"Bu sûre Medenî
bir sûredir. Ayet sayısı ıkiyüz olup, Enfâl
sûresinden sonra nazil olmuştur."
Elif, Lâm, Mim. Allah
o Allah'dır ki O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Hay ve Kayyûmdur"
(Âli İmrân, 1-2).
ifâdesinin tefsiri,
Bakara sûresinde geçti. Bununla ilgili bazı meseleler vardır:
[1]
Âsimin râvisi Ebû
Bekr, buradaki mîm harfini sükûn ile, lafzının hemzesini de fetha ile
okumuştur.
Diğer kıraat imamları
ise, mim'i fetha ile okuyarak, lafzına vasletmişlerdir.
Âsim, şu iki sebepten
dolayı o şekilde okumuştur:
a) Vakfa
niyet edip, sonra da yeni başlamış olduğu için, hemzeyi açıkça gösterip okumak.
b) Vasi
elifini kat' ederek okuyanların lehçesine göre olması, yani vasi elifini
vasletmeyenlere göre okunmuş olmasıdır.
ile "lafza-i celâl" arasını fasledip
hemzeyi izhar ederek okuyanlar ise, ululamak ve tazim etmek için böyle
okumuşlardır.
Mîm harfini mansub
okumanın iki türlü izahı vardır:
1- Birincisi
Ferrâ'nın görüşüdür ki bunu Basralılardan pek çok kimse de tercih etmiştir. Bu
görüşe göre harf isimlerinin sonu sükûndur. Sen; ty j tiyt (bir, iki, üç)
dediğin gibi, "elif, lâm, mim" dersin. Bu takdire göre,
lafzı ile yeni
başlanıyor olması gerekir. Biz "Allah" lafzı ile başladığımızda,
hemzesini harekeli olarak okuruz. Fakat bu imamlar, hafiflik ve kolaylık olsun
diye hemzeyi düşürmüşler ve hemzenin harekesini, ^ 'in mîm'i ile başlamasından
dolayı, hemze varmış gibi olsun diye mîm'e vermişlerdir.
Buna göre şayet,
"Eğer maksad bu iki kelimeyi birbirinden ayırmak ise, hemzeyi düşürmek
imkânsız olur. Eğer maksad, bu iki kelimeyi birbirine vasletmek ise, harekeli
olarak hemzenin kalması imkânsız oiur. Hemzenin durması imkânsız olunca,
harekesi de, harekesinin mîm'e verilmesi de imkânsız olur?" denirse, biz
deriz ki: Bunun yazıda düşmesi, fakat mânâca kalması ve mânâca bulunduğuna
delâlet etmesi için harekesinin bırakılmış olması niçin caiz olmasın? Ferra'nın
görüşünün izahı budur.
2- İkincisi
Sîbeveyh'in görüşüdür. Buna göre, mîm'in harekelenmesinin sebebi, iki sakin
harfin yan yana gelmiş olmasıdır. Âlimlerden çoğu bu görüşü kabul
etmemişlerdir. Burada bir incelik vardır, fakat bunu özetlemek bile uzun sürer.
Ben diyorum ki: Bu
hususta iki bahis vardır:
a) Harekenin
kendisinin sebebi.
b) O
harekenin fetha oluşu meselesi.
Birinci bahis, şu
mukaddimelere dayanır:
Birinci mukaddime: İki sakin harf yan yana geldiğinde, onlardan birincisi med ve lîn
harflerinden olursa, ona hareke vermek gerekmez. Çünkü bu iki sakin ve^benzeri
harfleri telaffuz etmek kolaydır. Mesela, senin, ^jt\ '-İ* demen gibi... Fakat böyle olmazsa, birinci
harfi harekelemek gerekir. Çünkü bu gibi iki sakini telaffuz etmek kolay olmaz.
Zira telaffuz ancak hareke ile olur.
İkinci mukaddime: Sibeveyh'e göre, harf-i tarif sadece sakin olan lâm
harfidir. Sakin harf
ile bir kelimeye başlamak mümkün olmaz. Bundan dolayı Araplar, harf-i tarif
olan sakin lamın basma bir hemze getirip, lâm'ı telaffuz edebilmek için o
hemzeye hareke vermişlerdir. Buna göre, harf-i tarif lâm'ından önce Araplar,
harekeli başka bir harf bulurlarsa, o zaman sakin lâm'ı onunla okuma imkânı
bulmuş olurlar. Eğer lâm'dan önce, sakin bir harf bulurlarsa, o sakini
harekeleyerek, lâm'ı böylece okuyabilirler. Bu takdire göre hemze-i vasl'a ihtiyaçları
kalmaz. Çünkü hemze-i vasl'a, lâm'ı okumak için ihtiyaç duyulur. Kendisi ile
fâm harfinin telaffuzu mümkün olan harekeli bir harf bulunduğu zaman, hemze hem
şeklen, hem manaca; hem hakîkaten, hem de hükmen hazfedilir.
Durum böyle olunca,
varlığına hükmen delâlet etsin diye hemzenin harekesinin mim'e verildiği
söylenemez. Çünkü buna, varlığına bir hükmün ve bir eserin taalluk ettiği
yerlerde başvurulur. Fakat biz, durumun böyle olmadığını açıkladık. Böylece o
hemzenin zâtı ve eseri ile tamamen düştüğünü anlamış oluruz. Binâenaleyh
Ferrâ'rnn görüşü bâtıl olmuş olur.
Üçüncü mukaddime: Harf isimlerinin sonları sakindir ve bu hususta ittifak vardır.
Bu mukaddimeleri iyice
anladığın zaman, biz deriz ki: Bizim ^«Jl sözü-müzdeki "mîm"
sakindir. *İJl deyişimizdeki lam-ı tarif de sakindir. Böylece iki sakin bir
araya gelmiş oldu. Binâenaleyh mîmi harekelemek ve hemzenin de hem şeklen hem
de hükmen düşmesi gerekirdi. Sibeveyh in görüşü bu izaha göre sahih, Ferra'nın
görüşü ise bâtıldır.
İkinci bahis: Birisi şöyle
diyebilir: "Sakin harf, harekelendiği zaman kesre ile harekelenir. O halde
burada niçin fetha ile harekelenmiştir?"
Zeccâc buna şöyle
cevap verir: "Burada kesre uygun düşmemektedir. Çünkü (jı deki ^
kelimesinin, son mîm'inden önce yâ harfi bulunmaktadır. Eğer bu son mîm kesre
ile harekelense, yâ harfi ile birlikte kesre de bulunmuş olur ki bu dile ağır
gelir. Binâenaleyh kesre bırakılmış, fetha tercih edilmiştir."
Ebu Ali el-Fârisî,
Zeccâc'ın bu görüşünü tenkid ederek şöyle der: "Bu, bizim J?r (Evet) dememiz
ile bozulur. Çünkü bu sözümüzde râ harfi, kendisinden önce sakin yâ bulunduğu
halde kesrelidir."
Bence bu tenkid
zayıftır. Zira kesre, biraz ağırca bir harekedir, yâ harfi de onun
kızkardeşidir. Bunlar bir araya geldiklerinde kesrenin ağırlığı artar. Sonra
bundan, "Allah" lafzındaki son derece hafif olan elifi telaffuz
etmeye geçilir. Böylece de dil, harekelerin en ağırından en hafifine geçmiş
olur ki, bir anda iki zıddan birinden diğerine geçmek, lisana zor gelir. Fakat
mîm harfini fetha ile harekelediğimizde, lisân mîm'in fethasından,
"Allah" lafzının hemzesine geçmiş olur ki bu kolaydır. İşte
Sibeveyh'in görüşünün açıklaması bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir.
[2]
Bu sûrenin sebeb-i
nüzulü hakkında şu iki rivayet ileri sürülmüştür:
Birinci görüş:
Bu, Mukâtil b. Süleyman'ın görüşüdür. Ona göre, bu sürenin başındaki bazı
âyetler
yahudîler hakkında nazil
olmuştur. Biz, bu hususu (Bakara, 1-2.) âyetinin tefsirinde zikretmiştik.
İkinci görüş:
"Bu sûrenin başından, mübâhele âyetine (Âi-ümran.ei) kadar olan kısım
hristiyanlar hakkındadır." Bu Muhammed b. İshflk'ın görüşüdür. O şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'e, Necran'dan binitli yetmiş kişilik bir
heyet geldi. İçlerinden ondördü onların eşrafından idi. Bu ondört kişinin üçü
de kavmin iteri gelenlerinden idi. Bunlardan birisi başkanları idi ve adı da
Abdu'l-Mesîh idi. İkincisi danışmanları ve en ileri görüşlü olanları idi. Ona
"Seyyid" (Efendi) diyorlardı ve adı el-Eyhem idi. Üçüncüsü de,
âlimleri, piskoposları ve müderrisleri idi ki adı Ebu Harise İbn Alkame idi. O,
Benû Bekir İbn Vâil kabilesinden idi. Hristiyanlıktaki eğitim ve öğretimi,
hristiyantığa yaptığı hizmetleri, çalışmaları sebebi ile ve ilmi ile meşhur
olduğu için, ona Rum hükümdarları tarafından izzet ve ikramlara mazhar
kılınarak, kendisine birçok mallar verilmiş ve idaresine birçok kiliseler
bağlanmıştı. Necran'dan gelirken bir katıra binmiş, onun yularını da kardeşi
Kürz b. Alkame çekmiştir. Ebu Hârise'nin katırı yürürken birden tökezler.
Kardeşi Kürz, Hz. Peygamber (s.a.s)'i kastederek, "O uzaktaki helak
olsun" deyince, Ebu Harise, "Aksine senin anan helak olsun"
dedi. Bunun üzerine Kürz, "Niçin ey kardeşim?" deyince, o cevaben,
"vallahi o bizim beklemekte olduğumuz peygamberdir" der. Kürz de,
"Bunu bildiğin halde, ona inanmana mâni olan nedir?" der. Ebu Harise,
"Şu krallar bize çok mallar verip, izzet-ü ikramda bulundular. Eğer biz
Muhammedi tasdik edecek olursak, onlar bütün verdiklerini geri alırlar"
dedi. Bu cevap Kürz'ün kalbinde bir ukde oldu. Müslüman oluncaya kadar bunu
gönlünde sakladı. Müslüman olunca, bu hadiseyi anlattı.
Sonra bu üç ileri
gelen reisleri, piskoposları ve danışmanları Hz. Peygamber (s.a.s) ile,
dinlerindeki ihtilaflar üzerinde konuştular. Onlar bazan Hz. İsâ (a.s)'nın
Tanrı olduğunu, bazan "Allah'ın oğlu" olduğunu, bazan da üçün
(Baba-Oğul-Ruhul-Kudüs) üçüncüsü olduğunu söylüyorlardı. "O,
Allah'tır" demelerine, "Çünkü ölüleri diriltir, anadan doğma körleri,
alaca hastalığına musab olanları ve diğer hastalan iyileştirir, gayblan haber
verir, çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üfler, o da uçardı' diye delil
getiriyorlardı. O'nun, Allah'ın oğlu olduğu iddiasına da, "Çünkü O'nun
bilinen bir babası yoktu" diye istidlal ediyorlardı. Onun, üçün üçüncüsü
olduğu görüşlerine de, "Çünkü Allah "Biz yaptık," "Biz
kıldık" diyor. Eğer Allah bir olsaydı "Ben yaptım" derdi, diye
istidlal etmişlerdir. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.s) onlara "İslam'a
giriniz" deyince, onlar, "Biz senden daha önce İslâm'a girdik"
dediler. Bunun üzerine Hr. Peygamber (s.a.s), "Yalan söylüyorsunuz.
Allah'a bir oğul isnad edip duruyorken, haça taparken ve domuz eti yiyip
dururken, sizin müslümanlığınız nasıl doğru olur" dedf. Onlar da:
"EğeT O, Allah'ın oğlu değil ise, onun babası kimdir?" dediler. Hz.
Peygamber (s.a.s)
sustu ve bunun üzerine Allah Teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin başından seksen kadar
âyeti indirdi.
Daha sonra Hz.
Peygamber (s.a.s) onlarla münazaraya başlayarak, şöyle dedi:
"Bilmiyor
musunuz, Allah ölümsüz olan bir Hayy'dır, diridir? Hz. İsa ise, ölümlüdür..."
"Evet
biliyoruz.." "Bilmiyor musunuz ki, babasına benzemeyen hiçbir çocuk
yoktur?"
"Evet
biliyoruz.."
"Bilmiyor musunuz
ki, Rabb'imiz her şeye hâkim ve kayyûmdur? Onu korur, gözetir, muhafaza eder ve
rıztklandırır.. Halbuki İsa, bunların herhangi birini yapabilir mi?"
"Hayır..."
"Bilmiyor
musunuz, yerde ve gökte bulunan hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz? İsa ise,
Allah'ın bildirdiğinden başka herhangi bir şeyi bilebilir mi?"
"Hayır..."
"Rabb'imiz,
İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi.. Bunu bilmiyor musunuz?..
Rabb'imizin İse yemez-içmez ve abdest bozmaz olduğunu bilmiyor musunuz?"
"Evet
biliyoruz."
"İsa'yı anası,
bir kadının çocuğunu taşıdığı gibi taşımış, yine bir kadının çocuğunu doğurduğu
gibi de doğurmuştur. O da, bir çocuğun beslenmesi gibi beslenmiş,
gıdalanmıştı."
"Evet.."
Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s), "O halde İsa, sizin iddia ettiğiniz gibi, nasıl bir
ilâh olabilir?" dedi. Onlar da, bunu anladılar; ama sonra küfrân-ı nimette
bulunarak, inkârı sürdürdüler.
Yine onlar inadlarmı
sürdürerek:
"Sen, isa'nın,
Allah'ın kelimesi ve Ondan bir ruh olduğunu zannetmiyor musun?" dediler.
Hz. Peygamber de:
"Evet, öyle
biliyorum" deyince, bunun üzerine onlar: "Eh, bu da bize yeter"
diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Allahu
Teâlâ, "İşte kalblerinde bir eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak, onun
teviline yeltenmek için, onun müteşabib olanına tâbi olurlar. Halbuki onun
tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona
inandık. Hepsi Rabb'imiz kahndandır' derler. Akıl sahiplerinden başkası bunu
iyi düşünemez" (ân imran, 7) âyetini indirdi.
Sonra onlar, bu âyeti
kabul etmeyince Allahu Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.s)'e onlarla
"mübâhele"'yi (karşılıklı lanetleşmeyi) emretti.. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s), onları "mübâhele" ye davet edince, onlar:
"Ey Ebâ'l-Kâsım,
bizi bırak da bir düşünelim.. Sonra, yapmamızı istediğin şeyi yapmak için sana
geliriz.." dediler ve, çekip gittiler.
Daha sonra bu üç kişi
kendi aralarında birbirlerine, "Bu konuda ne diyorsunuz.." deyince, içlerinden
birisi, "Ey, hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, sizler hiç
şüphesiz Muhammed'in peygamber olduğunu biliyorsunuz.. Andolsun ki o size,
peygamberiniz hakkındaki meseleyi çok güzel izah etti... Yine, yemin ederim ki,
bir peygamber ile lânetleşmeye girmiş olan her kavmin, büyüğünün küçüğünün
öldüğünü; eğer siz de bunu yaparsanız, bunun sizin kökünüzü kurutacağını
biliyormusunuz.. Madem ki bu dinde kalmak istiyorsunuz, o halde o adamla bir
anlaşma yapın, sonra da ülkenize dönün!" dedi. Bunun üzerine onlar,
Allah'ın Resûlü'ne gelerek, şöyle dediler:
"Ey Ebâ'l-Kâsım,
biz seninle lânetleşmemeye, seni kendi dininde bırakmaya, kendimiz de kendi
dinimiz üzre kalmaya karar verdik.. O halde, malımız, mülkümüz hususunda
anlaşmazlığa düştüğümüzde aramızda hükmedecek ashabından birisini beraberimizde
yolla... Çünkü siz bizim nazarımızda kabule şayan kimselersiniz./'
Bunun üzerine Hz.
Peygamber onlara:
"Öğle sonu yanıma
geliniz de, çok kuvvetli ve güvenilir bir hakemi sizinle beraber
yollayayım.." dedi. Hz. Ömer ise içinden şöyle diyormuş: "Ben hiçbir
zaman emirlikten hoşlanmadım. Fakat o gün, kendimin tayin edilmesini umuyordum.
Öğle namazını Allah'ın Resulü ile kıldığımızda, O, selâmdan sonra, sağa ve sola
bakmıyordu.. Ben de, beni görsün diye ileri atılıyordum. O ise, sürekli göz
gezdiriyordu. Nihayet Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'ı gördü. Onu çağırdı ve:
"Onlarla git;
ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında hak ile hüküm ver"
dedi.. Hayatımda itk
defa arzuladığım emirliği, idareciliği de Ebu Ubeyde alıp götürdü.."
Bil ki bu rivayetler
dinî konuları açıklama ve her türlü şüpheyi giderme hususunda münazara etmenin
peygamberlerin yöntemi olduğuna; münazarada bulunmanın ve meseleleri
araştırmanın doğru olmadığını savunan "Haşviyye"nin yolunun ise
kesinlikle bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Allah en iyisini bilendir.
[3]
Bil ki, bu sûrenin baş
tarafı, çok güzel ve hayranlık verici bir tertip (söz dizisi) arzetmektedir. Bu
böyledir,
çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s) ile tartışmaya giren o hristiyanlara sanki şöyle denilmek istenmiştir:
"Sizler, ya
Allah'ı tanımak veyahut da nübüvvet hususunda münazaa ediyorsunuz... Eğer
münazaanız Allah hakkında ise, sizler Allah'ın bir çocuğu olduğunu
söylüyorsunuz;Hz. Muhammed ise.O'nun bir çocuğu olmadığını söylüyor. Aklî ve
kat'î delillerle hak, Hz. Muhammed'den yanadır. Çünkü aklî delillerle Cenâb-ı
Hakk'ın Hayy ve Kayyûm olduğu sabittir. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir
çocuğunun bulunması, aklen imkânsızdır. Eğer tartışmanız nübüvvet konusunda
ise, bu da geçersizdir. Çünkü Allah Tevrat ve İncil'i Hz. Musa ve İsa'ya sizce
hangi yol ile indirmisse aynı şey Hz. Muhammed (s.a.s) için de variddir. Bu yol
ise, ancak mucize yoludur ki, bu mucize burada da mevcuttur. O halde, nübüvveti
konusunda, O'nunla çekişmeniz nasıl mümkün olur?" İşte, âyetin münasebet
vechi ve yönü budur... Bu, son derece güzel ve uygun bir münasebettir. O halde
biz burada şu iki konuyu gözden geçirelim:
Birinci konu:
Bu, "İlahiyaf'la ilgili konulardır. Biz şöyle diyoruz: "Allahu Teâlâ,
Hayy ve Kayyûm'dur. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir çocuğunun bulunması
imkânsızdır.. Biz Allahu Teâlâ'nın Hayy ve Kayyûm olduğunu söyledik.. Çünkü O,
zâtı gereği "Vâcibu'l-vücud"dur. O'nun dışında kalan bütün varlıklar
ise, zâtı gereği "mümkin", "muhdes" dir; onların meydana
getirilmesi (tekvin), yaratılması ve icad edilmeleri, daha Önce izah etmiş
olduğumuz gibidir. Bunlar, Hak Teâlâ'nın, "Allah (o AUah'dır ki),
kendinden başka hiçbir Tanrı yoktur " (Bakara. 255) âyetinin tefsirinde
geçmişti. Bütün bu varlıklar "muhdes" ve mahlûk (yaratılmış) olunca,
onlardan herhangi birisinin Allah'ın çocuğu ve de ilâh olması imkânsız olur.
Nitekim Cenâb-ı Hak: "Göklerde ve yerde olan herşey, istisnasız, O Rahman
(pek merhametli) olan Allah'a bir kul olarak gelecektir" (Meryem. &4)
buyurmuştur.
Yine, ilâh olanın Hayy
ve Kayyûm olmasının gerektiği sabit olup, Hz. İsa'nın ise, çocuk olduğu, yeyip
içip abdest bozduğu için, Hayy ve Kayyûm olamıyacağı da sübut bulunca; öte
yandan hristiyanlar ise, Hz. İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümü kendisinden
savuşturmadığını iddia edip kabul edince, işte böylece Hz. İsa'nın Hayy ve
Kayyûm olmadığı kesinlik kazanmış olur. Bu da, onun ilâh olamıyacığına kat'î
olarak hüküm vermeyi gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Hayy ve Kayyûm "{Bakara, 255»
tavsifi, hristiyan-ların "teslîs" (üçleme) hususundaki görüşlerinin
bâtıl olduğuna delâlet eden bütün delilleri ihtiva etmektedir."
İkinci konu:
Nübüvvet'le ilgilidir; ki işte bu hususu Cenâb-ı Hak burada, son derece güzel
ve mükemmel bir biçimde anlatmıştır. Bu böyledir. Çünkü HakTeâlâ: "O, sana
Kftâb'ı hak olarak indirdi" (kuimran, 3)buyurmuştur ki bu, bir dava
(iddia) durumundadır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu davanın doğruluğuna delâlet edecek
delilleri getirerek şöyle demiştir: "Ey yahudi ve hristiyanlar! Allahu
Teâlâ'nın, insanlara hidayet olmak üzere Tevrat ve İncil'i inzal ettiği
hususunda bize muvafakat ediyor ve Tevrat ve İncil'in ilahî kaynaklı iki kitap
olduğunu kabul ve ikrar ediyorsunuz.. Çünkü Allahu Teâlâ, bunları indirirken,
sözü hak olan ile sözü bâtıi olanı birbirinden ayırmaya delâlet edecek olan
mucizeyi de birlikte göndermiştir. Mucize ile, doğru olan dâva ile yalan olan
davayı birbirinden ayırmak mümkün olunca, hiç şüphe yok ki bu apaçık bir fark
olmuş olur.
Sonra mucize olan bu
hak ile bâtılın arasını ayırma işi, Tevrat ve İncil'in Allah katından
indirildiği hususunda söz konusu olduğu gibi, Kur'ân'ın da Allah katından
indirildiği hususunda da söz konusudur. Yol aynı olunca, bu durumda vâcib olan,
Berâhime (Brahmanlar)'nin görüşünde olduğu gibi, ya hepsini yalanlamak veyahut
da müslümanların inancında olduğu gibi, hepsini tasdik etmek olur. Ama,
bunların bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek ise, bir cehalet ve
bir taklittir.
Sonra Cenâb-ı Hak, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in getirdiği şeyde, Kur'ân'da, ilahı tanıma hususundaki
umdeler ile Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini isbat hususundaki umdeleri
zikredince, bundan sonra geriye, O'nun dini konusunda7 tartışmaya girenler için
herhangi bir mazeret kalmamıştır. İşte böylece, muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunun
peşinden tehdit ve vaîdini getirerek, "Allah 'm âyetlerini inkâr edenler
yok mu? Onlar için pek yaman bir azâb vardır. Allah, cezada amansız bir gâlib-i
mutlakdir" (Aı-ı imran, 4) buyurmuştur.
Böylece zapta,
(kavramaya), güzel tertip ve mükemmel telife bu sözden daha yakın bir kelâm
bulunmasının mümkün olmadığı ortaya çıkmış oldu. Bu
miskîni, bu hususlara
hidayet eden Allah'a hamdolsun. Sınırsız nimetlerine mukabil, şükür ancak
O'nadır.
Allah'ın bu sözünden
esas maksadın ne olduğunu özetledikten sonra, lafızlarından her birinin
tefsirine geçebiliriz.
HakTeâlâ'nın:"Allah
o Allah'dır ki, O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur" buyruğu, hristiyanlara
bir reddiyedir. Çünkü onlar, Hz. İsa'ya ibâdet edileceğini söylüyorlar. Böylece
Allahu Teâlâ, kendisinden başka hiç kimsenin ibâdete müstehak olmadığını beyan
buyurmuş, sonra da bunu gösterecek hususları da onun peşinden getirerek,
"Hayy ve Kayyûm'dur" buyurmuştur. "Hayy" çok faal olan ve
en üstün derecede idrâk sahibi olan (fe'âl derrâk)'dır. "Kayyûm" ise,
O'nun kendi zatıyla kaîm olması; mahlukâtın, yaşantılarında muhtaç olacakları
gece ile gündüzü, sıcak ile soğuğu, rüzgâr ile yağmuru ve kendisinden başka hiç
kimsenin kadir olamayacağı ve sayamayacağı nimetleri veren ve, bütün mahlûkatın
işlerini tedbir eden varlık demektir. Nitekim Hak Teâlâ: "Allah'ın
nimetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız" (Nahi, ıe) buyurmuştur.
Hz. Ömer, burayı fûll
^i şeklinde okumuştur. Katâde ise el- Hayy kelimesini, "ölümsüz, diri
olan"; el kayyûm kelimesini ise, "mahlûkatının işlerini, ecellerini
ve rızıklarını tedbir eden, yöneten" diye tefsir etmiştir.
Saîd İbn Cübeyr'den,
Hayy kelimesini, "Her canlıdan önce diri olan", " Kayyûm "u
ise, "Eşi ve benzeri olmayan" diye tefsir ettiği rivayet edilmiştir.
Biz, Bakara sûresinde
"el-hayyu'l-kayyûm" sözümüzün, Allah hakkında muteber olan bütün
sıfatlan ihata ettiğini söylemiştik. "Mabûd" olanın, Hayy ve Kayyûm
da olması gerektiği; aklın bedaheti ile hislerin de Hz. İsa (a.s)'nın hayy ve
kayyûm olmadığına delâlet ettiği - Onlar Hz. İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümden
dolayı korku duyup çığlıklar attığını söylediği halde, Hz. İsa nasıl hayy ve
kayyûm olabilir ki- sabit olunca, biz kesin olarak Hz. İsa'nın bir ilâh ve
Cenâb-ı Hakk'ın da oğlu olmadığını anlamış olduk. Allah, zalimlerin söylemiş
olduğu bu gibi şeylerden çok çok yücedir.
[4]
"O, sana kitabı
hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak indirdi. Bundan evvel de
Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti" ( Âl-İ İmran. 3).
Cenâb-ı Hakk'ın:
"O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak
indirdi" buyruğuna gelince, kut ada
geçen'' Kftap'' dan maksat Kur1 ân' dır. B\z. bu teUmenin iştikakını, Bakara
sûresinin başında anlatmıştık. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın indirilmesini
"tenzil"; Tevrat ve İncil'in indirilmesini ise, "inzal" ile
ifâde buyurmuştur. Çünkü, "tenzil" çokluk ifâde eder. Allahu Teâlâ da
Kur'ân-ı Kerim'i müteaddit detalarda parça parça indirmiştir. Böylece, bunda
çokluk mânası bulunmuş olur. Tevrat ve İncil'i ise, tek bir defada indirmiştir.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu kitaplar hakkında "inzal"
kelimesini özellikle kullanmıştır. Bir kimse, "sizin söylediğiniz bu
husus, Cenâb-ı Hakk'ın: "Kitabı
kuluna indiren Allah'a hamd olsun" (Kehf, ı>ve Biz onu hak olarak
indirdik, o da hak olarak indî" (Isra, 105) âyetleriyle bir müşkillik
arzetmektedir". (Zira buralarda Kur'ân'ın indirilmesini bildirmek için de
inzal tabiri kullanılmıştır) diyebilir.
Bil ki Allahu Teâlâ
Kur'ân-ı Kerim'i şu iki vasıfla tavsif etmiştir.
Birinci vasıf: O'nun
(= hak ite) sözüdür. Ebu Müslim bu tabirin şu mânâlara gelebileceğini
söylemiştir:
a) Geçmiş
ümmetlere dair ihtiva ettiği haberler konusunda sadık ve doğrudur.
b) O'nda
bulunan va'ad ve vaîdler, mükellefi İnançlar ve ameller hususunda hak olan yola
yapışmaya sevkedip, onu bâtıl yollara sülük etmekten de men eder.
c) O, hak
ile bâtılı birbirinden ayıran bir "kavl-İ fasl" olduğu, bir şaka
(hezl) olmadığı mânasında olmak üzere, bir haktır.
d) Esamm
şöyle demektedir: Bunun mânâsı, "Allahu Teâlâ Kur'ân'ı, mahlûkata vâcib
olan kulluk, nimetlere şükür, huşu ve inkıyadı izhar etme anlamında bir hak
ile; bazı kimselerin bazıları üzerinde bir hakkı olan adalet
ve muamelât
hususlarındaki insaf ve itidal anlamındaki bir hak ile indirmiştir.."
demektir, (Yani Kur'ân, Allahu Teâlâ'nın rnahlukatı üzerindeki hakları ile
insanların birbirleri ile olan münasebetlerinde^ haklan bildirmektedir, demek
istiyor.)
e)
"Allahu Teâlâ o Kur'ân'ı, birbiriyle çelişen bozuk mânâlarla değil, hak
ile indirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onu kulu (Muhammed'e) indirdi ve
kendisinde hiçbir eğrilik yapmadı" (Kem, 1) ve "Eğer o, Allah'tan
başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok şey
bulurlardı" (Nisa. 82) buyurmuştur.
[5]
İkinci vasıf:
O'nun "Kendinden öncekileri de tasdik edici olarak" indirilmesidir.
Bunun mânâsı, "Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin (a.s) kitaplarıyla, Allah
(c.c)'dan haber verdikleri şeyi tasdik eder" demektir.
Sonra bu âyetle ilgili
olarak şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Allahu
Teâlâ bununla Kur'ân'ın sıhhatine işaret etmek istemiştir. Çünkü, Kur'ân eğer
Allah'dan başkası tarafından olmuş olsaydı, diğer kitaplara muvafık olmazdı.
Zira Hz. Peygamber, hiçbir âlimle bir araya gelip görüşmemiş, hiç kimseye
talebelik yapmamış ve hiç kimseden birşey okumamış bir "ümmî" idi.
(Kur'ân'ın uydurulmuş olduğunu söyleyenlere göre) onu uyduranın vasfı böyle
olunca, onun yalan ve tahriften uzak ve salim olması imkânsız olur. Peygamber
ise böyle olmayınca, O'nun bu kıssaları ancak Allah'ın vahyi ile öğrenip
haberdar olduğu ortaya çıkar.
b) Ebû
Müslim şöyle demektedir: "Bundan murad şudur: Allahu Teâlâ bütün
peygamberleri, zâtını bir tanımaya, O'na imân etmeye, O'nu kendisine yakışmayan
şeylerden tenzih etmeye; adalet, ihsan ve her zaman yegâne çıkar ve faydalı yol
olan dinî hükümlerle emretmeye davet etmek için göndermiştir. Binâenaleyh
Kur'ân-ı Kerim, bütün bu hususlarda o kitapları (tahrif edilmemiş şekliyle)
tasdik etmektedir.
Geriye ise, âyetle
ilgili olarak şu iki soru kalmaktadır:
Birinci soru:
Allahu Teâlâ, Kur'ân'dan önce indirilmiş olanları, niçin "onun önündei
diye adlandırmıştır?
Cevap: O
haberler son derece aşikâr olduğu için, onları bu isimle vasfetmiştir.
İkinci soru: Kur'ân,
kendisinden önceki hükümlerin birçoğunu neshettiği halde, kendinden önceki
kitapları nasıl tasdik etmiş olur?
Cevap:
Kitapları Kur'ân ve O'nun peygamberi olan Hz. Muhammed'i müjdeleyici,
hükümlerinin Hz. Muhammed gönderilinceye kadar geçerli olduğuna ve Kur'ân
inince hükümlerinin mensuh olacağına defâlet edince, bu kitaplar Kur'ân'a
muvafık olmuş olurlar. Böylece de Kur'ân, onları tasdik etmiş olur. Bazı
ahkâmın dışında, Kur'ân'ın, o kitapları tasdik edici olduğu konusunda herhangi
bir şüphe yoktur. Çünkü, ulûhiyyet ile İlgili konuların delilleri, burada
değişmez. O halde Kur'ân, Tevrat ve İncil'de varid olan haberler hususunda
onları tasdik etmiş olur.
Sonra Allahu Teâlâ:
"Bundan evvel de Tevrat'ı ve İncin indirmişti" buyurmuştur. Bu
hususta birkaç mesele vardır:
[6]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: a'cemî (Arapça olmayan) iki isimdir. Bu kelimelerin Tevrat ve İncil
iştikâklarıyla meşgul olmanın bir faydası yoktur."
Masan el-Basrî, hemzenin fethasıyla şeklinde okumuştur ki bu da bu
kelimenin Arapça olmadığına delâlet eder. Çünkü, hemzenin fethasıylaI kalıbı,
Arapça'nın vezinleri arasında yer almaz. Bil ki bu görüş, kendisinden kaçışın
mümkün olmadığı hak bir görüştür. Bununla beraber, edebiyatçıların bu konudaki
sözlerini nakledelim...
kelimesi hakkında, şu
üç bahis vardır:
Birinci bahis:
Kelimenin iştikakı hakkındadır. Ferrâ şöyle demektedir: "Tevrat"
kelimesinin mânâsı, aydınlık ve nûr demektir. Bu kelime Arapların, çakmak
taşını çeliğe vurup da ateş çıktığında söyledikleri, ifâdesinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı
Hak:"Kasem olsun (tırnaklarıyla) ateş çıkaran (atlara).." (Adiyat, 2)
buyurmuştur.
Yine Araplar, derler.
Bunun manası, "Senin sayende hayır bana göründü" demektir. Buna göre
Tevrat kendisi vesilesiyle hak zuhur edip ortaya çıktığı için, bu ismi
almıştır. Bu mânaya Hak Teâlâ'nın, "Andolsun ki biz Musa ile Harun'a bir
ziya, takva sahipleri için de bir şeref olan Furkân'ı verdik" (Enbiya, 43)
âyeti de delâlet etmektedir.
İkinci bahis:
Edebiyatçılar bu kelimenin vezni hakkında şu üç görüşü öne sürmüşlerdir:
Birinci görüş:
Ferrâ, bu kelimenin aslının, tâ harfinin fethası, vâv harfinin sükûnu ve râ ile
yâ harflerinin fethasıyla şeklinde
olduğunu; ancak ne var ki yâ harfi hareketi otup, kendisinden önceki harfin
harekesi de fethalı olduğu için, bu yâ harfinin elife çevrilmiş olduğunu
söylemiştir.
İkinci görüş:
Yine Ferrâ, "Bu kelimenin, vezninde olmasının da caiz olduğunu; buna göre
kelimenin aslının İjjjî şeklinde olabileceğini, ancak ne var ki, Tay
kabîlesjnin lehçesine göre, râ harfinin kesresinin fethaya çevrildiğini; çünkü
onların kelimesini kelimesini de şeklinde telâffuz ettiklerini" de
söylemiştir.
Nitekim şair: ''Dünya
hiçbir canlı İçin bakî ve ebedi kalıcı değildir. Hiçbir canlı da dünyada baki
değildir" demiştir.
Üçüncü görüş;
Bu, el-Halil ile Basrajıların görüşüdür. Buna göre kelimenin aslı, kalıbında
olmak üzereür. Daha sonra birinci vâv harfi tâ harfine çevrilmiştir. Arapça'da
bu tür "kalb"ler (çevirme) pek çoktur. Meselâ, (kültür, miras);i (çok yemenin sebep olduğu
rahatsızlık) vetevekkül) kelimeleri gibi.. Daha sonra, yâ harfi harekeli olup,
kendinden önceki harfin harekesi de fetha olduğu için, elife çevrilerek kelime
halini almıştır. Bu kelime, aslında olduğu gibi yâ harfiyle yazılır. Bu görüşte olanlar, Ferrâ'nın
görüşünü tenkid etmişlerdir.
Birinci görüşü
hakkında, böyle bir kalıbın nadir olduğunu söylemişlerdir. Onlar sözlerini
şöyle sürdürmüşlerdir: "Bizim ileri sürdüğümüz kalıbı ise çok
kullanılmaktadır. Meselâ: (manastır);
(kuşun kursağı, midesi) ve (eski şey) kelimeleri gibi.. Halbuki, kelimeyi
daha çok kullanılan kalıba hamletmek daha münasiptir."
Ferrâ'nın ikinci
görüşü hakkında da, "Bu, lafzı ancak Tay kabilesinin diline nisbet etmekle
tam olur. Halbuki, Kur'ân, kesinlikte bu lehçeyle nazil olmamıştır"
demişlerdir.
Üçüncü bahis:
Tevrat kelimesi iki şekilde okunur: İmâle ve "tefhim" "kafin)
ile.. Tefhim ile okuyanlar, râ harfinde tekrir sıfatı bulunduğu için,
imâleyenâni olmasından dolayı okumuşlardır. Allah en iyisini bilendir.
(İncîl) lafzına gelince, bu hususta da şu
görüşler ileri sürülmüştür:
a) Zeccfic
şöyle demektedir: "Bu kelime,
(Çocuk, aslolan, nesil) ökünden olup, kalıbındadır. Nitekim i denilir.
Yani, "Allah, ebeveynine lanet etsin" demektir. İşte bundan dolayı bu
kitap (İncil) bu
isimle
adlandırılmıştır. Çünkü, İncîl, (hristiyanlık) dini hususunda kendisine
başvurulan bir astl ve temeldir."
b) Bazıları
da, İncil'in, Arapların bir şeyi çıkarıp ortaya koyduklarında söylemjş
olduklarıtabirinden alınmıştır. Meselâ, kuyudan çıkartılan suya; su gözeden
sızıp çıktığında dadenilir. Kendisi ile hak ortaya çıktığı için, İncil'e de bu
ad verilmiştir.
c) Ebû Amr
eş-Şeybanf şöyle demektedirkelimesi, karşılıklı çekişmek anlamına gelir. İşte
bu sebeple bu kitap, hristiyan topluluğu kendisi hakkında çekişip tartışmaya
girdiği için, "İncîl" diye adlandırılmıştır."
d) Bu
kelime, "gözü büyük" anlamına gelen J£j kelimesinden alınmıştır.
(geniş yara, mızrak yarası) denilmesi de, bundan dolayıdır. İncîl de, Allahu
Teâlâ'nın onlar için gönderdiği bir nûr, bir ziya ve bir genişlik olduğu için,
bu adı almıştır.
[7]
Ben derim ki, o
edîblerin (dilcilerin) durumu çok şaşırtıcıdır. Onlar, her lafzın mutlaka bir
başka şeyden alınmış olmasını âdeta şart koşuyorlar! Eğer durum böyle olsaydı,
ya teselsül, ya da devr-i fasit gerekirdi. Bu iki şey de bâtıl olunca, önce,
diğer kelimelerin kendisinden iştikak edebilmesi için, daha Önce vaz olunmuş
başka lafızların bulunması gerektiğini itiraf etmek vâcib olur. Durum böyle
olunca, onların bir başka şeyden müştak olduğunu söyledikleri bu lafzın, asıl;
o başka lafzın ise, fere olması niçin caiz olmasın? Onlara, bunun fere, şunun
da asıl olduğunu kim söylemiş ki?. Çoğu kez onların fere ve müştak olarak kabul
ettikleri şey son derece meşhur; onların asıl kabul ettikleri berikisi ise, son
derece saklı olabilir, tanınmaz..
Yine şayet Tevrat, çok
açık olduğu için "Tevrat"; İncil de asıl olduğu için
"İncil" olarak isimlendirilmiş olsaydı, açık ve zahir olan her şeyin
Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi. Böylece de bütün görünen hadiselerin
Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi.
Yine bir başka şeyin
asit olan her şeyin de, İncil diye adlandırılması gerekirdi. Meselâ, çamur,
küpün aslıdır; o halde çamurun İncil diye; altın, yüzüğün aslı; iplik de
elbisenin aslıdır... Binâenaleyh, bütün bunların da incil diye adlandırılmaları
gerekirdi.. Halbuki bunların, böyle isimlendirmediği herkesçe malumdur.
Sonra onlar, her
kelimeye mutlaka bir asıl bulmak gerektiğini kendilerine zarurî görünce, onlar
yine ilk konulmuş olan kelimeye sarılıyor ve şöyle diyorlar:
"Araplar şu iki
lafzı, şu iki manaya, "vaz" yoluyla, tahsis etmişlerdir." İşin
sonunda maksat ve gaye, yine "vaz"'a başvurmak suretiyle
tamamlanınca, o halde daha niçin işin başında buna tutunmuyor ve kendimizi, bu
kelimelerin aslını araştırmaya dalmaktan kurtararak rahatlatmıyoruz?..
Şunu da söyleyeyim ki,
Tevrat ve İncil kelimeleri, Arabça olmayan iki isimdir. Bunlardan birisi
İbranice, diğeri ise Süryanice'dir. O halde, daha nasıl aklı olan kimsenin,
bunları Arapça kalıblara uydurmakla meşgul olması yakışır?.. Binâenaleyh, aklı
olan kimseye yakışan en uygun yolun, bu gibi konulara iltifat etmemesi olduğu
ortaya çıkmıştır. Allah en iyisini bilendir.
[8]
"... Bundan Önce
(Tevrat ve İncü't indirdi) (ki onlar) insanlar için bir hidâyetti. Hak ile bâtılı
ayırdeden hükümleri indirdi. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar
için pek çeün bir azâb vardır. Allah cezada
amansız bir gâlib-i
mutlaktır. Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbirşey Allah'a gizli kalmaz.
Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur. O'ndan
başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlakgâlibtir.
Yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir" (Âl-i İmrân, 4-6).
HakTeâlâ'nın
"-.Bundan önce (Tevrat ve İncil'i) indirdi" buyruğuna gelince, bil ki
Allahu Teâlâ, Kur'ân'ı indirmeden önce Tevrat ve İncil'i indirdiğini beyan
etmiş, daha sonra da Tevrat ve İncil'i, insanlar için bir hidâyet rehberi
olsunlar diye indirdiğini açıklamıştır.
Ka'bî şöyle der:
"Bu âyet, Kur'ân'ın kâfirler için bir körlük olup onlar için bir hidâyet
sebebi olmadığını iddia edenlerin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder.
Cenâb-ı Hakk'ın: "O, onlara karşı
bir körlüktür' (Fussüet. 44) âyetinin mânâsına, müşriklerin Kur'ân indiğinde,
mecazî mânada olmak üzere, körlüğü seçmeleri de delâlet etmektedir. Bu, kavmi kendisini
dinlemediği zaman Nuh
(a.s)'un söylemiş olduğu"Öenfm davetim, onların ancak kaçmalarını
artırdı" (Nuh, s) demesi gibidir.
Bil ki, Hak Teâlâ'nın,
"İnsanlar için bit hidâyettir" beyanı ile ilgili şu iki ihtimal
bulunmaktadır:
1- Bunun,
sadece Tevrat ve İncil ile ilgili olmasıdır. Bu takdire göre Cenâb-ı Hak,
Kur'ân'ı "Hak" diye; Tevrat ve İncil'i ise, "Hidâyet
rehberi" diye vasfetmiş olur ki, bu iki vasıf birbirine yakın şeylerdir.
Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinin başında, Kur'ân'ı müttakiler
için bir hidâyet rehberi olarak vasfetmiştL Öyleyse daha niye burada onu böyle
vasf etmem iştir?" denilirse, biz deriz ki burada bir incelik söz
konusudur: Çünkü biz Bakara sûresinde, Cenâb-ı Hakk'ın, bu hidâyetten ancak
müttakiler istifâde ettiği için jS*^. w>^* "Müttakiler için bir hidâyet
rehberi..." (Bakara. 2) buyurduğunu söylemiştik. Böylece Kur'ân bu yönden,
başkaları için sadece müttakiler için hidâyet kaynağı olur. Ama burada,
hristiyanlarla yapılan bir münazara söz konusu olup, onlar da Kur'ân sayesinde
hidâyete ermeyince, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak burada Kur'ân hakkında,
"O bir hidâyettir" demeyip, aksine "Onlar ister kabul etsinler
isterse etmesinler, bu Kur'ân bizatihî bir haktır" demiştir. Tevrat ve
İncil'e gelince, onlar bu ikisinin sıhhatine inanıyor ve biz müslümanlann,
dinimizde, Tevrat ve İncil hakkında iftirada bulunduğumuzu iddia ediyorlardı.
İşte, bundan dolayı Cenâb-t Hak, Tevrat ve İncil'i "hidâyet" diye
vasfetmiştir. İşte, aklıma gelen budur. Allah, en iyisini bilendir.
2- Bu,
müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hak, üç kitabı da
"hidâyet rehberi" olarak vasfetmiştir. Böylece bu vasıf. Tevrat ve
İncil'e mahsûs olmayıp, bütünüyle ilgili olmuş olur.
Cenâb-ı Hak sonra,
"Hak ile bâtılı ay/rdeden hükümleri indirdi" buyurmuştur.
[9]
Müfessirlerin ekserisi
bu hususta şu üç görüşü Delinmişlerdir
a)
"Furicân"dan maksat, Zebur'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Davud'a d*
Zebur'u verdik" (Nisa, ıw) buyurmuştur.
b) Bundan
maksat, Kur'ân-ı Kerim'dir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın şanını yüceltmek, hak ile
bâtılın arasını ayırması sebebiyle de onu medhetmek için, tekrar zikretmiştir.
Veya şöyle de denilebilir: Cenâb-ı Hak, yahudî ve hristiyanların aralarında,
hak ve bâtıl hususunda meydana gelen ihtilâfların
arasını ayırsın diye
Kur'ân't, Tevrat ve İncil'den sonra indirdiğini beyan etmek için, yeniden
zikretmiştir. Bu mânaya göre bir tekrar bulunmamaktadır.
c) Bu,
müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. Buna göre bundan maksat şudur:
"Allahu Teâlâ bu üç kitabı bir hidâyet rehberi, bir delil ve kılavuz
kıfaığı gibi, aynı şekilde bunları helâl ile haram ve diğer şer'î hükümlerin
arasını ayırdeden, furkân kılmıştır. Böylece "furkân" kelimesi,
Allahu Teâlâ'nın bu kitaplarla, aklen ve naklen gerekli olan bütün şeyleri
beyan ettiğine delâlet eden bir söz olmuş olur. Bu âyet hususunda müfessirlerin
söylemiş olduğu sözün özeti, işte budur.
Bana göre burada bir
problem vardır: Bu kelimeyi "Zebur" mânasına hamletmek uzak bir
ihtimaldir. Çünkü Zebur'da, şer'î kanun ve hükümlere dair bir şey
bulunmamaktadır. Hatta, onda va'z ü nasihattan başka bir şey de
bulunmamaktadır. Binâenaleyh, çeşitli delilleri ve hükümlerin beyânını kapsayan
Tevrat ve facfll "Furkân" diye nitelemek, Zebur'u bu şekilde tavsif
etmekten daha evlâdır.
Bundan muradın Kur'ân
olması hususuna gelince, Hak Teâlâ'nın: buyruğu makabline atfedilmiş olması
itibariyle, uzak bir ihtimaldir.. Çünkü matuf, matufun aleyh'den başkadır.
Kur'ân ise, ifâdesinden önce zikredilmiştir. Binâenaleyh
bu,"Furkân"ın Kur'ân'dan da başka bir şey olmasını gerektirir. İşte
bu izahla, üçüncü görüşün de zayıflığı ortaya çıkar. Çünkü bu kitapların, hak
ile bâtılın arasını ayıran olmaları hususu, öteki kitapların da vasfıdır. Her
ne kadar pek nadir şiirlerde bulunsa bile, sıfatın mevsûfa atfedilmesi,
Allah'ın kelâmına yakışan fesahat türünden uzak olup, zayıf bir şeydir.
Bana göre bu âyetin
tefsirinde dördüncü bir izah şekii daha vardır ki, o da şudur: Burada
zikredilen Furkân sözünden maksat, Allahu Teâlâ'nın bu kitapları inzal buyururken,
bunlarla beraber indirmiş olduğu mucizeleridir... Bu böyledir, çünkü o
peygamberler bu kitabı getirip de, onların Allah tarafından ümmetlerine
indirilmiş birer kitap olduklarını iddia ettiklerinde, onlar bu iddianın isbâtı
hususunda bir delile ihtiyaç duyarlar... Böylece de, onların iddiasıyla
yalancıların iddiası arasında açık bir fark meydana gelmiş olur. Allahu Teâlâ
onların iddialarına uygun bir şekilde olmak üzere o mucizeleri izhâr edince,
gerçek dâva, iddia ile yalancı ve sahte dâva, iddia arasındaki fark ortaya
çıkmış olur. Buna göre mucize, Furkân olmuş otur. Allahu Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i
hak ile, Tevrat ve İncil'i de Kur'ân'dan önce indirdiğinden bahsedince, O,
kitap ile beraber "gerçek Furkân") da indirdiğini beyân buyurmuştur ki,
bu da o Kitap'ın doğruluk ve sıhhatine delâlet eden, onunla diğer muhtelif
kitaplar
arasındaki farkı
gösteren ezici ve kahir bir mucizedir. Bana göre, âyetin tefsiri işte böyledir.
Farzet ki, müfessirlerden hiç kimse bunu söylememiş olsun.. Ancak ne var ki,
ilâhî kelâmı buna hamletmek, mânânın kuvvetini, lafzın büyüklüğünü, nazmın ve
tertibin dosdoğru olduğunu ifâde eder. Onların zikretmiş olduğu bu vecihier
ise, bütün bunlara ters düşer. O hâlde bizim söylediğimiz şey, evlâ olanıdır.
Allah ne murad ettiğini en iyi bilendir.
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
şu azıcık lafızlara, ilahî bilgileri alâkadar eden şeyler ile, nübüvvet
konusunun izahını ilgilendiren bütün hususları yerleştirince, bunun peşinden,
bu apaçık delillerden yüz çeviren kimseleri bu yaptıklarından men etmek için,
bir tehdit ve vaîdi getirerek 'Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar
için pek çetin bir azâb vardır. Allah cezada amansız bir gâlib-i
mutlaktır" buyurmuştur.
Bil ki bazı
müfessirler bu âyeti, sadece hristiyanlarla ilgili kabul edip, umûm olan lafzı,
sebeb-i nüzûlüyle sınırlamışlardır. Muhakkik müfessirler ise, "sebeb-i
nüzulün hususî olmasının lafzın umumîliğine mâni olmayacağını söylemişlerdir. O
halde bu ifâde, ilâhî delillerden yüz çeviren herkese şamildir.
Allahu Taâlâ
sonra:"Allah cezada amansız birgâlibA mutlaktır" buyurmuştur.
jdj*lt kelimesi,
mağlub edilemeyen, yenik düşürülemeyen gâlib kimse demektir kelimesi ise,
cezalandırmak anlamına gelir. Bir kimse bir kimseyi cezalandırdığınddenilir.
Leys de, bir kimse bir kimsenin yaptığı şeye ceza ile bir mukabelede bulunduğu
zaman "Onu cezalandırıp intikamımı almadıkça, ondan razı olmam"
denildiğini söylemiştir.
kelimesi, cezalandırma hususunda tam ve
mükemmel bir kuvvetin bulunduğuna; püaiji ifâdesi ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu
cezayı ifâ edeceğine işaret etmektedirler. Buna göre, birinci sıfat
"zatî", ikinci ise "fiilî" sıfatlarından olmuş olur. Allah
en iyisini bilendir.
"Şüphe yok ki ne
yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Analarınızın rahminde sizi
nasıl dilerse öylece şekillendiren ö'dur. O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. O,
mutlak gâlibtir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir."
Bit ki bu kelâmın şu
iki hususa ihtimali vardır:
[10]
Birinci İhtimal: Allahu Teâlâ, kendisinin "Kayyûm" olduğundan bahsedip,
"Kayyûm" ise, mahtûkatın maslahatlarını ve işlerini ıslâh eden
olunca, bu da ancak, birincisi, O'nun bütün kemmiyet ve keyfiyetlere göre
onların ihtiyaçlarını bilmesi; ikincisi de, onların ihtiyaçlarım bildiğinde
bunları gidermeye muktedir olması olan şu iki husus ile tamam olunca; yine aynı
şekilde bunlardan birincisi, O'nun bütün malûmatları bilmesi; ikincisi de,
O'nun bütün mümkinâtlara kadir olmasıyla tahakkuk edince, buna göre Cenâb-ı
Hakk'ın, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey, Allah'a gizli
kalmaz" beyânı malûmatın tamamıyla ilgili olan ilminin kemâline işaret
olur ki, böyle olunca da Cenâb-ı Hak, muhakkak ki ihtiyâçların mikdarlarını,
zaruretlerin derecelerini biten, hiçbir taleb ve isteğin kendisini meşgul
edemiyeceği ve İsteyenlerin isteklerinin çokluğundan dolayı, hiçbir isteği
birbirine karıştırmayan bir yüce Zât olur.
Sonra O'nun,
"Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur"
sözü de, O'nun bütün mümkinâta muktedir olduğuna işaret olur ki, bu durumda da
Cenâb-ı Hak mahlûkatın hepsinin yararına olan şeyleri yaratıp halketmeye kadir
olmuş olur. Bu iki husus olunca da, Cenâb-ı Hakk'ın adaletle hükmedeceği, bütün
mümkinât ve kâinatın kayyûmu olduğu ortaya çıkmış oiur.
Sonra burada bir başka
incelik daha vardır ki, o da, bahsettiğimiz gibi, Cenâb-t Hakk'ın "Şüphe
yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey, Allah'a gizli kalmaz" buyruğu ile
ilmine işaret etmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın âlim olduğunu isbat etmenin yolunun
naklî bir delil olması caiz değildir. Çünkü naklî delilin sıhhatinin de
bilinmesi, "Hak Teâlâ'nın bütün malûmatı bildiğini" bilmeye dayanır.
Aksine bunun yolu, sadece aklî delildir. Bunu da, şöyle diyerek isbat
edebiliriz: Allahu Teâlâ'nın bütün fiilleri son derece muhkem ve sağlamdır.
Muhkem ve yerli yerinde olan iş, onun failinin âlim birisi olduğuna delâlet
eder. Allahu Teâlâ'nın âlim olmasının delili, bizim söylediğimiz bu husus
olunca ve O da, kendisinin bütün malûmatı bildiğini, "Şüphe yok ki, ne
yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" beyanıyla belirtince
bunun peşinden buna delâlet eden aklî delili getirmiştir ki, o da şudur:
Kendisinin, rahmin karanlıkları içerisinde şu hayranlık verici bünyeyi ve bu
ilginç terkibi şekillendiren; onu, gerek şekil, gerek tabiat ve gerekse nitelikleri
bakımından çeşitli olan uzuvlardan meydana getirmiş olan Zât olduğudur.
Buna göre bu bünyenin
bir kısmı kemik, bir kısmı kıkırdak, bir kısmı atar ve toplar damarlar ve bir
kısmı da kaslardan teşekkül eder. Sonra Cenâb-ı Hak, bunları birbirine, en güzel
bir biçimde ve en mükemmel bir biçimde ekleyerek, onları bir tenâsüb içinde
telif etmiştir. Bu da, O'nun kudretinin tanrılığına delâlet etmektedir. Çünkü
O, nutfenin bir damlasından, karakter, şekil ve renk bakımından muhtelif olan
şu uzuvları yaratabilmiştir...
Yine bu, Cenâb-ı
Hakk'ın âlim olduğunu da gösterir. Çünkü, son derece muhkem ve güzel olan bir
iş ancak, o işi çok iyi ve detayıyla bilen bir kimseden sudur eder. Buna göre
Hak Teâlâ'nın: "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren
Odur" beyânı, Cenâb-ı Hakk'ın bütün mümkinâta kadir olduğuna ve,
"Şüphe yok ki ne yerder ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz"
âyetinin ifâde ettiği mânanın doğruluğuna delâlet etmiş olur.
Allahu Teâlâ'nın bütün
malûmatı bildiği ve bütün mümkinâta kadir elduğu sabit olunca, O'nun bütün
""muhdes've "mümktnât'm "kayyÛm"u olduğu da ortaya
çıkmış olur. Böylece bütün bunların, daha önce CenâbJı Hakk'ın "Hayy"
ve "Kayyûm" olduğuna dair zikredilen hususların bir izahı gibi olduğu
ortaya çıkmış olur. Bütün bu incelikleri iyice düşünen kimse, bundan daha çok
faydalı; tertibi bundan daha güzel olan ve kalblerde bundan daha fazla müessir
olan bir kelâmın varlığının düşünülemeyeceğini anlamış olur.
[11]
İkinci ihtimal:
Bu, âyetlerin sebeb-i nüzule göre değerlendirilip açıklanmasıdır.Bu böyledir,
çünkü hristiyanlar Hz.İsa'nın ulûhiyyetini iddia etmişler ve bu hususta şu iki
çeşit şüpheye dayanmışlardır:
Bunlardan birisi,
müşahedeye dayanan birtakım mukaddimelerden çıkarılan (istihraç) şüphedir.
Diğeri ise, ilzâmî
olan birtakım mukaddimelerden çıkarılmış olan şüphedir.
Müşahedeye dayanan
birinci şüpheye gelince, onların bu husustaki dayanakları şu iki şeyedir:
a) İlmi
alâkadar eden husus.
b) Kudreti
alâkadar eden husus...
İlimle ilgili olana
gelince bu, Hz. İsa (a.s)'ntn gayb'den haber vermesidir. Meselâ o şu adama:
"Sen evinde şunu yedin!.. berikine de: "Sen de evinde şunu
yaptın!" diyebiliyordu. Hristiyaniarın bu çeşit şüpheleri,ilmi alâkadar
etmektedir.
Onların kudretle
ilgili olan şüphelerine gelince, bu, Hz. İsa'nın ölüleri diriltmiş olmast,
anadan doğma körlerle, alacalı hastalan iyileştirmesi; çamurdan kuş gibi
şekiller yapıp, ona üflemesi, akabinde de bunun, Allah'ın izniyle kuş olması.,
gibi hususlardan ileri geliyordu.
Hristiyanlann, işte bu
çeşit şüpheleri kudreti alâkadar eden şüphedir. Hristiyanların bu meselede, bu
iki çeşit şüpheden başka herhangi bir şüpheleri yoktur. Sonra Cenâb-ı Hak,
onların Hz. İsa'nın ulûhiyyeti konusundaki görüşleri ile, teslîs konusundaki
görüşlerinin bâtıl olduğuna, tavsifiyle istidlal edip "İlâhın Hayy ve
Kayyûm olması gerekir. Hz. İsa ise, ne Hayy'dır, ne de Kayyûm'dur" demek
isteyince, Hz. İsa'nın bir ilâh olmadığına kesinkes hükmetmek gerekmiştir.
Böylece de Cenâb-ı Hak, bu ifâdenin peşinden, bu iki şüpheye cevap olacak şeyi
iyice izah etmek için, işte bu âyeti getirmiştir.
[12]
Birinci şüpheye cevap: Bu şüphe ilmi alâkadar eden şüphe olup, bu da
onların, "Hz. İsa gayblardan haber vermiştir. Binâenaleyh onun bir ilâh
olması gerekir" demeleridir.
Cenâb-ı Hak bu
şüpheye, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah a gizli
kalmaz" diyerek cevap vermiştir. Bu cevabı şu şekilde açabiliriz: Hz.
İsa'nın gayba dair bazı şeyleri bilmesinden onun ilâh olması gerekmez. Çünkü
onun bunları ancak Allah'ın kendisine vahyetmesi ve ona bunları Öğretmesiyle
bilebileceği muhtemeldir. Ancak şu var ki, onun gayba dair diğer bazı şeyleri
bilip ihata edememesi, onun ilâh olmadığına kat'î olarak delâlet etmektedir.
Çünkü ilâh, yerde ve gökte hiçbir şeyin kendisine saklı kalamıyacağr Zâttır.
Çünkü ilâh, yaratan Zâttır. Yaratıcının ise, mutlaka, yarattığı şeyleri
detayıyla bilmesi lâzımdır. Hz. İsa (a.s)'nın ise, bütün malûmatı ve
mugayyebâtı (gaibleri) bilmediği zaruri bir keyfiyettir. Hem nasıl olur ki!
Hhstiyanlar, Hz. İsa'nın, onun kendi ölümünden dolayı feryâd ü figân ettiğini
söylüyorlar!... Eğer o, bütün gaybleri bilmiş olsaydı, kavminin kendisini
yakalayıp öldürmek istediklerini, ve böylece de ona eziyyet edip acılar
tattıracaklarını bilir ve böylece de onlar kendisini yakalamadan önce, onlardan
kaçardı!.. Gayba dair bu şeyleri bilemeyince, onun bütün malûmatı ve
mugayyebâtı bilmediği, haliyle ortaya çıkmış olur. Halbuki ilâh ise, hiçbir
malûmatın kendisine saklı kalamıyacağı bir zâttır. Binâenaleyh, Hz. İsa'nın bir
ilâh olmadığına'kesinlikle hükmetmek gerekir.
Böylece de gayba dair
bazı şeyleri bilmek ile istidlal etmenin, ulûhiyyetin bulunduğuna delâlet
edemeyeceği sabit olmuş olur. Ama, gayba dair bazı
şeyleri bilememek, o
kimsenin bir ilâh olmadığına kesinlikle delâlet etmektedir. İlmi alâkadar eden
birinci şüpheye verilen cevap işte budur.
İkinci şüpheye cevap, ki bu şüphe kudret ile ilgili olan şüphedir. Allahu
Teâjâ bu şüpheye de, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece
şekillendiren Odur" beyanıyla cevab vermiştir. Buna göre mâna şöyledir:
Bazı şekil ve suretlerde, onun sözüne uygun olarak öldürüp diriltmenin
bulunması, Hz. İsa'nın ilâh olduğunu göstermez. Çünkü, Allahu Teâlâ'nın bu diriltme
sayesinde, onun mucizesini izhâr etmek ve ona ikramda bulunma ihtimali
mevcuttur.
Ama, Hz. İsa'nın bazı
suret ve şekillerde öldürme ve diriltmeyi meydana getirememesi, onun ilâh
olmadığına delâlet eder. Bu böyledir, çünkü ilâh nutfenin en küçük parçasından,
rahimlerde şu hayranlık uyandıran terkibi ve bu şaşırtıcı telif ve teşkili
meydana getirmeye kadir olan zâttır. Hz. İsa'nın ise, bu tarzda öldürüp
diriltmeye kadir olamadığı matûmdur. Hem nasıl olur ki?.. Eğer o buna kadir
olsaydı, hristiyanların iddiasına göre, onu yakalayıp öldüren kimseleri, aksine
o öldürürdü. Böylece, bazı şeylerde onun sözüne uygun olarak öldürüp
diriltmenin bulunması onun bir itâh olduğuna delâlet etmeyeceği ortaya çıkmış
olur. Ama, bazı şekil ve suretlerde, onun maksadına uygun bir şekilde öldürüp
diriltmenin olamaması, onun bir ilâh olmadığına delâlet eder. Böylece şu
anlattıklarımızla, bu ikinci şüphenin de hükümsüz ve mânâsız olduğu ortaya
çıkmış olur.
İlzâmî olan İkinci
şüpheye gelince, bu, ilzâmî olan birtakım mukaddimelere dayandırılan şüphedir.
Bu da, iki çeşittir:
a)
Hristiyanlar şöyle diyorlar: "Ey müslümanlar, Hz. İsa'nın beşer olan bir
babasının olmadığı hususunda bize muvafakat ediyorsunuz. O halde, Hz. İsa'nın
Allah'ın oğlu olması gerekir!" İşte Cenâb-ı Hak buna da,
"Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren O'dur"
diyerek cevap vermiştir. Çünkü âyette söz konusu olan "şekillendirme"
işi, Allah'tan sudur eden bir iş olunca, işte bu sebeple Allahu Teâlâ isterse
onu, bir babanın nutfesi vasıtasıyla şekillendirir, isterse bir baba olmaksızın doğrudan
doğruya şekillendirir.
