Enfal, 8/48).
Durum
her ne ise, İslâm hem din hem dünyadır. Bu ayet-i kerimeden kasıt, arzu
duyulan şeylere karşı itidalli bir sevgiyi engellemek, yasaklamak değildir.
Yasak olan, arzulara aşırı bağlı kalmak, bunlarla haddi aşmamak, bunlarla
akide ve dine baskın gelinceye kadar, ahireti ihmal edinceye kadar meşgul
olmamaktır. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: Allah'ın
kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram
kılmıştır1?" (A'raf, 7/37).
Daha
sonra yüce Allah arzu edilen ve lezzet alınan altı grup şeyden söz etmektedir.
Bu altı grup şunlardır:
[35]
Erkek
fıtrat olarak kadına bağlı, ona eğilimlidir. Kadın arzu edilen, ihtimam
gösterilen bir varlıktır. Erkeğin ruhu onunla sükûna kavuşur: "Size nefislerinizden,
kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve
esirgeme yapması da O'nun ayetlerindendir." (Rum, 30/21). Erkek, kadını
için cömertçe malını harcar. Yüce Allah burada önce kadınlardan söz etmektedir.
Çünkü kadınların fitnesi daha ağırdır. Nitekim sahih hadiste Resulullah
(s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Benden sonra erkekler için
kadınlardan daha zararlı bir fitne unsuru bırakmış değilim."
[36]
Kadınlara
duyulan sevgi zamanla geçmekle birlikte, bunun zamanla sevgileri geçmeyen
çocuklardan önce söz konusu edilmesi, çocuğa karşı duyulan sevgide kadına
duyulan sevgide olduğu gibi aşırılığın olmayışındandır.
Eğer
erkeğin kadına bağlılığı orta yollu ise ve bundan kasıt iffetini koruyup çokça
çocuk sahibi olmak ise, bu istenen ve teşvik edilen bir şeydir, şer'an da
menduptur. Çünkü Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünya tümüyle bir
metadır. Dünya metaının hayırlısı ise saliha kadındır."[37] Bir
rivayette ise şöyle denilmektedir: "Dünya bir metadır. Dünya metaının
hayırlısı ise saliha kadındır. Ona baktığı zaman onu sevindirir, ona emrettiği
zaman ona itaat eder. Yanında hazır olmadığı zaman da hem kendi iffetinde hem
de malında onu korur." Resulullah (s.a.) kadına karşı makul bir sevgi
beslemeyi yasaklamayarak şöyle buyurmuştur: "Bana dünyanızdan kadın ve hoş
koku sevdirildi. Namaz ise gözümün bebeği yapıldı. "
[38]
Bunlar,
insanın kendi sulbünden gelen çocuklardır. Çocuklar insanın ciğerinin parçası,
gözünün nurudur. Bununla birlikte sakınmayı gerektiren bir fitnedirler. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizin mallarınız ve çocuklarınız bir
fitnedir." (Teğâbün, 64/15) Çocukların fitne olması ise, kişinin onlar
için mal toplamakla sınanması demektir.
Çocuklara
ve zevcelere sevgi beslemenin sebebi birdir: Bu ise insan türünün kalıcılığı,
geriye güzel bir iz, nam ve şan bırakma arzusudur.
Ayet-i
kerimede "oğullar" tabiri kullanılmakla birlikte bu, kızları da kapsar.
Çünkü âdeten erkek çocuğa karşı duyulan sevgi, kız çocuğa duyulan sevgiden daha
güçlüdür. Ayrıca namın insanlar arasında kalması oğullar yoluyla olmaktadır.
Diğer taraftan kız, akrabalarından ayrılmakta, bir başka aileye katılmaktadır.
Ayrıca babasına destek olması ve ihtiyaç halinde babasını koruyup gözetmesi
erkek çocuktan beklenir. Diğer taraftan kızların karşı karşıya kalabilecekleri
tehlikeler erkeklerden daha çoktur.
[39]
Bundan
kasıt pek çok maldır. Çünkü Araplar "el-kanâtîr=kantarlar" ile pek
çok malı anlatmak isterler. (Ayet-i kerimedeki) el-mukantara kelimesi de tekit
içindir. Mala karşı sevgi insanlarda yer etmiş bir melekedir. Çünkü mal
ihtiyaçların karşılanmasının, arzuların yerine getirilmesinin aracıdır.
Sünnet-i
seniyyede şöyle bir rivayet gelmiştir: "Ademoğlunun bir vadi dolusu malı
olsa, onlara ikincisini katmaya çalışır. İki vadisi olsa üçüncüsünü katmaya
çalışır. Ademoğlunun karnını ise topraktan başkası doldurmaz. Allah tevbe edenin
de tevbesini kabul eder."
[40]
Mal
bizatihi mal olduğundan dolayı yerilmez. Çünkü mal Allah'ın bir nimetidir.
Onun yerilme sebebi tuğyana, büyüklenmeye ve fasıklığa götürmesi-dir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Çünkü insan kendisini ihtiyacı yokmuş
gördü diye gerçekten azar." (Alak, 96/6-7). Eğer Müslüman maundaki
Allah'ın ve insanların haklarını öder, nimete şükreder, malıyla akrabalık bağını
gözetir, malını Allah yolunda infak ederse bu hayırlı olur, mutluluk ve Allah'a
yaklaşmak için bir sebep teşkil eder. Daha önce kaydettiğimiz hadis-i şerifte
şöyle denilmektedir: "Salih (helâlden elde edilmiş) mal, salih kimseye ne
güzel yakışır."
[41]
Yani
işaretlenmiş yahut meralarda otlayan veya varlıklıların, beylerin beslediği
soylu ve güzel cins atlar insanların birbirlerine karşı kendisiyle övündükleri
ve bu konuda birbirleriyle yarıştıkları metalardır. Eğer bunlar şerre, Allah'tan
uzaklaşmaya, Allah'ın buyurduğu görevleri ihmal etmeye sebep teşkil ederse
yerilir. Şayet Allah yolunda Yüce Allah'ın şu buyruğu ile amel etmek üzere
cihad için kullanılacak olursa da övülür: "Siz de onlara karşı gücünüzün
yettiği kadar güç ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın."
(Enfal, 8/60). İlim adamları, "Atlara karşı duyulan üç türlü
sevgi"den söz eden hadis-i şerife dayanarak şöyle derler: Kimi zaman atlar
sahipleri tarafından Allah yolunda hazırlık olmak üzere bağlanıp beslenir. Bu
maksatla yapanlar sevap alırlar. Kimi zaman Müslümanlara karşı övünmek
kasdıyla bağlanıp beslenir; bu gibi atlar sahipleri için günah sebebidir. Kimi
zaman da atlar iffetini korumak, neslini muhafaza etmek için olup Allah'ın bu
atlardaki hakkı da unutulmaz. Bu şekilde at bağlayıp beslemek de sahibi için
bir sitr (kötülükten korunma)dir.
[42]
Pek
yakın zamana kadar davarlar insanların servetlerinin temelini teşkil ediyordu,
geçimleri onlarla oluyordu. Bunlarla övünür, bunların çokluğu ile birbirleriyle
yarışırlardı. Eğer davarların sahibi onları geçim kasdıyla saklarsa yapılan bu
iş bir hayır olur, şayet övünmek ve riyakârlık kasdıyla saklarsa bu da kötü
olur.
[43]
Bu
tip tarım ürünleri, çölde olsun şehirde olsun hayatın sürdürülmesi için
lüzumludur. Buna duyulan ihtiyaç daha önce geçen bütün türlere duyulan ihtiyaçtan
daha fazladır. Bunların sahibi bunlarla kullara faydalı olma kasdını güderse
ecir alır. Eğer malını daha çok çoğaltmak, azıp şımarmak kasdını güderse bu
sefer bu, onun için kötü olur.
Arkasından
Yüce Allah arzu duyulan bu altı grubu genel olarak nitelendirmektedir. Bunun
sebebi ise dünyada kendilerinden faydalanılan bir meta olmalarıdır. Güzel
akıbet, yani ahiret hayatında güzel dönüş Allah nezdindedir. O bakımdan mümine
düşen arzulanan ve sevilen bu şeylere aldanmamaktır. Mümin dünya hayatında
geçim için mücerred bir araç haline getirmekle bunlara gereken itinayı (o
çerçevede) gösterir ve bunlar onu ahirete doğru yolculuğunda dinî görevlerden
alıkoymaz. Mümin her iki yurdun mutluluğu için çalışır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, bize dünyada da bir güzellik ver, ahirette
de bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru." (Bakara, 2/201).
[44]
Ayet-i
kerime, heva ve arzuların İslâm davetine tabi olmaktan alıkoyduğu, Muhammed
(s.a.)'in çağdaşlarından Yahudi ve Yahudi olmayan kimselere bir azardır. Eğer
insan kıyamet gününde Allah'ın hesabından kurtulmayı istiyor ise, yasak kılman
şeylere karşı duyulan arzuların ayağı kaydına zeminlerinden uzak durmalıdır.
Çünkü arzu edilen şeylerin ardından gitmek cehenneme götürür ve bu helak edici
bir sebeptir. Müslim'in Sahihi'nde Hz. Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Cennet hoş olmayan şeylerle çevrelenmiş, cehennem de arzu edilen
şeylerle çevrelenmiştir." Yani cennet hoş olmayan şeyleri aşmak ve onlara
sabredip katlanmakla elde edilir. Cehennemden kurtulmak ise ancak arzu edilen
şeyleri terk etmek ve nefsi bunlardan alıkoymakla kurtulmak mümkün olabilir.
Ayet-i
kerimede sözü geçen arzu edilen şeylerde aşırılık yahut ifrat baş gösterebilir
veya bunlar dinî görevleri ifa etmekte kusurlu hareket etmeye sebep teşkil
edebilirler. Eğer bunlar, makul ve mutedil sınırlar çerçevesinde elde
edilirlerse sahibi için vebal olmazlar. Eğer bunları hayır, korunmak, iffetini
muhafaza etmek, Allah yolunda ve onun rızası uğrunda kullanmak kasdı güdülürse
sevaba ve daha fazla ecir almaya sebep dahi olabilirler. İlim adamları der ki:
Yüce Allah dört grup mal zikretmiştir. Bunların her bir türünü insanlardan
belli bir kesim mal diye alıp saklar. Altın ve gümüşü ticaretle uğraşanlar mal
edinir, güzel salma atları hükümdarlar mal edinir, davarları göçebeler mal
edinir, ekini ise köylerde, kasabalarda yaşayanlar mal edinir.
Yüce
Allah'ın, "Bunlar dünya hayatının faydalarıdır (metaldir)" buyruğu
şunu göstermektedir. Bunlardan dünya hayatında faydalanılır, sonra bunlar gider
ve elde kalmazlar. Bu, dünya hayatına rağbet etmemeye ve onu hakir görmeye,
ahiret için çalışmayı da teşvik etmeye delildir. İbni Mace ve başkalarının
Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiklerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki dünya hayatı bir metadır (geçimliktir, menfaattir). Dünya metalan
arasında ise saliha bir kadından daha üstün birşey yoktur." Yine sahih
hadiste sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dünyalıkta zahit ol ki, Allah seni sevsin." Yani dünya metaından
sayılan mev-kiye ve zorunlu ihtiyaçtan fazla olan mala pek rağbet etme.
Tirmizî'nin el-Min-kam b. Madikerib'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Ademoğlunun şu hususlar dışında bir hakkı yoktur: Oturacağı
evi, avretini örtecek elbisesi ve kuru ekmek ile su."
Yüce
Allah'ın, "Güzel dönüş yeri ise Allah nezdindedir" buyruğu ise dünyanın
geçiciliğine, önemsizliğine, buna karşılık ahirette Yüce Allah'ın huzuruna
güzel bir şekilde dönmeye teşvike delâlet etmektedir.
[45]
15-
De ki: "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva sahipleri
için Rableri nezdinde altında ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedî
kalıcıdırlar. Onlar için temizlenmiş zevceler ve Allah'tan bir rıza da vardır.
Allah kullarını hakkıyla görendir."
16-
Onlar ki, "Rabbimiz, biz iman ettik. Günahlarımızı bize bağışla ve bizi
ateşin azabından koru" diyenler;
17- Sabredenler, doğru olanlar, itaat edenler,
infak edenler, seher vakitlerinde mağfiret dileyenlerdir.
"Onlar
ki... diyenlerdir" buyruğu Yüce Allah'ın, "Takva sahipleri için Rableri
nezdinde..." buyruğundan bedeldir.
"Sabredenler..."
buyruğunun takdiri, "Ben sabredenleri övüyorum" şeklindedir. Ya
"Takva sahipleri için" ifadesinden bedeldir ya sıfat olur veya
"Allah kullarını hakkıyla görendir" buyruğunda yer alan
"kullarım, sıfatıdır.
[46]
"Haber
vereyim mi" buyruğu takrir için (söyletmek kasdıyla) yöneltilmiş sorudur.
"Bunlardan
daha hayırlısını..." Burada haber verileceklerin şanını yüceltmek ve onu
bilmeye şevk uyandırmak üzere "hayır" kelimesi belirtisiz şekilde
müphem bırakılmıştır.
"Takva
sahipleri için Rableri nezdinde" buyruğunda "Rab" kelimesinin
kullanılarak bunun takva sahiplerine ait olan zamire izafe edilmesi, Allah'ın
onlara lütfunun fazlalığını ortaya koymak içindir.
[47]
"Size
bunlardan" sözü geçen arzu duyulan şeylerden "daha hayırlısını haber
vereyim mi?" bildireyim mi?
"Takva
sahihleri için", şirkten sakınanlar için "Rableri nezdinde..."
her türlü kötülükten, ay halinden, nifastan "temizlenmiş zevceler,
Allah'tan bir rıza da" pek büyük bir hoşnutluk da "vardır. Allah
kullarını hakkıyla görendir." Onları çok iyi bilir ve onların her
birisine ameline göre karşılık verir.
"Onlar
sabredenler" itaat üzere devam edip masiyetten uzak durmayı sürdürenler,
"doğru olanlar" imanlarında doğru olanlar. Doğruluk (sıdk) sözde,
amelde ve sevgi gibi duygularda da söz konusudur, "itaat edenler",
Allah'a itaat ve ibadeti sürdürenler, "seher vakitlerinde mağfiret
dileyenlerdir" yani seher vakitlerinde namaz kılanlar. "Allah'ım,
bize mağfiret buyur" diyenlerdir.
[48]
Bu
buyruklarda tafdil (üstün kılmak) ve tafsil (geniş açıklama) vardır. Bu
buyruklar bizlere hayır ve hak yolda kullanılıp Allah'a karşı farz olan
görevleri ihmale götürmediği takdirde, belli bir fazilet ve üstünlüğü ihtiva
eden dünyanın süs ve göz kamaştırıcı faydalarından daha faziletli olanı
açıklamaktadır. Ayrıca Yüce Allah'ın, "Güzel dönüş yeri ise Allah
nezdindedir." (Âl-i İmran, 3/14) buyruğundan neyin kastedildiğini de
genişçe açıklamaktadır. Bu buyrukta şanının yüceltilmesi ve ona karşı şevkin
uyandınlması için "neyin daha hayırlı olduğu" da müphem
bırakıldıktan sonra bu Yüce Allah'ın, "Takva sahipleri için Rableri
nezdinde... cennetler vardır" buyruğu ile açıklanmaktadır.
[49]
Onlara
de ki, ya Muhammedi Kendilerine karşı arzu duyulan sözü geçen bütün bu
türlerden daha hayırlısını size bildireyim mi? Burada dikkatlerin çekilmesi ve
verilecek cevaba şevk uyandınlması için takrir! istifham kullanılmıştır. Daha
sonra soruya cevap verilmektedir: Takva sahipleri için altından ırmaklar akan
cennetler vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır. Eksikliklerden,
hayasızlıktan, ayhali ve lohusalık gibi türlü rahatsızlıklardan tertemiz kılınmış
zevceler vardır. Maddî ve bedenî olarak hissedilecek bu sonsuz nimet cennettir.
Aynı zamanda onlar için ruhanî bir nimet de vardır ki, o da hiç bir noksanlığı
bulunmayan Allah'ın rızasıdır. Bu, her türlü nimet ve maddî lezzetten daha
büyük, daha kıymetlidir. Burada öncelikle kalınacak yer olan cennetlerden söz
edildi. Daha sonra cennette hasıl olacak arınmış, temiz kılınmış zevceler ile
tam bir ünsiyet söz konusu oldu. Arkasından da her şeyden daha büyük olan
Allah'ın onlardan razı olması hususu zikredildi. Bütün bunlarla bedenî lezzet
ve Allah'ın ondan razı olacağı belirtilerek ruhanî sevinç gerçekleşmektedir.
"Takva
sahipleri için Rableri nezdinde altında ırmaklar akan cennetler vardır"
buyruğu sorunun cevabıdır ve yeni bir söz başlangıcıdır. Bunda arzu duyulan şeylerden
daha hayırlı olanlar açıklanmaktadır. Bu arzu duyulan şeyler ister yaratılmış
sebepleri olan gerçek yer ve maksatlarında kullanılsınlar -ki bunlar insanların
ihtiyaçlarının karşılanmasıdır- isterse de kötülükte kullanılarak şer ve fesat
ile birlikte kullanılsınlar. Bu soru, "Ben sana alim yahut da pazarda
doğru sözlü bir taciri göstereyim mi? O filan kişidir" demeye benzer.
Hem
maddî mükâfat olan cennet ve zevceleri hem ruhî mükâfat olan Allah rızasını
ihtiva eden bu ayet-i kerime, Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir:
"Allah iman eden erkeklere de iman eden kadınlara da içlerinde ebediyyen
kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler vaad etmiştir. Bir de Adn cennetlerinde
hoş meskenler. Allah'ın rızası ise (hepsinden) daha büyüktür. İşte bu en büyük
kurtuluştur." (Tövbe, 9/72); "... Ahirette ise çetin bir azap da
vardır, Allah'tan bir mağfiret ve bir rıza da. Dünya hayatı ise bir aldanış
metaından başka bir şey değildir. (Hadîd, 57/20).
Daha
sonra ayet-i kerimede, "Allah kullarını hakkıyla görendir" yani onların
durumlarından, gizledikleri sırlarından haberdar olandır buyrulmaktadır. O
bakımdan her bir kişiye hayır ya da şer türünden ne kazandıysa ona göre
karşılığı verilecektir. Bu buyrukta her bir insanın takva açısından kendi kendisini
hesaba çekmesi gerektiğine bir işaret vardır. Takva görünürdeki şeylerle olmaz.
Takva sahibi, Allah'ın kendisinin takvalı olduğunu bildiği kimsedir. Bu buyruk
aynı zamanda hem bir vaad hem de bir tehdittir. Burada takva sahiplerini de
zikretmekte ve onların bazı niteliklerini söz konusu etmektedir.
Yüce
Allah takva sahiplerinin niteliklerini aşağıda ifâde edildiği şekilde beyan
etmektedir. Takva sahipleri der ki: Rabbimiz, gerçekten bizler Peygamberlerine
indirdiklerine sarsılmaz ve kalpte kökleşmiş bir iman ile inandık. Bütün
amellerimiz bu imanın etkisiyle olmaktadır. Günahlarımızı ört, bizden cehennem
azabmı uzaklaştır. Şüphesiz ki sen mağfireti bol Gafur, merhameti çok
Rahîm'sin.
Aynı
zamanda onlar itaatleri eda, masiyetleri terk etmek hususunda direnen sabırlı
kimselerdir. Allah'ın kaza ve kaderine razıdırlar. Şüphe yok ki sabır iradeyi
güçlendirir. İnsanı heva, arzu ve münkerler işleyerek ayağının kaymasından
korur.
Aynı
zamanda onlar imanlarında, sözlerinde, fiillerinde sadık olanlardır. Övülmeye
değer ve üstün bir ahlâk ile bunu ortaya koyarlar. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "O sıdk ile gelen ve onu tasdik eden (ler var ya) onlar
takva sahiplerinin ta kendileridir. Onlar için Rablerinin yanında diledikleri
şeyler vardır. İşte bu ihsan edenlerin (iyilik yapanların) mükâfatıdır."
(Zümer, 39/33-34).
Bunlar
aynı zamanda devamlı huşuyla itaat eden, Allah'a yalvarıp yaka-ran kimselerdir.
Mallarını Allah yolunda farz ve müstehap olmak üzere infak ederler. Gecenin son
vakitlerinde teheccüt kılarak seherlerde mağfiret dileyenler, Allah'tan
affedilmeyi, kendilerinden razı olmayı isteyerek dua edenlerdir. Allah'tan
mağfiret dilemek, istenen bir şeydir. Mağfiretle birlikte samimi bir tevbe ve
dinî sınırlarına uygun bir amel gereklidir. Masiyeti sürdürmekle birlikte
dille mağfiret dilemek yeterli değildir. Masiyetini sürdürmekle beraber
günahından mağfiret dileyen bir kimse Rabbiyle alay eden kimse gibidir.
Mağfiret
dilemek için en faziletli şekil Buharî'nin naklettiğine göre Peygamber
(s.a.)'in ifadesi ile şöyledir: Peygamber (s.a.) buyurdu ki: Mağfiret dilemenin
başı şu duadır:
"Allah'ım
benim Rabbim sensin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın, ben
senin kulunum. Gücüm yettiğince sana olan ahdim üzereyim. Yaptıklarımın
kötülüklerinden sana sığınırım. Senin benim üzerimdeki nimetlerini ve benim de
işlediğim günahlarımı itiraf ediyorum. Günahları senden başka bağışlayacak
kimse yoktur."
[50]
İnsan
çoğunlukla gelip geçici sınırlı bir zamanı göz önünde bulundurur. O uzak
geleceğe pek bakmaz. Daimi, kalıcı olan ile geçici arasmda pek karşılaştırma
yapmaz. Bundan dolayı doğru düşünmeden ve dosdoğru yürümeden ayrılmamak
hususunda aklın en büyük yardımcısı Kur*an-ı Kerim'dir. Ebedî ve kalıcı olan,
elbette'çabucak gelip geçenden daha üstündür. İşte bu ayet-i kerime de bundan
önceki ayetle insan için daha uygun olanı açıklamak üzere bir karşılaştırma
yapmakta, dünyayı terk eden, ondan yüz çeviren kimseler için bir teselli
vermekte ve ruhlarına güç katmaktadır.
Bu
ayet ile ondan önceki buyruklar, Hz. Peygamberin şu hadis-i şerifine
benzemektedir: "Kadın dört şey için nikahlanır: Malı, şanı şerefi,
güzelliği ve dini dolayısıyla. Elleri hayırla dolasıca, sen dindar olanı
alarak zafere kavuş."
[51]
Dünyadan,
dünyada arzu duyulan şeylerden, dünyadaki her şeyden daha hayırlı olan ise
ebedilik cennetleri, onlarda bulunan el-hûrul-în ve ebedî kılınmış çocuklar
(el-vıldânu'1-muhalladûn) gibi katıksız metalardır. Hûrul-în'den, dünya
kadınlarında gerek yaratılış gerek huy itibarıyla görülen kusurlardan uzak ve
tertemiz kılınmış zevceler diye söz edilmektedir. Aynı zamanda bu Yüce
Allah'ın razısına nail olmaktır da. Bu ise takva sahibi kimselere göre ahiret
yurdundaki bütün nimetlerin en büyüğüdür. Cennetlikler cennete girdiklerinde
Yüce Allah onlara şöyle soracaktır: "Size daha fazla bir şey vermemi
istiyor musunuz? Onlar "Rabbimiz, bundan daha fazla şey ne olabilir"
derler. Yüce Allah şöyle buyurur: "Benim rızam. Artık bundan sonra
ebediyyen size gazap etmeyeceğim."
[52]
Cennetlerle
birlikte ilâhî rızaya nail olmaktan söz edilmesi cennet ehlinin derece derece
olacaklarına bir işarettir. Tıpkı cehennemliklerin aşağı doğru basamak basamak
inen konumlarda (derekâtta) olacakları gibi. Cennet ehlinden kimisi maddî,
dünyevî zevk verici şeyleri arzular. Kimisinin idraki ise daha yükseğe çıkarak,
Rabbine daha yakın olmak için büyük bir arzu duyar, bir gayret sarf eder,
Rabbinin rızasını temenni eder ve bunu onun dışında kalan her şeyden üstün
tutar.
Takva
sahiplerinin dualarında yer alan "iman ettik" sözünden kasıt,
masi-yetlerin terk edilmesi, salih amellerin işlenmesi gibi etkileri ortaya
çıkan sahih imandır. Çünkü iman, itikat, söz ve ameldir.
Ayet-i
kerime takva sahiplerinin niteliklerini de açıklamaktadır. Bunlar ise iman, sabır,
sıdk, kunût (huşu duymak, itaat etmek), Allah yolunda infak etmek, seher
vakitlerinde Allah'tan mağfiret dilemektir. Bu ise gecenin son vakitlerinde
namaz kılmak yani teheccüt kılmaktır.
Mağfiret
dilemek de takva sahiplerinin nitelikleri arasındadır. Seher vakitlerinde
mağfiret dileyenler namaz kılar ve mağfiret dilerler. Özellikle seher vaktinden
söz edilmesi duanın seher vaktinde kabul edilme ihtimalinin yüksek olması ve
hatta duanın kabul edilme vakti olması dolayısıyladır. Peygamber (s.a.) Hz.
Cebrail'e sorar: "Acaba benim duam gecenin hangi vaktinde kabul
edilir?" Hz. Cebrail şöyle der: "Bilemiyorum, şu kadar var ki seher
vaktinde Arş sarsılır."
Seher
ise gecenin bitmesine doğru başlar, tan yeri ağarmcaya kadar devam eder.
Gecenin son altıda biri olduğu da söylenmiştir. Bundan daha da sahih olanı
hadis imamlarının Ebu Hureyre'den yaptıkları şu rivayettir: Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmaktadır: "Aziz ve celil olan Allah her gece, gecenin ilk üçte
biri bittikten sonra dünya semasına iner. Buyurur ki: Ben Melik olanım, ben
Melik olanım. Bana kim dua eder, onun duasını kabul edeyim. Benden kim dilekte
bulunur, ona istediğini vereyim. Benden kim mağfiret diler, ona mağfiret
vereyim. Ve tan yeri, ağarıncaya kadar bu öyle sürüp gider."
[53]
Nesaî'nin
kaydettiği rivayet de seher vaktine açıklık getirmektedir. Ebu Hu-reyre ve Ebu
Said'den gelen rivayete göre şöyle buyrulmuştur: "Aziz ve celil olan Allah
gecenin ilk yarısı bitinceye kadar mühlet verir..." Abdullah b. Ömer de
geceleyin bir miktar namaz kıldıktan sonra Nafi'ye seher vakti geldi mi? diye
sorar, O evet, dedi mi sabah olana kadar dua ve Allah'tan mağfiret dilemeye
yönelirdi.
[54]
İstiğfar
ise, kalbin huzur ve şuuruyla birlikte dille mağfiret istemektir. Çünkü Yüce
Allah gafil ve oyalanan, kendisinden yüz çeviren bir kalbe sahip olanın duasını
kabul buyurmaz.
[55]
18- Allah kendisinden başka hiç birilâh
olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de
bunu ikrar etmişlerdir. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Azîz'dir, Hakîm'dir.
19-
Şüphesiz Allah nezdindeki din İslâm'dır. Kendilerine kitap verilenler ancak
kendilerine ilim verildikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilâfa
düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse muhakkak Allah hesabı pek
çabuk görendir.
20- Eğer seninle tartışırlarsa de ki: "Ben
ve bana uyanlar kendimi Allah'a teslim etmişimdir." Kendilerine kitap
verilenlerle ümmîlere de de ki: "Siz de İslâm'a girdiniz mi?" Eğer
İslâm'a girerlerse hidayet bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirirlerse artık sana
düşen ancak tebliğdir. Allah kullan çok iyi görendir.
"Muhakkak
Allah hesabı pek çabuk görendir" buyruğu, muhakkak Allah onların hesabını
pek çabuk görendir, takdirindedir. "Siz de İslâm'a girdiniz mi?"
buyruğu lafız itibariyle soru olmakla birlikte, kasıt emirdir; yani,
"İslâm'a giriniz" demektir. Tıpkı "vazgeçtiniz mi?"
buyruğunun "Bu işten vazgeçin" anlamına gelmesi gibi.
[56]
"Şüphesiz
Allah nezdindeki din İslâm'dır." Bu cümlenin başındaki kelime (olan din),
"ed-din" şeklinde, sonundaki kelime olan "İslâm" da
el-İslâm şeklinde marife olarak gelmiştir. Bu ise hasr ifade eder. Yani İslâm
dışında din yoktur, demektir.
"Kendilerine
kitap verilenler..." Kitap Ehli'nden bu şekilde söz edilmesi, onların
hallerinin çirkinliğini, kötülüğünü daha ileri derecede ifade etmek içindir.
"Kim
Allah'ın ayetlerini inkâr ederse muhakkak Allah..." buyruklarında lafza-i
celâlin açıktan zikredilmesi ruhlarda, Allah'ın yüceliğini ve kalplere ilâhî
korkuyu yerleştirmektedir.
"Ben
... kendimi Allah'a teslim etmişimdir" buyruğunda bütünü anlatmak üzere
"vech=yüz" tabiri kullanılması mecaz-ı mürseldir. Çünkü cüz (belli
bir parça) kullanılmış, bütün (vücut) kastedilmiştir.
[57]
"Allah
kendisinden başka hiçbir ilâh" yani kendisinden başka hak ile kendisine
ibadet edilecek varlık aleminde bir kimse "olmadığını, adaleti ayakta tutarak"
yani dinde, şeriatta ve kâinatta adaletle "açıkladı." Ayet-i kerimede
(açıkladı anlamında) "şahitlik etti" cümlesi kullanılmıştır. Şahitlik
ise bilgi ile birlikte haber vermek, açıklamaktır. Açıklamak ise ya maddî
müşahede ile olur veya manevî müşahade ile olur ki, bu da delil ve belge ile
gerçekleşmektedir. Burada kasıt ise Yüce Allah yaratıklarına delillerle, ayet
ve tartışılmaz kesin belgelerle bunu açıkladı, demektir.
[58]
"Ondan
başka hiçbir ilâh yoktur" buyruğu tekit olmak üzere ikinci bir defa tekrar
edilmiştir. O mülkünde mutlak galip olan "Azîz'dir", yaptıklarında
hikmeti sonsuz olan "Hakîm'dir."
"Şüphesiz
Allah nezdindeki din İslâm'dır." Dinden kasıt millet ve şeriattır. Yani
Allah tarafından razı ve hoşnut olunan din İslâm'dır. Bu din, tevhid esası
üzerinde kurulu rasullere gönderilmiş bulunan şeriattır.
"Kendilerine
kitap verilenler" Yahudiler ve Hristiyanlar "ancak kendilerine
ilim" tevhid bilgisi "verildikten sonra aralarındaki
kıskançlıktan" veya kâfirlerin zulmünden "dolayı ihtilâfa
düştüler." Yahudiler ve Hristiyanlar kimisi tevhidi kabul ederek, kimisi
inkâr ederek anlaşmazlığa düştüler.
"Eğer
seninle tartışırlarsa" yani ya Muhammed, din hususunda seninle
davalaşırlarsa "ben ve bana uyanlar kendimi Allah'a teslim
etmişimdir." Ben ona bağlanmışımdır, de. Burada kişinin kendisini
kastetmek üzere "vech=yüz" tabirinin kullanılması yüzün şerefi
dolayısıyladır. Yüz, Allah'a bu şekilde teslim edildiğine göre, sair
organların böyle bir teslimiyete söz konusu olmaları daha da önceliklidir.
"Kendilerine
kitap verilenler" Yahudiler ve Hristiyanlardır. "Ümmîler" ise
müşrik Araplardır.
"Siz
de İslâm'a girdiniz mi?" yani İslâm'a giriniz demektir. "Sana düşen
ancak tebliğdir" yani sana verilen, risaleti onlara açıklamaktır.
"Allah kulları çok iyi görendir." yani amellerinden haberdardır. Ona
göre onlara karşılık verir. Bu ise savaşa emretmek kabilinden bir buyruktur.
[59]
Resulullah
(s.a.) Medine'ye geldikten sonra durumu açığa çıkıp etrafa yayılınca Şam
(Suriye) halkı hahamlarından iki haham huzuruna geldiler. Medine'yi
gördüklerinde biri ötekine, "Bu şehir son zamanda çıkacak peygamber
şehrinin niteliklerine ne kadar da benziyor" dedi. Resulullah (s.a.)'ın
huzuruna girdiklerinde sıfat ve özellikleriyle onu tanıdılar. İkisi de Hz.
Peygambere, *Sen Muhammed misin?" dediler. O, evet dedi. Sonra "Sen
Ahmed misin? dediler. O evet dedi. Bunun üzerine, "Biz sana bir şahitliği
soracağız. Eğer sen olduğu gibi onu haber verirsen sana iman eder, seni tasdik
ederiz" dediler. Resulullah (s.a.) onlara, "Sorunuz" deyince
şöyle dediler: "Allah'ın kitabındaki en büyük şahitliğin hangisi olduğunu
bize haber ver." Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah kendisinden başka
hiçbir ilâh olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı (şahitlik etti),
melekler de ilim sahipleri de." buyruğunu indirdi. Her ikisi de bunun
üzerine Müslüman oldular ve Resulullah (s.a.)'ı tasdik ettiler.
[60]
Şanı
Yüce Allah bütün insanlara vahdaniyetini, afak ve enfüste (iç ve dış
dünyalarında) bulunan tekvin! ve tasarrufi (yaratma ve tasarrufunun) delâletleri
ile açıklayıp beyan etti. Melekler de bu gerçeği rasullere bildirdi ve apaçık
bilgiyle desteklenmiş şahitlikte bulundular. İlim ehli de bu şekilde haber
verdiler, bunu açıkladılar ve delil ve belgeler eşliğinde şahitlik ettiler.
Bu, böyle bir konumda ilim adamlarının oldukça büyük bir özelliğini ortaya
koymaktadır, el-A'meş der ki: Ben de Allah'ın şahitlik ettiği şeye şahitlik
ederim. Bu şahitliğimi Allah'a emanet olarak tevdi ediyorum. Bu, Allah nezdinde
benim bir emane-timdir.
Akaid,
ibadetler, adab ve ameller ile kâinatta ve yaratıklar arasında bütün hallerde
adaleti ayakta tutandır bu. Adaletin niteliklerinden bir tanesi de Yüce
Allah'ın aşağıdaki ve benzeri diğer buyruklarında vurgulandığı gibi hükümlerde
adaleti hak ile emir Duyurmasıdır: "Muhakkak Allah adaletle ve iyilikle
emreder." (Nahl, 16/90); "Bir de insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmediniz." (Nisa, 4/58).
Yüce
AllSh indirdiği şeriatında da, kâinattaki uygulamalarında da adil olandır.
Çünkü O, kâinat düzenini sapasağlam yapmış, maddî ve ruhî güçler arasında,
insan ve yaratıcısı arasındaki hükümlerde, fert ile toplum, insan ile insan,
herhangi bir toplumdaki insan grupları arasında, zengin ve fakir arasında ve
buna benzer karşılıklı taraflar arasında son derece hassas bir denge kur->
muştur.
Daha
sonra Yüce Allah, "Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Azîz'dir,
Ha-kîm'dir" buyruğu ile ulûhiyette tek ve eşsiz olduğunu bir daha
pekiştirmektedir. Azîz, asla yenik düşürülemeyen, güçlü, kudreti kâmil, azamet
ve kibriyası en yüce olandır. Hakîm ise sözlerinde, fiillerinde, şeriat ve
kaderinde olsun her şeyi en doğru ve en uygun yerine koyan demektir.
Daha
sonra Yüce Alah ilk insandan kıyamet gününe kadar kulları için beğenip seçmiş
olduğu dini söz konusu etmektedir. Bu ise yalnızca İslâm dinidir. Bu, Yüce
Allah tarafından insanlardan İslâm dışında başka bir dinin kabul olmadığını
haber vermektedir. İslâm ise, Muhammed (s.a.) ile nübüvvet kapısı kapanıncaya
kadar her zaman Allah'ın peygamberleriyle gönderdiklerine tabi olmak; yani
peygamberlerin ve rasullerin getirmiş olduğu din ve şeriatlara uymaktır.
Peygamberlerin risaletleri fert hükümlerde bir takım farklılıklar gösterse
bile, asıllarda ve dinin özünde aralarında ayrılık olmamıştır. Bu ise tev-hid,
barış ve her hususta adalettir. Muhammed (s.a.)'in belli bir din ile gönderilmesinden
sonra Yüce Allah'ın huzuruna o dinin şeriatından başka bir şeriata uyarak
çıkan kimsenin bu dini ondan asla kabul olunmayacaktır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul
olunmaz ve o, ahirette zarara uğrayanlardan olacaktır." (Âl-i İmran,
3/185).
İslâm
barış, esenlik, Allah'a itaat edip boyun eğmek demektir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "İyilik yaparak İbrahim'in hanif dinine uyup
kendisini Allah'a teslim eden kimseden dini daha güzel kim olabilir?"
(Nisa, 4/125).
Dinin
teşri Duyurulmasında iki hedef gözetilmektedir: İtikadın tashih edilmesi,
ulûhiyet ve rububiyetin yalnızca Allah'a tahsis edilerek nefislerin Allah'a ve
insanlara karşı ihlâslı niyetler ve salih ameller ile ıslah edilip
düzeltilmesi.
Daha
sonra Yüce Allah, Kitap Ehli'nin (Yahudi ve Hristiyanlann) kendilerine
peygamber gönderildiğini, peygamberlere kitaplar indirildiğini, Muhammed
(s.a.)'in peygamberlerin sonuncusu ve ellerinde bulunan kitaplarda müjdesi
verilen kimse olduğuna dair delillerin ortaya konmasından sonra anlaşmazlığa
düştüklerini haber vermektedir. Yüce Allah (Hz. Peygamberin peygamberliği ile
ilgili olarak) şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine Kitab'ı verdiklerimiz
onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146).
Bunun
sonucunda din uğrunda birbiriyle savaşan gruplara, mezheplere ayrıldılar.
Peygamberliğine ve dinin anlaşmazlığa yer vermeyen bir ve tek olduğuna dair
kesin bilgi geldikten sonra onlar ayrılığa düştüler. Bu ayrılığa düşmelerinin
tek sebebi ise birbirlerine karşı haksızlık yapmaları ve kin duymalarıdır. Bu
ise aralarında ayrılığın baş göstermesine sebep olmuştur. Muhammed (s.a.)
hakkında görüş ayrılıkları ise ona karşı duydukları kıskançlık ve kendi
aralarındaki çekememezlik, dünyaya ve dünyadakilere karşı tutkularıdır.
Kısacası
onların hak dinin aslı ile Muhammed (a.s.)'in peygamberliği hakkındaki
ayrılıkları, birbirlerine karşı çekememezlikleri, birbirlerini kıskanmaları,
birbirlerine buğzetmeleri ve sırt çevirmeleri şeklinde olmuştur. Böylelikle hak
olsa dahi biri diğerinin bütün söz ve fiillerine muhalefet etti.
Daha
sonra Yüce Allah, enfüs ve afaktaki tekvini ayetlerini, dine ve din birliğine
bağlanmayı gerektiren Kitabında indirmiş olduğu buyruklarını inkâr edenleri
tehdit etmektedir. Allah bu şekilde davrananların bu davranışını cezalandıracaktır.
Yalanlamasından dolayı onu hesaba çekecektir. Kitabına ayları düştüğü için de o
kişiyi cezalandıracaktır.
Daha
sonra Yüce Allah, Kitap Ehli'nin ve başkalarının tevhide dair tartışmalarını
kafî bir sonuca bağlayarak şöyle demektedir: Eğer Kitap Ehli veya başkaları
tevhid ehli hakkında seninle tartışacak olurlarsa de ki: Ben ibadetimi
yalnızca Allah'a halis kılıyorum. O'nun hiçbir ortağı yoktur, eşi benzeri yoktur.
O'nun çocuğu da yoktur, zevcesi de yoktur. Bu benim de kabul ettiğim, dinim
üzere bana uyan müminlerin de kabul ettiği bir ilkedir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah'a basiret
üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da (böyle)." (Yusuf, 12/108).
Allah'ın V3tf\\ğma ve birliğine dair deliller ortaya konulduktan ve sapıkların
şüpheleri çürütüldükten sonra böyleleriyle tartışmanın bir faydası yoktur.
Daha
sonra Yüce Allah, kulu ve rasulü Muhammed (s.a.)'e yoluna, dinine, şeriatına
girmeye, Allah'ın kendisi ile gönderdiklerini kabul etmeye çağırmakta, Kitap
Ehlini ve Arap müşriklerini davet etmesini ve onların İslâm'a girmeleri için
uğraşmasını emretmektedir. Eğer İslâm'a girerlerse dosdoğru yola iletilmiş,
sapıklığı terk etmiş olurlar. Şayet senin kendilerinden yapmalarını istediğin
itiraftan yüz çevirirlerse bunun sana bir zararı da olmaz. Çünkü sana düşen
tebliğden başkası değildir. Allah ise kullarından haberdardır, onların durumunu
da çok iyi bilir. Kimin hidayeti, kimin de sapıklığı hak ettiğini çok iyi bilir.
O buna göre onları hesaba çekecek, buna göre amellerinin karşılığını verecektir.
[61]
18.
ayet-i kerimenin konusu Yüce Allah'ın vahdaniyetini, Allah'ın afak ve enfüste
açıklamış olduğu tekvini delillerle indirmiş olduğu ayetleriyle ispat etmektir.
Melekler ve ilim adamları da bunu haber verip açıklamışlardır. Kurtu-bî der ki:
Ayet-i kerime, ilmin faziletine, ilim adamlarının da şeref ve üstünlüklerine
delildir. Eğer ilim adamlarından daha şerefli bir sınıf bulunsaydı, Yüce Allah
onları da kendi ismi ve meleklerinin ismiyle birlikte zikrederdi; tıpkı ilim
adamlarının ismini birlikte zikrettiği gibi. Bunu yüce Allah'ın Resulullah (s.a.)'a
vermiş olduğu ilmini artırma talebinde bulunmasını emrettiği şu buyruğu da
tekit etmektedir: "De ki, Rabbim ilmimi artır." (Tâ-Hâ, 10/114).
Sünen'&e yer alan hadiste de, "İlim adamları peygamberlerin
mirasçılarıdır" buyrulmak-tadır. Yine Hz. Peygamber, "İlim adamları
Allah'ın yaratıkları üzerindeki eminleridir"
[62]
buyurmuştur. İşte bu ilim adamları için çok büyük bir şereftir ve dinde
yerlerinin çok önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
[63] Enes
(r.a.) de Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her
kim Yüce Allah'ın, "Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını,
adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de ilim sahipleri de. Ondan başka hiç
bir ilâh yoktur Azîz'dir, Hakîm'dir" buyruğunu uyuyacağı vakit okursa
Allah onun için kıyamet gününe kadar kendisine mağfiret dileyecek yetmiş bin
melek yaratır."
19.
ayet-i kerime ise Allah nezdinde beğenilip razı olunan dinin yalnızca İslâm
olduğunu ilân etmektedir. İslâm ise, Allah'a iman, emirlerine itaat etmektir
ve bütün peygamberler tarafından ittifakla bildirilen nizamın adıdır. Dinde bir
takım farklılıklar ve ayrılıklar ise aralarındaki kıskançlık ve zulüm sebebiyle
o peygamberlere tabi olan ve uyanlar tarafından çıkartılmıştır. Buna göre
ayet-i kerimeden maksat, dindeki anlaşmazlık ve ayrılıkları bir kenara atmak,
dinde çeşitli grup ve mezheplere ayrılmaktan, dağılmaktan uzak durmaktır.
Çünkü Kitap Ehli'nin Muhammed (s.a.)'in nübüvveti ile ilgili olarak
ayrılıkları, gerçekleri bilmelerine rağmen olmuştu. Onlar kıskançlıkları ve
dünyaya talip oldukları için bu ayrılıklar aralarında baş göstermişti.
Kitapları Hz. Peygamberin niteliğini açıklamış, Allah'ın tek bir ilâh olduğunu
beyan etmiş, bütün insanların O'nun kulu olduğunu bildirmiştir. O bakımdan
doğru iman sahibi kimselerin ayrılıkları, anlaşmazlıkları bir kenara atmaları,
Allahü tealâ'nın vahdaniyetine itikat edip Muhammed'in risaletini tasdik etmek
suretiyle tekrar birliğe ve dine tabi olanlar arasında ittifaka geri dönmeleri
gerekirdi.
Bu
ve benzeri ayet-i kerimeler, Hz. Peygamberin bütün insanlara peygamber olarak
gönderildiğinin, onun risaletinin genelliğinin en açık delilleri arasındadır.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de ve sünnette birden çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif
de bu gerçeği göstermektedir. Bunlardan bir tanesi Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"De ki: Ey insanlar! Ben Allah'ın size, hepinize gönderdiği
ra-sulüyüm." (A'raf, 7/158). Yine şu ayet-i kerime bu kabilden buyruklar
arasında yer alır: "Bütün âlemlere uyarıcı olmak üzere kulu (Muhammed)
üzerine Fur-kan'ı indirenin (Allah'ın) şanı ne yücedir." (Furkan, 25/1).
Buharî,
Müslim ve diğerlerinde mütevatir olarak sabit olduğuna göre, Hz. Peygamber
gönderdiği mektuplarla değişik yerlerdeki hükümdarları ve insanların değişik
kesimlerini Allah'ın yoluna çağırmıştır. Araplanyla, Acemleriyle, Kitap
Ehliyle, müşrikleriyle bu hususta aralarında fark gözetmemiştir. Bunu Yüce
Allah'ın bu konudaki emrini yerin getirmek için yapmıştır. Müslim'in ve
Abdurrezzak'ın Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Nefsim elinde olana yemin ederim, Yahudi veya Hristiyan
olsun, bu ümmetten (yani kendilerini davet etmekle emrolunduğum kimselerden)
herhangi bir kimse beni işitir de benimle gönderilene iman etmeksizin ölürse
mutlak cehennem ehlinden olur." Yine Hz. Peygamber kendisinden sabit olan
hadis-i şerifte, "Ben kırmızıya da siyaha da peygamber olarak
gönderildim" buyurmuştur.
Buharî,
Müslim ve Nesaî'nin Hz. Cabir'den rivayet ettiklerine göre, Hz. Peygamber
"Peygamber önceden kendi kavmine özel olarak gönderilirken ben bütün
insanlara genel olarak gönderildim" diye buyurmuştur. Buharî'nin Hz.
Enes'ten rivayet ettiğine göre Yahudi bir delikanlı Resulullah (s.a.)'ın abdest
suyunu koyar, ona nalınlarını takdim ederdi. Bu delikanlı hastalandı,
Resulullah (s.a.) onun hasta yattığı yere gitti. Babası da baş ucunda oturuyordu.
Resulullah (s.a.) ona, "Ey filan, la ilahe ilallah de" dedi.
Delikanlı babasına baktı. Babası sustu. Peygamber (s.a.) ona aynı sözü tekrar
etti, o yine babasına baktı, babası ona, "Ebul-Kasım'a itaat et"
deyince delikanlı "Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve senin
Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik ederim." dedi. Peygamber (s.a.),
"Benim vasıtamla birisini cehennemden çıkartan Allah'a hamdolsun"
diye buyurdu.
[64]
21- Allah'ın ayetlerini inkâr edenlere, peygamberleri haksızca öldürenlere ve insanlar arasında adaletle emredenleri öldürenlere elim bir azabı müjdele.
22- İşte onlar, ameUeri dünyada da ahi- rette
de heder olmuş kimselerdir. On- ların hiç bir yarcümcüan da yoktur.
"Elim
bir azabı müjdele." Burada kötü şey hakkında "müjdelemek" tabiri
kullanılmıştır. Halbuki müjde, asıl itibariyle hayırlı bir haber hakkında kullanılır.
Bu kullanılışın sebebi ise onlarla bir çeşit alay etmektir. Buna
"tehekkü-mî üslûp" adı verilir. Yüce Allah'ın, "Münafıklara elim
bir azabın olduğunu müjdele." (Nisa, 4/138) buyruğunda olduğu gibi. Bu
buyrukta korkutma (inzar) müjdeymiş gibi ifade edilmektedir.
[65]
"Allah'ın
ayetlerini inkâr edenlere" Burada kasıt özellikle Yahudilerdir.
"peygamberleri haksızca" yani kendilerince öldürülmeyi gerektiren bir
şüphe dahi bulunmaksızın."öZdürenZere, insanlar arasında adaletle
emredenleri öldürenlere" Bunlar da Yahudilerdir. Süyutî'nin naklettiğine
göre Yahudiler 43 tane peygamber öldürmüşlerdir. Abit olanları arasından 73
kişi peygamberleri öldürmemelerini söyledikleri için, aynı günde onları da
öldürmüşlerdir, "elim bir azabı" yani can yakıcı bir azabı
"müjdele" yani onlara bildir.
"İşte
onlar amelleri" sadaka, akrabalık bağını gözetmek gibi hayır kabilinden
yaptıkları "dünyada da ahirette de heder olmuş" boşa çıkmış
"kimselerdir."
"Onların
hiç bir yardımcıları" onlara yapılacak azabı önleyici kimseleri
'yoktur."
[66]
Ebu
Abbas el-Müberred der ki: İsrailoğullarma mensup bazı kimseler vardı.
Peygamberler gelip onları Allah yoluna davet ettiler, onlar da peygamberleri
öldürdüler. Daha sonra aralarından mümin bazı kimseler kalkıp onlara İslâm'a
girmelerini emrettiler, onları da öldürdüler. İşte bu ayet-i kerime onlar hakkında
nazil olmuştur.
Ebu
Ubeyde b. el-Cerrah'ın da rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "İsrailoğullan sabahın bir saatinde kırk üç peygamber öldürdüler.
İçlerinde abit olanlardan yüz on iki kişi kalkıp onlara marufu emrettiler,
münkerden alıkoymak istediler. Ancak hepsi de aynı günün akşamı öldürüldüler."
İşte bu ayet-i kerimede Yüce Allah'ın söz konusu ettiği bunlardır. Bunu
el-Medenî ve başkaları zikretmiştir. Bu ayet-i kerime buna göre Peygamber (s.a.)'in
döneminde yaşayan Yahudilere bir tehdit olmak üzere gelmiştir.
[67]
Bundan
önceki ayet-i kerimeler onlara kesin delilin gelmesinden sonra, aralarında
çıkan kıskançlık ve çekememezlik dolayısıyla Kitap Ehli'nin anlaşmazlığa
düşmelerini açıklamakta ve Kitap Ehli ile müşriklerin Resulullah (s.a.)'a karşı
tartışmalarını konu edinmekte idi. Daha sonra burada Yahudilerin peygamberlere
karşı tutumlarını söz konusu etmektedir. Bu peygamberlerden birisi de Muhammed
(s.a.)'dir. Aynı şekilde ayetin nüzul döneminde onu da öldürmeye
kalkışmışlardı. Yahudilerin bu tavırlarını aşağıdaki şekilde açıklamak
mümkündür: Kitaplarında Allah'ın ayetlerini tanımış olmakla birlikte, o
ayetleri inkâr eden ve herhangi bir şüphe dahi olmaksızın tamamen haksız yere,
suçsuz olarak Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya (ikisine de selâm olsun) gibi peygamberleri,
yalnızca risaleti tebliğ ettikleri, hakkı açıkladıkları için öldüren; insanlara
adalet ve doğruluğu emreden, iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışan bir
irşat bakımından mertebeleri peygamberlerden sonra gelen bu gibi hikmet sahibi
kimseleri öldürenlere dünyada da ahirette de acıklı bir azabın müjdesini,
haberini ver. Bu çirkin suçları işleyen, sapıklıkta alabildiğine aşırıya
gitmiş olan bu kimselerin dünyada da ahirette de amelleri boşa çıkmıştır.
Allah'ın intikamına ve azabına karşı ahirette kendilerine destek verecek yardımcıları
yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün malın da çocukların
da faydası olmayacaktır." (Şuara, 26/88).
Önceki
Yahudilerden haber verilip, Peygamber (s.a.)'e çağdaş olan Yahudilere bu küfür
ve inkârın nispet ediliş sebebi, onların da bu işlerden razı olmalarıydı.
Hatta onlar da fesat ve sapıklıkta alabildiğine ileri giderek atalarının
yaptıklarının benzerini Resulullah (s.a.)'ı öldürmek istemekle yapmaya kalkışmışlardır.
[68]
Ayet-i
kerime oldukça tehlikeli bir takım olaylara, Yahudilerle ve başkalarıyla
ilgili önemli bir takım hükümlere delâlet etmektedir:
1- Yahudiler peygamberleri, hükemayı (alim ve bilgeleri) veya ilim adamlarını
öldürmüşlerdir. Bunlar Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerin kendilerine tebliğ
ettiği şeriatları inkâr etmişlerdir. Bunu da peygamberlere karşı büyükle-nerek,
inat ederek, hakka karşı büyüklük taslayarak, hakka uymayı kendi büyüklüklerine
yedirmeyerek yapmışlardır. Allah da bu günahları sebebiyle onları yermektedir.
2- Marufu emredip münkerden sakındırma vazifesi önceki ümmetler arasında
da farz idi. İşte risaletin ve nebevî hilâfetin faydası budur. el-Hasen der ki:
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim marufu emreder yahut münkerden
alıkoyarsa işte bu, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir, Rasulünün halifesidir,
Kitabının halifesidir."
Yüce
Allah marufu emredip münkerden alıkoymayı müminlerle münafıklar arasında ayırt
edici bir özellik olarak ortaya koymaktadır: "Münafık erkeklerle münafık
kadınlar birbirlerindendirler. Münkeri emreder, maruftan alıkoyarlar."
(Tevbe, 9/67). Daha sonra ise şöyle buyurmaktadır: "Mümin erkeklerle mümin
kadınlar birbirlerinin velileridirler. Marufu emreder, münkerden
alıko-yarlar." (Tevbe, 9/71). İşte bu müminlerin en belirgin özellikleri
arasında, marufu emredip münkerden alıkoymanın yer aldığını göstermektedir.
Bunun başı ise İslâm'a davet etmek ve bu uğurda mücadele etmektir.
Marufu
emredip münkerden alıkoyma ilkesi ile alâkalı bir takım hükümler daha vardır:
a) Münkerden yasaklayan kimsenin adil (yani büyük günahlardan kaçınan,
küçük günahlar üzerinde ısrar etmeyen) bir kimse olması şart değildir. Çünkü
marufu emredip münkerden alıkoymak, bütün insanlar hakkında genel bir hükümdür.
b) İbni Adil-Berr'in naklettiğine göre değiştirmeye gücü yettiği halde değiştirmekten
dolayı eziyet görmeyip kınamadan başka birşey ile karşılaşmayacak kimselerin
münkeri değiştirmelerinin farz olduğu üzerinde Müslümanlar icma etmişlerdir.
Kınamayı aşmayan bir tepkiyle karşılaşması, onun mürkeri değiştirmekten uzak
durmasını gerektirmez. Şayet değiştiremiyor ise diliyle, buna da gücü yetmiyor
ise kalbiyle değiştirmeye çalışmalıdır. Bundan fazlası ile yükümlü değildir.
Eğer kalbiyle değiştirmeyi temenni eder, tepki gösterirse, bundan başkasını
yapmak da elinden gelmiyorsa üzerine düşeni yerine getirmiş olur. Bu ilke ve
bunu uygulama aşamaları ile ilgili hadis-i şerifler gerçekten pek çoktur. Şu
kadar var ki bu hadis-i şerifler "güç yetirmek" ile kayıtlıdırlar.
Hadis
imamlarının Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiklerine göre o şöyle demiştir:
Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sizden kim bir mün-ker
görürse onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle, yine gücü yetmezse kalbiyle.
Bu ise imanın en zayıfıdır." İlim adamları der ki: El ile marufu emretmek,
emir vermek konumunda olanlara, dil ile emretmek alimlere, kalb ile emretmek
de zayıflara yani genel olarak sair insanlara ait görevlerdir.
Münkeri
ise sırasıyla daha hafif olanını kullanarak izale etmeye başlarlar. Önce dil
ile, sonra cezalandırarak veya nihai noktada öldürerek. İlim adamları buna
dayanarak şöyle demişlerdir: Cana yahut mala saldıran bir saldırgana karşı kişinin
canını yanut malını veya bir başkasının canını korumaya hakkı vardır. (Bu arada
saldırgana bir zarar verirse) onun için bir sorumluluk yoktur.
c) Bu görev ne zaman terk edilir? İbni Mace Enes'ten şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Ey Allah'ın Rasulü! Marufu emredip münkerden nehyetmeyi ne
zaman terk edebiliriz?" diye sorunca, şöyle buyurdu: "Sizin de
aranızda sizden önceki ümmetler arasında baş gösterenler ortaya çıktığı
vakit." Bizden önceki ümmetlerde baş gösterenler nelerdi diye sorduk.
Şöyle buyurdu: "Eğer hükümdarlık küçükleriniz (değersizleriniz) arasında,
ahlâksızlıklarınız büyükleriniz arasında, ilim ise sizin ayak takımınız
arasında olursa." Zeyd[69] dedi
ki: Peygamber (s.a.)'in "İlim de ayak takımınız arasında olursa"
ifadesi "fasıkların alimler olmaları durumunda" demektir.
Yüce
Allah aralarında Yahudilerin de bulunduğu kâfirleri üç tür azapla tehdit
etmiştir:
a) Dünya ve ahirette can yakıcı azap, dünyada acı, huzursuzluk ve
ızdırap, ahirette de cehennem ateşi.
b) Dünya ve ahirette amellerin heder olup boşa çıkması. Dünyada yerilmek,
alçalmak, lanete uğramak, ahirette ise şu buyrukta da olduğu gibi azaba
uğramak: "Onların yaptıkları her bir amele yönelir ve onu saçıp savurur,
heder ederiz." (Furkan, 25/23).
c) Yüce Allah'ın, "Onların hiçbir yardımcıları da yoktur"
buyruğu dolayısıyla bu azabın sürekli oluşu.
Kısaca
bu ayet-i kerime Yahudilerin üç niteliğini söz konusu etmektedir:
a)
Allah'ın ayetlerini inkâr
etmek. Bu, yapılan çirkin işlere aldırış etmemenin en büyük sebebidir.
b) Allah'ın ayetlerini açıklayıp bunları delil diye gösterenleri
öldürmek.
c) O peygamberlere tabi olup marufu emredenleri, münkeri yasaklayanları
öldürmek
[70]
23-
Kitaptan kendilerine bir pay verilenleri görmez misin? Aralarında hüküm
vermek için Allah'ın Kitabına davet olunuyorlar da sonra onlardan bir kısmı
hâlâ arkasını çeviriyor. İşte bunlar yüz çeviren kimselerdir.
24-
Bu, "Sayılı günlerden başka bize ateş dokunmaz" demelerindendir. Yaptıkları
iftiraları da dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır.
25- Kendinde hiç bir şüphe olmayan bir günde
onları topladığımız zaman halleri nice olur? O günde herkese kazandığı
eksiksiz ödenir ve onlara zulmedilmez.
"Kitaptan"
Tevrat'tan "kendilerine bir pay verilenleri görmez misin?" Buradaki
soru, hallerinin hayret edilecek bir durumda olduğunu ifade etmek içindir.
Kasıt Yahudi alimleri ve bizzat Yahudilerin kendileridir.
"Aralarında
hüküm vermek için" yani Yahudiler arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için
"Allah'ın Kitabına" Tevrat ya da Kur*an-ı Kerim'in hükmüne
"davet olunuyorlar." İşte davet edenin hali budur. Burada davet eden
de Peygamber (s.a.)'dir.
"...
sonra onlardan bir kısmı arkasını çeviriyor." Tebliği, bedeni yahut kalbiyle
reddediyor, "İşte bunlar" Allah'ın hükmünü kabul etmekten "yüz
çeviren kimselerdir."
"Bu"
arkalarını dönüp yüz çevirmeleri. "Yaptıkları iftiraları"
uydurdukları ve söyledikleri yalanları "kendilerini aldatmıştır."
[71]
23
ve 24. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, İbnül-Mün-zir, İbni
İshak, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.)
Yahudilerin Tevrat'ı okuyup öğrettikleri yer olan Beytülmidras'ında bir grup
Yahudi'nin yanma girdi. .Onları Allah'a davet etti. Nuaym b. Amr ile el-Haris
b. Zeyd ona, "Ya Muhammed, sen hangi din üzeresin?" diye sordu. O da
onlara, "İbrahim'in milleti (şeriatı) ve dini üzereyim" diye cevap
verdi. Onlar, "İbrahim Yahudi idi" dediler. Şöyle cevap verdi:
"O halde haydi Tevrat'ı getirin. O bizimle sizin aranızda hüküm
versin." Ancak Resulullah (s.a.)'ın bu isteğini kabul etmediler. Bunun
üzerine Yüce Allah, "Kitaptan kendilerine bir pay verileni görmez
misin... Onların yaptıkları iftiraları da dinleri hususunda kendilerini
aldatmıştır" buyruklarını indirdi.
[72]
Ayet-i
kerimeler Yahudilerin çirkinliklerini saymaya devam etmektedir. Fakat bu
ayetler Resulullah (s.a.)'a karşı davranışlarından dolayı hayret edip
şaşırtacak bir hali tasvir eden bir hitaptır. Çünkü onlar gurur ve
büyüklenme-leri, soylarının peygamberlere ulaşması ile aldanmaları yüzünden ve
kıyamet gününde Allah'ın azabından kurtulacaklarına dair iddialarının etkisi
altında kalarak Kitaplarının hükmüne baş vurmayı kabul etmemektedirler. Yüce Allah
ise vereceği ceza ya da mükâfatın hasletler dolayısıyla değil, ameller dolayısıyla
olacağını belirterek onların bu iddialarını reddetmiştir.
[73]
Ya
Muhammed! Allah'ın onlara gönderdiği peygamberleri Musa'ya vahyet-miş olduğu
Kitabını kısmen ezberlemiş bulunan sair bölümlerini ise çıkarmış yahut
değiştirmiş bulunan şu Yahudilerin yaptıklarına bak da hayret et! Çünkü
Tevrat, Musa (a.s.)'dan b«ş yüz yıl sonra yazıya geçirilmiş, geriye Muhammed
(s.a.)'in peygamberliğini müjdeleyen bir bölüm de kalmıştı. Hayret edilecek
nokta şudur: Bunlar Kitaplarının hükmünü kabul etmeyi reddediyorlar. Soyluları
zina edince Peygambe (s.a.)'in hükmüne baş vurmuşlar o da aralarında Tevrat'ın
hükmünü uygulamıştı. Fakat onun verdiği hükmü kabul etmediler, yüz çevirdiler,
arkalarını döaüp gittiler. İbni Kesir ayet-i kerimeyi genel kabul ederek,
kendi iddialarına göre ellerinde bulunan Tevrat ve İncil adındaki kitaplarına
bağlılıklarını ileri süren Yahudi ve Hristiyanların durumlarını reddetmek
mahiyetinde olduğunu belirtmiştir.[74]
Bunlar
Kitabın hükmün* davet olundukları vakit onlardan bir grup yüz çevirdi. Yani
hükmü kabul etmekte tereddüt gösterdikten sonra, arkalarını dönüp gittiler.
Yüce Allah'ın, "Onlardan bir kısmı" ifadesi aralarından Abdullah b.
Selim ve ondan başka hakka samimice bağlı bir kesimin bulunduğuna bir
işarettir. Nitekim Yüce Allah, "Muta'nm kavminden de hakka ileten ve onun
gereğince adaletle amel eden bir topluluk da vardır." (A'raf, 7/159) diye
buyurmaktadır. Yüce Allah'ın, "İşte bunlar yüz çeviren kimselerdir"
buyruğu ise onların yüz çevirmelerinin devam ettiğine bir işarettir.
Daha
sonra Yüce Allah, onların bu şekilde yüz çevirmelerinin, arkalarını dönüp
gitmelerinin sebebini yahut inat ve inkârlarının sebebini şöylece zikretmektedir:
Bu, kurtuluşa erdiklerine-dair inançlarından dolayıdır. Yahudi ne yaparsa
yapsın, sayılı günler dışında ateşe girmeyeceğine, bu sayılı günlerden sonra da
cennete gireceğine inanır. O bakımdan Yahudiler soylarının peygamberlere
ulaştığına güvenerek günah ve masiyetler işlemeye aldırmazlar. Bu ayet-i kerime
Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onlar bir de sayılı günler
dışında bize asla ateş dokunniaz dediler. Allah'tan bir ahit mi aldınız? Allah
asla ahdinden dönmez; yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz
de." (Bakara, 2/80).
Onların
ateşe gireceklerini iddia ettikleri günlerin sayısı hakkında herhangi bir
rivayet tespit edilmemiştir. Bunun buzağıya taptıkları süre olan kırk gün
olduğu söylenmiştir.
Şu
kadar var ki, dine dair iftiraları onları aldanışa düşürmüştür. Yani din
hakkında yaptıkları uydurmalar onları aldatmıştır. Meselâ, "Biz Allah'ın
oğulları ve sevgilileriyiz", "Peygamberler bize şefaat
edecektir", "Bizler peygamberlerin çocukları ve Allah'ın seçkin
kavmiyiz", "Allah Yakub'a ancak herkesi cehenneme sokacağına dair
ahdini yerine getirmek için yani kısacık bir süre azap edecektir" gibi
iddialar...
Peki
nesep bağlarının kopacağı, onda malın ya da çocukların fayda sağlamayacağı,
herkese işlediğinin karşılığının tastamam ödeneceği ve kendilerine
zulmedilmeyip fazladan azap edilmeyeceği ve amellerinin karşılıklarını görmek
üzere onları toplayacağımız gerçekleşeceğinde şüphe olmayan o günde ne
yapacaklardır? Nitekim Yüce Allah bu gün hakkında şöyle demektedir: "Kıyamet
gününe has adalet terazilerini koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle
zulmo-lunmaz. Bir hardal danesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesap
edici olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47).
[75]
Ayet-i
kerimeler şer*î hükümler ve Yüce Allah'ın Kitabında emrettikleri gereğince
mahkemelerin, hakimlerin verdikleri hükümlere bağlılığı farz kılmaktadır. Yine
Allah'ın Kitabının hükmüne baş vurmak, o Kitapta yer alan Muhammed (s.a.)'e
tabi olmak gibi hükümlere uymaya çağrıldıkları vakit Allah'ın hükmünden yüz
çevirerek gerisin geri dönen Yahudiler ve onların yaptıklarını yapanlar tenkit
edilmektedir. Bu ise onlara yapılacak yergilerin, aykırı hareket ve inatla
nitelendirilmelerinin en ileri derecesidir.
Ayet-i
kerimeler aynı şekilde Yahudilerin batıl iddialarını da tenkit etmektedir.
Onlar kendi iddialarına göre kıyamet gününde cehennemden kurtulacaklardır.
Onlar soylarına, peygamberlerin soyundan geldiklerine, Allah'ın seçilmiş kavmi
olduklarına güvenmektedirler. Gerçekte ise ceza ya da mükâfat, işlenen şer ya
da hayır miktarında olacaktır.
Ayet-i
kerime Allah'ın Kitabı gereğince kendisiyle karşı taraf arasında hüküm vermek
üzere hakimin meclisine çağrılan kimsenin, hakimin fasık olduğunu bilmediği
sürece yahut da hakimin davacıya ya da davalıya düşmanlığı bilinmediği sürece
bu çağrıyı kabul etmesinin vacip olduğuna delildir. Kabul etmeyecek olursa
azarlanır ve tazir cezası verilir.
Malikîler
bu ayet-i kerimenin, bizden öncekilerin şeriatının bizim için de mensuh
olduğunu bildiklerimiz dışında- şeriat olduğuna delâlet ettiği hükmünü
çıkarmışlardır. Sahih bir nakille Müslümanların kabul ettikleri bir yoldan
sabit olduğu takdirde, bizden önceki peygamberlerin şeriatı ile hükmetmemizin
vacip olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Şu kadar var ki, bizler halihazırdaki
Tevrat'ı okumaz ve o Tevrat'ın içerisindeki hükümler gereğince amel etmeyiz.
Çünkü bu Tevrat'ı ellerinde bulunduranlar bu konuda emin ve güvenilir kimseler
değillerdir. Bunlar Tevrat'ı değiştirmiş, değişikliğe uğratmışlardır. Hatta Hz.
Musa'ya kadar giden bir nakil sabit değildir. Halihazırdaki Tevrat Hz. Musa'dan
beş asır sonra yazılmıştır. Biz ellerinde bulunan Tevrat'ın değişikliğe
uğratılmadığını bilseydik, okumamız caiz olurdu.
Kat'î
ve apaçık olarak gerçeklerini reddeden delil şudur: Mücerred bir takım vehim,
asılsız kanaat ve batıl iddialara dayanan bu Kitap Ehli kıyamet günü
diriltildikleri vakit ne yapacaklardır? Dünya hayatında iken ileri sürdükleri
bütün bu kendilerince güzel ifadeler çürütüldüğünde ne yapacaklardır? İşledikleri
küfürleri, cüretkârlıkları ve çirkin amellerinin cezası kendilerine verileceğinde
ne yapacaklardır? Böyle bir soru onlar için büyük bir tehdittir.
[76]
26-
De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen, mülkü kime dilersen ona verirsin.
Mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onu aziz edersin, kimi
dilersen onu zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin."
27- "Geceyi gündüzün içine geçirir, gündüzü
geceye sokarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarırsın.
Dilediğine de hesapsız rıank verirsin."
"Verirsin"
ve "alırsın" ile "aziz edersin" ve "zelil
edersin" ifadeleriyle "gece" ve "gündüz" ile
"diri" ve "ölü" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.
"Mülkün sahibi" tamlamasında eksik cinas vardır.
Diğer
taraftan "geceyi güdüzün içine geçirir" buyruğu ile "gündüzü
geceye sokarsın" buyruğunda sonun başa döndürülmesi (reddül-acz
ale's-sadr) sanatı vardır.
"Mülkü
kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın"
cümlelerindeki tekrar ise tazim ve tekrim içindir.
Yüce
Allah'ın, "Sen mülkü kime dilersen ona verirsin" buyruğunda hazf ile
icaz vardır. O mülkü vermek istediğin kimselere verirsin, demektir. Yine
"alırsın, aziz edersin, zelil edersin" ifadelerinde de böyledir.
"Geceyi
gündüzün içine geçirir, gündüzü geceye sokarsın" buyruğunda, birinin
ötekine sokup girdirilmesini ifade etmek üzere istiare vardır. Geceden eksileni
gündüze ilâve eder ve aksini de sürdürüp gider. Girdirmek anlamında (îlâc),
idhal (girdirmek) lafzından daha beliğdir.
"Ölüden
diriyi..." Bu ifadedeki diri ve ölü, mümin ile kâfirden mecazdır. Mümin
diriye, kâfir ölüye benzetilmektedir.
"Hayır
senin elindedir." Şer ile birlikte yaratılmaları ve takdir edilmeleri
sendendir. "De ki: Hepsi Allah'tandır." (Nisa, 4/78). Fakat Allah'a
karşı şer zikre-dilmeyip yalnızca hayır söz konusu edilmiştir. Edeben şer O'na
nispet edilmez.
[77]
"Mülk"
sulta (egemenlik, otorite) ve işlerde tasarruf demektir.
"Kimi
dilersen" mülk vermek suretiyle "onu aziz edersin", "Kimi
dilersen" mülkü ekip elinden almakla "onu zelü edersin."
"Hayır senin elindedir" senin kudretindedir. Yani kesp ve amel
itibariyle değil de yaratmak ve takdir itibariyle hayır ve şer de senin
kudretin altındadır.
"Geceyi
gündüzün içine geçirirsin"den maksat gündüzün geceye aktarılması ve bunun
aksinin olmasıdır. Bu da mevsimlere ve beldelere göre değişir. Birinden
eksilttiğini öbürüne katar.
Süyutî
der ki: "Ölüden diriyi çıkarırsın." Kuşun yumurtadan çıkarılması gibi
insanı nutfeden çıkarırsın. "Diriden de ölüyü" nutfe ve yumurta gibi
"çıkarırsın . Dilediğine de" uçsuz bucaksız "geniş rtzık
verirsin."
[78]
İbni
Ebi Hatim Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize anlatıldığına
göre Resulullah (s.a.) Rabbinden Bizans ve Fars mülkünü ümmetine vermesini
dilemiş, Yüce Allah da "De ki: Ey mülkün sahibi Allah'ım..." buyruğunu
indirmiştir.
İbni
Abbas ve Enes b. Malik de der ki: Resulullah (s.a.) Mekke'yi fethedip ümmetine
İran ve Bizans mülkünü vaad edince münafıklarla Yahudiler şöyle dediler:
"Heyhat! Heyhat! Muhammed, İran ve Bizans mülkünü nasıl eline geçirebilecektir?
Onlar çok güçlüdürler ve kendilerini buna karşı koruyabilirler. Muhammed'e
Mekke ve Medine yetmiyor mu ki İran ve Bizans mülküne göz dikiyor." Bunun
üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
[79]
Bu
ayet-i kerime bundan önceki ayetlerin sözünü ettiği müşriklerle Kitap Ehli'nin
onun davetini inkâr etmek suretiyle takındıkları tavra karşılık, Resulullah
(s.a.)'a bir teselli maksadındadır. Yüce Allah'ın dinini zafere kavuşturmak ve
kelimesini yükseltmek hususundaki kudretini hatırlatmaktadır. Müşrikler yemek
yiyen, çarşı pazarlarda dolaşan bir kimsenin peygamberliğini kabul etmiyor,
Kitap Ehli ise İsrailoğullan'ndan başkalarına peygamberliğin verilmesini kabul
etmiyorlardı.
