ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ 5

Elif lim Mîm ile ilgili Kıraat Vecihleri 5

Sûrenin Nüzul Sebebi 6

Bu Surenin Baş Tarafındaki Harika Tertip. 7

Kur'ân'ın Önceki Semavî Kitapları Tasdik Etmesinin Mânâsı 9

Tevrat Ve İncil İsimleri Hakkında Bilgi 9

Etimolojinin Bazan Tutarsız Olduğu. 10

Furkan Kelimesinin İzahı 11

Allah'ın Kayyûmiyetine Varlığın Delil Olması: 12

Hz. İsa'yı Tanrılaştıran Hristiyanların Bahaneleri 13

Hristiyanların Delillerinin Çürütülmesi 13

Hz. İsa'nın Allah'ın Kelimesi ve Ruhu Olmasının Mânâsı 14

Birinci Mesele. 15

Muhkem Âyetler 15

Müteşâbih Âyetler 16

Muhkem ve Müteşabih Hakkında Görüşler 18

Müteşabihlerin Bulunmasındaki Faydalar 19

Kitabın Esası Muhkem Âyetlerdir 20

Kelimesinin Husüsiyyeti 20

Kalblerinde Eğrilik Bulunanlar 20

Müteşâbihlerin Mânâsını Yalnız Allah Bilir 22

Râsih (derin) Âlimler 23

Birinci Mesele. 24

Hidayet ve Dalâlet 24

Birinci Mesele. 26

İkinci Mesele. 27

Hak Teâlâ'nın  Vaidinden (Azaptan)Geçmesi 27

Birinci Mesele. 28

İkinci Mesele. 28

Üçüncü Mesele. 28

Müşriklerin Yenileceğini Bildiren Âyetler ve İniş Sebebi 30

Birinci Mesele. 30

Sebeb-i Nüzulü. 30

Üçüncü Mesele. 30

İslâm'ın Zaferinin Önceden Haber Verilmesi 31

Beşinci Mesele. 31

Birinci Mesele. 31

İkinci Mesele. 31

Bedir Savaşındaki Mucizeler 32

Birinci Mesele. 32

İkinci Mesele. 32

Müşriklerin Müminleri İki Misli Fazla Görmeleri ve Öteki İhtimaller 33

Birinci Mesele. 33

İkinci Mesele. 33

Nefsin İstekleri 35

Bu Âyetin Mâkabliyle Münasebeti 35

Birinci Mesele. 35

Bu Tezyîn (Süsleme) İşini Yapan Kimdir?. 35

Nefsin İstekleri (Şehevât) 36

Birinci Mesele. 39

İkinci Mesele. 39

Âyetin Mâkabliyle Münasebeti 39

Dördüncü Mesele. 39

Allah'ın Rızası En Büyük Mükâfaattır 40

Birinci Mesele. 40

İkinci Mesele. 40

Birinci Mesele. 40

İkinci Mesele. 41

Birinci Mesele. 41

İkinci Mesele. 41

Üçüncü Mesele. 42

Dördüncü Mesele. 42

Beşinci Mesele. 42

Allah’ın Meleklerinin ve İlim Ehlinin Tevhide Şehadet Etmeleri 43

Birinci Mesele. 43

Allah Teâlâ'nın Şehâdeti 43

İkinci Mesele. 44

Adaleti Kâim Kılmak. 44

Birinci Mesele. 44

Allah Tealâ'nın Adaleti 44

İkinci Mesele. 44

Üçüncü Mesele. 45

Allah Katında Geçerli Din İslâm'dır 45

Birinci Mesele. 46

İkinci Mesele. 46

Üçüncü Mesele. 46

İslâm'ın Manası, İmân Ve İslâm.. 46

Ehli Kitabın Aralarında İhtilafa Düşmeleri 47

İkinci Mesele. 47

Üçüncü Mesele. 47

Dördüncü Mesele. 47

Ehl-i Kitap Karşısındaki Tutum.. 48

Allah'a Teslim Olmanın Mânâsı 49

Birinci mesele. 49

İkinci Mesele. 49

Birinci Mesele. 50

Ûmmi Kelimesinin Mânâsı 50

Üçüncü Mesele. 50

Allah'ın Yolundan Yüz Çevirenlerin Başlıca Sıfatları 50

Birinci Mesele. 51

İkinci Mesele. 51

Birinci Mesele. 51

İkinci Mesele. 52

Birinci Mesele. 52

İkinci Mesele. 52

Birinci Mesele. 52

İkinci Mesele. 53

Kitabın Hükmünden Yüz Çevirenler Hakkında Âyetin Nüzul Sebebi 53

Âhirette Hiç Kimseye Zulmedilmez. 55

Ayetinin Mâkabliyle Münasebeti 55

Lafzı Hakkında Bilgi 56

İkinci Mesele. 56

Bu Ayetin Nüzul Sebebi 57

Dördüncü Mesele. 57

Mülkün Sahibi Olan Allah'ın Tasarrufatı 57

Mülkden Nübüvvet Kasdolunmaktadır 57

Mülkten, Makam Ve Mal Çokluğu Kasdolunmuştur 58

Gece Ve Gündüzün Uzayıp Kısalması 61

Allah Ölüden Diri, Diriden Ölü Çıkarır 61

Birinci Mesele. 61

İkinci Mesele. 61

Mü'minlerden Başkasını Dost Edinmenin Tehlikesi 62

Âyetin Nüzul Sebebi 62

Mü'min, Kâfirlerle Nasıl Dost Olur?. 62

İkinci Mesele. 63

(Dûn) Lafzı Hattında Bilgi 63

Birinci Mesele. 63

İkinci Mesele. 63

Zorlama Halinde İnkâr Etmenin Cevazı 64

Takiyye Meselesi 64

Birinci Mesele. 66

Yapılan İyi ve Kötü Amellerin Âhirette Hazır Bulunması 66

Birinci Mesele. 66

İkinci Mesele. 66

Üçüncü Mesele. 67

Allah ‘Seven Resulullah’atabi Olur 67

Muhabbetin Mahiyeti 67

İkinci Mesele. 68

Üçüncü Mesele. 68

Yüce Allah'ın Peygamberleri Mümtaz Kılması 68

Mahlukların Bazı Nev'iieri ve  Hangisinin Daha Üstün Olduğu. 69

Melekler 69

Şeytanlar 69

Cinler 69

İnsanlar 69

İnsanların Meleklerden Üstünlüğü. 69

İstıfa Kelimesi Hakkında Bilgi 70

Peygambere Mahsus Sıfatlar 70

Al-i İbrahim İle Âl-i İmran. 72

Birinci Mesele. 72

İkinci Mesele. 72

Kıssalar 73

Birinci Kıssa: Hz. Meryem İle Annesi "Hanne" (a.s)'nin Kıssası 73

Birinci Mesele. 73

Meryem'in Annesinin Adağının Mahiyeti 73

Muharrer Kelimesi Hakkında Bilgi 74

Dördüncü Mesele. 74

Beşinci Mesele. 74

"Erkek,Kız Gibi Değildir" Sözünün İzahı 75

Meryem İsmi Verilmesi Hakkında. 75

Birinci Mesele. 75

Allah'ın 'Güzelce Kabûlü'nün Mânâsı 76

Meryem'in Nebat Gibi Büyütülmesi 77

Meryem'in Hz. Zekeriyya (A.S)'ın Uhdesine Verilmesi 77

Birinci Mesele. 77

İkinci Mesele. 77

Üçüncü Mesele. 77

Meryem'e Mihrabda Rızık Verilmesi 77

Birinci Mesele. 78

Bu Âyet Evliyanın Kerametinin Delillerindendir 78

İkinci Kıssa. 79

Hz. Zekeriyya (a.s.)'nın Kıssası 79

Birinci Mesele. 79

İkinci Mesele. 80

Peygamberin Her Duası Kabul Edir Mi?. 80

Birinci Mesele. 80

İkinci Mesele. 81

Üçüncü Mesele. 81

Birinci Mesele. 81

İkinci Mesele. 81

Birinci Mesele. 81

İkinci Mesele. 82

Üçüncü Mesele. 82

Dördüncü Mesele. 82

Yahya (a.s)'nın Üç Sıfatı 82

Birinci Mesele. 82

Hz. İsa'ya "Allah'ın Kelimesi" Denilmesinin Mânâsı 82

Hz. Yahya'nın Hasûr Vasfının İzahı 83

Birinci Mesele. 83

İkinci Mesele. 84

Hz. Zekeriyya, Allah'ın Kendisine Çocuk Vermesini Neden İmkânsız Gördü?. 84

Birinci Mesele. 85

İkinci Mesele. 85

Birinci Mesele. 86

İkinci Mesele. 86


ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

 

"Bu sûre Medenî bir sûredir. Ayet sayısı ıkiyüz olup,  Enfâl sûresinden sonra nazil olmuştur." 

 

Elif, Lâm, Mim. Allah o Allah'dır ki O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Hay ve Kayyûmdur"

(Âli İmrân, 1-2).

ifâdesinin tefsiri, Bakara sûresinde geçti. Bununla ilgili bazı mesele­ler vardır: [1]

 

Elif lim Mîm ile ilgili Kıraat Vecihleri 

 

Âsimin râvisi Ebû Bekr, buradaki mîm harfini sükûn ile, lafzının hemzesini de fetha ile okumuştur.

Diğer kıraat imamları ise, mim'i fetha ile okuyarak, lafzına vasletmişlerdir.

Âsim, şu iki sebepten dolayı o şekilde okumuştur:

a) Vakfa niyet edip, sonra da yeni başlamış olduğu için, hemzeyi açıkça gösterip okumak.

b) Vasi elifini kat' ederek okuyanların lehçesine göre olması, yani vasi elifini vasletmeyenlere göre okunmuş olmasıdır.

 ile "lafza-i celâl" arasını fasledip hemzeyi izhar ederek okuyanlar ise, ululamak ve tazim etmek için böyle okumuşlardır.

Mîm harfini mansub okumanın iki türlü izahı vardır:

1- Birincisi Ferrâ'nın görüşüdür ki bunu Basralılardan pek çok kimse de tercih etmiştir. Bu görüşe göre harf isimlerinin sonu sükûndur. Sen; ty j tiyt (bir, iki, üç) dediğin gibi, "elif, lâm, mim" dersin. Bu takdire göre,

lafzı ile yeni başlanıyor olması gerekir. Biz "Allah" lafzı ile başladığımızda, hemzesini harekeli olarak okuruz. Fakat bu imamlar, hafiflik ve kolaylık olsun diye hemzeyi düşürmüşler ve hemzenin harekesini, ^ 'in mîm'i ile başla­masından dolayı, hemze varmış gibi olsun diye mîm'e vermişlerdir.

Buna göre şayet, "Eğer maksad bu iki kelimeyi birbirinden ayırmak ise, hemzeyi düşürmek imkânsız olur. Eğer maksad, bu iki kelimeyi birbirine vasletmek ise, harekeli olarak hemzenin kalması imkânsız oiur. Hemzenin durması imkânsız olunca, harekesi de, harekesinin mîm'e verilmesi de imkânsız olur?" denirse, biz deriz ki: Bunun yazıda düşmesi, fakat mânâca kalması ve mânâca bulunduğuna delâlet etmesi için harekesinin bırakılmış olması niçin caiz olmasın? Ferra'nın görüşünün izahı budur.

2- İkincisi Sîbeveyh'in görüşüdür. Buna göre, mîm'in harekelenmesinin sebebi, iki sakin harfin yan yana gelmiş olmasıdır. Âlimlerden çoğu bu görüşü kabul etmemişlerdir. Burada bir incelik vardır, fakat bunu özetlemek bile uzun sürer.

Ben diyorum ki: Bu hususta iki bahis vardır:

a) Harekenin kendisinin sebebi.

b) O harekenin fetha oluşu meselesi.

Birinci bahis, şu mukaddimelere dayanır:

Birinci mukaddime: İki sakin harf yan yana geldiğinde, onlardan birincisi med ve lîn harflerinden olursa, ona hareke vermek gerekmez. Çünkü bu iki sakin ve^benzeri harfleri telaffuz etmek kolaydır. Mesela, senin, ^jt\ '-İ*  demen gibi... Fakat böyle olmazsa, birinci harfi harekelemek gerekir. Çünkü bu gibi iki sakini telaffuz etmek kolay olmaz. Zira telaffuz ancak hareke ile olur.

İkinci mukaddime: Sibeveyh'e göre, harf-i tarif sadece sakin olan lâm

harfidir. Sakin harf ile bir kelimeye başlamak mümkün olmaz. Bundan dolayı Araplar, harf-i tarif olan sakin lamın basma bir hemze getirip, lâm'ı telaffuz edebilmek için o hemzeye hareke vermişlerdir. Buna göre, harf-i tarif lâm'ından önce Araplar, harekeli başka bir harf bulurlarsa, o zaman sakin lâm'ı onunla okuma imkânı bulmuş olurlar. Eğer lâm'dan önce, sakin bir harf bulurlarsa, o sakini harekeleyerek, lâm'ı böylece okuyabilirler. Bu takdire göre hemze-i vasl'a ihtiyaçları kalmaz. Çünkü hemze-i vasl'a, lâm'ı okumak için ihtiyaç duyulur. Kendisi ile fâm harfinin telaffuzu mümkün olan harekeli bir harf bulunduğu zaman, hemze hem şeklen, hem manaca; hem hakîkaten, hem de hükmen hazfedilir.

Durum böyle olunca, varlığına hükmen delâlet etsin diye hemzenin harekesinin mim'e verildiği söylenemez. Çünkü buna, varlığına bir hükmün ve bir eserin taalluk ettiği yerlerde başvurulur. Fakat biz, durumun böyle olmadığını açıkladık. Böylece o hemzenin zâtı ve eseri ile tamamen düştüğünü anlamış oluruz. Binâenaleyh Ferrâ'rnn görüşü bâtıl olmuş olur.

Üçüncü mukaddime: Harf isimlerinin sonları sakindir ve bu hususta ittifak vardır.

Bu mukaddimeleri iyice anladığın zaman, biz deriz ki: Bizim ^«Jl sözü-müzdeki "mîm" sakindir. *İJl deyişimizdeki lam-ı tarif de sakindir. Böylece iki sakin bir araya gelmiş oldu. Binâenaleyh mîmi harekelemek ve hemzenin de hem şeklen hem de hükmen düşmesi gerekirdi. Sibeveyh in görüşü bu izaha göre sahih, Ferra'nın görüşü ise bâtıldır.

İkinci bahis: Birisi şöyle diyebilir: "Sakin harf, harekelendiği zaman kesre ile harekelenir. O halde burada niçin fetha ile harekelenmiştir?"

Zeccâc buna şöyle cevap verir: "Burada kesre uygun düşmemektedir. Çünkü (jı deki ^ kelimesinin, son mîm'inden önce yâ harfi bulunmaktadır. Eğer bu son mîm kesre ile harekelense, yâ harfi ile birlikte kesre de bulunmuş olur ki bu dile ağır gelir. Binâenaleyh kesre bırakılmış, fetha tercih edilmiştir."

Ebu Ali el-Fârisî, Zeccâc'ın bu görüşünü tenkid ederek şöyle der: "Bu, bizim J?r (Evet) dememiz ile bozulur. Çünkü bu sözümüzde râ harfi, kendisinden önce sakin yâ bulunduğu halde kesrelidir."

Bence bu tenkid zayıftır. Zira kesre, biraz ağırca bir harekedir, yâ harfi de onun kızkardeşidir. Bunlar bir araya geldiklerinde kesrenin ağırlığı artar. Sonra bundan, "Allah" lafzındaki son derece hafif olan elifi telaffuz etmeye geçilir. Böylece de dil, harekelerin en ağırından en hafifine geçmiş olur ki, bir anda iki zıddan birinden diğerine geçmek, lisana zor gelir. Fakat mîm harfini fetha ile harekelediğimizde, lisân mîm'in fethasından, "Allah" lafzının hemzesine geçmiş olur ki bu kolaydır. İşte Sibeveyh'in görüşünün açıklaması bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir. [2]

 

Sûrenin Nüzul Sebebi           

 

Bu sûrenin sebeb-i nüzulü hakkında şu iki rivayet ileri sürülmüştür:

Birinci görüş: Bu, Mukâtil b. Süleyman'ın görüşüdür. Ona göre, bu sürenin başındaki bazı âyetler

yahudîler hakkında nazil olmuştur. Biz, bu hususu (Bakara, 1-2.) âyetinin tefsirinde zikretmiştik.

İkinci görüş: "Bu sûrenin başından, mübâhele âyetine (Âi-ümran.ei) kadar olan kısım hristiyanlar hakkındadır." Bu Muhammed b. İshflk'ın görüşüdür. O şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'e, Necran'dan binitli yetmiş kişilik bir heyet geldi. İçlerinden ondördü onların eşrafından idi. Bu ondört kişinin üçü de kavmin iteri gelenlerinden idi. Bunlardan birisi başkanları idi ve adı da Abdu'l-Mesîh idi. İkincisi danışmanları ve en ileri görüşlü olanları idi. Ona "Seyyid" (Efendi) diyorlardı ve adı el-Eyhem idi. Üçüncüsü de, âlimleri, piskoposları ve müderrisleri idi ki adı Ebu Harise İbn Alkame idi. O, Benû Bekir İbn Vâil kabilesinden idi. Hristiyanlıktaki eğitim ve öğretimi, hristiyantığa yaptığı hizmetleri, çalışmaları sebebi ile ve ilmi ile meşhur olduğu için, ona Rum hükümdarları tarafından izzet ve ikramlara mazhar kılınarak, kendisine birçok mallar verilmiş ve idaresine birçok kiliseler bağlanmıştı. Necran'dan gelirken bir katıra binmiş, onun yularını da kardeşi Kürz b. Alkame çekmiştir. Ebu Hârise'nin katırı yürürken birden tökezler. Kardeşi Kürz, Hz. Peygamber (s.a.s)'i kastederek, "O uzaktaki helak olsun" deyince, Ebu Harise, "Aksine senin anan helak olsun" dedi. Bunun üzerine Kürz, "Niçin ey kardeşim?" deyince, o cevaben, "vallahi o bizim beklemekte olduğumuz peygamberdir" der. Kürz de, "Bunu bildiğin halde, ona inanmana mâni olan nedir?" der. Ebu Harise, "Şu krallar bize çok mallar verip, izzet-ü ikramda bulundular. Eğer biz Muhammedi tasdik edecek olursak, onlar bütün verdiklerini geri alırlar" dedi. Bu cevap Kürz'ün kalbinde bir ukde oldu. Müslüman oluncaya kadar bunu gönlünde sakladı. Müslüman olunca, bu hadiseyi anlattı.

Sonra bu üç ileri gelen reisleri, piskoposları ve danışmanları Hz. Peygamber (s.a.s) ile, dinlerindeki ihtilaflar üzerinde konuştular. Onlar bazan Hz. İsâ (a.s)'nın Tanrı olduğunu, bazan "Allah'ın oğlu" olduğunu, bazan da üçün (Baba-Oğul-Ruhul-Kudüs) üçüncüsü olduğunu söylüyorlardı. "O, Allah'tır" demelerine, "Çünkü ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alaca hastalığına musab olanları ve diğer hastalan iyileştirir, gayblan haber verir, çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üfler, o da uçardı' diye delil getiriyorlardı. O'nun, Allah'ın oğlu olduğu iddiasına da, "Çünkü O'nun bilinen bir babası yoktu" diye istidlal ediyorlardı. Onun, üçün üçüncüsü olduğu görüşlerine de, "Çünkü Allah "Biz yaptık," "Biz kıldık" diyor. Eğer Allah bir olsaydı "Ben yaptım" derdi, diye istidlal etmişlerdir. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.s) onlara "İslam'a giriniz" deyince, onlar, "Biz senden daha önce İslâm'a girdik" dediler. Bunun üzerine Hr. Peygamber (s.a.s), "Yalan söylüyorsunuz. Allah'a bir oğul isnad edip duruyorken, haça taparken ve domuz eti yiyip dururken, sizin müslümanlığınız nasıl doğru olur" dedf. Onlar da: "EğeT O, Allah'ın oğlu değil ise, onun babası kimdir?" dediler. Hz.

Peygamber (s.a.s) sustu ve bunun üzerine Allah Teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin başından seksen kadar âyeti indirdi.

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s) onlarla münazaraya başlayarak, şöyle dedi:

"Bilmiyor musunuz, Allah ölümsüz olan bir Hayy'dır, diridir? Hz. İsa ise, ölümlüdür..."

"Evet biliyoruz.." "Bilmiyor musunuz ki, babasına benzemeyen hiçbir çocuk yoktur?"

"Evet biliyoruz.."

"Bilmiyor musunuz ki, Rabb'imiz her şeye hâkim ve kayyûmdur? Onu korur, gözetir, muhafaza eder ve rıztklandırır.. Halbuki İsa, bunların herhangi birini yapabilir mi?"

"Hayır..."

"Bilmiyor musunuz, yerde ve gökte bulunan hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz? İsa ise, Allah'ın bildirdiğinden başka herhangi bir şeyi bilebilir mi?"

"Hayır..."

"Rabb'imiz, İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi.. Bunu bilmiyor musunuz?.. Rabb'imizin İse yemez-içmez ve abdest bozmaz olduğunu bilmiyor musunuz?"

"Evet biliyoruz."

"İsa'yı anası, bir kadının çocuğunu taşıdığı gibi taşımış, yine bir kadının çocuğunu doğurduğu gibi de doğurmuştur. O da, bir çocuğun beslenmesi gibi beslenmiş, gıdalanmıştı."

"Evet.."

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "O halde İsa, sizin iddia ettiğiniz gibi, nasıl bir ilâh olabilir?" dedi. Onlar da, bunu anladılar; ama sonra küfrân-ı nimette bulunarak, inkârı sürdürdüler.

Yine onlar inadlarmı sürdürerek:

"Sen, isa'nın, Allah'ın kelimesi ve Ondan bir ruh olduğunu zannetmiyor musun?" dediler. Hz. Peygamber de:

"Evet, öyle biliyorum" deyince, bunun üzerine onlar: "Eh, bu da bize yeter" diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Allahu Teâlâ, "İşte kalblerinde bir eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak, onun teviline yeltenmek için, onun müteşabib olanına tâbi olurlar. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imiz kahndandır' derler. Akıl sahiplerinden başkası bunu iyi düşünemez" (ân imran, 7) âyetini indirdi.

Sonra onlar, bu âyeti kabul etmeyince Allahu Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.s)'e onlarla "mübâhele"'yi (karşılıklı lanetleşmeyi) emretti.. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), onları "mübâhele" ye davet edince, onlar:

"Ey Ebâ'l-Kâsım, bizi bırak da bir düşünelim.. Sonra, yapmamızı istediğin şeyi yapmak için sana geliriz.." dediler ve, çekip gittiler.

Daha sonra bu üç kişi kendi aralarında birbirlerine, "Bu konuda ne diyorsunuz.." deyince, içlerinden birisi, "Ey, hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, sizler hiç şüphesiz Muhammed'in peygamber olduğunu biliyorsunuz.. Andolsun ki o size, peygamberiniz hakkındaki meseleyi çok güzel izah etti... Yine, yemin ederim ki, bir peygamber ile lânetleşmeye girmiş olan her kavmin, büyüğünün küçüğünün öldüğünü; eğer siz de bunu yaparsanız, bunun sizin kökünüzü kurutacağını biliyormusunuz.. Madem ki bu dinde kalmak istiyorsunuz, o halde o adamla bir anlaşma yapın, sonra da ülkenize dönün!" dedi. Bunun üzerine onlar, Allah'ın Resûlü'ne gelerek, şöyle dediler:

"Ey Ebâ'l-Kâsım, biz seninle lânetleşmemeye, seni kendi dininde bırakmaya, kendimiz de kendi dinimiz üzre kalmaya karar verdik.. O halde, malımız, mülkümüz hususunda anlaşmazlığa düştüğümüzde aramızda hükmedecek ashabından birisini beraberimizde yolla... Çünkü siz bizim nazarımızda kabule şayan kimselersiniz./'

Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara:

"Öğle sonu yanıma geliniz de, çok kuvvetli ve güvenilir bir hakemi sizinle beraber yollayayım.." dedi. Hz. Ömer ise içinden şöyle diyormuş: "Ben hiçbir zaman emirlikten hoşlanmadım. Fakat o gün, kendimin tayin edilmesini umuyordum. Öğle namazını Allah'ın Resulü ile kıldığımızda, O, selâmdan sonra, sağa ve sola bakmıyordu.. Ben de, beni görsün diye ileri atılıyordum. O ise, sürekli göz gezdiriyordu. Nihayet Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'ı gördü. Onu çağırdı ve:

"Onlarla git; ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında hak ile hüküm ver"

dedi.. Hayatımda itk defa arzuladığım emirliği, idareciliği de Ebu Ubeyde alıp götürdü.."

Bil ki bu rivayetler dinî konuları açıklama ve her türlü şüpheyi giderme hususunda münazara etmenin peygamberlerin yöntemi olduğuna; münazarada bulunmanın ve meseleleri araştırmanın doğru olmadığını savunan "Haşviyye"nin yolunun ise kesinlikle bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Allah en iyisini bilendir. [3]

 

Bu Surenin Baş Tarafındaki Harika Tertip  

 

Bil ki, bu sûrenin baş tarafı, çok güzel ve hayranlık verici bir tertip (söz dizisi) arzetmektedir. Bu böyledir,

çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) ile tartışmaya giren o hristiyanlara sanki şöyle denilmek istenmiştir:

"Sizler, ya Allah'ı tanımak veyahut da nübüvvet hususunda münazaa ediyorsunuz... Eğer münazaanız Allah hakkında ise, sizler Allah'ın bir çocuğu olduğunu söylüyorsunuz;Hz. Muhammed ise.O'nun bir çocuğu olmadığını söylüyor. Aklî ve kat'î delillerle hak, Hz. Muhammed'den yanadır. Çünkü aklî delillerle Cenâb-ı Hakk'ın Hayy ve Kayyûm olduğu sabittir. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir çocuğunun bulunması, aklen imkânsızdır. Eğer tartışmanız nübüvvet konusunda ise, bu da geçersizdir. Çünkü Allah Tevrat ve İncil'i Hz. Musa ve İsa'ya sizce hangi yol ile indirmisse aynı şey Hz. Muhammed (s.a.s) için de variddir. Bu yol ise, ancak mucize yoludur ki, bu mucize burada da mevcuttur. O halde, nübüvveti konusunda, O'nunla çekişmeniz nasıl mümkün olur?" İşte, âyetin münasebet vechi ve yönü budur... Bu, son derece güzel ve uygun bir münasebettir. O halde biz burada şu iki konuyu gözden geçirelim:

Birinci konu: Bu, "İlahiyaf'la ilgili konulardır. Biz şöyle diyoruz: "Allahu Teâlâ, Hayy ve Kayyûm'dur. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir çocuğunun bulunması imkânsızdır.. Biz Allahu Teâlâ'nın Hayy ve Kayyûm olduğunu söyledik.. Çünkü O, zâtı gereği "Vâcibu'l-vücud"dur. O'nun dışında kalan bütün varlıklar ise, zâtı gereği "mümkin", "muhdes" dir; onların meydana getirilmesi (tekvin), yaratılması ve icad edilmeleri, daha Önce izah etmiş olduğumuz gibidir. Bunlar, Hak Teâlâ'nın, "Allah (o AUah'dır ki), kendinden başka hiçbir Tanrı yoktur " (Bakara. 255) âyetinin tefsirinde geçmişti. Bütün bu varlıklar "muhdes" ve mahlûk (yaratılmış) olunca, onlardan herhangi birisinin Allah'ın çocuğu ve de ilâh olması imkânsız olur. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Göklerde ve yerde olan herşey, istisnasız, O Rahman (pek merhametli) olan Allah'a bir kul olarak gelecektir" (Meryem. &4) buyurmuştur.

Yine, ilâh olanın Hayy ve Kayyûm olmasının gerektiği sabit olup, Hz. İsa'nın ise, çocuk olduğu, yeyip içip abdest bozduğu için, Hayy ve Kayyûm olamıyacağı da sübut bulunca; öte yandan hristiyanlar ise, Hz. İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümü kendisinden savuşturmadığını iddia edip kabul edince, işte böylece Hz. İsa'nın Hayy ve Kayyûm olmadığı kesinlik kazanmış olur. Bu da, onun ilâh olamıyacığına kat'î olarak hüküm vermeyi gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın:  "Hayy ve Kayyûm "{Bakara, 255» tavsifi, hristiyan-ların "teslîs" (üçleme) hususundaki görüşlerinin bâtıl olduğuna delâlet eden bütün delilleri ihtiva etmektedir."

İkinci konu: Nübüvvet'le ilgilidir; ki işte bu hususu Cenâb-ı Hak burada, son derece güzel ve mükemmel bir biçimde anlatmıştır. Bu böyledir. Çünkü HakTeâlâ: "O, sana Kftâb'ı hak olarak indirdi" (kuimran, 3)buyurmuştur ki bu, bir dava (iddia) durumundadır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu davanın doğruluğuna delâlet edecek delilleri getirerek şöyle demiştir: "Ey yahudi ve hristiyanlar! Allahu Teâlâ'nın, insanlara hidayet olmak üzere Tevrat ve İncil'i inzal ettiği hususunda bize muvafakat ediyor ve Tevrat ve İncil'in ilahî kaynaklı iki kitap olduğunu kabul ve ikrar ediyorsunuz.. Çünkü Allahu Teâlâ, bunları indirirken, sözü hak olan ile sözü bâtıi olanı birbirinden ayırmaya delâlet edecek olan mucizeyi de birlikte göndermiştir. Mucize ile, doğru olan dâva ile yalan olan davayı birbirinden ayırmak mümkün olunca, hiç şüphe yok ki bu apaçık bir fark olmuş olur.

Sonra mucize olan bu hak ile bâtılın arasını ayırma işi, Tevrat ve İncil'in Allah katından indirildiği hususunda söz konusu olduğu gibi, Kur'ân'ın da Allah katından indirildiği hususunda da söz konusudur. Yol aynı olunca, bu durumda vâcib olan, Berâhime (Brahmanlar)'nin görüşünde olduğu gibi, ya hepsini yalanlamak veyahut da müslümanların inancında olduğu gibi, hepsini tasdik etmek olur. Ama, bunların bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek ise, bir cehalet ve bir taklittir.

Sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği şeyde, Kur'ân'da, ilahı tanıma hususundaki umdeler ile Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini isbat hususundaki umdeleri zikredince, bundan sonra geriye, O'nun dini konusunda7 tartışmaya girenler için herhangi bir mazeret kalmamıştır. İşte böylece, muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunun peşinden tehdit ve vaîdini getirerek, "Allah 'm âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek yaman bir azâb vardır. Allah, cezada amansız bir gâlib-i mutlakdir" (Aı-ı imran, 4) buyurmuştur.

Böylece zapta, (kavramaya), güzel tertip ve mükemmel telife bu sözden daha yakın bir kelâm bulunmasının mümkün olmadığı ortaya çıkmış oldu. Bu

miskîni, bu hususlara hidayet eden Allah'a hamdolsun. Sınırsız nimetlerine mukabil, şükür ancak O'nadır.

Allah'ın bu sözünden esas maksadın ne olduğunu özetledikten sonra, lafızlarından her birinin tefsirine geçebiliriz.

HakTeâlâ'nın:"Allah o Allah'dır ki, O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur" buyruğu, hristiyanlara bir reddiyedir. Çünkü onlar, Hz. İsa'ya ibâdet edileceğini söylüyorlar. Böylece Allahu Teâlâ, kendisinden başka hiç kimsenin ibâdete müstehak olmadığını beyan buyurmuş, sonra da bunu gösterecek hususları da onun peşinden getirerek, "Hayy ve Kayyûm'dur" buyurmuştur. "Hayy" çok faal olan ve en üstün derecede idrâk sahibi olan (fe'âl derrâk)'dır. "Kayyûm" ise, O'nun kendi zatıyla kaîm olması; mahlukâtın, yaşantılarında muhtaç olacakları gece ile gündüzü, sıcak ile soğuğu, rüzgâr ile yağmuru ve kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı ve sayamayacağı nimetleri veren ve, bütün mahlûkatın işlerini tedbir eden varlık demektir. Nitekim Hak Teâlâ: "Allah'ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız" (Nahi, ıe) buyurmuştur.

Hz. Ömer, burayı fûll ^i şeklinde okumuştur. Katâde ise el- Hayy kelimesini, "ölümsüz, diri olan"; el kayyûm kelimesini ise, "mahlûkatının işlerini, ecellerini ve rızıklarını tedbir eden, yöneten" diye tefsir etmiştir.

Saîd İbn Cübeyr'den, Hayy kelimesini, "Her canlıdan önce diri olan", " Kayyûm "u ise, "Eşi ve benzeri olmayan" diye tefsir ettiği rivayet edilmiştir.

Biz, Bakara sûresinde "el-hayyu'l-kayyûm" sözümüzün, Allah hakkında muteber olan bütün sıfatlan ihata ettiğini söylemiştik. "Mabûd" olanın, Hayy ve Kayyûm da olması gerektiği; aklın bedaheti ile hislerin de Hz. İsa (a.s)'nın hayy ve kayyûm olmadığına delâlet ettiği - Onlar Hz. İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümden dolayı korku duyup çığlıklar attığını söylediği halde, Hz. İsa nasıl hayy ve kayyûm olabilir ki- sabit olunca, biz kesin olarak Hz. İsa'nın bir ilâh ve Cenâb-ı Hakk'ın da oğlu olmadığını anlamış olduk. Allah, zalimlerin söylemiş olduğu bu gibi şeylerden çok çok yücedir. [4]

 

"O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak indirdi. Bundan evvel de Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti" ( Âl-İ İmran. 3).

Cenâb-ı Hakk'ın: "O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak indirdi" buyruğuna gelince,  kut ada geçen'' Kftap'' dan maksat Kur1 ân' dır. B\z. bu teUmenin iştikakını, Bakara sûresinin başında anlatmıştık. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın indirilmesini "tenzil"; Tevrat ve İncil'in indirilmesini ise, "inzal" ile ifâde buyurmuştur. Çünkü, "tenzil" çokluk ifâde eder. Allahu Teâlâ da Kur'ân-ı Kerim'i müteaddit detalarda parça parça indirmiştir. Böylece, bunda çokluk mânası bulunmuş olur. Tevrat ve İncil'i ise, tek bir defada indirmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu kitaplar hakkında "inzal" kelimesini özellikle kullanmıştır. Bir kimse, "sizin söylediğiniz bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın:  "Kitabı kuluna indiren Allah'a hamd olsun" (Kehf, ı>ve Biz onu hak olarak indirdik, o da hak olarak indî" (Isra, 105) âyetleriyle bir müşkillik arzetmektedir". (Zira buralarda Kur'ân'ın indirilmesini bildirmek için de inzal tabiri kullanılmıştır) diyebilir.

Bil ki Allahu Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i şu iki vasıfla tavsif etmiştir.

Birinci vasıf: O'nun (= hak ite) sözüdür. Ebu Müslim bu tabirin şu mânâlara gelebileceğini söylemiştir:

a) Geçmiş ümmetlere dair ihtiva ettiği haberler konusunda sadık ve doğrudur.

b) O'nda bulunan va'ad ve vaîdler,  mükellefi  İnançlar ve ameller hususunda hak olan yola yapışmaya sevkedip, onu bâtıl yollara sülük etmekten de men eder.

c) O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir "kavl-İ fasl" olduğu, bir şaka (hezl) olmadığı mânasında olmak üzere, bir haktır.

d) Esamm şöyle demektedir: Bunun mânâsı, "Allahu Teâlâ Kur'ân'ı, mahlûkata vâcib olan kulluk, nimetlere şükür, huşu ve inkıyadı izhar etme anlamında bir hak ile; bazı kimselerin bazıları üzerinde bir hakkı olan adalet

ve muamelât hususlarındaki insaf ve itidal anlamındaki bir hak ile indirmiştir.." demektir, (Yani Kur'ân, Allahu Teâlâ'nın rnahlukatı üzerindeki hakları ile insanların birbirleri ile olan münasebetlerinde^ haklan bildirmektedir, demek istiyor.)

e) "Allahu Teâlâ o Kur'ân'ı, birbiriyle çelişen bozuk mânâlarla değil, hak ile indirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onu kulu (Muhammed'e) indirdi ve kendisinde hiçbir eğrilik yapmadı" (Kem, 1) ve "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisa. 82) buyurmuştur. [5]

 

Kur'ân'ın Önceki Semavî Kitapları Tasdik Etmesinin Mânâsı

 

İkinci vasıf: O'nun "Kendinden öncekileri de tasdik edici olarak" indirilmesidir. Bunun mânâsı, "Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin (a.s) kitaplarıyla, Allah (c.c)'dan haber verdikleri şeyi tasdik eder" demektir.

Sonra bu âyetle ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Allahu Teâlâ bununla Kur'ân'ın sıhhatine işaret etmek istemiştir. Çünkü, Kur'ân eğer Allah'dan başkası tarafından olmuş olsaydı, diğer kitaplara muvafık olmazdı. Zira Hz. Peygamber, hiçbir âlimle bir araya gelip görüşmemiş, hiç kimseye talebelik yapmamış ve hiç kimseden birşey okumamış bir "ümmî" idi. (Kur'ân'ın uydurulmuş olduğunu söyleyenlere göre) onu uyduranın vasfı böyle olunca, onun yalan ve tahriften uzak ve salim olması imkânsız olur. Peygamber ise böyle olmayınca, O'nun bu kıssaları ancak Allah'ın vahyi ile öğrenip haberdar olduğu ortaya çıkar.

b) Ebû Müslim şöyle demektedir: "Bundan murad şudur: Allahu Teâlâ bütün peygamberleri, zâtını bir tanımaya, O'na imân etmeye, O'nu kendisine yakışmayan şeylerden tenzih etmeye; adalet, ihsan ve her zaman yegâne çıkar ve faydalı yol olan dinî hükümlerle emretmeye davet etmek için göndermiştir. Binâenaleyh Kur'ân-ı Kerim, bütün bu hususlarda o kitapları (tahrif edilmemiş şekliyle) tasdik etmektedir.

Geriye ise, âyetle ilgili olarak şu iki soru kalmaktadır:

Birinci soru: Allahu Teâlâ, Kur'ân'dan önce indirilmiş olanları, niçin "onun önündei diye adlandırmıştır?

Cevap: O haberler son derece aşikâr olduğu için, onları bu isimle vasfetmiştir.

İkinci soru: Kur'ân, kendisinden önceki hükümlerin birçoğunu neshettiği halde, kendinden önceki kitapları nasıl tasdik etmiş olur?

Cevap: Kitapları Kur'ân ve O'nun peygamberi olan Hz. Muhammed'i müjdeleyici, hükümlerinin Hz. Muhammed gönderilinceye kadar geçerli olduğuna ve Kur'ân inince hükümlerinin mensuh olacağına defâlet edince, bu kitaplar Kur'ân'a muvafık olmuş olurlar. Böylece de Kur'ân, onları tasdik etmiş olur. Bazı ahkâmın dışında, Kur'ân'ın, o kitapları tasdik edici olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü, ulûhiyyet ile İlgili konuların delilleri, burada değişmez. O halde Kur'ân, Tevrat ve İncil'de varid olan haberler hususunda onları tasdik etmiş olur.

Sonra Allahu Teâlâ: "Bundan evvel de Tevrat'ı ve İncin indirmişti" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: [6]

 

Tevrat Ve İncil İsimleri Hakkında Bilgi

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: a'cemî (Arapça olmayan) iki isimdir. Bu kelimelerin Tevrat ve İncil iştikâklarıyla meşgul olmanın bir faydası yoktur."

Masan  el-Basrî, hemzenin  fethasıyla şeklinde okumuştur ki bu da bu kelimenin Arapça olmadığına delâlet eder. Çünkü, hemzenin fethasıylaI kalıbı, Arapça'nın vezinleri arasında yer almaz. Bil ki bu görüş, kendisinden kaçışın mümkün olmadığı hak bir görüştür. Bununla beraber, edebiyatçıların bu konudaki sözlerini nakledelim...

kelimesi hakkında, şu üç bahis vardır:

Birinci bahis: Kelimenin iştikakı hakkındadır. Ferrâ şöyle demektedir: "Tevrat" kelimesinin mânâsı, aydınlık ve nûr demektir. Bu kelime Arapların, çakmak taşını çeliğe vurup da ateş çıktığında söyledikleri,  ifâdesinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak:"Kasem olsun (tırnaklarıyla) ateş çıkaran (atlara).." (Adiyat, 2) buyurmuştur.

Yine Araplar, derler. Bunun manası, "Senin sayende hayır bana göründü" demektir. Buna göre Tevrat kendisi vesilesiyle hak zuhur edip ortaya çıktığı için, bu ismi almıştır. Bu mânaya Hak Teâlâ'nın, "Andolsun ki biz Musa ile Harun'a bir ziya, takva sahipleri için de bir şeref olan Furkân'ı verdik" (Enbiya, 43) âyeti de delâlet etmektedir.

İkinci bahis: Edebiyatçılar bu kelimenin vezni hakkında şu üç görüşü öne sürmüşlerdir:

Birinci görüş: Ferrâ, bu kelimenin aslının, tâ harfinin fethası, vâv harfinin sükûnu ve râ ile yâ harflerinin fethasıyla  şeklinde olduğunu; ancak ne var ki yâ harfi hareketi otup, kendisinden önceki harfin harekesi de fethalı olduğu için, bu yâ harfinin elife çevrilmiş olduğunu söylemiştir.

İkinci görüş: Yine Ferrâ, "Bu kelimenin, vezninde olma­sının da caiz olduğunu; buna göre kelimenin aslının İjjjî şeklinde olabile­ceğini, ancak ne var ki, Tay kabîlesjnin lehçesine göre, râ harfinin kesresinin fethaya çevrildiğini; çünkü onların kelimesini kelimesini de şeklinde telâffuz ettiklerini" de söylemiştir.

Nitekim şair: ''Dünya hiçbir canlı İçin bakî ve ebedi kalıcı değildir. Hiçbir canlı da dünyada baki değildir" demiştir.

Üçüncü görüş; Bu, el-Halil ile Basrajıların görüşüdür. Buna göre keli­menin aslı, kalıbında olmak üzereür. Daha sonra birinci vâv harfi tâ harfine çevrilmiştir. Arapça'da bu tür "kalb"ler (çevirme) pek çoktur. Meselâ,  (kültür, miras);i (çok yemenin sebep olduğu rahatsızlık) vetevekkül) kelimeleri gibi.. Daha sonra, yâ harfi harekeli olup, kendinden önceki harfin harekesi de fetha olduğu için, elife çevrilerek kelime halini almıştır. Bu kelime, aslında olduğu gibi yâ harfiyle  yazılır. Bu görüşte olanlar, Ferrâ'nın görüşünü tenkid etmişlerdir.

Birinci görüşü hakkında, böyle bir kalıbın nadir olduğunu söylemişlerdir. Onlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "Bizim ileri sürdüğümüz kalıbı ise çok kullanılmaktadır. Meselâ: (manastır);  (kuşun kursağı, midesi) ve (eski şey) kelimeleri gibi.. Halbuki, kelimeyi daha çok kulla­nılan kalıba hamletmek daha münasiptir."

Ferrâ'nın ikinci görüşü hakkında da, "Bu, lafzı ancak Tay kabilesinin diline nisbet etmekle tam olur. Halbuki, Kur'ân, kesinlikte bu lehçeyle nazil olmamıştır" demişlerdir.

Üçüncü bahis: Tevrat kelimesi iki şekilde okunur: İmâle ve "tefhim" "kafin) ile.. Tefhim ile okuyanlar, râ harfinde tekrir sıfatı bulunduğu için, imâleyenâni olmasından dolayı okumuşlardır. Allah en iyisini bilendir.

 (İncîl) lafzına gelince, bu hususta da şu görüşler ileri sürülmüştür:

a) Zeccfic şöyle demektedir: "Bu kelime,  (Çocuk, aslolan, nesil) ökünden olup, kalıbındadır. Nitekim i denilir. Yani, "Allah, ebeveynine lanet etsin" demektir. İşte bundan dolayı bu kitap (İncil) bu

isimle adlandırılmıştır. Çünkü, İncîl, (hristiyanlık) dini hususunda kendisine başvurulan bir astl ve temeldir."

b) Bazıları da, İncil'in, Arapların bir şeyi çıkarıp ortaya koyduklarında söylemjş olduklarıtabirinden alınmıştır. Meselâ, kuyudan çıkartılan suya; su gözeden sızıp çıktığında dadenilir. Kendisi ile hak ortaya çıktığı için, İncil'e de bu ad verilmiştir.

c) Ebû Amr eş-Şeybanf şöyle demektedirkelimesi, karşılıklı çekişmek anlamına gelir. İşte bu sebeple bu kitap, hristiyan topluluğu kendisi hakkında çekişip tartışmaya girdiği için, "İncîl" diye adlandırılmıştır."

d) Bu kelime, "gözü büyük" anlamına gelen J£j kelimesinden alınmıştır. (geniş yara, mızrak yarası) denilmesi de, bundan dolayıdır. İncîl de, Allahu Teâlâ'nın onlar için gönderdiği bir nûr, bir ziya ve bir genişlik olduğu için, bu adı almıştır. [7]

 

Etimolojinin Bazan Tutarsız Olduğu

 

Ben derim ki, o edîblerin (dilcilerin) durumu çok şaşırtıcıdır. Onlar, her lafzın mutlaka bir başka şeyden alınmış olmasını âdeta şart koşuyorlar! Eğer durum böyle olsaydı, ya teselsül, ya da devr-i fasit gerekirdi. Bu iki şey de bâtıl olunca, önce, diğer kelimelerin kendisinden iştikak edebilmesi için, daha Önce vaz olunmuş başka lafızların bulunması gerektiğini itiraf etmek vâcib olur. Durum böyle olunca, onların bir başka şeyden müştak olduğunu söyledikleri bu lafzın, asıl; o başka lafzın ise, fere olması niçin caiz olmasın? Onlara, bunun fere, şunun da asıl olduğunu kim söylemiş ki?. Çoğu kez onların fere ve müştak olarak kabul ettikleri şey son derece meşhur; onların asıl kabul ettikleri berikisi ise, son derece saklı olabilir, tanınmaz..

Yine şayet Tevrat, çok açık olduğu için "Tevrat"; İncil de asıl olduğu için "İncil" olarak isimlendirilmiş olsaydı, açık ve zahir olan her şeyin Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi. Böylece de bütün görünen hadiselerin Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi.

Yine bir başka şeyin asit olan her şeyin de, İncil diye adlandırılması gerekirdi. Meselâ, çamur, küpün aslıdır; o halde çamurun İncil diye; altın, yüzüğün aslı; iplik de elbisenin aslıdır... Binâenaleyh, bütün bunların da incil diye adlandırılmaları gerekirdi.. Halbuki bunların, böyle isimlendirmediği herkesçe malumdur.

Sonra onlar, her kelimeye mutlaka bir asıl bulmak gerektiğini kendilerine zarurî görünce, onlar yine ilk konulmuş olan kelimeye sarılıyor ve şöyle diyorlar:

"Araplar şu iki lafzı, şu iki manaya, "vaz" yoluyla, tahsis etmişlerdir." İşin sonunda maksat ve gaye, yine "vaz"'a başvurmak suretiyle tamamlanınca, o halde daha niçin işin başında buna tutunmuyor ve kendimizi, bu kelimelerin aslını araştırmaya dalmaktan kurtararak rahatlatmıyoruz?..

Şunu da söyleyeyim ki, Tevrat ve İncil kelimeleri, Arabça olmayan iki isimdir. Bunlardan birisi İbranice, diğeri ise Süryanice'dir. O halde, daha nasıl aklı olan kimsenin, bunları Arapça kalıblara uydurmakla meşgul olması yakışır?.. Binâenaleyh, aklı olan kimseye yakışan en uygun yolun, bu gibi konulara iltifat etmemesi olduğu ortaya çıkmıştır. Allah en iyisini bilendir. [8]

 

"... Bundan Önce (Tevrat ve İncü't indirdi) (ki onlar) insanlar için bir hidâyetti. Hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri indirdi. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek çeün bir azâb vardır. Allah cezada

amansız bir gâlib-i mutlaktır. Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbirşey Allah'a gizli kalmaz. Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur. O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlakgâlibtir.

Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (Âl-i İmrân, 4-6).

HakTeâlâ'nın "-.Bundan önce (Tevrat ve İncil'i) indirdi" buyruğuna gelince, bil ki Allahu Teâlâ, Kur'ân'ı indirmeden önce Tevrat ve İncil'i indirdiğini beyan etmiş, daha sonra da Tevrat ve İncil'i, insanlar için bir hidâyet rehberi olsunlar diye indirdiğini açıklamıştır.

Ka'bî şöyle der: "Bu âyet, Kur'ân'ın kâfirler için bir körlük olup onlar için bir hidâyet sebebi olmadığını iddia edenlerin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın:  "O, onlara karşı bir körlüktür' (Fussüet. 44) âyetinin mânâsına, müşriklerin Kur'ân indiğinde, mecazî mânada olmak üzere, körlüğü seçmeleri de delâlet etmektedir. Bu, kavmi kendisini

dinlemediği zaman Nuh (a.s)'un söylemiş olduğu"Öenfm davetim, onların ancak kaçmalarını artırdı" (Nuh, s) demesi gibidir.

Bil ki, Hak Teâlâ'nın, "İnsanlar için bit hidâyettir" beyanı ile ilgili şu iki ihtimal bulunmaktadır:

1- Bunun, sadece Tevrat ve İncil ile ilgili olmasıdır. Bu takdire göre Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı "Hak" diye; Tevrat ve İncil'i ise, "Hidâyet rehberi" diye vasfetmiş olur ki, bu iki vasıf birbirine yakın şeylerdir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinin başında, Kur'ân'ı müttakiler için bir hidâyet rehberi olarak vasfetmiştL Öyleyse daha niye burada onu böyle vasf etmem iştir?" denilirse, biz deriz ki burada bir incelik söz konusudur: Çünkü biz Bakara sûresinde, Cenâb-ı Hakk'ın, bu hidâyetten ancak müttakiler istifâde ettiği için jS*^. w>^* "Müttakiler için bir hidâyet rehberi..." (Bakara. 2) buyurduğunu söylemiştik. Böylece Kur'ân bu yönden, başkaları için sadece müttakiler için hidâyet kaynağı olur. Ama burada, hristiyanlarla yapılan bir münazara söz konusu olup, onlar da Kur'ân sayesinde hidâyete ermeyince, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak burada Kur'ân hakkında, "O bir hidâyettir" demeyip, aksine "Onlar ister kabul etsinler isterse etmesinler, bu Kur'ân bizatihî bir haktır" demiştir. Tevrat ve İncil'e gelince, onlar bu ikisinin sıhhatine inanıyor ve biz müslümanlann, dinimizde, Tevrat ve İncil hakkında iftirada bulunduğumuzu iddia ediyorlardı. İşte, bundan dolayı Cenâb-t Hak, Tevrat ve İncil'i "hidâyet" diye vasfetmiştir. İşte, aklıma gelen budur. Allah, en iyisini bilendir.

2- Bu, müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hak, üç kitabı da "hidâyet rehberi" olarak vasfetmiştir. Böylece bu vasıf. Tevrat ve İncil'e mahsûs olmayıp, bütünüyle ilgili olmuş olur.

Cenâb-ı Hak sonra, "Hak ile bâtılı ay/rdeden hükümleri indirdi" buyurmuştur. [9]

 

Furkan Kelimesinin İzahı

 

Müfessirlerin ekserisi bu hususta şu üç görüşü Delinmişlerdir

a) "Furicân"dan maksat, Zebur'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Davud'a d* Zebur'u verdik" (Nisa, ıw) buyurmuştur.

b) Bundan maksat, Kur'ân-ı Kerim'dir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın şanını yüceltmek, hak ile bâtılın arasını ayırması sebebiyle de onu medhetmek için, tekrar zikretmiştir. Veya şöyle de denilebilir: Cenâb-ı Hak, yahudî ve hristiyanların aralarında, hak ve bâtıl hususunda meydana gelen ihtilâfların

arasını ayırsın diye Kur'ân't, Tevrat ve İncil'den sonra indirdiğini beyan etmek için, yeniden zikretmiştir. Bu mânaya göre bir tekrar bulunmamaktadır.

c) Bu, müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. Buna göre bundan maksat şudur: "Allahu Teâlâ bu üç kitabı bir hidâyet rehberi, bir delil ve kılavuz kıfaığı gibi, aynı şekilde bunları helâl ile haram ve diğer şer'î hükümlerin arasını ayırdeden, furkân kılmıştır. Böylece "furkân" kelimesi, Allahu Teâlâ'nın bu kitaplarla, aklen ve naklen gerekli olan bütün şeyleri beyan ettiğine delâlet eden bir söz olmuş olur. Bu âyet hususunda müfessirlerin söylemiş olduğu sözün özeti, işte budur.

Bana göre burada bir problem vardır: Bu kelimeyi "Zebur" mânasına hamletmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü Zebur'da, şer'î kanun ve hükümlere dair bir şey bulunmamaktadır. Hatta, onda va'z ü nasihattan başka bir şey de bulunmamaktadır. Binâenaleyh, çeşitli delilleri ve hükümlerin beyânını kapsayan Tevrat ve facfll "Furkân" diye nitelemek, Zebur'u bu şekilde tavsif etmekten daha evlâdır.

Bundan muradın Kur'ân olması hususuna gelince, Hak Teâlâ'nın: buyruğu makabline atfedilmiş olması itibariyle, uzak bir ihtimaldir.. Çünkü matuf, matufun aleyh'den başkadır. Kur'ân ise, ifâde­sinden önce zikredilmiştir. Binâenaleyh bu,"Furkân"ın Kur'ân'dan da başka bir şey olmasını gerektirir. İşte bu izahla, üçüncü görüşün de zayıflığı ortaya çıkar. Çünkü bu kitapların, hak ile bâtılın arasını ayıran olmaları hususu, öteki kitapların da vasfıdır. Her ne kadar pek nadir şiirlerde bulunsa bile, sıfatın mevsûfa atfedilmesi, Allah'ın kelâmına yakışan fesahat türünden uzak olup, zayıf bir şeydir.

Bana göre bu âyetin tefsirinde dördüncü bir izah şekii daha vardır ki, o da şudur: Burada zikredilen Furkân sözünden maksat, Allahu Teâlâ'nın bu kitapları inzal buyururken, bunlarla beraber indirmiş olduğu mucizeleridir... Bu böyledir, çünkü o peygamberler bu kitabı getirip de, onların Allah tarafından ümmetlerine indirilmiş birer kitap olduklarını iddia ettiklerinde, onlar bu iddianın isbâtı hususunda bir delile ihtiyaç duyarlar... Böylece de, onların iddiasıyla yalancıların iddiası arasında açık bir fark meydana gelmiş olur. Allahu Teâlâ onların iddialarına uygun bir şekilde olmak üzere o mucizeleri izhâr edince, gerçek dâva, iddia ile yalancı ve sahte dâva, iddia arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Buna göre mucize, Furkân olmuş otur. Allahu Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i hak ile, Tevrat ve İncil'i de Kur'ân'dan önce indirdiğinden bahsedince, O, kitap ile beraber "gerçek Furkân") da indirdiğini beyân buyurmuştur ki, bu da o Kitap'ın doğruluk ve sıhhatine delâlet eden, onunla diğer muhtelif kitaplar

arasındaki farkı gösteren ezici ve kahir bir mucizedir. Bana göre, âyetin tefsiri işte böyledir. Farzet ki, müfessirlerden hiç kimse bunu söylememiş olsun.. Ancak ne var ki, ilâhî kelâmı buna hamletmek, mânânın kuvvetini, lafzın büyüklüğünü, nazmın ve tertibin dosdoğru olduğunu ifâde eder. Onların zikretmiş olduğu bu vecihier ise, bütün bunlara ters düşer. O hâlde bizim söylediğimiz şey, evlâ olanıdır. Allah ne murad ettiğini en iyi bilendir.

Bil ki, Cenâb-ı Hak, şu azıcık lafızlara, ilahî bilgileri alâkadar eden şeyler ile, nübüvvet konusunun izahını ilgilendiren bütün hususları yerleştirince, bunun peşinden, bu apaçık delillerden yüz çeviren kimseleri bu yaptıklarından men etmek için, bir tehdit ve vaîdi getirerek 'Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek çetin bir azâb vardır. Allah cezada amansız bir gâlib-i mutlaktır" buyurmuştur.

Bil ki bazı müfessirler bu âyeti, sadece hristiyanlarla ilgili kabul edip, umûm olan lafzı, sebeb-i nüzûlüyle sınırlamışlardır. Muhakkik müfessirler ise, "sebeb-i nüzulün hususî olmasının lafzın umumîliğine mâni olmayacağını söylemişlerdir. O halde bu ifâde, ilâhî delillerden yüz çeviren herkese şamildir.

Allahu Taâlâ sonra:"Allah cezada amansız birgâlibA mutlaktır" buyurmuştur.

jdj*lt kelimesi, mağlub edilemeyen, yenik düşürülemeyen gâlib kimse demektir kelimesi ise, cezalandırmak anlamına gelir. Bir kimse bir kimseyi cezalandırdığınddenilir. Leys de, bir kimse bir kim­senin yaptığı şeye ceza ile bir mukabelede bulunduğu zaman "Onu cezalandırıp intikamımı almadıkça, ondan razı olmam" denildiğini söylemiştir.

 kelimesi, cezalandırma hususunda tam ve mükemmel bir kuvvetin bulunduğuna; püaiji ifâdesi ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu cezayı ifâ edeceğine işaret etmektedirler. Buna göre, birinci sıfat "zatî", ikinci ise "fiilî" sıfatlarından olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

"Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren ö'dur. O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlak gâlibtir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir."

Bit ki bu kelâmın şu iki hususa ihtimali vardır: [10]

 

Allah'ın Kayyûmiyetine Varlığın Delil Olması:

 

Birinci İhtimal: Allahu Teâlâ, kendisinin "Kayyûm" olduğundan bahsedip, "Kayyûm" ise, mahtûkatın maslahatlarını ve işlerini ıslâh eden olunca, bu da ancak, birincisi, O'nun bütün kemmiyet ve keyfiyetlere göre onların ihtiyaçlarını bilmesi; ikincisi de, onların ihtiyaçlarım bildiğinde bunları gidermeye muktedir olması olan şu iki husus ile tamam olunca; yine aynı şekilde bunlardan birincisi, O'nun bütün malûmatları bilmesi; ikincisi de, O'nun bütün mümkinâtlara kadir olmasıyla tahakkuk edince, buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki ne yer­de, ne de gökte hiçbir şey, Allah'a gizli kalmaz" beyânı malûmatın tamamıyla ilgili olan ilminin kemâline işaret olur ki, böyle olunca da Cenâb-ı Hak, muhakkak ki ihtiyâçların mikdarlarını, zaruretlerin derecelerini biten, hiçbir taleb ve isteğin kendisini meşgul edemiyeceği ve İsteyenlerin isteklerinin çokluğundan dolayı, hiçbir isteği birbirine karıştırmayan bir yüce Zât olur.