[13]
b)
Hristiyanlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Hz. İsa'nın, "Allah'ın
kelimesi ve ruhu" olduğunu söylemiyor musun? İşte bu da onun, Allah'ın
oğlu olduğuna delâlet eder.." dediler. Cenâb-ı Hak da, buna şu şekilde
cevap vermiştir: "...Bu lafzı bir ilzamdır. Lafz ise, hakikî ve mecazî
mânalara gelebilir.. Lafzın zahiri aklî delile ters düşecek bir biçimde varid
olursa, müteşâbihat faslından olur. O halde bu lafzı tevil etmek gerekir. İşte,
bu da Hak Teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren O'dur. O'ndan bir kısım âyetler
muhkemdir ki, bunlar kitâbm anası (esast)dır. Diğer bir kısmı da,
müteşâbihtirler..." (âı-ı imrân buyruğu ile kastettiğidir. Bizim bu
anlattığımız şeylerle, O'nun tavsifinin, Mesih'in ne ilâh, ne de Allah'ın oğlu
olmadığına delâlet eden delile işaret olduğu ortaya çıkmış olur. Hak Teâlâ'nın,
"Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz"
beyânı, ilmi alâkadar eden şüphelerine cevap; "Analarınızın rahminde sizi
nasıl dilerse öylece şekillendiren O'dur" beyanıise, onların, Hz. İsa'nın
öldürüp diriltmeye kadir olması ile onun beşer olan bir babasının olmaması,
bundan dolayı da onun Allah'ın oğlu olması gerektiği şeklindeki istidlallerine
bir cevap; Hak Teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren O'dur. O'ndan bir kısım
âyetler muhkemdir ki bunlar kitâbm anası (esası)dır. Diğer bir kısmı da,
müteşâbihtirler..." (âı-i imrân, 7) âyeti de, onların Kur'ân'da, "İsa
Allah'ın ruhu ve kelimesidir" şeklinde bulunan tavsîfe (Nisa,
i7i)tutunmalarına bir cevaptır. Bizim söylediğimiz ve özetlediğimiz bu
açıklamaları, kim iyice anlar ve kavrarsa, bu Kur'ânî ifâdelerin kısalıklarına
rağmen, bu konuda kelâmcıların zikretmiş oldukları bütün şeylerden daha çok
faydalı olduğunu ve daha iyi sonuç verdiğini ve, bu mesele hakkında söz konusu
olabilecek bütün delilleri, şüpheleri, soruları ve bunların cevaplarını, işte
bu âyetin içine aldığını anlar. Bizi, bütün bunlara ulaştıran Allah'a hamd
olsun.. Allah bizi bunlara kavuşturmasaydı, biz kavuşamazdık...
Bu âyetlerin tefsiri
hususunda bizden önceki müfessirlerin görüşlerini zikretmiyoruz. Çünkü buna
ihtiyaç yoktur. İsteyen kimseler, kitaplara müracaat edebilirler. Sonra Cenâb-ı
Hak, hristiyanların şüphelerine cevap verince, hristiyanları "teslîs"
akidesinden men etmek için, tevhîd akidesini tekrar zikrederek, "O'ndan
başka hiçbir Tanrı yoktur. Or mutlak gâlibh'r. Yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir" buyurmuştur. Buna göre Aztz, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin
tamlığına; Hakîm ise ilminin mükemmelliğine işarettir. Bu da, Hz. İsa'nın bazı
gaybları bildiğinin, bazı suretlerde öldürmeyi ve diriltmeyi meydana getirmeye
kadir olduğunun onun ilâh olmasına kâfi gelmeyeceğine dair, daha önce geçmiş
olan açıklamaların yeniden bir anlatımı ve te'kîdidir. Çünkü ilâhın kudretinin
mutlaka tam olması gerekir, ki bu da bu tavsiftek ilminin de mükemmel olması
gerekir ki, bu dalafzının ifâde ettiği hususlardır.
Geriye ise, âyetle
ilgili bazı ince meselelerin izahı kalmıştır. Hak Teâlâ'nın,
"Şüphe yok ki ne
yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" buyruğundan murad,
Allah'a hiçbir şeyin saklı ve gizli kalamayacağıdır.
Buna göre eğer,
"Cenâb-ı Hak, mutlak bıraksaydı daha belîğ olacağı halde, niçin
"yerde ve gökte" buyurmak suretiyle kayıtlamıştır?" denilirse,
biz deriz ki:
Bundan maksat,
kullara, ilminin mükemmelliğini anlatmaktır. Onların bu mânayı ve inceliği
anlamaları, gökler ve yerler zikredildiği zaman daha güçlü otur. Bu böyledir,
çünkü hissiyatımız, göklerin ve yerin azametini görünce, aklın Allah'ın ilminin
azametini tanımasına yardımcı olur. Hissiyat, matlûb oianı elde etme konusunda
akla yardımcı olduğu zaman, anlama ve kavrayış daha tam, idrâk daha mükemmel
olur. jşte bu sebepten dolayı, ince nüktelerin izah edilmesi istendiğinde, bu
mânaları anlatmak için birer örnek zikredilir. Çünkü misâl getirmek, anlamaya
yardımcı olur.
Cenâb-ı
Hakk'ın:"Sizi şekillendiren O'dur" beyânına gelince, Vahidî şöyle
der: "Tasvir" bir şeye bir suret ve şekil vermektir. Suret ise, o
şeyin cüzleri arasında bir uyum sağlanmak istendiği zaman, o şeyin meydana
gelen şeklidir. Bu kelimenin aslı, bir kimse bir şeyi eğdiği zaman
söylenilenetmiş, onlara benzemiştir. Bu husustaki sözün tamamını, Hak
Teâlâ'nın:"Onları kendine meyletttir" {Bakara, 260) âyetinin
tefsirinde zikretmiştik.
Erhâm kelimesine
gelince, bu rahim kelimesinin çoğuludur. Bunun kökü de, "rahmet"
kelimesinden gelir. Bu böyledir, çünkü aynı anneden doğmak, kardeşlerin
birbirine merhamet edip şefkatli davranmalarını gerektirir. İşte bu sebepten
dolayı bu uzuv, "rahim" diye adlandırılmıştır. Allah en iyisini
bilendir.
[14]
"Sana kitabı
indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır.
Diğer bir kısmı da, müteşabihtirler. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf
fitne aramak ve onun teviline yeltenmek için onun müteşabih olanma tâbi
olurlar. Halbuki onun tevilini Allah 'dan başkası bilemez. İlimde derinleşmiş
olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imiz katındandır" derler.
Bunu ancak akıl sahipleri düşünebillir(Âl-i İmrân, 7).
Bit ki, bu âyetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[15]
Biz, Hak
Teâlâ'nın, 'Şüphe yok ki ne yerde, ne de
gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" ifâdesinin, kendisinden önceki
âyetlerle münasebeti hususunda şu iki ihtimalin bulunduğunu söylemiştik:
a) Bunun,
Hak Teâlâ'nın "Kayyûm" olmasının bir takriri ve te'kîdi gibi olması.
b) Bunun,
hristiyanların şüphelerine mukabil verilmiş bir cevap olması..
Birinci ihtimale göre
biz deriz ki, Cenâb-ı Hak, kendisinin Kayyûm olduğunu ve mahlûkatın bütün
maslahatlarını yerine getiren zât olduğunu oeyân etmek istemiştir. Mahlûkatın
maslahatları ise iki kısımdır:
1- Cismanî, 2- Ruhanî...
Cismanî olanların en
şereflisi, bünyenin düzgün ve yerli yerinde olması, mizacın da en güzel suret
ve en güzel şekillere göre düzenlenmiş (tesviye) olmasıdır. Bu da, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Analarınızın rahminde sizi şekillendiren O'dur" buyruğu ile
murad edilendir.
Ruhanî maslahatların
en şereflisi ise, ruhun, kendisiyle beraber bütün mevcudatın suretlerinin
kendisinde tecellî eden parlak ve cifâlı bir ayna gibi olduğu ilimdir... Bu da,
Hak Teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren Odur" beyânı ile murâd edilendir.
İkinci ihtimale
gelince, biz hristiyanların şüphelerinden birisinin de, Kur'ân'da Hz. İsa'nın
sıfatıyla ilgili olarak geçen, "O, Allah'ın ruhu ve kelimesidir.."
(nisa 171)âyetine sarılmaları olduğunu daha önce söylemiştik. İşte bu sebeple
bu âyet ile Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih âyetleri ihtiva ettiğini;
müteşâbihata sarılmanın caiz olmadığını beyân buyurmuştur. Bu âyetin kendinden
önceki âyetlerle münasebeti işte budur. Bu ise, son derece güzet ve doğrudur.
[16]
Bit ki Kur'ân-ı Kerim,
kendisinin tamamiyle muhkem yine tamamiyle müteşabih; aynı şekilde bir kısmı-
nın muhkem, bir kısmının da müteşabih olduğuna delâlet etmektedir.
Kur'ân'ın tamamiyle
muhkem olduğunu gösteren Cenâb-ı "Elif-Iâm:râ. Bunlar, hakîm (muhkem) olan
bir kitabın âyetleridir" (Yunus, 1) verâ, (Bu), âyetleri muhkem kılınmış
bir kitaptır" (Hûd, ıj âyetleridir.
Buna göre Cenâb-t Hak,
bu iki âyette Kur'ân'ın tamamının muhkem olduğunu belirtmiştir. Bu mânadaki
"muhkenV'den murad, Kur'ân'ın hak, lâfızları fasih, mânaları da sahîh bir
kelâm olduğudur, kur'ân-ı Kerîm, lafızlarının fesahati ve mânalarının kuvveti
bakımından, söylenilen bütün söz ve kelâmlardan daha üstündür. Bu iki sıfat
hususunda, Kur'ân'a denk olabilecek bir söz söylemeye hiç kimse güç yetiremez.
Araplar, muhkem yapılan ve çözülmesi mümkün olmayan sağlam akidler hakkında,
"Bu muhkemdir!.." demektedirler. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ın
tamamını muhkem diye vasfetmesinin mânası budur.
Kur'ân'ın tamamının
müteşabih olduğunu gösteren ise,"Allah, sözün en güzelini müteşabih ve
mesânî bir kitap halinde indirdi" (Zumer. 23) âyetidir. Bunun manası, "güzellik
bakımından Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmına benzer ve birbirini doğrular"
demektir. Hak Teâlâ: "Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?
Eğer O, Allah'dan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki onun içinde birbirini
tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisa. 82) âyetiyle de işte buna işaret
etmektedir. Yani, "Onun bir kısmı bir kısmını nakzeder, fesahat veya
rekâkette söz birliği dağılırdı" demektir.
Kur'ân'tn bir kısmının
muhkem bir kısmının da müteşabih olduğunu gösteren âyet ise, bizim şu anda
tefsirini yaptığımız âyettir. Bu sebeple önce
lügat bakımından
"muhkem" ve "müteşâbih"\n ne olduğunu; sonra da şeriat
ödündeki mânâlarını tefsir etmemiz gerekir.
"Muhkem"e
gelince: Araplar "Geri çevirdim, mâni oldum" mânasında derler. Zâlimi
zulmünden men ettiği için hakime, "Hâkim" denilmiştir. Atın
başkaldırmasını önledjği için, geme de denilmiştir. Neha demiştir. Yani,
"Çocuğunu kötülüklerden men ettiğin gibi yetimi de men et." Cerîr
ise, demiştir. Yani, "Cahillerinize
(sefihlerinize) mâni olun, onları engelleyin." Yine, denilir. Yani,
"Kendisine saldıracak kimseleri men edebilecek, muhkem ve sağlam bir
yapı."... Uygun olmayan şeyleri engellediği için de "hikmef'e bu ad
verilmiştir.
[17]
"Müteşâbih"
kelimesine gelince bu, iki şeyden birinin^zihni tefrik etmekten âciz bırakacak
bir tarzda, diğerine benzemesidir. Nitekim Hak Teâlâ:"Çünkü bizce birçok
inekler birbirine benzemektedir"(Bakara, 70) cennet meyvelerinin vasfı
hususundao, birbirinin benzerleri olarak onlara sunuldu" {Bakara,25)yani
"görünüşleri aynı, tadları farklı olarak sunuldu" ve Kalbleri
birbirine ne kadar da benzemişl.." (Bakara, 118) buyurmuştur. Yine, kişi
iki şeyi birbirinden ayıramadığı zaman,
denilmesi de böyledir.
Helâl-haram demeyip ihlâl eden kimselere de (ashâbu'l-mahârîk), ashâbu'ş-şubeh
(şühpe ashabı) denilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: (bir başka rivayette
deşeklindedir). "Helâl bellidir; haram da bellidir. Bu ikisi arasında ise,
şüpheli birçok şeyler vardır.[18]
Sonra, insan,
müteşâbih olan iki şeyi birbirinden ayırdetmede acze düşünce, -müsebbebe
(neticeye) sebebin vasfını verme kabilinden olarak- kesin bir bilgiye
ulaşamadığı şeyi insan "müteşâbih" diye niteler; Bunun bir benzeri
de, "müşkil" kelimesidir. O, müşkil olduğu için, yani başkasının
şekline girip, ona benzediği ve böylece de o İkisi birbirine benzeştiği için bu
adla adlandırılmış; daha sonraysa, kapalılığı her ne kadar bu cihet itibariyle
değilse bile, gizli ve kapatı olan her şeye, "müşkil" adı
verilmiştir. Burada şöyle denilmesi de ihtimal dahilindedir: Müşkil, sabit olup
olmadığı bilinemeyen, varlığı, akıl ve zihinde, yokluğuna müsavî ve ona müşabih
olanı, birini diğerinden ayırdetmede ağırbasan taraf bulunmayan şeye denir.
Nitekim bilinmeyen, malûm olmayana da müteşâbih denir.
İşte, lügat itibariyle
"müteşâbih" ve "muhkem" kelimelerinin tahkiki budur. Biz
deriz ki:
İnsanlar, muhkem ve
mûteşabih kelimelerinin tefsiri konusunda birçok açıklamalarda bulundular. Biz
de, muhakkik ulemâdan ekseriyetin benimsemiş olduğu özet izahı zikredeceğiz..
Sonra da, diğer insanların bu konudaki görüşlerini anlatacağız.
Diyoruz ki:
Bir mânâyı ifâde için
konulmuş (mevzu) olan lafız, bu manadan başkasına da ya muhtemeldir, ya da
değildir. Eğer lafız bir manayı ifâde için vaz' olunmuşsa ve bu mânadan
başkasına da ihtimali yoksa, buna "nas" denilir.
Bu lafzın başka manaya
da muhtemel olmasına gelince, bu durumda, lafzın iki mânadan birisine ihtimali
ya diğerine baskın ve üstün (râcih) olur, veya böyle olmayıp, iki mânaya da
ihtimali müsavi olur.
Eğer, lafzın iki mânadan
birisine ihtimali diğerine râcih, yani üstün olursa, bu lafız, râcihe nisbetle
"zahir", "mercûh"a, (kendisine üstün gelinilene) nisbetle
de "müevvel" olarak isimlendirilir.
Lafzın iki manaya da
ihtimalinin müsavi olması haline gelince, lafız, ikisine nisbetle
"müşterek" belirtilmek suretiyle ikisinden birine nisbetle de
"mücmel" olarak isimlendirilir.
Yaptığımız bu taksime
göre şu sonuç ortaya çıkmıştır: Lafız ya "nass" ya "zahir",
ya "müevvel", ya "müşterek", ya da "mücmel" olur.
"Nass" ve
"zâhir"e gelince, bunlar tercih konusunda müşterekdirler. Ancak ne
var ki "nass", başka mânaya mâni olan râcihtir. "Zahir"
ise, başka mânâya mâni olmayan râcihtir. İşte bu ortak mikdar,
"muhkem" olarak isimlendirilmektedir.
Mücmel ve müevvel'e
gelince bunlar, lafzın bu mânaya delâletinin râcih olmadığı hususunda
müşterektirler. Mücmel, her ne kadar râcih olmasa dahi, mercûh da değildir.
Müevvel ise, ayrı bir delilin bulunması durumu müstesna, râcih olmasa bile
mercûhtur. (İşte mücmel ile müevvel arasındaki) bu ortak hususiyet
"mûteşabih" diye adlandırılmıştır. Çünkü anlayamamak, her iki kısımda
da söz konusudur. Biz ise daha önce, ya bilinmeyen şeyin nefyi, zihnen o şeyin
isbâtına benzediği için, yahut da kendisinde "teşâbüh"ün, benzeşmenin
meydana geldiği lafız anlaşılmaz olduğu için, o şeyin
"müteşâbih" diye isimlendirildiğini böylece
de "sebeb"in ismini"müsebbeb"e ıtlak etmek suretiyle bu
bilinmeyen şeye, "müteşâbih" lâfzının isim olarak
verildiğini beyân etmiştik..
Muhkem ve müteşâbih
hakkında son söz budur.
Sonra bil ki, lâfız
iki mefhuma nisbetle de müsavi olursa burada zihin duraksar. Meselâ, hem
"hayz"a, hem de temizlik mânasına gelebilen ijîlî kelimesinde olduğu
gibi... Buradaki zorluk ve müşkillik, esas vaz' itibariyle lafzın iki mânadan
birisi hakkında "râcih", diğeri hakkında da "mercûh"
olmasında; sonra da "râcih"in bâtıl, mercûhun da gerçek olmasındadır.
Bunun Kur'ân'dan misâli, Cenâb-ı Hakk'ın:
"Bir memleketi
helak etmek istediğimiz vakit onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlanna
emrederiz de, onlar orada İtâattan çıkarlar, böylece de Uahî söz onlar hakkında
hak olur" (jsrâ. ıe> âyetidir. Bu âyetin zahirine göre, onlar, itâattan
çıkmakla emrolunmaktadtrlar... Bu âyetin muhkemi ise, "Allah çirkin olanı emretmez"
(A'râf, 28) âyetidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlerden nakletmiş olduğu,
"Onlar bir hayâsızlık yaptıklarında, "Biz atalarımızı da bunu
yaparlarken bulduk, Allah bize bunu emretti" (Araf.2a)şeklindeki iddiaya
bir reddiyedir. Cenâb-ı Hakk'ın,"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu"
(Tevbe. 67) âyeti de böyledir. "Nisyân" (unutmak) kelimesinin zahirî
mânası, "ilm"in zıddıdır. Buna göre, kelimenin (kabul edilen) mercûh
mânası da, terketmektir. (Yani, "Allah da onlara lütufta bulunmayı
bıraktı, terketti demektir.) Bu husustaki muhkem âyetler ise, "Sen/n Habb'tn ünutucu değildir "
(Meryem,64» ve "Benim Rabb'lm ne şaşırır ne de unutur!.." (Ta-hâ, 52)
âyetleridir.
Şunu bil ki, bu çok
büyük bir mevzudur. Diyeceğimiz şu ki, her bir mezheb sahibi, kendi mezhebine,
görüşüne muvafık âyetlerin muhkem, muarızının görüşüne muvafık âyetlerin de
müteşâbih olduğunu iddia etmektedir. Meselâ Mu'tezile, Cenâb-ı Hakk'ın 'Dileyen
İmân etsin; dileyen kâfir olsun" (Kem, 29) âyetinin muhkem "Alemlerin Rabb'İ olan Allah
dilemeyince, siz de dileyemezsiniz "(Tekvir, 29)
âyetinin de müteşâbih
olduğunu öne sürmektedir. Ehl-i sünnet ise, bunu tersine çevirir... Bundan
dolayı bu konuda, kendisine müracaat edilecek o(an bir kanunun tesbit edilmesi
gerekir.
Buna göre biz deriz
ki: Lafız iki manaya ihtimalli olur; onun, bu mânalardan birisine nisbetle
ihtimâli râcih, diğerine nisbetle de ihtimâli mercûh olur ve biz de, lafzın
mânasını râcih olana hamteder de mercûh olana hamletmezsek, işte bu
"muhkem"; eğer biz lafzı, mercûh olan mânaya hamleder de râcih mânaya
hamletmezsek, işte bu da "müteşâbih" olur. Buna göre biz deriz ki,
lafzı râcih olan mânasından alıp rnercûh olan mânaya hamletmemiz için, mutlaka
bu konuda ayrı bir delilin bulunması gerekir. Bu ayrı delil de, ya lafzı, ya da
aklî bir delil olur.
Birinci kısım (lafzı delil): Biz deriz ki bu, bu iki lafzı delil arasında bir
çelişki bulunduğu zaman hasıl olur. Bu iki delil arasında da bir çelişki
bulunduğu zaman, diğerinin zahirini gözetmek için, birinin zahirî manasını
bırakmak, bunun aksinden daha evlâ değildir. Meğer ki şöyle denilsin: Bunlardan
birisi, o mânaya delâleti konusunda kat'î olur, diğeri ise kat'î olmazsa, işte
bu durumda bir rüçhaniyet durumu meydana gelmiş olur. Veyahut da şöyle
denilebilir: "Bunlardan her biri, her ne kadar râcih ise de, ne var ki
onlardan birisi tercihe daha şayan (ercah) olursa, bu durumda bir rüçhaniyet
sözkonusu olur. Ancak biz şöyle diyoruz: "Birinci durum bâtıldır; çünkü
lafzî deliller kesinlikle kat'î olamazlar. Çünkü her lafzî delil, kelimelerin
başka başka lehçelerdeki nakline, çeşitli sarf ve nahiv kurallarının nakline;
müşterek, mecaz, tahsîs ve takdir (izmâr) gibi hususların olmamasına ve naklî
delil ile aklî delil arasında bir çelişkinin bulunmamasına dayanır. Bütün
bunların meydana gelmesi ise, kat'î olmayıp zannîdir. Zannî olan şeye dayanan
şeyin, zannî olması ise daha uygundur. Böylece, lafzî delillerin hiçbirinin
kesin bir delil olamayacağı ortaya çıkmış olur.
İkinci kısma (aklî
delil) gelince, şöyle denilebilir: İki delilden biri, diğerinden daha
kuvvetlidir. Eğer, her ikisinde de aynı ihtimal söz konusu ise, bu doğrudur;
ancak, bu duruma göre lafzî delili zahirinden alıp, mercûh olan mânaya
hamletmek zannî olur. Bu gibi şeylere ise, usûle dair (itikadı) meselelerde
dayanmak caiz değildir. Aksine bu gibi delillere, furû-ı fıkıh meselelerinde
dayanılır. Böylece zikrettiğimiz bu husus ile, lafzı râcih olan mânasından alıp
mercûh olan mânaya vermek, kat'î (itikadî) meselelerde caiz değildir. Ancak,
lafzın zahirinin imkânsızlığını ihsas ettirecek, aklî ve kat'î bir delilin
bulunması durumu müstesna...
Biz kısaca şunu
anlamış olduk ki, lafzi mercûh olan mânasında kullanmak, zahirî mânasına
hamletmek mümkün olmadığı zaman caizdir. İşte bu durumda da, tevil yapmak
gerekir. Böylece, lafzi râcih olan mânasından alıp mercûh olan mânasına
hamletmenin, ancak râcih olan mânanın aklen imkânsız olduğuna dair kat'î - aklî
bir delilin olması durumunda mümkün olacağı ortaya çıkmış olur. Sonra, böyle
bir delil bulunup, mükellef de, Allah'ın muradının, o lafzın zahirinden murad
edilen şey olmadığını anlarsa, bu durumda mükellef
mercûh olan o mânanın
ne olduğunu bilmek zorunda değildir. Çünkü bunu bilmenin yolu ancak, bir mecazı
başka bir mecaza, bir tevili başka bir tevile tercih etmekte olur. Bu tercih
ise, ancak lafzî bir delil ile mümkün olur. Lafzî deliller ise, yukarda da
açıkladığımız gibi zannîdirler; bilhassa, bir mercûh mânâyı başka bir mercûh
mânâya tercih etme hususunda kullanılan deliller son derece zayıf olur.. Bütün
bunlar, ancak bir zannı ve zayıflığı ifâde ederler. Kat'î meselelerde bu gibi
delillere dayanmak imkânsızdır.
Metod bakımından şu
güçlü tahkikten, incelemeden dolayı, lafzi zahirî mânâsına hamletmenin imkânsız
olduğuna dair kat'î delillerin bulunmasından sonra, tevîl suretiyle o lafzın
mânâsını tayine çalışmak olmaz.. Bu konuda söyleyebileceğimiz şeyler, işte
bunlardan ibarettir. Doğruluk ve hidâyete ileten Allah'dır.
[19]
Âlimlerin muhkem
ve müteşâbih hakkındaki grüşleri
Birinci
görüş: İbn Abbas
(r.a)'dan nakledilen görüştür.
O, şöyle demiştir: Muhkem âyetler, En'âm
süresindeki şu üç
âyettir: "Deki: "Celin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini
ben okuyayım. O'na hiç bir şeyi ortak yapmayın. Anaya babaya iyilik edin.
Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkını biz
vereceğiz. Fuhşiyâtın açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere
Allah'ın haram ettiği cana kıymayın. İşte (Allah) sizer aklınızı başınıza
alasınız diye, bunları emretti. Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en
güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru
yapm. Biz, hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi teklif etmeyiz. Bir söz
söylediğinizde, (hakkında konuşacağınız kimse) akrabanız dâhi olsa, adaleti
gözetin. Allah m ahdini yerine getirin. İşte (Allah) iyice düşünesiniz diye,
size bunları emretti. Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona
uyun. (Başka) yollara tâbi olmayın. Sonra sizi O (Allah)'m yolundan ayırır.
İşte (Allah), tttika edesiniz diye, size bunları emretti" (En-am,
151-153). Müteşâbih âyetler ise, yahudilere müteşâbih gelen âyetlerdir. Bunlar,
sûrelerin başlarında zikredilen hurûf-u mukattaadır. Çünkü yahûdiler, bu
harfleri ebced hesabına göre mânâlandırıyor ve bunlardan ümmet-i Muhammed'in ömrünün
ne kadar olacağını çıkarmak istiyorlardı. İşte bu nedenle, iş onlara karışık
gelmiş ve müteşâbih olmuştur.
Ben de derim ki: Allah
tarafından olan mükellefiyetler iki kısma ayrılır. Bunların bir kısmı,
şeriatların değişmesi ile değişmesi caiz olmayanlardır. Meselâ, Allah'a itaat
etmeyi, zulüm, yalan, cehalet ve haksız yere adam
Öldürmekten kaçınmayı
emretmek gibi... Bir kısmı ise, şeriatlara göre değişen mükellefiyetlerdir.
Meselâ, namazların sayısı, zekâtın miktarı, alış-veriş, nikah ve benzeri
şeylerin şartları gibi... Buna göre birinci kısım, İbn Abbas'a göre muhkem diye
adlandırılan kısımdır. Çünkü En'âm süresindeki üç âyet, bu kısmı kapsamaktadır.
Müteşâbih'e gelince
bu, bizim mücme! diye adlandırdığımız şeydir. Bu da, aynı anda iki ayrı mânaya
delâlet eden lafızdır. Çünkü bu lafızların, kendisiyle tefsir edilebildiği
bütün mânalara delâletleri, mütesaviyen olup, ayrıca bir delil ile
olmamaktadır. Nitekim biz bu hususu, Bakara sûresinin başında özetle
açıklamıştık...
İkinci görüş:
Bu da İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Bu görüşe göre Muhkem, nâsih
olan; müteşâbih ise mensûh olan âyetlerdir.
Üçüncü görüş:
Esamm şöyle demiştir: "Muhkem, delâleti açık ve sarih olandır. Meselâ,
Allahu Teâlâ'nın, mahlûkatı yaratmasıyla alâkalı olarak şu âyetlerde bildirdiği
şeyler gibi... "Sonra, nutfeyi de alaka haline getirdik" (Mü'minun,
16); "Canlı olan herşeyi sudan yarattık" (Enbiya, 30) ve,
"Gökten r su indirdi de, o su f/e, size nzık olmak üzere, (çeşitli)
meyveler bitirdi" (Bakara, 22). Müteşâbih ise, bilinip ortaya
konulabilmesi için, düşünüp tefekkürde bulunmaya ihtiyaç gösteren şeydir.
Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, insanlar toprak olduktan sonra, onları yeniden
dirilteceğine dair hükmetmesi gibi... Eğer onlar, bu hususu iyice tefekkür edip
düşünürler ise, onlara göre müteşâbih olan, muhkem hale gelir. Çünkü ilk başta
yaratmaya kadir olan, onu tekrar yaratmaya da kadirdir."
Bil ki, Esamm'ın bu
sözü fazla açık değildir. Çünkü eğer o, "muhkem, delilleri açık
olandır" sözüyle muhkemin, lafzının manasına olan delâleti belli ve râcih
olan şey olduğunu; müteşâbih'in ise, böyle olmayan şey olduğunu ve bunun da ya
denk olan mücmel, yahut da mercûh olan müevvel (el-müewelü'l-mercûh),
(el-mücmelu'l-mütesâvî) diye iki kısma ayrıldığını kastediyorsa, bu, bizim daha
önce zikretmiş olduğumuz husustur. Eğer bu ifâdesi ile muhkemin, delilsiz
olarak mânâsının doğruluğu bilinen şey olduğunu kastediyorsa, bu durumda
"muhkemin mânası: "Aklın zarurî olarak doğruluğunu bildiği şey";
müteşabih'in mânası ise: "Aklın delile dayanarak doğruluğunu bildiği
şey" demek olur. Buna göre Kur'ân'ın tamamı müteşâbih olur. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın, "Sonra nutfeyi de 'alaka haline getirdik" (Müminun, 16)
âyeti, doğruluğunun bilinmesi hususunda aklî delillere ihtiyaç duyulan bir
husustur. Tabiatcılar bunun sebebinin ya tabiatlar ve mevsimler fusûl), yahut
yıldızların tesirleri, ya da dört ana maddenin birleşme ve kaynaşma özellikleri
olduğunu söyler. Keza ölümden sonra diriltilme ve hasrolunmanın isbatı bir
delile muhtaç olduğu gibi o olayların Allah Teâlâ'ya isnâd edilmesi de bir
delile muhtaçtır.
Esamin şöyle
diyebilir: "Bu şeylerin hepsi bir delile muhtaç ise de bunlar, bir
taraftan mukaddimeleri -nâdir istisnalar dışında-, hatalardan emin olunacak
şekilde, tertipli ve açık olması itibariyle hakkındaki delil zahir olan, diğer
taraftan hakkındaki delil gizli, mukaddimeleri hem çok, hem de tertipsiz olan
diye iki kısma ayrılıp birinci kısma muhkem, ikinci kısma ise müteşâbih denir.
Dördüncü görüş: İster
açık bir delil ile olsun, ister gizli bir delil ile olsun, bilinebilen herşey
muhkem, bilinmeyen herşey de müteşâbihtir. Meselâ, kıyametin ne zaman
kopacağını, insanların sevab veya cezalarının miktarını bilmek gibi.. Bunun bir
benzeri, Allah Teâlâ'mn, "Sana kıyametin ne zaman demir atacağını
sorarlar" (A-raf, 187) âyetidir.
[20]
Kur'ân-ı Kerim'in bir
kısmının muhkem, bir kısmının müteşâbih olmasının faydaları hakkındadır. Bil
ki, bazı inkarcılar, Kur'ân-ı Kerim'i, müteşâbih âyetler ihtiva ettiği için
tenkid etmiş ve şöyle demişlerdir:
"Siz diyorsunuz
ki mahlûkatın bütün mükellefiyetleri kıyamet kopuncaya kadar, bu Kur'ân'a
bağlıdır. Amma biz, değişik görüşlerdeki herkesin, kendi görüşünü isbat için
Kur'ân'a tutunduğunu görüyoruz. Meselâ Cebriye, Allah Teâlâ'mn: 'Halbuki biz, o
Kur'ân'ı iyice anlayabilmelerine mâni olmak için yüreklerinin üstüne perdeler,
kulaklarının içine de ağırlık koyduk" (En'âm.^gibi cebri ifâde eden
âyetlere tutunurken, Kaderiyye (kaderi inkâr edenler), "Hayır, bu
kâfirlerin fikridir. Nitekim Allah Teâlâ bu sözü, kınama siyakında olarak şu
âyette kâfirlerden nakletmektedir: "O (kâflr)ler dediler ki: "Bizi
davet edip durduğun (îmâna) karşı kalblerimiz örtü içindedir ve kulaklarımızda
ağırlık vardır" t, 5); "Kalblerimiz perdelidir" dediler (Bakara,
88).
Yine âhirette Allah'ın
görüleceğine inanan kimseler, "Ogün yüzler vardır, pınl pmldır. Rab'lerine
bakarlar" (Kıyame, 22-23) âyetine tutunurken, ru'yetullahı kabul
etmeyenlerde, "O'na gözler erişemez" âyetine tutunur. Allah için yönü
(ciheti) kabul edenler, "Onlar, üstlerindeki Rab'Ierinden korkarlar"
(Nam, 50) ve "Rahman (Allah) arşı istilâ etti" (Tâ-hâ, 5) âyetlerine;
kabul etmeyenler ise, "O'nun benzeri gibisi (dahi) yoktur" (Şûra, 11}
âyetine tutunurlar. Sonra bu gruplardan herbiri mezhebine uygun gelen âyetleri
muhkem, uygun gelmeyen âyetleri ise, müteşâbih diye adlandırmıştır. Çoğu kez,
bunların birini diğerine tercih işi, çok kapalı tercihlere ve zayıf izahlara
dayanır. Binâenaleyh hakimolan Allah'a, kıyamete kadar dinin her hususunda
kendisine başvurulacak bir merci olan bu kitabını, böyle kılmış olması nasıl
yakışır? O, kitabını böyle müteşâbihlerden uzak, açık've net kılmış olsaydı,
maksadın meydana gelmesine daha uygun olmaz mıydı?"
Bil ki müteşâbihin
faydaları hususunda âlimler birçok izahlar yapmışlardır:
1- Müteşâbih
bulunduğu zaman, hakka ulaşmak daha zor ve güç olur. Güçlüğün fazla oluşu, daha
çok sevabı gerektirir. Nitekim Allah Teâlâ: "Yoksa siz, Allah içinizden
savaşanları belli etmeden ve sabredenleri belli etmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız?" (âı-i imran, 142) buyurmuştur.
2- Eğer
Kur'ân'ın bütünü muhkem olsaydı, o zaman ancak bir tek mezhebe uygun düşerdi ve
onun açık beyânı bu tek mezhebin dışındaki bütün mezhebleri bâtıla çıkarırdı.
Bu da çeşitli mezheb sahiblerini onu kabulden ve onun üzerinde tefekkürden
uzaklaştıran şeylerden olurdu. Halbuki Kur'ân'dan istifâde, ancak hem muhkem,
hem müteşâbih âyetleri ihtiva ettiği zaman hasıl olur. Bu durumda her görüş ve
mezheb sahibi, görüş ve mezhebini güçlendirecek, sözüne kuvvet verecek şeyi o Kur'ân'da
bulmayı arzu eder. O zaman da bütün mezheb sahibleri onun üzerinde tefekkür ve
teemmül etmeye gayret eder. Bu tefekkür ile (düşünme) teemmülü (incelemeyi)
iyice yapınca, muhkem âyetler, müteşâbih olanların müfessiri olur ve bu yolla
bâtıl yolda olanlar yanlışlarından kurtulup hakka ulaşırlar.
3- Kur'ân-ı
Kerim hem muhkem, hem de müteşâbih âyetleri ihtiva ettiği zaman bu, onun
üzerinde düşünen kimseyi, aklın delâlet ve yardımına muhtaç eder. O zaman da
insan taklitçilik karanlığından kurtulur ve istidlal ile delilin ışığına
ulaşır. Fakat bütün Kur'ân muhkem olsaydı, aklî delillere tutunmaya ve
başvurmaya ihtiyaç duyulmazdı. O zaman ise insan, cehalet ve taklid içinde
kalırdı.
4- Kur'ân-ı Kerim hem muhkem, hem de müteşâbih
âyetler ihtiva ettiği için, insanlar onun te'vil ve tefsir yolları ile bazı
âyetlerinin diğer bazısına tercihi yollarını öğrenmeye muhtaç oldular. Bunları
öğrenme işi de, nahiv, lügat ve fıkıh usûlü gibi birçok ilimleri elde etmeye
bağlı olmuştur. Eğer durum böyle olmasaydı, insan bu birçok ilmi elde etme
ihtiyacı hissetmezdi. Kur'ân'da bu müteşabihlerin yer alması, işte bu büyük
faydalardan dolayı olmuştur.
5- Bu, bu konudaki en kuvvetli ve önemli
sebebtir: Kur'ân, avam -havas, âtim- câhil bütün insanlar için bir daveti
ihtiva etmektedir. Avâm'ın karakteri, işlerin çoğunda hakikatleri idrâk
etmekten kaçınır. Bundan dolayı daha başlangıçta avamdan birisi, cisim olmayan,
mekan tutmayan ve işaretle
gösterilmeyen bir varlıktan haber verildiğini duyduğunda, o, bunun
aslında olmadığını, "yok" olduğunu zanneder ve böylece ona kulak
asmaz. Binâenaleyh en faydalı olan şekil, hayal ve tasavvur ettikleri şeylerin
bir kısmına uygun düşecek ifâdelerle avama hitab olunmasıdır. Bu ifâde
tarzının, işin asıl hakikatine delâlet eden unsurlarla da ihtiva etmesi
gerekir. Birinci kısım, ki bu avamın daha işin başında hitâb olundukları
şeylerdir, müteşâbihat; ikinci kısım -ki bu da onlar için işin sonunda
anlaşılan şeylerdir- muhkemat babından olmuş olur. Bu konuda bizim derleyip
sunabildiğimiz şeyler bunlardır. Allah, muradının ne olduğunu en iyi bilendir.
Bu konuları iyice
kavradığına göre, biz yine tefsire dönelim:
Hak Teâlâ'nın: "Sana kitabı indiren O'dur"
âyetindeki "Kitap"tan murad Kur'ân'dır.
Allah: "Onda bir
kısım âyetler muhkemdir" buyurmuştur. Muhkem de, mânâları ya akli kesin
delillerle kuvvetlendirilmiş olur ki bu kat'î meselelerde söz konusudur; yahut
da mânâları kendisinden daha güçlü muarız delillerden hâlî olur.
Sonra Hak Teâlâ:
"Ki bunlar kitabın anasıdır" buyurmuştur. Bu hususta iki soru vardır:
[21]
Birinci Soru: Muhkem’in,
müteşabih âyetin anası olması ne demektir?
Cevap:
Arapçada "Ümm" (ana), birşeyin kendisinden meydana geldiği asıl ve
temel demektir. Muhkem âyetler, zatları gereği manaları anlaşılır olup,
müteşâbih âyetler de ancak muhkem yardımı ile anlaşılır olunca, şüphesiz
muhkem, müteşâbihin annesi gibi olmuş olur. Şöyle de denilmiştir: İncil'de
"Baba" lafzı şu şekilde geçmiştir: İncil'de, "Mahlûkatın kendisi
sebebi ile ayakta durduğu, diriltilinceye kadar mahlûkatın kendisi sebebi ile
sabit olacağı eşyayı yaratan kadîm Allah..." şeklinde bir tabir yer alır.
Böylece İncil, bu manayı -oğulun babasından meydana gelmesi cihetiyle-
"baba"lık mefhumu ile ifâde etmiştir. Amma sonra tercümede, velâdet
doğurtma cihetiyle olan (biyolojik) babalık vehmi veren bir ifâde
kullanılmıştır. Böylece Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey
değildir" (Meryem, 36)âyeti muhkem olmuş olur. Çünkü bunun mânası kesin
aklî delillerle de kuvvet bulmuştur. Hak Teâlâ'nın, "İsâ, yalnızca
Allah'ın peygamberi ve kelimesidir. Onu Meryem'e atmıştır. İkinci soru: Ce Allah taraûndan bir ruhtur" (Nisa, iti) âyeti
ise, anlaşılması için muhkem âyetlere başvurulması gereken müteşâbih âyetlerden
olmuş olur.
nâb-ı Hak, niçin
"Kitabın anaları" dememiş de Kitabın anası" demiştir?
Cevap:
Muhkem âyetlerin hepsi tek bir şey, müteşâbihin tamamı da diğer bir şey
gibidir. Birisi diğerinin anasıdır. Bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın,
"Meryem 'in oğlunu da, anasını da bir âyet kıldık" (Mü'mmûn, 50)
âyetidir. Allah Teâlâ burada, "iki âyet kıldık" dememiştir. Hak
Teâlâ, bu ikisinin tek bir âyet olması manasında, böyle demiştir. İşte burada
da böyledir.
[22]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah: "Diğer bir kısmı da müteşâ-bihlerdir" buyurmuştur.
Müteşâbihâtın ne olduğunu anladın. Buradaki, lafzına gelince, bunun hakkında
Halil ve Sibeveyh şöyle demişlerdir kelimesi sadece bir yönden, diğerjsm-i
tafdillerden farklıdır. Çünkü bu kelime ' kelimesinin çoğuludur, ise, lafzının müennesidir. vezni üzeredir. Bu
vezin üzere olan (yani ism-i tafdil), veya harf-i tarif ile kullanılır. Ve'
"Zeyd, Amr'dan efdaldir" veya "Zeyd, efdal (en
üstün)dür"denilir.Buna konusunda
lam-ı tarif harf-i cerrine tabidir. Buna kıyasen "Zeyd, Amr'dan daha
başkadır" veya "Başka Zeyd" denilir. Ne var ki nahiv âlimleri,
arf-i cerri'ni bu bâbtan hazf etmişlerdir. Çünkü bu kalıbın bizzat lafzı, harf-i cerri'nin mânasını gerektirir. İşte
bundan dolayı onlar, lafzın bu delaletiyle yetinerek, harf-i cerrini
kullanmamışlardır. Harf-i tarif olan elif-lâmharf-i cerri'ne tâbi olur, böylece
ellf-lâm da düşer. Bu kelimenin efif-lâmsız kullanılması caiz olunca şeklini
alır. Buna görjkelimesi, onun çoğulu olmuş olur. Böylece bu lafız, cemi ve
müfredinde elif-lâmın düşmesi konusunda, benzerlerinin hükmünü almamış olur.
[23]
Sonra, Cenâb-ı Hak:
"Kalblerinde eğrilik bulunanlara gelince" buyurmuştur. Bil ki, Allahu
Teâlâ, kitabı Kur'ân-ı Kerim'in muhkem ve müteşâbih diye iki kısma ayrıldığını
beyan edince, kalblerinde eğrilik bulunanların, Kur'ân'ın ancak müteşâbih
âyetlerine tutunacaklarını bildirmiştir. kelimesi, "hakdan sapmak ve
dönmek" anlamına gelir. Meselâ:. denilir ki, bu - sapıyor- sapmak"
anlamındadır. Âlimler, Hak Teâlâ'nın, "Kalplerinde sapıklık vardır)ifadesiyle,
kimlerin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Rebî şöyle
der:'"Bu kimseler, Necrfln heyetidir. Çünkü onlar Hz. İsa hakkında, Hz.
Muhammed (s.a.s) ile tartıştıklarında şöyle demişlerdi: "İsâ, Allah 'm
kelimesi ve Ondan bir ruh değil midir?" Attan 'm Resulü de,
"Evet!" deyince, onlar, "Bu bize kâfidir" dediler. İşte
bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimeyi indirdi. aha sonra ise,
"Muhakkak ki İsa'nın hali de, Allah nezdinde, Âdem'in hali gibidir"
(Âli imrân, 59) âyetini inzal etti..."
Kelbî ise bunların
yahudîler olduğunu söylemiştir. Çünkü yahudiler, bu ümmetin ömrünün ne kadar
olacağını öğrenmek istemişler ve bunu da, sûrelerin başında bulunan hurûf-ı
mukattaadan çıkarmak istemişlerdir.
Katâde ve Zeccâc ise,
bu kimselerin, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirler olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Çünkü Cenâb-t Hak âyet-i kerimenin sonunda, "Halbuki onun
tevilini Allah'dan başkası bitemez" buyurmuştur. Burda söz konusu olan,
kıyametin kopma zamanından başkası değildir.. Çünkü Cenâb-ı Hak bu vaktin
bilgisini, bütün canlılardan, hatta melekler ve peygamberlerden (a.s) dahi
gizlemiştir.
Muhakkik ulemâ ise
şöyle demektedir: Bu ifâde, bâtıla sarılan ve kendi bâtılı için müteşâbihle
ihticâc eden herkese şâmildir. Çünkü lâfız '"amm" (umûmî) bir
lafızdır. Sebebin hususî olması, lafzın umumiliğine mani değildir. Bu tabire,
kendisinde bir karışıklık ve iltibas bulunan her husus dahildir. Allah'ın,
Resulü Hz. Muhammed'e yardım edeceğine dair va'adiyle, kâfirlere azâb edeceğine
dair vaîd ve tehdidi de böyledir. Nitekim kâfirler, "Bize, Allah'ın azabım
getir!" (Ankebût, 29), "Bize kıyamet gelmeyecek" (Sebe1. 3) ve,
"Bize melekler gelmeli değil miydi?.." (Hicr, 7) demişler, böylece de
itikâd bakımından zayıf olan kimselerin akıllarını karıştırmışlardır. Yine bu
ifâdenin muhtevasına, "Müşebbihe"nin,
"Rahman Arşa istiva etti" (Ta-hâ, 5) buyruğu ile bulundukları
istidlal de dahildir. Çünkü akim açık delaletiyle şu gerçek sabittir. Bir mekânda
bulunan herşey, küçüklük bakımından ya bölünmeyen bir cüz gjbi olur, ki bu
ittifakla bâtıldır; yahut da o şey o cüzden daha büyük olur, böylece de o şey
bölünen bir mürekkeb nesne olur.. Her mürekkeb ise, mümkin ve muhdesdir.. İşte
bu açık delil ile, Allahu Teâlâ'nın bir mekânda bulunmasının imkânsızlığı ortaya
çıkar. Böylece de, Hak Teâtâ'nın: "Rahman olan Allah Arş'a istiva
etti" (Tâ-hâ, 5) buyruğu müteşâbih bir ifâde olmuş olur. Buna göre kim bu
âyetle istidlalde bulunursa, böylece o kimse müteşâbihe tutunmuş olur.
Mutezile nin. fiili
tamâmiyle kula nısbet etme hususundaki delillerin zâhirleriyle istidlal
etmeleri de böyledir.Çünkü aklî delille, fiilin sudûru, bir sebebin bulunmasına
dayardtğı; o sebebin de Allah'tan olduğu, yine, ne zaman böyle olursa,
sebep bulunduğunda fiilin
meydana geleceği, sebep
bulunmadığında da
fiilin meydana gelemiyeceği sabit olunca, işte bu durumda fiili tamamiyle kula
nisbet etmek bâtıl ve herşeyin Allah'ın kaza, kader ve meşîetiyle olduğu sabit
olur. Böylece de Mutezlle'nin delillerin zahirine tutunarak yapmış oldukları bütün
istidlaller, müteşâbihat ile yapılan istidlal olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hak, kat'î delillerden yüz çevirip, işi delillerin zayıf olan zahirlerine
hasreden bu kimselerin, kalblerinde haktan bir sapma bulunduğu ve, bâtılı
yerleştirmek istedikleri için müteşabihatlara tutunduklarını beyân etmiştir.
Bil ki, dünyada sen,
her grubun kendi görüşüne uygun olan âyetleri muhkem; muhaliflerinin mezhebine
uygun düşen âyetleri de müteşâbih olarak isimlendirdiğini görürsün.. Bu iş
böyledir.. Cübbaî'ye bir baksana.. Çünkü o, "Allah'a zulmü, yalanı ve
"mâla yutâkı" nisbet eden "mücebbire", müteşâbihatla
İstidlal eden kimselerdir" demektedir.
Ebu Müslim el-
İsfehanî ise şöyle demiştir: "Fitneyi isteyen sapık kimse, dalâl
âyetleriyle ilgilenen ve bunları, Allahu Teâlâ'nın, "Sâmfri onları
saptırdı" (Tâ-hâ, 65); "Firavn, kavmini saptırdı, doğru yola
iletmedi" (Tâ-hâ,79)ve "(Allah) onunla fâsıklardan başkasını
şaşırtmaz" {Bakara, 26) âyetleri ile beyân ettiği muhkem âyetlere başvurup
onları tefsir etmeyen kimsedir. Yine onlar Hak Teâlâ'nın, "Bir memleketi
helak etmek istediğimiz zaman, onun nf'met ve refahtan şımarmış elebaşlanna
emrederiz de orada İtaatten çakarlar" (isra. 16) âyetini, "Allah
Teâlâ onları helak etmiş, fâsık olmalarını istemiş ve mahlûkâtını helak etmek
için sebep aramıştır" diye tefsir etmişlerdir. Halbuki Cenâb-ı Hak,
"Allah size kolaylık diler, güçlük İstemez" (Bakara, 185) ve
"Allah size açıkça bildirmek ve size hidayet etmek ister" (Nisa, 26)
buyurmuştur. Yine onlar, Hak Teâlâ'nın, "Biz, âhirete inanmayanların
amellerini kendilerine süslü gösterdik de onlar şaşırıp kalıyorlar" (Nemi,
4) âyetini, "Allah Teâlâ'nın onlara şaşkınlığı süslü göstermesi, böylece
de onların Kur'ân'daki hükümleri bozmalarıdır" diye tefsir etmişlerdir. Bu
tıpkı Cenâb-ı Allah'ın: "Bir kavm, özlerindeki (güzel hal ve ahlâkı)
değiştirip bozmadıkça, Allah da onların (halini) değiştirip bozmaz" , ıi)
ve "Biz, ahâlisi zâlim olan memleketlerden başkasını helak etmeyiz"
59) âyetleri gibidir.
Hak Teâlâ, "Onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler); "K/m doğru yolu
bulursa, o doğru yolu ancak kendi faydasına bulmuş olur" (isrâ, 15) ve
"Fakat Allah, size imânı sevdirdi, onu kalblerinizde süsledi"
<Hucurat, i] buyurmuştur. O hâlde, daha nasıl Allah şaşkınlığı süslü gösterir."
İşte Ebû Müslim'in söyledikleri bunlar... Onun niçin kendi mezhebine muvafık
görünen âyetlere muhkem, muvafık olmayan âyetlere de müteşâbih hükmünü vermiş
olduğunu keşke bilseydim! Ve yine keşke, niçin kendi mezhebine muvafık olan
âyetleri zahirine göre, muvafık olmayan âyetleri de
zahirinden çevirerek aldığını bilseydim! Malumdur ki bu durum ancak,
açık aklî delillere başvurmakla tamamlanır.
Aklî deliller,Mu'tezile'nin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder.
Çünkü onlara göre, bir müreccih olmaksızın, iki fiilden birincisini Allah'ın
yapıp, ikincisini yapmadığını kabul etmek icab eder. 8u ise sâniin olmadığını
bildirmek demektir. Bu da ancak şunu kabul etmekle mümkündür: "Kuldan
sadır olan mükemmel düzenli iş, onu yapanın, onu bilmesine delâlet etmez."
İşte bu durumda da, bir muhassis (seçici) olmaksızın, -ne daha fazla, ne daha
noksan olmamak üzere- tam o belli rakamın seçildiğini söylemek gerekir ki, bu
da sanii (yapanı) kabul etmemek demektir.
Bundan aynı zamanda muhkem bir fiilin sâdır olmasının, onu yapanın âlim
olduğuna delâlet etmeyeceği neticesi de çıkar. O takdirde de Allah Teâlâ'nın
fiillerinin sapasağlam ve muhkem olmasından, Allah'ın âlim olduğuna istidlalde
bulunma kapısı kapanmış olur. Şayet göklerdeki ve yerdeki bütün canlılar bu
delillere karşı birleşseler, yine de bu delilleri reddedemezler. İşte bu apaçık
aklî deliller ortaya çıkınca, akıllı bir kimsenin kaza ve kadere delâlet eden,
âyetleri müteşâbih sayması nasıl caiz olur? Bu anlattıklarımızdan, insanların
nezdinde her zaman geçerli olan kanunun, kendi mezheblerine muvafık olan
âyetlerin muhkem, muhalif olan âyetlerin de müteşâbih olarak kabul edilmesi
olduğu meydana çıkmaktadır.
İnsaflı olan muhakkik
âlim, âyetlerdeki bu işi üç kısma ayırır:
a) Zahiri, aklî delillerle sağlamlaşan âyetler.
İşte gerçek muhkem âyet budur.
b) Zahirî
mânâlarının imkânsız olduğuna dâir kat'î deliller bulunan âyetler. İşte Allah
Teâlâ'nın muradının, onun zahirinden başka bir mânâ olduğuna hükmettiğimiz
âyetler bunlardır.
c) Ne
sübûtu, ne de nefyi hususunda hakkında böyle deliller bulunmayan âyetlerdir ki,
böylesi âyetlerin hakkı, onlarda tevakkuf etmektir. O zaman böyle bir ifâde,
"hakkındaki durumun karışması ve iki taraftan birisinin diğerinden
aynlamaması" mânâsında müteşâbih olmuş olur. Fakat ağır basan zanna göre,
bu ifâde ve âyetler zahirlerine göre hamledirilrler. İşte bu konuda söyleyebileceklerim
bunlardan ibarettir. Allah Teâlâ, muradını en iyi bilendir.
Bil ki Cenâb-ı Hak, sapık kimselerin müteşâbih âyetlere tabî
olduklarını açıklayınca, bu konuda iki gayelerinin olduğunu beyân
etmiştir:Birincisi, "sırf fitne aramak için...", İkincisi de,
"Onun te'viline yeltenmek için.." ifâdesi ite gösterilmiştir.
Birinci gayeleri,
fitne çıkarmaktır. Bil ki, "fitne" Arapça'da, "birşeyde£ aşırı
davranıp ifrata düşmek" anlamına gelir. Meselâte Yani, "falanca
dünyayı taleb etme hususunda aşırt gitti ve ölçüyü kaçırdı" denilir.
Müfessirler, bu "fitne" kelimesinin tefsiri hususunda birkaç izah
zikretmişlerdir:
a) Esamm
şöyle demiştir: "Onlar, din hususunda böyle müteşâbih meseleleri
kurcalayınca, dinî meselelerde birbirine muhalif düşmüşlerdir. Bu da
birbirleriyle savaşmalarına ve karışıklıkların çıkmasına sebebiyet vermiştir.
İşte burada bahsedilen fitne budur.
b) Bu müteşâbih âyetlere tutunmak, tutunanın
kalbine bid'ati ve bâtıl düşünceyi yerleştirir. Böylece de o kişi, bu bâtıl
fikre meftun olur. Hep onunla ilgilenir ve hiçbir şekilde bundan geri durmaz.
c) Dinde
fitne, dinden sapmaktır. Malumdur ki, din konusundaki fitne ve fesattan daha
büyük bir fitne ve fesat yoktur
İkinci gayeleri,
müteşabihleri te'vtle yeltenmeleridir. Bil ki, "te'vil" kelimesi,
tefsir etme ve açıklama manasındadır. Kelimenin Arapça'daki asıl mânâsı,
"kendisine başvurulan merci ve dönülüp varılan yer" şeklindedir. Bu,
"İş o hale varıp döndü" anlamında söylediğin şeklindeki ifâdeden
alınmıştır. Bir şeyi, başka bir hale dönderip getirdiğinde dersin. İşte bu
"te'vil" kelimesinin lügat mânâsıdır.
Daha sonra
"tefsir" de te'vil diye isimlendirilmiştir. Cenâb-ı Allah, "Sana
sabredemediğin şeylerin te'vittni haber vereceğim.." (Kehf, 7ö) ve
"Bu hem hayırlı hem de te'vil olarak daha güzeldir" (Nisa, 59)
buyurmuştur. Bu, lafzın kendisine dönüp vardığı mânayı haber vermektir. Bil ki,
âyette geçen te'vilden murad şudur: Onlar, Allah'ın kitabında hakkında bir
delil ve bir açıklama bulunmayan bir tefsire yöneliyorlar. Meselâ, kıyametin ne
zaman kopacağını, her itaatkâr insanın sevabının ve her isyankâr kulun
günahının mikdannın ne kadar olduğunu araştırırlar. Kâdî şöyle demiştir:
"Bu kalblerinde eğrilik bulunan insanlar, müteşâbih âyetleri iki şekilde
tefsir ederler:
a) Onları,
gerçek manasının dışında bir mânâya hamlederler. Âyetteki "Sırf fftne
aramak İçin" ifâdesinden murad budur.
b) Müteşâbih âyetlerden, delili olmayan
hükümler çıkarırlar. Âyetteki "Onun teviline yeltenmek için..." ifâdesinden
murad da bu dur."
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, bu kaiblerinde eğrilik olanların yolunu ayıplama hususunda daha
fazlasını söyleyerek, "Halbuki onun
tc'vütni Allah'dan başkası bilemez" buyurmuştur. Bu noktada âlimler
ihtilaf etmişlerdir. Şöyle ki:
1- Bazıları şöyle demiştir: "Bu söz burada
tamamlanmaktadır. Peşisıra gelen buyruğunun başındaki vâv harfi, vâv-ı
ibtidâiyyedir." Bu görüşe göre, müteşâbih âyetlerin mânasını ancak Allah
Teâla bilir. Bu, İbn Abbas, Hz. Aişe, Mâlik b. Enes (r.ahm) İle Kisâî, Ferrâ ve
Mu'tezile'den Ebu Ali el-Cübbâî'nin görüşüdür. Bizce de, tercihe şayan görüş
budur.
2- "Bu
söz, kısmı ile birlikte
tamamlanmaktadır." Bu görüşe göre, müteşâbih âyetlerin mânâsını bilme,
Cenâb-ı Allah için söz konusu olduğu gibi, ilimde derinleşmiş olanlar için de
söz konusudur. Bu, İbn Abbas, Mücâhid, Rebî b. Enes ve çoğu kelâmcılardan
rivayet edilen bir görüştür.
[24]
Birinci görüşün
doğruluğuna birçok hüccet delâlet eder:
Birinci hüccet: Lafzın râcih bir mânâsı olup, sonra da ondan
daha kuvvetli bir delil bu râcih zahirî mânânın murad edilmediğine delâlet
edince, biz Allah'ın muradının, bu hakikî mânânın mecazlarından birisi olduğunu
anlarız. Mecazlarda ise bir çokluk vardır. Bu birçok ihtimalden birisini
diğerine tercih, ancak lügavî tercihler ile olabilir. Lügâvî tercihler ise
ancak zayıf bir zan ifâde edebilirler. Mesele, katî ve kesin olmayı gerektiren
bir mesele olunca, zayıf zannî delillere göre konuşmak caiz değildir. Bunun
misâli şudur: Cenâb-ı Hak, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden
başkasını yüklemez" (Bakara. 286) buyurmuştur. Sonra ise, bu âyetin
tefsiri esnasında zikrettiğimiz beş delil ile açıkladığımız üzere, böylesi
mükellefiyetlerin bulunduğuna kesin delil vardır. Biz böylece anlıyoruz ki,
Allah Teâlâ'nın muradı, bu âyetin zahirinin delâlet ettiği mânâ değildir.
Binâenaleyh âyetin lafzını, mecazi manalarından birisine hamletmek gerekir.
Mecazlarda ise birçok
ihtimal söz konusudur. Bu ihtimallerden birisini diğerine tercih, ancak lügavî
tercihlerle olur. Lügâvî tercihler ise, zayıf bir zan ifâde eder. Âyetteki
mesele, zannî meselelerden değildir. Bundan dolayı, bu hususta zannî delillerle
konuşmanın bâtıl olması gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, "O Rahman arşı istiva
etmiştir" (Ta-na. 5) buyurmuştur. Deliller, ilâhın bir mekânda olmasının
imkânsızlığını göstermektedir. Böylece anlıyoruz ki, Allahu Teâlâ'nın bu
âyetten muradı, âyetin zahirinin ifâde ettiği mânâ değildir. Ancak ne var ki bu
lafzın birçok mecazî manaları vardır. O lafzı bu muhtemel mecazî mânâlardan
birisine hamletmek zanni olan lügavi tercihlerle olur. Allah'ın zatı ve
sıfatları hususunda zan ile konuşmak, müslumanların icmâsı ile caiz değildir.
Bu delil, bu meselede kât'î bir delildir. Taassuptan uzak olan bir kalb bu
delili kabul eder ve bozulmamış fıtrat bunun doğruluğuna şâhiddir.
Muvaffakiyyet Allah'tandır.
İkinci hüccet:
Bu âyetten önceki ifâde, müteşâbihin te'viline yeltenmenin kınanmış olduğuna
işaret eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf
fitne aramak ve onun te'viline yeltenmek için, onun müteşâbih olanına tâbi
olur" buyurmuştur. Eğer müteşâbihi te'vile yeltenmek caiz olsaydı, Allah
Teâlâ bunu zemmetmezdi.
Buna göre şayet,
"Bundan maksadın, kıyametin vaktini araştırma olması niçin caiz olmasın?
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kıyametin demir atmasının ne zaman olacağını sana
sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Rabb'imin nezdindedir" (A1*, 187)
buyurmuştur. Yine âyette bahsedilen şeyden maksadın, sevâb ve ikâbın mikdarını,
feth ve ilâhî yardımın ne zaman geleceğini araştırma olması niçin caiz olmasın?
Nitekim onlar, "Bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Her, 7)
demişlerdir" denirse, biz de deriz ki: Allah Teâlâ Kitab'ını muhkem ve
müteşâbih diye iki kısma ayırınca ve akıl bu taksimin, "lafzın râcih mânâsına
hamlinin muhkem, râcih olmayan mânâsına hamlinin müteşâbih olması"
cihetinden oluşunun doğruluğuna delâlet edip sonra Allah Teâlâ da müteşâbihin
te'viline ve tefsirine yeltenenlerin yotunu kınayınca, bunun müteşâbihin bir
kısmıyla ilgili olup, diğerleri ile ilgili sayılmaması, zahiri terk etme olur
ki bu da caiz değildir.
Üçüncü hüccet: Allah Teâlâ, ilimde derinleşmiş kimseleri,
"Biz ona inandık, hepsi Babb'imizin kahndandır" demeleri sebebiyle ve
"İmân edenlerin onun Rab Teâlâ dan gelen bir gerçek olduğunu
bilmeleri..." (Bakara, 26) sebebiyle medhetmiştir. Bu ilimde derinleşmiş
olanlar, eğer müteşâbihi detaylı bir şekilde bilmiş olsalardı, müteşâbihe
olduğu gibi imân etmelerinden dolayı medhedilmezlerdi. Çünkü birşeyi
derinlemesine bilen herkesin ona mutlaka imân etmesi gerekir. İlimde
derinleşmiş olan kimseler, Allahu Teâlâ'nın sınırsız malûmatı bildiğini kat'î
delillerle bilen, Kur'ân'ın kelâmullah olduğuna ve onun bâtıl ve anlamsız
şeyler söylemediğine inanan kimselerdir. Onlar Kur'ân'dan bir âyet duyup, kat'î
deliller de onun zahirinin murad edilmesinin caiz olmadığına; aksine bundan
muradın zahirî mânadan başka bir mâna olduğuna delâlet edip, sonra onlar bunun
mânasının ne olduğunu, tayinini Allah'ın ilmine havale edip ve de bu mânanın,
her ne olursa olsun, kesinlikle hak ve gerçek olduğuna kat'î olarak
hükmettiklerinde.. İşte Allah'ı bilme hususunda derinleşmiş olan kimseler
bunlar olmuş olurlar.,. Çünkü bu âlimleri, zahirin terked ileceği ne dair kesin
hüküm vermeleri ve bundan neyin murad edildiğini alettayin bilememeleri, onları
Allah'a imân etme ve Kur'ân'ın doğruluğuna kesin hüküm verme konusunda
sarsmamış, etkilememiştir.
Dördüncü hüccet: Şayet Hak Teâlâ'nın, buyruğu,
lafzına atfedilmiş olsaydı, o zaman Hak Teâlâ'nın,sözü, bir mütbedâ, başlangıç
cümlesi olurdu ki, bu da fesahat zevkine yakışmayan bir durumdur. Bilâkis evlâ
olanıVe onlar, "Ona îman ettik"
derler" veyahut
e, "ona îman ettik" derler" denilmesidir.
Buna göre şayet,
"Bu ifâdenin doğru anlaşılması hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a)
Âyetteki sözü, haberdir ve buna göre cümlenin takdiri
"Te'vili bilen bu âlimler, "Biz ona imân ettik derler"
şeklindedir.
b) kelimesinin
halidir" denilirse, biz deriz ki: Birinci ihtimal, kabul edilemez. Çünkü
Allah Teâlâ'nın kelâmını, herhangibir takdire ihtiyaç duymayacak biçimde tefsir
etmek, takdire ihtiyaç duyacak şekilde tefsir etmekten daha uygundur. İkinci
ihtimale gelince, zi'l-hâl önceden geçen bir kelimedir. Burada ise hem Allah'ın
adı, hem de "râsihûn" önceden geçmiştir. Binâenaleyh âyetteki,
"Biz ona inandık" ifâdesinin, "Allah" lafzının değil,
"râsihûn" lafzının hâli kılınması gerekir. Bu da âyetin zahirini
terketmek olur. Binâenaleyh o görüş, ancak âyetin zahirini terketmekle tam
olur. Bizim görüşümüzde ise, buna gerek kalmaz. Bundan dolayı, bu görüş daha
evla olur.