[80]
Müşriklerle
Necranhların heyeti gibi Kitap Ehli senin çağrını kabul etmekten yüz çevirecek
olurlarsa ya Muhammed, sen mülkün mutlak maliki, mutlak emir sahibi olan
Allah'a sığın, ona yönel ve de ki: Allah'ım! Ey Mülkün mutlak maliki! Mutlak
egemenlik ve saltanat yalnız senindir. Mahlûkatmda mutlak tasarruf sahibi
sensin. Sen hikmetine uygun olarak işleri çekip çevirirsin; veren de sensin,
vermeyen de sensin. Sen mülkü ve peygamberliği kullanndan kime dilersen ona
verirsin. Kullarından kimden dilersen de mülkü çekip alırsın. Nitekim Arap
kavminden Kureyşli, ümmî, Mekkeli, peygamberlerin sonuncusu, insanların ve
cinlerin tümüne Allah'ın elçisi olarak Hz. Mu-hammed'i göndermekle,
İsrailoğulları'ndan peygamberliği çekip aldın.
Mülk
sahibi olmaktan zahiren anlaşılan ve hatıra ilk gelen mutlak saltanat ve
işlerdeki tasarruf yetkisidir. Yani, şanı Yüce Allah'ın işleri çekip çevirmekte
ve kâinattaki dengeyi gerçekleştirmekte mutlak egemenlik sahibi olduğudur.
Allah
dilediği kimseye Hz. Hud ile Hz. Lût gibi ya yalnızca nübüvvet verir ya da
geçmiş çağımızdaki hükümdarlar gibi yalnızca mülk ve hükümdarlık verir ya da
aralarında Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın da bulunduğu İbrahim soyundan
gelenlere olduğu gibi, mülkü de nübüvveti de birlikte verir: "Biz gerçekten
İbrahim hanedanına da Kitab'ı ve hikmeti verdik. Onlara çok büyük bir mülk de
vermişizdir." (Nisa, 4/54). İşte bu şekilde Yüce Allah dilediğine peygamberlik
verir. Nitekim, "Allah peygamberliği nereye bırakacağını (kime vereceğini)
çok iyi bilendir." (En'am, 6/124) ve "Onların kimini kimine nasıl
üstün kıldığımıza bir bak." (îsra, 17/24) diye buyurmuştur.
"Kimi
dilersen onu aziz edersin, kimi dilersen zelil edersin." Aziz ve zelil olmanın
bir takım görünür şekilleri ve etkileri vardır. Bu yalnızca mal veya mülk
sahibi olmaya bağlı değildir. Nice hükümdar vardır ki zelildir, nice zengin
vardır ki hakirdir. Nice zengin vardır ki fakirdir. Ümmetin sayısının
çokluğuna, azlığına itibar edilmez. Mekke'de müşrikler, Medine'de Yahudiler ve
Arap münafıklar peygambere karşı az sayıdaki mümin topluluğa karşı çokluklanyla
gururlanıyorlardı; fakat bunun onlara hiç bir faydası olmadı. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, eğer Medine'ye dönersek elbette ki daha
aziz olan daha zelü olanı oradan mutlaka çıkartacaktır, derler. Halbuki izzet
Allah'ındır, Rasu-lünündür, müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler."
(Münafikun, 63/8).
Bütünüyle
hayır yalnızca senin kudretin elindedir. Sen kendi iradene göre o hayırda
dilediğin şekilde tasarrufta bulunursun. O halde olmuş ya da olacak her şeyde
ya kişinin kendisine veya topluma hayır ve nimet vardır. Hayırda serde, her şeyde
mutlak kudret sahibisin. Her şey senin elindedir, her şeyi sana havale
etmişizdir. Biz sana güvenip dayanmaktayız.
Hayır
da şer de hepsi Yüce Allah'ın kudretinde olmakla birlikte, özellikle hayrın söz
konusu edilmesi, nübüvvet ve hükümdarlığın bir kavimden bir başka kavme, bir
kişiden bir diğer kişiye değiştirilmesi suretiyle sözü geçen hususlara uygun
düşmesinden dolayıdır.
Hayır
zaferi, ganimeti, aziz olmayı, makam ve mevkiyi, mal ve serveti ve buna benzer
insanın arzulayıp tutkun olduğu sair şeyleri kapsar: "Ve gerçekten o hayır
(mal) sevgisine pek tutkundur." (Adiyat, 100/8).
Eksilterek
ve artırarak geceyi gündüze sokup birisinin ötekini kısaltması, daha sonra
bunların mutedil (eşit) hale gelmesi, arkasından birinin diğerinden alarak
aralarında farklılığın ortaya çıkması, sonra da tekrar mutedil hale gelmeleri
de ilâhî kurdetin, mülk ve azametinin tam anlamıyla ortaya konulmasının
tecellilerindendir. Bazı bölge ve zamanlarda aradaki fark oldukça uzayabilir.
İşte ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimlerinde, sene boyunca ve coğrafî
bölgelerin durumuna göre gece ve gündüzün uzunluk ve kısalıkları değişip
durmaktadır. Gecenin altı ay, gündüzün de altı ay olduğu bölgeler de vardır.
Gündüz on sekiz veya yirmi saat olduğu yerler de vardır. Bazı bölge ve zamanlarda
güneş, batışından bir saat ve bundan biraz daha uzun bir süre sonra
do-ğabilmektedir. Zaman tayini işi bütünüyle Yüce Allah'ın elindedir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir
edemediler. Halbuki arz bütünüyle kıyamet gününde onun kabzasıdır. Gökler ise
onun sağ eliyle durulmuştur. O şirk koştuklarından münezzeh ve çok
yücedir." (Zümer, 39/67). Yer üzerine gece ve gündüzü sarıp dolayacak
şekilde yuvarlak yaratan O'dur: "Geceyi gündüze buruyor, gündüzü de geceye
doluyor." (Zümer, 39/5). Burada geçen et-tekvir (mealde "bürümek ve
dolamak") bir şeyi yuvarlak, bir cisim üzerine sarmak demektir. Yüce
Allah güneşi geceye delil kılmıştır.
Rabbim!
Sen ölüden diriyi çıkartırsın. Ya çekirdekten hurmayı, taneden ekini, nutfeden
insanı çıkardığın gibi maddî bir şekilde, yahut da cahilden alim, kâfirden
mümin çıkardığın gibi manevî bir şekilde bunu yaparsın.
Diriden
ölüyü de maddî ve manevî şekilde çıkartırsın; hurma ağacından çekirdeği, kuştan
yumurtayı, alimden cahili, müminden kâfiri çıkarttığın gibi.
Ve
sen dilediğine hesapsız rızık verirsin. Yani istediğin kimseye hesaba
sığmayacak şekilde mal ve mülk verirsin. Yorulmadan ve çaba harcamadan[81]
Göklerin ve yerin hazineleri yalnız senindir. Hikmet, irade ve meşietine uygun
olarak başka bir takım kimselerin de rızkını kısarsın.
Yüce
Allah'ın, "Hesapsız" ifadesi darlık vermeksizin ve kısmaksızın, adeta
verdiğini hesaba katmadan veren kimse hakkında kullanılır ve "O hesapsızca
verir" demeye benzer.
Aynı
şekilde sen Arap olmayanlardan mülkü alıp Müslümanlara vermeye kadirsin.
İsrailoğullanndan peygamberliği alıp Araplara vermeye de kadirsin.
[82]
Ayet-i
kerimeler Yüce Allah'ın mutlak saltanat (egemenlik), kapsamlı kudret, en üstün
irade ve meşiet sahibi olduğunu göstermektedir. Kesbî olarak değil, fakat
yaratarak ve takdir ile hayır ve şer yalnız O'nun elindedir. Hayır mutlak
olarak O'ndan gelir. Şer ise edeben O'na değil failine nispet edilir.
Nübüvvet,
hükümdarlık ve rızık da o yüce Allah'ın elindedir. O bunları iradesine göre,
nihaî hikmetine ve eksiksiz hüccetine göre bunları bağışlar.
Gecenin
gündüze, gündüzün de geceye sokulması yeryüzünün küresel olduğuna ve döndüğüne
delildir. Çünkü gece ile gündüzün ardı arkasına gelmesi ve zaman, mevsim ve
mekânlara göre uzunluk ve kısalıklarının değişmesi, kü-reselliğe ve dönmeye
işarettir.
Allah
ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkartır. Bu çıkartma işi az önce geçen maddî
ve manevî bütün anlamlarıyla gerçekleşmektedir. Onun ihsan ettiği nimetleri geneldir.
Dilediğini himayesine alır. Allah rızkı teminatı altına almıştır. Dilediğine
dilediği kadarını verir; hikmet, irade ve meşieti gereğince vermeyebilir de.
Taberanî,
İbni Abbas'tan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Kendisiyle dua edildiği takdirde duayı kabul ettiği Yüce Allah'ın ism-i
azamı (en büyük ismi) Âl-i İmran süresindeki şu ayet-i kerimedir: "De ki:
"Ey mülkün sahibi Allah'ım, sen mülkü kime dilersen ona verirsin. Mülkü
kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onu aziz edersin, kimi dilersen
onu zelil edersin. Hayr senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin."
[83]
28-
Müminler müminleri bırakıp kâfirleri veli (dost) edinmesin. Kim bunu yaparsa
Allah'a dostluğu kalmaz. Meğer ki onlardan gelecek bir zarardan korunmuş
olasınız. Allah size kendisinden sakınmanızı emrediyor. Nihayet dönüş
Allah'adır.
29-
De ki: "Göğüslerinizin içinde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu
bilir. Göklerde ne var yerde ne varsa O bilir. Allah her şeye kadirdir."
30-
(Hatırlayın) O günü ki herkes (dünyada) iyilik kabilinden ne işlediyse hazırlanmış
bulacak ve kötülük kabilinden ne işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir
mesafenin olmasını arzu edecek. Allah size kendisinden sakınmanızı emreder.
Allah kullarına Rauf tur (onları pek çok esirgeyendir).
"Allah'la
hiç bir dostluğu kalmaz." Yani böyle bir davranışın Allah'ın diniyle
ilgisi yoktur; yahut Allah'tan herhangi bir sevap kazandırmaz. UO günü...
bulacak." ifadesi "Herkesin.... hazırlanmış bulacağı o günü
hatırla" demektir.
[84]
"Gizleseniz
de onu açıklasanız da", "İyilik kabilinden, kötülük kabilinden",
"hazırlanmış ve uzak bir mesafe" buyruklarında tıbâk sanatı vardır.
[85]
"Veliler
(evliya)" kelimesi veli kelimesinin çoğuludur. Yardımcı ve destekleyici
anlamındadır.
"Kim
bunu yaparsa" yani kâfirleri veli edinirse "Allah ile hiç bir
dostluğu kalmaz." Yani böylesi bir davranışın Allah'ın diniyle bir
ilişkisi yoktur.
"Meğer
ki onlardan gelecek bir zarardan korunmuş olasınız." Korkarsanız o
takdirde kalp ile değil de dilinizle onları veli edinebilirsiniz (dostluk
görüntüsü verebilirsiniz). Bu ise Müslümanın güçlü olmadığı bir ülkede, zayıf
olması halinde takınacağı bir tutumdur.
"Allah
size kendisinden sakınmanızı emrediyor." Eğer o kâfirleri veli edinirseniz
gazap etmekle Allah sizi korkutuyor. "Nihayet dönüş Allah'adır."
O'nun huzuruna döneceksiniz ve O, amellerinizin karşılığını verecektir.
"Kötülük kabilinden ne işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir
mesafenin olmasını arzu edecek." Son derece uzak ve asla kendisine
ulaşamayacağı bir mesafe olsun isteyecek.
"Allah
size kendisinden sakınmanızı emreder" buyruğu tekit için tekrar
edilmiştir.
[86]
28.
ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İbni Ab-bas'tan
şöyle dediğini nakletmektedir: el-Haccac b. Amr Yahudilerden KaT> b.
el-Eşref, İbni Ebil-Hukayk ile Kays b. Zeyd'in antlaşmalısı idi. Bunlar
Ensar-dan bir grup kimse ile birlikte onları dinlerinden çevirmek üzere bir
arada bulunurlardı. Rifaa b. el-Münzir, Abdullah b. Cübeyr, Said b. Hayseme
Ensarttan olanlara, "Şu Yahudilerden uzak durunuz, onlarla birlikte
olmaktan da sakınınız. Sizi dininizden çevirmesinler" dedilerse de kabul
etmediler. Yüce Allah da bunlar hakkında, "Müminler müminleri bırakıp
kâfirleri veliler edinmesin..." ayetini inzal buyurdu.
Yani
bu ayet-i kerime Yahudilerden bir takım kimseleri veli edinen müminlerden bir
topluluk hakkında nazil olmuştur. Müminlerden bir başka topluluk onları,
Yahudileri veli edinmekten yahut onlarla içli dışlı olup arkadaşlık etmekten
sakındırdıysa da böyle bir öğüdü kabul etmediler; Yahudilerle birlikte olmaya,
onlarla içli dışlı olmaya devam ettiler. Yüce Allah da bu ayet-i kerimeyi
inzal buyurdu.
Yine
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bu ayet-i kerime Bedir ashabından ve
Akabe Biati nakiblerinden Ubade b. es-Samit hakkında nazil olmuştur. Bu zatın
Yahudilerden anlaşmalı olduğu kimseler vardı. Resulullah (s.a.) Ahzab (Hendek)
günü savaşa çıkınca Ubade dedi ki: Ey Allah'ın peygamberi, benimle birlikte beş
yüz Yahudi var, benimle beraber harbe çıkmalarını uygun görüyorum. Onlarla
düşmana karşı güç kazanmış oluruz. Bunun üzerine Yüce Allah, "Müminler,
müminleri bırakıp kâfirleri veliler edinmesin" buyruğunu indirdi.
[87]
Yüce
Allah emrin bütünüyle kendi elinde olduğunu, mülkün bütün malikinin, aziz ve
zelil kılanın, bağışlayanın ve rızkı kısanın kendisi olduğunu, her şeye kadir
olduğunu beyan ettikten sonra, müminlere yalnızca kendisine sığınmalarını,
düşmanlarıyla değil, O'nun velilerinin yardım ve desteğini almalarını,
düşmanlarını veli edinmemelerini yahut da akrabalık ya da eski bir dostluk
dolayısıyla onlardan yardım istememeleri gerektiğini belirterek -bu noktaya-müminlerin
dikkatini çekmektedir.
Bu
anlamda pek çok ayet-i kerime vardır. Bunların bazılarını kaydedelim: "Ey
iman edenler! Kendi kardeşlerinizden başkasını sır dostu edinmeyin. Onlar
durumunuzu bozmaktan geri durmazlar." (Âl-i İmran, 3/118); "Allah'a ve
ahiret gününe inanan hiç bir topluluğun Allah ve Rasulü ile sınır mücadelesi
yapanlara... sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücadele, 58/22);
"Ey iman edenler! Yahudileri de Hristiyanlan da veliler (dostlar)
edinmeyin. Onlar birbirlerinin velisidirler. İçinizden kim onları veli edinirse
muhakkak o da onlardandır." ((Maide, 5/51); "Ey iman edenler,
müminleri bırakıp da kâfirleri veli (dost) edinmeyin. Kendi aleyhinizde
Allah'a açık bir delil vermek ister misiniz?" (Nisa, 4/144); "Ey iman
edenler! Benim de sizin de düşmanınız onları veliler edinmeyiniz. Siz onlara
sevgi ile ulaştırırsınız... Sizden kim böyle yaparsa yolun ortasında sapıtmış
olur. "(Mümtahine, 60/1); "Kâfir olanlar birbirlerinin velileridir
(dostlarıdır). Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük fesat
olur." (Enfal, 8/73).
Bunun
karşılığında ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mümin erkekler, mümin
kadınlar birbirlerinin velisidirler." (Tövbe, 9/71).
[88]
Yüce
Allah mümin kullarına kâfirleri dost edinmelerini yasaklamakta, bu şekilde
davrananları da "Kim bunu yaparsa Allah ile hiç bir dostluğu kalmaz."
diye tehdit etmektedir. O halde akrabalık, dostluk, komşuluk ve buna benzer
herhangi bir sebep dolayısıyla müminlerin kâfirleri veli edinmeleri, onları sırlarına
muttali kılıp onlara sevgi beslemeleri, kâfirlerin menfaatlerini müminlerin
menfaatlerinden öne geçirmeleri -bu konuda özel bir maslahat olsa bile, genel
maslahat daha öncelikli ve gözetilmeye daha bir hak sahibi olduğundan dolayı-
helâl değildir. Şayet bu dostluk ve antlaşma Müslümanların menfaatine ise bunda
bir mahzur yoktur. Nitekim Peygamber (s.a.), müşrik olmakla birlikte
Hüzaahlarla andlaşmada bulunmuştur.
Farz
olan, müminlerin birbirlerini veli (dost) edinmeleri, genel hususlarda ancak
müminlere güvenmeleridir. İbni Abbas der ki: "Yüce Allah müminlere
kâfirlere karşı yumuşak davranıp onları veli edinmeyi yasaklamaktadır."
Yasak
kılınan dost edinmenin anlamı ise, onlardan yardım istemek, onlarla dayanışma
içerisinde olmak, akrabalık veya sevgi dolayısıyla onlardan -dinlerinin batıl
olduğuna inanmakla birlikte- yardım dilemektir. Çünkü bu şekilde onları dost
edinmek, izledikleri yollarını güzel görmeye götürebilir. Onların küfür ve
inkârlarına razı olmak anlamında dost edinmek ise bir küfürdür. Çünkü küfre
rıza da küfürdür.
Zahire
göre ve hallerine razı olmamakla birlikte, dünyada güzel geçim anlamında dost
edinmek ise yasaklanmış değildir.
Müminleri
bırakıp kâfirleri dost edinen, müminler dururken onları veli edinen kimse
-meselâ, kâfirler lehine casusluk yapan kişi- Allah'ın dininden, hizbinden,
yahut da Allah'ın velayetinden (himayesinde olmaktan) uzaktır. Yani böyle bir
kimse ile Allah arasında son derece uzak bir mesafe bulunur. Böyle birisi
Allah'ın rahmetinden kovulur, o artık kâfirlerden olmuş olur ve Allah'ın dinine
itaat eden bir kimse olmaktan çıkar. Nitekim Yüce Allah, "Kim bunu yaparsa
şüphesiz ki o da onlardandır." (Maide, 5/51) diye buyurmaktadır. Yüce
Allah'ın, "Kim bunu yaparsa..." buyruğu onları dost edinme hususuna
işarettir. Bu da onları dost edinme hususunda işi sıkı tutmanın delilidir.
Çünkü onları dost edinen kimsenin Allah ile herhangi bir ilişkisinin olması
kabul edilmemektedir.
Daha
sonra Yüce Allah kâfirleri veli edinmenin caiz olduğu bir hali istisna
etmektedir. Bu ise onlardan gelebilecek ve sakınılması gereken bir zarardan
korkma halidir. Öldürülme korkusu gibi. Yani zararlarından sakınma hali yukarda
geçen genel yasaktan müstesnadır. O takdirde onları veli edinmek caizdir.
Çünkü, "Kötülüklerin bertaraf edilmesi menfaatlerin sağlanmasından önceliklidir."
Bir zararı önlemek için onları dost edinmek caiz olduğuna göre, İslâm'ın ve
Müslümanların faydası için de caizdir ve böyle bir şey zaruret dolayısıyla söz
konusu olur. Tıpkı zorlama halinde küfür sözünü söyleme ruhsatı gibi:
"Kalbi iman ile mutmain olduğu halde zorlanan kimse müstesna." (Nahl,
16/106).
Allah
sizi cezalandırmakla korkutmaktadır. "Kendisinden" kelimesi bu
tehdidin Yüce Allah'tan yapıldığına, bunu uygulamaya kadir olduğuna, hiç bir
şeyin onu aciz bırakamadığma işarettir. Böyle bir ifade aykırı davranışa karşı
yapılan oldukça ağır bir tehdittir.
Bütün
insanların dönüşü Allah'adır. Amellerinin karşılığını verecek olan O'dur.
Herkesi ameli ile hesaba çekecek, yaptığının karşılığını ona verecektir.
Daha
sonra Yüce Allah ilminin yarattıklarını kuşattığını beyan etmektedir. Eğer
sizler göğüslerinizdekini gizler, saklar yahut açığa vuracak olursanız muhakkak
Allah onu bilir ve onun karşılığını verir. Göklerde ve yerde her şeyi O bilir.
Kâfirlere meyletmek yahut uzak durmak da bunlar arasındadır.
Allah
sizi cezalandırmaya kadir olandır. Onun yasaklarına karşı gelmeyi-niz. Çünkü
açık ya da gizli olsun, onun bilmediği hiç bir masiyet yoktur.
Her
bir nefsin dünyada hayır namına ne işlediğini önünde hazır bulacağı ahiret
gününden sakınınız. Nefis o gün işlediklerinden dolayı sevinecek, nimet
içerisinde olacaktır. Küçük ya da büyük her ne kötülük işlediyse onu da hazır
bulacaktır ve bundan dolayı üzülüp pişman olacaktır. Kendisiyle bu işledikleri
kötülükler arasında doğu ile batı arasındaki mesafe gibi alabildiğine uzak bir
mesafenin olmasını arzulayacaktır.
Daha
sonra yüce Allah, kendisinden sakınmayı bir defa daha vurgulamaktadır.
Allah'ın emirlerine aykırı işler işlemekten dolayı Allah size cezasından ve
gazabından sakınmanızı emretmektedir. Size düşen hayrı kötülüğe tercih etmektir.
Bu sakındırma ve tehdit sebebiyle Allah kullarına karşı çok şefkatlidir
(Raûftur). Çünkü nihayette karşılaşacakları akibeti onlara hatırlatarak
uyarmış, görecekleri cezayı ve varacakları yeri bildirmiştir. Hasan-ı Basrî der
ki: Onları kendisinden sakındırması, onlara eksiksiz ilim ve kudretini tanıtmış
olmasının ve O'nun Rauf olduğunun bir tecellisidir. Çünkü bu hatırlatma ve
tehditler onları o yüce zatı gereği gibi tanımalarına ve O'nun rızasını
dilemeye, gazabından uzak durmaya sevk edecektir.
[89]
1- Ayet-i kerime, kâfirlerden yana emin olmanın yahut onlara güvenmenin,
genel hususlarda onlara meyletmenin, onlar lehine casusluk etmenin, dinin maslahatını
ilgilendiren Müslümanlara ait sırları onlara açmanın, kâfirlerin
maslahatlarını müminlerin maslahatından öne geçirecek şekilde -Hatıb b. Ebi
Beltea'nın yaptığı gibi- onları yardımcı ve dost edinmenin haram olduğuna
delâlet etmektedir. Çünkü böyle bir davranış iman aleyhine küfre yardımcılık
yapmaktır.
Buharî
ile Müslim'de ve diğer kaynaklarda senediyle kaydedilen Hâtıb b. Ebi Beltea'nın
kıssası özetle şöyledir: Hatıb Kureyşlilere bir mektup yazarak Peygamber
(s.a.)'in Mekke üzerine yürümeye hazırlandığını haber verir. Çünkü o sırada
Hz. Peygamber Mekke'yi fethetmek üzere ordu donatıyordu ve bunu da gizli
tutuyordu. Bundan kasıt, hazırlıksız bir şekilde Kureyş'i gafil avlamak ve
sonucunda Kureyş'i barış yapmayı kabul etmeye zorlamaktı. Çünkü Resulullah
(s.a.) savaşmak istemiyordu. Hâtıb ise yazdığı mektubu bir cariye ile gönderdi.
Cariye bu mektubu saçının örgüleri arasına koymuştu. Allah peygamberine durumu
bildirdi, o da arkasından Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mik-dad'ı gönderdi ve dedi
ki: "Ravzatullah denilen yere ulaşıncaya kadar yola koyulunuz. Orada
beraberinde mektup bulunan bir kadın göreceksiniz, o mektubu ondan
alınız." Mektup alınıp getirilince Hz. Peygamber, "Ey Hâtıb bu da ne
oluyor?" diye sorunca o şöyle dedi: "Ey Allah'ın peygamberi bana ceza
vermekte acele davranma! Ben Kureyşlilere andlaşma yoluyla katılmış birisiydim,
bizzat Kureyşli değildim. Seninle birlikte bulunan muhacirlerin çoluk
çocuklarını ve mallarını koruyacak yakın akrabaları vardır. Ben de
Kureyşlilerle arkabalığım olmasa bile onlara yakınlarımı himaye etmelerine
sebep olacak bir iyilik yapmak istedim. Ben bu işi dinimden irtidat ederek
yapmadım. İslâm'dan sonra küfre razı olarak da yapmadım." Bunun üzerine
Peygamber (s.a.), "Bu size doğru söyledi" diye buyurdu. Hz. Ömer
Peygamber (s.a.)'den onu öldürmek üzere izin istediyse de ona izin vermedi.
Dediler
ki: Yüce Allah'ın, "Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de
düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara sevgi ile (haber) ulaştırırsınız.
Halbuki onlar haktan geleni inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a iman etmeniz
sebebiyle peygamberi ve sizi çıkarmışlardı..." (Mümtahine, 60/1) ayeti bu
hususta nazil olmuştur.
Yani,
"Müminler müminleri bırakıp kâfirleri veliler edinmesin" ayeti Hâtıb
b. Ebi Beltea olayı dolayısıyla nazil olmamıştır. Ancak bu ayet-i kerime ile Hâtıb
kıssası hakkında nazil olan buyruklar, kâfirleri veli edinmeyi yasaklama
noktasında ortak bir muhtevaya sahiptir.
Bununla
birlikte bu iki ayet-i kerime ve benzeri ayet-i kerimeler Müslümanlar ve
Müslüman olmayanlar arasında bir takım andlaşma veya ittifakları
yasaklamamaktadırlar. İsterse bu andlaşma ya da ittifak Müslüman olmayanların
menfaatine olsun. Çünkü Peygamber (s.a.) şirkleri üzere devam etmelerine
rağmen Huzâahlarla andlaşmada bulunmuştu.
Bu
konudaki ayet-i kerimeler, aynı şekilde Müslüman olmayan ve harbî de olmayan
kâfirlere karşı gerçekte ve bâtında küfürlerine razı olmamak kaydıyla, sevgi
beslemeyi, iyi davranışta bulunmayı da yasaklamamaktadır. Müslüman olmayan
kimselerle Müslümanların kamu menfaatine zarar getirmeyen özel herhangi bir
işte karşılıklı ilişkide bulunmaya yahut onunla beraber davranmaya ya da
güvenmeye de engel değildir. Bunun delili ise şu ayet-i kerimelerdir:
"Olur ki Allah onlardan düşmanlık ettiklerinizle sizin aranızda yakın bir
dostluk meydana getirir. Allah Kâdir'dir, Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Sizinle
din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik
yapmanızı ve kendilerine adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü
Allah adaletle davrananları sever. Allah ancak sizinle din konusunda savaşmış,
sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarmay . yardım. ı olmuş kimseleri veli
edinmenizi yasaklar. Kim onları veli edinirse işte onlar zalimlerin ta
kendileridir. " (Mümtahine, 60/7-9).
Müslümanlara
eziyet etmiş yahut yurtlarından çıkartılmalarına yardımcı olmuş ya da Filistin
gibi İslâm topraklarının bir kısmını gasbetmiş harbî kâfirlere gelince,
bunları veli edinmek caiz değildir; aksine az önce geçen ayet-i kerime
dolayısıyla bunlara düşmanlık etmek vaciptir.
2- Ayet-i kerimede savaşta kâfirlerin, bizzat savaşa katılmak şeklindeki
yardımlarını almanın caiz olmadığına delil vardır. Malikî mezhebinin kimi
alimleri de bu görüştedir. Çünkü Peygamber (s.a.) Müslim'in Hz. Aişe'den rivayetine
göre Bedir günü arkasından gelen birisine şöyle demiştir: "Geri dön! Ben
müşrik bir kimsenin yardımını asla almam." Çünkü böylelerinin hainliklerinden
emin olunmaz. Zira dinleri onları zaruret içerisinde olmaları daşında her zaman
için kötülük yapmaya itebilir.
Dört
mezhebe tabi olanların çoğunluğu ise kâfir bir kimsenin kâfire karşı yardımını
almanın caiz olduğunu kabul ederler. Şu şartla ki bu kâfirlerin Müslümanlar
hakkında iyi bir kanaat sahibi olması gerekir. Şafiîlerin bunu ayrıca ona
ihtiyaç duymakla da kayıtlamışlardır. Çünkü Peygamber (s.a.) Müslim'in rivayet
ettiğine göre Huneyn günü Hevazinlilere karşı savaşmak üzere Safvan b.
Ümeyye'den yardım almıştır. Huzâahlar da Mekke'nin fethi yılı Peygamber (s.a.)
ile yardünlaşmıştır. Münafıklardan olan Kuzman ise Uhud günü ashab-ı kiram ile
birlikte -müşrik olduğu halde- savaşa çıkmıştı. "Geri dön, ben müşrik bir
kimsenin yardımını almam" hadisi ise, Hz. Peygamberin Kaynukalı Yahudilerin
yardımım alıp onlara ganimetten pay ayırdığını bildiren delilleri ile
neshedilmiştir.
3- Ayet-i kerimede aynı zamanda takiyye yapmanın meşru olduğuna delil
vardır. Takiyye ise düşmanlardan gelecek zarara karşı canı yahut namusu veya
malı korumak için zahiren farklı görünmek ve davranmaktır.
Gerçek
şu ki, takiyye din düşmanı ile mal, eşya ve yöneticilik gibi dünyevî maksatlar
için düşmanlık besleyen düşmanın durumuna göre iki türlüdür.
Birinci
tür takiyye: Dinini açığa vurma gücünü ve hakkını bulamayan bütün müminler
hakkında söz konusudur. Böyle bir durumda olan müminin buradan dinini açığa
vurabileceği bir yere hicret etmesi icap eder. Şayet musta-zaf kimselerden ise
-bunlar küçük çocuklar, kadınlar ve acizlerdir- o takdirde küfür diyarında
kalması ve zaruret miktarı zahiren kâfirlere muvafakat göstermesi caizdir. Bununla
birlikte dini uğrunda çıkıp kaçmak için çare aramaya da çalışmalıdır. Çünkü
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Melekler kendilerine zulmedenler olarak
canlarını alacağı kimselere, "Ne haldeydiniz?" derler. Onlar,
"Biz yeryüzünde mustazaf (zaafa uğratılmış) kimselerdik" derler.
Melekler, "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oraya hicret edeydiniz
ya!" diyeceklerdir. İşte onlar barınakları cehennem olanlardır, o ne kötü
bir dönüş yeridir. Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan bir yol
bulamayan mustazaflar müstesnadır. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini
affedeceğini umabilirler. Allah çok affedicidir, çok mağfiret edicidir."
(Nisa, 4/97-99).
O
takdirde zahiren kâfirlere uygun davranmaya bir ruhsat vardır. Kalbinde olanı
olduğu gibi açıklaması ise azimettir. O takdirde ölürse şehittir. Buna delil
ise şu rivayettir: Museylemetül-Kezzab Resulullah (s.a.)'ın ashabından iki
kişiyi yakaladı. Bunlardan birisine, "Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna
şahitlik eder misin?" diye sorunca o, evet dedi. Daha sonra, "Peki
benim Allah'ın rasulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorunca, yine,
evet dedi. Bunun üzerine o kişiyi bıraktı. Arkasından ikinci kişiyi çağırdı,
ona da şöyle dedi: "Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik eder
misin?" Adam, evet dedi. Bu sefer ona, "Peki benim Allah'ın rasulü
olduğuma şahitlik eder misin?" deyince adam, "Ben sağırım" diye
cevap verdi. Aynı sözü üç defa tekrarladı, daha sonra da boynunu vurdu. Bu
durum Resulullah (s.a.)'a ulaşınca şöyle buyurdu: "Şu öldürülene gelince,
o doğruluğu ve yakîni üzere geçip gitti. Fazilet olanı yaptı, ona ne mutlu!
Diğerine gelince, o da Allah'ın ruhsatını kabul etti, onun da bir sorumluluğu
yoktur."[90]
ikinci
tür takiyye: Bu, mal ve benzeri şeyler sebebiyle düşmanlıktır. İlim adamları
düşman yurdundan böyle bir kimsenin hicret etmesinin vücubu hususunda farklı
görüşlere sahiptir. Bir kısmı, "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye
atmayınız." (Bakara, 2/195) ayeti gereğince hicret etmesi vaciptir, der.
Diğer bir sebep ise malı zayi etmenin yasaklanmış olmasıdır. Çünkü Peygamber
(s.a.) Ahmed'in, İbni Mace dışında Sünen
sahiplerinin ve İbni Hibban'ın Said b. Zeyd'den rivayetlerine göre şöyle
demiştir: "Malı uğrunda öldürülen kimse şehittir." Diğerleri ise
böyle bir kimse için hicret vacip değildir, derler. Çünkü onlara göre bu
dünyevî maslahattır, bunun dine bir zararı yoktur. Fakat tercih edilen yine
kendisinin ya da akrabalarının telef olmalarından veya namusuna el
uzatılacağından korkulursa hicretin vacip olacağı görüşüdür.
4- Sevgi, velâ ve uygun davranış açıklamak suretiyle insanları idare etmek:
Eğer bu, başkalarına bir zarar vermiyor ise, aynı şekilde dinin asıllarına
aykırı da değilse caizdir. Şayet öldürülmek, hırsızlık, yalan şahitlik gibi
başkalarına zarar vermeye götürüyorsa caiz değildir. Hasan-ı Basrî der ki:
Kıyamet gününe kadar insan için takıyye yapmak caizdir, fakat öldürmede takıyye
olmaz.
5- Allah'ın gazabından ve cezasından her zaman sakınmak gerekir. Böylelikle
insan masiyetlerden uzak ve arınmış kalabilir, Rabbine yaklaştırıcı amelleri
daha çok arttırmaya gayret gösterir. Kıyamet gününde kendisine faydalı olacak
olanlar bunlardır. Her insan amelinin karşılığını görecektir; hayırsa hayır,
şer ise şer.
6- Allah'ın bilgisi geniş ve kapsamlıdır. Küçük veya büyük olsun O her şeyi
bilir. Ruhların içinde gizlenenlerden de açıklananlardan da haberdardır. İnsan
kalbinde olanı ister açığa vursun, ister gizlesin O'nun için fark etmez. Şüphesiz
Allah onu eksiksiz bütün incelikleriyle bilir. Böyle veya şöyle olması onun için
önemli değildir.
[91]
31-De
ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve «ünahlanmzı
bağışlasın. Allah Ga- für'dur.Rahîm'dİr.''
32-
De ki: "Allah'a ve Rasulüne itaat
etten yüz çevirirlerse muhakkak
Allah da kâfirleri sevmez.
"Muhakkak
Allah da kâfirleri sevmez" buyruğunda lafza-i celâl, zamir olarak değil
de açıktan isim olarak kullanılmıştır. Bundan kasıt ise insan ruhunda ilâhî
heybeti, tazimi yerleştirip pekiştirmektir.
"Seviyorsanız...
sizi sevsin" buyrukları arasında mümasil cinas, "meğer ki onlardan
gelecek bir zarardan korunmuş olasınız." (28. ayet) ile
"Günahlarınızı bağışlasın" ve "Gafûr'dur" buyruklarında
mugayir cinas vardır.[92]
"Eğer
siz Allah'ı seviyorsanız..." Sevgi (muhabbet), kendisinde idrak ettiği
bir mükemmellik dolayısıyla nefsin bir şeye meyletmesidir. İbni Arefe der ki:
Araplara göre sevgi, bir şeye doğru kasıt duyarak onu istemek demektir.
el-Ezherî der ki: Kişinin Allah'ı ve Rasulünü sevmesi, onlara itaat edip
emirlerine uymasıdır. Allah'ın kulları sevmesi ise, mağfiret etmek suretiyle
onlara nimet ihsan etmesidir. Yüce Allah, "muhakkak Allah kâfirleri
sevmez" diye buyurmaktadır. Yani onlara mağfiret etmez demektir,
"bana uyun ki Allah da sizi sevsin" Yani size amellerinizin sevap ve
mükâfatını versin, "ve günahlarınızı bağışlasın." Günahlarınızı ve
yaptığınız boş (batıl) işleri affetsin.
"De
ki: Allah'a ve Rasule itaat edin." Size emrettiği tevhidi yerine getirin.
"Eğer yüz çevirirlerse" yani itaati kabul etmeyip çağrına olumlu
karşılık vermezlerse "muhakkak Allah da kâfirleri sevmez." Yani
onları cezalandırır.
[93]
31.
ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbnül-Münzir Hasan-ı Basrî'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamberimiz döneminde bazı kimseler,
"Allah'a yemin ederiz ya Muhammed, gerçekten bizler Rabbimizi seviyoruz"
dediler. Bunun üzerine Allah da "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana
uyun ki..." ayetini indirdi.
Muhammed
b. Cafer b. ez-Zübeyr de dedi ki: Bu ayet-i kerime Necranlılar-dan gelen heyet
hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hz. İsa hakkında söylediklerinin Allah'a
sevginin ifadesi olduğunu iddia etmişlerdi.
İbni
Abbaş da demektedir ki: Yahudilerin "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz"
demeleri üzerine Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi. Bu ayet-i kerime nazil
olunca, Resulullah (s.a.) onu Yahudilere sundu. Onlar da bu ayeti kabul
etmediler.
Durum
ne olursa olsun, ayet-i kerimede hitap Allah'ı sevdiğini, yani ona itaat edip
emrini uyguladığını iddia edip Resulullah (s.a.)'a uymayan herkesi kapsayan
genel bir hitaptır.
İbni
Kesir der ki: O ayet-i kerime Allah'ı sevdiğini iddia edip Hz. Muham-med'in
yolunu izlemeyen herkesin aleyhine hüküm vermektedir. Böyle bir kimse bu
iddiasında yalancıdır. Kişi şeriata ve nebevi dine bütün söz ve fillerinde tabi
olmadıkça bu iddiasında doğru sözlü olamaz. Nitekim sahih hadiste Resulullah
(s.a.)'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Her kim bizim bu işimize uymayan bir
iş işlerse o reddedilmiştir."
[94]
Allah
müminlere kâfirleri veli edinmeyi yasakladıktan sonra burada da Yüce Allah'ı
sevmenin Rasulüne tabi olmak, onun emirlerini yerine getirmek ve yasakladığı
şeylerden uzak durmak demek olduğunu açıklamaktadır.[95]
Ya
Muhammed! Onlara de ki: Şayet sizler Allah'a itaat ediyor, O'nun sevabını arzu
ediyorsanız Allah'ın bana indirdiği vahye uyunuz. Allah da sizden razı olacak,
günahlarınızı bağışlayacaktır. Yani sizin isteğiniz olan onu sevmekten daha
fazlasını da elde edeceksiniz ki, bu da O'nun sizi sevmesidir ve bu birincisinden
daha büyüktür.
Allah
kendisine itaat edenleri, dinine uyanları bağışlar. Dünyada da ahi-rette de
onlara merhamet eder. O'na itaat ise Rasulüne uymakla olur.
Rivayet
edildiğine göre, "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız..." buyruğu
nazil olunca, münafıkların lideri Abdullah b. Ubeyy şöyle dedi: "Muhammed
kendisine itaati Allah'a itaat gibi değerlendiriyor. Hristiyanlann İsa'yı
sevdiği gibi bizim de kendisini sevmemizi emrediyor." Bunun üzerine Yüce
Allah'ın, "De ki: Allah'a ve Rasulüne itaat edin" buyruğu nazil oldu.
Yani
onlar dedi ki: Emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah'a
itaat ediniz. Sünnetine uymak, onun gösterdiği yoldan gitmek ve izini takip
etmek suretiyle de Rasulüne itaat ediniz. Bu da Yüce Allah'ın size peygamberine
tabi olmanızı farz kıldığını göstermektedir. Çünkü O Allah'ın rasulüdür. Yoksa
durum Hristiyanların İsa (a.s.) hakkında iddia ettikleri gibi değildir.
Kendilerinin
Allah'ın oğulları ve sevdikleri yani Allah'ı seven kimseler olduklarını iddia
ederek gurura kapılıp O'nun çağrısını kabul etmez, yûç çevirip gerisin geri
döner, emrine aykırı hareket ederlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri
cezalandırır, onların fiillerini beğenmez, onları bağışlamaz ve onlara gazap
eder. Çünkü onlar nevalarına uymuş ve dosdoğru dinin gösterdiği hidayet yolunu
terk etmiş olurlar. Bu yol ve yöntem hususunda Peygamber (s.a.)'e muhalefet
etmenin küfür olduğunun, kendisinin Allah'ı sevip ona yaklaşan bir kimse
olduğunu ileri sürse dahi, bu nitelikte olan kimseleri Allah'ın sevmediğinin delilidir.
[96]
Allah'ı
ya da Rasulünü sevmek, İslâm'a tabi olmak, Resulullah (s.a.)'a itaat etmek,
onun şeriatı gereğince amel edip emirlerine uymak ve yasaklarından uzak
durmakla ortaya çıkar.
Resulullah
(s.a.)'ı sevmek, şahsı dolayısıyla değil, Allah tarafından cinlere de insanlara
da gönderilmiş bir peygamber olduğundan dolayıdır. Resulullah (s.a.)'ın
şeriatına uymak el-Verrak'ın da söylediği gibi, samimi sevginin delilidir.
Şairin
dediği gibi:
"Onu
sevdiğini izhar ederken Allah'a asi oluyorsun;
Yemin
olsun ki bu uygun olmayan bir iddiadır.
Ona
duyduğun sevgi samimi ve doğru ise ona itaat edersin,
Çünkü
şüphesiz seven sevdiğine itaat eder."
Selh
b. Abdullah der ki: Allah'ı sevmenin alâmeti Kur'an-ı Kerim'i sevmektir.
Kur*an-ı Kerim'i sevmenin alâmeti Peygamber (s.a.)'i sevmektir. Peygamber
(s.a.)'i sevmenin alâmeti sünnet-i seniyyeyi sevmektir. Allah'ı ve Kur'an'ı
sevmenin, Peygamberi sevmenin, sünneti sevmenin alâmeti ise ahire-ti sevmektir.
Ahireti sevmenin alâmeti ise kendisini sevmektir. Kendisini sevmenin alâmeti
ise dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzettiğinin alâmeti ise yeteri kadar azık
ve asgari ihtiyacandın fazlasını almamaktır.
Müslim
Sahih'inde Resulullah (s.aj'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Allah bir kulu sevdi mi Cebrail'i çağırıp şöyle der: Ben filanı
seviyorum, onu sen de sev. Bunun üzerine Cebrail onu sever. Sonra semada
seslenerek der ki: Şüphesiz Allah filanı sever, siz de onu seviniz. Bunun
üzerine sema ehli o kimseyi sever. Allah bir kula da buğzetti mi Cebrail'i
çağırır ve ben filana buğzediyorum, sen de buğzet der. Bunun üzerine Uz.
Cebrail ona buğzeder. Sonra sema halkına şöyle seslenir: "Allah filana
buğzediyor siz de ona buğzediniz. Sema ehli de ona buğzetmeye başlar, sonra da
yeryüzünde ona buğz (duyguları) yerleştirilir."
[97]
33-
Gerçekten Allah Adem'i, Nuh'u İbrahim ile İmran ailesini âlemlere üstün
kıldı.
34-
Hepsi birbirinden gelmiş tek bir zürriyetti. Allah Semî'dir, Alîm'dir.
35-
Hani imran'ın karısı, "Rabbim, kar-nımdakini azatlı bir kul olarak yalnız
sana adadım. Benden kabul buyur. Muhakkak sen Semî'sin, Alîm'sin" demişti.
36-
Fakat onu doğurunca, "Rabbim ben bunu kız doğurdum" dedi. Halbuki Allah
onun ne doğurduğunu daha iyi bilir. Erkek ise kız gibi değildir. "Ben
adını Meryem koydum. Ben onu da zürriyetini de kovulmuş şeytandan sana
sığındırırım" dedi.
37-
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti. Güzel bir bitki gibi
bitirdi ve Zekeriya'yı ona bakmakla görevlendirdi. Zekeriya ne zaman onun
yanına mihraba girdiyse, yanında bir rızık buluyordu. "Ey Meryem, bu sana
nereden geliyor?" dedi. O da, "Bu Allah'tandır. Şüphesiz Allah dilediğine
hesapsız rızık verir" dedi.
"tek
bir zürriyet" buyruğu daha önce geçen isimlerden haldir. Çünkü bunun
takdiri şöyledir: "Ey Muhammedi İmran'ın karısının... dediğini an."
Yahut da "Semî'dir, Alîm'dir" buyruğuna müteallaktır. O takdirde
anlamı şöyle olur: Allah İmran'ın hanımının..." dediğini çok iyi
işitendir, çok iyi bilendir, (ve kef-felehâ Zekeriyyâ) buyruğunda
"/e" harfi şeddeli okunduğunda "Zekeriya'yı ona bakmakla
görevlendirdi" anlamındadır. Şeddesiz okunduğu takdirde ise "Zekeriya"
fail olduğundan dolayı merfu olur. Anlamı da şöyle olur: Zekeriya ona bakmayı
üzerine aldı.
[98]
"Halbuki
Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir" buyruğu ile "erkek ise kız
gibi değildir" buyruğu işin büyüklüğünü ifade etmek için gelmiş iki ara
cümlesidir.
"Ben
onu da... sığındırırım" buyruğunun müzari (geniş zaman) gelmesi,
devamlılık ve bu işin sürekli yenilenip duracağını ifade etmek içindir.
"Güzel
bir bitki gibi bitirdi" buyruğunda benzetilenin hazf edilip onun gereklerinden
bir şeyin zikredilmesi suretiyle tebeî istiare yoluyla onun güzel bir şekilde
terbiye edilip büyümesini yavaş yavaş büyüyen ekine benzetmektedir.
[99]
"Gerçekten
Allah... İmran ailesini üstün kıldı" seçti.
"Zürriyet"
aslında küçük çocuklar demektir. Bu kelime daha sonra küçük, büyük, bir olsun
çok olsun bütün çocuklar hakkında kulanılmaya başlanmıştır. Burada bunların
biri diğerine benzeyen bir zürriyet oldukları kastedilmektedir.
"Hani
İmran'ın karısı" Fakut kızı Hanne "Rabbim! Karnımdakini azatlı bir
kul olarak" yani dünya meşgalelerinden kurtulmuş, azat olmuş, yalnızca
ibadete ve Beyt-i Makdis'in (Mescid-i Aksa'nın) hizmetine tahsis edilmiş azatlı
bir kul olarak, "yalnız sana adadım benden kabul buyur." yani rıza
ile ve kabul buyurarak onu al.
"Onu
da zürriyetini de kovulmuş şeytandan sana sığındırırım." Yani senin
korumana, himayene veriyorum demektir. Allah'a sığınmak (teavvüz ve isti-aze)
ise O'na sığınmak, O'nun yardımını almak, dua ve umut ile O'nun himayesine
girmek demektir.
"Meryem",
İbranice'de Rabbin hizmetkârı yahut ibadet eden kadın anlamındadır.
"Rabbi
onu güzel bir bitki gibi bitirdi." Durumlarını ıslah edecek şekilde onu
büyüttü/'ue Zekeriya'yı ona bakmakla görevlendirdi." Zekeriya Hz. Davud'un
oğlu Hz. Süleyman'ın soyundandır (hepsine selâm olsun).
"Mihrab"
oda demektir; oturulacak yerlerin en güzelidir. Kitap Ehli tarafından buraya
el-Mezbah adı verilir. Bu ise mabedin ön tarafında üstü çardaklı bir yerdir.
Kapısı vardır ve oraya bir kaç basamaklı bir merdivenle çıkılır. Burada
bulunan kişi de mabedde bulunanlar tarafından görülmez.
"Bu
sana nereden geliyor?" Kıtlık ve kuraklık zamanı olduğundan dolayı bunun
nereden geldiğini hayretle sormuştu. "Allah'tandır." Yani Allah bunu
bana cennetten getiriyor.
[100]
Yüce
Allah kendisini sevmenin Rasulünü de sevmeyi, ona tabi olup itaat etmeyi de
gerektirdiğini, Allah'a itaatin Rasulüne itaat ile birlikte olduğunu beyan
ettikten sonra, Rasuller arasından sevdiği ve beğendiği kimseleri insanlara
Allah'a sevginin yolunu açıklayan kimseler olduklarını ve onların soyundan
gelenleri söz konusu etmesi uygun düşmektedir. Sevginin yolu ise Allah'a iman
ile birlikte Allah'a ve onun şerefli rasullerine itaat etmektir.
[101]
Yüce
Allah bu aileleri yeryüzünün diğer halkı arasından seçtiğini, peygamberliği
onlara vermekle âlemler arasında onları seçkin kıldığını haber vermektedir,
insanların babası Adem'i seçti, onu kendi eliyle yarattı, ona ruhundan üfledi.
Melekleri ona secde ettirdi, eşyanın isimlerini öğretti, onu cennete
yerleştirdi. Daha sonra bu konudaki hikmeti dolayısıyla cennetten yeryüzüne
indirdi, tevbesini kabul etti ve onu seçkin kıldı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sonra Rabbi onu seçti de tevbesini kabul etti ve hidayet verdi."
(Tâ-Hâ, 20/122). Peygamberler ve Rasuller onun soyundan geldi.
Hz.
Adem'den sonra insanlığın ikinci atası Hz. Nuh'u seçti. Hz. Nuh'u yeryüzü
halkına rasul kıldı. İnsanlar putlara ibadet etmeye başlamıştı. Tufan ile
onları boğarak Hz. Nuh'un intikamını puta tapanlardan aldı. Onu ve onunla
birlikte iman edenleri ise o büyük gemide, tufandan helak olmaktan kurtardı.
Yine onun soyundan da pek çok peygamber ve pek çok rasul geldi. Hz. Adem'den
sonra yeryüzündeki insanlara Allah'ın gönderdiği ilk rasul odur. Hz. Nuh
insanlara kızlarıyla evlenmenin, kızkardeşlerle, halalarla, teyzelerle ve sair
yalan akrabalarla evlenmenin haram olduğunu bildirdi.
Allah
İbrahim hanedanını da seçmiştir. Kayıtsız şartsız olarak peygamberlerin
sonuncusu ve insanların efendisi Muhammed (s.a.) de onlardandır. İsmail,
İshak, Yakub ve Esbat (Hz. Yakub'un oğulları ve soylarından gelenler) da
aralarmdandır. Hz. İbrahim'in soyundan da Âl-i İmran'ı (İmran ailesini) seçmiştir.
Bunlar da İsa, onun annesi, İmran kızı Hz. Meryem'dir ki, onun da soyu Yakub
(a.s.)'a kadar uzanır.
Burada
sözü geçen "İmran" dan kasıt, Hz. İsa'nın muhterem validesi Hz.
Meryem'in babasıdır. Onun da geriye doğru soyu şöyledir: İmran, Yaşim, Mişa,
Hazkiya, ibrahim. İbran'ın nesebi Hz. Davud'un oğlu Süleyman'a (ikisine de
selâm olsun) kadar uzanır. O halde Hz. İsa, Hz. İbrahim soyundandır.
Allah
bunları seçmiş, insanların en seçkinleri kılmış, nübüvvet ve risalet ile
şereflendirmiştir. O halde onlar tek bir zürriyet ve tek bir sülâleye mensupturlar.
Fazilet, meziyet, din ve birbirlerine yardımcı olmak hususunda birbirlerine
benzerler. İbrahim hanedanı olan ismail, İshak ve onların soyundan gelen
çocukları Hz. İbrahim'in soyundan gelirler. Hz. İbrahim Hz. Nuh'un, Hz. Nuh da
Hz. Adem'in soyundandır. Âl-i İmran ise, Musa, Harun, İsa ve onu annesi de Hz.
İbrahim, Hz. Nuh ve Hz. Adem soyundan gelirler. Bunlar bütün insanlar
arasından seçilmiş, hepsine üstün kılınmıştır. Çünkü onlar insanların en
seçkinleridir. Muhammed (s.a.)'e gelince: Onun mertebesi seçilme mertebesinin
de üstündedir. Çünkü o Allah'ın habibi ve rahmetidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik." (Enbiya, 21/107).
Bütün peygamberler rahmet için yaratılmışlardır. Muhammed (s.a.) ise bizatihi
rahmet olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı onun yaratılması insanlar için bir
emandır, güvenlik ve esenliktir. Nitekim Hz. Peygamber, Hakim ve İbni Asakir'in
Ebu Hureyre'den yaptığı rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Ben ancak hediye
olarak verilmiş bir rahmetim." Hz. Peygamber bizatihi kendisinin
Allah'tan gelen bir rahmet olduğunu haber vermektedir. "Hediye olmuş"
ifadesiyle ise Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir hediye olduğu beyan
edilmektedir.
Burada
sözü geçen zürriyet, "Biz ona İshak ile Yakub'u bağışladık. Her birisine
hidayet verdik..." (En'am, 6/84-87) buyruğunda Hz. İbrahim'den söz edilirken
adı anılan kimselerdir.
Peygamberler
arasında özellikle bunların anılması, bütün peygamber ve rasullerin onların
soyundan gelmiş olmasındandır. Allah kulların sözlerini işiten Semî'dir,
onların niyetlerini, kalplerinde olanları çok iyi bilen Alîm'dir.
Fâkûd
kızı Hanne adını taşıyan ve Hz. Meryem'in anesi olan İmran'ın hanımı -ki
çocuğu olmayan kısır bir hanımdı- çocuk sahibi olmayı arzu edince, Yüce Allah'a
kendisine çocuk bağışlaması için dua etmiş ve Allah onun duasını kabul etmişti.
Hamile kaldığından emin olunca şöyle demişti: Rabbim ben karnımda olan yavrumu
yalnız senin zatına halis olmak üzere, sana ibadet etmek ve Beytülmakdis'e
hizmet etmek üzere adıyorum. Böyle bir adak onların şeriatında caiz idi.
Çocuğa da bu adağa itaat etmek düşerdi. Allah'a bu adağını kabul etmesi için
dua etti. Zaten O, her sözü ve bütün duaları işitendir. Bu sözlerin sahibi
olan kimselerin niyet ve ihlâsmı çok iyi bilendir. Bu ise O'nun bir lütuf ve
ihsanı olarak duayı kabul etmesini gerektirir. Ancak İmran'ın hanımı karnındaki
yavrunun erkek mi, dişi mi olduğunu bilmiyordu. Adak, mükellefin Allah
tarafından vacip kılınmamış ve yapmakla yükümlü tutmadığı bir takım ibadetleri
kendisine vacip kılmasıdır. Böyle bir ibadet, kişi kendisini o ibadetle
mükellef tutmadıkça bağlayıcı olmaz.
Dikkat
edilecek olursa Yüce Allah'ın ilkin "İmran ailesini" tamlamasında
kastettiği Hz. Musa'nın babasıdır. Daha sonra sözünü ettiği "İmran'ın
karısı" tamlamasında ise kastettiği kişi Hz. Meryem'in babasıdır. İkisi
arasında yaklaşık bin sekiz yüz yıllık bir zaman vardır.
İmran'ın
hanımı kız çocuk doğurunca üzüntü ve kederle dedi ki: Ben kız çocuk doğurdum.
Halbuki Beyt'in hizmetine ancak erkekler kabul edilir. Zira kadınlar, ayhali
olur, doğum yapar; bu sebeple orada hizmet için müsait değildir. Allah ise ne
doğurduğunu ve doğurduğu yavrunun makamını en iyi bilendir. Bu ifadeler,
dişinin şanını yükseltmektedir. Onun temenni edip istediği erkek ise dişi gibi
değildir, yani ibadet ve Mescid-i Aksa'ya hizmet hususunda, güç ve gayreti
bakımından ona benzemez. Aksine bu dişi onun umduğu erkekten daha hayırlıdır.
"Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir" buyruğu Yüce Allah'ın sözleri
arasındadır. Burada geçen, "(bimâ vedaat) ne doğurduğunu" buyruğu
"(bimâ vada'tü) ne doğurduğumu" diye de okunmuştur. O takdirde bu
yüce Allah'ı tazim ve tenzih kasdıyla İmran'ın hanımının söylediği bir söz
olur.
"Erkek
ise kız gibi değildir" buyruğu sözü geçen anlamıyla Allah'ın söylediği
bir buyruktur. Bunun İmran'ın hanımının sözlerinden olması da mümkündür. O
bunu Mescide hizmet maksadına uygun olmayan kız doğurduğundan dolayı Rabbine
mazeret beyan etmek üzere söylemiştir. Çünkü kız, avret olması (sakınması ve
korunmasının lüzumu) sebebiyle hizmete elverişli değildir.
İmran'ın
hanımı dedi ki: "Ben buna Meryem yani Rabbin hizmetkârı adını verdim.
Hayırdan kovulmuş şeytanın şerrinden ben onu senin himayene veriyorum. Senin
onu korumanı diliyorum, onu gözetmeni niyaz ediyorum. Hem onu, hem onun
soyundan gelecek olanı -ki o da İsa (a.s.) dır- şeytandan ve şeytanın onların
üzerinde baskı kurmasına karşı korumanı dilerim." Allah onun bu duasını
kabul etti. Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayetlerine göre Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bütün Ademoğullanna annesi tarafından
doğurulduğu gün şeytan dokunur. Meryem ve onun oğlu müstesna."[102]
Yani şeytan, etkilemek suretiyle, doğan her çocuğu azdırmayı arzular. Bundan
tek istisna Meryem ve onun oğludur.
Allah,
Hz. Meryem'i annesinden en güzel bir şekilde kabul buyurdu. Onun yalnızca ve
halisen ibadete, Beytülmakdis'in hizmetine adanmasına -küçüklüğüne ve
dişiliğine rağmen- razı oldu. Durumlarını düzeltecek şekilde hem maddî hem
ruhî yönlerini kapsayacak tarzda üstün bir terbiye ile büyüttü. Tıpkı
zi-raatçilerin sulayarak, gübreleyerek, sürerek ve çevresindeki zararlı otları
kopararak güzel bitkileri güzel olan bir arazide yetiştirmeleri gibi.
Teyzesinin
kocası ve güzel ahlâk ve takvasıyla tanınan Zekeriya'yı Hz. Meryem'in bakımıyla
ve onun işlerini görmekle -gençlik çağına, büyüme çağma gelinceye kadar-
görevlendirdi. Yüce Allah onu, faydalı bilgi ile salih bir amel edinsin diye
Hz. Zekeriya'nın himayesine vermeyi takdir buyurdu.
Hz.
Zekeriya Meryem'in yanına mihraba (ibadet ettiği yüksekçe odaya) girdiği her
seferinde etrafında oldukça bol rızık görürdü. O zamanda bulunmayan pek çok ve
türlü yiyecekleri yanında bulurdu. Tabiîn müfessirlerinden bir topluluğun
dediğine göre yanında kış mevsiminde yaz meyvesini, yaz mevsiminde de kış
meyvesini görürdü. Ona, "Ey Meryem bu sana nereden geliyor?" diye
sorardı. O sıralarda kıtlık ve kuraklık günleri yaşanıyordu. Hz. Meryem ona
şöyle dedi: "Bu birini ötekine müsahhar kılmak suretiyle bütün insanları
rızıklandıran Allah'tan gelmektedir. Şüphesiz Allah kullarından dilediğini
hesapsızca rızıklandırır." Bunun (Yani Allah... sözünün) Hz. Meryem'in
sözü olduğu söylenmiştir; yeni bir cümle olması da caizdir. İşte Hz. Zekeriya'nın
gördüğü bu durum, Allah'a dua edip çocuk istemesine sebep teşkil etti.
[103]
Müşrikler,
peygamberimiz Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini kendileri gibi bir insan
olduğundan, Kitap Ehli de İsrailoğulları'ndan olmadığından dolayı inkâr
ediyorlardı. Allah onlara şöyle cevap vermektedir: Muhakkak Allah insanlığın
atası Adem'i, ikinci atası Nuh'u seçtiği gibi, onların soyundan İbrahim
ailesini, İbrahim ailesinden de İmran ailesini seçmiştir. îmran ailesi ise Hz.
İbrahim'in torunu İsrail'in (Hz. Yakub'un) soyundandır. Bu şekilde seçme
yetkisi Allah'a ait olduğuna göre Araplar arasından bir peygamber seçme yetkisi
de O'na aittir. Muhammed (s.a.) Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'in soyundandır.
Anlatılan
bu kıssa Arabî peygamber Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ispatlamak ve
peygamberliği İsrailoğullanna münhasır kabul eden Kitap Ehlinin iddiasını
çürütmek için gelmiştir. Diğer taraftan "peygamberin insan olmaması
gerekir" şeklindeki müşriklerin şüphelerini de çürütmek içindir. Halbuki
peygamber, ancak bizzat kendilerine peygamber gönderilenlerin cinsinden olur.
Bu
kıssada Hz. İsa'nın peygamberliğine delil olan harikulade bir olay vardır.
Çünkü kendisi alışılmışın aksine yaşı ilerlemiş, kısır bir kadından doğdular.
Beytülmakdis'te dişi olduğu halde hizmet etmesi kabul edilmişti. Ta ki onun
tertemiz yaşayışı, oğlunun Allah'ın ruhu ve kelimesi olduğunun alâmeti olsun
diye.
Yüce
Allah'ın, "Ben adını Meryem koydum" buyruğu çocuğun doğduğu günü
adının konulmasının caiz olduğunu göstermektedir. Bu bizden öncekilerin
şeriatıdır. Sünnet-i seniyyede Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen
Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğu da bunu pekşitirmektedir: "Bu gece benim
bir oğlum oldu, ben ona babamın adı olan İbrahim adını verdim."
Yüce
Allah'ın kabul buyurduğu doğacak çocuğunu ve onun soyundan gelecek olanları
şeytanın etkisinden korumasına dair yaptığı duanın etkilerinden bir tanesi de
Hz. İsa'nın şeytanın saptırma ve aldatmalarına karşı Allah tarafından
korunmasıdır. Nitekim Yüce Allah diğer peygamberleri de şeytanların vesvese ve
tahakkümünden korumuştur. Şeytan peygamberlere, Allah'ın gerçek dostlarına
türlü fesat ve aldatmalarla çoğu defa.saldırmak istemiş, ancak Allah şeytanın
arzusuna karşı onları korumuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki senin, benim kullarımın üzerinde herhangi bir tasallutun
yoktur." (İsra, 17/65).
Âdet
dışı olarak Hz. Meryem'in yanında çokça rızkın bulunması İbni Ke-sirtn de
belirttiği gibi
[104]
evliyanın kerametine delildir.
[105]
38-
Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim bana senin tarafından çok temiz
bir zürriyet bağışla. Muhakkak ki sen duayı hakkıyla işitensin."
39- O mihrapta durmuş namaz kılarken melekler
ona seslendi: "Muhakkak Allah sana Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı,
bir efendi, nefsini sakındıran ve salihlerden bir peygamber olmak üzere
Yahya'yı müjdeliyor."
40- Dedi ki: "Rabbim gerçekten bana
ihtiyarlık çatmış iken ve karım da kısır iken benim nasıl olur da bir oğlum
olur?" Böyle. Allah ne dilerse yapar" diye buyurdu.
41- "Rabbim bana bir ayet ver" dedi.
Buyurdu ki: "Senin ayetin işaretle hariç, insanlarla üç gün
konuşmamandır. Rabbini çok zikret, sabah ve akşam teşbih et."
"(hünâlike)=Orada"
kelimesi aslında mekân zarfıdır. Fakat burada zaman zarfı olarak
kullanılmıştır. Bu ayet-i kerimede her ikisi hakkında yani hem mekân hem zaman
hakkında kullanıldığı da söylenmiştir. Bu zarf Hz. Zekeriya'nın duası ile
alâkalıdır. Yani, "Zekeriya o vakit dua etti" demektir. Arapça'da bu
şekilde bir kullanım mümkündür. Bu kelimenin hem zamanı hem mekânı ifade etmesi
muhtemeldir. Yüce Allah'ın, "İşte orada o vakit (hünâlike) velayet (yardım
ve dostluk) ancak hak olan Allah'ındır." (Kehf, 18/44) buyruğunda olduğu
gibi.[106]
"Melekler
ona seslendi." Burada seslenen Hz. Cebrail'dir. Ondan çoğul diye söz
edilmesi, onu tazim etmek içindir. Çünkü Hz. Cebrail onların velisidir.
"Sabah
ve akşam" buyruğunda tıbâk sanatı vardır. Bu ise lafza bediî güzellik
veren ifade şekillerindendir.
[107]
"Rabbim!
Bana senin tarafından çok temiz bir zürriyef yani salih ve mübarek bir çocuk
"bağışla." Zürriyet, çocuk demektir. Bir kişi hakkında da, pek çok
kişi hakkında da kullanılır. Burada bir kişi hakkında kullanılmıştır, "çok
temiz" yani yaptığı fiilleri temiz ve hoş olan. "Muhakkak ki sen
duayı hakkıyla işitensin" onu işitip kabul edensin. "Allah kendisine
hamdedeni işitti= Sem'ial-lahu limen hamideh" buyruğunda olduğu gibi.
Çünkü duayı kabul etmeyen, işitmeyen gibidir.
"Muhakkak
Allah sana Allah'tan bir kelimeyi doğrulayıcı" yani Hz. İsa'nın Allah'ın
ruhu olduğunu tasdik edici. Çünkü Hz. İsa, Allah tarafından söylenen bir söz
ile var olmuştur. Allah'ın kelimesi (sözü) ise İsa (a.s.)'dır. Ona
"kelime7' denilmesinin sebebi, onun "ol" kelimesiyle yaratılmış
olmasıdır. er-Rabi b. Enes dedi ki: O (yani Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya)
Meryem oğlu İsa'yı tasdik eden ilk kişidir, "efendi (seyyid)" kavmine
efendilik eden ve kendisine uyulan başkan demektir, "nefsini sakındıran
(hasûr)" Süyutî ve başkalarına göre, kadınlardan imtina eden, yani
iffetli ve zahitliği dolayısıyla, iktidar sahibi olmakla birlikte, kadınlara
yaklaşmayan demektir. Başkaları ise şöyle der: Ayıplanacağı şeyleri işlemekten
kendisini çokça sakındıran yahut da günahlardan korunmuş, hiç günah işlemeyen
demektir; adeta günah işleme iktidarı yokmuş gibi. Nitekim Kadı İyad böyle
demiştir, "ve salihlerden bir peygamber" yani onların sulblerinden
gelen bir peygamber. Rivayet edildiğine göre Hz. Yahya hiç bir günah işlemediği
gibi, günah işlemeyi içinden dahi geçilmemiştir, "olmak üzere Yahya'yı
müjdeliyor."
"Dedi
ki: bana ihtiyarlık çatmış iken", yani oldukça yaşlanmış bulunuyor-ken
-120 yaşma gelmişken- "ve karım da kısır olduğu halde" yani 89 yaşma
gelmiş, doğum yapamayan kısır bir kadın olduğu halde "benim nasıl bir
oğlum olur? Böyle." Yani durum bu şekildedir. Yani Allah sizin ikinizden
bir çocuk yaratacaktır. "Allah ne dilerse yapar." Hiç bir şey bu
konuda O'nu aciz bırakamaz.
"Rabbim!
Bana bir ayet", hanımımın hamile kaldığına dair bir alâmet
"ver." Yani bu nimeti şükürle karşılamam için, gerçekleştiği takdirde
kendisi vasıtasıyla hanımımın hamile kalacağı zamanı bana bildirecek bir alâmet
ver.
"Senin
ayetin işaretle hariç insanlarla üç gün konuşmamandır." Yani elle yahut
başla veya azalarla bir işaret dışında, Yüce Allah'ı zikretmek müstesna,
insanlarla konuşmaktan uzak durmandır. İşaretle konuşmaya "kelâm=konaşma"
denilmesinin sebebi, söz ile anlatılmak isteneni ifade etmesi ve sözün anlattığını
anlatmasıdır. "Sabah", tan yerinin ağarmasından kuşluk vaktine kadar
ve "akşam" ise zeval vaktinden gece vaktine kadar "zikret."
Buna göre "sa-bah-akşam" ifadesi gündüzün ilk ve son vakitlerini
kapsamaktadır.
[108]
Hz.
Zekeriya Hz. Meryem'in durumunu, kendisini ibadete verişini, Yüce Allah'ın ona
bol rızık ihsan edip lütfetmesini görünce, Rabbine onun gibi Hz. Yaküb soyundan
gelen salih bir evlat bağışlaması için dua etti.
Ayet-i
kerime aynı şekilde insanın oğlunun ve eşinin hidayete iletilmesi için
yaratanına niyaz edip yalvarmasının, onlara başarı istemesi, hidayete iletilmeleri,
doğruluğa, iffet ve Allah'ın himayesinde olmaları için dua etmesinin, dünyada
da ahirette de onlardan sağlayacağı menfaati daha büyük olsun diye, dini ve
dünyası hususunda ona yardımcı olmaları için Rabbine niyazda bulunmasının
vacip olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Hz. Zekeriya'nın "Rabbim sen
onu razı olduklarından kıl." (Meryem, 19/6) ile, "Bana senin
tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla" diye buyurduğuna dikkat edelim.
Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan
gözlerimizin aydınlığı olan iyi kimseler ver." (Furkan, 25/74).
Resulullah (s.a.) da Hz. Enes'e Buharî ve Müslim'in rivayet ettiğine göre
şöylece dua etmiştir: "Allah'ım, sen ona çokça mal, çokça evlat ver ve
bunları ona mübarek eyle!"
Meleklerin
görevlerinden birisi de Hz. Yahya'nın müjdesini verdiği gibi müjde vermektir.
Peygamberler peygamberlikten önce de sonra da günahlardan, büyük ve küçük
masiyetlerden korunmuşlardır. Peygamberler bazan mubah olan arzulardan da
korunabilir, alıkonulabilirler. Tıpkı Hz. Yahya'da olduğu gibi. O nefsini
sakındıran (kadınlardan uzak duran) bir kimse idi. Bunun onun getirdiği
şeriatın gereği olması ihtimali de vardır. Bizim şeriatımızda ise evlenmek
esastır. Hz. Yahya, Hz. İsa'ya iman edip onu tasdik eden ilk kimse idi. Hz.
Yahya, Hz. İsa'dan üç yaş daha büyüktü. Altı ay daha büyük olduğu da
söylenmektedir.
Hz.
Zekeriya'nın evlat sahibi olmayı uzak görmesi ve buna hayret etmesinin sebebi,
alışılmışa göre kendisi ve hanımı gibi olan eşlerden çocuk olmamasıdır. Yoksa,
Allah'ın kudreti içerisinde olmayacağından dolayı hayret etmemiştir. O nimet
ve lütfün daha da fazlalığına delil olsun diye kendisine bir alâmet verilmesi
talebinde bulunarak nimetinin tamamlanmasını istedi.
Bu
ayet-i kerime, işaretin de konuşma'gibi bir değer ifade ettiğinin delilidir.
Bu sünnet-i seniyyede de çokça görülen bir şeydir. Bunlardan birisi Peygamber
(s.a.)'in siyahi olan bir cariyenin işaretine göre hüküm vermesidir. Ona,
"Allah nerede?" diye sorunca, başı ile semaya işarette bulunmuştu.
Hz. Peygamber de; "Sen bunu azat et, çünkü bu mümindir" demişti.
Böylelikle Hz. Peygamber kanı ve malı koruma sebebi, kendisi ile cennete hak
kazanılan ve ateşten korunulan, dinin aslı olan İslâm'a girmeyi dahi işaretle
caiz kabul etmiş ye tıpkı bunu sözlü söyleyenin İslâm'a girmesine hükmedildiği
gibi o siyahi cariyenin bununla İslâm'a girdiğine hükmetmiştir.
Genel
olarak fukahanın kabul ettiği budur. İmam Malik der ki: Dilsiz bir kimse işaret
ile hanımını boşadığını ifade etse bu yerini bulur. Şafiî ise hastalanıp da
konuşamaz hale gelen kimse hakkında bunun hanımına ric'at yapması ve hanımını
boşaması hususlarında dilsiz gibi olduğunu söylemiştir. Ebu Ha-nife de der ki:
Eğer işaretinin ne anlama geldiği biliniyor ise böyle bir işaret hüküm ifade
eder. Eğer o işaretin anlamı hakkında şüphe varsa batıldır. Ancak bu hüküm
kıyasa göre verilmiş değildir, istihsana göre verilmiş bir hükümdür.
Hz.
Zekeriya kendisini konuşmaktan alıkoyan bir rahatsızlık sebebiyle
ko-nuşamamıştı. Söz konusu bu rahatsızlık ise sağlıklı olmasına rağmen
konuşa-mama rahatsızlığı idi. Yüce Allah'ı zikretmekten ise alıkonulmamıştı.
Allah ona dili tutulmuş olmakla birlikte, içinden zikri terk etmemesini
emretmişti. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî der ki: Eğer bir kimseye Allah'ı terk
etme izni verilmiş olsaydı, Yüce Allah'ın şu buyruğundan da anlaşıldığı gibi
bu konuda Hz. Zekeriya'ya müsade edilmesi gerekirdi: "İşaretle hariç
insanlarla üç gün konuş-mamandır. Rabbini çok zikret..." Diğer taraftan
Yüce Allah'ın şu buyruğundan da anlaşıldığı gibi, savaşan kimseye savaş
esnasında da Allah'ı anmamak için ruhsat vermesi gerekirdi: "Bir topluluk
ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve çokça Allah'ı anın." (Enfal,
8/45).