Sonra O'nun, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur" sözü de, O'nun bütün mümkinâta muktedir olduğuna işaret olur ki, bu durumda da Cenâb-ı Hak mahlûkatın hepsinin yararına olan şeyleri yaratıp halketmeye kadir olmuş olur. Bu iki husus olunca da, Cenâb-ı Hakk'ın adaletle hükmedeceği, bütün mümkinât ve kâinatın kayyûmu olduğu ortaya çıkmış oiur.

Sonra burada bir başka incelik daha vardır ki, o da, bahsettiğimiz gibi, Cenâb-t Hakk'ın "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey, Allah'a gizli kalmaz" buyruğu ile ilmine işaret etmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın âlim olduğunu isbat etmenin yolunun naklî bir delil olması caiz değildir. Çünkü naklî delilin sıhhatinin de bilinmesi, "Hak Teâlâ'nın bütün malûmatı bildiğini" bilmeye dayanır. Aksine bunun yolu, sadece aklî delildir. Bunu da, şöyle diyerek isbat edebiliriz: Allahu Teâlâ'nın bütün fiilleri son derece muhkem ve sağlamdır. Muhkem ve yerli yerinde olan iş, onun failinin âlim birisi olduğuna delâlet eder. Allahu Teâlâ'nın âlim olmasının delili, bizim söylediğimiz bu husus olunca ve O da, kendisinin bütün malûmatı bildiğini, "Şüphe yok ki, ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" beyanıyla belirtince bunun peşinden buna delâlet eden aklî delili getirmiştir ki, o da şudur: Kendisinin, rahmin karanlıkları içerisinde şu hayranlık verici bünyeyi ve bu ilginç terkibi şekillendiren; onu, gerek şekil, gerek tabiat ve gerekse nitelikleri bakımından çeşitli olan uzuvlardan meydana getirmiş olan Zât olduğudur.

Buna göre bu bünyenin bir kısmı kemik, bir kısmı kıkırdak, bir kısmı atar ve toplar damarlar ve bir kısmı da kaslardan teşekkül eder. Sonra Cenâb-ı Hak, bunları birbirine, en güzel bir biçimde ve en mükemmel bir biçimde ekleyerek, onları bir tenâsüb içinde telif etmiştir. Bu da, O'nun kudretinin tanrılığına delâlet etmektedir. Çünkü O, nutfenin bir damlasından, karakter, şekil ve renk bakımından muhtelif olan şu uzuvları yaratabilmiştir...

Yine bu, Cenâb-ı Hakk'ın âlim olduğunu da gösterir. Çünkü, son derece muhkem ve güzel olan bir iş ancak, o işi çok iyi ve detayıyla bilen bir kimseden sudur eder. Buna göre Hak Teâlâ'nın: "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur" beyânı, Cenâb-ı Hakk'ın bütün mümkinâta kadir olduğuna ve, "Şüphe yok ki ne yerder ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" âyetinin ifâde ettiği mânanın doğruluğuna delâlet etmiş olur.

Allahu Teâlâ'nın bütün malûmatı bildiği ve bütün mümkinâta kadir elduğu sabit olunca, O'nun bütün ""muhdes've "mümktnât'm "kayyÛm"u olduğu da ortaya çıkmış olur. Böylece bütün bunların, daha önce CenâbJı Hakk'ın "Hayy" ve "Kayyûm" olduğuna dair zikredilen hususların bir izahı gibi olduğu ortaya çıkmış olur. Bütün bu incelikleri iyice düşünen kimse, bundan daha çok faydalı; tertibi bundan daha güzel olan ve kalblerde bundan daha fazla müessir olan bir kelâmın varlığının düşünülemeyeceğini anlamış olur. [11]

 

Hz. İsa'yı Tanrılaştıran Hristiyanların Bahaneleri

 

İkinci ihtimal: Bu, âyetlerin sebeb-i nüzule göre değerlendirilip açıklanmasıdır.Bu böyledir, çünkü hristiyanlar Hz.İsa'nın ulûhiyyetini iddia etmişler ve bu hususta şu iki çeşit şüpheye dayanmışlardır:

Bunlardan birisi, müşahedeye dayanan birtakım mukaddimelerden çıkarılan (istihraç) şüphedir.

Diğeri ise, ilzâmî olan birtakım mukaddimelerden çıkarılmış olan şüphedir.

Müşahedeye dayanan birinci şüpheye gelince, onların bu husustaki dayanakları şu iki şeyedir:

a) İlmi alâkadar eden husus.

b) Kudreti alâkadar eden husus...

İlimle ilgili olana gelince bu, Hz. İsa (a.s)'ntn gayb'den haber vermesidir. Meselâ o şu adama: "Sen evinde şunu yedin!.. berikine de: "Sen de evinde şunu yaptın!" diyebiliyordu. Hristiyaniarın bu çeşit şüpheleri,ilmi alâkadar etmektedir.

Onların kudretle ilgili olan şüphelerine gelince, bu, Hz. İsa'nın ölüleri diriltmiş olmast, anadan doğma körlerle, alacalı hastalan iyileştirmesi; çamurdan kuş gibi şekiller yapıp, ona üflemesi, akabinde de bunun, Allah'ın izniyle kuş olması., gibi hususlardan ileri geliyordu.

Hristiyanlann, işte bu çeşit şüpheleri kudreti alâkadar eden şüphedir. Hristiyanların bu meselede, bu iki çeşit şüpheden başka herhangi bir şüpheleri yoktur. Sonra Cenâb-ı Hak, onların Hz. İsa'nın ulûhiyyeti konusundaki görüşleri ile, teslîs konusundaki görüşlerinin bâtıl olduğuna, tavsifiyle istidlal edip "İlâhın Hayy ve Kayyûm olması gerekir. Hz. İsa ise, ne Hayy'dır, ne de Kayyûm'dur" demek isteyince, Hz. İsa'nın bir ilâh olmadığına kesinkes hükmetmek gerekmiştir. Böylece de Cenâb-ı Hak, bu ifâdenin peşinden, bu iki şüpheye cevap olacak şeyi iyice izah etmek için, işte bu âyeti getirmiştir. [12]

 

Hristiyanların Delillerinin Çürütülmesi

 

Birinci şüpheye cevap: Bu şüphe ilmi alâkadar eden şüphe olup, bu da onların, "Hz. İsa gayblardan haber vermiştir. Binâenaleyh onun bir ilâh olması gerekir" demeleridir.

Cenâb-ı Hak bu şüpheye, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah a gizli kalmaz" diyerek cevap vermiştir. Bu cevabı şu şekilde açabiliriz: Hz. İsa'nın gayba dair bazı şeyleri bilmesinden onun ilâh olması gerekmez. Çünkü onun bunları ancak Allah'ın kendisine vahyetmesi ve ona bunları Öğretmesiyle bilebileceği muhtemeldir. Ancak şu var ki, onun gayba dair diğer bazı şeyleri bilip ihata edememesi, onun ilâh olmadığına kat'î olarak delâlet etmektedir. Çünkü ilâh, yerde ve gökte hiçbir şeyin kendisine saklı kalamıyacağr Zâttır. Çünkü ilâh, yaratan Zâttır. Yaratıcının ise, mutlaka, yarattığı şeyleri detayıyla bilmesi lâzımdır. Hz. İsa (a.s)'nın ise, bütün malûmatı ve mugayyebâtı (gaibleri) bilmediği zaruri bir keyfiyettir. Hem nasıl olur ki! Hhstiyanlar, Hz. İsa'nın, onun kendi ölümünden dolayı feryâd ü figân ettiğini söylüyorlar!... Eğer o, bütün gaybleri bilmiş olsaydı, kavminin kendisini yakalayıp öldürmek istediklerini, ve böylece de ona eziyyet edip acılar tattıracaklarını bilir ve böylece de onlar kendisini yakalamadan önce, onlardan kaçardı!.. Gayba dair bu şeyleri bilemeyince, onun bütün malûmatı ve mugayyebâtı bilmediği, haliyle ortaya çıkmış olur. Halbuki ilâh ise, hiçbir malûmatın kendisine saklı kalamıyacağı bir zâttır. Binâenaleyh, Hz. İsa'nın bir ilâh olmadığına'kesinlikle hükmetmek gerekir.

Böylece de gayba dair bazı şeyleri bilmek ile istidlal etmenin, ulûhiyyetin bulunduğuna delâlet edemeyeceği sabit olmuş olur. Ama, gayba dair bazı

şeyleri bilememek, o kimsenin bir ilâh olmadığına kesinlikle delâlet etmektedir. İlmi alâkadar eden birinci şüpheye verilen cevap işte budur.

İkinci şüpheye cevap, ki bu şüphe kudret ile ilgili olan şüphedir. Allahu Teâjâ bu şüpheye de, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur" beyanıyla cevab vermiştir. Buna göre mâna şöyledir: Bazı şekil ve suretlerde, onun sözüne uygun olarak öldürüp diriltmenin bulunması, Hz. İsa'nın ilâh olduğunu göstermez. Çünkü, Allahu Teâlâ'nın bu diriltme sayesinde, onun mucizesini izhâr etmek ve ona ikramda bulunma ihtimali mevcuttur.

Ama, Hz. İsa'nın bazı suret ve şekillerde öldürme ve diriltmeyi meydana getirememesi, onun ilâh olmadığına delâlet eder. Bu böyledir, çünkü ilâh nutfenin en küçük parçasından, rahimlerde şu hayranlık uyandıran terkibi ve bu şaşırtıcı telif ve teşkili meydana getirmeye kadir olan zâttır. Hz. İsa'nın ise, bu tarzda öldürüp diriltmeye kadir olamadığı matûmdur. Hem nasıl olur ki?.. Eğer o buna kadir olsaydı, hristiyanların iddiasına göre, onu yakalayıp öldüren kimseleri, aksine o öldürürdü. Böylece, bazı şeylerde onun sözüne uygun olarak öldürüp diriltmenin bulunması onun bir itâh olduğuna delâlet etmeyeceği ortaya çıkmış olur. Ama, bazı şekil ve suretlerde, onun maksadına uygun bir şekilde öldürüp diriltmenin olamaması, onun bir ilâh olmadığına delâlet eder. Böylece şu anlattıklarımızla, bu ikinci şüphenin de hükümsüz ve mânâsız olduğu ortaya çıkmış olur.

İlzâmî olan İkinci şüpheye gelince, bu, ilzâmî olan birtakım mukaddimelere dayandırılan şüphedir. Bu da, iki çeşittir:

a) Hristiyanlar şöyle diyorlar: "Ey müslümanlar, Hz. İsa'nın beşer olan bir babasının olmadığı hususunda bize muvafakat ediyorsunuz. O halde, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olması gerekir!" İşte Cenâb-ı Hak buna da, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren O'dur" diyerek cevap vermiştir. Çünkü âyette söz konusu olan "şekillendirme" işi, Allah'tan sudur eden bir iş olunca, işte bu sebeple Allahu Teâlâ isterse onu, bir babanın nutfesi vasıtasıyla şekillendirir,  isterse bir baba olmaksızın  doğrudan  doğruya şekillendirir. [13]

 

Hz. İsa'nın Allah'ın Kelimesi ve Ruhu Olmasının Mânâsı

 

b) Hristiyanlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Hz. İsa'nın, "Allah'ın kelimesi ve ruhu" olduğunu söylemiyor musun? İşte bu da onun, Allah'ın oğlu olduğuna delâlet eder.." dediler. Cenâb-ı Hak da, buna şu şekilde cevap vermiştir: "...Bu lafzı bir ilzamdır. Lafz ise, hakikî ve mecazî mânalara gelebilir.. Lafzın zahiri aklî delile ters düşecek bir biçimde varid olursa, müteşâbihat faslından olur. O halde bu lafzı tevil etmek gerekir. İşte, bu da Hak Teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren O'dur. O'ndan bir kısım âyetler muhkemdir ki, bunlar kitâbm anası (esast)dır. Diğer bir kısmı da, müteşâbihtirler..." (âı-ı imrân buyruğu ile kastettiğidir. Bizim bu anlattığımız şeylerle, O'nun tavsifinin, Mesih'in ne ilâh, ne de Allah'ın oğlu olmadığına delâlet eden delile işaret olduğu ortaya çıkmış olur. Hak Teâlâ'nın, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz" beyânı, ilmi alâkadar eden şüphelerine cevap; "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren O'dur" beyanıise, onların, Hz. İsa'nın öldürüp diriltmeye kadir olması ile onun beşer olan bir babasının olmaması, bundan dolayı da onun Allah'ın oğlu olması gerektiği şeklindeki istidlallerine bir cevap; Hak Teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren O'dur. O'ndan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitâbm anası (esası)dır. Diğer bir kısmı da, müteşâbihtirler..." (âı-i imrân, 7) âyeti de, onların Kur'ân'da, "İsa Allah'ın ruhu ve kelimesidir" şeklinde bulunan tavsîfe (Nisa, i7i)tutunmalarına bir cevaptır. Bizim söylediğimiz ve özetlediğimiz bu açıklamaları, kim iyice anlar ve kavrarsa, bu Kur'ânî ifâdelerin kısalıklarına rağmen, bu konuda kelâmcıların zikretmiş oldukları bütün şeylerden daha çok faydalı olduğunu ve daha iyi sonuç verdiğini ve, bu mesele hakkında söz konusu olabilecek bütün delilleri, şüpheleri, soruları ve bunların cevaplarını, işte bu âyetin içine aldığını anlar. Bizi, bütün bunlara ulaştıran Allah'a hamd olsun.. Allah bizi bunlara kavuşturmasaydı, biz kavuşamazdık...

Bu âyetlerin tefsiri hususunda bizden önceki müfessirlerin görüşlerini zikretmiyoruz. Çünkü buna ihtiyaç yoktur. İsteyen kimseler, kitaplara müracaat edebilirler. Sonra Cenâb-ı Hak, hristiyanların şüphelerine cevap verince, hristiyanları "teslîs" akidesinden men etmek için, tevhîd akidesini tekrar zikrederek, "O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. Or mutlak gâlibh'r. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Buna göre Aztz, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin tamlığına; Hakîm ise ilminin mükemmelliğine işarettir. Bu da, Hz. İsa'nın bazı gaybları bildiğinin, bazı suretlerde öldürmeyi ve diriltmeyi meydana getirmeye kadir olduğunun onun ilâh olmasına kâfi gelmeyeceğine dair, daha önce geçmiş olan açıklamaların yeniden bir anlatımı ve te'kîdidir. Çünkü ilâhın kudretinin mutlaka tam olması gerekir, ki bu da bu tavsiftek ilminin de mükemmel olması gerekir ki, bu dalafzının ifâde ettiği hususlardır.

Geriye ise, âyetle ilgili bazı ince meselelerin izahı kalmıştır. Hak Teâlâ'nın,

"Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" buyruğundan murad, Allah'a hiçbir şeyin saklı ve gizli kalamayacağıdır.

Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak, mutlak bıraksaydı daha belîğ olacağı halde, niçin "yerde ve gökte" buyurmak suretiyle kayıtlamıştır?" denilirse, biz deriz ki:

Bundan maksat, kullara, ilminin mükemmelliğini anlatmaktır. Onların bu mânayı ve inceliği anlamaları, gökler ve yerler zikredildiği zaman daha güçlü otur. Bu böyledir, çünkü hissiyatımız, göklerin ve yerin azametini görünce, aklın Allah'ın ilminin azametini tanımasına yardımcı olur. Hissiyat, matlûb oianı elde etme konusunda akla yardımcı olduğu zaman, anlama ve kavrayış daha tam, idrâk daha mükemmel olur. jşte bu sebepten dolayı, ince nüktelerin izah edilmesi istendiğinde, bu mânaları anlatmak için birer örnek zikredilir. Çünkü misâl getirmek, anlamaya yardımcı olur.

Cenâb-ı Hakk'ın:"Sizi şekillendiren O'dur" beyânına gelince, Vahidî şöyle der: "Tasvir" bir şeye bir suret ve şekil vermektir. Suret ise, o şeyin cüzleri arasında bir uyum sağlanmak istendiği zaman, o şeyin meydana gelen şeklidir. Bu kelimenin aslı, bir kimse bir şeyi eğdiği zaman söylenilenetmiş, onlara benzemiştir. Bu husustaki sözün tamamını, Hak Teâlâ'nın:"Onları kendine meyletttir" {Bakara, 260) âyetinin tefsirinde zikretmiştik.

Erhâm kelimesine gelince, bu rahim kelimesinin çoğuludur. Bunun kökü de, "rahmet" kelimesinden gelir. Bu böyledir, çünkü aynı anneden doğmak, kardeşlerin birbirine merhamet edip şefkatli davranmalarını gerektirir. İşte bu sebepten dolayı bu uzuv, "rahim" diye adlandırılmıştır. Allah en iyisini bilendir. [14]

 

"Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da, müteşabihtirler. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak ve onun teviline yeltenmek için onun müteşabih olanma tâbi olurlar. Halbuki onun tevilini Allah 'dan başkası bilemez. İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imiz katındandır" derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebillir(Âl-i İmrân, 7).

Bit ki, bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [15]

 

Birinci Mesele    

 

Biz, Hak Teâlâ'nın,  'Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" ifâdesinin, kendisinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki ihtimalin bulunduğunu söylemiştik:

a) Bunun, Hak Teâlâ'nın "Kayyûm" olmasının bir takriri ve te'kîdi gibi olması.

b) Bunun, hristiyanların şüphelerine mukabil verilmiş bir cevap olması..

Birinci ihtimale göre biz deriz ki, Cenâb-ı Hak, kendisinin Kayyûm olduğunu ve mahlûkatın bütün maslahatlarını yerine getiren zât olduğunu oeyân etmek istemiştir. Mahlûkatın maslahatları ise iki kısımdır:

1- Cismanî, 2- Ruhanî...

Cismanî olanların en şereflisi, bünyenin düzgün ve yerli yerinde olması, mizacın da en güzel suret ve en güzel şekillere göre düzenlenmiş (tesviye) olmasıdır. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Analarınızın rahminde sizi şekillendiren O'dur" buyruğu ile murad edilendir.

Ruhanî maslahatların en şereflisi ise, ruhun, kendisiyle beraber bütün mevcudatın suretlerinin kendisinde tecellî eden parlak ve cifâlı bir ayna gibi olduğu ilimdir... Bu da, Hak Teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren Odur" beyânı ile murâd edilendir.

İkinci ihtimale gelince, biz hristiyanların şüphelerinden birisinin de, Kur'ân'da Hz. İsa'nın sıfatıyla ilgili olarak geçen, "O, Allah'ın ruhu ve kelimesidir.." (nisa 171)âyetine sarılmaları olduğunu daha önce söylemiştik. İşte bu sebeple bu âyet ile Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih âyetleri ihtiva ettiğini; müteşâbihata sarılmanın caiz olmadığını beyân buyurmuştur. Bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti işte budur. Bu ise, son derece güzet ve doğrudur. [16]

 

Muhkem Âyetler              

 

Bit ki Kur'ân-ı Kerim, kendisinin tamamiyle muhkem yine tamamiyle müteşabih; aynı şekilde bir kısmı- nın muhkem, bir kısmının da müteşabih olduğuna delâlet etmektedir.

Kur'ân'ın tamamiyle muhkem olduğunu gösteren Cenâb-ı "Elif-Iâm:râ. Bunlar, hakîm (muhkem) olan bir kitabın âyetleridir" (Yunus, 1) verâ, (Bu), âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır" (Hûd, ıj âyetleridir.

Buna göre Cenâb-t Hak, bu iki âyette Kur'ân'ın tamamının muhkem olduğunu belirtmiştir. Bu mânadaki "muhkenV'den murad, Kur'ân'ın hak, lâfızları fasih, mânaları da sahîh bir kelâm olduğudur, kur'ân-ı Kerîm, lafızlarının fesahati ve mânalarının kuvveti bakımından, söylenilen bütün söz ve kelâmlardan daha üstündür. Bu iki sıfat hususunda, Kur'ân'a denk olabilecek bir söz söylemeye hiç kimse güç yetiremez. Araplar, muhkem yapılan ve çözülmesi mümkün olmayan sağlam akidler hakkında, "Bu muhkemdir!.." demektedirler. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ın tamamını muhkem diye vasfetmesinin mânası budur.

Kur'ân'ın tamamının müteşabih olduğunu gösteren ise,"Allah, sözün en güzelini müteşabih ve mesânî bir kitap halinde indirdi" (Zumer. 23) âyetidir. Bunun manası, "güzellik bakımından Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmına benzer ve birbirini doğrular" demektir. Hak Teâlâ: "Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer O, Allah'dan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki onun içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisa. 82) âyetiyle de işte buna işaret etmektedir. Yani, "Onun bir kısmı bir kısmını nakzeder, fesahat veya rekâkette söz birliği dağılırdı" demektir.

Kur'ân'tn bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşabih olduğunu gösteren âyet ise, bizim şu anda tefsirini yaptığımız âyettir. Bu sebeple önce

lügat bakımından "muhkem" ve "müteşâbih"\n ne olduğunu; sonra da şeriat ödündeki mânâlarını tefsir etmemiz gerekir.

"Muhkem"e gelince: Araplar "Geri çevirdim, mâni oldum" mânasında derler. Zâlimi zulmünden men ettiği için hakime, "Hâkim" denilmiştir. Atın başkaldırmasını önledjği için, geme de denilmiştir. Neha demiştir. Yani, "Çocuğunu kötülüklerden men ettiğin gibi yetimi de men et." Cerîr ise,  demiştir. Yani, "Cahillerinize (sefihlerinize) mâni olun, onları engelleyin." Yine, denilir. Yani, "Kendisine saldıracak kimseleri men edebilecek, muhkem ve sağlam bir yapı."... Uygun olmayan şeyleri engellediği için de "hikmef'e bu ad verilmiştir. [17]

 

Müteşâbih Âyetler

 

"Müteşâbih" kelimesine gelince bu, iki şeyden birinin^zihni tefrik etmekten âciz bırakacak bir tarzda, diğerine benzemesidir. Nitekim Hak Teâlâ:"Çünkü bizce birçok inekler birbirine benzemektedir"(Bakara, 70) cennet meyvelerinin vasfı hususundao, birbirinin benzerleri olarak onlara sunuldu" {Bakara,25)yani "görünüşleri aynı, tadları farklı olarak sunuldu" ve Kalbleri birbirine ne kadar da benzemişl.." (Bakara, 118) buyurmuştur. Yine, kişi iki şeyi birbirinden ayıramadığı zaman,

denilmesi de böyledir. Helâl-haram demeyip ihlâl eden kimselere de (ashâbu'l-mahârîk), ashâbu'ş-şubeh (şühpe ashabı) denilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: (bir başka rivayette deşeklindedir). "Helâl bellidir; haram da bellidir. Bu ikisi arasında ise, şüpheli birçok şeyler vardır.[18]

Sonra, insan, müteşâbih olan iki şeyi birbirinden ayırdetmede acze düşünce, -müsebbebe (neticeye) sebebin vasfını verme kabilinden olarak- kesin bir bilgiye ulaşamadığı şeyi insan "müteşâbih" diye niteler; Bunun bir benzeri de, "müşkil" kelimesidir. O, müşkil olduğu için, yani başkasının şekline girip, ona benzediği ve böylece de o İkisi birbirine benzeştiği için bu adla adlandırılmış; daha sonraysa, kapalılığı her ne kadar bu cihet itibariyle değilse bile, gizli ve kapatı olan her şeye, "müşkil" adı verilmiştir. Burada şöyle denilmesi de ihtimal dahilindedir: Müşkil, sabit olup olmadığı bilinemeyen, varlığı, akıl ve zihinde, yokluğuna müsavî ve ona müşabih olanı, birini diğerinden ayırdetmede ağırbasan taraf bulunmayan şeye denir. Nitekim bilinmeyen, malûm olmayana da müteşâbih denir.

İşte, lügat itibariyle "müteşâbih" ve "muhkem" kelimelerinin tahkiki budur. Biz deriz ki:

İnsanlar, muhkem ve mûteşabih kelimelerinin tefsiri konusunda birçok açıklamalarda bulundular. Biz de, muhakkik ulemâdan ekseriyetin benimsemiş olduğu özet izahı zikredeceğiz.. Sonra da, diğer insanların bu konudaki görüşlerini anlatacağız.

Diyoruz ki:

Bir mânâyı ifâde için konulmuş (mevzu) olan lafız, bu manadan başkasına da ya muhtemeldir, ya da değildir. Eğer lafız bir manayı ifâde için vaz' olunmuşsa ve bu mânadan başkasına da ihtimali yoksa, buna "nas" denilir.

Bu lafzın başka manaya da muhtemel olmasına gelince, bu durumda, lafzın iki mânadan birisine ihtimali ya diğerine baskın ve üstün (râcih) olur, veya böyle olmayıp, iki mânaya da ihtimali müsavi olur.

Eğer, lafzın iki mânadan birisine ihtimali diğerine râcih, yani üstün olursa, bu lafız, râcihe nisbetle "zahir", "mercûh"a, (kendisine üstün gelinilene) nisbetle de "müevvel" olarak isimlendirilir.

Lafzın iki manaya da ihtimalinin müsavi olması haline gelince, lafız, ikisine nisbetle "müşterek" belirtilmek suretiyle ikisinden birine nisbetle de "mücmel" olarak isimlendirilir.

Yaptığımız bu taksime göre şu sonuç ortaya çıkmıştır: Lafız ya "nass" ya "zahir", ya "müevvel", ya "müşterek", ya da "mücmel" olur.

"Nass" ve "zâhir"e gelince, bunlar tercih konusunda müşterekdirler. Ancak ne var ki "nass", başka mânaya mâni olan râcihtir. "Zahir" ise, başka mânâya mâni olmayan râcihtir. İşte bu ortak mikdar, "muhkem" olarak isimlendirilmektedir.

Mücmel ve müevvel'e gelince bunlar, lafzın bu mânaya delâletinin râcih olmadığı hususunda müşterektirler. Mücmel, her ne kadar râcih olmasa dahi, mercûh da değildir. Müevvel ise, ayrı bir delilin bulunması durumu müstesna, râcih olmasa bile mercûhtur. (İşte mücmel ile müevvel arasındaki) bu ortak hususiyet "mûteşabih" diye adlandırılmıştır. Çünkü anlayamamak, her iki kısımda da söz konusudur. Biz ise daha önce, ya bilinmeyen şeyin nefyi, zihnen o şeyin isbâtına benzediği için, yahut da kendisinde "teşâbüh"ün, benzeşmenin meydana geldiği lafız anlaşılmaz olduğu için, o şeyin "müteşâbih"   diye   isimlendirildiğini   böylece   de   "sebeb"in   ismini"müsebbeb"e  ıtlak etmek suretiyle  bu  bilinmeyen  şeye,   "müteşâbih" lâfzının isim olarak verildiğini beyân etmiştik..

Muhkem ve müteşâbih hakkında son söz budur.

Sonra bil ki, lâfız iki mefhuma nisbetle de müsavi olursa burada zihin duraksar. Meselâ, hem "hayz"a, hem de temizlik mânasına gelebilen ijîlî kelimesinde olduğu gibi... Buradaki zorluk ve müşkillik, esas vaz' itibariyle lafzın iki mânadan birisi hakkında "râcih", diğeri hakkında da "mercûh" olmasında; sonra da "râcih"in bâtıl, mercûhun da gerçek olmasındadır. Bunun Kur'ân'dan misâli, Cenâb-ı Hakk'ın:

"Bir memleketi helak etmek istediğimiz vakit onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlanna emrederiz de, onlar orada İtâattan çıkarlar, böylece de Uahî söz onlar hakkında hak olur" (jsrâ. ıe> âyetidir. Bu âyetin zahirine göre, onlar, itâattan çıkmakla emrolunmaktadtrlar... Bu âyetin muhkemi ise,  "Allah çirkin olanı emretmez" (A'râf, 28) âyetidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlerden nakletmiş olduğu, "Onlar bir hayâsızlık yaptıklarında, "Biz atalarımızı da bunu yaparlarken bulduk, Allah bize bunu emretti" (Araf.2a)şek­lindeki iddiaya bir reddiyedir. Cenâb-ı Hakk'ın,"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (Tevbe. 67) âyeti de böyledir. "Nisyân" (unutmak) kelimesinin zahirî mânası, "ilm"in zıddıdır. Buna göre, kelimenin (kabul edilen) mercûh mânası da, terketmektir. (Yani, "Allah da onlara lütufta bulunmayı bıraktı, terketti demektir.) Bu husustaki muhkem âyetler ise,  "Sen/n Habb'tn ünutucu değildir " (Meryem,64» ve "Benim Rabb'lm ne şaşırır ne de unutur!.." (Ta-hâ, 52) âyetleridir.

Şunu bil ki, bu çok büyük bir mevzudur. Diyeceğimiz şu ki, her bir mezheb sahibi, kendi mezhebine, görüşüne muvafık âyetlerin muhkem, muarızının görüşüne muvafık âyetlerin de müteşâbih olduğunu iddia etmektedir. Meselâ Mu'tezile, Cenâb-ı Hakk'ın 'Dileyen İmân etsin; dileyen kâfir olsun" (Kem, 29) âyetinin muhkem   "Alemlerin Rabb'İ olan Allah dilemeyince, siz de dileyemezsiniz "(Tekvir, 29)

âyetinin de müteşâbih olduğunu öne sürmektedir. Ehl-i sünnet ise, bunu tersine çevirir... Bundan dolayı bu konuda, kendisine müracaat edilecek o(an bir kanunun tesbit edilmesi gerekir.

Buna göre biz deriz ki: Lafız iki manaya ihtimalli olur; onun, bu mânalardan birisine nisbetle ihtimâli râcih, diğerine nisbetle de ihtimâli mercûh olur ve biz de, lafzın mânasını râcih olana hamteder de mercûh olana hamletmezsek, işte bu "muhkem"; eğer biz lafzı, mercûh olan mânaya hamleder de râcih mânaya hamletmezsek, işte bu da "müteşâbih" olur. Buna göre biz deriz ki, lafzı râcih olan mânasından alıp rnercûh olan mânaya hamletmemiz için, mutlaka bu konuda ayrı bir delilin bulunması gerekir. Bu ayrı delil de, ya lafzı, ya da aklî bir delil olur.

Birinci kısım (lafzı delil): Biz deriz ki bu, bu iki lafzı delil arasında bir çelişki bulunduğu zaman hasıl olur. Bu iki delil arasında da bir çelişki bulunduğu zaman, diğerinin zahirini gözetmek için, birinin zahirî manasını bırakmak, bunun aksinden daha evlâ değildir. Meğer ki şöyle denilsin: Bunlardan birisi, o mânaya delâleti konusunda kat'î olur, diğeri ise kat'î olmazsa, işte bu durumda bir rüçhaniyet durumu meydana gelmiş olur. Veyahut da şöyle denilebilir: "Bunlardan her biri, her ne kadar râcih ise de, ne var ki onlardan birisi tercihe daha şayan (ercah) olursa, bu durumda bir rüçhaniyet sözkonusu olur. Ancak biz şöyle diyoruz: "Birinci durum bâtıldır; çünkü lafzî deliller kesinlikle kat'î olamazlar. Çünkü her lafzî delil, kelimelerin başka başka lehçelerdeki nakline, çeşitli sarf ve nahiv kurallarının nakline; müşterek, mecaz, tahsîs ve takdir (izmâr) gibi hususların olmamasına ve naklî delil ile aklî delil arasında bir çelişkinin bulunmamasına dayanır. Bütün bunların meydana gelmesi ise, kat'î olmayıp zannîdir. Zannî olan şeye dayanan şeyin, zannî olması ise daha uygundur. Böylece, lafzî delillerin hiçbirinin kesin bir delil olamayacağı ortaya çıkmış olur.

İkinci kısma (aklî delil) gelince, şöyle denilebilir: İki delilden biri, diğerinden daha kuvvetlidir. Eğer, her ikisinde de aynı ihtimal söz konusu ise, bu doğrudur; ancak, bu duruma göre lafzî delili zahirinden alıp, mercûh olan mânaya hamletmek zannî olur. Bu gibi şeylere ise, usûle dair (itikadı) meselelerde dayanmak caiz değildir. Aksine bu gibi delillere, furû-ı fıkıh meselelerinde dayanılır. Böylece zikrettiğimiz bu husus ile, lafzı râcih olan mânasından alıp mercûh olan mânaya vermek, kat'î (itikadî) meselelerde caiz değildir. Ancak, lafzın zahirinin imkânsızlığını ihsas ettirecek, aklî ve kat'î bir delilin bulunması durumu müstesna...

Biz kısaca şunu anlamış olduk ki, lafzi mercûh olan mânasında kullanmak, zahirî mânasına hamletmek mümkün olmadığı zaman caizdir. İşte bu durumda da, tevil yapmak gerekir. Böylece, lafzi râcih olan mânasından alıp mercûh olan mânasına hamletmenin, ancak râcih olan mânanın aklen imkânsız olduğuna dair kat'î - aklî bir delilin olması durumunda mümkün olacağı ortaya çıkmış olur. Sonra, böyle bir delil bulunup, mükellef de, Allah'ın muradının, o lafzın zahirinden murad edilen şey olmadığını anlarsa, bu durumda mükellef

mercûh olan o mânanın ne olduğunu bilmek zorunda değildir. Çünkü bunu bilmenin yolu ancak, bir mecazı başka bir mecaza, bir tevili başka bir tevile tercih etmekte olur. Bu tercih ise, ancak lafzî bir delil ile mümkün olur. Lafzî deliller ise, yukarda da açıkladığımız gibi zannîdirler; bilhassa, bir mercûh mânâyı başka bir mercûh mânâya tercih etme hususunda kullanılan deliller son derece zayıf olur.. Bütün bunlar, ancak bir zannı ve zayıflığı ifâde ederler. Kat'î meselelerde bu gibi delillere dayanmak imkânsızdır.

Metod bakımından şu güçlü tahkikten, incelemeden dolayı, lafzi zahirî mânâsına hamletmenin imkânsız olduğuna dair kat'î delillerin bulunmasından sonra, tevîl suretiyle o lafzın mânâsını tayine çalışmak olmaz.. Bu konuda söyleyebileceğimiz şeyler, işte bunlardan ibarettir. Doğruluk ve hidâyete ileten Allah'dır. [19]

 

Muhkem ve Müteşabih Hakkında Görüşler

 

Âlimlerin   muhkem   ve   müteşâbih   hakkındaki grüşleri 

Birinci  görüş: İbn  Abbas  (r.a)'dan   nakledilen görüştür. O, şöyle demiştir: Muhkem âyetler, En'âm

süresindeki şu üç âyettir: "Deki: "Celin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım. O'na hiç bir şeyi ortak yapmayın. Anaya babaya iyilik edin. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkını biz vereceğiz. Fuhşiyâtın açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram ettiği cana kıymayın. İşte (Allah) sizer aklınızı başınıza alasınız diye, bunları emretti. Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru yapm. Biz, hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi teklif etmeyiz. Bir söz söylediğinizde, (hakkında konuşacağınız kimse) akrabanız dâhi olsa, adaleti gözetin. Allah m ahdini yerine getirin. İşte (Allah) iyice düşünesiniz diye, size bunları emretti. Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. (Başka) yollara tâbi olmayın. Sonra sizi O (Allah)'m yolundan ayırır. İşte (Allah), tttika edesiniz diye, size bunları emretti" (En-am, 151-153). Müteşâbih âyetler ise, yahudilere müteşâbih gelen âyetlerdir. Bunlar, sûrelerin başlarında zikredilen hurûf-u mukattaadır. Çünkü yahûdiler, bu harfleri ebced hesabına göre mânâlandırıyor ve bunlardan ümmet-i Muhammed'in ömrünün ne kadar olacağını çıkarmak istiyorlardı. İşte bu nedenle, iş onlara karışık gelmiş ve müteşâbih olmuştur.

Ben de derim ki: Allah tarafından olan mükellefiyetler iki kısma ayrılır. Bunların bir kısmı, şeriatların değişmesi ile değişmesi caiz olmayanlardır. Meselâ, Allah'a itaat etmeyi, zulüm, yalan, cehalet ve haksız yere adam

Öldürmekten kaçınmayı emretmek gibi... Bir kısmı ise, şeriatlara göre değişen mükellefiyetlerdir. Meselâ, namazların sayısı, zekâtın miktarı, alış-veriş, nikah ve benzeri şeylerin şartları gibi... Buna göre birinci kısım, İbn Abbas'a göre muhkem diye adlandırılan kısımdır. Çünkü En'âm süresindeki üç âyet, bu kısmı kapsamaktadır.

Müteşâbih'e gelince bu, bizim mücme! diye adlandırdığımız şeydir. Bu da, aynı anda iki ayrı mânaya delâlet eden lafızdır. Çünkü bu lafızların, kendisiyle tefsir edilebildiği bütün mânalara delâletleri, mütesaviyen olup, ayrıca bir delil ile olmamaktadır. Nitekim biz bu hususu, Bakara sûresinin başında özetle açıklamıştık...

İkinci görüş: Bu da İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Bu görüşe göre Muhkem, nâsih olan; müteşâbih ise mensûh olan âyetlerdir.

Üçüncü görüş: Esamm şöyle demiştir: "Muhkem, delâleti açık ve sarih olandır. Meselâ, Allahu Teâlâ'nın, mahlûkatı yaratmasıyla alâkalı olarak şu âyetlerde bildirdiği şeyler gibi... "Sonra, nutfeyi de alaka haline getirdik" (Mü'minun, 16); "Canlı olan herşeyi sudan yarattık" (Enbiya, 30) ve, "Gökten r su indirdi de, o su f/e, size nzık olmak üzere, (çeşitli) meyveler bitirdi" (Bakara, 22). Müteşâbih ise, bilinip ortaya konulabilmesi için, düşünüp tefekkürde bulunmaya ihtiyaç gösteren şeydir. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, insanlar toprak olduktan sonra, onları yeniden dirilteceğine dair hükmetmesi gibi... Eğer onlar, bu hususu iyice tefekkür edip düşünürler ise, onlara göre müteşâbih olan, muhkem hale gelir. Çünkü ilk başta yaratmaya kadir olan, onu tekrar yaratmaya da kadirdir."

Bil ki, Esamm'ın bu sözü fazla açık değildir. Çünkü eğer o, "muhkem, delilleri açık olandır" sözüyle muhkemin, lafzının manasına olan delâleti belli ve râcih olan şey olduğunu; müteşâbih'in ise, böyle olmayan şey olduğunu ve bunun da ya denk olan mücmel, yahut da mercûh olan müevvel (el-müewelü'l-mercûh), (el-mücmelu'l-mütesâvî) diye iki kısma ayrıldığını kastediyorsa, bu, bizim daha önce zikretmiş olduğumuz husustur. Eğer bu ifâdesi ile muhkemin, delilsiz olarak mânâsının doğruluğu bilinen şey olduğunu kastediyorsa, bu durumda "muhkemin mânası: "Aklın zarurî olarak doğruluğunu bildiği şey"; müteşabih'in mânası ise: "Aklın delile dayanarak doğruluğunu bildiği şey" demek olur. Buna göre Kur'ân'ın tamamı müteşâbih olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra nutfeyi de 'alaka haline getirdik" (Müminun, 16) âyeti, doğruluğunun bilinmesi hususunda aklî delillere ihtiyaç duyulan bir husustur. Tabiatcılar bunun sebebinin ya tabiatlar ve mevsimler fusûl), yahut yıldızların tesirleri, ya da dört ana maddenin birleşme ve kaynaşma özellikleri olduğunu söyler. Keza ölümden sonra diriltilme ve hasrolunmanın isbatı bir delile muhtaç olduğu gibi o olayların Allah Teâlâ'ya isnâd edilmesi de bir delile muhtaçtır.

Esamin şöyle diyebilir: "Bu şeylerin hepsi bir delile muhtaç ise de bunlar, bir taraftan mukaddimeleri -nâdir istisnalar dışında-, hatalardan emin olunacak şekilde, tertipli ve açık olması itibariyle hakkındaki delil zahir olan, diğer taraftan hakkındaki delil gizli, mukaddimeleri hem çok, hem de tertipsiz olan diye iki kısma ayrılıp birinci kısma muhkem, ikinci kısma ise müteşâbih denir.

Dördüncü görüş: İster açık bir delil ile olsun, ister gizli bir delil ile olsun, bilinebilen herşey muhkem, bilinmeyen herşey de müteşâbihtir. Meselâ, kıyametin ne zaman kopacağını, insanların sevab veya cezalarının miktarını bilmek gibi.. Bunun bir benzeri, Allah Teâlâ'mn, "Sana kıyametin ne zaman demir atacağını sorarlar" (A-raf, 187) âyetidir. [20]

 

Müteşabihlerin Bulunmasındaki Faydalar   

 

Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşâbih olmasının faydaları hakkındadır. Bil ki, bazı inkarcılar, Kur'ân-ı Kerim'i, müteşâbih âyetler ihtiva ettiği için tenkid etmiş ve şöyle demişlerdir:

"Siz diyorsunuz ki mahlûkatın bütün mükellefiyetleri kıyamet kopuncaya kadar, bu Kur'ân'a bağlıdır. Amma biz, değişik görüşlerdeki herkesin, kendi görüşünü isbat için Kur'ân'a tutunduğunu görüyoruz. Meselâ Cebriye, Allah Teâlâ'mn: 'Halbuki biz, o Kur'ân'ı iyice anlayabilmelerine mâni olmak için yüreklerinin üstüne perdeler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk" (En'âm.^gibi cebri ifâde eden âyetlere tutunurken, Kaderiyye (kaderi inkâr edenler), "Hayır, bu kâfirlerin fikridir. Nitekim Allah Teâlâ bu sözü, kınama siyakında olarak şu âyette kâfirlerden nakletmektedir: "O (kâflr)ler dediler ki: "Bizi davet edip durduğun (îmâna) karşı kalblerimiz örtü içindedir ve kulaklarımızda ağırlık vardır" t, 5); "Kalblerimiz perdelidir" dediler (Bakara, 88).

Yine âhirette Allah'ın görüleceğine inanan kimseler, "Ogün yüzler vardır, pınl pmldır. Rab'lerine bakarlar" (Kıyame, 22-23) âyetine tutunurken, ru'yetullahı kabul etmeyenlerde, "O'na gözler erişemez" âyetine tutunur. Allah için yönü (ciheti) kabul edenler, "Onlar, üstlerindeki Rab'Ierinden korkarlar" (Nam, 50) ve "Rahman (Allah) arşı istilâ etti" (Tâ-hâ, 5) âyetlerine; kabul etmeyenler ise, "O'nun benzeri gibisi (dahi) yoktur" (Şûra, 11} âyetine tutunurlar. Sonra bu gruplardan herbiri mezhebine uygun gelen âyetleri muhkem, uygun gelmeyen âyetleri ise, müteşâbih diye adlandırmıştır. Çoğu kez, bunların birini diğerine tercih işi, çok kapalı tercihlere ve zayıf izahlara dayanır. Binâenaleyh hakimolan Allah'a, kıyamete kadar dinin her hususunda kendisine başvurulacak bir merci olan bu kitabını, böyle kılmış olması nasıl yakışır? O, kitabını böyle müteşâbihlerden uzak, açık've net kılmış olsaydı, maksadın meydana gelmesine daha uygun olmaz mıydı?"

Bil ki müteşâbihin faydaları hususunda âlimler birçok izahlar yapmışlardır:

1- Müteşâbih bulunduğu zaman, hakka ulaşmak daha zor ve güç olur. Güçlüğün fazla oluşu, daha çok sevabı gerektirir. Nitekim Allah Teâlâ: "Yoksa siz, Allah içinizden savaşanları belli etmeden ve sabredenleri belli etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (âı-i imran, 142) buyurmuştur.

2- Eğer Kur'ân'ın bütünü muhkem olsaydı, o zaman ancak bir tek mezhebe uygun düşerdi ve onun açık beyânı bu tek mezhebin dışındaki bütün mezhebleri bâtıla çıkarırdı. Bu da çeşitli mezheb sahiblerini onu kabulden ve onun üzerinde tefekkürden uzaklaştıran şeylerden olurdu. Halbuki Kur'ân'dan istifâde, ancak hem muhkem, hem müteşâbih âyetleri ihtiva ettiği zaman hasıl olur. Bu durumda her görüş ve mezheb sahibi, görüş ve mezhebini güçlendirecek, sözüne kuvvet verecek şeyi o Kur'ân'da bulmayı arzu eder. O zaman da bütün mezheb sahibleri onun üzerinde tefekkür ve teemmül etmeye gayret eder. Bu tefekkür ile (düşünme) teemmülü (incelemeyi) iyice yapınca, muhkem âyetler, müteşâbih olanların müfessiri olur ve bu yolla bâtıl yolda olanlar yanlışlarından kurtulup hakka ulaşırlar.

3- Kur'ân-ı Kerim hem muhkem, hem de müteşâbih âyetleri ihtiva ettiği zaman bu, onun üzerinde düşünen kimseyi, aklın delâlet ve yardımına muhtaç eder. O zaman da insan taklitçilik karanlığından kurtulur ve istidlal ile delilin ışığına ulaşır. Fakat bütün Kur'ân muhkem olsaydı, aklî delillere tutunmaya ve başvurmaya ihtiyaç duyulmazdı. O zaman ise insan, cehalet ve taklid içinde kalırdı.

4- Kur'ân-ı Kerim hem muhkem, hem de müteşâbih âyetler ihtiva ettiği için, insanlar onun te'vil ve tefsir yolları ile bazı âyetlerinin diğer bazısına tercihi yollarını öğrenmeye muhtaç oldular. Bunları öğrenme işi de, nahiv, lügat ve fıkıh usûlü gibi birçok ilimleri elde etmeye bağlı olmuştur. Eğer durum böyle olmasaydı, insan bu birçok ilmi elde etme ihtiyacı hissetmezdi. Kur'ân'da bu müteşabihlerin yer alması, işte bu büyük faydalardan dolayı olmuştur.

5- Bu, bu konudaki en kuvvetli ve önemli sebebtir: Kur'ân, avam -havas, âtim- câhil bütün insanlar için bir daveti ihtiva etmektedir. Avâm'ın karakteri, işlerin çoğunda hakikatleri idrâk etmekten kaçınır. Bundan dolayı daha başlangıçta avamdan birisi, cisim olmayan, mekan tutmayan ve işaretle

gösterilmeyen bir varlıktan haber verildiğini duyduğunda, o, bunun aslında olmadığını, "yok" olduğunu zanneder ve böylece ona kulak asmaz. Binâenaleyh en faydalı olan şekil, hayal ve tasavvur ettikleri şeylerin bir kısmına uygun düşecek ifâdelerle avama hitab olunmasıdır. Bu ifâde tarzının, işin asıl hakikatine delâlet eden unsurlarla da ihtiva etmesi gerekir. Birinci kısım, ki bu avamın daha işin başında hitâb olundukları şeylerdir, müteşâbihat; ikinci kısım -ki bu da onlar için işin sonunda anlaşılan şeylerdir- muhkemat babından olmuş olur. Bu konuda bizim derleyip sunabildiğimiz şeyler bunlardır. Allah, muradının ne olduğunu en iyi bilendir.

Bu konuları iyice kavradığına göre, biz yine tefsire dönelim:

Hak Teâlâ'nın:  "Sana kitabı indiren O'dur" âyetindeki "Kitap"tan murad Kur'ân'dır.

Allah: "Onda bir kısım âyetler muhkemdir" buyur­muştur. Muhkem de, mânâları ya akli kesin delillerle kuvvetlendirilmiş olur ki bu kat'î meselelerde söz konusudur; yahut da mânâları kendisinden daha güçlü muarız delillerden hâlî olur.

Sonra Hak Teâlâ: "Ki bunlar kitabın anasıdır" buyurmuştur. Bu hususta iki soru vardır: [21]

 

Kitabın Esası Muhkem Âyetlerdir

 

Birinci Soru: Muhkem’in, müteşabih âyetin anası olması ne demektir?

Cevap: Arapçada "Ümm" (ana), birşeyin kendisinden meydana geldiği asıl ve temel demektir. Muhkem âyetler, zatları gereği manaları anlaşılır olup, müteşâbih âyetler de ancak muhkem yardımı ile anlaşılır olunca, şüphesiz muhkem, müteşâbihin annesi gibi olmuş olur. Şöyle de denilmiştir: İncil'de "Baba" lafzı şu şekilde geçmiştir: İncil'de, "Mahlûkatın kendisi sebebi ile ayakta durduğu, diriltilinceye kadar mahlûkatın kendisi sebebi ile sabit olacağı eşyayı yaratan kadîm Allah..." şeklinde bir tabir yer alır. Böylece İncil, bu manayı -oğulun babasından meydana gelmesi cihetiyle- "baba"lık mefhumu ile ifâde etmiştir. Amma sonra tercümede, velâdet doğurtma cihetiyle olan (biyolojik) babalık vehmi veren bir ifâde kullanılmıştır. Böylece Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey değildir" (Meryem, 36)âyeti muhkem olmuş olur. Çünkü bunun mânası kesin aklî delillerle de kuvvet bulmuştur. Hak Teâlâ'nın, "İsâ, yalnızca Allah'ın peygamberi ve kelimesidir. Onu Meryem'e atmıştır. İkinci soru: Ce Allah taraûndan bir ruhtur" (Nisa, iti) âyeti ise, anlaşılması için muhkem âyetlere başvurulması gereken müteşâbih âyetlerden olmuş olur.

nâb-ı Hak, niçin "Kitabın anaları" dememiş de Kitabın anası" demiştir?

Cevap: Muhkem âyetlerin hepsi tek bir şey, müteşâbihin tamamı da diğer bir şey gibidir. Birisi diğerinin anasıdır. Bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın, "Meryem 'in oğlunu da, anasını da bir âyet kıldık" (Mü'mmûn, 50) âyetidir. Allah Teâlâ burada, "iki âyet kıldık" dememiştir. Hak Teâlâ, bu ikisinin tek bir âyet olması manasında, böyle demiştir. İşte burada da böyledir. [22]

 

Kelimesinin Husüsiyyeti

 

 

Daha sonra Cenâb-ı Allah: "Diğer bir kısmı da müteşâ-bihlerdir" buyurmuştur. Müteşâbihâtın ne olduğunu anladın. Buradaki, lafzına gelince, bunun hakkında Halil ve Sibeveyh şöyle demişlerdir kelimesi sadece bir yönden, diğerjsm-i tafdillerden farklıdır. Çünkü bu kelime ' kelimesinin çoğuludur, ise,  lafzının müennesidir. vezni üzeredir. Bu vezin üzere olan (yani ism-i tafdil), veya harf-i tarif ile kullanılır. Ve' "Zeyd, Amr'dan efdaldir" veya "Zeyd, efdal (en üstün)dür"denilir.Buna  konusunda lam-ı tarif harf-i cerrine tabidir. Buna kıyasen "Zeyd, Amr'dan daha başkadır" veya "Başka Zeyd" denilir. Ne var ki nahiv âlimleri, arf-i cerri'ni bu bâbtan hazf etmişlerdir. Çünkü bu kalıbın bizzat lafzı,  harf-i cerri'nin mânasını gerektirir. İşte bundan dolayı onlar, lafzın bu delaletiyle yetinerek, harf-i cerrini kullanmamışlardır. Harf-i tarif olan elif-lâmharf-i cerri'ne tâbi olur, böylece ellf-lâm da düşer. Bu kelimenin efif-lâmsız kullanılması caiz olunca şeklini alır. Buna görjkelimesi, onun çoğulu olmuş olur. Böylece bu lafız, cemi ve müfredinde elif-lâmın düşmesi konusunda, benzerlerinin hükmünü almamış olur. [23]

 

Kalblerinde Eğrilik Bulunanlar

 

Sonra, Cenâb-ı Hak: "Kalblerinde eğrilik bulunanlara gelince" buyurmuştur. Bil ki, Allahu Teâlâ, kitabı Kur'ân-ı Kerim'in muhkem ve müteşâbih diye iki kısma ayrıldığını beyan edince, kalblerinde eğrilik bulunanların, Kur'ân'ın ancak müteşâbih âyetlerine tutunacaklarını bil­dirmiştir. kelimesi, "hakdan sapmak ve dönmek" anlamına gelir. Meselâ:. denilir ki, bu - sapıyor- sapmak" anlamındadır. Âlimler, Hak Teâlâ'nın, "Kalplerinde sapıklık vardır)ifadesiyle, kimlerin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Rebî şöyle der:'"Bu kimseler, Necrfln heyetidir. Çünkü onlar Hz. İsa hakkında, Hz. Muhammed (s.a.s) ile tartıştıklarında şöyle demişlerdi: "İsâ, Allah 'm kelimesi ve Ondan bir ruh değil midir?" Attan 'm Resulü de, "Evet!" deyince, onlar, "Bu bize kâfidir" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimeyi indirdi. aha sonra ise, "Muhakkak ki İsa'nın hali de, Allah nezdinde, Âdem'in hali gibidir" (Âli imrân, 59) âyetini inzal etti..."

Kelbî ise bunların yahudîler olduğunu söylemiştir. Çünkü yahudiler, bu ümmetin ömrünün ne kadar olacağını öğrenmek istemişler ve bunu da, sûrelerin başında bulunan hurûf-ı mukattaadan çıkarmak istemişlerdir.

Katâde ve Zeccâc ise, bu kimselerin, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü Cenâb-t Hak âyet-i kerimenin sonunda, "Halbuki onun tevilini Allah'dan başkası bitemez" buyurmuştur. Burda söz konusu olan, kıyametin kopma zamanından başkası değildir.. Çünkü Cenâb-ı Hak bu vaktin bilgisini, bütün canlılardan, hatta melekler ve peygamberlerden (a.s) dahi gizlemiştir.

Muhakkik ulemâ ise şöyle demektedir: Bu ifâde, bâtıla sarılan ve kendi bâtılı için müteşâbihle ihticâc eden herkese şâmildir. Çünkü lâfız '"amm" (umûmî) bir lafızdır. Sebebin hususî olması, lafzın umumiliğine mani değildir. Bu tabire, kendisinde bir karışıklık ve iltibas bulunan her husus dahildir. Allah'ın, Resulü Hz. Muhammed'e yardım edeceğine dair va'adiyle, kâfirlere azâb edeceğine dair vaîd ve tehdidi de böyledir. Nitekim kâfirler, "Bize, Allah'ın azabım getir!" (Ankebût, 29), "Bize kıyamet gelmeyecek" (Sebe1. 3) ve, "Bize melekler gelmeli değil miydi?.." (Hicr, 7) demişler, böylece de itikâd bakımından zayıf olan kimselerin akıllarını karıştırmışlardır. Yine bu ifâdenin muhtevasına, "Müşebbihe"nin,  "Rahman Arşa istiva etti" (Ta-hâ, 5) buyruğu ile bulundukları istidlal de dahildir. Çünkü akim açık delaletiyle şu gerçek sabittir. Bir mekânda bulunan herşey, küçüklük bakımından ya bölünmeyen bir cüz gjbi olur, ki bu ittifakla bâtıldır; yahut da o şey o cüzden daha büyük olur, böylece de o şey bölünen bir mürekkeb nesne olur.. Her mürekkeb ise, mümkin ve muhdesdir.. İşte bu açık delil ile, Allahu Teâlâ'nın bir mekânda bulunmasının imkânsızlığı ortaya çıkar. Böylece de, Hak Teâtâ'nın: "Rahman olan Allah Arş'a istiva etti" (Tâ-hâ, 5) buyruğu müteşâbih bir ifâde olmuş olur. Buna göre kim bu âyetle istidlalde bulunursa, böylece o kimse müteşâbihe tutunmuş olur.

Mutezile nin. fiili tamâmiyle kula nısbet etme hususundaki delillerin zâhirleriyle istidlal etmeleri de böyledir.Çünkü aklî delille, fiilin sudûru, bir sebebin bulunmasına dayardtğı; o sebebin de Allah'tan olduğu, yine, ne zaman böyle  olursa,   sebep   bulunduğunda  fiilin   meydana  geleceği,   sebep

bulunmadığında da fiilin meydana gelemiyeceği sabit olunca, işte bu durumda fiili tamamiyle kula nisbet etmek bâtıl ve herşeyin Allah'ın kaza, kader ve meşîetiyle olduğu sabit olur. Böylece de Mutezlle'nin delillerin zahirine tutunarak yapmış oldukları bütün istidlaller, müteşâbihat ile yapılan istidlal olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kat'î delillerden yüz çevirip, işi delillerin zayıf olan zahirlerine hasreden bu kimselerin, kalblerinde haktan bir sapma bulunduğu ve, bâtılı yerleştirmek istedikleri için müteşabihatlara tutunduklarını beyân etmiştir.

Bil ki, dünyada sen, her grubun kendi görüşüne uygun olan âyetleri muhkem; muhaliflerinin mezhebine uygun düşen âyetleri de müteşâbih olarak isimlendirdiğini görürsün.. Bu iş böyledir.. Cübbaî'ye bir baksana.. Çünkü o, "Allah'a zulmü, yalanı ve "mâla yutâkı" nisbet eden "mücebbire", müteşâbihatla İstidlal eden kimselerdir" demektedir.