Beşinci hüccet:
Ayetteki,sözü, "Onlar, tafsilatını bildikleri şeye de, bilmedikleri şeye
de inanırlar" mânâsındadır. Eğer onlar, herşeyi teferruatı ile bilmiş
olsalardı, bu sözün bir mânâsı olmazdı.
Altıncı hüccet: İbn Abbas (r.a)'in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Kur'ân'ın tefsiri dört çeşittir:
a)
Herkesin bildiği tefsir.
b)
Anadilleri Arapça olması c) Alimlerin bilebildiği tefsir.
sebebi ile, Arapların bilip anladıkları tefsir.
d) Allah'tan
başka hiç kimsenin bilemeyeceği tefsir.
Mâlik İbnu Enes
(r.h)'e "istivâ"nın ne olduğu sorulduğunda, o şöyle cevap
vermiştir:
"İstiva malumdur. Nasıl olduğu bilinemez. Ona îman etmek vacibtir. Onun ne
olduğunu sormak ise bid'âttır."
Biz bu meselenin bir
kısmını, Bakara sûresi'nin başında anlattık. Burada anlattıklarımız, orada
anlattıklarımıza katılır ise, mesele hakkındaki izahımız tamamlanmış olur.
Muvaffakiyyet Allah'tandır.
[25]
Sonra Allahu
Teâlâİlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imtzin
" derlet" Ve " kaç mesele vardır:
[26]
Arapçada
"rusûh", birşeyin iyice içinde olmak demektir. Bil ki ilimde râsih
olan, yakînî ve kat'î deliller ile Allah'ın zât ve sıfatlarını; Kur'ân'ın
Allah'ın kelâmı olduğunu bilen kimsedir. Böyle birisi, Kur'ân'ın bir müteşâbih
âyetini görüp, kat'î delil de Allah'ın muradının o âyetin zahirî mânâsı
olmadığına delâlet edince, Allah'ın muradının âyetin zahirî mânâsından başka
olduğunu ve o muradın hak olduğunu, âyetin zâhîrî mânâsının bırakılmasının, Kur'ân'ın
sıhhatini tenkid etmede bir şüphe teşkil etmeyeceğini kesinkes anlamış olur.
" Cenâb-ı Allah
onların daha sonra dediklerini nakletmiştir ki
bunun mânâsı "Onlardan herbiri, "muhkem de, müteşâbih de
Rabb'imizin katındandır" derler" şeklindedir. Bu ifâde ile ilgili şu
iki soru vardır:
Birinci soru:
Eğer âyett"Hepsi Rabb'imizdendir" denilmiş olsaydı, bu da yeterli
olurdu. Öyle ise, âyette ayrıca (katında) lafzının getirilmesindeki fayda
nedir?
Cevap:
Müteşâbih âyetlere îman hususunda, daha güçlü ifâdeye ihtiyaç duyulur. İşte
bundan dolayı, ifâde daha te'kidli olsun diye, kelimesi zikredilmiştir.
İkinci soru
kelimesinin muzâfun ileyhinin hazfi niçin caiz olmuştur?
Cevap: Çünkü
bu kelime, muzâfun ileyhine kuvvetli bir şekilde delâlet etmektedir ve muzâfun
ileyh hazfedilse bile mânâda bir karışıklık olmamaktadır.
Allahu Teâlâ daha
sonra "Bunu ancak akıl sahipleri
düşünebilir" buyurmuştur. Bu, Allah Teâlâ tarafından, "Biz ona
inandık" diyenlere bir medh-ü senadır. Mânası ise, "Kur'ân'da
bulunanlardan ancak aklı kâmil olan kimseler va'z-ü nasihat alır"
şeklindedir. Bu ifâde, onların, Kur'ân'ı anlama hususunda akıllarım
kullandıklarına ve zahirî mânâsı aklî delillere uygun olan âyetlerin muhkem,
uygun gelmeyenlerin ele müteşâbih olduğunu anladıklarına, sonra hepsinin
sözünde çelişki ve bâtılın'bulunması mümkün olmayan Allah'ın sözleri olduğunu
bildiklerine, böylece de müteşâbih'in Allah katında mutlaka uygun bir mânâsının
bulunduğunu idrâk ettiklerine âdeta delâlet etmektedir.
Bu âyet, aklî
delillerden bahseden, bunlar ile Allah'ın zât, sıfat ve fiillerini bilmeye yol
arayan ve Kur'ân'ı aklî delillere göre, dit ve i'râba uygun gelecek şekilde
tefsir eden kelâmcıların makamlarının yüceliğini gösterir.
Bil ki, birşey ne
kadar şerefli olur ise, onun zıddı da o kadar âdî olur. Aynen bunun gibi,
Kur'ân'ı tefsire çalışan kimse, bu sıfatlan taşırsa, onun mertebesi de,
Allah'ın medh-ü sena ettiği yüksek derecelere çıkmış olur. Usûl, dil ve nahiv
ilimlerinde derinleşmeden Kur'ân hakkında söz söylendiğinde bu, Allah'ın muradından
gayetuzak bir söz olur. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s'Kur'ân'ı sırf
kendi anlayışına göre tefsir eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın' buyurmuştur.
[27]
"Ey Habb'imiz,
bizi doğru yola ilettikten sonra, kalblerimizi saptırma.. Bize, kendi katından
bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen" (Âli İmran , 8).
Bil ki, Allah Teâlâ,
ilimde derinleşmiş kimselerin, 'Biz ona iman ettik" dediklerini naklettiği
gibi, yine onların, "Ey Rabb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra,
kalblerimizi saptırma. Bize, kendi katından bir rahmet bağışla..." diye
dua ettiklerini de nakletmiştir. Önceki âyet delâlet ettiği için, bu âyetin
başında öJjii "derler" lafzı hazfedil mistir. Bu durum, onlar göklerin
ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler. "Ey Rabb'imiz, sen
bunları boşuna yaratmadın" (Aı-ümran, ısı>âyetinde de aynıdır. Ehl-i
Sünnet ile Mu'tezile'nin bu âyet hakkındaki sözleri farklıdır:
Ehl-i Sünnetin görüşü
açıktır ve şu şekildedir: Kalb, hem îmana hem de küfre yönelmeye elverişlidir.
Bu iki taraftan birisine, ancak Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı bir irâde ve sebep
olması halinde meyleder. Eğer bu irâde ve sebep, küfre götürür ise, işte bu
hızlan (= yardımın kesilmesi), izâgâ (= saptırma), sadd (= engellemek), hatm (
= mühürleme), tab' (=* damgalamak), reyn ( = paslanma), kasve(= katılaşma),
vakr( = ağırlık), kinân(= örtü) veKur'ân'da geçen benzeri lafızlar ile ifâde
edilir. Eğer bu irâde ve sebep, îmana götürür ise, bu da tevfîk {= muvaffak
kılma), reşâd (= doğruyu gösterme), hidayet, tesdîd (- doğrultup düzeltme),
tesbit (= yerinde sağlamlaştırma), ismet (= muhafaza etme) ve Kur'ân'da geçen
benzeri lafızlarla ifâde edilir.
Hz. Peygamber (s.a.s)
"Mü'minin kalbi Rahman Allah'ın parmaklarından ikisi arasındadır"[28]
buyurmuştur. Hadiste geçen bu iki parmaktan murad, bahsettiğimiz iki sebeptir.
İnsan, iki parmağı arasındaki birşeyi, o iki parmağı ile evirip çevirdiği gibi,
kalb de Hakk'ın o iki sebebi vasıtası ile, o iki sebep arasında evrilir
çevrilir. Kim insaflı olur, işi zora koşmaz ve bunu bizzat kendinde dener ise,
bu mânâyı gözle görüyormuş, elle tutuyormuş gibi bulur. Herhangi bir yaratıcı
ve müessir olmadan îmana ve küfre götüren bu iki sebepten birisinin meydana
gelmesini mümkün gören kimse, Yaratıcıyı inkâr etmiş olur; İşte bundan dolayı
Hz. Peygamber (s.a.s) "Ey kalbleri ve gözleri evirip çeviren (Allah'ım),
kalbimi dinin üzere sebatlı kıl"[29]
demiştir ki bu, bizim
söylediğimiz manadadır.
İlimde derinleşmiş
olanlar, Allah'ın indirdiği muhkem ve müteşâbih'in hepsine îman edince, Hak
subhânehû ve Teâlâ'ya, kalblerini Hakk'a meylettirdikten sonra bâtıla
saptırmaması hususunda yalvarıp yakarmıslardır. İşte bu, Kur'ânî bir tahkîk ile
de güç bulmuş aklî bir görüştür.
Bu söylediklerimizi şu husus da te'kîd eder: Allah Teâtâ, mü'minleri,
müteşâbih âyetlerin peşine düşmeyip, onlara olduğu gibi toptan îman ettikleri
ve onlara dalmadıkları için medhetmiştir. Binâenaleyh onların, bu zamanda
olduğu gibi, müteşâbih âyetler üzerinde konuşmaları tuhaf olur. Bu sebeple
onların, muhkem olduğuna inandıkları için, bu duayı yapmaları gerekir. Sonra
Allah Teâlâ, onların böyle duâ etmeleri sebebiyle, bu ifâdeyi onları medh ve
sena etme sadedinde getirmiştir ki, bu da bu âyetin muhkem âyetlerin en
güçlülerinden olduğuna delâlet eder. Bu, son derece kuvvetli bir izahtır.
Mu'tezile ise,
"Deliller, kalpleri saptırmanın Allah'ın fiili olmasının caiz olmayacağına
delalet ettiği için, bu âyeti te'vil etmek gerekir" demişlerdir.
Onların delillerini (Bakara, âyetini tefsir ederken zikrretmiştik.
Onların bu konuda, özellikle kendisiyle Ihticâc ettikleri şey ise
"İşte onlar sapıp eğrüdikleri zaman, Allah da onların kalble-rini
saptırdı" (Sai, 5) âyetidir. Bu, sapıklığın başlangıcının kullar
tarafından olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Onların bu âyet hakkında yapmış
olduğu te'viller ise, şunlardır:
a)
Bu te'vîli Cübbaî öne sürmüş, Kadî de tercih
etmiştir. Buna göre: sözünden maksat,
"kendisiyle kalblerinin îman sıfatı üzere olmayı sürdürdüğü fiillerini men
etmel" demektir. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ, men edilmeye müstehak
olduklarında lütuflarını onlardan men edince"Allah onları saptırdı"
denilmesi caiz olur. Bunun bu şekilde olacağına, Hak Teâlâ'nınlütuf: "İşte
onlar sapıp eğrildlkteri zaman, Allah da onların kalblerfnf saptırmıştır"
(Sai, 5) âyeti de delâlet eder.
b)
Esamm şöyle demektedir: Bunun mânâsı,
"Kalblerimizin kendisiyle sapıp meyledeceği bir belâya bizi mübtelâ
kılma!" demektir. Bu, Hak Teâlâ'nın tıpkı, "Şayet biz onlara,
"kendinizi öldürün, yahud yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydık,
içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine öğütlenen şeyi
hakkıyla yapsalardı, bu hem kendileri in muhakkak ki daha hayırlı, hem de
(îmanlarını) daha da sağlamlaştırmış olurdu" (Nisa, 66) âyeti gibidir.
Yine O, "O, Rahman olan Allah'ı inkâr eden kimselerin evlerinin
tavanlarını gümüşten yapardık" (Zuhrut. 33) buyurmuştur ki, bunun mânâsı,
"Kendisiyle sapıp meyletmekten emin olamayacağımız ibâdetlerle bizi
mükellef kılma!" demektir. Bazen bir kimse şöyle diyebilir: "Beni, sana
eziyet verecek şeylere sevketme, zorlama!" Yani, "Meydana geldiğinde,
sana eziyet vermiş olacağım şeyleri yapma!" demektir.
c) Ka'bî
de, ifâdesinin mânasının, "Bizi sapıtmış kimseler diye
adlandırma!" şeklinde olduğunu; nitekim bir kimse bir kimseyi kâfir olarak
adlandırdığında"Falanca falancayı tekfir etti" denildiğini söylemiştir.
d) Cübbaî
bunun mânasının, "Bizi ulaştırıp götürdükten sonra, kalblerimizi senin
cennetinden ve sevabından saptırma!" şeklinde olduğunu söylemiştir ki bu,
doğruya birincisinden daha yakındır. Ancak ne var ki bu, başka bir şeye de
hamledilebilir. Bu da şudur: Allahu Teâlâ'nın, o kimsenin o anda mü'min
olduğunu; eğer ikinci seneye kalırsa (ömrü uzarsa) onun muhakkak ki kâfir
olacağını bilmesidir. Buna göre, sözünün mânası, "o kimse
kâfir olmadan önce
Allahu Teâlâ'nın o kimseyi öldürmesi" mânasına hamledilmiştir. Bu
böyledir, çünkü onu ikinci seneye kadar diri olarak bırakmak, bir mânâda, onu
cennet yolundan saptırmak demektir.
e) Esamm,
ifâdesinin mânasının, "Bizi aklımızın nuruyla hidâyete erdirdikten sonra,
cinnet getirmek suretiyle, aklın kemâlinden mahrum bırakma, saptırma!"
şeklinde olduğunu söylemiştir.
f) Ebu
Müslim ise, bunun mânasının, "sapmamamız için, bizi şeytandan ve
nefsimizin şerlerinden koru..." şeklinde olduğunu söylemiştir.
Bu âyetin te'vili
hususunda onların ileri sürdükleri görüşlerin tamamı budur ki, hepsi de
tamamiyle zayıftır.
Birinci görüşleri: Bu
zayıftır, çünkü onlara göre Allah'ın kudretiyle, haklarında lütuf olarak
yapabileceği herşeyi yapması vâcibtir. Eğer bunu yapmazsa, uluhiyyeti geçersiz
olur; hem câhil, hem de muhtaç olmuş olur. Böyle olan şeyin duâ ile taleb
edilmesine zaten ihtiyaç kalmaz.. Aksine bu görüşün, Allah'a, lütuf fiillerinin
tamamını vâcib kılmayan Bişr İbn Mu'temir ve arkadaşlarının görüşüne göre carî
olması gerekir.
İkinci görüşleri de
zayıftır. Çünkü eğer Allah, teklifteki katılığın, mükellefi kötü olan şeye
sevketmede bir tesirinin olduğunu bilirse bu, Allah hakkında kötü bir şey olur.
Eğer mükellefi çirkin olan bir şeye sevketme hususunda bunun kesinlikle hiçbir
tesirinin olmadığını bilirse, kulun itaatkâr ve âsi olması hususunda, bunun
varhğt, yokluğu gibi olur. Bu sebeple de, duayı bu yöne yöneltmenin herhangi
bir mânası olmaz.
Üçüncüsü de zayıftır;
çünkü, sapık ve kâfir diye isimlendirmek, varlık ve yokluk bakımından küfürle
beraber bulunurlar. Halbuki küfür ve sapıklık, kulun ihtiyarıyladır. O halde,
"Bizi sapıklık ve kâfir ismiyle isimlendirme" demenin ne faydası var?
Dördüncüsü de
böyledir; çünkü, Allah'ın, o kimsenin ikinci sene kâfir olacağını bilmesi, onu
daha önceden öldürmesini gerektirseydi, onun, o kimsenin ömür boyu kâfir olarak
yaşayacağını, asla îman etmeyeceğini bilmesi onu yaratmamasını gerektirirdi.
Beşincisi de zayıftır;
çünkü bu ifâde, o âyetten önce geçen, "Kalblerinde eğrilik bulunanlara
gelince..." sözüyle ilgilidir.
Altıncısı da aynıdır; çünkü şeytandan ve nefsin
şerlerinden korunmak takdir edilmişse, o.mutlaka olacaktır. O halde duâ etmenin
faydası nedir? Eğer
takdir edilmemişse,
onun olması da imkânsız olur. Bu durumda da duâ etmenin bir faydası yoktur.
Böylece, bu anlattıklarımızla bütün bu hususların zayıf ve geçersiz; hak olan
şeyin de bizim söylediğimiz şey olduğu ortaya çıkmış olur.
Buna göre eğer,
"Bu görüşe göre Hak Teâlâ'nın: "İşte onlar sapıp eğrüdiklerî zaman,
Allah da onların kalblerini saptırmıştır" (Sat, 5) buyruğunu nasıl tefsir
ederiz?"denilirse, biz deriz ki, şöyle denilebilir: Ailahu Teâlâ onları
baştan saptırmış, ama onlar da bundan sonra kendileri sapmaya devam
etmişlerdir. Sonra ilk defa Allah'tan olan bu sapıklığa, birincisinden başka
olan sapıklıklar terettüp edip, bitişmiştir. Bütün bunlarda herhangi bir aykırı
durum yoktur.
Hak Teâlâ'nın: "Bizi doğru yola ilettikten
sonra.,." ifâdesine gelince, bunun mânası, "Bizleri ihtidaya
erdirdikten sonra..." demektir. Bu da, kalbte hidâyetin meydana gelmesinin
Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda açık ve sarih bir ifâdedir.
Sonra Cenâb-ı Hak
"Bize, kendi katından bir rahmet bağışla" buyurmuştur. Bil ki kalbi,
uygun olmayan şeylerden temizlemek, onu uygun olan şeylerle nûrlandırmaktan
önce gelir. İşte bu sebeple bu mü'minler, Rab'lerinden önce kalblerini bâtıl ve
bozuk inançlara meylettirmemesini; daha sonra da O'ndan kalblerini marifetullah
nûrlanyla nurlandırmasını, uzuv ve organlarını da itaat süsüyle süslemesini
istemişlerdir. Allah bütün rahmet çeşitlerini içine alsın diye, nekire olmak
üzerej buyurmuştur.
Rahmet çeşitlerinin
ilki, kalbte imân, tevhîd ve marifetullah nurunun bulunması; ikincisi, uzuv ve
organlarda tâat, kulluk ve hizmet nurunun bulunması; üçüncüsü, dünyada emniyet,
sıhhat ve kendi kendine yetecek miktarda geçim vasıtalarının bulunması;
dördüncüsü, ölürken ölüm sarhoşluğunun kolay olması; beşincisi, kabirde
soruların ve kabir karanlığının kolay olması; altıncısı, kıyamette ceza ve
hitabın kolay olması, günahların affedilip iyiliklerin üstün getirilmesidir.
Buna göre, Hak Teâlâ'nın buyruğu
rahmetin bütün kısımlarını içine alır.
Susturucu, ve apaçık
aklî delillerle, Allah'dan başka bir Rahîm'in, bir Kerîm'in olmadığı ortaya
çıkınca, muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu hususu, maksat ve gayenin ancak kendisi
tarafından meydana getirileceğine aklın, ruhun ve kalbin dikkatini çekmek için,
bu hususu sözüyle te'kîd etmiştir. Kula nisbetle, bu maksat ve gaye son derece
yüce olduğu için, şüphesiz Cenâb-ı Hak da bu ifâdeyi nekire iilarak
buyurmuştur. Buna göre kul sanki şöyle demek istemiştir: "Ya Rabbi! Senin
rahmetinin en mükemmelini taleb ediyorum... Senin katından olan ve sana layık
olan bir rahmet istiyorum..." Bu ifâde ise, rahmetin son derece yüce ve
ulu olduğunu gösterir.
Sonra Cenâb-ı Ha
"Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen" buyurmuştur. Buna göre kul,
sanki şunu söylemiştir: "Allah'ım, bu duamla senden istediğim şey, bana
nisbetle çok büyük bir şeydir, Ancak senin kereminin kemâline, cömertliğinin ve
rahmetinin zirvesine nisbetle, önemsiz bir şeydir... O hâlde sen, eşyanın
hakikâtinin, zâtının, mâhiyyetinin ve varlığının kendisinden meydana geldiği
atiyye ve bağışında, çok bağışlayansın... Buna göre senin dışında kalan her şey,
senin cömertliğinden, ihsan ve kereminden meydana gelmiştir.. Ey, lütfü ve
iyiliği devamlı olan; ezelden beri ihsan sahibi olan Rab! Bu miskinin
ümitlerini boşa çıkarıp, dualarını reddetme.. Ey merhamet edenlerin en
merhametlisi, ikramda bulunanların en cömerdi, onu fazlınla rahmetine lâyık
kıl!"
[30]
"Ey Rabb'imiz,
muhakkak ki sen, hakkında hiç şüphe bulunmayan bir gün için insanları
toplayacak olansın!.. Şüphesiz, Allah sözünden caymaz"(Ali İmran, 9)
Bil ki, bu duâ ilimde
derinleşen kimselerin sözlerinin geriye kalanıdır. Bu böyledir; çünkü onlar,
Allah'dan kendilerini sapmaktan korumasını, hidâyet ve rahmetini kendilerine
has kılmasını isteyince, sanki şöyle demek istemişlerdir: "Bu talepten
maksadımız, dünya istekleriyle ilgili bir şey değildir... Çünkü bunlar, fani
şeylerdir, sona ericidirler. Bu duamızdan en büyük gayemiz âhiretle ilgili
olandır... Çünkü biz, ey Rabb'imİz, senin, hesaba çekmek için kıyamette
insanları bir araya getireceğini biliyoruz.. Yine, senin va'adinden ve sözünden
dönmeyeceğini; sözünün yalan olmadığını da biliyoruz... Kalbleri haktan sapan
kimseler, orada devamlı bir azâb içinde kalırlar... Tevfîkini, hidâyetini ve
rahmetini verip, kendilerini mü'min kıldığın kimseler ise, orada ebedî saadet
ve ikramlar içinde bulunurlar..." Buna göre bu duadan en büyük maksat,
âhiret ile ilgili olan kısımdır.
Geriye âyetle ilgili
birkaç mesele kalmıştır:
[31]
Hak Teâlâ'nın: o
buyruğunun takdiri, "İnsanları hakkında şüphe olmayan bir günde, hesaba
çekmek, cezalandırmak için toplayacak olansın" şeklindedir. Buna göre bu
ifâdeden maksat açık olduğu için M kelimesi hazfedilmiştir.
[32]
Cübbaî şöyle
demektedir: "Mü'rninlerin sözü kısmında bitmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
kavlidir. Buna göre insanlar, "Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen, kendfsmde hfp
şüphe bulunmayan bir gün için insanları toplayacak olansın!" dediğinde,
Allahu Teâlâ da, onları bu konuda tasdik etmiş ve onların sözlerini,
"Şüphesiz, Allah sözünden caymaz" diyerek te'kîd etmiştir. Bu, Hak
Teâlâ'nın bu sûrenin sonunda, mü'minlerden naklettiği:
"£y Rabbimiz,
peygamberlerinin lisânı ile bize va'adetmiş olduğun şeyleri ver bize... Kıyamet
günü yüzümüzü kara çıkarma. Şüphe yok ki sen, sözünden asla dönmezsin"
(âı-i imrân, 194) âyeti gibidir."
Bazı âlimler de, bunun
gaibten muhataba geçilmek suretiyle bir iltifat olduğunu söylemişlerdir.
Kur'ân-ı Kerim'de bunun misalleri pek çoktur. Nitekim Hak Teâlâ:"Nihayet
siz gemide bulunduğunuz ve gemiler de güzel bir rüzgâr ile bunları akar gibi
götürdükleri zaman..." (Yunus. 22) buyurmuş, (hitaptan gıyaba geçmiştir.)
Buna göre şayet
"Mü'minler bu âyette(ÂMimran, 194) âyetinde de demişlerdir"
denilirse, ben derim ki:
Allah en iyisini bilir
ya, İkisi arasındaki fark şudur: Bu âyet (âli imran, 9) heybet ve ta'zîm
makamında getirilmiştir. Yani ulûhiyyet, mazlumun hakkını zâlimden almak için
haşir ve neşrin (ölümden sonra dirıltilmenin) bulunmasını gerektirir. Buna göre
O'nu, burada İsm-i Âzamıyla zikretmek, daha muvafık ve evlâdır. Ama Âl-i İmran
194'dekifl buyruğuna gelince, bu makam, kulun Rabb'inden kendisine lütfuyla
in'âmda bulunmasını ve günahlarım bağışlamasını istediği makamdır. Buna göre bu
makam heybet makamı değildir. İşte bundan dolayı şüphesiz Cenâb-ı Hak, (âli imran, 194) buyurmuştur.
[33]
Cübbaî bu âyette,
fasıkların mutlaka azapla tehdid edildikleri hususunda istidlal ederek, şöyle
demiştir: Allah Teâlâ'nın Vaîdinden
"Çünkü vaîd de, "Rabb'imizin bize va'adettiğinl hak olarak
bulduk. Siz de, Rabb'inizin (tehdit olarak) size va'adettiğinigerçek olarak
buldunuz mu?" (Araf, 44) âyetinin delaletiyle, va'ad lafzının kapsamında
ele alınmıştır. Buna göre kelimeleri aynı mânayı ifâde eder. AHahuTeâlâ da bu
âyette, miadından caymayacağını haber vermiştir. Böylece bu âyet, O'nun vaîdinden
de caymayacağına bir delil olur."
Cevap: Biz,
Allahu Teâlâ'nın, fâsıkları mutlaka azapla tehdid ettiğini kabul etmiyoruz.
Daha doğrusu bu ceza, ulemâ arasında ittifakla "tevbe etmeme şartına"
bağlandığı gibi, bize göre Cenâb-ı Hakk'ın affetmeme şartıyla da mukayyettir.
Nasıl siz bu şartı ayrı bir delille isbât ettiyseniz, bunun gibi biz de, affın
bulunmamasını ayrı, munfasıl bir delille isbât ettik.. Biz, Allahu Teâlâ'nın
onları tehdit ettiğini kabul ediyoruz, ama bu vaîdin (tehdîdin) "va'ad"
lafzının kapsamına girdiğini kabul etmiyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın, . 44) buyruğuna
gelince, biz deriz ki bunun, Cenâb-t Hakk'ın:arı elim bir azâbla müjdele"
(âı-i imrân, 21) ve "Tâd (o azabı!) Hani sen, çok uluf çok şerefli
idin!" (Duhân. 49) âyetlerinde olduğu gibi olması niçin caiz olmasın? Yine
bundan muradın, "Onların, putlarından Allah katında kendilerine şefaat
etmelerini beklemesi.." olması niye caiz olmasın? Böylece bu va'adden
(Araf, 44) murad, putlardan beklemiş oldukları bu fayda ve menfaat olur..
"Vaîd" meselesiyle ilgili sözümüzün tamamı, Bakara sûresinde,
"Hayır! Kim bir kötülük kazanır da, suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa,
onlar cehennemliktir, onlar orada, ebedî olarak kalıcıdırlar" (Bakara, si)
âyetinin tefsirinde geçmişti..
Vahidî,
"Basît" adlı eserinde, başka bir izahtan da bahsederek şöyle der:
"Bunun, düşmanların vaîd (tehdit)'ine değil de dostların va'adine
hamledilmesi niçin caiz olmasın? Çünkü vaîd'den caymak, Araplar nezdinde güzel
bir şeydir." Vahidî sözüne devamla, "Bunun delili ise, Arapların bunu
methetmeleridir. Nitekim şair
' 'O, sürür verici bir
şeyi va 'adettlğinde, va adini yerine getirir... Ama, zarar verici bir şeyle
tehdit ettiğinde de, af duygusu bunu yapmasına mâni olur.." demiştir.
Ebu Amr İbn el-Alâ ile
Amr İbn Ubeyd arasında şöyle bir münazara geçtiği rivayet edilmiştir: Ebu Amr,
Amr'a:
"Büyük günah
sahipleri hakkında ne dersin?" dedi. O:
"Ben derim ki,
Allah hem alabildiğine va'adetmiştir hem de alabildiğine va'îdde bulunmuştur.
O, va'adini yerine getireceği gibi, va'îdıni de yerine getirecektir" dedi.
Bunun üzerine Ebu Amr:
"Sen yabancı bir
adamsın. Ben konuştuğun dilin yabancı olduğunu söylemiyorum, kalbinin yabancı
olduğunu söylüyorum. Çünkü Araplar va'adden dönmeyi bir ayıp, va'îdden
(tehdidden) dönmeyi ise bir fazilet sayarlar" dedi ve şu şiiri söyledi:
' 'Ben bir va adde
veya bir va 'idde (tehdidde) bulunur isem, va 'îdimi yerine getirmem ama,
vaadimi tutarım."
Bil ki Mu'tezile, Ebu
Amr İbn el-Alâ bu sözü söyleyince, Amr İbn Ubeyd'in ona şöyle dediğini de
nakletmişlerdir:
"Ya Ebâ Amr,
Allah da "Kendisini yalanlayan" diye adlandırılabilir mi?"
deyince o:
"Hayır!"
dedi. Bunun üzerine Amr İbn Ubeyd: "Senin istidlalin düştü, hükümsüz
oldu!" dedi.
Mu'tezile, Ebu Amr İbn
el-Alâ'nın, buna karşılık hiçbir şey söyleyemediğini de nakletmiştir.
Buna göre, Ebu Amr İbn
el-Alâ'nın bu soruya söyle diyerek cevap vermesi mümkün idi: "Sen vaîd'i
va'ad'e kıyasladın. Ama ben, bunu şu iki konu arasındaki farkı beyân etmek için
zikrettim: Va'ad, Allah üzerinde bir haktır... Vaîd ise, O'nun hakkıdır. Buna
göre, kendi hakkından vazgeçen kimse, cömertliğini ve kerem sahibi olduğunu
göstermiş olur. Başkasının hakkını düşüren, iskât eden kimseye gelince, işte bu
kimse kınanır... Böylece, va'ad ile vaîd arasındaki fark ortaya çıkmış ve senin
kıyâsın da bâtıl olmuş olur... Sen bu şiiri, bu farkı ortaya koymak için
zikrettin..
Senin, "Eğer
yapmazsa, o kendisini yalanlamış ve yalancı olmuş olur mu?" şeklindeki
sözüne gelince, bunun cevabı da şudur: Bu, vaîdin şartsız olarak bulunması
halinde söz konusu olur.. Halbuki, bana göre bütün vaîdler, O'nun afvetmemesine
bağlıdır. Binâenaleyh O'nun affetmemesinden dolayı,
sözüne bir yatan arız
olması gerekmez. İşte bu anlatılanla
ilgili olarak söylenebilecek sözümüz bundan ibarettir.[34]
"O İnkâr edenier
yok mu? Ne malları, ne evlâdlan, Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyden onları
asla kurtaramaz... İşte onlar, ateşin yakacağı kimselerin ta
kendileridir" (Âli İmran. 10).
Bil ki, Allah (c.c)
mü'minlerin yalvarış ve yakarışlarını anlatınca, bunun peşinden kâfirlerin durumunun
keyfiyyeîini; cezalarının çok elim ve çetin olacağını açıklamıştır. İşte,
âyetin makabli ile münasebeti budur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[35]
Hak Teâlâ'nın: "O
inkâr edenler yok mu? Ne mallan, ne evlâtları, Allah'dan gelebilecek hiçbir
şeyden onları asla kurtaramaz" buyruğu hakkında şu iki görüş
bulunmaktadır:
Birinci görüş:
Bu âyette söz konusu edilenler, Necran heyetidir.. Çünkü biz, onların kıssasını
anlatırken, Ebu Harise İbn Alkame'nin kardeşine şöyle dediğini de nakletmiştik:
"Ben O'nun gerçekten, Allah'ın Resulü olduğunu kesinlikle bilmekteyim...
Ama ne var ki bunu açıklarsam, Rûm kralları bana vermiş olduğu mal ve makamı
geri alırlar." İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ, onların mallarının,
çoluk-çocuktannın dünya ve âhirette, onlardan azabı kesinlikle def
edemiyeceğini beyân buyurmuştur.
İkinci görüş:
Lafız umûmidir; sebebin hususi olması, lafzın umûmî olmasına mâni değildir.
[36]
Bit ki, en büyük azâb,
istifâde ettiği herşeyin kişinin elinden gidip,
bunun yerini elem ve acı verici sebeplerin almasıdır.
Birincisine gelince,
bu Hak Teâlâ'nın: "Ne mallan, ne evladları, Allah'dan gelebilecek hiçbir
şeyden onları asla kurtaramaz" buyruğu ile kastedilendir.. 8u böyledir,
çünkü kişi dünyevî tehlikeler ve belâlar sırasında malına ve çocuklarına
sığınır. İşte bu iki şey, tehlikeleri kendisinden savuşturma hususunda
kendisine başvuracağı en yakın iki sığınaktır. Bu sebeple Hak Teâlâ, bu âhiret
gününün vasıflarının dünyanın vasıflarına uymadığını beyân buyurmuştur. Çünkü o
günde, zararları def etmek için kendisine başvurulan en yakın merci olan bu iki
şey bulunmayınca, diğer şeylerin bulunmaması, daha evlâdır.. Bu âyetin bir
benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "Ogünde ne mal fayda verir, ne de evlat
Allah'a salim bir kalble gelenler müstesna..." (Şuarâ, ee-89); ' 'Mal ve
evlat, dünya hayatının zînetidir. Bakî olacak iyi âmeller iser Rabb 'inin
katında sevapça da daha hayırlı, ümit etme bakımından da daha hayırlıdır"
(Kehf, 46): "O'nun söylediğine biz mirasçı olacağız ve o, bize tek basma
gelecektir " (Meryem, si) ve "Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız
gibi, (âhirette de) huzurumuza yapayalnız, teker teker gelmişsinfzdir.. Size
ihsan ettiğimiz şeyleri de, sırtlarınızın arkasında bırakmışsınızdır"
<Enâm, 94) âyetleridir.
Bunun yerini, elem ve acı verici sebeplerin alması şeklinde olan ikinci
kısma gelince, buna da Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, ateşin yakacağı
kimselerin ta kendileridir" sözüyle işaret etmiştir. Azabın ne olduğunu
açıklama konusunda bu, adetâ zirvede bulunan çok manidar bir ifâdedir. Çünkü,
cehennemin kuru odunlarla yanarcasına, kâfirlerle tutuşup yanmasından daha
şiddetli bir azâb olamaz. Bu kelime, vâvın fethasıyla şeklinde okunduğunda, ateşin kendisiyle
tutuştuğu odun anlamına gelir. Damme ile, şeklinde okunursa, (ateş iyice
tutuştu) ifâdesindeki fiilin masdarı (mef'ûl-i mutlakı) olur. Bu ifâde,eldi,
vârid oldu, bulundu...) sözü gibidir.
[37]
Hak Teâlâ'nın,
4"Allah'dan..." ifâdesi hak- kında da şu iki izah yapılmıştır:
a) Takdir,
"Ne malları, ne evladları o nları Allah'ın
azabından
kurtaramaz.." şeklindedir. Buna göre, kelam buna delâlet ettiğinden
dolayı, muzâfazfedilmiştir.
b) Ebu
Ubeyde, bu ifâdenin başında bulunan? harf-i cerrinin(Kat, nezd, yan..)
manasında olduğunu, takdirin ise, "Ne malları, ne evlatları Allah katında
onlara hiçbir fayda veremiyecek" şeklinde olduğunu söylemiştir.
[38]
"(Onların
gidişatı), tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan evvelkilerin gidişi gibidir.
Onlar, bizim âyetlerimizi yalanladılar da, Allah da kendilerini günâhları
yüzünden yakalayıverdi. Allah, cezası pek çetin olandır" (Al-i İmran. 11).
Bir şey hususunda
gayret gösterip yorulduğunda, denilirÂdetiniz veçhile yedi sene..."
(Yusuf, 47) buyurmuştur. Yani, "Ciddiyyet, gayret ve aralık
vermeksizin.." demektir. Bütün gün gezip yorulan ve gayret sarfeden kimse
için de"Falanca yorucu bir gün geçirdi" denilir. Bu kelimenin lügavî
bakımdan mânası, işte budur. kelimesi daha sonra, bir durum, iş ve bir örf-âdet
manasına kullanılmıştır. Nitekim:
denilir. Yani,
"Falancanın âdeti budur.." Bazı kimseler de, kelimesinin devam
anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki, âyetteki teşbihin keyfiyyeti hususunda şu izahlar
yapılmıştır;
a) kelimesinin gayret ve çaba sarfetme
(içtihâd) mânasına alınması.. Kelimenin lügavî mânası da budur. Bu, Esamm ve
Zeccâc'ın görüşüdür. Buna göre, bu teşbihin izah şekli ise şöyledir:
"Kâfirlerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalanlama ve dinini inkâr hususundaki
gayret ve çabaları, Firavun ve hanedanının, Hz. Musa'ya karşı olan menfî gayret
ve çabaları gibidir, ona benzer... Sonra biz onları günahları yüzünden nasıl
helak ettiysek, bunları, Kureyş Kâfirleri'ni de öylece helak ederiz..."
b) kelimesinin,
iş ve durum anlamında tefsir edilmesidir. Bu hususta birkaç izah şekli vardır:
1-
ifâdesinin anlamı, "Bunların durumu ve Hz. Muhammed'i yalanlama hususunda
yaptıkları, Hz. Musa'yı yalanlama konusunda Firavun hanedanının durumu
gibidir.." şeklindedir. Bu durumda, bu izah ile bundan önceki izah
arasında herhangi bir fark yoktur. Ancak ne var ki biz,
birinci izah şeklinde ül kelimesini çaba ve gayret sarfetmeye
hamlederken, burada kelimeyi "iş ve durum" anlamına hamlettik.
2- Âyetin
takdiri şöyledir:
"İnkâr edenler yok mu? Onların ne malları, ne evlâdları, Allah
katında onlara hiçbir fayda sağlamayacak. Allah, daha önce Firavun hanedanına
yaptığı gibi ve âdeti veçhile, onları ateşin yakıtı yapacaktır.. Çünkü onlar
peygamberlerini yalanlayınca, Allah da onları, günahları sebebiyle yakalayıp
cezalandırmıştır." masdarı bazan failine bazan damef'ûlüne muzâf
kılınmaktadır. Burada murad,Allah'ın, Firavun hanedanı hakkındaki işi.,
gibi" mânâsıdır. Çünkü onlar, peygamberlerini yalanlayınca, Allah da
günahları sebebiyle onları yakalayıp, cezalandırmıştır..
Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetleridir"Onları,
Allah'ın sevgisi gibi severler" (Bakara, i65), yani "Onları
(putları), Allah'a olan sevgileri gibi bir sevgiyle severler" (mef'ûlüne
muzâf)."Senden önce göndermiş olduğumuz peygamberler için de sünnet."
(isra, 77). Yani, "Bu, senden önce göndermiş olduğumuz peygamberler
hakkındaki sünnetimdir." (failine muzâf) demektir.
3- Kaffâl
(r.h) şöyle demiştir: "Âyet-i Kerime'nin, hem Allahu Teâlâ'ya nisbet ve
izafe edilen âdeti, hem de kâfirlere nisbet edilen âdeti ihtiva etmesi muhtemeldir.
Buna göre sanki şöyle denilmiştir: Muhakkak ki, Hz. Muhammed'e eziyyet etme
hususunda şu kâfirlerin âdeti ve halleri, peygamberlerine eziyyet hususunda
kendilerinden önceki kimselerin âdeti gibidir. Bunları helak etme hususundaki
âdetimiz, daha önce o kâfirleri helak etmedeki âdetimiz gibidir." Bütün bu
takdirlere göre kastedilen şey, kâfirlerin eziyetine karşı Hz. Muhammed
(s.a.s)'e yardım etmek ve O'na, Allah'ın o kâfirlerden intikam alacağını
müjdelemektir.
c) ve'
kelimeleri, birşeyde eğleşmek, oyalanmak ve uzun süre kalmak manalarında tefsir
edilir. Buna göre âyetin takdiril "onların ateşte kalışları, Firavun
hanedanının ateşte kalışları gibi olacaktır" şeklindedir.
d) kelimesi,
daha önce zikrettiğimiz gibi, çaba ve gayret sarfetmek
anlamına da gelir.
Yorgunluk ve meşakkat, bu gayretin bir neticesidir. Buna göre mana,
"onların azabtan karşılaştıkları meşakkat ve yorgunlukları, Firavun
hanedanının azab sebebi ile gördüğü meşakkat ve yorgunluk gibidir"
şeklinde olur. Çünkü Allah Teâlâ, onların azabının hemen tahakkuk ettiğini
beyân etmiştir. Bunu gösteren de, Cenâb-t Hakk'ın, "(Onlar) suda
boğuldular, ardından da bir ateşe atıldılar.." {Nuh. 25) âyetidir. Yine
onlara olan azabın son derece şiddetli olduğunu gösteren de şu âyettir:
"O, sabah akşam kendisine arzolunacaklan ateştir. Kıyametin kopacağı gün
"Firavun hanedanını azâbm en çetinine sokun" (denilecek)"
(Mü'mm, 46).
e) Müşebbeh
(m benzetilen), onların mallarının ve evlatlarının, azablannı giderme hususunda
onlara hiçbir fayda veremeyecek olmasıdır. Onlar, Firavun hanedanına bu iki
yönden benzetilmişlerdir. Buna göre mânâ şöyle olur: "Muhakkak ki
siz. Firavun hanedanının
ve onlardan önce
geçip peygamberlerini yalanlayan milletlerin başına gelmiş olan, vuku
bulduğunda ne mallarının ne de çocuklarının kendilerine fayda vermediği,
başlarına geldiğinde onları çaresiz bırakmış olan o dünyevî azabı biliyorsunuz.
İşte ey Muhammedi yalanlayan kâfirler, o milletlerin başına gelen azab gibi bir
azabın er ya da geç sizin başınıza da geleceği ve ne mallarınızın ne de
çocuklarınızın size hiç fayda veremeyeceği konusunda sizin haliniz de onların
hâli gibidir.
f) Bu
âyetteki vech-i teşbihin (benzetme yönünün), şu bakımdan olması da muhtemeldir:
"Sizden öncekilerin başına nasıl köklerini kurutan dünyevî bir azab gelmiş
ise, işte ey Peygamberi inkâr edenler, böyle bir azab sizin başınıza da
çökecektir. Bu azab da, sizin öldürülmeniz, esir edilmeniz ve mallarınızın
ganimet olarak alınmasıdır.'' Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr
edenlere, "yakında mağlub olacaksınız ve (toptan) cehenneme
sürüleceksiniz. O ne kötü yataktır" de (Ali İmran. 12) âyeti buna delâlet
etmektedir. Hak Teâlâ sanki burada, nasıl o kavmin başına dünyevî bir azab
gelip de, onlar devamlı bir azab içinde kalmışlar ise, aynı şekilde Hz. Muhammed'i
yalanlayanların başına da iki şeyin geleceğini haber vermiştir. Bunlardan
birincisi, dünyevî mihnet ve meşakkatlerdir ki bunlar, öldürülme, esir alma ve
hor-hakîr kılınmadır. İkincisi ise, ebedî ve elim bir azaba sürüklenmedir. İşte
son olarak zikredilen bu iki azabı, Kâdî (r.h) söylemiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın: sözünün manası, "Onlardan önce yaşamış
olan ve peygamberlerini yalanlamış olan milletler" demektir.
Hak Teâlâ'nın: "Onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar"
ifâdesindeki "âyetler"den murad mu'cizelerdir. Onlar bu mu'cizeleri
yalanladıklarında, şüphe yok ki peygamberleri de yalanlamış oldular.
Cenâb-ı Allah daha
sonra "Allah da kendilerini"günahları yüzünden çarptı"
buyurmuştur. Burada (çarptı, yakaladı) kelimesi kullanılmıştır. Çünkü başına
bir ceza gelen kimse, kurtulamayan esir ve yakalanmış bir insan gibi olur aha
sonra Allah Teâlâ: "Allah, cezası
pek çetin olandır" buyurmuştur ki bunun mânası açıktır.
[39]
"O inkâr
edenlere, ''Yakında mağlub olacaksınız ve (toptan) cehenneme sürüleceksiniz. O
ne kötü yataktır" de!"
(Âl-i imran, 12).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[40]
:
Hamza ve Kisâî bu
âyeti, her iki fiil-i müzarîde de yâ ile şeklinde, diğer kıraat imamları ise
te harfi ile şeklinde okumuşlardır. Bunu yâ ile okuyanlara göre mana,
"Onlara mağlub olacaklar] ulaştı..." şeklinde olur. Bu kıraatin
doğruluğuna"İmân edenlere, "Allah'ın günlerinin (geleceğini) ümid etmeyenlere
aldırış etmemelerini söyle" (Câsiye 14) ve meyenlere aldırış etmemelerini
söyle.." (Câsiye, 14) ve "Mü'mln erkeklere söyle, bakışlarını
kıssınlar" (Nûr, 30) âyetleri de delâlet eder. Allah Teâlâ bu âyette,
"bakışlarını kıssınlar" buyurmuş, bakışlarınızı kısınızj-at dememiştir.
"Te" harfi ile okuyanlar ise, fiilleri muhatab kabul etmişlerdir. Bu
kıraatin güzel olduğuna da "Allah, peygamberlerinden, "size kitap
verdim..' diye mtsâk aldığı zaman.." (âm imran, si) âyeti delâlet eder.
Mâna bakımından bu iki kıraatin farkı şudur: "Te" ile okumak,
onlara başlarına gelecek mağlubiyet ve cehenneme sürülmeyi, onlara haber
vermeyi emir manasına gelir. Yâ ile okumak ise, onlara bunu bizzat söylemeyi
emir mânasına gelir. Allah en iyi bilendir.
[41]
Âlimler bu âyetin
hususunda şu iki rivayeti ileri sürmüşlerdir:
1- Hz.
Peygamber (s.a.s), Bedir'de Kureyş'e karşı savaşıp Medine'ye döndüğünde,
yahudileri, Benî Kaynuka mevkiinde toplayarak onlara şöyle der: "Ey
yahudiler, Kureyş'in başına gelen, sizin de başınıza gelmeden önce müslüman
olunuz" dedi. Onlar da: "Ey Muhammed, Kureyş'ten, savaştan anlamayan
bir grubu öldürüp yenmen seni aldatmasın. Eğer bizimle savaşsaydın,
anlardın" dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu âyeti indirdi.
2- Medineli
yahudiler, Bedir'de kâfirlerin başına geleni öğrenince "Allah'a yemin
ederiz ki, bu, Hz. Musa'nın Tevrat'ta müjdelediği ve vasıflarını sayıp,
sancağının yere düşmeyeceğini haber verdiği ümmî peygamberdir" dediler.
Daha sonra da birbirlerine, "Hele acele etmeyiniz" dediler. Uhud
Savaşı olup, Hz. Peygamber'in ashabı gerileyince, onlar, "Bu, o müjdelenen
peygamber değil" dediler ve şekavetleri daha ağır bastığı için müslüman
olmadılar. İşte bunun üzerine Allah, bu âyeti indirdi.
3- Bu âyet,
Allah Teâlâ'nın küfür üzere öleceklerini bildiği bir gurup belli kâfir hakkında
gelmiştir. Âyette, onların kimler olduğunu belirten bir açıklama yoktur.
[42]
"Teklîf-i Mala
Yutâk"ın caiz olduğunu söyleyenler, bu âyeti delil getirmiş ve şöyle
demişlerdir: "Allah
Teâlâ kâfirlerden bu grubun, cehenneme toplanacaklarını haber
vermiştir. Eğer onlar imân edip, tâate yönelselerdi, bu haber yalana dönmüş
olurdu. Bu ise imkânsızdır. İmkânsızı gerektiren şey de imkânsızdır.
Binâenaleyh onların imân etmeleri ve tâatte bulunmaları imkânsızdır. Halbuki
onlar, bunlarla emrolunmuşlardır. Buna göre onlara, imkânsız olan güç
yetiremeyecekleri bir şey emrolunmuştur." Bu meselenin geniş izahı
{Bakara, 6) âyetinin tefsirinde geçmiştir.
[43]
Âyette geçen
"Mağlup
olacaksınız" buyruğu, haber
verdiği şey, aynen vuku bulmuştur, Binâenaleyh, bu gaybtan haber vermedir ve
bir mu'cizedir.
Bunun bir benzeri de,
"Rumlar yakın bir yerde mağlub oldu. Onlar bu yenilmelerinin ardından
galib geleceklerdir" (Rûm; 2-3) âyeti ile; Hz. İsâ (a.s) hakkındaki,
"Evlerinizde ne yiyor ve ne biriktiriyorsanız size haber veririm..."
(Ali imran, 49) âyetidir.
[44]
Âyet, kıyamette
yeniden dirilmenin, haşrtn ve neşrin olacağına, ve kâfirlerin dönderileceği
yerin cehennem olduğuna delâlet etmektedir.
Cenâb-ı Allah bu âyetin sonunda, ne kötü yataktır" buyurmuştur.
Bu böyledir, çünkü Hak Teâlâ o kâfirlerin cehennemde toplanacaklarını haber
verince, "O ne kötü yataktır!" diye onu vasfetmiştir. Mihâd kelimesi
"yaİ üzerinde uyunan ve rahat edilen yer" mânasındadır. Allah
Teâlâ"Yeri de biz döşedik. Biz ne güzel döşeyiciieriz!" (zanyat,
48> buyurmuştur. Allah Teâlâ, kâfirlerin cehenneme gireceklerin^haber
verince, o cehennemin şerli olduğunu bildirmiştir. Çünkü âyetteki kelimesi, şer
ve şiddet mânasına gelen kelimesinden
alınmıştır. Nitekim Allahu Teâlâ: "Zulmedenleri şiddetli birazab ile
yakaladık" buyurmuştur. Cehennem malum, biz ondan Allah'ın fazlına
sığınıyoruz.
[45]
“Karşılaşan iki toplulukta, sizin için muhakkak bir ibret vardır.
(Onlardan) bir cemaat Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâûr idi. Onlar,
öbürlerini gözleriyle, kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini
yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, kalb gözlen açık olanlar için bir ibret
vardır" (ÂI-i İmran, 13).
Bil ki bu âyetle
ilgili bazı meseleler bulunmaktadır:[46]
Cenâb-ı Hak buyurmamış
da buyurmuştur. Bunun iki izah şekli bulunmaktadır;
a) Bu lâfız,
mânaya hamledilmektedir. Buna göre bundan murad,"Bunu getirmek, sizin için
bir ibret ol
uştur"şeklindedir.
b) Ferrâ
şöyie demiştir:" ile kelimeleri arasında fasfedici bir kelime
zikredilmiştir.. Bu da, kelimesidir. (Bunun için olmamıştır)".
[47]
Âyetin makabli ile
münasebeti şudur: Biz, "Yakında mağlûb olacaksınız ve toptan cehenneme
sürüleceksiniz" (ân imran, 13) âyetinin yahudiler hakkında nazil
olduğunu; Hz. Peygamber (s.a.s) onları İslâm'a davet edince onların
inatlaşarak. "Biz, gerek savaşmayı bilememe, gerekse zayıflık hususunda
Kureyş'e benzemeyiz.. Aksine, bizim gücümüz ve savaş bilgimiz, bizimle
çatışmaya girecek herkesi yenecek durumdadır..." dediklerini; bunun
üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, onları, "Eğer siz güçlü kuvvetli, harb ve savaş
ehli olsanız dahi, muhakkak ki yakında mağlûb olacak ve cehenneme
sürüleceksiniz" dediğini zikretmiştik.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu hükmün sıhhatine delâlet eden şeyi zikrederek: "Karşılaşan iki
grupta, sizin için muhakkak bir ibret vardır" buyurmuştur. Yani, Bedir
Harbi buna delâlet etmiştir.. Çünkü, çokluk ve teçhizat bolluğu kâfirler; azlık
ve teçhizat azlığı da müslümanlartarafındaydı. Sonraysa Cenâb-ı Hak kâfirleri
kahr ü perişan etmiş, müslümanları da muzaffer ve yardımına mazhar kılmıştır.
Bu da, bu galibiyyetin Allahu Teâlâ'mn te'yidi ve yardımı ile olduğuna delâlet
etmektedir. Durumu böyle olan herkes, ister güçlü olsunlar isterse olmasınlar,
bütün hasımlarını ve düşmanlarını yenecektir.. İşte bunun gibi, bu ifâdeler,
her ne kadar silah kullanmayı ve savaşmayı iyi bilseler dahi, Hz. Peygamber'in
yahudileri hezimete uğratıp onları ezeceğine delâlet eden açıklamanın yerini
tutmuştur. Böylece de bu âyet, "Kâfirlere de ki: "Yakında mağlûb
olacaksınız.." (âli
İmran 12) âyetinin
hükmünün sıhhatine bir delil olmuştur. Âyetin, kendisinden önceki âyetle
münasebet şekli işte budur.
[48]
kelimesi, Cemâat
anlamına gelir. Müfessirler, "ikitopluluk"tan muradın, Bedir gününde,
Hz. Pey- gamber (s.a.s) ve ashâbıyla, Mekke müşrikleri olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Rivayet edildiğine
göre Bedir günü'nde
müşrikler dokuzyüzelli kişiydiler. İçlerinde Ebû Süfyan ve Ebu Cehil de
bulunuyordu. Savaş meydanına yüz atlı savaşçı sürmüşlerdi.. Yanlarında, yediyüz
tane de deve bulunuyordu.. Süvarilerin hepsi zırhlı olup, yüz kişi kadardılar..
Piyade savaşçılar arasında da, ayrıca zırhlı olanlar bulunmaktaydı. Müslümanlar
ise üçyüzonüç kişiydiler... Her dört kişiye bir deve düşmekteydi. İçlerinde
altı kişi zırhlıydı. İki de süvari bulunmaktaydı... İşte,
böylesi bir durumda
müslümanlann kâfirleri mağlub etmesi, apaçık bir âyet ve ezici bir mu'cize idi...
Şunu bil ki
âlimlerimiz, bu hâdisenin apaçık bir âyet olması hususunda birkaç izah şekli
zikretmişlerdir:
a)
Müslümanlann mukavemet etmelerine mâni olacak birçok sebep bulunmaktaydı:
Sayıca az olmaları; savaş» nak maksadıyla çıkmadıkları için yanlarına teçhizat
almamış olmaları; silâh ve at azlığı gibi... Ayrıca bu, yapacakları ilk savaş
idi. Çünkü bu, Hz. Peygamber'in yapacağı gazvelerin ilki idi. Müşriklerin
durumu ise, tamamiyie tersineydi: Çünkü onların sayısı fazlaydı; savaş için
hazırlıklı olarak çıkmışlardı; önceki zamanlarda da birçok kez savaşmışlardı;
bu bakımdan savaşa alışkın idiler... Durum böyle olunca, sayıca az ve zayıf
olan, silâhı az ve savaşmayı da pek bilmeyen böyle bir topluluğun, silâhı bol,
ayrıca savaş için de teçhizattanmış olan kalabalık sayıdaki bir topluluğu
mağlub etmesi âdeten mümkün değildir... Ama, durum âdetin ve alışılmışın
hilâfına olarak tahakkuk edince bu, bir mu'cize olmuştur.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s) kavmine, Cerâb-ı Hakk'ın: "Hani Allah size, iki taifeden
bitinin muhakkak ki sizin olacağını vaadediyordu..." (Enfâi, 7) âyet-i
kerimesiyle kendisine yardım edeceğrni haber vermiştir. Âyetteki iki taifeden
birisinden murad, ya Kureyş topluluğu veya Ebû Siifyan'ın kervanıdır. Hz.
Peygamber Bedir savaşından önce tek tek, "şurası, falancanın öldürülüp
düşeceği yer; şurası, falancanın öldürülüp yıkılacağı yer ilh..." diye
haber vermişti... Onun geleceğe dair vermiş olduğu haberin muhtevası, aynen
onun haber verdiği gibi gerçekleşince bu, gaybden bir haber ve bir mu'cize
olmuştur.
c) Allahu
Teâlâ'nın bundan sonra zikrettiği ifâde... Bu da, "Onları dış gözleriyle
kendilerinin iki katı görüyorlardı" sözüdür. Bu son ifâdenin tefsirinde en
sahih olan görüşe göre, görenler müşrikler; görülenler de mü'minlerdir... Buna
göre mâna şöyledir: "Müşrikler mü'minleri, ikibine yakın bir rakamla,
kendilerinin sayılarının iki misli olarak veya, müslümanlann sayısının iki
misli olan altıyüz kişi olarak görmüşlerdir. Bu, bir mu'cize'dir.
Buna göre eğer,
"mevcut olmayan, gerçekte bulunmayan bir şeyin görülebileceğini söylemek,
safsataya götürür" denilirse biz deriz ki:
Biz, buradaki rü'yeti,
zannetme ve tahmin etme anlamına hamlediyoruz. Bu böyledir. Çünkü çok korkan
kinişe, az sayıdaki bir topluluğu gayet kalabalık zannedebilir. Veya şöyle
diyebiliriz: "Allahu Teâlâ melekleri de indirdiği için, müslüman
askerlerin sayısı çoğalmıştır.." Ama birinci cevap daha uygundur.
Çünkü ifâde, sadece
iki gruptan söz etmekte olup, meleklerin kıssası burada söz konusu değildir.
d) Hasan
el-Basrî şöyle demiştir: "Allahu Teâlâ, bu savaşta peygamberlerini beşbin
melekle te'yîd etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak: "O da, "Muhakkak ki ben
size bin (melek) ile yardım edeceğim" diyerek duanı kabul buyurdu"
(Entti, 9) ve "Evet, siz sabreder, sakınırsanız, bu (düşmanlar) da ansızın
üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb'iniz size alâmetti beşbin melekle imdâd
edecektir125) buyurmuştur. Dörtbin melek bin melekle beraber beşbin melek eder.
Bu meleklerin işaretleri, atlarının kuyruk ve perçemlerinde bulunan beyaz yün
idi... Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, dilediğini yardımıyla destekler"
buyruğu ile kasdettiği de, budur.. Allah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra"("Onlardan) bir grup Allah yolunda savaşıyordu, diğeri İse kâür
İdi" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:
[49]
Buradaki kelimesinin
meşhur kıraati, merfû olarak şeklinde okunmasıdır kısmı isebunun gibi 'şeklinde
okunmuştur. Bu ifâdeler kelimesinden bedel olmak üzere mecrur olarakşeklinde;
"ihtisas" veya, fiilindeki zamirden hâl olarakşeklinde de okunmuştur.
Vahidî (r.h), ref ile
okumanın daha üstün olduğunu; çünkü bunun mânasının, "Onlardan birisi
Allah yolunda savaşır, diğeri de,.." şeklinde olduğunu; binâenaleyh, bu
ifâdenin başlangıç (müste'nef) cümlesi olarak merfû okunduğunu söylemiştir.
[50]
Allah yolunda savaşan
topluluktan murad, müslü- manlardır. Çünkü onlar, Allah'ın dinine yardım etmek
için savaşmışlardır.
Cenâb-ı
Hakk'ın:"Diğeri ise kâfir..." tavsifi ile kastedilen ise, Kureyş
kâfirleridir.
[51]
Cenâb-ı Hak
sonra,"Onlar, öbürlerini gözleriyle, kendilerinin iki katı
görüyorlardı" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır:
[52]
Nâfi ite Âsım'ın
ravisi Ebân, (Siz onları görürsünüz); diğer kıraat imamları ise yâ ile, föjji
(Onlar, onları
görürler) şeklinde okumuşlardır. Bundan önceki ifâde yahudilere hitâb ettiği
için, bu kelimeyi tâ ile okuyanlar,î şeklinde okumuşlardır. Buna göre mâna,
"Ey yahudiler sizler, müslü-manları olduklarının iki kat) sayıda";
veyahut da, "kâfirlerin iki katı olarak..." görüyorsunuz"
şeklindedir. Veyahut da âycM Kureyş müşriklerine bir hitâb olmuş olur. Buna
göre mâna, "Ey Kureyş müşrikleri, sizler müslümanları, sizin kâfir
güruhunuzun iki katı sayıda görüyorusunuz..." şeklinde olur.
Yâ ile okuyanlar ise,
hitâbtan sonra zikredilen gâlibiyyet ve nusretten dolayı böyle okumuşlardır.
Buda, HakTeâlâ'nın, "(Onlardan) bir grup Allah yolunda savaşıyordu, diğeri
ise, kâfir idi. Onlar, öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki kah
görüyorlardı" buyruğudur. Buna göre O'nun, "Onlar, öbürlerini
görüyor" şeklindeki ifâdesi, bu iki gruptan birisinden haber verme
anlamına gelir.
[53]
Bil ki bu âyette, hem
kâfir hem de müslüman gruptan bahsedilmiştir.
Buna göre Cenâb-ı
Hakk'ın:
sözünün mânası, görenlerin kâfirler;
görülenlerin ise
müslüman topluluk olması muhtemel olduğu gibi, bunun aksi de muhtemeldir.
Böylece iki ihtimal mevcuttur.Hak Teâlâ'nın, sözüne gelince, bundan muradın,
"görenlerin iki katı" mânası olması muhtemel olduğu gibi,
"görülenlerin iki katı" mânası olması da muhtemeldir. Buna göre bu
âyet, şu dört ihtimali kapsamaktadır:
Birinci ihtimal: Bundan murad, kâfir olan tarafın, müslümanları, kendilerinin,
müşriklerin iki katı, yani ikibine yakın bir sayıda görmeleridir.
İkinci ihtimal:
Kâfir grubun, müslümanları, müslümanların sayısının iki katı, yani altıyüzyirmi
küsur kadar görmeleridir... Bundaki hikmet, kâfirler korkup da savaşmasınlar
diye, Allahu Teâlâ'nın, müslümanları azlıklarına rağmen, müşriklerin gözünde
çok kalabalık göstermesidir.
Buna göre, şayet
"Bu, Hak Teâlâ'nın Enfâl süresindeki,"ve sizi de onların gözünde
azaltıyordu" (Eniâi, 44) âyetiyle bir tezâd teşkil eder." denilirse,
cevap olarak biz de deriz ki, bu azaltma ve çoğaltma işi, iki ayrı durumda
cereyan etmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak, ilk önce müslümanları onların gözüne
az gösterdi.. Böylece de onlar, müslümanlara hücum ederek, taarruza geçtiler.
Müslümanlarla bizzat karşı karşıya geldiklerinde ise, Allah müslümanları
müşriklere çok gösterdi; bunun üzerine de onlar mağlup oldular... Sonra Cenâb-ı
Hakk'ın, müslümanları, işin başında onlara az gösterip, işin
sonunda çok
göstermesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudretini daha çok gösterir ve mu'cizeyi de, daha
net ve belirgin olarak ortaya koymuş olur.
Üçüncü ihtimal:
Görenlerin müstümanlar, görülenlerin ise müşrikler olmasıdır.. Buna göre
müslümanlar, müşrikleri kendilerinin iki katı, yani attıyüz küsur kadar
görmüşlerdir. Bundaki hikmeti ise, Allahu Teâlâ'nın tek bir müslümana iki
kâfire mukavemet göstermesini emretmiş olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak:
"Eğer sizden sabr u sebat eden yirmi kişi bulunursa, onlar İkiyüz (kişiyi)
yenerler" (Ennı, es) buyurmuştur.
İmdi şayet:
"Nasıl oldu da müslümanlar, kâfirleri, kendilerinin iki misli olarak (yani
altıyüz küsur) gördüler, halbuki onlar kendilerinin üç misli idiler?"
denirse, cevaben deriz ki:
Allah Teâlâ,
müslümanlara mağlup edeceklerini bildikleri kadar müşriği göstermiştir. Bu da
şöyle olmuştur: Cenâb-ı Hak: "Eğer sizden sabr u sebat eden yirmi kişi bulunursa,
onlar ikiyüz (kişiyi) yenerler" (Enfâi, 65) buyurmuştur. Böylece Allah
Teâlâ onları cesaretlendirmek ve kalblerınden korkuyu gidermek için,
müşriklerin sayısını onlara bu kadar göstermiştir.
Dördüncü İhtimal: Görenler, müslümanlardır. Onlar müşrikleri, müşriklerin iki katı kadar
görüyorlardı.. Bu, hiç kimsenin öne süremeyeceği bir görüştür. Çünkü bu durum,
mü'minlerin kalbine korku salmak suretiyle, müşriklere yardım etmek demektir.
Âyet ise, bu durumu nefyeder.