Aynı
şekilde namaz da terk olunmaz. Çünkü yüce Allah'ın, "Teşbih et!"
buyruğu, "Namaz kıl" demektir. Nitekim namazda yüce Allah'ın her
türlü kötülükten tenzihi söz konusu olduğundan dolayı ona "subha"
adı verilmiştir.
[109]
Hz.
Zekeriya Kur'an-ı Kerim'de En'am, Meryem ve Enbiya surelerinde sekiz defa
zikredilmektedir. Hz. Yahya'nın babası Hz. Zekeriya'nın dinî hizmetlerde bir
payının olduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten o Lâvîlidir. Hz. Meryem'in teyzesinin
kocasıdır.
Hz.
Zekeriya, Allah'ın göz kamaştırıcı ayetlerini, Hz. Meryem'e lütuflannı ve
ummadık yerden onu nzıklandırmasını görünce Rabbine İsrailoğulları'nın işlerini
yürütecek iyi, temiz ve mübarek bir zürriyet ihsan etmesi için dua etti. Çünkü
o şeriata sıkı sıkıya bağlı olmayan yakınlarının, onların başlarına geçmelerinden
ve bununla ağır bir imtihana tabi tutulmalarından korkuyordu. Hanımı Hz.
Yahya'ya gebe kaldı. Yüce Allah da ona Hz. Yahya'nın peygamber olacağı
müjdesini verdi: Bu alâmet ise üç gün süre ile insanlarla konuşamayacağı idi
ve ona ancak işaretle konuşabileceği haberini bildirdi. Hz. Zekeriya ile onun
oğlu Hz. Yahya aynı olayda öldürüldüler.
[110]
Hz.
Yahya da Kur'an-ı Kerim'de Âl-i İmran, En'am, Meryem ve Enbiya surelerinde
olmak üzere dört yerde zikredilmektedir.
Hz.
Zekeriya'nın Elisabat (Elizabet) adındaki hanımı Hz. Meryem'in Hz. İsa'ya gebe
kaldığı sırada Hz. Yahya'ya hamile kalmıştı. Hz. Yahya dünyaya geldi ve Hz.
Musa'nın şeriatını çok iyi bilen bir kişi olarak yetişti. Döneminde şeriatın
hükümlerine dair fetva soran herkesin çok önemli bir başvuru kaynağı idi.
Hirodos,
Filistin yöneticilerinden birisi idi. Onun erkek kardeşlerinden birisinin
Hirodia adında oldukça güzel bir kızı vardı. Onunla evlenmek istedi.
Kız
da annesi de bunu arzulamışlardı. Ancak Hz. Yahya böyle bir evliliğe razı
olmadı, çünkü haramdı. Kızın annesi, amca ile yeğeninin zifafa girmesi için
fir-sat kolladı. Gelini süsleyerek amcasının önünde oynamasını sağladı. Amcası
da buna çok sevindi ve kendisinden neyi arzu ederse istediğini yerine
getireceğini söyledi. Kız annesinin ona verdiği akla uyarak ondan, bu
evliliğine razı olmayan Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya'nın başını bu tabak
içinde görmek istediğini söyledi. Yönetici olan amcası onun bu isteğini yerine
getirdi. Hz. Yahya'yı öldürdü.
Hz.
Yahya gençliğinden beri en mükemmel bir şekilde salah ve takva sahibi olarak
yetişti. Otuz yaşma varmadan önce gençlik çağında ona peygamberlik verildi.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz ona hükmü (peygamberliği)
çocuk iken verdik." (Meryem, 19/12). Hz. Yahya insanları günahlardan
tev-be etmeye çağırıyor ve onları bunun için Ürdün nehrinde yıkıyor, yani
vaftiz ediyordu. Hz. Mesih'i de o vaftiz etmiştir. O bakımdan Hristiyanlar ona
"Vaftiz-ci Yuhanna (Yahya)" derler. Hz. Yahya öldürülünce Hz. Mesih
peygamberlik davetini açıktan yapmaya ve insanlara öğüt vermeye başladı.
[111]
42-
Hani melekler, "Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti. Seni arındırdı ve
seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı" demişlerdi.
43-
"Ey Meryem, Rabbine itaat et, rükû edenlerle beraber rükû et."
44-
Bunlar sana vahyettiğimiz gayb ha-
Onlar
Meryem'i hangi alacak diye kalemlerini
zaman sen yanlarında değildin ve onlar çekişirlerken de sen yanlarında
değildin.
"Hani
melekler... demişlerdi" buyruğunda kasıt Hz. Cebrail'dir. Mutlak olarak
bütün melekler anılıp onların birisi kastedildiğinden dolayı mecaz-ı mürseldir.
"Seni
seçti, seni arındırdı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı" buyruğunda
"seni seçti" lafzı ile "Meryem" lafzının zikredilmesi itnâb
kabilindendir.
[112]
"Hani
melekler" Hz. Cebrail "ey Meryem!" Meryem, onların dillerinde,
"ibadet eden kadın" demektir. Onun için hayırlı olması dileği ile bu
isim verilmişti. "Şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı."
Ayhalinden, lohusalıktan, erkeklerin el değdirmesinden ve kötü huylardan,
"ve seni âlemlerin" döneminin "kadınlarına üstün kıldı."
Birinci seçme, yalnızca Beytül-Makdise hizmet etmesi için kabul edilmesidir.
Oysa bu hizmet erkeklere hastır. İkinci seçme (üstün kılma) ise kendisine erkek
dokunmaksızın bir peygamber doğurma özelliğidir. Bu ise onun böyle bir iş için
yaratılmış olup hazırlandığı anlamındadır. Ayrıca Yahudilerin ona yaptıkları
iftiradan temiz olduğuna dair ilâhî bir kanıttır.
"Ey
Meryem! Rabbine itaat et." Kunut, boyun eğmekle birlikte itaat etmek
demektir. "Secde et." Ona karşı açıktan açığa zilletini göster,
"rükû edenlerle beraber" yani namaz kılanlarla birlikte "rükû
et." namaz kıl. Sücud ve rükûdan kasıt, onun gerektirdiği haldir. Bu ise
ibadette alçakgönüllülük göstermek ve huşu duymaktır.
"Bunlar
sana vahyettiğimiz..." Vahiy, kendisine vahyolunan kimseye gizli bir
hususu bildirmektir. Vahiy Kur'an-ı Kerim'de bir kaç anlamda kullanılmıştır:
Burada, görüldüğü gibi, Hz. Cebrail'in peygamberlere sözü anlamındadır.
"Onlara vahyederiz" ifadesi de böyledir. "Musa'nın annesine
vahyettik." (Kasas, 28/7) buyruğunda olduğu gibi, ilham anlamında da
kullanılır. "Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir." (Zilzal, 99/5)
buyruğunda olduğu gibi istenen manayı telkin etmek anlamında; bir de,
"Onlara sabah akşam teşbih ediniz diye vahyetti." (Meryem, 19/11)
buyruğunda olduğu gibi, işaret etmek anlamında kullanılmıştır, "gayb
haberlerindendir." Senin için gayb olan haberlerdendir.
"Onlar
Meryem'i hangisi himayesine alacak diye kalemlerini" yani kura çekmek için
kullandıkları ve kalem gibi sivriltilmiş kura oklarını. Bunlara ok adı verilir
(siham). Ezlam ise hem kura çekiminde kullanılan, hem de kumar oynamak için
kullanılan okların adıdır, "attıkları zaman yanlarında değildin."
"ve onlar çekişirlerken" yani onu himayelerine almak hususunda
birbirleriyle tartışırlarken "deyanlarında değildin."
[113]
Yüce
Allah yaşlı bir baba ile kısır bir anneden Hz. Yahya'nın dünyaya gelmesi
kıssasını zikrettikten -ki bu harikulade bir olaydır- sonra hemen Hz. İsa'nın
babasız olarak doğması kıssasını zikretmektedir. Bu ise birincisiden daha da
gariptir. Kıssadan amaç ise Hz. İsa'nın ulûhiyetini iddia eden Hıristiyanların
kanaatini reddetmektir. Onun Hz. Meryem'den doğuşu, insan olduğuna delâlet
etsin diye zikredilmektedir.
[114]
Melekler
Hz. Meryem'e çokça ibadeti, zühdü, şerefi, kederlerden, vesveselerden, kötü
huylardan ve olumsuz sıfatlardan arındırılmış olması (ki bu da manevî bir
anndımadır) sebebiyle Allah'ın onu seçtiğini haber verdi, ikinci bir defa
olarak ay hali olmamak, lohusa olmamak, erkekle birlikte olmaksızın doğum
yapmak gibi maddî kirlerden arındırılmak suretiyle de seçildiğini, çağdaşı olan
diğer kadınlara üstün kılındığım belirtti. O halde Hz. Meryem kirlerden, ay
hali, lohusalık ve buna benzer kir ve pisliklerle, maddî ve manevî beşerî kusur
ve eksikliklerden arındırılmıştır. Ay hali olmayan Hz. Fatımatü'z-Zehra da onun
gibiydi. Bu bakımdan Hz. Fatıma'ya "ez-Zehra" unvanı verilmiştir.
Ey
Meryem, Allah'a boyun eğerek itaatten ayrılma! Allah'a huşu duyarak secde et!
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde bulunanlar
yalnız O'nundur. Hepsi O'na boyun eğerler." (Rum, 30/26). Secde etmek,
alçakgönüllülüğünü arz etmek, rükû etmek ise eğilmek demektir. Secde ve
rü-kûdan kasıt ise, bunların ifade ettiği ibadette alçakgönüllülük göstermek ve
huşu duymaktır.
Hz.
Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Meryem'in haberlerine dair sana bildirmiş olduğumuz
bu haberler, senin kavminden herhangi bir kimsenin de haberdar olmadığı gayb
haberlerindendir. Bunlar sana Ruhul-Emin olan Hz. Cebrail vasıtasıyla
vahyettiğimiz bilgilerle öğrendiğin şeylerdir. Bu bunların senin
peyga-merliğinin sıhhatine delil olsun, sana karşı inat edenleri susturucu bir
belge olsun diyedir.
Ayrıca,
Hz. Peygamberin buna dair bilgilerinin Yüce Allah tarafından gelen vahiyle
olduğunu da ispat etmektir. Kendisine öğretilen iki şey vardır: Birincisi Hz.
Meryem kıssası, diğeri ise Hz. Zekeriya kıssasıdır.
İmran'ın
hanımı gelip Meryem'i Beytül-Makdis'e bıraktığı vakit oradaki alimler de onu
himayelerine alıp ona hizmet etmek için birbirleriyle yarıştıklarında sen
orada değildin. Çünkü Meryem onların efendilerinin, büyüklerinin kızıydı. Bu
konuda kura çekmeye koyuldular. Kura Hz. Zekeriya'ya çıktı ve onu himayesine
aldı.
Onlar
ancak kuradan sonra ittifak etmişlerdi. Bu kıssayı sen de, senin kavmin de -sen
de onlar gibi ümmî olduğundan dolayı- bilmediğine göre, o halde senin bunu
bilmek için tek bir yolun kalıyor; o da Allah'tan sana gelen vahiy yoluyla
bilmek. O tartışmalara tanık olmayı ise Yüce Allah inkarcılarla alay etmek
üzere nefyetmiş bulunmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir:
"Bunlar bizim sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan
evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." (Hud, 11/49).
Onların
iddia ettikleri gibi Hz. Peygamber'e bu bilgileri bir insanın öğrettiğine
gelince, bunu da Yüce Allah şu buyruğu ile reddetmektedir: "İnkâra saparak
o Kur'an'ı nispet ettikleri kimsenin dili Arapça değildir. Bu ise apaçık Arapça
bir dildir." (Nahl, 16/103). Dili Arapça olan ise, daha önce okumamış, yazmamış,
ümmî peygamberdir.
Bu
ayet-i kerime Hz. Nuh'un kıssası hakkında söz konusu edilen şu ayet-i kerimeyi
andırmaktadır: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları
bundan önce ne sen biliyordun, ne de kavmin." (Hud, 11/49). Aynı şekilde
Hz. Musa ile Hz. Şuayb kıssasından sonra zikredilen şu ayet-i kerimeye de
benzemektedir: "Biz Musa'ya emri vahyettiğimiz vakit sen (Tufun) batı
tarafında değildin." (Kasas, 28/44).
[115]
Ayet-i
kerime, ez-Zeccac ve başkalarının sözlerine göre Hz. Meryem'in bütün âlemlerin
kadınlarına üstün kılındığını, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre ise
çağdaşı olan kadınlara üstün kılındığını göstermektedir. Hz. Meryem'in seçilip
üstün kılındığı iki defa tekrar edilmektedir. Çünkü birincisindeki mana ibadet
için seçildiğini, ikincisi ise Hz. İsa'nm annesi olarak seçilmiş olduğunu
ifade etmektedir.
Ahmed
b. Hanbel ve Ebu Davud dışında Kütüb-ü Sitte sahipleri Ebu Musa'dan şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Kadınlardan ise İmran kızı
Meryem ile Firavun'un karısı Asiye'den başka kemale eren olmamıştır. Aişe'nin
sair kadınlara üstünlüğü ise tiritin sair yemeklere olan üstünlüğü gibidir."
Kemale
ermek, bir şeyin nihaî noktasına ulaşmak, tamam olmak demektir. Her şeyin
kemali kendisine göre değişir. Mutlak kemal ise yalnızca Yüce Allah'a aittir.
Şüphesiz insan türünün en mükemmelleri peygamberlerdir. Daha sonra Allah'ın
gerçek dostlarını oluşturan sıddıklar, şehitler ve salihler gelir.
Sahih
rivayet ile -Tirmizî ve İbni Merdûveyh'in Ebu Hureyre ve Enes b. Malik'ten
rivayetlerine göre- Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Âlemlerin
hayırlılarının en hayırlıları dört tanedir: İmran kızı Meryem, Firavun'un hanımı
Muzahim kızı Asiye, Huveylid kızı Hatice ve Muhamed'in kızı Fatıma." Bir
başka rivayette de şöyle denilmiştir: "Meryem'den sonra cennet ehli
kadınlarının efendisi Fatıma ve Hatice'dir." İşte bu hadis-i şerifler Hz.
Meryem'in faziletine ve Ruhul-Kudüs'ün onunla konuştuğuna, ona göründüğüne ve
gömleğinin yakasına üflemek için ona yaklaştığına, onun da Rabbinin
kelimelerini tasdik ettiğine delildir. Bundan dolayı Yüce Allah indirdiği
Kitabında ona "sıddıka= doğrulayıcı kadın" sıfatını vermiş ve şöyle
buyurmuştur: "Ve onun annesi sıddı-kadır." (Maide, 5/75); "Ve o Rabbinin
kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O itaat edenlerdendi." (Tahrim,
66/12).
Ayet-i
kerime Hz. Meryem'in çokça ibadet ettiğine, çokça huşu sahibi olduğuna, rükû
ve secde ettiğine, durup dinlenmeksizin güzel amel işlediğine delâlet
etmektedir. Bütün bunlar ise, dünya hayatında çekeceği bir mihnete, dünya ve
ahirette yüksek bir makama çıkmaya onu hazırlayan hususlardır.
Yüce
Allah'ın, "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" buyruğu,
Hz. Muhammed'in peygamberliğinin delilidir. Çünkü Yüce Allah ona önceki kitapları
okumadığı halde, Hz. Zekeriya ile Hz. Meryem'in kıssasını bildirmiştir ve o da
insanlara bunu haber vermiştir. Kitap Ehli de onun verdiği bu haberi tasdik
etmiştir. Burada vahyetmek Allah'ın Peygamber (s.a.)'e rasul olarak bildirmesi
demektir.
Yüce
Allah'ın, "Meryem'i hangisi himayesine alacak diye kalemlerini attıkları
zaman sen yanlarında değildin" ayetini Maliki ilim adamlarından bazıları
kura çekmenin kullanılabileceğine bir delil olarak göstermişlerdir. Bu aynı zamanda
paylaştırmada adaleti isteyen herkes için şeriatımızda bir esastır. Getirdikleri
delil açısından birbirlerine eşit seviyede bulunan kimseler arasında adaleti
uygulamak, kalplerini huzura kavuşturmak ve paylaştırmayı üstlenen kimse
hakkındaki zanm ortadan kaldırmak ve eğer paylaştırılan şey aynı türden ise
taraflardan birisinin ötekinden daha fazla almasını önlemek için Kitap ve
Sünnete tabi olarak kura çekmek fukahanın cumhuruna göre bir sünnettir. Ebu
Hanife ve arkadaşları ise kura ile amel etmeyi kabul etmezler ve buna dair varit
olmuş hadisleri reddederler. Onlara göre bu, Yüce Allah'ın yasakladığı fal
oklarına benzemektedir. Ancak bu konuda varit olmuş rivayetler ve sünnetten
delillerle onlara cevap verilmiştir. Ebu Ubeyd der ki: Peygamberlerden üçü kura
ile amel etmiştir. Bunlar Hz. Yunus, Hz. Zekeriya ve peygamberimiz Muhammed
(s.a.)'dir. Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Eğer insanlar ezan okumakta ve birinci safta ne gibi hayırların olduğunu
bilecek olsalar, sonra da bunu elde etmek için başka bir yol bulamazlarsa hiç
şüphesiz kura çekeceklerdi.^ Peygamber (s.a.) de yolculuğa çıkmak istediği
zaman hanımları arasında kura çekerdi.
Yine
ayet-i kerime, teyzenin büyük anne dışında sair yakın akrabalardan hadaneye
(annesi vefat etmiş çocuğun bakımına) daha bir hak sahibi olduğunu
göstermektedir. Nitekim Peygamber (s.a.) de Emetullah adını taşıyan Hz.
Hamza'nın kızı hakkında bu şekilde hüküm vermiş ve onu Hz. Cafer'e vermişti.
Hz. Cafer ise onun teyzesi ile evli bulunuyordu. Tirmizî, Buharî ve Müslim'in
el-Bera'dan rivayetine göre Hz. Peygamber, "Teyze anne makamındadır"
buyurmuştur.
Hz.
Zekeriya, Beytül-Makdis alimlerine şöyle demişti: Onu bana veriniz, çünkü onun
teyzesi benim hanımımdır. Ancak bunu kabul etmemişler ve Tevrat yazdıkları kalemleriyle
kura çekmişlerdi. Kura Hz. Zekeriya'ya çıktığı için onu himayesine almıştı.
Kura
nasıl gerçekleşti? İmran'ın hanımı yani Meryem'in annesi karnında bulunan
yavruyu Beytül-Makdis'in hizmetine adayınca onu alıp hizmetçilere getirdi. Her
birisi onu himayesine almak istedi ve bunun için kura çektiler. Hz. Meryem de
Hz. Zekeriya'nın payına düştü. Yüce Allah'ın da, "Ve Zekeriya'yı ona
bakmakla görevlendirdi." (Âl-i İmran, 3/137) diye buyurduğu gibi, Hz. Zekeriya
onun işlerini görmeyi üstlendi.
Bazı
ilim adamları der ki: Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de Meryem dışında adıyla
hiç bir hanımı söz konusu etmeyişindeki hikmet, Hristiyanlarm ileri sürdüğü
"O -haşa- Allah'ın zevcesidir* şeklindeki iddialarını üstü kapalı bir şekilde
reddetmektir. Çünkü Azim olan bir kimse herkesin önünde hanımının adını
zikretmekten haya eder. Diğer bir sebep de babası olmadığından dolayı Hz.
İsa'yı ona nispet etmek içindir. Bundan dolayı bir sonraki ayet-i kerimede Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Onun adı Meryemoğlu Mesih İsa'dır."
1-
Ahmed, Buhari, Müslim ve Nesaî'nin rivayet ettiği sahih bir hadistir.
[116]
45-
Hani melekler, "Ey Meryem, muhakkak Allah kendinden bir kelime ile seni müjdeliyor.
İsmi Meryem oğlu Mesih İsa'dır. Dünyada ve ahirette şanı yüoedlr ve ° en
yakınlardandır da» dediler.
46-
"Ve o beşikte İken de yetişkin iken de insanlarla konuşacaktır. O salihlerdendir."
47-
Dedi ki: "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olabüirT
Buyurdu ki: "Öyledir. Allah neyi dilerse yaratır, bir işe hükmedince ona
"ol" der, o da oluverir."
48-
Ona kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil'i öğretecek.
49-
Ve İsrailoğuları'na peygamber olarak (gönderecek ve onlara diyecek ki:)
"Şüphesiz ben size Rabbinizden bir ayet ile geldim. Size bir kuş gibi bir
şey yapar ona üfürürüm. Allah'ın izniyle o derhal bir kuş olur. Allah'ın izniyle
«ımHatı doğma körü, alacalıyı iyi eder ve ölüyü diriltirim. Evlerinizde
yediğinizi ve biriktirdiğinizi size haber veririm. Elbette bunda sizin için
bir ayet vardır, eğer iman edenlerden iseniz."
50-"
"Ve benden önce inen Tevraf ı tasdik edici olarak ve size haram olan bazı
şeyleri size helâl înimafc için geldim. Size Rabbinizden bir ayet ile de geldim.
Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin."
51-
Muhakkak Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O*na ibadet
edin. Dosdoğru yol işte budur."
"Bana
bir beşer dokunmamışken..." Bu ifade, cimadan kinayedir.
"Ve
size haram olan bazı şeyleri size helâl kılmak için." Burada " helâl
kılmak, ve "haram olan" lafızları arasında tıbâk vardır.
[117]
"Kendinden
bir kelime..." Bundan kasıt Hz. İsa'dır. Ona kelime denilmesinin sebebi
"ona ol der, o da oluverir" buyruğu gereğince var olmuş olmasıdır.
"Mesih",
İbraniceden alınmış bir kelimedir. Aslı Mesiha'dır. Çünkü Hz. İsa berekete ya
da peygamberlerin bulandığı yağa bulanmış idi. Bu da hoş kokulu bir yağdı. İsa
da İbranicede Ye'su'dan Arapçalaştınlmış bir kelimedir.
"Dünyada"
peygamberlik ile "ve ahirette" ise şefaat ve yüksek derecelerle
"şanı yücedir." yüksek bir makam ve şeref sahibidir. Allah nezdinde
"o en yakınlardandır."
"...yetişkin
iken..." Olgun adam demek olup bununla daha çok kırk ve daha fazla yaşma
basmış olanlar kastedilir.
"Bir
işe hükmedince" onu yaratmak isteyince "ona ol der, o da
oluverir."
"Ona
Kitabı" yazı yazmayı, "hikmeti" faydalı bilgiyi. Hikmet,
hükümlerin inceliklerini, teşriin sırlarını kavrama basiretidir.
"Tevrat'ı" Hz. Musa'ya, "İncil'i" Hz. İsa'ya vahiy ile
bildirilen kitabın adıdır, "öğretir."
"Bir
kuş gibi birşey yapar." O'na suret veririm (ayette yaratmak anlamında
"halk" kökünden gelen kelime kullanılmıştır). "Halk" ise
muayyen ölçüde bir şeye suret vermek ve onu meydana getirmek demektir. Bu
kelime yoktan var etmek ve icad etmek anlamına gelmez.
"Ekmeh"
anadan doğma kör demektir. "Abraş" ise uğursuzmuş gibi kabul edilen
derideki beyazlıktır.
[118]
Yüce
Allah Hz. İsa'nın yakınları olan Hz. Zekeriya ile Hz. Yahya'nın kıssasını,
onun annesinin kıssasını zikrettikten sonra, Hz. İsa'nın kıssasının ve doğuş
keyfiyetinin söz konusu edilmesi uygun düşmektedir.
[119]
Ya
Muhammed, kavmine meleklerden Hz. Cebrail'in "Ey Meryem, Allah sana
Allah'ın kelimesi olarak nitelenen İsa'yı müjdeliyor" Yani biz sana tarafımızdan
yaratılacak, bir çocuğun müjdesini veriyoruz, dediği zamanı hatırlat! Bu Hz.
İsa'nın olağan dışı bir şekilde yaratıldığını ifade etmek içindir. O bakımdan
böyle bir niteliği hak etmiştir. Esasında bütün varlıklar Hz. İsa'nın yaratılmasının
akabinde Yüce Allah'ın "Allah bir işe hükmedince ona 'ol' der, o da hemen
oluverir." (Yasin, 36/82) diye belirttiği şekilde var olmuştur; bütün kâinat
Allah'ın tek bir sözü ile var edilmiş olmakla birlikte, örfen yaratılmış başka
şeyler normal sebeplerine nispet edilirler. Hz. İsa'nın hakkında "Allah'ın
kelimesi" tabirinin kullanılması mecazî bir ifadedir. Yüce Allah'ın
"Ve o Meryem'e bıraktığı onun kelimesidir." (Nisa, 4/171) buyruğunda
olduğu gibi.
Burada
meleklerden kasıt, Hz. Cebrail'dir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Derken biz ona ruhumuzu gönderdik. Ona tam bir insan oğlu şeklinde
göründü." (Meryem, 19/17). Burada "melekler" diye çoğul olarak
Hz. Cebrail'den söz edilmesi onun sair meleklerin başı oluşundan dolayıdır.
Onun
adı Mesih'tir. Zulmü kaldırmak, insanları hidayete iletmek, aralarında gerçek
kardeşliği yaygınlaştırmak için gelmiştir. Hz. İsa'nın hükümdarlığı bedenî
değil, ruhanî idi. Mesih onlara göre meleğin lakabıdır. O bakımdan bu kelime
övücü lakaplardandır. Kurtubî de der ki: Bu, sıddık (doğru sözlü) demektir.
Hitap
Hz. Meryem'e olmakla birlikte "Meryem'in oğlu" denilmesinin sebebi,
Hz. İsa'nın babasız doğması sebebiyle ona nispet edildiğine işarettir. Bu niteliğinin
her zaman için zihinlerde yer eden değişmez bir vasıf olarak devam etmesi, onu
ilâhlaştıranların görüşlerini reddetmek, ayrıca Hz. Meryem'in yüksek makamına
açıklık getirmek ve onun şanını yükseltmek içindir.
Hz.
İsa, ona tabi olanlar ve müminler nezdindeki yüksek mevkisi dolayısıyla
dünyada insanlar arasında, ahirette kıyamet gününde de Yüce Allah'a
ya-kmlaştırılanlar arasında yer almakla üstün bir şeref sahibidir.
Yine
beşikte süt emen bir bebek iken, gençliğinde ve olgun bir adam olduğu
zamanlarda insanlarla oldukça makul ve dengeli konuşma özelliğine de sahip
olacaktır. Bu ise Hz. İsa'nın eksiksiz bir insan olacağına işarettir. İbni
Ab-bas der ki: Onun beşikteki konuşması, Yüce Allah'ın bize anlattığı şekilde
bir anlıktı. Bundan sonra konuşma vakti gelene kadar bir daha konuşmadı.
Âde-ten beşikte iken konuşan kimse yaşamaz idi.
O,
aynı şekilde Allah'ın kendilerine peygamberlik, istikamet ve düzgün bir hal
sahibi olmakla nimet ihsan ettiği salih kimselerdendir. Sözü geçen niteliklere
sahip Hz. İsa'nın müjdesi Hz. Meryem'e verilince, hayret ve şaşkınlıkla dedi
ki: Benim kocam yokken nasıl oğlum olabilir? Yüce Allah ona şu şekilde cevap
verdi: İşte bu, çocuğun babasız yaratılması şeklindeki bu hayret verici yaratma
gibi, Allah dilediğini yaratır. Gökleri ve yeri yaratmıştır O. Adem'i topraktan
babasız ve annesiz yaratmıştır. Aslında bütün varlıkları zahirî bir sebep
olmaksızın yaratmıştır. Hz. Zekeriya ve oğlu Hz. Yahya kıssasında Yüce
Allah'ın, "Böyle. Allah ne dilerse yapar." (Âl-i İmran, 3/40) ve Hz.
İsa'nın yaratılması kıssasında "Öyle. Allah neyi dilerse yaratır"
diye Duyurulmasının sebebi şudur: Hz. Yahya'nın yaşlanmış bir koca kandan
yaratılması âdeten diğer insanların var edilmesine benzemektedir. O bakımdan
onun hakkında "yapmak" tabiri kullanılmıştır. Hz. İsa'nın
yaratılıması ise babasız olarak, bir anneden doğum yoluyla gerçekleşmiş
alışılmışın hilâfına bir yaratmadır. Hatta onun bu yaratılışı mutlak ilâhî
kudret ile olmuştur. Bu, Hz. Yahya'nın yaratılmasından daha açık ve beliğ bir
ifade taşır. O bakımdan normal bir sebebe bağlı olmaksızın yaratıldığından
dolayı, Hz. İsa'da yaratmak, icat etmek, yoktan var etmek tabirinin
kullanılması uygun düşmektedir.
Daha
sonra buna uygun düşecek ve tekit edecek ifadelerle şöyle buyurmaktadır: O bir
şeyi yaratmayı diledi mi ona "ol" der, o da oluverir. Buradaki
emirden kasıt, tekvini emirdir. Yüce Allah'ın, "Namazı kılınız''
buyruğunda ve benzerlerinde olduğu gibi teklifi emir değildir. Bu buyruk, Yüce
Allah'ın azametini, O'nun emir ve iradesinin yerini bulduğunu, istediğini
çabucak gerçekleştirdiğini zihinlerin anlayabileceği şekilde bir açıklamadır.
Yoksa Allah'ın dilediğini var etmesi, "ol" harfleri arasındaki
mesafeden de daha hızlıdır. Bu buyruk Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimesini de
hatırlatmaktadır: "Sonra göğe yöneldi. O duman halinde idi. Ona ve yere
"isteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. İkisi de, "İsteyerek
geldik" dediler." (Fussilet, 41/11) Ortada Hz. İsa'nın yaratılmasından
daha olağan dışı başka bir yaratma daha vardır. O da Hz. Adem'in babasız ve
annesiz yaratılmasıdır: "Muhakkak İsa'nın misali Allah nezdinde Adem'in
misali gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da
oluverdi." (Âl-i İmran, 3/59)
İşte
alışılmışın dışındaki bu yaratma halleri, Allah'ın mutlak kudretine ve akıllara
hayret verecek yaratıklarla varlığı tamamlama iradesine açık bir delildir.
Hz.
İsa'nın niteliklerinden bazısı şunlardır: Allah ona yazı yazmayı, insanı
hareketli kılan ve işlerini sonuçlandırmaya sevk eden hükümlerin sırlarını gösteren
faydalı bilgiyi, Hz. Musa'ya indirilmiş olan Tevrat'ı ve kendisine vahyolu-nan
İncil'i öğretmiştir.
O,
İsrailoğulları'na gönderilmiş ve risaletinin doğruluğuna delil olan birtakım
ayetlerle desteklenmiş bir rasuldür. Sözü geçen bu ayetler (mucizeler) şunlardır:
1- Çamurdan yaptığı kuşun canlanıp uçması. O, kuş şekline benzer muayyen
ölçüde çamurdan bir suret yapmıştır. Yoksa çamurdan yeni bir şekil meydana
getirmemiştir. Yaptığı bu cisme üfler ve o Allah'ın kudret ve iradesiyle bir
kuş oluverir; Hz. İsa'nın kendi kudret ve iradesiyle değil. Çünkü o böyle bir
şeye güç yetiremeyen bir yaratıktır.
Rivayet
edildiğine göre Hz. İsa'dan bir yarasa yaratmasını istediler. O da çamur aldı,
onu şekillendirdi ve ona üfledi. Bu cisim gözleri önünde uçan bir kuş oluverdi.
Gözlerinden kaybolur kaybolmaz ölü olarak düşüverdi. Böylelikle hâlikle
mahlûkun fiili birbirinden ayırt edilmiş ve mutlak kemalin Yüce Allah'a ait
olduğu bilinmiş oldu. Vehb (b. Münebbih) dedi ki: İnsanlar ona baktıkları
sürece uçuyor, gözlerinin önünden kayboldu mu ölüp düşüyordu. Böylelikle onun
yaptığı ile Allah'ın yarattığı birbirinden ayırt edilmiş oldu.
2,3- Anadan doğma körü, abrası iyileştirmesi ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltmesi.
Özellikle bu iki hastalığın zikredilmesi, doktorların onları tedavi etmekte
acze düşmüş olmalarındandır. Şunu da bilelim ki, Hz. İsa zamanında tıp ileri bir
dereceye ulaşmıştı. Allah da onlara tıp konusunda bir mucize gösterdi.
Pek
çok ilim adamı şöyle demektedir: Allah gönderdiği her bir peygamberi çağdaşı
olan insanlara uygun bir mucize ile göndermiştir. Hz. Musa döneminde Mısır'da
büyücülük çok yaygındı ve büyücüler tazim ediliyordu. Yüce Allah Hz. Musa'yı
gözleri kamaştıran, bütün sihirbazları şaşırtan bir mucize ile birlikte
peygamber olarak gönderdi. Onlar bu mucizenin, istediğini yapan mutlak malik
Allah tarafından gönderildiğini kesin olarak bilince, İslâm'a boyun eğdiler ve
Allah'ın hayırlı kulları arasına girdiler. Hz. İsa da tıbbın ve tabiat
bilimlerinin ileri olduğu bir dönemde peygamber olarak gönderildi. O da
herhangi bir kimsenin -şeriatı teşri buyuran kimse tarafından desteklenmiş
olması dışında-yapamayacağı mucizeleri onlara gösterdi.
Bir
doktor cansıza nasıl hayat verecektir veya anadan doğma körü ve abrası nasıl
tedavi edebilecektir? Kabrinde ölü bulunanı nasıl diriltebilecektir? İşte Hz.
İsa, Azer adında bir arkadaşını, koca karının oğlunu, gümrük memurunun oğlunu
diriltti ve bunlar bir süre yaşadılar, çocukları da oldu. Ayrıca Hz. Nuh'un
oğlu Şam'ı da diriltti ve o hemen öldü.
Aynı
şekilde Muhammed (s.a.) de fasihlerin, beliğlerin ve şairlerin alabildiğine
bol ve edebiyatın ileri noktalarda olduğu bir dönemde peygamber olarak
gönderildi. O da onlara öyle bir kitap getirdi ki, insanlar ve cinler onun bir
benzerini yahut on suresinin yahut bir tek suresinin benzerini getirmek için
bir araya gelecek olsalardı dahi, ebediyyen buna güç yetiremeyeceklerdi.
İsterse bir birlerine yardımcı olarak bu işi birlikte yapmaya çalışsınlar.
Bunun tek sebebi şudur: Aziz ve Celil olan Rabbin sözü, hiç bir zaman
mahlûkatın sözüne benzemez.
4- Hz. İsa onlara demişti ki: "Ne yediğinizi ve daha sonraki zamanlar
için evlerinizde neleri saklayıp neleri koruduğunuzu da haber veriyorum."
Peygamberlerin
gaybden haber vermesi ile müneccim ve kâhinlerin haber vermesi arasında şu fark
vardır: Peygamber başka herhangi bir şeye dayanmaksızın doğrudan Allah'ın
bildirmesiyle haber verir. Kâhin ve müneccim ise türlü hileli yollara ve
yıldızlar, cinler ve bazı insanlar kullanarak ve bir takım bilgi vasıtalarına
baş vurarak bu işi yaparlar.
İşte
benim bunları yapmam, -eğer sizler Allah'ın göz kamaştırıcı ayetlerini doğrulayan,
O'nun tevhidini ve her şeye güç yetiren kudretini kabul eden kimseler iseniz-
risaletimin doğruluğunun kesin belgeleri, delilleridirler.
5- Ben sizlere önceden inmiş Tevrat'ı doğrulayıcı olarak geldim. Onu
nes-hetmek veya hükümlerine muhalefet etmek için gelmedim. Bundan bazı istisnalar
ile Tevrat'ta sizin için ağır olan bazı hükümleri İncil'de Yüce Allah'ın hafiflettiği
başka hükümlerle değiştirerek geliyorum. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ve size haram olan bazı şeyleri size helâl kılmak için
(geldim)." Yani Yüce Allah'ın, "O Yahudilerin zalimlikleri sebebiyle
kendilerine helâl kılınan bir çok temiz şeyleri üzerlerine haram kıldık."
(Nisa, 4/160) buyruğunda işaret edildiği gibi, zalimlikleri sebebiyle
İsrailoğullan'na haram kılınmış bir takım temiz şeyleri helâl kılmak için
geldim, demektir. Denildiği gibi zalimlikleri sebebiyle İsrailoğulları'na haram
kılınanlar arasında balık, deve eti, iç yağları ve cumartesi günü çalışmak da
vardır.
Bunun
dışında kalan hususlarda ben tevhid, öldükten sonra dirilmek, ahlâkî
faziletler gibi dinin esasını teşkil eden hususlarda Tevrat'a uygun şeyler
tebliğ ediyorum. İncil'de Hz. İsa'nın şöyle dediği kaydedilmektedir: "Ben
namusu nakzetmek (yani Tevrat'ın şeriatını kaldırmak) üzere gelmedim. Fakat
onu tamamlamak üzere geldim."
6- Ben size ardı arkasına Rabbinizden doğruluğuma ve risaletimin sıhhatine
belge olacak ayetler getirdim. Bunun tekrar edilmesi tekit için ve takva emrine
esas teşkil etmesi içindir. Getirdiği mucizeler (ayetler) pek çok olduğu halde,
ayetten tekil olarak söz edilmesi, risaletine delil olmak bakımından aynı
türden olduklarından dolayıdır.
Bana
aykırı davranmak hususunda Allah'tan korkunuz. Sizi davet ettiğim şeye -ki bu
da Allah'ın tevhid edilmesidir- bana itaat ediniz. Şüphesiz Allah benim de
Rabimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O'na ibadet ediniz. İşte bütün
peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri dosdoğru, dünya ve ahirette hayırlara
götüren yol budur. Kim bunu bırakıp başka yola saparsa o dalâlet (sapıklık)
içerisindedir.
İşte
bu, risalet görevinin bir özetidir. Bunlar, Allah'tan korkmayı, Allah'a itaati
emretmek, ulûhiyet ve rububiyetin birliğini kapsayan tevhidi kabul etmek,
Allah'a kulluğu, O'na itaati itiraf etmektir. İşte Meryem ve onun oğlu hakkında
apaçık ve doğru olan söz ve yol budur.
Bu
gerçekler İncil'de de vardır. Çünkü İncil'de şu ifadeler yer almaktadır:
"Ben benim de babam, sizin de babanız, benim de ilâhım, sizin de ilâhınız
olana gidiyorum." Baba ise o dilde efendi demektir. Buna delil ise
"Benim de babam, sizin de babanız" ifadesini kullanmasıdır.
Böylelikle onun evlatlığı gerektiren babalığı kastetmediği anlaşılmaktadır.
[120]
Ayet-i
kerimeler, meleklerin Hz. Meryem'e verdikleri ondan şanlı bir evladın doğacağı
müjdesini zikretmektedir. Bu evladın varlığı, Allah tarafından söylenecek bir
söz ile gerçekleşecektir. Yani Allah ona "ol" diyecektir, o da
olu-verecektir. Onun adı Mesih'tir. Ayrıca Allah nezdinde Allah'ın kendisine
vahye-deceği şeriat ve üzerine indireceği kitap ve hikmet ile dünyada da büyük
bir makamı ve şerefi olacaktır. Ahirette de onun büyük bir makam ve şerefi
vardır. Allah katında Allah'ın kendileri hakkında şefaate izin vereceği
kimseler hakkında şefaat edecek, Allah da bu şefaatini kardeşleri ve Ulu'1-azm
olan sair peygamberlerin şefaatini kabul buyurduğu gibi kabul edecektir.
Bu
doğacak evlat, küçüklüğünde de, Allah'ın kendisine vahyedeceği gençlik
zamanlarında da Allah'a hiç bir ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadete davet
edecektir. O, sözü ve ameli salih bir kimsedir. Muhammed b. İshak, Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Küçüklüğünde
İsa ile Cüreyc'in sahibi dışında kimse konuşmadı." Müslim ve İbni Ebi
Hatim'in de Ebu Hureyre'den rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Beşikte yalnızca üç kişi konuşmuştur. Bunlar İsa, Cüreyc
zamanında bir genç çocuk ve bir başka çocuk."
Bu
ifadeler herhangi bir zamanda söylenmiş ve nisbî bir tahdit ifade etmektedir.
Daha sonra bir başka vakitte Allah peygamberine bu konuda vahiy indirmiştir ki
buna göre küçükken konuşanların sayısı yedi tanedir: Hz. Yu-sufun lehine
şahitlik eden kişi, Firavun'un hanımı Maşita'nm yanındaki küçük çocuk, Hz. İsa,
Hz. Yahya, Cüreyc'in yanındaki çocuk, zorbanın yanındaki çocuk, Uhdud
kıssasında sözü geçen çocuk. Bu kıssa sair kitaplarda belirtildiğine göre
kısaca şöyledir: Bir kadın, imanı dolayısıyla ateşe atılmak üzere beraberinde
süt emen çocuğu olduğu halde getirilir. Ateşe atılırken bir tereddüt gösterir.
Çocuk ona, "Anacağım sabret çünkü sen hak üzeresin" der.
Yüce
Allah'ın, "Öyledir, Allah neyi dilerse yaratır" buyruğu Allah'ın emrinin
hiçbir şey tarafından aciz bırakılmayan büyüklüğünün delilidir. Bunu, şu
buyruğuyla tekit etmektedir. "O bir işe hükmedince ona "ol" der,
o da oluverir." Yani hiç bir şekilde geri kalmaz, aksine arada bir süre
geçmeksizin emrin akabinde hemen var olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da onu
hatırlatmaktadır. "Bizim emrimiz ancak bir emirdir. Bir göz kırpması
gibidir." (Kamer, 54/50). Yani biz tekrar gerekmeksizin, ikinci defa
söylemeksizin emrimizi yalnızca bir defa veririz ve bu emir bir göz açıp
kapamak gibi çabucak oluverir.
Ayet-i
kerimeler Hz. İsa'nın özelliklerine, Allah'ın onu kendileriyle desteklediği
olağanüstü mucizelere delâlet etmektedir. Bütün bu mucizeler dolaysız olarak
Allah'ın yaratması ile gerçekleşmiştir. Bunun anlamı ise her gün gördüğümüz,
öğüt ve azametlerden farklı yeni bir sünnetle ortaya çıkmalarıdır.
Hz.
İsa İsrailoğulları'na gönderilmiş rasullerden birisidir. Rivayet edildiğine
göre vahiy ona otuz yaşında iken gelmiştir. Üç yıl peygmberlik yaptıktan sonra
semaya kaldırılmıştır.
Hz.
İsa'nın çağrısı ile sair peygamberlerin çağrılan arasında bir fark yoktur.
Nitekim bu ayet-i kerimeler de bunu açıklamaktadır. O da Allah'tan getirdikleriyle
Allah'a itaat etmeye, Allah'tan korkup takvaya davet etmiştir. Tevhidi, Yüce
Allah'a ibadeti kabul ve itirafı emretmektedir. İşte dosdoğru yol budur. Yani
Yüce Allah'a götüren en yakın ve tek yol budur.
[121]
52-
İsa onların inkârını hissedince, "Allah'a (giden yolda) bana yardım edecekler
kimlerdirr dedi. Havariler, "Al-lah'ın yardımcıları biziz* Allah'a
i""" ettik. Sen de şahit ol ki şüphesiz biz
dediler.
53-
"Rabbimiz, indirdiğine inandık ve peygambere tabi olduk. Artık bizi şahitlerle
beraber yaz."
64-
(İnkarcılar) hileye saptılar. Allah da TıiİAİrfiı-lıkljiıiTin karşılık verdi.
Allah hileye karşılık verenlerin en hayır-lısıdır.
55-
Hani Allah şöyle buyurmuştu: "Ey İsa! Muhakkak ben seni öldürürüm. Seni
kendime yükseltirim. Seni o kâfirler arasından tertemiz edip çıkartırım. Sana
uyanları kıyamet gününe kadar o inkâr edenlerin üstünde tutarım. Sonra
hepinizin dönüşü banadır. İşte hakkında ayrılığa düştüğünüz konularda aranızda
ben hüküm vereceğim.
56-
Fakat o inkâr edenleri dünyada da ahirette de en şiddetli bir azapla cezalandırırım.
Onların hiç bir yardımcıları da yoktur."
57-
İman edip de salih ameller işleyenlere ise onların ecirlerini eksiksiz verecektir.
Allah zalimleri sevmez.
58-
işte bunlar sana okuduğumuz ayetlerden ve hikmetli zikirdendir.
"Hani
Allah şöyle buyurmuştu." Bu takdirî bir fiil ile alâkalıdır. Onun takdiri
de şöyledir: "Muhakkak ben seni öldürürüm, seni kendime yükseltirim."
dediğim zamanı hatırla.
"Sana
uyanları kıyamet gününe kadar o inkâr edenlerin üstünde tutarım." buyruğu
da peygambere hitaptır; ondan önceki ise Hz. İsa'ya hitaptır ya da her ikisi de
(yani bu buyruk ve önceki buyruk) Hz. İsa'ya hitaptır.
[122]
"İsa
onların inkârını hissedince" buyruğunda istiare vardır. Çünkü küfür
hissedilen maddî bir şey değildir. O ancak bilinen ve fark edilen bir iştir.
"Allah
hileye karşılık verenlerin en hayırlısıdır" buyruğu müşakele kabilinden
söylenmiştir. Yani inkâr edenler hileli tuzak kurdukları için aynı kökten gelen
kelimelerle onların tuzaklarının boşa çıkartıldığı ifade edilmektedir. Diğer
taraftan "hileye saptılar" ile "hileye karşılık verenlerin"
buyrukları arasında iştikak bakımından cinas vardır.
"Onların
ecirlerini eksiksiz verecektir" buyruğunda mütekeUim zamirden sonra gaib
zamire bir iltifat (geçiş) vardır. Bu fesahatin çeşitli şekillerde ortaya
konulması içindir.
"Sonra
hepinizin dönüşü banadır" buyruğunda da gaibden muhataba iltifat vardır.
[123]
"İsa
onların inkârını hissedince" yani duyularla idrak edilen şeyleri bilmesi
gibi şüphe söz konusu olmaksızın bilince... Hissetmenin manevî şeylerin idraki
hakkında kullanılması mecazîdir. "Allah'a (giden yolda) bana yardım edecekler
kimlerdir? dedi" Yani Allah ile birlikte bana kim yardımcı olur veya Allah'a
giden yolda benim yardımcılarım kimler olur? Çünkü Hz. İsa onları ya Allah'ın
yoluna veyahut da Allah'ın yardımına kendi yardımlarını da katmaya çağırmıştı.
"Havariler..."
Bir adamın havarisi onun seçtiği yardımcısı demektir. Havariler Hz. İsa'nın
arkadaşları, yardımcıları ve seçkin yalanlarıdır. Havr, saf ve beyaz demektir.
Kalplerinin aklığı ve içlerinin temizliği dolayısıyla bu niteliği almışlardır.
Buharı ile Müslim'de şöyle denilmektedir: "Her bir peygamberin bir
havarisi vardır; benim havarim ise Zübeyır'dir." "Allah'ın
yardımcıları biziz." Allah'ın dininin yardımcıları bizleriz. Hz. İsa'ya
ilk yardım edenler onlardır. Bunlar on iki kişi idiler. "Şüphesiz
Müslümanlarız." Senin bizden istediklerine itaatle bağlı olanlarız
"dediler". "Artık bizi şahitlerle beraber" yani senin
vahdaniyetine rasulünün de doğruluğuna tanıklık edenlerle beraber
"yaz."
"Hileye
saptılar." Hileye sapmak anlamında el-mekr, kendisine tuzak hazırlananın
ummadığı bir yerden gizli yapılan, zarar veren bir tertiptir. Çoğunlukla kötü
tertipler hakkında kullanılır. "Allah hileye karşılık verenlerin en hayırlısıdır."
Bu, tertipleri en iyi bilen ve en iyi tanıyandır. Bu tabir mecazi bir tabirdir.
İsraüoğullan'nın Hz. İsa'ya karşı tertipledikleri fiil, onu aniden suikast-le
öldürecek bir kimseyi görevlendirmek şeklinde idi. Fakat Yüce Allah ona
kastedip öldürmek isteyeni Hz. İsa'ya benzetti, onlar da onu öldürdüler. Hz.
İsa'yı ise semaya kaldırdı.
"Ben
seni öldürürüm." Burada geçen (ve öldürmek anlamı verilen)
"teveffi" bir şeyi eksiksiz ve tam olarak almak demektir. Öldürmek
anlamında daha sonra kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Allah ölümleri vaktinde ruhları alandır (yeteveffâ)." (Zümer, 39/42).
Buna göre bu buyrukta geçen "müteveffîke", seni kabz edecek olan
demektir. "Seni kendime yükseltirim." Dünyadan ölümsüz olarak
kaldırırım. Hz. İsa eğer semaya kaldırıldığında diri ise ayet-i kerimede
takdim ve telıir var demektir. Bunun da takdiri şöyle olur: Ben seni kendime
yükseltirim ve öldürürüm. Atıf harfi olan vav tertibe delâlet etmez. Bunun,
"Ben seni vefat ettiririm. Yani seni kabz edip bana doğru yükseltirim.
Yani benim ikramıma doğru yükseltirim" anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Seni
o kâfirler arasından tertemiz çıkarırım." Uzaklaştırırım. Hz. İsa'nın
kâfirler arasından tertemiz edilmesi ise annesine yaptıkları zina iftirasından
onu uzak tutması, armdırmasıdır. "Sana uyanları" kıyamet gününe kadar
"o inkâr edenlerin üstünde tutarım." Yani senin peygamberliğini
tasdik eden Müslüman Nasranileri seni inkâr eden Yahudilere üstün tutarım.
Buradaki üstünlük ise, hem delil bakımından, hem de kılıç bakımından üstünlük
(yani otorite altına almak) demektir.
"Hakkında
ayrılığa düştüğünüz konularda aranızda ben hüküm vereceğim." Bu Hz. Mesih
ve onunla anlaşmazlığa düşenleri kapsar. Aynı şekilde ona uyanlar ile onu inkâr
edenler arasındaki ayrılıkları da kapsamaktadır.
"O
inkâr edenleri dünyada da" öldürülmek, esir alınmak ve cizye ile
"ahi-rette de" cehennem ateşi ile "en şiddetli bir azapla
cezalandırırım. Onların hiç bir yardımcıları" o azaptan koruyucuları
"yoktur."
"Allah
zalimleri sevmez." Yani onları cezalandırır. "İşte bunlar" Hz.
İsa'ya dair sözü geçen buyruklar, "sana okuduğumuz ayetlerden ve hikmetli
zikirden" sapasağlam kılınmış muhkem zikirden yani Kur'an-ı Kerim'den
"dir."
[124]
58.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Hasan-ı
Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ın yanına
Nec-ran'ın iki rahibi geldi. Onlardan birisi, "İsa'nın babası
kimdir?" diye sordu. Resulullah (s.a.) da Rabbinin emri gelinceye kadar
cevap vermekte acele etmezdi. Bu konuda ona, "İşte bunlar sana okuduğumuz
ayetlerden ve hikmetli zikirdendir" buyruğundan itibaren, "Öyle ise
şüphecilerden olma." (Âl-i İmran, 3/60) buyruğuna kadar olan ayetler nazil
oldu. İleride, "Muhakkak İsa'nın misali Allah indinde Adem'in misali
gibidir" buyruğundan "öyle ise şüphecilerden olma" buyruğuna
kadar olan ayetlerin nüzul sebebine dair açıklamalarda başka rivayetler de
gelecektir.
[125]
Yüce
Allah Hz. İsa'nın bir takım özelliklerini zikrettikten sonra burada kavmini
imana davet edip, bir kısmının iman edip bir kısmının yüz çevirmesini söz
konusu etmektedir. Bu daveti esnasında onlardan çektiği eziyetleri, onu öldürme
kararlarını, kendisini yükseltmek suretiyle onu kurtarmasını, kâfirleri de çok
ağır ve çetin azap ile tehdit edip uyarmasını, salih ameller işleyen müminlere
mükâfat vermesini hatırlatmaktadır. Bunlar Resulullah (s.a.) için bir
tesellidir. Ayrıca tek başına delillerin imana götürmediğini, bununla birlikte
Allah'ın hidayet ve başarı ihsan etmesinin muhakkak gerekli olduğunu
açıklamaktadır.
[126]
Hz.
İsa kavmi olan İsrailoğulları'nın küfür üzere kararlılıklarını, sapıklıklarını
sürdürme isteklerini fark edip bunu kesin olarak anlayınca, davetine iman
edenleri açıktan açığa bilmek istediğinden dolayı, "Allah'a giden yolda
bana kim uyar ve Allah'a sığınarak kim bana yardım eder?" dedi. Zahiren
anlaşıldığına göre o, Allah'ın yoluna davet hususunda benim yardımcılarım
kimler olacak diye sormak istemiştir. Peygamber (s.a>) de hicret etmeden
önce hac mevsimlerinde şöyle sorardı: "Rabbimin kelâmını tebliğ edebilmem
için beni kim barındırır? Gerçekten Kureyşliler Rabbimin sözünü tebliğ etmeme
engel olmaktadır." Hz. Peygamber sonunda Ensarı buldu, onlar onu
evlerinde barındırdılar, yardımcı oldular; sonra o da onların yanma hicret
eti. Onu himayelerine aldılar, düşmanlarına karşı korudular.
İşte
Hz. İsa da kendisine yardım etmek üzere İsrailoğulları'ndan bir grubu ortaya
çıkarmak istedi. Ona iman ettiler, ona yardımcı oldular, onu desteklediler.
Bir diğer ayet-i kerimede ifade edildiği gibi: "Nitekim Meryem oğlu İsa da
Havarilere, "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kim olacak?"
demişti." (Saff, 61/14).
Havariler
yani Ensar ise şöyle dediler: "Allah'ın dininin yardımcıları, senin
davetinin destekleyicileri olan ihlâslı askerleri bizleriz. Allah'ın varlığına,
vahdaniyetine gerçekten iman ettik. Bizim müslüman olduğumuza yani onun
emirlerine boyun eğen, itaatle bağlanan kimseler olduğumuza, bütün dinlerin
ittifakla ortaya koydukları İslâm'ın özüne bağlı olduğumuza tanıklık et."
Daha
sonra Yüce Allah'a şu sözleriyle yakarmaya başladılar: "Rabbimiz,
Kitabından indirdiğin buyruklara iman ettik, onları tasdik ettik. Meryem oğlu
İsa'ya tabi olduk. Sen bizi peygamberlerinin doğru söylediğine tanıklık eden
şahitlerle birlikte yaz." Sözlerinde Hz. İsa'ya uymayı söz konusu
etmeleri, imanlarının sıhhatlerinin bir delilidir. Çünkü iman amel etmeyi
gerektirir.
Daha
sonra Yüce Allah, İsrailoğulları'ndan bir kesimin Hz. İsa'yı öldürmek için
suikast hazırladıklarını haber vermektedir. Bunlar o dönemin kâfir hükümdarına
Hz. İsa'yı insanları saptıran ve onları hükümdara itaat etmekten alıkoyan,
halkı ifsat eden, babayı oğlundan ayıran bir kimse diye jurnalle-diler. Bu ise
Hz. İsa'yı suikastle öldürecek kimseyi görevlendirmek için yaptıklan bir hile
idi. Allah onların bu hilelerini çürüttü, bütün aldıkları tedbirleri boşa
çıkardı. Çünkü hükümdar Hz. İsa'ın yakalanıp asılması ve başkalarına ibret
teşkil edecek şekilde cezalandırılması için tutuklatmak üzere adamlarını
yolladı. Evini çevreledikleri ve artık onu ellerine geçireceklerini sandıkları
sırada evde Hz. İsa'nın yanında bulunanlardan birisini onlara Hz. İsa gibi
gösteren Yüce Allah, onu aralarından kurtardı ve semaya yükseltti.
Yüce
Allah tedbir hazırlayanların en hayırhsıdır. Onun planı en geçerli plandır.
Planını en sağlam, en güçlü yapan O'dur. Onlara zarar vermeye ve hikmetini
tamamlamaya, meşietini (dilediğini) yerine getirmeye kadir olan O'dur. Onları
sapıklıkları içerisinde hor hallerinde bırakır, onlar istediklerimizi elde
ettik ve maksatlarımızı gerçekleştirdik diye inanmaya devam ederler.
Ebu
Hayyan der ki: Bunun (yani Allah'ın hileye karşılık verenlerin hayırlısı
olmasının) anlamı şudur: Hayır sahiplerine lütfuyla, zalimlere ise adaletiyle
karşılık ve ceza veren O'dur. Çünkü O bunu yaparken hakkı yapandır. İnsanlardan
hile yapan (mâkir) ise çoğunlukla batıl bir iş yapıyor demektir.
[127]
Daha
sonra Yüce Allah Peygamberi Muhammed (s.a.)'e hitaben Hz. İsa'yı semaya
yükselttiğini şu sözleriyle hatırlatmaktadır: Ya Muhammed, Allanın İsa'ya,
"Ben senin ecelini eksiksiz olarak tamamlayacağım ve seni bana yükselteceğim"
demişti. Bu, Hz. İsa'ya verilmiş, düşmanlarının hilelerinden ve tedbirlerinden
onu kurtaracağına dair bir müjdesidir.
Bu
ayet-i kerimenin tevili ile ilgili olarak müfessirlerin iki görüşü vardır.
1- Ayet-i kerimede tehir takdim vardır. İfadenin takdiri şöyledir: Seni
kendi katıma yükseltecek, seni inkâr edenler arasından arındırıp temizleyecek,
semadan indikten sora da öldürecek olan benim. Yani Yüce Allah Hz. İsa'yı
cisim ve ruhuyla semaya kaldırmıştır. Ahir zamanda da nazil olacak, İslâm
şeriatıy-la hükmedecek, sonra Allah onun canını alacaktır. Sahih nebevi
hadislerin delâlet ettiği de budur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İsa henüz ölmemiş-tir. Kıyamet gününden önce o size tekrar
dönecektir."
2- Vefat ettirmek, normal bir şekilde öldürmek demektir. Refetmek ise ruhun
ve makamın yükseltilmesi demektir. Bu mekân bakımından bir yükseklik değildir.
Nitekim Yüce Allah İdris (a.s.) hakkında şöyle buyurmaktadır: "Biz onu
yüce bir makama yükselttik." (Meryem, 19/57). Müminler hakkında da şöyle
buyurmaktadır: "Sıdk meclisinden gayet muktedir bir Melik'in yanındadırlar."
(Kamer, 54/55). Buna göre anlam şöyle olur: Ben seni öldüreceğim ve ölümünden
sonra da seni oldukça yüce bir mekânda tutacağım.
İlim
adamlarının çoğunluğu birinci tevili desteklemektedir. Onlardan birisi olan
er-Rabi b. Enes şöyle demektedir: Vefattan kasıt burada uykudur. Yüce Allah'ın
şu buyruklarında olduğu gibi: "Geceleyin sizi öldüren (uyku veren)
O'dur." (En'am, 6/60); "Allah ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini
de uykusunda (ruhunu alır)." (Zümer, 39/42) Resulullah (s.a.) da
uykusundan uyandığı vakit, "Önceden bizi öldürmüş iken bizi tekrar
dirilten Allah'a ham-dolsun." diye dua ederdi. Kurtubî der ki: Sahih olan
Yüce Allah'ın Hz. İsa'yı ölüm ve uyku söz konusu olmaksızın semaya
yükselttiğidir, laberf nin tercih ettiği görüş de, İbni Âbbas'tan gelen sahih
rivayet de budur.
Yüce
Allah Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi ve semaya yükseltilmesini başka ayet-i
kerimelerde de zikretmiştir: "Bir de onların inkârları ve Meryem hakkında
pek büyük iftiralarda bulunmaları ve, "Biz Allah'ın peygamberi Meryem oğlu
İsa Mesih'i gerçekten öldürdük" demeleri sebebiyle kendilerini
cezalandırdık. Halbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Kendilerine
benzeri gösterilmişti. Gerçekten hakkında anlaşmazlığa düşenler onun hakkında
şüphe içindedirler. Onların uydurdukları bir zandan başka ona dair hiç bir
bilgileri yoktur. Onu yakinen öldürememişlerdir. Aksine Allah onu kendi katına
kaldırmıştır. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir. Ehl-i Kitap'tan ölümünden evvel ona
mutlaka iman etmeyecek hiç bir kimse yoktur. O da kıyamet günü aleyhlerinde bir
şahit olacaktır." (Nisa, 4/156-159). Burada, "Ölümünden evvel"
buyruğundaki zamir, Hz. İsa'ya aittir. Yani Kitap Ehli'nden olup da Hz. İsa'ya
iman etmeyecek kimse yoktur. Bu ise kıyamet gününde yere ineceği vakit
gerçekleşecektir. İşte o zaman bütün Kitap Ehli iman edeceklerdir. Çünkü Hz.
İsa cizyeyi kaldıracak ve İslâm'dan başka bir şey kabul etmeyecektir.
Daha
önce Yüce Allah Hz. İsa'ya lütuflarının başka bazı çeşitlerini beyan ederek
şöyle buyurmaktadır: Onun Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna iman edip
söylediklerini tasdik ederek dinine tabi olanları, inkâr eden kâfirlerin
üstünde kılacağım. Yani müminleri kâfirlere üstün kılacağım. Bu, ya ruhanî bir
üstünlüktür ve bu onların güzel ahlâk, kâmil bir edep, hakka yakınlık,
batıldan uzaklık şeklindeki kâfirlere üstünlükleridir ya da dünyevî bir
üstünlüktür ve bu onların kâfirlere efendilik etmeleri şeklindedir. Fakat bu
durum her zamanda görülebilecek kesintisiz ve devamlı bir iş değildir. O
bakımdan burada ruhanî, manevî ve edebî üstülüğün kastedildiğine daha bir
ağırlık kazandırır.
Sağlıklı
bir akide, üstün edep ve ahlâk, güçlü delil ve kadrin yüksekliği şeklindeki
üstünlük, iman ehli için kıyamet gününe kadar devam edip gider. Daha sonra
hepiniz öldükten sonra diriliş günü bana döneceksiniz. Ben de din ile ilgili
anlaşmazlığa düştüğünüz hususlar arasında aranızda hüküm vereceğim.
Arkasından
Yüce Allah hak sahibinin mükâfatı ile batıl ehlinin cezasını şöylece beyan
etmektedir: Hz. İsa'yı inkâr edip onu yalanlayanlar (onlar Yahu-dilerdir) için
günahları sebebiyle zelil kılınmak, öldürülmek, esir alınmak, sair kavimlerin
üzerlerine musallat kılınması gibi sebeplerle dünyada bir azap vardır.
Ahirette de onlar için cehennem ateşiyle azap olunacaktır. Ahirette herhangi
bir yardımcıları, destekçileri olmayacaktır.
İsa'ya
iman edip peygamberliğini ve Allah tarafından getirdiklerini tasdik ederek
emirleri uygulamak, yasakları terk etmek suretiyle salih amel işleyenlere
gelince, Allah onların ecirlerini tastamam verecektir.
İsa'ya
dair haberleri sana okuyoruz. Bunlar ise senin peygamberliğinin doğruluğunun
açık delilleridir. Bunlar verdiği haberlerinde, koyduğu hükümlerde çeşitli
ibret, hikmet ve öğütleri açıklayan hikmet dolu Kuran'uı buyrukları
arasındadırlar. Müminler bu haber ve hükümlerle hakka doğru yol bulur, şeriatın
sırrını, dinin özünü öğrenebilirler. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna
benzemektedir: "İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa, hak söz
gereğince böyledir. Allah'a çocuk edinmek yaraşmaz. O münezzehtir. Bir şeye hüküm
verdiğinde ona "ol" der, o da hemen oluverir." (Meryem
19/34-35).
[128]
Başta
peygamberler olmak üzere ıslahata çağıran kimseler, bu çağrıları sebebiyle
çeşitli eziyetlere uğrarlar, kovulurlar ve suikastlerle öldürülmeye maruz
kalırlar. Fakat ilâhî hikmet, insanlar arasında hayır ve kurtuluşun kaynağının
kurumamasım uygun görmüştür. O bakımdan ıslahata çağıranları destekleyecek
kimseleri hazırlamıştır. Lider her zaman için kendisine uyan ve kendisine
yardımcı olacak ihlâslı kimseleri bilmek ihtiyacındadır. Tıpkı Hz. İsa'nın
havarileri bilip tanımak için yaptığı gibi. Böylelikle sıkıntılı ve zorlu zamanlarda
onlara dayanır, onlar da Allah'a davet yükünü omuzlamakta kendisine yardımcı
olurlar. İşte Yüce Allah'ın "Allah'a (giden yolda) bana yardım edecekler
kimlerdir?" buyruğu ile anlatılmak istenen budur.
Hz.
İsa'yı ve annesini İsrailoğullan aralarından çıkarttıktan sonra o
Ha-varileriyle birlikte onlara geri döndü ve yüksek sesle onları davet etti.
Onu öldürmek istediler. Suikaste kurban etmek için anlaştılar. İşte onların
yaptıkları hilekârlıkları buydu. el-Ferrâ'nın görüşüne göre "Allah'ın
mekri", bilmedikleri bir cihetten kulların derece derece azaba
yaklaştırmasıdır. ez-Zeccâc'ın görüşüne göre ise "Allah'ın mekri",
onların yaptığı hilekârlığa karşılık Allah'ın cezalandırmasıdır. Bu fiillerine
verilen ceza, onların yaptıkları işe verilen adı almıştır. Yüce Alah'ın
"Allah onlarla alay eder", "Allah onları aldatır" buyruklarında
olduğu gibi. Böyle bir anlatıma müşakele denir. İlim adamları arasında meşhur
olan ve cumhurun da görüşü budur.
Muhakkik
ilim adamlarınca sahih kabul edildiğine göre Yüce Allah, Hz. İsa'yı canını
almaksızın ve uykuda olmaksızın semaya yükseltmiştir. Ahir zamanda da
inecektir. Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim,
mutlaka Meryem oğlu (İsa) adaletli bir hüküm verici olarak inecektir. Andolsun
o haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kabul etmeyecektir (yani insanların
İslâm'a girmesinden başkasına razı olmayacaktır.) Andolsun sizler gencecik
develere iltifat etmeyecek, onları bırakacaksınız. Onların başına kimse (çoban
olarak) verilmeyecektir. Andolsun, aranızdaki anlaşmazlık, kin, kıskançlık
gidecek; andolsun onlar malı almak için çağrılacak, fakat kimse onu kabul
etmeyecektir."
Hz.
İsa'nın kâfirlerden arındırılması, ona yaptıkları iftiradan yahut da yapmak
istedikleri kötülüklerden korunması, kurtarılması demektir.
"Sana
uyanları kıyamet gününe kadar o inkâr edenlerin üstünde tutarım" buyruğu
ile ilgili olarak iki görüş vardır: ed-Dahhak ve Muhammed b. Ebân der ki:
Burada kastedilenler Havarilerdir. Başkaları ise burada hitap Muhammed
(s.a.)'edir demişlerdir. İman edenlerin inkâr edenlerin üstünde oluşları ise,
sahip oldukları delil ve ortaya koydukları belgelerledir. Bunun kuvvetle ve
galip gelmekle olacağı da söylenmiştir. Buradaki üstünlüğün, bütün peygamberlerin,
Hz. İsa'ya, Hz. Musa'ya tabi olanların ve onların dışında kalan Mu-hammed'e
(hepsine salat ve selâm olsun) tabi olanların ittifakla kabul ettikleri şekilde
ve genel anlamıyla İslâm dininin sıhhatine, doğruluğuna dair getirilecek deliller
ile üstün olma anlamına geldiğini kabul etmek daha uygundur. Şu ayet-i kerimede
dile getirildiği gibi: "Allah sizden iman edip salih amel işleyenlere
onları yeryüzünde mutlaka halife yapacağını yemin ile vaad etti..." (Nur,
24/55).
Kâfirlerin
cezası ise ahirette cehennem ateşi, dünya hayatında öldürülmek, asılmak, esir
alınmak ve zelil kılınmaktır. Salih amel işleyen müminlerin mükâfatı ise dünya
hayatında mutluluk, huzur ve sükûn, ahirette de cennettir. Böyle bir mutluluk
ise iki cihan mutluluğudur.
[129]
59-
Muhakkak İsa'nın misali Allah nez-dinde Adem'in misali gibidir. Onu topraktan
yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi.
60-
Hak Rabbindendir. Öyle ise şüphecilerden obua.
61-
Sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse de ki:
"Geliniz oğullarımızı ve oğullarınızı ve kadınlarınızı, biz kendimizi siz
de kendinizi çağıralım. Sonra dua ve niyaz edelim de Allah'ın laneti
yalancıların üzerine olsun isteyelim."
62-
İşte bu, muhakkak en doğru anlatıştır. Allah'tan başka biç bir ilâh yoktur.
Şüphesiz Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.
63-
Eğer yüz çevirirlerse muhakkak Allah fesatçıları çok iyi bilendir.
"Onu
topraktan yarattı." Bu buyruk misali açıklayıcı bir cümledir. "Buna
örnek nedir?" denilmiş de şu cevap verilmiş gibidir: Onu topraktan
yarattı. Yani onun misali onu topraktan yaratmış olmasıdır.
[130]
"Hak
Rabbindendir." Burada rububiyet vasfı Resulullah (s.a.)'a izafe edilerek
gelmiştir ki, bu onun şerefini yüceltmek içindir.
"Öyle
ise şüphecilerden olma." Bu da sebatını daha da arttırmak için kula-nılmış
bir ifadedir.
[131]
"Muhakkak
İsa'nın misali" yani hayret verici, şaşırtıcı dehşete düşürücü durumu
"Allah nezdinde Adem'in misali gibidir." Adem'in annesiz ve babasız
yaratılışına benzemektedir. Bu ise garip olan bir şeyin daha garibine benzetilmesi
kabilindendir ki, muhatapları daha bir etkilesin ve karşı tarafın iddiasını daha
da reddedici olsun.
Maksat
şudur: Allah tarafından önceden benzeri bir örnek olmaksızın yaratılması
açısından Hz. İsa ve onun durumu, Hz. Adem'in bu husustaki haline benzer. Daha
sonra bu misale yüce Allah'ın "Onu topraktan yarattı" buyruğu ile
açıklama getirilmektedir. Yani Adem'in kalıbını, boyunu, poşunu ve bedenini su
karıştırılmış cansız bir topraktan yarattı. Suyla o yumuşak, yapışkan bir çamur
haline gelmişti. Sonra ona "İnsan ol" diye buyurdu, o da oluverdi.
Hz. İsa'ya da "Babasız var ol" dedi, o da oldu.
"Öyle
ise şüphecilerden olma. Sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında
çekişirse" yani Hristiyanlardan kim seninle tartışırsa... "Sonra dua
ve niyaz edelim." Dua edip yalvaralım. İbtihâl aslında lânetleşmek
demektir "el-buhele" de lanet anlamındadır. " Allah'ın laneti
yalancıların üzerine olsun, isteyelim." Allah'ım! İsa hakkında yalan
söyleyene lanet et" diyerek istekte bulunalım.
"İşte
bu muhakkak en doğru" hiç şüphesi bulunmayan "anlatıştır."
"Şüphesiz
Allah Azlz'dir." Yani mülkünde kimsenin kendisine galip gelemeyeceği
güçlüdür. "Hakîm'dir." Yaptığında kimsenin kendisine denk olmadığı
sonsuz hikmet sahibidir.
[132]
Müfessirler
derler ki: Necranlılarm heyeti Resulullah (s.a.)'a "Sen ne diye bizim
saygı gösterdiğimiz kişiye sövüyorsun?" dediler. Hz. Peygamber onlara,
"Ne diyormuşum?" diye sorunca onlar, "Sen onun kul olduğunu
söylüyorsun" dediler. Hz. Peygamber "Evet, o Allah'ın kulu ve
rasulüdür. Tertemiz, iffetli ve bakire Meryem'e bıraktığı kelimesidir."
dedi. Bu cevaba kızıp, "Sen babasız bir insan hiç gördün mü" dediler.
Eğer gerçekten doğru sözlü isen bize onun gibisini göster. Bunun üzerine Yüce
Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.[133]
Daha
önce Yüce Allah Hz. İsa'nın ve annesinin kıssasını, kavminden bazı kimselerin
ona iman edip diğer bir kısmının kâfir olduğunu söz konusu etti. Burada ise onu
inkâr etmeyen, bununla birlikte sağlıklı bir şekilde iman da etmeyen, aksine
babasız dünyaya gelmiş bir evlat olduğu için dininde fitneye düşen üçüncü bir
kesimin durumunu söz konusu etmiştir. Bu kesim Hz. İsa'nın "Allah'ın
kelimesi ve Allah'ın ruhu" olmasının Allah'ın annesine hulul ettiği anlamına
geldiğini, Allah'ın kelimesinin onda muşahhaslaştığını, böylelikle çift
tabiatlı, hem insan hem ilâh olarak ortaya çıktığını iddia ettiler. Allah ise
Hz. Adem'in yaratılışının Hz. İsa'nın yaratılışından daha hayret verici
olduğunu belirterek onların iddialarını reddetmektedir.
[134]
Allah'ın
kudreti bakımından babasız olarak yarattığı Hz. İsa'nın niteliği, babasız ve
annesiz olarak yarattığı Hz. Adem'in misaline benzer. Allah onu topraktan
yarattı. Çamurdan belli ölçülerde bir ceset kıldıktan sonra ona "ol"
dedi, o da oluverdi. Yani onu ruhu üfleyerek bir insan olarak yarattı.