Ebu Müslim el- İsfehanî ise şöyle demiştir: "Fitneyi isteyen sapık kimse, dalâl âyetleriyle ilgilenen ve bunları, Allahu Teâlâ'nın, "Sâmfri onları saptırdı" (Tâ-hâ, 65); "Firavn, kavmini saptırdı, doğru yola iletmedi" (Tâ-hâ,79)ve "(Allah) onunla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz" {Bakara, 26) âyetleri ile beyân ettiği muhkem âyetlere başvurup onları tefsir etmeyen kimsedir. Yine onlar Hak Teâlâ'nın, "Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman, onun nf'met ve refahtan şımarmış elebaşlanna emrederiz de orada İtaatten çakarlar" (isra. 16) âyetini, "Allah Teâlâ onları helak etmiş, fâsık olmalarını istemiş ve mahlûkâtını helak etmek için sebep aramıştır" diye tefsir etmişlerdir. Halbuki Cenâb-ı Hak, "Allah size kolaylık diler, güçlük İstemez" (Bakara, 185) ve "Allah size açıkça bildirmek ve size hidayet etmek ister" (Nisa, 26) buyurmuştur. Yine onlar, Hak Teâlâ'nın, "Biz, âhirete inanmayanların amellerini kendilerine süslü gösterdik de onlar şaşırıp kalıyorlar" (Nemi, 4) âyetini, "Allah Teâlâ'nın onlara şaşkınlığı süslü göstermesi, böylece de onların Kur'ân'daki hükümleri bozmalarıdır" diye tefsir etmişlerdir. Bu tıpkı Cenâb-ı Allah'ın: "Bir kavm, özlerindeki (güzel hal ve ahlâkı) değiştirip bozmadıkça, Allah da onların (halini) değiştirip bozmaz" , ıi) ve "Biz, ahâlisi zâlim olan memleketlerden başkasını helak etmeyiz"

59) âyetleri gibidir. Hak Teâlâ, "Onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler); "K/m doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faydasına bulmuş olur" (isrâ, 15) ve "Fakat Allah, size imânı sevdirdi, onu kalblerinizde süsledi" <Hucurat, i] buyurmuştur. O hâlde, daha nasıl Allah şaşkınlığı süslü gösterir." İşte Ebû Müslim'in söyledikleri bunlar... Onun niçin kendi mezhebine muvafık görünen âyetlere muhkem, muvafık olmayan âyetlere de müteşâbih hükmünü vermiş olduğunu keşke bilseydim! Ve yine keşke, niçin kendi mezhebine muvafık olan âyetleri zahirine göre, muvafık olmayan âyetleri de

zahirinden çevirerek aldığını bilseydim! Malumdur ki bu durum ancak, açık aklî delillere başvurmakla tamamlanır.

Aklî deliller,Mu'tezile'nin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Çünkü onlara göre, bir müreccih olmaksızın, iki fiilden birincisini Allah'ın yapıp, ikincisini yapmadığını kabul etmek icab eder. 8u ise sâniin olmadığını bildirmek demektir. Bu da ancak şunu kabul etmekle mümkündür: "Kuldan sadır olan mükemmel düzenli iş, onu yapanın, onu bilmesine delâlet etmez." İşte bu durumda da, bir muhassis (seçici) olmaksızın, -ne daha fazla, ne daha noksan olmamak üzere- tam o belli rakamın seçildiğini söylemek gerekir ki, bu da sanii (yapanı) kabul etmemek demektir.

Bundan aynı zamanda muhkem bir fiilin sâdır olmasının, onu yapanın âlim olduğuna delâlet etmeyeceği neticesi de çıkar. O takdirde de Allah Teâlâ'nın fiillerinin sapasağlam ve muhkem olmasından, Allah'ın âlim olduğuna istidlalde bulunma kapısı kapanmış olur. Şayet göklerdeki ve yerdeki bütün canlılar bu delillere karşı birleşseler, yine de bu delilleri reddedemezler. İşte bu apaçık aklî deliller ortaya çıkınca, akıllı bir kimsenin kaza ve kadere delâlet eden, âyetleri müteşâbih sayması nasıl caiz olur? Bu anlattıklarımızdan, insanların nezdinde her zaman geçerli olan kanunun, kendi mezheblerine muvafık olan âyetlerin muhkem, muhalif olan âyetlerin de müteşâbih olarak kabul edilmesi olduğu meydana çıkmaktadır.

İnsaflı olan muhakkik âlim, âyetlerdeki bu işi üç kısma ayırır:

a) Zahiri, aklî delillerle sağlamlaşan âyetler. İşte gerçek muhkem âyet budur.

b) Zahirî mânâlarının imkânsız olduğuna dâir kat'î deliller bulunan âyetler. İşte Allah Teâlâ'nın muradının, onun zahirinden başka bir mânâ olduğuna hükmettiğimiz âyetler bunlardır.

c) Ne sübûtu, ne de nefyi hususunda hakkında böyle deliller bulunmayan âyetlerdir ki, böylesi âyetlerin hakkı, onlarda tevakkuf etmektir. O zaman böyle bir ifâde, "hakkındaki durumun karışması ve iki taraftan birisinin diğerinden aynlamaması" mânâsında müteşâbih olmuş olur. Fakat ağır basan zanna göre, bu ifâde ve âyetler zahirlerine göre hamledirilrler. İşte bu konuda söyleyebile­ceklerim bunlardan ibarettir. Allah Teâlâ, muradını en iyi bilendir.

Bil ki Cenâb-ı Hak, sapık kimselerin müteşâbih âyetlere tabî olduklarını açıklayınca, bu konuda iki gayelerinin olduğunu beyân etmiştir:Birincisi, "sırf fitne aramak için...", İkincisi de, "Onun te'viline yeltenmek için.." ifâdesi ite gösterilmiştir.

Birinci gayeleri, fitne çıkarmaktır. Bil ki, "fitne" Arapça'da, "birşeyde£ aşırı davranıp ifrata düşmek" anlamına gelir. Meselâte Yani, "falanca dünyayı taleb etme hususunda aşırt gitti ve ölçüyü kaçırdı" denilir. Müfessirler, bu "fitne" kelimesinin tefsiri hususunda birkaç izah zikretmişlerdir:

a) Esamm şöyle demiştir: "Onlar, din hususunda böyle müteşâbih meseleleri kurcalayınca, dinî meselelerde birbirine muhalif düşmüşlerdir. Bu da birbirleriyle savaşmalarına ve karışıklıkların çıkmasına sebebiyet vermiştir. İşte burada bahsedilen fitne budur.

b) Bu müteşâbih âyetlere tutunmak, tutunanın kalbine bid'ati ve bâtıl düşünceyi yerleştirir. Böylece de o kişi, bu bâtıl fikre meftun olur. Hep onunla ilgilenir ve hiçbir şekilde bundan geri durmaz.

c) Dinde fitne, dinden sapmaktır. Malumdur ki, din konusundaki fitne ve fesattan daha büyük bir fitne ve fesat yoktur

İkinci gayeleri, müteşabihleri te'vtle yeltenmeleridir. Bil ki, "te'vil" kelimesi, tefsir etme ve açıklama manasındadır. Kelimenin Arapça'daki asıl mânâsı, "kendisine başvurulan merci ve dönülüp varılan yer" şeklindedir. Bu, "İş o hale varıp döndü" anlamında söylediğin şeklindeki ifâdeden alınmıştır. Bir şeyi, başka bir hale dönderip getirdiğinde dersin. İşte bu "te'vil" kelimesinin lügat mânâsıdır.

Daha sonra "tefsir" de te'vil diye isimlendirilmiştir. Cenâb-ı Allah, "Sana sabredemediğin şeylerin te'vittni haber vereceğim.." (Kehf, 7ö) ve "Bu hem hayırlı hem de te'vil olarak daha güzeldir" (Nisa, 59) buyurmuştur. Bu, lafzın kendisine dönüp vardığı mânayı haber vermektir. Bil ki, âyette geçen te'vilden murad şudur: Onlar, Allah'ın kitabında hakkında bir delil ve bir açıklama bulunmayan bir tefsire yöneliyorlar. Meselâ, kıyametin ne zaman kopacağını, her itaatkâr insanın sevabının ve her isyankâr kulun günahının mikdannın ne kadar olduğunu araştırırlar. Kâdî şöyle demiştir: "Bu kalblerinde eğrilik bulunan insanlar, müteşâbih âyetleri iki şekilde tefsir ederler:

a) Onları, gerçek manasının dışında bir mânâya hamlederler. Âyetteki "Sırf fftne aramak İçin" ifâdesinden murad budur.

b) Müteşâbih âyetlerden, delili olmayan hükümler çıkarırlar. Âyetteki "Onun teviline yeltenmek için..." ifâdesinden murad da bu dur."

Daha sonra Cenâb-ı Allah, bu kaiblerinde eğrilik olanların yolunu ayıplama hususunda daha fazlasını söyleyerek,  "Halbuki onun tc'vütni Allah'dan başkası bilemez" buyurmuştur. Bu noktada âlimler ihtilaf etmişlerdir. Şöyle ki:

1- Bazıları şöyle demiştir: "Bu söz burada tamamlanmaktadır. Peşisıra gelen buyruğunun başındaki vâv harfi, vâv-ı ibtidâiyyedir." Bu görüşe göre, müteşâbih âyetlerin mânasını ancak Allah Teâla bilir. Bu, İbn Abbas, Hz. Aişe, Mâlik b. Enes (r.ahm) İle Kisâî, Ferrâ ve Mu'tezile'den Ebu Ali el-Cübbâî'nin görüşüdür. Bizce de, tercihe şayan görüş budur.

2- "Bu söz,  kısmı ile birlikte tamamlanmaktadır." Bu görüşe göre, müteşâbih âyetlerin mânâsını bilme, Cenâb-ı Allah için söz konusu olduğu gibi, ilimde derinleşmiş olanlar için de söz konusudur. Bu, İbn Abbas, Mücâhid, Rebî b. Enes ve çoğu kelâmcılardan rivayet edilen bir görüştür. [24]

 

Müteşâbihlerin Mânâsını Yalnız Allah Bilir

 

Birinci görüşün doğruluğuna birçok hüccet delâlet eder:

Birinci hüccet: Lafzın râcih bir mânâsı olup, sonra da ondan daha kuvvetli bir delil bu râcih zahirî mânânın murad edilmediğine delâlet edince, biz Allah'ın muradının, bu hakikî mânânın mecazlarından birisi olduğunu anlarız. Mecazlarda ise bir çokluk vardır. Bu birçok ihtimalden birisini diğerine tercih, ancak lügavî tercihler ile olabilir. Lügâvî tercihler ise ancak zayıf bir zan ifâde edebilirler. Mesele, katî ve kesin olmayı gerektiren bir mesele olunca, zayıf zannî delillere göre konuşmak caiz değildir. Bunun misâli şudur: Cenâb-ı Hak, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" (Bakara. 286) buyurmuştur. Sonra ise, bu âyetin tefsiri esnasında zikrettiğimiz beş delil ile açıkladığımız üzere, böylesi mükellefiyetlerin bulunduğuna kesin delil vardır. Biz böylece anlıyoruz ki, Allah Teâlâ'nın muradı, bu âyetin zahirinin delâlet ettiği mânâ değildir. Binâenaleyh âyetin lafzını, mecazi manalarından birisine hamletmek gerekir.

Mecazlarda ise birçok ihtimal söz konusudur. Bu ihtimallerden birisini diğerine tercih, ancak lügavî tercihlerle olur. Lügâvî tercihler ise, zayıf bir zan ifâde eder. Âyetteki mesele, zannî meselelerden değildir. Bundan dolayı, bu hususta zannî delillerle konuşmanın bâtıl olması gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, "O Rahman arşı istiva etmiştir" (Ta-na. 5) buyurmuştur. Deliller, ilâhın bir mekânda olmasının imkânsızlığını göstermektedir. Böylece anlıyoruz ki, Allahu Teâlâ'nın bu âyetten muradı, âyetin zahirinin ifâde ettiği mânâ değildir. Ancak ne var ki bu lafzın birçok mecazî manaları vardır. O lafzı bu muhtemel mecazî mânâlardan birisine hamletmek zanni olan lügavi tercihlerle olur. Allah'ın zatı ve sıfatları hususunda zan ile konuşmak, müslumanların icmâsı ile caiz değildir. Bu delil, bu meselede kât'î bir delildir. Taassuptan uzak olan bir kalb bu delili kabul eder ve bozulmamış fıtrat bunun doğruluğuna şâhiddir. Muvaffakiyyet Allah'tandır.

İkinci hüccet: Bu âyetten önceki ifâde, müteşâbihin te'viline yeltenmenin kınanmış olduğuna işaret eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak ve onun te'viline yeltenmek için, onun müteşâbih olanına tâbi olur" buyurmuştur. Eğer müteşâbihi te'vile yeltenmek caiz olsaydı, Allah Teâlâ bunu zemmetmezdi.

Buna göre şayet, "Bundan maksadın, kıyametin vaktini araştırma olması niçin caiz olmasın? Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kıyametin demir atmasının ne zaman olacağını sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Rabb'imin nezdindedir" (A1*, 187) buyurmuştur. Yine âyette bahsedilen şeyden maksadın, sevâb ve ikâbın mikdarını, feth ve ilâhî yardımın ne zaman geleceğini araştırma olması niçin caiz olmasın? Nitekim onlar, "Bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Her, 7) demişlerdir" denirse, biz de deriz ki: Allah Teâlâ Kitab'ını muhkem ve müteşâbih diye iki kısma ayırınca ve akıl bu taksimin, "lafzın râcih mânâsına hamlinin muhkem, râcih olmayan mânâsına hamlinin müteşâbih olması" cihetinden oluşunun doğruluğuna delâlet edip sonra Allah Teâlâ da müteşâbihin te'viline ve tefsirine yeltenenlerin yotunu kınayınca, bunun müteşâbihin bir kısmıyla ilgili olup, diğerleri ile ilgili sayılmaması, zahiri terk etme olur ki bu da caiz değildir.

Üçüncü hüccet: Allah Teâlâ, ilimde derinleşmiş kimseleri, "Biz ona inandık, hepsi Babb'imizin kahndandır" demeleri sebebiyle ve "İmân edenlerin onun Rab Teâlâ dan gelen bir gerçek olduğunu bilmeleri..." (Bakara, 26) sebebiyle medhetmiştir. Bu ilimde derinleşmiş olanlar, eğer müteşâbihi detaylı bir şekilde bilmiş olsalardı, müteşâbihe olduğu gibi imân etmelerinden dolayı medhedilmezlerdi. Çünkü birşeyi derinlemesine bilen herkesin ona mutlaka imân etmesi gerekir. İlimde derinleşmiş olan kimseler, Allahu Teâlâ'nın sınırsız malûmatı bildiğini kat'î delillerle bilen, Kur'ân'ın kelâmullah olduğuna ve onun bâtıl ve anlamsız şeyler söylemediğine inanan kimselerdir. Onlar Kur'ân'dan bir âyet duyup, kat'î deliller de onun zahirinin murad edilmesinin caiz olmadığına; aksine bundan muradın zahirî mânadan başka bir mâna olduğuna delâlet edip, sonra onlar bunun mânasının ne olduğunu, tayinini Allah'ın ilmine havale edip ve de bu mânanın, her ne olursa olsun, kesinlikle hak ve gerçek olduğuna kat'î olarak hükmettiklerinde.. İşte Allah'ı bilme hususunda derinleşmiş olan kimseler bunlar olmuş olurlar.,. Çünkü bu âlimleri, zahirin terked ileceği ne dair kesin hüküm vermeleri ve bundan neyin murad edildiğini alettayin bilememeleri, onları Allah'a imân etme ve Kur'ân'ın doğruluğuna kesin hüküm verme konusunda sarsmamış, etkilememiştir.

Dördüncü hüccet: Şayet Hak Teâlâ'nın,  buyruğu, lafzına atfedilmiş olsaydı, o zaman Hak Teâlâ'nın,sözü, bir mütbedâ, başlangıç cümlesi olurdu ki, bu da fesahat zevkine yakışmayan bir durumdur. Bilâkis evlâ olanıVe onlar, "Ona îman ettik"

derler" veyahut e, "ona îman ettik" derler" denilmesidir.

Buna göre şayet, "Bu ifâdenin doğru anlaşılması hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Âyetteki  sözü,  haberdir ve buna göre cümlenin takdiri "Te'vili bilen bu âlimler, "Biz ona imân ettik derler" şeklindedir.

b) kelimesinin halidir" denilirse, biz deriz ki: Birinci ihtimal, kabul edilemez. Çünkü Allah Teâlâ'nın kelâmını, herhangibir takdire ihtiyaç duymayacak biçimde tefsir etmek, takdire ihtiyaç duyacak şekilde tefsir etmekten daha uygundur. İkinci ihtimale gelince, zi'l-hâl önceden geçen bir kelimedir. Burada ise hem Allah'ın adı, hem de "râsihûn" önceden geçmiştir. Binâenaleyh âyetteki, "Biz ona inandık" ifâdesinin, "Allah" lafzının değil, "râsihûn" lafzının hâli kılınması gerekir. Bu da âyetin zahirini terketmek olur. Binâenaleyh o görüş, ancak âyetin zahirini terketmekle tam olur. Bizim görüşümüzde ise, buna gerek kalmaz. Bundan dolayı, bu görüş daha evla olur.

Beşinci hüccet: Ayetteki,sözü, "Onlar, tafsilatını bildikleri şeye de, bilmedikleri şeye de inanırlar" mânâsındadır. Eğer onlar, herşeyi teferruatı ile bilmiş olsalardı, bu sözün bir mânâsı olmazdı.

Altıncı hüccet: İbn Abbas (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kur'ân'ın tefsiri dört çeşittir:

a)  Herkesin bildiği tefsir.

b) Anadilleri Arapça olması c) Alimlerin bilebildiği tefsir.

sebebi ile, Arapların bilip anladıkları tefsir.

d) Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği tefsir.

Mâlik İbnu Enes (r.h)'e "istivâ"nın ne olduğu sorulduğunda, o şöyle cevap

vermiştir: "İstiva malumdur. Nasıl olduğu bilinemez. Ona îman etmek vacibtir. Onun ne olduğunu sormak ise bid'âttır."

Biz bu meselenin bir kısmını, Bakara sûresi'nin başında anlattık. Burada anlattıklarımız, orada anlattıklarımıza katılır ise, mesele hakkındaki izahımız tamamlanmış olur. Muvaffakiyyet Allah'tandır. [25]

 

Râsih (derin) Âlimler

 

Sonra Allahu Teâlâİlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imtzin " derlet" Ve " kaç mesele vardır: [26]

 

Birinci Mesele     

 

Arapçada "rusûh", birşeyin iyice içinde olmak demektir. Bil ki ilimde râsih olan, yakînî ve kat'î deliller ile Allah'ın zât ve sıfatlarını; Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı olduğunu bilen kimsedir. Böyle birisi, Kur'ân'ın bir müteşâbih âyetini görüp, kat'î delil de Allah'ın muradının o âyetin zahirî mânâsı olmadığına delâlet edince, Allah'ın muradının âyetin zahirî mânâsından başka olduğunu ve o muradın hak olduğunu, âyetin zâhîrî mânâsının bırakılmasının, Kur'ân'ın sıhhatini tenkid etmede bir şüphe teşkil etmeyeceğini kesinkes anlamış olur.

" Cenâb-ı Allah onların daha sonra dediklerini nakletmiştir ki  bunun mânâsı "Onlardan herbiri, "muhkem de, müteşâbih de Rabb'imizin katındandır" derler" şeklindedir. Bu ifâde ile ilgili şu iki soru vardır:

Birinci soru: Eğer âyett"Hepsi Rabb'imizdendir" denilmiş olsaydı, bu da yeterli olurdu. Öyle ise, âyette ayrıca (katında) lafzının ge­tirilmesindeki fayda nedir?

Cevap: Müteşâbih âyetlere îman hususunda, daha güçlü ifâdeye ihtiyaç duyulur. İşte bundan dolayı, ifâde daha te'kidli olsun diye, kelimesi zikredilmiştir.

İkinci soru kelimesinin muzâfun ileyhinin hazfi niçin caiz olmuştur?

Cevap: Çünkü bu kelime, muzâfun ileyhine kuvvetli bir şekilde delâlet etmektedir ve muzâfun ileyh hazfedilse bile mânâda bir karışıklık olmamaktadır.

Allahu Teâlâ daha sonra  "Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir" buyurmuştur. Bu, Allah Teâlâ tarafından, "Biz ona inandık" diyenlere bir medh-ü senadır. Mânası ise, "Kur'ân'da bulunanlardan ancak aklı kâmil olan kimseler va'z-ü nasihat alır" şeklindedir. Bu ifâde, onların, Kur'ân'ı anlama hususunda akıllarım kullandıklarına ve zahirî mânâsı aklî delillere uygun olan âyetlerin muhkem, uygun gelmeyenlerin ele müteşâbih olduğunu anladıklarına, sonra hepsinin sözünde çelişki ve bâtılın'bulunması mümkün olmayan Allah'ın sözleri olduğunu bildiklerine, böylece de müteşâbih'in Allah katında mutlaka uygun bir mânâsının bulunduğunu idrâk ettiklerine âdeta delâlet etmektedir.

Bu âyet, aklî delillerden bahseden, bunlar ile Allah'ın zât, sıfat ve fiillerini bilmeye yol arayan ve Kur'ân'ı aklî delillere göre, dit ve i'râba uygun gelecek şekilde tefsir eden kelâmcıların makamlarının yüceliğini gösterir.

Bil ki, birşey ne kadar şerefli olur ise, onun zıddı da o kadar âdî olur. Aynen bunun gibi, Kur'ân'ı tefsire çalışan kimse, bu sıfatlan taşırsa, onun mertebesi de, Allah'ın medh-ü sena ettiği yüksek derecelere çıkmış olur. Usûl, dil ve nahiv ilimlerinde derinleşmeden Kur'ân hakkında söz söylendiğinde bu, Allah'ın muradından gayetuzak bir söz olur. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s'Kur'ân'ı sırf kendi anlayışına göre tefsir eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın'  buyurmuştur. [27]

 

Hidayet ve Dalâlet

 

"Ey Habb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra, kalblerimizi saptırma.. Bize, kendi katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen" (Âli  İmran , 8).

Bil ki, Allah Teâlâ, ilimde derinleşmiş kimselerin, 'Biz ona iman ettik" dediklerini naklettiği gibi, yine onların, "Ey Rabb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra, kalblerimizi saptırma. Bize, kendi katından bir rahmet bağışla..." diye dua ettiklerini de nakletmiştir. Önceki âyet delâlet ettiği için, bu âyetin başında öJjii "derler" lafzı hazfedil mistir. Bu durum, onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler. "Ey Rabb'imiz, sen bunları boşuna yaratmadın" (Aı-ümran, ısı>âyetinde de aynıdır. Ehl-i Sünnet ile Mu'tezile'nin bu âyet hakkındaki sözleri farklıdır:

Ehl-i Sünnetin görüşü açıktır ve şu şekildedir: Kalb, hem îmana hem de küfre yönelmeye elverişlidir. Bu iki taraftan birisine, ancak Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı bir irâde ve sebep olması halinde meyleder. Eğer bu irâde ve sebep, küfre götürür ise, işte bu hızlan (= yardımın kesilmesi), izâgâ (= saptırma), sadd (= engellemek), hatm ( = mühürleme), tab' (=* damgalamak), reyn ( = paslanma), kasve(= katılaşma), vakr( = ağırlık), kinân(= örtü) veKur'ân'da geçen benzeri lafızlar ile ifâde edilir. Eğer bu irâde ve sebep, îmana götürür ise, bu da tevfîk {= muvaffak kılma), reşâd (= doğruyu gösterme), hidayet, tesdîd (- doğrultup düzeltme), tesbit (= yerinde sağlamlaştırma), ismet (= muhafaza etme) ve Kur'ân'da geçen benzeri lafızlarla ifâde edilir.

Hz. Peygamber (s.a.s) "Mü'minin kalbi Rahman Allah'ın parmaklarından ikisi arasındadır"[28] buyurmuştur. Hadiste geçen bu iki parmaktan murad, bahsettiğimiz iki sebeptir. İnsan, iki parmağı arasındaki birşeyi, o iki parmağı ile evirip çevirdiği gibi, kalb de Hakk'ın o iki sebebi vasıtası ile, o iki sebep arasında evrilir çevrilir. Kim insaflı olur, işi zora koşmaz ve bunu bizzat kendinde dener ise, bu mânâyı gözle görüyormuş, elle tutuyormuş gibi bulur. Herhangi bir yaratıcı ve müessir olmadan îmana ve küfre götüren bu iki sebepten birisinin meydana gelmesini mümkün gören kimse, Yaratıcıyı inkâr etmiş olur; İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) "Ey kalbleri ve gözleri evirip çeviren (Allah'ım), kalbimi dinin üzere sebatlı kıl"[29] 

demiştir ki bu, bizim söylediğimiz manadadır.

İlimde derinleşmiş olanlar, Allah'ın indirdiği muhkem ve müteşâbih'in hepsine îman edince, Hak subhânehû ve Teâlâ'ya, kalblerini Hakk'a meylettirdikten sonra bâtıla saptırmaması hususunda yalvarıp yakarmıslardır. İşte bu, Kur'ânî bir tahkîk ile de güç bulmuş aklî bir görüştür.

Bu söylediklerimizi şu husus da te'kîd eder: Allah Teâtâ, mü'minleri, müteşâbih âyetlerin peşine düşmeyip, onlara olduğu gibi toptan îman ettikleri ve onlara dalmadıkları için medhetmiştir. Binâenaleyh onların, bu zamanda olduğu gibi, müteşâbih âyetler üzerinde konuşmaları tuhaf olur. Bu sebeple onların, muhkem olduğuna inandıkları için, bu duayı yapmaları gerekir. Sonra Allah Teâlâ, onların böyle duâ etmeleri sebebiyle, bu ifâdeyi onları medh ve sena etme sadedinde getirmiştir ki, bu da bu âyetin muhkem âyetlerin en güçlülerinden olduğuna delâlet eder. Bu, son derece kuvvetli bir izahtır.

Mu'tezile ise, "Deliller, kalpleri saptırmanın Allah'ın fiili olmasının caiz olmayacağına delalet ettiği için, bu âyeti te'vil etmek gerekir" demişlerdir.

Onların delillerini (Bakara, âyetini tefsir ederken zikrretmiştik.

Onların bu konuda, özellikle kendisiyle Ihticâc ettikleri şey ise "İşte onlar sapıp eğrüdikleri zaman, Allah da onların kalble-rini saptırdı" (Sai, 5) âyetidir. Bu, sapıklığın başlangıcının kullar tarafından olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Onların bu âyet hakkında yapmış olduğu te'viller ise, şunlardır:

a)  Bu te'vîli Cübbaî öne sürmüş, Kadî de tercih etmiştir. Buna göre:  sözünden maksat, "kendisiyle kalblerinin îman sıfatı üzere olmayı sürdürdüğü fiillerini men etmel" demektir. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ, men edilmeye müstehak olduklarında lütuflarını onlardan men edince"Allah onları saptırdı" denilmesi caiz olur. Bunun bu şekilde olacağına, Hak Teâlâ'nınlütuf: "İşte onlar sapıp eğrildlkteri zaman, Allah da onların kalblerfnf saptırmıştır" (Sai, 5) âyeti de delâlet eder.

b)  Esamm şöyle demektedir: Bunun mânâsı, "Kalblerimizin kendisiyle sapıp meyledeceği bir belâya bizi mübtelâ kılma!" demektir. Bu, Hak Teâlâ'nın tıpkı, "Şayet biz onlara, "kendinizi öldürün, yahud yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine öğütlenen şeyi hakkıyla yapsalardı, bu hem kendileri in muhakkak ki daha hayırlı, hem de (îmanlarını) daha da sağlamlaştırmış olurdu" (Nisa, 66) âyeti gibidir. Yine O, "O, Rahman olan Allah'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık" (Zuhrut. 33) buyurmuştur ki, bunun mânâsı, "Kendisiyle sapıp meyletmekten emin olamayacağımız ibâdetlerle bizi mükellef kılma!" demektir. Bazen bir kimse şöyle diyebilir: "Beni, sana eziyet verecek şeylere sevketme, zorlama!" Yani, "Meydana geldiğinde, sana eziyet vermiş olacağım şeyleri yapma!" demektir.

c) Ka'bî de, ifâdesinin mânasının, "Bizi sapıtmış kimseler diye adlandırma!" şeklinde olduğunu; nitekim bir kimse bir kimseyi kâfir olarak adlandırdığında"Falanca falancayı tekfir etti" denildiğini söyle­miştir.

d) Cübbaî bunun mânasının, "Bizi ulaştırıp götürdükten sonra, kalblerimizi senin cennetinden ve sevabından saptırma!" şeklinde olduğunu söylemiştir ki bu, doğruya birincisinden daha yakındır. Ancak ne var ki bu, başka bir şeye de hamledilebilir. Bu da şudur: Allahu Teâlâ'nın, o kimsenin o anda mü'min olduğunu; eğer ikinci seneye kalırsa (ömrü uzarsa) onun muhakkak ki kâfir olacağını bilmesidir. Buna göre, sözünün mânası, "o kimse

kâfir olmadan önce Allahu Teâlâ'nın o kimseyi öldürmesi" mânasına hamledilmiştir. Bu böyledir, çünkü onu ikinci seneye kadar diri olarak bırakmak, bir mânâda, onu cennet yolundan saptırmak demektir.

e) Esamm, ifâdesinin mânasının, "Bizi aklımızın nuruyla hidâyete erdirdikten sonra, cinnet getirmek suretiyle, aklın kemâlinden mahrum bırakma, saptırma!" şeklinde olduğunu söylemiştir.

f) Ebu Müslim ise, bunun mânasının, "sapmamamız için, bizi şeytandan ve nefsimizin şerlerinden koru..." şeklinde olduğunu söylemiştir.

Bu âyetin te'vili hususunda onların ileri sürdükleri görüşlerin tamamı budur ki, hepsi de tamamiyle zayıftır.

Birinci görüşleri: Bu zayıftır, çünkü onlara göre Allah'ın kudretiyle, haklarında lütuf olarak yapabileceği herşeyi yapması vâcibtir. Eğer bunu yapmazsa, uluhiyyeti geçersiz olur; hem câhil, hem de muhtaç olmuş olur. Böyle olan şeyin duâ ile taleb edilmesine zaten ihtiyaç kalmaz.. Aksine bu görüşün, Allah'a, lütuf fiillerinin tamamını vâcib kılmayan Bişr İbn Mu'temir ve arkadaşlarının görüşüne göre carî olması gerekir.

İkinci görüşleri de zayıftır. Çünkü eğer Allah, teklifteki katılığın, mükellefi kötü olan şeye sevketmede bir tesirinin olduğunu bilirse bu, Allah hakkında kötü bir şey olur. Eğer mükellefi çirkin olan bir şeye sevketme hususunda bunun kesinlikle hiçbir tesirinin olmadığını bilirse, kulun itaatkâr ve âsi olması hususunda, bunun varhğt, yokluğu gibi olur. Bu sebeple de, duayı bu yöne yöneltmenin herhangi bir mânası olmaz.

Üçüncüsü de zayıftır; çünkü, sapık ve kâfir diye isimlendirmek, varlık ve yokluk bakımından küfürle beraber bulunurlar. Halbuki küfür ve sapıklık, kulun ihtiyarıyladır. O halde, "Bizi sapıklık ve kâfir ismiyle isimlendirme" demenin ne faydası var?

Dördüncüsü de böyledir; çünkü, Allah'ın, o kimsenin ikinci sene kâfir olacağını bilmesi, onu daha önceden öldürmesini gerektirseydi, onun, o kimsenin ömür boyu kâfir olarak yaşayacağını, asla îman etmeyeceğini bilmesi onu yaratmamasını gerektirirdi.

Beşincisi de zayıftır; çünkü bu ifâde, o âyetten önce geçen, "Kalblerinde eğrilik bulunanlara gelince..." sözüyle ilgilidir.

Altıncısı da aynıdır; çünkü şeytandan ve nefsin şerlerinden korunmak takdir edilmişse, o.mutlaka olacaktır. O halde duâ etmenin faydası nedir? Eğer

takdir edilmemişse, onun olması da imkânsız olur. Bu durumda da duâ etmenin bir faydası yoktur. Böylece, bu anlattıklarımızla bütün bu hususların zayıf ve geçersiz; hak olan şeyin de bizim söylediğimiz şey olduğu ortaya çıkmış olur.

Buna göre eğer, "Bu görüşe göre Hak Teâlâ'nın: "İşte onlar sapıp eğrüdiklerî zaman, Allah da onların kalblerini saptırmıştır" (Sat, 5) buyruğunu nasıl tefsir ederiz?"denilirse, biz deriz ki, şöyle denilebilir: Ailahu Teâlâ onları baştan saptırmış, ama onlar da bundan sonra kendileri sapmaya devam etmişlerdir. Sonra ilk defa Allah'tan olan bu sapıklığa, birincisinden başka olan sapıklıklar terettüp edip, bitişmiştir. Bütün bunlarda herhangi bir aykırı durum yoktur.

Hak Teâlâ'nın:  "Bizi doğru yola ilettikten sonra.,." ifâde­sine gelince, bunun mânası, "Bizleri ihtidaya erdirdikten sonra..." demektir. Bu da, kalbte hidâyetin meydana gelmesinin Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda açık ve sarih bir ifâdedir.

Sonra Cenâb-ı Hak "Bize, kendi katından bir rahmet bağışla" buyurmuştur. Bil ki kalbi, uygun olmayan şeylerden temizlemek, onu uygun olan şeylerle nûrlandırmaktan önce gelir. İşte bu sebeple bu mü'minler, Rab'lerinden önce kalblerini bâtıl ve bozuk inançlara meylettirmemesini; daha sonra da O'ndan kalblerini marifetullah nûrlanyla nurlandırmasını, uzuv ve organlarını da itaat süsüyle süslemesini istemişlerdir. Allah bütün rahmet çeşitlerini içine alsın diye, nekire olmak üzerej buyurmuştur.

Rahmet çeşitlerinin ilki, kalbte imân, tevhîd ve marifetullah nurunun bulunması; ikincisi, uzuv ve organlarda tâat, kulluk ve hizmet nurunun bulunması; üçüncüsü, dünyada emniyet, sıhhat ve kendi kendine yetecek miktarda geçim vasıtalarının bulunması; dördüncüsü, ölürken ölüm sarhoşluğunun kolay olması; beşincisi, kabirde soruların ve kabir karanlığının kolay olması; altıncısı, kıyamette ceza ve hitabın kolay olması, günahların affedilip iyiliklerin üstün getirilmesidir. Buna göre, Hak Teâlâ'nın  buyruğu rahmetin bütün kısımlarını içine alır.

Susturucu, ve apaçık aklî delillerle, Allah'dan başka bir Rahîm'in, bir Kerîm'in olmadığı ortaya çıkınca, muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu hususu, maksat ve gayenin ancak kendisi tarafından meydana getirileceğine aklın, ruhun ve kalbin dikkatini çekmek için, bu hususu sözüyle te'kîd etmiştir. Kula nisbetle, bu maksat ve gaye son derece yüce olduğu için, şüphesiz Cenâb-ı Hak da bu ifâdeyi nekire iilarak buyurmuştur. Buna göre kul sanki şöyle demek istemiştir: "Ya Rabbi! Senin rahmetinin en mükemmelini taleb ediyorum... Senin katından olan ve sana layık olan bir rahmet istiyorum..." Bu ifâde ise, rahmetin son derece yüce ve ulu olduğunu gösterir.

Sonra Cenâb-ı Ha "Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen" buyurmuştur. Buna göre kul, sanki şunu söylemiştir: "Allah'ım, bu duamla senden istediğim şey, bana nisbetle çok büyük bir şeydir, Ancak senin kereminin kemâline, cömertliğinin ve rahmetinin zirvesine nisbetle, önemsiz bir şeydir... O hâlde sen, eşyanın hakikâtinin, zâtının, mâhiyyetinin ve varlığının kendisinden meydana geldiği atiyye ve bağışında, çok bağışlayansın... Buna göre senin dışında kalan her şey, senin cömertliğinden, ihsan ve kereminden meydana gelmiştir.. Ey, lütfü ve iyiliği devamlı olan; ezelden beri ihsan sahibi olan Rab! Bu miskinin ümitlerini boşa çıkarıp, dualarını reddetme.. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, ikramda bulunanların en cömerdi, onu fazlınla rahmetine lâyık kıl!" [30]

 

"Ey Rabb'imiz, muhakkak ki sen, hakkında hiç şüphe bulunmayan bir gün için insanları toplayacak olansın!.. Şüphesiz, Allah sözünden caymaz"(Ali İmran, 9)

Bil ki, bu duâ ilimde derinleşen kimselerin sözlerinin geriye kalanıdır. Bu böyledir; çünkü onlar, Allah'dan kendilerini sapmaktan korumasını, hidâyet ve rahmetini kendilerine has kılmasını isteyince, sanki şöyle demek istemişlerdir: "Bu talepten maksadımız, dünya istekleriyle ilgili bir şey değildir... Çünkü bunlar, fani şeylerdir, sona ericidirler. Bu duamızdan en büyük gayemiz âhiretle ilgili olandır... Çünkü biz, ey Rabb'imİz, senin, hesaba çekmek için kıyamette insanları bir araya getireceğini biliyoruz.. Yine, senin va'adinden ve sözünden dönmeyeceğini; sözünün yalan olmadığını da biliyoruz... Kalbleri haktan sapan kimseler, orada devamlı bir azâb içinde kalırlar... Tevfîkini, hidâyetini ve rahmetini verip, kendilerini mü'min kıldığın kimseler ise, orada ebedî saadet ve ikramlar içinde bulunurlar..." Buna göre bu duadan en büyük maksat, âhiret ile ilgili olan kısımdır.

Geriye âyetle ilgili birkaç mesele kalmıştır: [31]

 

Birinci Mesele     

 

Hak Teâlâ'nın: o buyruğunun takdiri, "İnsanları hakkında şüphe olmayan bir günde, hesaba çekmek, cezalandırmak için toplayacak olansın" şeklindedir. Buna göre bu ifâdeden maksat açık olduğu için M kelimesi hazfedilmiştir. [32]

 

İkinci Mesele      

 

Cübbaî şöyle demektedir: "Mü'rninlerin sözü kısmında bitmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın, kavlidir. Buna göre insanlar, "Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen, kendfsmde hfp şüphe bulunmayan bir gün için insanları toplayacak olansın!" dediğinde, Allahu Teâlâ da, onları bu konuda tasdik etmiş ve onların sözlerini, "Şüphesiz, Allah sözünden caymaz" diyerek te'kîd etmiştir. Bu, Hak Teâlâ'nın bu sûrenin sonunda, mü'minlerden naklettiği:

"£y Rabbimiz, peygamberlerinin lisânı ile bize va'adetmiş olduğun şeyleri ver bize... Kıyamet günü yüzümüzü kara çıkarma. Şüphe yok ki sen, sözünden asla dönmezsin" (âı-i imrân, 194) âyeti gibidir."

Bazı âlimler de, bunun gaibten muhataba geçilmek suretiyle bir iltifat olduğunu söylemişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de bunun misalleri pek çoktur. Nitekim Hak Teâlâ:"Nihayet siz gemide bulunduğunuz ve gemiler de güzel bir rüzgâr ile bunları akar gibi götürdükleri zaman..." (Yunus. 22) buyurmuş, (hitaptan gıyaba geçmiştir.)

Buna göre şayet "Mü'minler bu âyette(ÂMimran, 194) âyetinde de demişlerdir" denilirse, ben derim ki:

Allah en iyisini bilir ya, İkisi arasındaki fark şudur: Bu âyet (âli imran, 9) heybet ve ta'zîm makamında getirilmiştir. Yani ulûhiyyet, mazlumun hakkını zâlimden almak için haşir ve neşrin (ölümden sonra dirıltilmenin) bulunmasını gerektirir. Buna göre O'nu, burada İsm-i Âzamıyla zikretmek, daha muvafık ve evlâdır. Ama Âl-i İmran 194'dekifl buyruğuna gelince, bu makam, kulun Rabb'inden kendisine lütfuyla in'âmda bulunmasını ve günahlarım bağışlamasını istediği makamdır. Buna göre bu makam heybet makamı değildir. İşte bundan dolayı şüphesiz Cenâb-ı Hak,  (âli imran, 194) buyurmuştur. [33]

 

Hak Teâlâ'nın  Vaidinden (Azaptan)Geçmesi           

 

Cübbaî bu âyette, fasıkların mutlaka azapla tehdid edildikleri hususunda istidlal ederek, şöyle demiştir: Allah Teâlâ'nın Vaîdinden  "Çünkü vaîd de, "Rabb'imizin bize va'adettiğinl hak olarak bulduk. Siz de, Rabb'inizin (tehdit olarak) size va'adettiğinigerçek olarak buldunuz mu?" (Araf, 44) âyetinin delaletiyle, va'ad lafzının kapsamında ele alınmıştır. Buna göre kelimeleri aynı mânayı ifâde eder. AHahuTeâlâ da bu âyette, miadından caymayacağını haber vermiştir. Böylece bu âyet, O'nun vaîdinden de caymayacağına bir delil olur."

Cevap: Biz, Allahu Teâlâ'nın, fâsıkları mutlaka azapla tehdid ettiğini kabul etmiyoruz. Daha doğrusu bu ceza, ulemâ arasında ittifakla "tevbe etmeme şartına" bağlandığı gibi, bize göre Cenâb-ı Hakk'ın affetmeme şartıyla da mukayyettir. Nasıl siz bu şartı ayrı bir delille isbât ettiyseniz, bunun gibi biz de, affın bulunmamasını ayrı, munfasıl bir delille isbât ettik.. Biz, Allahu Teâlâ'nın onları tehdit ettiğini kabul ediyoruz, ama bu vaîdin (tehdîdin) "va'ad" lafzının kapsamına girdiğini kabul etmiyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın, . 44) buyruğuna gelince, biz deriz ki bunun, Cenâb-t Hakk'ın:arı elim bir azâbla müjdele" (âı-i imrân, 21) ve "Tâd (o azabı!) Hani sen, çok uluf çok şerefli idin!" (Duhân. 49) âyetlerinde olduğu gibi olması niçin caiz olmasın? Yine bundan muradın, "Onların, putlarından Allah katında kendilerine şefaat etmelerini beklemesi.." olması niye caiz olmasın? Böylece bu va'adden (Araf, 44) murad, putlardan beklemiş oldukları bu fayda ve menfaat olur.. "Vaîd" meselesiyle ilgili sözümüzün tamamı, Bakara sûresinde, "Hayır! Kim bir kötülük kazanır da, suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa, onlar cehennemliktir, onlar orada, ebedî olarak kalıcıdırlar" (Bakara, si) âyetinin tefsirinde geçmişti..

Vahidî, "Basît" adlı eserinde, başka bir izahtan da bahsederek şöyle der: "Bunun, düşmanların vaîd (tehdit)'ine değil de dostların va'adine hamledilmesi niçin caiz olmasın? Çünkü vaîd'den caymak, Araplar nezdinde güzel bir şeydir." Vahidî sözüne devamla, "Bunun delili ise, Arapların bunu methetmeleridir. Nitekim şair

' 'O, sürür verici bir şeyi va 'adettlğinde, va adini yerine getirir... Ama, zarar verici bir şeyle tehdit ettiğinde de, af duygusu bunu yapmasına mâni olur.." demiştir.

Ebu Amr İbn el-Alâ ile Amr İbn Ubeyd arasında şöyle bir münazara geçtiği rivayet edilmiştir: Ebu Amr, Amr'a:

"Büyük günah sahipleri hakkında ne dersin?" dedi. O:

"Ben derim ki, Allah hem alabildiğine va'adetmiştir hem de alabildiğine va'îdde bulunmuştur. O, va'adini yerine getireceği gibi, va'îdıni de yerine getirecektir" dedi. Bunun üzerine Ebu Amr:

"Sen yabancı bir adamsın. Ben konuştuğun dilin yabancı olduğunu söylemiyorum, kalbinin yabancı olduğunu söylüyorum. Çünkü Araplar va'adden dönmeyi bir ayıp, va'îdden (tehdidden) dönmeyi ise bir fazilet sayarlar" dedi ve şu şiiri söyledi:

' 'Ben bir va adde veya bir va 'idde (tehdidde) bulunur isem, va 'îdimi yerine getirmem ama, vaadimi tutarım."

Bil ki Mu'tezile, Ebu Amr İbn el-Alâ bu sözü söyleyince, Amr İbn Ubeyd'in ona şöyle dediğini de nakletmişlerdir:

"Ya Ebâ Amr, Allah da "Kendisini yalanlayan" diye adlandırılabilir mi?" deyince o:

"Hayır!" dedi. Bunun üzerine Amr İbn Ubeyd: "Senin istidlalin düştü, hükümsüz oldu!" dedi.

Mu'tezile, Ebu Amr İbn el-Alâ'nın, buna karşılık hiçbir şey söyleyemediğini de nakletmiştir.

Buna göre, Ebu Amr İbn el-Alâ'nın bu soruya söyle diyerek cevap vermesi mümkün idi: "Sen vaîd'i va'ad'e kıyasladın. Ama ben, bunu şu iki konu arasındaki farkı beyân etmek için zikrettim: Va'ad, Allah üzerinde bir haktır... Vaîd ise, O'nun hakkıdır. Buna göre, kendi hakkından vazgeçen kimse, cömertliğini ve kerem sahibi olduğunu göstermiş olur. Başkasının hakkını düşüren, iskât eden kimseye gelince, işte bu kimse kınanır... Böylece, va'ad ile vaîd arasındaki fark ortaya çıkmış ve senin kıyâsın da bâtıl olmuş olur... Sen bu şiiri, bu farkı ortaya koymak için zikrettin..

Senin, "Eğer yapmazsa, o kendisini yalanlamış ve yalancı olmuş olur mu?" şeklindeki sözüne gelince, bunun cevabı da şudur: Bu, vaîdin şartsız olarak bulunması halinde söz konusu olur.. Halbuki, bana göre bütün vaîdler, O'nun afvetmemesine bağlıdır. Binâenaleyh O'nun affetmemesinden dolayı,

sözüne bir yatan arız olması gerekmez.  İşte bu anlatılanla ilgili olarak söylenebilecek sözümüz bundan ibarettir.[34]

 

"O İnkâr edenier yok mu? Ne malları, ne evlâdlan, Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyden onları asla kurtaramaz... İşte onlar, ateşin yakacağı kimselerin ta kendileridir"  (Âli İmran. 10).

Bil ki, Allah (c.c) mü'minlerin yalvarış ve yakarışlarını anlatınca, bunun peşinden kâfirlerin durumunun keyfiyyeîini; cezalarının çok elim ve çetin olacağını açıklamıştır. İşte, âyetin makabli ile münasebeti budur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [35]

 

Birinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın: "O inkâr edenler yok mu? Ne mallan, ne evlâtları, Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyden onları asla kurtaramaz" buyruğu hakkında şu iki görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu âyette söz konusu edilenler, Necran heyetidir.. Çünkü biz, onların kıssasını anlatırken, Ebu Harise İbn Alkame'nin kardeşine şöyle dediğini de nakletmiştik: "Ben O'nun gerçekten, Allah'ın Resulü olduğunu kesinlikle bilmekteyim... Ama ne var ki bunu açıklarsam, Rûm kralları bana vermiş olduğu mal ve makamı geri alırlar." İşte bunun üzerine Allahu Teâlâ, onların mallarının, çoluk-çocuktannın dünya ve âhirette, onlardan azabı kesinlikle def edemiyeceğini beyân buyurmuştur.

İkinci görüş: Lafız umûmidir; sebebin hususi olması, lafzın umûmî olmasına mâni değildir. [36]

 

İkinci Mesele      

 

Bit ki, en büyük azâb, istifâde ettiği herşeyin kişinin elinden gidip,  bunun yerini elem ve acı verici sebeplerin almasıdır.

Birincisine gelince, bu Hak Teâlâ'nın: "Ne mallan, ne evladları, Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyden onları asla kurtaramaz" buyruğu ile kastedilendir.. 8u böyledir, çünkü kişi dünyevî tehlikeler ve belâlar sırasında malına ve çocuklarına sığınır. İşte bu iki şey, tehlikeleri kendisinden savuşturma hususunda kendisine başvuracağı en yakın iki sığınaktır. Bu sebeple Hak Teâlâ, bu âhiret gününün vasıflarının dünyanın vasıflarına uymadığını beyân buyurmuştur. Çünkü o günde, zararları def etmek için kendisine başvurulan en yakın merci olan bu iki şey bulunmayınca, diğer şeylerin bulunmaması, daha evlâdır.. Bu âyetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "Ogünde ne mal fayda verir, ne de evlat Allah'a salim bir kalble gelenler müstesna..." (Şuarâ, ee-89); ' 'Mal ve evlat, dünya hayatının zînetidir. Bakî olacak iyi âmeller iser Rabb 'inin katında sevapça da daha hayırlı, ümit etme bakımından da daha hayırlıdır" (Kehf, 46): "O'nun söylediğine biz mirasçı olacağız ve o, bize tek basma gelecektir " (Meryem, si) ve "Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi, (âhirette de) huzurumuza yapayalnız, teker teker gelmişsinfzdir.. Size ihsan ettiğimiz şeyleri de, sırtlarınızın arkasında bırakmışsınızdır" <Enâm, 94) âyetleridir.

Bunun yerini, elem ve acı verici sebeplerin alması şeklinde olan ikinci kısma gelince, buna da Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, ateşin yakacağı kimselerin ta kendileridir" sözüyle işaret etmiştir. Azabın ne olduğunu açıklama konusunda bu, adetâ zirvede bulunan çok manidar bir ifâdedir. Çünkü, cehennemin kuru odunlarla yanarcasına, kâfirlerle tutuşup yanmasından daha şiddetli bir azâb olamaz. Bu kelime, vâvın fethasıyla  şeklinde okundu­ğunda, ateşin kendisiyle tutuştuğu odun anlamına gelir. Damme ile, şeklinde okunursa, (ateş iyice tutuştu) ifâdesindeki fiilin masdarı (mef'ûl-i mutlakı) olur. Bu ifâde,eldi, vârid oldu, bulundu...) sözü gibidir. [37]

 

Üçüncü Mesele    

 

Hak Teâlâ'nın, 4"Allah'dan..." ifâdesi hak- kında da şu iki izah yapılmıştır:

a) Takdir, "Ne malları, ne evladları o nları Allah'ın

azabından kurtaramaz.." şeklindedir. Buna göre, kelam buna delâlet ettiğinden dolayı, muzâfazfedilmiştir.

b) Ebu Ubeyde, bu ifâdenin başında bulunan? harf-i cerrinin(Kat, nezd, yan..) manasında olduğunu, takdirin ise, "Ne malları, ne evlatları Allah katında onlara hiçbir fayda veremiyecek" şeklinde olduğunu söylemiştir. [38]

 

 

"(Onların gidişatı), tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar, bizim âyetlerimizi yalanladılar da, Allah da kendilerini günâhları yüzünden yakalayıverdi. Allah, cezası pek çetin olandır" (Al-i İmran. 11).

Bir şey hususunda gayret gösterip yorulduğunda, denilirÂdetiniz veçhile yedi sene..." (Yusuf, 47) buyurmuştur. Yani, "Ciddiyyet, gayret ve aralık vermeksizin.." demektir. Bütün gün gezip yorulan ve gayret sarfeden kimse için de"Falanca yorucu bir gün geçirdi" denilir. Bu keli­menin lügavî bakımdan mânası, işte budur. kelimesi daha sonra, bir durum, iş ve bir örf-âdet manasına kullanılmıştır. Nitekim: 

denilir. Yani, "Falancanın âdeti budur.." Bazı kimseler de, kelimesinin devam anlamına geldiğini söylemişlerdir.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, âyetteki teşbihin keyfiyyeti hususunda şu izahlar yapılmıştır;

a) kelimesinin gayret ve çaba sarfetme (içtihâd) mânasına alınması.. Kelimenin lügavî mânası da budur. Bu, Esamm ve Zeccâc'ın görüşüdür. Buna göre, bu teşbihin izah şekli ise şöyledir: "Kâfirlerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalanlama ve dinini inkâr hususundaki gayret ve çabaları, Firavun ve hanedanının, Hz. Musa'ya karşı olan menfî gayret ve çabaları gibidir, ona benzer... Sonra biz onları günahları yüzünden nasıl helak ettiysek, bunları, Kureyş Kâfirleri'ni de öylece helak ederiz..."

b) kelimesinin, iş ve durum anlamında tefsir edilmesidir. Bu hususta birkaç izah şekli vardır:

1- ifâdesinin anlamı, "Bunların durumu ve Hz. Muhammed'i yalanlama hususunda yaptıkları, Hz. Musa'yı yalanlama konusunda Firavun hanedanının durumu gibidir.." şeklindedir. Bu durumda, bu izah ile bundan önceki izah arasında herhangi bir fark yoktur. Ancak ne var ki biz,

birinci izah şeklinde ül kelimesini çaba ve gayret sarfetmeye hamlederken, burada kelimeyi "iş ve durum" anlamına hamlettik.

2- Âyetin takdiri şöyledir:

"İnkâr edenler yok mu? Onların ne malları, ne evlâdları, Allah katında onlara hiçbir fayda sağlamayacak. Allah, daha önce Firavun hanedanına yaptığı gibi ve âdeti veçhile, onları ateşin yakıtı yapacaktır.. Çünkü onlar peygamberlerini yalanlayınca, Allah da onları, günahları sebebiyle yakalayıp cezalandırmıştır." masdarı bazan failine bazan damef'ûlüne muzâf kılınmaktadır. Burada murad,Allah'ın, Firavun hanedanı hakkındaki işi., gibi" mânâsıdır. Çünkü onlar, peygamberlerini yalanlayınca, Allah da günahları sebebiyle onları yakalayıp, cezalandırmıştır..

Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetleridir"Onları, Allah'ın sevgisi gibi severler" (Bakara, i65), yani "Onları (putları), Allah'a olan sevgileri gibi bir sevgiyle severler" (mef'ûlüne muzâf)."Senden önce göndermiş olduğumuz peygamberler için de sünnet." (isra, 77). Yani, "Bu, senden önce göndermiş olduğumuz peygamberler hakkındaki sünnetimdir." (failine muzâf) demektir.

3- Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Âyet-i Kerime'nin, hem Allahu Teâlâ'ya nisbet ve izafe edilen âdeti, hem de kâfirlere nisbet edilen âdeti ihtiva etmesi muhtemeldir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: Muhakkak ki, Hz. Muhammed'e eziyyet etme hususunda şu kâfirlerin âdeti ve halleri, peygamberlerine eziyyet hususunda kendilerinden önceki kimselerin âdeti gibidir. Bunları helak etme hususundaki âdetimiz, daha önce o kâfirleri helak etmedeki âdetimiz gibidir." Bütün bu takdirlere göre kastedilen şey, kâfirlerin eziyetine karşı Hz. Muhammed (s.a.s)'e yardım etmek ve O'na, Allah'ın o kâfirlerden intikam alacağını müjdelemektir.

c) ve' kelimeleri, birşeyde eğleşmek, oyalanmak ve uzun süre kalmak manalarında tefsir edilir. Buna göre âyetin takdiril "onların ateşte kalışları, Firavun hanedanının ateşte kalışları gibi olacaktır" şeklindedir.

d) kelimesi, daha önce zikrettiğimiz gibi, çaba ve gayret sarfetmek

anlamına da gelir. Yorgunluk ve meşakkat, bu gayretin bir neticesidir. Buna göre mana, "onların azabtan karşılaştıkları meşakkat ve yorgunlukları, Firavun hanedanının azab sebebi ile gördüğü meşakkat ve yorgunluk gibidir" şeklinde olur. Çünkü Allah Teâlâ, onların azabının hemen tahakkuk ettiğini beyân etmiştir. Bunu gösteren de, Cenâb-t Hakk'ın, "(Onlar) suda boğuldular, ardından da bir ateşe atıldılar.." {Nuh. 25) âyetidir. Yine onlara olan azabın son derece şiddetli olduğunu gösteren de şu âyettir: "O, sabah akşam kendisine arzolunacaklan ateştir. Kıyametin kopacağı gün "Firavun hanedanını azâbm en çetinine sokun" (denilecek)" (Mü'mm, 46).

e) Müşebbeh (m benzetilen), onların mallarının ve evlatlarının, azablannı giderme hususunda onlara hiçbir fayda veremeyecek olmasıdır. Onlar, Firavun hanedanına bu iki yönden benzetilmişlerdir. Buna göre mânâ şöyle olur: "Muhakkak  ki  siz.   Firavun  hanedanının  ve  onlardan   önce  geçip peygamberlerini yalanlayan milletlerin başına gelmiş olan, vuku bulduğunda ne mallarının ne de çocuklarının kendilerine fayda vermediği, başlarına geldiğinde onları çaresiz bırakmış olan o dünyevî azabı biliyorsunuz. İşte ey Muhammedi yalanlayan kâfirler, o milletlerin başına gelen azab gibi bir azabın er ya da geç sizin başınıza da geleceği ve ne mallarınızın ne de çocuklarınızın size hiç fayda veremeyeceği konusunda sizin haliniz de onların hâli gibidir.

f) Bu âyetteki vech-i teşbihin (benzetme yönünün), şu bakımdan olması da muhtemeldir: "Sizden öncekilerin başına nasıl köklerini kurutan dünyevî bir azab gelmiş ise, işte ey Peygamberi inkâr edenler, böyle bir azab sizin başınıza da çökecektir. Bu azab da, sizin öldürülmeniz, esir edilmeniz ve mallarınızın ganimet olarak alınmasıdır.'' Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edenlere, "yakında mağlub olacaksınız ve (toptan) cehenneme sürüleceksiniz. O ne kötü yataktır" de (Ali İmran. 12) âyeti buna delâlet etmektedir. Hak Teâlâ sanki burada, nasıl o kavmin başına dünyevî bir azab gelip de, onlar devamlı bir azab içinde kalmışlar ise, aynı şekilde Hz. Muhammed'i yalanlayanların başına da iki şeyin geleceğini haber vermiştir. Bunlardan birincisi, dünyevî mihnet ve meşakkatlerdir ki bunlar, öldürülme, esir alma ve hor-hakîr kılınmadır. İkincisi ise, ebedî ve elim bir azaba sürüklenmedir. İşte son olarak zikredilen bu iki azabı, Kâdî (r.h) söylemiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın:  sözünün manası, "Onlardan önce yaşamış olan ve peygamberlerini yalanlamış olan milletler" demektir.

Hak Teâlâ'nın: "Onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar" ifâdesindeki "âyetler"den murad mu'cizelerdir. Onlar bu mu'cizeleri yalanladıklarında, şüphe yok ki peygamberleri de yalanlamış oldular.

Cenâb-ı Allah daha sonra "Allah da kendilerini"günahları yüzünden çarptı" buyurmuştur. Burada (çarptı, yakaladı) ke­limesi kullanılmıştır. Çünkü başına bir ceza gelen kimse, kurtulamayan esir ve yakalanmış bir insan gibi olur aha sonra Allah Teâlâ:  "Allah, cezası pek çetin olandır" buyurmuştur ki bunun mânası açıktır. [39]

 

Müşriklerin Yenileceğini Bildiren Âyetler ve İniş Sebebi

 

"O inkâr edenlere, ''Yakında mağlub olacaksınız ve (toptan) cehenneme sürüleceksiniz. O ne kötü yataktır" de!"

(Âl-i imran, 12).