Beşinci ihtimal: Bu âyetle ilgili beşinci bir ihtimal daha vardır. Bu da şudur: Biz
âyetin başında, hitabın yahudiler hakkında olduğunu söylemiştik. Buna göre,
bundan murad edilen mâna, "Ey yahudiler, sizler, kuvvet ve ihtişam
bakımından müşrikleri mü'minlerin iki katı olarak görüyordunuz" şeklinde
olur.
Buna göre eğer,
"Kâfirler müslümanların üç katı olduğu halde, nasıl olur da yahudiler
müşrikleri müslümanların iki katı olarak görmüşlerdir?" denilirse, bunun
cevabı yukarda geçmişti..
Bu mevzûyla ilgili
olarak geriye iki bahis kalmıştır:
Birinci bahis:
Birinci ve ikinci ihtimâl, yok olan (ma'dûm)'ın görülebildiğini iktizâ
etmektedir. Üçüncü ihtimal ise, bulunan ve mevcut olanın görülmemesini
gerektirmiştir.
Birincisi, aklen
imkânsızdır. Çünkü yok olan şey görülemez. Binâenaleyh, âyette "rü'yet"
(görmek) ifâdesini, kuvvetlice zannetmek manasına hamletmek gerekir.
İkincisine gelince bu,
âlimlerimize göre caizdir. Çünkü bize göre şartların mevcut, hasselerin (duyu
organlarının) sıhhatli olması durumunda, idrâk etmek vâcib değil de caiz olmuş
olur. O zaman, mu'cize ve harikulade hallerin zuhur ettiği zamandır.
Binâenaleyh böyle bir mu'cize'nin meydana gelmiş olabileceğini söylemek uzak
bir İhtimal değildir.
Mu'tezile'ye göreyse, şartlar mevcut olup, duyu organları da sağlam
olursa, idrâk etmek mutlaka olur. İşte bu sebepten dolayı Kâdî bu konuda şu
gerekçeleri befirtmiştir:
a) Muharebe
ve savaş esnasında insan, başını askere çevirerek, onlara iyice bakmak için
vakit bulamaz. Bundan dolayı da o, şüphesiz hepsini değil bazısını görür.
b) Muharebe
esnasında diğer bazılarını idrâk edip görmeye mâni olacak toz toprak bulunur.
c) Şöyle de
denilebilir: Allah Teâlâ, havada, askerin üçde birini görmeye mâni olacak
herhangi bir şey yaratmaya da kadirdir. İşte bütün bunlar ihtimâl dahilindedir.
İkinci bahis: "Lafız, her ne kadar görenlerin, müşrikler ile müslümanlar olabilmesine
ihtimalli ise de, bu iki ihtimalde en belirgin ve en açık olanı
hangisidir?" denilirse, denilir ki: Müşriklerin görenler olmast daha
evlâdır. Buna şu hususlar da delâlet etmektedir:
a) Fiilin
fâiliyle olan münasebeti, mef'ûlüyle olan münasebetinden daha kuvvetlidir. Buna
göre, önce geçen iki şeyin en yakınını fail, en uzağını da mef'ûl kabul etmek,
bunun aksini yapmaktan daha evlâdır. Önce geçenlerin en yakını ise, Hak
Teâlâ'ntnbeyânıdır.
b) Âyetin başı olanSizin için muhakkak bir
âyet vardır" buyruğu, kâfirlere hitâbtır. Buna göre, Nâfi'nin
"tâ" harfiyle okuması da, hitabın kâfirlere olmasından dolayı idi..
Buna göre mâna, "Ey Kureyş müşrikleri, sizler müslümanları, onların iki
katı olarak görüyordunuz..." şeklinde olur. Bu kıraat, ancak görenlerin
müşrikler olması halinde doğru olur.
c) Allahu Teâlâ, "Karşılaşan İki
toplulukta, sizin için muhakkak bir ibret vardır" demiş olduğu için, bunu
kâfirlere karşı bir mu'cize yapmıştır. Bu sebeple, bu durumun, onlar için bir
hüccet olabilmesi için, onların görüp müşahede ettikleri bir şey olması
gerekir. Ama, bu durumun mü'minler için söz konusu olması halinde, bunu
kâfirler için bir hüccet kabul etmek dopH-olmaz. Allah, en iyisini bilendir.
Gören tarafın
müslümanlar olduğunu söyleyen kimseler de, şu şekilde delil serdedip
tartışmışlardır: Görenlerin müşrikler olduğunun kabul edilmesi halinde, mevcut
olmayan şeyin görülmesi gerekir ki, bu imkânsızdır. Ama, görenlerin mü'minler
olduğu kabul edilirse, bundan, mevcut olan bir şeyin görülmemesi gerekir ki, bu
imkânsız değildir. Dolayısıyla bu daha evlâdır. Allah. "Onu gördüm -
görmek.." denilir. Yine,Uykuda güzel bir rüya gördüm" denilir. Buna
göre rü'yet, uyumaya en iyisini bilendir.
Sonra Hak Teâlâ: "gözgörüşüyle" buyurmuştur, uykuda rüyaya
tahsis edilmiştir. Yine Araplar, gözü bir şeye iliştiği zaman "O az önce
gözümün önündeydi" der. Buna göre
kelimesi, mef'ûlü mutlak olmasından dolayı mansüb kılınması caiz olduğu
gibi, bir mekâna zarf olması sebebiyle mansûb olması da caizdir. Nitekim
sen, Siz onları, önünüzde
görüyorsunuz" dersin.ne "O benim nazarımda çok kıymetlidir, eşsiz bir
gerdanlık gibidir" "Onun benim nazarımda köpekten, farkı yoktur"
tabirleri de böyledir.
Sonra Cenâb-ı Hak
"Allah, dilediğini yardımıyla destekler" buyurmuştur. Allah
müslümanlara iki şekilde yardım eder:
a)
Bedir'deki yardımı gibi, onları muzaffer kılmakla olan yardımı...
b)
Hüccet ve delil
bakımından yardımı.. Bu
ikinci mânaya göre, mü'minlerden
bozguna uğramış bir topluluk bulunduğunu farzetsek, onlara hüccet ve (uhrevî)
güzel bir sonuç bakımından yardım edildiği için, "onlar yardım
edilmişlerin ta kendileridir!" denilmesi caizdir. Âyetten kastedilen ise
şudur: "Yardım ve muzafferiyet, sayı, ihtişam ve silâh çokluğu ile değil,
ancak Allah'ın te'yîdi ve yardımı ile tahakkuk eder."
Sonra Allahu Teâlâ
"Şüphesizbunda, kalb gözleri açık olanlar için bir ibret vardır"
buyurmuştur. kelimesi itibâr, (ölçüp biçme, kıyaslama) mânasına gelir.
"İtibâr" ise, kendisiyle cehaletten ilme geçilen alâmet, nisan
demektir. Bu kelimenin aslı, bir taraftan diğer tarafa geçme anlamına gelen
kelimesidir. lafzı da buradan gelip
mânayı muhataba geçiren, intikâl ettiren söz demektirf ifâdesi de böyledir;
çünkü rüyayı te'vil de, rüyanın mânasını ortaya koyar, açıklar.. O'nun ifâdesinin mânası ise, "akıl sahipleri
için..." demektir. Nitekim, "O, bu işi iyi bilir" anlamında
olmak üzere denilir. Allah en iyi bilendir.
[54]
"Kadınlar,
oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş; salma güzel atlar,
hayvanlar, ekinlerden yana nefsin İsteklerine sevgi, insanlar için bezenip
süslenmiştir. Bunlar, dünya hayâtının geçici menfaatidir. Nihayet dönüp
varılacak yerin bütün güzelliği Ailah'm nezdİndedir" (Âli İmrân. 14).
[55]
Bu âyet hakkında
birkaç mesele vardır:
[56]
Âyet-i kerime'nin
mâkabliyle münasebeti hakkında iki görüş vardır:
Birinci görüş:
Şu kıssayla ilgili olan açıklamadır:
Biz, (Necran'dan
gelen) hristiyan hey'etinden Ebû Harise İbn Alkame'nin kardeşine, "Hz.
Muhammed (s.a.s)'in sözünde doğru olduğunu bildiğini" itiraf ettiğini;
ancak ne var ki bunu, Rum krallarının kendisine vermiş oldukları mal ve makamı
geri atacakları endişesiyle açığa vurmadığını söylemiştik.. Yine biz, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in Bedir savaşından sonra, yahudileri İslâm'a davet ettiğini,
onların ise buna mukabil, kendilerinin güç ve kuvvetlerini ortaya koyup,
mallarına ve silâhlarına güvendiklerini anlatmıştık... Böylece Cenâb-ı Hak bu
âyette, bu ve bunların dışındaki diğer dünya metâının zeval bulacağını, yok
olacağını; âhiretin ise hayırlı ve daha baki olacağını beyan buyurmuştur.
İkinci görüş:
Yapılmış olan umumî te'vile göre, bu şöyledir: Allahu Teâlâ önceki âyette,
"Allah, dilediğini yardımıyla te'yid eder Şüphesiz bunda; kajb gözleri
açık olanlar için bir ibret vardır" (ali imran. 13) buyurunca, bunun
peşinden o "ibref'in beyânı yerine geçecek olan bir açıklama getirmiştir
ki, o da şudur: "Allah Teâlâ insanlara, cismanî şehvete tutku ile dünyevî
lezzetlerin ve hazların hoş gösterildiğini, sonra bunların lezzetleri rlevam
etmeyen fâni şeyler olup, geriye ise onların sorumluluklarının kalacağını beyân
etmiş; daha sonra da, "De ki, "Size bunlardan daha hayırlısını haber
vereyim mi?" (âl-i imran, 15) ifadesiyle insanları âhiret ile ilgili olan
şeylere teşvik etmiş, daha sonra da, Âl-i İmran 17. âyetinin sonuna kadarki
kısımda, sabreden ve doğru olan kimselerden kullukta sebat edenler için
hazırlanmış olan âhiretin güzelliklerini, tayyibâtını açıklamıştır.
[57]
Âlimler, Hak
Teâlâ'nın, buyruğundaki "tezyin", süslü gösterme işini yapanın kim
olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bizim âlimlerimizin bu konudaki görüşleri
açıktır. Çünkü onlara göre bütün fiillerin yaratıcısı Allah'tır. Yine onlar
şöyle de demişlerdir: (Bu'bezeyen ve süsleyenin) şeytan olduğunun kabul
edilmesi durumunda, o zaman şeytana küfrünü ve bid'atını süslü gösteren kimdir?
Eğer bunun başka bir şeytan olduğu söylenirse, neticede teselsül gerekir. Eğer
bu, bizzat o şeytanın kendisinden meydana gelmiş ise, bu, insan hakkında da
aynıdır. Eğer bu küfür ve btd'ât Allah'ın yaratması ile meydana gelmiş ise - ki
doğru olan da budur- bu, insan hakkında da aynıdır. Kur'ân'dabu nükteye
"EyRabb'imiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz nasıl
azmışsak onları da öylece azdırdık" (Kasas, 63) âyetinde işaret
edilmektedir. Yani "Bir kimse, bizim onları azdırıp saptırdığımıza
inanıyor ise, ya bizi saptıran kimdir?" Bu söz son derece açıktır.
Mu'tezile'den Kâdî,
kendilerinden şu üç görüşü nakletmiştir:
Birinci görüş:
Kâdî, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Şeytan insanlara
süslemiştir ve bu hususta Allah adına yemin etmiştir."
Kâdî, Mu'tezile namına
şu delilleri ileri sürmüştür:
a) Allah
Teâlâ şehvetlere dair sevgiyi, mutlak
olarak zikretmiştir. Dolayısıyla, bu ifâdenin kapsamına haram olan şehvetler de
girer. Haram olan şehvetleri süsleyen ise, ancak şeytandır.
b) Allahu
Teâtâ, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten bahsetmiştir. Bu çok malı
böylesine sevmek, ancak dünyayı talebinin kıblesi ve bütün amaçlarının nihâî
hedefi edinen kimselere yakışır. Çünkü âhireti tercih eden kimseler,
kendilerini başkasına muhtaç bırakmayacak miktar ile yetinirler.
c) Hak Teâlâ'nın, "Bun/ar, dünya hayâtının
geçici mefaatıdır" buyruğudur. Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunu dünyayı
zemmetmek, fazla önemsememek
sadedinde
zikretmiştir. Kınanmış olan bir şeyin ise, o kimseye süslenmiş olması
imkânsızdır.
d) O'nun bu
âyetten sonra, "De ki, "size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim
mi?" (âı-i imran, 15) buyurmuştur ki bu ifâdeden Cenâb-ı Hakk'ın maksadı,
kulun dünyâya iltifatını önleyip, dünyayı onun gözünden düşürmektir. Bu ise,
dünya gözünde büyümüş olan kimselere uygun düşmez.
İkinci görüş:
Bu, Mu'tezile'den diğer bir grubun görüşüdür. Buna göre süsleyen, Allah'tır. Bu
görüşte olanlar, buna birkaç şekilde istidlalde bulunmuşlardır:
a) Allah
Teâlâ nasıl, âhiretin menfaatlerine insanları teşvik etmiş ise, aynı şekilde
dünyanın lezzetlerini de yaratmış ve bunları kullarına mubah kılmıştır. Hak
Teâlâ'nın, bunları insanlara mubah kılması, tezyin edip süslemek manasına
gelir. Çünkü Cenâb-ı Hak, şehveti ve şehvet duyulan şeyi yaratıp, şehvet duyan
insanlarda da onlardan tad alacaklarına dair bir bilgi yaratarak, o şeyleri almayı
insana mubah kılınca, Cenâb-ı Hak, onları tezyin etmiş ve süslemiş olur.
b) Lezzet
veren bu şeylerden istifâde etmek, âhiret menfaatine götüren birer vesiledir.
Allah Teâlâ, bu vesilelere başvurmayı teşvik etmiştir. Dolayısı ile bunları
süsleyen Allah olmuş olur. Biz, bunlardan istifâde etmenin, âhiret mükâfaatına
götüren vesileler olduğunu söylüyoruz.
Bu, şu bakımlardan olur:
1- İnsanın matını tasadduk etmesi
bakımından...
2- İnsan,
bunlar sayesinde Allah'a itâata güç ve kuvvet kazanır.
3- İnsan
bunlardan istifâde edip, bunların ancak Allah'ın yaratması ve yardımı ile
müyesser olduğunu bildiğinde, bu, kulun büyük bir şükür edâ etmesine sebeb
olur. İşte bundan dolayıdır ki es-Sahib İbn Abbâd şöyle derdi: "Yazın
soğuk suyu içmek, hamdin kalbin derinliklerinden çıkmasına sebep olur."
es-Sahib, bu mânâda bir de şiir söylemiştir.
4- Bu lezîz
ve güzel şeylerden istifâde edebilen, bunları bırakıp, kullukla meşgul olunca
ve kulluk yolunda çeşitli sıkıntılara katlanınca daha büyük mükâfaatlar elde
eder. Böylece bütün bu izahlardan, o güzel şeylerden istifâde etmenin, âhiret
mükâfaatım elde etmeye birer vesife olduğu sabit olur.
5- Allah
Teâlâ: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" (Bakara 29);
J'De ki, "Allah'ın kullan için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıklan kim
haram etmiş?"
(Araf32); "Her namazınızda güzel elbisenizi giyinin" (Arâf.3i);
"Biz yer üzerinde olan şeylere, onlara mahsus birer zînet verdik"
(Kehf, 7); "O, gökten su indirip, sizin için onunla rızık olarak türlü
türlü meyveler çıkardı" (Bakara, 22); ve "Yerdeki şeylerden helâl ve
temiz olmak şartıyla yiyin" (Bakara,
Bütün bu âyetler, süsleyenin
Allah Teâlâ olduğuna delâlet "O, insanlar için süsledi.." şeklinde
okuması da bu görüşü te'kîd eder.
Üçüncü görüş:
Ebu Ali el-Cübbâî ile Kâdî'nin kendi görüşüdür ve meseleyi taksim etmektedir:
Çünkü, bu konuda vâcib veya mendub olan herşeyin müzeyyini (süsleyeni) Allah
Teâlâ'dır. Haram olan herşeyin süsleyeni ise şeytandır. Kâdî'nin söylediği işte
budur.
Bunlardan başka bir
üçüncü kısım daha vardır ki bu, yapılmasında veya yapılmamasında herhangi bir
sevab veya ikâb bulunmayan mubahlardır. Kâdî bu kısımdan bahsetmemiştir.
Halbuki bunu da söylemesi ve bu mubahları süsleyenin Allah mı, şeytan mı
olduğunu belirtmesi gerekirdi.
[58]
Hak Teâlâ'nın: "Nefsin isteklerini sevme"
hakkındaki âyetidir. Bununla ilgili şu üç
izah yapılmıştır;
Birinci izah: Buradaki
"şehevat", arzu edilen şeyler demektir. Aradaki irtibattan dolayı,
arzu edilen şeyler mecazî olarak böyle isimlendirilmiştir. Nitekim, aynı
şekilde, güç yetirilen şeye "kudret", ümid edilen şeye
"reca" (ümit); bilinen şeye de "ilim" denilmiştir. Bu,
Arapça'da yaygın olan bir istiare (mecaz)dir. Meselâ, "şu, onun arzu
duyduğu şeydir" manasında"Şu, falancanın şehvetidir" denilir.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Arzu edilen şeylerin, "şehvet" diye isimlendiril-mesinde,
şu iki mânâ vardır:
a) Allah
Teâlâ, arzu duyulmuş olmaları ve istifâde edilmede aşın hırs duyulmaları
hususlarında mübalağa etmek için, âyette sayılan şeyleri "bizzat şehvetin
ve arzunun kendisi" olarak saymıştır.
b) Şehvet,
filozoflara göre, rezîl ve kınanmış bir sıfattır. Bu şehvet ve arzuların peşine
düşenler, kendilerinin hayvan gibi olduklarını görürler. Binâenaleyh âyette bu
lafzın zikredilmesinden maksad, insanları bunlardan nefret ettirmektir.
İkinci izah: Kelâmcılar şöyle demişlerdir: "Bu âyet,
sevginin şehvetten farklı birşey olduğunu gösterir. Çünkü bu âyette, Allah
Teâiâ sevgiyi şehvete muzaaf kılmıştır. Muzaaf, muzaafun ileyh'ten başkadır. O
halde şehvet, Allah'ın yarattığı fiillerden, muhabbet ise kulun
fiillerindendir. Muhabbet (sevgi), insanın bütün maksad ve yaşayışını, leziz ve
hoş şeyleri aramaya hasretmesinden ibarettir.
Üçüncü izah: Filozoflar şöyle demişlerdir: "İnsan,
bazan sevmemek istediği halde bir şeyi sevebilir.Meselâ, bir müslümanın gönlü,
bazan bazı haramlara meyledebilir. Fakat o, o haramları sevmemek ve onlara
meyletmemek ister. Ama hem bir şeyi seven, hem de o şeyi sevmeyi isteyen
kimsenin sevgisi, sevginin (muhabbetin) en ileri derecesidir. Eğer böyle bir
sevgi hayır yönünde olur ise, bu saadetin mükemmel şekli olur. Nitekim Cenâb-ı
Hak, Hz. Süleyman (a.s)'ın, "Gerçekten ben, hayır sevgisine düştüm"
(Sâd,32) dediğini nakletmiştir. Bunun mânası, "Ben, hayrı seviyorum ve
hayrı, bahsettiği gibi olur. Çünkü âyetteki, "Nefsin istekleri insanlara
bezenfp süslenmiştir" ifâdesi, şu üç sevmiş olmamı da seviyorum"
demektir. Eğer bu sevgi şer yönünde olursa, bu, Allahu Teâlâ'nın işte bu âyette
(âl-i imran mertebeye delâlet eder:
a) İnsan,
arzu ve şehvet duyulan herşeye arzu duyar.
b) İnsan,
kendisinin o şeylere olan arzusunu da sever.
c) İnsan, bu sevginin güzel ve bir fazilet
olduğuna inanır. Bu cümlede, bu üç derece bir araya gelince, bu dereceler
şiddet ve kuvvet bakımından en üst noktaya ulaşır ve bundan kurtulma, ancak
Allah'ın vereceği büyük bir muvaffakiyyetle olur. Sonra Hak Teâlâ bunu
insanlara nisbet etmiştir. Bu âyetteki "insanlar" sözü başına harf-i
tarif gelmiş olan, umûmi bir lafızdır. Dolayısıyla istiğrak ifâde eder. Binâenaleyh
kelimenin zahiri, bu sevginin bütün insanlarda bulunduğunu gösterir.
Akıl da buna delâlet
eder. Çünkü leziz ve faydalı olan herşey, zatı gereği sevilir ve arzu edilir.
Faydalı ve leziz şeyler, cismânî ve ruhanî olmak üzere iki kısımdır. Cismânî
olanlar işin başında herkes için söz konusudur. Ruhanî olanlar ise ancak, nâdir
olarak bir tek insan için olur. Sonra bu insan için, o ruhanî lezzet
ancakcismânî lezzetleri cezbetmesi, kuvvetli ve yerleşmiş bir meleke gibi olur.
O'nun insanı, ruhanî lezzetlere çekmesi ise, ufacık bir sebeple kaybol ab
ilecek arızî, sonradan olma bir hal gibi olur. Hiç şüphesiz insanlara galip
olan, cismânî lezzetlere duyulan bu şiddetli temayüldür. Fakat ruhanî
lezzetleri elde etmeye duyulan temayül ancak pek ender insan için söz konusu
olur. Sonra bu ruhanî lezzet, o ender insanlar için de ancak çok nâdir
zamanlarda olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu hükmü umûmi kılarak,
"Nefsin isteklerine olan sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir"
buyurmuştur.
Hak
Teâlâ'nınKadınlara, oğullara" sözüne gelince, bunda iki bahis
bulunmaktadır.
Birinci bahis:
ifâdesindeki harf-i cerri,
"O halde murdardan,
putlardan karnın, nefsinin cismânî lezzetlere iyice alışmasından sonra hasıl
olur. O zaman nefsin,..''{Hacc,30)âyetindeki harf-i cer gibidir. Bu son âyetin
takdiri ta kendisi olan putlardan kaçının!" şeklindeyse, bu âyetin takdiri
de bunun gibidir. Yâni"İnsanlara, can atılan, arzu duyulan şeylerin ta
kendileri olan kadın sevgisi, şunlar, şunlar... ilh. süslü gösterildi" demektir.
İkinci bahis:
Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak burada arzu duyulan, can atılan dört şey saymıştır:
a)
Kadınlar... Ençok onlardan hoşlanıldığı, haz alındığı ve onlarla olan ünsiyet
ve yakınlık daha mükemmel ve tam olduğu için, Cenâb-ı Hak önce onları
zikretmiştir. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Size kendilerine ısınmanız
için sizin cinsinizden zevceler yaratmış olması, aranıza da bir sevgi ve
merhamet duygusu yerleştirmiş olması..." (Rûm. 21) buyurmuştur. Bunu teyid
eden bir başka husus da, helak edici ve yakıcı şiddetli bir aşkın, ancak şehvet
ve düşkünlüğün bu nev'inde bulunmasıdır.
b) Çocuk sevgisi... Oğullara olan sevgi ıkzlara
olan sevgiden daha fazla olduğu için, Cenâb-ı Hak, hassaten oğulları
zikretmiştir. Oğullardan istifâde şekli ise, onlardan sürür duyma, onlarla çoğalıp
artma, vb. şeyler açısından açıktır, bellidir. Bil ki Allah Teâlâ'nın insanın
kalbinde zevce ve oğul sevgilerini yaratmasında yüce bir hikmet vardır. Çünkü
eğer bu sevgi olmasaydı, doğum ve çoğalma meydana gelmez, bu da insan neslinin
sona ermesine sebebiyyet verirdi.. Bu sevgi, âdeta fıtrî bir özelliktir. Bundan
dolayıdır ki bu, bütün hayvanlarda bulunmaktadır. Bundaki hikmet ise,
bahsettiğimiz veçhile, neslin bekâsını da sağlamaktır.
c) (ve) d) Yığın yığın biriktirilmiş altın ve
gümüş..." Bu ifâdeyle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci bahis:
Zeccâc şöyle demiştir: "Kıntar" bir şeyi bağlamak ve sağlamlaştırmak
anlamından alınmıştır."Denk" kelimesi de, bağlamak suretiyle
sağlamlaştırıldığı için, yine bu mânadan alınmıştır. Buna göre
"kıntar" kelimesi, çeşitli belâları savuşturma hususunda kendisine
bel bağlandığı "çok mal" anlamına gelir."
Ebü Ubeyde, Arapların
"kıntâr" hakkında, onun sinirlanamayacak kadar çok olan bir ölçü,
mikdar olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Bil ki, doğru olan. da budur. Bazı
kimseler ise, "kıntâr"ı tahdit edip sınırlamaya çalışmışlardır.
Bu konuda da bazı
rivayetler bulunmaktadır. Ebû Hureyre (r.a.), Hz.Peygamber'in: “Kıntar,
onikibin “ukiyye”[59]dir[60]
buyurduğunu rivayet etmiştir.
Enes (r.a), Hz.
Peygamber (s.a.s)'den, "kıntâr"ın bin dinar olduğunu rivayet
etmiştir.
Ubeyy İbn Kâ'b ({r.a),
Hz. Peygamberin: “Kıntar, bin ikiyüz “ ukiyyedir” dir[61] dediğini rivayet etmiştir.
İbn Abbas (r.a),
"kıntâr"ın bin dinar veyahut onikibin dirhem olduğunu söylemiştir ki,
bu verilecek diyet miktarıdır.
Hasan el-Basrî de bu
görüştedir.
Kelbî, "kıntâr,
Bizanslıların dilinde, bir Öküz derisi dolusu altın veya gümüş miktarına
denilir " demiştir. Bu hususta, bu sayılanlardan başka görüşler de
bulunmaktadır. Ama biz onları zikretmedik. Çünkü onlar, kat'î bir delille
desteklenmemektedir.
İkinci bahis: kelimesi,ökünden olup veznindedir ve
pekiştirme için kullanılır. Nitekim Araplar\ "binlerce" "Yığın
yığın mal""Çok sayıda deve" ve "Çok fazla dirhem.."
demektedirler. Kelbî ise kelimesinin, bir şeyin üç katını; ise, bunun iki
katını ifâde ettiğini, neticede toplamın ise o şeyin altı mislini ve altı
katını gösterdiğini söylemiştir.
Üçüncü bahis:
Altın ve gümüş, bütün eşyanın bedeli olabilecekleri için, sevilmektedirler.
Binâenaleyh, bunlara sahip olan kimse, âdeta herşeye sahip olmuş gibidir. Bir
şeye sahip olmak (mâlikiyyet) sıfatı, kudreti ifâde eder. Kudret ise, bir kemâl
sıfatıdır. Kemâl ve mükemmellik ise, zâtı itibariyle sevilir. Altın ve gümüş de
zâtı itibariyle sevilen bu kemâlin elde edilmesinin en mükemmel vesilesi olduğu
ve mahbûba götüren vesile de mahbub olduğu (sevildiği) için, işte bu iki şey de
sevilmektedirler.
e) lma güzel
atlar" hakkındadır.
Vahidî şöyle demiştir: kelimesi, l (kadınlar) ve (topluluk, cemâat)
kelimeleri gibi, kendi lafzından müfredi olmayan bir kelimedir. Atlar da,
yürüyüşlerindeki (âdeta) gurur ve kibirden dolayı, diye isimlendirilmiştir.
İnsanın gururlu ve kibirli bir biçimde gezmesi de (gururlanmak, kibirlenmek)
diye isimlendirilmiştir. Hayâl ve tehayyûl de, bu kuvvenin, söz konusu olan
şekli ve sureti zihnimize getirmek için gezip dolaşması sebebiyle bu ismi
almıştır. Arıkuşu da, çalımlı yürüdüğü, bazan kırmızı, bazan da yeşil göründüğü
için (kibirli) diye isimlendirilmiştir.
Âlimler, kelimesinin mânâsında ihtilaf ederek şu üç
görüşü ileri sürmüşlerdir:
1- Bu,
salıverilmiş, otlayan hayvan demektir. Sen hayvanı otlasın diye mer'âya
saldığınd dersin. Nitekim sen, O şeyi ayakta tuttum"Onu
güzelleştirdim" "Onu büyüttüm" dersin. Bundan maksad, hayvan
otladtğı zaman güzelliğinin artmasıdır. Hak Teâlâ'nın:"Orada
(hayvanlarınızı) otlatırsınız" i, 10) âyeti de bu mânâdadır.
2- Bu
kelime, nişanlanmış ve alâmetlendirilmiş mânâsındadır. Ebû Müslim el-lsfahânî
şöyle demiştir: "Bu, ya ismi maksûr olan
kelimesinden, yada hemzeli olan t kelimesindendir. Her ikisi de aynı
mânâya, yani güzel görünüm mânâsına gelir. Allah Teâlâ"Secde izinden
nişanlan yüzleridir" (Fetn, 29)
buyurmuştur. Bu görüşte olanlar, bu alâmetin ne olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Ebû Müslim, "Bu alâmet ve nişanlardan murad, atların ağzında
ve alnında olan beyazlıktır. Bu da atların alınlarının ve ayaklarının beyaz ve
sekili olmasıdır " demiştir. Esamm, bunun alacalık; Katâde, alacasızhk;
Müerric ise, dağlanmış mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Ebû Müslim'in görüşü daha
güzeldir. Çünkü âyette, malların en kıymetlisine işaret vardır. Bu da atın,
sakarlı ve sekili olmasıdır. Âlimlerin diğer görüşleri ise, at hususunda
herhangi bir kıymet ifâde etmezler.
3- Mücâhid
ve İkrime'nin görüşüne göre, "müsevveme" "mutahhame" (temiz
ve güzel atlar) demektir.
Kaffâl, "mutahhame" kelimesinin
güzel kadın manasına
geldiğini söylemiştir.
f)"hayvanlar"
hakkındadır. "En'âm" kelimesi, kelimesinin çoğuludur. ' deve, sığır
ve davar mânâsındadır. Bunlardan, devenin dıştnda kalan diğer iki cins içiİi
denilmez. Fakat tek başına devenin cinsi için bu kelime kullanılır. Çünkü, bu
kelime çoğunlukla deve için kullanılmıştır.
g)
"ekinler" hakkındadır. Bu kelimenin iştikakım (Bakara, 205» âyetinin
tefsirinde anlattık.
Cenâb-ı Hak, bu yedi şeyi saydıktan sonra "Bunlar, dünya hayatının
geçici menfaatidir" buyurdu.
Kâdî şöyle der:
"Dünya hayatının geçici faydalarının, sırf onlardan istifâde edilsin diye
yaratılmış olduğu herkesin malumudur. Öyle ise, niçin bu âyetteki süslemenin
(tezyinin) Allah'a nisböti caiz değildir? deniliyor." Sonra şöyle
demiştir: Dünya metâından faydalanma çeşitli şekillerde olur:
1- Kendisine
meta verilen insanın, tek başına bundan istifâde etmesi olup bu şekildeki
istifâde kınanmıştır.
2- İnsanın ihtiyacı olduğu halde, elindeki
metâdan istifâde etmemesi olup bu da kınanmıştır.
3- İnsanın
elindeki meta'ı, kendisini âhiret menfaatlerine ulaştırmayacak şekilde, mubah
yollarla kullanmasıdır ki, bu ne medhedilmiş, ne de kınanmıştır.
4- İnsanın elindeki metâdan, kendisini âhiretin
güzellik ve faydalarına ulaştıracak bir biçimde istifâde etmesidir. Bu ise,
medhedilmiş olan istifâde şeklidir.
Allahu Teâlâ sonra"Nihayet dönüp varılacak olan yerin bütün
güzelliği, O'nun, Allah'ın nezdindedtr" buyurmuştur. Bil ki,
Arapça'da kelimesi, varılacak müracaat
edilecek yer demektir. Nitekim,- "Adam döndü, baş vurdu... Dönmek"
denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak"Muhakkak ki ancak bizedir onlann
dönüşleri"5) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bu sözden maksadı:
"Allah'ın kendisine dünyayı vermiş olduğu kimselere vâcib olanın, o malını
âhiretini imâr ve ihya edecek şeylere ve kendisini âhiret saadetine götürecek
yollara sarfetmek olduğunu" beyân etmektir. Sonra, maksat varılacak olan
yere teşvik etmek olduğu için Cenâb-ı Hakkelimesini de, "güzellik" kelimesiyle nitelemiştir.
Eğer, "Varılacak
yer iki kısımdır. Son derece güzel olan cennet ve
güzellikten hâlîotan
ateş... O halde Cenâb-ı Hak, mutlak olan varılacak yeri niçin güzellikle vasfetmiştir?"
denilirse, biz deriz ki:
Bizzat kastedilen
varış yeri, cennettir. Ama cehennem ise, bizzat olmayıp ârizî olarak maksûddur.
Çünkü Cenâb-ı Hak, mahlûkatı azâb için değil, merhamet etmek için yaratmıştır.
Nitekim Cenâb-ı Hak Hadis-i kudsîde:hmetim gazabımı geçmiştir"[62]
buyurmuştur. Bu, kendisi vasıtasıyla gizli birçok sırlara muttali olunacak bir
sırdır.
[63]
"De ki:
"Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Muttaki olanlar için,
Rab'leri katında altlarından ırmaklar akanr içlerinde ebedî kalacakları
cennetler, tertemiz zevceler ve Allah'dan da bir hoşnutluk vardır. Allah,
kullarını hakkıyla görücüdür" (Ali İmran, 15).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[64]
İbn Âmir, Âsim, Hamza
ve Kisâî, iki hemze ile olmak üzere, şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr ve Nâfi'in
bu âyeti nasıl okudukları hususundaki rivayetler ise, farklıdır.
[65]
Âlimler, istifhamın ne
ile ilgili olduğu hususunda şu üç izahı yapmışlardır:
a) Mâna,
"Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" diye sorulup,
sonra da söze başlanılarak, "Muttaki olanlar için, Rab'leri katında şunlar
şunlar vardır" denilmesi şeklindedir.
b)
"Muttaki olanlar için, size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim
mi?" diye sorulup, sonra da söze başlanılarak, "Rableri katında
altından ırmaklar akan cennetler... vardır" denilmesidir.
c)
"Müttakî olanlar için, Rab'leri katında bunlardan daha hayırlı olanı size
haber vereyim mi?" diye sorulup, sonra da söze başlanılarak,
"Altından ırmaklar akan cennetleri..." denilmiş olmalıdır.
[66]
Âyetin mâkabliyle
münasebeti hususunda şunlar ileri sürülmüştür:
a) Allah
Teâlâ: "Nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği, O'nun, (Allah'ın)
nezdindedir" (âli imran, 14) buyurunca, bu âyette de, dönüp varılacak olan
o yerin haddi zâtında güzel olduğu gibi, onun aynı zamanda bu dünyadan da güzel
ve efdal olduğunu beyân buyurarak, "De ki: "Size bunlardan daha
hayırlısını haber vereyim mi?" buyurmuştur.
b) Atlahu
Teâlâ dünya nimetlerini tâdâd edip sayınca, âhiret menfaatlerinin bunlardan
daha hayırlı olduğunu beyân etmiştir. Nitekim O, bir başka âyetinde de,
"Âhiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir" <Aiâ. 17)
buyurmuştur.
c)
Cenâb-ı Hak sanki şuna dikkat çekmiştir:
"Senin bu dünyadaki işin, her ne kadar güzel ve muntazam olsa da, senin
âhiretle ilgili olan işin daha hayırlı ve daha üstündür." Cenâb-ı Hakk'ın
bundan maksadı ise kuluna şunu öğretmektir: Dünya hayatı, annenin karnından
daha güzel, daha geniş ve daha rahat olduğu gibi, aynı şekilde âhiret de
dünyadan daha güzel,daha geniş ve daha rahattır.
[67]
Biz, âhiret
nimetlerinin dünya nimetlerinden daha ayırlı olduğunu söyledik.. Çünkü dünya
nimetlerine
sıkıntılar
bulaşmıştır. Halbuki, âhiret nimetleri bu tür sıkıntılardan tamamiyle uzaktır,
berîdir. Yine dünya nimetleri, muhakkak ki sonludur; âhiret nimetleriyse ebedî
ve sonsuz, kalıcıdır ak Teâlâ'nın"Muttaki olanlar için., vardır"
buyruğuna gelince, biz takvayı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Müttakiler için bir
hidâyet rehberidir" (Bakara, 2)
âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Özet olarak şunu diyebiliriz: İnsan,
kendisine vâcib (farz) olanları hakkıyla ifâ edip, haram olanlardan da
kaçınmadığı sürece muttaki olamaz.
Âlimlerimizden birisi şöyle demiştir: Takva, şirkten korunmak ve
sakınmaktan ibarettir. Çünkü takva, Kur'ân’ın prfüne göre, îmana tahsis
edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Takva kelimesini onlara zaruri ve elzem
kıldı" (Feth, 26) buyurmuştur.Lafzın zahiri de buna mutabıktır. Çünkü
şirkten ittikâ etmek, bütün haramlardan ve özellikle kimi haramlardan ittikâ
edip sakınmayı da içine alır. Zira, müşterek olmanın mahiyeti, farklılığın
mahiyetine delâlet etmez. Buna göre takvanın hakikati ve mahiyeti, şirkten
korunma tahakkuk etti mi gerçekleşir. Kur'ân'ın örfü de buna mutabıktır. Bunun
için kelimeyi buna hamletmek vâcib olmuştur. Binâenaleyh, Hak Teâlâ'nın
âyettekiifâdesi, Allah'ı inkârdan sakınan (ittikâ ed n) herkesi içine
alır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Muttaki olanlar için Rableri katında., vardır" sözüyle ilgili iki
ihtimal vardır:
a) Bu
ifâdenin, kendinden önce geçmiş olanv kelimesinin sıfatı olmasıdır. Buna göre
cümlenin takdiri, "Size, Rab'leri katında, muttaki olanlar için bundan
daha hayırlı olanı haber vereyim mi?" şeklindedir.
b) sözünün
fâdesinin sıfatı olmasıdır. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: "Rab'leri
katında muttakî olan kimseler için, dünya menfaatlerinden daha hayırlısı
vardır..." Böylece bu, o büyük sevabın ancak, Rab'leri katında muttaki
olanlar için söz konusu olacağına işaret etmiş olur. Böylece Allah'ın ezelî
ilminde münafık olanlar bu ifâdenin muhtevasından çıkmış, mü'min olanlar ise
muhtevaya dâhil olmuş olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Cennetler" kelimesine gelince, bunun takdiri "O,
cennetlerdir" şeklindedir. Bazıları . lafzından bedel olarak, cer ile ptör
şeklinde okumuşlardır.
Bil ki, Hak Teâlâ'nın,
"Altlarından ırmaklar akın cennetler..." sözü, cennetlerin en
iyilerini anlatmaktadır. Bu ifâdeye, cennette olacak yeme, içme, istirahat ve
gezinti gibi bütün nimetler girer. Hulâsa olarak "cennet" sözü, bütün
istenen şeyleri ifâde etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Canlarının
isteyecek gözlerinin hoşlanacağı ne varsa oradadır" (Zuhrut. 71)
buyurmuştur.
Sonra Cenâb-ı Hak
"İçlerinde ebedi kalacakları..." buyurmuştur ki bundan murad cennet
nimetlerinin devamlı olacağıdır.
Daha sonra Hak Teâlâ:
"Temizlenmiş zevceler vardır" buyurmuştur. Biz bu ifâdedeki
incelikleri, Bakara süresindeki,
(Bakara. 25) âyetinin tefsirinde zikrettik. Bu husustaki sözün özü
şudur: Nimet, ne kadar büyük de olsa, ünsiyetin ancak kendileri ile meydana
geldiği kadınlarla tamamlanır. Allah Teâlâ, kadınları, onlarda bulunması arzu
edile bütün sıfatları içine alan tek bir sıfatla tavsif ederek
"mutahhare" (tertemiz) buyurmuştur. Bu lafzın mânâsına, hayız ile
nifastan ve insan tabiatının nefret ettiği ve kadınlarda görülebilecek diğer
durumlardan temizlenme ile, onların kötü huylardan, çirkin isterden, bozuk
ahlâklardan ve geçimsizlikten temiz ve uzak olmaları da girer.
[68]
Daha sonra da Cenâb-ı
Allah: "ve Allah'dan da bir
hoşnutluk (vardır) " buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır:
[69]
Âsim, râ harfini ötüre
okuyarakşeklinde; diğer imamlar ise kesre ile tşeklinde okumuşlardır. Ötüre
ile olan kıraat Kays ve Temîm kabilelerinin lehçesine göredir.
Ferrâ şöyle demiştir"Razı oldum" denilir.^Kesre ile
"rıdvan" şeklindeki okunan kelimenin benzeri kalıplar, kelimeleridir. "Rudvan" şeklinde
okunan kelimenin benzeri kalıplar da tuğyan, ruchân, küfrân ve şükran gibi
kelimelerdir.
[70]
Kelâmcılar şöyle
demişlerdir: "Sevabın iki rüknü vardır:
a) Menfaat
ki bu, bizim bahsetmiş olduğumuz husustur.
b) Ta'zîm ki
rıdvândan (= hoşnutluktan) kastedilen budur. Bu böyledir, çünkü cennetliklerin,
bu devamlı nimetlerin yanında Cenâb-ı Hakk'ın kendilerinden razı olduğunu,
onları medh-ü sena ettiğini bilmeleri, cennetin o nimetlerinden hasıl olan
sevinçlerini daha da artırır.
Hükemâ şöyle demiştir:
Bu âyetteki "cennetler ve cennet nimetleri" cisnânî cennetlere,
"rıdvân" (hoşnutluk) ise ruhanî cennetlere işarettir. Makamların en
yücesi.hiç şüphesiz ruhanî cennettir ki bu da, kulun ruhunda Allah'ın celâl
nurlarının tecellî etmesinden ve O'nun marifetullah'a gark olmasından
ibarettir. Bu makamların ilk basamağında kul, Allah Teâlâ'dan razı; son
basamağında Allah kulundan razı olmuş olur. Bu hususa Cenâb-ı Hak "Sen
Ondan razı; O senden razı olarak" (Fecr, 28) diyerek işaret etmiştir.
Bunun bir benzeri de, "Allah mü'min erkek ve kadınlara, içlerinde ebedî
kalıcı oldukları halde, altından ırmaklar akan Adn cennetlerini ve çok güzel
meskenler va 'adetti. Allah 'tan olan bir tek ndvân (rıza) ise daha büyüktür.
İşte en büyük saadet budur" p-evt», ?2) âyetidir.
Daha sonra Allah
Teâlâ: "Allah kullarını hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Yani, Allah
kullarının menfaatlerini çok iyi bilendir. Bundan dolayı kulların da,
kendilerini, Allah'ın onlar için seçtiği âhiret nimetlerini tercih ederek ve
Allah'ın, bırakmalarını istediği dünyevî şeyleri bırakarak, nefislerini ikna
etmeleri ve zühde yönelmeleri gerekir.
[71]
"(O takvaya
erenler): "Ey Rabb'imiz, biz îmân ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla
ve bizi o ateşin azabından koru" dîyenler(dir)" (Âl-i İmran, 16).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[72]
Âyetteki (diyenler...)
ifâdesinin i'râb bakımından yeri hususunda şu ihtimaller vardır:
1- Bir
önceki âyette geçen, ifâdesinin sıfatı olduğu için mahallen mecrurdur. Buna
göre takdiri “… diyen muttakiler için” şeklindedir. Bu ifadenin, bir önceki
ayetteki “Bi’l-ıbâdi” kelimesinin sıfatı olması da caizdir. O zaman takdiri
“Allah kullarını hakkıyla görücüdür. Onlar Rableri katında kendileri için
cennetler olan muttakîler ve şöyle şöyle diyenlerdir" şeklindedir.
2-
Bu kelime, medh üzere mahallen
3- Bu,
tahsisten ötürü mahallen merfudur ve takdiri mansubtur.
'Onlar, şöyle şöyle diyenlerdir" şeklinde olur.
[73]
Bil ki Allah Teâlâ
onların önce, "Ey Rabb'imiz, biz imanettik" dediklerini, daha sonra
da, "Artık bizim günahlarımızı bağışla" diye duâ ettiklerini
naklet-miştirştir. Bu da, onların sırf imânları ile Allah'ın mağfiretini
istemeye yol bulduklarını gösterir. Allah Teâlâ bu sözü onları medh ve sena
etmek için nakletmiştir. Binâenaleyh bu, kulun sırf imânı ile, Allah'ın rahmet
ve mağfiretine müstehak olacağına delâlet eder.
Buna göre şayet,
"İmân, bütün taatlardan ibarettir" derlerse, biz onların bu
görüşlerini Hak Teâlâ'ntn,kara, 3) âyetinin tefsirinde saydığımız deliller ile
çürüttük.
Yine her hususta
Allah'a itaat eden ve bütün günahlarından tevbe eden kimseyi cehenneme sokmak,
onlarca, Allah için kabîh sayılacak bir iş olur. Kabîh, ya cehaletten ya da
ihtiyaçtan dolayı yapılan şeydir. Bunların ikisi de Allah hakkında muhaldir.
Muhali gerektiren şey de muhaldir. O halde, Allah'ın böyle kimseleri cehenneme
sokması da muhaldir. Meydana gelmesi aklen imkânsız olan şeyi, Allah'ın
yapmaması hususunda, duâ edip yalvarmak abes ve kabîh olur. Bu âyetin bir
benzeri de, bu sûrenin sonlarındaki, "Ey Babb'lmiz, doğrusu biz,
"Habb'inize inanın" diye imâna çağıran btrdavetçiyi tşitip hemen
İmâna geldik. Ey Rabb'imiz artık bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört
ve canımızı da iyilerle beraber al" (Âm imran, im) âyetidir.
İmdi eğer, "Allah
Teâlâ, mağfiretin meydana gelmesi için yapılması gereken bütün taatleri hesaba
katmamış mıdır? Çünkü bu âyetten sonra, "Sabredenler ve sâdıklar.."
buyurmuştur" denilir ise, biz de şöyle deriz: Bu âyetin mânâsı, bizim
söylediğimizi te'yid eder. Çünkü Allah Teâlâ, yalnızca imân etmeyi, mağfireti
istemenin vesilesi kılmış, sonra da bunun peşinden itaat edenlerin, sabırlı ve
sadık olma gibi sıfatlarını zikretmiştir. Eğer bu sıfatlar mağfiretin meydana
gelmesi için şart olsaydı, âyette mağfiretten önce zikredilmeleri daha münasip
olurdu. Cenâb-ı Hak imânın hemen peşinden mağfiret istemeden bahsedip, daha
sonra da bu sıfatları zikrettiği için, biz mağfiretin meydana gelmesinde bu
sıfatların nazar-ı dikkate alınmayıp, bunların, derecelerin mükemmelleşmesinde
nazar-ı dikkate alındığını anlamış oluyoruz.
[74]
"(Onlar)
sabredenler, sâdıklar, itaatla boyun eğenler, infâk edenler, seherlerde
Allah'tan mağfiret isteyenlerdir"
(Âli İmran, 17).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[75]
Kelimesi medh ile
mansubtur. Takdiri "Sabredenleri ve... kastediyorum" şeklindedir.
Yine bu kelimenin, mahallen mecrur olan1 den bedel olarak, mecrur olduğu da
söylenmiştir.
[76]
Bil ki Hak Teâlâ
burada beş sıfat saymıştır:
Birinci sıfat, Onların
sabredenler oluşudur: Onların sabredenler oluşundan murad, farz ve mendub
olan İbâdetleri eda
ile yasaklanmış şeyleri terk hususunda sabr-u sebat göstermeleri ve başlarına gelen
her türlü meşakkat ile sıkıntıya katlanmalarıdır. Bu, belâlar karşısında feryad
ve figan etmeyerek, aksine Cenâb-ı Hakk'ın: ' 'Onlar, kendilerine bir belâ
geldiği zaman,' Sahibimiz Allah 'dır ve yalnız O 'na döneceğiz"
diyenlerdir" (Bakara, 156) âyetinde buyurduğu gibi, kalben Allah'tan razı
ve hoşnud olurlar.
Süfyan b. Uyeyne, Hak
Teâlâ'nın: "Onları, emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık"
(Enbiya, 73) âyeti hakkında: "Bu âyet, onların Cenâb-ı Hak katındaki bu
üstün mertebeleri, sabırlarından ötürü haketmiş olduklarına delâlet
etmektedir" demiştir.
Rivayet edildiğine
göre bir adam, Şibli (rh.a)'nin yanına varıp, ona: "Sabredenlere en zor
gelen sabır hangisidir?" diye sormuş. O: "Allah Teâlâ hakkında
sabretmek" deyince, adam: "Hayır", demiş. Bunun üzerine Şibli:
"Allah
İçin sabretmek.."
demiş. Adam yine: "Hayır" demiş. Bunun üzerine"Allah ile (O'ndan
yardım alarak) sabretmek..." demiş. Adam yine: "Hayır" deyince,
Şibli: "Ya ne..?" diye sormuş. Adam: "Allah'tan (gelenlere)
sabretmektir" demiş. Bunun üzerine Şibli, sanki ölüyormuş gibi bir çığlık
atmış.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı
Kerim'de sabredenleri çokça medhetmiştir. Meselâ O: "Sıkıntıda, hastalıkta
ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabredenler..."
(Bakara, 177)
buyurmuştur.
Üçüncü
sıfat, onların itaatle boyun eğmeleridir: Biz bunu , Hak Teâlâ'nın (Bakara,
238) âyetinin tefsirinde izah ettik. Özet olarak bu, ibâdetlere devam edip,
onları bırakmamak demektir.
Beşinci
sıfat, onların seherlerde Allah'tan mağfiret istemeleridir: Seher, fecrin
doğuşundan önceki zamandır. Bir kimse, bu vakitte yemek yediği zaman denilir. Bil ki bu kimselerden murad,
geceleyin namaz kılıp, sonra bunun peşine istiğfar ve duâ edenlerdir. Çünkü
insan ancak namaz kıldıktan sonra duâ ve istiğfar ile meşgul olabilir. Öyle ise
"seherlerde Allah'tan mağfiret İsteyenler" ifâdesi, onların
istiğfardan önce gece namazı kıldıklarına delâlet eder.
Şunu bil ki seher
vakti yapılan istiğfarın, imânın kuvveti ve kulluğun kemâli üzerindeki te'siri
şu birkaç bakımdan daha fazladır:
a) Seher
vaktinde, daha önce karanlık herşeyi bürümüş iken, sabahın aydınlığı doğar.
Sabah aydınlığının doğması ile sanki ölü gibi olan canlılar dirilirler. İşte o
zaman, herkesi saran bir cömertlik ve mükemmel bir feyz-i İlâhî vaktidir.
Binâenaleyh büyük âlemin sabahının aydınlığının doğuşu ile küçük âlemin
sabahının doğması uzak bir ihtimal değildir. Bu doğuş, kalbte Allah'ın celâl
nurunun tecellî etmesidir.
b) Seher
vakti, uykunun en tatlı olduğu zamandır. Kul, bu lezzetten yüz çevirip de,
ubûdiyyete yönelince, tâati en mükemmel bir seviyeye ulaşır.
c) İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre,
Allah Teâlâ, bununla sabah namazını kılanları kastetmiştir.
[77]
Âyetteki “Sabırlılar ve sadıklar" demek, 'sabredenler ve
sadık olanlar' demekten daha güzeldir.
Çünkü "sabırlı
ve sadık"
lafızları, ifâde ettikleri sıfatların, o kimselerin âdetleri ve huyları haline
geldiğine ve onlardan ayrılmaz birer sıfat olduğuna delâlet eder.
[78]
Bil ki, Allah
Teâlâ'nın kulları üzerinde birçok mükellefiyetleri vardır. Sabreden kimse,
bütün b Sonra kul, bu taatların
dışında, kendisine başka taatları da mecbur kılar. Bu da, mesela bir taata
başlamış olması sebebiyle olabilir. Bu mertebenin en üst
derecesi, kendi kendine bir taatı mecbur kılan insanın, onu kendine
vacib kılmada nefsini sâdık çıkarması gerekir. Bu da, kendine vâcib kıldığı
şeyi tam bir şekilde yapması ile olur. Sâdık olma derecesi, sabır derecesinden
sonra olduğu için, Cenâb-ı Allah âyette önce sabredenleri, sonra da sâdıkları
zikretmiştir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
bu iki nevi tâata devam etmeye teşvik buyurarak "Matla boyun
eğenler..." demiştir. İşte bu üç lafız, böylece insanları bütün tâat
çeşitlerine devam etmeye teşvik için getirilmiştir. Allahu Teâlâ, bunların
peşisıra da belli tâatları zikretmiştir. Tâatların, kıymetçe en büyüğü şu iki
şeydir:
â) Mal ile
hizmet... Buna, Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın mahlûkatına karşı şefkat
etmek.." diye işaret etmiştir. Cenâb-ı Hak bu hususu, "infâk
edenler" diye belirtmiştir.
b) İnsanın nefsi ile hizmeti... Buna da, Hz.
Peygamber (s.a.s), "Allah'ın emirlerine saygı duymak../' diye işaret
etmiştir. Cenâb-ı Hak bu hususu, "Seherlerde Allah'tan mağfiret
isteyenlerdir" buyruğu ile belirtmiştir.
Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, infâk edenleri, mağfiret isteyenlerden
önce zikretmiştir. Niçin Hz. Peygamber (s.a.s), hadisinde Allah'ın emirlerine
ta'zimi önce, mahlûkata şefkatli olmayı ise sonra zikretti?" denilirse,
biz deriz ki: Âyet, kulun en alt basamaktan, en üst itaat basamağına doğru
yükselişini göstermektedir. Bundan dolayı, bu sıra, "Seherlerde Allah'tan
mağfiret isteyenler" tavsifiyle son bulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in
hadisinde ise, "Allah'ın emirlerine ta'zim" ifâdesi, kulun en şerefli
mertebeden, en düşük mertebeye inişini göstermek için getirilmiştir. Bu
sebeple, âyette ve hadiste sıra, birbirinin tersi olmuştur.
[79]
Âyette sayılan bu beş
sıfat, bunların tek bir mevsûfa (şahsa)
ait olacağına işarettir. Binâenaleyh
bu sıfatların başlarındaki atıf harflerinin hazfi gerekirdi. Nitekim "O yaratıcı, bârî ve suret veren
Allah’dır” (Haşr: 59/24) ayetinde böyledir. Fakat burada, atıf harfi olan
vavlar getirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir, fakat öyle sanıyorum ki, bu
kendisinde bu sıfatlardan tek bir tanesi bulunanın da, ayetteki büyük medhin
muhtevasına girdiğini ve bol mükafaata ereceğini gösteriyor. En iyisini Allah
bilir.
[80]
“Allah, kendinden
başka hiçbir tanrı olmadığı hakikatine, adeleti ayakta tutarak tutarak şahadet
etti. Melekler ve ilim sahipleri de (şahadet ettiler). Ondan başka tanrı
yoktur. O, aziz ve hakimdir" (Âl-i
İmran, 18).
Bil ki Allah Teâlâ,
mü'minleri, "Ey Rabb'imiz, biz imân ettik..." dedikleri için medh-ü
sena edince, peşisıra, imânın delillerinin aşikâr ve ortada olduğunu
açıklayarak, "Allah şahadet eder ki..." buyurdu. Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[81]
Bil ki Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliği ile ilgili her bilginin isbatı naklî delille mümkün
değildir. Fakat
böyle olmayan her
ilmin naklî delille isbâtı mümkündür. Bu, melekler ve ilim sahipleri için de
böyledir. Fakat, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğunu anlayıp
bilmek, Allah'ın bir olduğunu bilmeye dayanmaz. Bundan dolayı Allah'ın
birliğini, sırf Kur'ânî, naklî delillerle isbât etmek caizdir.
[82]
( Bunu bu şekilde
iyice anladığında biz deriz ki: Âlimlerâyetinin izahı hususunda şu iki görüşü
belirtmişlerdir:
1- Allah'ın ve meleklerle ilim sahiplerinin
şehâdeti aynı mânâdadır.
2-
Hepsi aynı manada değildir.
iki şekilde izah
mümkündür:
Birinci görüşü şu iki
şekilde izah mümkündür:
a) Şahadeti,
"ilme dayalı olarak haber vermek" mânâsından ibaret saymak... Bu
mânâ, hem Allah, hem melekler, vermesidir. Biz, bu konuda nakl? delille istidlal
edilebileceğini daha önce söylemiştik.
Bunun melekler ve ilim sahipleri için aynı mânada oluşu ise, hepsinin
de Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzeri olmadığını haber vermeleridir. Bu
izaha göre, âyetteki "şahâdef'ten anlaşılan mânânın, gerek Allah, gerek
melekler ve gerekse ilim sahipleri için aynı olduğu sabit olmuş olur. hem de
iiim sahipleri için aynıdır. Allah tarafından bu mânâda oluşu, Cenâb-ı Hakk'ın
Kur'ân-ı Kerim'de, kendisinin bir
olduğunu ve kendisinden
başka tanrı olmadığını haber
b) Âyetteki
şahadeti, "açıklayıp ortaya koyma" mânâsında anlamak... Çünkü Allah
Teâtâ, kendisinin tek ilah olduğuna delâlet edecek şeyleri yaratmak suretiyle,
bu şehâdeti açıklamış ve ortaya koymuştur. Melekler ve ilim sahipleri de
Allah'ın tek olduğunu ortaya koymuş ve bunu hem nakit hem de aklî delillerle
beyân etmişlerdir.
Melekler bunu
peygamberlere; peygamberler, âlimlere; âlimler de bütün insanlara
açıklamışlardır.
Buna göre aradaki
fark, sadece açıklama ve beyan etmenin şeklindedir. Binâenaleyh açıklama ve
ortaya koyma mânâsı, gerek Allah hakkında, gerekse ilim sahibleri hakkında
aynıdır. Bu sebeple "şahâdef'ten anlaşılan mânânın, her iki izaha göre de
aynı olduğu ortaya çıkmış olur.
Bütün bunlardan
maksad, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e sanki şöyle demesidir:
"Allah'ın birliği, kendi şahadeti ve şahadetlerine itibar edilen bütün
mahlûkatının şahadeti ile sabit olmuş bir hakikattir. Bu güçlü din ve sağlam
yol, hristiyanlardan ve putperestlerden kendini bilmez câhillerin karşı
çıkmaları ile zayıflamasın. O halde sen ve ümmetin bu din üzere devam edin.
Çünkü bu İslâm'dır. Allah katındaki din de işte bu İslâm'dır.
İkinci görüş şöyle diyenlerin görüşüdür: Allah'ın kendi birliği
hususundaki şahadeti, bir olduğuna dâir delilleri yaratmasından ibarettir.
Meleklerle ilim
sahiplerinin şahadeti ise, bunların Allah'ın birliğini ikrar edip imân
etmelerinden ibarettir. Bu iki mânâdan herbiri "şahadet" kelimesi ile
ifâde edilebildiği için, her ikisini de "şahadet" kelimesiyle
anlatmak, garip görülecek bir şey değildir.
Bunun bir benzeri de:
"Şüphesiz Allah
ve melekleri o peygambere salât ederler. Ey İmân edenler siz de ona salât edin
ve tam bir teslimiyetle selâm verin" (Ahzâb. 56) âyetidir. Hepsi aynı
lafızla ifâde edildiği halde, Allah'ın salâtının meleklerinkinden, me-
leklerinkinin de mü'minlerin salâtından farklı olduğu herkesin malumudur.
[83]
İmdi eğer, "Allah'ın birliğini iddia eden yine kendisidir. O
halde, iddia eden nasıl bunun şahidi olur?" denilirse, buna şu şekillerde
cevap verilir:
1- Hakiki şâhid, sadece Allah Teâlâ'dır. Çünkü
Hak Teâlâ, eşyayı yaratan ve onları kendisinin birliğine delil kılandır. Eğer o
deliller olmasaydı, bu şahadet doğru olmazdı. Bu delilleri getirdikten sonra,
âlimleri bunları bilmeye muvaffak kılan da O'dur. Eğer Allah'ın yarattığı o
deliller olmasaydı ve Allah âlimleri onları bilmeye muvaffak kılmasaydı,
âlimler o deliller sayesinde tevhid bilgisine ulaşmaktan âciz olurlardı. Durum
böyle olunca, kendisinin birliğine şâhid olan, yine kendisi olmuş olur. İşte
bundan dolayı Hak Teâlâ, "De ki "şâhid olma bakımından hangi şey daha
büyük?" De ki "Allah.." (Enam, 19) buyurmaktadır.
2- Ezelî ve
ebedî olarak mevcud olan, Allah'tır. O'nun dışındaki varlıklar, ezelde sırf bir
yokluk idiler. Yok olan, burada bulunmayana, var olan da burada bulunana
benzer. Buna göre, Allah'ın dışında kalan herşey, gâib olmuş olur. Allah'ın
şahadeti ile, gâib olan şeyler şâhid olmuş olur. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın bizzat
kendisi, herşeyin şahidi olmuş olur. İşte bu sebeple de O, "Allah,
kendinden başka hiçbtrtann olmadığı hakikatine... şahâdetetti"
buyurmuştur.
3- Bu,
hernekadar şahadet etme şeklinde ise de, aslında ikrar etme mânâsındadır. Çünkü
Cenâb-ı Hak, kendisinden başka tanrı olmadığını haber verince, O'nun dışındaki
herşey O'nun kulu olmuş olur. Kerîm olan Mevlâ'ya, kullarının menfaatlarını
zedelemek uygun düşmez. Buna göre bu söz, Kerîm olana keremin vâcib olması
nev'inden, mahlûkatının bütün yönlerini ıslâh edip iyileştirmesinin gerektiğini
İkrar etme yerine geçmiş olur.
4- İbn
Abbas, âyeti i şeklinde, kelimesini hemzenin kesresi ile; bundan sonra gelen
âyeti ise, hemzenin fethası ile i okumuştur. Buna göre âyetin mânâsı,
"Allah, kendi katındaki elinin İslâm dini olduğuna şahadet eder"
şeklinde olur ki bu durumda "Kendinden başka tanrı yoktur" cümlesi,
bir ara cümlesi olmuş olur. Bil ki bu dördüncü cevaba itimad edilmez. Çünkü bu
kıraat, âlimlerce makbul değildir. Makbul olduğunu farzetsek bile, birinci
kıraat ittifak edilen kıraattir. Binâenaleyh bu husustaki müşkil, son kıraat
ile cevaplandırılamaz.
[84]
Âyetteki "ilim
sahiplerinden maksad, Allah'ın birliğini kat'î delillerle bilen kimselerdir.
Çünkü şahadet, ancak bir bilgiye dayalı olarak yapıldığında
makbul olur. İşte
bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.s), "Birşeyi güneş gibi iyice bildiğin
zaman, şahadet et" buyurmuştur.
Bu, bu yüce mertebenin
ve şerefli derecenin ancak usûl âlimleri (kelâmcılar)
için söz konusu
olduğunu gösterir.
[85]
HakTeâlâ'nın:
aletiayakta tutarak.." tabiri ile ilgili birkaç mesele vardır:
[86]
kelimesi mansubtur ve
mansub oluşu husu- sunda şu ihtimaller söylenmiştir:
1- Hâl
olduğu için mansubtur. Hâl olmasına göre şu takdirler yapılmıştır:
a) Bunun
takdiri, "Allah, adaleti ayakta
tutarak, ... şahadet etti" şeklindedir.
b) bunun,
lafzının hâli olması da caizdir. Takdiri ise,Adaleti ayakta tutan O'ndan başka
ilâh yoktur" şeklinde olur. Bu çeşit hallere, "hâl-i müekkide"
denir.bdullah cesur bir şekilde bize geldi" ve Abdullah'tan başka cesur
adam yoktur" demen gibi...
2- Bu kelimeninkelimesinin sıfatı olması...
Buna göre takdir: "O'ndan başka, adaleti ayakta tutan bir ilâh
yoktur" şeklindedir. Bu, uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Araplar, sıfatla
mevsûfun arasını ayırabiliyorlar.
3- Medh
üzere mansubtur Buna göre eğer "Medih'ten ötürü mansub olan kelimenin
marife olması gerekmez mi? Meselâ"Hamd Allah'a mahsustur. Hamîd olan
Allah'ı (övüyorum)" sözünde olduğu gibi..?" denilirse, biz deriz ki:
Bu bazan nekire olarak da gelebilir. Nitekim Sibeveyh şu şiiri isnad etmiştir:[87]
"Ve, linetlerden
hâil yakası bağrı açık, gulyabaniler gibi olan emzirici kadınlara
sığınır."