Yaratılış bakımından garip olan daha garip olana benzetildi. Benzetme Hz. İsa'nın
Hz. Adem gibi babasız olarak yaratılması açısındandır. Yoksa onun da doğrudan
topraktan yaratılmış olması açısından değildir. Bir şey bir diğer şeye ortak nitelikleri
olduğundan dolayı -diğer hususlarda biri diğerinden farklı olsa
dahi-benzetilebilir. Hz. Adem'i babasız olarak yaratanın, İsa'yı yaratması ise
öncelikle söz konusudur. Eğer babasız yaratıldığı için İsa hakkında evlatlık
iddiası mümkün olsa, o takdirde bu iddianın Hz. Adem hakkında da söz konusu
edilmesi öncelikle mümkündür. Ancak bunun batıl olduğu ittifakla bilinen bir
husustur. O bakımdan Hz. İsa hakkında Allah'ın oğlu olduğu iddiası daha da batıldır.
Fakat
Yüce Allah Hz. Adem'i annesiz ye babasız olarak yaratmak, Hz. Havva'yı da
dişisiz erkekten yaratmak, Hz. İsa'yı ise erkeksiz bir dişiden yaratmak, sair
insanları da bir erkek ve bir dişiden yaratmak suretiyle insanlara kudretini
açıkça göstermek istemiştir. İşte bundan dolayı Meryem suresinde, "Biz onu
insanlar için bir alâmet... kılalım diye." (Meryem, 19/21) buyurmakta,
burada da "Hak Rabbindendir" ifadesini kullanmaktadır.
İsa
ve Meryem'in durumuna dair benim sana bu bildirdiklerim, hak sözün kendisidir.
Hristiyanlarm Mesih hakkında inandıkları onun ilâh olduğu iftirası Yahudilerin
Hz. Meryem'e Yusuf en-Neccar ile iftira ettikleri gibi değildir. O bakımdan bu
hususta sana kesin bilginin gelmesinden sonra her ikisi hakkında asla şüpheye
düşme. Böyle bir yasak, hem Hz. Peygamber hem de onun ümmetinin ilâhî haberlere
tam bir kalp huzuru ile ve tam bir yakîn ile sımsıkı sarılmalarının zorunlu
olduğu inancını harekete getirmektedir. Yani sen hakka dair kesin bilgiye tam
bir kalp huzuru ile bağlılığını, bu hususta şüpheden uzaklığını sürdür. Yahut
da hitap Peygamber (s.a.)'e olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir. Çünkü Hz.
Peygamber İsa (a.s.) hakkında asla şüphe etmiyordu.
"Artık
hakkı ve kesin doğruyu bildikten sonra İsa (a.s.) hakkında seninle tartışanları
sen mübahaleye yani lânetleşmeye davet et. Gelin, Allah'a dua edelim de yalan
söyleyene lanet etmesini ve onu rahmetinden kovmasını, isteyelim" de. Bu
ayet-i kerimeye mübahale ayeti adı verilmektedir.
Peygamber
(s.a.)'in Necran Hristiyanlarmı mübahaleye çağırdığı, onların ise bunu kabul
etmediği sabittir. İbni İshak'ın Sîreti'iade rivayet edildiğine göre hicretin
9. yılı Resulullah (s.a.)'ın huzuruna altmış süvariden oluşan Necran
Hristiyanlan heyeti geldi. Bunların arasında bütün işlerini çekip çeviren on
dört kişilik soyluları da vardı. Bunlardan birisi Abdülmesih adını taşıyan
el-Âkib idi. Bu onların emiriydi. Sağlam görüş sahibi ve kendisine danışılan
bir kimseydi. Onun görüşünü almadıkça bir şey yapmazlardı. Bunlardan bir tanesi
de el-Eyhem diye bilinen es-Seyyid idi. Onların bilginleriydi. Bir diğeri Ebu Harise
b. Alkame idi. Bekr b. Vâil oğullanndandı. Bu aynı zamanda onlann papazları
idi. İkindiden sonra Resulullah (s.a.)'ın mescidine girdiler. Doğuya doğru
dönerek namazlarını kıldılar. Daha sonra Resulullah (s.a.) ile konuşmaya
koyuldular. Hz. İsa hakkında "O Allah'tır, Allah'ın oğludur, üçün
üçüncüsü-dür" dediler. Bunun üzerine onların kanaatlerini reddetmek için
bu ayet-i kerime nazil oldu.
Buharî,
Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin rivayetine göre Necranlı-lann ileri
gelenlerinden el-Âkib ile es-Seyyid Resulullah (s.a.)'ın yanma, onunla
lânetleşmek isteği ile geldiler. Onlardan birisi ötekine "Bu işi
yapma" dedi. "Allah'a yemin ederim, eğer bu bir peygamber ise biz de
onunla lânetleşecek olursak, bizler de bizden sonra soyumuzdan gelecek olanlar
da iflah olmaz." Bunun üzerine Hz. Peygamber*e şöyle dediler: "Bizden
istediğini sana vereceğiz, bizimle birlikte güvenilir bir kimse gönder."
O da şöyle buyurdu: "Andolsun sizinle birlikte güvenilir ve gerçekten emin
bir kimse göndereceğim. Kalk ey Ubeyde b. El-Cerrah." Ebu Ubeyde ayağa
kalkınca Resulullah (s.a.) "İşte bu, bu ümmetin eminidir" buyurdu.
Resulullah
(s.a.)'m mübahele yapmak üzere Hz. Ali, Hz. Fatıma ve iki oğulları Hz. Hasan
ile Hz. Hüseyin'i seçtiği ve onları dışarı çıkartıp "Ben dua ettiğimde siz
de "âmin" deyiniz7' dediği rivayet edilmektedir.
Necran
heyeti mübahaleyi reddettikten sonra cizye ödemek üzere Peygamber (s.a) ile
barış yaptılar. Belirlenen cizye miktarı ise bin tanesi Safer ayında, bin tanesi
de Recep ayında ödenmek üzere iki bin elbise ve belli miktarda dirhem idi.
İşte
bu Hz. Peygamberin söylediğine ne kadar güvenip güçlü bir şekilde inandığına,
buna karşılık onların mübahaleyi kabul etmeyişlerinin de kendileri için
tehlikeyi kabul ettiklerine, açıkladıkları şeylere dair bir delil sahibi olmadıklarına
delâlet etmektedir. O bakımdan da mübahaleye kalkışmak imkânını
bulamamışlardır.
Hz.
İsa hakkında sana bu anlattığım kıssa hakkında herhangi bir şüphe ve
tartışmanın söz konusu olamayacağı, hak sözün kendisidir. Yoksa Hristiyanlann
ileri sürdükleri gibi bir ilâh ve Allah'ın oğlu değildir. Yahudilerin de ileri
sürdüğü gibi -haşa- zina çocuğu da değildir. Buna "kıssa" deniliş
sebebi, ele alman manaların ardı arkasma gelmesi, hikaye üslubuyla anlatılmış
olmasıdır.
Kimsenin
yenik düşüremediği Azîz ve her şeyi uygun ve doğru yerinde koyan sonsuz hikmet
sahibi Hakîm Allah'tan başka ilâh yoktur. Eğer bütün bunlardan sonra sana
uymaktan, seni doğrulamaktan yüz çevirecek ve Allah'ın vahdaniyetini açıklayıp
mübahale (lânetleşme) teklifini kabul etmeyecek olurlarsa elbette ki Allah,
fesat çıkartanların durumunu çok iyi bilir. Onlann yaptıklarını en ağır bir
şekilde cezalandıracaktır. Hakkı bırakıp batıla yönelen herkes fesat
çıkartandır, bozguncudur. Allah ise fasıklara güç yetirendir. Hiç bir şey
Allah'ın kudreti dışına çıkamaz.
[135]
Mahlûkattaki
hayret verici özellikler, varlıkların yaratılması ve bizzat yaratma olayı
yaratıcının varlığına delildir. O yaratıcı da Yüce Allah'tır. Nitekim bir başka
ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Gökleri ve yeri hak ile yaratandır
O. O'nun "ol" dediği hemen oluverir. O'nun sözü haktır." (En'am,
6/73). İnsanların alışılmış kanunlara göre yahut olağan dışı kanunlara göre var
edilmesi de onun yaratması iledir. Hz. Adem'in, Hz. Havva'nın ve Hz. İsa'nın
yaratılması gibi. Hz. Adem ile Hz. İsa arasındaki benzerlik, her ikisinin de
babasız olarak yaratılmaları bakımındandır. Bu ise Peygamber (s.a.)'in,
"İsa Allah'ın kulu ve kelimesidir" sözünü kabul etmeyip bunun yerine,
"Bize Allah tarafından babasız olarak yaratılmış bir kul göster"
diyen Necran heyetinin sözlerini reddetmek içindir. Peygamber (s.a.) de onlara
"Adem. Onun babası kimdi? Siz babası yok diye İsa'nın durumuna hayret mi
ediyorsunuz? İşte Adem'in babası da yoktur, annesi de yoktur" diye cevap
verir.
Mübahale
ayeti, tartışma konusunda haklıyı haksızdan ayırt eden bir çizgidir. Çünkü
bunda lanetin yalan söyleyene geleceği muhakkaktır. Bu ayet-i kerime Muhammed
(s.a.)'in peygamberliğinin en açık delillerinden birisidir. Çünkü onları
mübahaleye davet etmiş, onlar bunu kabul etmeyip cizye ödemeye razı
olmuşlardı. Onların ileri gelenleri olan el-Âkıb, eğer Hz. Peygamberle mübahale
yapacak olsaydı, bu vadinin onları yakmak üzere ateş ile dolup taşacağını
bildirmişti ve şöyle demişti: Çünkü Muhammed Allah tarafından gönderilmiş bir
peygamberdir ve sizler de biliyorsunuz ki, İsa hakkında size hakkı batıldan
ayırt eden sözü getirmiştir. Resulullah (s.a.) da İslâm'ı kabul etmedikleri
için onlardan yukarıda geçtiği şekilde cizye almak üzere onlarla barış yaptı.
Yüce
Allah'ın, "Oğullarımızı ve oğullarınızı... çağıralım..." buyruğu ile
Hz. Hasan hakkında, "Benim bu oğlum Seyyid'dir"
[136]
hadisi özellikle, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in "Peygamber (s.a.)'in iki
oğlu" diye anılma özelliğini göstermektedir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde her bir sebep ve her bir nesep kesilip atılacaktır.
Benim nesebim ve benim sebebim (bağım) müstesna."
[137]
64-
De ki: "Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda adaletli bir kelimeye
geliniz: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. Ona hiç bir şeyi eş tutmayalım.
Kimimiz kimimizi Allah'tan başka Rabler edinmesin." Eğer yüz
çevirirlerse, "Bizim muhakkak Müslümanlar olduğumuza şahit olun"
deyin.
65-
Ey Ehl-i Kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz. Halbuki Tevrat da İncil
de ancak ondan sonra indirildi. Akıl erdiremiyor musunuz?
66-
Diyelim ki sizler bilgi sahibi olduğunuz şeyler hakkında münakaşa ettiniz. Ya
hiç bilginiz olmayan şeyler hakkında hâlâ niçin münakaşa edip duruyorsunuz?
Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67- İbrahim Yahudi de değildi, bir Hristiyan da
değildi. Fakat o hanif bir Müslümandı. O müşriklerden de değildi.
68- Şüphesiz insanlar arasında İbrahim'e en
yakın olanlar, elbette ona uyanlarla şu peygamber ve iman edenlerdir. Allah
müminlerin velisidir.
"Bizimle
sizin aranızda adil olan bir kelimeye geliniz." İfadenin takdiri şöyledir:
O kelime, "Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim..." dir. Bu,
"Allah'tan başkasına ibadeti terk etmek, bizimle sizin üzerinde
anlaştığımız bir konu olsun" takdirinde de olabilir.
[138]
"Bir
kelimeye..." Burada "bir kelime" mecazdır. Çünkü tekil olan
kelime çoğul söylenecek pek çok kelimeler hakkında kullanılmıştır.
"Rabler"
buyruğu ile onların helâl haram hususunda dinî önderlerine itaatleri, tek
başına ibadete lâyık olan Rabbe ibadete benzetilmektedir.
"En
yakın (evlâ) " kelimesi ile "veli" kelimesi arasında iştikak
cinası vardır.
[139]
"De
ki: Ey Ehl-i Kitap!" Bunlar Yahudilerle Hristiyanlardır. "Bizimle
sizin aranızda adaletli olan bir kelimeye" her iki kesim arasında fark
göstermeyen bir kelimeye "geliniz." onu söyleyelim. Ayet-i kerimede
geçen "seva" (mealde adaletli) şeriatların hakkında farklılık arz
etmediği adi ve vasat olan demektir.
"Rabler
(erbab)" çoğul haldedir. Rab emredip yasakladığı hususlarda kendisine
itaat edilen, terbiye eden efendi demektir. Burada ise helâl ve haram kılmak
gibi teşri hakkına sahip olan anlamındadır. İlâh ise sıkıntılı ve zorda kalındığı
zamanlarda dua edilen, ihtiyaç halinde kendisine yönelmen mabud demektir.
Kurtuluşun kaynağı odur.
"Müslümanlar"
Allah'a itaatle bağlananlar, O'na ihlâsla iman edip O'nu tevhid edenler
"olduğumuza şahit olun."
"O
hanif yani batıl ve uydurma inanışları terk edip dosdoğru hak dine yönelmiş
"bir Müslümandı." Muvahhid, muhlis (ibadetini Allah'a halis kılan) ve
O'na itaat eden bir kimse idi.
"İnsanlar
arasında İbrahim'e en yakın olanlar" ona en lâyık olanlar... "Allah
müminlerin velisidir" onların yardımcısı ve koruyucusudur.
[140]
65-67.
ayetlerin nüzulü ile ilgili olarak İbni İshak ve İbni Cerir, İbni Abbas (r.
a.)'tan şöyle dediğini nakletmektedirler: Necran Hristiyanlan ile Yahudi hahamları
Resulullah (s.a.)'m huzurunda bir araya geldiler, onun yanında tartıştılar.
Hahamlar, "İbrahim ancak Yahudi idi" dediler. Hıristiyanlar ise,
"O ancak bir Hristiyandı" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Ey
Ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz..." ayetini inzal
buyurdu.
68.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi: Yahudilerin "Allah'a yemin ederiz ya
Muhammed, sen de bilirsin ki biz İbrahim'in dinine senden de başkalarından da
daha yakınız ve İbrahim bir Yahudi idi. Senin bu tutumun bizi kıskanmandan
başka bir sebebe bağlı değildi" demeleri üzerine yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
inzal buyurdu.
Tirmizî
Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu
ki: "Her bir peygamberin diğer paygamberlerden velileri vardır. Benim
velim ise atam ve Rabbimin halili (İbrahim)dir. Daha sonra da, "Şüphesiz
insanlar arasında İbrahim'e en yakın olanlar elbette ona uyanlarla şu peygamber
ve ona iman edenlerdir...n ayetini okudu.
[141]
Kur'an-ı
Kerim Hristiyanlann Mesih'in ulûhiyetini iddia etmelerine karşı iddialarım
çürüten kesin delilini ortaya koydu. Daha sonra burada Yahudileri de
Hristiyanlan da dinin aslına ve bütün peygamberlerin çağrısının ittifakla
ortaya koyduğu dinin ruhuna davet etmektedir. Bu ise Allah'ı tevhid etmek, O'na
ibadet etmek ve peygamberlerin (hepsine selâm olsun) atası olan Hz. İbrahim'e
uymaktır. Çünkü onun dini İslâm dinidir. O Yahudi de değildi, Hristi-yan da
değildi.
[142]
Ya
Muhammed -bütün Yahudi ve Hristiyanlar demek olan- Kitap Ehli'ne söyle!
"Gelin her iki kesim arasında bütün şeriatların, peygamberlerin ve onlara
indirilen kitapların ittifakla kabul ettiği adaletli ve orta yolu temsil eden
bir sözü söyleyelim. Bu adaletli sözü sahifeler ve dört kitap Tevrat, Zebur,
İncil ve Kur'an da emretmiştir. Bu ise la ilahe illallah olan tevhid kelimesi,
Allah'a ibadet etmek, teşrî, helâl ve haram kılma yetkisini O'na vermek, O'na
herhangi bir şeyi ortak koşmamak, Allah'ı bırakıp O'ndan başka -put, haç,
heykel, ateş gibi şeyleri- ve birbirimizi rab edinmemektir.
Bu
ayet-i kerime Yüce Allah'ın, "Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim''
buyruğunda ulûhiyetin vahdaniyetini, "kimimiz kimimizi Allah'tan başka
Rab-ler edinmesin" buyruğu ise rububiyetin vahdaniyetini ihtiva
etmektedir.
İbrahim'in,
Musa'nın, İsa'nın ve onların dışında kalan bütün peygamberlerin çağrısı budur.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz her bir
peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur, o halde bana
ibadet edin." (Enbiya, 21/25); "Andolsun ki biz her ümmete,
"Allah'a ibadet edin ve tağuttan sakının" diye bir peygamber
gönderdik." (Nahl, 16/36).
Yahudiler
muvahhid olmakla birlikte, onların anlayışına göre ilâh mefhumu, hak ilâh
olmaktan çıkmıştı. Diğer taraftan onlar kendiliklerinden uydurdukları
hükümlerde dinî önderlerine uyuyorlardı. Hristiyanlar da önceleri muvahhid
idiler. Halen de vahdaniyet inancına sahip olduklarını ileri sürmektedirler.
Fakat onlar Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ve teslisi (üçlü ilâh anlayışını)
iddia etmekle de kalmadılar, Hz. İsa'nın ulûhiyyetini de üç ilâhın tek bir ilâh
olduğunu, onun da İsa olduğunu ileri sürdüler. Reformist protestanlar ise Hz.
İsa'nın ulûhiyeti düşüncesini reddetmektedir.
Adiyy
b. Hatim rivayetle der ki: Boynumda altından bir haç bulunduğu halde
Resulullah (s.a.)'ın yanma vardım. Bana "Ey Adiyy, şu putu üzerinden
at" dedi. O'nun tevbe suresinde, "Onlar hahamlarını ve rahiplerini
Allah'tan başka rabler edindiler." (Tevbe, 9/31) ayetini okuduğunu
dinledim. O'na "Ey Allah'ın Rasulü dedim!" "Onlar bu şekilde
haham ve rahiplerine ibadet etmiyorlardı." Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Onlar size bir takım şeyleri helâl, bir takım şeyleri haram kılıp siz de
onların bu sözlerini alıp kabul etmiyor muydunuz?" Adiyy "Evet"
deyince Peygamber (s.a.) "İşte sözü geçen ibadetleri budur" cevabını
verdi.
Buna
göre Kitap Ehli'ne böyle bir hitap yöneltilmektedir. Çünkü onlar alimlerine bu
şekilde itaat etmekle onları rab gibi bir konuma çıkarmış oldular.
Şayet
böyle bir çağrıyı veya böyle bir hükme tabi olmayı kabul etmez ve Allah'tan
başkasına ibadette diretecek olurlarsa onlara deyiniz ki: Bizler gerçekten
Müslüman kimseleriz. Allah'a itaatle boyun eğdik. Dinimizi O'na halis kıldık.
O'ndan başkasına ibadet etmez, fayda veya zararı önlemeyi başkasından
istemeyiz. Allah'ın helâl kıldığından başkasını helâl, haram kıldığından
başkasını da haram kabul etmeyiz.
Bu
ayet-i kerime Peygamber (s.a.)'üı Kitap Ehli'ne mensup olsun olmasın, o zamanın
hükümdar ve krallarına gönderdiği mektupların özüdür. Putperest olan Farslann
kralı Kisra'ya, Hristiyan Bizanslıların hükümdarı Heraklius'a yine Hristiyan
Necaşi'ye ve Mısır Kıptîlerinin başı Mukavkıs'a ve diğerlerine gönderdiği
mektuplar gibi. Bütün bu mektuplarda bu ayet-i kerime yer almıştır. O'nun Heraklius'a
gönderdiği mektubu Müslim'in Sahih'inde şu şekilde kaydedilmektedir:
"Bismillahirrahmanirrahim.
Allah'ın rasulü Muhammedi'den Bizanslıların büyüğü Heraklius'a. Selâm hidayete
tabi olanlara. İmdi ben seni İslâm'a davet ediyorum. Müslüman ol, esenliğe
kavuşursun. Müslüman ol, Allah sana ecrini iki defa versin. Şayet yüz çevirecek
olursan şüphe yok ki Erisilerin -yani çiftçisiyle, ırgatıyla, hizmetkarlarıyla
ve diğerleriyle birlikte bütün halkın- günahı senin boynunadır ve "Ey
Ehl-i Kitap bizimle sizin aranızda adil olan bir kelimeye geliniz: Allah'tan
başkasına ibadet etmeyelim. Onu hiç bir şeye eş tutmayalım, kimimiz kimimizi
Allah'tan başka rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse, "Bizim muhakkak
Müslümanlar olduğumuza şahit olun" deyin."
[143]
Ey
Yahudiler ve Hristiyanlar! Sizler neden İbrahim el-Halil hakkında anlaşmazlık
gösteriyor ve her biriniz onun sizden ve dininiz üzere olduğu iddiasında
bulunuyorsunuz? Ey Yahudiler, sizler onun Yahudi olduğunu nasıl iddia edebilirsiniz?
Halbuki o Musa'ya Allah tarafından Tevrat indirilmeden önce gelmiştir. Ve siz
ey Hristiyanlar, onun nasıl Hristiyan olduğunu iddia ediyorsunuz? Halbuki
Hristiyanlık ondan çok uzun bir zaman sonra ortaya çıkmıştır.
Musa'ya
Tevrat, İsa'ya İncil, İbrahim'den ancak uzun bir zaman sonra indirilmiştir.
Denildiğine göre Hz. İbrahim ile Musa arasında yediyüz yıl, Hz. Musa ile Hz.
İsa arasında da yaklaşık Mn yıllık bir zaman vardır.
İşte
bundan dolayı Yüce Allah, "Akıl erdiremiyor musunuz?" diye buyurmaktadır.
Çünkü bir şeyden önce olan, sonra gelene tabi olmaz. Sizler delillerinizin
zayıflığını, çürüklüğünü, sözlerinizin batıl olduğunu aklınızla anlayamıyor
musunuz?
Daha
sonra Yüce Allah bu konudaki bilgisizliklerine ve ahmaklıklarına işaret ederek
şöyle buyurmaktadır: Haydi sizler İsa (a.s.) hakkında Tevrat ve İncil'in
açıkladığı
[144] ve İsa'nın durumu ile
ilgili bilginiz olan şeyler hakkında tartışıyor, delil getiriyorsunuz. Üstelik
bu konuda sizin aleyhinize delil ortaya konulmuş ve yanlışlığınız da açıkça
görülmüştür. Peki, İbrahim'in Yahudi ya da Hristiyan olduğuna dair hangi esasa
göre tartışıyorsunuz, nasıl mücadele ediyorsunuz? Oysa bu konuda sizin bir
bilginiz yoktur. Dininizde ve kitaplarınızda onun hakkında herhangi bir şey da
nazil olmuş değildir. Onun Yahudi ya da Hristiyan olduğuna dair bilgiyi nereden
çıkarıyorsunuz? Allah ise sizin için gayb olan ve sizin tanık olmadığınız her
şeyi bilir. Sizler, ancak bildiklerinizi, gözlerinizle bilip tanık olduğunuzu
ve işittiğinizi bilebilirsiniz.
İşte
bu, Yüce Allah'ın onlar tarafından ileri sürülen bu gibi iddialarının ve
hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadıkları hususlarda tartışmasını ve Hz.
İbrahim hakkındaki münakaşalarının reddedildiğini ifade etmektedir. Onlara
bilgi sahibi olmadıkları hususları, her şeyi gerçek mahiyeti üzere bilene, gaybı
da açığı da bilene havale etmelerini emretmektedir.
Daha
sonra Hz. İbrahim hakkındaki kesin ve ilâhî karar gelmektedir. O da şudur: Hz.
İbrahim Yahudi de değildi, Hristiyan da değildi; fakat o Allah'a ortak
koşmaktan, putperestlikten uzak duran hanif bir kimse idi. Allah'a itaatle
boyun eğen, emirlerine uyan, yasaklarından kaçman, Müslüman bir kimse idi. Onun
dininin gerçek bağlıları onun yolu üzere giden, şeriatı üzere yürüyen
Müslümanlardır. Onlar doğru sözlü sadıklardır. Yahudiler ve Hristiyanlar ise
yalan söyleyenlerdir.
Hz.
İbrahim aynı zamanda kendilerine hanif adını veren ve İbrahim dini üzere
olduklarını iddia eden Kureyşliler ve onlara uyan Araplar gibi müşriklerden de
değildi.
Daha
sonra Yüce Allah önceden geçen gerçekleri şu buyruğu ile tekit etmektedir:
İnsanlar arasında İbrahim'e bağlanmaya en çok hak sahibi, onun dinine yardım
etme hakkına en çok sahip olanlar, hiç bir şeyi ortak koşmaksızm yalnızca
Allah'a iman eden, dinlerini O'na halis kılan kimselerdir. Bir de şu peygamber
ve onunla birlikte iman edenlerdir. İşte bunlar Allah'ın vahdaniyetini,
ulûhiyet ve rububiyetini ittifakla kabul eden tevhid ehli kimselerdir. İslâm'ın
ruhu da işte budur. Allah müminlerin yardımcısı, destekçisidir Onlara
peygamberliği göndermek suretiyle başarı ihsan eden, işlerini düzenleyen, hallerini
ıslah edendir.
[145]
Helâl
ve haram kılmak suretiyle serî hükümlerde Yüce Allah'tan başka din alimlerine,
hahamlara itaat etmek onları rabler gibi bir konuma yükseltir. Bunun böyle
olması itaatin Yüce Allah'a tahsis edilmesini gerektirir. Gerçek şu ki, bütün
dinlerin ortak noktası tevhid sancağı altında toplanmaktır. Bu ise "la
ilahe illallah" parolası ve yalnızca Allah'a ibadet etmektir. Teşrî'de
yalnızca Allah'tan gelenlere dayanmaktır. Hak şer"î hükümlerin kaynağı
O'dur. O bakımdan Kur*an-ı Kerim onlara, "Davet olunduğunuz şeyi kabul
ediniz." diye hitap etmektedir. Bu ise haktan sapma ihtiva etmeyen
dosdoğru ve adaletli olan sözdür ki "Allah'tan başkasına ibadet
etmeyin." diye ifade edilmiştir.
Yüce
Allah'ın "kimimiz kimimizi Allah'tan başka Rabler edinmesin..." buyruğu,
herhangi bir şeyin helâl ya da haram kılınması hususnda Allah'tan başkasına
uymanın caiz olmadığının delilidir. Bundan tek istisna Allah'ın (başkalarının
hüküm koymasına müsade ettiği içtihat alanı olan) helâl kıldığı çerçevedir. Bu
buyruk, Yüce Allah'ın, "Onlar Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini
rabler edindiler." (Tevbe, 9/34) buyruğuna benzemektedir. Yani onlar Allah'ın
haram kılmadığını haram kabul etmek, helâl kılmadığını da helâl kabul etmek
hususunda bu haham ve rahiplerini gerçek rableri konumuna çıkarmışlardır.
Bu
ise ibadetler, haram ve helâl kılmak gibi dine dair meselelerde masum
peygamberlerin sözü dışında hiç bir kimsenin sözünün alınmayacağına delildir.
Bu konuda herhangi bir imam ve fakihin sözü kabul edilmez; aksi takdirde
ru-bubiyette şirk olur. İşte Kur*an-ı Kerim'in Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi bir çok ayet-i keimede tenkit ettiği husus budur: "Yoksa
onların Allah'ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinde şeriat yapan
ortakları mı vardır?" (Şûra, 42/21); "Dillerinizin yalan yere
vasfedegeldiği şeyler için, "Şu helâldir, şu da haramdır"
demeyin." (16/116).
Kazaî
ve siyasî hükümler gibi dünyevî meselelere gelince, Allah bu gibi işleri
halletmeyi hal ve akd ehline -ki bunlar şûra ehlidir- bırakmıştır. Bunların
emirlerini yerine getirmek ve kabul etmek vacip olur.
Şayet
Kitap Ehli davet olundukları şeyden -ki bu da adil sözdür- yüz çevirecek
olurlarsa onlara şöyle deyiniz: "Biz Müslümanlarız, yani Allah'ın dinini
kabul etmek vasfına sahip olan kimseleriz. Onun hükümlerine itaat eden ve bu
konuda Allah'ın üzerimizdeki nimetlerini itiraf edenleriz. Herhangi bir kimseyi
O'ndan başka rab edinmeyiz. İsa'yı da Üzeyr'i de melekleri de. Çünkü bütün
bunlar da bizim gibi bir insan, bir mahlûktur. Allah'ın bize haram kılmadığı
şeyleri onlar haram kıldı diye rahiplerin sözlerini kabul etmeyiz. Çünkü aksi
takdirde onları rab edinmiş oluruz."
Hz.
İbrahim'in kendi dinleri üzere olduğunu ileri süren Yahudi ve Hristi-yanlara
karşı en açık delil ve ayetlerden birisi de, "Ey Ehl-i Kitap! İbrahim
hakkında niçin tartışıyorsunuz..." ayetidir. Bu ayet-i kerime Yahudilik ve
Hris-tiyanlığın da Hz. İbrahim'den sonra ortaya çıktığım belirterek yalancılıklarını
ifade etmektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Halbuki Tevrat da İncil de ancak
ondan sonra indirildi" buyruğu ile ifade edilmektedir. Peki İbrahim nasıl
olur da kendisinden sonra ortaya çıkmış bir dine mensup olabilir? Üstelik
Yahudilik tahrif edilmiş, çarpıtılmış ve Hz. Musa'nın getirmiş olduğu din olma
özelliğini yitirmiştir. Hristiyanlık da Hz. İsa'nın getirdiği şeriattan tahrif
edilmiş, uzaklaştırılmış bir dindir.
"Diyelim
ki sizler bilgi sahibi olduğunuz şeyler hakkında münakaşa ettiniz..."
ayet-i kerimesi, bilgisi bulunmayan kimsenin tartışmasının yasak olduğuna
delildir. Bilip de bu konuda kat'î kanaati olan kimselerin hak lehine münakaşa
edip tartışmaları ise caizdir. Çünkü Yüce Allah, "En güzel yol hangisi ise
o yolla münakaşa et (mücadele et)." (Nahl, 16/125) diye buyurmaktadır. Bunun
örneği de şudur: Peygamber (s.a.)'den rivayet edildiğine göre çocuğunun
kendinden olduğunu kabul etmeyen bir adam ona gelip, "Ey Allah'ın rasulü
benim hanımım siyah bir çocuk doğurdu." der. Resulullah (s.a.) "Senin
develerin var mı?" diye sorar, adam "Evet" der. "Peki
bunların renkleri nedir?" der. Adam "Kırmızıdır" cevabını verir.
Peygamber (s.a.) "Bunlar arasında renkleri siyaha çalan da var
mıdır?" diye sorar. Adam, "Evet" der. Peygamber (s.a.)
"Peki bu siyaha yakın renk nerden geliyor?" diye sorar ve adam,
"Bu konuda belki geçmişine çekmiş olabilir" deyince Resulullah
(s.a.) şöyle buyurur: "Senin bu oğlun da olabilir ki geçmişe
çekmiştir."
Bu
ayet-i kerime batılı savunculara karşı delil ortaya koymaya ve din ile ilgili hususlarda
münakaşa etmenin vücubuna delâlet etmektedir. Nitekim Yüce Allah da Hz. Mesih
hakkında Kitap Ehli olan Yahudi ve Hristiyanlarla münakaşa etmiş, bu
tartışmalarla da onların şüphelerini çürütmüştür.
Hz.
İbrahim, İslâm dini üzereydi. O müşrik de değildi, Yahudi de Hristi-yan da
değildi. Hz. İbrahim'e insanlar arasında en yakın ve onun yardımcıları olmaya
en lâyık olanlar, onun çağında olsun ondan sonra olsun onun yolunu, yöntemini
izleyenler, müşrik olmayıp onun gibi hanif Müslüman olanlardır. Aynı şekilde,
Peygamber Muhammed (s.a.) ve onunla birlikte iman edenlerdir. Çünkü tevhid ehli
bunlardır. Allah da müminlerin velisidir, yani onların yar-dımcısıdır.
Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Her bir
peygamberin peygamberlerden velileri vardır. Şüphesiz benim velim de atam ve
Rabbimin Halili (lbrahim)'dir." Daha sonra Peygamber (s.a.), "Şüphesiz
insanlar arasında İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlarla şu peygambere iman
edenlerdir" ayetini okudu.
[146]
69-
Kitap Ehli'nden bir zümre, sizi keşke saptırsalar diye arzu ettiler. Onlar
kendilerinden başkasını saptıramazlar da, hâlâ farkında değiller.
70-
Ey Kitap Ehli! Kendiniz görüp dururken niçin Allah'ın ayetlerini inkâr
ediyorsunuz?
71-
Ey Kitap Ehli! Siz bilip dururken niçin hfffcfcı batılla karıştırıyor ve hakkı
gizliyorsunuz?
72-
Kitap Ehli'nden bir zümre dedi ki: "İman edenlere indirilenlere günün erken
saatlerinde iman edin, akşamleyin inkâr edin. Olur ki dönerler."
73-
"Ve dininize tabi olandan başkasına inanmayın." De ki: "Gerçek
hidayet Allah'ın hidayetidir. Size verilenin benzerinin başkasına verilmiş
olduğuna yahut onların Rabbiniz nezdinde size karşı deliller getireceklerine
de (inanmayın)." De ki: "Muhakkak lütuf Allah'ın elindedir. Onu
dilediğine verir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir."
74-
O dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah en büyük lütuf sahibidir.
"Size
verilenin benzerinin başkasına verilmiş olduğuna..." Bu ifadenin takdiri
şöyledir: Sizin dininize uyandan başkasına, size verilenin benzerinin kimseye
verileceğine iman etmeyiniz. Bunun şu takdirde olması da mümkündür: Dininize
uyandan başkasına, size verilenin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğini
ikrar edip kabul etmeyiniz. Zemahşerî'ye göre ise ifadenin tevili şöyledir:
"Size verilenin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine dair
inancınızı, dininize mensup olanlardan başkasına açıklamayınız. Yani Müslümartlara
da onlara verilen gibi Allah'ın kitaplarından bir kitap verildiğini tasdik
ettiğinizi gizli tutunuz."
"De
ki: Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir.7' Bu buyruk bir ara cümlesidir.
"Yahut onların Rabbiniz nezdinde size karşı deliller
getireceklerine..." buyruğu ise, "Size verilenin benzerinin...7'
cümlesine atfedilmiştir.
[147]
"Hak
ve batıl" kelimeleri arasında tıbâk vardır.
"Sizi
keşke saptırsalar" ile "saptıramazlar" ifadeleri arasında tam
bir cinas vardır.
[148]
"Kitap
Ehli'nden bir zümre" Hahamlardan ve başkanlarından oluşan bir topluluk,
"sizi keşke saptırsalar" İslâm dininden döndürseler, ona muhalefet etmek
suretiyle sizi sapıklığa düşürseler "diye arzu ettiler" temenni
ettiler, arzu-ladılar. Sapıklık (dalâl), bir çeşit helak olmaktır.
"Onlar
kendilerinden başkasını saptıramazlar." Çünkü sapmalarının günahı
kendilerinedir. Müminler ise bu hususta onlara itaat etmezler.
"Allah'ın
ayetlerini..." Muhammed (s.a.)'in nübüvvetinin doğruluğuna delâlet eden,
onun niteliklerini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim'i.
"Siz"
onun hak olduğunu "bilip dururken niçin hakkı batıla karıştırıyor"
tahriflerle, yalan ifadelerle bunları birbirine katıyor "ve hakkı"
Muhammed (s.a.)'in niteliklerini "gizliyorsunuz."
"De
ki: Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir." O da İslâm'dır. Hitap Muhammed
(s.a.)'edir; cümle ara cümlesidir.
"Size
verilenin benzeri" yani Kitap, hikmet ve faziletler bakımından ona
benzeyeni, "başkasına verilmiş olduğuna yahut onların Rabbiniz nezdinde
size karşı deliller getireceklerine" yani müminlerin size karşı delil
getireceklerine ya da delillerle sizi yenik düşüreceklerine (de inanmayın).
"Lütuf
yani çokça ihsan ve bağış. Burada kasıt ise peygamberlik ihsanıdır.
[149]
69.
ayet-i kerime Yahudilerin Muaz b. Cebel, Ammar b. Yasir ve Huzeyfe b. el-Yeman'ı
kendi dinlerine davet etmeleri üzerine nazil olmuştur.
72.
ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da İbni İshâk, İbni Abbas'tan şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b. es-Sayf, Adiyy b. Zeyd ve el-Ha-ris b.
Avf birbirlerine şöyle dediler: "Gelin Allah'ın Muhammed'e ve ashabına
indirdiklerine sabahleyin iman edelim, akşamleyin de onu inkâr edelim. Böylelikle
onlar dinleri hususunda şüpheye düşsünler. Belki onlar da bizim yaptığımız
gibi yapar da dinlerinden dönerler. "Bunun üzerine Yüce Allah, "Ey Kitap
Ehli, siz bilip dururken niçin hakkı batılla karıştırıyorsunuz Allah Vâsi'dir,
Alîm'dir" buyruklarını indirdi.
İbni
Ebî Hatim de es-Süddî'den, o da İbni Malik'ten şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Yahudilerin hahamları daha aşağı mertebede olanlara "Dininize
uyanlardan başkasına inanmayınız" diyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah
"Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir." ayetini indirdi.
[150]
Daha
önce Yüce Allah, Kitap Ehli'nin bir tutumunu söz konusu etmişti. Bu ise hakka
itiraz etmeleriydi. Burada onların bir başka tutumunu söz konusu etmektedir.
Bu da onların müminleri saptırmaya aşırı gayretli olmalarıdır.[151]
Kitap
Ehli alimlerinden ve başkanlardan bir kesim şüphe tohumlarını ekmek, bazı
Müslümanları da dinlerine sokmak suretiyle kazanmak için Müslümanlar arasında
sapıklığı yerleştirmeyi arzu ettiler. Fakat bunlar arzularını elde
edemeyeceklerdir. Bunlar ancak kendilerini saptırırlar. Bu saptırmanın vebali
yalnız onlara ait olacaktır. Çünkü onlar kendilerini faydasız, hatta zararlı
bir işle meşgul etmektedirler. Kendilerini günah ve masiyete düşüren bir işle
uğraşıyorlar. Onlar bunun farkında değildirler. Kötü hallerini anlayamıyorlar.
Bu ise onlara yapılan en ileri derecedeki bir yergi ve küçümsemedir. Ayet-i kerime
Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Kitap Ehli'nden bir çoğu hak
kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı
sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak geriye döndürmek isterler." (Bakara,
2/109).
Ey
Kitap Ehli (Yahudiler ve Hıristiyanlar)! Muhammed (s.a.)'in doğruluğuna
delâlet eden ayetleri (kesin belgeleri) ne diye inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz,
kitaplarınızda bulunan o ayetlerin onun niteliklerine ve onu müjdeleyen
ifadelere dayanarak doğruluklarına şahitlik edip durmaktasınız.
Ey
Kitap Ehli! Peygamberlerin size getirdikleri hakkı alimlerinizin, başkanlarınızın
fasit tevillerle, tahrif ve tebdil ederek uydurdukları batıla ne diye
karıştırıyorsunuz? Muhammed'in durumunu niçin gizliyorsunuz. Halbuki ona dair açıklamalar
sizin yanınızda Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulunmaktadır. Elinizdeki
kitaplarda İsmailoğullarından bir peygamberin geleceğine, insanlara Kitabı ve
hikmeti öğreteceğine dair bir müjde vardır. Sizler yanlışlık yaptığınızı,
batıl üzere olduğunuzu bilmektesiniz. Siz bunu kıskançlığınız dolayısıyla ve
inat ederek yapmaktasınız.
Daha
sonra Yüce Allah, onların hile ve tuzaklarından bir başka çeşidi söz konusu
etmektedir; o da şudur: Az önce açıkladığımız nüzul sebebinden de görüldüğü
gibi onlardan bir kesim, günün erken saatlerinde İslâm'a girdiklerini
açıkladılar. Müslümanlarla birlikte sabah namazını kıldılar. Akşam olunca da
dinlerinden döndüler. Bundan kasıtları ise din hususunda insanlar arasında
zayıf ve bilgisiz olanları karışıklığa düşürmek ve onların, "Bunların eski
dinlerine girmeleri, gördükleri bir eksiklik, Müslümanların dinindeki bir
kusur dolayısıyladır" demelerini sağlamaktı. İşte bundan dolayı,
"Olur ki" dinlerinden "dönerler" demişlerdir. Halbuki hakkı
bilenin ondan geri dönmeyeceğini bilmiyorlardı. Heraklius Ebu Süfyan'a
Muhammed (s.a.)'in durumlarına dair sorduğu soruların arasında şöyle demişti:
"Onun dinine giren hiç ondan geri dönüyor mu?" Ebu Süfyan ise
"Hayır" demişti.[152]
Yahudiler,
sözlerinin geri kalan kısmında, peygamberliğin ancak kendileri arasında olacağını
iddia ederek, şöyle derler[153]:
Müslümanlara size verildiği gibi Allah'ın kitaplarından bir kitap verilmiş
olduğunu doğruladığınızı gizleyiniz ve bunu açıklamayınız. Bu açıklamayı
yalnızca sizin dininize uyanlara yapınız, Müslümanlara yapmayınız. Böylelikle
sizin yapacağınız bu açıklamanın onların dinlerine sebatlarını arttırması
önlenmiş olur. Müşriklere de açıklamayınız ki, Müslümanlar onları İslâm'a
çağırmasın. Yani Kitap Ehli gibi Müslümanların da Allah'tan gelmiş bir
kitapları olduğunu doğruladığınızı ööğrenmesinler, bu bilgiyi onlardan
gizleyiniz. İbni Kesir der ki: Dininize uyanlardan başkasına güvenmeyiniz veya
sırrınızı ve sahip olduğunuz bilgileri onlardan başkalarına açıklamayınız.
Elinizde bulunanları Müslümanlara göstermeyiniz. O vakit ona iman eder ve onu
aleyhinize delil gösterirler. O halde bunun anlamı, sırlarını Müslümanlara
açıklamamalarıdır.
Kıyamet
gününde Müslümanların hakkı size karşı delil göstereceklerine, Allah'ın
huzurunda getirecekleri delillerle sizleri yenik düşüreceklerine dair
hususlarda size uyanlardan başkasına inanmayınız. İbni Kesir bunu açıklarken
şöyle demektedir: Yani sizde bulunan bilgileri Müslümanlara açıklamayınız. O
vakit onlar o bilgiyi sizden öğrenir ve bu hususta size eşit olurlar. Hatta ona
olan ileri derecedeki imanları sebebiyle sizden üstün olurlar veya ellerinizde
bulunanları size karşı delil edinirler. O vakit sizin aleyhinize delil ortaya
konulmuş, dünya ve ahirette bu delil sizi bağlamış olur.
Bu
buyruklar arasında bir ara cümlesi yer almaktadır. O da, gerçek hidayetin
Allah'ın hidayeti olduğudur. Allah kimi imana iletmek isterse, o kimse kulu ve
rasulü Muhammed'in üzerine indirdiği apaçık ayetlere, kat'î delillere, açık
belgelere iman eder. Sizin hileleriniz, tuzaklarınız, desiseleriniz, hakkı
gizlemenizin herhangi bir etkisi olmaz. Kitaplarınızda ümmî peygamber
Muhammed'e dair bildiklerinizi ister gizleyiniz, ister hakkı açıklayınız, fark
etmez ey Yahudiler! Bu, Allah'ın hidayet nimetini hiçbir şekilde değiştiremez.
Daha
sonra Yahudilerin peygamberliğin yalnız kendilerinden olanlara verileceği
şeklindeki iddialarım kesin bir şekilde reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Bütün işler ve bu arada peygamberlik de Allah'ın tasarrufu altındadır, size
ait değildir. Bunlar yalnız Allah'ın elindedir, veren de O'dur, vermeyen de. O
dilediğine iman ve ilim ile lütufta bulunur, dilediğini de saptırır, basiretini
köreltir. Gözünü kör eder, kalbini, kulağını mühürler. Mutlak lütuf sahibi
O'dur. Hayır bütünüyle onun elindedir, kullarından dilediğine verir. Rahmetini
yani peygamberliği dilediğine tahsis eder. Müminleri de sınırsız ve
nitelendirilmeyecek kadar büyük lütuflarla mümtaz kılar. Onun lütfü geniştir,
büyüktür. Rahmeti her şeyi kuşatmıştır, sınırsızdır. Rahmetinin etkilerini
sınırlandırmaya imkân yoktur. Onların iddiaları gibi peygamberliğin yalnızca
İsrailoğulları'na hasredilmesine yahut muayyen bir nesep veya belli bir şerefli
zümreye hasredilmesi mümkün değildir.
[154]
Yahudiler
müminleri kıskanır ve onları saptırmanın yollarını ararlar. Fakat bunun vebali
bizzat kendilerine döner de onlar bunun farkında değillerdir. Geçmişte olduğu
gibi günümüzde de kâfirler hep Müslümanları dinlerinden Yahudiliğe yahut
Hristiyanlığa döndürmenin veya onları dinsizleştirmenin rüyalarını görürler.
Fakat her zaman için bundan zararlı çıkmışlardır. Bununla akıllarının zayıf,
temennilerinin beyinsizce olduğunu ispatlamışlardır. Çünkü Müslümanın kalbinde
yer eden İslâm akidesi dağlardan daha köklü ve sağlamdır. Onlar İslâm'ın
doğruluğunu bilmezler. Halbuki onu bilmeleri gerekir. Çünkü Allah'ın
vahdaniyetine, şeriatın doğruluğuna, göz kamaştırıcılığma, asaletine,
ihtiyaçları karşüayabildiğine, yüceliğine, bütün dünya şeriat ve hukuk düzenlerinden
üstün olduğuna dair -çünkü o Allah'ın şeriatı ve dinidir- deliller açıkça
ortadadır, belgeler göz kamaştıracak niteliktedir.
Kitap
Ehli'nin hakkı batıla karıştırmaları veya apaçık hakkı bile bile gizlemeye
kalkışmaları, aklen ve âdeten reddedilen bir iştir.
Bazı
kimselerin saptırmak ve şüpheye düşürmek maksadıyla bir süre iman ettiklerini
açıklamak, sonra da küfre dönmek suretiyle hakikati gizlemek ve aldatmaya
çalışmak sonuç vermeyen, mantıksızca ve çocukça bir davranıştır. Böylelerine
ancak kendileri gibi saf ve kıt akıllı kimseler aldanır. Çünkü din ve iman ile
oynamaya kalkışmak, ihlâslı ve samimilerin bir alâmeti değildir. Diğer
taraftan iman delil ve belgeye dayanarak bir kalpte yer edecek olursa, o
imanın o kalpten çıkarılması ve sahibinden ayrılması, ölüm ya da öldürme hali
dışında mümkün değildir.
Peygamberlik
herhangi bir ümmet veya herhangi bir kavmin tekelinde değildir. Allah
rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah peygamberliği kime vereceğini daha iyi
bilir. Mutlak egemenlik ve kesin hüküm sahibi O'dur. O, vahyi ya da melekleri
kullarından dilediği kimseye indirir. O bakımdan Yahudilerin "Peygamberlik
bize münhasırdır" demeye ya da kendileri lehine Allah katında üstün bir
delil sahibi olduklarını ileri sürmeye hakları yoktur. Onların lehlerine hiç
bir delil yoktur. Müslümanlar da elbette ki onların dinlerinden daha sağlıklı
bir dinin sahibidirler. Hayra iletmek ve Yüce Allah'ın yolunu göstermek, Şanı
Yüce Allah'ın elindedir. O bunu peygamberlerine verir. Kitap Eh-li'nin
kendilerine verilenin bir benzerinin herhangi bir kimseye verilmesini tepki ile
karşılama haklan yoktur. Eğer öyle bir tepki gösterecek olurlarsa onlara,
"De ki: Muhakkak lütuf Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir."
denilir. Bütün işler Allah'ın mutlak tasarrufundadır. Veren yahut vermeyen
O'dur. Dilediğine iman, ilim ve tam bir tasarruf lütfeder; dilediğini
saptırır, gözünü ve basiretini köreltir, kalbine, kulağına mühür vurur, gözünü
perdeler. Eksiksiz delil ve nihaî hikmet yalnız O'nun ehildedir.
[155]
75-
Kitap Ehli'nden bazı kimseler vardır ki, onlara bir kantar emanet olarak
versen, onu sana eksiksiz öderler. Yine onlardan öyle kimseler de vardır ki,
onlara tek bir altın emanet versen, sen onun üzerinde ayak diretip durmadıkça
onu sana ödemez. Bunun sebebi onların, "Ümmîler hakkında aleyhimize bir
yol yoktur" demeleridir. Onlar bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylerler.
76-
Hayır, kim ahdine vefa gösterir ve sakınırsa şüphesiz Allah da o sakınanları
sever.
77-
Şüphesiz Allah'a olan ahitlerin! ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler,
işte onların ahirette hiçbir nasibi yoktur. Allah kıyamet gününde onlarla
konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temizlemez. Onlar için acıklı bir azap da
vardır.
"Bunun
sebebi onların... demeleridir." Kötülük ve fesattaki aşırılıkları dolayısıyla
onları kastetmek üzere uzaktaki için kullanılan işaret zamiri kullanılmıştır.
"Ümmîler
hakkında aleyhimize bir yol yoktur." Burada onların mallarını yemek
hususunda aleyhimize yol yoktur anlamında hazifle yapılan bir mecaz vardır.
"Değiştirenler"
buyruğunda istiare vardır. Çünkü değiştirmeyi anlatmak üzere "satın
alanlar" fiili istiare yoluyla kullanılmıştır.
"Allah
onlarla konuşmaz." Bu ilâhî gazap ve hidayetin ileri derecesini anlatmak
için kullanılmış mecazî bir ifadedir.
"Onlara
bakmaz." Bu da onların önemsenmeyeceklerini ve onlara gazap edileceğini
mecaz yoluyla ifade etmektedir. "Filân filâna bakmaz" denilirken
"Ona ehemmiyet verilmez" denilmektedir.
"Onları
temizlemez." Onlara iyilikte bulunmaz, onları övmez. Bu da iyilikte
bulunma anlamını ifade eden mecazî bir ifadedir.
"Sakınırsa,
sakınanlar" kelimeleri arasında iştikak bakımından cinas vardır.
[156]
"Bir
kantar" pek çok sayıda demektir. Bunun bir tartı ağırlığı olduğu da
söylenmiştir. Şamlılara göre bunun miktarı yüz rıtıldır. Bir ntıl ise 2,5
kilodur.
"Tek
bir altın (dinar)..." Bundan kasıt ise az bir miktardır. "Ümmîler hakkında"
yani Araplar hakkında "aleyhimize bir yol yoktur" sorumluluk veya bir
günah yoktur.
"Hayır
( = belâ)" daha önce geçmiş olumsuz bir cümleye olumlu bir cevap vermek
için kullanılan bir kelimedir. Yani dedikleri gibi değil, aleyhlerine yol
vardır, demektir.
"Ahit..."
Ahit, kişinin, başkası için yerine getirmeyi üstlendiği şeydir. Eğer bu
yükümlülük iki taraflı olursa filân filân kişi ile ahitleşti denilir. "Allah'a
olan ahitlerini..." Allah'ın Kitab'ında indirmiş olduğu peygambere iman,
emaneti eda etmek, ahitlerini "ve yeminlerini" Allah adına yapılan
yemini "az bir pahaya değiştirenler" Burada yeminden kasıt, onların
yalan yere yaptıkları yeminler yahut yalan söyleyerek Allah adına yemin
etmeleridir. Az pahadan kasıt ise, bu değiştirme karşılığında aldıkları az
miktardaki dünyalık yahut rüşvettir. Bu ise pek azdır. Çünkü sonunda ceza
görmeye sebep teşkil eden mal, ne kadar çok olursa olsun, yine azdır,
"onların ahirette hiç bir nasibi" hiç bir pay "yoktur. Allah
kıyamet gününde onlarla konuşmaz." Onlara gazap eder, "onlara
bakmaz", onlara merhamet etmez "ve onları temizlemez" yani
onları övmez, onları arındırmaz. "Onlar için acıklı" yani can yakıcı
"bir azap vardır."
[157]
77.
ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Buharî, Müslim ve başkalarının
rivayetine göre el-Eş'as şöyle demiştir: Yahudilerden bir adamla ortak olduğumuz
bir arazimiz vardı. Benim arazideki hakkımı inkâr etti. Onu Peygamber
(s.a.)'in huzuruna getirdim. Hz. Peygamber bana "Bir beyyinen var
mıdır?" dedi. Ben "Hayır" dedim. Yahudiye "Yemin et"
dedi. Ben, "Ey Allah'ın rasulü, o vakit yemin eder ve benim malımı alır
gider?" dedim. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şüphesiz Allah'a olan
ahitlerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler..." ayetini
indirdi.
Buharfnin
Abdullah b. Ebî Evfa'dan rivayetine göre bir adam kendisine ait olan bir malı
pazara getirdi. Allah adına yemin ederek kendisine rayicin üstünde bir fiyatın
verildiğini söyledi. Bundan kasıt ise Müslümanlardan bir adamı düşürmekti. İşte
bunun üzerine şu, "Şüphesiz Allah'a olan akülerini ve yeminlerini az bir
pahaya değiştirenler..." ayeti nazil oldu.
Hafız
İbni Hacer, Buharî Şerhi'nde der ki: Her iki hadis arasında bir aykırılık
yoktur. Aksine nüzul sebebinin her ikisinin de olduğu şeklinde yorumlanır.
İbni
Cerir'in İkrime'den rivayetine göre ayet-i kerime Huyey b. Ahtab, KaT) b.
el-Eşref ve onların dışında kalan Allah'ın Tevrat'ta indirdiklerini gizleyip
değiştiren ve bu değiştirdiklerinin de Allah tarafından geldiğine yemin eden
kimseler hakkında inmiştir. Yine bunun Ebu Râfi', Lübâbe b. Ebil-Hu-kayk ve
Huyay b. Ahtab hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü bunlar Tevrat'taki
hükümleri ve onda anlatılan, Resulullah (s.a.)'uı niteliklerini farklı olarak
ifade etmişler ve buna karşılık da rüşvet almışlardı[158]
Hafız
İbni Hacer der ki: Ayet-i kerimenin bu manalara gelme ihtimali vardır; fakat
bu hususta asıl dayanılacak bilgi sahih hadiste sabit olandır.
[159]
Ayet-i
kerimeler Kitap Ehli'nin niteliklerini açıklamaya devam etmektedir. Onlardan
kimisi güvenilirdir, kimisi hainlik eder. Kimisi de Yahudilerden başkalarının
çürük tevillerle ve batıl yollarla mallarını helâl kabul etmektedir. Bundan
dolayı Kur'an-ı Kerim onlara aldanmaya karşı uyarmakta, sakındır-maktadır.
[160]
Kitap
Ehli'nin niteliklerini belirtmekte Kur'an gayet adil hüküm getirmiştir.
Aralarından bir kesim, kendilerine emanet olarak verilen mal az olsun, çok
olsun emanetlere hainlik etmeyen güvenilir kimselerdir; Abdullah b. Selâm gibi.
Kureyşli birisi ona 1200 ukiyye altın emanet etmiş o da o miktarı aynen geri
ödemişti. Yine sözünde durmakla ün kazanmış Yahudi Samuel b. Adiya da böyledir.
Onlardan
bir diğer kesim ise az dahi olsa emanete hainlik eder ve sürekli istemedikçe ve
tahsil etmek için çalışmadıkça veya mahkemeye baş vurup onlara karşı delil
getirmedikçe, o emaneti geri almaya imkân olmaz. Ka'b b. Eşref ve Finhâs b.
Azura gibi. Kureyşli bir kimse buna bir dinar emanet vermiş, fakat o da bu
dinarı inkâr edip hainlik etmiştir.
Yahudilerden
bu kesimi böyle bir hainliğe iten ise Tevrat'ın kendilerine ümmîlerin yani
Arapların mallarını yemeyi helâl kıldığını iddia etmeleridir. Onlar,
"Arapların hatta Yahudilerin dışında kalan herkesin malını yemekte bizim
için bir vebal ve günah yoktur" derler. Çünkü kendileri onlara göre Allah'ın
seçkin kavmidirler. Başkalarından daha üstün ve yücedirler. Onların dışında
kalanların ise Allah nezdinde saygı duyulması gereken bir hakları yoktur.
Başkaları Allah tarafından buğzedilen kimselerdir. Allah onları hakir görür,
böylelerinin herhangi bir hakkı ve saygı duyulması gereken herhangi bir hukuku
yoktur. Rivayet edildiğine göre İsrailoğullan putperest oldukları için
Arapların mallarının helâl olduğuna inanıyorlardı. Fakat İslâm gelip, Araplardan
İslâm'a girenler de olunca yine Yahudiler onlar hakkında aynı inancı sürdürmeye
başladılar. İşte bu kanaati yasaklamak üzere bu ayet-i kerime nazil olmuştur[161]
Mümin
ile kâfir arasında hakların ödenmesi hususunda fark gözetmeyen Allah'ın
şeriatında böyle bir şey elbette ki reddedilir. Fakat onlar kelimelerin
yerlerini değiştirerek nasları kendi nevalarına uygun olarak tevil edip yorumlayan
Yahudilerdir. Yine bunun misallerinden bir tanesi de İbni Cerir et-Taberî
tarafından şöylece rivayet edilmektdir: Bir grup Müslüman cahiliye döneminde
Yahudilere bazı malları satmışlardı. İslâm'a girdikten sonra bu malların bedelini
kendilerine ödemelerini istediler. Ancak Yahudiler, "Size vermemiz gereken
bir emanetiniz ve size ödememiz gereken bir hakkınız bizde yoktur. Çünkü sizler
daha önce bağlı olduğunuz dininizi terk etmiş bulunuyorsunuz" dediler. Ayrıca
böyle bir uygulama yapma hakkına sahip olduklarına dair ifadenin kitaplarında
da yer aldığını iddia ettiler.
Herhangi
bir şeriata uyan herkes Yahudilerin bu yaptıklarından sakınmalıdır.
Abdurrezzak ve Ebu İshak'ın rivayetine göre adamın birisi İbni Abbas'a şöyle
demiş: Bizler gazada zimmet ehline ait tavuk, koyun gibi bazı malları alıyoruz.
İbni Abbas, "Siz ne diyorsunuz?" deyince onlar, "Bizce bu konuda
bizim için bir mahzur yoktur, diyoruz" dediler. İbni Abbas şöyle dedi:
İşte bu, "Ümmî-ler hakkında aleyhimize yol yoktur" diyen Kitap
Ehli'nin sözünü andırmaktadır. Zimmîler cizyeyi ödedikleri takdirde, onların
malları gönül hoşluğu ile olmadıkça size helâl olmaz.
İbni
Ebî Hatim ve İbnül-Münzir de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Kitap Ehli "Ümmüer hakkında aleyhimize bir yol yoktur" deyince
Allah'ın peygamberi de şöyle buyurdu: "Allah'ın düşmanları yalan söylemiştir.
Cahiliye döneminde olan her ne varsa onun hepsini işte bu iki ayağımın altına
alıyorum. Emanet bundan müstesnadır. Emanet iyi olana da kötü olana da tastamam
verilecektir.'' İşte bu, onların iddialarını reddetmektedir.
Yüce
Allah da aynı şekilde bunu, Kitaplarında yer aldığını bildikleri halde,
Allah'a yalan söylediklerini belirterek reddetmektedir. Onlar bu konuda açıktan
yalan söylediklerini de bilmektedirler. Çünkü Tevrat'ta "ümmîlere hainlik
etmek" şeklinde zalimce bir hüküm yoktur.
Bunun
ile ilgili Tevrat'ta yer alan hüküm tam aksidir. Tevrat ahitlere bağlı kalmayı
farz kılmakta, emanetleri tastamam ödemeyi emretmektedir. Allah onlara der ki:
Durum onların dediği gibi değildir. Ümmîler hakkında onlar yalan söyledikleri,
Arapların mallarını helâl kabul ettikleri için onlara azap söz konusudur. Her
kim belli bir vadeye kadar borç alsa yahut vadeli olarak bir şey satın alsa
veya kendisine bir şey emanet verilecek olsa, bunu aynen yerine getirmeli ve
zamanı gelince hak sahibine hakkını tastamam ödemelidir. Böyle davranması hak
sahibinin ısrarla talebine yahut da hakime baş vurmasına gerek olmaksızın,
farzdır. İşte bu şekilde Allah'a verdiği sözü eksiksiz olarak yerine getiren
ve hainlik yapmak hususunda Allah'tan korkan herkesi Allah sever ve ondan razı
olur. Çünkü Allah kitaplarında insanlara ahitlerine ve akitlerine tastamam
bağlı kalmayı, doğruluktan ayrılmamayı emretmiştir.
Ahit
yalnızca akitlere ve verilen sözlere bağlı kalıp onları yerine getirmekten,
emanetleri eda etmekten ibaret değildir. Aynı şekilde Yüce Allah'a verilen ahdi
de kapsamaktadır. Bu ise müminin yerine getirmeyi üstlendiği sert yükümlülükler,
emirler ve vazifelerdir. Şayet Yahudiler verdikleri sözleri yerine getirecek
olurlarsa Muhammed (s.a.)'e de iman ederler. Eğer insaf ederlerse hiç bir zaman
Yahudiye verilen söz ile başkasına verilen söz arasında fark gözetmezler.
Daha
sonra Yüce Allah ahde vefasızlık eden, Allah'ın indirdiklerini gizleyen, hakkı
batılla değiştiren, Allah'ın sözünü, emirlerini değersiz bedellere, azıcık
karşılıklara satanların cezasını beyan etmektedir. Bunların aldıkları
başkanlık, rüşvet ve buna benzer dünya metaldir. Böyle bir tutumun cezası ise
ahiret nimetlerini kaybetmek, Allah'ın gazap ve kızgınlığını üzerine çekmek,
O'nun övgüsüne mazhar olmamak, O'nun tarafından yapılacak ihsan ve rahmetten
mahrum kalmak, durumları hakir görülmektir. Ayrıca onlar için cehennem
ateşinde çetin ve can yakıcı bir azap da vardır.
Yüce
Allah bütün bunları mecaz yollu ifadelerle dile getirmiştir. Ahdi bozmayı ve
bunun karşılığında bir şeyler almayı, satın alma ve bedelli değiştirme gibi
ifade etmiştir. Ancak bu son derece zararlı bir alışveriştir. Çünkü alman
karşılık veya bedel ne kadar çok olursa olsun, eğer günahın, suçun büyüklüğü ve
ahirette karşılaşılacak cezanın şiddeti ile ölçülecek olursa, hakikatte pek azdır.
[162]
Yüce
Allah, Kitap Ehli arasında hainlerin de güvenilir kimselerin de bulunacağım
haber vermektedir. Müminler ise onları birbirlerinden ayırt edemezler. O halde
hepsinden uzak durmaları gerekir. Müminler arasında da her iki tipten
bulunmakla birlikte, özellikle Kitap Ehli'nin söz konusu edilmesi, aralarında
hainliğin daha fazla olmasından dolayıdır. O bakımdan ifade çokluk hakkındadır.
Emin olan bir kimse için emanetin çok ile az olması arasında fark yoktur. Çok
olanı koruyup sahibine eksiksiz ödeyen bir kimsenin, az olana böyle davranması
öncelikle söz konusudur. Basit miktarlarda hainlik eden yahut onu sahibine
vermeyen kimsenin fazla olanda aynı şeyi yapması da böyledir.
Ebu
Hanife alacaklının, borçlunun borcunu ödeyinceye kadar arkasına takılacağı şeklindeki
görüşüne Yüce Allah'ın, "Sen onun üzerinde ayak diretip durmadıkça..."
buyruğunu delil göstermiş olmakla birlikte, sair ilim adamları bunu kabul
etmemişlerdir.
Dinde
emanetin değeri pek büyüktür. Kıyamet gününde rahim (akrabalık bağı) ile
birlikte sıratın iki tarafında durmaları Sahih-i Müslim'de de belirtildiği
gibi- kadrinin büyüklüğünden ileri gelmektedir. Her ikisini gereği gibi koruyanlar
dışında, sırattan kimse esenlikle geçme imkânını bulamayacaktır.
Malikîlerin
görüşüne göre bu ayet-i kerime Kitap Ehli veya onların bir kısmının -bu hususta
muhalif kanaat serdedenlerin aksine- adil oldukları belirtilmemektedir. Çünkü
Müslümanların fasıklan arasında bile emaneti eda eden kimseler vardır ve pek
çok malı güvenerek onlara emanet edebilirsiniz. Bununla birlikte onlar adil
kimse olamazlar. Çünkü adil olmanın ve şahitliğin kabul edilmesinin yoluna
delâlet eden şey, mali teamüllerdeki ve emanetlerde-ki güvenilirlilik ve
bunları yerine getirmek değildir.
Hak
ve emanetlerin tastamam ödenmesi hususunda Allah'ın şeriatında mümin ile mümin
olmayan arasında ayırım gözetmek mutlak olarak söz konusu değildir. Çünkü hak
kutsaldır. Hakkın niteliği, o hakka sahip olanın kişiliğinden etkilenmez.
Yahudiler ise ahde vefayı bizatihi yerine getirilmesi gereken bir hak olarak
kabul etmemektedirler.
Yüce
Allah'ın, "Onlar bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylerler"
buyruğu kâfirin şahitliğinin kabul edilme ehliyetine sahip olmadığından
dolayıdır. Çünkü Yüce Allah kâfiri çokça yalana olmakla nitelendirmiştir. Aynı
zamanda bu buyrukta Allah'ın helâl ve haram kılması dışında haram ve helâl
kılan ve bunu şeriatın bir parçası haline getiren kâfirlerin uygulamalarını da
reddetmektedir.
Ahde
vefa Allah'ın ve insanların ahitlerine riayet etmekle gerçekleşir. Allah'ın
ahdinin yerine getirilmesi, emirlerine uymak ve yasaklarından uzak durmakla
mümkün olur. Karşılıklı ilişkilerde, ahitlerde ve emanetlerde hakları tastamam
yerine getirmek suretiyle insanların ahdine bağlı kalmak da imandandır. Hatta
imanın en önemli özelliklerindendir. Rabbi tarafından sevilmeye, rızasını elde
etmeye sebep olur. Muayyen olarak herhangi bir ümmet, bir ırk ve bir kavme
mensup olmanın Allah nezdinde bir önemi yoktur. Ahde hainlik eden kimsenin de
takva ile bir ilgisi yoktur. Hatta böyle bir kimse münafıklar arasında yer
alır. Batıl yolla mal yiyen kimse, Allah'ın gazabını, kızgınlığını hak eder.
Ahmed, ibni Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Haksız yere Müslüman bir kimsenin malını kesip alan
bir kimse Allah kendisine gazap etmiş olarak Allah'ın huzuruna çıkar."
Yine Hz. Peygamber Buharı, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den yaptığı
rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuşursa yalan
söyler, söz verirse sözünde durmaz, emanet verilirse hainlik eder."
Tabera-nî de el-Evsat'da Enes'ten şöyle bir hadis rivayet etmektedir:
"Emanete riayet etmeyenin imanı, ahdini yerine getirmeyenin de dini
yoktur."
Sözlerinde
durmayıp emanetlere hainlik edenlerin cezası ise, Allah nezdinde zina,
hırsızlık, içki içmek, kumar oynamak ve anne babaya karşı gelmek gibi diğer
büyük günahları işleyenlerden daha ağırdır. Çünkü ahdi bozmanın kötülüğü genel
ve kapsamlıdır. Bunun vereceği zarar daha büyük ve daha tehlikelidir.
Bu
ayet-i kerime ve az önce kaydedilen hadis-i şerifler, hakimin vereceği hükmün
hakikatte hak edilmeyen malı zahiren verilen hükme bağlı olarak helâl
kılmayacağına -lehine hüküm verilen kişi bu hükmün haksız olduğunu bildiği
takdirde- delâlet etmektedir. Hadis imamları Ümmü Seleme'den şöyle dediğini
rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizler gelip benim
yanımda davalaşıyorsunuz. Ben ise bir insanım ancak. Belki sizden biriniz delilini
diğerinden daha açık ve güzel bir şekilde ortaya koyabilir. Ben de sizden işittiğime
göre aranızda hüküm veririm. Her kimin lehine kardeşinin hakkından alıp hüküm
verecek olursam, o onu almasın. Çünkü ben bu hükmümle ona ancak ateşten bir
parça kesip veriyorum ve kıyamet gününde o bunu getirip gelecektir."
Ebu
Hanife ise hakimin hükmünün, eğer bir akdin gerçekleşmesi veya feshine veya
talaka dair ise zahiren ve bâünen geçerli olacağı görüşündedir. Çünkü onun
görevi hak ile hüküm vermektir. Önceki hadis-i şerif ise hakkında bey-yine
bulunmayan bir mesele hakkındadır. Buna göre bir kimse bir kadın ile evlendiğini
iddia etse ve kadın bunu reddetse, o da onunla evlendiğine dair iki yalancı
şahit getirse, hakim de -şahitlerin yalancı olduğunu bilmeksizin- aralarında
rıiltâhın geçerli olduğuna dair hükmetse, karı ve koca aralarında nikâhın
yapılmamış olduğunu bilseler dahi, erkek için o kadın ile evlenmek helâldir.
Kadının da erkeğin kendisiyle gerdeğe girmesine imkân vermesi helâl olur. Aynı
şekilde hakim buna göre boşanmış olduklarına hüküm verecek olsa yine Ebu
Hanife'ye göre bu karı koca birbirinden ayrılır; erkek karısını boşamadığını
ileri sürse dahi. Alışveriş ve buna benzer diğer akitler de buna kıyas edilir.
[163]
78-
Onlardan gerçekten öyle bir zümre de vardır ki, siz onu Kitap'tan sanasınız
diye dillerini Kitab'a eğip bükerler. Halbuki o Kitap'tan değfldir. "Bu
Allah nezdindedir" derler. Halbuki o Allah katında değfldir ve onlar
Allah'a karşı büe bile yalan söylerler.
"Siz
onu" yani tarif edilen bölümü Allah'ın indirdiği "kitaptan semasınız
diye dillerini Kitab'a eğip bükerler." Yani Allah tarafından indirilen
kelâmı söyleyecek yerde, dillerini evirip çevirerek tahrif edilen,
değiştirilen sözleri söylerler. Hz. İsa'nın söylediği varit olan mecaz! anlamı
ortaya koyacak yerde, onun gerçekten Allah'ın oğlu olduğunu söylemek ve son
peygamberin niteliklerini değiştirmek gibi.
[164]
Rivayet
edildiğine göre, İbni Abbas, Allah'ın söylemediğini Allah'a isnat edip iftira
eden Kitap Ehli'nden olan bu üçüncü kesim hakkında şöyle demektedir: Bunlar
Peygamber (s.a.)'in en amansız düşmanlarından birisi olan Ka'b b. el-Eşrefe
gelip Tevrat'ı değiştiren ve Allah'ın rasulü Muhammed'in niteliklerini
değiştirdikleri bir kitap yazan kimselerdir. Daha sonra Kurayzahlar onların bu
yazdıklarını aldılar ve yanlarında bulunan kitaba dahil ettiler.[165]
Kitap
Ehli'nin haham, alim ve önderlerinden -bunlar Ka'b b. el-Eşref, Malik b.
es-Sayf, Huyey b. el-Ahtab ve benzerleridir- bazıları, kendilerine indirilen
Kitab'ı okurken doğruyu tahrif etmek için dillerini eğip bükerler ve Allah'ın
kelâmına ya bir şeyler ekler ya bir şeyler eksiltir ya da anlamını
değiştirirlerdi. Yahut da Tevraf tanmış vehmini insanlara verecek ve bunu
tahrif edilen sözlerin Allah'ın sözünü olduğunu zannettirecek nağmelerle
okurlardı. Halbuki o Allah tarafından gelmiş değildir. Bunlar söylediklerini
yalan söylüyorlar. Bunun Allah'tan geldiğini iddia ederler. Bu ise Yüce
Allah'ın, "Halbuki o kitaptan değildir" buyruğunu da tekit
etmektedir.
Onlar
üstü kapalı ifadelerle yetinmeyip yalanlarını Allah'a açıktan açığa nispet
ederler. Bu ise Allah'a karşı aşın cüretkârlıklarından, kalplerinin katılıklarından,
ahiretten de ümitlerini kesmiş olmalarından dolayıdır. Bu bakımdan Yüce Allah
onlar hakkında asla onlardan ayrı düşünülemeyen daimî yalancılık niteliğini
tescil etmektedir. Bu ise hata yoluyla değil da kasten Allah'a yalan iftirada
bulunmalarıdır. Çünkü onlar bu söylediklerinin yalan ve katıksız iftira
olduğunu tam anlamıyla bilmektedirler. Bu cümle ayrıca onların işledikleri
yalanın ne kadar çirkin olduğunu da ifade etmektedir.