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [40]

 

Birinci Mesele     

:

Hamza ve Kisâî bu âyeti, her iki fiil-i müzarîde de yâ ile şeklinde, diğer kıraat imam­ları ise te harfi ile şeklinde oku­muşlardır. Bunu yâ ile okuyanlara göre mana, "Onlara mağlub olacaklar] ulaştı..." şeklinde olur. Bu kıraatin doğruluğuna"İmân edenlere, "Allah'ın günlerinin (geleceğini) ümid et­meyenlere aldırış etmemelerini söyle" (Câsiye 14) ve meyenlere aldırış etmemelerini söyle.." (Câsiye, 14) ve "Mü'mln erkeklere söyle, bakışlarını kıssınlar" (Nûr, 30) âyetleri de delâlet eder. Allah Teâlâ bu âyette, "bakışlarını kıssınlar" buyurmuş, bakışlarınızı kısınızj-at dememiştir. "Te" harfi ile okuyanlar ise, fiilleri muhatab kabul etmişlerdir. Bu kıraatin güzel olduğuna da "Allah, peygamberlerinden, "size kitap verdim..' diye mtsâk aldığı zaman.." (âm imran, si) âyeti delâlet eder.

Mâna bakımından bu iki kıraatin farkı şudur: "Te" ile okumak, onlara başlarına gelecek mağlubiyet ve cehenneme sürülmeyi, onlara haber vermeyi emir manasına gelir. Yâ ile okumak ise, onlara bunu bizzat söylemeyi emir mânasına gelir. Allah en iyi bilendir. [41]

 

Sebeb-i Nüzulü

 

Âlimler bu âyetin hususunda şu iki rivayeti ileri sürmüşlerdir:

1- Hz. Peygamber (s.a.s), Bedir'de Kureyş'e karşı savaşıp Medine'ye döndüğünde, yahudileri, Benî Kaynuka mevkiinde toplayarak onlara şöyle der: "Ey yahudiler, Kureyş'in başına gelen, sizin de başınıza gelmeden önce müslüman olunuz" dedi. Onlar da: "Ey Muhammed, Kureyş'ten, savaştan anlamayan bir grubu öldürüp yenmen seni aldatmasın. Eğer bizimle savaşsaydın, anlardın" dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu âyeti indirdi.

2- Medineli yahudiler, Bedir'de kâfirlerin başına geleni öğrenince "Allah'a yemin ederiz ki, bu, Hz. Musa'nın Tevrat'ta müjdelediği ve vasıflarını sayıp, sancağının yere düşmeyeceğini haber verdiği ümmî peygamberdir" dediler. Daha sonra da birbirlerine, "Hele acele etmeyiniz" dediler. Uhud Savaşı olup, Hz. Peygamber'in ashabı gerileyince, onlar, "Bu, o müjdelenen peygamber değil" dediler ve şekavetleri daha ağır bastığı için müslüman olmadılar. İşte bunun üzerine Allah, bu âyeti indirdi.

3- Bu âyet, Allah Teâlâ'nın küfür üzere öleceklerini bildiği bir gurup belli kâfir hakkında gelmiştir. Âyette, onların kimler olduğunu belirten bir açıklama yoktur. [42]

 

Üçüncü Mesele    

 

"Teklîf-i Mala Yutâk"ın caiz olduğunu söyleyenler, bu âyeti delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Allah

Teâlâ kâfirlerden bu grubun, cehenneme toplanacak­larını haber vermiştir. Eğer onlar imân edip, tâate yönelselerdi, bu haber yalana dönmüş olurdu. Bu ise imkânsızdır. İmkânsızı gerektiren şey de imkânsızdır. Binâenaleyh onların imân etmeleri ve tâatte bulunmaları imkânsızdır. Halbuki onlar, bunlarla emrolunmuşlardır. Buna göre onlara, imkânsız olan güç yetiremeyecekleri bir şey emrolunmuştur." Bu meselenin geniş izahı {Bakara, 6) âyetinin tefsirinde geçmiştir. [43]

 

İslâm'ın Zaferinin Önceden Haber Verilmesi

 

Âyette  geçen   "Mağlup  olacaksınız"   buyruğu, haber verdiği şey, aynen vuku bulmuştur, Binâenaleyh, bu gaybtan haber vermedir ve bir mu'cizedir.

Bunun bir benzeri de, "Rumlar yakın bir yerde mağlub oldu. Onlar bu yenilmelerinin ardından galib geleceklerdir" (Rûm; 2-3) âyeti ile; Hz. İsâ (a.s) hakkındaki, "Evlerinizde ne yiyor ve ne biriktiriyorsanız size haber veririm..." (Ali imran, 49) âyetidir. [44]

 

Beşinci Mesele    

 

Âyet, kıyamette yeniden dirilmenin, haşrtn ve neşrin olacağına, ve kâfirlerin dönderileceği yerin cehen­nem olduğuna delâlet etmektedir.

Cenâb-ı Allah bu âyetin sonunda, ne kötü yataktır" bu­yurmuştur. Bu böyledir, çünkü Hak Teâlâ o kâfirlerin cehennemde toplanacaklarını haber verince, "O ne kötü yataktır!" diye onu vasfetmiştir. Mihâd kelimesi "yaİ üzerinde uyunan ve rahat edilen yer" mânasındadır. Allah Teâlâ"Yeri de biz döşedik. Biz ne güzel döşeyiciieriz!" (zanyat, 48> buyurmuştur. Allah Teâlâ, kâfirlerin cehenneme gireceklerin^haber verince, o cehennemin şerli olduğunu bildirmiştir. Çünkü âyetteki kelimesi, şer ve şiddet mânasına gelen  kelimesinden alınmıştır. Nitekim Allahu Teâlâ: "Zulmedenleri şiddetli birazab ile yakaladık" buyurmuştur. Cehennem malum, biz ondan Allah'ın fazlına sığınıyoruz. [45]

 

“Karşılaşan iki toplulukta, sizin için muhakkak bir ibret vardır. (Onlardan) bir cemaat Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâûr idi. Onlar, öbürlerini gözleriyle, kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, kalb gözlen açık olanlar için bir ibret vardır" (ÂI-i İmran, 13).

Bil ki bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır:[46]

 

Birinci Mesele     

 

Cenâb-ı Hak buyurmamış da buyurmuştur. Bunun iki izah şekli bulun­maktadır;

a) Bu lâfız, mânaya hamledilmektedir. Buna göre bundan murad,"Bunu getirmek, sizin için bir ibret  ol

uştur"şeklindedir.

b) Ferrâ şöyie demiştir:" ile kelimeleri arasında fasfedici bir kelime zikredilmiştir.. Bu da, kelimesidir. (Bunun için olmamıştır)". [47]

 

İkinci Mesele      

 

Âyetin makabli ile münasebeti şudur: Biz, "Yakında mağlûb olacaksınız ve toptan cehenneme sürüle­ceksiniz" (ân imran, 13) âyetinin yahudiler hakkında nazil olduğunu; Hz. Peygamber (s.a.s) onları İslâm'a davet edince onların inatlaşarak. "Biz, gerek savaşmayı bilememe, gerekse zayıflık hususunda Kureyş'e benzemeyiz.. Aksine, bizim gücümüz ve savaş bilgimiz, bizimle çatışmaya girecek herkesi yenecek durumdadır..." dediklerini; bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, onları, "Eğer siz güçlü kuvvetli, harb ve savaş ehli olsanız dahi, muhakkak ki yakında mağlûb olacak ve cehenneme sürüleceksiniz" dediğini zikretmiştik.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu hükmün sıhhatine delâlet eden şeyi zikrederek: "Karşılaşan iki grupta, sizin için muhakkak bir ibret vardır" buyurmuştur. Yani, Bedir Harbi buna delâlet etmiştir.. Çünkü, çokluk ve teçhizat bolluğu kâfirler; azlık ve teçhizat azlığı da müslümanlartarafındaydı. Sonraysa Cenâb-ı Hak kâfirleri kahr ü perişan etmiş, müslümanları da muzaffer ve yardımına mazhar kılmıştır. Bu da, bu galibiyyetin Allahu Teâlâ'mn te'yidi ve yardımı ile olduğuna delâlet etmektedir. Durumu böyle olan herkes, ister güçlü olsunlar isterse olmasınlar, bütün hasımlarını ve düşmanlarını yenecektir.. İşte bunun gibi, bu ifâdeler, her ne kadar silah kullanmayı ve savaşmayı iyi bilseler dahi, Hz. Peygamber'in yahudileri hezimete uğratıp onları ezeceğine delâlet eden açıklamanın yerini tutmuştur. Böylece de bu âyet, "Kâfirlere de ki: "Yakında mağlûb olacaksınız.." (âli

İmran 12) âyetinin hükmünün sıhhatine bir delil olmuştur. Âyetin, kendisinden önceki âyetle münasebet şekli işte budur. [48]

 

Bedir Savaşındaki Mucizeler       

 

kelimesi, Cemâat anlamına gelir. Müfessirler, "ikitopluluk"tan muradın, Bedir gününde, Hz. Pey- gamber (s.a.s) ve ashâbıyla, Mekke müşrikleri ol­duğu hususunda ittifak etmişlerdir. Rivayet edildiğine

göre Bedir günü'nde müşrikler dokuzyüzelli kişiydiler. İçlerinde Ebû Süfyan ve Ebu Cehil de bulunuyordu. Savaş meydanına yüz atlı savaşçı sürmüşlerdi.. Yanlarında, yediyüz tane de deve bulunuyordu.. Süvarilerin hepsi zırhlı olup, yüz kişi kadardılar.. Piyade savaşçılar arasında da, ayrıca zırhlı olanlar bulunmaktaydı. Müslümanlar ise üçyüzonüç kişiydiler... Her dört kişiye bir deve düşmekteydi. İçlerinde altı kişi zırhlıydı. İki de süvari bulunmaktaydı... İşte,

böylesi bir durumda müslümanlann kâfirleri mağlub etmesi, apaçık bir âyet ve ezici bir mu'cize idi...

Şunu bil ki âlimlerimiz, bu hâdisenin apaçık bir âyet olması hususunda birkaç izah şekli zikretmişlerdir:

a) Müslümanlann mukavemet etmelerine mâni olacak birçok sebep bulunmaktaydı: Sayıca az olmaları; savaş» nak maksadıyla çıkmadıkları için yanlarına teçhizat almamış olmaları; silâh ve at azlığı gibi... Ayrıca bu, yapacakları ilk savaş idi. Çünkü bu, Hz. Peygamber'in yapacağı gazvelerin ilki idi. Müşriklerin durumu ise, tamamiyie tersineydi: Çünkü onların sayısı fazlaydı; savaş için hazırlıklı olarak çıkmışlardı; önceki zamanlarda da birçok kez savaşmışlardı; bu bakımdan savaşa alışkın idiler... Durum böyle olunca, sayıca az ve zayıf olan, silâhı az ve savaşmayı da pek bilmeyen böyle bir topluluğun, silâhı bol, ayrıca savaş için de teçhizattanmış olan kalabalık sayıdaki bir topluluğu mağlub etmesi âdeten mümkün değildir... Ama, durum âdetin ve alışılmışın hilâfına olarak tahakkuk edince bu, bir mu'cize olmuştur.

b) Hz. Peygamber (s.a.s) kavmine, Cerâb-ı Hakk'ın: "Hani Allah size, iki taifeden bitinin muhakkak ki sizin olacağını vaadediyordu..." (Enfâi, 7) âyet-i kerimesiyle kendisine yardım edeceğrni haber vermiştir. Âyetteki iki taifeden birisinden murad, ya Kureyş topluluğu veya Ebû Siifyan'ın kervanıdır. Hz. Peygamber Bedir savaşından önce tek tek, "şurası, falancanın öldürülüp düşeceği yer; şurası, falancanın öldürülüp yıkılacağı yer ilh..." diye haber vermişti... Onun geleceğe dair vermiş olduğu haberin muhtevası, aynen onun haber verdiği gibi gerçekleşince bu, gaybden bir haber ve bir mu'cize olmuştur.

c) Allahu Teâlâ'nın bundan sonra zikrettiği ifâde... Bu da, "Onları dış gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı" sözüdür. Bu son ifâdenin tefsirinde en sahih olan görüşe göre, görenler müşrikler; görülenler de mü'minlerdir... Buna göre mâna şöyledir: "Müşrikler mü'minleri, ikibine yakın bir rakamla, kendilerinin sayılarının iki misli olarak veya, müslümanlann sayısının iki misli olan altıyüz kişi olarak görmüşlerdir. Bu, bir mu'cize'dir.

Buna göre eğer, "mevcut olmayan, gerçekte bulunmayan bir şeyin görülebileceğini söylemek, safsataya götürür" denilirse biz deriz ki:

Biz, buradaki rü'yeti, zannetme ve tahmin etme anlamına hamlediyoruz. Bu böyledir. Çünkü çok korkan kinişe, az sayıdaki bir topluluğu gayet kalabalık zannedebilir. Veya şöyle diyebiliriz: "Allahu Teâlâ melekleri de indirdiği için, müslüman askerlerin sayısı çoğalmıştır.." Ama birinci cevap daha uygundur.

Çünkü ifâde, sadece iki gruptan söz etmekte olup, meleklerin kıssası burada söz konusu değildir.

d) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Allahu Teâlâ, bu savaşta peygamberlerini beşbin melekle te'yîd etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak: "O da, "Muhakkak ki ben size bin (melek) ile yardım edeceğim" diyerek duanı kabul buyurdu" (Entti, 9) ve "Evet, siz sabreder, sakınırsanız, bu (düşmanlar) da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb'iniz size alâmetti beşbin melekle imdâd edecektir125) buyurmuştur. Dörtbin melek bin melekle beraber beşbin melek eder. Bu meleklerin işaretleri, atlarının kuyruk ve perçemlerinde bulunan beyaz yün idi... Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, dilediğini yardımıyla destekler" buyruğu ile kasdettiği de, budur.. Allah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Hak daha sonra"("Onlardan) bir grup Allah yolunda savaşıyordu, diğeri İse kâür İdi" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır: [49]

 

Birinci Mesele     

 

Buradaki kelimesinin meşhur kıraati, merfû olarak şeklinde okunmasıdır kısmı isebunun gibi 'şeklinde okunmuştur. Bu ifâdeler kelimesinden bedel olmak üzere mecrur olarakşeklinde; "ihtisas" veya, fiilindeki zamirden hâl olarakşeklinde de okunmuştur.

Vahidî (r.h), ref ile okumanın daha üstün olduğunu; çünkü bunun mânasının, "Onlardan birisi Allah yolunda savaşır, diğeri de,.." şeklinde olduğunu; binâenaleyh, bu ifâdenin başlangıç (müste'nef) cümlesi olarak merfû okunduğunu söylemiştir. [50]

 

İkinci Mesele      

 

Allah yolunda savaşan topluluktan murad, müslü- manlardır. Çünkü onlar, Allah'ın dinine yardım etmek için savaşmışlardır.

Cenâb-ı Hakk'ın:"Diğeri ise kâfir..." tavsifi ile kastedilen ise, Kureyş kâfirleridir. [51]

 

Müşriklerin Müminleri İki Misli Fazla Görmeleri ve Öteki İhtimaller

 

Cenâb-ı Hak sonra,"Onlar, öbürlerini gözleriyle, kendilerinin iki katı görüyorlardı" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: [52]

 

Birinci Mesele     

 

Nâfi ite Âsım'ın ravisi Ebân, (Siz onları görürsünüz); diğer kıraat imamları ise yâ ile, föjji

(Onlar, onları görürler) şeklinde okumuşlardır. Bun­dan önceki ifâde yahudilere hitâb ettiği için, bu kelimeyi tâ ile okuyanlar,î şeklinde okumuşlardır. Buna göre mâna, "Ey yahudiler sizler, müslü-manları olduklarının iki kat) sayıda"; veyahut da, "kâfirlerin iki katı olarak..." görüyorsunuz" şeklindedir. Veyahut da âycM Kureyş müşriklerine bir hitâb olmuş olur. Buna göre mâna, "Ey Kureyş müşrikleri, sizler müslümanları, sizin kâfir güruhunuzun iki katı sayıda görüyorusunuz..." şeklinde olur.

Yâ ile okuyanlar ise, hitâbtan sonra zikredilen gâlibiyyet ve nusretten dolayı böyle okumuşlardır. Buda, HakTeâlâ'nın, "(Onlardan) bir grup Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise, kâfir idi. Onlar, öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki kah görüyorlardı" buyruğudur. Buna göre O'nun, "Onlar, öbürlerini görüyor" şeklindeki ifâdesi, bu iki gruptan birisinden haber verme anlamına gelir. [53]

 

İkinci Mesele      

 

Bil ki bu âyette, hem kâfir hem de müslüman gruptan bahsedilmiştir.   Buna  göre   Cenâb-ı   Hakk'ın:

 sözünün mânası, görenlerin kâfirler;

görülenlerin ise müslüman topluluk olması muhtemel olduğu gibi, bunun aksi de muhtemeldir. Böylece iki ihtimal mevcuttur.Hak Teâlâ'nın, sözüne gelince, bundan muradın, "görenlerin iki katı" mânası olması muhtemel olduğu gibi, "görülenlerin iki katı" mânası olması da muhtemeldir. Buna göre bu âyet, şu dört ihtimali kapsamaktadır:

Birinci ihtimal: Bundan murad, kâfir olan tarafın, müslümanları, kendile­rinin, müşriklerin iki katı, yani ikibine yakın bir sayıda görmeleridir.

İkinci ihtimal: Kâfir grubun, müslümanları, müslümanların sayısının iki katı, yani altıyüzyirmi küsur kadar görmeleridir... Bundaki hikmet, kâfirler korkup da savaşmasınlar diye, Allahu Teâlâ'nın, müslümanları azlıklarına rağmen, müşriklerin gözünde çok kalabalık göstermesidir.

Buna göre, şayet "Bu, Hak Teâlâ'nın Enfâl süresindeki,"ve sizi de onların gözünde azaltıyordu" (Eniâi, 44) âyetiyle bir tezâd teşkil eder." denilirse, cevap olarak biz de deriz ki, bu azaltma ve çoğaltma işi, iki ayrı durumda cereyan etmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak, ilk önce müslümanları onların gözüne az gösterdi.. Böylece de onlar, müslümanlara hücum ederek, taarruza geçtiler. Müslümanlarla bizzat karşı karşıya geldiklerinde ise, Allah müslümanları müşriklere çok gösterdi; bunun üzerine de onlar mağlup oldular... Sonra Cenâb-ı Hakk'ın, müslümanları, işin başında onlara az gösterip, işin

sonunda çok göstermesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudretini daha çok gösterir ve mu'cizeyi de, daha net ve belirgin olarak ortaya koymuş olur.

Üçüncü ihtimal: Görenlerin müstümanlar, görülenlerin ise müşrikler olmasıdır.. Buna göre müslümanlar, müşrikleri kendilerinin iki katı, yani attıyüz küsur kadar görmüşlerdir. Bundaki hikmeti ise, Allahu Teâlâ'nın tek bir müslümana iki kâfire mukavemet göstermesini emretmiş olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Eğer sizden sabr u sebat eden yirmi kişi bulunursa, onlar İkiyüz (kişiyi) yenerler" (Ennı, es) buyurmuştur.

İmdi şayet: "Nasıl oldu da müslümanlar, kâfirleri, kendilerinin iki misli olarak (yani altıyüz küsur) gördüler, halbuki onlar kendilerinin üç misli idiler?" denirse, cevaben deriz ki:

Allah Teâlâ, müslümanlara mağlup edeceklerini bildikleri kadar müşriği göstermiştir. Bu da şöyle olmuştur: Cenâb-ı Hak: "Eğer sizden sabr u sebat eden yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüz (kişiyi) yenerler" (Enfâi, 65) buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ onları cesaretlendirmek ve kalblerınden korkuyu gidermek için, müşriklerin sayısını onlara bu kadar göstermiştir.

Dördüncü İhtimal: Görenler, müslümanlardır. Onlar müşrikleri, müşriklerin iki katı kadar görüyorlardı.. Bu, hiç kimsenin öne süremeyeceği bir görüştür. Çünkü bu durum, mü'minlerin kalbine korku salmak suretiyle, müşriklere yardım etmek demektir. Âyet ise, bu durumu nefyeder.

Beşinci ihtimal: Bu âyetle ilgili beşinci bir ihtimal daha vardır. Bu da şudur: Biz âyetin başında, hitabın yahudiler hakkında olduğunu söylemiştik. Buna göre, bundan murad edilen mâna, "Ey yahudiler, sizler, kuvvet ve ihtişam bakımından müşrikleri mü'minlerin iki katı olarak görüyordunuz" şeklinde olur.

Buna göre eğer, "Kâfirler müslümanların üç katı olduğu halde, nasıl olur da yahudiler müşrikleri müslümanların iki katı olarak görmüşlerdir?" denilirse, bunun cevabı yukarda geçmişti..

Bu mevzûyla ilgili olarak geriye iki bahis kalmıştır:

Birinci bahis: Birinci ve ikinci ihtimâl, yok olan (ma'dûm)'ın görülebildiğini iktizâ etmektedir. Üçüncü ihtimal ise, bulunan ve mevcut olanın görülmemesini gerektirmiştir.

Birincisi, aklen imkânsızdır. Çünkü yok olan şey görülemez. Binâenaleyh, âyette "rü'yet" (görmek) ifâdesini, kuvvetlice zannetmek manasına hamletmek gerekir.

İkincisine gelince bu, âlimlerimize göre caizdir. Çünkü bize göre şartların mevcut, hasselerin (duyu organlarının) sıhhatli olması durumunda, idrâk etmek vâcib değil de caiz olmuş olur. O zaman, mu'cize ve harikulade hallerin zuhur ettiği zamandır. Binâenaleyh böyle bir mu'cize'nin meydana gelmiş olabileceğini söylemek uzak bir İhtimal değildir.

Mu'tezile'ye göreyse, şartlar mevcut olup, duyu organları da sağlam olursa, idrâk etmek mutlaka olur. İşte bu sebepten dolayı Kâdî bu konuda şu gerekçeleri befirtmiştir:

a) Muharebe ve savaş esnasında insan, başını askere çevirerek, onlara iyice bakmak için vakit bulamaz. Bundan dolayı da o, şüphesiz hepsini değil bazısını görür.

b) Muharebe esnasında diğer bazılarını idrâk edip görmeye mâni olacak toz toprak bulunur.

c) Şöyle de denilebilir: Allah Teâlâ, havada, askerin üçde birini görmeye mâni olacak herhangi bir şey yaratmaya da kadirdir. İşte bütün bunlar ihtimâl dahilindedir.

İkinci bahis: "Lafız, her ne kadar görenlerin, müşrikler ile müslümanlar olabilmesine ihtimalli ise de, bu iki ihtimalde en belirgin ve en açık olanı hangisidir?" denilirse, denilir ki: Müşriklerin görenler olmast daha evlâdır. Buna şu hususlar da delâlet etmektedir:

a) Fiilin fâiliyle olan münasebeti, mef'ûlüyle olan münasebetinden daha kuvvetlidir. Buna göre, önce geçen iki şeyin en yakınını fail, en uzağını da mef'ûl kabul etmek, bunun aksini yapmaktan daha evlâdır. Önce geçenlerin en yakını ise, Hak Teâlâ'ntnbeyânıdır.

b) Âyetin başı olanSizin için muhakkak bir âyet vardır" buyruğu, kâfirlere hitâbtır. Buna göre, Nâfi'nin "tâ" harfiyle okuması da, hitabın kâfirlere olmasından dolayı idi.. Buna göre mâna, "Ey Kureyş müşrikleri, sizler müslümanları, onların iki katı olarak görüyordunuz..." şeklinde olur. Bu kıraat, ancak görenlerin müşrikler olması halinde doğru olur.

c) Allahu Teâlâ, "Karşılaşan İki toplulukta, sizin için muhakkak bir ibret vardır" demiş olduğu için, bunu kâfirlere karşı bir mu'cize yapmıştır. Bu sebeple, bu durumun, onlar için bir hüccet olabilmesi için, onların görüp müşahede ettikleri bir şey olması gerekir. Ama, bu durumun mü'minler için söz konusu olması halinde, bunu kâfirler için bir hüccet kabul etmek dopH-olmaz. Allah, en iyisini bilendir.

Gören tarafın müslümanlar olduğunu söyleyen kimseler de, şu şekilde delil serdedip tartışmışlardır: Görenlerin müşrikler olduğunun kabul edilmesi halinde, mevcut olmayan şeyin görülmesi gerekir ki, bu imkânsızdır. Ama, görenlerin mü'minler olduğu kabul edilirse, bundan, mevcut olan bir şeyin görülmemesi gerekir ki, bu imkânsız değildir. Dolayısıyla bu daha evlâdır. Allah. "Onu gördüm - görmek.." denilir. Yine,Uykuda güzel bir rüya gördüm" denilir. Buna göre rü'yet, uyumaya en iyisini bilendir.

Sonra Hak Teâlâ: "gözgörüşüyle" buyurmuştur, uykuda rüyaya tahsis edilmiştir. Yine Araplar, gözü bir şeye iliştiği zaman "O az önce gözümün önündeydi" der. Buna göre  kelimesi, mef'ûlü mutlak olmasından dolayı mansüb kılınması caiz olduğu gibi, bir mekâna zarf olması sebebiyle mansûb olması da caizdir. Nitekim sen,  Siz onları, önünüzde görüyorsunuz" dersin.ne "O benim nazarımda çok kıymetlidir, eşsiz bir gerdanlık gibidir" "Onun benim nazarımda köpekten, farkı yoktur" tabirleri de böyledir.

Sonra Cenâb-ı Hak "Allah, dilediğini yardımıyla destekler" buyurmuştur. Allah müslümanlara iki şekilde yardım eder:

a) Bedir'deki yardımı gibi, onları muzaffer kılmakla olan yardımı...

b) Hüccet  ve  delil   bakımından  yardımı..   Bu  ikinci   mânaya göre, mü'minlerden bozguna uğramış bir topluluk bulunduğunu farzetsek, onlara hüccet ve (uhrevî) güzel bir sonuç bakımından yardım edildiği için, "onlar yardım edilmişlerin ta kendileridir!" denilmesi caizdir. Âyetten kastedilen ise şudur: "Yardım ve muzafferiyet, sayı, ihtişam ve silâh çokluğu ile değil, ancak Allah'ın te'yîdi ve yardımı ile tahakkuk eder."

Sonra Allahu Teâlâ "Şüphesizbunda, kalb gözleri açık olanlar için bir ibret vardır" buyurmuştur. kelimesi itibâr, (ölçüp biçme, kıyaslama) mânasına gelir. "İtibâr" ise, kendisiyle cehaletten ilme geçilen alâmet, nisan demektir. Bu kelimenin aslı, bir taraftan diğer tarafa geçme anlamına gelen kelimesidir.  lafzı da buradan gelip mânayı muhataba geçiren, intikâl ettiren söz demektirf ifâdesi de böyledir; çünkü rüyayı te'vil de, rüyanın mânasını ortaya koyar, açıklar.. O'nun  ifâdesinin mânası ise, "akıl sahipleri için..." demektir. Nitekim, "O, bu işi iyi bilir" anlamında olmak üzere denilir. Allah en iyi bilendir. [54]

 

Nefsin İstekleri

 

"Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş; salma güzel atlar, hayvanlar, ekinlerden yana nefsin İsteklerine sevgi, insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar, dünya hayâtının geçici menfaatidir. Nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği Ailah'm nezdİndedir" (Âli İmrân. 14). [55]

 

Bu Âyetin Mâkabliyle Münasebeti

 

Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: [56]

 

Birinci Mesele     

 

Âyet-i kerime'nin mâkabliyle münasebeti hakkında iki görüş vardır:

Birinci görüş: Şu kıssayla ilgili olan açıklamadır:

Biz, (Necran'dan gelen) hristiyan hey'etinden Ebû Harise İbn Alkame'nin kardeşine, "Hz. Muhammed (s.a.s)'in sözünde doğru olduğunu bildiğini" itiraf ettiğini; ancak ne var ki bunu, Rum krallarının kendisine vermiş oldukları mal ve makamı geri atacakları endişesiyle açığa vurmadığını söylemiştik.. Yine biz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Bedir savaşından sonra, yahudileri İslâm'a davet ettiğini, onların ise buna mukabil, kendilerinin güç ve kuvvetlerini ortaya koyup, mallarına ve silâhlarına güvendiklerini anlatmıştık... Böylece Cenâb-ı Hak bu âyette, bu ve bunların dışındaki diğer dünya metâının zeval bulacağını, yok olacağını; âhiretin ise hayırlı ve daha baki olacağını beyan buyurmuştur.

İkinci görüş: Yapılmış olan umumî te'vile göre, bu şöyledir: Allahu Teâlâ önceki âyette, "Allah, dilediğini yardımıyla te'yid eder Şüphesiz bunda; kajb gözleri açık olanlar için bir ibret vardır" (ali imran. 13) buyurunca, bunun peşinden o "ibref'in beyânı yerine geçecek olan bir açıklama getirmiştir ki, o da şudur: "Allah Teâlâ insanlara, cismanî şehvete tutku ile dünyevî lezzetlerin ve hazların hoş gösterildiğini, sonra bunların lezzetleri rlevam etmeyen fâni şeyler olup, geriye ise onların sorumluluklarının kalacağını beyân etmiş; daha sonra da, "De ki, "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (âl-i imran, 15) ifadesiyle insanları âhiret ile ilgili olan şeylere teşvik etmiş, daha sonra da, Âl-i İmran 17. âyetinin sonuna kadarki kısımda, sabreden ve doğru olan kimselerden kullukta sebat edenler için hazırlanmış olan âhiretin güzelliklerini, tayyibâtını açıklamıştır. [57]

 

Bu Tezyîn (Süsleme) İşini Yapan Kimdir? 

 

Âlimler, Hak Teâlâ'nın, buyruğundaki "tezyin", süslü gösterme işini yapanın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bizim âlimlerimizin bu konudaki görüşleri açıktır. Çünkü onlara göre bütün fiillerin yaratıcısı Allah'tır. Yine onlar şöyle de demişlerdir: (Bu'bezeyen ve süsleyenin) şeytan olduğunun kabul edilmesi durumunda, o zaman şeytana küfrünü ve bid'atını süslü gösteren kimdir? Eğer bunun başka bir şeytan olduğu söylenirse, neticede teselsül gerekir. Eğer bu, bizzat o şeytanın kendisinden meydana gelmiş ise, bu, insan hakkında da aynıdır. Eğer bu küfür ve btd'ât Allah'ın yaratması ile meydana gelmiş ise - ki doğru olan da budur- bu, insan hakkında da aynıdır. Kur'ân'dabu nükteye "EyRabb'imiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz nasıl azmışsak onları da öylece azdırdık" (Kasas, 63) âyetinde işaret edilmektedir. Yani "Bir kimse, bizim onları azdırıp saptırdığımıza inanıyor ise, ya bizi saptıran kimdir?" Bu söz son derece açıktır.

Mu'tezile'den Kâdî, kendilerinden şu üç görüşü nakletmiştir:

Birinci görüş: Kâdî, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Şeytan insanlara süslemiştir ve bu hususta Allah adına yemin etmiştir."

Kâdî, Mu'tezile namına şu delilleri ileri sürmüştür:

a) Allah Teâlâ şehvetlere dair sevgiyi,  mutlak olarak zikretmiştir. Dolayısıyla, bu ifâdenin kapsamına haram olan şehvetler de girer. Haram olan şehvetleri süsleyen ise, ancak şeytandır.

b) Allahu Teâtâ, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten bahsetmiştir. Bu çok malı böylesine sevmek, ancak dünyayı talebinin kıblesi ve bütün amaçlarının nihâî hedefi edinen kimselere yakışır. Çünkü âhireti tercih eden kimseler, kendilerini başkasına muhtaç bırakmayacak miktar ile yetinirler.

c) Hak Teâlâ'nın, "Bun/ar, dünya hayâtının geçici mefaatıdır" buyruğudur. Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunu dünyayı zemmetmek, fazla önemsememek

sadedinde zikretmiştir. Kınanmış olan bir şeyin ise, o kimseye süslenmiş olması imkânsızdır.

d) O'nun bu âyetten sonra, "De ki, "size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (âı-i imran, 15) buyurmuştur ki bu ifâdeden Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, kulun dünyâya iltifatını önleyip, dünyayı onun gözünden düşürmektir. Bu ise, dünya gözünde büyümüş olan kimselere uygun düşmez.

İkinci görüş: Bu, Mu'tezile'den diğer bir grubun görüşüdür. Buna göre süsleyen, Allah'tır. Bu görüşte olanlar, buna birkaç şekilde istidlalde bulunmuşlardır:

a) Allah Teâlâ nasıl, âhiretin menfaatlerine insanları teşvik etmiş ise, aynı şekilde dünyanın lezzetlerini de yaratmış ve bunları kullarına mubah kılmıştır. Hak Teâlâ'nın, bunları insanlara mubah kılması, tezyin edip süslemek manasına gelir. Çünkü Cenâb-ı Hak, şehveti ve şehvet duyulan şeyi yaratıp, şehvet duyan insanlarda da onlardan tad alacaklarına dair bir bilgi yaratarak, o şeyleri almayı insana mubah kılınca, Cenâb-ı Hak, onları tezyin etmiş ve süslemiş olur.

b) Lezzet veren bu şeylerden istifâde etmek, âhiret menfaatine götüren birer vesiledir. Allah Teâlâ, bu vesilelere başvurmayı teşvik etmiştir. Dolayısı ile bunları süsleyen Allah olmuş olur. Biz, bunlardan istifâde etmenin, âhiret mükâfaatına götüren vesileler olduğunu söylüyoruz.

Bu, şu bakımlardan olur:

1- İnsanın matını tasadduk etmesi bakımından...

2- İnsan, bunlar sayesinde Allah'a itâata güç ve kuvvet kazanır.

3- İnsan bunlardan istifâde edip, bunların ancak Allah'ın yaratması ve yardımı ile müyesser olduğunu bildiğinde, bu, kulun büyük bir şükür edâ etmesine sebeb olur. İşte bundan dolayıdır ki es-Sahib İbn Abbâd şöyle derdi: "Yazın soğuk suyu içmek, hamdin kalbin derinliklerinden çıkmasına sebep olur." es-Sahib, bu mânâda bir de şiir söylemiştir.

4- Bu lezîz ve güzel şeylerden istifâde edebilen, bunları bırakıp, kullukla meşgul olunca ve kulluk yolunda çeşitli sıkıntılara katlanınca daha büyük mükâfaatlar elde eder. Böylece bütün bu izahlardan, o güzel şeylerden istifâde etmenin, âhiret mükâfaatım elde etmeye birer vesife olduğu sabit olur.

5- Allah Teâlâ: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" (Bakara 29); J'De ki, "Allah'ın kullan için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıklan kim

haram etmiş?" (Araf32); "Her namazınızda güzel elbisenizi giyinin" (Arâf.3i); "Biz yer üzerinde olan şeylere, onlara mahsus birer zînet verdik" (Kehf, 7); "O, gökten su indirip, sizin için onunla rızık olarak türlü türlü meyveler çıkardı" (Bakara, 22); ve "Yerdeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yiyin" (Bakara, 

Bütün bu âyetler,  süsleyenin Allah Teâlâ olduğuna delâlet "O, insanlar için süsledi.." şeklinde okuması da bu görüşü te'kîd eder.

Üçüncü görüş: Ebu Ali el-Cübbâî ile Kâdî'nin kendi görüşüdür ve meseleyi taksim etmektedir: Çünkü, bu konuda vâcib veya mendub olan herşeyin müzeyyini (süsleyeni) Allah Teâlâ'dır. Haram olan herşeyin süsleyeni ise şeytandır. Kâdî'nin söylediği işte budur.

Bunlardan başka bir üçüncü kısım daha vardır ki bu, yapılmasında veya yapılmamasında herhangi bir sevab veya ikâb bulunmayan mubahlardır. Kâdî bu kısımdan bahsetmemiştir. Halbuki bunu da söylemesi ve bu mubahları süsleyenin Allah mı, şeytan mı olduğunu belirtmesi gerekirdi. [58]

 

Nefsin İstekleri (Şehevât)     

 

Hak Teâlâ'nın:   "Nefsin isteklerini sevme" hakkındaki âyetidir. Bununla ilgili şu üç  izah yapılmıştır;

Birinci izah: Buradaki "şehevat", arzu edilen şey­ler demektir. Aradaki irtibattan dolayı, arzu edilen şeyler mecazî olarak böyle isimlendirilmiştir. Nitekim, aynı şekilde, güç yetirilen şeye "kudret", ümid edilen şeye "reca" (ümit); bilinen şeye de "ilim" denilmiştir. Bu, Arapça'da yaygın olan bir istiare (mecaz)dir. Meselâ, "şu, onun arzu duyduğu şeydir" manasında"Şu, falancanın şehvetidir" denilir.

Keşşaf sahibi şöyle der: "Arzu edilen şeylerin, "şehvet" diye isimlendiril-mesinde, şu iki mânâ vardır:

a) Allah Teâlâ, arzu duyulmuş olmaları ve istifâde edilmede aşın hırs duyulmaları hususlarında mübalağa etmek için, âyette sayılan şeyleri "bizzat şehvetin ve arzunun kendisi" olarak saymıştır.

b) Şehvet, filozoflara göre, rezîl ve kınanmış bir sıfattır. Bu şehvet ve arzuların peşine düşenler, kendilerinin hayvan gibi olduklarını görürler. Binâenaleyh âyette bu lafzın zikredilmesinden maksad, insanları bunlardan nefret ettirmektir.

İkinci izah: Kelâmcılar şöyle demişlerdir: "Bu âyet, sevginin şehvetten farklı birşey olduğunu gösterir. Çünkü bu âyette, Allah Teâiâ sevgiyi şehvete muzaaf kılmıştır. Muzaaf, muzaafun ileyh'ten başkadır. O halde şehvet, Allah'ın yarattığı fiillerden, muhabbet ise kulun fiillerindendir. Muhabbet (sevgi), insanın bütün maksad ve yaşayışını, leziz ve hoş şeyleri aramaya hasretmesinden ibarettir.

Üçüncü izah: Filozoflar şöyle demişlerdir: "İnsan, bazan sevmemek istediği halde bir şeyi sevebilir.Meselâ, bir müslümanın gönlü, bazan bazı haramlara meyledebilir. Fakat o, o haramları sevmemek ve onlara meyletmemek ister. Ama hem bir şeyi seven, hem de o şeyi sevmeyi isteyen kimsenin sevgisi, sevginin (muhabbetin) en ileri derecesidir. Eğer böyle bir sevgi hayır yönünde olur ise, bu saadetin mükemmel şekli olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. Süleyman (a.s)'ın, "Gerçekten ben, hayır sevgisine düştüm" (Sâd,32) dediğini nakletmiştir. Bunun mânası, "Ben, hayrı seviyorum ve hayrı, bahsettiği gibi olur. Çünkü âyetteki, "Nefsin istekleri insanlara bezenfp süslenmiştir" ifâdesi, şu üç sevmiş olmamı da seviyorum" demektir. Eğer bu sevgi şer yönünde olursa, bu, Allahu Teâlâ'nın işte bu âyette (âl-i imran mertebeye delâlet eder:

a) İnsan, arzu ve şehvet duyulan herşeye arzu duyar.

b) İnsan, kendisinin o şeylere olan arzusunu da sever.

c) İnsan, bu sevginin güzel ve bir fazilet olduğuna inanır. Bu cümlede, bu üç derece bir araya gelince, bu dereceler şiddet ve kuvvet bakımından en üst noktaya ulaşır ve bundan kurtulma, ancak Allah'ın vereceği büyük bir muvaffakiyyetle olur. Sonra Hak Teâlâ bunu insanlara nisbet etmiştir. Bu âyetteki "insanlar" sözü başına harf-i tarif gelmiş olan, umûmi bir lafızdır. Dolayısıyla istiğrak ifâde eder. Binâenaleyh kelimenin zahiri, bu sevginin bütün insanlarda bulunduğunu gösterir.

Akıl da buna delâlet eder. Çünkü leziz ve faydalı olan herşey, zatı gereği sevilir ve arzu edilir. Faydalı ve leziz şeyler, cismânî ve ruhanî olmak üzere iki kısımdır. Cismânî olanlar işin başında herkes için söz konusudur. Ruhanî olanlar ise ancak, nâdir olarak bir tek insan için olur. Sonra bu insan için, o ruhanî lezzet ancakcismânî lezzetleri cezbetmesi, kuvvetli ve yerleşmiş bir meleke gibi olur. O'nun insanı, ruhanî lezzetlere çekmesi ise, ufacık bir sebeple kaybol ab ilecek arızî, sonradan olma bir hal gibi olur. Hiç şüphesiz insanlara galip olan, cismânî lezzetlere duyulan bu şiddetli temayüldür. Fakat ruhanî lezzetleri elde etmeye duyulan temayül ancak pek ender insan için söz konusu olur. Sonra bu ruhanî lezzet, o ender insanlar için de ancak çok nâdir zamanlarda olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu hükmü umûmi kılarak, "Nefsin isteklerine olan sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir" buyurmuştur.

Hak Teâlâ'nınKadınlara, oğullara" sözüne gelince, bunda iki bahis bulunmaktadır.

Birinci bahis: ifâdesindeki harf-i cerri,

 "O halde murdardan, putlardan karnın, nefsinin cismânî lezzetlere iyice alışmasından sonra hasıl olur. O zaman nefsin,..''{Hacc,30)âyetindeki harf-i cer gibidir. Bu son âyetin takdiri ta kendisi olan putlardan kaçının!" şeklindeyse, bu âyetin takdiri de bunun gibidir. Yâni"İnsanlara, can atılan, arzu duyulan şeylerin ta kendileri olan kadın sevgisi, şunlar, şunlar... ilh. süslü gösterildi" demektir.

İkinci bahis: Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak burada arzu duyulan, can atılan dört şey saymıştır:

a) Kadınlar... Ençok onlardan hoşlanıldığı, haz alındığı ve onlarla olan ünsiyet ve yakınlık daha mükemmel ve tam olduğu için, Cenâb-ı Hak önce onları zikretmiştir. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Size kendilerine ısınmanız için sizin cinsinizden zevceler yaratmış olması, aranıza da bir sevgi ve merhamet duygusu yerleştirmiş olması..." (Rûm. 21) buyurmuştur. Bunu teyid eden bir başka husus da, helak edici ve yakıcı şiddetli bir aşkın, ancak şehvet ve düşkünlüğün bu nev'inde bulunmasıdır.

b) Çocuk sevgisi... Oğullara olan sevgi ıkzlara olan sevgiden daha fazla olduğu için, Cenâb-ı Hak, hassaten oğulları zikretmiştir. Oğullardan istifâde şekli ise, onlardan sürür duyma, onlarla çoğalıp artma, vb. şeyler açısından açıktır, bellidir. Bil ki Allah Teâlâ'nın insanın kalbinde zevce ve oğul sevgilerini yaratmasında yüce bir hikmet vardır. Çünkü eğer bu sevgi olmasaydı, doğum ve çoğalma meydana gelmez, bu da insan neslinin sona ermesine sebebiyyet verirdi.. Bu sevgi, âdeta fıtrî bir özelliktir. Bundan dolayıdır ki bu, bütün hayvanlarda bulunmaktadır. Bundaki hikmet ise, bahsettiğimiz veçhile, neslin bekâsını da sağlamaktır.

c) (ve) d) Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş..." Bu ifâdeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Zeccâc şöyle demiştir: "Kıntar" bir şeyi bağlamak ve sağlamlaştırmak anlamından alınmıştır."Denk" kelimesi de, bağlamak suretiyle sağlamlaştırıldığı için, yine bu mânadan alınmıştır. Buna göre "kıntar" kelimesi, çeşitli belâları savuşturma hususunda kendisine bel bağlandığı "çok mal" anlamına gelir."

Ebü Ubeyde, Arapların "kıntâr" hakkında, onun sinirlanamayacak kadar çok olan bir ölçü, mikdar olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Bil ki, doğru olan. da budur. Bazı kimseler ise, "kıntâr"ı tahdit edip sınırlamaya çalışmışlardır.

Bu konuda da bazı rivayetler bulunmaktadır. Ebû Hureyre (r.a.), Hz.Peygamber'in: “Kıntar, onikibin “ukiyye”[59]dir[60] buyurduğunu rivayet etmiştir.

Enes (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'den, "kıntâr"ın bin dinar olduğunu rivayet etmiştir.

Ubeyy İbn Kâ'b ({r.a), Hz. Peygamberin: “Kıntar, bin ikiyüz “ ukiyyedir” dir[61]  dediğini rivayet etmiştir.

İbn Abbas (r.a), "kıntâr"ın bin dinar veyahut onikibin dirhem olduğunu söylemiştir ki, bu verilecek diyet miktarıdır.

Hasan el-Basrî de bu görüştedir.

Kelbî, "kıntâr, Bizanslıların dilinde, bir Öküz derisi dolusu altın veya gümüş miktarına denilir " demiştir. Bu hususta, bu sayılanlardan başka görüşler de bulunmaktadır. Ama biz onları zikretmedik. Çünkü onlar, kat'î bir delille desteklenmemektedir.

İkinci bahis: kelimesi,ökünden olup veznindedir ve pekiştirme için kullanılır. Nitekim Araplar\ "binlerce" "Yığın yığın mal""Çok sayıda deve" ve "Çok fazla dir­hem.." demektedirler. Kelbî ise kelimesinin, bir şeyin üç katını; ise, bunun iki katını ifâde ettiğini, neticede toplamın ise o şeyin altı mislini ve altı katını gösterdiğini söylemiştir.

Üçüncü bahis: Altın ve gümüş, bütün eşyanın bedeli olabilecekleri için, sevilmektedirler. Binâenaleyh, bunlara sahip olan kimse, âdeta herşeye sahip olmuş gibidir. Bir şeye sahip olmak (mâlikiyyet) sıfatı, kudreti ifâde eder. Kudret ise, bir kemâl sıfatıdır. Kemâl ve mükemmellik ise, zâtı itibariyle sevilir. Altın ve gümüş de zâtı itibariyle sevilen bu kemâlin elde edilmesinin en mükemmel vesilesi olduğu ve mahbûba götüren vesile de mahbub olduğu (sevildiği) için, işte bu iki şey de sevilmektedirler.

e) lma güzel atlar" hakkındadır.

Vahidî şöyle demiştir: kelimesi, l (kadınlar) ve (topluluk, cemâat) kelimeleri gibi, kendi lafzından müfredi olmayan bir kelimedir. Atlar da, yürüyüşlerindeki (âdeta) gurur ve kibirden dolayı, diye isimlendirilmiştir. İnsanın gururlu ve kibirli bir biçimde gezmesi de (gururlanmak, kibirlenmek) diye isimlendirilmiştir. Hayâl ve tehayyûl de, bu kuvvenin, söz konusu olan şekli ve sureti zihnimize getirmek için gezip dolaşması sebebiyle bu ismi almıştır. Arıkuşu da, çalımlı yürüdüğü, bazan kırmızı, bazan da yeşil göründüğü için (kibirli) diye isimlendirilmiştir.

Âlimler,  kelimesinin mânâsında ihtilaf ederek şu üç görüşü ileri sürmüşlerdir:

1- Bu, salıverilmiş, otlayan hayvan demektir. Sen hayvanı otlasın diye mer'âya saldığınd dersin. Nitekim sen, O şeyi ayakta tuttum"Onu güzelleştirdim" "Onu büyüttüm" dersin. Bundan maksad, hayvan otladtğı zaman güzelliğinin artmasıdır. Hak Teâlâ'nın:"Orada (hayvanlarınızı) otlatırsınız" i, 10) âyeti de bu mânâdadır.

2- Bu kelime, nişanlanmış ve alâmetlendirilmiş mânâsındadır. Ebû Müslim el-lsfahânî şöyle demiştir: "Bu, ya ismi maksûr olan  kelimesinden, yada hemzeli olan t kelimesindendir. Her ikisi de aynı mânâya, yani güzel görünüm mânâsına gelir. Allah Teâlâ"Secde izinden nişanlan yüzleridir"   (Fetn, 29) buyurmuştur. Bu görüşte olanlar, bu alâmetin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ebû Müslim, "Bu alâmet ve nişanlardan murad, atların ağzında ve alnında olan beyazlıktır. Bu da atların alınlarının ve ayaklarının beyaz ve sekili olmasıdır " demiştir. Esamm, bunun alacalık; Katâde, alacasızhk; Müerric ise, dağlanmış mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Ebû Müslim'in görüşü daha güzeldir. Çünkü âyette, malların en kıymetlisine işaret vardır. Bu da atın, sakarlı ve sekili olmasıdır. Âlimlerin diğer görüşleri ise, at hususunda herhangi bir kıymet ifâde etmezler.

3- Mücâhid ve İkrime'nin görüşüne göre, "müsevveme" "mutahhame" (temiz ve güzel atlar) demektir.

Kaffâl,   "mutahhame"   kelimesinin  güzel  kadın  manasına  geldiğini söylemiştir.

f)"hayvanlar" hakkındadır. "En'âm" kelimesi, kelimesinin çoğuludur. ' deve, sığır ve davar mânâsındadır. Bunlardan, devenin dıştnda kalan diğer iki cins içiİi denilmez. Fakat tek başına devenin cinsi için bu kelime kullanılır. Çünkü, bu kelime çoğunlukla deve için kullanılmıştır.

g) "ekinler" hakkındadır. Bu kelimenin iştikakım (Bakara, 205» âyetinin tefsirinde anlattık.

Cenâb-ı Hak, bu yedi şeyi saydıktan sonra "Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatidir" buyurdu.

Kâdî şöyle der: "Dünya hayatının geçici faydalarının, sırf onlardan istifâde edilsin diye yaratılmış olduğu herkesin malumudur. Öyle ise, niçin bu âyetteki süslemenin (tezyinin) Allah'a nisböti caiz değildir? deniliyor." Sonra şöyle demiştir: Dünya metâından faydalanma çeşitli şekillerde olur:

1- Kendisine meta verilen insanın, tek başına bundan istifâde etmesi olup bu şekildeki istifâde kınanmıştır.

2- İnsanın ihtiyacı olduğu halde, elindeki metâdan istifâde etmemesi olup bu da kınanmıştır.

3- İnsanın elindeki meta'ı, kendisini âhiret menfaatlerine ulaştırmayacak şekilde, mubah yollarla kullanmasıdır ki, bu ne medhedilmiş, ne de kınanmıştır.

4-  İnsanın elindeki metâdan, kendisini âhiretin güzellik ve faydalarına ulaştıracak bir biçimde istifâde etmesidir. Bu ise, medhedilmiş olan istifâde şeklidir.

Allahu Teâlâ sonra"Nihayet dönüp varılacak olan yerin bütün güzelliği, O'nun, Allah'ın nezdindedtr" buyurmuştur. Bil ki, Arapça'da  kelimesi, varılacak müracaat edilecek yer demektir. Nitekim,- "Adam döndü, baş vurdu... Dönmek" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak"Muhakkak ki ancak bizedir onlann dönüşleri"5) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bu sözden maksadı: "Allah'ın kendisine dünyayı vermiş olduğu kimselere vâcib olanın, o malını âhiretini imâr ve ihya edecek şeylere ve kendisini âhiret saadetine götürecek yollara sarfetmek olduğunu" beyân etmektir. Sonra, maksat varılacak olan yere teşvik etmek olduğu için Cenâb-ı Hakkelimesini de, "güzellik"         kelimesiyle nitelemiştir.

Eğer, "Varılacak yer iki kısımdır. Son derece güzel olan cennet ve

güzellikten hâlîotan ateş... O halde Cenâb-ı Hak, mutlak olan varılacak yeri  niçin güzellikle vasfetmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Bizzat kastedilen varış yeri, cennettir. Ama cehennem ise, bizzat olmayıp ârizî olarak maksûddur. Çünkü Cenâb-ı Hak, mahlûkatı azâb için değil, merhamet etmek için yaratmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak Hadis-i kudsîde:hmetim gazabımı geçmiştir"[62] buyurmuştur. Bu, ken­disi vasıtasıyla gizli birçok sırlara muttali olunacak bir sırdır. [63]

 

"De ki: "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Muttaki olanlar için, Rab'leri katında altlarından ırmaklar akanr içlerinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz zevceler ve Allah'dan da bir hoşnutluk vardır. Allah, kullarını hakkıyla görücüdür" (Ali İmran, 15).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [64]

 

Birinci Mesele     

 

İbn Âmir, Âsim, Hamza ve Kisâî, iki hemze ile olmak üzere, şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr ve Nâfi'in bu âyeti nasıl okudukları hususundaki rivayetler ise, farklıdır. [65]

 

İkinci Mesele

 

Âlimler, istifhamın ne ile ilgili olduğu hususunda şu üç izahı yapmışlardır:

a) Mâna, "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" diye sorulup, sonra da söze başlanılarak, "Muttaki olanlar için, Rab'leri katında şunlar şunlar vardır" denilmesi şeklindedir.

b) "Muttaki olanlar için, size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" diye sorulup, sonra da söze başlanılarak, "Rableri katında altından ırmaklar akan cennetler... vardır" denilmesidir.

c) "Müttakî olanlar için, Rab'leri katında bunlardan daha hayırlı olanı size haber vereyim mi?" diye sorulup, sonra da söze başlanılarak, "Altından ırmaklar akan cennetleri..." denilmiş olmalıdır. [66]

 

Âyetin Mâkabliyle Münasebeti 

            

Âyetin mâkabliyle münasebeti hususunda şunlar ileri sürülmüştür:

a) Allah Teâlâ: "Nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği, O'nun, (Allah'ın) nezdindedir" (âli imran, 14) buyurunca, bu âyette de, dönüp varılacak olan o yerin haddi zâtında güzel olduğu gibi, onun aynı zamanda bu dünyadan da güzel ve efdal olduğunu beyân buyurarak, "De ki: "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" buyurmuştur.

b) Atlahu Teâlâ dünya nimetlerini tâdâd edip sayınca, âhiret menfaatlerinin bunlardan daha hayırlı olduğunu beyân etmiştir. Nitekim O, bir başka âyetinde de, "Âhiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir" <Aiâ. 17) buyurmuştur.

c)  Cenâb-ı Hak sanki şuna dikkat çekmiştir: "Senin bu dünyadaki işin, her ne kadar güzel ve muntazam olsa da, senin âhiretle ilgili olan işin daha hayırlı ve daha üstündür." Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı ise kuluna şunu öğretmektir: Dünya hayatı, annenin karnından daha güzel, daha geniş ve daha rahat olduğu gibi, aynı şekilde âhiret de dünyadan daha güzel,daha geniş ve daha rahattır. [67]

 

Dördüncü Mesele 

 

Biz, âhiret nimetlerinin dünya nimetlerinden daha ayırlı olduğunu söyledik.. Çünkü dünya nimetlerine

sıkıntılar bulaşmıştır. Halbuki, âhiret nimetleri bu tür sıkıntılardan tamamiyle uzaktır, berîdir. Yine dünya nimetleri, muhakkak ki sonludur; âhiret nimetleriyse ebedî ve sonsuz, kalıcıdır ak Teâlâ'nın"Muttaki olanlar için., vardır" buyruğuna gelince, biz takvayı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Müttakiler için bir hidâyet rehberidir" (Bakara, 2) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Özet olarak şunu diyebiliriz: İnsan, kendisine vâcib (farz) olanları hakkıyla ifâ edip, haram olanlardan da kaçınmadığı sürece muttaki olamaz.

Âlimlerimizden birisi şöyle demiştir: Takva, şirkten korunmak ve sakınmaktan ibarettir. Çünkü takva, Kur'ân’ın prfüne göre, îmana tahsis edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Takva kelimesini onlara zaruri ve elzem kıldı" (Feth, 26) buyurmuştur.Lafzın zahiri de buna mutabıktır. Çünkü şirkten ittikâ etmek, bütün haramlardan ve özellikle kimi haramlardan ittikâ edip sakınmayı da içine alır. Zira, müşterek olmanın mahiyeti, farklılığın mahiyetine delâlet etmez. Buna göre takvanın hakikati ve mahiyeti, şirkten korunma tahakkuk etti mi gerçekleşir. Kur'ân'ın örfü de buna mutabıktır. Bunun için kelimeyi buna hamletmek vâcib olmuştur. Binâenaleyh, Hak Teâlâ'nın

âyettekiifâdesi, Allah'ı inkârdan sakınan (ittikâ ed n) herkesi içine alır.

Cenâb-ı Hakk'ın "Muttaki olanlar için Rableri katın­da., vardır" sözüyle ilgili iki ihtimal vardır:

a) Bu ifâdenin, kendinden önce geçmiş olanv kelimesinin sıfatı olmasıdır. Buna göre cümlenin takdiri, "Size, Rab'leri katında, muttaki olanlar için bundan daha hayırlı olanı haber vereyim mi?" şeklindedir.

b) sözünün fâdesinin sıfatı olmasıdır. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: "Rab'leri katında muttakî olan kimseler için, dünya menfaatlerinden daha hayırlısı vardır..." Böylece bu, o büyük sevabın ancak, Rab'leri katında muttaki olanlar için söz konusu olacağına işaret etmiş olur. Böylece Allah'ın ezelî ilminde münafık olanlar bu ifâdenin muhtevasından çıkmış, mü'min olanlar ise muhtevaya dâhil olmuş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Cennetler" kelimesine gelince, bunun takdiri "O, cennetlerdir" şeklindedir. Bazıları . lafzından bedel olarak, cer ile ptör şeklinde okumuşlardır.

Bil ki, Hak Teâlâ'nın, "Altlarından ırmaklar akın cennetler..." sözü, cennetlerin en iyilerini anlatmaktadır. Bu ifâdeye, cennette olacak yeme, içme, istirahat ve gezinti gibi bütün nimetler girer. Hulâsa olarak "cennet" sözü, bütün istenen şeyleri ifâde etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Canlarının isteyecek gözlerinin hoşlanacağı ne varsa oradadır" (Zuhrut. 71) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak "İçlerinde ebedi kalacakları..." buyur­muştur ki bundan murad cennet nimetlerinin devamlı olacağıdır.

Daha sonra Hak Teâlâ: "Temizlenmiş zevceler vardır" bu­yurmuştur. Biz bu ifâdedeki incelikleri, Bakara süresindeki,  (Bakara. 25) âyetinin tefsirinde zikrettik. Bu husustaki sözün özü şudur: Nimet, ne kadar büyük de olsa, ünsiyetin ancak kendileri ile meydana geldiği kadınlarla tamamlanır. Allah Teâlâ, kadınları, onlarda bulunması arzu edile bütün sıfatları içine alan tek bir sıfatla tavsif ederek "mutahhare" (tertemiz) buyurmuştur. Bu lafzın mânâsına, hayız ile nifastan ve insan tabiatının nefret ettiği ve kadınlarda görülebilecek diğer durumlardan temizlenme ile, onların kötü huylardan, çirkin isterden, bozuk ahlâklardan ve geçimsizlikten temiz ve uzak olmaları da girer. [68]

 

Allah'ın Rızası En Büyük Mükâfaattır

 

Daha sonra da Cenâb-ı Allah:  "ve Allah'dan da bir hoşnutluk (vardır) " buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır: [69]

 

Birinci Mesele     

 

Âsim, râ harfini ötüre okuyarakşeklinde; diğer imamlar ise kesre ile tşeklinde oku­muşlardır. Ötüre ile olan kıraat Kays ve Temîm kabilelerinin lehçesine göredir.