[88]
ifâdesi hakkında şu
iki görüş de iteri sürülmüştür:
1- Bu,
mü'minlerin hâlidir. Buna göre mânâ: "Bu ahadeti yerine getirmede adaleti
ayakta tutma ilim sahihlerinden herbirinin hâti olduğu hâlde onlar., şahadet
ederler" şeklindedir.
2- Müfessirlerin
ekserisinin görüşü olup, buna göre bu kelime "Allah" lafzından
hâldir.
[89]
tabiri, "adaleti
ayakta tutup, yerine getirerek" manasındadır. Nitekim "Falanca,
işleri idare eden, yani, onları dosdoğru yürütendir" denilir.
Bil ki, bu adaletten,
dünya ile ilgili olanlar ve din ile ilgili olanlar vardır.
Dünya ile ilgili
olaniar hususunda, önce Allah'ın, insanın uzuvlarını nasıl yarattığına bir bak!
O zaman Allah Tealâ'nın, bunda da âdil olduğunu anlarsın. Sonra insanların
güzel ve çirkin, zengin ve fakir, sıhhatli ve hasta, uzun ömürlü ve kısa
ömürlü, lezzet ile elemler bakımından farkı farklı oluşlarına bir bak ve bütün
bunların Allah'ın adaleti, hikmeti ve doğru işi neticesi olduğuna kesin inan.
Sonra maddelerin ve feleklerin nasıl yaratılmış olduklarına ve herbirinin belli
hususî bir mikdar ile takdir edilmiş olduklarına bak ve bütün bunların bir
hikmet ve isabet olduğuna kesin hükmet.
Din ile ilgili adalet
hususunda, insanların ilim ve cehalet, zekâ ve aptallık, hidâyet ve azgınlık
bakımlarından farklı oluşlarına bak ve bütün bunların bir âdâlet ve denge
neticesi olduğuna kesin hükmet.
Keşşaf sahibi burada,
Mu'tezilî itikadına taassubla yapışarak âyetin, İslâm'ın "adi ve
tevhid"den ibaret olduğuna[90]'delâlet
ettiğini iddia etmiştir. Halbuki o zavallı, bu gibi şeyleri bilemez. Fakat o,
fuzûlî bir adam olup, bilmediği şeylere dalar. O, âyetin, Allah'ı görmeyi caiz
görenler ile cebr itikadında olanların, Allah'ın dini olan İslâm dinî üzere
olmadıklarına delâlet ettiğini ileri sürmüştür. Hayret, şaşılacak şey!
Mu'tezile'nin ileri gelenleri, ömürlerini, "Allah görülebilecek olsaydı,
bir cisim olması gerekirdi" iddialarına delil aramakla harcamışlar ve bu
hususta kat'î aklî bir münasebet olmaksızın, şahide başvurmaktan başka bir şey
bulamamışlardır. İlmin kokusunu alamayan o zavallı, böyle bir delili nereden
bulacak?
Cebr ite ilgili hadîse gelince, o miskinin buna dalması," kendini
ilgilendirmeyen bir konuya dalması demektir. Çünkü O, Allah Teâlâ'nın bütün
cüz'iyyâtı bildiğini, insanın da Allah'ın ilmini (bildiğinin aksini yaparak)
cehle döndürmesinin mümkün olamayacağını kabul ettiğine göre, o da cebr
inancını itiraf etmiş olur. O nerede, böyle meselelere dalma nerede!...
Allah Teâlâ sonra,
"O'ndan başka tanrı yoktur" buyurmuştur. Bu cümlenin âyette tekrar
edilmesi, şu incelikleri ifâde eder:
a) Âyetin
takdiri, "Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahadet etmiştir. O,
buna şahadet edince, kendisinden başka ilâh olmadığı doğru olmuş
olur" şeklindedir. Bunun
bir benzeri de, "Delil
Allah'ın bir olduğunu
göstermektedir. Durum her ne zaman böyle olsa, Allah'ın birliğine hükmetmek
doğru olur" sözüdür.
b) Allah
Teâlâ, kendisinin kendinden başka ilâh olmadığına şahadet ettiğini, melekler
ile ilim sahiplerinin de buna şahadet ettiklerini haber verince mânâ şöyle
olmuştur: Sanki O şöyle demiştir: "Ey Muhammed ümmeti, sizler Allah'ın ve
melekler ile ilim sahiplerinin şahadetine uygun şekilde, "Allah'tan başka
tanrı yoktur" diyerek şahadet getirin. Böylece bu tekrardan maksad. bu
cümleyi, onların şahadetlerine uygun bir şekilde söylemeyi emretmektir.
c) Bu
tekrarın faydası, müslümana, her zaman bu kelimeyi tekrarlamasının gerektiğini
bildirmektir. Çünkü insanın sözlerinin en kıymetlisi bu kelime-i tevhiddir.
Binâenaleyh insan çoğu zamanında bu kelimeyi söyleyip tekrar etmekle meşgul
olursa, en kıymetli ibâdetle meşgul olmuş olur. Bundan dolayı âyetteki
tekrardan maksad, kulları bu kelimeyi tekrar tekrar söylemeye teşvik etme olur.
d) Allah
Teâlâ,cümlesini birinci olarak, ibâdete yalnız kendisinin layık olduğunu
bildirmek için; ikinci olarak da kendisinin adaletle hükmedeceğini ve
zulmetmeyeceğini bildirmek için zikretmiştir.
Cenâb-ı Hak (O), aziz ve hâkimdir" buyurmuştur. "Azîz",
Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin, "hakîm" ise ilminin mükemmelliğine işaret
etmektedir. İlâhın, ancak bu iki sıfatla ilâh olması mümkündür. Çünkü ilâhın
adaleti ayakta tutması, ancak ihtiyaçların hepsinin mikdarını bilip, mahlûkatın
işlerini yaratmaya kadir olmakla tam olur. Allah "azîz" vasfını
"hakîm" vasfından önce getirmiştir. Çünkü O'nun kudretini bilmek,
istidlal yolu ile bilgi etmede, O'nurı âlim olduğunu bilmeden önce gelir.
İstidlal? bilgilerde bu Önce olduğu için ve nitap istidlal eden insanlara
yapıldığı için, Allah, izzet sıfatını hikmet sıfatından önce zikretmiştir.
[91]
"Allah katında
gerçek din, İslâm'dır. Hitap verilenler, kendilerine İlim geldikten sonra,
ancak aralarındaki hasedden dolayı ihtilafa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini
inkâr ederse (bilsin ki) Allah, hesabı pek çabuk
görendir" (Âli
İmran. 19).
Cenâb-ı Allah'ın
"Allah katında gerçek din İslâm'dır" buyurmuştur. Bununla ilgili
birkaç mesele vardır:
[92]
Kıraat imamları,
-Kisâî hâriç- baştaki hemzeyi meksur olarak öl şeklinde okumuşlardır. Kisâî
ise,
meftuh olar ak
okumuştur. Ekseriyetin kıraatinin ebebi açıktır. Çünkü bu âyetten
önceki söz, tamamlanmıştır. (Bu yeni bir sözdür.)
Kisâî'nin kıraatinin
izahı hususunda nahivciler şu üç görüşü zikretmişlerdir:
a) Bunun
takdiri,llah, kendisinden başka tanrı olmadığına, Allah katında gerçek dinin
İslâm olduğuna şahadet etmiştir" şeklindedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bir
olması, gerçek dinin İslâm olmasını gerektirir. Zira İslâm dini, Allah'ın
vahdaniyetini de içine almaktadır.
b) Bunun
takdiri, "Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına ve Allah katında
gerçek dinin İslâm olduğuna şahadet etmiştir" şeklindedir.
c)
Basralılara göre, ikinci cümle, birinci cümlesinden bedeldir. Biz, İslâm
dininin tevhidin kendisini içine aldığını söylersek, bu senin "Zeyd'in
kendisini dövdüm" demen gibi olur. Eğer, "İslâm dini tevhidi içine
alır" der isek, bu, seninZeyd'e yani başına vurdum" sözün gibi,
bedel-i istimal kabilinden olur.
-Binâenaleyh şayet,
"Bu izaha göre, "Allah" isminin yeniden bu cümlede
getirilmesinin göz ardı edilmiş olması gerekir. Bu,Zeyd'e yani Zeyd'in başına
vurdum" denilmesi gibi olur.?" denilir ise, biz deriz ki, Araplar
bazan zamirin yerine açık ismi getirirler. Nitekim şâir:"Ölümü, hiçbir
şeyin ölümü geçemediğini görüyorum" demiştir. Bunun misalleri pek çoktur.
[93]
Ayetin, kendinden
önceki âyetle irtibatı, şeklinde okuyanlara göre şöyledir: "Allah, kendisinden
başka ilâh olmadığı ve katında gerçek din İslâm olduğu için şahadet etmiştir.
Çünkü İslâm tevhid dinidir. Allah Teâlâ da bu tevhide şahadet ettiği için,
Allah katında gerçek dinin İslâm olması gerekmiştir." Âyeti1 şeklinde
okuyanlara göre ise, Allah Teâlâ tevhidin, bizzat kendisinin, meleklerin ve
ilim sahiplerinin doğruluğuna şahadet ettiği bir din olduğunu beyân
buyurmuştur. Her ne zaman durum böyle olursa, Allah katında gerçek dinin İslâm
olduğunun söylenmesi gerekir.
[94]
Arapçada
"Din" "Karşılık,
mükâfaat ve ceza demektir; verilen mükâfaatın sebebi oldukları için yapılan
ibâdetlere de "din" denilmiştir.
[95]
"İslâm" kelimesinin Arapçada üç mânası vardır:
a) İslâm:
İslâm'a, yani boyun eğip itaata girmeden ibarettir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, buyurmuştur, yani
"Size boyun eğip uyanlara...... "mü'min değilsin"
demeyiniz" {Nisa, 94).
b)
"silm'e giren" yani "barışa giren" demektir. Bu tıpkı
Arapların, "Bir yerde uzun zaman kaldı ve kıtlığa düştü" sözleri
gibidir. "Sİlm" kelimesi, selâmet (kurtuluş) mânâsındadır.
c) İbnu'l-Enbârî şöyle demiştir:
"Müslim" kelimesi, ibâdetini sırf Allah için yapan mânâsındadır. Bu,
Arapların O, falancaya hastır"
sözlerinden alınmıştır. Buna göre "İslâm" kelimesinin mânâsı:
Dini ve inancı sırf Allah'a has kılma ve yapma demektir. Lügâvî bakımdan,
"İslâm" lafzının izahı bundan ibarettir.
"İslânV'ın şeriat
örfündeki mânâsı "imân"dır. Bunun delili şu iki şeydir:
1- Tefsirini
yapmakta olduğumuz bu âyet. Çünkü "Allah katında gerçek din
İslâm'dır" buyruğu, Allah katında makbul olan dinin sadece İslâm olduğunu
gösterir. Binâenaleyh eğer imân, İslâm'dan başka birşey olsaydı, imânın Allah
katında makbul bir din olmaması gerekirdi. Bunun böyle olmadığında ise bir
şüphe yoktur.
2- Hak
Teâlâ'nın, "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul
olunmaz" (âli imran, 85) âyetidir.
Eğer imân, İslâm'dan
başka birşey olsaydı, imânın da Allah katında kabul olunmayan bir din olması
gerekirdi. Buna göre şayet, "Bedeviler, "imân ettik " dediler.
De ki: "Siz imân etmediniz. Fakat (bari) "Müslüman olduk"
deyin.." (Hucurat. 14) âyeti, İslâm'ın imândan başka birşey olduğu
hususunda açık bir ifâdedir" denilir ise, biz deriz ki: Yukarıda da
açıkladığımız gibi, lügâvi bakımdan İslâm, inkiyad edib boyun eğme mânâsındadır.
Münafıklar da kılıç korkusundan ötürü, zahiren inkiyâd edip müslümanların
isteklerine uyunca, görünüşe göre onlardan da İslâm tahakkuk etmiş olur.
Zahiren İmânları da bulunmuş olur. Çünkü Hak Teâlâ: "Müşrik kadınları,
onlar îmân etmedikçe nikahlamayınız ' (Bakara, 221) buyurmuştur. Üzerinde hüküm
yürütülebilecek imân, zahiren yapılan ikrardır. Buna göre, İslâm ile imân bazan
zahire göre, bazan da hakikata göre nazâr-ı dikkate alınmıştır. Münafık için
zahirî bir İslâm bulunup, kalbi Allah'ın dinine inkiyâd etmediği için, bâtınî
bir İslâm bulunmayınca, âyetin mânâsı şöyle olmuş olur: "Siz kalben ve
içinizden müslüman olmadınız. Fakat zahiren "Müslüman olduk"
deyiniz." Allah en iyisini bilendir. Cenâb-ı Allah: "Kitap
verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, sırf. Kim Allah'ın âyetlerini
inkâr ederse, (bilsin ki) Allah hesabı pek çabuk görendir " buyurmuştur.
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[96]
Âyetten maksat,
Cenâb-ı Hakk'ın, delilleri izah
ettiğini, şüpheleri giderdiğini, kendilerine kitap veri- Aralarında lenlerin ise, ancak kendi kusurları
sebebiyle inkâra İhtilâfa Düşmeleri
sapmış olduklarını açıklamaktır. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kitap
verilenler... ihtilâf etmedi" ifâdesinde birkaç izah bulunmaktadır:
a) Bunlardan
murad, yahudilerdir. Yahudilerin ihtilâfları ise şudur: Hz. Musa'nın vefatı
yaklaştığı zaman, Tevrat'ı yetmiş âlime teslim eder ve onları Tevrat'ın
bekçileri yaparak, Yûşa'yı da halef bırakır. Aradan birkaç nesil geçince, bu
yetmiş âlimin oğulları, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki hased ve
ihtiras sebebiyle Tevrat hakkında ihtilâfa düşerler ve dünya arzusundan dolayı
birbirlerine hased ederler.
ten sonra, Hz. İsa'nın durumu hakkındaki ihtilâflarıdır. yandan da,
"Peygamberliğe, bizler Kureyş'ten daha lâyıkız; çünkü onlar ümmîdirler;
bizler ise, Kitap sahibiyiz!" şeklinde
c) Bunlardan
murad, yahudî ve hristiyanlardır. Bunların ihtilâfları ise, yahudilerin
"Uzeyr Allah'ın oğludur!" demesi; hristiyanların da, "Mesih Allah'ın
oğludur" demesi,böylece Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini inkâr
etmeleridir. Öte görüş öne sürmeleridir.
[97]
Ancak kendilerine İlim
gelditen sonra" ifâdesinden murad ise, "şayet iyicetetkik edip
düşünselerdi, kendileri için bir ilim hasıledecek deliller onlara geldikten
sonra..." şeklindedir. Çünkü biz, bunu (delillere değil de) ilme
hamletseydik, onlar inatçı olmuş olurlardı. Büyük bir topluluk hakkında ise
inat, doğru olmaz. Bu âyet, ehl-i kitabın tamamı hakkında gelmiştir ki, onlar
da büyük bir toplulukturlar.
[98]
"ihtirastan
dolayı" kelimesinin mansûb olması
hakkında iki görüş vardır:
a) Ahfeş'in
görüşü: Buna göre bu kelime "mefû-lün leh" olduğu için mansûbtur.
Yani, Jüi "hasetleri sebebiyje, ihtirasları için" demektir. Bu senin
şöyle demene benzer: "Sana, hayrı talep ve kötülüğü men etmek için
geldim!"
b) Zeccâc'm
görüşü: Buna göre bu kelime, mânâ yoluyla masdar olduğu için mansûbtur.
ÇünküKendilerine kitap verilenler azmadı..." ifâdesi yerine kâimdir. Böylece
de âyettek kelimesi masdar yapılmıştır.
Mef'ûtün leh ile
masdar arasındaki fark şudur: Mef'ûlün leh, fiilin gayesidir. Masdar ise,
failin ortaya koyduğu bir mef'ûl-ü mutlakdır.
[99]
Ahfeş, Hak Teâlâ'nın
ifâdesinin, O'nun LEihtilâf etti) sözünün mef'ûlü olup, takdirinin ise, Onlar
aralarında hasetten dolayı, ancak, aralarında bir hased vesilesi olarak
kendilerine ilim geldikten sonra ihtilâf ettiler" şeklinde olduğunu
söylemiştir. Onun dışındakiler ise mânânın, -! Onlar ancak, kendilerine ilim
geldikten sonra, ve de sırf aralarındaki azgınlık ve hased ve tecâvüzden dolayı
ihtilâf ettiler" şeklinde olduğunu söylemiştir.
Kaffâl ise şunu söylemiştir: Bu ikincisi birincisinden daha güzeldir;
çünkü birincisi, onların kendilerine gelmiş olan ilim sebebiyle ihtilâfa
düştüklerini vehmettirirken, ikinci görüş de onların ancak, hased ve
azgınlıklarından dolayı ihtilâfa düşmüş olduklarını ifâde eder.
Allah Teâlâ daha sonra
"Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) Allah hesabı pek çabuk
görendir" buyurmuştur. Bu, bir tehdittir. Bu tabir hakkında iki izah şekli
vardır:
a) Bunun
mânâsı, "Âyetleri inkâr eden kimse, çarçabuk Allah'a varır, Allah da onu
hesaba çeker, yani küfründen dolayı onu cezalandırır" şeklindedir.
b)
"Allah Teâlâ, amelleri her ne kadar çok olsa da o kimseye, âmelle/ini,
günahlarını ve muhtelif inkârlarını süratli ve eksiksiz bir şekilde
bildirecektir " demektir.
[100]
"Eğer seninle
mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, bana tâbi olanlarla birlikte,
kendimi Allah'a teslim etmişimdir." Kendilerine kitap verilenlerle
ümmîlere de de ki: "İslâm'a girdiniz mi?" Eğer İslâm'a girerlerse,
muhakkak ki doğru yolu
bulurlar. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Allah,
kullarını hakkıyla görücüdür" (Âl-i İmran, 20).
Bil ki, Allahu Teâlâ
daha önce, ehl-i kitabın kendilerine ilim geldikten sonra ihtilâf ettiklerini
ve buna rağmen küfürlerinde ısrar ettiklerini zikredince, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e onlarla olan mücadelesinde onlara söyleyeceği şeyi beyân
ederek;"Eğer seninle mücadele ederlerse, (şöyle) de: Ben kendimi Allah'a
teslim etmişimdir." Bu sözün zikredilmesinin sebebi hususunda iki izah
şekli vardır:
Birinci şekil:
Bu, onlarla mücadele etmekten yüz çevirmeyi ifâde eder. Çünkü Hz, Peygamber
(s.a.s) bu âyet nazil olmadan önce, kendisinin sıdkına dair hüccet ve delilleri
defalarca ve muhtelif şekillerde onlara göstermişti. Zira bu sûre Medenî'dir.
Hz. Peygamber (s.a.s) ise, Kur'ân-ı Kerim, ağacın duâ etmesi, kurdun konuşması
vb. şekillerde onlara mucizeler göstermişti. Yine Cenâb-ı Allah bu âyetten
önce, İslâm dininin doğruluğuna dair âyetler de zikretmişti. Bu âyetlerin
birincisi, Allahu Teâlâ'nın, "O hayydır, kayyûmdur" (âw imran, 2)
sözüyle ilâhlığı konusunda hristiyanların sözlerinin bozuk ve fasit olduğuna
dair zikrettiği hüccet ile, Hz. Peygamberin nübüvvetinin doğruluğuna dair,
"Sana, bir hak olarak kitabı indirdi" (âm imran. 3) sözüyle zikretmiş
olduğu hüccettir.
Allah Teâlâ ayrıca
onların şüphelerini zikretmiş, bunların hepsine, daha önce de açıkladığımız
gibi cevap vermiştir. Sonra onlara, (Ali imran. 13) âyetinin tefsirinde de
açıkladığımız şekilde, Bedir günü
müşahede ettikleri
başka mu'cizeleri de zikretmiştir. Sonra, "Allah şu hakikati, kendinden
başka hiçbir İlâh olmadığını açıkladı" (Ali imran, ıs) sözüyle, tevhîd
konusundaki sözünün doğruluğunu beyân edip, Allah'ın bir zıddı, benzeri, eşi ve
çocuğu bulunmadığını açıklamıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu yahudi ve
hristiyanların haktan sapmalarının ve din konusundaki ihtilâflarının, ancak
onların azgınirk ve hasetlerinden ötürü olduğunu bildirmiştir. İşte bu
açıklamalar, eğer onlar ihlas sahibi olsalardı, onları Hakk'a boyun eğmeye ve
deliller üzerinde tefekküre sevkederdi. Böylece kâfir fırkalarının aleyhine
hüccet getirme sebeplerinin tamamı, hiçbir şey kalmaksızın meydana gelmiş,
bulunmuştur.
İşte bundan sonra
Allah Teâlâ: "Ben, bana tâbi olanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim
etmişimdir" buyurmuştur. Yani, "Biz delilleri ve apaçık hüccetleri
iyice açıkladık. Eğer siz taassub ve hasedi bırakır da bunlara sarılırsanız,
sizler de hidâyete ermiş olursunuz. Şayet bu delil ve hüccetlerden yüz
çevirirseniz, muhakkak ki Allah sizi cezalandırır." İşte bu te'vil, bütün
sözlerde alışılmış bir yöntemdir. Zira, hakkı savunan kimse, inatçı ve bâtıldan
yana olan birisiyle karşı karşıya gelip de, ona karşı birbiri ardınca
hüccetleri sıraladığında, sonunda şöyle der: "Ben ve bana uyanlar, hakka
inkiyâd edip ona teslim oluyor, Allah'a kulluk etmeye yöneliyoruz. Binâenaleyh,
getirdiğim bunca delillerden sonra bana uyar ve üzerinde bulunduğum Hakk'a
ittibâ ederseniz, hidâyete ermiş olursunuz; eğer böyle olmaktan yüz
çevirirseniz, şunu bilin ki Allah hakkıyla görüp gözetendir." İşte,
Hak'tan yana olup da delil getiren kimsenin, inatçı ve bâtıldan yana olan
kimseye karşı en son söyleyeceği şey, başvuracağı metod budur.
İkinci şekil,
şöyle dememizdir: Hak Teâlâ'nın: "Kendimi Allah a teslim etmişimdir"
sözü, bir delil getirme ve onu ortaya koymadır. Bunu şu şekillerde
açıklayabiliriz:
Birinci vecih:
Ehl-i kitap, Allah'ın varlığını, O'nun ibâdete müstehak olduğunu kabut
ediyorlardı. Buna göre, Hz.Peygamber (s.a.s) sanki, ehl-i kitaba şöyle demek
istemiştir: "Bu, hepimizin anlaştığı bir husustur. Buna göre ben, üzerinde
anlaşmış olduğumuz miktara tutunuyor ve insanları buna davet ediyorum.
Aramızdaki ihtilâf bu konularda değildir. Sizler, iddiacı makamındastnız. O
halde iddialarınızı isbât etmeniz gerekir.." Çünkü yahudiler, teşbîh ve
tecsimi; hristiyanlar, Hz. İsa'nın Hanlığını; müşriklerse putlara ibâdet etmenin
şart olduğunu iddia ediyorIardı.**Binâenaleyh bunları iddia eden kimselerin,
bunları isbât etmeleri gerekir. Ama bana gelince, ben sadece Allah'a itaat
etmenin ve O'na kullukta bulunmanın farz olduğunu söylüyorum ki, bu hususta siz
de aynı görüştesiniz." Bu âyetin bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın: "De
ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda miisâvî olan bir kelimeye yani
şuna gelin: "Allah'dan başkasına tapmayalım.." (An imran, 64)
âyetidir.
İkinci vecih:
Ebü Müslim el-İsfehanî'nin söylediği şu husustur: Yahudi, hristiyan ve
putperestler, bazı yasa ve hükümler hariç, Hz. İbrahim (a.s)'in büyüklüğünü,
O'nun sözündeki haklılığını ve dinindeki sıdktnı kabul ediyorlardı. Böylece
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Hz. İbrahim'in dinine tâbi olmasını emretmiş,
ve "Sonra sana, "Bir muvahhid müslüman olarak İbrahim'in dinine
uy!" diye vahyettik" (Nani, 123)diye buyurmuştur. Daha sonra da
Cenâb-ı Hak, burada bu mevzuda, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Hz. İbrahim'in
söylediği söz gibi söylemesini emretmiştir. Çünkü Hz. İbrahim, "Şüphesiz
ki ben, bir muvahhid olarak yüzümü, o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a
yönelttim" (En âm,79) demişti. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.s)ıl
"Kendimi teslim etmişimdir" (Enam,79)sözü, Hz. İbrahim (a.s)'in ^rj
^-4*"j "Yüzümü yönelttim" desi gibidir. Yani, "Allahu
Teâlâ'nın dışındaki bütün her nev'i mâbûddan yüz çevirip, ibâdetimle sırf
Allah'a yöneldim ve ibâdeti sırf O'na has kıldım" demektir. Buna göre
âyetin takdiri şöyledir Allah Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ya Muhammed,
eğer onlar seninle bu tafsilatlı meselelerde tartışırlarsa de ki: "Ben,
Hz. İbrahim'in yoluna yapışmışım, O'nun yolundayım! Sizler de O'nun yolunun hak
olduğunu ve her türlü şüphe ve töhmetten uzak olduğunu kabul
ediyorsunuz..." Buna göre bu, ilzâmî delillere tutunmak kabilinden olur ve
Hak Teâlâ'nın: "Onlarla mücadeleni en güzel bir şekilde yap" (Nam,
125) buyruğunun kapsamına girmiş olur.
Üçüncü vecih: Bu
konuyu yazarken hatırıma gelen, şu husustur: "Allahu Teâlâ bu âyetten
önce, "Allah katında gerçek dinin İslâm olup, başkası olmadığını"
belirtmişti. Sonra da O, "Eğer seninle mücadele ederlerse..."
buyurmuştur. Bunun m, ânâsı, "Yani, "Allah katında gerçek dinin İslâm
olduğunu" söylemen konusunda seninle mücâdele ederlerse, de ki bunun
delili, kendimi Allah'a teslim etmiş olmamdır... Bu böyledir, çünkü dinden
maksad Rubûbiyyetin gereklerini bihakkın yerine getirmektir. Ben zâtımı Allah'a
teslim edip, O'ndan başkasına ibâdet etmeyip, hayrı sadece O'ndan bekler,
sadece O'nun hüküm ve hükümranlığından korkar ve başkasını da O'na ortak
koşmazsam, işte bütün bunlar O'nun Rubûbiyyetinin ve benim ubûdiyyetimin
gereklerini bihakkın yerine getirme, vefa gösterme olur." Böylece, kâmil
dinin İslâm olduğunu söylemek sahih olur. İşte, bu izah da âyete münasip ve
uygun düşer.
Dördüncü vecih: Hatırıma şu da gelmiştir: Bu âyet, Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. İbrahim (a.s)'den naklettiği, "Babacığım, işitmeyen, görmeyen,
sana hiçbir faydası olmaz şeylere niye tapıyorsun?" (Meryem, 43) sözüne
münasiptir. Yani, "İbâdet ancak fayda ve zarar verebilen, işimi, kudret
elinde; hükmümü ise, kudret kabzesinde tutan bir varlık için caizdir"
demektir. Çünkü hristiyanlardan herbiri, Hz. İsa'nın bu tür şeylere kadir
olamıyacağını bilinceHz. İsa'ya teslim olup, ona inkiyâd etmem aklen mümkün
olmaz.. Ben, zâtımı ancak, hayır ve şerrin, fayda ve zararın, tedbir ve
takdirin kendisinden sudur ettiği zâta teslim ederim...
Beşinci vecih:
Bu ifâdenin, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Rabb'i O'na: "(Kendini Hakk'a)
teslim et" dediği zaman O, "Alemlerin Eabb'ine teslim oldum" demişti"
(Bakara, 131) sözündeki metoduna bir işaret olması da muhtemeldir Bu, İbn
Abbas'tan rivayet edilmiştir.
[101]
Hak Teâlâ'nınl
"Kendimi Allah'a teslim etmişimdir" sözüne gelince, bunda birkaç izah
şekli bulunmaktadır:
a) Ferrâ,
bunun mânâsının, "ibâdet ve amelimi sırf O'na tahsis ettim" şeklinde
olduğunu; "sırt O'nun için yaptım, O'na başkası ortak olmadı" mânâsında
da,tl denildiğini belirterek şöyle der: "Buradaki yüz, zât) kelimesinden
maksat, Hak Teâlâ'nın tıpkı:, der. Yine kendisinden geri dönemiyeceği bir şeye
dalan kimseye de, "yüz üstü gitti" denilir.
b) Bu
tabirin mânâsı, "işimin ve ibâdetimin özünü Allah'a teslim ettim"
demektir. Buna göre mânâ, "Benden sadır olan her ameli yapmamın yegâne
sebebi, Allah'a kulluk, O'nun
ulûhiyyetine ve hükümlerine inkiyâddır " şeklindedir.
c) Bu
tabirin mânası, "Kendimi Allah'a adadım" demektir.
İbâdet hususunda, kişinin kendisini Allah'a adamasından daha yüce bir
makam bulunmaz. Böylece insan kendisini Allah'a ibâdete vermiş, Allah'ın
dışındaki herşeyden yüz çevirmiş gibi olur.
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Vebana tâbi olanlar., ."buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır:
[102]
Âsim, Hamza ve Kisâî
kesre ile yetinip, Hz. Osman Mushafı'na ittibâ ederek, yâ harfini hazfedip
şeklinde; diğer kıraat imamları ise, kelimenin aslını gözeterek şeklinde okumuşlardır.
[103]
Bu ifâdenin başında ja
lafzı, O'nun e1 sindeki tâ harfine atfedildiği için, mahallen merfûdur. Yani
mâna, "Bana tabî olan da, kendisini Allah'a teslim etmiştir"
şeklindedir.
İmdi şayet,
"Cenâb-ı Hak:değil de, niçinbuyurmuştur?" denilirse biz deriz ki: Söz
O'nun ifadesiyle uzayınca, (araya bu söz
girince), bu ifâde muttasıl zamirin te'kidi yerine geçmiş olur. Şayet meselâ,"Ben,
evet ben ve Zeyd teslim olduk!" denilmeyip de,'.ıi "Teslim oldum,
Zeyd de..." denilmiş olsa güzel olmaz, doğru olmaz. Ama "Bugün ben ve
beraberimde gelenler, gönül rahatlığıyla teslim olduk" denilirse, doğru ve
güzel olur.
Sonra Hak Teâlâ:
"Kendilerine kitap verilenlerle ümmflere de de ki: "İslâm'agirdiniz
mi?" buyurmuştur. Bu hususta da birkaç mesele vardır:
[104]
Âyet, Hz. Muhammed'in
dinine muvafık olmayan, uymayan kimselerin tamamını kapsamaktadır. Bu
böyiedir, çünkü
onların bir kısmı, yahudi ve hristiyanlar gibi kitap ehli olma davalarında
ister haklı olsunlar, isterse davalarında mecüstler gibi yalancı olmuş
olsunlar, ehl-i kitaptırlar; onların bir kısmı ise, ehl-i kitaptan değillerdir
ki, bunlar da putlara tapan müşriklerdir.
[105]
Şu iki sebepten dolayı
Cenâb-ı Hak, müşrik Arapları "ümmî" diye tavsif etmiştir:
a) Onlar
ilâhî bir kitaba sahip olduklarını iddia etmedikleri için, okuma ve yazma
bilmeyen kimselere teşbih edilerek, ümmî diye tavsif edilmişlerdir.
b) Bundan
murad, onların okuyup yazması olan kimselerden olmayışlarıdır. Bu okuyup
yazmama işi, onların galip sıfatlarıdır. Onların içinde okuyup yazması olanlar
bulunsa bile, bu onlar arasında pek nadir olan bir husustur. Allah en İyisini
bilendir.
[106]
Bu âyet, Hak
Teâlâ'nınakkında umûmî bir ifâde olduğunu gösterir. Çünkü,
kendilerine bir kitap
indirildiğini kabu! edenler, O'nun: "Kendilerine kitap verilenler..."
tavsifinin; kitabı olmayanlar da, O'nun "ümmîler.." tavsifinin
muhtevasına dahildirler.
Sonra Cenâb-ı Hak:"İslâm'a girdiniz mi?" buyurmuştur. Bu
ifâdenin başındaki istifham hemzesi, istifhâm-ı takriridir. Bundan maksat,
teslim olmayı emirdir.
Nahivciler şöyle demişlerdir: Hak Teâlâ emri, istifham şeklinde
getirmiştir. Çünkü bu ifâde, fiilin yapılmasını isteme, buna davet etme
hususunda bir emir gibidir. Ancak, emri bir istifham cümlesiyle ifâde etmedeki
mânâ daha çoktur. Bu da, muhatabın inatçı olduğunu, insaftan uzak bir kimse
olduğunu anlatmaktır. Çünkü âdil ve insaflı kimseye bir hüccet ve delil izhâr
edilince, hiç beklemeksizin hemen o anda onu kabul eder. Bu senin, meseleyi
kendisine iyice izah edip, her türlü açıklamayı yapmış olduğun kimseye,"Meseleyi
anladın mı?" demen gibidir. Çünkü bu ifâdede, muhatabın anlayışının kıt
olduğuna bir işaret bulunmaktadır. Nitekim Hak Teâlâ, içkiyle ilgili âyetin
sonunda "Vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 91) buyurmuştur. Bu tabirde
onların yasaklanan şeyden vazgeçmek istemediklerine ve ona karşı aşırı bir
istek duyduklarına bir işaret bulunmaktadır. Allah Teâlâ daha sonra, "Eğer
İslâm'a girerlerse, muhakkak ki doğru yolu bulurlar" buyurmuştur. Bu
böyledir, çünkü İslâm, Allah'ın kendisine ilettiği, hidâyet ettiği şeylere
sımsıkı sarılmaktır. Allah'ın hidâyetine sarılan ise, hidâyete ulaşmış olur. Bu
ifâdenin, "Eğer İslâm'da sebat ederseniz, âhirette kurtuluşa ve necata
ulaşırsınız" mânasında olması da muhtemeldir.
Sonra, Cenâb-ı Hak
buyurmuştur. Yani, "İslâm 'a girmekten ve sana ittibâ etmekten yüz
çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir" demektir. Bundan
maksat, Hz. Muhammed (s.a.s)'i teselli edip, O'nun vazifesinin sadece delilleri
tebliğ ederek, onları açıklamak olduğunu anlatmaktır. O, getirmiş olduğu
Kur'ân'ı tebliğ edince, üzerine düşeni bihakkın ifâ etmiş ofur. Onların kabul
edip etmemesi, ona ait bir şey değildir.
Allahu Teâlâ daha
sonraj "Allah, kullarını hakkıyla görendir" buyurmuştur ki, bu da bir
va'ad ve vaîd ifâde eder ve bunun mânâsı da açıktır.
[107]
"Allah'ın
âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberleri Öldürenler ve nsanlardan
adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu? Onları çok cıklı bir azâb ile
müjdele. İşte onlar öyle kimselerdir ki, yaptıkları,
dünyada da, âhirette
de boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcısı da oktur" Âl-i İmran, 21-22).
Bil ki Allah Teâlâ
daha önce, "Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece
tebliğdir" âyeti ile, İslâm'ı kabul etmeyip yüzçevirenlerin durumunu
zikredince, bunun peşinden bu yüzçevirenlerin sıfatlarını getirerek, şü üç
sıfatı zikretmiştir:
[108]
Birinci sıfat:
HakTeâlâ'nın "Allah'ınâyetlerini inkâr edenler" vasfıdır. Eğer,
"Âyetin zahiri, onların Allah'ın bütün âyetlerini inkâr ettiklerini ifâde
ediyor. Halbuki yahudi ve hristiyanlar böyle değiller. Çünkü onlar, yaratıcı
olan Allah'ı, Allah'ın ilmi ve kudreti ile âhireti kabul ederler?" denilir
ise, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilir:
1- Biz bu
sözdeki "Allah'ın âyetleri"ni, daha önce bahsedilmiş olan Kur'ân ve
Hz. Muhammed mânâsına alabiliriz.
2- Bu
tabiri, umûm üzere bırakır ve şöyle diyebiliriz: Hz. Muhammed (s.a.s)'in
nübüvvetini inkâr eden kimse, Allah'ın bütün âyetlerini inkâr etmiş olur. Çünkü
bu hususta tenakuza düşen kimse, Allah'ın hiçbir âyetine imân etmiş olmaz. Zira
eğer o, herhangi bir âyete imân etmiş olsaydı, hepsine imân etmiş olurdu.
İkinci sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın "Haksız yere peygamberleri öldürenler..." vasfıdır.
Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[109]
Hasan el-Basri, âyeti şeklinde
oku muştur ki, bu, mübalağayı, çokça öldürmeyi ifâde eder.
[110]
Ebû Ubeyde İbn el-
Cerrah (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya Resûlallah, Kıyamet
günü en
şiddetli azâb görecek
olan kimdir?" diye sorulduğunda, Hz. Peygamber (s.a.s): "Bir
peygamberi veya ma'rufa emredip kötülükten nehyeden bir insanı öldüren
kimsedir" buyurdu, sonra da bu âyet-i kerimeyi okudu. Daha sonra ise şöyle
dedi: "Ya Eba Ubeyde, İsrai loğ utları günün evvelinde tek bir saatte
kırküç peygamber öldürdüler. Bunun üzerine İ srâi loğu I larının zâhidlerinden
yüzoniki kişi kalkıp, peygamberleri öldürenlere emr-i ma'ruf nehy-i münker
yapmışlar, İsrâiloğulian da aynı günün sonunda onların hepsini katletmişlerdir.
İşte Allah Teâlâ'nın âyette bahsettiği kimseler bunlardar." Yine o
yahudiler, Yahya İbn Zekeriyya (a.s)'yi öldürmüş ve Hz. İsa'yı öldürdüklerini
iddia etmişlerdir. İşte onların bu sözüne göre, kendilerinin peygamberleri
öldürdükleri sabit olmuştur.
Bu âyet hakkında
birkaç sual vardır:
Birinci sual:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Aliah'ın âyetlerini inkâr edenler" vasfı gelecek
hükmündedir. Çünkü bu, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında olup da kendileri
peygamber öldürmemiş ve adaletle hükmetmemiş kimseler için bir va'îd
(tehdid)dir. Öyle ise bu nasıl doğru olur?
.
Buna şu iki şekilde
cevap verilir:
1- Bu, onların
ecdadının âdeti olduğu için, bunun onlara nisbeti de doğru olmuştur. Çünkü
onlar da atalarının yolunu tasvip etmiş ve benimsemişlerdir. Yine babanın işi,
-oğlu ona razı olup, onun yolunda gittiği zaman- bazan oğluna da nisbet edilir.
2- Onlar,
Hz. Peygamber (s.a.s)'i ve mü'minleri öldürmek istiyorlardı. Fakat Allah Teâlâ,
onu, onlardan korumuştur. Onlar, bunu çok istedikleri için, peygamber öldürme
vasfının mecazî olarak onlara verilmesi yerindedir. Bu tıpkı "Ateş yakıcı,
zehir öldürücüdür" denilmesi gibidir. Yani "Ateşe giren ve zehir içen
bulunduğunda, "öldürme", bu İkisinin ayrılmaz vasfı olur"
demektir.Bunda da bu, ancak böyle olur.
İkinci soru: Hak
Teâlâ'nın, peygamberleri öldürmek zaten haksız yere olduğu halde, "Haksız
yere peygamberleri öldürenler.." demesinin mânâsı nedir?
Cevap: Biz,
bunu Bakara sûresinde (Bakara, ei) âyetinin tefsirinde izah etmiştik. Bundan
maksad, onların ne büyük bir günah işlemiş olduklarını göstermektir. Yine
onların, peygamberleri öldürmedeki zulümleri ile adaleti gerçekleştirmeyi
kastetmiş oldukları da söylenebilir.
Üçüncü soru:
Hak Teâlâ'nın, "Peygamberleri öldürenler.. ilh." sözünün zahirî
mânası, onların bütün peygamberleri öldürdüklerini gösterir. Halbuki onların,
peygamberlerin ne tamamını, ne ekserisini ve ne de yarısını öldürmedikleri
bilinen bir husustur.
Cevap:
"Peygamberler" kelimesinin başındaki harf-i tarif, istiğrak mânasına
değil, ahd mânâsına ham (edilmiştir.
Üçüncü sıfat:
Cenâb-ı Allah'ın: "ve insanlar
içinde adaleti emredenlerin canına kıyanlar.." vasfıdır. Bu ifâde ile
ilgili bir-iki mesele vardır:
[111]
Sadece Hamza, buradaki
"savaşırlar" şeklinde; diğer kıraat imamları ise öldürürler) şeklinde
okumuşlardır ki, her iki kıraatin ânâsı birdir. Çünkü onlar bazan savaşarak
peygamberleri öldürürler, bazan a savaş olmaksızın doğrudan öldürürlerdi. Ubeyy
İbn Ka'b (r.a), bu âyeti:
"Peygamberleri ve adaleti emredenleri
öldürenler.."şeklinde okumuştur.[112]
Hasan el-Basri şöyle
demiştir: "Bu âyet, korku ve tehlike zamanlarında, emr-i ma'ruf, nehy-i
münker
(iyiyi yayma,
kötülükten sakındırma) yapan kimselerin mertebelerinin, yücelik bakımından
peygamberlerin mertebelerinin hemen peşinden geldiğine delâlet
etmektedir."
Bir insanın, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in huzurunda ayağa kalkarak: "Hangi cihad daha
üstündür?" dediği, Hz. Peygamber (s.a.s)'in de: "Cihadın en faziletlisi, zâlim bir
hükümdara karşı hakkı söylemektir"[113]
buyurduğu rivayet edilmiştir.
Bil ki, Allah Teâlâ
onları, bu üç sıfatla tavsif ettiği gibi, onları üç yönden de tehdid etmiştir:
Birinci tehdid:
Allah'ın: ''Onları çok acıklı bir azab ile müjdele.." ifadesidir. Bununla
ilgili iki mesele vardır:
[114]
Bu ifâde, âyetin
başındaki di edatının haberi olduğu halde, ceza ve cevap mânâsında olduğu için
başına 'fâ' harfi gelmiştir. İfâdenin takdiri "Kim inkâr ederse., onları
müjdele.." şeklindedir.
[115]
B u ifâde, mecazî
mânâya hamledilmiştir. Bu da, o kimseleri azâbla korkutmanın, itaatkâr
kimseleri
nimetlerle müjdeleme
yerine geçmiş olmasıdır. "Müjdeleme" hakkındaki açıklamamız (Bakara,
25) âyetinin tefsirinde geçmişti.
İkinci tehdid:
Hak Teâlâ'nın' 'İşte onlar öyle kimselerdir ki yaptıkları dünyada da âhlrette
de boşa gitmiştir" buyruğudur. Bil ki Cenâb-ı Hak bu âyetle, kâfirlerin
iyi amellerinin, mükâfaat-larmın dünya ve âhirette boşa gideceğini beyân
buyurmuştur. Bunların dünyada boşa çıkması, medhedilecek yerde zem, sena
edilecek yerde lanet edilmesi ile olur. Yine bu dünyada boşa gitmenin manasına,
öldürülmeleri, esir alınmaları, mallarının ganimet, kendilerinin köle olması
gibi, o yahudilerin başına gelen apaçık zilletler de girer. Amellerinin boşa
çıkması, sevabın ikâba dönüştürülmesi ile olur.
Üçüncü tehdid:
Allah Teâlâ'nın:"Onların hiçbir yardımcısı da yoktur" ifadesidir.
Bil ki Allah Teâlâ, ilk tehdidi ile onlar için elem ve kötülük sebeplerinin
toplandığını, ikincisi ile menfaat yollarının onlara tamamen kapandığını, bu
üçüncü tehdid ve vaîd'i ile de, onlar için bunların, hiçbir yardımcıları ve
koruyucuları olmayacak şekilde vuku bulacağını göstermiştir. Allah en iyisini
bilir.
[116]
''Kitaptan kendilerine
bir nasip verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hakem olsun diye
Allah'ın kitabına çağınlıyorlar da, sonra onlardan bir zümre (o kitaba)
arkalarını dönüyorlar. Onlar, yüz çevirmeyi adet edinmiş kimselerdir. Bunun
sebebi şudur: Onlar, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak"
dediler. Uydurdukları bu şey, dinleri hususunda onları yanıltmıştır. Onları,
(kopmasında) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız ve kendilerine haksızlık
edilmeyerek herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman (halleri) nice
olacak?" (Al-i İmran, 23-25)
Bil ki, Cenâb-ı Allah:
"Eğerseninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, kendimi Allah'a
teslim ettim" (Ali imran, 20) diyerek, bu yahucli milletinin küfürdeki
inadlarına dikkat çekince, bu âyette de onların inadlarının ileri derecede
olduğunu açıkladı. Çünkü onlar, inandıklarını iddia ettikleri kitaba, yani
Tevrat'a uymaya davet edildiklerinde, azgınlık gösterip, arkalarını dönüyorlar.
Bu, onların son derece inadcı olduklarını gösterir.
Bu âyetle ilgili bazı
meseleler bulunmaktadır:
[117]
Âyetteki
"Kitaptan kendilerine bir nasib verilmiş olanları görmedin mi.."
ifâdesi, bütün ehl-i kitabı
içine alır. Şüphesiz
ki bu, zemm (kınama) için gelmektedir. Fakat bir başka delil, ehl-i kitap'tan
herkesin böyle zemme müstehak olmadığını göstermektedir. Çünkü Allah Teâlâ:
"Ehl-t Kitap içinde ayakta dikilen bir topluluk vardır ki onlar gece
saatlerinde secdeye kapanarak Allah 'in
âyetlerini okurlar" (Aı-i imran, 113) buyurmuştur.
[118]
olanlar..."
ifâdesinde geçen "Kitap"tan murad,
Kur'ân'dan başka bir
kitaptır. Çünkü Allah Teâlâ o kitabı kâfir olan yahudi ve hristiyanlara izafe
etmiştir. Durum böyle olunca, o kitabın, onların hak olduğuna ve Allah katından
geldiğine inandıkları kitap mânasında anlaşılması gerekir.
[119]
Bu âyetin sebeb-i nüzulü olarak birkaç rivayet zikredilmiştir:
1- İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet edildiğine göre, yahudilerden bir kadın ile bir erkek zina
ettiler. Bunlar,
asalet sahibi
ailelerden idiler. Tevrat'ta da zinanın
cezası olarak recm
(taşlanarak öldürülme) hükmü var idi. Asîl oldukları için onları recmetmeyi
istemediler ve o ikisinin meselesinde, recmt bırakmaya, onun şeriatında recmi
terk etmeye bir ruhsat olur ümidi ile Hz. Peygamber (s.a.s)'e başvurdular. Hz.
Peygamber (s.a.s) de recmedilmelerine hükmedince, bunu kabul etmediler. Bunun
üzerine Peygamberimiz (s.a.s): "Sizinle benim aramda Tevrat hakem olsun.
Çünkü onda recm hükmü vardır. Sizin en bilgiliniz kimdir?" dedi. Onlar,
Abdullah b. Sûrİya ei-Fedekî" dediler. Onu getirip bir de Tevrat
getirdiler. Abdullah İbn Sûriya, Tevrat'taki recm âyetine gelince, elini onun
üzerine koyup gizlemek istedi. Bunun üzerine Abdullah b. Selâm (r.a), "Yâ
Resûlallah, recm âyetinin yeri geçti" diye haber verdi. Bunun üzerine o
elini kaldırdı ve recm âyetini buldular. Hz. Peygamber (s.a.s) de, o kadın ile
erkeğin recmed il melerini emretti. Allah'ın laneti üzerlerine olasıca
yahudiler, bundan dolayı son derece gazablandılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah
bu âyeti indirdi.
2- Hz. Peygamber (s.a.s) yahudilerin
midraslarına[120] girmişti. Orada,
yahudilerden bir grup bulunmaktaydı. Peygamberimiz (s.a.s) onları İslâm'a davet
etti. Bunun üzerine onlar, "Sen hangi din üzeresin?" dediler. Hz.
Peygamber (s.a.s), "İbrahim ümmeti üzereyim.." cevabını verdi. Onlar
da "İbrahim bir yahudi idi" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) "Öyle
ise Tevrat'a gelin " dedi. Onlar buna yanaşmayınca Cenâb-ı Allah bu âyet-i
kerimeyi indirdi.
3- Hz.
Peygamberin peygamberliğinin alâmetleri Tevrat'ta zikredilmiş, O'nun
peygamberliğinin sıhhatine delâlet eden deliller de, aynı zamanda orada
bulunmaktaydı. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), onları Tevrat'a ve
Tevrat'ta kendisinin peygamberliğine delâlet eden sözlere davet etti. Ama onlar
bundan kaçındılar. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Buna göre mâna şöyle olur: "Onlar, kitapları olan Tevrat'ın hükmüne icabet
etmekten kaçındıkları için, onların, senin kitabın Kur'ân'a muhalefet
etmelerine şaşma! İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "De ki: "Eğer
doğru kimseler iseniz, Tevrat'ı getirin de onu okuyun!" (âli imran, 93)
buyurmuştur. Bu rivayete göre işte bu âyet, Tevrat'ta, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğinin gerçekliğine ve doğruluğuna dair delillerin bulunduğuna
delâlet etmektedir. Çünkü onlar Tevrat'ta, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin
sıhhatine delâlet edecek delillerin bulunmadığını bilselerdi, Tevrat'ta bulunan
şeyleri çarçabuk ortaya koymaya yönelirlerdi. Ancak ne var ki onlar bunu
gizlemişlerdir.
4- Bu hüküm,
yahudi ve hristiyanlar hakkında umûmî bir hükümdür. Bu böyledir, çünkü Hz.
Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden deliller, Tevrat ve İncil'de mevcut idi.
Onlar da Tevrat ve İncil'in hükmüne davet olunmuşlar, ama onlar bunu kabulden
kaçınıp diretmişlerdi.
Cenâb-ı Hakk'ın"Kitaptan bir nasib" sözünün mânâsı,
"Kitabın ilminden bir nasib" demektir. Çünkü bu ifâdeyi zahirine göre
efe alırsak, onların hepsine de verilmiş olduğu anlaşılır. Halbuki, bu ifâdeden
maksat onların âlimleridir ki, Kitâb'ın hükmüne davet edilenler de bunlardır.
Çünkü kitabı bilmeyen
kimseler, kitaba davet
edilip çağırılmazlar...
Hak Teâlâ'nın: Allah'ın kitabına çagınlıyorlar"buyruğu hakkında
iki görüş vardır:
Birinci görüş:
İbn Abbas ve Hasan el-Basrî (r.a)'nin görüşüdür ki, buna göre buradaki
"kitap" lafzından maksat Kur'ân'dır.
Buna göre şayet,
"Onlar, kendisini tasdik edip de inanmadıkları bir kitabın hükmüne nasıl
davet edilirler?" denilirse, biz deriz ki: Onlar, Kur'ân-ı Kerim'in Allah
katından bir kitap olduğunu gösteren deliller getirildikten sonra O'nun hükmüne
çağrılmışlardır.
İkinci görüş:
Müfessirlerin pek çoğunun görüşüdür. Buna göre buradaki "kitap"
sözünden maksat Tevrat'tır. Bu görüşte olanlar şu delilleri ileri sürmüşlerdir:
a) Âyetin
sebeb-i nüzulü hususunda zikredilen rivayetler, yahudilerin, Tevrat'ın hükmünü
tatbik etmeye çağırıldıklarına, fakat onların bu davetten imtina edip
kaçındıklarına delâlet etmektedir.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s), onların inâd edip hakkı kabul etmeyişlerine taaccûb
etmiştir. Taaccüb, onların sıhhat ve doğruluğuna inandıkları ve hak
olduğunu kabul ettikleri kitabın (Tevrat'ın) hükmünü kabul etmedikleri
zaman söz konusudur.
c) Bu,
âyetten önceki ifâdelere uygun düşen bir görüştür. Bu böyledir, çünkü Allahu
Teâlâ, peygamberinin görevinin sadece tebliğ olduğunu beyân edip; delillerin
apaçık meydanda olmasına rağmen, peygamberine, onların O'nu yalanlamak
konusunda söylediklerine karşı sabrı tavsiye edince, onların sıhhatine
inandıkları bizzat kendi kitaplarına karşı büyükienme ve inatlaşma yolunu
tutup, böylece de Tevrat'ta Hz. Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden delilleri
gizlediklerini beyân buyurmuştur. Bu da, onların son derece katı bir taassub içinde
bulunduklarını ve hakkı kabulden uzaklaştıklarını gösterir.
Hak Teâlâ'nın:
"Aralarında hakem olsun diye" buyruğunun mânası, "Kitap,
aralarında hükmetsin diye" şeklindedir. Hükmetmenin kitâb'a nisbet
edilmesi, meşhur bir mecazdır. Bu ifâde meçhul sîgasıyla "Hükmolunsun..
diye" şeklinde de okunmuştur.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Hak Teâlâ'nın: buyruğu, söz konusu ihtilâfın, onlarla Hz. Muhammed
(s.a.s) arasında bulunduğunu değil de, onların kendi arasında bulunmasını
gerektirir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu davet esnasında, onlardan bir kısmının
bu daveti kabul etmediklerini bildirmiştir ki bunlar, İsrâiloğullarının
"âlimler" olduklarını iddia edip öne sürdükleri başkanlarıdır."
Cenâb-ı Hak
sonra"Onlar yüz çeviren kimselerdir" buyurmuştur ki, bu hususta da
şu iki izah yapılmıştır:
a)
Arkalarını dönenler başkanlar ile âlimlerdir. Yüz çevirenler ise, bunların
dtşındakilerdir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sonra
âlimler sırt çevirince, halk da, âlimlerinin sırt çevirmiş olmasından dolayı,
Hz. Muhammed'i kabul etmekten yüz çevirmişlerdir.
b) Hem
sırtını dönüp, hem de yüz çevirenler tek bir zümredir. Buna göre mânâ,
"Onlar söz konusu olan bu mesele hususundaki delilleri dinlemeyip
arkalarını dönmüşler; diğer mesele ve elde etmek istedikleri hususlar konusunda da, diğer hüccetleri
dinlemekten yüz çevirmişlerdir" şeklinde olur. Buna göre sanki şöyle
denilmek istenmiştir: Sen, onların sadece bu meseleye sırt çevirdiklerini
zannetme! Bilâkis onlar, herşeyden yüz çevirip, kabule yanaşmazlar.
Cenâb-ı Hakk'ın: "Bunun sebebi şudur:
Onlar, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak"
dediler" sözüne
gelince, bu ifâdenin tefsiri konusundaki açıklamalarımız Bakara süresindek
(Bakara, eo) âyetinin tefsirinde geçmişti,
Âyetin mâkabliyle
münâsebeti şöyledir: Allahu Teâlâ önceki kısımda, "Sonra da onlardan bir
zümre (o kitaba) arkalarını dönüyorlar. Onlar, yüz çevirmeyi âdet edinmiş
kimselerdir" buyurunca, bu âyette de, bu sırt dönme ve yüz çevirmenin,
sırf onların, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır"
demiş olmaları ile meydana geldiğini belirtmiştir.
Cübbâî şöyle demektedir: "Bu âyette, cehennemliklerin cehennemden
çıkarılacaklarını söyleyenlerin görüşlerinin bâtıl ve yanlış olduğuna bir
delâlet bulunmaktadır. Çünkü, eğer bu husus Ümmet-i Muhammed hakkında doğru
olursa, aynı şekilde diğer ümmetler hakkında da doğru olur. Eğer bu diğer
ümmetler hakkında sabit ve doğru olursa, bunu söyleyen yalancı olmaz ve aynı
zamanda kınanmaya müstehak olmaz.. Cenâb-ı Hak bu hususu kınamak için
zikredince, cehennemliklerin cehennemden çıkacaklarına dair verilen hükmün
yanlış bir hüküm olduğunu anlamış oluruz."
Ben de derim ki: Onun
böyle bir sözü söylememesi gerekirdi. Çünkü onun mezhebine göre affetmek, Allah
için güzel ve caiz olan bir husustur. Durum böyle olunca, bu ümmetin affedilmiş
olmasından, diğer ümmetlerin de affedileceği neticesi çıkmaz..
Biz böyle bir şeyin
gerektiğini kabul etsek bile, fakat siz niçin, "Fâsıkın cehennemden
çıkarılacağını söyleyen kimselerin zemmediteceğini" söylediniz? Daha
doğrusu burada bundan başka şu izahlar da bulunmaktadır:
a) Onlar
belki de, fâsıkın azâb müddetinin kısa ve az olacağı hususunda kat'î
konuştukları için söz konusu zemmi hak etmişlerdir. Çünkü rivayet edildiğine
göre onlar, "Bizim azâb göreceğimiz
müddet, yedi gündür" diyorlardı. Onlardan bazıları da, "Daha doğrusu,
buzağıya tapma müddeti olan kırk gecedir" diyorlardı.
b) Onlar
dinin esasları hususunda gevşek davranıyorlar ve: "Bizden bir hatantn
sâdır olduğu kabul edilse bile, bizim azabımız az olacaktır" diyorlardı.
Bu yanlıştır, çünkü bize göre tevhîd, nübüvvet ve âhiret hususunda hatalı
davranan, yanlış inanan kimsenin azabı ebedîdir. Çünkü o kâfirdir; kâfirin de
azabı ebedî ve daimîdir.
c) Onlar: "Cehennem bize ancak sayılı
günlerde dokunacak" dedikleri zaman, Hz. Muhammed'i yalanlamayı önemsiz
bir iş kabul ettiler ve bunun, cezanın artmasında bir tesiri olmadığına
inandılar. Böylece de bu, Hz. Muhammed'i apaçık bir biçimde yalanlama olmuştur.
Bu ise küfürdür; şüphe yok ki küfründe ısrarlı olan kâfirin azabı da ebedîdir.
Durum, bizim söylediğimiz gibi olduğuna göre, Cübbâî'nin bu âyeti hüccet
getirmesi zayıf bir durumdur. Bu hususta tafsilatlı açıklama, Bakara sûresinde
(80. âyetinde) geçmişti. Cenâb-ı AllahUydurdukları bu şey, dinleri hususunda
ontart yanıltmıştır" buyurmuştur. Bil ki âlimler, buradaki
"Uydurdukları şey "den muradın ne olduğu hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bu, onların "Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz"
(Maide, a> şeklindeki sözleridir denilmiştir. Yine bunun, onların,
"Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır " şeklindeki
sözleri olduğu da söylenmiştir. Bazıları da: "Onları, Hz. Muhammed'e,
"Biz hak üzereyiz, sen ise bâtıl üzere.." demeleri aldatmıştır"
demiştir.
Allahu Teâlânları,
(vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman nice olacak?"
buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: Allahu Teâlâ onların içinde bulundukları
cehalet sebebiyle aldanışlarını anlattıktan sonra, cehaletin tamamiyle ortadan
kalkacağı ve aldanışların ortaya çıkacağı bir günün mutlaka geleceğini beyân edip,
"Onları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman nice
olacak?'" buyurmuştur. Bu sözde bir hazif vardır ve takdiri "onların
durumları ve halleri nice olacak?" şeklindedir. ü& (= nasıl, nice)
kelimesi kendisine delâlet ettiği için "hal" kelimesi hazfolunurbeni
ziyaret etmemiş olsa bile, ben ona ikram ederim. Ya beni ziyaret etseydi nasıl
olurdu?" dersin. Yaneni ziyaret etseydi, hali nasıl olurdu?"
demektir. Şunu bil ki bu hazif, nefsi, o kişinin "ziyaret etseydi" ifâdesindeki
bütün ikram ve izzet çeşitlerini ve bu âyette de bütün azab çeşitlerini
araştırıp hatırlamaya sevkedeceği İçin, daha fazla belagatı ifâde etmektedir.
Hak Teâlâji
"Onları bir gün için topladığımız zaman..." buyurmuş,Bir
günde..." buyurmam ıştır. Çünkü bundan murad cezalandırılacakları bir gün
için", veya "hesaba çekilecekleri
bir gün için..." mânâsıdır. Böylece, muzaaf olan kelime düşürülmüş, lam
harf-i cerri, düşen bu kelimeye delâlet etmiştir.
Ferrâ, "fâm
harfinin, mahzuf bir işle ilgili olduğunu" söyler. Sen"Onlar perşembe
günü için toplandılar " dediğinde, bunun mânasıOnlar, perşembe günü olan
bir iş için toplandılar" demektir. Fakatlar, perşembe gününde
toplandılar" dediğinde, herhangibir "iş" takdir etmemiş olursun.
Yine malumdur ki, bu hesap gününün faydası, insanlara hakettiklerini vermek ve
sevaba nail olanlar ile cezaya müstehak olanlar arasındaki farkı göstermektir.
Âyettek sıfatı,
"kendisinde şek olmayan" mânasındadır.
[121]
Cenâb-ı Hak
"Herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman).." buyurmuştur. Eğer sen
"kazandığı" ifâdesini, kulun iş ve ameline hamledersen, sözde bir
hazif bulunmuş otur ki bunun takdiri de
"Herkese kazandığı sevap veya ikâbın karşılığı verilecektir"
şeklindedir. Eğer sen "kazandığı" ifâdesini, sevap ve ikâb mânasında
altrsan, böyle bir takdire gerek kalmaz. Allahu Teâlâ sonra: "Kendilerine
haksızlık edilmeyecek" buyurmuştur. Binâenaleyh onların itaatlarının
sevabı eksiltilmez ve günahlarının cezası da arttırılmaz. Bil ki Cenâb-ı
Hakk'ın: "Herkese kazandığı tastamam ödendi(ğizaman)..." buyruğunu,
bazıları va'îd-i ilâhiye delil getirirlerken, aynı şekilde "ehl-i kıble
olan büyük günah sahiplerinin cehennemde ebedî kalmayacaklarını" söyleyen
ehl-i sünnet âlimleri de bu ifâde ile istidlal etmişlerdir. Birinciler şöyle
demişlerdir: "Şüphe yok ki büyük günah sahibi, işlediği o günah sebebi ile
cezayı hak etmiştir. Âyet-i kerime ise, herkese amelinin ve kazandığı şeylerin
karşılığının tastamam verileceğine delâlet etmektedir. Bu, büyük günah sahibine
cezanın ulaşmasını gerektirir."
Biz buna şöyle cevap
veririz: Bu istidlal, umûmî ifâdeler cümlesindendir. Biz daha önce,
Mu'tezile'nin umûmî ifâdelere tutunmasından bahsetmiştik.
Bizim âlimlerimiz ise
şöyle demektedirler: "Mû'min, muhakkak ki imanın sevabını haketmiştir. Binâenaleyh,
"Herkese kazandığı tastamam ödendiği (zaman) " âyetinden dolayı, bu
sevabın kendisine tastamam verilmesi gerekir. Bu kulun, önce cennette sevabının
ödenip, daha sonra ceza yurdu cehenneme atılması icmâ ile bâtıldır."
Yahut da şöyle
denilir: "Kul önce cehennemde cezalandırılır. Sonra da, içinde ebedî
kalmak üzere, sevap yurdu cennete geçirilir.." Bizim, ulaşmak istediğimiz
netice de işte budur. Eğer, "Onların imanlarından elde ettikleri sevabın,
günahlarının cezası ile boşa gittiğinin söylenmesi niçin caiz olmasın?"
denilir ise, biz deriz ki: Bu, bâtıldır. Çünkü biz "ihbat"
(sevapların, günahlar yüzünden boşa gitmesi) görüşünün imkânsız olduğunu Bakara
sûresinde açıklamıştık (Bakara, ir âyette). Yine biz zarurî olarak biliyoruz ki.
yetmiş senelik tevhîdî inancın sevabı, bir yudum içkinin günahından çok
Tazıdır. Bu konuda bizimle tartışan kimse, boşuboşuna inadlaşmış olur.
İhbat"m doğru olduğunu kabul etsek bile, bir yudum içki içmenin günahı ile
imanın bütün sevabının düşmesi imkânsızdır. Yahya İbn Muaz(r.h) şöyle derdi:
"Bir anlık imanın sevabı, yetmiş yıllık küfrü düşürür. O halde, yetmiş
y.ılık imanın sevabının bir anlık günahın cezası ile düşeceği nasıl
düşünülebilir?" Şüphe yok ki bu açık bir sözdür.