Dillerini
eğip bükmelerine örneklerden bir tanesi de Peygamber (s.a.)'e selâm verirken
"es-selâmu aleyküm" diyecek yerde "es-samu aleyküm"
demeleridir. Es-sam' ölüm demektir. Onların bu türden söylediklerine diğer bir
örnek de, riayet kökünden değil de ahmaklık ve saflık anlamından
"raina" demeleridir. Nitekim şu ayet-i kerime bunu ifade etmektedir:
"Yahudilerden bir kesim kelimelerin yerlerini tahrif ederler, dillerini
eğerek bükerek dine de saldırarak 'İşittik ve isyan ettik. İşit işitmez olası.
Raina' derlerdi. Eğer onlar, 'Dinledik ve itaat ettik. İşit ve bize bak' deselerdi
elbette haklarında daha hayırlı ve daha dürüst olurdu." (Nisa, 4/46).
[166]
Kur"an-ı
Kerim'de Tevrat ve İncil'in tahrifine dair pek çok ayet-i kerime varit
olmuştur. Bunlardan bir tanesi açıklamakta olduğumuz Al-i İmran süresindeki bu
ayettir. Diğerleri ise az önce Nisa suresinden kaydettiğimiz ayet-i kerime ile
Bakara suresinde yer alan, "Onu anladıktan sonra bile bile tahrif
ederlerdi." (Bakara, 2/75) ayet ve Maide süresindeki şu ayet-i kerimedir:
"Ey Kitap ehli! Size Ki-tap'tan gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayıp bir
çoğunu da bırakıveren peygamberimiz gelmiştir. " (Maide, 5/15). Bir diğer
ayet-i kerime: "Onlar kelimeleri konuldukları yerlerden
değiştirirler." (Maide, 5/13). İsra süresindeki şu ayet-i kerimeler:
"Biz Kitapta İsrailoğulları'na şu haberi verdik... Üstün gelsinler ve
istilâ ettiklerini darmadağın etsinler diye." (İsra, 17/4-7). İbrahim
süresindeki, "Sizden öncekilerin... haberleri size gelmedi mi? Ellerini
ağızlarına götürüp... " (İbrahim, 14/9) ile En'am suresinde yer alan,
"De ki: İnsanlar için bir nur ve hidayet olarak Musa'nın getirdiği Kitab'ı
kim indirdi. Siz onu parça parça kağıtlar haline koyuyor, kimini açıklıyor,
çoğunu da gizliyorsunuz." (En'am, 6/91) buyruklardır.
[167]
Ayet-i
kerimeler Yahudilerle Hristiyanlann son derece çirkin iki niteliğini tespit
etmektedir. Bunlar Tevrat ve İncil'i tahrif edip olmadık şekilde tevil etmekle
kendiliklerinden uydurma kitaplar yazmaları ve Allah'a yalan yere iftira
etmeleridir. Âdeten en kötü fiiller, en adi komplolar, insanlık hakkında
işledikleri hileler, hakkı batıla karıştırmalar ve en tehlikeli saptırma
türlerine kaynaklık eden bu iki niteliktir.
[168]
79-
Allah kendisine Kitab'ı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra onun insanlara)
"Allah'ı bırakın da bana kul olun." demesi hiç bir beşere yakışmaz.
Fakat o, "Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde Rabbaniler
olun." (der.)
80-
Ve o size melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi de emretmez. Hiç
Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?
"Müslüman"
ile "küfür" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.
"Emreder
mi?" deki soru inkâr içindir. Yani hiç bir peygambere böyle bir emir
vermek yakışmaz.
[169]
"Hüküm"
hikmet demektir. Bu ise şeriatın inceliklerini kavramak, Kur'an'ı anlamaktır.
Bu da onun gereğince amel gerektirir.
"Bana
kul olun, demesi" "Bana ibadet edin" demek, "hiç bir
beşere," erkek yahut kadın, tek veya topluluk olsun hiç bir insana
"yakışmaz."
"Okuyup
okutmakta olduğunuz kitap sayesinde..." Kitab'ı okumanız dolayısıyla
"Rabbaniler olun." Rabbani, rabba mensup olan demektir. Çünkü bu kimse
rabbı bilir, ona itaate kesintisiz devam eder. Tıpkı "İlâhî bir adam"
demek gibidir. Rabbanilerden kasıt ise rabba mensup olup bildikleri gereğince
amel eden alim fakihlerdir. Muhammed b. el-Hanefiyye, İbni Âbbas vefat edince,
"İşte bu gün bu ümmetin Rabbanisi vefat etti" demişti.
[170]
İbni
İshak ve Beyhakî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudilerin
hahamları ile Necran halkı Hristiyanları Resulullah (s.a.)'ın huzurunda
toplanıp onları İslâm'a davet ettiği sırada Ebu Râfi' el-Kurazî Peygamber
(s.a.)'e şöyle demişti: Ya Muhammed, Hristiyanlann İsa'ya tapındığı gibi bizim
de sana ibadet etmemizi mi istersin? Peygamber (s.a.)'in "Böyle bir şeyden
Allah'a sığınırım" demesi üzerine buna dair Yüce Allah'ın, "Allah
kendisine KLtab'ı... hiç Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?"
buyruklarını indirdi.
Abdurrezzak
da Tefsir'inde Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bana
ulaştığına göre adamın birisi, "Ey Allah'ın rasulü, biz sana birimiz
diğerimize selâm verdiği gibi, selâm veriyoruz, sana secde niye etmiyoruz?"
Hz. Peygamber, "Hayır, fakat peygamberinize ikramda bulununuz ve hak
sahiplerine hakkı itiraf ediniz. Allah'tan başka herhangi bir kimseye de secde
etmek gerekmez" dedi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah kendisine
Kitab'ı ... hiç Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?" buyruğunu
indirdi. Ayet-i kerimeden kasıt ise Hz. İsa ile Üzeyr'i ibadete varan şekilde
tazim eden Kitap Ehli'ni yalanlamaktır.
[171]
Allah
bir insanın üzerine Kitab'ı indirip hikmeti yani dinin inceliklerini, şeriatın
sırlarını öğrenmeyi nasip edip kendisine peygamberlik ve risaleti verdikten
sonra insanlara kalkıp "Allah'ı bırakıp bana ibadet ediniz." demesi
hiç bir insana yakışmaz ve gerekmez. Yani ibadeti yalnızca Allah'a yapmanız
gere-kiyorken, bu haddi aşarak "Bana ibadet ediniz" diyemez. Çünkü
böyle bir şey bizatihi şirktir. Oysa ibadetin ihlâsla yalnızca Allah'a
yapılması gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "De ki: Dinimi
yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet ederim..." (Zümer, 39/14).
Müslim
ve başkaları Peygamber (s.a.)'den şöyle bir hadis rivayet etmektedirler. (Yüce
Allah buyuruyor ki:) "Ben ortaklar arasında ortaklığa en ihtiyacı
olmayanım. Her kim bir amelde bulunup da ona benden başkasını ortak koşarsa
onu ortak koştuğuyla başbaşa bırakırım." Bir diğer rivayette ise şöyle
denilmektedir: "Ben o amelden uzağım. O ameli kimin için yaptıysa
onundur." İmam Ahmed de Hz. Peygamberden şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir. "Allah Kıyamet gününde insanları bir araya topladığında bir
münadi şöyle seslenecektir: Her kim Allah için işlediği bir amelde herhangi
birisini ortak koştu ise gitsin onun sevabını Allah'tan başkasının yanında
alsın. Şüphesiz Yüce Allah ortaklar arasında ortaklığa en muhtaç
olmayandır."
Fakat
Rasul insanlara şöyle der: Sizler Rabbani olunuz. Yani Allah'ın emirleri
gereğince amel eden fukaha (dinde derin bilgi sahibi) ve alimler, Allah'a tam
anlamıyla itaat eden itaatkârlar olunuz. Çünkü insanı amele yönelten doğru
ilimdir. İlâhî kitabın öğrenilmesi, öğretilmesi ise ona itaat etmeyi gerektirir
ve Rabbani olma niteliğine sahip kılar. Rasulün ise Allah'tan başka bir ilâh
veya bir rab edinmeyi emretmesini yahut Allah'tan başkasına ibadet etmeyi
emretmesini akü kabul edemez. Allah tarafından gönderilmiş herhangi bir
peygamber veya mukarreb bir melek de böyle bir çağrıda bulunamaz. Arap
müşrikleri ise meleklere ibadet ederlerdi. Kur'an-ı Kerim bize şunu anlatmaktadır:
"Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler, Hristiyanlar da
"Mesih Allah'ın oğludur* dediler..." (Tevbe, 9/30). Bütün bunlar ise
yalnızca Allah'a ibadet etmeyi emreden peygamberlerin getirdikleri mesaja
aykırıdır. Bu peygamber, siz İslâm'a girdikten sonra hiç size kâfir olmayı
emreder mi? Bu, peygamberler lehine Müslüman olduklarına dair bir şahitliktir.
Yani böyle bir emri ancak Allah'tan başkasına ibadete çağıran kimseler
yapablir. Allah'tan başkasına ibadete çağıran bir kimse ise küfür ve inkâra
çağırmış olur. Peygamberler ise ancak imanı emrederler. Bu ise hiç bir ortak
koşmaksızın yalnızca Yüce Allah'a ibadet etmektir. Nitekim Yüce Allah başka
ayet-i kerimelerde şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz her
bir peygambere ancak "Benden başka ilâh yoktur, o halde yalnız bana ibadet
edin" diye vahyederdik." (Enbiya, 21/25); "Andolsun ki biz her
ümmete, "Allah'a ibadet edin, tağuttan sakının" diye bir peygamber
gönderdik." (Nahl, 16/36); "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize
sor, Rahman olandan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış mıyız?"
(Zuhruf, 43/45). Melekler hakkında haber verirken de şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan her kim "Ben ondan gayrı ilâhım" derse biz onu
cehennemle cezalandırırız. Zalimleri biz böyle cezalandırırız." (Enbiya,
21/29).
[172]
Yüce
Allah'ın bir rasul veya bir peygambere vahyini emanet olarak vermesi ve bunun
için seçmesinden sonra aynı peygamberin kalkıp insanları kendisine ibadet
etmeye çağırması olmayacak bir şeydir. Çünkü kendisine güvenilen kimse âdaten
kendisine güvenenin yükümlü tuttuğu işi yerine getirir. Peygamberlerin
çağrısı, hiç bir ortak koşmaksızın yalnızca Allah'a ibadet etmeye çağırmaya
yöneliktir. İbadet ise ihlâsı gerektirir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ben dinimi yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet
ederim." (Zü-mer, 39/14); "Onlar Allah'a ancak dinlerini hanifler
olarak, yalnızca O'na halis kılarak ibadet etmekle emrolundular."(
Beyyine, 98/5).
Ayet-i
kerime sahih bilginin, fıkhın, şeriatın sırlarını bilmenin amel etmeyi, itaat
etmeyi, şer*î mükellefiyetlere bağlanmayı gerektirdiğine delildir. Çünkü
Allah'ı tanıyan bir kimse Allah'tan korkar, Allah'tan korkan da O'nun emirlerini
yerine getirir. Allah kime Kitap, hüküm ve peygamberliği verdiyse o insanlar
arasında Allah'ı en iyi tanıyan kimse olur. Şeriat ilimlerini öğrenip de
gereğince amel etmeyen bir kimse Allah'ın huzurunda itibardan düşen bir kimsedir.
Bu durum, onun bilgisi aleyhine bir vebaldir. Onun sapıklığına, helak ve
fesadına delildir.
Yüce
Allah'a yaklaşmak ise ancak ilim gereğince amel etmekle mümkün olur. Amelde
bulunmaya sevk etmeyen bir ilim sahih bir ilim sayılamaz. Küfür de İslâm'a
büsbütün aykırıdır. İslâm ise fıtrat dinidir. Kur'an-ı Kerim'in örfüne göre
İslâm, bütün peygamberlerin dinidir.
[173]
81-
Hani Allah peygamberlerden, "Size verdiğim Kitap ve hikmetten sonra
be-raberinizdekini doğrulayıcı bir peygamber gelince ona mutlaka iman edip
yardım edeceksiniz" diye söz almış ve, "Kabul ettiniz mi? Bu ağır
yükümü aldınız mı?" demişti. Onlar da, "Kabul ettik"
demişlerdi. "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şehadet edenlerdenim"
diye buyurmuştu.
82-
Artık kim bundan sonra yüz çevirirse işte onlar fasıklann ta kendileridirler.
83- Onlar Allah'ın dininden başkasını mı
arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa ister istemez O'na teslim
olmuştur ve O'na döndürüleceklerdir.
(limâ)
kelimesindeki lâm harfini kesreli okuyanlara göre bu harf (ehaza)=
"almış" kelimesine taalluk eder. Lâm harfini üstün olarak okuyanlar
ise bunu ibdita için kabul eder. (Meal bu ikinci şekle göre verilmiştir.)
Birinci şekle göre anlamı şöyle olur: "Hani Allah peygamberlerden... size
verdiğim Kitap... için söz almıştı."
[174]
"Size
verdiğim..." Burada, daha önce geçen "peygamberlerden"
buyruğun-daki gaib zamirinden muhataba iltifat vardır.
"Şahit
olun" ve "şehadet edicilerdenim" buyrukları arasında iştikak
bakımından (kelimelerin türedikleri kök açısından) cinas vardır.
Aynı
şekilde "ister istemez" kelimeleri arasında da tıbâk sanatı vardır.
[175]
"Hani
Allah... söz almış." Yüce Allah'ın sözü kabul ettiği zamanı hatırla,
demektir. Söz (el-misak), sağlamlaştırılmış, pekiştirilmiş ahit demektir. Bu
ise ahit yapan kimsenin belli bir şeyi üstlenip ona bağlı kalmayı kabul etmesi,
bunu da bir yemin veya diğer ahit lafızlarından başka tekit edici ifadelerle
pekiştirmesi demektir. "Kabul ettiniz mi?" Bir şeyi kabul (ikrar
etmek), yerine getirmek durumunda olduğu bir şeyi haber vermek ya da o şeyin
sübutuna delâlet eden bir şeyi bildirmek demektir. Bir şey yerinde durup sebat
gösterdiği zaman kullanılan (karre'ş-şey) dan alınmıştır. "Bu ağır
yükümü" ahdimi "aldınız mı?" Kabul etttiniz mi?
"Artık
kim bundan sonra yüz çevirirse işte onlar fasıkların" Allah'a itaatin ve
onun şuurlarının dışına çıkanların "ta kendileridirler."
"Onlar
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" Soru inkâr içindir. Yani onlar
Allah'ın dininden başkasına mı yöneliyorlar? Cümlede "Allah'ın dininden
başkası" ibaresinin fiilden önce gelmesinin sebebi, daha önemli oluşundan
dolayıdır. Çünkü asıl inkâr (red) batıl olarak edinilen mabuda yöneliktir.
"İster"
yüz çevirmeksizin kendi isteği ile "istemez" buna mecbur kılınan şeyi
görmek suretiyle, kılıç zoru gibi bir baskıyla "ona teslim olmuştur."
boyun eğmiştir.
[176]
Surenin
başından itibaren buraya kadar özellikle de Allah'ın kelâmını ve kitaplarında
var olan Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini değiştirmekle Kitap Ehli'nin
hainliğini beyan eden buyruklardan maksat, Kitap Ehli'ni Peygamber Muhammed
(s.a.)'in risaletine iman etmeye sevk etmek ve onun peygamberliğini ispat
etmektir. Bu ayet-i kerime ise Kitap Ehli'ne karşı delil ortaya koymak
açısından sözü geçen maksadı pekiştirmektedir. O da şudur: Yüce Allah Hz.
Adem'den Hz. İsa'ya kadar bütün peygamberlerin (hepsine selâm olsun) ayrı ayrı
hepsinden kendisinden sonra gelecek olan peygambere iman etmek, onun risaletini
tasdik etmek, görevinde ona yardımcı olmak, sahip olduğu bilgi ve peygamberlik
makamının kendisinden sonra gönderilecek peygambere tabi kılmak üzere kesin
söz almıştı.
Peygamberlerin
verdikleri söz bu mahiyette olduğuna göre, onlara uyanların yapması gereken de
bütün peygamberlere iman etmek, o peygamberlerle birlikte bulunanları tasdik
etmektir. Çünkü onların risaletinin hepsi birdir. Bu da genel anlamı ile İslâm
risaletidir. Muhammed (s.a.)'in risaletinin özel anlamı da budur. Bu ise
Allah'ın emirlerine itaat ve boyun eğmektir, tevhid ilkesini açıkça ilân
etmektir. Ahlâk ve erdemin esas ilkelerine sıkı sıkıya yapışmaktır. Bu da
Allah'ın ondan başkasını asla kabul etmeyeceği hak dinin kendisidir.
[177]
Ya
Muhammed! Allah'ın bütün peygamberlerden almış olduğu şu sözü kabul buyurduğu
zamanı hatırla! Kendilerine Allah tarafından bir Kitap, hüküm ve peygamberlik
verilip de daha sonra beraberlerinde bulunanı doğrulayıcı ve ona uygun haberler
getiren kişi geldi mi -ki o da peygamberlerin ve rasullerin sonuncusu Muhammed
(s.a.)'dir- mutlaka ona iman edecek ve ona yardımcı olacaksınız. Çünkü
peygamberlerin risaletleri birbirlerini tamamlar. Onları göndermekten maksat
birdir. Onlar dinin asılları üzerinde ittifak halindedirler. Fert konulardaki
ayrılıkları ise insanın hayır ve maslahatınadır, insan hayatının ilerlemesine,
tekâmülüne uygun düştüğünden dolayıdır.
Meselâ,
Hz. Musa ile Hz. Harun gibi aynı ümmette çağdaş iki peygamber bulunacak
olursa, onlar her hususta ittifak halindedirler. Şayet kavimleri farklı farklı
olursa, sonradan gelen peygamber öncekinin davetine iman eder, önceden gelen de
sonradan gelecek olanın davetine iman eder. Nitekim Hz. Lût, Hz. İbrahim'in
getirdiklerine iman etmiş ve davetinde onu desteklemiştir. Şayet Hz. Musa ile
Hz. İsa gibi aralarında zaman farkı varsa yine birisi ötekinin davetini tasdik
eder. İşte peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderilmesi de böyledir. Önceki peygamberlere uyanların onun peygamber olarak
gönderilişine iman etmeleri ve onu desteklemeleri gerekir. Çünkü dinde peygambere
düşmanlık eden Kitap Ehli'nin yaptığı gibi ayrılıp bölünmeye, düşmanlığa ve
kine sebep yoktur. Aksine din bir araya gelmenin, birleşmenin sebebidir,
sevginin, muhabbetin yoludur. Kurtuluşa ve mutluluğa ulaştırmanın anahtarıdır.
Daha
sonra Yüce Allah, kendilerinden söz alman peygamberlere şöyle buyurdu: Sizler
beraberinizde bulunanı doğrulayan rasule imanı ve bu konuda yaptığınız ahdi
yerine getirip yardımcı olarak onu desteklemeyi kabul edip benimsediniz; bu
şekilde pekiştirilmiş olan sözümü, ahdİTPİ tasdik ettiniz mi?
Onlar,
"Biz bunu kabul ve itiraf ettik" deyince Yüce Allah şöyle buyurdu:
Biriniz ötekine şahitlik etsin. Ben de sizinle birlikte size ve sizin bu
kabulünüze şahitlik ediyorum. Sizin her durumunuzu, sizinle ilgili her şeyi
biliyorum. Hiç bir şey benim bilgimin dışında değildir. Buharî ile Müslim'in
Enes b. Ma-lik'ten rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kıyamet gününde cehennemlik olan kimseye şöyle denilir: Ne
dersin, yeryüzünde ne varsa senin olsaydı bunu (azaptan kurtulmak için) fidye
olarak verir miydin? O, evet der. Allah ona şöyle buyuracak: Ben senden bundan
daha basit bir şey istemiştim. Ben senden, baban Adem'in belinden
zürriyet.olarak seni çıkardığım sırada, bana hiç bir şeyi ortak koşmamak üzere
söz almıştım, fakat sen bana ortak koşmaktan başka bir şeyi kabul
etmedin."
Böyle
bir konuşma temsilî bir anlatımdır ve Allah'ın şahitliği gereğince, birinin
ötekine karşı şahitliği gereğince amel ettikleri takdirde, yaptıkları bu kabulden
geri dönmekten bir sakmdırmadır ve onlardan alınan bu sözü pekiştirmedir.
İşte
bu söz ve tekitten sonra kim yüz çevirir, dini ayrılığın ve düşmanlığın aracı
haline getirir, ahir zamanda gönderilen ve kendisinden önceki peygamberleri
tasdik eden, kendisinden önce gelen bütün kitaplar ve risaletle: hakkında
hüküm koyan o peygambere iman etmezse -Peygamber efendimizin çağdaşı olan Kitap
Ehli gibi yaparsa- işte bunlar, küfürlerinde ayak direten kimselerdir.
Allah'ın ahdinin ve sözünün dışına çıkan, verdikleri sözü bozanlardır.
Din
bir ve tek olduğuna göre peygamberler hak dinin birliği dolayısıyla -Yüce
Allah'ın da beyan ettiği gibi- genel esaslar üzerinde ittifak ettiklerine göre
Kitap Ehli, Muhammed (s.a.)'in nübüvvetini ne diye inkâr ediyorlar?
Onlar
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hak apaçık belli olduktan sonra
haktan başkasını mı istiyorlar? İslâm dininden başka bir din mi edinmek
istiyorlar? Halbuki göklerde ve yerdekilerin hepsi yüce Allah'a boyun eğmiş,
O'nun hükmüne ve muradına itaat etmiştir. Bu ya bizzat kendilerinin insaf
etmesi, delilleri dikkatle düşünüp tetkik etmeleri sonucu kendi istekleriyle
gerçekleşir ya da kılıçla zor altında kalarak yahut İsrailoğullan'nın tepesine
dağın kaldırılması ve Firavun'un boğulma noktasına gelip ölümün yaklaşması halinde
olduğu gibi, İslâm'ı kabul etmeye mecbur eden şeyleri görmek suretiyle olur.
Bunlar Allah'ın azabını, kâinattaki tasarrufunu, dilediğini var edip meydana
getirmesini görünce, "Yalnızca Allah'a iman ettik, Kıyamet gününde dönüş
yalnız Allah'a olacaktır, sair bütün yaratıklar da ona dönecektir ve herkese
amelinin karşılığını O verecektir" derler. İster itaatle Allahü Tealâ'ya
teslim olsun, ister Yahudi ve Hristiyanlardan olup İslâm'dan başka bir din
edinen kimselerden olsun, bu ifade açık bir tehdit mahiyetindedir.
[178]
Yüce
Allah, birbirlerini tasdik etmelerine, birbirlerine emir vermelerine dair
peygamberlerden söz almıştır. Tasdik etmek suretiyle yardımcı olmanın anlamı
işte budur. Aldığı sözün maddelerinden birisi de şudur: Muhammed'e iman edip
ona yetiştikleri takdirde ona yardımcı olacaklardır. Ayrıca bu konuda
ümmetlerinden de söz almalarını emretmiştir. Daha sonra Allah'ın rasulü
Muhammed (s.a.) onlara geldi. Artık onlara düşen yalnızca onun risaletine iman
etmek, onun davetini desteklemektir. Bu ise peygamberlerden alınmış büyük
misakı (söz ve ahdi) yerine getirmek içindir. Eğer gerçekten peygamberlerine
uyan kimseler iseler böyle yapacaklardır. Alınmış sağlam söze bağlı iseler,
böyle davranacaklardır. Çünkü Muhammed (s.a.) daha önceki peygamberlerin
risaletlerini tasdik etmiştir ve çünkü misak almanın anlamı yemin ettirmektir.
Onlar bu misakın gereği konusunda birbirlerine şahitlik ettikleri gibi bu
konuda Allah da onların hepsine şahitlik etmiştir.
Kendisine
kitap verilmemiş olanlar, bu konuda kendisine kitap verilmiş hükmündedir.
Muhammed
(s.a.)'in getirdiği İslâm risaletine (mesajına) uymaktan yüz çevirip
peygamberlerin ümmetleri arasından veya onların ümmetlerinden olmayanlardan
Allah'ın vahdaniyetini kabul etmeyen, son peygamberin risaletini -bu konuda söz
alınmasından sonra- tasdik etmeyen kimseler, iman çerçevesinin dışına çıkmış,
Allah'a itaat etmeyip isyan eden ve kâfirler sınıfına dahil olan kimselerdir.
Onlar
Allah'ın dininden başkasmı mı istiyorlar? Halbuki göklerde ve yerdekilerin
hepsi O'nun hükmüne boyun eğmiştir. Yaratılmış bütün varlıklar Allah'a itaat
etmektedir. Çünkü onun ntratı kendisi için çizilen çerçevenin dışına
çıkamayacak şekilde yaratılmıştır.
el-Kelbî
der ki: Ka"b b. el-Eşref ve arkadaşları Hristiyanlarla birlikte Peygamber
(s.a.)'in huzurunda davalaştılar. "Hangimiz İbrahim'in dinine daha lâyığız?"
dediler. Peygamber (s.a.), Her iki kesim de İbrahim'in dininden uzaktır."
buyuranca şöyle dediler: Biz senin verdiğin hükme razı olmuyoruz. Bunun üzerine
Yüce Allah'ın, "Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar..."
yani istiyorlar buyruğu nazil oldu.
Bu
ayet-i kerime Yüce Allah'ın, "Andolsun ki onlara kendilerini kim yarattı
diye soracak olsan, muhakkak "Allah" diyeceklerdir." (Zuhruf,
43/87) ve "Onlara gökleri ve yeri kim yarattı, Güneşi ve Ay'ı kim
müsahhar kıldı diye soracak olursan hamdolsun onlar, "Allah"
diyeceklerdir." (Lokman, 31/25) ayetleriyle adeta cevaplandırılmıştır.
Mücahid'in
rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Sizden herhangi biriniz kendi
bineğine boyun eğdiremiyor yahut da onun bu bineği huysuzluk edip ona itaat
etmiyorsa kulağına şu ayet-i kerimeyi okusun: "Onlar Allah'ın dininden
başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa ister istemez ona
teslim olmuştur. Ona döndürüleceklerdir."
Kısacası
hak dinin gereği, Yüce Allah'a itaat etmek ve boyun eğmek, O'na ihlâsla
yönelmektir. Şüphesiz Allah'ın dini birdir. Peygamberlerin risaletleri ve
dinleri genel esasları itibariyle aynıdır. Peygamberlerin biri diğerini
tamamlar, biri diğerine yardımcı olur, onun davetini destekler. Onların hepsi
de Allah'ın kulları, O'nun vahdaniyetine iman edenlerdir. Ve hepsi de O'nun
yüce zatına itaat ederlerdi. Dinlerini her türlü batıldan uzak, hanifler olarak
O'na halis kılan kimselerdi. En mükemmel şekliyle risaletlerinin gereğini
yerine getirdiler. İnsanlığa düşen ise onların yol ve yöntemlerine bağlı kalmak
ve sünnetlerini izlemektir. Bu konuda herhangi bir ayrılık, anlaşmazlık,
düşmanlık söz konusu olamaz. Miras olarak alınan şeylere bağlılık da buna engel
olamaz. Sahip oldukları kitap ve hikmete sıkı sıkıya bağlılık da buna engel
değildir. Çünkü bütün dinler son şekilleriyle İslâm kalıbına dökülmüştür.
Bütün hükümler Mu-hammed (s.a.)'in risaletinin getirdiği hükümlerle kaynaşmış,
onlarda erimiştir. Kur'an-ı Kerim kendisinden önce gelenleri doğrulayıcı, ondan
önce inen semavî kitapları tasdik edici ve onlar üzerinde, onlar hakkında hüküm
koyucudur. Allah'ın dini birdir; bu da Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın
O'na ibadet etmektir. Çünkü göklerde ve yerde olan her şey O'na teslim
olmuştur. Yani her ikisinde de bunlar, isteyerek veya zorunlu olarak O'na
teslim olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde
bulunan herkes isteyerek, istemeyerek Allah'a secde eder." (Rad, 13/15);
"Onlar Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye bakmadılar mı ki, onların
gölgeleri bile boyun eğip itaat edenler olarak Allah'a secde edip sürekli sağa
sola dönüyorlar. Göklerde ve yerde olan canlılar ve melekler hiç kibirlenmeden
Allah'a secde ederler. Üstlerinden Rable-rinden ne emrolunurlarsa korkarak onu
yaparlar." (Nahl, 16/48-50).
Mümin
kalbiyle, kalıbıyla Allah'a teslim olandır. Baskı ile, karşı duramayacağı,
engelleyemeyeceği büyük bir otoritenin zorlamasıyla istemeyerek Allah'a teslim
olan ise kâfirdir, gönlü ile istemedikçe gerçek mümin olamaz.[179]
84
- 85- De ki: «Allah'a iman ettik. Bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e,
İshak'a, Ya-kub'a ve oğullarına (esbata) indirilenlere; Musa'ya, İsa'ya ve
peygamberlere Rablerinden verilenlere de (iman ettik). Onlardan hiç biri
arasında ayrım yapmayız. Biz O'na teslim olmuşlarız. Kim İslâm'dan başka bir
din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o ahiret-te zarara ıığr«y«iıl«rH»m«lı»*.>'
"De
ki: Allah'a iman ettik." Burada evvelâ bir mahfuzun takdiri söz konusu
olabilir. Buna göre, "De ki: Allah'a iman ettik, deyiniz."
takdirindedir. "De-mek'ten gelen fiilin hazfedilmesi Kur*an-ı Kerim'de de
genel Arapça'da da çokça rastlanılan bir şeydir, ikinci şekle göre: Peygambere
hitaptan kasıt, ümmetine hitap etmektir: "Ey Peygamber, kadınları
boşadığinız vakit..." (Talak, 65/1) ile, "Sana indirdiğimizden bir
şüphe içerisinde isen..." buyruklarında olduğu gibi. Hitap Hz. Peygambere
olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir.
[180]
"Musa'ya,
İsa'ya ve peygamberlere... verilenlere..." Bu, umum ifade eden tabirin
(peygamberler) özele (hasa) atfedilmesi kabilindendir.
[181]
"Bize
indirilene" yani Kur'an-ı Kerim'e. "...ve oğullarına (esbata)."
Esbat, torunlar demektir. Bunlar Hz. Yakub'un on iki oğlu ve onların
oğullandır. Özellikle onların söz konusu edilmesi Kitap ehli tarafından
bunların peygamberliklerinin kabul edilmesi sebebiyledir.
"Onlardan
hiç biri arasında ayırım yapmayız." Yalanlamak ve tasdik etmek açısından
fark gözetmeyiz. "Biz O'na teslim olmuşlarız." Allah'ı tevhid eden,
ibadeti yalnız O'na halis kılan, O'na teslimiyetle itaat eden kimseleriz.
"Kim
İslâm'dan" tevhidden ve Yüce Allah'a teslim olmaktan "başka"
Burada İslâm ile Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'in şeriatinin kastedilmiş
olması da muhtemeldir, "din ararsa ondan asla kabul olunmaz."
[182]
85.
ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Mücahid ve es-Süddî der ki: Bu ayet-i
kerime el-Hulâs b. Suveyd'in kardeşi el-Hâris b. Suveyd hakkında nazil
olmuştur. Bu kişi Ensardandı. Kendisi on iki kişi ile birlikte İslâm'dan döndü
ve Mekke'ye kâfir olarak vardılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Daha sonra kardeşine haber gönderip tevbe etmek istediğini belirtti. İbni
Ab-bas der ki: Ve bu ayetlerin nüzulünden sonra İslâm'a girdi.
[183]
Bundan
önceki buyruklarda peygamberlerin Muhammed (s.a)'e iman edip onu
desteklemelerine dair misaklan söz konusu edildi. Burada ise Muhammed ve
ümmetine, önceki bütün peygamberlere ve onlara verilen kitaplara, ayrıca bütün
peygamberlerin dini olan İslâm'a iman etmeleri emredilmektedir.
[184]
Ya
Muhammed de ki: "Ben ve benim ümmetim, Allah'ın varlığına, vahdaniyetine
ve O'nun mutlak egemenlik ve hakimiyetine iman ettik." Bu Allah'ın
rasulüne, kendisi hakkında ve ümmeti hakkında iman ettiklerine dair haber
vermesini belirten bir emirdir. Bundan dolayı "de ki" buyruğunda
zamir tek, "iman ettik" buyruğunda ise çoğul gelmiştir. Bu şekilde
hükümdarların konuştuğu gibi kendisinden çoğul zamiri ile söz etmesi
-Zamahşeri'nin belirttiği gibi-peygamberlerinin kadrinin Allah tarafından
yükseltilmesi kasdıyla olması da mümkündür.
Bizler,
bize indirilen Kur'an-ı Kerim'e iman ettiğimiz gibi, Allah'ın İbrahim'e,
İsmail'e, Yakub'a ve onun soyundan gelen esbata (çocuklarına, torunlarına)
indirdiği vahyi ve Kitablanda tasdik etmiş bulunuyoruz. Çünkü Allah tarafından
indirilen buyrukların özü birdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da
vah-yettik." (Nisa, 4/163). Ayrıca bizler Musa'ya verilen Tevrat'ı, İsa'ya
verilen İncil'i ve sair mucizeleri de tasdik ediyoruz. Özellikle bu
peygamberlerin söz konusu edilmeleri, onlara uyan Yahudi ve Hristiyanlara
Kur'an-ı Kerim'in yönteminde imanın genel kapsamlı olduğunu açıklamak içindir.
Bizler
aynı şekilde sair peygamberlere -Davud, Süleyman, Salih, Hud, Ey-yub ve buna
benzer diğer peygamberlere- verilen risaletleri de tasdik ediyoruz.
Allah'a
iman, kitaplara imandan önce söz konusu edilmiştir. Çünkü imanın kaynağı ve
temeli odur. Bize indirilen Kur'an-ı Kerim'in, diğer kitaplardan nüzul
itibariyle en son gelmiş olmakla birlikte, öne alınmasının sebebi, geçmişe dair
bilgileri öğrenmenin yolunun oradan geçtiğinden dolayıdır. Diğer taraftan
Kur'an-ı Kerim diğer semavî kitaplar hakkında hüküm vericidir ve çünkü o
ebediyete kadar kalacak ilâhî kitaptır. Onun dışındaki kitaplar ise kayboldular,
değiştirildiler, tahrife uğratıldılar.
Allah'a
ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine iman emri genel ve kapsamlı bir
emirdir. Herhangi bir dine tabi olanlar bu konuda ötekilerden farklı
değildirler. Allah'ın dininde tasdik ve inkâr bakımından peygamberler arasında
ayırım gözetilmez. Bizler bu konuda Yahudi ve Hristiyanlar gibi değiliz. Onlar
gibi bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr etmeyiz. Aksine hepsinin, her bir
peygamberin Yüce Allah tarafından gönderilmiş olduğuna iman ederiz. Biz Allah'a
kendimizi teslim etmiş, itaatle O'na bağlı olan kimseleriz.
İman
emrinden sonra İslâm'a girme emrinin verildiğini görüyoruz. Çünkü Allah'ın
varlığına iman -ki Allah'ı tasdik etmek demektir- asıldır. Salih amel ondan
çıkar. İslâm ise Allah'ı tevhid etmek, ibadeti yalnızca O'na halis kılmak,
O'nun şeriat ve düzenine boyun eğmek demektir. Bu da asıl olan itikada bağlı
olarak ortaya çıkar.
Her
kim İslâm'dan başka -ki tevhid ve Allah'a teslim olmaktır- bir din arayacak
olursa, katiyetle ondan kabul olunmaz ve böyle bir kimse mutlak hüsrana düşen
kimselerdendir. Çünkü o, Allah'ın tescil buyurduğu yoldan başka bir yola sapmış
ve Allah'ı tevhid etmek, O'nun emirlerine bağlanmak şeklindeki selim fıtratın
özünü yitirmiş, kaybetmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De
ki: Gerçek hüsrana uğrayanlar kendi öz nefislerini ve akrabalarını
kaybedenlerdir. Hiç şüphesiz bu apaçık hüsranın ta kendisidir." (Zümer,
39/15).
Hz.
Peygamber de Ahmed ve Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettikleri sahih hadisinde
şöyle buyurmaktadır: "Her kim bizim bu dinimiz üzere olmayan bir amel
işlerse o reddolunur." Yine Hz. Peygamber, Ebu Yala, Taberanî ve
Bey-hakî'nin el-Esved'den naklettiklerine göre şöyle buyurmuşlardır: "Her
bir doğan fitrat üzere doğar. Sonra onun anne babası onu Yahudi, Hristiyan
veya Me-cusi yaparlar."
[185]
İslâm
şeriatının ebedîliği iki sebepten ötürüdür:
1- Bütün peygamberlere, onların kitaplarına ve onlara bildirilen
mesajlara mutlak ve kapsamlı -aralarında herhangi bir fark gözetmeksizin- iman
etmek. Bu ümmetin müminleri Allah tarafından gönderilmiş her bir peygambere,
indirilmiş her bir kitaba iman ederler. Bunlardan herhangi bir şeyi inkâr
etmezler. Aksine Allah tarafından indirilenleri ve Allah'ın gönderdiği bütün
peygamberleri tasdik ederler.
2- Allah'ın varlığına, birliğine iman etmek, O'na itaat ile boyun eğmek,
O'nun düzen ve şeriatına bağlanmaktır. Aynı zamanda bu bütün peygamberlerin
şeriatı ve Allah'ın kulları için beğenip seçtiği rasullerin de dinidir.
Anlaşmazlıklarda hükmüne baş vurulacak esas olarak onu tespit etmiştir. Her
kim Allah'ın koyduğu şeriat dışında bir başka yol izleyecek olursa, ahirette
bu, kesinlikle ondan kabul olunmayacaktır ve bizzat kendilerini dahi kaybetmiş,
ziyana sokmuşlardır. Kendilerine fayda sağlamayacak bir yolda hayatlarım zayi
etmiş olacaklardır.
[186]
86-
O peygamberin hak olduğuna şeha-det edip kendilerine apaçık deliller de gelmiş
iken imanlarından sonra küfre giren bir topluluğa Allah nasıl hidayet eder?
Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
87-
Muhakkak onların cezası Allali'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin
üzerlerine olmasıdır.
88-
Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Onların ne azabı hafifletilir ne de onlara
süre tanınır.
89-
Bundan sonra tevbe ve ıslah edenler müstesnadır. Şüphesiz Alah Gafûr'dur,
Rahîm'dir.
91-Şüphesiz
imanlarından sonra kâfir olmuş, sonra küfürlerini artırmış olanların tevbeleri
asla kabul olunmaz. İşte onlar sapmış olanların da ta kendileridir. Şüphesiz
kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerden yeryüzü dolusu altını fidye olarak
verse bile, asla kabul olunmaz. İşte onlar için acıklı bir azap vardır. Onların
hiç bir yardımcıları da yoktur.
"Acıklı
bir azap" can yakıcı bir azap. Burada kelime, mübalağa ifade etmek için
fail vezninde (elîm şeklinde) gelmiştir.
[187]
"apaçık
deliller" Peygamberin doğruluğunu açıkça ortaya koyan belgeler "de
gelmiş iken imanlarından sonra küfre giren bir topluluğa Allah nasıl hidayet
eder?" Bu, hidayet etmez anlamındadır.
"Zalimler"
kâfirler demektir. Zulüm, hak ve adalet yolundan sapmak demektir.
"Allah'ın...
laneti" Lanet etmek, Allah'ın rahmetinden kovmak ve uzaklaştırmak
demektir.
"Ne
de onlara süre tanınır." Ne mühlet verilir, ne de ertelenirler.
"Şüphesiz"
Musa'ya "imanlarından sonra" İsa'yı inkâr ederek "kâfir olmuş,
sonra" Muhammed'in peygamberliğini de inkâr ederek "küfürlerini artırmış
olanların tevbeleri asla kabul olunmaz." Yani kâfir olarak can çekişmeye
başladıkları vakit veya kâfir olarak öldükleri takdirde.
"Hiç
bir yardımcıları yoktur" yani onları azaptan koruyucu kimseleri yoktur.
[188]
86.
ayet-i kerime'nin nüzul sebebiyle ilgili olarak Nesaî, İbni Hibban ve Hakim,
İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ensar'dan bir adam önce
İslâm'a girdi, sonra irtidat etti (dinden çıktı), sonra da pişman oldu. Kavmine
şöyle bir haber gönderdi: Allah'ın rasulüne haber gönderin, benim için tevbe
söz konusu olur mu? Bunun üzerine, "O Peygamberin hak olduğuna şehadet
edip kendilerine apaçık deliller de gelmiş iken... Şüphesiz Allah Ga-fûr'dur,
Rahîm'dir" kısmına kadar olan buyruklar nazil oldu. Kavminin de ona haber
göndermeleri üzerine tekrar İslâm'a girdi.
Müsned'inde
Müsedded ve Abdürrezzak Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: el-Haris
b. Süveyd Resulullah (s.a.)'ın huzurunda, gelip İslâm'a girdi, sonra kâfir olup
kavmine geri döndü. Allah onun hakkında, "O peygamberin hak olduğuna
şehadet edip kendilerine apaçık deliller de gelmiş iken... sonra küfre giren
bir topluluğa Allah nasıl hidayet eder... Allah Gafâr'dur, Rahîm'dir"
buyruğu nazil oldu. Kavminden bir adam bu ayet-i gidip ona okudu. Halis,
"Allah'a yemin ederim, sen bildiğim doğru sözlüsün. Şüphesiz Allah'ın
rasulü de senden daha doğru sözlüdür. Üçünüzün en doğru sözlüsü elbette ki
Allah'tır" dedi ve geri dönüp İslâm'a girdi. Bundan sonra da İslâm'a güzel
bir şekilde bağlandı.
Hasan-ı
Basrî ve Katade der ki: Bu ayet-i kerime Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
Çünkü onlar Peygamber (s.a.)'in geleceği müjdesini veriyor ve inkâr edenlere
karşı onun vasıtasıyla zafer kazanacaklarını söylüyorlardı. Fakat peygamber
olarak gönderilince inat ettiler, kâfir oldular. Allah da onlar hakkında,
"Muhakkak onların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin
üzerlerine olmasıdır" ayetini indirdi. Bunu Abd b. Hümeyd ve başkaları
rivayet etmiştir.[189]
Yani
bu ayet-i kerime, Kitap Ehli'nden Yahudiler ve Hristiyanlar hakkında nazil
olmuştur. Bunlar kendi kitaplarında Peygamber (s.a.)'in vasfını gördüler, bunu
açıkça ifade ettiler ve bunların hak olduğuna da şahitlik ettiler. Ondan dolayı
O'nun vasıtasıyla müşriklere karşı muzaffer olacaklarını söylüyorlardı. Fakat
Allah, peygamberi onların arasından göndermeyince onu kıskandılar, inkâr
ettiler ve önceden iman etmiş iken sonradan onu inkâr edip kâfir oldular.
Görüşüme
göre ise, bir ayetin birden çok nüzul sebebi olmasına bir mani yoktur.
Karineler Kitap ehli -ve aynı şekilde müşrikler- hakkında ayet-i kerimenin
nazil olduğu ihtimaline ağırlık vermektedir. Çünkü önceki ayet-i kerimeler
Kitap ehli ile tartışma, onlarla münakaşa ve ruhların da yer etmiş şirkin
köklerini söküp atma ekseni etrafında dönüp durmaktaydı.
Aynı
şekilde, İbni Cerir'in de tercih ettiği görüş budur.
Ayet-i
kerimelerin açıklamalarının özeti şudur: Bu ayet-i kerimeler kâfirleri üç
sınıfa ayırmaktadır:
1- Samimi bir şekilde tevbe edenler. Bunlar, "Bundan sonra tevbe ve
ıslah edenler müstesnadır'' ayeti ile kendilerine işaret edilenlerdir.
2- Sağlıklı olmayan bir tevbe ile tevbe edenler. Bunlar ise, "...
onların tev-beleri asla kabul olunmaz" ayeti ile kendilerine işaret
edilenlerdir.
3- Asla tevbe etmeyip kâfir olarak ölenler. Bunlar ise, "Şüphesiz
kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerden hiç birinden..." buyruğu ile
nitelendirilen kimselerdir.
[190]
İman
ettikten ve Rasulün hak peygamber olduğuna şahitlik etmelerinden sonra, kâfir
olan ve Kur'an-ı Kerim'den olsun önceki kitaplardan olsun apaçık belgelerin ve
peygamberliğinin doğruluğuna, risaletinin sıhhatine delâlet eden sair mucizeler
hak peygamber olduğunu gösterdikten sonra, kâfir olan Yahudi ve Hristi yanlar
gibi bir topluluğa Allah nasıl hidayet verir?
Bu
buyruk, bu gibi kimselerin hidayet bulmalarının uzak bir ihtimal olduğuna
işaret olup Peygamber (s.a.)'in onlardan yana ümidini kesmek maksadın-dadır.
-Beyzavî'nin de söylediği gibi- İnsanları hakka iletmek hususunda Yüce Allah'ın
sünnetlerinden bir tanesi de, onlar için apaçık delilleri ve belgeleri ortaya
koyması, bununla birlikte arzu edilen sonuca götürecek şekilde onlar üzerinde
düşünmeye engel olan hususları ortadan kaldırmasıdır. Allah onlara bütün bu
imkânları vermiş olduğu halde, onlar Hz. Peygamber'e önce iman ettiler, sonra
da kâfir oldular.
Allah
bu şekilde kendilerine zulmedenlere hidayet vermez. Çünkü bunlar hakkı
bildikleri halde inkâr ettiler, peygamberliğin delâletlerini, aklın gösterdiği
gerçeği terk ettiler.
Bunların
cezası Allah'ın, meleklerin ve insanların gazabına uğratılmaları, O'nun
rahmetinden kovulmaları ve üzerlerine lanetlerin yağdırümasıdır. Bunlar
dünyada ve ahirette Allah'ın rahmetinden kovulmaları için kendilerine beddua
edilmesine müstahak oldular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Siz
ancak dünya hayatında kendi aranızda bir dostluk olsun diye Allah'tan başka
putları ilâh edindiniz. Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek ve
kiminiz kiminize lanet edecektir..." (Ankebut, 21/25).
Onlar
bu lanet halinde yahut cehennemde ebediyyen kalacaklardır. Çünkü laneti hak
edenin cezası cehennemdir. Bunların azabı tek bir an dahi hafifletilmez.
Açıklayacakları bir mazeret için de onlara süre tanınmaz.
Daha
sonra Yüce Allah tevbe edenleri istisna etmektedir. Bunlar arasından tevbe
edip küfrü terk eden, Allah'a dönen, kalbini, amelini ıslah edip yaptıklarına
pişman olanlara şüphesiz Allah, önceden işlediklerini bağışlayacak olan (Gafur)
ve kullarına son derece merhematli olan (Rahîm)dir. Nitekim Yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Kullarından tevbeyi kabul eden,
kötülükleri bağışlayan ve neler yaptığınızı bilendir O." (Şûra, 42/25)
İşte bu, kâfirlerin birinci türleri olan tevbe edenlerdir.
İkinci
tür ise, peygamber olarak gönderilmesinden önce Hz. Muhammed (s.a.)'e iman edip
ve aynı şekilde onun hak olduğuna şahitlik eden Kitap Ehlidir. Ancak peygamber
olarak gönderildikten sonra onu inkâr ettiler. Bu inkârları üzerinde ısrar ve
inatla kâfirliklerini daha da artırdılar. Allah'ın rasulüne karşı direnmekle,
müminlere karşı savaşmakla küfürlerini artırdılar. Böyle küfür üzere
kaldıkları ve sonra da kâfir olarak öldükleri takdirde tevbeleri asla kabul
olunmaz. Sapıklığa düşenler, hak ve kurtuluş yolunu kaybeden ve küfrün
kalplerinde yer ettiği kimseler işte bunlardır.
Ayet-i
kerime küfrün zamanla daha da azgınlaştığına, bunu gerektiren amelleri
işlemekle güçlendiren, geliştiren işleri yapmak suretiyle kalpte daha çok yer
ettiğine işaret etmektedir. Bu ise imana aykırı olan amelleri işlemekle, küfrü
ve kâfirleri desteklemek yoluyla olur. İman da aynı şekilde salih amelleri
işlemek ve onları azaltmakla artar ve eksilir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Bir sure indirildiği zaman içlerinden bazıları
"Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince,
daima onların imanını artırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler. Fakat
kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların küfürlerine küfür katıp
artırdı. Onlar kâfir olarak öldüler. Clevbe, 9/124-125).
Arınmanın,
temizlenmenin ve ıslahın yolu ise, Yüce Allah'ın şu buyruğunda da olduğu gibi
tevbe etmektir: "Onu arındırıp temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu (kötülüklerle)
örten ise zarara uğramşıtır." (Şems, 91/9-10). Nefsini ıslah etmeyi ihmal
eden kimse zarar eder. Nefsini ıslaha gayret eden kimse de başarı elde eder.
Günahlar üst üste birikip yığıldığı ve nefsin arındırılması ihmal edildiği, bir
çok masiyetlerle de kirlendiği takdirde adeten hakikat yoluna dönüş zorlaşır.
İşte tevbe ile ilgili ayetlerin işaret ettiği gerçek budur: "Allah'ın
tevbelerini kabul edeceği kimseler kötülüğü ancak cahillikle yapanlar, sonra da
çarçabuk tevbe eden kimselerdir. İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği
kimseler bunlardır. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri işleyip durup da onlardan herhangi birine ölüm
gelip çattığı vakit, "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin ve
kâfir olarak öleceklerin tevbesi değildir. İşte biz onlar için çok acıklı bir
azap hazırlamışvz-dır." (Nisa, 4/17-18).
Üçüncü
kesim ise kâfir olarak ölen kimselerdir. Bunlardan ödeyecekleri herhangi bir
fidye kabul olunmaz. İsterse bu yeryüzü dolusu kadar altın olsun ve bunu
ahirette fidye verecek olsunlar hiç bir şekilde kabul olunmaz. Bu kadar büyük
bir mala sahip olacağı var sayılsa ve bunu kurtuluş için bir araç olarak
kullanmak istediği kabul edilse bile, bunlar için acıklı yani can yakıcı bir azap
vardır. Azaptan kendilerini koruyacak yahut üzerlerinden azabı hafifletecek ne
bir yardımcıları vardır ne de bir şefaatçileri. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
dile getirildiği gibi: "İşte bu gün sizden de kâfir olanlardan da hiç bir
fidye alınmaz. Sığınacağınız yer ateştir. Size lâyık olan da odur. O ne kötü
bir dönüş yeridir." (Hadid, 57/15).
[191]
Ayet-i
kerimeler kâfirleri küfürde kalmaları ve imanı kabul etmeleri açısından üç
kısma ayırmaktadır. Bu açık ve gerçeğe uygun bir gruplandırmadır.
İslâm'a
girdikten sonra kâfir olup zulümde ayak direterek zalim olana, bu şekilde küfür
ve zulmünü sürdürdüğü sürece ve İslâm'a da yönelmedikçe Allah hidayet vermez.
Onun için oldukça ağır bir azap da vardır; bu da Allah'ın gazabını hak etmek,
cehennem ateşinde ebediyyen kalmaktır. Azabın herhangi bir şekilde
hafifletilmesi de, herhangi bir mazeret dolayısıyla ertelenmesi de söz konusu
değildir. Böyleleri şayet İslâm'a girip tevbe eder, bozduklarını ıslah edip
düzeltirlerse mağfiret ve rahmet kapısı onlar için açıktır. Bu kapı ise Müslümanlara
ve günahkâr olup sonradan tevbe ederek halini düzelten ve amelini ihlâsla Allah
için yapan kimselere öncelikle açıktır.
İman
ettikten sonra kâfir olan ve küfür üzere kalmaya devam eden kâfirlerin
tevbeleri asla kabul olunmaz. Allah böyle bir tevbeye "kabul olunmayan
tevbe" adını vermektedir. Çünkü onlardan tevbe etmek üzere samimi bir
karar çıkmamıştır. Allah ise, karar kesin ve irade de güçlü olduğu takdirde
bütün tevbeleri kabul eder.
Aynı
şekilde Allah böylelerinin ölüm esnasındaki tevbelerini de kabul etmez.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri
işleyip durup da onlardan herhangi birine ölüm gelip çattığında "Ben şimdi
gerçekten tevbe ettim" diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi
değildir." (Nisa, 4/18). Ayrıca bunu Ahmed, Tirmizî, İbni Mace ve
başkalarının İbni Ömer'den rivayet ettiği Hz. Ömer'in şu buyruğu da
desteklemektedir: "Şüphesiz Allah kulun tevbesini can boğazına gelmedikçe
kabul eder."
Kâfir
olarak ölen kimseden işlediği hiç bir hayır kabul olunmaz. İsterse kendi
görüşüne göre Allah'a yakınlaştırıcı bir amel olarak kabul ettiği bir yolda
yeryüzü dolusu kadar altın harcamış olsun. Ölümünden sonra da ne kadar çok
olursa olsun, hiç bir bedel ve fidyenin ona faydası olmayacaktır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "... Kimseden fidyenin kabul olunmayacağı, hiç
bir Şekilde şefaatin kimseye fayda vermeyeceği bir günden sakının..."
(Bakara, 2/123); "İçinde alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı bir
gün gelmezden önce..." (Bakara, 2/254). "Şüphesiz o kâfir olanlar
yeryüzünde ne varsa hepsi, hatta bir o kadarı daha onların olsa da, kıyamet
gününün azabından onu (kurtulmak için) feda etseler, yine de onlardan kabul
olunmaz; onlar için çok acıklı bir azap da vardır." (Maide, 5/36).
Buharı
ve Müslim de Enes b. Malik'ten peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedirler: "Kıyamet gününde kâfir getirilir ve ona, "Ne dersin,
eğer yeryüzü dolusu kadar altının olsa bunu kurtulmak için fidye olarak verir
miydin?" denilir. O evet der. Ona, "Bundan önce senden bundan daha basit
olan bir şey istenmişti...(denüir)."
[192]
Dünyada
böyle bir kâfirin işlediği hayır işlerinin ahirette fayda vermeyeceğine
gelince, bu konuda bir başka hadis-i şerif vardır. Misafire ikramda bulunan,
esiri kurtaran ve yemek yediren Abdullah b. Cud'an hakkında bunun faydasını
görüp görmeyeceği Peygamber (s.a.)'e sorulunca şöyle buyurur: "Hayır!
Çünkü o bir gün olsun "Rabbim, din gününde (kıyamet gününde) günahımı bana
bağışla" demiş değildir."
[193]
92"
Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadaAirre (iyiliğe) kavusamazsınız. Her ne
infak ederseniz muhakkak Allah onu çok iyi büendir.
"Sevdiğiniz
şeylerden" sevdiğiniz mallarınızdan "infak edinceye" sadaka
verinceye "kadar birre kavuşamazsınız." Birr'in (iyiliğin) sevabı
olan cennete kavuşamazsınız. Birr, çeşitli hayır şekillerini ifade eden bir
kelimedir.
[194]
Bundan
önceki ayet-i kerimelerde Kitap Ehli'nin iman sahibi olduklarına,
peygamberliğin kendilerine münhasır olduğuna, cehennemin onlara ancak sayılı
günler dokunacağına dair iddiaları dile getirildi. Burada ise imanın alâmetinin
ihlâsla beraber en sevilen mallardan Allah yolunda infak etmek olduğunun
onlara hatırlatılması uygun düşmektedir.
[195]
Sizin
için en değerli ve en çok sevdiğiniz mallardan infak etmediğiniz sürece
iyiliğin (birrin) sevabı olan cennete asla ulaşamaz, Allah'ın rızasını, lütuf
ve rahmetini hak eden ve azabın uzaklaştırılmasına lâyık olan iyi kimseler olamazsınız.
Sizler ister değerli, ister bayağı olsun, neyi infak ederseniz, muhakkak Allah
onu çok iyi bilendir ve ona mükâfatını verir. İhlâs ve riyakârlık asla O'na
gizli kalmaz.
Ashab-ı
kiramın rütbesinin yüksekliğine delâlet eden hususlardan biri de çok sevdikleri
mallarından çokça sadaka vermeleridir. Altı hadis imamının rivayetine göre
Enes b. Malik şöyle der: Ebu Talha, Ensar arasında Medine'de en çok hurma ağacı
olan kimse idi. Malları arasında en çok sevdiği ise Medine'deki bir bahçe olan
Beyrûha adındaki yerdi ve burası Hz. Peygamberin mescidinin karşısına
düşüyordu. Peygamber (s.a.) buraya gelir gider, onun tatlı suyundan içerdi.
Yüce Allah'ın, "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre (iyiliğe)
kavuşamazsınız" ayeti nazil olunca Ebu Talha şöyle dedi: "Ey Allah'ın
rasulu, mallarım arasında en çok sevdiğim Beyrûha'dır. Ben onu Yüce Allah'ın rızası
için sadaka olarak veriyorum. Onun binini ve ecrini Allah'tan bekliyorum. Ey
Allah'ın rasulü, Allah sana nereyi uygun gösterirse onu öylece kullan."
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Oh ne kadar güzel! Oh ne kadar güzel!
Bu oldukça kârlı bir maldır. Senin söylediğini dinledim. Benim görüşüm ise
bunu akrabalara tahsis etmen şeklindedir." Ebu Talha "Ben de öyle
yaparım, ey Allah'ın Rasulü" dedi ve bunu akrabaları ve amca çocukları
arasında paylaştırdı. Müslim'in rivayetinde ise "Bunu Hassan b. Sabit ile
Ubeyy b. Ka*b arasında paylaştırdı" denmektedir.
İlim
adamları der ki: Peygamber (s.a.)'in bunu Ebu Talha'nın yakın akrabalarına
sadaka olarak vermesini tavsiye etmesinin iki sebebi vardır: Birincisi
akrabalara verilen sadakanın daha faziletli olması, ikincisi ise sadaka verenin
kendisine böylesinin daha hoş gelmesi ve pişman olma ihtimalinin daha uzak
olmasıdır.
Zeyd
b. Harise de böyle yapmıştı. İbni Ebi Hatim'in Muhammed b. el-Münkedir'den
rivayetine göre bu ayet-i kerime nazil olunca, Zeyd b. Harise, Se-bel adı
verilen at ile geldi. Bundan daha çok sevdiği bir malı yoktu. "Bu, sadaka
olsun" dedi. Resulullah (s.a.) onu kabul etti ve bunu oğlu Üsame'ye verdi.
Zeyd bundan dolayı kederlenir gibi oldu. Resulullah (s.a.), "Muhakkak
Allah bunu senden kabul buyurmuştur" dedi.
Buharî
ile Müslim'de rivayet edildiğine göre Hz. Ömer şöyle dedi: "Ey Allah'ın
rasulü, ben de Hayber*deki payımdan benim için daha nefis hiç bir mal ele
geçirebilmiş değilim. Onu ne şekilde kullanmamı emredersin?" O da şöyle
buyurdu: "Aslını tut ve meyvesini de sebil kıl (taıadduk et,
vakfet)."
İbni
Ömer ise kölesi Nâfi'yi azat etmişti. Halbuki Abdullah b. Ca'fer o köle
karşılığında ona bin dinar vermişti. Safiyye bint Ebi Ubeyd der ki:
"(Abdullah b. Ömer) Zannederim Yüce Allah'ın "Sevdiğiniz şeylerden
infak edinceye kadar birre (iyiliğe) kavuşamazsınız." buyruğunu göz önünde
bulundurarak böyle davranmıştır."
Abd
b. Humeyd ve el-Bezzar, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"Şu, "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre
kavuşamazsınız" ayetini hatırladım. Bu arada Yüce Allah'ın bana
verdiklerini de hatırımdan geçirdim. Benim için Mercâne'den daha çok sevdiğim
bir mal olmadığını gördüm (Mercane Bizanslı bir cariye idi), Allah rızası için
o hürdür dedim. Eğer Allah rızası için verdiğim bir şeyi geri alacak olsaydım,
onu nikâhıma alırdım. Fakat ben onu Nâfi'e (çok sevdiği kölesine)
nikahladım."
Birr'in
anlamına gelince: Tevili hakkında üç ayrı görüş vardır: Cennet yahut salih
amel veya itaat demektir. Birinci manaya göre ifadenin takdiri şöyle olur:
Sizler sevdiklerinizden infak edinceye kadar binin sevabma nail olamazsınız.
Yani sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar cennete ulaşamazsınız. İkinci
anlama göre salih amele... ulaşamazsınız demektir. Üçüncü anlama göre
"Sizler sadaka veya onun dışında herhangi bir itaate sevdiklerinizden
infak edinceye kadar birr'e ulaşamazsınız." demek olur. Hasan-ı Basrî der
ki: "İnfak edinceye kadar'' buyruğunda kastedilen zekâttır. Evlâ olan ise
Zamahşerf nin de söylediği gibi, "Sizin nifakınız sevdiğiniz ve tercih
ettiğiniz mallardan olmadığı sûrece binin gerçek şekline ulaşamazsınız"
şeklindeki tevilidir. Yüce Allah'ın, "Kazandıklarınızın iyi olanlarından
infak ediniz." (Bakara, 2/267) buyruğunda olduğu gibi. Selef-i salibin
(Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) bir şeyi sevdikleri zaman onu Allah yolunda
infak ederlerdi.
[196]
Ayet-i
kerime iki hususa delâlet etmektedir:
1- Gerçek birre ulaşabilmek için Allah yolunda infak edilecek malların,
sahibinin en sevdiği mallardan, en üstün olanlarından olması lâzımdır. Bu mal
ne kadar iyi ve güzel olursa sevap da o kadar çok olur.
2- Riyadan uzak durmak ve amelin yalnız Allah rızası için halis olmasını
sağlamak. Salih müminin şeytanın kalbine nüfuz etmesinden uzak kalması için
sadakanın gizli verilmesine teşvik vardır.
[197]
93-
Tevrat indirilmezden evvel İsrail'in kendisine haram kıldığından başka bütün
yiyecekler İsrailoğulları'na helâl idi. De ki: "Eğer siz doğru söyleyenler
iseniz Tevrat'ı getirin de okuyun."
94-
Artık kim bundan sonra Allah'a yalan iftirada bulunursa işte onlar zalimlerin
ta kendileridir.
95-
De ki: "Allah doğru söylemiştir. O halde hanif olarak İbrahim'in dinine
uyunuz; o müşriklerden değildi."
"De
ki: "Eğer siz doğru söyleyenler iseniz Tevrat'ı getirin..."
buyruğundaki emir azarlamak ve kınamak maksadına yöneliktir.
[198]
"Tevrat
indirilmezden evvel" yani Tevrat Hz. Musa'ya indirilmezden önce. Bu ise
Hz. İbrahim'den sonra olmuştur. Yiyecekler kendilerinin iddia ettikleri şekilde
onun döneminde haram kılınmamıştı.
"Bütün
yiyeceklerden kasıt yiyecek türünden olan her şeydir. Çoğunlukla bu kelime
(taam) buğday ve ekmek için kullanılır.
"İsrail"
Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Yakup'un lâkabıdır. Anlamı ise Allah
yolunda cihad eden komutan demektir. Daha sonra bu kelime (İsrailoğulları, Benî
İsrail) şeklinde O'nun soyundan gelenler hakkında kullanılmıştır. Şu anda bu
kelime ile kastedilen bizzat Hz. Yakup değil, İsrail halkıdır,
"oğullarına helâl idi."
"Artık
kim bundan sonra" yani bu haram kılmanın Hz. İbrahim döneminden itibaren
değil de Hz. Yakup tarafından gerçekleştirilmiş olduğuna dair delilin ortaya
çıkmasından sonra "Allah'a yalan iftirada bulunursa işte onlar"
"zalimler", hakkı aşarak batıla girenlerim ta kendileridir."
"Hanif,
batıldan uzaklaşıp hakka dönen demektir.
[199]
Âl-i
İmran suresi baş tarafından itibaren buraya kadar Yüce Allah'ın birliğini ve
Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ispat edici delilleri ortaya koymak, Kitap
Ehli'ne karşı delil getirip onların iddia, bid'at ve geleneklerini çürütmek
sadedindedir. Bu ayetler ve ondan sonra 97. ayet-i kerimeye kadar olan buyruklar
ise Yahudilerin Beyt-i Haram ile ilgili iki şüphesini reddetmeye yöneliktir.
Bu
şüphelerin birincisi, onların Peygamber (sia.)'e, "Sen İbrahim'in ve onun
soyundan gelenlerin dini üzere olduğunu iddia etmektesin. Peki deve eti gibi
onlara göre haram kabul edilen şeyleri nasıl helâl kabul edersin?" şeklindeki
sözleridir. Bunun üzerine, "Tevrat indirilmezden evvel İsrail'in kendisine
haram kıldığından başka bütün yiyecekler İsrailoğıdları'na helâl idi."
ayeti onları reddetmek üzere nazil olmuştur. Ebu Ravk ve el-Kelbî der ki: Bu
ayet-i kerime şunun üzerine nazil olmuştur: Peygamber (s.a.) kendisinin
İbrahim'in dini üzerine olduğunu söyleyince Yahudiler "Sen deve etini
yer, sütlerini içerken bu nasıl olabilir?" dediler. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurdu: "Bu İbrahim'e helâl idi, biz de onun yolu üzere gidiyoruz."
Yahudiler bizim haram kabul ettiğimiz her bir şey için, "Bunlar Nuh'a da
İbrahim'e de haram idi ve bu bize kadar böyle devam edegelmiştir."
diyorlardı. Yüce Allah da onları yalanlamak üzere, "Tkvrat indirilmezden
evvel... bütün (bu) yiyecekler İsrailoğulları'na helâl idi." ayetini
indirdi.
İkincisi
ise, yine Yahudilerin şöyle demeleridir: Sen nasıl olur da İbrahim'in dini
üzere olduğunu ve bütün insanlar arasında ona en yakın kimse olduğunu ileri
sürebilirsin? Halbuki İbrahim, İshak ve onun soyundan gelen bütün peygamberler
Beytül-makdis'i tazim ediyor, ona yönelerek namaz kılıyorlardı. Eğer onların
yolu üzere giden bir kimse olsaydın sen de orayı tazim eder ve orayı bırakıp
Kabe'ye yönelmezdin. "Şüphesiz insanlar için ilk yapılan ev Mekke'de olandır..."
(Âl-i îmran, 3/96) ayeti onların bu iddialarını reddetmek üzere nazil oldu.
Mücahid
der ki: Müslümanlar ve Yahudiler birbirlerine karşı övündüler. Yahudiler
"Beytül-makdis, Kabe'den daha faziletli ve daha büyüktür" dediler.
Çünkü orası peygamberlerin hicret ettiği yerdir ve ayrıca o Arz-ı
Mukaddes'te-dir. Bunun üzerine Müslümanlar şöyle cevap verdiler: "Hayır,
Kabe oradan daha üstündür." Yüce Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi.[200]
Mubah
ve temiz her türüyle bütün yiyecekler İsrailoğulları'na ve ondan önce de
İbrahim (a.s.)'e helâl idi. Bundan tek istisna İsrail'in veya İsrail halkının
kendilerine haram kıldıklarıdır. Bu haram kıldıkları şey deve eti ve sütüydü.
Bunlar ise Tevrat'ın Hz. Musa'ya indirilmesinden önce olmuştu. Yüce Allah'ın
Tevrat'ta İsrail halkına ceza olmak ve onları tedip etmek üzere haram kıldığı
temiz ve hoş bir takım yiyecekler de vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O Yahudilerin zalimlikleri ve bir çoğunu Allah yolundan alıkoymaları
sebebiyle kendilerine helâl kılınan bir çok helâl ve temiz şeyleri üzerlerine
haram kıldık." (Nisa, 4/160). Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz Yahudilere de bütün tırnaklıları haram kıldık. İç yağlarını da haram
kıldık^ Ancak sırtlarına yapışan yağlar ile bağırsaklarına yapışan veya
kemiklere karışan (yağlar) müstesna. Bunu onlara zulümleri yüzünden ceza olmak
üzere verdik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." (En'am, 6/146).
Bazılarının
görüşüne göre burada "İsrail'den kasıt bir takım rivayetlerde kendisinden
şu şekilde söz edilen Hz. Yakup değildir: "Siyatik (ırkunnesâ) hastalığına
yakalanınca iyileştiği takdirde deve eti yemeyeceğini adamıştı." Çünkü Hz.
Yakup ile Tevrat'ın indirilişi arasında çok uzun bir dönem vardır. O bakımdan
burada kasıt İsrail halkıdır. Buna göre anlam, İsrailoğullan'nın kendilerine
haram kıldıkları şeyler ile ilgilidir. Yani kendileri, zulüm işledikleri ve günahlara
battıkları için bu yiyeceklerin haram kılınmasına sebep teşkil etmiştir.
el-Menar tefsiri sahibinin tercih ettiği görüş de budur.[201]
Müfessirlerin
çoğunluğunun benimsediği görüşe göre ise İsrail'den kasıt Hz. Yakup (a.s.)'tur.
Tirmizî'nin İbni Abbas'tan rivayetine göre Yahudiler Peygamber (s.a.)'e şöyle
dediler: Bize İsrail'in kendisine nelerin haram kıldığını haber ver. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "O çölde kalırdı. Siyatikten rahatsızlandı. Ona
deve eti ile deve sütünden daha uygun bir şey bulamadı. Bundan dolayı bunları
kendisine haram kıldı." Onlar "Doğru söyledin" dediler. Daha sonra
Tirmizî hadisin geri kalan kısmını zikreder.[202]
İmam
Ahmed'den gelen bir rivayete göre de Yahudiler Peygamber (s.a.)'e bir takım
hususlara dair sorular sordular ve şöyle dediler: İsrail'in kendisine hangi
yiyeceği haram kıldığını bize bildir. O da şöyle buyurdu: "Tevrat'ı Musa'ya
indiren hakkı için size soruyorum. İsrail'in oldukça ağır bir hasatlığa yakalandığını,
bu hastalığının uzayıp gittiğini ve bunun üzerine şayet Allah bu hastalığından
kendisine şifa verecek olursa en çok sevdiği yiyecek ve içeceği kendisine
haram kılacağı adağında bulunduğunu ve en sevdiği yiyeceğin deve eti, en
sevdiği içeceğin de deve sütü olduğunu biliyor musunuz?"
Yahudilere
verilen cevabın özeti şudur: Bütün yiyecek türleri İsrailoğulları'na helâl idi.
Bundan tek istisna Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in yani Hz. Yakup'un
kendisine haram kıldıkları ile yine işledikleri bir takım suçlar ve aykırı
davranışlar dolayısıyla onları azarlamak ve tedip etmek kasdıyla Yüce Allah'ın
Tevrat'ta İsrailoğulları'na haram kıldığı yiyeceklerdir. Peygamber (s.a.) ve
onun ümmeti ise bu gibi günahları ve aykırı davranışları işlememişlerdir. O
bakımdan bu temiz yiyecekler onlara haram kılınmamıştır. İbrahim (a.s.)'e de
bunlardan herhangi bir şey haram kılınmış değildir. Çünkü bu haram kûma
Tevrat'ın indirilişinden sonra olmuştur ve ona bütün yiyecekler helâl idi.
Daha
sonra Yüce Allah peygamberi Muhammed (s.a.)'e Yahudilerin iddialarını
yalanlamak üzere onların kitabı olan Tevrat'ın hükmüne baş vurmayı emretmekte
ve onlara şöyle demektedir: "Hadi kitabınız olan Tevrat'ı getiriniz ve
onu okuyunuz. Eğer iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz." Bu durumda
Tevrat'ın sizi yalanlayacağından korkmazsınız. Eğer siz Tevrat'ı getirecek
olursanız orada İsrailoğulları'na haram kılınan her bir şeyin ancak azarlayıcı,
tedip edici bir ceza olarak haram kılındığını görürsünüz. O bakımdan böyle bir
suç işlemeyen kimseler için ise bu şeylerin asıl itibariyle helâl olmaya devam
ettiğini görürsünüz. Çünkü yiyeceklerde aslolan helâl olmak, mubah olmaktır.
Her
kim Allah'a yalan iftirada bulunup bu haram kılmanın Tevrat'ın indirilmesinden
önceki peygamberlere ve ümmetlere de yapıldığını iddia eder, Allah'ın
Kitabı'nda indirmediği şeyleri ileri sürerse, işte böyleleri hakkın alâmetlerini
gizleyip Allah'a karşı açık yalan söyleyerek iftirada bulundukları için bizzat
kendilerine zulmeden zalimlerdir.
Rivayet
edildiğine göre onlar Tevrat'ı getirme cesaretini gösteremediler, şaşırıp
kaldılar. Bu ise Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin en açık delilidir. Ayrıca
bilindiği gibi o ümmî olduğundan dolayı Tevrat'ı okumadığı halde Allah'tan
gelen bir vahiy ile Tevrat'ta olanı biliyor ve Tevrat Kur'an-ı Kerim'de
bulunanları destekliyordu.
Artık
hak açıkça ortaya çıkıp batıl yok olup gittiğine göre, ya Muhammed (s.a.)
onlara de ki: "Diğer yiyeceklerin İsrailoğulları'na helâl kılındığına ve
Yüce Allah'ın Tevrat'ın indirilişinden önce İsrail'e herhangi bir şeyi haram
kılmadığına, Allah'ın Yahudilere haram kıldığı şeylerin ise çirkin işleri
dolayısıyla onlar için bir ceza, bir tedip ve bir azap olduğuna dair sana
verdiği haberlerinde Rabbin olan Yüce Allah doğru söylemiştir."
Artık
hak apaçık ortaya çıktığına, size karşı olan deliller belli olduğuna göre,
bundan sonra size düşen, benim sizi kendisine davet ettiğim, sizlere deve etini
ve sütünü mubah kılan İbrahim'in dinine uymaktır. Bu din müsamahakâr hanif dinidir.