Ferrâ şöyle demiştir"Razı oldum" denilir.^Kesre ile "rıdvan" şeklindeki okunan kelimenin benzeri kalıplar,  keli­meleridir. "Rudvan" şeklinde okunan kelimenin benzeri kalıplar da tuğyan, ruchân, küfrân ve şükran gibi kelimelerdir. [70]

 

İkinci Mesele       

 

Kelâmcılar şöyle demişlerdir: "Sevabın iki rüknü vardır:

a) Menfaat ki bu, bizim bahsetmiş olduğumuz husustur.

b) Ta'zîm ki rıdvândan (= hoşnutluktan) kastedilen budur. Bu böyledir, çünkü cennetliklerin, bu devamlı nimetlerin yanında Cenâb-ı Hakk'ın kendilerinden razı olduğunu, onları medh-ü sena ettiğini bilmeleri, cennetin o nimetlerinden hasıl olan sevinçlerini daha da artırır.

Hükemâ şöyle demiştir: Bu âyetteki "cennetler ve cennet nimetleri" cisnânî cennetlere, "rıdvân" (hoşnutluk) ise ruhanî cennetlere işarettir. Makamların en yücesi.hiç şüphesiz ruhanî cennettir ki bu da, kulun ruhunda Allah'ın celâl nurlarının tecellî etmesinden ve O'nun marifetullah'a gark olmasından ibarettir. Bu makamların ilk basamağında kul, Allah Teâlâ'dan razı; son basamağında Allah kulundan razı olmuş olur. Bu hususa Cenâb-ı Hak "Sen Ondan razı; O senden razı olarak" (Fecr, 28) diyerek işaret etmiştir. Bunun bir benzeri de, "Allah mü'min erkek ve kadınlara, içlerinde ebedî kalıcı oldukları halde, altından ırmaklar akan Adn cennetlerini ve çok güzel meskenler va 'adetti. Allah 'tan olan bir tek ndvân (rıza) ise daha büyüktür. İşte en büyük saadet budur" p-evt», ?2) âyetidir.

Daha sonra Allah Teâlâ: "Allah kullarını hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Yani, Allah kullarının menfaatlerini çok iyi bilendir. Bundan dolayı kulların da, kendilerini, Allah'ın onlar için seçtiği âhiret nimetlerini tercih ederek ve Allah'ın, bırakmalarını istediği dünyevî şeyleri bırakarak, nefislerini ikna etmeleri ve zühde yönelmeleri gerekir. [71]

 

"(O takvaya erenler): "Ey Rabb'imiz, biz îmân ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi o ateşin azabından koru" dîyenler(dir)"  (Âl-i İmran, 16).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [72]

 

Birinci Mesele     

 

Âyetteki (diyenler...) ifâdesinin i'râb bakımından yeri hususunda şu ihtimaller vardır:

1- Bir önceki âyette geçen, ifâdesinin sıfatı olduğu için mahallen mecrurdur. Buna göre takdiri “… diyen muttakiler için” şeklindedir. Bu ifadenin, bir önceki ayetteki “Bi’l-ıbâdi” kelimesinin sıfatı olması da caizdir. O zaman takdiri “Allah kullarını hakkıyla görücüdür. Onlar Rableri katında kendileri için cennetler olan muttakîler ve şöyle şöyle diyenlerdir" şeklindedir.

2-  Bu kelime, medh üzere mahallen

3- Bu, tahsisten ötürü mahallen merfudur ve takdiri mansubtur.

'Onlar, şöyle şöyle diyenlerdir" şeklinde olur. [73]

 

İkinci Mesele      

 

Bil ki Allah Teâlâ onların önce, "Ey Rabb'imiz, biz imanettik" dediklerini, daha sonra da, "Artık bizim günahlarımızı bağışla" diye duâ ettiklerini naklet-miştirştir. Bu da, onların sırf imânları ile Allah'ın mağfiretini istemeye yol bulduklarını gösterir. Allah Teâlâ bu sözü onları medh ve sena etmek için nakletmiştir. Binâenaleyh bu, kulun sırf imânı ile, Allah'ın rahmet ve mağfiretine müstehak olacağına delâlet eder.

Buna göre şayet, "İmân, bütün taatlardan ibarettir" derlerse, biz onların bu görüşlerini Hak Teâlâ'ntn,kara, 3) âyetinin tefsirinde saydığımız deliller ile çürüttük.

Yine her hususta Allah'a itaat eden ve bütün günahlarından tevbe eden kimseyi cehenneme sokmak, onlarca, Allah için kabîh sayılacak bir iş olur. Kabîh, ya cehaletten ya da ihtiyaçtan dolayı yapılan şeydir. Bunların ikisi de Allah hakkında muhaldir. Muhali gerektiren şey de muhaldir. O halde, Allah'ın böyle kimseleri cehenneme sokması da muhaldir. Meydana gelmesi aklen imkânsız olan şeyi, Allah'ın yapmaması hususunda, duâ edip yalvarmak abes ve kabîh olur. Bu âyetin bir benzeri de, bu sûrenin sonlarındaki, "Ey Babb'lmiz, doğrusu biz, "Habb'inize inanın" diye imâna çağıran btrdavetçiyi tşitip hemen İmâna geldik. Ey Rabb'imiz artık bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve canımızı da iyilerle beraber al" (Âm imran, im) âyetidir.

İmdi eğer, "Allah Teâlâ, mağfiretin meydana gelmesi için yapılması gereken bütün taatleri hesaba katmamış mıdır? Çünkü bu âyetten sonra, "Sabredenler ve sâdıklar.." buyurmuştur" denilir ise, biz de şöyle deriz: Bu âyetin mânâsı, bizim söylediğimizi te'yid eder. Çünkü Allah Teâlâ, yalnızca imân etmeyi, mağfireti istemenin vesilesi kılmış, sonra da bunun peşinden itaat edenlerin, sabırlı ve sadık olma gibi sıfatlarını zikretmiştir. Eğer bu sıfatlar mağfiretin meydana gelmesi için şart olsaydı, âyette mağfiretten önce zikredilmeleri daha münasip olurdu. Cenâb-ı Hak imânın hemen peşinden mağfiret istemeden bahsedip, daha sonra da bu sıfatları zikrettiği için, biz mağfiretin meydana gelmesinde bu sıfatların nazar-ı dikkate alınmayıp, bunların, derecelerin mükemmelleşmesinde nazar-ı dikkate alındığını anlamış oluyoruz. [74]  

 

 

"(Onlar) sabredenler, sâdıklar, itaatla boyun eğenler, infâk edenler, seherlerde Allah'tan mağfiret isteyenlerdir"

(Âli İmran, 17).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [75] 

 

Birinci Mesele   

 

Kelimesi medh ile mansubtur. Takdiri "Sabredenleri ve... kastediyorum" şeklindedir. Yine bu kelimenin, mahallen mecrur olan1 den bedel olarak, mecrur olduğu da söylenmiştir. [76]

 

İkinci Mesele      

 

Bil ki Hak Teâlâ burada beş sıfat saymıştır:

Birinci sıfat, Onların sabredenler oluşudur: On­ların sabredenler oluşundan murad, farz ve mendub

olan İbâdetleri eda ile yasaklanmış şeyleri terk hususunda sabr-u sebat göstermeleri ve başlarına gelen her türlü meşakkat ile sıkıntıya katlanmalarıdır. Bu, belâlar karşısında feryad ve figan etmeyerek, aksine Cenâb-ı Hakk'ın: ' 'Onlar, kendilerine bir belâ geldiği zaman,' Sahibimiz Allah 'dır ve yalnız O 'na döneceğiz" diyenlerdir" (Bakara, 156) âyetinde buyurduğu gibi, kalben Allah'tan razı ve hoşnud olurlar.

Süfyan b. Uyeyne, Hak Teâlâ'nın: "Onları, emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık" (Enbiya, 73) âyeti hakkında: "Bu âyet, onların Cenâb-ı Hak katındaki bu üstün mertebeleri, sabırlarından ötürü haketmiş olduklarına delâlet etmektedir" demiştir.

Rivayet edildiğine göre bir adam, Şibli (rh.a)'nin yanına varıp, ona: "Sabredenlere en zor gelen sabır hangisidir?" diye sormuş. O: "Allah Teâlâ hakkında sabretmek" deyince, adam: "Hayır", demiş. Bunun üzerine Şibli: "Allah

İçin sabretmek.." demiş. Adam yine: "Hayır" demiş. Bunun üzerine"Allah ile (O'ndan yardım alarak) sabretmek..." demiş. Adam yine: "Hayır" deyince, Şibli: "Ya ne..?" diye sormuş. Adam: "Allah'tan (gelenlere) sabretmektir" demiş. Bunun üzerine Şibli, sanki ölüyormuş gibi bir çığlık atmış.

Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de sabredenleri çokça medhetmiştir. Meselâ O: "Sıkıntıda, hastalıkta ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabredenler..."

(Bakara, 177) buyurmuştur.

İkinci Sıfat, Onların Sâdık Olmalarıdır: : Bil ki "sıdk" hem söz, hem fiil, hem de niyetteki doğruluk için kullanılmaktadır. Fakat sözdeki doğruluk mânasında kullanılması daha yaygındır. Buna göre sözde sâdık olma, "Yalandan uzaklaşma"; fiilde sâdık olma da, "bir işi yapıp, o iş bitmeden onu bırakmamak" demektir. Meselâ,  "Falanca savaşta doğru ve sebatlı oldu, hamlesinden dönmedi" denildiği gibi, bunun zıddı mânâda dadenilir. Niyetteki sıdk (doğ­ruluk) ise, insanın yapmak istediği şeye ulaşıncaya kadar azmini sürdürmesidir.

Üçüncü sıfat, onların itaatle boyun eğmeleridir: Biz bunu , Hak Teâlâ'nın (Bakara, 238) âyetinin tefsirinde izah ettik. Özet olarak bu, ibâdet­lere devam edip, onları bırakmamak demektir.

Dördüncü Sıfat,  onların infâk eden kimseler olmalarıdır: Bu İfâdenin mânâsına, insanın kendisine, ailesine, akrabalarına ve hısımlarına yaptığı harcamalar gibi, zekât, cihad ve diğer hayır yollarında verdiği şeyler de girer.

Beşinci sıfat, onların seherlerde Allah'tan mağfiret istemeleridir: Seher, fecrin doğuşundan önceki zamandır. Bir kimse, bu vakitte yemek yediği zaman  denilir. Bil ki bu kimselerden murad, geceleyin namaz kılıp, sonra bunun peşine istiğfar ve duâ edenlerdir. Çünkü insan ancak namaz kıldıktan sonra duâ ve istiğfar ile meşgul olabilir. Öyle ise "seherlerde Allah'tan mağfiret İsteyenler" ifâdesi, onların istiğfardan önce gece namazı kıldıklarına delâlet eder.

Şunu bil ki seher vakti yapılan istiğfarın, imânın kuvveti ve kulluğun kemâli üzerindeki te'siri şu birkaç bakımdan daha fazladır:

a) Seher vaktinde, daha önce karanlık herşeyi bürümüş iken, sabahın aydınlığı doğar. Sabah aydınlığının doğması ile sanki ölü gibi olan canlılar dirilirler. İşte o zaman, herkesi saran bir cömertlik ve mükemmel bir feyz-i İlâhî vaktidir. Binâenaleyh büyük âlemin sabahının aydınlığının doğuşu ile küçük âlemin sabahının doğması uzak bir ihtimal değildir. Bu doğuş, kalbte Allah'ın celâl nurunun tecellî etmesidir.

b) Seher vakti, uykunun en tatlı olduğu zamandır. Kul, bu lezzetten yüz çevirip de, ubûdiyyete yönelince, tâati en mükemmel bir seviyeye ulaşır.

c) İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Allah Teâlâ, bununla sabah namazını kılanları kastetmiştir. [77]

 

Üçüncü Mesele    

 

Âyetteki “Sabırlılar ve sadıklar" demek, 'sabredenler ve sadık  olanlar' demekten daha güzeldir. Çünkü "sabırlı

ve sadık" lafızları, ifâde ettikleri sıfatların, o kimselerin âdetleri ve huyları haline geldiğine ve onlardan ayrılmaz birer sıfat olduğuna delâlet eder. [78]

 

Dördüncü Mesele 

 

Bil ki, Allah Teâlâ'nın kulları üzerinde birçok mükellefiyetleri vardır. Sabreden kimse, bütün b   Sonra kul, bu taatların dışında, kendisine başka taatları da mecbur kılar. Bu da, mesela bir taata başlamış olması sebebiyle olabilir. Bu mertebenin en üst

derecesi, kendi kendine bir taatı mecbur kılan insanın, onu kendine vacib kılmada nefsini sâdık çıkarması gerekir. Bu da, kendine vâcib kıldığı şeyi tam bir şekilde yapması ile olur. Sâdık olma derecesi, sabır derecesinden sonra olduğu için, Cenâb-ı Allah âyette önce sabredenleri, sonra da sâdıkları zikretmiştir.

Daha sonra Hak Teâlâ, bu iki nevi tâata devam etmeye teşvik buyurarak "Matla boyun eğenler..." demiştir. İşte bu üç lafız, böylece insanları bütün tâat çeşitlerine devam etmeye teşvik için getirilmiştir. Allahu Teâlâ, bunların peşisıra da belli tâatları zikretmiştir. Tâatların, kıymetçe en büyüğü şu iki şeydir:

â) Mal ile hizmet... Buna, Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın mahlûkatına karşı şefkat etmek.." diye işaret etmiştir. Cenâb-ı Hak bu hususu, "infâk edenler" diye belirtmiştir.

b) İnsanın nefsi ile hizmeti... Buna da, Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın emirlerine saygı duymak../' diye işaret etmiştir. Cenâb-ı Hak bu hususu, "Seherlerde Allah'tan mağfiret isteyenlerdir" buyruğu ile belirtmiştir.

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, infâk edenleri, mağfiret isteyenlerden önce zikretmiştir. Niçin Hz. Peygamber (s.a.s), hadisinde Allah'ın emirlerine ta'zimi önce, mahlûkata şefkatli olmayı ise sonra zikretti?" denilirse, biz deriz ki: Âyet, kulun en alt basamaktan, en üst itaat basamağına doğru yükselişini göstermektedir. Bundan dolayı, bu sıra, "Seherlerde Allah'tan mağfiret isteyenler" tavsifiyle son bulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadisinde ise, "Allah'ın emirlerine ta'zim" ifâdesi, kulun en şerefli mertebeden, en düşük mertebeye inişini göstermek için getirilmiştir. Bu sebeple, âyette ve hadiste sıra, birbirinin tersi olmuştur. [79]

 

Beşinci Mesele    

 

Âyette sayılan bu beş sıfat, bunların tek bir mevsûfa (şahsa)  ait olacağına  işarettir.   Binâenaleyh  bu sıfatların başlarındaki atıf harflerinin hazfi gerekirdi. Nitekim  "O yaratıcı, bârî ve suret veren Allah’dır” (Haşr: 59/24) ayetinde böyledir. Fakat burada, atıf harfi olan vavlar getirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir, fakat öyle sanıyorum ki, bu kendisinde bu sıfatlardan tek bir tanesi bulunanın da, ayetteki büyük medhin muhtevasına girdiğini ve bol mükafaata ereceğini gösteriyor. En iyisini Allah bilir. [80]

 

Allah’ın Meleklerinin ve İlim Ehlinin Tevhide Şehadet Etmeleri

 

“Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığı hakikatine, adeleti ayakta tutarak tutarak şahadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de (şahadet ettiler). Ondan başka tanrı yoktur. O, aziz ve hakimdir"  (Âl-i İmran, 18).

Bil ki Allah Teâlâ, mü'minleri, "Ey Rabb'imiz, biz imân ettik..." dedikleri için medh-ü sena edince, peşisıra, imânın delillerinin aşikâr ve ortada olduğunu açıklayarak, "Allah şahadet eder ki..." buyurdu. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [81]

 

Birinci Mesele   

 

Bil ki Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği ile ilgili her bilginin isbatı naklî delille mümkün değildir. Fakat

böyle olmayan her ilmin naklî delille isbâtı mümkün­dür. Bu, melekler ve ilim sahipleri için de böyledir. Fakat, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğunu anlayıp bilmek, Allah'ın bir olduğunu bilmeye dayanmaz. Bundan dolayı Allah'ın birliğini, sırf Kur'ânî, naklî delillerle isbât etmek caizdir. [82]

 

Allah Teâlâ'nın Şehâdeti

 

( Bunu bu şekilde iyice anladığında biz deriz ki: Âlimlerâyetinin izahı hususunda şu iki görüşü belirtmişlerdir:

1- Allah'ın ve meleklerle ilim sahiplerinin şehâdeti aynı mânâdadır.

2-  Hepsi aynı manada değildir.

iki şekilde izah mümkündür:

Birinci görüşü şu iki şekilde izah mümkündür:

a) Şahadeti, "ilme dayalı olarak haber vermek" mânâsından ibaret saymak... Bu mânâ, hem Allah, hem melekler, vermesidir. Biz, bu konuda nakl? delille istidlal edilebileceğini daha önce söylemiştik.

Bunun melekler ve ilim sahipleri için aynı mânada oluşu ise, hepsinin de Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzeri olmadığını haber vermeleridir. Bu izaha göre, âyetteki "şahâdef'ten anlaşılan mânânın, gerek Allah, gerek melekler ve gerekse ilim sahipleri için aynı olduğu sabit olmuş olur. hem de iiim sahipleri için aynıdır. Allah tarafından bu mânâda oluşu, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de, kendisinin  bir olduğunu  ve  kendisinden  başka tanrı  olmadığını  haber

b) Âyetteki şahadeti, "açıklayıp ortaya koyma" mânâsında anlamak... Çünkü Allah Teâtâ, kendisinin tek ilah olduğuna delâlet edecek şeyleri yaratmak suretiyle, bu şehâdeti açıklamış ve ortaya koymuştur. Melekler ve ilim sahipleri de Allah'ın tek olduğunu ortaya koymuş ve bunu hem nakit hem de aklî delillerle beyân etmişlerdir.

Melekler bunu peygamberlere; peygamberler, âlimlere; âlimler de bütün insanlara açıklamışlardır.

Buna göre aradaki fark, sadece açıklama ve beyan etmenin şeklindedir. Binâenaleyh açıklama ve ortaya koyma mânâsı, gerek Allah hakkında, gerekse ilim sahibleri hakkında aynıdır. Bu sebeple "şahâdef'ten anlaşılan mânânın, her iki izaha göre de aynı olduğu ortaya çıkmış olur.

Bütün bunlardan maksad, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e sanki şöyle demesidir: "Allah'ın birliği, kendi şahadeti ve şahadetlerine itibar edilen bütün mahlûkatının şahadeti ile sabit olmuş bir hakikattir. Bu güçlü din ve sağlam yol, hristiyanlardan ve putperestlerden kendini bilmez câhillerin karşı çıkmaları ile zayıflamasın. O halde sen ve ümmetin bu din üzere devam edin. Çünkü bu İslâm'dır. Allah katındaki din de işte bu İslâm'dır.

İkinci görüş şöyle diyenlerin görüşüdür: Allah'ın kendi birliği hususundaki şahadeti, bir olduğuna dâir delilleri yaratmasından ibarettir.

Meleklerle ilim sahiplerinin şahadeti ise, bunların Allah'ın birliğini ikrar edip imân etmelerinden ibarettir. Bu iki mânâdan herbiri "şahadet" kelimesi ile ifâde edilebildiği için, her ikisini de "şahadet" kelimesiyle anlatmak, garip görülecek bir şey değildir.

Bunun bir benzeri de:

"Şüphesiz Allah ve melekleri o peygambere salât ederler. Ey İmân edenler siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin" (Ahzâb. 56) âyetidir. Hepsi aynı lafızla ifâde edildiği halde, Allah'ın salâtının meleklerinkinden, me- leklerinkinin de mü'minlerin salâtından farklı olduğu herkesin malumudur. [83]

İmdi eğer, "Allah'ın birliğini iddia eden yine kendisidir. O halde, iddia eden nasıl bunun şahidi olur?" denilirse, buna şu şekillerde cevap verilir:

1- Hakiki şâhid, sadece Allah Teâlâ'dır. Çünkü Hak Teâlâ, eşyayı yaratan ve onları kendisinin birliğine delil kılandır. Eğer o deliller olmasaydı, bu şahadet doğru olmazdı. Bu delilleri getirdikten sonra, âlimleri bunları bilmeye muvaffak kılan da O'dur. Eğer Allah'ın yarattığı o deliller olmasaydı ve Allah âlimleri onları bilmeye muvaffak kılmasaydı, âlimler o deliller sayesinde tevhid bilgisine ulaşmaktan âciz olurlardı. Durum böyle olunca, kendisinin birliğine şâhid olan, yine kendisi olmuş olur. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, "De ki "şâhid olma bakımından hangi şey daha büyük?" De ki "Allah.." (Enam, 19) buyurmaktadır.

2- Ezelî ve ebedî olarak mevcud olan, Allah'tır. O'nun dışındaki varlıklar, ezelde sırf bir yokluk idiler. Yok olan, burada bulunmayana, var olan da burada bulunana benzer. Buna göre, Allah'ın dışında kalan herşey, gâib olmuş olur. Allah'ın şahadeti ile, gâib olan şeyler şâhid olmuş olur. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın bizzat kendisi, herşeyin şahidi olmuş olur. İşte bu sebeple de O, "Allah, kendinden başka hiçbtrtann olmadığı hakikatine... şahâdetetti" buyurmuştur.

3- Bu, hernekadar şahadet etme şeklinde ise de, aslında ikrar etme mânâsındadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendisinden başka tanrı olmadığını haber verince, O'nun dışındaki herşey O'nun kulu olmuş olur. Kerîm olan Mevlâ'ya, kullarının menfaatlarını zedelemek uygun düşmez. Buna göre bu söz, Kerîm olana keremin vâcib olması nev'inden, mahlûkatının bütün yönlerini ıslâh edip iyileştirmesinin gerektiğini İkrar etme yerine geçmiş olur.

4- İbn Abbas, âyeti i şeklinde, kelimesini hem­zenin kesresi ile; bundan sonra gelen âyeti ise, hemzenin fethası ile i okumuştur. Buna göre âyetin mânâsı, "Allah, kendi katındaki elinin İslâm dini olduğuna şahadet eder" şeklinde olur ki bu durumda "Ken­dinden başka tanrı yoktur" cümlesi, bir ara cümlesi olmuş olur. Bil ki bu dördüncü cevaba itimad edilmez. Çünkü bu kıraat, âlimlerce makbul değildir. Makbul olduğunu farzetsek bile, birinci kıraat ittifak edilen kıraattir. Binâenaleyh bu husustaki müşkil, son kıraat ile cevaplandırılamaz. [84]

 

İkinci Mesele

 

Âyetteki "ilim sahiplerinden maksad, Allah'ın birliğini kat'î delillerle bilen kimselerdir. Çünkü şaha­det, ancak bir bilgiye dayalı olarak yapıldığında

makbul olur. İşte bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.s), "Birşeyi güneş gibi iyice bildiğin zaman, şahadet et" buyurmuştur.

Bu, bu yüce mertebenin ve şerefli derecenin ancak usûl âlimleri (kelâmcılar)

için söz konusu olduğunu gösterir. [85]

 

Adaleti Kâim Kılmak

 

HakTeâlâ'nın: aletiayakta tutarak.." tabiri ile ilgili birkaç mesele vardır: [86]

 

Birinci Mesele     

 

kelimesi mansubtur ve mansub oluşu husu- sunda şu ihtimaller söylenmiştir:

1- Hâl olduğu için mansubtur. Hâl olmasına göre şu takdirler yapılmıştır:

a) Bunun takdiri,  "Allah, adaleti ayakta tutarak, ... şahadet etti" şeklindedir.

b) bunun, lafzının hâli olması da caizdir. Takdiri ise,Adaleti ayakta tutan O'ndan başka ilâh yoktur" şeklinde olur. Bu çeşit hallere, "hâl-i müekkide" denir.bdullah cesur bir şekilde bize geldi" ve Abdullah'tan başka cesur adam yoktur" demen gibi...

2- Bu kelimeninkelimesinin sıfatı olması... Buna göre takdir: "O'ndan başka, adaleti ayakta tutan bir ilâh yoktur" şeklindedir. Bu, uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Araplar, sıfatla mevsûfun arasını ayırabiliyorlar.

3- Medh üzere mansubtur Buna göre eğer "Medih'ten ötürü mansub olan kelimenin marife olması gerekmez mi? Meselâ"Hamd Allah'a mahsustur. Hamîd olan Allah'ı (övüyorum)" sözünde olduğu gibi..?" denilirse, biz deriz ki: Bu bazan nekire olarak da gelebilir. Nitekim Sibeveyh şu şiiri isnad etmiştir:[87]

"Ve, linetlerden hâil yakası bağrı açık, gulyabaniler gibi olan emzirici kadınlara sığınır." [88]

 

Allah Tealâ'nın Adaleti

 

İkinci Mesele      

 

ifâdesi hakkında şu iki görüş de iteri sürülmüştür:

1- Bu, mü'minlerin hâlidir. Buna göre mânâ: "Bu ahadeti yerine getirmede adaleti ayakta tutma ilim sahihlerinden herbirinin hâti olduğu hâlde onlar., şahadet ederler" şeklindedir.

2- Müfessirlerin ekserisinin görüşü olup, buna göre bu kelime "Allah" lafzından hâldir. [89]

 

Üçüncü Mesele    

 

tabiri, "adaleti ayakta tutup, yerine getirerek" manasındadır. Nitekim "Fa­lanca, işleri idare eden, yani, onları dosdoğru yürü­tendir" denilir.

Bil ki, bu adaletten, dünya ile ilgili olanlar ve din ile ilgili olanlar vardır.

Dünya ile ilgili olaniar hususunda, önce Allah'ın, insanın uzuvlarını nasıl yarattığına bir bak! O zaman Allah Tealâ'nın, bunda da âdil olduğunu anlarsın. Sonra insanların güzel ve çirkin, zengin ve fakir, sıhhatli ve hasta, uzun ömürlü ve kısa ömürlü, lezzet ile elemler bakımından farkı farklı oluşlarına bir bak ve bütün bunların Allah'ın adaleti, hikmeti ve doğru işi neticesi olduğuna kesin inan. Sonra maddelerin ve feleklerin nasıl yaratılmış olduklarına ve herbirinin belli hususî bir mikdar ile takdir edilmiş olduklarına bak ve bütün bunların bir hikmet ve isabet olduğuna kesin hükmet.

Din ile ilgili adalet hususunda, insanların ilim ve cehalet, zekâ ve aptallık, hidâyet ve azgınlık bakımlarından farklı oluşlarına bak ve bütün bunların bir âdâlet ve denge neticesi olduğuna kesin hükmet.

Keşşaf sahibi burada, Mu'tezilî itikadına taassubla yapışarak âyetin, İslâm'ın "adi ve tevhid"den ibaret olduğuna[90]'delâlet ettiğini iddia etmiştir. Halbuki o zavallı, bu gibi şeyleri bilemez. Fakat o, fuzûlî bir adam olup, bilmediği şeylere dalar. O, âyetin, Allah'ı görmeyi caiz görenler ile cebr itikadında olanların, Allah'ın dini olan İslâm dinî üzere olmadıklarına delâlet ettiğini ileri sürmüştür. Hayret, şaşılacak şey! Mu'tezile'nin ileri gelenleri, ömürlerini, "Allah görülebilecek olsaydı, bir cisim olması gerekirdi" iddialarına delil aramakla harcamışlar ve bu hususta kat'î aklî bir münasebet olmaksızın, şahide başvurmaktan başka bir şey bulamamışlardır. İlmin kokusunu alamayan o zavallı, böyle bir delili nereden bulacak?

Cebr ite ilgili hadîse gelince, o miskinin buna dalması," kendini ilgilendirmeyen bir konuya dalması demektir. Çünkü O, Allah Teâlâ'nın bütün cüz'iyyâtı bildiğini, insanın da Allah'ın ilmini (bildiğinin aksini yaparak) cehle döndürmesinin mümkün olamayacağını kabul ettiğine göre, o da cebr inancını itiraf etmiş olur. O nerede, böyle meselelere dalma nerede!...

Allah Teâlâ sonra, "O'ndan başka tanrı yoktur" buyurmuştur. Bu cümlenin âyette tekrar edilmesi, şu incelikleri ifâde eder:

a) Âyetin takdiri, "Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahadet etmiştir. O, buna şahadet edince, kendisinden başka ilâh olmadığı doğru olmuş olur"  şeklindedir.   Bunun  bir benzeri  de,   "Delil  Allah'ın  bir olduğunu göstermektedir. Durum her ne zaman böyle olsa, Allah'ın birliğine hükmetmek doğru olur" sözüdür.

b) Allah Teâlâ, kendisinin kendinden başka ilâh olmadığına şahadet ettiğini, melekler ile ilim sahiplerinin de buna şahadet ettiklerini haber verince mânâ şöyle olmuştur: Sanki O şöyle demiştir: "Ey Muhammed ümmeti, sizler Allah'ın ve melekler ile ilim sahiplerinin şahadetine uygun şekilde, "Allah'tan başka tanrı yoktur" diyerek şahadet getirin. Böylece bu tekrardan maksad. bu cümleyi, onların şahadetlerine uygun bir şekilde söylemeyi emretmektir.

c) Bu tekrarın faydası, müslümana, her zaman bu kelimeyi tekrarlamasının gerektiğini bildirmektir. Çünkü insanın sözlerinin en kıymetlisi bu kelime-i tevhiddir. Binâenaleyh insan çoğu zamanında bu kelimeyi söyleyip tekrar etmekle meşgul olursa, en kıymetli ibâdetle meşgul olmuş olur. Bundan dolayı âyetteki tekrardan maksad, kulları bu kelimeyi tekrar tekrar söylemeye teşvik etme olur.

d) Allah Teâlâ,cümlesini birinci olarak, ibâdete yalnız kendisi­nin layık olduğunu bildirmek için; ikinci olarak da kendisinin adaletle hükmedeceğini ve zulmetmeyeceğini bildirmek için zikretmiştir.

Cenâb-ı Hak (O), aziz ve hâkimdir" buyurmuştur. "Azîz", Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin, "hakîm" ise ilminin mükemmelliğine işaret etmektedir. İlâhın, ancak bu iki sıfatla ilâh olması mümkündür. Çünkü ilâhın adaleti ayakta tutması, ancak ihtiyaçların hepsinin mikdarını bilip, mahlûkatın işlerini yaratmaya kadir olmakla tam olur. Allah "azîz" vasfını "hakîm" vasfından önce getirmiştir. Çünkü O'nun kudretini bilmek, istidlal yolu ile bilgi etmede, O'nurı âlim olduğunu bilmeden önce gelir. İstidlal? bilgilerde bu Önce olduğu için ve nitap istidlal eden insanlara yapıldığı için, Allah, izzet sıfatını hikmet sıfatından önce zikretmiştir. [91]

 

Allah Katında Geçerli Din İslâm'dır

 

"Allah katında gerçek din, İslâm'dır. Hitap verilenler, kendilerine İlim geldikten sonra, ancak aralarındaki hasedden dolayı ihtilafa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse (bilsin ki) Allah, hesabı pek çabuk

görendir" (Âli İmran. 19).

Cenâb-ı Allah'ın "Allah katında gerçek din İslâm'­dır" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: [92]

 

Birinci Mesele     

 

Kıraat imamları, -Kisâî hâriç- baştaki hemzeyi meksur olarak öl şeklinde okumuşlardır. Kisâî ise,

meftuh olar ak okumuştur.  Ekseriyetin  kıraatinin ebebi açıktır. Çünkü bu âyetten önceki söz, tamamlanmıştır. (Bu yeni bir sözdür.)

Kisâî'nin kıraatinin izahı hususunda nahivciler şu üç görüşü zikretmiş­lerdir:

a) Bunun takdiri,llah, kendisinden başka tanrı olmadığına, Allah katında gerçek dinin İslâm olduğuna şahadet etmiştir" şeklindedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bir olması, gerçek dinin İslâm olmasını gerektirir. Zira İslâm dini, Allah'ın vahdaniyetini de içine almaktadır.

b) Bunun takdiri, "Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına ve Allah katında gerçek dinin İslâm olduğuna şahadet etmiştir" şeklindedir.

c) Basralılara göre, ikinci cümle, birinci cümlesinden bedel­dir. Biz, İslâm dininin tevhidin kendisini içine aldığını söylersek, bu senin "Zeyd'in kendisini dövdüm" demen gibi olur. Eğer, "İslâm dini tevhidi içine alır" der isek, bu, seninZeyd'e yani başına vurdum" sözün gibi, bedel-i istimal kabilinden olur.

-Binâenaleyh şayet, "Bu izaha göre, "Allah" isminin yeniden bu cümlede getirilmesinin göz ardı edilmiş olması gerekir. Bu,Zeyd'e yani Zeyd'in başına vurdum" denilmesi gibi olur.?" denilir ise, biz deriz ki, Araplar bazan zamirin yerine açık ismi getirirler. Nitekim şâir:"Ölümü, hiçbir şeyin ölümü geçemediğini görüyorum" de­miştir. Bunun misalleri pek çoktur. [93]

 

İkinci Mesele      

 

Ayetin, kendinden önceki âyetle irtibatı, şeklinde okuyanlara göre şöyledir: "Allah, kendi­sinden başka ilâh olmadığı ve katında gerçek din İslâm olduğu için şahadet etmiştir. Çünkü İslâm tevhid dinidir. Allah Teâlâ da bu tevhide şahadet ettiği için, Allah katında gerçek dinin İslâm olması gerek­miştir." Âyeti1 şeklinde okuyanlara göre ise, Allah Teâlâ tevhidin, bizzat kendisinin, meleklerin ve ilim sahiplerinin doğruluğuna şahadet ettiği bir din olduğunu beyân buyurmuştur. Her ne zaman durum böyle olursa, Allah katında gerçek dinin İslâm olduğunun söylenmesi gerekir. [94]

 

Üçüncü Mesele    

 

Arapçada "Din"   "Karşılık, mükâfaat ve ceza demektir; verilen mükâfaatın sebebi oldukları için yapılan ibâdetlere de "din" denilmiştir. [95]

 

İslâm'ın Manası, İmân Ve İslâm

 

"İslâm" kelimesinin Arapçada üç mânası vardır:

a) İslâm: İslâm'a, yani boyun eğip itaata girmeden ibarettir. Nitekim Cenâb-ı

Hak, buyurmuştur, yani "Size boyun eğip uyan­lara...... "mü'min değilsin" demeyiniz" {Nisa, 94).

b) "silm'e giren" yani "barışa giren" demektir. Bu tıpkı Arapların, "Bir yerde uzun zaman kaldı ve kıtlığa düştü" sözleri gibidir. "Sİlm" kelimesi, selâmet (kurtuluş) mânâsındadır.

c) İbnu'l-Enbârî şöyle demiştir: "Müslim" kelimesi, ibâdetini sırf Allah için yapan mânâsındadır. Bu, Arapların O, falancaya hastır"

sözlerinden alınmıştır. Buna göre "İslâm" kelimesinin mânâsı: Dini ve inancı sırf Allah'a has kılma ve yapma demektir. Lügâvî bakımdan, "İslâm" lafzının izahı bundan ibarettir.

"İslânV'ın şeriat örfündeki mânâsı "imân"dır. Bunun delili şu iki şeydir:

1- Tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyet. Çünkü "Allah katında gerçek din İslâm'dır" buyruğu, Allah katında makbul olan dinin sadece İslâm olduğunu gösterir. Binâenaleyh eğer imân, İslâm'dan başka birşey olsaydı, imânın Allah katında makbul bir din olmaması gerekirdi. Bunun böyle olmadığında ise bir şüphe yoktur.

2- Hak Teâlâ'nın, "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz" (âli imran, 85) âyetidir.

Eğer imân, İslâm'dan başka birşey olsaydı, imânın da Allah katında kabul olunmayan bir din olması gerekirdi. Buna göre şayet, "Bedeviler, "imân ettik " dediler. De ki: "Siz imân etmediniz. Fakat (bari) "Müslüman olduk" deyin.." (Hucurat. 14) âyeti, İslâm'ın imândan başka birşey olduğu hususunda açık bir ifâdedir" denilir ise, biz deriz ki: Yukarıda da açıkladığımız gibi, lügâvi bakımdan İslâm, inkiyad edib boyun eğme mânâsındadır. Münafıklar da kılıç korkusundan ötürü, zahiren inkiyâd edip müslümanların isteklerine uyunca, görünüşe göre onlardan da İslâm tahakkuk etmiş olur. Zahiren İmânları da bulunmuş olur. Çünkü Hak Teâlâ: "Müşrik kadınları, onlar îmân etmedikçe nikahlamayınız ' (Bakara, 221) buyurmuştur. Üzerinde hüküm yürütülebilecek imân, zahiren yapılan ikrardır. Buna göre, İslâm ile imân bazan zahire göre, bazan da hakikata göre nazâr-ı dikkate alınmıştır. Münafık için zahirî bir İslâm bulunup, kalbi Allah'ın dinine inkiyâd etmediği için, bâtınî bir İslâm bulunmayınca, âyetin mânâsı şöyle olmuş olur: "Siz kalben ve içinizden müslüman olmadınız. Fakat zahiren "Müslüman olduk" deyiniz." Allah en iyisini bilendir. Cenâb-ı Allah: "Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, sırf. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) Allah hesabı pek çabuk görendir " buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [96]

 

 Ehli Kitabın Aralarında İhtilafa Düşmeleri

 

Âyetten  maksat,  Cenâb-ı Hakk'ın, delilleri izah  ettiğini, şüpheleri giderdiğini, kendilerine kitap veri- Aralarında        lenlerin ise, ancak kendi kusurları sebebiyle inkâra İhtilâfa Düşmeleri              sapmış olduklarını açıklamaktır. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kitap verilenler... ihtilâf etmedi" ifâde­sinde birkaç izah bulunmaktadır:

a) Bunlardan murad, yahudilerdir. Yahudilerin ihtilâfları ise şudur: Hz. Musa'nın vefatı yaklaştığı zaman, Tevrat'ı yetmiş âlime teslim eder ve onları Tevrat'ın bekçileri yaparak, Yûşa'yı da halef bırakır. Aradan birkaç nesil geçince, bu yetmiş âlimin oğulları, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki hased ve ihtiras sebebiyle Tevrat hakkında ihtilâfa düşerler ve dünya arzusundan dolayı birbirlerine hased ederler.

ten sonra, Hz. İsa'nın durumu hakkındaki ihtilâflarıdır. yandan da, "Peygamberliğe, bizler Kureyş'ten daha lâyıkız; çünkü onlar ümmîdirler; bizler ise, Kitap sahibiyiz!" şeklinde

c) Bunlardan murad, yahudî ve hristiyanlardır. Bunların ihtilâfları ise, yahudilerin "Uzeyr Allah'ın oğludur!" demesi; hristiyanların da, "Mesih Allah'ın oğludur" demesi,böylece Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini inkâr etmeleridir. Öte görüş öne sürmeleridir. [97]

 

İkinci Mesele      

 

Ancak kendilerine İlim gelditen sonra" ifâdesinden murad ise, "şayet iyicetetkik edip düşünselerdi, kendileri için bir ilim hasıledecek deliller onlara geldikten sonra..." şeklindedir. Çünkü biz, bunu (delillere değil de) ilme hamletseydik, onlar inatçı olmuş olurlardı. Büyük bir topluluk hakkında ise inat, doğru olmaz. Bu âyet, ehl-i kitabın tamamı hakkında gelmiştir ki, onlar da büyük bir toplulukturlar. [98]

 

Üçüncü Mesele

 

"ihtirastan dolayı" kelimesinin mansûb olması     hakkında iki görüş vardır:

a) Ahfeş'in görüşü: Buna göre bu kelime "mefû-lün leh" olduğu için mansûbtur. Yani, Jüi "hasetleri sebebiyje, ihtirasları için" demektir. Bu senin şöyle demene benzer: "Sana, hayrı talep ve kötülüğü men etmek için geldim!"

b) Zeccâc'm görüşü: Buna göre bu kelime, mânâ yoluyla masdar olduğu için mansûbtur. ÇünküKendilerine kitap verilenler azmadı..." ifâdesi yerine kâimdir. Böylece de âyettek kelimesi masdar yapılmıştır.

Mef'ûtün leh ile masdar arasındaki fark şudur: Mef'ûlün leh, fiilin gayesidir. Masdar ise, failin ortaya koyduğu bir mef'ûl-ü mutlakdır. [99]

 

Dördüncü Mesele

 

Ahfeş, Hak Teâlâ'nın ifâdesinin, O'nun LEihtilâf etti) sözünün mef'ûlü olup, takdirinin ise, Onlar aralarında hasetten dolayı, ancak, aralarında bir hased vesilesi olarak kendilerine ilim geldikten sonra ihtilâf ettiler" şeklinde olduğunu söylemiş­tir. Onun dışındakiler ise mânânın, -! Onlar ancak, kendilerine ilim geldikten sonra, ve de sırf aralarındaki azgınlık ve hased ve tecâvüzden dolayı ihtilâf ettiler" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Kaffâl ise şunu söylemiştir: Bu ikincisi birincisinden daha güzeldir; çünkü birincisi, onların kendilerine gelmiş olan ilim sebebiyle ihtilâfa düştüklerini vehmettirirken, ikinci görüş de onların ancak, hased ve azgınlıklarından dolayı ihtilâfa düşmüş olduklarını ifâde eder.

Allah Teâlâ daha sonra "Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) Allah hesabı pek çabuk görendir" buyurmuştur. Bu, bir tehdittir. Bu tabir hakkında iki izah şekli vardır:

a) Bunun mânâsı, "Âyetleri inkâr eden kimse, çarçabuk Allah'a varır, Allah da onu hesaba çeker, yani küfründen dolayı onu cezalandırır" şeklindedir.

b) "Allah Teâlâ, amelleri her ne kadar çok olsa da o kimseye, âmelle/ini, günahlarını ve muhtelif inkârlarını süratli ve eksiksiz bir şekilde bildirecektir " demektir. [100]

 

Ehl-i Kitap Karşısındaki Tutum

 

"Eğer seninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, bana tâbi olanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim etmişimdir." Kendilerine kitap verilenlerle ümmîlere de de ki: "İslâm'a girdiniz mi?" Eğer İslâm'a girerlerse,

muhakkak ki doğru yolu bulurlar. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Allah, kullarını hakkıyla görücüdür" (Âl-i İmran, 20).

Bil ki, Allahu Teâlâ daha önce, ehl-i kitabın kendilerine ilim geldikten sonra ihtilâf ettiklerini ve buna rağmen küfürlerinde ısrar ettiklerini zikredince, Hz. Peygamber (s.a.s)'e onlarla olan mücadelesinde onlara söyleyeceği şeyi beyân ederek;"Eğer seninle mücadele ederlerse, (şöyle) de: Ben kendimi Allah'a teslim etmişimdir." Bu sözün zikredilmesinin sebebi hususunda iki izah şekli vardır:

Birinci şekil: Bu, onlarla mücadele etmekten yüz çevirmeyi ifâde eder. Çünkü Hz, Peygamber (s.a.s) bu âyet nazil olmadan önce, kendisinin sıdkına dair hüccet ve delilleri defalarca ve muhtelif şekillerde onlara göstermişti. Zira bu sûre Medenî'dir. Hz. Peygamber (s.a.s) ise, Kur'ân-ı Kerim, ağacın duâ etmesi, kurdun konuşması vb. şekillerde onlara mucizeler göstermişti. Yine Cenâb-ı Allah bu âyetten önce, İslâm dininin doğruluğuna dair âyetler de zikretmişti. Bu âyetlerin birincisi, Allahu Teâlâ'nın, "O hayydır, kayyûmdur" (âw imran, 2) sözüyle ilâhlığı konusunda hristiyanların sözlerinin bozuk ve fasit olduğuna dair zikrettiği hüccet ile, Hz. Peygamberin nübüvvetinin doğruluğuna dair, "Sana, bir hak olarak kitabı indirdi" (âm imran. 3) sözüyle zikretmiş olduğu hüccettir.

Allah Teâlâ ayrıca onların şüphelerini zikretmiş, bunların hepsine, daha önce de açıkladığımız gibi cevap vermiştir. Sonra onlara, (Ali imran. 13) âyetinin tefsirinde de açıkladığımız şekilde, Bedir günü

müşahede ettikleri başka mu'cizeleri de zikretmiştir. Sonra, "Allah şu hakikati, kendinden başka hiçbir İlâh olmadığını açıkladı" (Ali imran, ıs) sözüyle, tevhîd konusundaki sözünün doğruluğunu beyân edip, Allah'ın bir zıddı, benzeri, eşi ve çocuğu bulunmadığını açıklamıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu yahudi ve hristiyanların haktan sapmalarının ve din konusundaki ihtilâflarının, ancak onların azgınirk ve hasetlerinden ötürü olduğunu bildirmiştir. İşte bu açıklamalar, eğer onlar ihlas sahibi olsalardı, onları Hakk'a boyun eğmeye ve deliller üzerinde tefekküre sevkederdi. Böylece kâfir fırkalarının aleyhine hüccet getirme sebeplerinin tamamı, hiçbir şey kalmaksızın meydana gelmiş, bulunmuştur.

İşte bundan sonra Allah Teâlâ: "Ben, bana tâbi olanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim etmişimdir" buyurmuştur. Yani, "Biz delilleri ve apaçık hüccetleri iyice açıkladık. Eğer siz taassub ve hasedi bırakır da bunlara sarılırsanız, sizler de hidâyete ermiş olursunuz. Şayet bu delil ve hüccetlerden yüz çevirirseniz, muhakkak ki Allah sizi cezalandırır." İşte bu te'vil, bütün sözlerde alışılmış bir yöntemdir. Zira, hakkı savunan kimse, inatçı ve bâtıldan yana olan birisiyle karşı karşıya gelip de, ona karşı birbiri ardınca hüccetleri sıraladığında, sonunda şöyle der: "Ben ve bana uyanlar, hakka inkiyâd edip ona teslim oluyor, Allah'a kulluk etmeye yöneliyoruz. Binâenaleyh, getirdiğim bunca delillerden sonra bana uyar ve üzerinde bulunduğum Hakk'a ittibâ ederseniz, hidâyete ermiş olursunuz; eğer böyle olmaktan yüz çevirirseniz, şunu bilin ki Allah hakkıyla görüp gözetendir." İşte, Hak'tan yana olup da delil getiren kimsenin, inatçı ve bâtıldan yana olan kimseye karşı en son söyleyeceği şey, başvuracağı metod budur.

İkinci şekil, şöyle dememizdir: Hak Teâlâ'nın: "Kendimi Allah a teslim etmişimdir" sözü, bir delil getirme ve onu ortaya koymadır. Bunu şu şekillerde açıklayabiliriz:

Birinci vecih: Ehl-i kitap, Allah'ın varlığını, O'nun ibâdete müstehak olduğunu kabut ediyorlardı. Buna göre, Hz.Peygamber (s.a.s) sanki, ehl-i kitaba şöyle demek istemiştir: "Bu, hepimizin anlaştığı bir husustur. Buna göre ben, üzerinde anlaşmış olduğumuz miktara tutunuyor ve insanları buna davet ediyorum. Aramızdaki ihtilâf bu konularda değildir. Sizler, iddiacı makamındastnız. O halde iddialarınızı isbât etmeniz gerekir.." Çünkü yahudiler, teşbîh ve tecsimi; hristiyanlar, Hz. İsa'nın Hanlığını; müşriklerse putlara ibâdet etmenin şart olduğunu iddia ediyorIardı.**Binâenaleyh bunları iddia eden kimselerin, bunları isbât etmeleri gerekir. Ama bana gelince, ben sadece Allah'a itaat etmenin ve O'na kullukta bulunmanın farz olduğunu söylüyorum ki, bu hususta siz de aynı görüştesiniz." Bu âyetin bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın: "De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda miisâvî olan bir kelimeye yani şuna gelin: "Allah'dan başkasına tapmayalım.." (An imran, 64) âyetidir.

İkinci vecih: Ebü Müslim el-İsfehanî'nin söylediği şu husustur: Yahudi, hristiyan ve putperestler, bazı yasa ve hükümler hariç, Hz. İbrahim (a.s)'in büyüklüğünü, O'nun sözündeki haklılığını ve dinindeki sıdktnı kabul ediyorlardı. Böylece Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Hz. İbrahim'in dinine tâbi olmasını emretmiş, ve "Sonra sana, "Bir muvahhid müslüman olarak İbrahim'in dinine uy!" diye vahyettik" (Nani, 123)diye buyurmuştur. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, burada bu mevzuda, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Hz. İbrahim'in söylediği söz gibi söylemesini emretmiştir. Çünkü Hz. İbrahim, "Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak yüzümü, o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim" (En âm,79) demişti. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.s)ıl "Kendimi teslim etmişimdir" (Enam,79)sözü, Hz. İbrahim (a.s)'in ^rj ^-4*"j "Yüzümü yönelttim" desi gibidir. Yani, "Allahu Teâlâ'nın dışındaki bütün her nev'i mâbûddan yüz çevirip, ibâdetimle sırf Allah'a yöneldim ve ibâdeti sırf O'na has kıldım" demektir. Buna göre âyetin takdiri şöyledir Allah Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ya Muhammed, eğer onlar seninle bu tafsilatlı meselelerde tartışırlarsa de ki: "Ben, Hz. İbrahim'in yoluna yapışmışım, O'nun yolundayım! Sizler de O'nun yolunun hak olduğunu ve her türlü şüphe ve töhmetten uzak olduğunu kabul ediyorsunuz..." Buna göre bu, ilzâmî delillere tutunmak kabilinden olur ve Hak Teâlâ'nın: "Onlarla mücadeleni en güzel bir şekilde yap" (Nam, 125) buyruğunun kapsamına girmiş olur.

Üçüncü vecih: Bu konuyu yazarken hatırıma gelen, şu husustur: "Allahu Teâlâ bu âyetten önce, "Allah katında gerçek dinin İslâm olup, başkası olmadığını" belirtmişti. Sonra da O, "Eğer seninle mücadele ederlerse..." buyurmuştur. Bunun m, ânâsı, "Yani, "Allah katında gerçek dinin İslâm olduğunu" söylemen konusunda seninle mücâdele ederlerse, de ki bunun delili, kendimi Allah'a teslim etmiş olmamdır... Bu böyledir, çünkü dinden maksad Rubûbiyyetin gereklerini bihakkın yerine getirmektir. Ben zâtımı Allah'a teslim edip, O'ndan başkasına ibâdet etmeyip, hayrı sadece O'ndan bekler, sadece O'nun hüküm ve hükümranlığından korkar ve başkasını da O'na ortak koşmazsam, işte bütün bunlar O'nun Rubûbiyyetinin ve benim ubûdiyyetimin gereklerini bihakkın yerine getirme, vefa gösterme olur." Böylece, kâmil dinin İslâm olduğunu söylemek sahih olur. İşte, bu izah da âyete münasip ve uygun düşer.

Dördüncü vecih: Hatırıma şu da gelmiştir: Bu âyet, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. İbrahim (a.s)'den naklettiği, "Babacığım, işitmeyen, görmeyen, sana hiçbir faydası olmaz şeylere niye tapıyorsun?" (Meryem, 43) sözüne münasiptir. Yani, "İbâdet ancak fayda ve zarar verebilen, işimi, kudret elinde; hükmümü ise, kudret kabzesinde tutan bir varlık için caizdir" demektir. Çünkü hristiyanlardan herbiri, Hz. İsa'nın bu tür şeylere kadir olamıyacağını bilinceHz. İsa'ya teslim olup, ona inkiyâd etmem aklen mümkün olmaz.. Ben, zâtımı ancak, hayır ve şerrin, fayda ve zararın, tedbir ve takdirin kendisinden sudur ettiği zâta teslim ederim...

Beşinci vecih: Bu ifâdenin, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Rabb'i O'na: "(Kendini Hakk'a) teslim et" dediği zaman O, "Alemlerin Eabb'ine teslim oldum" demişti" (Bakara, 131) sözündeki metoduna bir işaret olması da muhtemeldir Bu, İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. [101]

 

Allah'a Teslim Olmanın Mânâsı

 

Hak Teâlâ'nınl "Kendimi Allah'a teslim etmişimdir" sözüne gelince, bunda birkaç izah şekli bulunmaktadır:

a) Ferrâ, bunun mânâsının, "ibâdet ve amelimi sırf O'na tahsis ettim" şeklinde olduğunu; "sırt O'nun için yaptım, O'na başkası ortak olmadı" mânâ­sında da,tl denildiğini belirterek şöyle der: "Buradaki yüz, zât) kelimesinden maksat, Hak Teâlâ'nın tıpkı:, der. Yine kendisinden geri dönemiyeceği bir şeye dalan kimseye de, "yüz üstü gitti" denilir.

b) Bu tabirin mânâsı, "işimin ve ibâdetimin özünü Allah'a teslim ettim" demektir. Buna göre mânâ, "Benden sadır olan her ameli yapmamın yegâne sebebi,  Allah'a kulluk,  O'nun  ulûhiyyetine ve hükümlerine inkiyâddır " şeklindedir.

c) Bu tabirin  mânası,  "Kendimi Allah'a adadım"  demektir.  İbâdet hususunda, kişinin kendisini Allah'a adamasından daha yüce bir makam bulunmaz. Böylece insan kendisini Allah'a ibâdete vermiş, Allah'ın dışındaki herşeyden yüz çevirmiş gibi olur.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Vebana tâbi olanlar., ."buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır: [102]

 

Birinci mesele     

 

Âsim, Hamza ve Kisâî kesre ile yetinip, Hz. Osman Mushafı'na ittibâ ederek, yâ harfini hazfedip şeklinde; diğer kıraat imamları ise, kelimenin aslını gözeterek  şeklinde okumuşlardır. [103]

 

İkinci Mesele      

 

Bu ifâdenin başında ja lafzı, O'nun e1 sindeki tâ harfine atfedildiği için, mahallen merfûdur. Yani mâna, "Bana tabî olan da, kendisini Allah'a teslim etmiştir" şeklindedir.

İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak:değil de, niçinbuyurmuştur?" denilirse biz deriz ki: Söz O'nun  ifadesiyle uzayınca, (araya bu söz girince), bu ifâde muttasıl zamirin te'kidi yerine geçmiş olur. Şayet meselâ,"Ben, evet ben ve Zeyd teslim olduk!" denilmeyip de,'.ıi "Teslim oldum, Zeyd de..." denilmiş olsa güzel olmaz, doğru olmaz. Ama "Bugün ben ve beraberimde gelenler, gönül rahatlığıyla teslim olduk" denilirse, doğru ve güzel olur.

Sonra Hak Teâlâ: "Kendilerine kitap verilenlerle ümmflere de de ki: "İslâm'agirdiniz mi?" buyurmuştur. Bu hususta da birkaç mesele vardır: [104]

 

Birinci Mesele     

 

Âyet, Hz. Muhammed'in dinine muvafık olmayan, uymayan kimselerin tamamını kapsamaktadır. Bu

böyiedir, çünkü onların bir kısmı, yahudi ve hristiyanlar gibi kitap ehli olma davalarında ister haklı olsunlar, isterse davalarında mecüstler gibi yalancı olmuş olsunlar, ehl-i kitaptırlar; onların bir kısmı ise, ehl-i kitaptan değillerdir ki, bunlar da putlara tapan müşriklerdir. [105]

 

Ûmmi Kelimesinin Mânâsı

 

Şu iki sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, müşrik Arapları "ümmî" diye tavsif etmiştir:     

a) Onlar ilâhî bir kitaba sahip olduklarını iddia etme­dikleri için, okuma ve yazma bilmeyen kimselere teşbih edilerek, ümmî diye tavsif edilmişlerdir.

b) Bundan murad, onların okuyup yazması olan kimselerden olmayışlarıdır. Bu okuyup yazmama işi, onların galip sıfatlarıdır. Onların içinde okuyup yazması olanlar bulunsa bile, bu onlar arasında pek nadir olan bir husustur. Allah en İyisini bilendir. [106]     

 

Üçüncü Mesele

 

Bu âyet, Hak Teâlâ'nınakkında umûmî bir ifâde olduğunu gösterir. Çünkü,

kendilerine bir kitap indirildiğini kabu! edenler, O'nun: "Kendilerine kitap verilenler..." tavsifinin; kitabı olmayanlar da, O'nun "ümmîler.." tavsifinin muhtevasına dahildirler.

Sonra Cenâb-ı Hak:"İslâm'a girdiniz mi?" buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki istifham hemzesi, istifhâm-ı takriridir. Bundan maksat, teslim olmayı emirdir.

Nahivciler şöyle demişlerdir: Hak Teâlâ emri, istifham şeklinde getirmiştir. Çünkü bu ifâde, fiilin yapılmasını isteme, buna davet etme hususunda bir emir gibidir. Ancak, emri bir istifham cümlesiyle ifâde etmedeki mânâ daha çoktur. Bu da, muhatabın inatçı olduğunu, insaftan uzak bir kimse olduğunu anlatmaktır. Çünkü âdil ve insaflı kimseye bir hüccet ve delil izhâr edilince, hiç beklemeksizin hemen o anda onu kabul eder. Bu senin, meseleyi kendisine iyice izah edip, her türlü açıklamayı yapmış olduğun kimseye,"Me­seleyi anladın mı?" demen gibidir. Çünkü bu ifâdede, muhatabın anlayışının kıt olduğuna bir işaret bulunmaktadır. Nitekim Hak Teâlâ, içkiyle ilgili âyetin sonunda "Vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 91) buyurmuştur. Bu tabirde onların yasaklanan şeyden vazgeçmek istemediklerine ve ona karşı aşırı bir istek duyduklarına bir işaret bulunmaktadır. Allah Teâlâ daha sonra, "Eğer İslâm'a girerlerse, muhakkak ki doğru yolu bu­lurlar" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü İslâm, Allah'ın kendisine ilettiği, hidâyet ettiği şeylere sımsıkı sarılmaktır. Allah'ın hidâyetine sarılan ise, hidâyete ulaşmış olur. Bu ifâdenin, "Eğer İslâm'da sebat ederseniz, âhirette kurtuluşa ve necata ulaşırsınız" mânasında olması da muhtemeldir.