[122]
"De ki:
"Allahım, Ey mülkün sahibi sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü
dilediğinden de (geri) alırsın. Dilediğin kimsenin kadrini yükseltir,
dilediğini de alçalhrsm. Hayır, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her
şeye hakkıyla kadirsin. Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü de gecenin içine
sokarsın. Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen, dilediğin
kimseye hesapsız nzık verirsin" (Ali İmran, 26-27)
[123]
Bil ki Hak Teâlâ
tevhîd'in, nübüvvetin ve İslâm dininin doğruluğunun delillerini zikredip, sonra
Peygamberine (s.a.s): "Eğer seninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de:
"Ben, bana tabî olanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim
etmişimdir" (Ali imran, 20) deyip; daha sonra, O'na karşı çıkan ehl-i
kitabın sıfatlarından Allah'ı inkâr etme ve peygamberler ile sâlih kişileri
haksız yere öldürmeyi zikredip, "Kitaptan kendilerine bir nasib verilmiş
olanları görmedin mi..." {Aı-iimran,23)âyetinde onların son derece inadcı
ve isyankâr olduklarını anlatıp, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak"
(An imran, 24) âyeti ile, ne kadar büyük bir aldanış içinde olduklarını ifâde
edip, daha sonra da "Onları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde
topladığımız zaman halleri nice olacak!" diyerek onlar hakkında ilahî
tehdidini zikredince, Hz. Muhammed (s.a.s), O'nun ve O'na tâbi olanların
yolunun, bu inadcı ve azgın kâfirlerin yolundan farklı olduğunu gösteren dua ve
teşbihlerde bulunmasını emretmiş, Allah'ı nasıl yücelteceğini, nasıl ta'zim
edeceğini O'na nasıl dua ve talepte bulunacağını öğreterekî "De ki:
"Atiahım, Ey mülkün sahibi..." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bir
kaç mesele vardır:
[124]
Nahiv âlimleri, lafzl
hakkında ihtilâf etmişlerdir. Halil ve Sibeveyh bu lafzın,(Ey Allah) manasında
olup, sondaki şeddeli "mim" harfinin ise nida edatının yerini
tuttuğunu söylemişlerdir.
Ferrâ'ya gelince,
bu lafzın aslının,Ey Allah'ım, (hakkımda) hayrı dile" tabiri olduğunu, çok
söylendiği için nida edatı ile kelimesinin hemzesini Arapların hazfettiklerini,
böylece bu cümleninşekline dönüştüğünü söylemiştir. Bunun bir benzeri de,
Arapların"gel" sözleridir. Bu sözün aslı dır. Buna, kelimesi
bitişerek , şeklini almıştır.
Halil ile Sibeveyh'in,
Ferrâ'nm görüşünün yanlışlığına dair delilleri şunlardır:
1- Eğer
durum, Ferrâ'nın dediği gibi olsaydı,arada bir atıf harfi olmaksızın
"Allah'ım, şöyle yap" denilemeze. Çünkü bunun takdiri,
meselâ"Allah'ım, hayrımızı dile ve bizi bağışla" şeklindedir.
Halbuki, "AHahümme" kelimesinden sonra atıf harfi getiren hiçbir
kimse görmedik.
2- Bu,
Zeccâc'ın delilidir: Şayet durum Ferrâ'nm dediği gibi olsaydı, bu ifâdenin
aslına göre de söylenmesi caiz olur ve
denilebilirdi. Nitekim ptij "Yazıklar olsun" denilir. Bu ifâde
aslı üzere kullanılarak da denilir.
3- Eğer
durum Ferrâ'nm dediği gibi olsaydı, nida harfi hazfedilmiş olur vedenilmesi de
caiz olurdu. Bu caiz olmadığına göre, Ferrâ'nm görüşünün yanlış olduğunu
anlarız.
Aksine biz diyoruz ki:
Nida harfinin bulunması gerekir. Nitekim "Ya Allah, beni bağışla" da
denilir.
Ferrâ bütün bunlara
şöyle diyerek cevap verir: Birinci görüşünüz zayıftır. Çünküifâdesi,Allah'ım
kastet, dile" mânâsındadır.
Eğer bunun mânâsı,
şeklinde olsaydı, bu durumda ma'tuf, ma'tûfun aleyhten başka birşey olurdu.
Böylece de istenen şey ikiye çıkmış olurdu: Birisi, onunayrımızı) dile' sözü;
ikincisi ise"Bizi bağışla" sözüdür. Fakat biz atıf harfini
hazfettiğimiz zaman, onunsözüsözünün bir açıklaması olmuş olur Böylece de her
İkisi ile taleb edilen şey, tek bir şey olmuş olur ve bu daha te'kidli olur.
Kur'ân'da bunun benzerleri çoktur.
İkinci görüşünüz de zayıftır.
Çünkü bize göre bunun aslı,v "Ey Allah, hayrımızı dile" ifadesidir.
Bunun asit üzere kullanılabileceğini kim inkâr ediyor. Yine pek çok lafızda,
fer'jn aslın yerini tutması caiz değildir. Baksana, Halil ile Sibeveyh'e
göre,"O, ne kerimdir!" ifâdesinin mânâsı,"Hangi şey onu
böylesine kerim yaptı?" şeklindedir. Sonra taaccüb mânası sadedinde
aslının bu şekilde olduğunu iddia ettikleri bu söz, hiç kullanılmamıştır lafzında da böyledir.
Üçüncü görüşünüz de
zayıftır. denilemiyeceğini kim kabul ediyor?" Ferra bu hususta şu şiiri
nakletmiştir:
"Sana düşen, her
teşbih ettiğinde veya her duâ ettiğinde "Ey Allah'ım" demendir."
Ferrâ sözüne
devamla, "Basralıların "Bu, meşhur bir şiir değildir "
şeklindeki sözlerinin neticesi, nakli yalanlamaya götürür. Biz bu kapıyı
açarsak, dil ve nahiv namtna hiç bir şey tenkidden halt kalamaz. Muarızımızın,
"harf-i nidanın zikredilmesi lâzımdır" şeklindeki görüşüne cevap
olarak da şunu söyleyebiliriz: Nida harfi bazan hazfedilebilir. Nitekim,
Cenâb-ı Hak da:"Yusuf, ey çok doğru sözlü, bize fetva ver" (Yusuf,
46) âyetinde de nida harfini
hazfetmiştir. Binâenaleyh böyle bir hazfin sadece bu isme tahsis edilmiş olması
da uzak Dir ihtimal sayılmaz" demiştir.
Ferrâ daha sonra,
Basralıların görüşünün yanlışlığına şu delilleri de getirmiştir:
a) Biz bu
tabirdeki mîm harfinin, nida harfinin yerine getirilmiş olduğunu söylersek,
nidayı münâdâdan sonraya bırakmış oluruz ki, bu kesinlikle caiz değildir.
Çünkü, hiçbir zaman denilemez. Halbuki sizin görüşünüze göre, durum böyle
olmaktadır.
b) Eğer bu
harf, nida harfinin yerini tutmuş ve onun yerine getirilmiş
olsaydı, bunt.n
aynısının diğer isimlerde de yapılması caiz olurdu,deni'ebildiği gibi, fiij ve
fjx< de denilebilirdi.
c) Eğer mîm
harfi nida harfinin yerine getirilmiş olsaydı, o zaman nida harfiyle mîm harfi,
aynı anda bir kelimede bulunamazlardı. Ancak ne var ki, bizirr kendisiyle
istidlal ettiğimiz şiirdemîm harfiyle nida harfi aynı anda bulunmuştur.
d) Biz,
Arapların, kelimenin başına gelmiş olan, fakat kelimeden başka olan harflerin
bir kısmının mânâsını ifâde etmek için, bu mim harfini tam isimlerin başına
getirdiklerini görmemekteyiz. Binâenaleyh bu tek lafızda, bunu yapmak, dil
konusunda umûmi olan bir kaidenin ve İstikranın hilâfına hükmetmek olur ki bu
caiz değildir. Bu konuda söylenebilecek sözün tamamı, işte bundan ibarettir.
[125]
vasfının mansub oluşu hususunda iki görüş
vardır:
a)
Sibeveyh'in görüşüne göre bu, nidadan ötürü mansubtur."Deki:
"Allah'ım, ey göklerin ve yerin yaratıcısı!" iZümeı, 46} âyetinde de
durum aynıdır. Bunun,ifâdesinin sıfatı olması caiz değildir. Çünküisim ve
harften meydana gelmiş bir lafızdır. Böyle birleşik bir lafzın sıfat olması
mümkün değildir.
b) Bu
kelime, Müoerred ve Zeccâc'a göre, müfred münâda'nın sıfatıdır. Çünkü lafzı,
sonundaki mîm ile birlikte, başında lı nida edatı bulunan müfred münadâ
yer.ndedir. Sıfatın, nida edatının yanısıra kullanılması imkânsız olmadığı
gibi, mîm harfinin yanısıra kullanılması da imkânsız değildir.
[126]
Rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'yi fethettiğinde ümmetine Bizans ve Fars İmparatorluklarımı da birgün ele
geçireceklerini müjdeledi. Bunun üzerine münafık ve yahudiler,
"Olacak değil. Fars ve Bizans krallıkları Muhammed'in
eline nasıl geçebilir. Onlar Muhammed'den daha güçlü ve kuvvetli" dediler.
Yine rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Hendek Savaşı'nda, kazılacak hendeğin
sınırlarını çizip, her on kişilik gurubun "kırk zira'lık bir yer
kazmalarını" söyledi. Müslümanlar hendek kazarken, bîr yerae kazmaların
gücünün yetmediği tepe gibi bir kaya karşılarına çıktı. Bunun üzerine Selmân
(r.a)'ı, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gönderdiler, o da durumu haber verdi. Hz.
Peygamber (s.a.s), Selmân'ın elinden levyeyi alıp, o taşa öyle bir vuruş vurdu
ki taş yarıldı ve taştan karanlık gecenin ortasında kandil gibi etrafı
aydınlatan
bir şimşek çıktı.
Bunun üzerine hem Hz. Peygamber, hem de müslümanlar tekbir getirdiler. Hz.
Peygamber (s.a.s), "Sanki köpeklerin azı dişi gibi (sıra sıra) Hîre'nin
köşkleri bana göründü" dedi. İkinci vuruşunda, "Bana, rum diyarının
kırmızı sarayları göründü"; üçüncü vuruşta da, "Bana, San'a'nm
sarayları göründü' dedi. "Ve Cebrail (a.s) bana, ümmetimin bütün bu
milletlere gâlib geleceğini haber- verdi, müjdeler olsun" buyurdu.
Bunun üzerine
münafıklar, "Peygamberinizin asılsız va'adlerde bulunuşuna, Yesrib
(Medine)'den, Hîre'nin köşklerini ve Kisra'nın saraylarını size haber verişine
ve buraların elinize geçeceğine şaşmıyor musunuz? Halbuki siz şu anda, savaşa
çıkmaya bile kadir olamıyorsunuz ve korkunuzdan hendek kazıyorsunuz"
dediler. Bunun üzerine işte bu âyet-i kerime nazil oldu. Allah en iyisini
bilendir.
Hasan el-Basrî de
şöyle demiştir: "Hak Teâlâ, Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e,
kendisinden, Fars ve Bizans Krallıkları'nın mülkünü kendisine vermesini
istemesini ve Arapların üzerindeki zilleti Fars ve Rumlar üzerine geçirmesini
niyaz etmesini emretti. Allah'ın bunu emretmiş olması, Hz. Peygamber'in duasını
kabul edeceğine bir delildir. Diğer peygamberlerin durumu da aynıdır. Onlar bir
dua etmekle emrolundukları zaman, onların o duaları mutlaka kabul olunurdu.
[127]
"Mülk",
kudret; "Mâlik" ise, kadir mânasındadır. "Mâlike'l-mülkü"
vasfının mânâsı, kudrete kadir olan
demektir. Binâenaleyh
mana, "mahlûkâtın kadir oldukları şeyler üzerindeki her türlü kudretleri,
ancak Allah Teâlâ'nın kadir kılmasıyla olur. Buna göre O, her kadiri, gücünün
yettiği şeye kudretli; her mâliki de sahib olduğu mülke sahip kılan demektir.
Keşşaf sahibi,
"Mâlike'l-mülk"ün; "O, mülkün cinsine sahiptir. Dolayısıyla O,
mülk sahiplerinin sahip oldukları şeydeki tasarrufları gibi, mülk cinsinde
tasarruf eder" manasında olduğunu söylemiştir. Bil ki Allah Teâlâ,
kendisinin mutlak mânâda mâlikü'l-mülk olduğunu beyân edince, bundan sonra bunun
teferruatına girip, şu beş şeyi zikretmiştir.
[128]
1- "Sen
mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın"
buyurmuştur. Bu ifâde hakkında âlimler çeşitli izahlar yapmışlardır.
[129]
a) Bundan
murad, nübüvvet ve risâlet mülküdür. Nitekim Hak Teâlâ: "Biz, gerçekten
İbrahim soyuna da kitap ve hikmet verdik. Onlara büyük bir mülk bahşettik"
{Nisa, 54)buyurmuştur. Peygamberlik, en büyük mülk mertebesidir. Çünkü
âlimlerin diğer insanlar üzerinde, manen; zâlim hükümdarların da zahiren büyük
tesirleri vardır. Peygamberlerin ise hem manen, hem de maddeten insanlar
üzerinde tesiri vardır. Manen tesirleri, her insanın onların din ve
şeriatlarını kabul edip, onun hak olduğuna inanmalarının gerekmesidir. Maddeten
olan tesirleri de, insanlar isyan edip hakkı dinlemediklerinde, o insanların
ölümü hak etmiş olmalarıdır.
Bazı insanların,
kendileri gibi bir insanı Allah'ın peygamber olarak göndermesini imkânsız
görmeleri, bu izahı kuvvetlendirir. Böylece Allah Teâlâ, onların "Allah,
bir insanı mı peygamber gönderdi" 94) dediklerini nakletmiş ve "Eğer
onu bir melek yapsaydık, onu da muhakkak bir insan (şeklinde)gösterirdik"
(Enam,9)buyurmuştur.
Bazı insanlar da,
Allah'ın insan bir peygamber gönderebileceğini kabul etmiş, fakat "Şu
Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?"
(Zuhrut,3i)dedikleri, âyette de nakledildiği gibi, "Muhammed, fakir ve
yetim birisidir. Bu büyük makam ona nasıl yakışır?" demişlerdir. Yahudiler,
"Peygamberlik bizim ata aittir. Kureyş, nübüvvet ve kitap ehli değildir.
Binâenaleyh nübüvvet, Muhammed'e nasıl yakışır?" derlerken; münafıklar da,
"Yoksa onlar Allah'ın fazlından insanlara verdiği şeylere hased mi
ediyorlar" (Nisa, 54) âyetinde de belirtildiği gibi, Hz. Peygamber'in
nübüvvetini çekemiyor-lardı.
Yine biz, Cenâb-ı
Hakk'ın: "O inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlub olacaksınız ve
cehenneme sürüleceksiniz. O, ne kötü yataktır" (âı-i imran, 12) âyetini
tefsir ederken, yahudilerin sayılarının, silâhlarının ve kuvvetlerinin çokluğu
ile Hz. Peygamber'e karşı büyülendiklerini söylemiştik. Sonra, Cenâb-ı Hak,
bütün bu zümrelere mülkün yegâne mâlikinin kendisi olduğunu, dolayısıyla da
mülkünü istediği kimselere vereceğini beyân etmek suretiyle reddiyede bulunmuş
ve, "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri)
alırsın" buyurmuştur.
Buna göre şayet,
"Siz Allahu Teâlâ'nın, "Sen mülkü dilediğine verirsin"
buyruğunu, nübüvvet mülkünü vermek mânasına alırsanız, o zaman O'nun
"Mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" ifâdesini de, peygamber yapmış
olduğu kimseleri, peygamberlikten bazan azleder anlamına hamletmemiz gerekir.
Halbuki, bunun caiz
olmadığı bilinen bir husustur" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki
şekilde cevap verilebilir:
Birinci cevap:
Allah Teâlâ peygamberliği bir kimsenin sülalesine verip, sonra da nübüvveti
onun neslinden çekip alarak, bununla bir önceki soydan olmayan başka bir insanı
şereflendirince, Allah Teâlâ'nın, peygamberliği onlardan çekip almış olduğunun
söylenmesi doğru olur. Yahudiler nübüvvetin, mutlaka ve mutlaka, İsrâiloğulları
içinde kalacağına inanıyorlardı. Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.s)'i nübüvvet
ile şereflendirince, "O nübüvvet mülkünü İsrailoğullarından alıp Araplara
verdi" denilmesi doğru olur.
İkinci cevap:
O'nun, "Mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyruğundan maksat, onu
verdikten sonra çekip geri alma mânası değil de, onları, o mülkünden mahrum
edip onlara o mülkü vermeme mânâsıdır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın:
"Allah îman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır"
(Bakara, 257) âyetidir. Oysa ki bu tabir asla küfür zulmetine düşmemiş olan
kimseleri de içine alır...
Yine Allahu Teâlâ,
kâfirlerin, peygamberlere (a.s), "...Yahud mutlaka bizim dinimize
döneceksiniz" (Arat, sej dediklerini, o peygamberlerin de, "Sizin
dininize dönmemiz olacak şey değildir, Rabb'imiz olan Allah dilerse
başka..." (Arat, 89) dediklerini haber vermiştir. Oysa ki peygamberler,
hiçbir zaman onların dininde olmamışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın: "Mülkü dilediğine
verirsin" buyruğunu nübüvvet mülkü şeklinde tefsir edenlerin görüşlerinin
izahı konusundaki sözün özeti budur.
[130]
b) Mülkden
murad, örfde mülk olarak adlandırılan her şeydir. Bu da şu şeylerin tamamından ibarettir:
1-
Mal ve makam çokluğu...
Mal çokluğuna
gelince, bu ifâdenin içine canlı ve cansız her şey; evler, gelir getiren
araziler, tarlalar,ekinler ve nesiller dahildir..
Makam çokluğuna
gelince, bu bir kimsenin insanlar nazarında heybetli ve güç sahibi, sözü yerine
getirilen ve kendisine itaat edilen bir kimse olmasıyla olur.
2- Bu, bir
kimsenin, başkalarının kendisine itaat, emir ve yasaklan doğrultusunda hareket
etmesinin vâcib olduğu bir mevki ve makamda bulunmasıyla olur.
3- Bu, bir
kimsenin, birisi mülkünde kendisiyle münazaaya girip tartıştığında, tartışmaya
giren o kimseyi ezip onu mağlub edebileceği bir makamda bulunmasıyla mümkün
olur. Bütün bunların ise, sadece Allah tarafından meydana getirilebileceği
bilinen bir keyfiyyettir.
Birinci şıkka gelince:
Biz son derece zeki olan topluluklar görüyoruz.. Onlar son derece yorulup, en
büyük ilgi ve itinayı göstermelerine rağmen, azıcık mal dahi elde edemiyorlar.
Yine biz, gafil ve ahmak olan nice kimseler görüyoruz ki, sayısız derecede mal
ve mülke sahiptirler...
Makam elde etmeye
gelince, bu daha da açıktır. Çünkü biz nice hükümdar ve yönetici görmekteyiz
ki, makam elde etmek uğruna çok büyük mallar harcıyorlar, fakat buna rağmen
halkın ve tebaanın gözünde, her gün daha fazla zelil ve hakir olmaya devam
ediyorfar. Durum bazen bunun aksi olabilir. Bu da, insanın gönüllerde büyümesi,
kalblerde şecaat ve heybet arzetmesi, kendisine büyük-küçük herkesin boyun eğip
inkiyâd etmesi ve uzak-yakın herkesin ona boyun eğmesiyle olur.
İkinci şıkka gelince,
ki bu kendisine boyun eğmenin vâcib olmasıdır. Bunun, Allah Teâlâ'nın
kullarından bazısını kendisiyle şereflendirdiği malûm olan bir keyfiyyettir.
Üçüncü şıkka
gelince, ki bu kendisiyle münazaa eden kimseyi mağlub edip yenmektir. Bunun da
ancak Allah Teâlâ'nın yardım ve tevfikiyle olacağı da herkesçe bilinen bir
husustur. Çünkü biz, nice az grupların, Allah'ın izniyle çok ve kalabalık
zümrelere galip geldiğini müşahede ettik. İşte şu durumda aklî delille de,
Allahu Teâlâ'nın, "Mülkü dilediğine verirsin" buyruğunun doğruluğu
ortaya çıkmış oldu.
Bil ki, burada
Mu'tezile'nin görüşü bulunmaktadır. Ka'bî şöyle der: "O'nun, "Sen
mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" sözünün
mânası irâde ve ihtiyar yoluyla değil, ancak müstehak olma yoluyladır. Böylece
Cenâb-ı Hak, mülkü onun hakkını verecek olan kimseye verir; yine onu ancak,
Rabb'inin emrine isyan eden kimselerden çekip alır. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Zalimler ahdime nail olamaz" (Bakara, 124> âyeti de buna delâlet
eder. Yine Cenâb-ı Hak, "Salih kulu" (Tâlût) hakkında, "Muhakkak
Allah onu sizin üstünüze beğenip seçmiştir. Ona ilimce ve vücudca bir üstünlük
vermiştir" {Bakara. 247) buyurmuş ve bunu mülkün sebebi kılmıştır."
Cübbâî de şöyle
demektedir: "Bu hüküm, âdil hükümdarlar hakkındadır. Fakat zâlim hükümdarların
mülklerinin Allah'ın vermesi ile olması caiz değildir. Hem bu nasıl Allah'ın
vermesi ile olur ki. Çünkü Allah Teâlâ, onların melik olmamalarını gerekli
kılmış ve onları bundan men etmiştir. Böylece bizim bu söylediklerimizle, Allah
Teâlâ'nın kendilerine hükümdarlık verdiği kimselerin sadece âdil hükümdarlar
olduğu, zâlim hükümdarların ise böyle olmadığı sabit olmuş olur.
Mu'tezile şöyle
demiştir: "Bunun bir benzeri de, bizim rızık hakkında söylediğimiz
husustur. Rızık mefhumuna, Allah'ın istifâde edilmesini yasakladığı ve sahibine
verilmesini emrettiği haram şeyler girmez. Burada da böyledir. Mülkü almak
bunun aksinedir. Çünkü kendisini gerektiren bir menfaattan ötürü mülkü âdil
hükümdarlardan çekip alabileceği gibi, zâlim hükümdarlardan da çekip alabilir.
Mülkün çekilip alınması şu şekillerde olur: Ölüm ile, aklın giderilmesi ile,
kuvvet, güç ve hislerin alınması ile, çeşitli musibetlerin gelip malların telef
olmasıyla olabilir. Bir de, Allah Teâlâ hak yolda olan kimseye, bâtıl yolda
olan zorba hükümdarların elindeki mülkü çekip almasını emreder, Ona güç ve
muzafferiyet verir. Binâenaleyh hak yolda olan bir hükümdar, böyle bâtıl
yoldaki birisi ile savaşıp, onu yenerek mülkünü elinden aldığı zaman, bu çekip
almanın da Allah'a isnad edilmesi caiz olur. Çünkü bu da O'nun emri ile
tahakkuk etmiştir. Allah'ın Fars mülkünü, Peygamberinin vasıtasıyla çekip
alması, işte bu tarz üzere olan bir çekip almadır." Bu konuda,
Mu'tezile'nin sözünün tamamı budur.
Bil ki bu konu, son
derece Önemli bir konudur. Bu böyledir, çünkü mülkün zâlim olan bir kimsenin
eline geçmesi hâlinde şöyle denilebilir: Bu, ya herhangi bir fail olmadan
meydana gelmiştir veya o zâlim kimsenin fiiliyle meydana gelmiştir veyahut da
Allah'a ait birtakım sebepler vasıtasıyla meydana gelmiştir....
Birinci ihtimal, bir
yaratıcının bulunmamasını gerektirir..
İkincisi de bâtıldır,
çünkü herkes mülkün ve devletin kendisine ait olmasını ister.. Dolayısıyla bu
ortamda, her isteyen bunu elde edemez.
Binâenaleyh, geriye
sadece şöyle denilmesi kalır. Zâlimin mülkü, ancak Allahu Teâlâ'nın o mülkü ona
vermesiyle bulunur.. Bu, açık bir sözdür. Bunu, şu husus da teyid etmektedir:
Bir kimse bazan, insanların kendisine saygı gösterdiği, kalblerin kendisine
meylettiği bir makamda bulunur; yardım onun yoldaşı, zafer ise, dostu olur; her
neye el atsa gayesine ulaşır... Bazan da bunun tersi olur.. Bir kimse,
hükümdarların bu değişik durumları hakkında iyice düşününce, bütün bunların
ancak Allah'ın takdiri ile olduğunu bilmeye mecbur kalır... İşte bu sebepten dolayı
şairlerin hakimi şöyle demektedir:
"Eğer zenginlik
beceri ve kurnazlıkla olsaydı, sen benim, göğün basamaklarının en yücesine
tutunup, yükseldiğimi görürdün.
Ama ne var ki,
zenginlikten mahrum oluş, akıllı kimselerin nasibidir. Çünkü, zenginlik ve
akıl, birbirinden iyice uzak olan iki şeydir.
Kaza ve kaderin
varlığına ve mevcudiyetine delâlet eden şey de, akıllı kimselerin muhtaç,
ahmağın yaşantısının ise, çok hoş olmasıdır."
c) Hak
Teâlâ'nın, "Mülkü dilediğine verirsin" beyânı, bütün mülk çeşitlerine
hamledi İm iştir. Böylece bu ifâdenin muhtevasına nübüvvet, ilim, akıl, sıhhat
ve güzel ahlâk, nüfuz ve kudret, muhabbet, mal ve mülk de girer. Bu böyledir.
Çünkü lafız umumîdir; delilsiz tahsis etmek caiz değildir.
Hak
Teâlâ'nın:"Dilediğin kimsenin kadrini yükseltir, dilediğini de
alçaltının" beyânına gelince, bil ki "İzzet" bazan dinî, bazan
da dünyevî olur. Dinî husustaki izzet çeşitlerinin en şereflisi imandır.
Nitekim Cenâb-ı Hak: "Halbuki izzet, kuvvet ve galibtyyet Allah'ındır, peygamberinindir,
mü'minlerindir" (Münankun, 8) buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca
biz deriz ki, izzeti gerektirecek şeylerin en kıymetlisi iman; zilleti
gerektiren şeylerin en kötüsü ise küfür olduğuna göre, bu durumda şayet iman ve
küfür, sırf kulun dilemesiyle meydana gelmiş olursa, kulun, nefsini imanla azîz
ve şerefli kılması veyahut da onun küfür ile kendisini zelil ve hakîr kılması,
Allah'ın o kulu azîz kılınacak her şeyle azîz ve şerefli kılmasından veyahut
da, zelil kılınacak her türlü şeyle onu zelil kılmasından daha büyük bir şey
olmuş olur.
Eğer durum böyle
olsaydı, kulun bu sıfatlardaki payı, Allah'ın payından daha tam ve daha
mükemmel olurdu. Bunun kesinlikle bâtıl olduğu da herkesin malumudur. Böylece,
iman ve hak ile şerefli, küfür ve bâtıl ile de zelîl kılmanın ancak Allah
tarafından olduğunu anlamış oluyoruz. İşte yaptığımız bu izah, bu meselede son
derece güçlü bir izahtır.
Kâdî şöyle demektedir:
Allah'a nisbet edilen şereflendirme, bazen dinî, bazen de dünyevî olur. Dinî
olanına gelince, bu şudur: Sevabın, gerek dünyada gerekse âhirette mutlaka
tazîmi, medhi ve şerefi ihtiva etmesi gerekir. Yine Allahu Teâlâ kullarına çok
lütuflarda bulunmak suretiyle yardım eder ve onları
menfaatlerine
uygun bir biçimde düşmanlarına üstün getirir. Dünyevî olanına gelince bu, o
kimseye canlı ve cansız birçok mal vermek, ekinlerini ve hayvanların
doğurganlığını arttırmak ve halkın kalbinde ona karşı bir saygı hissi yaratmak
suretiyle olur.
Bil ki bizim
görüşümüz, yukarıdaki açıklamaları kabul edemez. Çünkü, Allahu Teâlâ'nın sevap
hakkındaki tazimi, O'na vâcib olup, yerine getirmesi gereken bir haktır. Eğer
Allah bunu yapmazsa, ilâh olmaktan uzaklaşır ve mahtûkatın ilâhı da olamaz.
Böylece Hak Teâlâ, bu tazimleri vermek, göstermek suretiyle kendisinin
Hanlığını zeval bulmaktan korumuş olur. Ama kula gelince o, bu tazimleri
gerektiren imanı kendisine tahsis edince, işte kendisini aziz kılan o olmuş
olur. Böylece de onun kendi nefsini aziz kılması, Allah'ın onu aziz kılmasından
daha büyük olmuş olur. Bu sebeple biz, zikredilen bu sözün, muarızlarımızın
aleyhine bir söz olduğunu anlamış oluruz.
Hak
Teâlâ'nın"Dilediğini de alçalhrsm" sözüne gelince, Cübbâî bu âyetin
tefsirinde şöyle der: "Allahu Teâlâ dünya ve âhirette, sadece kendi
düşmanlarını zelîl eder. Ama, hiçbir dostunu, fakir düşürse, hasta etse ve
başkalarına muhtaç kılsa bile, asla zelîl kılmaz.. Çünkü Allahu Teâlâ bütün bu
sıkıntıları, dostlarını âhirette azîz ve şerefli kılmak için yapmıştır. Bu da
ya sevap ya da bedel yoluyla olur. Bu tıpkı bir kan aldırma ve hacamat yapma
gibidir.. Çünkü bu iki şey, her ne kadar o anda acı ve elem verseler bile,
ancak bunların peşinden büyük fayda temin edileceği için, bunların bir azab
verme vasıtası olduğu söylenemez." Cübbâî sözüne devamla şöyle der:
"Fakirlik zillet olarak vasfedilirse, bu mecazî mânâdan dolayıdır. Nitekim
Allahu Teâlâ mü'minlerin birbirlerine olan yumuşaklığını daMü'minlere karşı
alçak gönüllü..." (Maide, 54> tabiriyle zillet olarak adlandırmıştır.
Bunu iyice kavradığın
zaman biz deriz ki: Allah'ın bâtılı savunan kulunu zelîl kılması, ancak şu
şekillerde olabilir:
a) Zemmetmek
ve lanetlemek.
b)
Onları yardım ve hüccetten mahrum bırakmak,
c) Onlara,
kendi dinindeki kimselerin işlerini gördürtmek, hizmet ettirmek ve onların
mallarını müslümanlara ganimet yapmak...
d) Ve
onlara, âhirette ceza vermek." Mu'tezile'nin sözünün tamamı, işte budur.[131]
Bize göre Atiahu
Teâlâ, bazı kimseleri İman ve marifetle aziz kılar, bazı kimseleri de küfür ve
dalâlet ile zelîl kılar. Azîz kılma ile zelîl kılmanın en büyüğü, işte
bunlardır. Bunun böyle olduğunu şunlar da göstermektedir:
a) İslâm'ın
azîz, küfrün de zelîl kılınması işinin mutlaka bir faili olması gerekir. Bu
fail ya kuldur veyahut da Allah'dır. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü hiç kimse
küfrü benimsemez... Aksine, herkes iman etmeyi, marifeti ve hidâyeti ister. Kul
iman etmeyi isteyip, fakat bunu elde edemez, bilâkis cehalete ulaşırsa, bunun
meydana gelmesinin kuldan değil, Allah tarafından olduğunu anlamış oluruz.
b) Kulda
meydana gelen cehalet, ya bir şüpheden dolayı meydana gelmiştir veyahut da
kulun onu, bizzat kendisinin icad etmiş olduğu söylenebilir. Birinci durum
bâtıldır; çünkü, şayet her cehalet kendisinden önce bulunan bir başka cehalet
sebebiyle bulunmuş olsaydı, teselsül gerekirdi.
Bu ise, imkânsızdır. Binâenaleyh geriye şöyle denilmesi ihtimali kalır:
Bütün bu durumlar, kulun, Önce geçen bir sebep kesinlikle bulunmaksızın, onun
doğrudan doğruya yaptığı bir cehalete dayanır. Ancak ne var ki, biz içimizde,
hiçbir akıllının, gerektiren bir sebep olmadan cehalet üzere olmasına razı
olacağını sanmıyoruz. Böylece bunun, Allah'ın kulunu zelîl kılması ve hüsrana
uğratmasıyla tahakkuk ettiğini anlamış oluyoruz.
c) Biz,
fiilin mutlaka bir sebebi ve bir müreccihi olduğunu, bu müreccihin ise Allah
olduğunu beyân etmiştik. Eğer bu tercih hayır tarafında olursa, bu azîz kılma;
eğer cehalet, şer ve dalalet tarafında olursa, bu da zelîl kılma olur. Böylece,
azîz ve zelîl kılanın Allahu Teâlâ olduğu ortaya çıkmış olur.
Cenâb-ı
Hakk'ın"Hayır, yalnız senin elindedir" ifâdesine gelince, bil
ki, kelimesinden murad, kudrettir. Buna
göre mâna, "Hayır, yalnız senin kudretindedir" şeklinde olur.
lafzındaki elif-lâm umûm ifâde eder. Buna göre mânâ, "Her türlü bereket ve
hayırlar, ancak senin kudretinle meydana gelir" şeklinde olur. Yine, Hak
Teâlâ'nın, tabiri, hasr ifâde eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hayır,
senin; -başkasının değil, yalnız senin- elindedir..." demek istemiştir.
Nitekim Cenâb-ı Hak "Sizin dininiz ancak size; benim dinim de, ancak
bana... " (Kâfirun, 8) buyurmuştur. Yani, "Sizin dininiz size,
-başkasına değil-..." demektir. İşte bu hasr, hayrın başkasının elinde
olmasını nefyeder. Böylece, elîf-lâm'ın umûmu ifâdesinin de hasr ifâde etmesi
sebebiyle bu âyet, bütün hayırların Allah'dan olduğuna; O'nun yaratması, O'nun
tekvini, îcadı ve ibdâı ile meydana geldiğine delâlet eder.
Bunu iyice
anladığında biz deriz ki, hayırların en üstünü ve en mükemmeli, Allah'a iman
edip O'nu tanımaktır. Bu sebeple, hayrın da kulun yaratmasıyla değil, Allah'ın
yaratmasıyla olması gerekir. İşte bu açık bir istidlaldir. Âlimlerimizden, bunu
iyice açıklayıp şöyle diyenler vardır: İki failden birisi, diğerinin fiilinden
daha üstün ve şereflisini yaptığı zaman, bu fail, bu iyisini yapan kimse
diğerinden daha mükemmel ve üstün olmuş olur. İmanın hayır ve, hayrın dışında
bulunan her şeyden üstü.-; olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Buna göre
şayet iman etme işi, Allah'ın yaratmasıyla değil de kulun yaratmasıyla olmuş
olsaydı, kulun hayırlı, faziletli ve mükemmel olmak gibi hususlarda, Allah'dan
daha ileri derecede bulunması gerekirdi. Bu ise, çok çirkin olan bir küfürdür.
Böylece bu âyet, bu açıdan da, imanın Allah'ın yaratması ile olduğuna delâlet
etmektedir.
Eğer, "Bu âyet,
bir başka açıdan sizin aleyhinize hüccettir. Çünkü, Allahu Teâlâ "Hayır
ancak senin elindedir" buyurunca, bunun mânâsı, "Senin elinde sadece
hayır vardır" olur.. Bu da, küfrün ve masiyetin, Allah'ın yaratmasıyla
meydana gelmesini gerektirir" denilirse, buna şöyle cevap verilir:
Hak Teâlâ'nınözü,
hayrın yalnız O'nun elinde olduğunu, başkasının elinde olmadığını ifâde eder.
Bu da, hayrın başkasının elinde olmasını nefyeder, ama O'nun elinde hayır ve
hayrın dışında kalan şeylerin bulunmasını asla nefyetmez. Ancak ne var ki,
Cenab-ı Hak burada, kendisinden istifâde edilen şey olduğu için, Özellikle
hayrı zikretmiştir. İşte bu mânâdan dolayı burada hayır kelimesi saraheten
zikredilmiştir.
Kâdî şöyle demektedir:
"Şayet Hak Teâlâ, kullar tarafından yapılan her hayra Allah onları
muktedir kılıp, onları bu hayra iletmeseydi, onlar bunu yapamazlardı. İşte bu
mânâ ve sebepten dolayı, Allah'a nisbet edilmiştir."
Ancak ne var ki, bu
zayıf bir görüştür. Çünkü bu izaha göre hayrın bazısı Allah'a, hayırların en
şereflisi olan (İman) ise, kula nisbet edilmiş olur ki, bu da bu nassın
hilâfınadır.
Hak Teâlâ'nın"Şüphesiz
ki sen, her şeye hakkıyla kadirsin" buyruğuna gelince bu, daha önce
zikredilen, Cenâb-ı Hakk'ın mülkü veren, çekip alan, insanları azîz ve zetîl
kılan yegâne mâlik olması hususlarını bir te'kid gibidir.
[132]
Hak
Teâlâ'nın:geceyigündüzün içine sokarsın, gündüzü de gecenin içine
sokarsın" âyeti ile ilgili iki vecih vardır:
T- Allah Teâlâ geceyi
kısaltır, ondan kalan kısmı da gündüze ilave eder. Bazan da bunun tersi olur.
Hak Teâlâ, âlemin (dünyanın) düzenini buna bağladığı için bunu böyle yapmıştır.
2- Bundan
murad şudur: Allahu Teâlâ gündüzün peşinden geceyi getirir ve dünyaya gündüzün
ışığı hakim iken, ona karanlığı giydirir. Sonra gecenin peşinden de gündüzü
getirir ve dünyaya gündüzün ziyasını giydirir. Binâenaleyh gece ile gündüzün
birbirlerine girdirilmesinden murad, her birinin diğerinin hemen peşinden
yaratılması olmuş olur.
Birinci mânâ âyetin
lafzına daha uygundur. Çünkü gündüz uzun olup da ondan (hergün) kısaltılan
kısım geceye katıldığında, ondan kısaltılan bu kısımlar geceye dahil olmuş
olur.
[133]
Cenâb-ı Hakk'ın: 'Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü
çıkarırsın" buyruğu ile ilgili bazı meseleler var:
[134]
Bir kısım imamlar
kelimesini şeddeli olarak şeklinde, diğer birkısım imamlar ise şeddesiz
şeklinde okumuşlardır. Bunlar aynı mânâya
gelen iki değişik
okuyuş şeklidir. Müberred, "Basralılarm bu iki kıraatin de eşit olduğu
hususunda t icmâ ettiklerini" söylemiştir. Nitekim Araplar şu şiiri söylemişlerdir:Ölü,
ancak dirilerin ölüşüdür." Bukelimeleri gibidir. Bazıları da, kelimesinin
"ölmüş olan" mânâsına;
kelimesinin ise, "henüz ölmemiş kimse" mânâsına geldiğini
söylemişlerdir.
[135]
Müfessirler bu hususta
şu izahları yapmışlardır:
1- Allah
İbrahim'i Âzer'den meydana getirdiği gibi, kâfirden mü'min; Nuh'dan Kenan gibi
kâfirleri meydana getirdiği gibi de, mü'minden kâfir çıkarır.
2-
İyiden kötüyü, kötüden iyiyi çıkarır.
3- O, meniden canlıyı, yumurtadan
kuşu ve canlıdan nutfeyi. kuştan yumurtayı çıkarır.
4- Tane'den
başağı, başaktan taneyi, çekirdekten hurma ağacını, hurma ağacından çekirdeği
çıkarır. Kaffâl (r.h), bu ifâdenin bütün bu mânâlara ihtimali
olduğunu söyleyerek
şöyle devam etmiştir: "Küfür ile iman meselesinde Cenâb-i Hak, "Bir
ölü iken kendisini dirilttiğimiz..." (En'am, 122) buyurmuş,
"ölü" ile kâfir olanı, "diriltme" ile de onu hidayete
erdirmesini murad etmiştir. Böylece küfrü ölüm, imanı da hayat saymıştır. Yine
Hak Teâlâ, topraktan bitkiyi çıkarmayı "diriltme", bundan öncesini de
"ölüm" kabul etmiş ve "Ölümden sonra yeryüzünü diriltir"
(Hum, 50); "Derken biz o (bulutu) ölü bir toprağa sürüp onunla yeri,
ölümünün ardından canlandırmışızdir" (Fttır.sjve "Allah'ı nasıl olup
da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, sizi O diriltti. Sonra sizi yine
öldürecek, tekrar diriltecek.." (Bakara. 28) buyurmuştur.
Allah Teâlâ'nın:
"Sen, dilediğin kimseye hesapsız nzık verirsin" beyânı ile ilgili şu
izahlar yapılmıştır:
a) Allah,
dilediği kimselere dilediği şeyleri verir. Bundan dolayı o kimse Allah'a hesap
soramaz. Çünkü O'nun üzerinde, O'nu hesaba çekecek hiçbir hükümdar yoktur.
Aksine dilediği kimselere hesapsız
nimetler veren Melîk O'dur...
b)
"Sen, dilediğin kimseleri sınırsız ve hadsiz olarak rızıklandırırsın. Ona
bolca nzık verir ve rızkını genişletirsin." Nitekim birisinin bağışı çok
olarak tavsif edilmek istendiğinde, "Falanca hesapsız infâk eder"
denilir. Arapların, insanın malının çokluğunu ifâde etmek için kullandıkları
benzeri bir sözleri de, "O'nun sayısız malı var" şeklindedir.
c) "Sen, dilediğin kimseleri
hesapsız olarak rızıklandırırsın" yani "müstehak olmayan kimselere de,
sırf fazl-ı İlâhin olarak bunu yaparsın." Çünkü müstehak olmaya göre veren
kimse, sınırlı vermiş olur. Bu mânâya taraftar olan birisi
şöyle demiştir: "Sen
kullarını, amellerine göre rızıklandırmazsın." Allah en
iyisini bilendir.
[136]
"Mü'minler,
mü'minler dışında da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, Allah ile onun
ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı,
sakınmış olmanız müstesna.... Allah size, kendisinden korkmanızı emrediyor.
Nihayet dönüş ancak Allah'adır" (Âl-i İmran, 28).
Bu âyetin, önceki
âyetlerle ilgi ve münasebeti şu iki şekilde izah edilir:
1- Allah
Teâlâ, kendisini ta'zîm hususunda mü'minlere gereken şeyleri zikredince, bunu
müteakiben mü'minlerin diğer insanlarla muamelelerinde kendilerine vacib olan
şeyi zikretmiştir. Çünkü bir işin mükemmelliği ancak şu iki şeyledir: Allah'ın
emirlerine saygı ve insanlara şefkat... Bundan dolayı O, "Mü'minler,
mü'minler dışında kâfirleri dost edinmesin" buyurmuştur.
2- Allah
Teâlâ, dünya ve âhiretin
mâliki olduğunu beyân edince, düşmanlarına değil, kendisi yanındaki
mükâfaat ve nimetlere, kendisinin dostlarındaki lütuflara rağbet edilmesi
gerektiğini açıklamıştır.
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
Âyetin sebeb-i nüzulü
hususunda birkaç rivayet zikredilmiştir:
[137]
a)
Yahudilerden bir grup, onları dinlerinden saptırmak için bir müslüman grubun
yanına geldiler. Bunun üzerine Rifâ'a İbn el-Münzir, Abdurrahman İbn Cübeyr ve
Sa'îd İbn Heyseme, müslümanların bu topluluğa, "yahûdılerden kaçının ve
onların sizi dininizden çıkarma çabalarına karşı uyanık olun" dediler.
İşte bunun üzerine, bu âyet nazil oldu.
b) Mukâtil,
"Bu âyet Hatib İbn Ebî Belte'a (r.a) ile bazı müslümanlar hakkında nazil
olmuştur. Bunlar, Mekke kâfirlerine sevgi duyuyorlardı. Allah Teâlâ, onları bu
sevgiden nehyetti.
c) Bu,
Abdullah İbn Übeyy münafığı ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Çünkü
bunlar yahudi ve müşrikleri dost ediniyor, müslümanların haberlerini onlara
ulaştırıyor ve onların Mz. Peygamber'e galip gelmesini arzu ediyorlardı. Bunun
üzerine bu âyet nazil oldu.
d) Bu âyet,
Ubade İbn Sâmit (r.a) hakkında nazil olmuştur. Çünkü onun yahudilerden
anlaşmalı olduğu kimseler vardı. Hendek Savaşı'nda o, "Ya Resûlallah,
beraberimde beşyüz kadar yahudî var. Benimle beraber harbe çıkmalarını
istiyorum" demişti de bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Buna göre eğer,
"Allah Teâlâ, "Kim bunu yaparsa Allah ile onun ilişiği kesilir"
buyurmuştur. Bu, kâfirlerin sıfatıdır?" denilir ise, biz deriz ki:, Bunun
mânâsı, "ona, Allah'ın velayetinden (dostluğundan) hiçbir payı
yoktur" şeklindedir. Bu ise, kâfirleri dost edinmenin haram kılınması
hususunda küfrü gerektirmez.
Bil ki Allahu
Teâlâ, bu mânada olmak üzere, birçok âyet indirmiştir. Meselâ, "Ey iman
edenler, kendi (din kardeşlerinizden başkasını sırdaş
edinmeyin""Allah'a ve âhiretgününe iman eden hiçbir kavminr Allah 'a
ve Resulüne muhalefet eden kimselerle dost olmalarını göremezsin'' (Mücadele.
22), "Ey iman edenler, ne yahudileri, ne hristiyanlan kendinize dost
edinmeyin" (Maide, 5i); "Ey iman edenlerr benim de düşmanım, sizin de
düşmanınız olanları dost edinmeyin" (Mümtehine, 1) ve "Mü'min
erkekler de, mü'min kadınlar da birbirinin dostlarıdırlar" (Tevt», 71}
âyetleri gibi..
[138]
Bil ki mü'minin kâfiri
dost edinmesi birkaç şekilde otur:
a) Onun
küfrüne razı olup, bundan dolayı onu dost edinmesi. Bu, mü'min için
yasaklanmıştır. Çünkü böyle yapan herkes, o kâfiri dininde ve inkârında tasvip
etmiş olur. Küfrü tasvip etme ve küfre razı olma küfürdür. Binâenaleyh o
kişinin, bu vasfı ile mü'min kalması imkansız olur. Eğer, "Allah Teâlâ,
"Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilir" buyurmamış mıdır?
Bu, küfrü gerektirmemektedir. Zira bu, bu âyetin hükmüne dahil değildir. Çünkü
Allah Teâlâ, "Ey imân edenler..." (Mümtehine, 1)buyurmuştur.
Binâenaleyh bu hitabın, mü'minin, ona rağmen mü'min kalabildiği birşey
hususunda olması gerekir" denilir ise...
b) Dünyevî
meselelerde zahiren kâfirlerle güzel ilişkilerde bulunmak... Bu, mü'mine yasak
kılınmamıştır.
c) Bu, ilk
iki şekil arasında orta bir haldir. Buna göre, kâfirleri dost edinmenin anlamı,
ister akrabalık sebebi ile, isterse dinin bâtıl olduğunu bildiğj halde ona
duyulacak bir sevgi sebebi ile olsun kâfire meyletmek, yardım etmek, destek
olmak ve yardımcı olmaktır. Bu ise, küfrü gerektirmez. Fakat bu da mü'mine
yasaktır. Çünkü kâfir ile bu mânâda dostluk kurmak, bazan mü'mini onun yolunu
güzel bulmaya ve onun dininden hoşlanmaya sevkeder. Bu da zamanla o mü'mini
İslâm'dan çıkarır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah mü'minleri tehdit ederek,
"Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilir" demiştir.
Eğer, "Bu âyetten
muradın, mü'minleri bırakıp da, sırf onları dost edinme manasında, kâfirleri
dost edinmeyi yasaklama olması; hem kâfirleri hem de mü'minleri dost edinmeleri
halinde ise bunun yasaklanmamış olması ve yine "müminler... kâfirleri dost
edinmesin..." âyetinde ise bundan fazla bir mânânın bulunması niçin caiz
olmasın? Çünkü insan bazan (gerçekte) dost edinmediği halde, dostça
davranabilir. Binâenaleyh kâfiri dost edinmeyi yasaklamak, dostça davranmayı
yasaklamak mânâsına gelmez" denilir ise;
Biz deriz ki: Âyette
her iki ihtimal bulunsa bile, onları dost edinmenin caiz olmayacağına delâlet
eden diğer âyetler, her iki ihtimalin de düştüğünü göstermektedir.
[139]
kelimesindeki zâl
harfi, nehiyden dolayı mec- zum olduğu için sakin kılınmış, iki sakin harf
(elif-lâmın lamıyla, sakin zâl) bir araya geldiği için de, zâl harfi kesre ile
harekelenmiştir. Zeccâc ise: "Haber cümlesi olarak merfû okunsaydı, caiz
olurdu" demiştir ki, buna göre mânâ"Her kim mü'min ise, onun, kâfiri
dost edinmesi yakışmaz" şeklinde olur.
Şunu bil ki, gerek
nehyin, gerekse haber cümlesinin ifâde ettiği mâna birbirine yakındır. Zira,
mü'minin sıfatı, kâfiri dost edinmemek olunca, muhakkak ki onu dost edinmekten
nehyolunmuş demektir. Mü'min kâfiri dost edinmekten nehyedilince de, muhakkak
ki bunu yapmamak onun şanı ve şiarı olmuştur.
[140]
Çenâb-ı
Hakk'ın,sözünün mânası, "Allah dan başka şahid(terinizi de çağırın"
(Bakara, 23) âyetindeki ifâdesinin anlamına gelmesi gibi, "Mü'minlerden başkasını"
anlamındadır. Bu böyledir, çünkü üji lafzı, mekâna tahsis edilmiştir. Meselâ
sen dersin; yani, "Zeyd, Amr'dan daha aşağıda olan bir yere
oturdu..." Sonra, mekân bakımından başkasından ayrı ve farklı olan kimse,
(zât bakımından da) ondan başka ve ona mugayirdir. İşte bu sebeple Oji
kelimesi,Başka, ayrı" mânalarında kullanılır olmuştur. Cenâb-ı Hak daha
sonra "Kfm bunu Va" parsa, Allah ile olan ilişiğini kesmiştir"
buyurmuştur. Bu ifâdede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre mâna şöyledir:
"Ona, Allah'ın dostluğundan, hakkında dostluk kelimesinin
kullanılabileceği hiçbir şey yoktur!" Yani, "O, tamamiyle Allah'ın
dostluğundan sıyrılmış, uzaklaşmıştır" demektir. Bu, makûl bir şeydir,
çünkü hem dost ile, hem de dostun düşmanıyla dost olmak, birbirine zıd iki
şeydir. Nitekim şair de şöyle söylemiştir:
"Düşmanlarımı
seviyorsun, sonra da benim, senin dostun olduğumu iddia ediyorsun. Belli ki,
sende bir ahmaklık var (Ahmaklık senden uzak değil!) Mânanın, "Onun
Allah'ın diniyle hiçbir münasebeti kalmamıştır" şeklinde olması da
muhtemeldir ki, bu daha beliğdir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra,"Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı, sakınırsanız
müstesna" buyurmuştur. Bu ifâdede birkaç mesele vardır:
[141]
otfi kelimesini kisâî
imâle ile, Hamza tefhîm ile imâle arası, diğer imamlar da tefhîm ile
okumuşlardır.
Ya'kûb ise,
kelimeyişeklinde okumuştur.kelimesini imâle ile okumak, kelimedeki elif
harfinin aslının yâ harfi olduğunu belirtsin diye caiz olmuştur. Bu kelimenin
vezni ise,(sükûnet ve teenni) ve (çok yemekten dolayı midede meydana gelen acı,
hastalık) kelimelerinde olduğu gibi,veznindedir. Tefhîm ile okunması ise,
isti'lâ harfi olan kâf harfinden dolayıdır.
[142]
Vahidî şöyle demiştir:
Sen,(ittikâ ettim, çekindim, korundum) dediğinde, bunun masdart îuftı olur.
Allahu Teâlâ âyette buyurmuş, ama kelimenin mef'ûl-ü mutlakını şeklinde
getirmiş şeklinde getirmemiştir. Çünkü
kelimesi, masdar yerine kullanılan bir isimdir. Aynı şekilde"İyice
oturdu" ve (İyice bindi) denilir. Allahu Teâİâ da"Bunun üzerine Rabbi
onu güzel bir kabul ile kabul etti ve onu, güzel bir nebat gibi büyüttü"
(Aı-i imran, 37} buyurmuştur. Nitekim şair de şöyle demiştir:
"Senin bol bol, yüz defa verişinden
sonra..."
Şair burada(Bolluk
içinde olmak) kelimesini, vermek kelimesinin masdarı yerinde kullan m ıştır.
Vahidî sözünü şöyle sürdürmüştür: "Buradaki î kelimesinin, (atıcılar, atanlar) kelimesi
gibi kabul edilmesi de caizdir. Buna göre kelime, hâl-i müekkide (te'kîd eden
bir hal) olmuş olur.."
[143]
Hasan el-Basri şöyle
demiştir: "Müseylemetü'l- Kezzab,Hz. Peygamber 'in ashabından olan iki
adam yakala.dı Onlardan birisine, "Sen, Muhammed'in Allah'ın Resulü
olduğuna şehâdet ediyor musun?" deyince, adam "Evet, evet,
evet!" dedi. Bunun üzerine Müseyleme, "Benim de Allah'ın Resulü
olduğuma şehadet eder misin?" deyince, adam "Evet" dedi..
Müseyleme, kendisinin Ben! Hanife Kabilesi'nin peygamberi, Hz. Muhammed'in de
Kureyş Kabilesi'nin peygamberi olduğunu iddia ediyordu. Bunun üzerine o adamı
bırakıp diğerini çağırdı ve ona, "Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna
şehâdette bulunuyor musun?" dedi. Adam, "Evet" dedi. Daha sonra,
"Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdette bulunuyor musun?"
deyince, adam üç kere, "Ben sağırım..." dedi. Müseyleme bunun üzerine
yanına gelerek onu katletti. Bu olay Hz. Peygamber'e intikal ettiği zaman O
şöyle buyurdu:
"Şu öldürülen
kimseye gelince, o yakînî imanı ve sıdki üzere gitti.. Allah mübarek etsin.
Diğeri iser Allah'ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir
günah ve vebal yoktur."
Bil ki bu âyetin bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kalbi
iman üzere mutmain olduğu halde, zorlananlar müstesna" (Nahl, 106)
âyetidir.
[144]
Bil ki, takiyye'nin
birçok hükmü vardır. Bunlardan bazılarını zikredeceğiz:
Birinci hüküm:
Takiyye ancak, müslüman kişi, kâfir bir topluluk içinde bulunduğu ve o
kâfirlerden, canı ve malı hususunda korkup, böylece de onlara diliyle müdârâda
bulunarak, yumuşak davrandığı zaman olur. Bu da, diliyle onlara düşmanlık
göstermemekle olur. Hatta, o kişinin sevgi ve dostluk duyduğu zannını veren
sözler söylemesi de caizdir. Ama bu, gönlünde atettû giztemesv ve sûytedi i her
şeyde târîzde bulunması şartıyla caizdir. Çünkü takiyyenin tesiri, ancak
zahirde olup, kalbin hallerinde değildir.
İkinci hüküm:
O müslümanın, takiyye yapması caiz olduğu halde, imanı ve hakkı açıklaması daha
güzeldir. Bunun delili, yukarıda
zikrettiğimiz Müseylime hadisesidir.
Üçüncü hüküm:
Takiyye ancak, dostluk ve düşmanlık göstermeyle ilgili durumlarda caizdir.
Bazan, dini izhar etmekle ilgili konularda da caiz olur. Ama, öldürme, zina,
malı gasbetme, yalancı şahidlik, namustu kimselere iftira ve kâfirleri
müslümanların gizli hallerine muttali kılmak gibi, zararı başkalarına dokunan
şeylere gelince, bunlarda takiyye yapmak kesinlikle caiz değildir.
Dördüncü hüküm:
Âyetin zahiri, takiyyenin sadece hükümran ve galip olan kâfirlerle birlikte
bulunulduğu zaman helâl olduğuna delâlet Öder. Ama ne var ki, Şafiî (r.a)'ye
göre, müslümanlar arasındaki durum, müslümanlarla müşrikler arasındaki duruma
benzediği zaman, canlarını korumak için müslümanların takiyye yapması helâl
olur.
Beşinci hüküm:
"Canı korumak için takiyye caizdir. Buna göre malı korumak için de takiyye
caiz olur mu?" denilirse, bunun caiz olacağına hükmetmek muhtemeldir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s),Müslüman kimsenin malının dokunulmazlığı, kanmm ve
canının dokunulmazlığı gibidir"[145] Kim
malt uğrunda öldürülürse, o şehiddir"[146]
buyurmuştur. Bir de, malı korumaya duyulan ihtiyaç son derece zaruridir. Meselâ
su, çok pahalı bir biçimde satıldığında, abdest almanın farziyyeti hükmü sakıt;
fazla mal ve para noksanlaşmasına sebebiyet vermemek için, teyemmüm ile
yetinmek caiz olur. O halde bu, burada nasıl caiz olmasın? Allah en iyi
bilendir.
Altıncı hüküm:
Mücahid şöyle demiştir: "Bu hüküm, İslâm'ın ilk yıllarında, mü'minlerin
azlığı ve zayıflığı sebebiyle geçerli idi. Ama İslâm devleti güç kuvvet
kazandıktan sonra, bu hüküm geçersiz olmuştur.
Avf, Hasan el-Basrî'nin,
"Takiyye, mü'minler için Kıyamete kadar geçerlidir" dediğini rivayet
etmiştir ki, bu görüş daha evlâdır. Çünkü, kişinin nefsinden zararı
savuşturması, imkânlar nisbetinde vâcib olan bir şeydir.
Sonra Cenâb-ı
Hak,Allah sizi, yüce Zatından sakındırıyor" buyurmuştur. Bu söz hakkında
iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu
ifâdede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre kelâmın takdiri, "Allah sizi,
kendisinin ikâbından sakındırıyor" şeklindedir.
Ebu Müslim, mânanın
şöyle olduğunu söylemiştir: "Allah, sizi kendisine isyan edip, böylece de
O'nun azabına müstehak olmaktan sakındırıyor." Bu ifâdede elimesinin
zikredilmesinin faydast şudur: Cenâb-ı Hak şayet demiş olsaydı bu, kendisinden sakındırılmak
istenen şeyin, Allah'-dan mı yoksa başkasından mı sâdır olan bir ikâb ve ceza
olduğunu ortaya koyamazdı. Cenâb-ı Hak burada, kelimesini zikredince, işte
böyle bir karışıklık ihtimâli önlenmiş olur. O'ndan sudur eden cezântn,
cezaların en büyüğü olduğu gerçeği, herkesçe malûmdur. Çünkü Allah, nihayetsiz
şeylere kadirdir. Ve yine hiç kimse, O'nun dilediği şeyi geri çevirip
engelleyemez.
b) Âyetteki
kfclimesi, kâfirleri dost edinme manasıyla ilgilidir. Yani, "Allah sizi bu
gibi fiillerden, (kâfirleri dost edinmekten) men ediyor" demektir.
Cenâb-ı Hak hâyet
dönüş de ancak Allah adır" buyurmuştur. Bunun mânası, "Allah,
huzuruna vardığınızda tahakkuk edecek olan cezasından sizi sakındırır"
demektir.
[147]
"De ki:
"Sinelerinizde (göğüslerinizde) olanı gizleseniz de, açıklasanız da, Allah
onu bilir. Göklerde ve yerde olan herşeyt de bilir. Allah, herşeye kadir
olandır" (Al-i İmran, 29).
Bil ki, AHahu Teâlâ
mü'minleri, kâfirleri zahiren ve bâtınen dost edinmekten men edip, bundan
sadece zahirde olan takiyye halini istisna edince, bunun peşinden, takiyye
vaktinde kişinin bâtınının zahirine benzemesine dair tehdit ve vaîdini
getirmiştir. Bunun sebebi şudur: Çünkü takiyye esnasında dostluk izhâr etmeye
yönelen kimsenin zahire göre yaptığı bu işi, o kimsenin bâtınında da böyle bir
dostluğun meydana gelmesine sebep olur. İşte bu sebeple şüphesiz Cenâb-ı Hak,
kendisinin zahirî halleri bildiği gibi bâtinî halleri de bildiğini beyân etmiş
ve kuluna, kalben yapmaya azmettiği herşeye mukabil, mutlaka ceza vereceğini
bildirmiştir. Âyetle ilgili birkaç soru bulunmaktadır:
Birinci soru:
Bu âyet, bir şart cümlesidir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın "Göğüslerinizde
olanı gizleseniz de, açıklasanız da..." sözü şart; "Allah onu bilir" sözü de bir
cezâdıv. Cezânm
şarta dayandığı ve
şarttan sonra bulunduğu hususunda hiç şüphe yoktur. Bu ise, Allah'ın ilminin sonradan
olmasını (hudûs) gerektirir.
Cevap:
Allahu Teâlâ'nın ilminin, o şeyin o anda meydana geleceği hususuna taalluk
etmesi, o şey ancak o anda meydana geldiği takdirde söz konusu ptur. Sonra bu
değişiklik ve yenilenme, Cenâb-ı Allah'ın ilmimtr hakikâtine değil, ancak
nisbet edilme, izafe edilme ~ve-taSailuk etme gibi hususlarda olur. Bu mesele
çok d&tm bir mesele olup, kelâm ilminde de ele alınmıştır.
İkinci soru:
Sebepler ve inançların mahalli, kalbtir. O halde, Cenâbn Hak niçin
"kalblerinizde olanı saklasanız da" dememiş de, "Göğüslerinizde
olanı gizleseniz de..." buyurmuştur?
Cevap: Çünkü
kalb, göğüstedir. Binâenaleyh, kalp-yerine göğüs kelimesinin getirilmesi
caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak,"'nsan" lann göğüslerinde vesvese
verir..." (Nas,5) ve"Muhakkak ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin
içindeki kalbler kör olur" (Hacc, 46) buyurmuştur.
Üçüncü soru:
Eğer bu âyet hatıra gelen herşey hakkında bir va'îd olur ise, o zaman teklîf-i
mâla yutak olur?
Cevap: Biz
bu husustaki görüşü, Bakara sûresinin sonundak
(Bakara, 284) âyetinin
tefsirinde açıklamıştık.
Sonra Cenâb-ı Allah
"Göklerde ve yerde olan herseyi bilir" buyurmuştur.
Bil ki buradaki '
fiili, müste'nef bir cümle fiili olarak merfudur. Bunlarla savaşın ki,
Allahpnlan azablandırsm" rrevbe. 14) âyeti gibidir. sAllah bu âyetteki, ve
diğer fiilleri cezmetmiş, devamındaj "Allah teybe nasip eder" oevbe,
15) buyurarak buradaki fiili merfû getirmiştir. Bu "FakatAllah dilerse,
senin kalbini mühürler. Allah bâtılı mahveder" (Şura, 24) âyetinde
kelimesinin merfû oluşu gibidir. Allah Teâlâ'nın,"Göklerde ve yerde olan
her şeyi bilir" buyruğunda son derece etkili bir sakındırma vardır. Çünkü
Allah Teâlâ'ya, yerlerde ve göklerde hiçbirşey gizli kalmayınca, göğüslerdeki
kalplerde olan şeyler O'na nasıl gizli kalır?
Sonra Cenâb-ı Hak, bu sakındırmayı tamamlamak
için
Allahr herşeye kadir
olandır" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Allah Teâlâ kendisinin herşeyi
bildiğini beyân ettiğine göre, kulun kalbindekini ve
hak ettiği sevabı ile
ikâbının miktarını da bilmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak kendisinin herşeye kadir
olduğunu bu ifâde ile açıklamıştır ki, buna göre O, herkese hakettiği şeyi
ulaştırmaya da kadirdir. Bu ifâdeyle va'ad ve va'îd ile tergîb ve terhîb
tamamlanmış olur.
[148]
"O gün, herkes ne
hayır işledi ise karşısında (onu) hazırlanmış bulacak, ne kötülük yaptı ise de,
onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek. Allah, sizi yüce
zatından sıkmdırıyor. Allah kullarına ra'ûftur" (Âl-İ İmran, 30).