Bu din ifratı da tefriti de olmayan orta yoldur. Allah'ın Kur"an-ı
Kerim'de meşru kıldığı yol budur. İbrahim de diğer bütün batıl dinlerden uzaklaşıp
tevhid dinine, helâl ve temiz şeyleri mubah kılmak ilkesi üzerinde hak dine
yönelmiş hanif bir kimse idi. Allah ile birlikte bir başka ilâha dua eden yahut
ondan başkasma ibadet eden müşrik bir kimse değildi. O, putperestlerin yaptığı
ve Yahudilerin "Uzeyr Allah'ın oğludur" diye iddia ettiği,
Hristiyanlarm da Mesih'in Allah'ın oğlu olduğuna inandıkları gibi inanmıyordu.
Tevhid
esası üzere yükselen Hz. İbrahim'in dini Muhammed (s.a.)'in kendisine davet
ettiği Kur'an-ı Kerim'in şeriatıdır. Kendisinde en ufak bir tartışmanın söz
konusu olmadığı hakkın kendisidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De
ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine,
hanif olan İbrahim'in dinine iletti ve o müşriklerden değildi." (En'am,
6/161). Bir diğer ayet-i kerime, de Yüce Allah'ın kendisine açıkça şu emri
verdiği kimse de O'dur (yani Hz. Muhammed (s.a.)'dir: "Sonra biz sana
"Hanîf
bir Müslüman olarak İbrahim'in dinine uy; O müşriklerden değildi" diye
vahyettik." (Nahl, 16/123).
[203]
Şüphesiz
Kur'an-ı Kerim'in şeriatı gayet açıktır. Onda herhangi bir kapalılık ve
herhangi bir karışıklık söz konusu değildir. Helâl ve haram kılınan şeylerin
esasları hususunda önceki şeriatlar ile bir noktada birleşen bir şeriattır. Bu
bakımdan Kur'an'ın getirdiği şeriat, Hz. İbrahim'in dini ile ve bütün
Israiloğulları'na mubah kılınan türlü yiyecekler hususunda, şu iki husus müstesna,
ittifak halindedir:
1- Yakup (İsrail) (a.s.)'un sahih kabul edilen görüşe göre Allah'ın bu
konudaki bir izni ile değil de kendisinin bir içtihadı dolayısıyla haram
kıldığı şeyler. Çünkü Yüce Allah, "İsrail'in kendisine haram kıldığından
başka..." buyruğu ile haram kılmayı ona izafe etmiştir. Peygamber içtihadı
ile bir neticeye vardığı takdirde bu, bizim için uymamızı gerektiren dinî bir
hüküm halini alır. Çünkü Yüce Allah onun bu içtihadını takrir yoluyla kabul
etmiştir. Peygamberimiz (s.a.) de balı kendisine yasak kılmıştı -sahih olan
rivayete göre böyledir-. Bir diğer rivayete göre ise cariyesi Mariye'yi
kendisine haram kılmıştı. Ancak Allah onun bu haram kılmasını takrir yoluyla
kabul etmedi ve bu konuda Kur'an-ı Kerim'de, "Allah'ın sana helâl
kıldığını ne diye haram kılıyorsun?" (Tahrim, 66/1) buyruğu nazil oldu.
Mubah
olan bir şeyi haram kılması dolayısıyla kişinin kefaret ödemesi gerekir mi? Bu
konuda ilim adamlarımızın iki görüşü vardır: Ebu Hanife böyle bir sözü yemin
gibi kabul etmiş ve mubah olan her bir şeyin haram kılınması hususunda bunu
asıl kaide olarak kabul etmiştir. Şafiî ise böyle bir yeminde kefareti gerekli
görmeyip, bu tür yeminleri konu ile ilgili nas ile tahsis edilmiş kabul eder
(yani hakkında helâl olduğuna dair varit olmuş nas bu tür yeminin genel
kapsamını özelleştiricidir.)
Hz.
Yakup'un deve etini kendisine haram kılmasının sebebine gelince, İbni Abbas'ın
dediği gibi şöyledir: "Yakup (a.s.) siyatik olunca doktorlar kendisine
deve etlerinden uzak durmasını tavsiye etti. O da deve etini kendisine haram
kıldı. Yahudiler de, "Biz de kendimize deve etini haram kılıyoruz, çünkü
Yakup bunları haram kılmıştır" dediler. Allah da Tevrat'ta bunların haram
kılındığına dair hüküm indirdi. Bunun üzerine Yüce Allah "De ki: Eğer siz
doğru söyleyenler iseniz, Tevrat'ı getirin de okuyun." diye buyurdu,
ancak onlar Tevrat'ı getirmediler. Bu sefer Yüce Allah, "Artık kim bundan
sonra Allah'a yalan iftirada bulunursa işte onlar zalimlerin ta
kendileridir." diye buyurdu.
ez-Zeccac
der ki: Bu ayet-i kerimede Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine en
büyük delil vardır. Çünkü Muhammed (s.a.) kitaplarında böyle bir şeyin
olmadığını onlara bildirdi ve Tevrat'ı getirmelerini emrettiği halde onlar bunu
kabul etmediler. Yani onun bu emri vahye dayanarak verdiğini bildiler.
2- Yüce Allah'ın Tevrat'ta İsrailoğulları'na haram kıldığı iç yağları ve
benzeri sair yiyecekler onların masiyetlerine karşı bir cezadır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Yahudilerin zalimlikleri ve bir çok kimseyi
Allah yolundan alıkoymaları sebebiyle biz kendilerine helâl kılınan pak ve
temiz şeyleri üzerlerine haram kildik." (Nisa, 4/160) Bir başka yerde de
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz Yahudilere de bütün tırnaklıları
haram kıldık... Bunu onlara zalimlikleri yüzünden ceza olarak verdik. Şüphesiz
biz doğru söyleyenleriz." (En'am, 6/146)
el-Kelbî'nin
görüşüne göre, Yüce Allah deve etini Tevrat'ta onlara haram kılmış değildir.
Allah bunu kendilerine zalimlikleri ve küfürleri dolayısıyla Tevrat'tan sonra
haram kılmıştır. İsrailoğullan büyük bir günah işlediklerinde Yüce Allah da
onlara ya pak ve temiz bir şeyi haram kılıyor yahut da onlara riczi -ki o da
ölümdür- yağdırıyordu. İşte Yüce Allah'ın, "Zalimlikleri yüzünden..."
(Nisa, 4/160) buyruğu ile, "O Yahudilerin..." (Nisa, 6/146)
buyrukları bunu ifade etmektedir.
Bu
ayet-i kerimeler açık bir şekilde Kur'an-ı Kerim'in getirdiği şeriatın Hz.
İbrahim'in dini ile hatta bütün peygamberlerin dini ile ulûhiyetin ve
rubu-biyetin tevhidine davet konusunda ortak olduğunu, şirke ve putperestliğe
karşı savaşmakta ve genel anlamı ile İslâm'a uymakta müşterek olduklarını ifade
etmektedir. Genel anlamı ile İslâm bütün emir ve yasaklarında Yüce Allah'a boyun
eğmek ve ona itaat etmektir.
[204]
96-
Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev
Mekke'de olan ve âlemlere mübarek
hidayet olmak üzere kurulan o EvMir.
97-Orada
apaçık alâmetler ve İbra- him'in makamı vardır. Kim oraya gi- rerse emin olur.
Ona yol bulabilenlerin o Ev'i haccetmesi
Allah'ın insanlar üzerindeki bir
hakkıdır. Artık kim in- kâr ederse, şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değUdir.
"Mekke'de
olandır" ifadesinin takdiri, Mekke'de olan Ev'dir, şeklindedir.
"Kim
inkâr ederse." Haccuı farz oluşunu tekit etmek üzere bu ifade "kim
haccetmezse" ifadesinin yerini almıştır. Haccuı farz kılındığı, bir isim
cümlesi ile ifade edilmiştir. Bununla bu farzın sabit oluşu ve devamlılığı
ifade edilmektedir.
Ayet-i
kerimenin anlatımında genel ifadelerden özele doğru, müphemlik-ten açıklığa
doğru tedricî bir anlatım tarzı vardır.
[205]
"Mekke..."
Ayet-i kerimede Bekke denilerek mim harfi yerine be harfi zikredilmiştir.
Arapların mim yerine be kullandıkları, be yerine de mim kullandıkları çokça
görülen bir husustur. Ona bu ismin veriliş sebebi ise zorbaların boyunlarını
bekketmesi yani ezmesidir.
"Âlemlere...
hidayet olmak üzere" denilmesi onların kıblesi oluşundan dolayıdır.
"Apaçık
alâmetler" , işaretler ve belgeler. "İbrahim'in makamı" yani kıyamda
durduğu ve ibadet ettiği yer. Orada Beytullah'ı bina ederken üzerine çıkıp
durduğu taş da vardır. O taşta ayaklarının izi çıkmıştır ve günümüze kadar
aradan geçen uzun zamana ve bir çok el değiştirmesine rağmen bugünlere gelmiş
bulunmaktadır. Bu da apaçık alâmetlerdendir. Bir diğer alâmet ise orada
iyiliklerin kat kat karşılık görmesi ve Beyt'in (Ev'in) üstünden kuşun uçmamasıdır.
"Ona
yol bulabilenlerin" Hz. Peygamber, Hâkim'in ve başkasının rivayetine göre
bunu "azık ve binek" diye tefsir etmiştir, "o evi
haccetmesi..." Hac, sözlükte kastetmek demektir. Şer'an ise ibadet
amacıyla Allah'ın Beytülharamına gitmektir.
"Kim
inkâr ederse..." Allah'ı veya Allah'ın farz kıldığı haccı inkâr ederse.
"Şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." O, insanlara da cinlere
de, meleklere de ve onların ibadetlerine de ihtiyaç duymayandır.
[206]
"Artık
kim inkâr ederse" ayetinin nüzulü ile ilgili olarak Said b. Mansur
İkrime'den şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın, "Kim İslâm'dan
başka bir din ararsa..." (Âl-i İmran, 3/85) ayeti nazü olunca Yahudiler,
"Biz de Müslü-manız dediler. Bunun üzerine Muhammed (s.a.) onlara,
"Allah Müslümanlara Bey fi haccetmeyi farz kıldı." deyince bu sefer,
"Hayır bize farz kılmadı" dediler ve haccetmeyi kabul etmediler.
Bunun üzerine Yüce Allah, "Artık kim inkâr ederse şüphesiz Allah âlemlere
muhtaç değildir." buyruğunu indirdi.
"Şüphesiz
insanlar için ük konulan ev..." ayetinin Mücahid'den nakledilen nüzul
sebebini ise bundan önceki ayetlerin tefsirinin mukaddimesinde zikretmiş
bulunuyoruz.
[207]
Beytülharam,
namazda da duada da Müslümanların kıblesi, yani yöneldikleri taraftır. O,
insanlar için ibadet etmek üzere ilk yapılmış evdir. Onu Hz. İbrahim ile Hz.
İsmail ibadet kasdı ile yapmışlardır: "Hani İbrahim ve İsmail o evin
temellerini birlikte yükseltiyorlardı..." (Bakara, 2/127). Mescid-i Aksa
bundan asırlar sonra bina edilmiştir. Onu da Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman
M.Ö. 1005 yılında yapmıştır. O bakımdan Mescid-i Haram'ın kıble olması daha
uygundur. Buna göre Muhammed (s.a.) de, ibadeti esnasında şerefli Kabe'ye
yönelen Hz. İbrahim'in dini üzere demektir.
Beytülharam
ibadet kasdı ile yapılmış ilk evdir. Bu "ilklik* zaman itibariyledir.
Buna bağlı olarak şeref ve kıymet önceliği de gelir. Beytülharamın pek çok
meziyeti vardır ki bunları şöylece sıralayabiliriz:
1- Burası mübarek, hayırları pek çok bir yerdir. Ekin bitmeyen bir vadide
ve çıplak bir çölde bulunmasına rağmen Yüce Allah'ın, "Her bir şeyin
mahsullerinden oraya toplanıp getirilir." (Kasas, 28/57) ayetinde
belirttiği gibi bir özelliğe sahiptir. Orada bütün dünyanın sebze, meyve ve
mahsulleri vardır. Aynı şekilde sevap ve ecir itibariyle de bereketi pek bol
bir yerdir. Haseneler orada kat kat artırılır ve dua orada makbuldür.
2- Orası insanlar için bir hidayet kaynağıdır. Namaz kılanlar, ona
yönelir. Kalpler ona şevkle bağlanır. Milyonlarca kişi binekleriyle ve yaya
olarak oraya giderler. Bir çok uzak yerlerden oraya hac ve umre ibadetini eda
için varırlar. Bu ise Hz. İbrahim'in yaptığı şu duanın bereketi ile olmuştur:
"Rabbimiz şüphesiz ben evlatlarından bir kısmını, senin mukaddes olan şu
evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz namazı dosdoğru
kılsınlar diye. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir
ve şükretmeleri umulduğu için kendilerini meyvelerle rızıklandır."
(İbrahim, 14/38).
Yüce
Allah da Hz. İbrahim'in duasını kabul ederek şöyle buyurmuştur: "Ve
insanlar arasında hacca çağır. Hem yayan hem de develer üzerinde en uzak yoldan
sana gelsinler. Ta ki kendileri için bir takım menfaatlere hazır
olsunlar." (Hac, 22/27-28).
3- Orada apaçık ayetler, alâmetler vardır. Bunlardan birisi de Hz. İbrahim'in
makamı (namaz ve ibadet için ayakta durduğu yer)dır. Araplar nesilden nesile
tevatür yoluyla yapılan nakil ile burayı bilirler. Hâlâ taş üzerinde bulunan
onun şerefli ayak izi de buna delâlet etmektedir.
4- Oraya giren bir kimsenin herhangi bir saldırganlık veya eziyetten yana
canı ve malı emniyet altındadır. Orada haram bir kan dökülmez. İntikam yahut
kısas için aranan bir kimse olsa dahi orada kimse öldürülmez. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine güven dolu bir harem (belde) kıldığımızı
görmüyorlar mı? Halbuki onların etraflarından insanlar kapılıverümekte-dir..."
(Ankebût, 29/67); "Biz onları emin bir hareme yerleştirmedik mi?..."
(Ka-sas, 28/57); "Hani biz o Beyt'i insanlar için bir dönüş yeri ve emin
kılmıştık." (Bakara, 2/125) Nitekim Hz. İbrahim de şöyle dua etmişti:
"Rabbim bunu emin bir belde kıl." (Bakara, 2/126) Hz. Ömer b.
el-Hattab da şöyle demiştir: "Ben orada babam el-Hattab'ın katilini
bulacak olsam dahi oradan çıkıncaya kadar ona dokunmam." Ebu Hanife de der
ki: "Kısas yahut irtidat veya zina dolayısıyla harem bölgesi dışında öldürülmesi
gereken bir kimse eğer hareme sığınacak olursa ona ilişilmez. Şu kadar var ki
böyle bir kimse barındırılmaz, ona içecek verilmez ve onunla alışveriş
yapılmaz; ta ki oradan çıkmak zorunda kalsın."
Arap
kabileleri ona tazim etmek ve gereken saygıyı göstermek hususunda -Beytullah'a
nispet etmek suretiyle- ittifak etmişlerdir. O kadar ki hareme sığınan bir
katil bile orada bulunduğu sürece güvenlik içinde olurdu.
el-Cassâs
er-Râzî der ki: "Bu ayeti kerimelerin hareme sığman kimsenin
öldürülmesinin yasak olduğuna delâlet bakımından anlamları birbirlerine yakındır.
İsterse oraya girmeden önce öldürülmeyi hak etmiş olsun. Kimi zaman Beyt
lafzının, kimi zaman da Harem lafzının anılması söz konusu olduğundan dolayı,
güvenlik içerisinde olmak ve oraya sığınanın öldürülmesinin yasak olması
hükümleri bakımından Harem'in de Beyt'in hükmünde olduğunu göstermektedir."
[208]
İslâm
Beytülharamın ayrıcalığını aynı şekilde kabul edip benimsemiştir. Mekke'nin
kılıçla fethedilmesi ise oranın şirkten arındırılması ve orada yalnızca
Allah'a ibadet edilmesi için idi. Ve bu da bir günün bir saatinde helâl kılınmıştı.
Peygamber (s.a.)'den sonra da kimseye helâl kılınmış değildir. Diğer taraftan
Peygamber (s.a.) sîrette de belirtildiği gibi şu ilânı yapmıştır: "Her kim
mescide girerse o güvenlik içerisindedir. Her kim evine girerse o da güvenlik
içerisindedir. Ebu Süfyan'ın evine giren de güvenlik içerisindedir."
Haccac
döneminde meydana gelen olaylar ise istisna! bir takım olaylardır ve kimse onun
bu davranışlarını kabul etmiş değildir. İbni Zübeyr'e yaptıklarının helâl
olduğuna kimse inanmamıştır. Aksine onun yaptıkları orada bir zulüm ve bir
haddi aşmadır: "Kim orada zulüm ve haksızlığı isterse biz ona acıklı
azaptan tattırırız." (Hac, 22/25).
Canlara
ve mallara yapılan bazı saldırganlık olayları ise Kabe'de Allah'ın hürmetine de
başkasına da riayet etmeyen facir ve fasıklann işleridir. İmam Malik ve İmam
Şafii'nin Harem'in tümünde kasten katil olana kısas uygulanmasını caiz
görmeleri, Kur'an-ı Kerim'in emrettiği adil bir cezadır. Bunda herhangi bir
kimseye bir saldırı söz konusu değildir.
İlim
adamları Harem bölgesinde çarpışmayı başlatan kimsenin öldürülebi-leceği
üzerinde ittifak etmişlerdir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlar
sizinle orada savaşmadıkça sakın siz de onlarla Mescid-i Haram'ın yanında savaşmayınız."
(Bakara, 2/191). Böylelikle Harem'de cinayet işleyen kimse ile Harem dışında
cinayet işleyip de oraya sığınan kimse arasında fark gözetilmektedir. İbni
Abbas, İbni Ömer ve diğer sahabilerle tabiînden, başkasını öldürüp de hâreme
sığman kimsenin öldürülmeyeceğine dair rivayet gelmiştir. İbni Abbas der ki:
Takat böyle bir kimse orada barındırılmaz, onunla oturulmaz ve alışveriş
yapılmaz; ta ki Harem'den dışarıya çıkıncaya kadar. O vakit öldürülür. Eğer bu
işi Harem'de yapacak olursa ona had uygulanır."
[209]
5- Beytülharam'ın özelliklerinden birisi de hacıların orada toplanması,
haccın Müslümanlara farz kılınmasıdır. Gücü yeten Müslümanlara haccetmek
farzdır. Hac İslâm'ın beş rüknünden birisidir. Bu da Beyt'in tazimini ihtiva
eder. Bir şeye yol bulabilmek ise oraya ulaşma imkânını elde etmektir.
"Yol" kelimesi hem bedenî hem malî olan bir şeyi kapsamaktadır. O
bakımdan hac Ha-rem'e ulaşmayı engelleyen bir engel bulunmadığı sürece her
Müslümana farzdır. Sözkonusu bu engel bedenî, malî yahut hem bedenî hem de
malî olabilir.
Hastalık
ile düşmanlardan yahut yırtıcı hayvanlardan cana gelebilecek zarar korkusu malî
engele örnektir. Bunun fmlan" ise onun güvenlik altında olmamasıdır. Azık
ve binek olmaksızın Beyt'e ulaşması zor olan kimse hakkında azık ve binek
bulamama da malî engellerden sayılır. Hem bedenî, hem malî engelin birlikte
olması ise azık bulamamak, binek bulamamak, hasta olmak veya yolun güvenlik
altında olmaması hallerinde söz konusudur.
İlim
adamları çoğunlukla azık ve bineğe güç yetirebilmenin iki şartı olduğunu
ittifakla kabul etmişlerdir. Buna delil ise Hz. Ali'nin Resulullah (s.a.)'tan
naklettiği rivayettir. Tirmizî'nin naklettiği -sened itibariyle zayıf olan-
hadis şöyledir: "Her kim kendisini Beytullah'a ulaştıracak kadar bir azık
ve bir bineğe sahip olur da haccetmezse artık o ister Yahudi ister Hristiyan
ölsün," Çünkü Yüce Allah Kitab-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır: "Ona
yol bulabilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir
hakkıdır." Ashab-ı kiram -İbni Ömer ve başkaları- yol bulabilmeyi azık ve
binek bulmak olarak tefsir etmişlerdir.
"Artık
kim inkâr ederse şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." Yani her kim bu
Beyt'in ibadet için konulmuş ilk ev olduğunu inkâr edip Allah'ın hacca dair
emrine uymazsa şüphesiz Allah'ın o kimseye ihtiyacı yoktur. Çünkü o bütün
âlemlere muhtaç olmayan ganidir. Cumhur bunu güç yetirmekle birlikte yüz
çevirmek suretiyle haccı terk eden kimseler hakkında kabul etmişlerdir. Buna
delil ise az önce işaret edilen Tirmizî'de yer alan -ve senedi nispeten zayıf
olan- hadis-i şerifteki Hz. Peygamberin şu sözleridir: "Her kim
haccetmeksizin ölürse dilerse Yahudi dilerse Hristiyan ölsün." Diğer bir
delil ise ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak ed-Dahhak'tan yapılan bir
rivayettir: ed-Dahhak diyor ki: Hac ayeti nazil olunca Resulullah (s.a.) şu
altı din mensubu insanları topladı: Müslümanları, Yahudileri, Hristiyanlan,
Sâbiîleri, Müşrikleri ve Mecusile-ri. Ahmed, Müslim ve Nesâi’nin rivayetine
göre onlara şöyle demiştir: "Şüphesiz Allah size haccetmeyi farz
kılmıştır, siz de haccediniz." Müslümanlar ona iman ettiler ve diğerleri
inkâr ederek dediler ki: "Biz buna iman etmeyiz, namaz kılmayız ve
haccetmeyiz." Bunun üzerine Yüce Allah, "Artık kim inkâr ederse
şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." buyruğunu indirdi.
Ayet-i
kerime ve konu ile ilgili haberlerden kasıt haccın terk edilmesinden nefret
ettirmek ve gücü yetenlerin haccetmeme veballerinin ağır olduğunu belirtmektir.
Ta ki bu farizayı eda etsinler.
[210]
Birinci
ayet-i kerime Beytülharam'ın Allah'ın ibadet için kabul ettiği ilk ev olduğunu
göstermektir. Bu Beyt'i Hz. İbrahim ile Hz. İsmail bina etmiştir, ikisine de
selâm olsun.
Bu
evin pek çok meziyeti vardır. Hz. İbrahim'in makamının bilinmesi, oranın pek
çok mübarek işlerin ve hayırların dolup taştığı bir yer olması, insanlara
hidayet kaynağı olması, namazlarında oraya yöneldikleri için Müslümanların
birliğine sebep teşkil etmesi, dünyada oraya giren kimselerin öldürülmelerinin
engellenmesi ve ona saldırının önlenmesi suretiyle ahirette de orayı tazim
ederek, hakkını bilerek ve Yüce Allah'a yakınlaşmak kasdıyla hac ibadetini eda
ettiklerinden oraya giren kimseler için güvenlik ve esenlik yeri olması.
ikinci
ayet-i kerime ise Beytülharam'a ulaşmasına engel bulunmayan gücü yeten kimseye
haccın farz olduğunu göstermektedir. Hac ömürde bir defa farzdır. Yine gücü
yeten için beş yılda bir tekrarlanmasının da farz olduğu söylenmiştir. Çünkü
bu konuda îbni Hibban'ın Sahih'inde ve aynı zamanda Bey-hakî tarafından da
rivayet edilen Ebu Said el-Hudrî (r.a.) yoluyla gelen hadise göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Yüce Allah buyuruyor ki:
"Bedenine sağlık verdiğim ve geçiminde genişlik ihsan ettiğim bir kulum üzerinden
beş yıl geçtiği halde bana (Evime) gelmezse şüphesiz ki o mahrumdur."
Yani ecirden mahrumdur ve Allah'ın rızasından koyulmuştur.
Kitap
ve sünnet haccm fevrî (yani şartlarının gerçekleşmesi akabinde hemen) değil de
terâhî yoluyla farz olduğunun delilidir. Bu Şafıîlerin ve Muham-med b.
el-Hasan'ın görüşüdür. Kurtubî der ki: Sahih olan görüş de budur. Çünkü Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Ve insanlar arasında hacca çağır. Onlar da hem
yaya hem de develer üzerinde... sana gelsinler." (Hac, 22/21). Hac suresi
Mekke'de inmiştir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ona bir yol
bulabilenlerin o Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir
hakkıdır." (Âl-i İmran, 3/97). Bu sure ise hicretin üçüncü yılında Uhud
Gazvesinin olduğu sene Medine'de nazil olmuştur ve Resulullah (s.a.) hicretin
onuncu yılına kadar haccet-memiştir. Sünnet-i seniyyede ise Resulullah
(s.a.)'ın huzuruna gelip de İslâm'a dair soru soran Dimâm b. Salebe es-Sa'dî
hadisi gibi bir takım hadisler de haccm farziyetinin delilini göstermektedir.
İslâm'a dair soru sorması üzerine Resulullah (s.a.) kelime-i şehadeti, namazı,
zekâtı, orucu ve haccı zikretmiştir. Dimâm'ın Hz. Peygamberin yanına geliş
vakti hakkında ise görüş ayrılığı vardır. Hicretin 5. yılında geldiği
söylendiği gibi 7. yılında veya 9. yılında geldiği de söylenmiştir.
İbni
Abdil-Berr der ki: Haccm hemen farz olmadığının delillerinden birisi de ilim
adamlarının bir yıl, iki yıl veya buna yakın bir zaman haccetmeye gücü yettiği
halde erteleyen kimseye eğer gücü yettiği andan itibaren bir kaç yıl sonra
haccedecek olursa fasık demlemeyeceği ve üzerindeki farzı vaktinde eda etmiş
olacağı üzerinde icma etmeleridir. Bu ilim adamlarının kimine göre zamanı
çıkıncaya kadar namazını kılmayıp vakti çıktıktan sonra namazını kaza eden
kimse gibi değildir. Hastalık yahut yolculuk sebebiyle Ramazan orucunu tutmayıp
da sonradan onu kaza eden veya yine haccını ifsat edip sonradan onu kaza eden
kimse gibi de değildir. Gücü yettiğinden itibaren bir kaç yıl sonra hacca giden
kimseye, "Sen sana farz olan bir ibadeti kaza ediyorsun" demlemeyeceği
hususunda ilim adamları icma ettiklerine göre biz de haccın vaktinde bir
genişlik olduğunu ve bunun fevren (hemen acele olarak) değil, terâhî (rahatlık
ve genişlik içinde) üzere farz olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
Ebu
Hanife, Ebu Yusuf ve iki görüşlerinden tercihe değer olan görüşlerine göre
Malikîlerle Hanbelüer derler ki: Güç yetirebilme ve vücubun diğer şartları
gerçekleştikten sonra hac derhal ilk senede o kimseye farz olur. Yani haccetmesi
mümkün olan kimsenin ilk vakitte haccetmesi gerekir. Haccmı bir kaç yıl geciktirdiği
takdirde fasık olur ve şahitliği reddedilir. Çünkü onu ertelemek küçük bir
masiyettir. Bunu bir defa işlemekle ise -ısrar üe bunu sürdürmediği sürece-
fasık kabul edilmez. Çünkü Hanefüerin de belirttiği gibi buna dair delilin
zannî olması sebebiyle, haccm edasının fevrî (derhal) olması da zannîdir. Buna
delil olarak da Yüce Allah'ın, "Ona bir yol bulabilenlerin haccetmesi
Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." ayeti ile, "Haccı ve
umreyi Allah için tamamlayınız." (Bakara, 2/196) buyruğunu gösterirler.
Yine bir kısmı şunlar olan bazı hadis-i şerifleri de delil göstermişlerdir:
"Haccedemez hale düşmeden önce haccediniz."
[211];
"Hacca -yani farz olan haca edaya- acele ediniz. Çünkü sizden hiç bir
kimse neyle karşı karşıya kalacağını bilemez."
[212];
"Bir hastalık yahut açık bir ihtiyaç veya açık bir zorluk ya da zalim bir
insan tarafından engellenmediği halde haccetmeyen bir kimse dilerse Yahudi
ölsün, dilerse Hristiyan."
[213] Az
önce geçen Tinnizî'nin rivayeti ise şöyledir: "Her kim kendisini Allah'ın
evine ulaştıracak azık veya binek sahibi olur da haccetmezse artık o dilerse
Yahudi dilerse Hristiyan ölebilir. Çünkü Yüce Allah Kitabında, "Ona bir
yol bulabilenlerin haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır."
diye buyurmaktadır."'[214]
İşte
bu haberler de diğerleriyle birlikte haccın fevren (derhal) farz oluşuna
delildir. Çünkü haccı mümkün olan ilk vakitten sonraya erteleyen kimseler
hakkında tehdidi söz konusu etmektedirler. Zira Hz. Peygamber, "Kim de
sahip olur... ve haccetmezse" diye buyurmaktadır. Yani azık ve bineğe
sahip olmanın akabinde, araya bir boşluk koymaksızın haccetmezse demektir.
İlim
adamları Yüce Allah'tan, "Ona bir yol bulabilenlerin onu haccetmesi
Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." buyruğunun erkek, dişi bütün
insanlara yönelik -küçükleri müstesna- bir hitap olduğunu icma ile kabul etmişlerdir;
çünkü küçükler mükellef değildirler.
Güç
bulunabildiği takdirde bazan, alacaklı gibi, kişiyi haccetmekten alıkoyan bir
engel bulunabilir. Böyle bir alacaklı, borcunu ödeyinceye kadar kişiyi hacca
çıkmaktan engelleyebilir. Yahut da nafakalarını sağlaması gereken çoluk çocuğu
bulunabilir. Bir kimsenin yanlarında olmayacağı süre boyunca nafakalarını
sağlaması gereken çoluk çocuğu bulunursa, yanlarında hazır bulunmayacağı süre
boyunca onlara gereken nafakayı sağlamadıkça haccetme mükkele-fiyeti yoktur.
Fukaraya öncelik tanımak daha uygundur. Nitekim Peygamber (s.a.) Ahmed, Ebu
Davud ve diğerlerinin İbni Amr'dan rivayetlerine göre şöyle buyurmuştur:
"Geçimlerini sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmek günah olarak
bir kişiye yeter." Aynı şekilde zayi olmalarından korktuğu ve kendilerine
bakacak kimseleri bulunmayan anne ve babası için korkanın durumu da böyledir.
Böyle bir kimse de hacca yol bulamamış demektir. Yalnızlık dolayısıyla eğer
onu engellemeye kalkışırlarsa buna iltifat edilmez. Erkek hanımını haccetmekten
alıkoymak isterse sahih olan görüşe göre bu kadın haccedemez.
Kadının
mahremi yahut kocası yanında değilse ona haccetmek farz değildir. Çünkü
Resulullah (s.a.) Buharî ile Müslim'de yer alan İbni Ömer yoluyla gelen hadis-i
şerifte şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden herhangi
bir kadının beraberinde kendisiyle evlenmesi haram olan yakın bir akrabası
yahut da kocası olmadığı sürece üç günlük bir mesafeden fazla bir yere
yolculuk yapması helâl değildir." O bakımdan kadının beraberinde kocası veya
mahremi olmadığı sûrece haccetme hakkı yoktur.
Acaba
Kabe'den uzak olan bir kimse için yürüyerek güç yetirebilmek söz konusu mudur?
Şafiîlerle Hanbelîler derler ki: Yürüme imkânı bulmakla birlikte binek ve azık
bulamayan Beytullah'tan uzak fakir bir kimse için hac yükümlülüğü yoktur.
Bununla birlikte haccedecek olursa İslâm haccının yani farz olan haccın yerini
tutar.
Malik'ten
nakledildiğine göre yürüme imkânını bulursa, yahut kazanabilme gücü olursa
veya yürüme gücü olmakla birlikte azık ve binek bulamayacak olursa böyle bir
kimsenin haccetmesi farz olur.
Hac
ömürde yalnız bir defa farzdır. Çünkü ayet-i kerimede tekrarı gerektiren bir
ifade yoktur. Ahmed ve Nesafnin İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Akra'
b. Habis Resulullah (s.a.)'a, "Ey Allah'ın Rasulü, hac her yıl mı (farz)
dır yoksa (ömürde) bir defa mı?" diye sorar, Resulullah (s.a.),
"Hayır, bir defa. Her kim daha fazla yaparsa bu tatavvudur." diye
buyurmuştur.
İmam
Malik Cumhur'a aykırı olarak hacda niyabeti (bedeli, vekâleti) caiz kabul
etmemektedir. Ona göre bir kimsenin başkasının yerine haccetmesi yeterli
olmaz. Çünkü başkasının haccı eğer onun üzerinden farzı kaldıracak olursa
ayet-i kerimede sözü geçen, "Artık kim de inkâr ederse muhakkak Allah
âlemlere muhtaç değildir." buyruğunda yer alan tehdidi de kaldırması
gerekirdi. Hasta ve bineğin üzerinde durabilecek gücü bulunmayan kimseden ise
haccın farziyeti Malik'in görüşüne göre kesinlikle sakıt olur. İster mal
mukabili veya ister karşılıksız olsun, kendisinin yerine haccedebilecek
birisini bulabilmesi ile bulamaması arasmda da fark yoktur. İmam Malik buna
dair Yüce Allah'ın, "İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (Necm,
53/39) ayetini delil gösterir. Bineği üzerinde duramayan bir kimse ise
yürüyemez. Çünkü buna gücü yoktur. Hac ise gücü yeten kimse için farzdır.
Fakat
Malikîler buna dair vasiyette bulunduğu takdirde ölmüşün yerine haccetmek üzere
parayla bir kişiyi tutmayı caiz kabul ederler. Onlara göre haccetmek üzere
tuttukları kimse kendisi için farz olan haccı eda etmemiş olsa dahi bu kişinin
ücretle tutulması caizdir.
Bunların
görüşüne göre malı olduğu halde haccetmeden ölen yahut bir özür sebebiyle
haccedemeyecek kadar hasta olan bir kimsenin yerine başkasının vekâleten
haccetmesi caizdir. Çünkü İmam Ahmed ile birlikte Kütüb-i Sitte sahiplerinin
rivayet ettiği İbni Abbas tarafından gelen hadiste şöyle denilmektedir:
Has'amlılardan bir kadın, "Ey Allah'ın Rasulü benim babam oldukça yaşlı
iken haccetmesi farz oldu. Bineğinin üstünde doğru dürüst duramıyor dedi. Hz.
Peygamber, "Sen onun yerine haccet!" diye buyurdu. Söz konusu bu izin
Veda Haccında olmuştu. Bir başka rivayette şöyle denilmektedir: "O
devesinin sırtında dimdik duramıyor." Peygamber (s.a.) de şöyle buyurdu:
"Sen onun yerine haccet. Ne dersin, o babanın üzerinde ödenmesi gereken
bir borç bulunsaydı, sen onu öder miydin?" Kadın, "Evet, deyince Hz.
Peygamber de şöyle buyurdu: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha bir
uygundur." Böylelikle Hz. Peygamber ki-zuıın kendisine itaat etmesi
sebebiyle ve kendiliğinden onun adına haccetmeyi kabul etmesi sebebiyle o
kimseye haccetmeyi farz kıldı. Buna göre onların malî bakımdan güç
yetirebiliyor ise kendisinin yerine haccedecek bir kişiyi ücretle tutması caiz
olur.
Yabancı
bir kişinin, onunla haccetmek üzere bir mal hibe etmesi suretiyle güç
yetirebilme durumu tahakkuk etmez ve kişinin böyle bir hibeyi kabul etmesi
icma ile lâzım değildir. Çünkü bu hususta minnet altında kalabilir. Şafiî de
der ki: Evlat babasına böyle bir mal hibe edecek olursa onu kabul etmesi gerekir.
Çünkü kişinin evladı kendi kazancı cümlesindendir ve bu konuda onun minneti
altında kalması söz konusu değildir. Malik ve Ebu Hanife de der ki: Böyle bir
hibeyi kabul etmesi gerekmez. Çünkü bu durumda babalık hürmeti ortadan kalkar.
Zira oğlu babasına gereken karşılığı ve mükâfatı eksiksiz vermiştir,
denilebilir.
Diğer
taraftan ikinci cüzde Bakara suresinin tefsiri yapılırken hac ve umreye dair
diğer hükümler önceden geçmiş bulunmaktadır.
[215]
98-De ki: "Ey Kitap Ehli! Allah'ın ayet-
lerini niçin inkâr ediyorsunuz? Halbu- ki Allah sizin bütün yaptıklarınıza tanıktır."
99-
De ki: "Ey Kitap Ehli! Kendiniz şahit olup dururken Allah'ın yolunu eğri
göstermeye yeltenerek iman edenleri niçin döndürmek istiyorsunuz? Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir."
"Allah'ın
ayetlerini" Muhammed (s.a.)'in Peygamberliğini ispata delâlet eden
Allah'ın belgelerini, "niçin inkar ediyorsunuz. Halbuki Allah sizin bütün
yaptıklarınıza tanıktır." Bilen, her şeye muttali olan ve bunun
karşılığını verendir.
"Kendiniz
şahit olup dururken." Kitabınızda da olduğu gibi razı olunan ve dosdoğru
dinin İslâm dini olduğunu bilip dururken. "Allah'ın yolunu eğri göstermeye
yeltenerek..." Haktan uzak olduğunu göstermek isteyerek... Eğrilik, din ve
söz gibi manevî hususlarda doğruluktan uzak durmaktır. Burada kasıt ise
sapmaktır. "Allah'ın yolundan döndürmek, istiyorsunuz" dininden
başkalarını çevirmek demektir.
"Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir." Küfür ve yalanlamanızdan gafil değildir,
haberdardır. Ancak O, amellerinizin karşılığını vermek için sizi, sizin için
tayin etmiş olduğu özel vaktinize erteler.
[216]
İbni
Cerîr et-Taberî, Zeyd b. Eslem'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudi
Şâs b. Kays -Cahiliye döneminde yaşamış, küfürde aşırıya gitmiş, Müslümanlara
karşı aşırı derecede kinli ve onları son derece kıskanan bir yaşlı idi.
Resulullah (s.a.)'ın Evs ve Hazrec'e mensup ashabından bir grubun oturup konuştuklarını,
sohbet ettiklerini gördü. Onların bu toplulukları, bu şekilde kaynaşmaları
cahiliye döneminde aralarındaki düşmanlıktan sonra İslâm sayesinde aralarının
bu şekilde düzelmiş olması onu öfkelendirdi ve şöyle dedi: "Bu şehirde
Kayleoğullan'ndan (Evs ve Hazrec'den) ileri gelen bir grup bir araya toplanmış
bulunuyorlar. Eğer onlar belli bir şey etrafında karar kılıp toplanırlarsa
bizim onlarla birlikte ilişkilerimiz iyi olmaz."
Bunun
üzerinde beraberinde bulunan Yahudilerden bir gence emir vererek şöyle dedi:
Onların yanına var, onlarla birlikte otur. Daha sonra onlara Buâs gününü
[217] ve
o günde cereyan eden olayları hatırlat, bu konuda söyledikleri bir takım
şiirleri onlara oku. Buâs ise Evs ve Hazreclilerin biribirleriyle çarpıştıkları
bir gündü. O günde Evsliler Hazreclilere karşı zafer kazanmışlardı.
Söz
konusu bu genç Şâs'm dediklerini yaptı. Onun üzerine orada bulunanlar
ileri-geri konuşmaya başladılar. Birbirleriyle anlaşmazlığa düştüler, karşılıklı
övünmeye koyuldular. Nihayet her iki kabileden birer kişi, Evslilere mensup
Hâriseoğullanndan Evs b. Kayzi ile Hazreclilere mensup Selimeoğullarm-dan Cabir
b. Kays adındaki iki kişi ileri atıldılar. Biribirlerine karşılıklı sözler
söylediler. Onlardan birisi ötekine, "Arzu ettiğin takdirde ben bunu genç
bir dişi deve halinde döndürürüm (yani savaşı yeniden başlatırım)" dedi.
Her
iki topluluk da birbirlerine kızdılar ve, "Gidin! silahlarınıza sarılın.
Haydi Medine dışındaki düzlükte ez-Zahire denilen yerde buluşalım."
dediler. (Burası da kara taşlıklı Harre'nin bir bölümüydü.) Oraya çıkıp
gittiler. Evs ve Hazrec cahiliye dönemindeki iddiaları etrafında bir araya
geldiler.
Resulullah
(s.a.) durumu haber aldı. O da beraberlerinde bulunan muhacirlerle birlikte
çıktı ve nihayet yanlarına varıp şöyle dedi:
"Ey
Müslümanlar! Ben aranızda bulunuyor iken Allah sizleri İslâm ile şereflendirdikten
ve İslâm sayesinde cahiliye ile olan bağlarınızı, cahili işlerinizi koparıp
attıktan, sizi birbirinizle ısındırdıktan sonra cahiliye davasını mı güdecek
ve önceki halinize kâfirler olarak geri mi döneceksiniz? Allah'tan korkun,
Allah'tan!" Bu sefer yaptıkları bu işin şeytandan bir dürtü sonucu,
düşmanlarının bir tuzağı olduğunu fark ettiler. Ellerindeki silâhı bırakıp
ağlaştılar. Biri diğerinin boynuna sarıldı, sonra dinleyip itaat edenler olarak
Resulullah (s.a.) ile birlikte geri döndüler.
Bunun
üzerine şanı yüce Allah, "Ey iman edenler", yani Evs ve Hazrecli-ler,
"eğer siz Ehl-i kitaptan bir zümreye itaat edecek olursanız" yani Şâs
ve arkadaşlarına uyarsanız "sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak
döndürürler." (Âl-i îmran, 3/100) ayetini indirdi.
Cabir
b. Abdullah dedi ki: Bu işimizi görmesini en çok istemediğimiz kişi Resulullah
(s.a.) idi. O bize eliyle işaret etti, biz de yaptıklarımızdan vazgeçtik, Allah
da aramızdaki durumu düzeltti. O bakımdan Resulullah (s.a.)'tan daha çok
sevdiğimiz bir kimse yoktur. Ben kendimiz için baş tarafları o günden daha
çirkin fakat sonları da o günden daha güzel bir gün görmedim[218]
Yüce
Allah, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin delillerini ortaya koyduktan,
onların buna itirazlarını zikredip bu konudaki şüphe ve iddialarını çürüttükten
sonra küfür üzere ısrarlarını ve Allah'ın dininden insanları alıkoyuş-lannı
yermektedir. Bunu yaparken de "Ey Kitap Ehli" hitabını
kullanmaktadır. Böylelikle yumuşak bir üslûpla Muhammed (s.a.)'in davetine
karşı tutumlarını değiştirmeye, risaletine iman etmeye davet etmek istemiştir.
Onlar onun doğru söylediğini ve getirdiklerinin de doğruluğunu bilebildikleri
halde bu olumsuz tavırlarında ısrar etmekten vazgeçmelidirler.
[219]
Ya
Muhammed! Onlara dedi ki: Ey Kitap Ehli, ne diye Allah'ın ayetlerini inkâr
ediyorsunuz; bunun sebebi nedir? İslâm çağrısını red şeklindeki bu tavrınıza
deliliniz nedir? Aklı, kâinattaki olaylara dikkat etmek suretiyle tekâmül
ettiren, ahlâk ile ruhu arındıran, güzel ve salih amellerle insanın seviyesini
yükselten iman yolundan müminleri alıkoymanızın sebebi nedir?
Kıskançlık,
üstünlük, büyüklük duyguları, batıl şüpheleri yerleştirme arzuları üzerinde
yükselen bu inatçı tutumunuzla sizler, hak yolundan sapmak ve hidayet üzere
dosdoğru yoldan ayrılmak istiyorsunuz. Halbuki sizler Mu-hammed'in peygamberlik
iddiasındaki doğruluğunu tam anlamıyla bilmektesiniz. Daha önce ona dair
verilen müjdeleri de bilmektesiniz. Sizler ona ait nitelikleri değiştirdiniz,
tahrif ettiniz. Allah'a karşı yalan uydurdunuz. Allah ise sizin
yaptıklarınızdan, sizin tuzaklarınızdan, düzenlerinizden gafil değildir. Bunların
karşılığında O, sizi cezalandıracaktır.
Birinci
ayetin Yüce Allah'ın, "Allah sizin bütün yaptıklarınıza tanıktır."
buyruğu ile sona ermesinin sebebi şudur: Orada sözü geçen küfür ve inkâr olan
amel, açık ve tanık olunan bir iştir. İkinci ayetin, "Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir." buyruğu ile sona ermesinin sebebi ise
İslâm'dan alıkoymanın hile ve desise yoluyla gerçekleştirilmek istenmesi
dolayısıyladır.
Yüce
Allah'ın, "Ey Kitap Ehli" buyruğu yumuşak ve ince bir üslûpla onları
azarlamak, ellerinde bulunan sahih kitaplarının asıllarına uygun düşen İslâm
davasını kabul ederek Müslümanlara katılmaya meylettirmek içindir. Birinci
ayet-i kerime onları sapıklıktan alıkoymak içindir, ikincisi ise başkalarını
saptırmaktan vazgeçmeleri içindir.
[220]
İlâhî
dinlerin asılları birdir, amaçları da birdir. Ulûhiyete, tevhide, yüksek ahlâk
ve fazilete davet yolları ile yalnızca Allah'a ibadet çağrılan için izledikleri
yolları da birdir. O bakımdan çeşitli dinlere tabi olanlara düşen, ellerinde
din adına bulunanlara taassupla yapışmaksızın bir araya gelmektir. İslâm dini
semavî risaletlerin sonuncusu olduğuna göre bundan önce gelmiş sair dinlerin
mensuplarına düşen ise bu dinin sancağı altında bir araya gelmektir. Ta ki iman
ordusu tek bir savunma hattında, tek bir safta şirk ve putperest bloğun
karşısında yer alabilsin. Müslümanlar ise peygamberler arasında fark gözetmeksizin
bütün peygamberlere iman edenlerdir. Allah'ın o peygamberlere indirdiği bütün
kitaplara, sahifelere ve bütün emir ve yasaklara iman edenlerdir.
İşte
Kitap Ehli'ni inat ve kıskançlıklarından vazgeçilip davetini çabucak kabule
çağırırken, Kur'an-ı Kerim'in çağrısını odaklaştırdığı esas nokta budur. Bu iki
ayet-i kerime hakka karşı inatları dolayısıyla Yüce Allah'ın Kitap Ehli'ni
yumuşaklık ve ince bir üslûpla azarlayıp tutumlarını yerme şekillerinden birisini
ortaya koymaktadır. Bu azarlama ve yermenin bir diğer sebebi de onların
Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleridir (Söz konusu bu ayetler Kur'an-ı Kerim ve
onun ihtiva ettiği Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin delilleridir.). Diğer taraftan,
onlar iman ehlinden olup Allah'ın yolunu izlemek isteyenleri bütün
gayretleriyle ve her türlü hile ve desiseleriyle bu yoldan alıkoymak istemektedirler.
Halbuki onlar Rasulün getirdiklerinin Allah'tan gelmiş bir hak olduğunu ve
yanlarında önceki peygamberlerin son peygamber Muhammed (s.a.)'e dair
müjdelerini bile bile bunu yapmaktaydılar.
Bu
iki ayet-i kerimede onların tehdide hak kazandıklarını, bütün komplolarının
boşa çıktığının açıkça ilân edildiğini görüyoruz. Bütün aldatma türleri,
yerleştirmek istedikleri şüpheler ve çeşitli türleriyle tuzakları açığa çıkarılmaktadır.
Çünkü Yüce Allah onların bütün bu yaptıklarına tanıktır, onların tuzaklarından
gafil değildir. Yalanlamaları, inkâr ve inat damgasını taşıyan oldukça
anlamsız ve garip tavırları ve kötü amelleri dolayısıyla onları cezalandıracaktır.
Evet
bu, vakit geçmeden önce dünyadaki bir uyandır. Kişilerin kendilerini sapıklığa,
başkalarını da saptırmaya sevk eden nefsî nevaların en özel hallerinden olan
kıskançlık, inat ve kibir gibi heva ve hevesler doğrultusunda sapmaya karşı bir
sakındırma ve uyarmadır.
[221]
100-
Ey iman edenler! Eğer siz Kitap Ehli'nden bir zümreye itaat edecek olursanız
sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak döndürürler.
101-
Size Allah'ın ayetleri okunup durmakta ve Onun peygamberi de içinizde iken
nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah (m dinin)'a sımsıkı tutunursa muhakkak ki
dosdoğru yola iletilmiş olur.
102-
Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak
Müslümanlar olarak ölünüz.
103-
Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sardın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın
üzerinizdeki nimetini de hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz de o
kalplerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti ile kardeş olmuştunuz. Ve yine siz
ateşten bir çukur kenarında iken oradan da sizi O kurtardı. İşte Allah hidayet
bulaşınız diye size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor.
"Nasıl
inkâr edersiniz?" Bu soru hayret ve azar ifadesi taşımaktadır. Kur*an-ı
Kerim'in okunmasına ve peygamberin aralarında bulunmasına rağmen kâfir
olmalarının uzak bir ihtimal olduğunu ifade etmektedir.
"Hepiniz
toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın." Bu açık bir istiaredir. Kur*an-ı
Kerim "ip"e benzetilmektedir. Kendisine benzetilen olan ip, benzetilen
Kur"an-ı Kerim hakkında istiare olmak üzere -her ikisindeki kurtarıcı
özelliğinin ortak olması dolayısıyla- kullanılmıştır.
"Ateşten
bir çukur kenarında iken." Bu da temsilî bir istiaredir. Onların ca-hiliye
dönemindeki durumları oldukça derin bir çukurun kenarına gelmiş kimselerin
durumuna benzetilmektedir.
[222]
"Allah'tan
nasıl korkmak gerekirse" yani gereken sebatı göstermek suretiyle. Korkmak
(tukât) takva ile eş anlamlıdır. Gerçekten sakınmayı ifade eder. Yani kendisine
itaat edip asi olmamak, şükredip küfür ve inkâra sapmamak ve unutmamak
suretiyle Allah'tan gereken şekilde "öyle korkun." Ashab, "Ey Allah'ın
Rasulü, buna kimin gücü yeter ki?" deyince bu, Yüce Allah'ın,
"Gücünüz yettiğince Allah'tan korkun." (Tegâbun, 64/16) buyruğu ile
nesholundu.
"Allah'ın
ipine" ifadesinden kasıt ahit, din, Ku/an-ı Kerim ve İslâm'dır. Bütün
bunlar da eş anlamlıdır, "sımsıkı sarılın," yapışın. "Bir çukur
kenarında iken." Bu helak olmaya yakınlığı anlatmak için verilen bir
örnektir. Yani cehennem ateşine düşmeniz için geriye sadece kâfir olarak
ölmenizden başka bir şey kalmamışken demektir, "oradan" iman ile
"sizi o kurtardı. İşte..." sözü geçenleri size açıkladığı gibi
ayetleri Allah böylece açıklar.
[223]
el-Firyâbî
ve İbni Ebî Hatim İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Cahiliye döneminde Evs ile Hazrec kabileleri arasında çok kötü olaylar
geçmişti. Onlar (İslâm geldikten sonra) bir arada otururlarken aralarında
cereyan eden olayları, kızıp hiddetlenecek noktaya gelene kadar anıp durdular.
Kimisi kimisine karşı silah dahi çekti. Bunun üzerine, "Nasıl Allah'ı
inkâr edersiniz?" ayeti ve ondan sonraki ayet-i kerime nazil oldu. Bu da
bundan önceki iki ayet-i kerimenin nüzul sebebini açıklarken zikredilen
rivayeti desteklemektedir.
[224]
Allah
müminleri kâfirlere itaat etmekten, onların aldatma ve saptırmalarına
kanmaktan -Kitap Ehli'ni küfürleri dolayısıyla ve Allah'ın yolundan insanları
alıkoymaları sebebiyle azarladıktan sonra- sakındırmaktadır. Buna sebep ise
İslâmî kişiliğin tutarlılığı ve bu kişiliğin diğerlerinden ayrı ve bağımsız
halini korumaktır. Bundan önce ise Kitap Ehli Allah'ın dosdoğru yolundan
sapmış bulunuyordu. Bu genel hususu aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz:
Ey
Müminler! Fitneyi körükleyen, sönmüş cahiliye ateşini alevlendiren hususlarda
şu Yahudilere itaat edecek olursanız, imandan sonra sizleri küfre, birlikten
sonra tefrikaya, ayrılığa, sevgi, samimiyet ve içten bağlılıktan sonra da
tiksintiye, kin ve düşmanlığa döndürürler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Kitap Ehli'nden bir çoğu hak kendilerine besbelli
olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra
kâfirler olarak geriye döndürmek ister." (Bakara, 2/109). Küfür ise
ahireti kaybetmeye sebep olduğundan, dinî bakımdan bir helak oluştur. Dünyada
ise kötü gidişe ve kötü geçime sebeptir. Fitneleri, düşmanlıkları ve kini
körüklediğinden dolayı dünyada da bir helak oluştur.
Nasıl
olur da Allah'ı inkâr edersiniz? Sizin bundan uzak olmanız gerekiyor. Size
gösterdikleri şekilde nasıl olur da kâfirlere itaat edersiniz? Halbuki siz şu
iki özelliğe sahipsiniz: Birincisi gece gündüz Rasulüne indirilen Allah'ın
ayetlerinin okunmasıdır. Size bu ayetleri o okumakta ve tebliğ etmektedir. Bu ayetler
mucize olduğu apaçık olan Kur'an-ı Kerim'in ayetleridir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye davet ediyor
ve sizden misakınızı (ahdinizi) almış bulunuyorken ne diye Allah'a iman etmezsiniz?
Eğer gerçekten müminler iseniz..." (Hadîd, 57/8).
İkinci
husus, davetini destekleyen harikulade mucizeleri açıkça göstermiş bulunan
Rasulün aranızda, varlığıdır. Bu iki halin varlığı küfür ve inkâra aykırıdır.
Bunun anlamı, onlar gerçekten saptılar da bu bakımdan azarlandılar demek
değildir. Çünkü onlar mümin kimselerdi. Bundan dolayı iman nitelikleri söz
konusu edilerek "ey iman edenler" diye kendilerine seslenilmiştir
[225]
Allah'a
ve Kitabına sımsıkı sarılan, onun dinine sıkı sıkıya yapışıp Allah'a tevekkül
eden bir kimse hidayeti elde etmiş, sapıklıktan uzaklaşmış, doğruluğun ve
gerçeğin yolunda yürümüş ve arzu edileni gerçekleştirmiş demektir.
Daha
sonra Yüce Allah müminlere gerçekten takvaya yapışmalarını emretmektedir. Bu
ise görevlerini, farklarını ifa etmek, yasaklardan da kaçınmak suretiyle olur.
Bu da güç yettiğince bütün masiyetlerden uzak durmak, emirlere de uymakla
olur. Nitekim Yüce Allah, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkun."
(Teğâbün, 64/16) diye buyurmaktadır. Resulullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur: Size
yasakladığım şeyden uzak durunuz. Size emrettiğim şeyi de gücünüz yettiğince
yerine getiriniz."
[226]
İbni Mes'ud da şöyle demiştir: "Allah'tan gereği gibi korkmak, ona itaat
etmek, unutmaksızm onu anmak, inkâr ve nankörlük etmeksizin ona şükretmekle olur."
[227]
İbni Abbas da der ki: "Bu, bir göz açıp kapayacak kadar bir süre dahi
Allah'a asi olmamak demektir."
Müfessirlerin
naklettiklerine göre bu ayet-i kerime nazil olunca Ashab-ı kiram, "Ey
Allah'ın rasulü buna (Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkmaya)
kimin gücü yetebilir ki?" dediler ve bu onlara ağır geldi. Bunun üzerine
Yüce Allah da, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunu
indirdi ve bu ayet-i kerimeyi neshetti. Mukatil der ki: Âl-i İmran suresinde
bu ayet dışında mensuh ayet yoktur. Ancak daha uygunu ise Yüce Allah'ın,
"Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunun bu ayet-i
kerimeyi beyan sadedinde olduğudur. Yani, sizler gücünüz yettiğince Allah'tan
nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkunuz, demektir. Çünkü nesih ancak
nasların bir arada anlaşılması mümkün olmadığı durumlarda söz konusu olur.
Burada ise iki nassı bir arada anlamamız mümkündür. O bakımdan bunu kabul etmek
daha uygundur.
Daha
sonra Yüce Allah onlara şöyle bir yasak getirmektedir: Bütün benliğinizle Allah'a
ihlâsla bağlanmadıkça ölmeyiniz. Yani sizler ölüm vaktiniz geldiğinde ancak
İslâm hali üzere olunuz. Bu ise baştan itibaren ve devamlı surette İslâm üzere
kalmaya, bu konuda eli çabuk tutmaya bir teşviktir. Sağlığınız ve esenliğiniz
halinde bunu korumanız için bir teşviktir. Böylelikle bu hal üzere ölmeniz
mümkün olabilsin. Yoksa "İslâm'a girmedikçe ölmeniz yasaktır" gibi
bir anlamda değildir. Burada istenen, ansızın ölüm gelmeden önce İslâm dinine
uymaktan ibarettir.
Daha
sonra Yüce Allah, Allah'ın Kitabına ve Allah'ın insanlara olan ahdine sımsıkı
sarılmayı emretmekte ve bu konuda ayrılığa düşmeyi ebediyen yasaklamaktadır.
Her zaman için Allah'a ve Rasulüne itaat etrafında toplanmaya, buna bağlı
kalmaya çağırmaktatır. Allah'ın ipi, iman, itaat ve Kur'an-ı Kerim gereğince
amel etmektir. Çünkü Tirmizî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kur'an Allah'ın sapasağlam ipidir, O'nun apaçık nurudur.
O'nun hayret verici özellikleri bitip tükenmez; insanların ondan bilmeleri
gereken şeylerin sonu gelmez. Defalarca okunup durmasına rağmen eskimez, her
kim ona uygun söz söylerse doğru söyler, her kim onunla hükmederse adalet
uygular, her kim gereğince amel ederse doğruyu bulur. Her kim ona sımsıkı yapışırsa
o da dosdoğru yola iletilmiş olur."
Daha
sonra Allah'ın Araplara ihsan etmiş olduğu en büyük nimeti onlara
hatırlatılmaktadır. Bu ise tefrikadan sonra birlik ve bir araya gelmek, düşmanlık
ve adaletten sonra, biribirlerini öldürmekten, güçlünün zayıfa musallat olmasından
sonra birleşip kaynaşmak, küfür ve şirkten sonra iman kardeşliğidir:
"Müminler ancak kardeştir." (Hucurat, 49/10). Şirk ve putperestlik
sebebiyle ateşin ve helak olmanın kenarına yaklaşmış iken insanların
efendileri, dünyanın liderleri olmalarıdır. Allah İslâm sayesinde onları yok
olmaktan, helak olmaktan kurtarmıştır: "Şayet siz Allah'ın nimetlerini
sayıp dökmeye kalkışırsanız onları sayıp dökemezsiniz." (İbrahim, 14/34).
Evs
ve Hazreclilerin bir bölümünü teşkil ettikleri Araplar arasında cahili-ye
döneminde pek çok savaşlar olmuştu. Aralarında ileri derecede düşmanlık, kin ve
kötü duygular vardı. Bunlar sebebiyle uzun süre birbirleriyle çarpışıp
durdular. Allah İslâm'ı gönderince bu dine giren girdi ve bunlar Allah'ın azameti
sayesinde birbirini seven kardeşler, Allah uğrunda birbirlerini gözeten
kimseler, iyilik ve takva üzere biribirleriyle yardımlaşan kişiler oldular.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: "O seni yardımıyla ve müminlerle
destekleyendir. Onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde
olan her şeyi toptan harcamış olsaydın yine de onların kalbini
birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup birleştirdi."
(Enfal, 8/63).
Bu
ayetlerde Yahudilerin size karşı içlerinde gizlediklerini, size verdiği
emirleri ve yasakları, cahiliye döneminde iken üzerinde bulunduğunuz hali, İslâm'dan
sonra da vardığınız noktayı, Rabbinizin size bu ayetlerde gayet açık bir
şekilde beyan ettiği gibi, diğer ayetlerini de Rasulüne indirdiği ayet ve belgeleriyle
böylece açıklamaktadır. Ta ki bununla daimî bir hidayete nail olasınız,
hidayetiniz artıp dursun. Ve ta ki ayrılık ve düşmanlıktan sonra tekrar ca-hilî
ortama, putperestliğe ve şirke, sapıklığa geri dönmeyesiniz.
[228]
Ayet-i
kerimeler bizlere aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- İslâm! kişiliği ve onun ayırıcı özelliklerini korumak, Müslüman olmayanlara
tabi olmaktan, onların görüşlerine kulak vermekten sakınmak, onların ileri
sürdükleri görüşler üzerinde derinliğine düşünmemek. Ta ki onların telkin
ettikleri görüşler zarara, şirke ve fesada ya da ayrılığa, anlaşmazlığa ve bölünmeye
götürmesin.
2- Müslümanlar arasında baş gösterebilecek anlaşmazlık yahut görüş ayrılıkları
hakkında Kur'an ve sünnetin hükmüne baş vurmak. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Eğer herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz
bunun hükmünü Allah'a havale ediniz." (Şûra, 42/14); "Herhangi bir iş
hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onu -eğer Allah'a ve ahiret gününe iman
ediyorsanız- Allah'a ve Rasulüne döndürünüz. Bu hem daha hayırlı, hem sonuç
itibariyle daha güzeldir." (Nisa, 4/59).
3- Kur*an'a, Yüce Allah'ın dinine sımsıkı sarılıp yapışmak. Helâliyle
hara-mıyla Allah'ın hükümleri etrafında tek vücut olup kenetlenmek, Müslümanların
korunması gereken değerlerini korumak, ülkelerini de saldırganların saldırısına
karşı korumak kasdıyla hedef ve gaye birliği etrafında bir araya gelmek. Çünkü
İslâm ümmetinin sahip olduğu esaslar kadar herhangi bir toplum, çeşitli kesim
ve bireylerini bir araya getirip toplayabilmek için gerekli esaslara sahip
olabilmiş değildir. Fakat bu ümmet maalesef şu anda söz birliğinden, safların
birliğinden, gaye ve metod birliğinden en uzak bir ümmet haline gelmiştir. Söz
konusu bu esaslar ise Kur*an-ı Kerim'in ayetlerinde ve Resulullah (s.a.)'ın bıraktığı
eserde açıkça ortadadır. Katade der ki: Bu ayet-i kerimede gayet açık iki
alâmet vardır. Bunlar Allah'ın Kitabı ve Allah'ın peygamberidir. Allah'ın
peygamberi geçip gitti, Allah'ın Kitabı ise kendi katından bir rahmet ve bir
nimet olmak üzere bu ümmetin arasında Allah tarafından sürekliliği korundu.
Allah'ın helâli ve haramı oradadır. Allah'a neyin itaat, neyin masiyet olduğu
da orada bildirilmiştir.
4- İçtihadî meselelerde, farzların anlaşılıp ortaya konmasında, şeriatın
manalarının inceliklerini ilgilendiren hususlarda olduğu takdirde anlaşmazlık
yerilmiş değildir. Sahabe de çeşitli olaylara dair hükümlerde ihtilâf
etmişlerdir. Bununla birlikte onlar biribirleriyle ülfet halindeydiler,
kaynaşmış haldeydiler. Yine ihlâsla ümmetin maslahatını gerçekleştirecek
hususlara dair karşılıklı görüş ortaya koyulurken baş gösteren anlaşmazlıklar
da yerilmemiştir. Ayet-i kerimede cüzi hususlarda, feri konularda ve kamu
maslahatına olan şeyleri tespit ve takdir etmekte anlaşmazlığın haram olduğuna
dair bir delil yoktur. Asıl yerilen anlaşmazlık, hevalara ve değişik maksatlara
tabi olmak ile ilgilidir. Yani, ilişkileri kesmeye, birbirine sırt çevirmeye
ve çarpışmaya götüren anlaşmazlıklardır. Tirmizî Ebu Hureyre (r.a.)'den
Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Yahudiler
yetmiş bir yahut yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Hristiyanlar da bu şekilde
ayrıldılar; benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır."
[229]
Tirmizî bu hadisi ayrıca İbni Ömer'den de şu fazlalıkla nakletmektedir:
"Bunların hepsi ateşte olacaktır. Bundan bir tanesi müstesna." Ashab,
"Bu hangisidir, ey Allah'ın rasulü" diye sorunca, O da, "Benim
ve ashabımın üzerinde olduğu yoldur" diye cevap verdi.
5- Yüce Allah kendi kitabının ve peygamberinin sünnetine sımsıkı yapışmayı,
anlaşmazlık halinde onlara baş vurmayı bize farz kılmıştır. İtikat ve
amellerimizle Kitap ve Sünnete sımsıkı yapışma ilkesi etrafında toplanmamızı
emretmiştir. Bu da söz birliğinin gerçekleşmesine ve din ve dünya maslahatını
gerçekleştiren değişik ve dağınık işlerin düzenli bir şekilde bir araya
gelmesine -açıkladığımız şekilde- anlaşmazlıklardan uzak kalmaya sebeptir. Yüce
Allah bununla birlikte nimetlerini hatırlamayı da emretmektedir ki, bunların en
büyüğü İslâm'dır; peygamberi Muhammed (s.a.)'e tabi olmaktır. Çünkü düşmanlık
ve tefrika O'nun sayesinde ortadan kalkmıştır, sevgi ve kaynaşma O'nunla
gerçekleşmiştir.
[230]
104-
Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk
bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
105-
Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler
gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.
106-
O günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kapkara olacaktır. Yüzleri kapkara
olanlara (denir ki): "Siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz ha?! O halde
kâfir olmanızdan ötürü azabı tadın!"
107-
Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rah-metindedirler. Onlar orada ebediyyen
kalıcıdırlar.
108-
Bunlar sana hak ile okuduğumuz Allah'ın ayetleridir. Allah âlemlere zulmetmek
istemez.
109- Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır; bütün işler yalnız Allah'a döndürülür.
"O
gün kimi yüzler ağaracak." Bu ya, "Ey Muhammed yüzlerinin ağaracağı o
günü hatırla!" takdirindedir ya da bir önceki ayetin sonunda yer alan,
"İşte onlar için büyük bir azap vardır." buyruğu ile ilgili olarak,
"Onlar için bir takım yüzlerin ağaracağı o günde büyük bir azap söz konusu
olacaktır" takdirindedir.
"Siz
imanınızdan sonra kâfir oldunuz ha?!" Yani onlara, "Siz... kâfir oldunuz
ha!" denilecektir. Araplarda bu şekilde hazf (söylenmeksizin bırakılan sözler)
çokça görülür.
[231]
Yüce
Allah'ın, "İyiliği emreden, kötülükten alıkoyan" buyruğunda mukabele
tıbâkı vardır.
"İşte
onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." buyruğunda sıfat yalnızca
mevsufa hasredilmiştir. Çünkü kurtuluşun yalnızca onlara münhasır olduğu
belirtilmiştir.
Yine,
"ağaracak" ile "kapkara olacak" kelimeleri arasında tıbâk
sanatı vardır.
"Allah'ın
rahmetinde" buyruğu mecâz-ı mürseldir. Burada mutlak olarak hal
zikredilmekte, ancak mahal kastedilmektedir. Yani onlar cennette olacaklardır.
Çünkü cennet Allah'ın rahmetinin ineceği yerdir.
İşaret
edilen ilk cümlede sözünü ettiğimiz bazı belagat alimlerinin tıbâk türlerinden
biri olarak kabul ettiği mukabelenin anlamı, iki veya daha fazla birbirine
uygun anlamın ifade edildikten sonra, sırasıyla buna mukabil bir takım
lafızların getirilmesi demektir.
[232]
"Sizden"
kelimesi burada, "bir kısmınızı* ifade etmektedir. Çünkü sözü geçen
davranış farz-ı kifâye olup bütün ümmeti bağlayıcı değildir. Cahil gibi herkesin
yapabileceği işlerden de değildir, "hayra" din ve dünya hususunda
insanların salah ve menfaatinin olduğu şeylere "çağıran, iyiliği
emreden", marufu yani şeriat ve aklın güzel gördüğü şeyi
emreden"kötülükten" yani şeriatın ve aklın çirkin gördüğü şey olan
münkerden "sakındıran, bir topluluk" belirli bir bağ ile birleşmiş
bir cemaat "bulunsun."
"O
günde kimi yüzler ağaracak" aydınlanacak ve sevinecek "kimi yüzler
kapkara olacaktır" kederlenecek ve üzülecektir. Bunlar ise kıyamet gününde
olacaktır.
"Bunlar
sana hak ile" yani sabit olan, gerçekleşen, kendisinde hiç bir şüphe
bulunmayan şekilde "okuduğumuz ayetlerdir. Allah zulmetmek istemez."
Zulüm bir şeyi asıl olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. Bu, zaman
ve mekânında bir takım değişiklikler yapmakla olur.
[233]
Bu
ayet-i kerimeler daha önce geçen Yüce Allah'ın, "Hepiniz toptan Allah'ın
ipine sımsıkı sarılın" buyruğunu bir açıklama gibidir. Allah'ın ipine sımsıkı
ve topluca sarılma tavsiyesi Yüce Allah'ın "Sizden ... bir topluluk bulunsun"
buyruğunda, "Parçalanıp ayrılmayın" buyruğunda ve "Siz
kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler gibi
olmayın!" buyruğunda yapılmıştır.
[234]
Yüce Allah bizlere Kur'an'a ve dine dört elle sarılmayı emretmekte, ayrılmayı,
parçalanıp dağılmayı da yasaklamaktadır. Bundan sonra da hayra çağırmak,
iyiliği emretmek, münkerden de alıkoymak suretiyle sımsıkı sarılmanın yolunu
bize açıklamaktadır. İşte bu ayet-i kerime Allah'ı ve ahiret gününü
hatırlatmakta, İslâm'a yöneltmekte, sapmaktan, sapıtmaktan korumaktadır. Bundan
maksat ise, ümmetin birliğini korumak, ümmet fertlerini doğruya iletmek, İslâm
davasına iman edip o davaya tabi olanlarla ümmetin sayısını çoğaltmak,
güçlenmeye, ilerlemeye ve yükselmeye götüren uygarca her bir hususta ümmet
fertlerinin birbirleriyle dayanışmasını sağlamak yolunu göstermektedir. Müslim
ve Ahmed, en-Nu'man b. Beşimden çoğu kimsenin bildiği şu hadis-i şerifi rivayet
etmektedirler: "Karşılıklı sevgilerinde, merhametlerinde ve birbirlerine
şefkatlerinde müminlerin misali bir vücudun misali gibidir. Onun bir azası
rahatsızlanacak olursa vücudun diğer kısımları da ateşlenerek, uykusuz kalarak
ona katılır."
Buharî,
Müslim, Tirmizî ve Nesaî de Ebu Musa el-Eş'arî'den, "Müminin mümine karşı
durumu birbirini güçlendiren yapının durumu gibidir." hadisini rivayet
etmektedirler.
[235]
Yüce
Allah, İslâm ümmetine, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoymakla
görevli bir cemaatin oluşturulmasını emretmektedir. İşte bu mükemmel insanlar
dünya ve ahirette kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Bu cemaatin sözü geçen
anlamda uzmanlaşması iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın her bir kimseye
kendi durumuna göre farz olmasına mani değildir. Nitekim Müslim'in Sahih'inde
Ebu Hureyre'den sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden kim bir kötülük (münker) görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü
yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle. İşte bu imanın en zayıf
halidir." Bir diğer rivayette de, "Bunun gerisinde imandan bir hardal
tanesi kadar dahi eser yoktur." diye buyurulmaktadır. Ahmed, Tirmizî ve
İbni Mace Huzeyfe b. el-Yemân (r.a.)'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedirler: "Nefsim elinde olana yemin ederim, ya iyiliği emreder
münkerden alıkoyarsınız yahut da fazla zaman geçmeden Allah kendi katından
üzerinize bir azap gönderecektir. Sonra ona dua edeceksiniz de O da sizin
duanızı kabul etmeyecektir."
Selef-i
Salih'ten herhangi bir kimse bu görevi yapmayı ağırdan almaz, Allah yolunda
kınayanın kınamasındn çekinmezdi. Hz. Ömer minberde bir hutbe irad ettiği
sırada şunları da söylemiştir: "Bende bir eğrilik gördüğünüz takdirde onu
doğrultunuz." Deve çobanlarından biri kalkıp şöyle dedi: "Eğer biz
sende bir eğrilik görecek olursak kılıçlarımızla onu doğrulturuz."
Ey
müminler! Sizler din hususunda tefrikaya düşen, bölük pörçük olan ve pek çok
ayrılıklara düşen Kitap Ehli gibi olmayınız. Halbuki onlara daha önceden
kendilerine uydukları takdirde onları dosdoğru yola iletecek apaçık deliller de
gelmiş bulunuyordu. Onların bu hale düşmelerinin sebebi ise iyiliği emri,
kötülükten alıkoymayı da terk etmeleriydi. O bakımdan dünya ve ahirette en
büyük azabı hak ettiler. Dünyadaki azapları birbirlerine karşı son derece sert
ve katı olmalarıdır. Onlara horluğu, rüsvaylığı ve cezayı tattırmasıdır.
Ahiret-teki azap ise cehennemde olacaktır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğundur:
"İsrailoğulları'ndan kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle
lanet olunmuşlardır. Bu onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından ötürüydü.