Sonra, Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Yani, "İs­lâm 'a girmekten ve sana ittibâ etmekten yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir" demektir. Bundan maksat, Hz. Muhammed (s.a.s)'i teselli edip, O'nun vazifesinin sadece delilleri tebliğ ederek, onları açıklamak olduğunu anlatmaktır. O, getirmiş olduğu Kur'ân'ı tebliğ edince, üzerine düşeni bihakkın ifâ etmiş ofur. Onların kabul edip etmemesi, ona ait bir şey değildir.

Allahu Teâlâ daha sonraj "Allah, kullarını hakkıyla görendir" buyurmuştur ki, bu da bir va'ad ve vaîd ifâde eder ve bunun mânâsı da açıktır. [107]

 

"Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberleri Öldürenler ve nsanlardan adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu? Onları çok cıklı bir azâb ile müjdele. İşte onlar öyle kimselerdir ki, yaptıkları,

dünyada da, âhirette de boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcısı da oktur" Âl-i İmran, 21-22).

Bil ki Allah Teâlâ daha önce, "Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir" âyeti ile, İslâm'ı kabul etmeyip yüzçevirenlerin durumunu zikredince, bunun peşinden bu yüzçevirenlerin sıfatlarını getirerek, şü üç sıfatı zikretmiştir: [108]

 

Allah'ın Yolundan Yüz Çevirenlerin Başlıca Sıfatları

 

Birinci sıfat: HakTeâlâ'nın "Allah'ınâyetlerini inkâr edenler" vasfıdır. Eğer, "Âyetin zahiri, onların Allah'ın bütün âyetlerini inkâr ettiklerini ifâde ediyor. Halbuki yahudi ve hristiyanlar böyle değiller. Çünkü onlar, yaratıcı olan Allah'ı, Allah'ın ilmi ve kudreti ile âhireti kabul ederler?" denilir ise, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1- Biz bu sözdeki "Allah'ın âyetleri"ni, daha önce bahsedilmiş olan Kur'ân ve Hz. Muhammed mânâsına alabiliriz.

2- Bu tabiri, umûm üzere bırakır ve şöyle diyebiliriz: Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini inkâr eden kimse, Allah'ın bütün âyetlerini inkâr etmiş olur. Çünkü bu hususta tenakuza düşen kimse, Allah'ın hiçbir âyetine imân etmiş olmaz. Zira eğer o, herhangi bir âyete imân etmiş olsaydı, hepsine imân etmiş olurdu.

İkinci sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Haksız yere peygam­berleri öldürenler..." vasfıdır. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: [109]

 

Birinci Mesele     

 

Hasan el-Basri, âyeti  şeklinde oku muştur ki, bu, mübalağayı, çokça öldürmeyi ifâde eder. [110]

 

İkinci Mesele      

 

Ebû Ubeyde İbn el- Cerrah (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya Resûlallah, Kıyamet günü en

şiddetli azâb görecek olan kimdir?" diye sorulduğun­da, Hz. Peygamber (s.a.s): "Bir peygamberi veya ma'rufa emredip kötülükten nehyeden bir insanı öldüren kimsedir" buyurdu, sonra da bu âyet-i kerimeyi okudu. Daha sonra ise şöyle dedi: "Ya Eba Ubeyde, İsrai loğ utları günün evvelinde tek bir saatte kırküç peygamber öldürdüler. Bunun üzerine İ srâi loğu I larının zâhidlerinden yüzoniki kişi kalkıp, peygamberleri öldürenlere emr-i ma'ruf nehy-i münker yapmışlar, İsrâiloğulian da aynı günün sonunda onların hepsini katletmişlerdir. İşte Allah Teâlâ'nın âyette bahsettiği kimseler bunlardar." Yine o yahudiler, Yahya İbn Zekeriyya (a.s)'yi öldürmüş ve Hz. İsa'yı öldürdüklerini iddia etmişlerdir. İşte onların bu sözüne göre, kendilerinin peygamberleri öldürdükleri sabit olmuştur.

Bu âyet hakkında birkaç sual vardır:

Birinci sual: Cenâb-ı Hakk'ın, "Aliah'ın âyetlerini inkâr edenler" vasfı gelecek hükmündedir. Çünkü bu, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında olup da kendileri peygamber öldürmemiş ve adaletle hükmetmemiş kimseler için bir va'îd (tehdid)dir. Öyle ise bu nasıl doğru olur?    .

Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1- Bu, onların ecdadının âdeti olduğu için, bunun onlara nisbeti de doğru olmuştur. Çünkü onlar da atalarının yolunu tasvip etmiş ve benimsemişlerdir. Yine babanın işi, -oğlu ona razı olup, onun yolunda gittiği zaman- bazan oğluna da nisbet edilir.

2- Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'i ve mü'minleri öldürmek istiyorlardı. Fakat Allah Teâlâ, onu, onlardan korumuştur. Onlar, bunu çok istedikleri için, peygamber öldürme vasfının mecazî olarak onlara verilmesi yerindedir. Bu tıpkı "Ateş yakıcı, zehir öldürücüdür" denilmesi gibidir. Yani "Ateşe giren ve zehir içen bulunduğunda, "öldürme", bu İkisinin ayrılmaz vasfı olur" demektir.Bunda da bu, ancak böyle olur.

İkinci soru: Hak Teâlâ'nın, peygamberleri öldürmek zaten haksız yere olduğu halde, "Haksız yere peygamberleri öldürenler.." demesinin mânâsı nedir?

Cevap: Biz, bunu Bakara sûresinde (Bakara, ei) âyetinin tefsirinde izah etmiştik. Bundan maksad, onların ne büyük bir günah işlemiş olduklarını göstermektir. Yine onların, peygamberleri öldürmedeki zulümleri ile adaleti gerçekleştirmeyi kastetmiş oldukları da söylenebilir.

Üçüncü soru: Hak Teâlâ'nın, "Peygamberleri öldürenler.. ilh." sözünün zahirî mânası, onların bütün peygamberleri öldürdüklerini gösterir. Halbuki onların, peygamberlerin ne tamamını, ne ekserisini ve ne de yarısını öldürmedikleri bilinen bir husustur.

Cevap: "Peygamberler" kelimesinin başındaki harf-i tarif, istiğrak mânasına değil, ahd mânâsına ham (edilmiştir.

Üçüncü sıfat: Cenâb-ı Allah'ın:  "ve insanlar içinde adaleti emredenlerin canına kıyanlar.." vasfıdır. Bu ifâde ile ilgili bir-iki mesele vardır: [111]

 

Birinci Mesele     

 

Sadece Hamza, buradaki "savaşırlar" şeklinde; diğer kıraat imamları ise öldürürler) şeklinde okumuşlardır ki, her iki kıraatin ânâsı birdir. Çünkü onlar bazan savaşarak peygamberleri öldürürler, bazan a savaş olmaksızın doğrudan öldürürlerdi. Ubeyy İbn Ka'b (r.a), bu âyeti:

 "Peygamberleri ve adaleti emredenleri öldürenler.."şeklinde okumuştur.[112]

 

İkinci Mesele

 

Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Bu âyet, korku ve tehlike zamanlarında, emr-i ma'ruf, nehy-i münker

(iyiyi yayma, kötülükten sakındırma) yapan kimsele­rin mertebelerinin, yücelik bakımından peygamberlerin mertebelerinin hemen peşinden geldiğine delâlet etmektedir."

Bir insanın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzurunda ayağa kalkarak: "Hangi cihad daha üstündür?" dediği, Hz. Peygamber (s.a.s)'in de:  "Cihadın en faziletlisi, zâlim bir hükümdara karşı hakkı söylemektir"[113] buyurduğu rivayet edilmiştir.

Bil ki, Allah Teâlâ onları, bu üç sıfatla tavsif ettiği gibi, onları üç yönden de tehdid etmiştir:

Birinci tehdid: Allah'ın: ''Onları çok acıklı bir azab ile müjdele.." ifadesidir. Bununla ilgili iki mesele vardır: [114]

 

Birinci Mesele     

 

Bu ifâde, âyetin başındaki di edatının haberi olduğu halde, ceza ve cevap mânâsında olduğu için başına 'fâ' harfi gelmiştir. İfâdenin takdiri "Kim inkâr ederse., onları müjdele.." şeklindedir. [115]

 

İkinci Mesele      

 

B u ifâde, mecazî mânâya hamledilmiştir. Bu da, o kimseleri azâbla korkutmanın, itaatkâr kimseleri

nimetlerle müjdeleme yerine geçmiş olmasıdır. "Müjdeleme" hakkındaki açıklamamız (Bakara, 25) âyetinin tefsirinde geçmişti.

İkinci tehdid: Hak Teâlâ'nın' 'İşte onlar öyle kimselerdir ki yaptıkları dünyada da âhlrette de boşa gitmiştir" buyruğudur. Bil ki Cenâb-ı Hak bu âyetle, kâfirlerin iyi amellerinin, mükâfaat-larmın dünya ve âhirette boşa gideceğini beyân buyurmuştur. Bunların dünyada boşa çıkması, medhedilecek yerde zem, sena edilecek yerde lanet edilmesi ile olur. Yine bu dünyada boşa gitmenin manasına, öldürülmeleri, esir alınmaları, mallarının ganimet, kendilerinin köle olması gibi, o yahudilerin başına gelen apaçık zilletler de girer. Amellerinin boşa çıkması, sevabın ikâba dönüştürülmesi ile olur.

Üçüncü tehdid: Allah Teâlâ'nın:"Onların hiçbir yar­dımcısı da yoktur" ifadesidir. Bil ki Allah Teâlâ, ilk tehdidi ile onlar için elem ve kötülük sebeplerinin toplandığını, ikincisi ile menfaat yollarının onlara tamamen kapandığını, bu üçüncü tehdid ve vaîd'i ile de, onlar için bunların, hiçbir yardımcıları ve koruyucuları olmayacak şekilde vuku bulacağını göstermiştir. Allah en iyisini bilir. [116]

 

''Kitaptan kendilerine bir nasip verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hakem olsun diye Allah'ın kitabına çağınlıyorlar da, sonra onlardan bir zümre (o kitaba) arkalarını dönüyorlar. Onlar, yüz çevirmeyi adet edinmiş kimselerdir. Bunun sebebi şudur: Onlar, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" dediler. Uydurdukları bu şey, dinleri hususunda onları yanıltmıştır. Onları, (kopmasında) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız ve kendilerine haksızlık edilmeyerek herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman (halleri) nice olacak?" (Al-i İmran, 23-25)

Bil ki, Cenâb-ı Allah: "Eğerseninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, kendimi Allah'a teslim ettim" (Ali imran, 20) diyerek, bu yahucli milletinin küfürdeki inadlarına dikkat çekince, bu âyette de onların inadlarının ileri derecede olduğunu açıkladı. Çünkü onlar, inandıklarını iddia ettikleri kitaba, yani Tevrat'a uymaya davet edildiklerinde, azgınlık gösterip, arkalarını dönüyorlar. Bu, onların son derece inadcı olduklarını gösterir.

Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: [117]

 

Birinci Mesele     

 

Âyetteki "Kitaptan kendilerine bir nasib verilmiş olanları görmedin mi.." ifâdesi, bütün ehl-i kitabı

içine alır. Şüphesiz ki bu, zemm (kınama) için gel­mektedir. Fakat bir başka delil, ehl-i kitap'tan herkesin böyle zemme müstehak olmadığını göstermektedir. Çünkü Allah Teâlâ: "Ehl-t Kitap içinde ayakta dikilen bir topluluk vardır ki onlar gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah  'in âyetlerini okurlar" (Aı-i imran, 113) buyurmuştur. [118]

 

İkinci Mesele      

 

olanlar..." ifâdesinde geçen "Kitap"tan murad,

Kur'ân'dan başka bir kitaptır. Çünkü Allah Teâlâ o kitabı kâfir olan yahudi ve hristiyanlara izafe etmiştir. Durum böyle olunca, o kitabın, onların hak olduğuna ve Allah katından geldiğine inandıkları kitap mânasında anlaşılması gerekir. [119]

 

Kitabın Hükmünden Yüz Çevirenler Hakkında Âyetin Nüzul Sebebi  

 

Bu  âyetin sebeb-i  nüzulü olarak birkaç rivayet zikredilmiştir:

1- İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, yahudilerden bir kadın ile bir erkek zina ettiler. Bunlar,

asalet sahibi ailelerden idiler. Tevrat'ta da zinanın

cezası olarak recm (taşlanarak öldürülme) hükmü var idi. Asîl oldukları için onları recmetmeyi istemediler ve o ikisinin meselesinde, recmt bırakmaya, onun şeriatında recmi terk etmeye bir ruhsat olur ümidi ile Hz. Peygamber (s.a.s)'e başvurdular. Hz. Peygamber (s.a.s) de recmedilmelerine hükmedince, bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s): "Sizinle benim aramda Tevrat hakem olsun. Çünkü onda recm hükmü vardır. Sizin en bilgiliniz kimdir?" dedi. Onlar, Abdullah b. Sûrİya ei-Fedekî" dediler. Onu getirip bir de Tevrat getirdiler. Abdullah İbn Sûriya, Tevrat'taki recm âyetine gelince, elini onun üzerine koyup gizlemek istedi. Bunun üzerine Abdullah b. Selâm (r.a), "Yâ Resûlallah, recm âyetinin yeri geçti" diye haber verdi. Bunun üzerine o elini kaldırdı ve recm âyetini buldular. Hz. Peygamber (s.a.s) de, o kadın ile erkeğin recmed il melerini emretti. Allah'ın laneti üzerlerine olasıca yahudiler, bundan dolayı son derece gazablandılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi.

2-  Hz. Peygamber (s.a.s) yahudilerin midraslarına[120] girmişti. Orada, yahudilerden bir grup bulunmaktaydı. Peygamberimiz (s.a.s) onları İslâm'a davet etti. Bunun üzerine onlar, "Sen hangi din üzeresin?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s), "İbrahim ümmeti üzereyim.." cevabını verdi. Onlar da "İbrahim bir yahudi idi" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) "Öyle ise Tevrat'a gelin " dedi. Onlar buna yanaşmayınca Cenâb-ı Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

3- Hz. Peygamberin peygamberliğinin alâmetleri Tevrat'ta zikredilmiş, O'nun peygamberliğinin sıhhatine delâlet eden deliller de, aynı zamanda orada bulunmaktaydı. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), onları Tevrat'a ve Tevrat'ta kendisinin peygamberliğine delâlet eden sözlere davet etti. Ama onlar bundan kaçındılar. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimeyi indirdi. Buna göre mâna şöyle olur: "Onlar, kitapları olan Tevrat'ın hükmüne icabet etmekten kaçındıkları için, onların, senin kitabın Kur'ân'a muhalefet etmelerine şaşma! İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, Tevrat'ı getirin de onu okuyun!" (âli imran, 93) buyurmuştur. Bu rivayete göre işte bu âyet, Tevrat'ta, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin gerçekliğine ve doğruluğuna dair delillerin bulunduğuna delâlet etmektedir. Çünkü onlar Tevrat'ta, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin sıhhatine delâlet edecek delillerin bulunmadığını bilselerdi, Tevrat'ta bulunan şeyleri çarçabuk ortaya koymaya yönelirlerdi. Ancak ne var ki onlar bunu gizlemişlerdir.

4- Bu hüküm, yahudi ve hristiyanlar hakkında umûmî bir hükümdür. Bu böyledir, çünkü Hz. Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden deliller, Tevrat ve İncil'de mevcut idi. Onlar da Tevrat ve İncil'in hükmüne davet olunmuşlar, ama onlar bunu kabulden kaçınıp diretmişlerdi.

Cenâb-ı Hakk'ın"Kitaptan bir nasib" sözünün mânâsı, "Kitabın ilminden bir nasib" demektir. Çünkü bu ifâdeyi zahirine göre efe alırsak, onların hepsine de verilmiş olduğu anlaşılır. Halbuki, bu ifâdeden maksat onların âlimleridir ki, Kitâb'ın hükmüne davet edilenler de bunlardır. Çünkü   kitabı   bilmeyen  kimseler,   kitaba  davet  edilip  çağırılmazlar... 

Hak Teâlâ'nın: Allah'ın kitabına çagınlıyorlar"buy­ruğu hakkında iki görüş vardır:

Birinci görüş: İbn Abbas ve Hasan el-Basrî (r.a)'nin görüşüdür ki, buna göre buradaki "kitap" lafzından maksat Kur'ân'dır.

Buna göre şayet, "Onlar, kendisini tasdik edip de inanmadıkları bir kitabın hükmüne nasıl davet edilirler?" denilirse, biz deriz ki: Onlar, Kur'ân-ı Kerim'in Allah katından bir kitap olduğunu gösteren deliller getirildikten sonra O'nun hükmüne çağrılmışlardır.

İkinci görüş: Müfessirlerin pek çoğunun görüşüdür. Buna göre buradaki "kitap" sözünden maksat Tevrat'tır. Bu görüşte olanlar şu delilleri ileri sürmüş­lerdir:

a) Âyetin sebeb-i nüzulü hususunda zikredilen rivayetler, yahudilerin, Tevrat'ın hükmünü tatbik etmeye çağırıldıklarına, fakat onların bu davetten imtina edip kaçındıklarına delâlet etmektedir.

b) Hz. Peygamber (s.a.s), onların inâd edip hakkı kabul etmeyişlerine taaccûb etmiştir. Taaccüb, onların sıhhat ve doğruluğuna inandıkları ve hak

olduğunu kabul ettikleri kitabın (Tevrat'ın) hükmünü kabul etmedikleri zaman söz konusudur.

c) Bu, âyetten önceki ifâdelere uygun düşen bir görüştür. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ, peygamberinin görevinin sadece tebliğ olduğunu beyân edip; delillerin apaçık meydanda olmasına rağmen, peygamberine, onların O'nu yalanlamak konusunda söylediklerine karşı sabrı tavsiye edince, onların sıhhatine inandıkları bizzat kendi kitaplarına karşı büyükienme ve inatlaşma yolunu tutup, böylece de Tevrat'ta Hz. Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden delilleri gizlediklerini beyân buyurmuştur. Bu da, onların son derece katı bir taassub içinde bulunduklarını ve hakkı kabulden uzaklaştıklarını gösterir.

Hak Teâlâ'nın: "Aralarında hakem olsun diye" buyruğunun mânası, "Kitap, aralarında hükmetsin diye" şeklindedir. Hükmetmenin kitâb'a nisbet edilmesi, meşhur bir mecazdır. Bu ifâde meçhul sîgasıyla "Hükmolunsun.. diye" şeklinde de okunmuştur.

Keşşaf sahibi şöyle der: "Hak Teâlâ'nın: buyruğu, söz ko­nusu ihtilâfın, onlarla Hz. Muhammed (s.a.s) arasında bulunduğunu değil de, onların kendi arasında bulunmasını gerektirir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu davet esnasında, onlardan bir kısmının bu daveti kabul etmediklerini bildirmiştir ki bunlar, İsrâiloğullarının "âlimler" olduklarını iddia edip öne sürdükleri başkanlarıdır."

Cenâb-ı Hak sonra"Onlar yüz çeviren kimselerdir" bu­yurmuştur ki, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

a) Arkalarını dönenler başkanlar ile âlimlerdir. Yüz çevirenler ise, bunların dtşındakilerdir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sonra âlimler sırt çevirince, halk da, âlimlerinin sırt çevirmiş olmasından dolayı, Hz. Muhammed'i kabul etmekten yüz çevirmişlerdir.

b) Hem sırtını dönüp, hem de yüz çevirenler tek bir zümredir. Buna göre mânâ, "Onlar söz konusu olan bu mesele hususundaki delilleri dinlemeyip arkalarını dönmüşler; diğer mesele ve elde etmek istedikleri  hususlar konusunda da, diğer hüccetleri dinlemekten yüz çevirmişlerdir" şeklinde olur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: Sen, onların sadece bu meseleye sırt çevirdiklerini zannetme! Bilâkis onlar, herşeyden yüz çevirip, kabule yanaşmazlar.

 Cenâb-ı Hakk'ın: "Bunun sebebi şudur: Onlar, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak"

dediler" sözüne gelince, bu ifâdenin tefsiri konusundaki açıklamalarımız Bakara süresindek (Bakara, eo) âyetinin tef­sirinde geçmişti,

Âyetin mâkabliyle münâsebeti şöyledir: Allahu Teâlâ önceki kısımda, "Sonra da onlardan bir zümre (o kitaba) arkalarını dönüyorlar. Onlar, yüz çevirmeyi âdet edinmiş kimselerdir" buyurunca, bu âyette de, bu sırt dönme ve yüz çevirmenin, sırf onların, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde doku­nacaktır" demiş olmaları ile meydana geldiğini belirtmiştir.

Cübbâî şöyle demektedir: "Bu âyette, cehennemliklerin cehennemden çıkarılacaklarını söyleyenlerin görüşlerinin bâtıl ve yanlış olduğuna bir delâlet bulunmaktadır. Çünkü, eğer bu husus Ümmet-i Muhammed hakkında doğru olursa, aynı şekilde diğer ümmetler hakkında da doğru olur. Eğer bu diğer ümmetler hakkında sabit ve doğru olursa, bunu söyleyen yalancı olmaz ve aynı zamanda kınanmaya müstehak olmaz.. Cenâb-ı Hak bu hususu kınamak için zikredince, cehennemliklerin cehennemden çıkacaklarına dair verilen hükmün yanlış bir hüküm olduğunu anlamış oluruz."

Ben de derim ki: Onun böyle bir sözü söylememesi gerekirdi. Çünkü onun mezhebine göre affetmek, Allah için güzel ve caiz olan bir husustur. Durum böyle olunca, bu ümmetin affedilmiş olmasından, diğer ümmetlerin de affe­dileceği neticesi çıkmaz..

Biz böyle bir şeyin gerektiğini kabul etsek bile, fakat siz niçin, "Fâsıkın cehennemden çıkarılacağını söyleyen kimselerin zemmediteceğini" söylediniz? Daha doğrusu burada bundan başka şu izahlar da bulunmaktadır:

a) Onlar belki de, fâsıkın azâb müddetinin kısa ve az olacağı hususunda kat'î konuştukları için söz konusu zemmi hak etmişlerdir. Çünkü rivayet edildiğine göre onlar,  "Bizim azâb göreceğimiz müddet, yedi gündür" diyorlardı. Onlardan bazıları da, "Daha doğrusu, buzağıya tapma müddeti olan kırk gecedir" diyorlardı.

b) Onlar dinin esasları hususunda gevşek davranıyorlar ve: "Bizden bir hatantn sâdır olduğu kabul edilse bile, bizim azabımız az olacaktır" diyorlardı. Bu yanlıştır, çünkü bize göre tevhîd, nübüvvet ve âhiret hususunda hatalı davranan, yanlış inanan kimsenin azabı ebedîdir. Çünkü o kâfirdir; kâfirin de azabı ebedî ve daimîdir.

c) Onlar: "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" dedikleri zaman, Hz. Muhammed'i yalanlamayı önemsiz bir iş kabul ettiler ve bunun, cezanın artmasında bir tesiri olmadığına inandılar. Böylece de bu, Hz. Muhammed'i apaçık bir biçimde yalanlama olmuştur. Bu ise küfürdür; şüphe yok ki küfründe ısrarlı olan kâfirin azabı da ebedîdir. Durum, bizim söylediğimiz gibi olduğuna göre, Cübbâî'nin bu âyeti hüccet getirmesi zayıf bir durumdur. Bu hususta tafsilatlı açıklama, Bakara sûresinde (80. âyetinde) geçmişti. Cenâb-ı AllahUydurdukları bu şey, din­leri hususunda ontart yanıltmıştır" buyurmuştur. Bil ki âlimler, buradaki "Uydurdukları şey "den muradın ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu, onların "Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz" (Maide, a> şeklindeki sözleridir denilmiştir. Yine bunun, onların, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır " şeklindeki sözleri olduğu da söylenmiştir. Bazıları da: "Onları, Hz. Muhammed'e, "Biz hak üzereyiz, sen ise bâtıl üzere.." demeleri aldatmıştır" demiştir.

Allahu Teâlânları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman nice olacak?" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: Allahu Teâlâ onların içinde bulundukları cehalet sebebiyle aldanışlarını anlattıktan sonra, cehaletin tamamiyle ortadan kalkacağı ve aldanışların ortaya çıkacağı bir günün mutlaka geleceğini beyân edip, "Onları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman nice olacak?'" buyurmuştur. Bu sözde bir hazif vardır ve takdiri "onların durumları ve halleri nice olacak?" şeklindedir. ü& (= nasıl, nice) kelimesi kendisine delâlet ettiği için "hal" kelimesi hazfolunurbeni ziyaret etmemiş olsa bile, ben ona ikram ederim. Ya beni ziyaret etseydi nasıl olurdu?" dersin. Yaneni ziyaret etseydi, hali nasıl olurdu?" demektir. Şunu bil ki bu hazif, nefsi, o kişinin "ziyaret etseydi" ifâdesindeki bütün ikram ve izzet çeşitlerini ve bu âyette de bütün azab çeşitlerini araştırıp hatırlamaya sevkedeceği İçin, daha fazla belagatı ifâde etmektedir.

Hak Teâlâji "Onları bir gün için topladığımız zaman..." buyurmuş,Bir günde..." buyurmam ıştır. Çünkü bundan murad cezalandırılacakları bir gün için", veya  "hesaba çeki­lecekleri bir gün için..." mânâsıdır. Böylece, muzaaf olan kelime düşürülmüş, lam harf-i cerri, düşen bu kelimeye delâlet etmiştir.

Ferrâ, "fâm harfinin, mahzuf bir işle ilgili olduğunu" söyler. Sen"Onlar perşembe günü için toplandılar " dediğinde, bunun mânasıOnlar, perşembe günü olan bir iş için top­landılar" demektir. Fakatlar, perşembe gününde toplandılar" dediğinde, herhangibir "iş" takdir etmemiş olursun. Yine malumdur ki, bu hesap gününün faydası, insanlara hakettiklerini vermek ve sevaba nail olanlar ile cezaya müstehak olanlar arasındaki farkı göstermektir.

Âyettek sıfatı, "kendisinde şek olmayan" mânasındadır. [121]

 

Âhirette Hiç Kimseye Zulmedilmez

 

Cenâb-ı Hak "Herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman).." buyurmuştur. Eğer sen "kazandığı" ifâdesini, kulun iş ve ameline hamledersen, sözde bir hazif bulunmuş otur ki bunun takdiri de  "Herkese kazandığı sevap veya ikâbın karşılığı verilecektir" şeklindedir. Eğer sen "kazandığı" ifâdesini, sevap ve ikâb mânasında altrsan, böyle bir takdire gerek kalmaz. Allahu Teâlâ sonra: "Kendilerine haksızlık edilmeyecek" buyurmuştur. Binâenaleyh onların itaatlarının sevabı eksiltilmez ve günahlarının cezası da arttırılmaz. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın: "Herkese kazandığı tastamam ödendi(ğizaman)..." buyruğunu, bazıları va'îd-i ilâhiye delil getirirlerken, aynı şekilde "ehl-i kıble olan büyük günah sahiplerinin cehennemde ebedî kalmayacaklarını" söyleyen ehl-i sünnet âlimleri de bu ifâde ile istidlal etmişlerdir. Birinciler şöyle demişlerdir: "Şüphe yok ki büyük günah sahibi, işlediği o günah sebebi ile cezayı hak etmiştir. Âyet-i kerime ise, herkese amelinin ve kazandığı şeylerin karşılığının tastamam verileceğine delâlet etmektedir. Bu, büyük günah sahibine cezanın ulaşmasını gerektirir."

Biz buna şöyle cevap veririz: Bu istidlal, umûmî ifâdeler cümlesindendir. Biz daha önce, Mu'tezile'nin umûmî ifâdelere tutunmasından bahsetmiştik.

Bizim âlimlerimiz ise şöyle demektedirler: "Mû'min, muhakkak ki imanın sevabını haketmiştir. Binâenaleyh, "Herkese kazandığı tastamam ödendiği (zaman) " âyetinden dolayı, bu sevabın kendisine tastamam verilmesi gerekir. Bu kulun, önce cennette sevabının ödenip, daha sonra ceza yurdu cehenneme atılması icmâ ile bâtıldır."

Yahut da şöyle denilir: "Kul önce cehennemde cezalandırılır. Sonra da, içinde ebedî kalmak üzere, sevap yurdu cennete geçirilir.." Bizim, ulaşmak istediğimiz netice de işte budur. Eğer, "Onların imanlarından elde ettikleri sevabın, günahlarının cezası ile boşa gittiğinin söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, bâtıldır. Çünkü biz "ihbat" (sevapların, günahlar yüzünden boşa gitmesi) görüşünün imkânsız olduğunu Bakara sûresinde açıklamıştık (Bakara, ir âyette). Yine biz zarurî olarak biliyoruz ki. yetmiş senelik tevhîdî inancın sevabı, bir yudum içkinin günahından çok Tazıdır. Bu konuda bizimle tartışan kimse, boşuboşuna inadlaşmış olur. İhbat"m doğru olduğunu kabul etsek bile, bir yudum içki içmenin günahı ile imanın bütün sevabının düşmesi imkânsızdır. Yahya İbn Muaz(r.h) şöyle derdi: "Bir anlık imanın sevabı, yetmiş yıllık küfrü düşürür. O halde, yetmiş y.ılık imanın sevabının bir anlık günahın cezası ile düşeceği nasıl düşünülebilir?" Şüphe yok ki bu açık bir sözdür. [122]

 

"De ki: "Allahım, Ey mülkün sahibi sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın. Dilediğin kimsenin kadrini yükseltir, dilediğini de alçalhrsm. Hayır, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyla kadirsin. Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü de gecenin içine sokarsın. Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen, dilediğin kimseye hesapsız nzık verirsin" (Ali İmran, 26-27) [123]

 

Ayetinin Mâkabliyle Münasebeti

 

Bil ki Hak Teâlâ tevhîd'in, nübüvvetin ve İslâm dininin doğruluğunun delillerini zikredip, sonra Peygamberine (s.a.s): "Eğer seninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, bana tabî olanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim etmişimdir" (Ali imran, 20) deyip; daha sonra, O'na karşı çıkan ehl-i kitabın sıfatlarından Allah'ı inkâr etme ve peygamberler ile sâlih kişileri haksız yere öldürmeyi zikredip, "Kitaptan kendilerine bir nasib verilmiş olanları görmedin mi..." {Aı-iimran,23)âyetinde onların son derece inadcı ve isyankâr olduklarını anlatıp, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" (An imran, 24) âyeti ile, ne kadar büyük bir aldanış içinde olduklarını ifâde edip, daha sonra da "Onları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman halleri nice olacak!" diyerek onlar hakkında ilahî tehdidini zikredince, Hz. Muhammed (s.a.s), O'nun ve O'na tâbi olanların yolunun, bu inadcı ve azgın kâfirlerin yolundan farklı olduğunu gösteren dua ve teşbihlerde bulunmasını emretmiş, Allah'ı nasıl yücelteceğini, nasıl ta'zim edeceğini O'na nasıl dua ve talepte bulunacağını öğreterekî "De ki: "Atiahım, Ey mülkün sahibi..." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bir kaç mesele vardır: [124]

 

Lafzı Hakkında Bilgi

 

Nahiv âlimleri, lafzl hakkında ihtilâf etmişlerdir. Halil ve Sibeveyh bu lafzın,(Ey Allah) manasında olup, sondaki şeddeli "mim" harfinin ise nida edatının yerini tuttuğunu söylemişlerdir.

Ferrâ'ya gelince, bu lafzın aslının,Ey Allah'ım, (hakkımda) hayrı dile" tabiri olduğunu, çok söylendiği için nida edatı ile kelimesinin hemzesini Arapların hazfettiklerini, böylece bu cümleninşekline dönüş­tüğünü söylemiştir. Bunun bir benzeri de, Arapların"gel" sözleridir. Bu sözün aslı dır. Buna, kelimesi bitişerek , şeklini almıştır.

Halil ile Sibeveyh'in, Ferrâ'nm görüşünün yanlışlığına dair delilleri şunlardır:

1- Eğer durum, Ferrâ'nın dediği gibi olsaydı,arada bir atıf harfi olmaksızın "Allah'ım, şöyle yap" denilemeze. Çünkü bunun takdiri, meselâ"Allah'ım, hayrımızı dile ve bizi bağışla" şeklindedir. Halbuki, "AHahümme" kelimesinden sonra atıf harfi getiren hiçbir kimse görmedik.

2- Bu, Zeccâc'ın delilidir: Şayet durum Ferrâ'nm dediği gibi olsaydı, bu ifâdenin aslına göre de söylenmesi caiz olur ve  denilebilirdi. Nitekim ptij "Yazıklar olsun" denilir. Bu ifâde aslı üzere kullanılarak da denilir.

3- Eğer durum Ferrâ'nm dediği gibi olsaydı, nida harfi hazfedilmiş olur vedenilmesi de caiz olurdu. Bu caiz olmadığına göre, Ferrâ'nm görüşünün yanlış olduğunu anlarız.

Aksine biz diyoruz ki: Nida harfinin bulunması gerekir. Nitekim "Ya Allah, beni bağışla" da denilir.

Ferrâ bütün bunlara şöyle diyerek cevap verir: Birinci görüşünüz zayıftır. Çünküifâdesi,Allah'ım kastet, dile" mânâsındadır.

Eğer bunun mânâsı, şeklinde olsaydı, bu durumda ma'tuf, ma'tûfun aleyhten başka birşey olurdu. Böylece de istenen şey ikiye çıkmış olurdu: Birisi, onunayrımızı) dile' sözü; ikincisi ise"Bizi bağışla" sözüdür. Fakat biz atıf harfini hazfettiğimiz zaman, onunsözüsözünün bir açıklaması olmuş olur Böylece de her İkisi ile taleb edilen şey, tek bir şey olmuş olur ve bu daha te'kidli olur. Kur'ân'da bunun benzerleri çoktur.

İkinci görüşünüz de zayıftır. Çünkü bize göre bunun aslı,v "Ey Allah, hayrımızı dile" ifadesidir. Bunun asit üzere kullanılabileceğini kim inkâr ediyor. Yine pek çok lafızda, fer'jn aslın yerini tutması caiz değildir. Baksana, Halil ile Sibeveyh'e göre,"O, ne kerimdir!" ifâdesinin mânâsı,"Hangi şey onu böylesine kerim yaptı?" şeklindedir. Sonra taaccüb mânası sadedinde aslının bu şekilde olduğunu iddia ettikleri bu söz, hiç kullanılmamıştır   lafzında da böyledir.

Üçüncü görüşünüz de zayıftır. denilemiyeceğini kim kabul ediyor?" Ferra bu hususta şu şiiri nakletmiştir:

"Sana düşen, her teşbih ettiğinde veya her duâ ettiğinde "Ey Allah'ım" demendir."

Ferrâ sözüne devamla, "Basralıların "Bu, meşhur bir şiir değildir " şeklindeki sözlerinin neticesi, nakli yalanlamaya götürür. Biz bu kapıyı açarsak, dil ve nahiv namtna hiç bir şey tenkidden halt kalamaz. Muarızımızın, "harf-i nidanın zikredilmesi lâzımdır" şeklindeki görüşüne cevap olarak da şunu söyleyebiliriz: Nida harfi bazan hazfedilebilir. Nitekim, Cenâb-ı Hak da:"Yusuf, ey çok doğru sözlü, bize fetva ver" (Yusuf, 46) âyetinde de  nida harfini hazfetmiştir. Binâenaleyh böyle bir hazfin sadece bu isme tahsis edilmiş olması da uzak Dir ihtimal sayılmaz" demiştir.

Ferrâ daha sonra, Basralıların görüşünün yanlışlığına şu delilleri de getirmiştir:

a) Biz bu tabirdeki mîm harfinin, nida harfinin yerine getirilmiş olduğunu söylersek, nidayı münâdâdan sonraya bırakmış oluruz ki, bu kesinlikle caiz değildir. Çünkü, hiçbir zaman denilemez. Halbuki sizin görüşünüze göre, durum böyle olmaktadır.

b) Eğer bu harf, nida harfinin yerini tutmuş ve onun yerine getirilmiş

olsaydı, bunt.n aynısının diğer isimlerde de yapılması caiz olurdu,deni'ebildiği gibi, fiij ve fjx< de denilebilirdi.

c) Eğer mîm harfi nida harfinin yerine getirilmiş olsaydı, o zaman nida harfiyle mîm harfi, aynı anda bir kelimede bulunamazlardı. Ancak ne var ki, bizirr kendisiyle istidlal ettiğimiz şiirdemîm harfiyle nida harfi aynı anda bulunmuştur.

d) Biz, Arapların, kelimenin başına gelmiş olan, fakat kelimeden başka olan harflerin bir kısmının mânâsını ifâde etmek için, bu mim harfini tam isimlerin başına getirdiklerini görmemekteyiz. Binâenaleyh bu tek lafızda, bunu yapmak, dil konusunda umûmi olan bir kaidenin ve İstikranın hilâfına hükmetmek olur ki bu caiz değildir. Bu konuda söylenebilecek sözün tamamı, işte bundan ibarettir. [125]

 

İkinci Mesele      

 

 vasfının mansub oluşu hususunda iki görüş vardır:

a) Sibeveyh'in görüşüne göre bu, nidadan ötürü mansubtur."Deki: "Allah'ım, ey göklerin ve yerin yaratıcısı!" iZümeı, 46} âyetinde de durum aynıdır. Bunun,ifâdesinin sıfatı olması caiz değildir. Çünküisim ve harften meydana gelmiş bir lafızdır. Böyle birleşik bir lafzın sıfat olması mümkün değildir.

b) Bu kelime, Müoerred ve Zeccâc'a göre, müfred münâda'nın sıfatıdır. Çünkü lafzı, sonundaki mîm ile birlikte, başında lı nida edatı bulunan müfred münadâ yer.ndedir. Sıfatın, nida edatının yanısıra kullanılması imkânsız olmadığı gibi, mîm harfinin yanısıra kullanılması da imkânsız değildir. [126]

 

Bu Ayetin Nüzul Sebebi     

 

Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'yi fethettiğinde ümmetine Bizans ve Fars  İmparatorluklarımı da birgün ele geçireceklerini müjdeledi. Bunun üzerine münafık ve yahudiler,

"Olacak  değil. Fars ve Bizans krallıkları Muhammed'in eline nasıl geçebilir. Onlar Muhammed'den daha güçlü ve kuvvetli" dediler.

Yine rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Hendek Savaşı'nda, kazılacak hendeğin sınırlarını çizip, her on kişilik gurubun "kırk zira'lık bir yer kazmalarını" söyledi. Müslümanlar hendek kazarken, bîr yerae kazmaların gücünün yetmediği tepe gibi bir kaya karşılarına çıktı. Bunun üzerine Selmân (r.a)'ı, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gönderdiler, o da durumu haber verdi. Hz. Peygamber (s.a.s), Selmân'ın elinden levyeyi alıp, o taşa öyle bir vuruş vurdu ki taş yarıldı ve taştan karanlık gecenin ortasında kandil gibi etrafı aydınlatan

bir şimşek çıktı. Bunun üzerine hem Hz. Peygamber, hem de müslümanlar tekbir getirdiler. Hz. Peygamber (s.a.s), "Sanki köpeklerin azı dişi gibi (sıra sıra) Hîre'nin köşkleri bana göründü" dedi. İkinci vuruşunda, "Bana, rum diyarının kırmızı sarayları göründü"; üçüncü vuruşta da, "Bana, San'a'nm sarayları göründü' dedi. "Ve Cebrail (a.s) bana, ümmetimin bütün bu milletlere gâlib geleceğini haber- verdi, müjdeler olsun" buyurdu.

Bunun üzerine münafıklar, "Peygamberinizin asılsız va'adlerde bulunuşuna, Yesrib (Medine)'den, Hîre'nin köşklerini ve Kisra'nın saraylarını size haber verişine ve buraların elinize geçeceğine şaşmıyor musunuz? Halbuki siz şu anda, savaşa çıkmaya bile kadir olamıyorsunuz ve korkunuzdan hendek kazıyorsunuz" dediler. Bunun üzerine işte bu âyet-i kerime nazil oldu. Allah en iyisini bilendir.

Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: "Hak Teâlâ, Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e, kendisinden, Fars ve Bizans Krallıkları'nın mülkünü kendisine vermesini istemesini ve Arapların üzerindeki zilleti Fars ve Rumlar üzerine geçirmesini niyaz etmesini emretti. Allah'ın bunu emretmiş olması, Hz. Peygamber'in duasını kabul edeceğine bir delildir. Diğer peygamberlerin durumu da aynıdır. Onlar bir dua etmekle emrolundukları zaman, onların o duaları mutlaka kabul olunurdu. [127]

 

Dördüncü Mesele 

 

"Mülk", kudret; "Mâlik" ise, kadir mânasındadır. "Mâlike'l-mülkü" vasfının mânâsı, kudrete kadir olan

demektir. Binâenaleyh mana, "mahlûkâtın kadir oldukları şeyler üzerindeki her türlü kudretleri, ancak Allah Teâlâ'nın kadir kılmasıyla olur. Buna göre O, her kadiri, gücünün yettiği şeye kudretli; her mâliki de sahib olduğu mülke sahip kılan demektir.

Keşşaf sahibi, "Mâlike'l-mülk"ün; "O, mülkün cinsine sahiptir. Dolayısıyla O, mülk sahiplerinin sahip oldukları şeydeki tasarrufları gibi, mülk cinsinde tasarruf eder" manasında olduğunu söylemiştir. Bil ki Allah Teâlâ, kendisinin mutlak mânâda mâlikü'l-mülk olduğunu beyân edince, bundan sonra bunun teferruatına girip, şu beş şeyi zikretmiştir. [128]

 

Mülkün Sahibi Olan Allah'ın Tasarrufatı

 

1- "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyurmuştur. Bu ifâde hakkında âlimler çeşitli izahlar yapmışlardır. [129]

 

Mülkden Nübüvvet Kasdolunmaktadır

 

a) Bundan murad, nübüvvet ve risâlet mülküdür. Nitekim Hak Teâlâ: "Biz, gerçekten İbrahim soyuna da kitap ve hikmet verdik. Onlara büyük bir mülk bahşettik" {Nisa, 54)buyurmuştur. Peygamberlik, en büyük mülk mertebesidir. Çünkü âlimlerin diğer insanlar üzerinde, manen; zâlim hükümdarların da zahiren büyük tesirleri vardır. Peygamberlerin ise hem manen, hem de maddeten insanlar üzerinde tesiri vardır. Manen tesirleri, her insanın onların din ve şeriatlarını kabul edip, onun hak olduğuna inanmalarının gerekmesidir. Maddeten olan tesirleri de, insanlar isyan edip hakkı dinlemediklerinde, o insanların ölümü hak etmiş olmalarıdır.

Bazı insanların, kendileri gibi bir insanı Allah'ın peygamber olarak göndermesini imkânsız görmeleri, bu izahı kuvvetlendirir. Böylece Allah Teâlâ, onların "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi" 94) dediklerini nakletmiş ve "Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da muhakkak bir insan (şeklinde)gösterirdik" (Enam,9)buyurmuştur.

Bazı insanlar da, Allah'ın insan bir peygamber gönderebileceğini kabul etmiş, fakat "Şu Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhrut,3i)dedikleri, âyette de nakledildiği gibi, "Muhammed, fakir ve yetim birisidir. Bu büyük makam ona nasıl yakışır?" demişlerdir. Yahudiler, "Peygamberlik bizim ata aittir. Kureyş, nübüvvet ve kitap ehli değildir. Binâenaleyh nübüvvet, Muhammed'e nasıl yakışır?" derlerken; münafıklar da, "Yoksa onlar Allah'ın fazlından insanlara verdiği şeylere hased mi ediyorlar" (Nisa, 54) âyetinde de belirtildiği gibi, Hz. Peygamber'in nübüvvetini çekemiyor-lardı.

Yine biz, Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlub olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. O, ne kötü yataktır" (âı-i imran, 12) âyetini tefsir ederken, yahudilerin sayılarının, silâhlarının ve kuvvetlerinin çokluğu ile Hz. Peygamber'e karşı büyülendiklerini söylemiştik. Sonra, Cenâb-ı Hak, bütün bu zümrelere mülkün yegâne mâlikinin kendisi olduğunu, dolayısıyla da mülkünü istediği kimselere vereceğini beyân etmek suretiyle reddiyede bulunmuş ve, "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyurmuştur.

Buna göre şayet, "Siz Allahu Teâlâ'nın, "Sen mülkü dilediğine verirsin" buyruğunu, nübüvvet mülkünü vermek mânasına alırsanız, o zaman O'nun "Mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" ifâdesini de, peygamber yapmış olduğu kimseleri, peygamberlikten bazan azleder anlamına hamletmemiz gerekir.

Halbuki, bunun caiz olmadığı bilinen bir husustur" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:

Birinci cevap: Allah Teâlâ peygamberliği bir kimsenin sülalesine verip, sonra da nübüvveti onun neslinden çekip alarak, bununla bir önceki soydan olmayan başka bir insanı şereflendirince, Allah Teâlâ'nın, peygamberliği onlardan çekip almış olduğunun söylenmesi doğru olur. Yahudiler nübüvvetin, mutlaka ve mutlaka, İsrâiloğulları içinde kalacağına inanıyorlardı. Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.s)'i nübüvvet ile şereflendirince, "O nübüvvet mülkünü İsrailoğullarından alıp Araplara verdi" denilmesi doğru olur.

İkinci cevap: O'nun, "Mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyruğundan maksat, onu verdikten sonra çekip geri alma mânası değil de, onları, o mülkünden mahrum edip onlara o mülkü vermeme mânâsıdır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah îman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır" (Bakara, 257) âyetidir. Oysa ki bu tabir asla küfür zulmetine düşmemiş olan kimseleri de içine alır...

Yine Allahu Teâlâ, kâfirlerin, peygamberlere (a.s), "...Yahud mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" (Arat, sej dediklerini, o peygamberlerin de, "Sizin dininize dönmemiz olacak şey değildir, Rabb'imiz olan Allah dilerse başka..." (Arat, 89) dediklerini haber vermiştir. Oysa ki peygamberler, hiçbir zaman onların dininde olmamışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın: "Mülkü dilediğine verirsin" buyruğunu nübüvvet mülkü şeklinde tefsir edenlerin görüşlerinin izahı konusundaki sözün özeti budur. [130]

 

Mülkten, Makam Ve Mal Çokluğu Kasdolunmuştur

 

b) Mülkden murad, örfde mülk olarak adlandırılan her şeydir. Bu da şu şeylerin tamamından ibarettir:

1-  Mal ve makam çokluğu...

Mal çokluğuna gelince, bu ifâdenin içine canlı ve cansız her şey; evler, gelir getiren araziler, tarlalar,ekinler ve nesiller dahildir..

Makam çokluğuna gelince, bu bir kimsenin insanlar nazarında heybetli ve güç sahibi, sözü yerine getirilen ve kendisine itaat edilen bir kimse olmasıyla olur.

2- Bu, bir kimsenin, başkalarının kendisine itaat, emir ve yasaklan doğrultusunda hareket etmesinin vâcib olduğu bir mevki ve makamda bulunmasıyla olur.

3- Bu, bir kimsenin, birisi mülkünde kendisiyle münazaaya girip tartıştığında, tartışmaya giren o kimseyi ezip onu mağlub edebileceği bir makamda bulunmasıyla mümkün olur. Bütün bunların ise, sadece Allah tarafından meydana getirilebileceği bilinen bir keyfiyyettir.

Birinci şıkka gelince: Biz son derece zeki olan topluluklar görüyoruz.. Onlar son derece yorulup, en büyük ilgi ve itinayı göstermelerine rağmen, azıcık mal dahi elde edemiyorlar. Yine biz, gafil ve ahmak olan nice kimseler görüyoruz ki, sayısız derecede mal ve mülke sahiptirler...

Makam elde etmeye gelince, bu daha da açıktır. Çünkü biz nice hükümdar ve yönetici görmekteyiz ki, makam elde etmek uğruna çok büyük mallar harcıyorlar, fakat buna rağmen halkın ve tebaanın gözünde, her gün daha fazla zelil ve hakir olmaya devam ediyorfar. Durum bazen bunun aksi olabilir. Bu da, insanın gönüllerde büyümesi, kalblerde şecaat ve heybet arzetmesi, kendisine büyük-küçük herkesin boyun eğip inkiyâd etmesi ve uzak-yakın herkesin ona boyun eğmesiyle olur.

İkinci şıkka gelince, ki bu kendisine boyun eğmenin vâcib olmasıdır. Bunun, Allah Teâlâ'nın kullarından bazısını kendisiyle şereflendirdiği malûm olan bir keyfiyyettir.

Üçüncü şıkka gelince, ki bu kendisiyle münazaa eden kimseyi mağlub edip yenmektir. Bunun da ancak Allah Teâlâ'nın yardım ve tevfikiyle olacağı da herkesçe bilinen bir husustur. Çünkü biz, nice az grupların, Allah'ın izniyle çok ve kalabalık zümrelere galip geldiğini müşahede ettik. İşte şu durumda aklî delille de, Allahu Teâlâ'nın, "Mülkü dilediğine verirsin" buyruğunun doğruluğu ortaya çıkmış oldu.

Bil ki, burada Mu'tezile'nin görüşü bulunmaktadır. Ka'bî şöyle der: "O'nun, "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" sözünün mânası irâde ve ihtiyar yoluyla değil, ancak müstehak olma yoluyladır. Böylece Cenâb-ı Hak, mülkü onun hakkını verecek olan kimseye verir; yine onu ancak, Rabb'inin emrine isyan eden kimselerden çekip alır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalimler ahdime nail olamaz" (Bakara, 124> âyeti de buna delâlet eder. Yine Cenâb-ı Hak, "Salih kulu" (Tâlût) hakkında, "Muhakkak Allah onu sizin üstünüze beğenip seçmiştir. Ona ilimce ve vücudca bir üstünlük vermiştir" {Bakara. 247) buyurmuş ve bunu mülkün sebebi kılmıştır."

Cübbâî de şöyle demektedir: "Bu hüküm, âdil hükümdarlar hakkındadır. Fakat zâlim hükümdarların mülklerinin Allah'ın vermesi ile olması caiz değildir. Hem bu nasıl Allah'ın vermesi ile olur ki. Çünkü Allah Teâlâ, onların melik olmamalarını gerekli kılmış ve onları bundan men etmiştir. Böylece bizim bu söylediklerimizle, Allah Teâlâ'nın kendilerine hükümdarlık verdiği kimselerin sadece âdil hükümdarlar olduğu, zâlim hükümdarların ise böyle olmadığı sabit olmuş olur.

Mu'tezile şöyle demiştir: "Bunun bir benzeri de, bizim rızık hakkında söylediğimiz husustur. Rızık mefhumuna, Allah'ın istifâde edilmesini yasakladığı ve sahibine verilmesini emrettiği haram şeyler girmez. Burada da böyledir. Mülkü almak bunun aksinedir. Çünkü kendisini gerektiren bir menfaattan ötürü mülkü âdil hükümdarlardan çekip alabileceği gibi, zâlim hükümdarlardan da çekip alabilir. Mülkün çekilip alınması şu şekillerde olur: Ölüm ile, aklın giderilmesi ile, kuvvet, güç ve hislerin alınması ile, çeşitli musibetlerin gelip malların telef olmasıyla olabilir. Bir de, Allah Teâlâ hak yolda olan kimseye, bâtıl yolda olan zorba hükümdarların elindeki mülkü çekip almasını emreder, Ona güç ve muzafferiyet verir. Binâenaleyh hak yolda olan bir hükümdar, böyle bâtıl yoldaki birisi ile savaşıp, onu yenerek mülkünü elinden aldığı zaman, bu çekip almanın da Allah'a isnad edilmesi caiz olur. Çünkü bu da O'nun emri ile tahakkuk etmiştir. Allah'ın Fars mülkünü, Peygamberinin vasıtasıyla çekip alması, işte bu tarz üzere olan bir çekip almadır." Bu konuda, Mu'tezile'nin sözünün tamamı budur.

Bil ki bu konu, son derece Önemli bir konudur. Bu böyledir, çünkü mülkün zâlim olan bir kimsenin eline geçmesi hâlinde şöyle denilebilir: Bu, ya herhangi bir fail olmadan meydana gelmiştir veya o zâlim kimsenin fiiliyle meydana gelmiştir veyahut da Allah'a ait birtakım sebepler vasıtasıyla meydana gelmiştir....

Birinci ihtimal, bir yaratıcının bulunmamasını gerektirir..

İkincisi de bâtıldır, çünkü herkes mülkün ve devletin kendisine ait olmasını ister.. Dolayısıyla bu ortamda, her isteyen bunu elde edemez.

Binâenaleyh, geriye sadece şöyle denilmesi kalır. Zâlimin mülkü, ancak Allahu Teâlâ'nın o mülkü ona vermesiyle bulunur.. Bu, açık bir sözdür. Bunu, şu husus da teyid etmektedir: Bir kimse bazan, insanların kendisine saygı gösterdiği, kalblerin kendisine meylettiği bir makamda bulunur; yardım onun yoldaşı, zafer ise, dostu olur; her neye el atsa gayesine ulaşır... Bazan da bunun tersi olur.. Bir kimse, hükümdarların bu değişik durumları hakkında iyice düşününce, bütün bunların ancak Allah'ın takdiri ile olduğunu bilmeye mecbur kalır... İşte bu sebepten dolayı şairlerin hakimi şöyle demektedir:

"Eğer zenginlik beceri ve kurnazlıkla olsaydı, sen benim, göğün basamaklarının en yücesine tutunup, yükseldiğimi görürdün.

Ama ne var ki, zenginlikten mahrum oluş, akıllı kimselerin nasibidir. Çünkü, zenginlik ve akıl, birbirinden iyice uzak olan iki şeydir.

Kaza ve kaderin varlığına ve mevcudiyetine delâlet eden şey de, akıllı kimselerin muhtaç, ahmağın yaşantısının ise, çok hoş olmasıdır."

c) Hak Teâlâ'nın, "Mülkü dilediğine verirsin" beyânı, bütün mülk çeşitlerine hamledi İm iştir. Böylece bu ifâdenin muhtevasına nübüvvet, ilim, akıl, sıhhat ve güzel ahlâk, nüfuz ve kudret, muhabbet, mal ve mülk de girer. Bu böyledir. Çünkü lafız umumîdir; delilsiz tahsis etmek caiz değildir.

Hak Teâlâ'nın:"Dilediğin kimsenin kadrini yükseltir, dilediğini de alçaltının" beyânına gelince, bil ki "İzzet" bazan dinî, bazan da dünyevî olur. Dinî husustaki izzet çeşitlerinin en şereflisi imandır. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Halbuki izzet, kuvvet ve galibtyyet Allah'ındır, peygamberinindir, mü'minlerindir" (Münankun, 8) buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, izzeti gerektirecek şeylerin en kıymetlisi iman; zilleti gerektiren şeylerin en kötüsü ise küfür olduğuna göre, bu durumda şayet iman ve küfür, sırf kulun dilemesiyle meydana gelmiş olursa, kulun, nefsini imanla azîz ve şerefli kılması veyahut da onun küfür ile kendisini zelil ve hakîr kılması, Allah'ın o kulu azîz kılınacak her şeyle azîz ve şerefli kılmasından veyahut da, zelil kılınacak her türlü şeyle onu zelil kılmasından daha büyük bir şey olmuş olur.

Eğer durum böyle olsaydı, kulun bu sıfatlardaki payı, Allah'ın payından daha tam ve daha mükemmel olurdu. Bunun kesinlikle bâtıl olduğu da herkesin malumudur. Böylece, iman ve hak ile şerefli, küfür ve bâtıl ile de zelîl kılmanın ancak Allah tarafından olduğunu anlamış oluyoruz. İşte yaptığımız bu izah, bu meselede son derece güçlü bir izahtır.

Kâdî şöyle demektedir: Allah'a nisbet edilen şereflendirme, bazen dinî, bazen de dünyevî olur. Dinî olanına gelince, bu şudur: Sevabın, gerek dünyada gerekse âhirette mutlaka tazîmi, medhi ve şerefi ihtiva etmesi gerekir. Yine Allahu Teâlâ kullarına çok lütuflarda bulunmak suretiyle yardım eder ve onları

menfaatlerine uygun bir biçimde düşmanlarına üstün getirir. Dünyevî olanına gelince bu, o kimseye canlı ve cansız birçok mal vermek, ekinlerini ve hayvanların doğurganlığını arttırmak ve halkın kalbinde ona karşı bir saygı hissi yaratmak suretiyle olur.

Bil ki bizim görüşümüz, yukarıdaki açıklamaları kabul edemez. Çünkü, Allahu Teâlâ'nın sevap hakkındaki tazimi, O'na vâcib olup, yerine getirmesi gereken bir haktır. Eğer Allah bunu yapmazsa, ilâh olmaktan uzaklaşır ve mahtûkatın ilâhı da olamaz. Böylece Hak Teâlâ, bu tazimleri vermek, göstermek suretiyle kendisinin Hanlığını zeval bulmaktan korumuş olur. Ama kula gelince o, bu tazimleri gerektiren imanı kendisine tahsis edince, işte kendisini aziz kılan o olmuş olur. Böylece de onun kendi nefsini aziz kılması, Allah'ın onu aziz kılmasından daha büyük olmuş olur. Bu sebeple biz, zikredilen bu sözün, muarızlarımızın aleyhine bir söz olduğunu anlamış oluruz.