Bil ki bu âyet, tergîb
(teşvik) ve terhîb (korkutma) babından olup, daha önce geçen sözü
tamamlamaktadır. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:
[149]
Âlimler, buradaki
kelimesinin âmili (mütealliki) konusunda birkaç vecih zikretmişlerdir:
a)
İbnu'l-Enbarî, bu kelimenin müteallâkının, (28. âyetin sonundaki kelimesi
olduğunu, takdirinin ise.. o günde dönüş ancak Allah'adır" şeklinde
olduğunu söylemiştir.
b) Kelimenin
âmili, önceki âyettekifâdesindeki fiildir. Cenâb-ı Hak sanki "Allah sizi
bu gündeki ikâbından sakındırır" demiştir.
c) Bu kelimenin
âmili, bir önceki âyet sonundakiüdür. Yani "Her nefsin, yaptığı hayrı
karşısında hazırlanmış bulacağı o günde, Allah her şeye kadirdir"
demektir, Ancak diğer günlerin de, Allah'ın kudreti bakımından o günden bir
farkı olmadığı halde, o günün önemini belirtmek ve şerefini yüceltmek
maksadıyla bilhassa bu gün zikredilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ınDin gününün
sahibi" (Fatiha. 3) âyetinde de aynıdır.
d) Âmil,
âyette gelen fiilidir. Buna göre mana, "Her nefis o günde şunu şunu arzu
eder" şeklindedir.
e) Kelimenin, mahzuf bir fiil sebebiyle mansub olması da caizdir. Buna
göre, kelamın takdiri"Her nefsin şunu şunu bulacağı o günü hatırla"
şeklinde olur.
[150]
Bil ki yapılan amel
bakî değildir. Binâenaleyh onu Kıyamet günü bulmak mümkün değildir. Bundan
ötürü, bu ifâdenin iki şekilde te'vili gerekir:
1- Kul, amel
defterlerini bulur. Bu, Hak Teâlâ'nın,
"Şüphe yok ki yaptığınız şeyleri biz yazıyorduk"
(Câsiye, 29) ve
"(Allah) onlara yaptıkları şeyleri haber verecek. Allah onları saymış,
onlar ise unutmuşlardır" (Mücadele, 6) âyetleri ile beyân ettiği durumdur.
2- Kul,
amellerinin karşılığını bulur. Buna göre âyetteki "hazırlanmış bulacak
" tabirinden maksad, o amel defterlerinin Kıyamet gününde hazırlanmış
olması olabileceği gibi, amellerin karşılığının hazırlanmış olması da olabilir.
Bu tıpkı, "Onlar işlediklerini hazır bulmuşlardır" (Kehf, 49)
âyetinde ifâde edildiği gibidir. Her iki mânaya göre de, tergîb ve terhîb söz
konusudHak Teâlâ'nın "Ne kötülük yaptı ise de, onunla kendi arasında uzak
bir mesafe olmasını arzu edecek" beyânı hakkında şu iki mesele vardır:
[151]
Vahidî şöyle
demektedir: "Burada daha açık olan lafzının,o şey, ki o) manasına alınıp,
iilinin de ism-i mevsûlünün sılası yapılarak birinci 'ya atfedilmesidir. Burada
U 'nın şartiyye olması caiz olmaz; aksi halde kelimesinin mahallinin mansûb
veya mecrûr olması gerekirdi. Halbuki, herkes bunu merfû olarak okumuştur.
Böylece de bu, buradaki U ının anlamında olduğunun bir delili olmuş olur.
Buna göre şayet,
"Abdullah İbn Mesûd'un (diledi, arzu etti) şeklindeki okuyuşuna göre,
buradaki U 'nın şartiyye olması doğru olamaz mı?" denilirse, biz deriz ki,
bu doğru olur. Ne var ki, mânayı mübteda ve haber cümlesine göre vermek daha yerinde
ve müessir olur. Zira bu, kâfirlerin o gündeki durumunun anlatılmasıdır; ayrıca
meşhur olan kıraate de daha muvafık olmuştur.
[152]
Hak
Tealanın buyruğundaki vâv hakkında şu iki görüş bulunmaktadır.
Birinci görüş:
Bu, Ebu Müslim el-İsfehanî'nin Hak buyruğundaki vâv görüşüdür. Bu görüşe göre,
bu ifâdenin başındaki vâv, atıf vâvıdır. Kelamın takdiri ise,"Her ne hayır
işledi ise ve her ne kötülük yaptı ise bulur" şeklindedir. Hak Teâlâ'nın,
"Onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek"
ifâdesinin cümledeki yeri hakkında iki izah şekli vadır:
a) Bu
cümlelafzının sıfatıdır. Buna göre kelamın takdiri şöyle olur: "Kendisi
arasında uzun bir mesafe olmasını arzu ettiği kötü fiillerden her ne işledi
ise..."
b) Bu cümle, haldir. Buna göre takdiri, "Ogün, kendisinden
uzaklaşmayı arzu edecek olduğu bir halde, işlediği her kötülüğü hazır
bulur" şeklinde olur.
İkinci görüş:
Buradaki vâv harfi, isti'naf vâvıdır. Buna göre âyet, günahkârların mutlaka
cezalandırılacağı görüşüne bir delil değildir. Çünkü burası lütuf ve ikram-ı
İlâhinin bahsedildiği bir âyet olup sevap bakımından amellerinin karşılığının
hazır olacağına bir nasstır. İkâb cihetine gelince, bu âyet bunun hazır
olacağına dâir bir nass değildir. Doğrusu Hak Teâlâ burada, kullarının o
ikabtan kaçacağını ve uzaklaşmayı isteyeceklerini anlatmıştır. Bu da, va'ad
yönünün gerçekleşmesinin, va'îd'in gerçekleşmesinden daha uygun olduğuna dikkat
çeker.
[153]
kelimesi, "varılan son sınır"
demektir. Bunun bir benzeri "Keşke seninle benim aramda doğu ile batı
kadar uzaklık olsaydı. (Sen) ne kötü arkadaş(mışsmî)" (Zuhruf. 38)
âyetidir.
Bil ki bu temenniden
murad, ister zaman, ister mekân itibari ile bir uzaklığı anlayalım, malumdur.
Çünkü maksud olan, uzak olmayı temenni ediştir.
Hak Teâlâ daha
sonra,"Allah sizi yüce zatından sakındırıyor" buyurmuştur ki bu
ilâhî va'îdi te'kid etmektedir.
Sonra da, "Allah
kullarına ra'ûftur" buyurmuştur. Bu hususta bazı izahlar yapılmıştır:
a) Allah
Teâlâ, insanları kendisinden sakındırdığı, ilminin ve kudretinin mükemmelliğini
öğrettiği, insanlara mühlet tanıdığı, fakat ihmal etmediği, rahmetini
celbedecek şeylere onları teşvik ettiği ve gadabına müstehak olacak şeyleri
yapmaktan sakındırdığı için, kullarına karşı ra'ûftur.
Hasan el-Basrî
şöyle demiştir: "Allah'ın, kullarını kendisinin azabından sakındırması,
onlara olan re'fetindendir."
b) Allah,
tevbe etmeleri, tedbirli olmaları ve kusurlarını telâfi etmeleri için kullarına
zaman tanımış olması bakımından kullarına ra'ûftur.
c) Allah Teâlâ,
bir va'îd olarak, "Allah, sizi yüce zatından sakındırıyor" buyurunca,
bunun peşisıra va'ad ve rahmetinin, va'îd ve gazabına galib geldiğini
bildirmek için, bir va'ad olarak "Allah, kullarına ra'ûftur"
buyurmuştur.
d) Kur'ân-ı
Kerim'de "ibâd" (kullar) lafzı, mü'minlere hastır. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Yeryüzünde vakar ve tevazu île yürüyen Rahmanın o kullan..."
(Furkan,63)ve "O pınardan Allah'ın kullan içerler.." (İnsan, 6)
buyurmuştur. Buna göre mana şöyledir: Allah Teâlâ kâfir ve fâsıklar hakkındaki
tehdidini zikredince, ehl-i taat ile ilgili va'adini bildirerek, "Allah,
kullanna ra'ûftur" buyurmuştur. Yani, "Allah fâsıklardan intikam
aldığı gibi, kendisine itaat edip muhsin olanlara karşı da ra'ûftur"
demektir.
[154]
"De ki:
"Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah gafur ve rahimdir" (Âl-i İmran, 31).
Bil ki Allah Teâlâ
yahudileri, kendisine ve peygamberlerine imâna, tehdid ve va'îdleri ile davet
edince, onları bir başka şekilde de buna davet etmiştir ki, o da şudur.
Yahudiler: "Biz, Allah'ın oğullan ve dostlanyız" (Maide, ıs)
diyorlardı. Bundan dolayı bu âyet nazil olmuştur.
Yine rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Kureyş, Mescid-i Haram'da putlara
taparken, yanlarında durup şöyle dedi: "Ey Kureyş topluluğu, vallahi siz
Hz. İbrahim'in dinine muhalefet ediyorsunuz." Bunun üzerine Kureyşliler,
"Biz, Allah'ı sevdiğimiz için, "Bizi Allah'a daha fazla
yaklaştırsınlar diye bu putlara tapıyoruz" {zümer, 3) dediler. İşte bundan
dolayı, tefsir ettiğimiz âyet nazil oldu.
Bir başka rivayete
göre, hristiyanlar "Biz, Allah'ı sevdiğimizden ötürü Mesih (İsâ)'ya ta'zim
ediyoruz" dedikleri için bu âyet nazil olmuştur.
Hülâsa olarak, bu
insan gruplarından herbiri Allah'r sevdiğini ve Allah'ın rızası ile taatını
gözettiklerini iddia ederler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Peygamberi Hz.
Muhammed (s.a.s)'e, "Ey habibim, "Eğer Allah'ı sevdiğiniz iddianızda
doğru iseniz, O'nun emirlerine boyun eğip, O'na muhalefet etmekten kaçının"
de" buyurmuştur. Buna göre sözün manası şöyle olur: "Allah'ı seven
herkesin, O'nun gazabını çekecek şeylerden mutlaka iyice kaçınması lazım. Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini kesin gösteren deliller bulunduğuna göre,
ona uymak gerekir. Eğer ona uyulmuyor ise, bu o sevginin bulunmadığına delâlet
eder." Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır:
[155]
Muhabbet" (sevgi)
ile ilgili uzun açıklamamız, Bakara, 165)âyetinin tefsirinde gec- misti.
Kelamcılar, "Allah'ı sevmenin", "O'nu yüceltme, O'na taat, ve
O'nun mükâfaatını sevme" manasında olduğunda ısrar ederek şöyle derler:
"Muhabbet, irâde cinsinden bir fiilidir. İrâde ise, acak sonradan olan
varlıklar ve menfaatlerle ilgilidir."
Kelamcıların bu
görüşü zayıftır. Çünkü, herşey hakkında, "O, bir başka sebepten ötürü
sevilmiştir" denilemez. Aksi halde teselsül ve devr-i fasit gerekir.
Binâenaleyh bunun, bizzat sevilen birşeyde son bulması gerekir. Nitekim biz,
lezzetin li-zâtihi mahbub olduğunu biliriz. Yine biz Rüstem ve İsfendlyar'ın kahramanlıkları
hususundaki haberlerini duyduğumuzda, bize hiç faydası olmadığına inandığımız
halde, gönlümüz onlara meyleder. Hatta çoğu kez bu meyi ve sevginin, üzerinde
ısrar etmek caiz olmayan bir hata ve günah olduğuna inanırız. Böylece biz,
lezzetin li-zatihî sevimli oluşu gibi, kemâlin de li-zâtihî mahbûb olduğunu
anlarız. Kemâlin kemali Hak Subhânehu ve Teâlâ'ya aittir. Binâenaleyh bu durum,
Allah'ın zâtından ve kendileri için Allah'ın kemâl ile celâl eserlerinden bir
eserin tecellî ettiği Allah katındaki mukarreblerden Ötürü, li-zâtihî mahbûb
olmasını (sevilmesini) gerektirir.
Kelamcılar şöyle
derler: "Allah'ın kuluna muhabbeti (sevgisi), hem dinî hem de dünyevî
bakımdan hayır ve menfaatleri kuluna ulaştırmasını irâde etmesinden
ibarettir."
[156]
Yahudiler,
kendilerinin Allah'ı sevdiklerini iddia edi-
yorlar ve Allah'ın da kendilerini sevmesine arzulu olduklarını ortaya
koyuyorlardı. Âyet, şu iki bakımdan, Allah'ı sevmenin peygambere uymayı
gerekli kıldığını göstermektedir:
a) Eğer
Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olun. Çünkü mu'cizeler, Allah Teâlâ'nın bana
uymanızı gerekli kıldığını göstermektedir.
b) Eğer siz
Allah'ın sizi sevmesini arzu ediyorsanız, yine bana uyunuz. Çünkü bana
uyduğunuzda Allah'a itaat etmiş olursunuz. Allah ise, kendisine itaat eden
herkesi sever. Yine bana uymanızda, Allah'a itaat, O'na ta'zim ve O'nun
dışındaki bütün varlıklara ta'zimi terkten başka birşeye davet yoktur. Allah'ı
seven herkes, buna arzu duyar. Çünkü muhabbet, sevilene (mahbûba) tamamıyla
yönelmeyi ve mahbûbun dışındaki herşeyden yüz çevirmeyi gerektirir.
[157]
Keşşaf sahibi, bu
konuda Allah'ın velilerini tenkide dalarak burada akıllı insanın müstehcen
kitaplarda
bile yazamayacağı
şeyleri yazmıştır. O'nun evliyâulahi tenkide cüret ettiğini farzetsen bile, bu
gibi çirkin sözleri tefsire dair eserine koymaya nasıl cesaret etmiştir? Biz,
Allah'tan muhafazasını ve hidayetini talep ederiz.
Allah Teâlâ sonra,
"ve günahlarınızı bağışlasın" buyurmuştur. Allah'ın kulunu
sevmesinden murad, ona sevab vermesi; günahlarını bağışlamasından murad ise,
onun cezasını kaldırmasıdır. İşte bu, her akıllının isteyeceği en büyük ve en
önemli şeydir.
Sonra O, "Allah,
gafur ve rahîmdfr" buyurmuştur. Yani, Allah, kullarının çeşitli
günahlarını diğer insanlardan gizlemesi bakımından dünyada iken gafur, fazlı ve
keremi ile de onlara âhirette rahimdir.
[158]
"De ki:
"Allah'a ve peygamberine itaat edfn. "Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz
Allah kâfirleri sevmez" (Al-i İmran, 32).
Rivayet olunduğuna
göre "De kf: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sfzf
sevsin..." âyeti nazil olduğu zaman, Abdullah İbn Übeyy münafığı,
"Muhammed kendine itaati, Allah'a itaat gibi sayıyor ve hristiyanların
İsa'yı sevdikleri gibi, bizim de kendisini sevmemizi emrediyor" dedi. Bunun
üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Bu hususta sözün özü
şudur: Birinci âyet, Hz. Muhammed (s.a.s)'e ittibâ etmenin vâcib olmasını
iktizâ edip, sonra da münafıklar, "Muhammed, hristiyanların İsa hakkında
söylediklerinin aynısını kendi için iddia ediyor" diyerek, İslâm hakkında
ortaya bir şüphe atınca, Allahu Teâlâ işte bu şüpheyi izâle etmek için bu âyeti
zikrederek, "De kf: "Allah'a ve peygamberine itaat edin"
buyurmuştur. Yani, "Allahu Teâlâ size, bana uymanızı vâcib kılmıştır. Bu,
hristiyanların Hz. İsa hakkında söyledikleri şeyler ile değil, aksine benim
Allah katından görevlendirilmiş bir peygamber olmamdan dolayıdır"
demektir. Allah'ın emirlerini tebliğ eden zat peygamber olduğuna göre, ona
itaat etmek vâcib olur. Binâenaleyh, peygambere uymak bu manadan ötürüdür;
yoksa münafıkların İslâm hakkında ortaya attıkları şüpheler dolayısıyla
değil!..
Cenâb-ı Hak
sonra,"Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez"
buyurmuştur. Yani, "Eğer onlar yüz çevirirlerse, onlar için Allah'ın
sevgisi asla söz konusu olamaz. Çünkü Allahu Teâlâ, kendisine itaat edenleri
mutlaka övmüş ve methetmiş; inkâr edenleri ise, hor ve hakir olmaya müstehak
kılmıştır. Bu ikinci durum ise, Allah'ın sevgisinin zıddı bir durumdur"
demektir. Allah en iyisini bilendir.
[159]
"Muhakkak ki
Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını, İmrân âflesfni, hepsi de birbirinden
olan bir tek zürriyet olarak, bütün âlemlerin üzerinde mümtaz kıldı. Allah
hakkıyla e bilicidir" (Âl-i imran. 33-34).
Bil
ki Allahu Teâlâ, muhabbetinin ancak peygamberlerine uymakla tamamlandığını
beyan edince, peygamberlerinin,derecelerinin yüceliğini ve makamlarının
şerefini açıklamış ve"Muhakkak kf Allah Adem'i... mümtaz kıldı"
buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır:
[160]
Bil ki mahlûkât
iki kısımdır. Mükellef olanlar, mükellef olmayanlar... Âlimler mükellef olan
varlıkların, mükel- lef olmayanlardan daha efdal olduğu hususunda ve
mükelleflerin şu dört kısım olduğunda ittifak etmişlerdir;
a) Melekler,
b) İnsanlar,
c) Cinler,
d) Şeytanlar...
Melekleri ele alacak
olursak, hadislerde, Allah Teâlâ'nın bunları rüzgârdan yarattığı rivayet
edilmiştir. Âlimlerden, bunun böyle olduğuna aklî deliller getirenler vardır:
[161]
1- Melekler, rüzgârdan yaratıldıkları için, en süratli bir şekilde
uçabilmektedirler.
2- Yine bu
sebepten ötürü onlar, Arş'ı taşıyabiliyorlar. Çünkü rüzgâr da eşyayı
taşıyabiliyor.
3- Yine bu
sebepten ötürü onlar rûhânî varlıklar diye adlandırılmışlardır.
Başka bir rivayette
onların nurdan yaratıldığı yer almıştır. İşte bundan dolayı, saf ve
temizdirler. İbadetlerini Allah'a has kılmışlardır.
Bu hususta en iyisi,
bu iki görüşü birleştirmektir. Buna göre biz deriz ki: Onların bedenleri
rüzgârdan, ruhları ise nurdan yaratılmıştır. Gökler âleminin sakinleri işte
bunlardır.
[162]
Şeytanlara gelince
bunların hepsi kâfirdir. İblisin kâfir olduğu açıktır. Çünkü Hak Teâlâ, onun
hakkında, "O, kâfirlerdendir" (Bakara, 34) buyurmuştur. Diğer
şeytanlar da ataları iblis gibi kâfirdirler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz
şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka telkinde
bulunurlar. Eğer
onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik olursunuz" (Enam, 121) buyurmuştur.
Bütün şeytanların özelliği, insanoğluna düşman olmaktır. Çünkü Allah Teâlâ,
"O cfnden olduğu fçfn Rabb'fnin emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni
bırakıp da onu ve onun neslini, hepsi sizin düşmanınız olduğu halde, dost
edinfr misfnfz?" <Kenf, so> ve "Biz böylece her peygambere,
insan ve dn şeytanlarını düşman yaptık" (Enam, na> buyurmuştur.
Şeytanların bir
özelliği de ateşten yaratılmış olmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, iblisin,
"Beni ateşten yarattın, onu (Adem'i) ise çamurdan yarattın" (Arat. 12)
sözünü nakletmiş ve "Cann'ı (Iblfsf) da daha önce çok şiddetli ateşten
yarattık" (hict, 27) buyurmuştur.
[163]
Cinlere gelince,
bunların kâfirleri ve mü'minleri vardır. Nitekim Hak Teâlâ, "Gerçekten
kimimiz müslüman, kimimiz ise zalimdir. Müslüman olanlar, doğru yolu aramış
(bulmuşlardır" (tan, m) gediklerini nakletmiştir.
[164]
İnsanlara gelince, hiç
şüphesiz onların da bir ilk ataları vardır. Aksi halde, bu, sonu olmayan bir
durum olur. Kur'ân, bu ilk atanın Hz. Âdem olduğunu bildirmektedir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, tefsir etmekte olduğumuz Âl-i İmran sûresinde, "Muhakkak ki
Allah katında İsa'nın hali, Âdem'in hâli gibidir. (Allah) onu topraktan
yarattı. Sonra ona "ol" dedi, o da (can gelip) oluverdi" (âm
imran, 59) ve "Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan da onun
eşini vücuda getiren Rabb'fnfzden ittikâ edin..." (nis*, 1) buyurmuştur.
[165]
Bunu
böylece bildiğin zaman biz deriz ki: Âlimler insanın, cinn ve şeytanlardan
efdal olduğu hususunda İttifak etmiş, insanın mı yoksa meleklerin mi daha üstün
olduğu meselesinde ise ihtilaf etmişlerdir. Biz bu meseleyi, -»l (Bakara, 34)
âyetinin tefsirinde iyiden iyiye inceledik. İnsanın daha üstün olduğuna
hükmedenler, tefsir ettiğimiz âyeti Delil getirmişlerdir. Çünkü
"istifa" (seçip, mümtaz .kılma), daha büyük bir şerefin ofduğuna ve
derece yüksekliğine delâlet eder. Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem ve soyundan gelen
peygamberleri bütün âlemler üzerine seçip mümtaz kıldığını bildirdiğine göre,
onların meleklerden de üstün olmaları gerekir. Çünkü melekler de
"âlemler"
Buna göre eğer,
"Bu âyeti, burada zikredilen insanların bütün âlemlere üstün kılınmış
olmaları manasına alırsak, bu bizi bir tenakuza götürür. Çünkü büyük bir
topluluğa dahil olan fertlerden herbiri, bütün âlemlerden daha üstün olarak
tavsif edildiğinden, onların herbtrinin bütün âlemlerden, yine herbirinin
diğerinden daha üstün olması gerekir ki bu imkânsızdır. Fakat biz bu ifâdeyi,
onların herbirinin kendi zamanlarındaki âlemlerden veyahut da kendi cinslerinin
âleminden efdal oldukları manasında alırsak, böyle bir tenakuz söz konusu
olmaz. Binâenaleyh tenakuzu ortadan kaldırmak için, âyeti bu mânâya hamletmek
gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, İsrailoğullarından bahsederken, "Sizi bütün
âlemlere üstün kılmıştım" (Bakara, 47) buyurmuştur. Bu sözden, onların Hz.
Muhammed (s.a.s)'den daha üstün oldukları mânâsı çıkmaz. Biz, bundan maksadın
onların herbirinin yaşadığı devirdeki âlemler olduğunu söylüyoruz. Burada da
böyledir?" denirse, bunun cevabı, Cenâb-ı Allah'ın bu âyetinde aşikârdır.
Zira "Adem'i âlemler üzerine mümtaz kıldı" sözü, "âlem"
vasfı verilecek her şeye şamil olduğundan, melekler de buna dahil olur. Bu
konuda söylenecek son söz, aksine delâlet eden bir delilden dolayı, âlem
lafzının umûmî mânâsı ile amel etmek, bazı durumlarda bırakılır. Ama delile
dayanmayan hallerde bunu terketmemiz doğru değildir.
[166]
fiili Arapça'da,
"seçti, tercih etti" manasına gelir. Buna göre lafzının manası,
bulanık- lıklardan uzak ve saf olan, görülen ve müşahede edilebilen birşeye
benzetilerek, "onları mahlûkâtının
en arısı ve durusu
kıldı" demektir. Bu kelime şu üç şekilde söylenir.Bu âyetin bir benzeri
de, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa'ya "Ben senf risâlettmle.. bütün insanlardan
mümtaz kıldım" (A'rat, 144) sözü ile, Hz. İbrahim, İshâk ve Ya'kûb (a.s)
hakkındaki, "Çünkü onlar bfzim katımızda, cidden seçkinlerden,
hayırlılardandı" (Sâd, 47) sözüdür.
Bunu iyice anladığın
zaman biz deriz ki: Âyetle ilgili şu İki görüş vardır:
1- Mana,
"şüphesiz Allah, Âdem'in ve Nuh'un dinlerini seçip mümtaz kıldı..."
şeklindedir. Buna göre âyetteki "lstıfâ"mn manası, onların dini ve
şeriatları ile ilgili olur. Bu manaya göre, bir muzâfın hazfedilmiş olduğu
kabul edilir.
2- Mânâ, "Allah, onları kötü sıfatlardan arındırmış ve güzel
hasletlerle süslemiştir" şeklindedir. Bu ikinci görüş şu iki sebepten
ötürü daha evlâdır:
a) Biz bu
ikinci mânâda bir hazfin olduğunu söylemeye muhtaç olmayız.
b)
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah,
peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir" (Enam, 124) âyetine daha
uygundur.
[167]
Halîmî,
"Minhâc" isimli kitabında şunu söylemiştir: "Peygamberlerin
gerek cismânî, gerekse ruhanî kuvvetlerde, mutlaka diğer insanlardan farklı
olmaları gerekir. Cismânî kuvvetler, ya müdrike (idrâk eden, kavrayan), yahut
da muharrike (hareket ettirici) olur. Müdrike kuvvetler ya zahirî, ya da bâtınî
olan nişlerdir.
Zahirî hisler beştir:
a) Görme Kuvveti: Yemin olsun ki Hz. Peygamber (s.a.s)'de bu sıfatın en mükemmel şekli
vardı. Bunun böyle olduğuna şu iki şey
delâlet etmektedir:
Birincisi:
Hz. Peygamber (s.a.s): yeryüzü benim fçfn toplandı ve bana onun doğusu batısı
gösterildi"[168]
buyurmuştur.
İkincisi:
Hz.Peygamber (s.a.s)"Saflannızı düzeltin ve sıkiaştinp sağlamlaştırırı.
Çünkü ben, arkamdan sizi görüyorum"
[169]
buyurmuştur.
Bu kuvvetin bir
benzeri de, Hz. İbrahim'de vardır. O da, Hak Teâlâ'nın, "Biz İbrahim'e,
göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösterfyorduk" (Enam, 75)
âyetinde ifâde edilen husustur.
Âlimler bu âyeti
tefsir ederken, Allah Teâlâ'nın Hz. İbrahim'in görme
hissini
kuvvetlendirdiğini ve böylece onun metekût âleminin en yücesinden en alt
tabakasına kadar görüp müşahede ettiğini belirtmişlerdir." Halimi (r.h)
şöyle devam eder: "Bu uzak görülecek bir ihtimal değildir. Çünkü her gören
bir değildir.
Rivayet edildiğine
göre Zerkâu'l-Yemâme, bir şeyi üç günlük yoldan görebiliyordu. Binâenaleyh, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in görme kabiliyetinin onunkinden daha kuvvetli olması uzak
bir ihtimal değildir.
b) İşitme kuvveti... Hz. Peygamber (s.a.s), bu hususta da insanların en güçlüsü idi. Bunun
böyle olduğuna şu İki husus da delâlet etmektedir:
1-Hz.
Peygamber (s.a.s), "Sema gıcırdadı; onun gıcırdamaya hakkı var. Semada
orada bir ayak koyacak hiçbir yer yoktur kf, orada AHahu Teâlâ'ya secde eden
bir melek bulunmasın..."[170]
buyurmuştur. Böylece Hz. Peygamber semânın gıcırtısını duymuştur.
2- Bir
defasında Hz. Peygamber (s.a.s), bir ses duymuş da ve bunun, cehenneme
yuvarlanan, fakat cehennemin dibine henüz ulaşamayan bir kay» parçasının
çıkardığı ses olduğunu söylemişti. Hafimi, "Felsefecilerin bunu imkânsız
görmeleri mümkün değildir. Çünkü, onlar Pisagor'un kendisini eğittiğini,
böylece de onun, feleklerin çıkardığı en alçak sesleri dahi duyduğunu kabul
etmektedirler.
Bu gücün bir
benzeri de, karınca kıssasında, Hz. Süleyman için söz konusudur. Nitekim
Cenâb-ı Hak bundan bahsederek, "Bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar,
yuvalarınıza girin" (Nemi, 18) buyurmuştur. Böylece Allahu Teâlâ Hz.
Süleyman'a karıncanın sözünü duyurmuş ve O'nu bunun mânasına vâkıf kılmıştı. Bu
aynı zamanda, anlama kuvvetini de ilgilendirir. Hz. Muhammed (s.a.s) kurt ve
deve ile konuşurken de, bu durum kendisi için gerçekleşmiştir.
c) Koklama
kuvveti... Bu, Yakûb (a.s) hakkında tahakkuk eden durum gibidir. Çünkü Yusuf
(a.s), gömleğinin götürülüp babası Yakûb (a.s)'un yüzüne değdirilmesini
söyleyip de kervan Mısır'dan yola çıkınca, Hz. Yakûb, "İnanın ki, (şimdf)
Yusuf un kokusunu duyuyorum" (Yusuf, 94) demiş ve bu kokuyu bir günlük
yoldan almış idi.
d) Tatma kuvveti... Bu, Hz. Peygamber (s.a.s), "(Hayvanın) bu kolu, bana kendisinin
zehfrlf olduğunu haber veriyor"[171]
dediğinde, kendisi hakkında tahakkuk etmiş olan durumdur.
e) Dokunma kuvveti... Bu, Hz. İbrahim hakkında tahakkuk eden şey gibidir.
Çünkü Allahu Teâlâ, ateşi onun hakkında serin ve emniyetli kılmıştır. Bunun bir
benzeri, ateşte yanmadığı söylenen, hatta bir madde çıkararak ateşi söndürdüğü
kabul edilen "semende!"
kuşuyla, kızgın çöllerde yürüyen devekuşu'nda müşahede edilirken, bunun olması
nasıl imkânsız görülebilir?
Bâtınî hislere
gelince, hafıza (ezberleme) kuvveti bundandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Seni
okutacağız da, asla unutmayacaksın" (A’la, 6)buyurmuştur.
Zekâ kuvveti de bunun
gibidir. Nitekim Hz. Ali (r.a), "Allah'ın resulü bana bin çeşit ilim
öğretti. Ben de bu bin çeşidin her birinden bin çeşit ilim çıkardım"
buyurmuştur. Bir velinin durumu böyle olunca, ya peygamberin durumu nasıl olur?
Muharrik kuvvetlere
(kuvâ-yı muharrike) gelince, bu, meselâ Hz. Peygamber (s.a.s)'in miraca, Hz.
İsâ (a.s)'nın da canlı olarak göğe yükselmesi ve, haberlerde yer aldığı gibi,
Hz. İdris ve Hz. İlyas (a.s)'ın göğe kaldırılması gibi şeylerdir. Nitekim
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Nezdinde kitaptan bir (Hm olan, "Ben,
göz açıp kapamadan önce onu sana getiririm" dedi" {Neml, 40).
Ruhânî-aklî kuvvetlere
gelince, bunun da son derece mükemmel ve son derece berrak olması gerekir.
Bil ki bu konuda sözün
tamamı şudur: Nebevî, kutsî nefisler, mahiyetleri itibari İle diğer nefislerden
farklıdırlar. Zeka, ietânet, asalet, hükümran olma ve cismânî ve şehevî
duygulardan berî olma hususlarındaki kemâl, bu peygamber nefislerinin ayrılmaz
vasıflarıdır. Çünkü ruh, berraklığın ve şerefin zirvesinde clup, beden de
temizliğin zirvesinde bulununca, bu muharrik ve müdrik kuvvetler, alabildiğine
mükemmel otur. Zira bu nefisler, ruhun özünden çıkan ve bedene ulaşan nurlara
göre akıp giderler. Gerek fail (verici merkez), gerekse kabil (yani, alıcı) ne
zaman mükemmelliğin zirvesinde olsalar, onlardan sâdır olan şeyler de aynı
şekilde kuvvetli, kıymetli ve hâlis olurlar.
Bunu böylece
anladığında, bil ki Hak Teâlâ'nın buyruğunun manası şudur: "Şüphesiz Allah
Teâlâ, Hz.Âdem'i, ya "melek beşerden daha üstündür" diyenlere göre,
süflî âlemin (yerin) sakinlerinden, yahut da "insan, mahlûkatm en
şereflisidir" diyenlere göre, ulvî âlemin (göğün) sakinlerinden seçip
mümtaz kılmış, sonra da ruhanî kuvvetlerin en mükemmelini, Hz. Adem'in soyundan
belli bir gruba vermiştir. Bunlar, Hz. İdrîs (a.s)'e sonra Hz. Nuh (a.s)'a,
sonra da Hz. İbrahim (a.s)'e kadar ulaşan, Hz. Şlt (a.s) ve onun soyudur. Hz.
İbrahim (a.s)'den sonra iki kol çıkmıştır: Biri Hz. İsmail (a.s)'in kolu,
diğeri Hz. İshak (a.s)'ın koludur. Böylece Cenâb-ı Hak, Hz. İsmail'i, Hz.
Muhammed (s.a.s)'de zuhur edecek kutsî ruhun başlangıcı; Hz. İshâk'ı da, Hz.
Ya'kûb ve îysû kollarının başlangıcı kılmıştır. Böylece nübüvveti Ya'kûb
(a.s)'un, hükümdarlığı da îysû (a.s)'ın soyuna vermiştir. Bu, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e kadar böyle devam etmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s) zuhur edince,
nübüvvet ve saltanat nurları, Hz. Muhammed'e geçmiştir ve bunlar Kıyamete kadar
ümmet-i Muhammed de kalacaktır. Bu konuda iyice düşünen herkes, neticede çok
şaşırtıcı sırlara ulaşır.
[172]
Âlimlerden bazıları
şöyle demişlerdir: "Âyette bahsedilen, "İbrahim'in
hanedanı" tabirinden mak- sat, mü'minlerdir. Bu Hak Teâlâ'nın tıpkı,
"Firavun hanedanını, azâbm en çetinine sokunuz!" (Mü'min.46) âyeti
gibidir.
Fakat bu hususta
doğru olan görüş, bu ifâdeden maksadın, İbrahim (a.s)'in çocukları olduğudur
ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni insanlara imam yapacağım" buyurmuş,
(İbrahim): "Zürriyetimden de" demiş, Allah ise, "Benfm ahdfm
zalimlere erişmez" buyurmuştu" (Bakara. 184)âyetiyle ifâde ettiği
husustur.
"İmrân'ın
hanedanı" meselesine gelince, âlimler bunun kim olduğu hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları bunun Musa ve Harun (a.s)'un babası olan İmran olduğunu
söylemişlerdir ki, nesebi şudur: İmrân İbn Yashur İbn Kahlf İbn Lavî İbn Yakûb
İbn İshak İbn İbrahim... Böylece "Âl-i İmrân"dan maksat, Hz. Musa ve
Harun ile onların peşinden gelen peygamberlerdir.
Bazıları da bunun, Hz.
Meryem'in babası olan İmrân İbn Mâsân olduğunu söylemişlerdir ki, bu, Süleyman
İbn Dâvûd İbn İşâ neslinden olur. Bunlar da, Yahûza İbn Yakûb İbn İshak İbn
İbrahim (a.s) soyundandır.
Âlimler, bu iki İmrân
arasında 1800 sene bulunduğunu söylemişlerdir.
Bu görüşte olanlar,
bunun doğruluğu hususund a şunları delil getirmişlerdir:
a) Hak
Teâlâ'nın, "İmrân ailesini bütün âlemlere" tabirinin peşinden
getirilen, anne tarafından Hz. İsa'nın dedesi olan İmran İbn Mâsân'dır.
Binâenaleyh sözü buna hamletmek daha evlâdır.
b) Bu sözden
maksat şudur: Hristiyanlar, elinde tecellî eden mu'cizelerden dolayı, Hz
İsa'nın tanrı olduğunu iddia ediyorlardı. Buna karşılık Cenâb-ı Hak da şöyle
der: Onun elinde zuhur eden bu nevî mu'cizeler, Allahu Teâlâ'nın ona olan bir
ikramı sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü Allahu Teâlâ, Hz. İsa'yı zamanının
âlemlerine üstün kılarak seçip, ona büyük ikramlarda bulunmuştur. Binâenaleyh
bu ifâdeyi burada, İmrân İbn Masan a hamletmek, sözü Hz. Musa ve Harun'un
babası olan İmran'a hamletmekten daha evlâ olur.
c) Bu ifâde,
Hak Teâlâ'nın, "Kendisini de, oğlunu da âlemlere bfr ibret kılmıştık"
(Ent«ya, 91) buyruğuna da son derece uygun düşmektedir. Bil ki, bu izahlar,
kuvvetli birer delil olmayıp, aksine zannî birtakım fikirlerdir. Burada, bu iki
ihtimal daima mevcuttur.
Cenâb-ı
Hakk'ın,"Hepsi birbirinden olan bir tek ziirri-yet olarak..." tabiri
hakkında iki mesele vardır:
[173]
kelimesinin mansûb
olması hakkında şu iki görüş belirtilebilir:
a) Bu lafız,
"İbrahim hanedanı" lafzından bedeldir.
b) Hal olduğu için, mansûbtur. Yani, "onları, hepsi birbirinden olan
bir tek zürriyet olarak seçti" demektir.
[174]
Âyetin tefsiriyle
ilgili şu açıklamalar yapılmıştır:
a) "Tevhîd,
ihlâs ve tâat hususlarında, hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet
olarak..." demektir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Münaflk
erkekler ve münafik kadınlar bfrbfderindendirler" (Tevt», 67) âyetidir.
Onlar nifak konusunda müşterek olmalarından dolayı böyle söylenmiştir.
b) "Hz.
Âdem'in dışında kalanlar, ondan çoğalmışlardır.." mânasında olmak üzere,
"Hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak" demektir. Buna göre
i kelimesiyle kastedilenler, Hz. Âdem'in dışında kalanlar olmuş olur.
Cenâb-ı
Hakk'ın,"Allah hakkıyla işitici ve bilicidir" buyruğuna gelince,
Kaffâl şöyle demektedir: "Bu tabirin manası, "Allah kullarının
sözlerini bihakkın duyan, onların kalplerini ve fiillerini bihakkın bilendir; O
ancak, insanlar içinden, söz ve fiil bakımından müstakim olduğunu bildiği
kimseleri peygamber olarak seçer. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın,
"Allah peygamberliğin/ kfme vereceğini en fyf bilendir" (Enam,
124> ve "Muhakkak ki onlar, hayr işlerinde yansırlar, umarak ve
korkarak bize duâ ederlerdi- Onlar bizim için derin saygı gösterenlerdi"
(Enbiya, 90) âyetleridir.
Burada yapılan bir
başka izah da şudur: Yahudiler: "Biz İbrahim'in soyundan, fmrân'ın da
âilesindeniz. O hâlde biz, Allah'ın oğulları ve O'nun dostlarıyız";
hristiyanlar da, "İsa, Allah'ın oğludur" diyorlar, hatta bazıları da
bu sözün bâtıl ve yanlış olduğunu da biliyorlardı. Ama ne var ki, halkın
kalbini hoşnut etmek için, bu görüşlerini sürdürüyorlardı. Burada Cenâb-ı Hak
sanki şöyle demek istemiştir: "Allah, sizin bu bâtıl sözlerinizi bihakkın
duyan ve bu sözlerin izdeki bozuk maksatlarınızı da bihakkın bilendir. İşte bu
sebeple de sizi, cezalandıracak olandır..." Böylece âyetin baş tarafı,
nebî ve resullerin şerefli mertebelerini beyân etmiş, sonu ise kendi dinlerinde
sebat edip devam ettirdiklerini iddia eden o yalancı toplulukları (yahudi ve
hristiyanları) bir tehdit mânası taşımıştır.
[175]
Bil ki, Allahu Teâlâ
bu âyetin peşinden pek çok kıssa zikretmiştir.
[176]
"Hani İmrân'm
karısı: "Ya Rabbi karnımdakini hür bir kul olarak sana adadım. Bunu benden
kabul buyur. Muhakkak ki hakkıyla İşiten, kemâliyle bilen, ancak sensin
sen" demişti. Ama çocuğunu (kız) doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha
iyi biliyor iken: "Ya Rabbi, işte ben bir kız doğurdum. Erkek, kız gibi
değildir. Hakikaten ben onun adını Meryem koydum. Ben onu da, zürriyetini der
kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" dedi. Bunun üzerine Rabbi onu güzel
bir kabul İle kabul etti ve onu, güzel bir bitki gibi büyüttü ve onu
Zekeriyyâ'ya emânet etti. Zekeriyyâ ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında bir
yiyecek bulurdu. "Meryem, bu sana
nereden (geliyor?)" dedi. O da: "Allah taraûndandır. Şüphe yok ki,
Allah kimi dilerse ona hesapsız nzık verir" dedi" Âl-i imran, 35-37).
Bu âyetle itgili
birkaç mesele vardır:
[177]
Âyetteki kelimesinin
i'râbdaki yeri hakkında şu görüşler takdim edilmiştir:
a) Ebu
Ubeyde, bu kelimenin mânâda bir etkisinin olmadığını söylemiştir. Buna göre
mânâ, bu kelimenin i'râbda mahalli olmayacak şekilde, "İmrân'ın karısı
dedi" şeklinde olur.
Zeccâc: "Ebu
Ubeyde bu hususta herhangi birşey yapmadı. Çünkü, Allah'ın kitabındaki bir
harfi mânastz ve hükümsüz addetmek ve zaruret olmadan, O'nun kitabından
herhangi bir harfi hazfetmek caiz değildir" demiştir.
b) Ahfeş ile
Müberred, Âyetin takdirinin,' "İmrân'ın karısının... dediği vakti
hatırla...." şeklinde olduğunu ve Allah'ın kitabında bunun pekçok misâli
olduğunu" söylemişlerdir.
c) Zeccâc,
âyetin takdirinin, "Allah, "İmrân'ın karısı., dediği zaman, İmrân'ın
soyunu kendi zamanının âlemlerine üstün kılmıştır" şeklinde olduğunu
söylemiştir.
Îbnu'l-Enbârî bu
hususu tenkid ederek şöyle der: "Allahu Teâlâ, İmrân'ın ailesini
seçmesini, Hz. Âdem ve Nuh'un seçilmesi ile beraber zikretmiştir. Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. Âdem ve Nuh'u seçmesi, İmrân'ın karısının sözünden önce tahakkuk
ettiğine göre, bu seçmenin, İmrân'ın karısının bu sözü söylediği o vakit ile
kayıtlı olduğunu söylemek imkânsız olur." Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Bunların herbirinin seçilmesinin tesiri, onlardan her birinin
vücuda geldiği ve tâatleri de zuhur ettiğinde söz konusu olur. Binâenaleyh,
Allah'ın, Hz. Âdem'i onu yaratırken; Hz. Nuh'u, onu var ederken; İmrân'ın
ailesini de, İmrân'ın hanımı bu sözü söylediği zaman seçtiğinin söylenmesi
caizdir.
d) Bazı
âlimler de, bu ifâdenin kendisinden önceki ifâdelerle ilgili olup kelâmın
takdirinin ise"Allah, İmrân'ın karısı bu sözü söylerken, bihakkın duyan ve
bihakkın bilendir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.
Buna göre şayet, "Allah,
İmrân'ın karısı bu sözü söylemeden önce de bihakkın duyan ve bilen idi. Buna
göre böyte bir kayıt zikretmenin mânası nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Allahu Teâlâ'nın o sözü duyması, o sözün meydana gelmesiyle; Allahu Teâlâ'nın o
sözün söylendiğini bilmesi de, o sözün zikredilmesiyle mukayyettir. İlim ve
duyma konusundaki değişiklik, ancak nisbet ve taalluk cihetiyledir.
[178]
Zekeriyyâ İbn Ezen (?)
ile İmrân İbn Mâ'sân aynı çağda yaşamışlardır. İmrân'ın hanımı ise Hannân Bintî
Fâküz'dür. Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem'in kızkardeşi olan İsa'nın kızı ile
evliydi. Yahya (a.s) ise, teyzesinin oğluydu. Sonra, bu adağın keyfiyyetine
dair pekçok rivayet vardır.
Birinci rivayet: İkrime şöyle demiştir: Hanne, hiç çocuk doğuramamıştı, Çocuğu olan
diğer kadınlara gıbta ediyordu. Sonra o, şöyle dedi: "Allah'ım, eğer sen
bana bir çocuk nasib edersen, Beytu'l-Makdis'in hizmetçisi olması gayesiyle,
senin rızan için onu Beytu'l-Makdis'e vakfediyorum."
İkinci rivayet:
Muhammed İbn İshâk da şöyle demiştir: "Hz. Meryem'in annesinin çocuğu
olmamıştı. Derken kadın yaşlanmıştı. Bir gün ağacın gölgesi altında iken,
yavrusuna bir şeyler yediren bir kuş gördü. Bunun üzerine gönlünde çocuk
sevgisi kımıldadı.. İşte bu sebeple Rabb'ine, kendisine bir çocuk bağışlaması
için duâ etti. Derken Meryem'e hamile kaldı. Bu arada İmrân da öldü. Hz.
Meryem'in annesi, kendisinin hamile olduğunu hissedince, Beytu'l-Makdis'e
vakfetti.
Hasan el-Basrî de
şöyle demiştir: O bütün bunları Allah'ın ilhamıyla yapmıştır. Eğer Allah'ın
ilhamı olmasaydı, o bunu yapamazdı. Bu, Hz. İbrahim'in, rüyasında oğlunu
kesmesi, böylece de bunun, her ne kadar vahye dayanmasa dahi, Allah'ın bir emri
olduğunu anlaması, Allah'ın Hz. Musa'nın annesine de ilham edip, böylece onun
bir vahiy olmaksızın, Hz. Musa'yı denize bırakması hadisesi gibidir.
[179]
Âyette geçen tabirinin
mânası, "Hâlis, mahzâ, katıksız hür, azâd edilmiş..." demektir.
Meselâ, bir köleyi kölelikten kurtarıp azâd ettiğinde, kitabı düzeltip,
onda herhangi bir
yanlışlık bırakmayacak bir biçimde hatadan arındırdığı zaman da denilir. Yine, bir kimsenin kendisini
herşeyden tecrid edip, başkalarına olan bütün bağımlılığını kestiği zaman,
kumdan, taştan, balçıktan ve herhangi bir kusurdan uzak ve temiz olduğu zaman
da, r, yani hâlis çamur) denilir.
Bu kelimenin
tefsin" manasına gelince, Şâ'bî, "sırf ibâde tahsis edilmiş
olarak" manasına geldiğini söylerken, bunun manasının "Mabede
hizmetçi olarak"; "Allah'a tâat etmek için dünya işlerinden azade
olarak"; "havrada kitâb'ı okuyup onu öğrenen kimselere hizmetçi
olarak..." gibi anlamlara geldiği de söylenmiştir. Bütün bunların mânası,
"Hanne'nin bu çocuğu, Allah'a itaat için vakfetmiş olduğudur."
Esâmm ise şöyle
demiştir: " İsrailoğullannın ne bir ganimeti, ne de bir esiri yoktu. Bunun
için, onların hürriyete kavuşturup azâd etmeleri, çocuklarını, yukarıda
anlatmış olduğumuz şekilde vakfetmeleriyle oluyordu. Çünkü, onların dinine
göre, çocuk hizmette bulunabileceği çağa geldiğinde, onun ebeveynine hizmet
etmesi vâcib oluyordu. Böylece de onlar, adakta bulunmak suretiyle çocukların
bu şekildeki hizmetlerinden feragat ediyor; onları, Beytu I-Makdis'e hizmet ile
Allah'a itaat ve ibâdete tahsis ediyorlardı."
Yine bu şekilde
hürriyete kavuşturulan kimseler, bulûğa erinceye kadar havrada kalıyor, oranın
hizmetlerini görüyor, sonra da burada kalıp kalmama hususunda muhayyer
bırakılıyorlardı. Eğer çocuk burada kalmayı istemeyip gitmek isterse,
gidiyordu. Eğer kalmayı isterse, artık bundan sonra oradan bir daha
ayrılamazdı. Bütün peygamberlerin neslinde, Beytu'l-Madis'e adanmış bir
hizmetçi bulunmaktadır, denilmiştir.
[180]
Bu adak, ancak erkek
çocuklar için caizdir. Kız çocuklarına gelince, hayız ve diğer özel halleri
sebebiyle, bu işe ehil görülmüyorlardı. Sonra, Hanne mutlak mânada bir adakta
bulunmuştu. Bu, ya o işi takdire göre düşündüğü içindir veyahut da bu adağı
erkek çocuk arzusuna vesile kıldığı içindir..
[181]
.
Âyetteki kelimesinin mansub oluşunun iki izah şekli
vardır:
a) O,
lafzından hal olarak mansûbtur. Takdiri de, "Karnımdakıni hür olarak sana
adadım" şeklindedir.
b) Bu, İbn
Kuteybe'nın görüşüdür; buna göre mâna "karnımdakıni senin için azâd etmeye
nezrettim, adakta bulundum" şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
Hanne'den naklederek,Bunu benden kabul buyur.
Muhakkak ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen..."
buyurmuştur.
Tekabbül, birşeyi
hoşnut olarak alıp kabul etmektir. Vahidî şöyle demiştir: "Bu kelimenin
aslı mukabele (karşılıklı alıp verme) kelimesidir. Çünkü bir mükâfaat ile
mukabelede bulunmayı ifade eder. Bu, yaptığı bu şeyle ancak Allah'ın rızasını
talep ve Allah'a ibâdette ihlâsı talep eden kimsenin sözüdür. Sonra Hanne,
"Muhakkak ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen"
demiştir; bu, "Ancak sensin benim tazarrûmu, duamı ve yakarışımı işiten ve
kalbimdekini, gönlümdekini ve niyetimdekini bilen..." demektir.
Bil ki, bu çeşit nezr,
İsra i loğu Harının şeriatı'nda mevcut idi. Ama bizim şeriatımızda mevcut
değildir. Şeriatların bu gibi konularda farklılık arzetmesi imkânsız değildir.
Allahu TeâiâVaktaki
(kız) çocuğunu doğurunca" buyurmuştur. Bil ki, buradaki U zamiri, ya onun
karnındaki kız çocuğu hakkındadır, çünkü Cenâb-ı Aliah onun kız olacağını
bilmektedir, veyahut bu hususta şöyle denilir: Bu zamir müennes ve mukadder
olan ^M (nefs, can) ve(canlı, ruh sahibi) kelimelerine aittir. Veyahut da bu
kelime, nezredilmiş olan şeye kelimesine
aittir denilebilir.
Sonra Cenâb-ı Hak,i
"Babb'lm, muhakkak ki ben onu kız olarak doğurdum., dedi"
buyurmuştur. Bil ki, bu sözün manası şudur: Karnındakini vakfetme konusunda,
daha önce verilmiş bir nezri vardır. Onun zann-ı galibine göre, bu erkek
olacaktı. Binâenaleyh, bu adağında bunu bir şart olarak belirtmedi. Onların
âdetine göre, Mescid'e hizmet ve Allah'a tâat ve ibadet için adanan ve âzâd
edilen çocuklar kız çocukları değil, oğlan çocukları idi. Bunun için Hanne,
adağının kabul görecek bir şekilde olmadığından korkarak ve daha önceki nezrini
mutlak zikretmesinden özür beyân ederek, "Ya Rabbi, işte ben bir kız
doğurdum" der; bunu Allahu Teâlâ'ya bildirmek amacıyla zikretmez, çünkü
Allahu Teâlâ onun bildirmesine muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilakis, özür beyan
etmek amacıyla zikreder.
Allahu
Teâlâ,"Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyor İken..."
buyurmuştur. Âsım'dan rivayetinde Ebu Bekr ile İbn Âmir ifâdeyi Hanne'nin
sözünün bir hikâye edilişi olmak üzere, tâ harfinin ötresiyle CÂ>j şeklinde
okumuştur. Buna göre bundaki fayda şu olur: Hanne, "İşte ben bir kız
doğurdum" deyince, bunu Allah'a haber verdiğinin sanılmasından korkmuş,
bundan dolayı da, "Allah benim ne doğurduğumu daha iyi bilir ya!"
ifadesiyle böyle bir şüpheyi izâle etmiştir. Böylece onun bu sözü, Allah'a
bildirmek için değil de, özür beyân amacıyla söylemiş olduğu sabit olur.
Diğer kıraat
âlimleri de, Allahu Teâlâ'nın sözü olarak, sükûn ile şeklinde okumuşlardır. Bu
kıraata göre mana şöyle olur: Allahu Teâlâ, onun çocuğunun şanını yüceltmek ve
Hanne'nin bu çocuğun kadrini takdir edemediğini göstermek için, "Allah
onun ne doğurduğunu daha İyi biliyor iken..." buyurmuştur. Buna göre mâna
şöyle olur: "Allahu Teâlâ onun doğurduğu ve ona takdir ve tahsis ettiği
büyük şeyleri; onu ve çocuğunu, âlemler için bir mucize kılacağını en iyi
bilendir. O ise, bunun câhilidir, bu konuda hiçbir şey bilemez. İşte bundan
dolayı üzüldü..."
İbn Abbas
(r.a)'ın kıraatinde bu ifâde, Aliahu Teâlâ'nın ona bir hitabı olarak,
"Allah senin ne doğurduğunu daha iyi biliyor..." şeklinde okunmuştur.
Yani, "Sen, sana bağışlanan bu şeyin kıymetini bilemezsin. Ondaki
harikulade halleri ve mucizeleri yegâne bilen ancak Allah'tır" demektir.
[182]
Aliahu Teâlâ, sonra,
Hanne'den naklederek,Erkek, kız gibi değildir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle
ilgili iki izah şekli vardır:
a) Onun
muradı, erkek çocuğun kız çocuğundan üstün olduğunu ifâde etmektir. 8u
üstünlük, birkaç yöndendir:
1- Onların
şeriatına göre, oğlan çocuklarını bırakıp da kız çocuklarını âzâd etmek caiz
değildir.
2- Erkek
çocuklarının, ibâdet yerine hizmette daim olmaları mümkündür; ama hayız ve
kadınlara mahsus özel haller sebebiyle, kadınların devam etmesi mümkün
değildir.
3- Güçlü ve
kuvvetli oldukları için bu hizmete erkekler daha elverişli olup, kadınlarsa
uygun değildirler. Çünkü kadınlar zayıf varlıklar olup, bu hizmeti lâyıta
veçhile beceremezler.
4- Bu
hizmeti yaparken insanlarla bir arada bulunmasında bir mahzur ve ayıp yoktur;
kadınlar ise böyle değildir.
5-
Erkeklerin insanlar arasına karışmasında, kadınlar için söz konusu olabilecek
töhmet sözkonusu değildir. İşte bunlar bu mânada olmak üzere, erkeklerin
kadınlardan üstün olmalarını iktiza eder.
b) Bu sözden
maksat, o kız çocuğunu erkeğe tercih ettiğini belirtmektir. O sanki şöyle
demiştir; "Benim arzum, erkek çocuğu idi; bu kız çocuğu ise, bana Allah'ın
bir bağışıdır. Arzum olan erkek çocuğu, Allah'ın hibesi olan kız çocuğu gibi
olamaz." Bu söz bu kadının, Rabb'in kuluna yaptığı şeyin, kulun kendisi
için murad ettiğinden daha hayırlı olduğunu bilerek, Celâlullah'ın marifet ve
bilgisine dalmış olduğunu gösterir.
[183]
Sonra Hak Teâlâ,
Hanne'den ikinci bir söz olarak"Hakikaten ben onun adım Meryem
koydum" sözünü nakletmiştir. Bununla ilgili bazı bahisler bulunmaktadır:
Birinci bahis:
Bu sözün zahiri, bizim de anlattığımız gibi, Hanne, Meryem'e hamile kaldığında,
İmran'ın ölmüş olduğuna delâlet eder. jşte bundan dolayı, burada, doğan çocuğa
isim verme işini anne üstlenmiştir. Çünkü âdete göre bu, babaların üstlenmiş
olduğu bir iştir.
İkinci bahis:
kelimesi, onların dilinde, "İbâdet eden, âbid kadın" mânasına
gelmekteydi. Hanne onu bu şekilde isimlendirmek suretiyle, Cenâb-ı Allah'tan,
onu dinî ve dünyevî belâlardan korumasını talep etmeyi murad etmiştir. Onun,
bundan sonra söylemiş olduğu şu söz de, bu görüşü te'kid etmektedir: "Ben
onu da, zürriyetlnl de, kovulmuş şeytandan sana sığındırırım."
Üçüncü bahis:
Bu sözün mânası, "Ben onu bu kelimeyle isimlendirdim", yani, "Bu
kelimeyi ona isim yaptım, kıldım" şeklindedir. Bu, isim, müsemmâ
(isimlendiriien şey} ve tesmiye (İsim verme)'ni'i üç farklı şey olduğuna
delâlet eder.
Allahu Teâlâ sonra,
üçüncü bir söz olarak ondan,"Ben onu da, zürriyetint de, kovulmuş
şeytandan sana sığındırırım" ifâdesini nakletmiştir. Çünkü, Mescid e
hizmet etmesi için arzu etmiş olduğu oğlan çocuğuna nail olamayınca, Allahu
Teâlâ'ya, o kız çocuğunu kovulmuş şeytandan korumasını ve bu kızı, mutî ve
sâlih kadınlar cümlesinden kılmasını niyaz etti... "Kovulmuş şeytan"
tâbirinin tefsiri, bu kitabın başında geçmişti.
Cenâb-ı Allah,
Hanne'nin bu sözlerini nakledince, "Bunun üzerine Rabb'i onu güzel bir
kabul ile kabul etti" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır:
[184]
Allahu Teâlâ burada
buyurdu, ama fiile uygun olarak,buyurmadı. Zira bu ki masdar da birbirine yakın mânaya gelir.
Allahu Teâlâ: "Allah sizi yerden
nebat (gibi) bitirdi" (Nuh, 17) buyurmuştur. Burada, mastarı yerine, aynı
mânada olan kelimesini kullanmıştır.
Kabul kelimesi,
Arapların, bir kimse bir şeyden hoşnut olduğunda bunu ifâde etmek için söylemiş
olduklarıtabirinden alınma bir masdardır. Sİbeveyh şöyte demiştir!vezni üzere
gelen beş, masdar vardır. Bunlartemizlenmek), lypj (abdest almak), (tutuşmak)
ve (düşkün olmak) kelimeleridir. Fakat
çoğunlukla, kelimesi mastar olduğu zaman ötreli vükûdşeklinde okunur."
Ferra ve Zeccâc, kabûlen kelimesinin, ötreli olarak kubûlen şeklinde olmasını
caiz görmüşlerdir.
Sa'leb,
İbnu'l-A'rabî'den bu kelimenin şeklinde kullanıldığını rivayet etmiştir.
Âyetteki bu kelime hakkında bir başka izah daha vardır ki, o da şudur.vezni,
söz konusu olan işi ortaya koyan kimsenin, o işi çok itinâ ile yaptığına
delâlet eder. Meselâ ve benzeri kelimelerde olduğu gibi... Çünkü bu iki kelime,
sabır ve celâdet göstermede ciddiyeti ifâde etmektedir. Buradaki tekabbele
fiili de bunun gibi, kabul göstermede ileri bir dereceyi ve mübalağayı
gösterir.
Buna göre eğer,
"Öyleyse Allahu Teâlâ niçin vurgunun daha mükemmel olması için» buyurmam
ıştır?" denilirse, buna şöyle cevap verilir. Tekabbül lafzı, her ne kadar
bizin söylediğimiz mânayı ifâde ediyorsa da, aynı zamanda, mizacın aksine bir
çeşit tekellüfü ve zora girmeyi de ifâde etmektedir. Kabul lafzı ise, mizaca
uygun ve tekellüfsüz bir kabul etme mânasını taşımaktadır. İşte bundan dolayı
Allahu Teâlâ önce, ciddiyet ve önem vermeyi ifâde etmek için tekabbele fiilini,
sonra bunun, mizacın hilâfına değil de mizaca uygun bir kabul olduğunu ifâde
etmek için kabul masdarını getirmiştir. Bu mânalar, Cenâb-ı Allah hakkında her
ne kadar imkânsız ise de, mecaz yoluyla bu, bu kız çocuğunun terbiyesine
Cenâb-ı Hakk'ın büyük bir ilgi ve itinâ gösterdiğine delâlet eder. İşte bu
izah, yerinde ve makul bir açıklamadır.
[185]
Müfessirler bu
"güzel kabul"ün izahı konusunda bazı açıklamalar ve vecihler
zikretmişlerdir. Birinci vecih: Allahu Teâlâ, Meryem'i ve çocuğu İsa (a.s)'yı,
şeytanın dokunmasından himaye etmiştir. Ebu Hüreyre (r.a), Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir;
"Doğan her çocuk
doğduğunda, ona şeytan dokunur da, şeytanın dokunmasından dolayı o, çığlıklar
atarak doğar.. Meryem ve oğlu İsa bundan müstesnadır. "[186] Ebu Hüreyre (r.a) daha sonra, "Eğer
isterseniz, "Ben onu da, zürriyetini de kovulmuş şeytandan sana
sığındırırım" âyetini okuyunuz" demiştir.
Kâdî, bu hadisi
şöyle diyerek tenkid etmiştir: "Bu, kat'î delilin hilâfına olan bir
haber-i vâhiddir. Binâenaleyh, bu haberin reddedilmesi gerekir. Biz, birçok
sebepten dolayı, "o, delilin hilâfınadır!"
a) Şeytan
ancak, hayır ve şerri bilen kimseyi şerre davet edebilir.. Çocuk ise böyle
değildir. dedik:
b) Eğer
şeytanın dürtmeye gücü olsaydı, salih kimseleri yok edip onların güzel
hallerini bozmak için, bundan daha fazlasını yapabilirdi. ile Hz. İsa'ya has
kılınmıştır?
d) Eğer
şeytanın dürtmesi söz konusu ofsaydı, ona tesiri kalmaya devam
c) Sonra bu
istisna niçin diğer peygamberlere de değil de, sadece Hz. Meryem ederdi ve eğer
tesiri de katmaya devam etseydi, çocuğun çığlık ve ağlaması devam
ederdi..." Durum böyle olmayınca, bunun yanlış olduğunu anlamış
olduk..."
Bil ki, bütün bu
vecihler, ihtimal dahilindedir. Ama bu gibi şeylerle, bir haberi reddetmek caiz
değildir. Allah en iyisini bilendir.
İkinci vecih:
Rivayet edildiğine göre, Hanne, Meryem'i doğurunca, onu bir beze sararak
mescid'e götürdü ve, Harun (a.s) neslinden olan âlimlerin yanına koydu. Onlar,
Kabe'nin perdedsrları gibi Beytu I-Makdis'in hizmetkârları idiler. Oraya
varınca o, "şu vakfedilmiş kız çocuğunu alın.." dedi. Bunun üzerine
oniar, onu almak hususunda birbirleriyle yarıştılar. Zira o, önderlerinin kızı
idi... Mâsânoğulları, İsraîloğullarfnın önderi, âlimleri ve idarecileri idiler.
Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) onlara, "Ben onu alıp büyütmeye sizden daha
lâyığım.. Onun teyzesi benim hanımımdır" dedi. Onlar da, "Hayır, kura
çekmeden olmaz" dediler. Bunun üzerine, yirmiyedi kişi olan onlar, nehrin
kıyısına vardılar ve vahiy yazmış oldukları kalemleri, "Kimin kalemi suyun
yüzüne çıkarsa, o üstün gelsin" diye, nehre attılar... Böylece kalemlerini
üç defa suya attılar. Her seferinde de Zekeriyya (a.s)'nın kalemi suyun yüzüne
çıktı, ama onların kalemi battı. Neticede Meryem (a.s)'in bakımını Zekeriyya
(a.s) üstlendi.
Üçüncü vecih:
Kaffâl, Hasan ei-Basrî'den onun, "Nasıl Hz. İsâ çocuk iken konuşmuş ise,
Meryem de çocuk iken konuştu ve hiç meme emmedi.. Çünkü onun rızkı, cennetten
geliyordu " dediğini rivayet etmiştir.
Dördüncü vecih:
Onların şeriatında âdet şöyle idi: Çocuk, ancak oğlan olduğunda ve, akıl baliğ
olup mescid'e hizmete de gücü yettiği vakit vakfedilebilırdi.. Burada Allahu
Teâlâ bu kadının duasına icabet edince bu kız çocuğunu, henüz küçük ve mescide
de hizmete gücü yetmeyeceği bir hal ve durumda kabul etmiştir. "Güzel
kabuT'ün tefsiri hakkında zikredilmiş olan muhtelif açtklamalar işte bunlardır.