Onlar işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı.
Gerçekten onların yaptıkları bu çok kötü bir şey idi." (Mâide, 5/78-79).
Kitap
Ehli'ne yapılan bu tehdit karşılığında iman ehline kurtuluş, felah ve
umduklarına nail olma vaadi yer almaktadır. Yasaklanan anlaşmazlık, genel
meselelerde hevayı ve kişisel menfaatleri hakem kabul edip hükmüne baş vurmak
ve dinin asıl prensiplerinde anlaşmazlığa düşmektir. Mezheplerin fer*î
hü-kümlerdeki ve cüz'î içtihatlardaki anlaşmazlıkları ise -mezhepler arası
ibadet ve muamelâtın tafsili bir çok hükümdeki anlaşmazlıkları gibi- yerilmiş
değildir. Çünkü Kur'anî nastan anlaşılanlar pek çok olduğundan, peygamberin
fiilleri çeşitli, haber ve rivayetlerin sübut keyfiyeti türlü türlü olduğundan
dolayı bu yerilmiş bir ayrılık değildir.
Kâfirlere
azabın zamanı kıyamet günüdür. Bir başka ayet-i kerimede yer aldığı gibi o
günde müminlerin yüzleri ağaracak, aydınlanacak ve sevinçle parlayacaktır:
"O gün bir takım yüzler apaydınlıktır. Rabbine bakacaktır." (Kıyamet,
75/22-23).
Kitap
Ehli'nden olup birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeyen, ihtilâfa düşen
kimselerin yüzleri ise kendileri için hazırlanmış bulunan devamlı azabı
görecekleri vakit kararacaktır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır:
"O günde asık ve karanlık nice suratlar vardır. Onlar bel kemiklerini kıracak
çok belâlı işlerin kendilerine yapılacağını bilirler." (Kıyamet,
75/24-25); "O günde üzerlerini toprak kaplamış yüzler de vardır. Bunları
da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır." (Abese, 80/40-41); "Ve onları
bir horluk kaplayacaktır. Onları Allah'tan kurtaracak da yoktur. Sanki yüzleri
karanlık gecenin bir parçasıyla durulmuştur." (Yunus, 10/27).
Daha
sonra Yüce Allah her iki kesimin de akıbetini açıklamaktadır. Önce ikinci
kesimin kötü durumunu beyan etmekte, daha sonra da birinci kesimin durumunu
açıklamaktadır ki bu da müşevveş (yani düzensiz) leff ü neşr üslûbudur.
Ayrılığa düşüp anlaşmazlık çıkarmaları dolayısıyla yüzleri kararanları Yüce
Allah şu buyruklarıyla azarlayacaktır: Kendisine iman ettikten sonra peygamber
Muhammed'i inkâr mı ettiniz. Halbuki sizler onun peygamber olarak
gönderileceğini çok iyi biliyordunuz ve sizin elinizde onun nitelikleri ve
geleceğine dair müjdeler vardı. Fakat kin ve kıskançlığınızdan dolayı onu inkâr
ettiniz. O bakımdan küfrünüzden ötürü sizin cezanız azabı tatmak olmuştur.
Sözbirliği
edip dinde ayrılığa düşmemek suretiyle yüzleri ağaranlara gelince, onlar da
Allah'ın rahmetinde ebediyyen kalacaklardır. Asla yerlerinin değiştirilmesini
istemeyeceklerdir.
Bu
ayet-i kerimeler, sana açık açık okuduğumuz Allah'ın belgelerinin apaçık
ayetleridir ya Muhammedi Kendilerinde şüphe bulunmayan değişmez haktır bunlar.
Bunlar dünya ve ahiretteki işin gerçek mahiyetini açıkça ortaya koyarak sana
okunuyor.
Yüce
Allah kullar hakkında zulüm istemez; yani O zalim değildir. Aksine asla
haksızlık yapmayan mutlak âdil, hâkimdir. Çünkü O her şeye kadir olandır, her
şeyi bilendir. Ve çünkü zulüm, düzende, şeriat ve hukuk düzeni ihdas etme
hususunda hikmet ve mükemmellik ile çatışan bir uygulamadır. O bakımdan
Allah'ın, yarattıklarından herhangi bir kimseye zulmetmeye ihtiyacı yoktur.
O'nun emredip yasakladıklarına gelince, O bununla insanları yolların en
doğrusuna hidayet etmek istemektedir. İtaat sınırları dışına çıkıp fasıldık
ettikleri takdirde kendilerine zulmedenler bizzat onlar olur. Zulmeden kimse
ise bizzat kendisinin ceza görmesine sebep teşkil eder. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İşte Rabbin zulmeder halde bulunan memleketleri yakaladığı
zaman böyle yakalar. Şüphesiz O'nun yakalayışı pek acıklı, pek çetindir."
(Hûd, 11/102).
"Rabbin
o memleket halkını, ıslah edip durdukları halde, zulmederek helak edecek
değildi." (Hûd, 11/117).
Yarattıklarından
herhangi bir kimseye zulmetmeye Allah'ın muhtaç olmadığının delillerinden bir
tanesi de şudur: Göklerde ve yerde bulunan bütün yaratıklar O'nun mülküdür,
O'nun kullandır ve bunların hepsi O'na döneceklerdir. Dünyada da mutlak
tasarruf ve hüküm sahibi olan O'dur.
[236]
1- Dünyanın dört bir yanında İslâm'a davet edip bu daveti yaymak, marufu
(iyiliği) emredip münkerden (kötülükten) alıkoymak, İslâm'da kifaye yoluyla
farz olan (farz-ı kifaye) işlerdendir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Müminlerden hepsinin birden cihada çıkmaları uygun değildir. O halde her
bir kesimden bir grup çıksın. Kimi de dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine
döndükleri vakit onları uyarmaları için geri kalsın. Umulur ki sakınırlar."
(Tevbe, 9/152).
İslâm'a
davet edenlerin insanları davet ettikleri şeyi bilen, dinin farzlarını yerine
getirip uygulayan kimseler olmaları gerekir. Yüce Allah'ın şu buyruğu ile
nitelendirdiği kimseler onlardır: "Onlar ki, eğer biz onlara yeryüzünde
bir iktidar verecek olursak namazı dosdoğru kılar, iyiliği emreder, kötülükten
alıko-yarlar. İşlerin akıbeti Allah'adır." (Hac, 22/41). Bu ise davetçinin
uyulacak güzel örnek ve kendisine tabi olunacak en iyi misal oluşundandır.
Başkaları onu taklit eder, ondan etkilenirler. İşte bu temel esasları tahlil
ettiğimiz takdirde, davetçilerde aşağıdaki şartların bulunmasının istendiği
ortaya çıkar:
a) Kur"an'ı, Sünneti, nebevi sîreti ve raşid halifelerin yaşayışını
bilmek.
b) Dine davet etmeleri istenen toplumun dilini bilmek. Çünkü bu olmaksızın
amacın gerçekleştirilmesine imkân yoktur. Resulullah (s.a.) da bazı sahabi-lere
Yahudilerle diyalog kurmak için İbraniceyi öğrenmelerini emretmiştir.
c) Modern kültürü, genel bilgiyi, toplumların halleri, huylan,
tabiatları, önceki din ve mezhepleri, çeşitli akımların ortaya attıkları
şüpheleri, çağdaş âlemdeki akımların şüphelerini, ekonomik ve toplumsal
ilkeleri ve İslâm'ın bunlara karşı tavrını bilmek.
2- Dinde ve ümmetin izlenmesi gereken genel politikasında ayrılık ve tefrikaya
düşmek haram ve son derece büyük bir münkerdir. Kamu maslahatının paramparça
olduğunun ve Müslüman devletin, mümin ümmetin varlığının yok oluşunun
habercisidir. Kur'an-ı Kerim dinde tefrikaya düşenleri kâfir ve müşriklerden
saymaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Müşriklerden
dinlerini paramparça edip kendileri de fırka fırka olanlardan olmayınız. Ve
herbir hizip ellerindeki ile sevinip durmaktadır." (Rum, 30/32);
"Şüphesiz dinlerini parça parça edip bölük-pörçük olanlarla senin hiç bir
ilişkin yoktur. Bunların işleri yalnız Allah'a aittir. Sonra yaptıklarını
onlara haber verecektir." (En'am, 6/159). Dinin sınır ve maksatlarının
dışına çıkan kimse zalim olur. Zulümle birlikte olan kimse de kâfir olur. Yüce
Allah'ın, "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254)
buyruğunda olduğu gibi.
Kur'an
ve İslâm'a sımsıkı sarılmayı terk edip, anlaşmazlığa düşülen işi Kitap ve
Sünnetten başkasına havale eden de aynı şekilde kâfirlerdendir.
Diğer
taraftan yasak kılınan anlaşmazlık akide ve dinin esasları ile ilgili
anlaşmazlıktır. İçtihadî, fert hususlarda fakihlerin düştükleri ayrılıklar
ise,. övülen bir şeydir; şeriatın sağladığı kolaylıklar cümlesindendir.
3- Allah'a itaat eden ve O'nun ahdine bağlı kalanlar kıyamet gününde
yüzleri ağaracak ve sevinecek olan kimselerdir. Cennette onlar için ebedîlik
vardır. Yüce Allah bizleri onlardan kılsın ve sapıklıktan uzak tutsun.
İmandan
sonra kâfir olan masiyet ehli kimselere gelince: Küfürleri sebebiyle onlara
acıklı bir azap vardır. Her kim Allah'ın dininde değişiklik yapar, bazı şeyleri
değiştirir yahut bidat olarak bir takım şeyleri uydurursa ve bunlar Allah'ın
izin vermediği şeylerden olursa bu işleri yapanlar yüzleri kararacak
kimselerden olacaklardır. Müslüman cemaate muhalefet edip onların gittikleri
yoldan ayrılan kimseler en ağır bir şekilde Allah'ın rahmetinden kovulur ve
uzaklaştırılırlar. Yine haksızlık, zulüm, hakkı gizlemek, hak sahiplerini
öldürmek, onları zelil kılmak gibi aşırıya kaçan zalimlerle masiyeti hafife
alıp büyük günahları açıktan işleyenler, sapıklar, heva ehli ve bidat ehli
olan toplulukların durumu da böyledir. Kalbinde ancak zerre ağırlığı bir hayır
yahut bir hardal tanesi kadar imandan eser bulunmayan inkâra kâfirden başkası
cehennemde ebedî kalmayacaktır.
4- Kâinatta ne varsa hepsi Yüce Allah'ın mülküdür. O bunlarda nasıl dilerse
öyle tasarruf eder ve O ancak hikmetli, hayırlı ve kulların menfaatine olan
şeyleri diler. O herşeye gücü yeten ve zulmetmeye muhtaç olmayandır. Çünkü her
bir şey O'nun hakimiyeti ve tasarrufu atlındadır. Bu bakımdan insanlardan
herhangi bir kimsenin Allah'tan başkasından istekte bulunması yahut Allah'tan
başkasına ibadet etmesi doğru değildir. Yalnızca O'na ibadet etmek, O'ndan
başkasına asla ibadet etmemek onların görevidir.
[237]
110-
Siz in«»<iTiliH' için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği
emreder, kötülükten vazgeçilirsiniz. Siz Allah'a iman da edersiniz. Eğer Kitap
Ehli iman etmiş olsalardı, kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman
edenler vardır, fakat onların çoğu fasıklardır.
111-
Onlar size eza etmekten başka asla zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa
size arkalarını dönüp kaçarlar, sonra onlara yardım da edilmez.
112- Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar
üzerlerine zillet vurulmuştur. Meğer ki Allah'ın ipine ve insanların ahdine
sığınmış olsunlar. Onlar Allah'ın gazabına uğradılar. Üzerlerine miskinlik
vuruldu. Bunun sebebi onların Allah'ın ayetlerini înlrâT etmeleri ve
peygamberleri haksız yere öldürmeleridir. Diğer bir sebep de onların isyan
etmiş ve aşırı gitmiş olmalarıdır.
"İyiliği
emreder..." buyruğu yeni bir cümle olup bu, muhatapların en hayırlı ümmet
olduklarını açıklamaktadır.
"Meğer
ki Allah'ın ipine..." Fakat Allah'ın ipine ve insanların ahdine güvenerek
canlarını ve mallarını güvenlik altına alabilirler, demektir.
[238]
"Üzerlerine
zillet vurulmuştur." Burada zillet, çadıra benzetilmiştir. Daha sonra da
kendisine benzetilen hazfedilip onun gereklerinden birisi olan vurmak (çadırın
vurulması tabirinden) kullanıldığından dolayı burada tebaî istiare vardır.
"Sonra
onlara yardım da edilmez." buyruğu ile ilgili olarak Zemahşerî şöyle bir
soru sorar: Yüce Allah'ın, "Sonra onlara yardım da edilmez." buyruğunda
atfedilen niçin cezm edilmemiştir? Daha sonra buna şu cevabı verir: Çünkü
burada (meczum obuası gereken) cezanın hükmünden yeniden haber verme hükmüne
geçilmiştir. Sanki şöyle denmiş gibidir: Sonra da ben size onlara yardım
olunmayacağını haber veriyorum. Yani kimse onlara yardımcı olmayacaktır ve
kimse size karşı onları korumayacaktır. Meczum gelmesi yahut ref hali ile
gelmesi arasındaki fark da şudur: Eğer meczum olsaydı, yardımın olmayacağı,
-arkalarını dönmeleri halinde olduğu gibi- onlarla savaşılması kaydına bağlı
olarak yardımın olmayacağı anlatılmış olurdu. Fakat merfu olunca asla yardım
görmeyecekleri mutlak bir vaad halini almış oldu.
[239]
"En
hayırlı bir ümmetsiniz." Yani sizler en hayırlı bir ümmet olarak yaratılıp
var edilmişsinizdir. Bu, baştan beri böyle olmuştur. Yüce Allah'ın sıfatlarında
olduğu gibi ezelîlik ve devamlılık hakkında da kullanılır. "Allah
Ga-für'dur, Rahîm'dir" buyrukları da böyledir.
"Eza"
yani dille sövmek, tehdit etmek gibi basit zararlar.
"Size
arkalarını dönüp kaçarlar." Bu ifade bozguna uğramaktan kinayedir. Yani
bozguna uğrarlar, demektir. "Sonra onlara yardım da edilmez." Bu,
ezelde Allah tarafından Müslümanlara verilmiş mutlak bir vaaddir. Şöyle
bu-yurulmuş gibidir: Sonra onlar yardıma uğramaksızm ve yenik düşmüşler olarak
yüz çevirdikten sonra, artık bir daha güç sahibi olamayacaklar, işlerini yoluna
koyamayacaklardır. Nitekim bu Medine'de Yahudi kabilelerinin bozguna
uğratılması ile haber verildiği gibi gerçekleşmiştir. Söz konusu bu kabileler
ise Kurayzaoğulları, Kaynukaoğulları, Nadiroğulları ile Hayber Yahudi-leridir.
"Sonra"
buyruğundaki terahi(uygun bir zamana erteleme), mertebe hakkındadır.
"Zillet",
insanların ruhunda otoritenin kaybolmasından meydana gelen duygudur. Onlara
zilletin vurulması ise zilletin onlardan ayrılmaz bir etkisinin üzerlerinde
açıkça görülmesidir. Tıpkı sikke üzerindeki resim ve süslerin vurulduktan
sonra izinin görülmesi gibi.
"İp"
burada ahit demektir. Bu ise onlara eman verilmesi anlamındadır. Bu da cizye
ödemeleri karşılığında müminlerin kendilerine eman vermeleridir. Yani onların
başka türlü koruma altına alınmalarına imkân yoktur. Onlar ister savaşsınlar,
ister zimmet ehli olsunlar, zillet niteliği onlar üzerinde devam edip
gidecektir.
"Onlar
Allah'ın gazabına uğradılar." Yani konakladıkları yerden Allah'ın gazabına
uğramış olarak döndüler. "Aşırı gitmeleri" haddi aşmaları demektir.
[240]
110. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak
Ikrime ve Mukatil şöyle demişlerdir: Bu ayet-i kerime İbni Mes'ud, Ubeyy b.
KaT), Muaz b. Cebel ve Ebu Huzeyfe'nin azatlı kölesi Salim hakkında nazil
olmuştur. Şöyle ki: Yahudilerden Malik b. es-Sayf ile Vehb b. Yahuza
kendilerine, "Bizim dinimiz sizin bizi çağırdığınız dinden hayırlıdır. Biz
de sizden daha hayırlı ve daha üstünüz" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah
bu ayet-i kerimeyi indirdi.
111. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak da
Mukatil şöyle demektedir: Yahudilerin başkanlarından olan KaT>, Yahya,
en-Nu'man, Ebu Râfi', Ebu Yâsir ve İbni Suriyâ aralarından iman eden Abdullah
b. Selâm ile arkadaşlarına Müslüman oldukları için eziyet etmeye koyuldular.
Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
[241]
Bu
ayet-i kerimeler müminlere Allah'ın dinine sımsıkı sarılıp hakka ve hayra davet
üzere birleşmelerinden ibaret olan yolları üzerinde sebat vermektedir. Aynı
zamanda emirlere uymak, yasakları terk etmek, iyiliği emredip münkerden
sakındırmak ve Allah'a iman etmek şeklindeki meziyetlerini korumaları için bir
teşviktir. Bunun akabinde durumlarını Kitap Ehli'nin durumları ile
karşılaştırmakta ve Kitap Ehli'nin zillete mahkûm edilmesinin ve onlara gazap
edilmesinin sebebi açıklanmaktadır.
[242]
Yüce
Allah İslâm ümmetinin şu ana kadar var olmuş ümmetlerin en hayırlısı olduğunu
haber vermektedir. İyiliği emredip münkerden alıkoymaya devam ettiği, Allah'a
doğru, samimî ve eksiksiz şekilde iman ettiği sürece de öyle kalmaya devam
edecektir. İyiliği emredip münkerden alıkoymasının imandan önce söz konusu
edilmesinin sebebi bunun Müslümanların başkalarına olan üstünlüğünü açıkça
ortaya koyan en önemli özellikleri olduğundan dolayıdır. Diğer taraftan
başkaları da iman iddiasında bulunmaktadır. O halde bu ümmet Allah'a gerçek
anlamıyla iman edip iyiliği emredip münkerde alıkoyduğu sürece en hayırlı ve en
üstün ümmet kalmaya devam edecektir. Diğer ümmetlerde iman hakikatini tanınmaz
hale getirmek daha baskın bir özelliktir. Kötülük ve fesat aralarında
yaygınlaşmıştır. Onlar sağlıklı bir imana sahip olmadıkları gibi iyiliği
emretmez, kötülükten de alıkoymazlar.
İstenen
şekliyle iman Yüce Allah'ın şu buyruklarında nitelenen imandır:
"Müminlerin ancak Allah'a ve Rasulüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen,
Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık
olanların ta kendileridir." (Hucurat, 49/15). Yine Yüce Allah'ın şu buyruğu
da bu imanın niteliklerini belirtmektedir: "Müminler ancak Allah anıldığı
zaman kalpleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da bu onların
imanını arttırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler." (Enfal, 8/2).
Yüce
Allah'ın "Allah'a da iman edersiniz." buyruğu iman edilmesi gereken
her şeye imanı Allah'a iman olarak ortaya koymaktadır. Çünkü Peygamber, Kitap,
öldükten sonra dirilmek, hesap, ceza, sevap yahut buna benzer inanılması
gereken şeylerin bir kısmına iman eden, diğerlerini inkâr eden bir kimsenin
imanının hiç bir değeri yoktur. O adeta Allah'a da iman etmemiş gibidir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve kimine inanırız, kimini inkâr
ederiz diyenler, böylece bunun (küfür ile imanın) arasında bir yol tutturmaya
yeltenenler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir." (Nisa,
4/150-151). Buna delil ise Yüce Allah'ın bundan sonraki, "Eğer Kitap
Ehli" Allah'a imanları ile birlikte "iman etmiş olsalardı, kendileri
için daha hayırlı olurdu." buyruğudur. Şüphesiz böyle bir iman, üzerinde
bulundukları halden onlar için daha hayırlı olacaktı. Çünkü onlar başkanlık
sevgisi, avamın kendilerine tabi olmalarını istemeleri dolayısıyla dinlerini
İslâm dinine tercih etmişlerdi. Eğer iman etmiş olsalardı, iman karşılığında
batıl dini tercih etmelerine sebep olan başkanlıktan, avamın onlara tabi
olmalarından daha hayırlı olarak dünyadan nasiplenmekle birlikte, ecirleri iki
defa verilir, kendilerine yapılan vaadleri de elde etmiş olurlardı.
İşte
marufu emredip münkerden alıkoymak, Allah'a gerçek manada iman ve diğer iman
esaslarına gerçekten inanmak gibi sair nitelikler ve esaslar, üstün ve hayırlı
oluşun sebebidir. Ümmet bu üç esası korumadıkça, yine bunlara gerçek manada
sağlam bir şekilde sahip olamaz. İbni Cezir, Katade'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Bize ulaştığına göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) yaptığı bir hacda
insanların bir parça pasif ve hareketsiz olduklarını gördü. Bunun üzerine:
"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz..." ayetini
okudu, sonra şunları dedi: "Her kim bu ümmetten olmayı arzuluyor ise bu
hususta Allahü teâlâ'nın koştuğu şartı yerine getirsin."
Kim
bu niteliklere sahip olmazsa Yüce Allah'ın şu buyruğunda yermiş olduğu Kitap
Ehli'ne benzer: "Onlar işledikleri bir münkerden birbirlerini
alıkoy-mazlardı." (Maide, 5/79).
İşte
bundan dolayı Yüce Allah, bu nitelikleriyle öldükten sonra Kitap Eh-li'ni
yermeye ve onları azarlamaya koyularak şöyle buyurmaktadır: Eğer onlar Muhammed'e
indirilene iman etselerdi, elbette ki bu onlar için hayırlı olurdu. Çünkü onlar
Kitap'ın bir kısmına iman etmekte, bir kısmını inkâr etmektedirler. Musa ve
İsa gibi peygamberlerin bir kısmına iman ederken Muhammed'i inkâr edip kâfir
olmaktadırlar. Halbuki onlara indirilmiş bulunan Kitap da Muhammed (s.a.)'e
dair bilgileri ihtiva etmektedir.
Şu
kadar var ki bu yergi onların hepsini kapsıyor değildir. Bundan dolayı arada
Kitap Ehli'nden bir kısmını zikretmektedir. Abdullah b. Selâm, onun arkadaşları,
Necaşî ve onunla birlikte olanlar gerçekten iman etmiş kimselerdir. Fakat
çoğunluğu fasıktırlar; kendi dinlerinin ve kitaplarının sınırlarının dışına
çıkan kimselerdir. Küfürde aşırıya kaçmışlardır. Aralarından Allah'a, sizlere
indirilenlere, onlara indirilenlere iman edenler gerçekten azdır. Onların pek
çoğu ise sapıklık, küfür, fısk ve isyan üzeredirler. Kimi zaman Yüce Allah
burada olduğu gibi "pek çok" tabirini kullanmaktadır. Kimi zaman da
İsrailoğullan ile ilgili, "Onların pek azı müstesna, iman etmezler."
(Nisa, 4/46) ifadesi kullanılmaktadır. Kimi zaman da onların çoğunlukla
görülen halleri söz konusu edilmektedir. Yüce Allah'ın Hristiyanlarla
Yahudiler hakkındaki şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlardan itidal üzre olan
bir topluluk vardır. Onların bir çoğunun yapmakta oldukları ise ne kadar da
kötüdür!" (Maide, 5/66).
Fasıklık
âdeten dinin ortaya çıkışı üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra çoğalır.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "İman edenlerin kalplerinin
Allah'ın zikrine ve haktan inene huşu üe yumuşama zamanı gelmedi mi?
Kendilerine önceden Kitap verilip de kendileri üzerinden uzun bir zaman geçti
diye kalplerine katılık gelmiş bulunanlar gibi olmasınlar, ki onların pek çoğu
fasıklardı." (Hadîd, 57/16).
Daha
sonra Yüce Allah, mümin kullarına haber verip müjdelemektedir: Kitap Ehli'ne
karşı zafer ve ilâhî yardım müminlerin olacaktır. Bu fasık kâfirlerin onlara
ancak sövmek, hicvetmek, dil ile tehdit etmek, Allah'ın dininden alıkoymaya
çalışmak, dini tenkit etmek, şüpheler yerleştirmek, Muhammed (s.a.)'i
eleştirmek gibi -günümüz misyonerlerinin yaptığı şekilde- basit zararlar
dışında asla zarar veremeyeceklerini hatırlatmaktadır.
Onlar
sizinle savaşacak olurlarsa önünüzde bozguna uğrarlar. Fasıklıkları üzerinde
devam ettikleri, siz de bu üç esası korumakla en hayırlı olma özelliğinizi
sürdürdüğünüz sürece asla size karşı zafer kazanamayacaklardır. Gayba dair
haberlerden olan bu üç müjde bu ümmetin geçmişinde gerçekleşmiştir.
KaynukaoğuUarı, Nadiroğullan, Kurayzaoğulları ve Hayber Yahudileri bozguna
uğramışlardır.
Bu
gibi zaferlerin gerçekleşmesi Allah'ın dinine yardımcı olma şartına bağlıdır.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ey iman edenler! Eğer Al-lah(ın
dinin)'a yardımcı olursanız O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat
verir." (Muhammed, 47/7). Yine bu ayet-i kerimede olsun, cihad eden
müminlerin niteliklerini belirten Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi
başka ayet-i kerimelerde olsun sözü geçen üç esası koruma şartına bağlıdır:
"İyiliği emredenler, kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını
koruyanlar." (Tevbe, 9/112)
Hülâsa,
zafer bir takım aldanmışların bekledikleri gibi gelişigüzel verilen bir bağış
değildir. Zafer ancak dinî bir takım esasları yerine getirme şartına bağlı
olarak verilir. Bizler iyiliği emretmeye, kötülükten sakındırmaya ve sağlıklı
bir şekilde Allah'a iman etmeye devam ettiğimiz sürece Allah'ın yardımına
mazhar olduk, üstün olduk, güçlü olduk. Onlar da fasık, Allah'ın sınırlarının
yani itaat ve iman sınırlarının dışında kaldıkları sürece zillet altında, kahr
altında kalmaya devam ettiler.
Zillet
ve hakirliği Allah, nerede olurlarsa olsunlar onların ayrılmaz bir niteliği
kılmıştır. Hiç bir zaman güvenlik ve huzur duymayacaklardır. Ancak Allah'tan
ve müminlerden bir ahit altında bulunmaları hali müstesna. "Allah'ın
ahdi", onlarla zimmet akdi yapılıp cizye konulduktan ve dinin hükümlerine bağlı
kalmaları sağlandıktan sonra onlara verilen eman, eziyetin haram kılmışı,
haklarda ve mahkeme huzurunda eşitliktir.
"İnsanların
ahdi" ise antlaşma yapan, ahitleşen ve bir kadın dahi olsa Müslümanlardan
herhangi bir kimse tarafından kendilerine eman verilen esir olma hallerinde
görüldüğü şekilde olur. Aynı şekilde İslâm toprağı içerisinde yahut dış
şuurlarda kendisi ile karşılıklı menfaat, sanayi ve ticaret ürünlerinin
değişimi için muamelede bulunulan tacir de böyledir. Filistin'de Yahudilerin himayesi
altında olduğunu gördüğümüz halleri de bu kabildendir. Bu ahit ister Amerika,
ister Avrupa, ister Rusya isterse de onların dışında büyük devletlerden birisi
tarafından verilmiş olsun, fark etmez.
Yüce
Allah aynı şekilde onları kendisinin gazabına mahkûm etmiştir. Bu gazaba onlar
mahkûm olmuşlardır. Bu gazabı hak etmişler ve bu gazaba uğramaya sebep teşkil
etmişlerdir. Miskinlik, küçüklük, tıpkı bir mekânın orada bulunanları kuşatması
gibi onları kuşatmıştır. Onlar başkalarına tabi olan zelil kimselerdir. Her
zaman için zillet ve ihtiyaç içinde başkalarına uymak durumundadırlar. Az
olmalarına rağmen yeryüzünün dört bir tarafında darmadağındırlar. İşgal
ettikleri Filistin topraklarında toplanmak, orayı vatan edinmek, orada
yerleşmek için bütün gayretlerine rağmen, zenginliklerine, servet toplayıp
dünya ekonomisine egemen olmalarına rağmen onların bu durumları böyle devam
edip gidecektir.
Daha
sonra Yüce Allah onlara zilletin, miskinliğin vurulması, Allah'ın gazabının
döne dolaşa onların üzerine olmasının sebep ve gerekçesini beyan etmektedir:
Bu ise onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri, şeriatlarının kendilerine
verdiği herhangi bir hak olmaksızın büyüklük, azgınlık ve kıskançlık güdülerinin
etkisi altında kalarak peygamberleri öldürmeleridir. Halbuki onlar
"Rabbimiz Allah'tır" diyen insanları öldürmek şeklindeki
cinayetlerinde haklı olduklarına inanmamaktadırlar. İşte bu şekildeki ifadeler
ve onların tutumlarının son derece çirkin olduğu ortaya konulmakta ve bundan
dolayı en ileri derecede azarlanmaktadırlar.
Bu
tür suçları işleme cesaretini onlara veren, Allah'ın ayetlerini inkâra ve
Allah'ın peygamberlerini öldürmeye onları iten, ancak Allah'ın emirlerine karşı
gelerek çokça isyan etmeleri, sürekli olarak masiyetlere gömülmeleri, Allah'ın
şeriatını dinlemeyip hududunu aşmalarıdır. İsyan eden, Allah'ın yasaklarını
çiğnemeye alışan kimseye hayatta her türlü haramı işlemek oldukça basitleşir.
Küfür
ve peygamberleri öldürme suçları geçmiştekileri tarafından işlenmiş olmakla
birlikte, Peygamber (s.a.)'in çağdaşı olan Yahudilerin bundan dolayı kınanma
ve yerilmelerinin sebebi, çağdaşların da onlara bağlı olmalarından, onların bu
davranışlarını desteklemelerinden, onlara sevgi duymalarından, davranışlarına
rıza göstermelerinden ve onların yolları üzere gitmelerinden dolayıdır. Çünkü
çağdaşı olanlar da defalarca Peygamber (s.a.)'i öldürmeye çalışmışlardır.
[243]
Bu
ayet-i kerimeler insanlardan iki ayrı kesim yahut iki ayrı ümmetin niteliğini
ihtiva etmekte, bu niteliklere sahip olmanın sebeplerini açıklamakta ve oldukça
ince ve hassas bir şekilde adalet ve hak esaslarına dayanarak aralarında bir
karşılaştırma yapmaktadır.
İslâm
ümmeti Allah'ın bütün emirlerine eksiksiz ve sağlıklı bir şekilde iman ederek
marufu emredip münkerden alıkoyma farzını ifa ettiğinden dolayı ümmetlerin en
hayırlısıdır. Sözü geçen şartlara bağlı kalması ve bu üç esasa riayet etmesi
şartıyla hayırlı olma ve üstün olma niteliğini de devam ettirecektir.
Bu
ümmetin, ümmetlerin en hayırlısı olduğu Kur'an-ı Kerim'in nassı ile sabit
olduğu gibi, nebevi sünnet de bu ümmetin ilklerinin onlardan sonra gelenlerden
daha faziletli olduğunu, Resulullah (s.a.) şu buyruğu ile açıklamaktadır:
"İnsanların en hayırlıları benim çağdaşlarımdır. Sonra onlardan sonra gelenler,
sonra da onların arkasından gelenler."
[244]
İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Resulullah (s.a.) ile sohbet edip
arkadaşlık eden ve ona iman ederek ömründe bir defa dahi olsun onu gören bir
kimse, kendisinden sonra gelenlerden daha faziletlidir.
Resulullah
(s.a.)'m çağdaşı olanların üstünlüklerinin sebebi imanlarında garip (yalnız)
olmaları, kâfirlere göre sayıca az olmalarına rağmen kâfirlerin eziyetlerine
katlanıp sabretmeleri, dinlerine gereği gibi sımsıkı yapışmalarıdır. Bu
ümmetten olup sonradan gelenlerin ise kötülüklerin, fışkın, kan dökmelerin,
masiyetlerin ve büyük günahların ortaya çıkacağı vakitlerde dinlerini dosdoğru
uygulamaları, ona sımsıkı sarılmaları, Rablerine itaat üzere sabredip direnmeleri
şartıyla ve selef-i salihin faziletinin daha gerisinde olmak kaydıyla üstün bir
fazilete sahip olurlar. Onlar da bu faziletleriyle selefe benzer ve garip
kimseler olurlar. Ve böyle bir dönemde bunların da amelleri tertemiz olur. Tıpkı
onlardan öncekilerin amelleri arınıp temizlendiği gibi. Buna delil ise
Resulullah (s.a.)'m Müslim ve İbni Mace tarafından rivayet edilen Ebu
Hurey-re'nin naklettiği şu hadis-i şeriftir: "Şüphesiz İslâm garip başladı
ve başladığı gibi garip dönecektir. O gariplere ne mutlu." Tirmizî ve
Hakim'in sahih olduklarını belirttikleri, İbni Mace ve başkalarının
naklettikleri şu hadis-i şerif de bunu ifade eder: "Önünüzde bir takım
günler vardır ki o günlerde dini üzere sabreden kimse ateş korunu elinde tutan
kimseye benzeyecektir. Bu günlerde amel eden o kimseye, ameli gibi amel eden
elli kişinin ecri kadar ecir vardır. "Ey Allah'ın Rasulü, onlardan elli
kişinin mi denilince, "hayır sizden elli kişinin" diye buyurdu."
Ebu Davud et-Tayalisî ve Ebu İsa et-Tirmizfnin zikrettiğine göre Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Ümmetim yağmur gibidir, onun öncesi mi hayırlıdır
sonrası mı bilinmez." Darekutnî bunu Malik'in Enes'ten yaptığı müs-ned
rivayette zikretmektedir: "Ümmetimin misali yağmuru andırır. Onun öncesi
mi hayırlıdır, yoksa sonrası mı bilinmez."
Buna
göre Bedir ve Hudeybiye ehli müstesna olmak üzere bu ümmetin başı ile sonu
arasında amellerin fazileti açısından bir fark söz konusu değildir.
İslâm
ümmetinin övülmesi, iyiliği emredip münkerden alıkoydukları ve iman edilmesi
gereken her şeye iman ettikleri sürecedir. Eğer kötülüğü değiştirmeyi terk
edip münkeri kabul etmekte anlaşırlarsa, o zaman övülmeleri söz konusu olmaz,
bilakis yerilirler ve bu helak olmalarına sebeptir.
Kitap
Ehli'nin Peygamber (s.a.)'e iman etmeleri kendileri için daha hayırlıdır.
Onlardan kimisi mümin, kimisi fasıktır; fakat fasık olanları daha çoktur.
Allah
müminlere ve O'nun rasulüne şunu vaad etmektedir: Kitap Ehli asla onlara galip
gelemeyecektir, onlar Kitap Ehli'ne karşı muzaffer olacaklardır. İftira ve
tahrif dışında Kitap Ehl'inden kendilerine rahatsızlık verici bir şey
ulaşmayacaktır. Güzel akibet ise sonunda müminlerin olacaktır.
Bu
ayet-i kerimede Resulullah (s.a.)'a ait bir mucize vardır. Çünkü onunla savaşan
Yahudiler bozguna uğradılar ve arkalarına dönüp kaçtılar.
Allah'ın
Yahudilere gazap edip nerede olurlarsa olsunlar zillet ve aşağılanma
özelliğinin kendilerinden ayrılmamasının sebebi, Allah'ın ayetlerini inkâr
etmeleridir. Kur*an'a ve İslâm'a iman etmeyişleri de, haksızca ve düşmanlıkla
peygamberleri öldürmeleri de bundandır. Resulullah (s.a.)'ı öldürmeye çalışmaları,
müşrikleri ona karşı kışkırtmaları, müşrikleri onunla savaşmaya teşvik
etmeleri, ebediyyen Müslümanların kökünü kazımaya gayret etmeleri de bundandır.
Nitekim Hicretin ikinci yılında Bedir gazasında, beşinci yılında Hendek
gazasında görülen durum bu olmuştur ve buna benzer daha başka çeşitli isyanları
ve saldırganlıkları da görülmüştür.
[245]
113-
Onlar bir değillerdir. Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki (Allah'ın huzurunda)
ayaktadırlar. Gecenin saatlerinde secde ederek Allah'ın ayetlerini okurlar.
114-
Allah'a ve ahiret gününe iman ederler. İyiliği emrederler, kötülükten
vazgeçirirler. Hayırlı işlerde de yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.
115-
Ve onlar işledikleri hayırdan mahııını hıı*nltılıifffiym»filrlfliılır. Allah
talrpn sahiplerini çok iyi bilendir.
"Onlar
bir değillerdir. Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki..." buyruğunun
takdiri şöyledir: Allah'ın emirlerini yerine getiren bir zümre ile getirmeyen
bir zümre bir olamaz. "Secde ederek" ifadesinden kasıt namaz
kılmaktır. Çünkü Kur'an okumak, secde ederken olmaz. Yahut bizzat secde etmek
de kastedilmiş olabilir.
[246]
"Kitap
Ehli'nden bir zümre vardır ki..." Devamlılığı ifade etmek üzere cümle bir
isim cümlesidir.
"Gecenin
saatlerinde secde ederek Allah'ın ayetlerini okurlar" buyruğu ise bu işin
yenilenip durduğunu ifade eden bir fiil cümlesidir.
"İşte
onlar salihlerdendir." Uzağa işaret, derecelerinin yüksekliğini, mevkilerinin
yüceliğini anlatmak içindir.
[247]
"Onlar"
yani Kitap Ehli "bir değillerdir." Birbirine eşit olmazlar.
"Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki ayaktadırlar." Yani hak üzere,
dosdoğru, adaletli ve sebat üzeredirler; Abdullah b. Selâm (r.a.) ve
arkadaşları gibi.
"Gecenin
saatlerinde secde ederek" yani namaz kılarak "Allah'ın
ayetlerini" yani Kur'an-ı Kerim'i "okurlar."
"Hayırlı
işlerde de yarışırlar." Hayırları işleme hususunda acele davranırlar.
"Ve
onlar" yani doğruluk üzere ayakta duran ümmet, "işledikleri hayırdan"
ve sevabından "mahrum bırakılmayacaklardır." Aksine işledikleri
hayrın mükâfatı onlara verilecektir. Bir diğer okuyuşa göre ise mana şöyle
olur: Ey bu şekilde olan ümmet! bu şekilde işlediğiniz hayırlardan mahrum
bırakılmayacaksınız!
[248]
113.
ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Taberanî ve İbni
Mende, İbni Abbas'tan ashab-ı kiram hakkında şöyle dediğini nakletmektedirler:
Abdullah b. Seleme, Salebe b. Sa'ne (yahut Sa'ye), Esid b. Sa'ne (Yahut
Sa'ye), Esed b. Ubeyd ve onlarla birlikte Yahudilerden İslâm'a girenler gereği
gibi iman ettiler, tasdik ettiler ve İslâm'a bağlanmak arzusunu açığa vurdular.
Bu sefer Yahudilerin alimleri ile Yahudiler aralarından kâfir olanlar şöyle
dediler: "Muhammed'e iman edip tabi olanlar ancak bizim en kötülerimizdir.
Eğer bunlar bizim hayırlılarımız olsalardı atalarının dinini terk etmez ve başka
bir dine gitmezlerdi." Yüce Allah da, "Onlar bir değillerdir. Kitap
Ehli'nden bir zümre vardır ki..." ayetini bu konuda indirdi. Bunun benzeri
bir rivayet de Mukâtil'den nakledilmiştir.
Ahmed
ve başkaları ise İbni Mes'ud'dan Peygamber (s.a.)'in şöyle dediğini nakletmektedirler:
Resulullah (s.a.) yatsı namazını erteledi. Sonra mescide çıktı. Cemaatın
namazı beklemekte olduklarını gördü. Şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki bu din
mensupları arasında sizden başka bu saatte Allah'ı anan hiç bir kimse
yoktur." Bunun üzerine, "Onlar bir değillerdir... Allah takva
sahiplerini çok iyi bilendir." buyruğu nazil oldu. İbni Mes'ud'un bir
diğer ifadesi de şöyledir: Bu ayet-i kerime yatsı namazı hakkında nazil
olmuştur. Müslümanlar bu namazı kılarlar. Onların dışında kalan Kitap
Ehli'nden olanlar ise bu namazı kılmazlar.
[249]
Bu
ayet-i kerimeler Kitap Ehli'nin niteliklerini açıklamaya devam etmektedir.
Bundan önceki ayet-i kerimelerde Kur'an-ı Kerim onları iki kısma ayırmıştı:
Onlardan bir kısmı iman eder, onların pek çoğu ise fasıktırlar. Daha sonra
fasıklarm durumunu ve akibetini açıkladı. Burada da aralarından az olsa dahi
İslâm'a girmiş bulunan müminlerin durumunu beyan etmektedir.
[250]
Az
önce yergi ile kendilerinden söz edilen Kitap Ehli'ne mensup kimseler birbirine
eşit değillerdir; yahut da fasıldık ve inkârda aynı seviyede değillerdir.
Aksine onlardan kimisi mümindir, kimisi günahkârdır. Aralarından bir kesim Allah'ın
emrini dimdik ayakta tutmakta, Allah'ın dini üzere dosdoğru yürümekte, şeriatına
itaat etmekte, Allah'ın peygamberine uymaktadır. Bunlar geceleyin kıldıkları
namazda Kur'an-ı Kerim'den ayetler okurlar, çokça teheccüt kılarlar.
Bunlar
Allah'a ve ahiret gününe en ufak bir şüphe olmaksızın samimi ve gerçek bir iman
ile inanırlar. Başkalarına iyiliği emreder, münkerden alıkoyar-lar. Hayırlı
işleri yapmakta acele davranırlar. Tereddütsüz olarak iyi işler yaparlar.
Onlar Allah nezdinde durumları salâha eren ve amelleri güzel salihler-den
olmakla nitelendirilmişlerdir.
Sözü
geçen bu kimseler Yahudi alimleri arasında yer alan Abdullah b. Selâm, Esed b.
Ubeyd, Salebe b. Sa'ne ve bunların dışında kalan bu ayet-i kerimenin
haklarında nazil olduğu diğer kimselerdir. Bu buyruklar, aralarından iman
edenlerin, kendilerinin en hayırlıları değil, en kötüleri olduğunu ve hayırlı
kimseler olsalardı iman etmeyeceklerini ileri süren Yahudileri reddetmek üzere
nazil olmuştur.
Böyleleri
işledikleri itaatin sevabından mahrum edilmezler. Bu itaatler Allah nezdinde
boşa çıkmaz. Aksine yüce Allah en geniş bir şekilde onları
mükâ-fatlandıracaktır. Allah iyi amellere karşılık verendir, takva sahiplerini
çok iyi bilendir. Yani kimsenin ameli ona gizli kalmaz ve güzel iş yapanın ecri
onun nezdinde zayi olmaz.
[251]
Allah'ın
adaleti hayırlıların açığa çıkmasından, kötülerin uzaklaştırılmasından
başkasını kabul etmej. Bundan dolayı şanı yüce Allah bu ayet-i kerimelerde
Kitap Ehli'nden iman edenlerin imanına dikkat çekmektedir. Bunlar İslâm'a iman
edip Kur'an'ı tasdik etmiş, Allah'ın dinine rağbet ederek sapasağlam yakîne
sahip olmuş kimselerdir.
Salih
amel işleyerek kendilerini düzeltmiş, başkalarını ıslah etmek için de cihat
etmiş, mücadele vermişlerdir. Fesat ve saptırma çağrılarına karşı durmuşlar, o
bakımdan salihlerden olmakla nitelendirilmeye hak kazanmışlardır. Salihlerden
olmakla nitelendirilmek ise övülmenin en ileri derecesidir. Bunun delili ise
Hz. İsmail'in, Hz. İdris'in ve Hz. ZülküTin bununla nitelendirilmiş olmalarıdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve biz onları rahmetimize aldık; şüphesiz
onlar salihlerdendiler." (Enbiya, 21/84) Hz. Süleyman'dan da şöyle dediğini
nakletmektedir: "Ve rahmetinle beni salih kullarının arasına kat."
(Nemi, 57/19).
İşte
bu dünya hayatında aklı başmda olan insanın görevi budur. Sağlıklı bir akide
olmadan yaşanan bir hayatın hiç bir değeri yoktur. Salih amele sahip olup türlü
fesatlarla savaşmaksızuı yaşayan bir insanın uygar olması da söz konusu
değildir.
Salih
amel işleyen her kimse bu amelinin meyvesini görecektir. En bol şekilde
mükâfat alacak, sevapsız bırakılmayacaktır. Şanı yüce Allah bir başka ayette
iyilik yapanlara ecir vermeyi şu buyruğunda şükür diye nitelendirmektedir:
"İşte onlar yaptıkları şükür ile karşılanan kimselerdir." (İsra,
17/19) Şu buyrukta da Yüce Allah kendi zatını şakir (şükreden, iyilere
amellerinin karşılığını veren) diye adlandırmıştır: "Muhakkak Allah
Şâkir'dir, her şeyi çok iyi bilendir." (Bakara, 2/158). Burada da Yüce
Allah iyi amellere mükâfat vermemeyi küfür ile (mealde: mahrum bırakılmakla)
dile getirmiştir.
[252]
116-
Şüphesiz inkâr edenlerin malları- nın da oğullarının da Allah'a karşı kendilerine hiç bir faydası olmaz. On- iar
ateşliktirler, onlar orada ebediyyen
kalıcıdırlar.
117
"Onların bu dünya hayatında infâk
ettikleri, kendilerine zulmeden bir
kavmin ekinlerini vurup da helak
eden soğuk ve kavurucu bir rüzgâra
benzer. Allah onlara zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.
"Soğuk
ve kavurucu bir rüzgâra benzer." Bu temsilî bir teşbihtir. Onların güzel
ahlâk, övünülecek şeyler, insanlar arasında güzelce anılmaya ve övülmeye sebep
olan şeyler uğrunda -Allah'ın rızasını aramaksızın- mallarını infâk etmeleri,
soğuk bir rüzgârın isabet etmesiyle yok olup giden ekine benzetmektedir
(el-Keşşaf, 1, 344).
[253]
"Hiç
bir faydası olmaz." O amellerinin kendilerine herhangi bir yararı, bir
kârı olmaz.
"İnfak
ettikleri" yani kâfirlerin yaptıkları intakların niteliği...
"kendilerine zulmeden bir kavmin" yani küfür ve masiyet ile
kendilerine zulmeden bir kavmin...
[254]
Bu
ayet-i kerimeler kâfirlere bir tehdit ve kıyamet gününde, harcamalarının
faydasını asla göremeyeceklerini ve bu nifaklarının onların azabını geri
çe-viremeyeceğini belirtmektedir. Bu şekilde onların umutları boşa
çıkartılmaktadır. Bu ise bundan önceki ayet-i kerimelerde kâfirlerin durumları
ve cezaları söz konusu edildikten sonra dile getirilmektedir. Mukatil der ki:
Yüce Allah Kitap Ehli'nin müminlerini söz konusu ettikten sonra onların
kâfirlerinin halini de zikretmektedir. Bu ise Yüce Allah'ın, "Şüphesiz
inkâr edenlerin..." diye başlayan buyruğudur.
[255]
Yüce
Allah kıyamet gününde kâfirlerin amellerinin akibetini bize haber vermektedir.
Bunlar ise hep birlikte Yahudiler, münafıklar ve müşriklerdir. Resulullah
(s.a.) aleyhinde kurulacak tuzakları ve bu dünya hayatında ona düşmanlık
uğrundaki harcamalarıyla ve mallarıyla övünmelerinin asla onlara bir faydası
olmayacaktır. Mallarının da çocuklarının da -Allah onlara azap etmek istediği
takdirde- bu azaba karşı bir faydası olmayacaktır. Özellikle mal ve çocukların
söz konusu edilmesinin sebebi, insanın kendisini kimi zaman malını feda ederek,
kimi zaman da çocuklarının yardımını alarak savunmaya çalışmasıdır. Çünkü
çocuklar nesep itibariyle onlara en yakın olan kimselerdir.
Yüce
Allah burada dile getirilen manayı bir çok ayet-i kerimede de pekiştirmiş
bulunmaktadır: "Kimsenin kimseye fayda vermeyeceği bir günden korkunuz."
(Bakara, 2/48); "Onların hiç birisinden -onu fidye olarak verecek olsa dahi-
yeryüzü dolusu altın kabul olunmayacaktır." (Âl-i İmran, 3/91); "Sizi
bize yaklaştıracak olan mallarınız da değildir, evlatlarınız da." (Sebe,
34/37).
İşte
bunlar ateşte olacaklar, asla ondan kurtulamayacaklardır. Küfürleri,
akidelerinin bozukluğu dolayısıyla orada ebediyyen kalacaklardır.
Malları
onlara bir fayda sağlamayacağı gibi dünyalık maksatları ve lezzetleri
sebebiyle yahut riyakârlık için başkalarına duyurmak ve övünmek, başkaları
tararından övülüp ün kazanmak uğrunda harcadıkları ve harcayacakları mallarının
da onlara bir faydası olmayacaktır. Çünkü bunlar Allah'ın rızasından başka bir
amaçla harcanmıştır. Hatta bu harcamaların bir kısmı Allah yolundan ve
Resulullah (s.a.)'a tabi olmaktan alıkoymak, ona düşmanlık etmek, ona karşı
direnmek uğrunda dahi yapılmış olabilir.
Allah'ın
rızası dışında harcadıkları bu malların misali yahut da niteliği tıpkı oldukça
soğuk, kasıp kavuran bir fırtınanın bir ekine gelip isabet etmesi ve onu yok
etmesi gibidir. Geriye o ekinden hiç bir şey kalmaz. Bundan dolayı o ekinin
sahibi de pişmanlık duyar. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bunu andırmaktadır:
"Onların işledikleri her bir amellerinin önüne geçeriz ve onu zerre gibi
havaya verip boşa çıkartırız." (Furkan, 25/23); "Kafir olanların
amelleri ise ovalardaki bir serap gibidir. Susuz kimse onu su sanır. Nihayet
ona yaklaşınca onu bir şey olarak bulmaz." (Nur, 24/39).
İşte
Yüce Allah o ameli işleyenlerin günahları sebebiyle ekinin meyvesini, mahsulünü
giderdiği gibi kâfirlerin de dünyada işledikleri amellerin meyvesini,
mahsulünün sevabını boşa çıkartır. Onların harcamalarını kabul etmemek
suretiyle Allah onlara zulmetmemektedir. Aksine Allah onların kötü amellerine
uygun şekliyle karşılık vermiştir, cezalandırmıştır. Kabul edilmeye değer bir
iş işlemedikleri için bizzat kendilerine zulmedenler kendileridir: "Bir
kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (Şûra, 42/40).
Hayırlı
yollarda verilmiş bir sadaka olsa dahi kıyamet gününde kâfirlerin amellerinin
boşa çıkartılma sebepleri, iman sahibi olmayışları, amellerini küfür temeli
üzerinde yükseltmeleri, doğruya ve hakka götüren deliller üzerinde düşünmeyi
terk etmeleridir.
Eğer
iman bulunur, doğru bir yakîne sahip olunursa, yapılan harcamalar da riyakârlık
için değil de Yüce Allah'ın rızasını gözetmek maksadıyla yapılırsa o takdirde
bu, Allah nezdinde makbul olur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder." (Maide, 5/27).
[256]
Ahirette
insanın göreceği belâların temel sebebi küfürdür. Bu, insanın dünya hayatında
işlediği amellerin semeresinin kayboluşuna sebep olur. O bakımdan kâfirlerin
cezası orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere ateştir. Dünya hayatındaki
harcamalarının onlara tek etkisi hasret (acı) ve pişmanlık vermek olacaktır.
Onların harcamalarının kabul edilmemesi Allah'ın kendilerine zulmetmesinden
dolayı değildir. Aksine onlar kabule değer ameller işlemediklerinden dolayı
bizzat kendilerine zulmedenlerdir. Onlar kâfir oldular, isyan ettiler ve Yüce
Allah'ın mallarındaki haklarını vermediler. Üstelik mallarını riyakârlık,
gösteriş ve övünmek kasdıyla harcadılar. Allah'ın rızasını arayarak harcamadılar.
Onların bu durumları sefalet, bedbahtlık, huzursuzluk ve kararsızlıktır. Onlar
tıpkı hayır, fayda ve yıl boyunca kendisi ile geçineceği bir rızık bekleyen ve
bu maksatla ekin eken kimsenin durumuna benzer. Bu kimsenin ektiği bu ekine
oldukça soğuk bir rüzgâr gelip çatar ve bu ekini kavurur. Bu ekin sahibi de bu
sefer şaşkın ve ne yapacağını bilmez halde durur, umutları boşa çıkmış olur.
Gücü tükenmiş ve birşey yapabilecek hali kalmamıştır. Allah bizleri her türlü
kötülükten korusun, esenliğe kavuştursun. Bize doğruyu, doğruluğu ihsan etsin,
iman üzere kalplerimize sebat versin. Gizlisi ile açığı ile bütün amellerimizi
O'nun yolunda ve yalnızca O'nun rızası için yapılan amellerden kılsın.
[257]
118-
Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar halinizi
bozmaktan hiç geri kalmazlar. Size meşakkat verecek şeyi arzu ederler.
Muhakkak onların kinleri ağızlarından taşmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise
daha büyüktür. Şayet düşünürseniz, işte size ayetlerimizi açıkladık.
119-
İşte siz onları seven kimselersiniz. Halbuki onlar sizi sevmezler. Siz
Kitab'ın hepsine de inanırsınız. Onlar ise sizinle karşılaştıkları zaman,
"İman ettik" derler fakat başbaşa kaldıklarında kinden aleyhinize parmaklarının
uçlarını ısırırlar. De ki: "Kininizle geberin! Şüphesiz Allah
göfüslerdekini çok iyi bilendir."
120-
Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür, eğer size bir fenalık
isabet ederse onunla da sevinirler. Şayet sabreder ve sakınırsanız onların
hilekarlıklarının size hiç bir zararı olmaz. Şüphesiz Allah ne yaparlarsa
hepsini çepeçevre kuşatandır.
"Sırdaş
edinmeyin." Burada kişinin özel ve yakın adamları (astar anlamına gelen)
bitâne'ye benzetilmiştir. Çünkü bu gibi kimseler elbisenin bedene yakınlığı
gibi kişiye yalandırlar.
"Aleyhinizeparmaklarının
uçlarını ısırırlar." Bu ya pişman olan ve kin duyan kimsenin niteliğini
açıklamak üzere gerçeği anlatan bir ifadedir ya da müminlere eziyet
verememekten dolayı duyulan üzüntü ve kinin aşırılığını açıklayan temsilî bir
mecazdır. Diğer taraftan, "Eğer size bir iyilik isabet ederse onları
tasaya düşürür, bir fenalık dokunursa onunla da sevinirler." ayetinde
iyilik ile kötülük, tasaya düşmek vardır. Diğer taraftan (117. ayette yer
sianTOnlara zulmetmedi" ile "Zulmediyorlar" kelimeleri,
"kinden" ile "kininizle" kelimeleri ve
"inanırsınız" ile "iman ettik" kelimeleri arasında iştikak
(türedikleri kök) bakımından cinas vardır.
[258]
"Sırdaş"
bitâne, kişinin sırlarından haberdar ettiği özel yakınları anlamındadır ve
Arapça aslı elbisenin astan anlamına gelen kelimeden alınmıştır. Astar ise
elbisenin iç tarafına konulan ince kumaştır. Bunun aksine ez-zihâre (yüz)
denir. Tekil ve çoğul hakkında böylece kullanıldığı gibi erkek ve dişi de
böyledir. "Onlar halinizi bozmaktan geri kalmazlar." Yani size
işlerinizi bozacak şeyler yapmaktan geri durmazlar. Bu ayet-i kerime,
"Eğer onlar sizinle birlikte çıksalardı, aranızda şerri ve fesadı
artırmaktan başka bir şey yapmazlardı." (Tevbe, 9/47) buyruğunu
andırmaktadır.
"Size
meşakkat verecek şeyi arzu ederler." Sizi zorluğa düşürmeyi temenni
ederler. Burada kasıt helak olmak, zora düşmek ve ileri derecede zarar
görmektir.
"Onların
kinleri" yani size düşmanlıkları "ağızlarından taşmıştır." Size
dillerini uzatmak ve müşrikleri de sırlarınızdan haberdar etmek suretiyle.
"Kalplerinde gizledikleri" içlerindeki düşmanlıkları "ise daha
büyüktür."
"Kinden"
sizin birbirinizle kaynaşmanızı gördükleri için aşırı hiddetlerinden
"parmaklarının uçlarını ısırırlar." Bu ifade mecaz yoluyla ileri
derecedeki kızgınlık veya pişmanlığı ifade etmek için kullanılır.
"De
ki: Kininizle geberinl" Yani ölünceye kadar bu haliniz devam etsin; asla
sizi sevindirecek bir şey göremeyeceksiniz. "Şüphesiz Allah
göğüslerdekini" yani kalplerde olanı -ki bunların içlerinde gizledikleri
de bunlar arasındadır-"çok iyi bilendir."
"Eğer
size bir iyilik dokunursa" yani zafer ve ganimet gibi bir nimet isabet
ederse "onları tasaya düşürür," üzer. "Eğer size" bozgun ve
kuraklık gibi "bir fenalık isabet ederse onunla da sevinirler." Önce
"dokunmak" tabiri kullanıldı ve bununla iyiliğin düşmanları
hoşlandırmadığı ifade edildi, isterse en basit şekliyle olsun. İkinci olarak
da "isabet etmek" tabiri kullanıldı, bununla da ne kadar küçük ve
büyük olursa olsun müminlere dokunan kötülüğün düşmanları sevindireceğine
işaret edildi.[259]
İyilik (hasene), maddî ya da manevî faydadır. Beden sıhhati, ganimet elde
etmek, İslâm'ın yayılması, Müslümanların biribi-riyle kaynaşması gibi. Kötülük
(seyyie) de fakirlik, bozguna uğramak ve tefrikaya düşmektir.
Yani
onların size olan düşmanlıkları ve kinleri en ileri derecededir. O bakımdan
onları dost edinmeyin, onlardan uzak durun.
"Şayet"
onların eziyetlerine "sabreder ve" onları veli ve dost edinmek ve başka
hususlarda Allah'tan "sakınırsanız onların hilekârlıklarının size hiç bir
zararı olmaz." Hoşunuza gitmeyen şeylere düşürmek için baş vurdukları
bütün hilelerin size bir etkisi olmaz. "Şüphesiz Allah ne yaparlarsa
hepsini çepeçevre kuşatandır" çok iyi bilendir. Bundan dolayı onları cezalandıracaktır.
Bu da Yüce Allah'ın, "Halbuki Allah arkalarından kuşatıcıdır."
(Burûc, 85/20) buyruğu ile "Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır."
(Bakara, 2/19) buyruklarını hatırlatmaktadır.[260]
İbni
Cerîr et-Taberî ve İbni İshâk, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler.
Müslümanlardan bazı kimseler cahiliye döneminde aralarında bulunan antlaşma ve
himaye sözleşmeleri dolayısıyla, bir takım Yahudi kimseleri gözetiyorlardı.
Bunun üzerine Yüce Allah fitne korkusu dolayısıyla onları sırdaş edinmelerini
yasaklamak üzere bu hususta, "Ey iman edenler! Kendinizden başkasını
sırdaş edinmeyin..." ayetini indirdi. Buna benzer bir rivayet Mücahitten
de nakledilmiştir.
[261]
Bundan
önceki ayet-i kerimeler Kitap Ehli'nden olsun müşriklerden olsun, kâfirlerin
niteliklerini ve ahiretteki cezalarını, buna karşılık müminlerin de durumlarını
ve sevaplarını açıklamaya dairdi.
Bu
ayet-i kerimeler de müminleri kâfir ve münafıklar arasında derin ilişki ve
arkadaşlıklar kurmaktan sakındırmaktadır. Çünkü bu tür ilişkiler, Müslümanların
maslahat gereği gizli kalması gereken hallerine muttali olmaları sonucuna
götürdüğü gibi, İslâm ümmetinin yapısını olumsuz şekilde etkiliyen bir takım
tehlikelere de götürür. Bu, son derece hikmetli, mantıkî ve üstün kamu
menfaatlerini korumaya yönelik bir sakındırmadır. Sırlarını ancak güvendiği
özel kimselere veren her bir toplumun yapacağı budur. Akrabalıkların, arkadaşlıkların,
ahit ve antlaşmaların, himayelerin, süt akrabalıklarının, sihri akrabalıkların
ve buna benzer hususların düşmanlarla ilişkileri sağlamlaştırıp onlara güven
duymaya sebep teşkil etmemesi gerekir.
[262]
Ey
Allah'a ve Rasulüne iman edenler! Yahudi, Hristiyan ve münafıklardan olan
kâfirleri sırdaş yani dost, özel yakın kimseler ve danışman edinerek sırlarınıza
ve sizin içinizde kalması gereken meselelere muttali kılmayınız. Bunun aşağıda
sıralanan şekilde bir çok sakıncaları vardır:
1- Evvelâ bunlar güçleri yettiğince size zarar vermekten, işlerinizi
ifsat etmekten geri kalmazlar.
2- Dininizde ve dünyanızda zararda olmanızı, zorluklarla karşılaşmanızı
ve yok olup gitmenizi temenni ederler.
3- Onlar konuşma esnasında yüzlerindeki ifadelerde dillerinden kaçırdıkları
sözlerle size karşı düşmanlıklarını, kinlerini açığa vurdukları gibi, Kitabınızı
ve peygamberinizi de yalanlamaktadırlar.
4- Kalplerinde saklı bulunan İslâm'a ve Müslümanlara besledikleri kıskançlık,
kin ve buğz ise onların açığa vurduklarından daha ileri ve daha çoktur.
Kur*an-ı
Kerim'de bu mutlak yasağın bir çok benzeri vardır. Mümtehine süresindeki bu
ayet-i kerime bu yasağı açıklamakta ve ona sınırlar getirmektedir:
"Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara
iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü
Allah adaletle davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle din hususunda
savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarmaya yeltenen kimselerle dostluk
etmenizi yasaklar. Kim onları veli (dost ve yardımcı) edinirse işte onlar
zalimlerin ta kendileridir." (Mümtehine, 60/8-9).
Yönetici
yahut Müslümanların imamı Müslüman olmayanlara sevgi izhar etmekten yana
rahatsız olmaz. Onlara güven duyarsa onlarla dayanışmak caizdir. Nitekim
Endülüs'ün fethinde Müslümanlar Yahudilerden yardım gördüler. Yine Kiptiler de
Mısır'ın fethedilmesinde Müslümanlara yardımcı olmuştur. Aynı şekilde İslâm
devletindeki bir takım işlerle -güvene layıksa- görevlendirilmeleri de caiz
olur. Nitekim Ömer b. el-Hattab (r.a.), divanında Bizanslı bir takım kimseleri
görevlendirmişti. Ondan sonra gelen halifeler de bu yolda onun izinden
gitmişlerdir. Abbasîler bir takım devlet işlerini Yahudi ve Hristiyanla-ra
vermişlerdi. Osmanlı devletinin büyükelçilerinin bir çoğu da Hristiyanlar-dan
idiler.
[263]
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim müminleri sakındırmak ve uyarmak üzere şöyle
buyurmaktadır: Sizi hayra ileten, doğru yola götüren delilleri, ibret ve
belgeleri açıklamış bulunuyoruz; eğer sizler düşmanlarla dostlar arasında ayırım
gözetilmesini zorunlu kılan bu gerçekleri idrak edebilen kimseler iseniz. Daha
sonra Kur'an-ı Kerim bir başka üç sebep dolayısıyla, düşmanları dost edinip
onlara güvenerek sırları açmayı yasaklayan bir önceki sakındırmasını daha bir
pekiştirmektedir. Bunların her birisi ayrıca güven ortamının bulunmaması
halinde onlara sevgi beslemekten, onlarla içli dışlı olmaktan uzak durmayı
gerektirmektedir. Söz konusu bu üç sebep şunlardır:
1- Sizler bu kâfirleri sevdiğiniz halde onlar sizi sevmez, aksine
düşmanlık ederler.
2- Sizler, onların kitaplarının da aralarında yer aldığı bütün semavî
kitaplara iman ediyorsunuz. Bütün rasulleri ve peygamberleri tasdik
ediyorsunuz. Onların rasulleri ve peygamberleri de bunlar arasındadır.
Kendileri ise hem sizin Kitab'ınızı hem peygamberlerinizi inkâr etmektedirler.
3- Bunlar müminlerle karşılaştıklarında kendilerine bir zarar gelir korkusuyla
güzel davranır ve konuşurlar. Muhammed (s.a.)'in getirdiklerine inandık,
doğruladık derler. Fakat kendi aralarında ve şeytanlanyla başbaşa kaldıklarında
ise size karşı en ileri derecedeki kin, düşmanlık ve öfke izhar ederler. Size
herhangi bir eziyet veremiyorlar diye acı duyar, pişman olur ve kinlerinden
parmaklarını ısırırlar. "Parmakların ısırılması" müminlere karşı
duyulan öfke, kin veya pişmanlıktan mecaz olabilir.
O
halde sizler münafık ve kâfirleri veli ve dost edinmekte hatalısınız.
Ze-mahşerî'nin de ifade ettiği gibi onlar kendi batıllarına sizin hakka
bağlılığınızdan daha çok bağlı olduklarından dolayı bu, muhataplara oldukça
ağır bir azar manası taşımaktadır. Yüce Allah'ın, "Sizin acı duyduğunuz gibi
onlar da acı duyarlar. Fakat onların ummadıklarını siz Allah'tan
umarsınız." (Nisa, 4/104) buyruğu da bu ayet-i kerimeyi hatırlatmaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah peygamberi Muhammed (s.a.)'e bu kâfirlere şöyle demesini
emretmektedir: Kininizle, öfkenizle geberin! Şüphesiz Allah kalplerde olanı
çok iyi bilendir. Yani siz müminleri ne kadar kıskanırsanız, sizin kininiz ne
kadar çok olursa olsun şunu bilin ki, Yüce Allah mümin kullarına olan nimetini
tamamlayacak ve dinini kemale erdirecektir. Dinini üstün kılacak, kendi sözünü
yükseltecek, Müslümanları aziz kılacaktır. Haydi sizler öfkenizle geberiniz.
Allah içinizde gizlediğinizi, müminlere karşı sakladığınız kin, kıskançlık ve
aldatma duygularının özünü çok iyi bilendir. Dünyada beklediklerinizin aksini
size göstermektedir. Bundan dolayı Yüce Allah sizleri ahirette ebe-diyyen
kalacağınız, kurtulamayacağınız, çıkamayacağınız cehennemde, son derece ağır
azap ile cezalandıracaktır.
Daha
sonra Yüce Allah onların müminlere aşırı düşmanlıklarını ortaya koyan
durumlarını açıklamaktadır: Müminlere bol mahsul yahut zafer, ilâhî destek,
çokluk ve güçlü yardımcılar gibi herhangi bir hayır yahut bir nimet isabet
edecek olursa, münafıkların hoşuna gitmez. Şayet kuraklık yahut -Uhud gününde
cereyan ettiği gibi ilâhî bir hikmet dolayısıyla- düşmanların müminlere galip
gelmesi gibi bir kötülük isabet edecek olursa, münafıklar bundan dolayı
sevinirler. Burada Kur'an-ı Kerim'in belagat açısından ifadelerindeki farklılık
da dikkat çekmektedir: İyiliğin dokunması ve kötülüğün isabet etmesi. Onlar
iyiliğin asgarî şekilde dahi dönüp dokunmasından rahatsız olurlar. Fakat
kötülük isabet etmeden, gelip çatmadan sevinemezler.
Fakat
Yüce Allah müminlere buna karşı çözüm yolunu göstermekte, kötülerin şerrinden
kurtulmayı, facirlerin hilelerinden esenliğe kavuşma yolunu irşat etmektedir.
Bu ise sabretmek, takvayı elden bırakmamak, onların düşmanlarını çepeçevre
kuşatan Yüce Allah'a tevekkül etmektir. Çünkü müminlerin bütün güçleri,
kuvvetleri Allah'tandır. Yalnız O'nun dilediği olur. Onun takdiri ve dilemesi
ile olmadıkça hiç bir şey var olmaz. Kim O'na tevekkül ederse Allah ona yeter.
Sert
yükümlülükleri eda etmek üzere sabreder, Allah'ın kendilerine yasakladıklarından
sakınırlarsa kâfirlerin hileleri ve tuzaklarının onlara zararı olmaz. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa Allah ona bir
çıkış peyda eder. Ummadığı yerden onu mıhlandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse
O, kendisine yeter" (Talâk, 65/2-3).
Yüce
Allah her şeyi bilendir. O'nun ilmi her iki kesimin de amelini kuşatmıştır. O
düşmanların tuzaklarını bilen ve gizliliklerden haberdar olandır. Bunları boşa
çıkartacak ve bütün bu hile ve tuzaklarını başlarına geçirecektir.
Yaptıklarının cezasını onlara verecektir. Buna karşılık sabırla Allah'tan yardım
dileyen, takvaya sımsıkı yapışan müminleri de çok iyi bilendir. Bunlar ise
düşmanlara karşı başarılı olmanın, galip gelmenin temel iki şartıdır.
[264]
Sırdaş
edinmek ile ilgili 118. ayet aşağıdaki hususları bize göstermektedir:
1- Kâfirlere meyletmekten sakınmayı tekit etmek. Bu da daha önce geçen,
"Ey iman edenler! Eğer siz Kitap Ehli'nden bir zümreye itaat edecek olursanız..."
(Âl-i İmran, 3/100) buyruğunu tekit etmektedir.
2- Müminlere kâfirleri, Yahudileri ve heva ehli kimseleri, önemli konuların
görüşülmesi hususunda güvenilir danışmanlar edinmeleri ve devlet yönetiminde
önemli işlerin başına getirmeleri de yasaklanmaktadır. Devletin önemli
meseleleriyle ilgili olmayan bazı yönetim kademelerinde kâtip ve memur olarak
çalıştırılmalarında ise, halifelerin uygulamalarından anlaşıldığı kadarıyla
engellenecek bir taraf yoktur. Buharî, Ebu Said el-Hudrî'den, o da Resulullah
(s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah ne kadar peygamber
gönderdi yahut ne kadar halifeyi iş başına getirdiyse o kimsenin mutlaka iki
türlü sırdaşı olur. Bir grup sırdaşı ona iyiliği emreder ve onu yapmaya teşvik
eder. Bir diğer grup sırdaşı ise ona kötülüğü emreder ve onu işlemeye teşvik
eder. Bunlara karşı himaye olunan ise Yüce Allah'ın koruduğu kimsedir."
3- Yüce Allah'ın, "Kendinizden başkasını" yani sizin dışınızda
olanları buyruğu, Müslüman olmayanları, ayet-i kerimenin söz konusu ettiği bir
takım sebepler dolayısıyla sırdaş edinmeyi yasaklamaktadır. Söz konusu bu
sebepler de şöyledir: "Onlar halinizi bozmaktan hiç geri kalmazlar."
Yani işlerinizi fesada uğratmaktan geri durmazlar. Bir diğer sebep de şudur:
"Size meşakkat verecek şeyi arzu ederler." Yani size ağır ve zor
gelecek işleri temenni ederler.
"Kinleri
ağızlarından taşmıştır." Size düşmanlıkları ağızlarından dışarı taşmış,
ortaya çıkmıştır. "Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür." Bu
ise onların kalplerinde gizledikleri kinin ağızlarıyla açığa vurduklarından
daha fazla olduğunu haber vermekte, bildirmektedir.
4- Bu ayet-i kerimede düşmanın düşmanı aleyhindeki şahitliğinin caiz olmadığına
dair delil vardır. Medineliler ve Hicaz bölgesi alimleri böyle demiştir. Ebu
Hanife'den bunun caiz olacağına dair rivayet gelmiştir.
"İşte
siz onları seven kimselersiniz..." diye başlayan 19. ayet-i kerime,
"onlar ise sizinle karşılaştıkları zaman "İman ettik"
derler." buyruğunun da delaletiyle Kitap Ehli'nden olan münafıklar
hakkında olup Müslümanlarla münafıklann karşılıklı tavırları arasında bir denge
olmadığını göstermektedir. Müslümanların kalbinde onlara karşı hiç bir kötülük
bulunmamakla birlikte onlar münafık olduklarından dolayı, Müslümanlara aynı
duygularla karşılık vermiyorlar. Ayet-i kerime aynı zamanda kendilerine kin ve
düşmanlık besleyenlere sevgi ile karşılık verdikleri için onları dost (veli)
edinmelerinde hatalı olduklarını da açığa vurmaktadır. Çünkü Müslümanlar Kitap
Ehli'nin bütün kitaplarına iman ederler. Bununla birlikte o Kitap Ehli
Müslümanlara buğzetmektedir. Peki Kitap Ehli Müslümanların kitaplarına iman
etmedikleri halde onları ne diye severler? Aynı zamanda bu Kitap Ehli'nin kendi
batıllarına Müslümanların sahip oldukları hakka bağlılıklarından daha çok
bağlı olduklarından dolayı, bu buyruk (Müslümanlara) ileri derecede bir azar
ihtiva etmektedir.