Hak Teâlâ'nın"Dilediğini de alçalhrsm" sözüne gelince, Cübbâî bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Allahu Teâlâ dünya ve âhirette, sadece kendi düşmanlarını zelîl eder. Ama, hiçbir dostunu, fakir düşürse, hasta etse ve başkalarına muhtaç kılsa bile, asla zelîl kılmaz.. Çünkü Allahu Teâlâ bütün bu sıkıntıları, dostlarını âhirette azîz ve şerefli kılmak için yapmıştır. Bu da ya sevap ya da bedel yoluyla olur. Bu tıpkı bir kan aldırma ve hacamat yapma gibidir.. Çünkü bu iki şey, her ne kadar o anda acı ve elem verseler bile, ancak bunların peşinden büyük fayda temin edileceği için, bunların bir azab verme vasıtası olduğu söylenemez." Cübbâî sözüne devamla şöyle der: "Fakirlik zillet olarak vasfedilirse, bu mecazî mânâdan dolayıdır. Nitekim Allahu Teâlâ mü'minlerin birbirlerine olan yumuşaklığını daMü'minlere karşı alçak gönüllü..." (Maide, 54> tabiriyle zillet olarak adlandırmıştır.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Allah'ın bâtılı savunan kulunu zelîl kılması, ancak şu şekillerde olabilir:

a) Zemmetmek ve lanetlemek.

b)  Onları yardım ve hüccetten mahrum bırakmak,

c) Onlara, kendi dinindeki kimselerin işlerini gördürtmek, hizmet ettirmek ve onların mallarını müslümanlara ganimet yapmak...

d) Ve onlara, âhirette ceza vermek." Mu'tezile'nin sözünün tamamı, işte budur.[131]

Bize göre Atiahu Teâlâ, bazı kimseleri İman ve marifetle aziz kılar, bazı kimseleri de küfür ve dalâlet ile zelîl kılar. Azîz kılma ile zelîl kılmanın en büyüğü, işte bunlardır. Bunun böyle olduğunu şunlar da göstermektedir:

a) İslâm'ın azîz, küfrün de zelîl kılınması işinin mutlaka bir faili olması gerekir. Bu fail ya kuldur veyahut da Allah'dır. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü hiç kimse küfrü benimsemez... Aksine, herkes iman etmeyi, marifeti ve hidâyeti ister. Kul iman etmeyi isteyip, fakat bunu elde edemez, bilâkis cehalete ulaşırsa, bunun meydana gelmesinin kuldan değil, Allah tarafından olduğunu anlamış oluruz.

b) Kulda meydana gelen cehalet, ya bir şüpheden dolayı meydana gelmiştir veyahut da kulun onu, bizzat kendisinin icad etmiş olduğu söylenebilir. Birinci durum bâtıldır; çünkü, şayet her cehalet kendisinden önce bulunan bir başka cehalet sebebiyle bulunmuş olsaydı, teselsül gerekirdi.  Bu ise, imkânsızdır. Binâenaleyh geriye şöyle denilmesi ihtimali kalır: Bütün bu durumlar, kulun, Önce geçen bir sebep kesinlikle bulunmaksızın, onun doğrudan doğruya yaptığı bir cehalete dayanır. Ancak ne var ki, biz içimizde, hiçbir akıllının, gerektiren bir sebep olmadan cehalet üzere olmasına razı olacağını sanmıyoruz. Böylece bunun, Allah'ın kulunu zelîl kılması ve hüsrana uğratmasıyla tahakkuk ettiğini anlamış oluyoruz.

c) Biz, fiilin mutlaka bir sebebi ve bir müreccihi olduğunu, bu müreccihin ise Allah olduğunu beyân etmiştik. Eğer bu tercih hayır tarafında olursa, bu azîz kılma; eğer cehalet, şer ve dalalet tarafında olursa, bu da zelîl kılma olur. Böylece, azîz ve zelîl kılanın Allahu Teâlâ olduğu ortaya çıkmış olur.

Cenâb-ı Hakk'ın"Hayır, yalnız senin elindedir" ifâdesine gelince, bil ki,  kelimesinden murad, kudrettir. Buna göre mâna, "Hayır, yalnız senin kudretindedir" şeklinde olur. lafzındaki elif-lâm umûm ifâde eder. Buna göre mânâ, "Her türlü bereket ve hayırlar, ancak senin kudretinle meydana gelir" şeklinde olur. Yine, Hak Teâlâ'nın, tabiri, hasr ifâde eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hayır, senin; -başkasının değil, yalnız senin- elindedir..." demek istemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Sizin dininiz ancak size; benim dinim de, ancak bana... " (Kâfirun, 8) buyurmuştur. Yani, "Sizin dininiz size, -başkasına değil-..." demektir. İşte bu hasr, hayrın başkasının elinde olmasını nefyeder. Böylece, elîf-lâm'ın umûmu ifâdesinin de hasr ifâde etmesi sebebiyle bu âyet, bütün hayırların Allah'dan olduğuna; O'nun yaratması, O'nun tekvini, îcadı ve ibdâı ile meydana geldiğine delâlet eder.

Bunu iyice anladığında biz deriz ki, hayırların en üstünü ve en mükemmeli, Allah'a iman edip O'nu tanımaktır. Bu sebeple, hayrın da kulun yaratmasıyla değil, Allah'ın yaratmasıyla olması gerekir. İşte bu açık bir istidlaldir. Âlimlerimizden, bunu iyice açıklayıp şöyle diyenler vardır: İki failden birisi, diğerinin fiilinden daha üstün ve şereflisini yaptığı zaman, bu fail, bu iyisini yapan kimse diğerinden daha mükemmel ve üstün olmuş olur. İmanın hayır ve, hayrın dışında bulunan her şeyden üstü.-; olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Buna göre şayet iman etme işi, Allah'ın yaratmasıyla değil de kulun yaratmasıyla olmuş olsaydı, kulun hayırlı, faziletli ve mükemmel olmak gibi hususlarda, Allah'dan daha ileri derecede bulunması gerekirdi. Bu ise, çok çirkin olan bir küfürdür. Böylece bu âyet, bu açıdan da, imanın Allah'ın yaratması ile olduğuna delâlet etmektedir.

Eğer, "Bu âyet, bir başka açıdan sizin aleyhinize hüccettir. Çünkü, Allahu Teâlâ "Hayır ancak senin elindedir" buyurunca, bunun mânâsı, "Senin elinde sadece hayır vardır" olur.. Bu da, küfrün ve masiyetin, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmesini gerektirir" denilirse, buna şöyle cevap verilir:

Hak Teâlâ'nınözü, hayrın yalnız O'nun elinde olduğunu, başkasının elinde olmadığını ifâde eder. Bu da, hayrın başkasının elinde olmasını nefyeder, ama O'nun elinde hayır ve hayrın dışında kalan şeylerin bulunmasını asla nefyetmez. Ancak ne var ki, Cenab-ı Hak burada, kendisinden istifâde edilen şey olduğu için, Özellikle hayrı zikretmiştir. İşte bu mânâdan dolayı burada hayır kelimesi saraheten zikredilmiştir.

Kâdî şöyle demektedir: "Şayet Hak Teâlâ, kullar tarafından yapılan her hayra Allah onları muktedir kılıp, onları bu hayra iletmeseydi, onlar bunu yapamazlardı. İşte bu mânâ ve sebepten dolayı, Allah'a nisbet edilmiştir."

Ancak ne var ki, bu zayıf bir görüştür. Çünkü bu izaha göre hayrın bazısı Allah'a, hayırların en şereflisi olan (İman) ise, kula nisbet edilmiş olur ki, bu da bu nassın hilâfınadır.

Hak Teâlâ'nın"Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla kadirsin" buyruğuna gelince bu, daha önce zikredilen, Cenâb-ı Hakk'ın mülkü veren, çekip alan, insanları azîz ve zetîl kılan yegâne mâlik olması hususlarını bir te'kid gibidir. [132]

 

Gece Ve Gündüzün Uzayıp Kısalması

 

Hak Teâlâ'nın:geceyigündüzün içine sokarsın, gündüzü de gecenin içine sokarsın" âyeti ile ilgili iki vecih vardır:

T- Allah Teâlâ geceyi kısaltır, ondan kalan kısmı da gündüze ilave eder. Bazan da bunun tersi olur. Hak Teâlâ, âlemin (dünyanın) düzenini buna bağladığı için bunu böyle yapmıştır.

2- Bundan murad şudur: Allahu Teâlâ gündüzün peşinden geceyi getirir ve dünyaya gündüzün ışığı hakim iken, ona karanlığı giydirir. Sonra gecenin peşinden de gündüzü getirir ve dünyaya gündüzün ziyasını giydirir. Binâenaleyh gece ile gündüzün birbirlerine girdirilmesinden murad, her birinin diğerinin hemen peşinden yaratılması olmuş olur.

Birinci mânâ âyetin lafzına daha uygundur. Çünkü gündüz uzun olup da ondan (hergün) kısaltılan kısım geceye katıldığında, ondan kısaltılan bu kısımlar geceye dahil olmuş olur. [133]

 

Allah Ölüden Diri, Diriden Ölü Çıkarır

 

Cenâb-ı Hakk'ın:   'Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın" buyruğu ile ilgili bazı meseleler var: [134]

 

Birinci Mesele     

 

Bir kısım imamlar kelimesini şeddeli olarak şeklinde, diğer birkısım imamlar ise şeddesiz

 şeklinde okumuşlardır. Bunlar aynı mânâya

gelen iki değişik okuyuş şeklidir. Müberred, "Basralılarm bu iki kıraatin de eşit olduğu hususunda t icmâ ettiklerini" söylemiştir. Nitekim Araplar şu şiiri söylemişlerdir:Ölü, ancak dirilerin ölüşüdür." Bukelimeleri gibidir. Bazıları da, kelimesinin "ölmüş olan" mânâsına;  kelimesinin ise, "henüz ölmemiş kimse" mânâsına gel­diğini söylemişlerdir. [135]

 

İkinci Mesele      

 

Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1- Allah İbrahim'i Âzer'den meydana getirdiği gibi, kâfirden mü'min; Nuh'dan Kenan gibi kâfirleri meydana getirdiği gibi de, mü'minden kâfir çıkarır.

2-  İyiden kötüyü, kötüden iyiyi çıkarır.

3-  O, meniden canlıyı, yumurtadan kuşu ve canlıdan nutfeyi. kuştan yumurtayı çıkarır.

4- Tane'den başağı, başaktan taneyi, çekirdekten hurma ağacını, hurma ağacından çekirdeği çıkarır. Kaffâl (r.h), bu ifâdenin bütün bu mânâlara ihtimali

olduğunu söyleyerek şöyle devam etmiştir: "Küfür ile iman meselesinde Cenâb-i Hak, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz..." (En'am, 122) buyurmuş, "ölü" ile kâfir olanı, "diriltme" ile de onu hidayete erdirmesini murad etmiştir. Böylece küfrü ölüm, imanı da hayat saymıştır. Yine Hak Teâlâ, topraktan bitkiyi çıkarmayı "diriltme", bundan öncesini de "ölüm" kabul etmiş ve "Ölümden sonra yeryüzünü diriltir" (Hum, 50); "Derken biz o (bulutu) ölü bir toprağa sürüp onunla yeri, ölümünün ardından canlandırmışızdir" (Fttır.sjve "Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, sizi O diriltti. Sonra sizi yine öldürecek, tekrar diriltecek.." (Bakara. 28) buyurmuştur.

Allah Teâlâ'nın: "Sen, dilediğin kimseye hesapsız nzık verirsin" beyânı ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

a) Allah, dilediği kimselere dilediği şeyleri verir. Bundan dolayı o kimse Allah'a hesap soramaz. Çünkü O'nun üzerinde, O'nu hesaba çekecek hiçbir hükümdar yoktur. Aksine dilediği kimselere  hesapsız nimetler veren Melîk O'dur...

b) "Sen, dilediğin kimseleri sınırsız ve hadsiz olarak rızıklandırırsın. Ona bolca nzık verir ve rızkını genişletirsin." Nitekim birisinin bağışı çok olarak tavsif edilmek istendiğinde, "Falanca hesapsız infâk eder" denilir. Arapların, insanın malının çokluğunu ifâde etmek için kullandıkları benzeri bir sözleri de, "O'nun sayısız malı var" şeklindedir.

c) "Sen,   dilediğin   kimseleri   hesapsız  olarak  rızıklandırırsın"   yani "müstehak olmayan kimselere de, sırf fazl-ı İlâhin olarak bunu yaparsın." Çünkü müstehak olmaya göre veren kimse, sınırlı vermiş olur. Bu mânâya taraftar   olan   birisi   şöyle   demiştir:   "Sen   kullarını,   amellerine   göre rızıklandırmazsın." Allah en iyisini bilendir. [136]

 

Mü'minlerden Başkasını Dost Edinmenin Tehlikesi

 

"Mü'minler, mü'minler dışında da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı, sakınmış olmanız müstesna.... Allah size, kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş ancak Allah'adır" (Âl-i İmran, 28).

Bu âyetin, önceki âyetlerle ilgi ve münasebeti şu iki şekilde izah edilir:

1- Allah Teâlâ, kendisini ta'zîm hususunda mü'minlere gereken şeyleri zikredince, bunu müteakiben mü'minlerin diğer insanlarla muamelelerinde kendilerine vacib olan şeyi zikretmiştir. Çünkü bir işin mükemmelliği ancak şu iki şeyledir: Allah'ın emirlerine saygı ve insanlara şefkat... Bundan dolayı O, "Mü'minler, mü'minler dışında kâfirleri dost edinmesin" buyurmuştur.

2- Allah Teâlâ,  dünya ve  âhiretin  mâliki olduğunu beyân edince, düşmanlarına değil, kendisi yanındaki mükâfaat ve nimetlere, kendisinin dostlarındaki lütuflara rağbet edilmesi gerektiğini açıklamıştır.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âyetin sebeb-i nüzulü hususunda birkaç rivayet zikredilmiştir: [137]

 

Âyetin Nüzul Sebebi            

 

a) Yahudilerden bir grup, onları dinlerinden saptırmak için bir müslüman grubun yanına geldiler. Bu­nun üzerine Rifâ'a İbn el-Münzir, Abdurrahman İbn Cübeyr ve Sa'îd İbn Heyseme, müslümanların bu topluluğa, "yahûdılerden kaçının ve onların sizi dininizden çıkarma çabalarına karşı uyanık olun" dediler. İşte bunun üzerine, bu âyet nazil oldu.

b) Mukâtil, "Bu âyet Hatib İbn Ebî Belte'a (r.a) ile bazı müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Mekke kâfirlerine sevgi duyuyorlardı. Allah Teâlâ, onları bu sevgiden nehyetti.

c) Bu, Abdullah İbn Übeyy münafığı ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Çünkü bunlar yahudi ve müşrikleri dost ediniyor, müslümanların haberlerini onlara ulaştırıyor ve onların Mz. Peygamber'e galip gelmesini arzu ediyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

d) Bu âyet, Ubade İbn Sâmit (r.a) hakkında nazil olmuştur. Çünkü onun yahudilerden anlaşmalı olduğu kimseler vardı. Hendek Savaşı'nda o, "Ya Resûlallah, beraberimde beşyüz kadar yahudî var. Benimle beraber harbe çıkmalarını istiyorum" demişti de bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Buna göre eğer, "Allah Teâlâ, "Kim bunu yaparsa Allah ile onun ilişiği kesilir" buyurmuştur. Bu, kâfirlerin sıfatıdır?" denilir ise, biz deriz ki:, Bunun mânâsı, "ona, Allah'ın velayetinden (dostluğundan) hiçbir payı yoktur" şeklindedir. Bu ise, kâfirleri dost edinmenin haram kılınması hususunda küfrü gerektirmez.

Bil ki Allahu Teâlâ, bu mânada olmak üzere, birçok âyet indirmiştir. Meselâ, "Ey iman edenler, kendi (din kardeşlerinizden başkasını sırdaş edinmeyin""Allah'a ve âhiretgününe iman eden hiçbir kavminr Allah 'a ve Resulüne muhalefet eden kimselerle dost olmalarını göremezsin'' (Mücadele. 22), "Ey iman edenler, ne yahudileri, ne hristiyanlan kendinize dost edinmeyin" (Maide, 5i); "Ey iman edenlerr benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" (Mümtehine, 1) ve "Mü'min erkekler de, mü'min kadınlar da birbirinin dostlarıdırlar" (Tevt», 71} âyetleri gibi.. [138]

 

Mü'min, Kâfirlerle Nasıl Dost Olur?

 

Bil ki mü'minin kâfiri dost edinmesi birkaç şekilde otur:

a) Onun küfrüne razı olup, bundan dolayı onu dost edinmesi. Bu, mü'min için yasaklanmıştır. Çünkü böyle yapan herkes, o kâfiri dininde ve inkârında tasvip etmiş olur. Küfrü tasvip etme ve küfre razı olma küfürdür. Binâenaleyh o kişinin, bu vasfı ile mü'min kalması imkansız olur. Eğer, "Allah Teâlâ, "Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilir" buyurmamış mıdır? Bu, küfrü gerektirmemektedir. Zira bu, bu âyetin hükmüne dahil değildir. Çünkü Allah Teâlâ, "Ey imân edenler..." (Mümtehine, 1)buyurmuştur. Binâenaleyh bu hitabın, mü'minin, ona rağmen mü'min kalabildiği birşey hususunda olması gerekir" denilir ise...

b) Dünyevî meselelerde zahiren kâfirlerle güzel ilişkilerde bulunmak... Bu, mü'mine yasak kılınmamıştır.

c) Bu, ilk iki şekil arasında orta bir haldir. Buna göre, kâfirleri dost edinmenin anlamı, ister akrabalık sebebi ile, isterse dinin bâtıl olduğunu bildiğj halde ona duyulacak bir sevgi sebebi ile olsun kâfire meyletmek, yardım etmek, destek olmak ve yardımcı olmaktır. Bu ise, küfrü gerektirmez. Fakat bu da mü'mine yasaktır. Çünkü kâfir ile bu mânâda dostluk kurmak, bazan mü'mini onun yolunu güzel bulmaya ve onun dininden hoşlanmaya sevkeder. Bu da zamanla o mü'mini İslâm'dan çıkarır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah mü'minleri tehdit ederek, "Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilir" demiştir.

Eğer, "Bu âyetten muradın, mü'minleri bırakıp da, sırf onları dost edinme manasında, kâfirleri dost edinmeyi yasaklama olması; hem kâfirleri hem de mü'minleri dost edinmeleri halinde ise bunun yasaklanmamış olması ve yine "müminler... kâfirleri dost edinmesin..." âyetinde ise bundan fazla bir mânânın bulunması niçin caiz olmasın? Çünkü insan bazan (gerçekte) dost edinmediği halde, dostça davranabilir. Binâenaleyh kâfiri dost edinmeyi yasaklamak, dostça davranmayı yasaklamak mânâsına gelmez" denilir ise;

Biz deriz ki: Âyette her iki ihtimal bulunsa bile, onları dost edinmenin caiz olmayacağına delâlet eden diğer âyetler, her iki ihtimalin de düştüğünü göstermektedir. [139]

 

İkinci Mesele 

 

kelimesindeki zâl harfi, nehiyden dolayı mec- zum olduğu için sakin kılınmış, iki sakin harf (elif-lâmın lamıyla, sakin zâl) bir araya geldiği için de, zâl harfi kesre ile harekelenmiştir. Zeccâc ise: "Haber cümlesi olarak merfû okunsaydı, caiz olurdu" demiştir ki, buna göre mânâ"Her kim mü'min ise, onun, kâfiri dost edinmesi yakışmaz" şeklinde olur.

Şunu bil ki, gerek nehyin, gerekse haber cümlesinin ifâde ettiği mâna birbirine yakındır. Zira, mü'minin sıfatı, kâfiri dost edinmemek olunca, muhakkak ki onu dost edinmekten nehyolunmuş demektir. Mü'min kâfiri dost edinmekten nehyedilince de, muhakkak ki bunu yapmamak onun şanı ve şiarı olmuştur. [140]

 

(Dûn) Lafzı Hattında Bilgi   

 

Çenâb-ı Hakk'ın,sözünün mânası, "Allah dan başka şahid(terinizi de çağırın" (Bakara, 23) âyetindeki ifâdesinin anlamına gelmesi gibi,  "Mü'minlerden başkasını" anlamındadır. Bu böyledir, çünkü üji lafzı, mekâna tahsis edil­miştir. Meselâ sen dersin; yani, "Zeyd, Amr'dan daha aşa­ğıda olan bir yere oturdu..." Sonra, mekân bakımından başkasından ayrı ve farklı olan kimse, (zât bakımından da) ondan başka ve ona mugayirdir. İşte bu sebeple Oji kelimesi,Başka, ayrı" mânalarında kullanılır olmuştur. Cenâb-ı Hak daha sonra "Kfm bunu Va" parsa, Allah ile olan ilişiğini kesmiştir" buyurmuştur. Bu ifâdede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre mâna şöyledir: "Ona, Allah'ın dostluğundan, hakkında dostluk kelimesinin kullanılabileceği hiçbir şey yoktur!" Yani, "O, tamamiyle Allah'ın dostluğundan sıyrılmış, uzaklaşmıştır" demektir. Bu, makûl bir şeydir, çünkü hem dost ile, hem de dostun düşmanıyla dost olmak, birbirine zıd iki şeydir. Nitekim şair de şöyle söylemiştir:

"Düşmanlarımı seviyorsun, sonra da benim, senin dostun olduğumu iddia ediyorsun. Belli ki, sende bir ahmaklık var (Ahmaklık senden uzak değil!) Mânanın, "Onun Allah'ın diniyle hiçbir münasebeti kalmamıştır" şeklinde olması da muhtemeldir ki, bu daha beliğdir.

Cenâb-ı Hak daha sonra,"Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı, sakınırsanız müstesna" buyurmuştur. Bu ifâdede birkaç mesele vardır: [141]

 

Birinci Mesele     

 

otfi kelimesini kisâî imâle ile, Hamza tefhîm ile imâle arası, diğer imamlar da tefhîm ile okumuşlardır.

Ya'kûb ise, kelimeyişeklinde okumuştur.kelimesini imâle ile okumak, kelimedeki elif harfinin aslının yâ harfi olduğunu belirtsin diye caiz olmuştur. Bu kelimenin vezni ise,(sükûnet ve teenni) ve (çok yemekten dolayı midede meydana gelen acı, hastalık) kelime­lerinde olduğu gibi,veznindedir. Tefhîm ile okunması ise, isti'lâ harfi olan kâf harfinden dolayıdır. [142]

 

İkinci Mesele

 

Vahidî şöyle demiştir: Sen,(ittikâ ettim, çekindim, korundum) dediğinde, bunun masdart îuftı olur. Allahu Teâlâ âyette buyurmuş, ama kelimenin mef'ûl-ü mutlakını şeklinde getirmiş şeklinde getirmemiştir. Çünkü  kelimesi, masdar yerine kullanılan bir isimdir. Aynı şekilde"İyice oturdu" ve (İyice bindi) denilir. Allahu Teâİâ da"Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti ve onu, güzel bir nebat gibi büyüttü" (Aı-i imran, 37} buyurmuştur. Nitekim şair de şöyle demiştir:

 "Senin bol bol, yüz defa verişinden sonra..."

Şair burada(Bolluk içinde olmak) kelimesini, vermek kelimesinin masdarı yerinde kullan m ıştır. Vahidî sözünü şöyle sürdürmüştür: "Buradaki î  kelimesinin, (atıcılar, atanlar) kelimesi gibi kabul edilmesi de caizdir. Buna göre kelime, hâl-i müekkide (te'kîd eden bir hal) olmuş olur.." [143]

 

Zorlama Halinde İnkâr Etmenin Cevazı

 

Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Müseylemetü'l- Kezzab,Hz. Peygamber 'in ashabından olan iki adam yakala.dı Onlardan birisine, "Sen, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ediyor musun?" deyince, adam "Evet, evet, evet!" dedi. Bunun üzerine Müseyleme, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehadet eder misin?" deyince, adam "Evet" dedi.. Müseyleme, kendisinin Ben! Hanife Kabilesi'nin peygamberi, Hz. Muhammed'in de Kureyş Kabilesi'nin peygamberi olduğunu iddia ediyordu. Bunun üzerine o adamı bırakıp diğerini çağırdı ve ona, "Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdette bulunuyor musun?" dedi. Adam, "Evet" dedi. Daha sonra, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdette bulunuyor musun?" deyince, adam üç kere, "Ben sağırım..." dedi. Müseyleme bunun üzerine yanına gelerek onu katletti. Bu olay Hz. Peygamber'e intikal ettiği zaman O şöyle buyurdu:

"Şu öldürülen kimseye gelince, o yakînî imanı ve sıdki üzere gitti.. Allah mübarek etsin. Diğeri iser Allah'ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur."

Bil ki bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın,  "Kalbi iman üzere mutmain olduğu halde, zorlananlar müstesna" (Nahl, 106) âyetidir. [144]

 

Takiyye Meselesi             

 

Bil ki, takiyye'nin birçok hükmü vardır. Bunlardan bazılarını zikredeceğiz:

Birinci hüküm: Takiyye ancak, müslüman kişi, kâfir bir topluluk içinde bulunduğu ve o kâfirlerden, canı ve malı hususunda korkup, böylece de onlara diliyle müdârâda bulunarak, yumuşak davrandığı zaman olur. Bu da, diliyle onlara düşmanlık göstermemekle olur. Hatta, o kişinin sevgi ve dostluk duyduğu zannını veren sözler söylemesi de caizdir. Ama bu, gönlünde atettû giztemesv ve sûytedi i her şeyde târîzde bulunması şartıyla caizdir. Çünkü takiyyenin tesiri, ancak zahirde olup, kalbin hallerinde değildir.

İkinci hüküm: O müslümanın, takiyye yapması caiz olduğu halde, imanı ve hakkı açıklaması daha güzeldir.  Bunun delili, yukarıda zikrettiğimiz Müseylime hadisesidir.

Üçüncü hüküm: Takiyye ancak, dostluk ve düşmanlık göstermeyle ilgili durumlarda caizdir. Bazan, dini izhar etmekle ilgili konularda da caiz olur. Ama, öldürme, zina, malı gasbetme, yalancı şahidlik, namustu kimselere iftira ve kâfirleri müslümanların gizli hallerine muttali kılmak gibi, zararı başkalarına dokunan şeylere gelince, bunlarda takiyye yapmak kesinlikle caiz değildir.

Dördüncü hüküm: Âyetin zahiri, takiyyenin sadece hükümran ve galip olan kâfirlerle birlikte bulunulduğu zaman helâl olduğuna delâlet Öder. Ama ne var ki, Şafiî (r.a)'ye göre, müslümanlar arasındaki durum, müslümanlarla müşrikler arasındaki duruma benzediği zaman, canlarını korumak için müslümanların takiyye yapması helâl olur.

Beşinci hüküm: "Canı korumak için takiyye caizdir. Buna göre malı korumak için de takiyye caiz olur mu?" denilirse, bunun caiz olacağına hükmet­mek muhtemeldir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s),Müslüman kimsenin malının dokunulmazlığı, kanmm ve canının dokunulmaz­lığı gibidir"[145] Kim malt uğrunda öldürülürse, o şehiddir"[146] buyurmuştur. Bir de, malı korumaya duyulan ihtiyaç son derece zaruridir. Meselâ su, çok pahalı bir biçimde satıldığında, abdest almanın farziyyeti hükmü sakıt; fazla mal ve para noksanlaşmasına sebebiyet vermemek için, teyemmüm ile yetinmek caiz olur. O halde bu, burada nasıl caiz olmasın? Allah en iyi bilendir.

Altıncı hüküm: Mücahid şöyle demiştir: "Bu hüküm, İslâm'ın ilk yıllarında, mü'minlerin azlığı ve zayıflığı sebebiyle geçerli idi. Ama İslâm devleti güç kuvvet kazandıktan sonra, bu hüküm geçersiz olmuştur.

Avf, Hasan el-Basrî'nin, "Takiyye, mü'minler için Kıyamete kadar geçerlidir" dediğini rivayet etmiştir ki, bu görüş daha evlâdır. Çünkü, kişinin nefsinden zararı savuşturması, imkânlar nisbetinde vâcib olan bir şeydir.

Sonra Cenâb-ı Hak,Allah sizi, yüce Zatından sakındı­rıyor" buyurmuştur. Bu söz hakkında iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu ifâdede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre kelâmın takdiri, "Allah sizi, kendisinin ikâbından sakındırıyor" şeklindedir.

Ebu Müslim, mânanın şöyle olduğunu söylemiştir: "Allah, sizi kendisine isyan edip, böylece de O'nun azabına müstehak olmaktan sakındırıyor." Bu ifâdede elimesinin zikredilmesinin faydast şudur: Cenâb-ı Hak şayet  demiş olsaydı bu, kendisinden sakındırılmak istenen şeyin, Allah'-dan mı yoksa başkasından mı sâdır olan bir ikâb ve ceza olduğunu ortaya koyamazdı. Cenâb-ı Hak burada, kelimesini zikredince, işte böyle bir karışıklık ihtimâli önlenmiş olur. O'ndan sudur eden cezântn, cezaların en büyüğü olduğu gerçeği, herkesçe malûmdur. Çünkü Allah, nihayetsiz şeylere kadirdir. Ve yine hiç kimse, O'nun dilediği şeyi geri çevirip engelleyemez.

b) Âyetteki kfclimesi, kâfirleri dost edinme manasıyla ilgilidir. Yani, "Allah sizi bu gibi fiillerden, (kâfirleri dost edinmekten) men ediyor" demektir.

Cenâb-ı Hak hâyet dönüş de ancak Allah adır" bu­yurmuştur. Bunun mânası, "Allah, huzuruna vardığınızda tahakkuk edecek olan cezasından sizi sakındırır" demektir. [147]

 

"De ki: "Sinelerinizde (göğüslerinizde) olanı gizleseniz de, açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olan herşeyt de bilir. Allah, herşeye kadir olandır" (Al-i İmran, 29).

Bil ki, AHahu Teâlâ mü'minleri, kâfirleri zahiren ve bâtınen dost edinmekten men edip, bundan sadece zahirde olan takiyye halini istisna edince, bunun peşinden, takiyye vaktinde kişinin bâtınının zahirine benzemesine dair tehdit ve vaîdini getirmiştir. Bunun sebebi şudur: Çünkü takiyye esnasında dostluk izhâr etmeye yönelen kimsenin zahire göre yaptığı bu işi, o kimsenin bâtınında da böyle bir dostluğun meydana gelmesine sebep olur. İşte bu sebeple şüphesiz Cenâb-ı Hak, kendisinin zahirî halleri bildiği gibi bâtinî halleri de bildiğini beyân etmiş ve kuluna, kalben yapmaya azmettiği herşeye mukabil, mutlaka ceza vereceğini bildirmiştir. Âyetle ilgili birkaç soru bulunmaktadır:

Birinci soru: Bu âyet, bir şart cümlesidir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın "Göğüslerinizde olanı gizleseniz de, açıklasanız da..." sözü şart;  "Allah onu bilir" sözü de bir cezâdıv. Cezânm

şarta dayandığı ve şarttan sonra bulunduğu hususunda hiç şüphe yoktur. Bu ise, Allah'ın ilminin sonradan olmasını (hudûs) gerektirir.

Cevap: Allahu Teâlâ'nın ilminin, o şeyin o anda meydana geleceği hususuna taalluk etmesi, o şey ancak o anda meydana geldiği takdirde söz konusu ptur. Sonra bu değişiklik ve yenilenme, Cenâb-ı Allah'ın ilmimtr hakikâtine değil, ancak nisbet edilme, izafe edilme ~ve-taSailuk etme gibi hususlarda olur. Bu mesele çok d&tm bir mesele olup, kelâm ilminde de ele alınmıştır.

İkinci soru: Sebepler ve inançların mahalli, kalbtir. O halde, Cenâbn Hak niçin "kalblerinizde olanı saklasanız da" dememiş de, "Göğüslerinizde olanı gizleseniz de..." buyurmuştur?

Cevap: Çünkü kalb, göğüstedir. Binâenaleyh, kalp-yerine göğüs kelime­sinin getirilmesi caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak,"'nsan" lann göğüslerinde vesvese verir..." (Nas,5) ve"Muhakkak ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalbler kör olur" (Hacc, 46) buyurmuştur.

Üçüncü soru: Eğer bu âyet hatıra gelen herşey hakkında bir va'îd olur ise, o zaman teklîf-i mâla yutak olur?

Cevap: Biz bu husustaki görüşü, Bakara sûresinin sonundak

(Bakara, 284) âyetinin tefsirinde açıklamıştık.

Sonra Cenâb-ı Allah "Göklerde ve yerde olan herseyi bilir" buyurmuştur.

Bil ki buradaki ' fiili, müste'nef bir cümle fiili olarak merfudur. Bunlarla savaşın ki, Allahpnlan azablandırsm" rrevbe. 14) âyeti gibidir. sAllah bu âyetteki, ve diğer fiilleri cezmetmiş, devamındaj "Allah teybe nasip eder" oevbe, 15) buyurarak buradaki fiili merfû getirmiştir. Bu "FakatAllah dilerse, senin kalbini mühürler. Allah bâtılı mahveder" (Şura, 24) âyetinde kelimesinin merfû oluşu gibidir. Allah Teâlâ'nın,"Göklerde ve yerde olan her şeyi bilir" buyruğunda son derece etkili bir sakındırma vardır. Çünkü Allah Teâlâ'ya, yerlerde ve göklerde hiçbirşey gizli kalmayınca, göğüslerdeki kalplerde olan şeyler O'na nasıl gizli kalır?

 Sonra Cenâb-ı Hak, bu sakındırmayı tamamlamak için

Allahr herşeye kadir olandır" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Allah Teâlâ kendisinin herşeyi bildiğini beyân ettiğine göre, kulun kalbindekini ve

hak ettiği sevabı ile ikâbının miktarını da bilmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak kendisinin herşeye kadir olduğunu bu ifâde ile açıklamıştır ki, buna göre O, herkese hakettiği şeyi ulaştırmaya da kadirdir. Bu ifâdeyle va'ad ve va'îd ile tergîb ve terhîb tamamlanmış olur. [148]

 

"O gün, herkes ne hayır işledi ise karşısında (onu) hazırlanmış bulacak, ne kötülük yaptı ise de, onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek. Allah, sizi yüce zatından sıkmdırıyor. Allah kullarına ra'ûftur" (Âl-İ İmran, 30).

Bil ki bu âyet, tergîb (teşvik) ve terhîb (korkutma) babından olup, daha önce geçen sözü tamamlamaktadır. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [149]

 

Birinci Mesele        

 

Âlimler, buradaki kelimesinin âmili (mütealliki) konusunda birkaç vecih zikretmişlerdir:

a) İbnu'l-Enbarî, bu kelimenin müteallâkının, (28. âyetin sonundaki kelimesi olduğunu, takdirinin ise.. o günde dönüş ancak Allah'adır" şeklinde olduğunu söylemiştir.

b) Kelimenin âmili, önceki âyettekifâdesindeki fiildir. Cenâb-ı Hak sanki "Allah sizi bu gündeki ikâbından sakındırır" demiştir.

c) Bu kelimenin âmili, bir önceki âyet sonundakiüdür. Yani "Her nefsin, yaptığı hayrı karşısında hazırlanmış bulacağı o günde, Allah her şeye kadirdir" demektir, Ancak diğer günlerin de, Allah'ın kudreti bakımından o günden bir farkı olmadığı halde, o günün önemini belirtmek ve şerefini yüceltmek maksadıyla bilhassa bu gün zikredilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ınDin gününün sahibi" (Fatiha. 3) âyetinde de aynıdır.

d) Âmil, âyette gelen fiilidir. Buna göre mana, "Her nefis o günde şunu şunu arzu eder" şeklindedir.

e) Kelimenin, mahzuf bir fiil sebebiyle mansub olması da caizdir. Buna göre, kelamın takdiri"Her nefsin şunu şunu bulacağı o günü hatırla" şeklinde olur. [150]

 

Yapılan İyi ve Kötü Amellerin Âhirette Hazır Bulunması             

 

Bil ki yapılan amel bakî değildir. Binâenaleyh onu Kıyamet günü bulmak mümkün değildir. Bundan ötürü, bu ifâdenin iki şekilde te'vili gerekir:

1- Kul, amel defterlerini bulur. Bu, Hak Teâlâ'nın,   "Şüphe yok ki yaptığınız şeyleri biz yazıyorduk"

(Câsiye, 29) ve "(Allah) onlara yaptıkları şeyleri haber verecek. Allah onları saymış, onlar ise unutmuşlardır" (Mücadele, 6) âyetleri ile beyân ettiği durumdur.

2- Kul, amellerinin karşılığını bulur. Buna göre âyetteki "hazırlanmış bulacak " tabirinden maksad, o amel defterlerinin Kıyamet gününde hazırlanmış olması olabileceği gibi, amellerin karşılığının hazırlanmış olması da olabilir. Bu tıpkı, "Onlar işlediklerini hazır bulmuşlardır" (Kehf, 49) âyetinde ifâde edildiği gibidir. Her iki mânaya göre de, tergîb ve terhîb söz konusudHak Teâlâ'nın "Ne kötülük yaptı ise de, onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek" beyânı hakkında şu iki mesele vardır: [151]

 

Birinci Mesele

 

Vahidî şöyle demektedir: "Burada daha açık olan lafzının,o şey, ki o) manasına alınıp, iilinin de ism-i mevsûlünün sılası yapılarak birinci 'ya atfedilmesidir. Burada U 'nın şartiyye olması caiz olmaz; aksi halde kelimesinin mahallinin mansûb veya mecrûr olması gerekirdi. Halbuki, herkes bunu merfû olarak okumuştur. Böylece de bu, buradaki U ının anlamında olduğunun bir delili olmuş olur.

Buna göre şayet, "Abdullah İbn Mesûd'un (diledi, arzu etti) şek­lindeki okuyuşuna göre, buradaki U 'nın şartiyye olması doğru olamaz mı?" denilirse, biz deriz ki, bu doğru olur. Ne var ki, mânayı mübteda ve haber cümlesine göre vermek daha yerinde ve müessir olur. Zira bu, kâfirlerin o gündeki durumunun anlatılmasıdır; ayrıca meşhur olan kıraate de daha muvafık olmuştur. [152]

 

İkinci Mesele      

 

Hak Tealanın buyruğundaki vâv hakkında şu iki görüş bulunmaktadır.

Birinci görüş: Bu, Ebu Müslim el-İsfehanî'nin Hak buyruğundaki vâv görü­şüdür. Bu görüşe göre, bu ifâdenin başındaki vâv, atıf vâvıdır. Kelamın takdiri ise,"Her ne hayır işledi ise ve her ne kötülük yaptı ise bulur" şeklindedir. Hak Teâlâ'nın, "Onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek" ifâdesinin cümledeki yeri hakkında iki izah şekli vadır:

a) Bu cümlelafzının sıfatıdır. Buna göre kelamın takdiri şöyle olur: "Kendisi arasında uzun bir mesafe olmasını arzu ettiği kötü fiillerden her ne işledi ise..."

b) Bu cümle, haldir. Buna göre takdiri, "Ogün, kendisinden uzaklaşmayı arzu edecek olduğu bir halde, işlediği her kötülüğü hazır bulur" şeklinde olur.

İkinci görüş: Buradaki vâv harfi, isti'naf vâvıdır. Buna göre âyet, günahkârların mutlaka cezalandırılacağı görüşüne bir delil değildir. Çünkü burası lütuf ve ikram-ı İlâhinin bahsedildiği bir âyet olup sevap bakımından amellerinin karşılığının hazır olacağına bir nasstır. İkâb cihetine gelince, bu âyet bunun hazır olacağına dâir bir nass değildir. Doğrusu Hak Teâlâ burada, kullarının o ikabtan kaçacağını ve uzaklaşmayı isteyeceklerini anlatmıştır. Bu da, va'ad yönünün gerçekleşmesinin, va'îd'in gerçekleşmesinden daha uygun olduğuna dikkat çeker. [153]

 

Üçüncü Mesele    

 

 kelimesi, "varılan son sınır" demektir. Bunun bir benzeri "Keşke seninle benim aramda doğu ile batı kadar uzaklık olsaydı. (Sen) ne kötü arkadaş(mışsmî)" (Zuhruf. 38) âyetidir.

Bil ki bu temenniden murad, ister zaman, ister mekân itibari ile bir uzaklığı anlayalım, malumdur. Çünkü maksud olan, uzak olmayı temenni ediştir.

Hak Teâlâ daha sonra,"Allah sizi yüce zatından sakın­dırıyor" buyurmuştur ki bu ilâhî va'îdi te'kid etmektedir.

Sonra da, "Allah kullarına ra'ûftur" buyurmuştur. Bu hususta bazı izahlar yapılmıştır:

a) Allah Teâlâ, insanları kendisinden sakındırdığı, ilminin ve kudretinin mükemmelliğini öğrettiği, insanlara mühlet tanıdığı, fakat ihmal etmediği, rahmetini celbedecek şeylere onları teşvik ettiği ve gadabına müstehak olacak şeyleri yapmaktan sakındırdığı için, kullarına karşı ra'ûftur.

Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Allah'ın, kullarını kendisinin azabından sakındırması, onlara olan re'fetindendir."

b) Allah, tevbe etmeleri, tedbirli olmaları ve kusurlarını telâfi etmeleri için kullarına zaman tanımış olması bakımından kullarına ra'ûftur.

c) Allah Teâlâ, bir va'îd olarak, "Allah, sizi yüce zatından sakındırıyor" buyurunca, bunun peşisıra va'ad ve rahmetinin, va'îd ve gazabına galib gel­diğini bildirmek için, bir va'ad olarak "Allah, kullarına ra'ûftur" buyurmuştur.

d) Kur'ân-ı Kerim'de "ibâd" (kullar) lafzı, mü'minlere hastır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yeryüzünde vakar ve tevazu île yürüyen Rahmanın o kullan..." (Furkan,63)ve "O pınardan Allah'ın kullan içerler.." (İnsan, 6) buyurmuştur. Buna göre mana şöyledir: Allah Teâlâ kâfir ve fâsıklar hakkındaki tehdidini zikredince, ehl-i taat ile ilgili va'adini bildirerek, "Allah, kullanna ra'ûftur" buyurmuştur. Yani, "Allah fâsıklardan intikam aldığı gibi, kendisine itaat edip muhsin olanlara karşı da ra'ûftur" demektir. [154]

 

Allah ‘Seven Resulullah’atabi Olur

 

"De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafur ve rahimdir" (Âl-i İmran, 31).

Bil ki Allah Teâlâ yahudileri, kendisine ve peygamberlerine imâna, tehdid ve va'îdleri ile davet edince, onları bir başka şekilde de buna davet etmiştir ki, o da şudur. Yahudiler: "Biz, Allah'ın oğullan ve dostlanyız" (Maide, ıs) diyorlardı. Bundan dolayı bu âyet nazil olmuştur.

Yine rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Kureyş, Mescid-i Haram'da putlara taparken, yanlarında durup şöyle dedi: "Ey Kureyş topluluğu, vallahi siz Hz. İbrahim'in dinine muhalefet ediyorsunuz." Bunun üzerine Kureyşliler, "Biz, Allah'ı sevdiğimiz için, "Bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye bu putlara tapıyoruz" {zümer, 3) dediler. İşte bundan dolayı, tefsir ettiğimiz âyet nazil oldu.

Bir başka rivayete göre, hristiyanlar "Biz, Allah'ı sevdiğimizden ötürü Mesih (İsâ)'ya ta'zim ediyoruz" dedikleri için bu âyet nazil olmuştur.

Hülâsa olarak, bu insan gruplarından herbiri Allah'r sevdiğini ve Allah'ın rızası ile taatını gözettiklerini iddia ederler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Ey habibim, "Eğer Allah'ı sevdiğiniz iddianızda doğru iseniz, O'nun emirlerine boyun eğip, O'na muhalefet etmekten kaçının" de" buyurmuştur. Buna göre sözün manası şöyle olur: "Allah'ı seven herkesin, O'nun gazabını çekecek şeylerden mutlaka iyice kaçınması lazım. Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini kesin gösteren deliller bulunduğuna göre, ona uymak gerekir. Eğer ona uyulmuyor ise, bu o sevginin bulunmadığına delâlet eder." Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: [155]

 

Muhabbetin Mahiyeti 

 

Muhabbet" (sevgi) ile ilgili uzun açıklamamız, Bakara, 165)âyetinin tefsirinde gec- misti. Kelamcılar, "Allah'ı sevmenin", "O'nu yücelt­me, O'na taat, ve O'nun mükâfaatını sevme" mana­sında olduğunda ısrar ederek şöyle derler: "Muhabbet, irâde cinsinden bir fiilidir. İrâde ise, acak sonradan olan varlıklar ve menfaatlerle ilgilidir."

Kelamcıların bu görüşü zayıftır. Çünkü, herşey hakkında, "O, bir başka sebepten ötürü sevilmiştir" denilemez. Aksi halde teselsül ve devr-i fasit gerekir. Binâenaleyh bunun, bizzat sevilen birşeyde son bulması gerekir. Nitekim biz, lezzetin li-zâtihi mahbub olduğunu biliriz. Yine biz Rüstem ve İsfendlyar'ın kahramanlıkları hususundaki haberlerini duyduğumuzda, bize hiç faydası olmadığına inandığımız halde, gönlümüz onlara meyleder. Hatta çoğu kez bu meyi ve sevginin, üzerinde ısrar etmek caiz olmayan bir hata ve günah olduğuna inanırız. Böylece biz, lezzetin li-zatihî sevimli oluşu gibi, kemâlin de li-zâtihî mahbûb olduğunu anlarız. Kemâlin kemali Hak Subhânehu ve Teâlâ'ya aittir. Binâenaleyh bu durum, Allah'ın zâtından ve kendileri için Allah'ın kemâl ile celâl eserlerinden bir eserin tecellî ettiği Allah katındaki mukarreblerden Ötürü, li-zâtihî mahbûb olmasını (sevilmesini) gerektirir.

Kelamcılar şöyle derler: "Allah'ın kuluna muhabbeti (sevgisi), hem dinî hem de dünyevî bakımdan hayır ve menfaatleri kuluna ulaştırmasını irâde etmesinden ibarettir." [156]

 

İkinci Mesele    

 

Yahudiler, kendilerinin Allah'ı sevdiklerini iddia edi-  yorlar ve Allah'ın da kendilerini sevmesine arzulu olduklarını ortaya koyuyorlardı. Âyet, şu iki bakım­dan, Allah'ı sevmenin peygambere uymayı gerekli kıldığını göstermektedir:

a) Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olun. Çünkü mu'cizeler, Allah Teâlâ'nın bana uymanızı gerekli kıldığını göstermektedir.

b) Eğer siz Allah'ın sizi sevmesini arzu ediyorsanız, yine bana uyunuz. Çünkü bana uyduğunuzda Allah'a itaat etmiş olursunuz. Allah ise, kendisine itaat eden herkesi sever. Yine bana uymanızda, Allah'a itaat, O'na ta'zim ve O'nun dışındaki bütün varlıklara ta'zimi terkten başka birşeye davet yoktur. Allah'ı seven herkes, buna arzu duyar. Çünkü muhabbet, sevilene (mahbûba) tamamıyla yönelmeyi ve mahbûbun dışındaki herşeyden yüz çevirmeyi gerektirir. [157]

 

 Üçüncü Mesele       

 

Keşşaf sahibi, bu konuda Allah'ın velilerini tenkide dalarak burada akıllı insanın müstehcen kitaplarda

bile yazamayacağı şeyleri yazmıştır. O'nun evliyâulahi tenkide cüret ettiğini farzetsen bile, bu gibi çirkin sözleri tefsire dair eserine koymaya nasıl cesaret etmiştir? Biz, Allah'tan muhafazasını ve hidayetini talep ederiz.

Allah Teâlâ sonra, "ve günahlarınızı bağışlasın" buyur­muştur. Allah'ın kulunu sevmesinden murad, ona sevab vermesi; günahlarını bağışlamasından murad ise, onun cezasını kaldırmasıdır. İşte bu, her akıllının isteyeceği en büyük ve en önemli şeydir.

Sonra O, "Allah, gafur ve rahîmdfr" buyurmuştur. Yani, Allah, kullarının çeşitli günahlarını diğer insanlardan gizlemesi bakımından dünyada iken gafur, fazlı ve keremi ile de onlara âhirette rahimdir. [158]

 

"De ki: "Allah'a ve peygamberine itaat edfn. "Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez" (Al-i İmran, 32).

Rivayet olunduğuna göre "De kf: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sfzf sevsin..." âyeti nazil olduğu zaman, Abdullah İbn Übeyy münafığı, "Muhammed kendine itaati, Allah'a itaat gibi sayıyor ve hristiyanların İsa'yı sevdikleri gibi, bizim de kendisini sevmemizi emrediyor" dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Bu hususta sözün özü şudur: Birinci âyet, Hz. Muhammed (s.a.s)'e ittibâ etmenin vâcib olmasını iktizâ edip, sonra da münafıklar, "Muhammed, hristiyanların İsa hakkında söylediklerinin aynısını kendi için iddia ediyor" diyerek, İslâm hakkında ortaya bir şüphe atınca, Allahu Teâlâ işte bu şüpheyi izâle etmek için bu âyeti zikrederek, "De kf: "Allah'a ve peygamberine itaat edin" buyurmuştur. Yani, "Allahu Teâlâ size, bana uymanızı vâcib kılmıştır. Bu, hristiyanların Hz. İsa hakkında söyledikleri şeyler ile değil, aksine benim Allah katından görevlendirilmiş bir peygamber olmamdan dolayıdır" demektir. Allah'ın emirlerini tebliğ eden zat peygamber olduğuna göre, ona itaat etmek vâcib olur. Binâenaleyh, peygambere uymak bu manadan ötürüdür; yoksa münafıkların İslâm hakkında ortaya attıkları şüpheler dolayısıyla değil!..

Cenâb-ı Hak sonra,"Eğer yüz çevirir­lerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez" buyurmuştur. Yani, "Eğer onlar yüz çevirirlerse, onlar için Allah'ın sevgisi asla söz konusu olamaz. Çünkü Allahu Teâlâ, kendisine itaat edenleri mutlaka övmüş ve methetmiş; inkâr edenleri ise, hor ve hakir olmaya müstehak kılmıştır. Bu ikinci durum ise, Allah'ın sevgisinin zıddı bir durumdur" demektir. Allah en iyisini bilendir. [159]

 

Yüce Allah'ın Peygamberleri Mümtaz Kılması

 

"Muhakkak ki Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını, İmrân âflesfni, hepsi de birbirinden olan bir tek zürriyet olarak, bütün âlemlerin üzerinde mümtaz kıldı. Allah hakkıyla e bilicidir" (Âl-i imran. 33-34).

Bil ki Allahu Teâlâ, muhabbetinin ancak peygamberlerine uymakla tamamlandığını beyan edince, peygamberlerinin,derecelerinin yüceliğini ve makamlarının şerefini açıklamış ve"Muhakkak kf Allah Adem'i... mümtaz kıldı" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: [160]

 

Mahlukların Bazı Nev'iieri ve  Hangisinin Daha Üstün Olduğu        

 

Bil ki mahlûkât iki kısımdır. Mükellef olanlar, mükellef olmayanlar... Âlimler mükellef olan varlıkların, mükel- lef olmayanlardan daha efdal olduğu hususunda ve mükelleflerin şu dört kısım olduğunda ittifak etmiş­lerdir;

a)  Melekler,

b)  İnsanlar,

c)  Cinler,

d)  Şeytanlar...

Melekleri ele alacak olursak, hadislerde, Allah Teâlâ'nın bunları rüzgârdan yarattığı rivayet edilmiştir. Âlimlerden, bunun böyle olduğuna aklî deliller getirenler vardır: [161]

 

Melekler

 

1- Melekler, rüzgârdan yaratıldıkları için, en süratli bir şekilde uçabilmek­tedirler.

2- Yine bu sebepten ötürü onlar, Arş'ı taşıyabiliyorlar. Çünkü rüzgâr da eşyayı taşıyabiliyor.

3- Yine bu sebepten ötürü onlar rûhânî varlıklar diye adlandırılmışlardır.

Başka bir rivayette onların nurdan yaratıldığı yer almıştır. İşte bundan dolayı, saf ve temizdirler. İbadetlerini Allah'a has kılmışlardır.

Bu hususta en iyisi, bu iki görüşü birleştirmektir. Buna göre biz deriz ki: Onların bedenleri rüzgârdan, ruhları ise nurdan yaratılmıştır. Gökler âleminin sakinleri işte bunlardır. [162]

 

Şeytanlar

 

Şeytanlara gelince bunların hepsi kâfirdir. İblisin kâfir olduğu açıktır. Çünkü Hak Teâlâ, onun hakkında, "O, kâfirlerdendir" (Bakara, 34) buyurmuştur. Diğer şeytanlar da ataları iblis gibi kâfirdirler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka telkinde

bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik olursunuz" (Enam, 121) buyurmuştur. Bütün şeytanların özelliği, insanoğluna düşman olmaktır. Çünkü Allah Teâlâ, "O cfnden olduğu fçfn Rabb'fnin emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun neslini, hepsi sizin düşmanınız olduğu halde, dost edinfr misfnfz?" <Kenf, so> ve "Biz böylece her peygambere, insan ve dn şeytanlarını düşman yaptık" (Enam, na> buyurmuştur.

Şeytanların bir özelliği de ateşten yaratılmış olmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, iblisin, "Beni ateşten yarattın, onu (Adem'i) ise çamurdan yarattın" (Arat. 12) sözünü nakletmiş ve "Cann'ı (Iblfsf) da daha önce çok şiddetli ateşten yarattık" (hict, 27) buyurmuştur. [163]

 

Cinler

 

Cinlere gelince, bunların kâfirleri ve mü'minleri vardır. Nitekim Hak Teâlâ, "Gerçekten kimimiz müslüman, kimimiz ise zalimdir. Müslüman olanlar, doğru yolu aramış (bulmuşlardır" (tan, m) gediklerini nakletmiştir. [164]

 

İnsanlar

 

İnsanlara gelince, hiç şüphesiz onların da bir ilk ataları vardır. Aksi halde, bu, sonu olmayan bir durum olur. Kur'ân, bu ilk atanın Hz. Âdem olduğunu bildirmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, tefsir etmekte olduğumuz Âl-i İmran sûresinde, "Muhakkak ki Allah katında İsa'nın hali, Âdem'in hâli gibidir. (Allah) onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi, o da (can gelip) oluverdi" (âm imran, 59) ve "Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan da onun eşini vücuda getiren Rabb'fnfzden ittikâ edin..." (nis*, 1) buyurmuştur. [165]

 

İnsanların Meleklerden Üstünlüğü

 

Bunu böylece bildiğin zaman biz deriz ki: Âlimler insanın, cinn ve şeytanlardan efdal olduğu hususunda İttifak etmiş, insanın mı yoksa meleklerin mi daha üstün olduğu meselesinde ise ihtilaf etmişlerdir. Biz bu meseleyi, -»l (Bakara, 34) âyetinin tefsirinde iyiden iyiye inceledik. İnsanın daha üstün olduğuna hükmedenler, tefsir ettiğimiz âyeti Delil getirmişlerdir. Çünkü "istifa" (seçip, mümtaz .kılma), daha büyük bir şerefin ofduğuna ve derece yüksekliğine delâlet eder. Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem ve soyundan gelen peygamberleri bütün âlemler üzerine seçip mümtaz kıldığını bildirdiğine göre, onların meleklerden de üstün olmaları gerekir. Çünkü melekler de "âlemler"

Buna göre eğer, "Bu âyeti, burada zikredilen insanların bütün âlemlere üstün kılınmış olmaları manasına alırsak, bu bizi bir tenakuza götürür. Çünkü büyük bir topluluğa dahil olan fertlerden herbiri, bütün âlemlerden daha üstün olarak tavsif edildiğinden, onların herbtrinin bütün âlemlerden, yine herbirinin diğerinden daha üstün olması gerekir ki bu imkânsızdır. Fakat biz bu ifâdeyi, onların herbirinin kendi zamanlarındaki âlemlerden veyahut da kendi cinslerinin âleminden efdal oldukları manasında alırsak, böyle bir tenakuz söz konusu olmaz. Binâenaleyh tenakuzu ortadan kaldırmak için, âyeti bu mânâya hamletmek gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, İsrailoğullarından bahsederken, "Sizi bütün âlemlere üstün kılmıştım" (Bakara, 47) buyurmuştur. Bu sözden, onların Hz. Muhammed (s.a.s)'den daha üstün oldukları mânâsı çıkmaz. Biz, bundan maksadın onların herbirinin yaşadığı devirdeki âlemler olduğunu söylüyoruz. Burada da böyledir?" denirse, bunun cevabı, Cenâb-ı Allah'ın bu âyetinde aşikârdır. Zira "Adem'i âlemler üzerine mümtaz kıldı" sözü, "âlem" vasfı verilecek her şeye şamil olduğundan, melekler de buna dahil olur. Bu konuda söylenecek son söz, aksine delâlet eden bir delilden dolayı, âlem lafzının umûmî mânâsı ile amel etmek, bazı durumlarda bırakılır. Ama delile dayanmayan hallerde bunu terketmemiz doğru değildir. [166]

 

İstıfa Kelimesi Hakkında Bilgi     

 

fiili Arapça'da, "seçti, tercih etti" manasına gelir. Buna göre lafzının manası, bulanık- lıklardan uzak ve saf olan, görülen ve müşahede edilebilen birşeye benzetilerek, "onları mahlûkâtının

en arısı ve durusu kıldı" demektir. Bu kelime şu üç şekilde söylenir.Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa'ya "Ben senf risâlettmle.. bütün insanlardan mümtaz kıldım" (A'rat, 144) sözü ile, Hz. İbrahim, İshâk ve Ya'kûb (a.s) hakkındaki, "Çünkü onlar bfzim katımızda, cidden seçkinlerden, hayırlılardandı" (Sâd, 47) sözüdür.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Âyetle ilgili şu İki görüş vardır:

1- Mana, "şüphesiz Allah, Âdem'in ve Nuh'un dinlerini seçip mümtaz kıldı..." şeklindedir. Buna göre âyetteki "lstıfâ"mn manası, onların dini ve şeriatları ile ilgili olur. Bu manaya göre, bir muzâfın hazfedilmiş olduğu kabul edilir.

2- Mânâ, "Allah, onları kötü sıfatlardan arındırmış ve güzel hasletlerle süslemiştir" şeklindedir. Bu ikinci görüş şu iki sebepten ötürü daha evlâdır:

a) Biz bu ikinci mânâda bir hazfin olduğunu söylemeye muhtaç olmayız.

b)  Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir" (Enam, 124) âyetine daha uygundur. [167]

 

Peygambere Mahsus Sıfatlar

 

Halîmî, "Minhâc" isimli kitabında şunu söylemiştir: "Peygamberlerin gerek cismânî, gerekse ruhanî kuvvetlerde, mutlaka diğer insanlardan farklı olmaları gerekir. Cismânî kuvvetler, ya müdrike (idrâk eden, kavrayan), yahut da muharrike (hareket ettirici) olur. Müdrike kuvvetler ya zahirî, ya da bâtınî olan nişlerdir.

Zahirî hisler beştir:

a) Görme Kuvveti: Yemin olsun ki Hz. Peygamber (s.a.s)'de bu sıfatın en mükemmel şekli vardı. Bunun böyle olduğuna şu iki şey  delâlet etmektedir:

Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.s): yeryüzü benim fçfn toplandı ve bana onun doğusu batısı gösterildi"[168] buyurmuştur.

İkincisi: Hz.Peygamber (s.a.s)"Saflannızı düzeltin ve sıkiaştinp sağlamlaştırırı. Çünkü ben, arkamdan sizi görüyorum" [169] buyurmuştur.