[187]
Sonra Cenâb-ı Hak,Ve
onu, güzel bir bitki gibi büyüttü" buyurmuştur. İbnu'l-Enbarî, bu ifâdenin
takdirinin,Allah onu büyüttü, o da güzel bir bitki gibi büyüdü" şeklinde
olduğunu söylemiştir Sonra bazı âlimler
bu güzel büyütmeyi, dünyevî bir büyütme anlamına alırken, diğer bazıları da
dinî bir büyütme anlamına almışlardır. Birinci görüşte olanlar, "Bunun
mânası şudur: Meryem bir günde, diğer çocukların bir senede büyüdüğü kadar
büyüyordu.." demişlerdir.
Büyütmenin dinî
bakımdan olduğunu söyleyenler de, "Çünkü o, salâh, doğruluk, iffet ve tâat
bakımından büyüyüp gelişiyordu" demişlerdi.
[188]
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Ve onu, Zekerlyyâya emânet etti" buyurmuştur. Bu tabirde iki mesele
vardır:
[189]
Bu kelime,
"Taahhüd etti, ediyor-taahhüd etmek ve taahhüd eden" şeklinde
kullanılmaktadır. (kefil olan),
bir kimseye harcamada
bulunan ve onun işlerini ıslâh ve düzeltme konusunda özel ihtimam gösteren
şahıs demektir. Hadis-i şerifte,Ben ve, yetimin kefili, (cennette) şu iki
parmağım gibi (yan yana olacağız) " buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak da,'
"Onu da bana bırak" (Sâd, 23) buyurmuştur.
[190]
Âsim, Hamza ve Kisâî,
buradaki fiili şeddeli olarak şeklinde okumuşlar; ama kelimesinin
okunuşunda ihtilâf
etmişlerdir. Âsim, med ile okumuş; Hamza ve Kisaı de, "Allah Meryem'i
Zekeriyyâ'nın himayesine verdi" manasında olmak üzere, kasr ile
okumuşlardır. Med ile Şeklinde okuyan, nasb halini açıkça göstermiştir. Kasr
ile okuyana göreyse,kelimesi mahallen mansubtur. Diğer kıraat âlimleri de med
İle merfû olarak, "Zekeriyyâ onu kendi yanına, himayesine aldı"
anlamında olmak üzere 3 şeklinde okumuşlardır.
Tercih edilen görüş
budur; çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onların hangisi Meryem'i himayesine alacak" (Ali imran, 44)
âyetine münasip düşmektedir. Çoğunluk da bu görüştedir. İbn Kesîr'den gelen bir
rivayette ise, kartının yesteâ med ve kasır ite okumaya gelince bunlar
(harb) kelimeleri gibi, iki kullanıştır. Mücâhid ise, âyetteki her üç fiilin de
emir sîgası üzereOnu kabul et) iyi (Onu
büyüt yetiştir) ve(Onu emânet et) şeklinde
l#j
kabul et), (Onu büyüt,
yetiştir) ve (Onu emânet et) şeklinde, kelimesini de mansub (fethalı)
okumuştur. Buna göre Hanne, Allah Teâlâ'ya şöyle diyerek dua etmiştir: "Ey
(bu çocuğun) Rabb'i, onu kabul et"; "Ey bu çocuğun Rabb'i, onu
büyütüp yetiştir ve Zekeriyya'yı onun vekili kıl."
[191]
Âlimler,
Zekeriyya (a.s)'nın Hz. Meryem'e ne zaman kefil olduğu hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Çoğu âlimler bunun, Meryem (a.s) henüz bebek iken olduğu
görüşündedirler. Bu hususta birçok rivayet bulunmaktadır. Diğer bazı âlimler
ise, Zekeriyya (a.s)'nın, Meryem'in bakımını, onun sütten kesilmesinden sonra
üstlendiğini söylemişler ve buna da şu iki şeyi delil getirmişlerdir:
a) Allah Teâlâ, önce "Onu, güzel btr bitki gibi
büyüttü" buyurmuş, sonra "ve onu, Zekeriyya'nm uhdesine verdi"
demiştir. Bu, söz konusu kefilliğin, o güzel büyütüşten sonra olduğunu
hissettirir.
b) Cenâb-ı
Hak, "ve onu Zekeriyya'nm uhdesine verdi. Zekeriyya ne zaman mihraba
girdiyse, onun yanında bir yiyecek bulurdu. "Meryem, bu sana nerden
(geliyor?)" dedi O da, "Bu, Allah taraftndandır" dedi"
buyurmuştur. Bu ifâde, Hz. Meryem'in bu kefalet esnasında sütten ayrılmış
olduğuna delâlet eder. Birinci görüşü savunan kimseler, bu âyetteki vâv (ve)
lafzının, bir sırayı göstermediğini, bu güzel bir şekilde büyütme ve Zekeriyya
(a.s)'nın ona kefil oluşunun aynı zamanda olabileceğini söyleyerek cevap
vermişlerdir. Bu görüştekiler, şu ikinci delili de öne sürmüşlerdir: Zekeriyya
(a.s)'nm, Hz. Meryem'in yanına varıp, ona bu şekilde soru sorması, belki de
kefil olduğu zamanın sonunda meydana gelmiştir.
[192]
Sonra Cenâb-ı
Hak,"Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında yiyecek
bulurdu" buyurmuştur. Bu âyet ile ilgili birkaç mesele vardır:
[193]
"Mihrab",
"yukarıda ve yüksekte bulunan yer, oda" demektir. Nitekim şâir Ömer
b. Ebî Rebî'a şöyte demiştir:
"Mihrabın, odanın
sahibesi... O'na geldiğimde merdivene çıkmadıkça, ona yaklaşamadım."
Esma'î,"Hani
onlar mihraba tırmanmışlardı" (şad, 2i) âyetini delil getirerek, mihrabın,
"oda" manasında olduğunu söylemiştir. Çünkü(tırmanıp aşmak) fiili,
ancak yüksek bir yer olduğunda söz konusu olur. Yine "mihrab"ın, en
yüce ve en kıymetli meclis manasına geldiği de söylenmiştir.
Rivayet olunduğuna göre,
Hz. Meryem, genç bir kız olunca, Zekeriyyâ (a.s), ona mescid içinde bir oda
inşâ eder. Onun kapısını ise, ancak bir merdivenle çıkılabilecek şekilde
yüksekte duvarın orta yerinden açar. Zekeriyyâ (a.s) mescidden çıktığı zaman,
üzerine yedi kapıyı kilitlerdi.
[194]
Bizim âlimlerimiz,
evliyanın kerametinin hak olduğuna bu âyeti delil getirmişlerdir. Bu âyet ile
buna şöyle
istidlal edilir: Allah Teâlâ Zekeriyyâ (a.s) her ne zaman, Meryem (a.s)'in
yanına mihraba girdiğinde, onun yanında bir rızık bulduğunu, ona"Ey
Meryem, bu sana nerden geliyor?" dediğini, onun da "Bu, Allah
katındandır" diye cevap verdiğini bildirmiştir. Öyle ise bu rızkın onun
yanında bulunması ya harikulade bir olaydır veya değildir. Bunun harikulade
(olağanüstü) bir hâdise olmadığını söylersek, bu görüş şu beş bakımdan geçersiz
olur:
a) Bu
takdirde, bu rızkın Hz. Meryem'in yanında bulunması, onun sânının yüceliğine,
şerefinin derecesine ve bu meziyet ile diğer insanlardan üstün oluşuna bir delil
olmazdı. Halbuki bu âyetten muradın, bunu ifâde etmek olduğu malumdur.
b) Hak Teâlâ
bu âyetten sonra, "Orada Zekeriyya Rabb'ine, "Yarabbi, bana senin
tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla " diye duâ etti" (âı-i
imran, 38) buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerim, Zekeriyyâ (a.s)'nın hem kendisinin hem
de hanımının ihtiyarlığı sebebi ile, bir çocuk sahibi olmaktan ümidi kesmiş
olduklarına delâlet etmektedir. Zekeriyya (a.s), Hz. Meryem'deki bu harikulade
hadiseyi müşahede edince, kendisinin de bir çocuğu olmasını arzu etti. İşte bu
sebeple de, "İşte orada Zekeriyya Habbine şöyle dua etti.." âyeti
yerinde olmuştur. Şayet onun, Meryem (a.s)'de müşahede ettiği şey, harikulade
bir hadise olmasaydı, onun bu hadiseyi görmüş olması, yine Harikulade bir
şekilde yaşlı hanımından bir çocuğu olması arzusunu doğurmazdı.
c) Ayetteki
''kelimesininnekireolması, bu rızkın sânının yüceliğine delâlet etmektedir.
Sanki şöyle denilmiştir: "Bir rızık, yani, nadide ve hayranlık uyandıran
bir rızık..." İşte bu hâdise eğer harikulade bir
olay olursa, ancak o
zaman bu âyetin siyakına uygun düşen bir mana ifâde etmiş olur.
d) Hak
Teâtâ, "Kendisini de oğlunu da âlemlere bir mu'cize kıldık" (Enbiya,
91) buyurmuştur. Bu gösterir ki, Meryem ve Hz. İsa'da harikulade haller zuhur
etmiştir. Aksi halde bu âyetin ifâde ettiği mana doğru olmazdı. Eğer,
"Bundan murad, "Allah Teâlâ'nın Meryem (a.s)'e bir erkekten
olmaksızın bir oğul vermiş olmasıdır" denilmesi niçin caiz olmasın?"
denilir ise deriz ki: Bu, tek başına bir mu'cize değildir, bilakis bunun doğru
olduğunu ortaya koymak için başka bir mu'cizeye ihtiyaç vardır. O halde, bu
âyeti o mânâya nasıl hamledebiliriz? Aksine bu âyetten murad, Meryem (a.s)'in
doğru olduğuna ve temizliğine delâlet edecek şeyleri ortaya çıkarmaktır. Bu
ise, ancak oğlu İsâ (a.s)'ntn elinde de tecelli edeceği gibi, onun elinde
harikulade şeylerin zuhur etmesiyle mümkündür.
e) Çok
sayıdaki rivayete göre, Zekeriyya (a.s), Hz. Meryem'in yanında yazın kış
meyvelerini, kışın da yaz meyvelerini buluyordu. Böylece Meryem (a.s) için tecellî
eden bu durumun, harikulade bir iş olduğu ortaya çıkmaktadır. Biz deriz ki:
Şöyle de denilebilir: Bu hâdise, peygamberlerden birisinin mu'cizesi idi, veya
böyle değildi. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü o zaman, Zekeriyya (a.s)
peygamber idi. Şayet bu, onun bir mu'cizesi olsaydı bu işin halini ve gerçek
durumunu bilir, bu mesele ona kanşıktgelmez ve ona "Bu, sana nerden
geliyor?" demezdi. Yine Hak Teâlâ'nın, "İşte orada Zekeriyya Rabbine
şöyle dua etti.." ifâdesi, Hz. Zekeriyya (a.s)'nın, Meryem'e bunları
sorduğunu, Meryem'in de bunun Allah katından olduğunu söylediğini, bunun
üzerine Zekeriyya (a.s)'nın da kısır, yaşlı ve doğuramayacak durumda olan
karısından harikulade bir şekilde bir çocuk elde etme arzusuna düştüğünü
bildirmektedir. Bu ise, Zekeriyya (a.s)'nın bu hallere, ancak Meryem'in
bildirmesi ile vakıf olduğuna delâlet eder. Durum böyle olunca, bu harikulade
hâlin Hz. Zekeriyya'nın bir mu'cizesi olmadığı kesinlik kazanır.
Geriye söylenecek
tek şey kalmaktadır: Bu, ya İsâ (a.s)'nın, ya da Hz. Meryem'in kerametidir.
Hangisi olursa olsun, her iki durumda da maksad hasıl olmaktadır. İşte
velilerin kerametlerinin vâki ve hak olduğuna dâir, bu âyetle istidlal şekli
böyledir.
Ebu Ali el-Cübbâi buna
itiraz etmiş ve şöyle demiştir: "Bu harikulade hallerin, Zekeriyya
(a.s)'nın mu'cizelerinden olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın? Bu, iki
şekilde açıklanabilir:
1- Zekeriyya
(a.s), Hz. Meryem için, genel olarak Allah'ın ona rızık ulaştırmasına dua etti.
Aüah indinden ona gelen rızıklann tafsilatından çoğu
kez habersiz idi.
Binâenaleyh herhangi bir zamanda, bizzat rızık olan bir şeyi gördüğünde ona,
"Bu, sana nereden geliyor?" dedi. Meryem de, "Bu, Allah
kalındandır" diye cevap verdi. İşte buna göre, Allah Teâlâ'nın bu
mu'cizeyi, Zekeriyya (a.s)'nın duası ile ortaya çıkardığı anlaşılmış olur.
2- Zekeriyya
(a.s)'nın, Hz. Meryem'in yanında alışılmış fakat gökten gelen bir rızık görmüş
olması muhtemeldir. Bu durumda, Zekeriyya (a.s), bunun Meryem'e bir insan
tarafından gönderildiğinden endişe ederek sormuş, Meryem (a.s) de, "Bu,
Allah katmdandır, başkasından değil..." diye cevap vermiştir.
İkinci bir izah olarak
biz Meryem (a.s)'in yanında harikulade herhangibir şeyin meydana geldiğini
kabul etmiyoruz. Aksine âyetin manası şöyledir: "Allah Teâlâ, zühd ve
ibâdet ile meşgul olan hanımlara infâkta bulunmaya can atan bazı mü'minler
eliyle, Hz. Meryem'i rızıklandınyordu. Zekeriyya (a.s), bu yiyeceklerden
herhangibir şey görünce, bunun ona, uygun olmayan bir şekilde gelmiş olmasından
korktu. İşte bundan dolayı, durumun aslını ona sordu."
Cübbâî'nin, âyetin
tefsiri olarak söylediği söz bundan ibarettir. Onun bu izahları son derece
zayıftır. Çünkü, eğer bu, Zekeriyya (a.s)'nın bir rnu'cizesi olsaydı, ona bu
şeyleri taleb etme hususunda Allah katından izin verilirdi. Bunu taleb etme
hususunda izinli olsaydı, onun meydana geleceğini kesin olarak bilirdi. Bunu
bilince de, durumun aslını Hz. Meryem'den sorması imkansız olurdu. Yine buna
göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua
etti.." âyetinin bir manası kalmazdı. Bu, aynı zamanda Cübbâî'nin ikinci
izahı için de bir cevaptır.
Onun üçüncü sualine
gelince, bu da son derece zayıftır. Çünkü bu takdirde, böylesi bir hadiseyi,
sadece Hz, Meryem'e tahsis etmenin bir mânası yoktur. Yine eğer Zekeriyya
(a.s)'nın kalbinde, bu yiyeceklerin ona, uygun olmayan bir şekilde gelmiş
olabileceği ihtimali var idiyse, bu şüphenin, sırf Meryem'in sözü ile zait
olması nasıl kabul edilebilir? İşte biz böylece, bu suallerin geçersiz olduğunu
anlamış olduk. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır.
Mu'tezile, bu
harikulade hallerin, peygamberlerin doğruluklarının delilleri olduğunu
söyleyerek, kerametin imkânsız olduğuna istidlal etmişler ve "nasıl ki
sapasağlam bir işin, bir bilgiyi göstermesi, o işin âlim olmayan bir kimse
tarafından yapılamayacağını gösteriyor ise, aynı şekilde nübüvvetin delili,
peygamberlerden başkası elinde bulunamaz" demişlerdir. Buna birkaç
bakımdan cevap verilir;
1-
Harikulade bir fiilin zuhur etmesi, iddiada bulunan kimsenin doğrulu-
ğuna bir delildir. Bu
harikulade fiilin sahibi eğer peygamberlik iddia etmiş ise, bu fiil onun
gerçekten peygamber okluğuna delalet eder. Eğer o şahıs, "velilik"
iddia etmiş ise, bu onun bir velî olduğunu gösterir.
2- Bazı
âlimler şöyle demişlerdir: "Peygamberler, bu mu'cizeleri izhâr etmekle;
veliler ise bu harikulade hallerini gizlemekle emrolunmuşlardır."
3- Hz.
Peygamber (s.a.s) bir mu'cize getirdiğini öne sürmüş ve o hususta kesin
konuşmuştur. Velilerin ise, harikulade halleri hususunda kat'î konuşması mükmün
değildir.
4- Mu'cizeye
karşı konulamaması gerekir. Keramete karşı konulması ise mümkündür. Bu konuda
sözün özü işte budur. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır. Hak Teâlâ sonra, Hz.
Meryem'den naklederek, "Şüphe yok ki Allah kimi dilerse, ona hesapsız nzık
verir" buyurmuştur. Bu ifâdenin, Hz. Meryem'in sözüne dahil olması
muhtemel olduğu gibi, Hak Teâlâ'nm kendi sözü olması da muhtemeldir.
"Hesapsız"
tabiri, "çokluğu ölçülemeyecek derecede", veya "isteyen bir
kimsenin, meydana gelmesine uygun bir şekilde istemesi bulunmaksızın, yani
istenmeden" manasındadır. Bu, "(Allah) onu, hesaba katmadığı bir
taraftan nzıkiandmr" aiâk, 3) âyeti gibidir. İşte Hanne'nin kıssası
hakkındaki söz burada sona ermektedir.
[195]
"Orada
Zekeriyya Rabbine, "Ya Rabbi, bana senin tarafindan çok temiz bir zürriyet
ihsan et. Muhakkak ki duayı hakkıyla işitip kabul eden ancaksensin" diye
duâ etti" (A-li mran, 38).
Bu âyetle ilgili bazı
meseleler bulunmaktadır:
[196]
Bil ki,(orada,) ve
(orada) kelimeleri mekan için(esnasında, zamanında) kelimeleri
de zaman için
kullanılır. Allah Teâlâ, "Arfıfc
orada yenildiler ve ze//7 ve makhûrgeri döndüler" {A'nf. 119) buyurmuştur
ki buradaki (orada) kelimesi, onların
bulunduğu mekâna işaret etmektedir. Yine Allah Teâl£//eri boyun/anna tegfr
olarak, o (cehennemin) en dar yerine atıldıkları vakit orada "(Yetiş ey)
helak!" diye bağırırlar" (Furkân, i3)yani, "o dar yerde.."
buyurmuştur.
kelimesi bazan, zaman için de kullanılır.
Nitekim Hak Teâlâ, "İşte o zamanda velayet hak olan Allah'ındır"
(Kehf, 44) buyurmuştur. Bu âyette kelimesi, duruma ve zamana işaret
etmektedir.
Bunu anladığın zaman
deriz ki: Tefsir ettiğimiz âyetteki
kelimesini mekan manasında almamız caizdir, yani "Meryem (a.s)'in
yanında Zekeriyya (a.s)'nın oturmuş olduğu o mekanda bu kerametleri müşahede
etti ve Rabb'ine duâ etti..." demek olur. Yine bu kelimeyi zaman manasında
almamız da caizdir ve "Bu vakitte Rabb'ine duâ etti.." demek olur.
[197]
Bil ki, ."Orada
dua etti" cümlesi, Hz. , Zekeriyya (a.s)'nın, bu esnada, bu dua ile
alakalı bir işi görünce bu duayı yaptığını ifâde eder. Âlimler bu hususta
ihtilaf etmişlerdir. Muhakkik âlimlerden ve müfessirlerden büyük bir çoğunluk
şöyle demişlerdir: "Zekeriyya (a.s), Hz. Meryem'in yanında, kışın yaz
meyveleri, yazın da kış meyveleri gördü. Onun yanında bu harikuladelikleri
gördüğü zaman, Allah Teâlâ'nın kendisi için de böyle harikulade haller
vermesini ve ihtiyar, kısır hanımından bir çocukla kendisini nzıklandırmasını
arzu etti."
Bu husustaki ikinci
görüş, evliyanın kerametini ve peygamberlerin irhâsâtını[198]'
inkâr eden Mu'tezile'nin görüşüdür. Onlar, "Zekeriyya (a.s), salah, iffet
ve takva izlerinin Hz. Meryem'de toplanmış olduğunu görünce, bir çocuğu
olmasını arzuladı ve bunu temenni edip, bu esnada dua etti" demişlerdir.
Bil ki birinci görüş daha uygundur. Çünkü bir kimsede zühd, iffet ve güzel
ahlakın meydana gelmesi, harikulade hallerin olduğuna delâlet etmez.
Binâenaleyh bunları görmek, insanı harikulade halleri istemeye sevketmez. Ama
harikulade halleri görmek, bazan insanı harikulade bir işin kendisi için
de olmasını istemeye
arzulandırır. İhtiyar bir erkek ile kısır bir kadının çocuklarının olması,
harikulade hallerdendir. Bundan dolayı âyeti, birinci mânâda anlamak daha
uygundur.
İmdi şayet, "Siz,
Zekeriyya (a.s)'nın, Allah Teâlâ'nın harikulade halleri yaratmaya kudreti
olduğunu, ancak Meryem'in yanındaki bu kerametleri müşahede ettiği zaman
anladığını söylüyorsanız, bu, Allah'ın kudreti hususunda Zekeriyya (a.s)'ya
şüphe isnâd etmek olur?" denilir ise ve biz de buna karşı "O,
Allah'ın bunlara kadir olduğunu biliyordu. Bu harikulade halleri görmesi,
Allah'ın kudreti hususundaki bilgisinin artması için bir sebep olmamıştır.
Binâenaleyh o kerametleri görmesinin, bu hususta bir tesiri yoktur" der,
ve âyetteki (Orada veya o zaman) sözünün bir mânâsı kalmaz" denilir ise,
Buna şöyle cevap
verilir: Zekeriyya (a.s), bundan önce de bunların mühim olduğunu biliyordu.
Fakat bunlar hiç olmuş mu, olmamış mı, onu bilmiyordu. Bu halleri bizzat görünce,
onlar vuku bulduğunda bir velinin kerameti olduğunu ve bir peygamber için
mu'cize olarak haydi haydi meydana gelebileceğini bilip anladı. Hiç şüphesiz,
bu kerametleri müşahede edince bu evlat arzusu kuvvetlendi.
[199]
"Nebîve
Resullerin duaları, dualarının kabulünün bir menfaat temin etmeyecek olması ve
böylece de dualarının reddolunması ihtimaline karşı, ancak Allah'ın izninden sonra olur. Çünkü
onların dualarının kabul edilmemesi peygamberlik makamında bir noksanlık
olur." İşte kelamcılar böyle söylemişlerdir. Bana göre burada bir mesele
vardır. Çünkü Allah Teâlâ mutlak olarak duaya izin verip, duaları bazan kabul
edeceğini, bazan da kabul etmeyeceğini beyân ettiğine göre, peygamberlerin de
günah olmayan hususlarda her istedikleri ve diledikleri zaman dua etmeye
hakları var. Sonra Hak Teâlâ, onların da dualarını bazan kabul eder, bazan
etmez. Bu, onların peygamberlik mertebeleri için bir eksiklik olmaz. Çünkü
onlar, Allah'ın rahmet kapısında dilenmektedirler. Eğer Allahu Teâlâ onlara
icabet eder, dualarını kabul ederse, bu O'nun fazlından ve ihsanındandır. Yok
eğer onlara icabet etmez ise, peygamber de nihayet bir mahlûktur. Yaratanın
kapısında daha üstün bir mertebesi olsun diye (böyle olmuştur).
Hak Teâlâ'nın Zekeriyya
(a.s)'dan naklettiği"Bana, senin tarafından çok temiz bir zürriyet ihsan
et" buyruğu ile ilgili bazı meseleler bulunmaktadır:
[200]
Burada ki kelimesi ile
ilgili izah, Kehf Sûresi'nde gelecektir. Bu âyette onun zikredilmesinin faydası
şudur: Örf ve âdette bir çocuğun olmasının, belli bazı sebepleri vardır.
Zekeriyya (a.s), bu sebepler kendinde olmadığı halde bir çocuk isteyince, bunun
manası, "Allah'ım, bu hadisedeki sebepleri ortadan kaldırmanı ve bu
sebeplerden hiçbiri vasıta olmaksızın sırf kudretinle bu çocuğu yaratmanı
senden niyaz ediyorum" şeklinde olmuştur.
[201]
"Zürriyet",
nesil ve soy manasında bir kelimedir ve müfredi, cem, müzekkeri, müennesi hep
bu lafızla
ifâde edilir. Âyetteki
bu kelimeden murad, tek bir çocuktur. Bu, Hak Teâlâ'nın, "Binâenaleyh
bana, tarafindan bir velî, oğul ihsan et" (Meryem, 6) âyetinde olduğu
gibidir.
Ferrâ, "Zürriyet
kelimesi zahiren müennes olduğu için, "tayyibeten" kelimesi de
müennes getirilmiştir. Müzekkerlik ve müenneslik bazan lafızdan, bazan mânadan
dolayı olur. Biz bu hususun, ancak cins isimleri için böyle olduğunu
söylüyoruz. Bu, alem isimlerde caiz değildir. Çünkü meselâ denilemez. Zira alem isimler, ancak ismi
olduğu şahsı ifâde ederler. O şahıs eğer müzekker ise, ancak o takdirde, o
ismin fiili müzekker getirilebilir" demiştir.
[202]
HakTeâlâ'nın, Muhakkak
ki sen, duayı hakkıyla işitensin" buyruğundan
murad, Allah'ın duâ edenin sesini duyması değildir. Çünkü bu zaten
malumdur. Binâenaleyh bundan murad, Allah'ın onun duasına icabet 'edip, ümidini
boşa çıkarmamasıdır. Bu, tıpkı namaz kılanların
"Allah kendisine hamdedeni işitti" demeleri gibidir. Onlar
bununla Allah'ın mü'minlerden hamdedenlerin hamdini kabul etmesini
kastederler. Bunun böyle olduğu, Hak Teâlâ'nın, Meryem Sûresi'nde Hz. Zekeriyya
(a.s)'dan naklettiği, "Ya Rabbi, sana dua etmekle bedbaht olmadım "
(Meryem, 5) sözü ile de kuvvet bulmuştur.
[203]
"O, mihrabda
durup namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler:"Gerçekten Allah sana,
kendisinden birkelimeyi tasdik edici efendihâkim ve sâlfhlerden bir peygamber
olan Yahya'yı müfdeler." O da, "Ya Rabbl bana ihtiyarlık gelip çatmış
iken ve karım da kısır olduğu halde, benim nasıl bir oğlum olabilir?"
dedi. (Allah), "Allah, işte böyle nedilerse yapar" dedi" (Ali
İmran, 39-40).
Âyetle ilgili iki
mesele vardır:
[204]
Hamza ve Kisâî, fiili
müzekker getirerek ve imâle ile i şeklinde, diğer kıraat imamları ise,
"melâike" lafzı müennes olduğu için şeklinde okumuşlardır. Fiilin müzekker
olmasının sebebi, fiilin isimden önce gelmiş olması; müennes olmasının izahı
ise fiilin meleklere ait olmasıdır. "Mihrâb" kelimesini, İbn Âmir
imâle ile, diğerleri ise tefhim ile okumuşlardır. Bu âyeti İbn Mes'udi (Cebrail
ona şöyle nida etti) şeklinde okumuştur.
[205]
Lafzın zahiri bu
nidanın melekler tarafından olduğuna delâlet etmektedir. Bunun büyük bir şeref
verme olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh başka bir delil nida edenin sadece
Cebrail (a.s) olduğunu gösterir ise, biz o zaman o manaya geçer ve bu lafzı
te'vil ederiz. Çünkü yiyecek ve giyeceklerin hepsini yiyip giymediği malum
olduğu halde, "Falanca güzel yemekler yer, ve güzel elbiseler giyer"
denilir ki bu, "O şahıs bu cinsten yer ve bu cinsten giyinir" manasındadır.
Kur'ân'da şu âyet bunun misalidir: "İnsanlar onlara şöyle dediler..."
(An İmran, 173} âyetidir. Bu âyetteki "insanlar"dan murad, sadece
Nu'aym İbn Mes'ud el-Eşca'î'dir. O, "İnsanlar size karşı ordu
hazırladı" (Ah imran. 173) demiştir. Bu ifâdesindeki
"insanlar"dan muradı da sadece Ebû Süfyan'dır.
,Mufaddal İbn Seleme şöyle demektedir: "Eğer sözü söyleyen bir
lider ve başkan olur ise arkadaşları ve ordusu da beraberinde olduğu için, onun
hakkında cemî sîgası kullanmak caizdir. Cebrail (a.s) meleklerin başkanı olduğu
ve çoğu zaman beraberinde meleklerden bir grupla gönderildiği için, böyle
söylemiş olabilir."
Hak Teâlâ:O, mthrabda
durup namaz kılarken..." ifâdesi, Zekeriyyâ (a.s)'nın şeriatında da
namazın farz olduğuna delalet eder. ıhrab" in, ne manaya geldiğini daha
önce söylemiştik.
HakTeâlâ'nın,
"Gerçekten Allah sana, Yahya'yı müjdeler" beyanı ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[206]
"Müjdeleme"
(beşaretin) ne olduğunu (Bakara. 25)
âyetinin tefsirinde açıklamıştık. HakTeâlâ'nın, "Gerçekten Allah sana,
Yahya'yı müjdeler" buyruğu için şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Allah
Teâlâ, Zekeriyyâ (a.s)'ya ismi Yahya olan ve kendisinin şerefli bir soyu
gelecek birisinin peygamberler arasında yer alacağını daha önce bildirmişti.
Buna göre, Hz. Zekeriyya'ya "İsmi Yahya olan o peygamber senin çocuğun
olacak" denilince, bu Zekeriyyâ (a.s)'yı, Yahya (a.s) ile müjdeleme
olmuştur.
b) Bu, "Allah, ismi Yahya olan bir çocukla seni müjdeler"
demektir.
[207]
İbn Âmir ve Hamza,
hemzenin kesresi ile diğer kıraat imamları ise hemzenin fethası ile 01 şeklinde
okumuşlardır. Kesre
İle okuyanlar, orada "kavi" masdarından mahzuf bir fiil olduğunu,
veyahut da "nida etme" fiilinin de bir se bu "Melekler, "Allah seni
müjdeliyor" diye ona nida ettiler" şeklinde olduğunu düşünerek böyle
okumuşlardır.
[208]
Hamza ve Kisâî, yâ
harfinin fethası, bâ'nın sükûnu ve ştn harfinin ötüresi iie şeklinde, diğer kıraat imamları ise şeklinde
okumuşlardır. Buşeklinde de kıraat olunmuştur. Ebu Zeyd, bu fiilin sülâsî
birinci babtan tef'îl ve if'âl batılarından aynı manaya gelmek üzere
kullanıldığını söylemiştir.
[209]
Hamza ve Kisâî, yâ
harfinden dolayı "Yahya" kelimesini imâle ile, diğerleri ise tefhim
ile okumuşlardır. Bu peygamberin "Yahya" diye isimlendirili-şinin
sebebini Meryem sûresinde anlattık.
[210]
Bil ki Allahu Teâlâ bu
âyette Yahya (a.s)'nın şu üç sıfatını zikretmiştir:
Birinci sıfat: ''Allah'tan
bir kelimeyi tasdik edici" sözüdür. Bununla ilgili iki mesele vardır:
[211]
Vahidî,
"musaddıkan " kelimesinin, nekire olduğu için ve "Yahya"
kelimesi de marife olduğu için hal olarak mansub olduğunu söylemiştir.
[212]
Âyetteki Allah'tan bir
kelime" sözünün mânası hakkında iki görüş vardır:
a) Bu, Ebû
Ubeyde'nin görüşüdür. Buna göre, bu ifade, "Allah'tan olan bir kitap"
manasmdadır.
Ebû Ubeyde,
"kelime"nin kitap manasına geldiğine, Arapların, uzun bir kasideyi
kastederek söyledikleri "Falanca bir kelime inşâd etti" demelerini
delil getirmiştir.
b) Bu,
âlimlerin ekserisinin görüşüdür. Buna göre, bu ifâdeden maksad, Hz. İsâ
(a.s)'dır. Bu hususta Süddî şöyle demiştir: "Birisi Yahya (a.s)'ya. diğeri
de İsâ (a.s)'ya hamile iken, Hz. Yahya'nın annesi Hz. İsa'nın annesiyle karşılaşır
ve ona "Meryem, biliyor musun ben hamileyim?" dedi. Meryem de
"Ben de hamileyim" dedi. Zekeriyyâ (a.s)'nın hanımı "Ben
karnımdaki çocuğun, senin karnındaki çocuğa secde ettiğini hissediyorum"
dedi. İşte, "Allah'tan olan bir kelimeyi tasdik edici" âyeti ile
ifâde edilen budur.
İbn Abbas (r.a)
şöyle demiştir: "Yahya (a.s). Hz. İsa'dan altı ay daha büyük idi ve Hz. İsa
(a.s)'mn Allah'ın kelimesi ve ruhullah (yani Allah'ın üflediği bir ruh)
olduğuna ilk iman eden ve tasdik eden Yahya (a.s) olmuştu. Sonra Yahya (a.s),
İsa (a.s) göğe kaldırılmazdan önce öldürüldü.
İmdi eğer, 'Bu âyette
ve "Meryem oğlu İsa Mesih, yalnızca Allah'ın peygamberi ve
kelimesidir" (Nisa, 171) âyetinde, İsâ (a.s), niçin "Kelime"
diye adlandırılmıştır?" denilir ise, biz şöyle deriz: Bunun sebepleri
şunlar olabilir:
1- Allah
Teâlâ, onu bir baba vasıtası olmaksızın (ol) kelimesi ve emriyle yaratmıştır.
Yaratılışı sırf Allah'ın kelimesi ile olduğu ve baba ite
tohum vasıta
kılınmaksızın yaratıldığı için, "mahlûk" (yaratılmış) şeyin,
"halk" (yaratma); "makdûr" (güç yetirilen) şeyin,
"kudret" (güç); "mercüvv" (umulan) şeyin "recâ"
(ümid) ve "müştehâ" (arzu edilen) şeyin "şehvet" (arzu)
diye adlandırılışı gibi, Hz. İsa (a.s) da "Kelime" diye
adlandırılmıştır. Bu Arapça'da yaygın bir kullanış şeklidir.
2-
Çocukluğunda konuşup, ona daha çocuk iken Allah kitap vermiştir. Böylece O,
konuşma hususunda büyük bir dereceye erişmiştir. Bu izaha göre O,
"Kelime" diye adlandırılmıştır. Bu, bir insan cömertlik ve ikbâlde
mükemmel olduğunda ona,"Falanca serâpâ cömertlik ve ikbâldir" denilmesi
gibidir.
3-
"Kelime"nin, mana ve hakikatleri ifâde edişi gibi, Hz. Isâ (a.s) da
hakikat ve ilâhi sırlan anlatıyordu. İşte bundan dolayı O, "Kelime"
diye adlandırılmıştır.
Yüce Allah'ın O'na
"Ruh" adını vermesi de böyledir. İnsan ruhla yaşadığı gibi, Allah,
Hz. İsa vasıtasıyla insanları dalâletten kurtarıp hayata kavuşturmuştu.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı
Kerim'i de "Rûh" diye adlandırmış ve 'İşte biz, böylece sana da
emrimizden bir rûh vahyetttk" (şors, 52) buyurmuştur.
4- Hz. İsa
(a.s)'nın geleceği, kendinden önceki peygamberlerin kitaplarında
müjdelenmiştir. O peygamber olarak geldiğinde, "İşte bahsedilen o
"Kelime" (müjde) budur" denilmiştir. İşte bundan dolayı o,
"kelime" diye adlandırılmıştır. Âlimler bu görüşü izah ederken şöyle
demişlerdir: Bunun mecazî manası şu şekildedir: Birisi bir şeyin olacağını
haber verdiğinde ve o şey de meydana geldiğinde, "Sözüm çıktı. Ben dememiş
miydim?" der. Yani, "Söylemiş olduğum ve konuştuğum şey
gerçekleşti" demektir. Bunun bir benzeri de, "Kâfirlere karşı
Rabb'inin, "onların muhakkak cehennemlik olacakları" sözü
("kelime'si) işte böylece gerçekleşmiştir" (Mümin, 6) ve "Fakat
azab kelimesi kâûrlerin üzerine hak oldu" (Zümer, 71) âyetleridir.
5- İnsan
bazan "fazlullah" ve "lütfullah" (Allah'ın fazlı ve lütfü)
diye adlandırılır. Tıpkı bunun gibi, Hz. İsa (a.s)'nın alem olan ismi de
"Kelimetullah" ve "Ruhullah" (Allah'ın kelimesi ve ruhu)
olmuş olur. Bil ki, Allah'ın kelimesi, bizzat O'nun kelâmıdır. Ehl-i Sünnet'e
göre Allah'ın kelâmı, zâtı ile kâim ve kadîm bir sıfatıdır. Mu'tezile'ye göre
ise, Allah Teâlâ'nın bir cisimde yarattığı ve konuluş itibari ile (vad'an)
belli birtakım manalara delâlet eden seslerdir. Kadîm sıfatın veya birtakım
arazlar olan ve devam etmeyen o seslerin, Hz. İsa (a.s)'nın bizzat zâtının
kendisi olduğunun söylenmesinin imkânsız olacağına
dair zarurî bir
ilim bulunmaktadır. Aklın bedahetine göre bu bâtıl olunca, geriye sadece bu
ifâdeyi te'vil etmek kalır.
İkinci sıfat:
Hak Teâlâ'nın,"efendi" ifadesidir. Müfessirler bu hususta da şunları
zikretmişlerdir. İbn Abbas, "seyyid" kelimesinin mânasının
"halîm" anlamına geldiğini söylemiştir.
Cübbaî şöyle der:
"O, mü'minlerin seyyidi, dinî hususlarda, yani ilim, hilm, ibâdet ve takva
konularında onların önderi idi."
Mücahid, bunun
mânasının, "Allah katında kerîm';' İbnu'l-Müseyyeb "âlim,
fakiri"; İkrime ise, "gazabına mağlup olmayan" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir. Kadî ise, "seyyid"in, önder ve kendisine başvurulan,
mercî anlamlarına geldiğini söyler. O, dinî bakımlardan seyyid olunca, dinî
hususlarda kendisine başvurulan kişi ve kendisine uyulan kimse olmuş olur.
Böylece de bu mefhuma, ilim, hilm, kerem, iffet, zühd ve takva gibi zikredilmiş
olan bütün sıfatlar dahil olmuş olur.
[213]
Üçüncü sıfat:
Hak Teâlâ'nın"Nefsine hakim" tavsifidir. Bu ifâdede birkaç mesele
vardır:
[214]
Arapça'da kelimesinin
manası, hapsetmek, engellemek, vb. mânâlara gelir, (Onu hapsetti, engelledi) denilir. Adamın
sidiği bağlandığında, denilir,ise, sır tutan ve sırrı gizleyen kimseye
denildiği gibi, aynı zamanda, son derece cimri ve eli sıkı kimse anlamına da gelir.
Müfessirlerin bu hususta iki görüşü vardır:
a) Yahya
(a.s), kadınlara yaklaşmaktan (cimâ'dan) âciz idi. Sonra âlimlerden bir kısmı
bunun, onun cinsiyyet uzvunun küçük olmasından ileri geldiğini; bazıları, inzal
vâki olmadığı için; diğer bazıları da, bunun iktidarsızlıktan ileri gelmiş
olduğunu söylemiştir. Bu açıklamaya göre i vezninde olan kelimesi, mef'ûl
mânasına gelmektedir. Buna göre sanki o, kadınlara karşı mahbûs ve mahsur, yani
engellenmiş demektir. Bu ifâdenin benzer kalıpları ise, kelimesini(binilmiş)
kelimesinin de (sağılmış) anlamına
gelmesidir.
Bize göre, bu görüş
yanlıştır. Çünkü bu, bir noksanlık alâmetidir. Medh makamında noksanlık ifâde
eden sıfatı zikretmek ise, caiz değildir. Bir de,
meseleyi bu açıklamaya
göre alırsak Yahya (a.s), bu konuda herhangi bir mükâfaat ve saygıya müstehak
olamaz.
b) Bu,
muhakkik alimlerin tercihi olan görüştür. Buna göre Yahya (a.s) acziyetinden
dolayı değil, iffet ve zühdünden dolayı kadınlara yaklaşmazdı. Çünkü hasûr,
nefsini çok engelleyen ve gemleyen kimse demektir. Nitekim, çok yiyen kimseye
denilir. Yine bu anlamda olmak üzere, (çok içen), (çok zulmeden) ve (çok haksızlık ve zulmeden) kelimeleri
kullanılır. Nefsi engelleme ancak, onun sebebi bulunması halinde mümkün otur.
Eğer kudret ve sebep yoksa, insanın hasûr (kendini çok engelleyen) olması şöyle
dursun, hasır (kendini engelleyen) olması bile düşünülemez. Çünkü, kendini
çokça men etme ve engelleme, ancak çok arzu etme, sebepler ve kudret, buna güç
yetirebilme bulunduğu zaman tahakkuk edebilir. Bu takdire göre
"hasûr" kelimesi vezninin
manasına gelmesi gibi hasûr kelimesi hasır anlamına gelmektedir.
[215]
Âlimlerimiz bu âyeti,
evlenmeyip bekâr kalmanın daha faziletli olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, Yahya
(a.s)'yı evlenmediği için medh-
etmiştir. Bu,
evlenmemenin Yahya (a.s)'nın şeriatında efdal olduğuna delâlet eder. O'nun
şeriatında evlenmemenin efdal olduğu sabit olunca, durumun bu şeriatta da, hem
naklen hem de nassan böyle olması gerekir. Nassdan olan delile gelince bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen
de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy" (Enam, 90) âyetidir.
Aklî delil de şudur:
Mevcut olan şeylerde aslolan, o şeyin olduğu üzere devam etmesidir. Nesh ise,
aslın hilâfına bir durumdur. olan şeyleri y
Dördüncü sıfat: Hak Teâlâ'nın, "Ve bir peygamber..." sözüdür. Şunu
bil ki seyyidlik, şu iki şeye işarettir:
a) Seyyid
otan kişinin, dini öğretme ite ilgili meselelerde, insanların faydasına apmaya
muktedir olabilmesidir.
b) Onların
terbiye edilmeleri ve, emr-i maruf ve nehy-i münker ile ilgili hususlarda, insanların yararlarına olan şeyleri
belirleyip, bunları yerine getirmek.
ise, tam ve eksiksiz bir zühde işarettir.
Seyyidlik ile hasûr bir arada bulunduğu zaman, işte nübüvvet o vakit meydana
gelir. Çünkü, bu iki durumdan sonra bulunan şey ancak nübüvvettir.
Beşinci sıfat:
Hak Teâlâ'mnSâlihlerden..."sözüdür. Bu ifâde için şu üç izah yapılmıştır:
a)
Bunun mânası, "Yahya (a.s), sâlih Kimselerin
zürriyetindendir"
demektir.
b) Bunun
mânası; "O, hayırlıdır" şeklindedir. Nitekim, hayırlı bir kimse
hakkında, "O, sâlihlerdendir" denilmektedir.
c) Hz.
Yahya'nın sâlih olması, diğer peygamberlerin salâh hâlinden daha tam ve daha
mükemmeldir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s):
"Hiçbir peygamber
yok kt, günah İşlememiş veya günaha niyet etmemiş olsun; Yahya müstesna...
Çünkü o, ne günah istemiştir, ne de günaha niyet etmiştir!.. "[216]
buyurmuştur.
Eğer:
"nübüvvet mertebesi, sâlih olma mertebesinden daha üstün olduğuna, Cenâb-ı
Hak da onu nübüvvet vasfı ile nitelediğine göre, bundan sonra ayrıca onun sâlih
olma vasfıyla nitelemesinin faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Süleyman (a.s) peygamber olduğu halde "Rahmetinle bentsalih kutların
arasına ilhak eyle" (Nemi, 19) dememiş midir? Bu husustaki sözün tahkiki
ve özü şudur: Peygamberlerin, sâlih olmak bakımından öyle bir dereceleri vardır
ki, eğer bu bulunmazsa, peygamberlik de bulunmaz. Onlara nisbetle salih olmanın
bu derece ve mikdarı, bize nisbetle farzları ifâ edip, muhafaza etmek gibidir.
Salihliğin bu derece ve miktarına ortak olmalarından sonra, bu miktarın
üzerindeki fazlalık bakımından onların dereceleri birbirlerinden farklıdır.
Payı, bu miktardan daha fazla olan her peygamberin, kadri ve mertebesi de daha
yüce olur. Allah en iyi bilendir.
[217]
Allahu
Teâlâ'nın,"Va Rab, "Nasıl benim bir oğlum olabilir?" dedi"
âyetiyle ilgili iki soru vardır:
Birinci soru:
Ayetteki kelimesi, ya Allah'a, veyahut da meleklere karşı bir hitaptır. Bunun
Allah'a karşı hitap olması caizdir, çünkü bir önceki âyet, Zekeriyya'ya nida
edip seslenenlerin melekler olduğunu göstermektedir. Buna göre bu sözün,
başkasına değil, yine aynı münadiye hitap olması gerekir..
Oysaki bunun, nida
eden meleklere bir hitâb olması caiz değildir. Çünkü insanın, bir meleğe, ya
Rabbil demesi caiz değildir?
Cevap:
Müfessirlerin bununla ilgili iki izahı vardır:
a) Melekler
Zekeriyya'ya seslenip de, O'na Yahya (a.s)'yı müjdeleyince, Zekeriyya (as)
şaşırdı ve bu taaccübü izâle etmek için, Allah'a yöneldi.
b) Bu,
meleklere karşı bir hitaptır. Buradaki vj kelimesi, "mürebbî- terbiye
eden" anlamına işarettir. ^Mahlûkun da bu kelimeyle nitelenmesi caizdir.
Nitekim"Falanca beni terbiye ediyor ve bana güzel davranıyor"
denilir.
İkinci soru: Oğul
isteyen, Zekeriyya (a.s)'nın bizzat kendisi olduğu halde, sonra Cenâb-ı Allah
onun duasını kabul edince, o niçin bundan dolayı teaccüb etti ve bunu olmayacak
bir şey gördü?
Cevap: Onun
bu sözü, Allah'ın buna kadir olup olamıyacağı hususunda bir şüphesi bulunduğu
için değildir. Bunun böyle olmadığının iki delili vardır:
a) Herkes
bilir ki, çocuk normal olarak nutfeden yaratılır. Çünkü, insandan olmayan bir
nutfe veya nutfeden olmayan bir yaratık bulunsaydı, o zaman teselsül ve hadiselerin
ezelde meydana gelmiş olmaları gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Böylece biz,
Allahu Teâlâ'nın nutfeden olmaksızın yarattığı bir insanın veya insandan
olmaksızın yarattığı bir nutfenin varlığını kabul etmemiz gerektiğini anlarız.
b) Zekeriyya
(a.s) bunu, Allahu Teâlâ'dan talep etmiştir. Eğer bu, ona göre muhal ve
imkânsız olsaydı, bunu Aliah'dan istemezdi. Binâenaleyh, bu iki izah ile,
O'nun, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir?" sözünü, bunu
ihtimal dışı gördüğü için söylememiş olduğu sabit olur. Bilakis âlimler bu
hususta bazı açıklamalarda bulunmuşlardır:
1- Âyetteki
lafzı, "nereden, nasıl (olacak)?" mânasındadır. Buna göre âyetin
manasının, "Sen, ister normal şekilde, isterse ikinci alışılmadık şekilde
olsun, nasıl bir çocuk verirsin?" şeklinde olması muhtemeldir. Bu
böyledir, çünkü Zekeriyya (a.s) için çocuğun olmasının iki yolu vardır:
Birincisi: Allahu Teâlâ'nın onu tekrar gençleştirmesi, sonra da ileri yaşına
rağmen, ona bu çocuğu vermesi... Buna göre,buyruğunun mânası, "Allahım,
gerek normal şekilde, gerekse alışılmadık şekilde olsun, çocuğu bana nastl
verirsin?" şeklindedir. Ona da, "İşte bu şekilde olur bu..
Çünkü Allah
dilediğini yapar.. " denilmiştir.
Bu görüş , Hasan el-Basri ve Esamm'ın görüşüdür.
İkincisi: Bir
şeyden ümidini kesmiş olan kimse, onun meydana gelmesini uzak ihtimal zanneder.
Ama, bu maksadının meydana geldiğini görünce, sevincinin şiddetinden dolayı
âdeta dehşete düşerek, -kendisine çok büyük mallar bağışlayan bir kimseyi
görüp, "Bu malları nasıl hibe ettin? Neden bunları hibe etmeyi istedin,
nasıl olup da bu kadar mal hibe etmeye gönlün razı oldu!" diyen kimse
gibi,- "Bu nasıl oldu? Bu nereden vaki oldu?" der.. Burada da
böyledir; Zekeriyyâ (a.s) bunu uzak ihtimal zannettiği hâlde, Allahu Teâlâ'nın
kendisinin duasına icabet ettiğini görünce, onun neşesi ve sevinci artmış,
bundan dolayı da böyle söylemiştir.
2- Melekler, Zekeriyyâ (a.s)'yı Yahya ile müjdelediklerinde o, kız
tarafından mı, yoksa kendi sulbünden mi bu çocukla rızıklandırılacağını
bitemedi.. İşte bu ihtimalden dolayı o bu sözü zikretti.
3- Kul, bir
şeye çok arzulu olur da, onu efendisinden isterse, sonra efendisi de, ona
istediğini vereceğini vaadederse, isteyen kişi bu va'adi duymaktan dolayı son
derece lezzet alır ve çoğu zaman, bu cevabın tekrar edilmesi için, isteğini
tekrar eder, böylece de bu cevabın tekrarlanmasına tekrar tekrar tad alır.İşte
Zekeriyyâ (a.s)'nınbu sözü tekrarlamasının sebebi, bu kabil birşey olabilir.
4- Süfyfin
İbn Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zekeriyyâ (a.s)'nin duası,
çocukla müjdelenmesinden altmış yıl Önceydi.. Öyle ki O, müjdeleme anında,
böyle istekte bulunduğunu unutmuştu. Binâenaleyh O, ihtiyarlığında böyle bir
müjdeyi duyunca, Allah'ın kudreti hakkındaki şüpheden dolayı değil, mûtad
durumdan ötürü bunu yadırgamış, pek uzak ihtimal zannetmiş ve yukardaki sözünü
söylemişti.
5- Süddî,
Zekeriyyâ (a.s)'ın bu müjdeyi duyduğu zaman, O'na şeytan gelerek, müjdeyi veren
bu sesin şeytandan olduğunu ve ona, "Bu şeytan seninle alay etmiştir"
dediğini; bunun üzerine de Zekeriyyâ (a.s)'nın durumu birbirine karıştırdığını,
işte bundan dolayı da, "Ya Rabbt, nasü benim bir oğlum olabilir?"
dediğini; O'nun bu sözden maksadının ise, Allah'ın bu sözün şeytanın likasından
değil, vahiy ve meleklerin sözü olduğuna delâlet eden bir âyeti göstermesi
olduğunu" söylemiştir.
Kâdî de şöyle der:
"Peygamberlere vahyedilirken meleklerin sözünün şeytanların sözüne
karışması caiz değildir. Çünkü biz böyle bir şeyin olabileceğini söylersek,
bütün şeriatlara karşı duyulan güven kaybolur."
Şöyle denilmesi
de mümkündür: Dinî konular hususundaki vahyin doğruluğuna dair mu'cizeler
bulununca, o zaman bu vahyin şüphesiz melekler vasıtasıyla Allah'tan olduğuna;
bunda şeytanın bir parmağı bulunmadığına dair bir güven ve itimad meydana
gelmiş olur. Ama dünyevî işler ve çocukla ilgili olan hususlara gelince,
mu'cizeler çoğu kez bunu desteklemez.. Bu sebeple de muhakkak geriye, onun
şeytandan olması ihtimali kalır. Binâenaleyh, muhakkak ki kişi, bu ihtimali
zihninden atabilmek için, Allah'a müracaat eder.
Cenâb-ı Hakk'ın Bana
hakikaten ihtiyarlık gelip çatmış iken..." sözü hakkında birkaç mesele
vardır:
[218]
lafzı, insan yaşlandığı zaman söylenilen?(Adam
yaşlandı, yaşlanıyor) tabirinin masdarıdır. İbn Abbas, "Hz. Zekeriyya'nın,
çocukla müjdelendiği günde 120, hanımının ise 98 yaşında olduğunu"
söylemiştir.
[219]
Ehl-i meânî şöyle demiştir: Kendisine
rastlayıp ulaşmış olduğun herşey, aynı zamanda sana rastlamış ve
ulaşmış demektir. dili "ihtiyarlığa
ulaştım, ihtiyarladım" demek her ne zaman caiz olursa, J-&I "yaşlılık bana yetişti, ulaştı"
denilmesi de caiz olur. Bunun böyle olduğuna, Arapların,) "Duvarla
karşılaştım ve, duvar benimle karşılaşıyor" demeleri delâlet eder.
Buna göre eğer, (şehre
ulaştım) yerine(şehir bana ulaştı) demek caiz olur" derseniz, biz deriz
ki: Bu caiz olmaz. Bu iki durum arasındaki fark şudur: İhtiyarlık, insanı adeta
isteyen, arzulayan bir şey gibidir. Binâenaleyh, insan ihtiyarladığında,
ihtiyarlık âdeta ona gelmiş gibi olur. İnsan da, üzerinden yıllar geçmiş olması
sebebiyle, ihtiyarlığa varmış, ulaşmış olur. Ama belde, şehir, ona giden insanı
arzulayan gibi değildir... İşte böylece, bu iki durum arasındaki fark ortaya
çıkmış olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,}
"Karım da kısır olduğu halde..." tabirine gelince; Bil ki, âkir
kelimesi, doğum yapmamış, yapamamış kadın için kullanılır(kısır oldu, kısır
olmak...) denilir. Yine, denilir; yani, "Adamın zürriyeti olmadı"
Hiçbirşey bitmeyen toprağa da denilir. Bil ki, Zekeriyya (a.s), bu uzak ihtimal
sayma durumunu pekiştirmek için, kendi yaşlılığının yanısıra, hanımının da
kısır olduğunu belirtmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, işte böyle ne dilerse
yapar" dedi" buyruğuna gelince, bu konuda iki bahis vardır:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, sözü, daha önce geçmiş olan şeye râcidir. Önce geçmiş olan şey de,
O'nun, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir? dedi" ifâdesindeki
(Rabbim...) sözüdür. Biz bunun failinin Allah veyahut da Cibrîl olmasının
muhtemel olduğunu söylemiştik.
b) Keşşaf
sahibi, tabirinin mübteda olduğunu
söylemiştir.. Yani, "Allah işte bu sıfat üzeredir, böyledir"
demektir. (Dilediğini yapar) sözü ise, onun beyânıdır. Yani, "Allah,
istediği harikulade fiili yapar" demektir.
[220]
“(Zekeriya) "Ya Rabbt, bana bir alâmet
göster" dedi. Allah, "Senin alâmetin, işaretleşmenin dışında,
insanlara üç gün bir şey söyleyememendir... Bununla birlikte sen, Rabb'ini çok
zikret ve akşam sabah O'nu teşbih et" dedi"
(Âl-i İmran, 41).
Bil ki, Zekeriyya
(a.s) kendisine verilen müjdenin aşırı sevinci, Rabb'inin ikramı ve kendisine
olan in'âmına güveninden dolayı, kendisine bu hamileliğin bulunduğuna dair bir
alâmetin gösterilmesini istedi.. Çünkü, hamilelik durumu hemen belli olmaz.
İşte bunun için O, "Ya Rabbi, bana bir alâmet göster" deyince,
Cenâb-ı Hak da, "Senin alâmetin, işaretleşmenin dışında, insanlara üç gün
btrşey söyleyememendir" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:
[221]
Cenâb-ı Hak burada
"üç gün", Meryem sûresinde ise, "üç gece"yi zikretmiştir.
Böylece bu iki âyetin toplamı, bu alâmetin geceleriyle beraber üç gün içinde
bulunduğuna delâlet eder.
[222]
Âlimler, bu âyetin
tefsiri hususunda şunları söylemiş- terdir:
a) Allahu
Teâlâ Zekeriyya (a.s)'nın konuşma kabiliyetini almış, o da insanlarla ancak
remz ve işaretleşme yoluyla konuşabil mistir. Bunda şu iki fayda vardır:
1- Bunun,
hanımının çocuğa kaldığına alâmet olması..
2- Allahu
Teâlâ, o süre içerisinde kendini zikir ve kendisine tâatla meşgul olsun da bu
büyük nimete şükretsin diye, O'nu dilini dünyevî şeylerden alıkoymuş ve onu zikr,
tesbîh ve tahlilde bulunmaya teşvik etmiştir. Bu açıklamaya göre, tek şey
maksûdun bir alâmeti ve bu nimetin şükrünün edası olur. Böylece de bu şey,
bütün maksatları kendinde toplamış olur.
Sonra şunu bil ki, bu
hâdise birçok yönden bir mu'cizeyi ihtiva etmektedir:
1- O'nun
tesbîh ve zikirde bulunmaya gücünün olup, dünyevî meseleleri konuşamaması, en
büyük mucizelerdendir.
2- Bünyesi
sağlam ve yapısı da elverişli olduğu halde, bu aczin, belli ve muayyen günlerde
tahakkuk etmesi, diğer mu'cizeler cümlesindendir.
3- Zekeriyya
(a.s)'da bu hal meydana geldiğinde çocuğun da meydana geleceğinin bildirilmesi,
sonra durumun aynen onun haber verdiği gibi ortaya çıkması da, mu'cizelerden
bir mu'cize olur.
b) Ebu
Müslim'in görüşü olup buna göre bu âyetin mânası şöyledir:. Zekeriyya (a.s)
Cenâb-ı Hak'tan hamileliğin meydana geldiğine dair bir alâmet isteyince, Allahu
Teâlâ ona, "senin alâmetin, konuşamamandır; yani sen üç gün üç gece
insanlarla konuşmayıp, insanlardan ve dünyadan yüz çevirerek, zikir, teşbih ve
tehlil ile meşgul olup, böyle bir bağışından dolayı Allah'a şükretmekle
emrolunursun.. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa, bunu işaretle göster.. Bu tâatla
emroluhduğun zaman şunu bil ki, senin bu arzun meydana gelecektir"
demiştir. Bu görüş, bana göre güzel ve makûldür. Ebu Müslim'in tefsir
hususundaki sözü güzeldir; o sözdeki inceliklere ve nüktelere çokça temas
etmektedir..
c)
Katâde'den rivayet edildiğine göre,
Zekeriyya (a.s), meleklerin müjdesinden sonra bir alâmet istemiş olduğu için
cezalandırılmış, konuşma melekesi engellenerek, konuşamaz hâle getirilmiştir.
[223]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/119.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/119-121.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/121-125.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/125-127.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/128-129.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/129-130.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/130-132.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/132-133.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/133-134.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/134-1337.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/137-138.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/138-139.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/139-140.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/140-142.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/143.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/143-144.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/144-145.
[18] Buhari, İman, 39; Müslim, musâkât
107-108(3/1219-1220).
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/145-149.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/ 149-151.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/151-153.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/153-154.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/154.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/154-159.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/159-162.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/162.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/162-163.
[28] Tirmizi, Kader, 7 (4/448); Müslim, Kader, 17 (4/2045).
[29] Tirmizi, Kader, 7 (4/448).
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/163-168.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/168-169.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/169.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/169.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/170-172.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/172.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/172.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/173.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/173.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/174-177.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/177.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/177.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/178.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/178.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/178.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/179.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/179.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/179-180.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/180.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/180-182.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/182.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/182.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/182.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/183.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/183-186.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/187.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/187.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/187-188.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/188-190.
[59] Bir "ûkiyye", yedi miskâl veya kırk dirhem
veyahutta oniki dirhemlik bir ölçü bilimidir. Bir miskâl, 1 _ dirhem; bir dirhem de 3,2 gramdır.
[60] Dârimî, Fezaılü'l-Kur'an, 32 (2/467).
[61] Dârimî, Fezaılü'l-Kur'an, 32 (2/468).
[62] Buhâri, tevhid, 55; Müslim, tevbe, 14-16
(4/2107-2108).
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/190-196.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/196.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/196.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/196-197.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/197.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/197-199.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 6/199.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/199.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/199-200.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/200.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/200.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/200-201.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/201.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/202.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/202-203.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/203.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/203-204.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/204.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/205.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/205.
[83] "Sâlat" kelimesi, Allah'a nisbet edilirse
"rahmet-i ilâhi"; meleklere nisbet edilirse, "istiğfar";
mü'minlere nisbet edilirse "dua" manasına gelir. (Ç)
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/205-207.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/208.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/208.
[87] Atıf ihtimâli sebebiyle şeklindeki (Lisanu’l-Arap,
VIII/127) rivayet, daha uygun görünüyor (Ç).
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/208.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/209.
[90] Mutezile mezhebinden olanlar bu vasfı, yani
"mutezilî" vasfını kabul etmeyip kendilerini "ehlu'l-adli ve't-tevhîd"
diye tavsif ederler. Râzî (rh.a.) bu ıstılah? manada kullanıyor (Ç).
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/209-211.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/211.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/211-212.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/212.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/212.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/212-213.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/214.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/214.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/214-215.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/215.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/216-219.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/219.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/220.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/220.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/220.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/220.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/221.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/222.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 6/222.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/223.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/223-224.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/224.
[113] İbn Mâce, fiten, 20 (H/1329).
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/224.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/225.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/225.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/226.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/226.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/227.
[120] Midras: Yahudilerin Tevrat okudukları yere denir (Ç).
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/227-232.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/232-233.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 6/233.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/233-234.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/234-236.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/236.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/236-237.
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/237.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/237.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/238-239.
[131] Son sekiz paragraftan, yani "Kâdî şöyle
demektedir' kısmından buraya kadar olan kısım, Mu'tezile'nin görüşüdür.(Ç).
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/239-245.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/245-246.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/246.
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/246.
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/246-247.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/248.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/248-249.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/249-250.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/250.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/250-251.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/251.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/251-252.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/252.
[145] Müsned, 1/446.
[146] Tirmizi, diyât, 22(IV/28).
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/252-254.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/254-256.
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/256.
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/256-257.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/257.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/257.
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/257-258.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/258-259.
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/259-260.
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/260.
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/261.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/261.
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/261-262.
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/262-263.
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/263.
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/263.
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/263-264.
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/264.
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/264.
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/264-265.
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/265.
[168] Müslim, Fiten, 19 (4/2215) (Aynı manada, değişik
metinle...)
[169] Müsned, 3/102,182; Buhâri, Ezan, 71-72.
[170] Tirmtzi, Zühd, 9 (4/556); İbn Mâce, Zühd. 19 (2/1402).
[171] Dârimî, Mukaddime, 11 (1/32); Ebu Davud, Dıyât,
6(4/174). Biryahudi kadın bir koyun kebap edip zıhırlemiş. Hz.Peygamber'e
hediye etmiş idi. Bazı ashabı ile yemeye başlar başlamaz bu sözü söylemiş, bu
arada Bişr İbn Bera biraz yeyip, şiddetli zehirin tesiriyle bilahere vefat
etmiş idi (Ç).
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/266-268.
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/269-270.
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/270.
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/270.
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/271.
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/271.
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/272.
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/273.
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/273-274.
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/274.
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/274-276.
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/276.
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/276-277.
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/277-278.
[186] Buhâri, Enbiya, 44; Müslim, Fezâil. 146 (4/1838).
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/278-279.
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/280.
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/280.
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/280.
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/280-281.
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/281.
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/281.
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/281-282.
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/282-285.
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/285.
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/286.
[198] Peygamberlerin, henüz peygamber olmadan kendilerinden
zuhur edip mucize olmayan harikulade halleri ve fiilleri (Ç).
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/286-287.
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/287.
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/288.
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/288.
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/288.
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/289.
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/289.
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/289-290.
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/290.
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/290.
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/290.
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/291.
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/291.
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/291.
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/291-293.
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/293.
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/293-294.
[216] Yakın manada bir hadis İçin bkz. Müsned, 1/254, 292.
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/294-295.
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/295-298.
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/298.
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/298-299.
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/299.
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/299.
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/300.