Yüce
Allah'ın "De ki: Kininizle geberin!" buyruğu ise, bu kinleriyle helak
oluncaya kadar kinlerinin artıp durması için onlara bir bedduadır. Kinlerinin
artmasından kasıt da Müslümanların güçlenmesi, İslâm'ın güç kazanması gibi
onları daha çok öfkelendirecek ve kendilerinin de daha çok zelil, rezil ve hüsranda
olmalarını sağlayacak şeylerin artıp durması demektir. Mana şöyle de olabilir:
Yüce Allah bu buyruğu ile onların umduklarına asla kavuşamayacaklarını haber
vermektedir. Ölüm onların bu arzuladıkları şeylere kavuşmalarına engel
olacaktır. Bu şekilde beddua anlamı onların ölümüyle birlikte ortadan kalkmakla
birlikte azar ve öfkelendirme manası olduğu gibi kalmaktadır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Kim Allah'ın kendisine (peygamberine) dünyada da
ahirette de yardım etmeyeceğini sanıyorsa, tavana bir ip uzatsın (onunla
kendisini assın), sonra ip kopsun, ondan sonra da hilesinin kızgınlık duyduğu
şeyi giderip gidermediğine bir baksın!" (Hac, 22/15).
120.
ayet-i kerime ise düşmanları sırdaş edinmemenin bir başka sebebini, "Eğer
size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür..." diye zikretmektedir.
Yani her kimin bu derece düşmanlık ve kini olur da Müslümanlara isabet eden
sıkıntılar dolayısıyla bu kadar sevinirse elbette sırdaş edinilmeye lâyık
olamaz. Özellikle dünyanın ve ahiretin esasını teşkil eden cihat gibi son
derece büyük işlerde bu böyledir.
Ancak
şu noktaya dikkat etmek gerekir: Bu hükümler İslâm'ın ilk dönemlerinde bu
durumda olan kimseler hakkındadır. Buna delil ise dört mezhebin de, eğer
kâfirin Müslümanlar hakkındaki görüşü güzel olursa, savaş esnasında onlardan
yardım alınmasını, -Şafiîlerin görüşüne göre ise ihtiyaç halinde olanlardan
yardım alınmasını- caiz görmüş olmalarıdır.
[265]
Yüce
Allah'ın, "Şayet sabreder ve sakınırsanız..." buyruğu ise ağır yükümlülükleri
yerine getirmek, ilâhî emirleri uygulamak hususunda sabra devam etmeye,
Allah'ın yasaklayıp uzak durulmasını istediği şeylerden de uzak durmak
suretiyle O'nun takvasına yapışmaya teşvik etmektedir. Eğer sabreder ve
takvayla sakınırlarsa, düşmanların tuzaklarının, hilelerinin onlara hiç bir zararı
olmaz. Kur'an-ı Kerim'in sünneti (anlatımda izleyegeldiği yol), insan nefsine
katlanılması ağır gelen her konumda sabrı söz konusu etmesi şeklinde cereyan
edegelmiştir. Burada sözü edilen tavırlar ise kâfirlerin düşmanlıklarına,
onların kötülüklerinden korunmaya sabretmeyi gerektirmektedir. Ta ki Allah pek
yakın olan kurtuluşa ve acil yardıma izin verinceye kadar. Allah onların
amellerini çepeçevre kuşatandır. Müslümanlara yapmak istediklerinden onları
engellemeye kadir olandır. O halde Allah'a güvenmekten, O'na tevekkül etmekten
başka bir çare yoktur.
[266]
121-
Hani sen erkenden müminleri muharebeye elverişli yerlerde yerleştirmek üzere
ailenden ayrılmıştın. Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
122-
O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların
velisi idi. Müminler ancak Allah'a güvenip dayanırlar.
123-
Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'de yardım etmişti. O halde Allah'tan
sakının ki şükretmiş olasınız.
124-
O vakit sen müminlere, "İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat
etmesi size yetmez mi?" diyordun.
125-
Evet, siz sabreder ve sakınırsanız, bunlar da ansızın üstünüze gelecek
olurlarsa, Rabbiniz nişanlı beş bin melek ile size yardım edecektir.
126-
Allah onu size ancak müjde için ve kalpleriniz onunla mutmain olsun diye yaptı.
Yardım ve zafer ancak Aziz ve Hakîm olan Allah tarafindandır.
127-
Kâfirlerden bir kısmını kessin ve baş aşağı etsin de mahrum ve zarara
uğramışlar olarak geri dönüp gitsinler diye.
128-
Emr'den sana ait hiç bir şey yoktur. Ya onların tevbelerini kabul eder yahut
zalimler oldukları için onları cezalandırır.
129-
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğine mağfiret eder,
dilediğini de cezalandırır. Allah Ga-fûr'dur, Rahîm'dir.
"Hani
sen erkenden... ayrılmıştın." ifadesi, "Erkenden... ayrılmış olduğunu
hatırla" takdirindedir. "O zaman... bozulmaya yüz tutmuştu."
ifadesi de "Bozulmaya yüz tutmuş olduğunu bilir" takdirindedir.
"Allah
onu size... mutmain olsun diye yaptı." buyruğunda yer alan "onu"
zamirinin ait olduğu kelime hakkında beş açıklama şekli söz konusudur: Bu ya
Allah tarafından gönderilecek yardıma yahut yardım kuvvetlerine yahut nişanlı
beş bin meleğe yahut indirilen meleklere yahut da beş bin ve üç bin kelimelerinin
delâlet ettiği sayıya ait olabilir.
"Kafirlerden
bir kısmını kessin." buyruğu da "O kâfirlerden bir grubunu kessin
diye size yardım etti," yahut da "Bunun için size yardım eder"
takdirindedir. "Ya onların tevbelerini kabul eder" buyruğu ya,
"Tevbe etmeleri hali müstesna" takdirindedir ya da,
"Kafirlerden bir kısmını kessin" buyruğuna atfedilmiş olup takdiri
şöyle olur: O kâfirlerden bir grubu kessin yahut onları baş aşağı etsin veya
onların tevbelerini kabul etsin ya da onlara azap etsin.
"O
vakit sen: Müminlere... diyordun." buyruğunda muzari fiil kullanılması,
olayın zihinde canlandırılması suretiyle dili geçmiş zaman ifadesilye anlatılmak
istendiği içindir.
[267]
"Mağfiret
eder..." "cezalandırır..." kelimeleri arasında tıbâk sanatı
vardır.
[268]
"Hani
sen erkenden" sabahleyin, çıkmıştın. Bu ise tanyerinin ağarması ile
güneşin doğması arasındaki vakittir, "müminleri muharebeye elverişli
yerlerde yerleştirmek üzere" onları hazırlamak ve onlara duracakları
yerleri göstermek üzere "ailenden ayrılmıştın. O zaman içinizden iki zümre
bozulmaya yüz tutmuştu." Bunlar askerin iki kanadını teşkil eden Selime
oğulları ile Harise oğullan idi. Kullanılan kelime (hemm) insanın içinden
geçirmesi ve bir şeye yönelmesi hakkında kullanılır. Bozulmaya yüz tutmaktan
kasıt ise korkmak ve zaaf göstermektir. Münafık Abdullah b. Ubeyy b. Selul ile
arkadaşları geri dönüp, "Kendimizi ve çoluk çocuğumuzu ne diye ölüme maruz
bırakalım" dediği sırada bu olmuştu. Kendisine, "Sizlere
peygamberiniz ve kendiniz hakkında Allah'ı âaür/aûnm "c&'yen Ma Cdöı'r
es-SÜfernıfe, l&ğerâ/z&âK^dâ&^fd&â&ftâfc, mutlaka size uyardık"
demişti. Daha sonra Allah bu iki kanada sebat vermiş ve onlar geri
dönmemişlerdi.
"Allah
onların velisi" yani yardımcısı "idi. Müminler ancak Allah'a güvenip
dayanmalıdırlar." Yalnız ona güvensinler, başkasına değil. Tevekkül, işlerin
hakkından gelme hususunda yalnızca Allah'a güvenip dayanmak demektir.
"Siz
zayıfken." Kendisini koruyacak kimsesi ve gücü olmayan kimse hakkında
zelil (=zayıf) tabiri kullanılır. Müslümanlar Bedir*de sayıca ve silah bakımından
azdılar. "Size yetmez mi?" Yeterli olmak, zenginlikten bir aşağı
mertebededir; bu ise ihtiyacın karşılanması seviyesidir.
(Belâ=
evet) kelimesi "neam" gibi cevap için kullanılır. Fakat bu kelime
menfî (olumsuz) ifadeden sonra gelir ve ondan sonrasının olumlu olduğunu ifade
eder. Yani, evet, size bu kadar yeter, demektir. Önce onlara bin melek yardım
gönderdi, daha sonra bunlar üç bin oldu, sonra da beş bin.
"Siz
sabreder" düşman ile karşılaşmakta sebat gösterir "ve" ona karşı
gelmek hususunda Allah'tan "sakınırsanız" bunlar "yani
müşrikler" de "ansızın" hemen o anda "üstünüze gelecek
olurlarsa" Hemen (= fevr) herhangi bir gecikme ve arada zaman süresi
olmaksızın çabucak yapma veya olma demektir. "Rabbinizin size imdat
etmesi" yani yardımcı olması. İmdat bir şeyi peyderpey vermektir,
"size yetmez mi" ihtiyacınızı karşılamaz mı.
"Nişanlı
(=müsewîmine)" kelimesi vav harfi esreli okunduğu takdirde
"kendilerini yahut atlarını işaretlemişler olarak" demektir. Vav
harfi fethalı ise üzerlerinde kendilerini ayırt edecek alâmetlerin olması
demektir. Müminler sabrettiler, Allah da onlara vaadini gerçekleştirdi.
Melekler onlarla birlikte si-yah-beyaz renkli atlar üzerinde, omuzları arasında
ucunu sarkıttıkları sarı yahut beyaz renkli sarıklar giymiş olarak savaştılar.
"Allah
onu" yani bu yardımı "size ancak" zaferi "müjde için ve
kalpleriniz onunla mutmain olsun" sükûn bulup düşmanların çokluğundan ve
onları öldürmekten korkmasınlar "diye yaptı." Çünkü zafer
Allah'tandır. Onu dilediğine verir, zafer asker çokluğu ile ilgili değildir.
"Kâfirlerden
bir kısmını kessin" yani öldürmek veya esir almak suretiyle helak
edilmesini sağlasın. "Veya baş aşağı etsin" bozguna uğratarak zelil
kılsın. "Mahrum," isteklerini elde edemeden "ve zarara
uğramışlar olarak geriye dönüp gitsinler diye"
"Emr'den
sana ait hiç bir şey yoktur." Aksine emr bütünüyle yalnız Allah'ındır. O
halde İslâm'a girmeleri suretiyle tevbelerini kabul edinceye yahut kâfir olmak
suretiyle kendilerine zulmettiklerinden dolayı onlara azap edinceye kadar
sabret.
"Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi" mülkiyeti, yaratması ve kullukları itibariyle
"Allah'ındır."
[269]
"Hani
sen erkenden... ayrılmıştın." Bu ayet-i kerime Uhud gazası hakkında nazil
olmuştur. İbni Ebî Hatim ve Ebu Yala, el-Misver b. Mahreme'den şöyle dediğini
nakletmektedirler: Abdurrahman b. Avfa, "Dayıcığım" dedim, "Bana
Uhud gününde başınızdan geçenleri haber ver." Dedi ki: "Âl-i İmran
suresinin 120. ayetinden sonrasını oku, sen bizim o güne dair haberlerimizi
orada bulursun. Yani Yüce Allah'ın, "Hani sen erkenden..." ayetinden
itibaren, "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyku
indirdi..." (Âl-i İmran, 3/154) yani bundan sonra da yaklaşık altmış ayet
kadarını oku (demiştir).
Yüce
Allah'ın, "Emrden sana ait hiç bir şey yoktur." (128. ayet) buyruğunun
nüzul sebebi ile ilgili olarak Ahmed ve Müslim'in Enes'ten rivayetlerine göre
Peygamber (s.a.)'üı Uhud gününde küçük azı dişi kırılmış, başı yaralanmıştı.
Kan yüzünün üzerine akmış ve, "Rablerinin yoluna davet ettiği halde
peygamberlerine bunu yapan bir kavim nasıl felah bulur?" diye buyurmuştu.
Yüce Allah da, "Emrden sana ait hiç bir şey yoktur." buyruğunu
indirdi.
Ahmed
ve Buharî de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah
(s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allahım, filâna lanet et, Alla-hım
el-Haris b. Hişam'a lanet et, Allah'ım Süheyl b. Amr'a lanet et, Allah'ım
Safvan b. Uyeyne'ye lanet et. Bunun üzerine: "Emrden sana ait hiç bir şey
yoktur." ayeti sonuna kadar nazil oldu ve bunların hepsine tevbe nasip
oldu. Ayrıca Buharî Ebu Hureyre'den buna yakın bir rivayet kaydeder.
Hafız
İbni Hacer der ki: Her iki hadisin arasını tevil etme yolu şudur: Resulullah
(s.a.) Uhud günü sözü geçen olay meydana geldikten sonra namazında sözü geçen
kimselere beddua etti. Ayet-i kerime de her iki hususa dair nazil olmuştur. Hem
onun başına gelen iş hakkında, hem de onun kendilerine beddua etmesi üzerine
inmiştir. Kısaca ayet-i kerime Uhud olayı ile ilgili olarak nazil olmuştur.
Daha sonra meydana gelmiş başka bir takım olayları kapsaması da mümkündür.
Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettikleri bu ayetin nazil olmasından
sonra, Resulullah (s.a.)'ın Ri'l ve Zekvân'a bedduadan vazgeçmesi ile ilgili
kayda gelince: Bu haberde bir illet vardır. O da ez-Züh-rî'nin kendisinden
haberi aldığı kişinin sözünü araya koymasıdır. Bu da, "Allah... buyruğunu
indirinceye kadar" sözüdür. Çünkü sözü geçen bu olay, Uhud'dan sonra
olmuştu.
Müslim'in
rivayetinde ise şöyle yer alır: Hz. Peygamber sabah namazında şöyle derdi:
"Allah'ım Ri'l'e, Zekvân'a ve Usayya'ya lanet et." Yüce Allah,
"Emr-den sana ait bir şey yoktur." buyruğunu indirinceye kadar bu
böyle devam etti.
Buharî'nin
rivayeti ise Resulullah (s.a.) sabah namazında kıraeti bitirdikten sonra
tekbir getirir, başını kaldırır ve "Semiallahu limen hamiden, Rabbena lekel
hamd" dedikten sonra ayakta olduğu halde şöyle derdi: "Allahım
el-Velid b. Velid'i, Seleme b. Hişam'ı, Ayyaş b. Ebi Rebîa'yı ve müminlerin
mustaz'af olanlarını sen koru. Allahım, Mudar üzerindeki sıkıntı ve azabını
daha da artır ve sen bu yılları onlar için Yusufun (yedi kıtlık) yıllan gibi
yap. Allahım Lih-yân'a, RiTe, Zekvân'a, ve Allah'a ve Rasulüne isyan eden
Usayya'ya lanet et." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Emr'den sana ait hiç
bir şey yoktur. Ya onların tev-belerini kabul eder yahut zalim oldukları için
onları cezalandırır." ayeti nazil olunca da bunu terk ettiği haberi bize
ulaştı." şeklindedir.
[270]
Yüce
Allah müminleri kötü sırdaş edinmekten sakındırdıktan sonra burada da muharebe
ve savaş alanlarında yaşanmış bir örneği söz konusu etmektedir. Bu ise
korkaklık ve zaaf duygusu dolayısıyla iki zümrenin dağılma arzusunu
taşımasıdır. Çünkü liderleri Abdullah b. Ubeyy b. Selûl komutasında münafıklar
onları korkutmaya çalışmışlardı.
Buharî
ve Müslim Hz. Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "O zaman
içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların
velisi-dir." buyruğu bizim hakkımızda nazil oldu. Sözü geçen iki taife
biziz: Harise oğulları ile Selime oğullan. Ancak, "Allah onların
velisidir." buyruğu dolayısıyla bu ayetin nazil olmasına sevinmedik
değil.
Ayet-i
kerimelerde hakkında 121-180. ayetler arası 60 ayet-i kerimenin indirildiği
Uhud gazasından, bu arada Bedir gazasından da söz edilmektedir. Böylelikle Yüce
Allah, sayıca az oldukları halde Bedir'de Allah'ın inayetiyle zafer
kazanmalarını ve bu şekilde üzerlerindeki nimetini hatırlatmak dilemiştir.
[271]
Bedir
savaşı, hicretin ikinci yılı Ramazan ayının 17'sinde Müslümanların Ebu
Süfyan'ın kervanına saldırmalarından sonra vuku bulmuştu. Söz konusu bu kervan
bir takım mal ve ticaret eşyası taşıyordu. Müslümanlarla Mekke müşrikleri
arasında savaş ortamı vardı. Bu saldırı ekonomik bir baskı uygulamak için ve
daha önce Mekke'de Kureyşlilerin Müslümanlara ait bir takım mal, akar ve
mülklerin karşılıklarını almak maksadıyla yapılmıştı. Ancak kervana yapılan bu
saldın Mekkelilere çok ağır gelmiş ve varlıklarının tehlikede olduğunun,
Medine'de de müminlerin güçlendiklerinin farkına varmışlardı. Kin ve üstünlük
duygulan şiddetle kalplerini doldurmuş, o bakımdan çeşitli Arap kabilelerinden
kuvvet toplamaya başlamışlardı. Oldukça az sayıda kimse dışında Kureyşliler bu
çağnya katılmıştı. Savaşa katılanların sayısı binden fazla idi. Bunlar arasında
atlılar, kahramanlar ve Kureyş'in ileri gelenleri de vardı. Resulullah (s.a.)
onların bu durumlannı işitince ashabıyla istişare etti, sonra da 313 kişi ile
birlikte alelacele onlan karşılamak üzere yola çıktı. Beraberlerinde yalnızca
iki at ve yetmiş deve vardı. Geri kalanlar ise piyade idi ve beraberlerinde
yeteri kadar araç ve gereç yoktu.
Her
iki ordu Bedir'de karşı karşıya geldi. Burası Mekke ile Medine arasında bir
kuyunun adıdır. Bu kuyu da adını Bedir adındaki sahibinden almaktadır.
Çoğunluğun görüşüne göre ise Bedir adı oralardaki bir su adıdır ve bu suyun
adı o bölgenin de adı olmuştur. Savaş müminlerin parlak zaferi ile sonuçlandı.
Müşrikler için bu büyük bir musibet idi. Savaş her iki kesimin akibetini
belirleyen kesin bir sonuç ortaya koymuştu. Araplar arasında oldukça güçlü
yankılara sebep oldu: O bakımdan Yüce Allah bu savaşa "Furkan Günü"
adını vererek şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'a ve kulumuza hak ile
batılın ayrıldığı, iki ordunun birbiriyle karşılaştıkları gün (Furkan Günü)
indirdiğimize inanmışsanız..." (Enfal, 8/41).
İşte
bu savaşta azıcık bir topluluk sayıca kalabalık bir topluluğa karşı muzaffer
olmuştur. "Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'de yardım
etmişti..." Yüce Allah bu savaşta Müslümanlarla birlikte savaşan melekleri
yardıma gödermişti. Yine bu savaşta Müslümanların az rastlanılır sebat ve
cesaretlerinin boyutu ortaya çıktı. Resulullah (s.a.)'ın kendisi de bu savaşa
katıldı ve fiilen de savaştı (Peygamber efendimiz bizzat 9 savaşa katılmıştı).
Bu savaşta çarpışma esnasında iman, itikat ve Allah'a tevekkül unsuru gayet
açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu Resulullah (s.a.)'ın iki saffın birbirine
girmeden önce yapmış olduğu şu duasında müşahhas ifadesini bulmaktadır:
"Allahım,
sen bu topluluğu helak edecek olursan bundan sonra yeryüzünde sana ibadet
olunmaz. Allahım, bana verdiğin sözünü yerine getir! Allah'ım senin yardımını
talep ederim." Nihayet ridası omuzlarından yere düşmüş, Hz. Ebu Bekir onu
yerden alıp omuzlarına koymuştu. Daha sonra da onun yanından ayrılmayıp arkasından
yürüyüp gitmişti. İleri derecede yalvarıp yakarmasından, Allah'a dua
etmesinden ona acır hale gelmişti: "Hani siz Rabbinizden imdat
istiyordunuz da O da,"Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca
binlercesiyle yardımcı olacağım" diyerek, duanızı kabul buyurmuştu."
(Enfâl, 8/9).
[272]
Bedir
savaşından sonra müşriklerin Müslümanlara karşı olan öfkesi daha da arttı.
Kureyşlilerin lideri Ebu Süfyan müşrikleri Resulullah (s.a.)'a karşı
kışkırtmaya koyuldu. Bu maksatla mal topladılar ve yaklaşık üç bin savaşçısı
bulunan bir ordu hazırladılar. Bunların yedi yüz kişisi zırhlı, iki yüz kişisi
atlı idi. Başlarında da Safvan b. Umeyye vardı. Resulullah (s.a.) arkadaşları
ile istişare etti. Aralarında münafıkların lideri ve Medine'deki Yahudilerin başı
durumunda olan Abdullah b. Ubeyy'in de bulunduğu yaşlılar, Medine'de kalıp
Medine sokakları arasında çarpışma teklifinde bulundular. Resulullah (s.a.) da
Medine'nin dışına çıkmayı pek istemiyordu. Gençler ise Medine dışında savaşılması
teklifinde bulundular. Bunlarla birlikte Bedir'e katılmamış yaşça ileri bazı
kimseler de vardı. Bunlar "Ey Allah'ın rasulü, bizimle düşmanlarının karşısına
çık. Onlar bizim kendilerinden korktuğumuz, zaaf gösterdiğimiz kanaatine
kapılmasınlar" dediler.
Bu
şekilde Resulullah (s.a.)'a ısrara devam ettiler; nihayet Resulullah (s.a.)
evine girdi, savaş elbisesini giydi, hazırlıklarını yaptı ve dışarda savaşmayı
benimseyen çoğunluğun görüşünü kabul etti. Daha sonra Medine'nin dışına
çıkmayı teklif edenler pişman oldu ve "Ey Allah'ın rasulü, biz seni hoşuna
gitmeyen bir işe zorladık, bunu yapmamamız gerekirdi, arzu edersen sen kal.
Allah'ın selâmı üzerine olsun" dedilerse de Resulullah (s.a.) şu cevabı
verdi: "Üzerine zırhını giyindiği takdirde savaşmadıkça onu çıkarması hiç
bir peygambere uygun değildir."
Resulullah
(s.a.), bin yahut dokuz yüz elli kişilik ashabı ile dışarı çıktı. Bunlardan
sadece yüz tanesi zırhlı idi ve iki tane at vardı. Medine'nin kuzey tarafında
yaklaşık 3 km uzaklıkta Uhud dağı eteklerinde hicretin 3. yılında Şevval ayının
cumartesiye rastlayan 7. gününde konakladı. Sırtını Uhud'a vererek karargahını
kurdu ve saflarını düzenledi. Elli kişiden oluşan okçular kafilesini
yerleştirdi. Dağın kenarında Abdullah b. Cübeyr'i de başlarına komutan tayin
etti ve onlara, "Oklarınızla bizi koruyunuz. İster galip gelelim, ister
mağlûp olalım yerinizden ayrılmayınız" dedi. İbni Hişâm'ın Sîret'inde şu
ifadeler yer almaktadır: "Oklarınızla gelecek atlıları üzerimizden
püskürtünüz ve bizi arkamızdan sarmalarına engel olunuz. Savaş ister lehimize
ister aleyhimize olsun." Zâdü'l-Meâd'da da şu ifade kullanılmaktadır:
Kuşların askerleri kapıp götürdüklerini görecek olsalar dahi onlara yerlerinde
kalmalarını, ayrılmamalarını emretti.
Resulullah
(s.a.)'ın sancağı Mus'ab b. Umeyr'de idi. Kanatlarının birisinin başında
ez-Zübeyr b. Avvam, diğerinin başında el-Münzir b. Amr vardı. Müşriklerin sağ
kanadında ise Halid b. Velid, sol kanatlarına İkrime b. Ebî Cehl komuta
etmekteydi. Sancaklarını ise Abduddâr oğullarından Talha b. Ebi Tal-ha
taşıyordu. Okçularının başında -ki yüz kişi idiler- Abdullah b. Ebi Rebia
vardı.
Münafıkların
lideri arkadaşlarından üç yüz kişi ile birlikte, "O benim sözüme karşı
geliyor da çoluk çocuğa itaat ediyor; "Zaten savaş olacağını bilseydik
mutlaka arkanızdan gelirdik." (Âl-i İmran 3/167) diyerek geri çekildi.
Ensar'dan
Selime oğullan ile Harise oğulları neredeyse Uhud'a çıkamayacaklardı. Daha
sonra Yüce Allah onlara tevfikini ihsan etti ve savaşa çıktılar. İşte Yüce
Allah'ın, "O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki
Allah onların velisi idi." buyruğunun ifade ettiği mana budur.
Münafıkların
geri dönmesinden sonra Resulullah (s.a.) ile birlikte sadece yedi yüz kişi
kalmıştı.
İki
ordu karşı karşıya gelince Ebu Süfyan'ın karısı Utbe kızı Hind, diğer
kadınlarla birlikte kalkıp tef çalmaya ve safların arkasından yürümüye başladılar.
Resulullah
(s.a.)'m elinden kılıcı alıp bunun hakkını yerine getireceğini vaad eden Ebu
Oücâne de savaşa katıldı. Karşısına kim çıktıysa onu öldürdü. Hamza b.
Abdülmuttalib (Hz. Hamza) de çok çetin bir şekilde çarpıştı. Çok sayıda
kahramanı öldürdü. Mus'ab b. Umeyr şehit edilince Peygamber (s.a.) sancağı Ali
b. Ebî Talib'e verdi. Cübeyr'in kölesi Vahşi attığı bir mızrak ile Hz. Hamza'yı
vurdu ve bu mızrak önden bacakları arasından çıktı; şehitlerin efendisi şehit
oldu.
Müşrikler
bozguna uğradı. Talha'nın elinden sancakları düştü. Onu oğlu aldı, daha sonra
kardeşi. Eğer tepedeki okçular Peygamber (s.a.)'in emrine aykırı hareket
ederek ganimetleri toplamak üzere koşup yerlerinden ayrılmamış olsalardı, zafer
neredeyse Müslümanların olacaktı.
Halid
b. Velid Müslüman ordusunun zaaf yerini fark etti. Müşrik atlılar ile birlikte
yolun arka tarafından okçuların bulunduğu dağların üstünden Müslümanları çevirmeye
başladı. Askerleri ile birlikte Müslümanlara büyük zararlar vermeye başladı.
Herkesin arasında Muhammed (s.a.)'in öldürüldüğü haberi yayıldı. Müslümanlar
geri dönüp kaçtılar. Resulullah (s.a.) atılan bir taştan isabet aldı ve yan
tarafi üzerine düştü. Küçük azı dişi kırıldı, başı yaralandı.
Dudağı
da yaralandı. Yüzünün üzerine kan aktı. Miğferin halkaları yanaklarına battı,
diz kapaklarından isabet aldı. Kanlarını silerken, "Kendilerini Rable-rine
davet ederken peygamberlerinin yüzünü kana boyayan bir kavim nasıl felah
bulur?" diye buyuruyordu. Daha sonra Hz. Ali elinden tuttu ve Hz. Talha da
yardım ederek onu ayağa kaldırdı
Daha
sonra Resulullah (s.a.) Müslümanların arkalarından şöyle sesleniyordu.
"Bana geliniz ey Allah'ın kulları. Ben Resulullah (s.a.)'ım"
"Hani siz boyuna uzaklaşıyordunuz, kimseye de dönüp bakmıyordunuz.
Peygamber de arkanızdan çağırıyordu. Bunun üzerine gamınıza (itaatsizliğinize)
karşılık sizi bir gamla cezalandırdı." (Âl-i İmran, 3/153) buyruğu buna
işaret etmektedir.
Ebu
Süfyan da şöyle demeye koyuldu: Ey Kureyş topluluğu hanginiz Mu-hammed'i
öldürdü? Bu sefer Ömer b. Kamia, "Onu ben öldürdüm" dedi. KaTb b.
Mâlik ise Muhammed'in kurtulduğunu müjdeleyen ilk kişi oldu. Allah onu
müşriklerin zararından korumuştu. "Allah insanlardan seni
koruyacaktır." (Mâide, 5/67).
Hz.
Peygamber, hayatı boyunca kendisini öldürmek üzere komplolar kuran Ubeyy b.
Haleften başkasını fiilen öldürmüş değildir: "Attığında sen atmadın,
fakat Allah attı." (Enfal, 8/17) ayeti onun hakkında nazil olmuştur.
Uhud,
Müslümanlar için oldukça ağır bir imtihan günüydü. Müslümanlardan yetmiş kişi
şehit oldu. Müşriklerden öldürülenlerin sayısı ise yirmi iki kişi idi. Savaş
alanında şehitlerin efendisi Hz. Hamza nihayet bulundu. Utbe kızı Hind karnını
yarıp ciğerini çıkarmış, çiğnemeye koyulmuş ve fakat onu yuta-mamıştı. Ebu
Süfyan sesinin çıkabildiği kadar etrafına şöyle bağırıp duruyordu:
"Savaşta galibiyet taraflar arasında sırayladır. İşte bugün Bedir gününe
karşılıktır. Yüce ol ey Hubel (Kabe 3rakınlannda bir putun adı), dinin üstün
gelsin." Ebu Süfyan beraberindekilerle birlikte geri döndüğünde şöyle
dedi: Gelecek sene Bedir"de sizinle buluşalım. Resulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Ona, evet, bu bizimle sizin aranızda bir buluşma günü olsun,
deyiniz."
Daha
sonra Resulullah (s.a.), amcası Hz. Hamza'yı aradı. Karnının deşilmiş
olduğunu, burnunun kesilmiş, kulağının koparılmış olduğunu gördü. Buna çok
üzüldü ve şöyle dedi: "Şayet Allah beni onlara karşı muzaffer kılarsa
onlardan otuz kişiye aynı uygulamayı yapacağım." Daha sonra onu
sırtındaki cübbe-siyle örttü ve namazını kıldı. Yedi tekbir aldı. Diğer
şehitleri de yan tarafına dizdi. Onlar üzerinde yetmiş iki tane namaz kıldı.
Daha sonra Hz. Hamza gömüldü. Resulullah (s.a.) diğer şehitlerin de
gömülmesini emretti ve, "Onları şehit edildikleri yerde defnediniz."
diye buyurdu.
Açıkça
anlaşıldığı gibi bozgunun sebebi okçuların Resulullah (s.a.)'ın emrine aykırı
davranmaları ve ganimetlere tamah etmeleriydi. Bu savaş Müslümanlar için bir
mihnet ve bir arındırma, bir eğitim idi. Müslümanlara; zaferin, gerekli
sebepleri edinmeye bağlı olduğunu öğretti. Bozgunun ise, imanda bir gerileme,
yakînde de bir sarsıntı anlamına gelmediğini ortaya koydu. İşte bundan dolayı
da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine Allah bir itaatsizliğe
karşılık sizi cezalandırdı. Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesi-niz
diye. Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Âl-i İmran, 3/153). Yine Yüce
Allah'ın şu buyruğunda da ifade ettiği gibi musibet kapsamlı gelir: "Bir
de aranızdan yalnızca zulmedenlere gelip çatmayan bir fitneden (azaptan)
korkunuz." (Enfâl, 8/25).
[273]
Ya
Muhammedi Hicretin üçüncü yılı şevval ayının cumartesiye rastlayan yedinci günü
sabahleyin evinden çıktığın vakti hatırlat onlara! Sen müminleri savaşmak üzere
yerleştiriyor, ordunu düzenliyordun. Bir topluluğu ok atıcıların bulundukları
tepeye yerleştiriyor diğer bir kesimi sağ tarafa, diğerlerini sola
yerleştiriyor, atlılar için de muayyen yerler tespit ediyordun.
Kendileriyle
danıştığın hususlarda müminlerin söylediklerini Yüce Allah çok iyi işitendir. O
hem, "Düşmanların karşısına çıkma ve onlar gelip üzerimize girinceye
kadar Medine'de kal" diyenlerin hem de, "Medine dışında onlarla
karşılaşmak üzere bizi dışarıya çıkar" diyenlerin sözlerini çok iyi
işitendir. Allah her bir niyeti ve her bir fiili çok iyi bilir. Hatalı olsa
bile sözü ihlâsla söyleyeni de, Abdullah b. Übeyy ve münafıklar topluluğu gibi
isabet etmekle birlikte, münafıklık edeni de aynı şekilde bilir.
Yine
Yüce Allah, Evslilerden Selime oğulları ile Hazreclilerden Harise oğullarına
mensup Ensar'dan iki kesimin -ki bunlar Müslüman askerlerin iki kanadı olup
yaklaşık üçte birine denk idiler- savaşa karşı zaaf korkaklık göstermek üzere
olduklarını, münafıkların geri döndüklerini gördüklerinde de savaşa çıkmamayı
içlerinden geçirdiklerini de çok iyi işiten ve bilendir. Fakat Yüce Allah
imanlarındaki samimiyetleri dolayısıyla işlerini üstlenmiş, geri çekilmekten,
zelil olmaktan onları korumuş, korkaklıktan, kaçmaktan yana himaye etmişti.
Çünkü bir şeyi fiiliyata geirmeden yalnızca içten içe kararlaştırmak, Yüce
Allah'ın, "Halbuki Allah onların velisi idi." buyruğunun delâleti üe
masi-yet sayılmaz. Müminler Allah'a tevekkül etmelidirler, Allah'a
güvenmelidirler, O'nun desteğine güven beslemelidirler; kendilerine yardımcı
olacak başkalarına değil. Ancak daha önceden gerekli sebepleri de
gerçekleştirmiş olmaları, gerekli hazırlıkları yapmış olmaları, her çağa uygun
şekilde ordu ve silah donanımını sağlamış olmaları gerekir. Çünkü insan
sebeplere yapışmakla emrolun-muştur. Bundan sonra ise sonuçlan ve bu sebeplerin
etkilerini Yüce Allah'a bırakmalıdır. Sayıca az müminler topluluğunu, kendi
izniyle sayıca çok kâfirler topluluğuna -Bedir günü müminleri muzaffer kıldığı
gibi- zafere kavuşturan Yüce Allah'tır.
'
îşte bundan dolayı, müminlere Bedir günü Allah'ın yaptığı yardımının hatırlatılması
gerekirdi. Sayıca, araç ve gereç itibariyle azdılar. Çünkü o sırada müminlerin
sayısı üç yüz kişi, kâfirler ise bin kişi dolaymdaydılar. Beraberlerinde ise
sadece iki at vardı. Müşriklerde ise pek çok at, zırh, süvari ve kahraman
yiğitler vardı. İşte bu, zaferin sayı ve silah çokluğu ile değil, ancak Allah tarafından
olduğunun delilidir. Nitekim Yüce Allah Huneyn günü hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Huneyn
gününde de size yardım etmiştir. (O günde) çokluğunuzla bb'bür-lenmiştiniz,
fakat bunun size bir faydası olmamıştı... Allah Gafûfdur, Ra-hîm'dir."
(Tevbe, 9/25-27). O'na itaat etmek, yasaklarından uzak durmak, sıkıntılara
sabretmek suretiyle Allah'tan korkun ki O'nâ şükredenlerden olasınız veya
kendinizi ona şükretmeye hazırlayasınız. Çünkü itaat, sabır ve sebat, nimet ve
zafere karşı şükrün bir aracıdır.
Ya
Muhammed, Bedir günü çoklukları dolayısıyla düşmanlarından korkuya kapılmış
müminlere, kalplerine huzur vermek için vaadde bulunurken söylediğin şu
sözleri de hatırlat: Rabbinizin sizlere üç bin melekle yardım etmesi size
yetmez mi? Yüce Allah bu melekleri kâfirlerle savaşmak üzere indirmişti. İbni
Ebî Şeybe, İbnül-Münzir ve başkaları eş-Şa*bîden şöyle dediğini
nakletmektedirler: Resulullah (s.a.)'a ve ashabına Bedir günü Kurz b. Cabir
el-Muharibî'nin müşriklere yardımcı olmak istediği haberi ulaştı. Bu iş hem
Pey-gamber'e hem de Müslümanlara ağır gelmişti. Bunun üzerine Yüce Allah, "Sen
müminlere... indirilen üç bin melekle Rabbinizin imdat etmesi size yetmez mi?..
Nişanlı beş bin melekle size yardım edecektir..." (Âl-i İmran, 3/124-125)
buyruğunu indirdi. Daha sonra Kurz, Kureyşlilerin bozguna uğradıkları haberini
aldı, onlara yardıma gelmeyip geri döndü. O vakit Allah tarafından bin melek
ile yardıma mazhar olmuşlardı.
Katâde
der ki: Meleklerle yardım Bedir günü olmuştu. Allah onlara bin melek göndererek
yardım etmişti. Daha sonra yardıma gönderilen melekler üç bin, sonra da beş bin
oldular. İşte Yüce Allah'ın, "Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz da O
da "Muhakkak ben size meleklerden birbiri ardınca binlercesi ile imdat
ediciyim" diyerek duanızı kabul etmişti." (Enfal, 8/9);
"İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi size yetmez
mi?" buyrukları ile, "Evet, siz sabreder, sakınırsanız bunlar da
ansızın üstünüze gelecek olurlarsa Rabbi-niz nişanlı beş bin melek ile size
yardım edecektir." buyrukları buna işaret etmektedir. Bedir günü müminler
sabrettiler, Allah'tan korktular, Allah da onlara vaad ettiği şekilde beş bin
melek ile yardımcı oldu. Bütün bunlar Bedir günü müminlerin sayılarını
artıracak şekilde, askere yardım ulaştırmak kabilinden maddî ve fiilî olmuştu.
Melekler savaşa katılmışlardı. Buharî ve Müslim'de sabit bir çok rivayet de
bunu pekiştirmektedir.[274]
Bu
yardım, el-Menar tefsiri müellifinin ve bazı müfessirlerin eski görüşleri gibi
manevî destek kabilinden değildi. Bu yanlış kanaatin sahipleri şöyle derler:
Meleklerin çok oluşundaki fayda onların dua ve teşbih etmelerinden ibaretti ve
o gün savaşçıların sebatını artırıyordu. Buna göre melekler Bedir günü
savaşmamışlar, sadece müminlere sebat verilmesi için dua etmek üzere hazır
bulunmuşlar. Ancak müfessirlerin çoğunluğunun benimsedikleri görüş birinci
görüştür.
[275]
İbni
Abbas ve Mücahid der ki: Melekler yalnızca Bedir günü savaştılar. Bunun
dışındakilerde ise hazır bulundular fakat savaşmadılar. Buna göre melekler
ancak ya sayıca gelirler yahut manevî destek için gelirler.
Fahreddin
er-Razî, Tkfsirül-Kebîr'iaâ.B der ki: Tefsir ve siyer alimleri Yüce Allah'ın
Bedir günü melekleri indirdiği ve kâfirlerle birlikte savaştıkları hususunda
ittifak etmişlerdir.[276]
Buna göre Yüce Allah'ın, "O vakit sen müminlere "İndirilen üç bin
melekle... size yetmez mi?" diyordun." buyruğu Hz. Peygamberdin
Bedir günü söylediği sözü hatırlatmaktadır.
İkrime
ve ed-Dahhâk'tan da şöyle dedikleri nakledilmektedir: Hayır, bu, Uhud günü
olmuştur. Allah sabrettikleri takdirde onlara yardim göndereceğini vaad
etmişti. Fakat onlar sabretmediler. Bundan dolayı da tek bir melekle olsun
onların imdadına koşmadı. Şayet imdatlarına gelinmiş olsaydı bozguna uğramazlardı.
Konuyla
ilgili söylenenlerin özeti şudur: Tefsir alimleri "...yetmez mi diyordun?"
buyruğunda sözü edilen vaad acaba Bedir günü mü olmuştu, yoksa Uhud günü mü?
konusunda farklı görüşlere sahiptirler ve bu konuda iki görüş vardır. Birinci
görüş Hasan-ı Basrî ve bir topluluğun görüşü olup Taberî'nin de tercih ettiği
görüştür ve bu buyruk, Yüce Allah'ın, "andolsun ki... Allah size Be-dir'de
yardım etmişti." buyruğu ile alâkalıdır, ikinci görüş ise Mücahid'e ve bir
diğer topluluğa ait olan görüştür. Buna göre burada sözü geçen vaad Yüce Allah'ın,
"Hani sen erkenden... yerleştirmek üzere ailenden ayrılmıştın."
buyruğu ile alâkalıdır. Bu da Uhud günü olmuştu. Ancak zahir olan birinci
görüştür.
Daha
sonra Yüce Allah şunu hatırlatmaktadır: Evet üç bin melek ile yardımınıza
gelmesi size yeterlidir. Daha sonra onları sabır ve takvaya teşvik etmek,
kalplerini de pekiştirmek üzere sabredip takva sahibi oldukları takdirde,
yardım için gönderecekleri bu meleklerin sayılarını beş bine kadar artıracağı
vaadinde bulundu.
Eğer
düşmanla karşılaşmaya sabreder, masiyetlerden, Resulullah (s.a.)'a muhalefet
etmekten sakınırsanız, müşrikler de o anda sizinle savaşmak üzere gelirlerse,
Allah size alâmetti, nişanlı beş bin melek ile imdat eder. "Nişanlı"
kelimesindeki "vav" harfinin esreli veya üstünlü okunuşuna göre
anlamında ufak bir farklılık olmaktadır. Birinci okuyuşa göre bizzat kendilerine
yahut adlarına kendilerinin işaret koydukları, ikincisine göre ise omuzları
üstünde sarkıtılmış sarı sarıklarla işaretlenmiş melekler demek olur. Nitekim
el-Kelbî de böyle söylemiştir. ed-Dahhâk'tan nakledildiğine göre ise bunlar
atlarının percemleri ve kuyruklarına beyaz yünler ile işaret koymuşlardı.
Katade'den nakledildiğine göre ise siyah ve beyaz renkli atlar üzerinde
idiler. Resulullah (s.a.) da ashabına, "Kendinize işaret yapınız; çünkü
melekler de kendilerine işaretler yaptı" diye buyurmuştur.
Özetle
Kur'an-ı Kerim Bedir günü müminlere bin melek ile yardım edildiğini
göstermektedir. Bu yardım da Yüce Allah'ın şu buyruğunda zikredilmektedir:
"Hani
siz Rabbinizden imdat istiyordunuz, O da, "Muhakkak ben size meleklerden
birbiri ardınca bin melek üe yardım edeceğim" diyerek duanızı kabul
buyurmuştu." (Enfal, 8/9). Üç ya da beş bin meleğin yardıma gönderilmesini
ise kimi tefsir alimleri kabul etmiştir. Şu kadar var ki Taberî şöyle
demektedir: Ayet-i kerimede onlara üç bin melek ile olsun, beş bin melek ile
olsun yardım gönderildiğine veya gönderilmediğine dair bir delalet yoktur. Yüce
Allah'ın onlara yardım gönderdiğini kabul edenlerin rivayetlerine uygun olarak
Allah'ın kendilerine yardım göndermiş olması mümkündür. Bunu kabul etmeyenlerin
açıkladıkları şekilde Allah'ın onlara yardım etmemiş olması da mümkündür. Bu
konuda kendilerine üç bin veya beş bin melek ile olsun yardım edildiğini kabul
edenlerin görüşüne dair bizce sahih kabul edilebilecek bir haber bulunmamaktadır.
[277]
Taberî
şunları da eklemektedir:
Uhud'a
gelince, onlara yardım edilmediğine dair delâlet yardım olunduğuna dair
delâletten daha açıktır. Çünkü onlara yardım olunmuş olsaydı, bozguna uğramaz
ve onlara bunca zarar verilmezdi.
Allah'ın
melekler ile yardımı, ancak müminlerin zafer kazanacaklarına dair bir müjde ve
Allah'ın yardım ve desteğinin onlarla birlikte olduğunu bilmeleriyle kalplerine
huzur yerleştirmek içindi. Yani melekler ile yardımcı olmanın iki amacı
vardır:
1- Düşmanlara karşı zafer müjdesi ve müminlerin kalplerinin sevinmesini sağlamak.
2- Allah'ın onlarla birlikte olduğuna, onları desteklediğine dair
müminlere moral vermek ve böylelikle savaştan korkmalarını önlemek. Gerçek
yardım ise ancak Azîz olan Allah nezdindendir. Azîz demek, asla yenilgiye
uğratüamayan güçlü demektir. Hakîm ise, işleri en sağlam plan ve en doğru
araçlara uygun olarak çekip çeviren, idare eden, uygun gördüğü maslahat
sebebiyle zafer veren yahut bunu alıkoyan demektir.
Allah
Bedir günü Müslümanları zafere kavuşturmuş ve melekleri yardıma göndermişti.
Böylelikle öldürülmek ve esir edilmek suretiyle küfrün ve şirkin ileri
gelenlerinden bir kesim helak olup gitmişti. Bedir günü Kureyş'in başlarından
ve ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişi de esir alınmıştı.
Yahut da Allah bozgun sebebiyle onları rezil etmek, öfkelendirmek için
Bedir
günü Müslümanlara yardımcı olmuştu. Böylelikle isteklerini ele geçire-meden
zarar etmiş olarak geri dönmüşlerdi. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu
andırmaktadır: "Allah kâfirleri herhangi bir hayra nail olmaksızın
kinleriyle geri çevirdi..." (Ahzâb, 33/25). Ya da İslâm'a girip Allah'a
döndükleri takdirde Allah onların tevbelerini kabul eder, dilerse de küfiir ve
düşmanlık üzere ısrar edecek olurlarsa onlara azap eder. Böylelikle onlar
kendilerine zulmetmiş olurlar.
Daha
sonra şanı yüce Allah işin tümüyle kendi elinde olduğunu beyan buyurmak üzere
kendisinden önceki ve sonraki buyruklar arasında yer alan bir ara cümlesinde
şöyle buyurmaktadır: Ya Muhammed, insanların emrinden (işinden) sana ait bir
şey yoktur. Sana düşen yalnızca benim emrimi yerine getirmek, bana itaat
etmektir. Senin görevin tebliğdir, hesaba çekmek ise bizim işimizdir. Onların
yaptıklarından dolayı acı duyma. Onlara beddua etme, belki onların bir kısmı
tevbe eder. Nitekim Ebu Süfyan, el-Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr ve Safvân b.
Ümeyye tevbe etmişlerdi.
Daha
sonra şanı yüce Allah işin tümüyle kendi elinde olduğunu pekiştirmektedir.
Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin mülkü yalnız
Allah'ındır. Hepsi O'nun yaratıkları ve O'nun kuludurlar. Onlar hakkında dilediği
hükmü koyar. Bağışlamayı dilediği kimselere mağfirette bulunur. Azap etmek
istediği kimseye de azap eder. Bu da O'nun bir hikmeti ve adaleti iledir.
Ayrıca velilerinden sevdiği kimselerin günahlarını örten Gafur, itaat ehline
merhametli olan Rahîm'dir. Bağışlar, affeder ve dilediği takdirde dünyada da
ahirette de cezalandırmaz. İşte bu, peygambere ve onun ümmetine bir derstir.
Çünkü iş bütünüyle Allah'a aittir, hepsi O'na boyun eğmektedir. Bu konuda
mukarreb bir melek ile mürsel bir peygamber yahut bir başka insan arasında hiç
bir fark yoktur. Bundan tek bir istisna mutlak meşîet gereğince ve belki ancak
kıyamet gününde idrak edebileceğimiz bir hikmet dolayısıyla Allah'ın muayyen
bir görevle müsahhar kıldığı yahut belli bir şefaatta bulunmak üzere izin
verdiği kimselerdir.
[278]
Ayetlerin
delâlet ettiği hususlar aşağıdaki gibi özetlenebilir:
1- İnsanların her türlü işlerinde sebeplere yapışmaları ve mutad
görevlerini yerine getirmeleri gerekir. İster barış halinde, ister savaş ve
çarpışma halinde olsun böyledir. Güç hazırlamak, ordu düzenlemek, savaşçıları
eğitmek bunlardandır.
2- Zahiren ve fiilen yerine getirilmesi istenen sebeplerden birisi de Allah'ın
ve komutanın emirlerine itaat etmektir. Müslümanlar Bedir"de zafere
kavuştular ve Yüce Allah da melekleri fiilen onların yardımına gönderdi, melekler
savaşta onlara katıldılar. Onların sabredip sebat göstermeleri, Yüce Allah'a
itaat etmeleri üzerine bu yardımı gerçekleştirdi. Fakat okçular, Resulullah
(s.a.)'ın emirlerine uymayıp yerlerini terk ederek emrine muhalefet edince
Uhud'da bozguna uğradılar. Bu ise Bedir ve Uhud gazvelerinde takva ve sabrın
açık bir delilidir. Nitekim takva ve sabır düşmanlarla ilişkide de belli bir
etkiye sahiptir. Eğer müminler sabreder ve takva sahibi olurlarsa, kâfirlerin
-120. ayet-i kerimede de belirtildiği gibi- hile ve tuzaklarının Müslümanlara
hiç bir zararı olmaz.
3- Zaferin gerçekleşmesi Yüce Allah'ın dinine ve yoluna yardımcı olmaya
bağlıdır. Sonuçların tahakkuk etmesi yalnızca Yüce Allah'ın elindedir. İş bütünüyle
yalnız Yüce Allah'a aittir. Göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunanların
mülkü yalnızca O'nundur.
Ayet-i
kerimeler ile Bedir ve Uhud gazvelerinde görülen önemli olayların ifade
ettikleri hususları etraflıca aşağıdaki şekilde ele alabiliriz:
1- Her bir savaş komutanının düşmanlarla girişeceği çarpışmaya ait stratejik
bir plânının olması kaçınılmazdır. Savaşçıların saflarını düzenleyip yerlerini
tespit etmek, muayyen yerlerde onları konuşlandırmak suretiyle karşı tarafın
savaşçüarıyla karşı karşıya gelinir. Peygamber (s.a.) komutan sıfatıyla
"Hani sen erkenden müminleri muharebeye elverişli yerlerde yerleştirmek
üzere ailenden ayrılmıştın..." ayetinin işaret ettiği gibi Uhud savaşında
bunları yerine getirmişti.
2- Samimi bir iman ile savaşçıların ihlâsı vesveselerden, kötü
kararlardan ve insanın içinden geçen duygulardan korunmak özelliğine sahiptir.
Nitekim Yüce Allah Ensar'dan olan Hariseoğulları ile Evsoğullarını Medine'ye münafıklar
döndüğü vakit "Halbuki Allah onların velisi idi." buyruğunda da
işaret ettiği gibi korumuş idi.
3- Peygamber (s.a.) dokuz gazvede fiilen savaşa katılmıştır. Bunlardan birisi
de Uhud gazvesidir. Bu gazada yüzünden yara aldı. Sağ alt küçük azı dişi bir
taş isabetiyle kırıldı. Miğferi ise üst tarafından kırılmıştı. Yüzüne taş atan
Leysli Amr b. Kamia idi. Dudağını kanatıp dişine isabet ettiren ise Utbe b. Ebî
Vakkas idi.
4- Uhud'daki musibetlerden birisi de Resulullah (s.a.)'ın amcası,
şehitlerin efendisi Hz. Hamza'nın öldürülmesi idi. Onu Cübeyr b. Mut'im'in
kölesi olan Vahşi şehit etmişti. Cübeyr ona şöyle demişti: Eğer Muhammed'i
öldürürsen atlarımızın yularları senin olur. Ali b. Ebi Talib'i öldürürsen sana
hepsi de iri, siyah gözlü yüz deve veririz; eğer Hamza'yı öldürürsen hür
olacaksın.
Vahşi
dedi ki: "Muhammed'i diyorsunuz. Onun Allah tarafından bir koruyucusu
vardır, kimse ona ulaşamaz. Ali'ye gelince, onun karşısına kim çıktıysa onu
öldürmüştür. Hamza ise kahraman birisidir. Bununla birlikte rast gelip onu
öldürebilirim."
Hind
ise Vahşi'nin yanından geçtiği her seferinde şöyle diyordu: "Ey Ebu
Deseme, hem sen kendin rahat et, hem başkasını rahatlat." Bunun üzerine
Vahşi bir kayanın arkasında Hz. Hamza'ya pusu kurdu. Hz. Hamza da müşriklerden
bir topluluğa hamle yapmıştı. Yaptığı hamleden geri dönünce Vahşi'nin yanından
geçip gitti. Bu sırada vahşi mızrağını ona attı ve isabet ettirdi, Hz. Hamza
yere cansız düştü. Allah ona rahmet buyursun ve ondan razı olsun. İbni İshak
der ki: Hind Hz. Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkardı. Onu çiğnemek istedi,
fakat yutamadı, dışarı attı. Daha sonra etrafı gören bir kaya üstüne çıktı.
Sesinin çıkabildiğince bağırarak şu şekilde başlayan birkaç beyit okudu:
"İşte
biz size Bedir gününün karşılığını verdik
Savaştan
sonraki savaş oldukça alevli olur
Utbe'nin
öldürülmesinden sonra sabrım taşmıştı
Kardeşimin
de amcasının da Bekrimin de acısına dayanamıyordum."
5- Yüce Allah'ın, "Müminler ancak Allah'a güvenip
dayanmalıdırlar." buyruğu Allah'a tevekkülün imandan olduğunu
göstermektedir. Sözlükte tevekkül, acizliğini açığa vurup başkasına
güvenmektir. Şeriatta ise bazılarının ileri sürdüğü gibi sebeplere sarılmayı
terk etmek değildir. Aksine o Allah'a güvenmek, onun kaza ve hükmünün mutlaka
yerine geleceğine kesinlikle inanmak, mutlaka yerine getirilmesi gereken,
yemek, içmek, düşmanlardan sakınmak, silahları hazırlamak, Allah'ın mutad
sünnetinin gereklerini yerine getirmek gibi gerçekleştirilmesi kaçınılmaz olan
sebeplere sarılmak hususunda peygamberinin sünnetine uymaktır.[279]
Resulullah (s.a.), Taberanî ve Beyhakî'nin İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre
-ki zayıftır- şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah sanatkâr mümin kulunu
sever."
6- Yüce Allah'ın, "Andolsun ki siz zayıfken Allah size Bedir'de
yardım etmişti..." (123-125. ayetler) buyrukları O'nun müşriklerle ilk
silâhlı karşılaşma olan Bedir'de mümin kullarına yardım ettiğini
göstermektedir. Allah bu günde hak ile batılı ayırmış ve bu güne "Furkan
(hakkın batıldan ayırdedilme) Günü" adını vermişti. İnsanlık tarihinde
etkileri oldukça etraflı kesin bir savaşı böylelikle açık bir sonuca
kavuşturmuş ve Allah bu savaşta melekleri müminlerin yardımına göndermişti. Bu
da böyle bir yardımın zaferin sebeplerinden birisi olması itibariyledir; ayrıca
müminlerin kalpleri huzur bulsun, Allah'a yönelsin, ona güvensinler; Allah'ın
onlara Vermiş olduğu daha önceden beri geçmiş bulunan sebeplere sarılmak
şeklindeki emrini yerine getirsinler diye: "Sen Allah'ın sünnetinde asla
bir değişiklik bulamazsın." (Ahzab, 33/62)
Gerçekte
ise ister sebebe bağlı olsun ister olmasm asıl yardım eden Yüce Allah'ın
kendisidir: "O bir şeyi murad etti mi sadece ona, "ol" der, o da
oluverir." (Yasin, 36/72).
Yüce
Allah'ın "Nişanlı (müsevvimîne) kelimesine gelince: Eğer vav esreli olursa
ism-i faildir. Bunun anlamı da şöyle olur: Onlar belli bir alâmet ile kendilerini
nişanlamışlar, atlarını da işaretlemişlerdi. Çoğu müfessirler şöyle demişlerdir:
Bu okuyuş ile kelime atlarını baskına sürenler demektir. Bu kelimenin vav
harfi üstünlü olarak okunursa, ism-i mefuldür, yani belli bir takım alâmetlerle
işaretlenmişler demek olur. Birinci okuyuşa göre meleklerin işaretleri
hususunda farklı görüşler vardır. Ali b. Ebi Tâlib, İbni Abbas ve başkalarından
gelen rivayetlere göre melekler beyaz sarıklar sarmış ve bunların uçlarını
omuzları arasında sarkıtmışlardı. Bunu Beyhakî, İbni Abbas'tan naklettiği gibi
el-Mehdevî de el-Zeccâc'dan nakletmektedir. er-Rabî', "Onların simaları
veya işaretleri siyah-beyaz atlar üzerinde gelmiş olmalarıydı" der.
Bu
ise kabilelerin ve askerî birliklerin belli bir takım işaret ve alâmetler
edinmelerine delildir. Sultan bu işaretleri onlara tespit eder. Böylelikle her
bir kabile ve askerî birlik, savaşta ötekinden ayırd edilebilir.
7- Bedir günü meleklerin yardıma gönderilmesi manevî değil, fiilî bir yardım
idi. Sünnet-i nebeviyyedeki pek çpk rivayetlerde tespit edilenler bunun delilidir.
Yüce Allah bu yardımı müminlere zafer müjdesi, kalplerine bir huzur kaynağı,
düşmanları için de bir helak sebebi kılmıştır. Bir sebebe bağlı olsun yahut
olmasın gerçek yardım ise galip, güçlü, bütün işleri hikmete uygun olarak -her
şeyi kendisine uygun olan yere koymak suretiyle- çekip çeviren, idare eden
Allah katındandır.
8- Resulullah (s.a.)'ın Uhud savaşında yaralanmış olması ağır ve büyük
bir iştir. Bu olay, Peygamberin kendisini de müminleri de çok etkilemiştir. Bundan
dolayı Müslim'in Sahih'inde sabit olduğuna göre kanını silerken şöyle buyurduğu
sabit olmuştur: "Kendilerini Yüce Allah'a davet ettiği halde peygamberlerinin
başını yaralayan, küçük azı dişini kıran bir topluluk nasıl felah bulur?"
Bunun üzerine Yüce Allah, "Emr'den sana ait hiç bir şey yoktur"
ayetini indirdi.
Şöyle
de denilmiştir: Hz. Peygamber köklerinin kurutulması hususunda onlara beddua
etmek üzere izin istedi. Bu ayet-i kerime nazil olunca onlardan bazı kimselerin
İslâm'a gireceklerini anladı. Nitekim pek çok kimse imana geldi. Halid b.
Velid, Amr b. el-As, İkrime b. Ebî Cehil ve diğerleri bunlar arasındadır.
Tirmizî, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)
dört kişiye beddua ediyordu. Azîz ve Celîl olan Yüce Allah da, "Emr'den
sana ait hiç bir şey yoktur" ayetini indirdi ve bunları İslâm'a hidayet
eyledi. Tirmizî der ki: Bu hasen, garip, sahih bir hadistir.
Durum
her ne olursa olsun şu, "Emr'den sana ait hiç bir şey yoktur" ayet-i
kerimesi Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından indirildiğinin kesin bir delilidir.
İşte bu buyruk, Allah'ın Rasulüne bir hitaptır, işin bütünüyle Allah'a ait
olduğu ona bildirilmektedir. O ister müşriklere beddua etsin, ister etmesin
durum budur.
9- Resulullah (s.a.)'ın sabah namazında müşriklerden bir topluluğa beddua
ettiğinin sabit olmasına binaen ilim adamları sabah namazında olsun, başka
namazlarda olsun kunut duası okumakta farklı görüşlere sahiptirler. Kûfe-liler
(yani Hanefîlerle Hanbelîler) bunu uygun görmezler. Çünkü Muvatta'da İbni
Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.) hiç bir namazda
kunut duası okumazdı." Yine Nesaî de Resulullah (s.a.)'ın ve Raşid halifelerin
kunut okumadıklarım rivayet etmektedirler.
Hicazlılar
(Malikîler ve Şafiîler) ise bunu caiz kabul etmektedirler. Fakat Malikîlerce
efdal olan bunun rükûdan önce, Şafiîlere göre ise rükû'dan sonra yapılmasıdır.
Çünkü Darekutnî sahih bir isnad ile Enes'ten şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Resulullah (s.a.) dünyadan ayrılacağı vakte kadar sabah namazında
kunut okumaya devam edip durdu." Ebu Davud ise el-Merasîl'rade şöyle
nakletmektedir: Halid b. Ebî İmrân'dan rivayetine göre Hz. Cebrail Resulullah
(s.a.)'a kunut duasını öğretmişti. Bu ise Hz. Ömer'in duası diye bilinen şu
şekilde başlayan duadır: "Allahümme! İnnâ nesteînüke, ve
neste-hdîke..." "Allahım, senden yardım dileriz, senden hidayet talep
ederiz, senden mağfiret ister, sana tevbe ederiz."
Beyhakî
ise kunut duasını şu lafızlarla rivayet etmiştir: "Allahümmehdinî fîmen
hedeyte" "Allah'ım, hidayete ilettiğin kimseler arasında bana da
hidayet eyle..."
[280]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/129.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/129.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/130.
[4] Yine bu sureye ez-Zehrâ, el-Em'an, el-Kenz, el-Muğiye,
el-Mücâdile, Sûretu'l-lstiğfâr ve et-Tayyibe gibi isimler de verilmiştir
(el-Bahru'l-Muhît, 11/373).
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/130-131.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/131.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/132.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/132-134.
[9] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 53; el-Bahru'l-MuhÜ, ü/373
vd.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/134.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/134-136.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/136.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/137.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/137.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/137-138.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/139.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/139.
[18] Bu İbni Kesir'in görüşüdür. Kurtubî ise işi tam
tersine ele alır ve der ki: İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre salih
olan lafza-i celâl üzerinde tam bir vakıf (duraklama) yapmaktır ve orada
"(illAlIah)=Allah'tan başka" buyruğunda ifade tamam olmaktadır,
"er-rasi-hûn=ilimde derinleşmiş olanlarnın ise önceki buyruklarla bir
alâkası yoktur, yeni bir söz başlangıcıdır.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/139-142.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/142
[21] Kurtubî, XIV/12.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/142-143.
[22] Karmatüer: Zerdüşt, Mazdek ve Mani'nin peygamberliğine
inanan, filozoflara tabi olan inkâra zındıklardan bir fırkadır. Bunlar
muharremata (kendileriyle evlenilmesi yasak olanlarla evlenmeyi) mubah kabul
ederler.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/143-144.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/145.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/145-146.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/146
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/146.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/146-147.
[29] Yani hak ile batılı birbirinden ayırt ederek imanı küfür
ve tuğyana galip getirip, müminleri aziz ve güçlü kılıp kâfirleri zelil etmek
için.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/147-149.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/149-150.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/151.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/151.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/152.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/152.
[36] Ahmed, Buharı, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace
Üsame b. Zeyd'den rivayet etmişlerdir.
[37] Ahmed, Müslim ve Nesaî Abdullah b. Amr'dan rivayet
etmişlerdir.
[38] Ahmed, Nesaî, Hakim ve Beyhakî Enes b. Malik'ten
rivayet etmişlerdir.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/153.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/153.
[40] Âhmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî Enes b. Malik'ten,
yine Ahmed, Buharî ve Müslim de İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/154.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/154.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/154.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/155.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/155-156.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/157.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/157.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/157-158.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/158.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/158-160.
[51] Müslim ve başkaları Ebu Hureyre'den rivayet
etmişlerdir.
[52] Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[53] Bu Müslim'in lafzıdır. Kurtubî, hadisin başında yer
alan "Allah... iner'' buyruğunu muza-fın hazfedilmesi kabilinden bir ifade
diye yorumlamaktadır. Yani, "Rabbimizin meleği dünya semasına iner ve der
ki" anlamındadır. Selefe mensup olanların görüşüne göre ise herhangi bir
mekân sınırlaması ve keyfiyet nispeti söz konusu olmaksızın, Allah'ın zatına
yakışan bir nüzul olduğunu kabul ederler. Daha uygun olan da budur.
[54] Bunu îbni Ebi Hatim rivayet etmiştir.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/160-161.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/162.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/162-163.
[58] el-Vahidî dedi ki: Allah'ın şahitlik etmesi,
açıklaması, ortaya çıkarmasıdır. Şahit, bildiğini açıklayan alimdir. Yüce
Allah da bütün yarattıklarıyla tevhidin delillerini beyan etmiştir.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/163.
[60] en-Nisaburî, Esbabu'n-Nüzul, 54.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/164.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/164-166.
[62] e/-Kudaf ve İbn/AsakirHz. BRes'ten rivayet etmiştir,
hasen bir hadistir.
[63] Kurtubî, IV/41.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/166168.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/169.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/169.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/169-170.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/170.
[69] Sözü geçen Zeyd, hadisin ikinci ravisi Zeyd b.Yaya
el-Huzaî'dir. bkz. İbni Mace, Fiten 21, 4015. hadis (Çeviren).
[70] el-Bahrul-Muhît, 11/413.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/170-172.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/173.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/173-174.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/174.
[74] İbni Kesir, 1/355.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/174-175.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/175-176.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/177.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/178.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/178.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/178.
[81] Kur'an-ı Kerim'de "hesap" kelimesi ya sayı
anlamındadır, "Sabredenlere ecirleri muhakkak hesapsız verilir."
(Zümer, 39/10) buyruğunda olduğu gibi, ya da bu ayet-i kerimede olduğu şekilde
çabalamak, yorulmak anlamındadır; ya da istekte bulunmak anlamındadır:
"İster hesapsız ver, ister verme." (Sad, 38/39) buyruğunda olduğu
gibi.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/178-180.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/180-181.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/182.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/182.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/182-183.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/183.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/183-184.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/184-186.
[90] et-Telhîsü'l-HabirJV/103.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/186-189.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/190.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/190.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/190-191.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/191.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/191-192.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/192.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/193.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/194.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/194.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/194-195.
[102] Hadisin bir başka lafzı şöyledir: "Doğduğu zaman
şeytanın kedisine değmediği hiç bir çocuk yoktur. Şeytan ona değdiğinden
dolayı ağlayarak doğar. Bundan tek istisna Meryem oğlu İsa'dır." Daha
sonra Ebu Hureyre dedi ki: Arzu ederseniz, "Ben onu da zürriyetini de rahmetinden
kovulmuş şeytandan sana sığındırırım, dedi." ayetini okuruz.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/195-197.
[104] İbni Kesir, 1/363.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/198.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/199.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/199-200.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/200.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/201-202.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/202.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/202-203.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/204.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/204-205.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/205.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/205-206.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/206-208.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/210.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/210.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/210.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/210-214.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/214-215.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/216-217.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/217.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/217-218.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/218.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/219.
[127] el-Bahru'l-Muhlt, 11/472.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/219-222.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/222-223.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/224.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/224.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/224-225.
[133] el-Bahru'l-Muhît, ü/477.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/225.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/225.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/226-227.
[136] Ahmed, Buharî ve Sünen sahipleri -İbni Mace müstesna-
Ebu Bekir'den rivayet etmişlerdir.
[137] Bunu Taberanî, Halâm ve Beyhakî Hz. Ömer'den rivayet
etmişlerdir.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/228.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/229.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/229-230.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/230.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/230.
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/231.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/231-232.
[144] Kurtubî ise der ki: Yani Muhammed (s.a.) hususunda.
Çünkü onlar kitaplarında Hz. Peygambere ait sıfatlardan onun peygamberliğini
biliyorlardı.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/232-233.
[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/233-235.
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/236-237.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/237.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/237.
[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/237-238.
[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/238.
[152] Heraklius'a gönderilen bu mektup dolayısıyla Ebu
Süfyan ile tercüman vasıtasıyla aralarında geçen uzun konuşmada Heraklius'un
sorduğu sorulardan birisi de bu idi. Bu soruya "Hayır" cevabını
alması ile ilgili olarak Heraklius şu yorumu yapmıştı: "Sana dinine girdikten
sonra dönen oluyor mu diye sordum. "Hayır" dedin. İşte iman böyledir.
İmanın güçleştiği bir kalbe yerleşti mi, artık kimse ondan uzaklaşmak
istemez..." bkz. Buharı, Cihad, 102; Müslim, Cihad 72. (Çeviren)
[153] Yüce Allah'ın, "Ve dininize tabi olandan başkasına inanmayın" buyruğu Yahudilerin söyledikleri sözler cümlesindendir. Çünkü bu onların söyledikleri belirtilen sözlere atfedilmiş-tir; zahir olan da budur. İbni Atıyye "Bu hususta görüş ayrılığı yoktur" demektedir.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/238-240.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/240-241.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/242-243.
[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/243.
[158] el-Bahru'l-Muhlt, 11/501.
[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/243-244.
[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/244.
[161] el-Bahrul-Muhît, 11/500.
[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/244-246.
[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/246-248.
[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/249.
[165] Zemahşerî 1/331.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/249.
[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/249-250.
[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/250.
[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/250.
[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/251.
[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/251.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/251-252.
[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/252-253
[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/253.
[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/254.
[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/254.
[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/254-255.
[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/255.
[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/255-257.
[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/257-258.
[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/259.
[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/259.
[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/259.
[183] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/260.
[184] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/260.
[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/260-261.
[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/261.
[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/262.
[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/262-263.
[189] el-Bahru'l-Muhit, U/519.
[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/263-264.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/264-266.
[192] Bu Buharî'nin lafzıdır. Müslim ise, "Bundan
önce..." yerine, "yalan söyledin... senden istenmişti"
demektedir. Hadis az önce 81. ayet-i kerimenin tefsirinde bir daha geçmiş bulunmaktadır.
[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/266-267.
[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/268.
[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/268.
[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/268-270.
[197] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/270.
[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/273.
[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/273.
[200] el-Vâhidî en-Nisabûrî, Esbâbu'n-Nüzûl, a. 65-66.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/274.
[201] el-Menâr, IV/4.
[202] Kurtubî, IV/134; Zemahşerî 1/335; îbni Kesîr, 1/381.
[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/274-277.
[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/277-278.
[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/279.
[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/279-280.
[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/280.
[208] Cassâs, Ahkamu'l-Kur'an, 1/23.
[209] Cassâs, Ahkamu'l-Kur'an, 1/21.
[210] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/280-283.
[211] Sahih bir hadistir. Hâkim ve Beyhakî Hz. Ali'den
rivayet etmişlerdir.
[212] Ahmed ve el-Asbahânî, İbni Abbas'tan rivayet
etmişlerdir; zayıftır.
[213] Said b. Mansûr, Ahmed, Ebu Ya'lâ, Beyhakî Ebu
Umame'den merfiı olarak rivayet etmişlerdir; zayıftır.
[214] Tirmizî der ki: Garib'tir, isnadı hakkında ileri geri
konuşulmuştur, bir parça zayıflığı vardır.
[215] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/283-287.
[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/288.
[217] Buâs günü, Evs ile Hazrec arasında birbirlerini yiyip
bitirdikleri bir savaşın cereyan ettiği, cahiliye dönemindeki önemli olayların
olduğu bir gündür.
[218] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 66 vd.; el-Bahrul-Muhit,
IH/13.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/ 288-289.
[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/290.
[220] Tefsiru'l-Merâğî, IV/14.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/290.
[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/290-291.
[222] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/292.
[223] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/293.
[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/293.
[225] el-Bahru'l-Muhît, 111/14.
[226] Buharî ve Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.
[227] İsnadı sahih ve mevkuftur. Buharî rivayet etmiştir.
[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/293-295.
[229] Tirmizî bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.
[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/296-297.
[231] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/298.
[232] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/298-299.
[233] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/299.
[234] el-Bahru'l-Muhît, 111/21.
[235] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/299-300.
[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/300-302.
[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/302-303.
[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/304.
[239] Keşşaf, I, 342.
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/304-305.
[240] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/305.
[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/306.
[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/306.
[243] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/306-309.
[244] Bunu Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî tbni Mes'ud'dan
rivayet etmişlerdir.
[245] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/310-311.
[246] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/312.
[247] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/312.
[248] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/312-313.
[249] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/313.
[250] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/313
[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/313-314.
[252] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/314-315.
[253] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/316.
[254] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/316.
[255] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/316-317.
[256] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/317-318.
[257] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/318.
[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/319-320..
[259] el-Keşşaf haşiyesinden (1/346) özetle.
[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/320-321.
[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/321.
[262] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/321.
[263] el-Menâr, IV/68 vd.
[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/321-324.
[265] bkz. el-Kastalânî, Buharî Şerhi, V/170; Neylu'l-Evtar,
VII/136; Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-lslâmî ve Edilletuhû, (İslâm Fıkhı
Ansiklopedisi) VI/424, birinci baskı.
[266] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/324-326.
[267] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/328.
[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/328.
[269] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/328-329.
[270] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/329-330.
[271] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/330-331.
[272] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/331-332.
[273] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/332-335.
[274] Daha önce Hadaratii'l-İslâm dergisinde
"Meleklerle Yardım" başlığı altında yayınlanmış bir makalemde
el-Menar tefsirinin sahibi (Muhammed Reşid Rıza) ile Muhammed Ab-duh'un tercih
Atiği görüşün etkisi altında kalarak yanlış bir kanaati savunmuştum. Da-' ha
sonraları bu kanatten vazgeçtim. Çünkü bu yardımın fiilen gerçekleştiğine dair
sün-net-i seniyede varit olan rivayetler pek çoktur.
[275] Kurtubî, IV/194.
[276] Fahreddin er-Razi, et-Tefsirül-Kebîr, VÜI/213; Mûsî
Tefsiri, IV747.
[277] Taberî, Camiü'l-Beyan.
[278] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/335-339.
[279] Kurtubî, IV/189.
[280] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/339-343.