Bu kuvvetin bir benzeri de, Hz. İbrahim'de vardır. O da, Hak Teâlâ'nın, "Biz İbrahim'e, göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösterfyorduk" (Enam, 75) âyetinde ifâde edilen husustur.

Âlimler bu âyeti tefsir ederken, Allah Teâlâ'nın Hz. İbrahim'in görme

hissini kuvvetlendirdiğini ve böylece onun metekût âleminin en yücesinden en alt tabakasına kadar görüp müşahede ettiğini belirtmişlerdir." Halimi (r.h) şöyle devam eder: "Bu uzak görülecek bir ihtimal değildir. Çünkü her gören bir değildir.

Rivayet edildiğine göre Zerkâu'l-Yemâme, bir şeyi üç günlük yoldan görebiliyordu. Binâenaleyh, Hz. Muhammed (s.a.s)'in görme kabiliyetinin onunkinden daha kuvvetli olması uzak bir ihtimal değildir.

b) İşitme kuvveti... Hz. Peygamber (s.a.s), bu hususta da insanların en güçlüsü idi. Bunun böyle olduğuna şu İki husus da delâlet etmektedir:

1-Hz. Peygamber (s.a.s), "Sema gıcırdadı; onun gıcırdamaya hakkı var. Semada orada bir ayak koyacak hiçbir yer yoktur kf, orada AHahu Teâlâ'ya secde eden bir melek bulunmasın..."[170] buyurmuştur. Böylece Hz. Peygamber semânın gıcırtısını duymuştur.

2- Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s), bir ses duymuş da ve bunun, cehenneme yuvarlanan, fakat cehennemin dibine henüz ulaşamayan bir kay» parçasının çıkardığı ses olduğunu söylemişti. Hafimi, "Felsefecilerin bunu imkânsız görmeleri mümkün değildir. Çünkü, onlar Pisagor'un kendisini eğittiğini, böylece de onun, feleklerin çıkardığı en alçak sesleri dahi duyduğunu kabul etmektedirler.

Bu gücün bir benzeri de, karınca kıssasında, Hz. Süleyman için söz konusudur. Nitekim Cenâb-ı Hak bundan bahsederek, "Bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin" (Nemi, 18) buyurmuştur. Böylece Allahu Teâlâ Hz. Süleyman'a karıncanın sözünü duyurmuş ve O'nu bunun mânasına vâkıf kılmıştı. Bu aynı zamanda, anlama kuvvetini de ilgilendirir. Hz. Muhammed (s.a.s) kurt ve deve ile konuşurken de, bu durum kendisi için gerçekleşmiştir.

c) Koklama kuvveti... Bu, Yakûb (a.s) hakkında tahakkuk eden durum gibidir. Çünkü Yusuf (a.s), gömleğinin götürülüp babası Yakûb (a.s)'un yüzüne değdirilmesini söyleyip de kervan Mısır'dan yola çıkınca, Hz. Yakûb, "İnanın ki, (şimdf) Yusuf un kokusunu duyuyorum" (Yusuf, 94) demiş ve bu kokuyu bir günlük yoldan almış idi.

d) Tatma kuvveti... Bu, Hz. Peygamber (s.a.s),  "(Hayvanın) bu kolu, bana kendisinin zehfrlf olduğunu haber veriyor"[171] dediğinde, kendisi hakkında tahakkuk etmiş olan durumdur.

e) Dokunma kuvveti... Bu, Hz. İbrahim hakkında tahakkuk eden şey gibi­dir. Çünkü Allahu Teâlâ, ateşi onun hakkında serin ve emniyetli kılmıştır. Bunun bir benzeri, ateşte yanmadığı söylenen, hatta bir madde çıkararak ateşi söndürdüğü kabul edilen  "semende!" kuşuyla, kızgın çöllerde yürüyen devekuşu'nda müşahede edilirken, bunun olması nasıl imkânsız görülebilir?

Bâtınî hislere gelince, hafıza (ezberleme) kuvveti bundandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Seni okutacağız da, asla unutmayacaksın" (A’la, 6)buyurmuştur.

Zekâ kuvveti de bunun gibidir. Nitekim Hz. Ali (r.a), "Allah'ın resulü bana bin çeşit ilim öğretti. Ben de bu bin çeşidin her birinden bin çeşit ilim çıkardım" buyurmuştur. Bir velinin durumu böyle olunca, ya peygamberin durumu nasıl olur?

Muharrik kuvvetlere (kuvâ-yı muharrike) gelince, bu, meselâ Hz. Peygam­ber (s.a.s)'in miraca, Hz. İsâ (a.s)'nın da canlı olarak göğe yükselmesi ve, haberlerde yer aldığı gibi, Hz. İdris ve Hz. İlyas (a.s)'ın göğe kaldırılması gibi şeylerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Nezdinde kitaptan bir (Hm olan, "Ben, göz açıp kapamadan önce onu sana getiririm" dedi" {Neml, 40).

Ruhânî-aklî kuvvetlere gelince, bunun da son derece mükemmel ve son derece berrak olması gerekir.

Bil ki bu konuda sözün tamamı şudur: Nebevî, kutsî nefisler, mahiyetleri itibari İle diğer nefislerden farklıdırlar. Zeka, ietânet, asalet, hükümran olma ve cismânî ve şehevî duygulardan berî olma hususlarındaki kemâl, bu peygamber nefislerinin ayrılmaz vasıflarıdır. Çünkü ruh, berraklığın ve şerefin zirvesinde clup, beden de temizliğin zirvesinde bulununca, bu muharrik ve müdrik kuvvetler, alabildiğine mükemmel otur. Zira bu nefisler, ruhun özünden çıkan ve bedene ulaşan nurlara göre akıp giderler. Gerek fail (verici merkez), gerekse kabil (yani, alıcı) ne zaman mükemmelliğin zirvesinde olsalar, onlardan sâdır olan şeyler de aynı şekilde kuvvetli, kıymetli ve hâlis olurlar.

Bunu böylece anladığında, bil ki Hak Teâlâ'nın buyruğunun manası şudur: "Şüphesiz Allah Teâlâ, Hz.Âdem'i, ya "melek beşerden daha üstündür" diyenlere göre, süflî âlemin (yerin) sakinlerinden, yahut da "insan, mahlûkatm en şereflisidir" diyenlere göre, ulvî âlemin (göğün) sakinlerinden seçip mümtaz kılmış, sonra da ruhanî kuvvetlerin en mükemmelini, Hz. Adem'in soyundan belli bir gruba vermiştir. Bunlar, Hz. İdrîs (a.s)'e sonra Hz. Nuh (a.s)'a, sonra da Hz. İbrahim (a.s)'e kadar ulaşan, Hz. Şlt (a.s) ve onun soyudur. Hz. İbrahim (a.s)'den sonra iki kol çıkmıştır: Biri Hz. İsmail (a.s)'in kolu, diğeri Hz. İshak (a.s)'ın koludur. Böylece Cenâb-ı Hak, Hz. İsmail'i, Hz. Muhammed (s.a.s)'de zuhur edecek kutsî ruhun başlangıcı; Hz. İshâk'ı da, Hz. Ya'kûb ve îysû kollarının başlangıcı kılmıştır. Böylece nübüvveti Ya'kûb (a.s)'un, hükümdarlığı da îysû (a.s)'ın soyuna vermiştir. Bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'e kadar böyle devam etmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s) zuhur edince, nübüvvet ve saltanat nurları, Hz. Muhammed'e geçmiştir ve bunlar Kıyamete kadar ümmet-i Muhammed de kalacaktır. Bu konuda iyice düşünen herkes, neticede çok şaşırtıcı sırlara ulaşır. [172]

 

Al-i İbrahim İle Âl-i İmran       

 

Âlimlerden   bazıları   şöyle   demişlerdir:   "Âyette bahsedilen, "İbrahim'in hanedanı" tabirinden mak- sat, mü'minlerdir. Bu Hak Teâlâ'nın tıpkı, "Firavun hanedanını, azâbm en çetinine sokunuz!" (Mü'min.46) âyeti gibidir.

Fakat bu hususta doğru olan görüş, bu ifâdeden maksadın, İbrahim (a.s)'in çocukları olduğudur ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni insanlara imam yapacağım" buyurmuş, (İbrahim): "Zürriyetimden de" demiş, Allah ise, "Benfm ahdfm zalimlere erişmez" buyurmuştu" (Bakara. 184)âyetiyle ifâde ettiği husustur.

"İmrân'ın hanedanı" meselesine gelince, âlimler bunun kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun Musa ve Harun (a.s)'un babası olan İmran olduğunu söylemişlerdir ki, nesebi şudur: İmrân İbn Yashur İbn Kahlf İbn Lavî İbn Yakûb İbn İshak İbn İbrahim... Böylece "Âl-i İmrân"dan maksat, Hz. Musa ve Harun ile onların peşinden gelen peygamberlerdir.

Bazıları da bunun, Hz. Meryem'in babası olan İmrân İbn Mâsân olduğunu söylemişlerdir ki, bu, Süleyman İbn Dâvûd İbn İşâ neslinden olur. Bunlar da, Yahûza İbn Yakûb İbn İshak İbn İbrahim (a.s) soyundandır.

Âlimler, bu iki İmrân arasında 1800 sene bulunduğunu söylemişlerdir.

Bu görüşte olanlar, bunun doğruluğu hususund a şunları delil getirmişler­dir:

a) Hak Teâlâ'nın, "İmrân ailesini bütün âlemlere" tabirinin peşinden getirilen, anne tarafından Hz. İsa'nın dedesi olan İmran İbn Mâsân'dır. Binâenaleyh sözü buna hamletmek daha evlâdır.

b) Bu sözden maksat şudur: Hristiyanlar, elinde tecellî eden mu'cizelerden dolayı, Hz İsa'nın tanrı olduğunu iddia ediyorlardı. Buna karşılık Cenâb-ı Hak da şöyle der: Onun elinde zuhur eden bu nevî mu'cizeler, Allahu Teâlâ'nın ona olan bir ikramı sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü Allahu Teâlâ, Hz. İsa'yı zamanının âlemlerine üstün kılarak seçip, ona büyük ikramlarda bulunmuştur. Binâenaleyh bu ifâdeyi burada, İmrân İbn Masan a hamletmek, sözü Hz. Musa ve Harun'un babası olan İmran'a hamletmekten daha evlâ olur.

c) Bu ifâde, Hak Teâlâ'nın, "Kendisini de, oğlunu da âlemlere bfr ibret kılmıştık" (Ent«ya, 91) buyruğuna da son derece uygun düşmektedir. Bil ki, bu izahlar, kuvvetli birer delil olmayıp, aksine zannî birtakım fikirlerdir. Burada, bu iki ihtimal daima mevcuttur.

Cenâb-ı Hakk'ın,"Hepsi birbirinden olan bir tek ziirri-yet olarak..." tabiri hakkında iki mesele vardır: [173]

 

Birinci Mesele

 

kelimesinin mansûb olması hakkında şu iki görüş belirtilebilir:

a) Bu lafız, "İbrahim hanedanı" lafzından bedeldir.

b) Hal olduğu için, mansûbtur. Yani, "onları, hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak seçti" demektir. [174]

 

İkinci Mesele      

 

Âyetin tefsiriyle ilgili şu açıklamalar yapılmıştır:

a) "Tevhîd, ihlâs ve tâat hususlarında, hepsi birbi­rinden olan bir tek zürriyet olarak..." demektir. Bu­nun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Münaflk erkekler ve münafik kadınlar bfrbfderindendirler" (Tevt», 67) âyetidir. Onlar nifak konusunda müşterek olmalarından dolayı böyle söylenmiştir.

b) "Hz. Âdem'in dışında kalanlar, ondan çoğalmışlardır.." mânasında olmak üzere, "Hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak" demektir. Buna göre i kelimesiyle kastedilenler, Hz. Âdem'in dışında kalanlar olmuş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın,"Allah hakkıyla işitici ve bilicidir" buyruğuna gelince, Kaffâl şöyle demektedir: "Bu tabirin manası, "Allah kullarının sözlerini bihakkın duyan, onların kalplerini ve fiillerini bihakkın bilendir; O ancak, insanlar içinden, söz ve fiil bakımından müstakim olduğunu bildiği kimseleri peygamber olarak seçer. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın, "Allah peygamberliğin/ kfme vereceğini en fyf bilendir" (Enam, 124> ve "Muhakkak ki onlar, hayr işlerinde yansırlar, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi- Onlar bizim için derin saygı gösterenlerdi" (Enbiya, 90) âyetleridir.

Burada yapılan bir başka izah da şudur: Yahudiler: "Biz İbrahim'in soyundan, fmrân'ın da âilesindeniz. O hâlde biz, Allah'ın oğulları ve O'nun dostlarıyız"; hristiyanlar da, "İsa, Allah'ın oğludur" diyorlar, hatta bazıları da bu sözün bâtıl ve yanlış olduğunu da biliyorlardı. Ama ne var ki, halkın kalbini hoşnut etmek için, bu görüşlerini sürdürüyorlardı. Burada Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Allah, sizin bu bâtıl sözlerinizi bihakkın duyan ve bu sözlerin izdeki bozuk maksatlarınızı da bihakkın bilendir. İşte bu sebeple de sizi, cezalandıracak olandır..." Böylece âyetin baş tarafı, nebî ve resullerin şerefli mertebelerini beyân etmiş, sonu ise kendi dinlerinde sebat edip devam ettirdiklerini iddia eden o yalancı toplulukları (yahudi ve hristiyanları) bir tehdit mânası taşımıştır. [175]

 

Kıssalar

 

Bil ki, Allahu Teâlâ bu âyetin peşinden pek çok kıssa zikretmiştir. [176]

 

Birinci Kıssa: Hz. Meryem İle Annesi "Hanne" (a.s)'nin Kıssası

 

"Hani İmrân'm karısı: "Ya Rabbi karnımdakini hür bir kul olarak sana adadım. Bunu benden kabul buyur. Muhakkak ki hakkıyla İşiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen" demişti. Ama çocuğunu (kız) doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyor iken: "Ya Rabbi, işte ben bir kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Hakikaten ben onun adını Meryem koydum. Ben onu da, zürriyetini der kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" dedi. Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul İle kabul etti ve onu, güzel bir bitki gibi büyüttü ve onu Zekeriyyâ'ya emânet etti. Zekeriyyâ ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek bulurdu.    "Meryem, bu sana nereden (geliyor?)" dedi. O da: "Allah taraûndandır. Şüphe yok ki, Allah kimi dilerse ona hesapsız nzık verir" dedi" Âl-i imran, 35-37).

Bu âyetle itgili birkaç mesele vardır: [177]

 

Birinci Mesele     

 

Âyetteki kelimesinin i'râbdaki yeri hakkında şu görüşler takdim edilmiştir:

a) Ebu Ubeyde, bu kelimenin mânâda bir etkisinin olmadığını söylemiştir. Buna göre mânâ, bu kelimenin i'râbda mahalli olmayacak şekilde, "İmrân'ın karısı dedi" şeklinde olur.

Zeccâc: "Ebu Ubeyde bu hususta herhangi birşey yapmadı. Çünkü, Allah'ın kitabındaki bir harfi mânastz ve hükümsüz addetmek ve zaruret olmadan, O'nun kitabından herhangi bir harfi hazfetmek caiz değildir" demiştir.

b) Ahfeş ile Müberred, Âyetin takdirinin,' "İmrân'­ın karısının... dediği vakti hatırla...." şeklinde olduğunu ve Allah'ın kitabında bunun pekçok misâli olduğunu" söylemişlerdir.

c) Zeccâc, âyetin takdirinin, "Allah, "İmrân'ın karısı., dediği zaman, İmrân'ın soyunu kendi zamanının âlemlerine üstün kılmıştır" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Îbnu'l-Enbârî bu hususu tenkid ederek şöyle der: "Allahu Teâlâ, İmrân'ın ailesini seçmesini, Hz. Âdem ve Nuh'un seçilmesi ile beraber zikretmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Âdem ve Nuh'u seçmesi, İmrân'ın karısının sözünden önce tahakkuk ettiğine göre, bu seçmenin, İmrân'ın karısının bu sözü söylediği o vakit ile kayıtlı olduğunu söylemek imkânsız olur." Buna şu şekilde cevap verilebilir: Bunların herbirinin seçilmesinin tesiri, onlardan her birinin vücuda geldiği ve tâatleri de zuhur ettiğinde söz konusu olur. Binâenaleyh, Allah'ın, Hz. Âdem'i onu yaratırken; Hz. Nuh'u, onu var ederken; İmrân'ın ailesini de, İmrân'ın hanımı bu sözü söylediği zaman seçtiğinin söylenmesi caizdir.

d) Bazı âlimler de, bu ifâdenin kendisinden önceki ifâdelerle ilgili olup kelâmın takdirinin ise"Allah, İmrân'ın karısı bu sözü söylerken, bihakkın duyan ve bihakkın bilendir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Buna göre şayet, "Allah, İmrân'ın karısı bu sözü söylemeden önce de bihakkın duyan ve bilen idi. Buna göre böyte bir kayıt zikretmenin mânası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Allahu Teâlâ'nın o sözü duyması, o sözün meydana gelmesiyle; Allahu Teâlâ'nın o sözün söylendiğini bilmesi de, o sözün zikredilmesiyle mukayyettir. İlim ve duyma konusundaki değişiklik, ancak nisbet ve taalluk cihetiyledir. [178]

 

Meryem'in Annesinin Adağının Mahiyeti

 

Zekeriyyâ İbn Ezen (?) ile İmrân İbn Mâ'sân aynı çağda yaşamışlardır. İmrân'ın hanımı ise Hannân Bintî Fâküz'dür. Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem'in kızkardeşi olan İsa'nın kızı ile evliydi. Yahya (a.s) ise, teyzesinin oğluydu. Sonra, bu adağın keyfiyyetine dair pekçok rivayet vardır.

Birinci rivayet: İkrime şöyle demiştir: Hanne, hiç çocuk doğuramamıştı, Çocuğu olan diğer kadınlara gıbta ediyordu. Sonra o, şöyle dedi: "Allah'ım, eğer sen bana bir çocuk nasib edersen, Beytu'l-Makdis'in hizmetçisi olması gayesiyle, senin rızan için onu Beytu'l-Makdis'e vakfediyorum."

İkinci rivayet: Muhammed İbn İshâk da şöyle demiştir: "Hz. Meryem'in annesinin çocuğu olmamıştı. Derken kadın yaşlanmıştı. Bir gün ağacın gölgesi altında iken, yavrusuna bir şeyler yediren bir kuş gördü. Bunun üzerine gönlünde çocuk sevgisi kımıldadı.. İşte bu sebeple Rabb'ine, kendisine bir çocuk bağışlaması için duâ etti. Derken Meryem'e hamile kaldı. Bu arada İmrân da öldü. Hz. Meryem'in annesi, kendisinin hamile olduğunu hissedince, Beytu'l-Makdis'e vakfetti.

Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: O bütün bunları Allah'ın ilhamıyla yapmıştır. Eğer Allah'ın ilhamı olmasaydı, o bunu yapamazdı. Bu, Hz. İbrahim'in, rüyasında oğlunu kesmesi, böylece de bunun, her ne kadar vahye dayanmasa dahi, Allah'ın bir emri olduğunu anlaması, Allah'ın Hz. Musa'nın annesine de ilham edip, böylece onun bir vahiy olmaksızın, Hz. Musa'yı denize bırakması hadisesi gibidir. [179]

 

Muharrer Kelimesi Hakkında Bilgi

 

Âyette geçen tabirinin mânası, "Hâlis, mahzâ, katıksız hür, azâd edilmiş..." demektir. Meselâ, bir köleyi kölelikten kurtarıp azâd ettiğinde, kitabı   düzeltip,   onda  herhangi   bir  yanlışlık bırakmayacak bir biçimde hatadan arındırdığı zaman da  denilir. Yine, bir kimsenin kendisini herşeyden tecrid edip, başkalarına olan bütün bağımlılığını kestiği zaman, kumdan, taştan, balçıktan ve herhangi bir kusurdan uzak ve temiz olduğu zaman da, r, yani hâlis çamur) denilir.

Bu kelimenin tefsin" manasına gelince, Şâ'bî, "sırf ibâde tahsis edilmiş olarak" manasına geldiğini söylerken, bunun manasının "Mabede hizmetçi olarak"; "Allah'a tâat etmek için dünya işlerinden azade olarak"; "havrada kitâb'ı okuyup onu öğrenen kimselere hizmetçi olarak..." gibi anlamlara geldiği de söylenmiştir. Bütün bunların mânası, "Hanne'nin bu çocuğu, Allah'a itaat için vakfetmiş olduğudur."

Esâmm ise şöyle demiştir: " İsrailoğullannın ne bir ganimeti, ne de bir esiri yoktu. Bunun için, onların hürriyete kavuşturup azâd etmeleri, çocuklarını, yukarıda anlatmış olduğumuz şekilde vakfetmeleriyle oluyordu. Çünkü, onların dinine göre, çocuk hizmette bulunabileceği çağa geldiğinde, onun ebeveynine hizmet etmesi vâcib oluyordu. Böylece de onlar, adakta bulunmak suretiyle çocukların bu şekildeki hizmetlerinden feragat ediyor; onları, Beytu I-Makdis'e hizmet ile Allah'a itaat ve ibâdete tahsis ediyorlardı."

Yine bu şekilde hürriyete kavuşturulan kimseler, bulûğa erinceye kadar havrada kalıyor, oranın hizmetlerini görüyor, sonra da burada kalıp kalmama hususunda muhayyer bırakılıyorlardı. Eğer çocuk burada kalmayı istemeyip gitmek isterse, gidiyordu. Eğer kalmayı isterse, artık bundan sonra oradan bir daha ayrılamazdı. Bütün peygamberlerin neslinde, Beytu'l-Madis'e adanmış bir hizmetçi bulunmaktadır, denilmiştir. [180]

 

Dördüncü Mesele 

 

Bu adak, ancak erkek çocuklar için caizdir. Kız çocuklarına gelince, hayız ve diğer özel halleri sebe­biyle, bu işe ehil görülmüyorlardı. Sonra, Hanne mutlak mânada bir adakta bulunmuştu. Bu, ya o işi takdire göre düşündüğü içindir veyahut da bu adağı erkek çocuk arzusuna vesile kıldığı içindir.. [181]

 

Beşinci Mesele    

.

Âyetteki  kelimesinin mansub oluşunun iki izah şekli vardır:

a) O, lafzından hal olarak mansûbtur. Takdiri de, "Karnımdakıni hür olarak sana adadım" şeklindedir.

b) Bu, İbn Kuteybe'nın görüşüdür; buna göre mâna "karnımdakıni senin için azâd etmeye nezrettim, adakta bulundum" şeklindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak Hanne'den naklederek,Bunu benden kabul buyur.   Muhakkak ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen..." buyurmuştur.

Tekabbül, birşeyi hoşnut olarak alıp kabul etmektir. Vahidî şöyle demiştir: "Bu kelimenin aslı mukabele (karşılıklı alıp verme) kelimesidir. Çünkü bir mükâfaat ile mukabelede bulunmayı ifade eder. Bu, yaptığı bu şeyle ancak Allah'ın rızasını talep ve Allah'a ibâdette ihlâsı talep eden kimsenin sözüdür. Sonra Hanne, "Muhakkak ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen" demiştir; bu, "Ancak sensin benim tazarrûmu, duamı ve yakarışımı işiten ve kalbimdekini, gönlümdekini ve niyetimdekini bilen..." demektir.

Bil ki, bu çeşit nezr, İsra i loğu Harının şeriatı'nda mevcut idi. Ama bizim şeriatımızda mevcut değildir. Şeriatların bu gibi konularda farklılık arzetmesi imkânsız değildir.

Allahu TeâiâVaktaki (kız) çocuğunu doğurunca" buyur­muştur. Bil ki, buradaki U zamiri, ya onun karnındaki kız çocuğu hakkındadır, çünkü Cenâb-ı Aliah onun kız olacağını bilmektedir, veyahut bu hususta şöyle denilir: Bu zamir müennes ve mukadder olan ^M (nefs, can) ve(canlı, ruh sahibi) kelimelerine aittir. Veyahut da bu kelime, nezredilmiş olan şeye  kelimesine aittir denilebilir.

Sonra Cenâb-ı Hak,i "Babb'lm, muhakkak ki ben onu kız olarak doğurdum., dedi" buyurmuştur. Bil ki, bu sözün manası şudur: Karnındakini vakfetme konusunda, daha önce verilmiş bir nezri vardır. Onun zann-ı galibine göre, bu erkek olacaktı. Binâenaleyh, bu adağında bunu bir şart olarak belirtmedi. Onların âdetine göre, Mescid'e hizmet ve Allah'a tâat ve ibadet için adanan ve âzâd edilen çocuklar kız çocukları değil, oğlan çocukları idi. Bunun için Hanne, adağının kabul görecek bir şekilde olmadığından korkarak ve daha önceki nezrini mutlak zikretmesinden özür beyân ederek, "Ya Rabbi, işte ben bir kız doğurdum" der; bunu Allahu Teâlâ'ya bildirmek amacıyla zikretmez, çünkü Allahu Teâlâ onun bildirmesine muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilakis, özür beyan etmek amacıyla zikreder.

Allahu Teâlâ,"Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyor İken..." buyurmuştur. Âsım'dan rivayetinde Ebu Bekr ile İbn Âmir ifâdeyi Hanne'nin sözünün bir hikâye edilişi olmak üzere, tâ harfinin ötresiyle CÂ>j şeklinde okumuştur. Buna göre bundaki fayda şu olur: Hanne, "İşte ben bir kız doğurdum" deyince, bunu Allah'a haber verdiğinin sanılmasından korkmuş, bundan dolayı da, "Allah benim ne doğurduğumu daha iyi bilir ya!" ifadesiyle böyle bir şüpheyi izâle etmiştir. Böylece onun bu sözü, Allah'a bildirmek için değil de, özür beyân amacıyla söylemiş olduğu sabit olur.

Diğer kıraat âlimleri de, Allahu Teâlâ'nın sözü olarak, sükûn ile şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre mana şöyle olur: Allahu Teâlâ, onun çocuğunun şanını yüceltmek ve Hanne'nin bu çocuğun kadrini takdir edemediğini göstermek için, "Allah onun ne doğurduğunu daha İyi biliyor iken..." buyurmuştur. Buna göre mâna şöyle olur: "Allahu Teâlâ onun doğurduğu ve ona takdir ve tahsis ettiği büyük şeyleri; onu ve çocuğunu, âlemler için bir mucize kılacağını en iyi bilendir. O ise, bunun câhilidir, bu konuda hiçbir şey bilemez. İşte bundan dolayı üzüldü..."

İbn Abbas (r.a)'ın kıraatinde bu ifâde, Aliahu Teâlâ'nın ona bir hitabı olarak, "Allah senin ne doğurduğunu daha iyi biliyor..." şeklinde okunmuştur. Yani, "Sen, sana bağışlanan bu şeyin kıymetini bilemezsin. Ondaki harikulade halleri ve mucizeleri yegâne bilen ancak Allah'tır" demektir. [182]

 

"Erkek,Kız Gibi Değildir" Sözünün İzahı

 

Aliahu Teâlâ, sonra, Hanne'den naklederek,Erkek, kız gibi değildir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki izah şekli vardır:

a) Onun muradı, erkek çocuğun kız çocuğundan üstün olduğunu ifâde etmektir. 8u üstünlük, birkaç yöndendir:

1- Onların şeriatına göre, oğlan çocuklarını bırakıp da kız çocuklarını âzâd etmek caiz değildir.

2- Erkek çocuklarının, ibâdet yerine hizmette daim olmaları mümkündür; ama hayız ve kadınlara mahsus özel haller sebebiyle, kadınların devam etmesi mümkün değildir.

3- Güçlü ve kuvvetli oldukları için bu hizmete erkekler daha elverişli olup, kadınlarsa uygun değildirler. Çünkü kadınlar zayıf varlıklar olup, bu hizmeti lâyıta veçhile beceremezler.

4- Bu hizmeti yaparken insanlarla bir arada bulunmasında bir mahzur ve ayıp yoktur; kadınlar ise böyle değildir.

5- Erkeklerin insanlar arasına karışmasında, kadınlar için söz konusu olabilecek töhmet sözkonusu değildir. İşte bunlar bu mânada olmak üzere, erkeklerin kadınlardan üstün olmalarını iktiza eder.

b) Bu sözden maksat, o kız çocuğunu erkeğe tercih ettiğini belirtmektir. O sanki şöyle demiştir; "Benim arzum, erkek çocuğu idi; bu kız çocuğu ise, bana Allah'ın bir bağışıdır. Arzum olan erkek çocuğu, Allah'ın hibesi olan kız çocuğu gibi olamaz." Bu söz bu kadının, Rabb'in kuluna yaptığı şeyin, kulun kendisi için murad ettiğinden daha hayırlı olduğunu bilerek, Celâlullah'ın marifet ve bilgisine dalmış olduğunu gösterir. [183]

 

Meryem İsmi Verilmesi Hakkında

 

Sonra Hak Teâlâ, Hanne'den ikinci bir söz olarak"Haki­katen ben onun adım Meryem koydum" sözünü nakletmiştir. Bununla ilgili bazı bahisler bulunmaktadır:

Birinci bahis: Bu sözün zahiri, bizim de anlattığımız gibi, Hanne, Meryem'e hamile kaldığında, İmran'ın ölmüş olduğuna delâlet eder. jşte bundan dolayı, burada, doğan çocuğa isim verme işini anne üstlenmiştir. Çünkü âdete göre bu, babaların üstlenmiş olduğu bir iştir.

İkinci bahis: kelimesi, onların dilinde, "İbâdet eden, âbid kadın" mânasına gelmekteydi. Hanne onu bu şekilde isimlendirmek suretiyle, Cenâb-ı Allah'tan, onu dinî ve dünyevî belâlardan korumasını talep etmeyi murad etmiştir. Onun, bundan sonra söylemiş olduğu şu söz de, bu görüşü te'kid etmektedir: "Ben onu da, zürriyetlnl de, kovulmuş şeytandan sana sığındırırım."

Üçüncü bahis: Bu sözün mânası, "Ben onu bu kelimeyle isimlendirdim", yani, "Bu kelimeyi ona isim yaptım, kıldım" şeklindedir. Bu, isim, müsemmâ (isimlendiriien şey} ve tesmiye (İsim verme)'ni'i üç farklı şey olduğuna delâlet eder.

Allahu Teâlâ sonra, üçüncü bir söz olarak ondan,"Ben onu da, zürriyetint de, kovulmuş şeytandan sana sığın­dırırım" ifâdesini nakletmiştir. Çünkü, Mescid e hizmet etmesi için arzu etmiş olduğu oğlan çocuğuna nail olamayınca, Allahu Teâlâ'ya, o kız çocuğunu kovulmuş şeytandan korumasını ve bu kızı, mutî ve sâlih kadınlar cümlesinden kılmasını niyaz etti... "Kovulmuş şeytan" tâbirinin tefsiri, bu kitabın başında geçmişti.

Cenâb-ı Allah, Hanne'nin bu sözlerini nakledince, "Bunun üzerine Rabb'i onu güzel bir kabul ile kabul etti" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır: [184]

 

Birinci Mesele     

 

Allahu Teâlâ burada buyurdu, ama fiile uygun olarak,buyurmadı. Zira bu  ki masdar da birbirine yakın mânaya gelir. Allahu Teâlâ:  "Allah sizi yerden nebat (gibi) bitirdi" (Nuh, 17) buyur­muştur. Burada, mastarı yerine, aynı mânada olan kelimesini kullan­mıştır.

Kabul kelimesi, Arapların, bir kimse bir şeyden hoşnut olduğunda bunu ifâde etmek için söylemiş olduklarıtabirinden alınma bir masdardır. Sİbeveyh şöyte demiştir!vezni üzere gelen beş, masdar var­dır. Bunlartemizlenmek), lypj (abdest almak), (tutuşmak) ve  (düşkün olmak) kelimeleridir. Fakat çoğunlukla, kelimesi mastar olduğu zaman ötreli vükûdşeklinde okunur." Ferra ve Zeccâc, kabûlen kelimesinin, ötreli olarak kubûlen şeklinde olmasını caiz görmüşlerdir.

Sa'leb, İbnu'l-A'rabî'den bu kelimenin şeklinde kullanıldığını rivayet etmiştir. Âyetteki bu kelime hakkında bir başka izah daha vardır ki, o da şudur.vezni, söz konusu olan işi ortaya koyan kimsenin, o işi çok itinâ ile yaptığına delâlet eder. Meselâ ve benzeri kelimelerde olduğu gibi... Çünkü bu iki kelime, sabır ve celâdet göstermede ciddiyeti ifâde etmektedir. Buradaki tekabbele fiili de bunun gibi, kabul göstermede ileri bir dereceyi ve mübalağayı gösterir.

Buna göre eğer, "Öyleyse Allahu Teâlâ niçin vurgunun daha mükemmel olması için» buyurmam ıştır?" denilirse, buna şöyle cevap verilir. Tekabbül lafzı, her ne kadar bizin söylediğimiz mânayı ifâde ediyorsa da, aynı zamanda, mizacın aksine bir çeşit tekellüfü ve zora girmeyi de ifâde etmektedir. Kabul lafzı ise, mizaca uygun ve tekellüfsüz bir kabul etme mânasını taşımaktadır. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ önce, ciddiyet ve önem vermeyi ifâde etmek için tekabbele fiilini, sonra bunun, mizacın hilâfına değil de mizaca uygun bir kabul olduğunu ifâde etmek için kabul masdarını getirmiştir. Bu mânalar, Cenâb-ı Allah hakkında her ne kadar imkânsız ise de, mecaz yoluyla bu, bu kız çocuğunun terbiyesine Cenâb-ı Hakk'ın büyük bir ilgi ve itinâ gösterdiğine delâlet eder. İşte bu izah, yerinde ve makul bir açık­lamadır. [185]

 

Allah'ın 'Güzelce Kabûlü'nün Mânâsı

 

Müfessirler bu "güzel kabul"ün izahı konusunda bazı açıklamalar ve vecihler zikretmişlerdir. Birinci vecih: Allahu Teâlâ, Meryem'i ve çocuğu İsa (a.s)'yı, şeytanın dokunmasından himaye etmiş­tir. Ebu Hüreyre (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir;

"Doğan her çocuk doğduğunda, ona şeytan dokunur da, şeytanın dokunmasından dolayı o, çığlıklar atarak doğar.. Meryem ve oğlu İsa bundan müstesnadır. "[186]  Ebu Hüreyre (r.a) daha sonra, "Eğer isterseniz, "Ben onu da, zürriyetini de kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" âyetini okuyunuz" demiştir.

Kâdî, bu hadisi şöyle diyerek tenkid etmiştir: "Bu, kat'î delilin hilâfına olan bir haber-i vâhiddir. Binâenaleyh, bu haberin reddedilmesi gerekir. Biz, birçok sebepten dolayı, "o, delilin hilâfınadır!"

a) Şeytan ancak, hayır ve şerri bilen kimseyi şerre davet edebilir.. Çocuk ise böyle değildir. dedik:

b) Eğer şeytanın dürtmeye gücü olsaydı, salih kimseleri yok edip onların güzel hallerini bozmak için, bundan daha fazlasını yapabilirdi. ile Hz. İsa'ya has kılınmıştır?

d) Eğer şeytanın dürtmesi söz konusu ofsaydı, ona tesiri kalmaya devam

c) Sonra bu istisna niçin diğer peygamberlere de değil de, sadece Hz. Meryem ederdi ve eğer tesiri de katmaya devam etseydi, çocuğun çığlık ve ağlaması devam ederdi..." Durum böyle olmayınca, bunun yanlış olduğunu anlamış olduk..."

Bil ki, bütün bu vecihler, ihtimal dahilindedir. Ama bu gibi şeylerle, bir haberi reddetmek caiz değildir. Allah en iyisini bilendir.

İkinci vecih: Rivayet edildiğine göre, Hanne, Meryem'i doğurunca, onu bir beze sararak mescid'e götürdü ve, Harun (a.s) neslinden olan âlimlerin yanına koydu. Onlar, Kabe'nin perdedsrları gibi Beytu I-Makdis'in hizmetkârları idiler. Oraya varınca o, "şu vakfedilmiş kız çocuğunu alın.." dedi. Bunun üzerine oniar, onu almak hususunda birbirleriyle yarıştılar. Zira o, önderlerinin kızı idi... Mâsânoğulları, İsraîloğullarfnın önderi, âlimleri ve idarecileri idiler. Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) onlara, "Ben onu alıp büyütmeye sizden daha lâyığım.. Onun teyzesi benim hanımımdır" dedi. Onlar da, "Hayır, kura çekmeden olmaz" dediler. Bunun üzerine, yirmiyedi kişi olan onlar, nehrin kıyısına vardılar ve vahiy yazmış oldukları kalemleri, "Kimin kalemi suyun yüzüne çıkarsa, o üstün gelsin" diye, nehre attılar... Böylece kalemlerini üç defa suya attılar. Her seferinde de Zekeriyya (a.s)'nın kalemi suyun yüzüne çıktı, ama onların kalemi battı. Neticede Meryem (a.s)'in bakımını Zekeriyya (a.s) üstlendi.

Üçüncü vecih: Kaffâl, Hasan ei-Basrî'den onun, "Nasıl Hz. İsâ çocuk iken konuşmuş ise, Meryem de çocuk iken konuştu ve hiç meme emmedi.. Çünkü onun rızkı, cennetten geliyordu " dediğini rivayet etmiştir.

Dördüncü vecih: Onların şeriatında âdet şöyle idi: Çocuk, ancak oğlan olduğunda ve, akıl baliğ olup mescid'e hizmete de gücü yettiği vakit vakfedilebilırdi.. Burada Allahu Teâlâ bu kadının duasına icabet edince bu kız çocuğunu, henüz küçük ve mescide de hizmete gücü yetmeyeceği bir hal ve durumda kabul etmiştir. "Güzel kabuT'ün tefsiri hakkında zikredilmiş olan muhtelif açtklamalar işte bunlardır. [187]

 

Meryem'in Nebat Gibi Büyütülmesi

 

Sonra Cenâb-ı Hak,Ve onu, güzel bir bitki gibi büyüttü" buyurmuştur. İbnu'l-Enbarî, bu ifâdenin takdirinin,Allah onu büyüttü, o da güzel bir bitki gibi büyüdü" şeklinde olduğunu söylemiştir  Sonra bazı âlimler bu güzel büyütmeyi, dünyevî bir büyütme anlamına alırken, diğer bazıları da dinî bir büyütme anlamına almışlardır. Birinci görüşte olanlar, "Bunun mânası şudur: Meryem bir günde, diğer çocukların bir senede büyüdüğü kadar büyüyordu.." demişlerdir.

Büyütmenin dinî bakımdan olduğunu söyleyenler de, "Çünkü o, salâh, doğruluk, iffet ve tâat bakımından büyüyüp gelişiyordu" demişlerdi. [188]

 

Meryem'in Hz. Zekeriyya (A.S)'ın Uhdesine Verilmesi

 

Sonra Cenâb-ı Hak, "Ve onu, Zekerlyyâya emânet etti" buyurmuştur. Bu tabirde iki mesele vardır: [189]

 

Birinci Mesele     

 

Bu kelime, "Taahhüd etti, ediyor-taahhüd etmek ve taahhüd eden" şeklinde kullanılmaktadır. (kefil olan),

bir kimseye harcamada bulunan ve onun işlerini ıslâh ve düzeltme konusunda özel ihtimam gösteren şahıs demektir. Hadis-i şerifte,Ben ve, yetimin kefili, (cennette) şu iki parmağım gibi (yan yana olacağız) " buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak da,' "Onu da bana bırak" (Sâd, 23) buyur­muştur. [190]

 

İkinci Mesele    

 

Âsim, Hamza ve Kisâî, buradaki fiili şeddeli olarak şeklinde okumuşlar; ama  kelimesinin

okunuşunda ihtilâf etmişlerdir. Âsim, med ile okumuş; Hamza ve Kisaı de, "Allah Meryem'i Zekeriyyâ'nın himayesine verdi" manasında olmak üzere, kasr ile okumuşlardır. Med ile Şeklinde okuyan, nasb halini açıkça göstermiştir. Kasr ile okuyana göreyse,kelimesi mahallen mansubtur. Diğer kıraat âlimleri de med İle merfû olarak, "Zekeriyyâ onu kendi yanına, himayesine aldı" anlamında olmak üzere 3 şeklinde okumuşlardır.

Tercih edilen görüş budur; çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın,  "Onların hangisi Meryem'i himayesine alacak" (Ali imran, 44) âyetine münasip düşmektedir. Çoğunluk da bu görüştedir. İbn Kesîr'den gelen bir rivayette ise,  kartının yesteâ  med ve kasır ite okumaya gelince bunlar (harb) kelimeleri gibi, iki kullanıştır. Mücâhid ise, âyetteki her üç fiilin de emir sîgası üzereOnu kabul et)  iyi (Onu büyüt yetiştir) ve(Onu emânet et) şeklinde  l#j

kabul et), (Onu büyüt, yetiştir) ve (Onu emânet et) şeklinde, kelimesini de mansub (fethalı) okumuştur. Buna göre Hanne, Allah Teâlâ'ya şöyle diyerek dua etmiştir: "Ey (bu çocuğun) Rabb'i, onu kabul et"; "Ey bu çocuğun Rabb'i, onu büyütüp yetiştir ve Zekeriyya'yı onun vekili kıl." [191]

 

Üçüncü Mesele    

 

Âlimler, Zekeriyya (a.s)'nın Hz. Meryem'e ne zaman kefil olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğu âlim­ler bunun, Meryem (a.s) henüz bebek iken olduğu görüşündedirler. Bu hususta birçok rivayet bulunmaktadır. Diğer bazı âlimler ise, Zekeriyya (a.s)'nın, Meryem'in bakımını, onun sütten kesilmesinden sonra üstlendiğini söylemişler ve buna da şu iki şeyi delil getirmişlerdir:

a) Allah Teâlâ, önce "Onu, güzel btr bitki gibi büyüttü" buyurmuş, sonra "ve onu, Zekeriyya'nm uhdesine verdi" demiştir. Bu, söz konusu kefilliğin, o güzel büyütüşten sonra olduğunu hissettirir.

b) Cenâb-ı Hak, "ve onu Zekeriyya'nm uhdesine verdi. Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek bulurdu. "Meryem, bu sana nerden (geliyor?)" dedi O da, "Bu, Allah taraftndandır" dedi" buyurmuştur. Bu ifâde, Hz. Meryem'in bu kefalet esnasında sütten ayrılmış olduğuna delâlet eder. Birinci görüşü savunan kimseler, bu âyetteki vâv (ve) lafzının, bir sırayı göstermediğini, bu güzel bir şekilde büyütme ve Zekeriyya (a.s)'nın ona kefil oluşunun aynı zamanda olabileceğini söyleyerek cevap vermişlerdir. Bu görüştekiler, şu ikinci delili de öne sürmüşlerdir: Zekeriyya (a.s)'nm, Hz. Meryem'in yanına varıp, ona bu şekilde soru sorması, belki de kefil olduğu zamanın sonunda meydana gelmiştir. [192]

 

Meryem'e Mihrabda Rızık Verilmesi

 

Sonra Cenâb-ı Hak,"Zeke­riyya ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında yiyecek bulurdu" buyurmuştur. Bu âyet ile ilgili birkaç mesele vardır: [193]

 

Birinci Mesele     

 

"Mihrab", "yukarıda ve yüksekte bulunan yer, oda" demektir. Nitekim şâir Ömer b. Ebî Rebî'a şöyte demiştir:

"Mihrabın, odanın sahibesi... O'na geldiğimde merdivene çıkmadıkça, ona yaklaşamadım."

Esma'î,"Hani onlar mihraba tırmanmışlardı" (şad, 2i) âyetini delil getirerek, mihrabın, "oda" manasında olduğunu söylemiştir. Çünkü(tırmanıp aşmak) fiili, ancak yüksek bir yer olduğunda söz konusu olur. Yine "mihrab"ın, en yüce ve en kıymetli meclis manasına geldiği de söylenmiştir.

Rivayet olunduğuna göre, Hz. Meryem, genç bir kız olunca, Zekeriyyâ (a.s), ona mescid içinde bir oda inşâ eder. Onun kapısını ise, ancak bir merdivenle çıkılabilecek şekilde yüksekte duvarın orta yerinden açar. Zekeriyyâ (a.s) mescidden çıktığı zaman, üzerine yedi kapıyı kilitlerdi. [194]

 

Bu Âyet Evliyanın Kerametinin Delillerindendir

 

Bizim âlimlerimiz, evliyanın kerametinin hak olduğuna bu âyeti delil getirmişlerdir. Bu âyet ile

buna şöyle istidlal edilir: Allah Teâlâ Zekeriyyâ (a.s) her ne zaman, Meryem (a.s)'in yanına mihraba girdiğinde, onun yanında bir rızık bulduğunu, ona"Ey Meryem, bu sana nerden geliyor?" dediğini, onun da "Bu, Allah katındandır" diye cevap verdiğini bildirmiştir. Öyle ise bu rızkın onun yanında bulunması ya harikulade bir olaydır veya değildir. Bunun harikulade (olağanüstü) bir hâdise olmadığını söylersek, bu görüş şu beş bakımdan geçersiz olur:

a) Bu takdirde, bu rızkın Hz. Meryem'in yanında bulunması, onun sânının yüceliğine, şerefinin derecesine ve bu meziyet ile diğer insanlardan üstün oluşuna bir delil olmazdı. Halbuki bu âyetten muradın, bunu ifâde etmek olduğu malumdur.

b) Hak Teâlâ bu âyetten sonra, "Orada Zekeriyya Rabb'ine, "Yarabbi, bana senin tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla " diye duâ etti" (âı-i imran, 38) buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerim, Zekeriyyâ (a.s)'nın hem kendisinin hem de hanımının ihtiyarlığı sebebi ile, bir çocuk sahibi olmaktan ümidi kesmiş olduklarına delâlet etmektedir. Zekeriyya (a.s), Hz. Meryem'deki bu harikulade hadiseyi müşahede edince, kendisinin de bir çocuğu olmasını arzu etti. İşte bu sebeple de, "İşte orada Zekeriyya Habbine şöyle dua etti.." âyeti yerinde olmuştur. Şayet onun, Meryem (a.s)'de müşahede ettiği şey, harikulade bir hadise olmasaydı, onun bu hadiseyi görmüş olması, yine Harikulade bir şekilde yaşlı hanımından bir çocuğu olması arzusunu doğurmazdı.

c) Ayetteki ''kelimesininnekireolması, bu rızkın sânının yüceliğine delâlet etmektedir. Sanki şöyle denilmiştir: "Bir rızık, yani, nadide ve hayranlık uyandıran bir rızık..." İşte bu hâdise eğer harikulade bir

olay olursa, ancak o zaman bu âyetin siyakına uygun düşen bir mana ifâde etmiş olur.

d) Hak Teâtâ, "Kendisini de oğlunu da âlemlere bir mu'cize kıldık" (Enbiya, 91) buyurmuştur. Bu gösterir ki, Meryem ve Hz. İsa'da harikulade haller zuhur etmiştir. Aksi halde bu âyetin ifâde ettiği mana doğru olmazdı. Eğer, "Bundan murad, "Allah Teâlâ'nın Meryem (a.s)'e bir erkekten olmaksızın bir oğul vermiş olmasıdır" denilmesi niçin caiz olmasın?" denilir ise deriz ki: Bu, tek başına bir mu'cize değildir, bilakis bunun doğru olduğunu ortaya koymak için başka bir mu'cizeye ihtiyaç vardır. O halde, bu âyeti o mânâya nasıl hamledebiliriz? Aksine bu âyetten murad, Meryem (a.s)'in doğru olduğuna ve temizliğine delâlet edecek şeyleri ortaya çıkarmaktır. Bu ise, ancak oğlu İsâ (a.s)'ntn elinde de tecelli edeceği gibi, onun elinde harikulade şeylerin zuhur etmesiyle mümkündür.

e) Çok sayıdaki rivayete göre, Zekeriyya (a.s), Hz. Meryem'in yanında yazın kış meyvelerini, kışın da yaz meyvelerini buluyordu. Böylece Meryem (a.s) için tecellî eden bu durumun, harikulade bir iş olduğu ortaya çıkmaktadır. Biz deriz ki: Şöyle de denilebilir: Bu hâdise, peygamberlerden birisinin mu'cizesi idi, veya böyle değildi. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü o zaman, Zekeriyya (a.s) peygamber idi. Şayet bu, onun bir mu'cizesi olsaydı bu işin halini ve gerçek durumunu bilir, bu mesele ona kanşıktgelmez ve ona "Bu, sana nerden geliyor?" demezdi. Yine Hak Teâlâ'nın, "İşte orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti.." ifâdesi, Hz. Zekeriyya (a.s)'nın, Meryem'e bunları sorduğunu, Meryem'in de bunun Allah katından olduğunu söylediğini, bunun üzerine Zekeriyya (a.s)'nın da kısır, yaşlı ve doğuramayacak durumda olan karısından harikulade bir şekilde bir çocuk elde etme arzusuna düştüğünü bildirmektedir. Bu ise, Zekeriyya (a.s)'nın bu hallere, ancak Meryem'in bildirmesi ile vakıf olduğuna delâlet eder. Durum böyle olunca, bu harikulade hâlin Hz. Zekeriyya'nın bir mu'cizesi olmadığı kesinlik kazanır.

Geriye söylenecek tek şey kalmaktadır: Bu, ya İsâ (a.s)'nın, ya da Hz. Meryem'in kerametidir. Hangisi olursa olsun, her iki durumda da maksad hasıl olmaktadır. İşte velilerin kerametlerinin vâki ve hak olduğuna dâir, bu âyetle istidlal şekli böyledir.

Ebu Ali el-Cübbâi buna itiraz etmiş ve şöyle demiştir: "Bu harikulade hallerin, Zekeriyya (a.s)'nın mu'cizelerinden olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın? Bu, iki şekilde açıklanabilir:

1- Zekeriyya (a.s), Hz. Meryem için, genel olarak Allah'ın ona rızık ulaştırmasına dua etti. Aüah indinden ona gelen rızıklann tafsilatından çoğu

kez habersiz idi. Binâenaleyh herhangi bir zamanda, bizzat rızık olan bir şeyi gördüğünde ona, "Bu, sana nereden geliyor?" dedi. Meryem de, "Bu, Allah kalındandır" diye cevap verdi. İşte buna göre, Allah Teâlâ'nın bu mu'cizeyi, Zekeriyya (a.s)'nın duası ile ortaya çıkardığı anlaşılmış olur.

2- Zekeriyya (a.s)'nın, Hz. Meryem'in yanında alışılmış fakat gökten gelen bir rızık görmüş olması muhtemeldir. Bu durumda, Zekeriyya (a.s), bunun Meryem'e bir insan tarafından gönderildiğinden endişe ederek sormuş, Meryem (a.s) de, "Bu, Allah katmdandır, başkasından değil..." diye cevap vermiştir.

İkinci bir izah olarak biz Meryem (a.s)'in yanında harikulade herhangibir şeyin meydana geldiğini kabul etmiyoruz. Aksine âyetin manası şöyledir: "Allah Teâlâ, zühd ve ibâdet ile meşgul olan hanımlara infâkta bulunmaya can atan bazı mü'minler eliyle, Hz. Meryem'i rızıklandınyordu. Zekeriyya (a.s), bu yiyeceklerden herhangibir şey görünce, bunun ona, uygun olmayan bir şekilde gelmiş olmasından korktu. İşte bundan dolayı, durumun aslını ona sordu."

Cübbâî'nin, âyetin tefsiri olarak söylediği söz bundan ibarettir. Onun bu izahları son derece zayıftır. Çünkü, eğer bu, Zekeriyya (a.s)'nın bir rnu'cizesi olsaydı, ona bu şeyleri taleb etme hususunda Allah katından izin verilirdi. Bunu taleb etme hususunda izinli olsaydı, onun meydana geleceğini kesin olarak bilirdi. Bunu bilince de, durumun aslını Hz. Meryem'den sorması imkansız olurdu. Yine buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti.." âyetinin bir manası kalmazdı. Bu, aynı zamanda Cübbâî'nin ikinci izahı için de bir cevaptır.

Onun üçüncü sualine gelince, bu da son derece zayıftır. Çünkü bu takdirde, böylesi bir hadiseyi, sadece Hz, Meryem'e tahsis etmenin bir mânası yoktur. Yine eğer Zekeriyya (a.s)'nın kalbinde, bu yiyeceklerin ona, uygun olmayan bir şekilde gelmiş olabileceği ihtimali var idiyse, bu şüphenin, sırf Meryem'in sözü ile zait olması nasıl kabul edilebilir? İşte biz böylece, bu suallerin geçersiz olduğunu anlamış olduk. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır.

Mu'tezile, bu harikulade hallerin, peygamberlerin doğruluklarının delilleri olduğunu söyleyerek, kerametin imkânsız olduğuna istidlal etmişler ve "nasıl ki sapasağlam bir işin, bir bilgiyi göstermesi, o işin âlim olmayan bir kimse tarafından yapılamayacağını gösteriyor ise, aynı şekilde nübüvvetin delili, peygamberlerden başkası elinde bulunamaz" demişlerdir. Buna birkaç bakımdan cevap verilir;

1- Harikulade bir fiilin zuhur etmesi, iddiada bulunan kimsenin doğrulu-

ğuna bir delildir. Bu harikulade fiilin sahibi eğer peygamberlik iddia etmiş ise, bu fiil onun gerçekten peygamber okluğuna delalet eder. Eğer o şahıs, "velilik" iddia etmiş ise, bu onun bir velî olduğunu gösterir.

2- Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Peygamberler, bu mu'cizeleri izhâr etmekle; veliler ise bu harikulade hallerini gizlemekle emrolunmuşlardır."

3- Hz. Peygamber (s.a.s) bir mu'cize getirdiğini öne sürmüş ve o hususta kesin konuşmuştur. Velilerin ise, harikulade halleri hususunda kat'î konuşması mükmün değildir.

4- Mu'cizeye karşı konulamaması gerekir. Keramete karşı konulması ise mümkündür. Bu konuda sözün özü işte budur. Muvaffakiyyet ancak Allah'­tandır. Hak Teâlâ sonra, Hz. Meryem'den naklederek, "Şüphe yok ki Allah kimi dilerse, ona hesapsız nzık verir" buyur­muştur. Bu ifâdenin, Hz. Meryem'in sözüne dahil olması muhtemel olduğu gibi, Hak Teâlâ'nm kendi sözü olması da muhtemeldir.

"Hesapsız" tabiri, "çokluğu ölçülemeyecek derecede", veya "isteyen bir kimsenin, meydana gelmesine uygun bir şekilde istemesi bulunmaksızın, yani istenmeden" manasındadır. Bu, "(Allah) onu, hesaba katmadığı bir taraftan nzıkiandmr" aiâk, 3) âyeti gibidir. İşte Hanne'nin kıssası hakkındaki söz burada sona ermektedir. [195]

 

İkinci Kıssa

 

Hz. Zekeriyya (a.s.)'nın Kıssası

 

"Orada Zekeriyya Rabbine, "Ya Rabbi, bana senin tarafindan çok temiz bir zürriyet ihsan et. Muhakkak ki duayı hakkıyla işitip kabul eden ancaksensin" diye duâ etti" (A-li mran, 38).

Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: [196]

 

Birinci Mesele     

 

Bil ki,(orada,) ve (orada) kelimeleri mekan için(esnasında, zamanında) kelimeleri

de zaman için kullanılır. Allah Teâlâ,  "Arfıfc orada yenildiler ve ze//7 ve makhûrgeri döndüler" {A'nf. 119) buyurmuştur ki buradaki  (orada) kelimesi, onların bulunduğu me­kâna işaret etmektedir. Yine Allah Teâl£//eri boyun/anna tegfr olarak, o (cehennemin) en dar yerine atıldıkları vakit orada "(Yetiş ey) helak!" diye bağırırlar" (Furkân, i3)yani, "o dar yerde.." buyurmuştur.

 kelimesi bazan, zaman için de kullanılır. Nitekim Hak Teâlâ, "İşte o zamanda velayet hak olan Allah'ındır" (Kehf, 44) buyur­muştur. Bu âyette kelimesi, duruma ve zamana işaret etmektedir.

Bunu anladığın zaman deriz ki: Tefsir ettiğimiz âyetteki  kelimesini mekan manasında almamız caizdir, yani "Meryem (a.s)'in yanında Zekeriyya (a.s)'nın oturmuş olduğu o mekanda bu kerametleri müşahede etti ve Rabb'ine duâ etti..." demek olur. Yine bu kelimeyi zaman manasında almamız da caizdir ve "Bu vakitte Rabb'ine duâ etti.." demek olur. [197]

 

İkinci Mesele      

 

Bil ki, ."Orada dua etti" cümlesi, Hz. , Zekeriyya (a.s)'nın, bu esnada, bu dua ile alakalı bir işi görünce bu duayı yaptığını ifâde eder. Âlimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Muhakkik âlimlerden ve müfessirlerden büyük bir çoğunluk şöyle demişlerdir: "Zekeriyya (a.s), Hz. Meryem'in yanında, kışın yaz meyveleri, yazın da kış meyveleri gördü. Onun yanında bu harikuladelikleri gördüğü zaman, Allah Teâlâ'nın kendisi için de böyle harikulade haller vermesini ve ihtiyar, kısır hanımından bir çocukla kendisini nzıklandırmasını arzu etti."

Bu husustaki ikinci görüş, evliyanın kerametini ve peygamberlerin irhâsâtını[198]' inkâr eden Mu'tezile'nin görüşüdür. Onlar, "Zekeriyya (a.s), salah, iffet ve takva izlerinin Hz. Meryem'de toplanmış olduğunu görünce, bir çocuğu olmasını arzuladı ve bunu temenni edip, bu esnada dua etti" demişlerdir. Bil ki birinci görüş daha uygundur. Çünkü bir kimsede zühd, iffet ve güzel ahlakın meydana gelmesi, harikulade hallerin olduğuna delâlet etmez. Binâenaleyh bunları görmek, insanı harikulade halleri istemeye sevketmez. Ama harikulade halleri görmek, bazan insanı harikulade bir işin kendisi için

de olmasını istemeye arzulandırır. İhtiyar bir erkek ile kısır bir kadının çocuklarının olması, harikulade hallerdendir. Bundan dolayı âyeti, birinci mânâda anlamak daha uygundur.

İmdi şayet, "Siz, Zekeriyya (a.s)'nın, Allah Teâlâ'nın harikulade halleri yaratmaya kudreti olduğunu, ancak Meryem'in yanındaki bu kerametleri müşahede ettiği zaman anladığını söylüyorsanız, bu, Allah'ın kudreti hususunda Zekeriyya (a.s)'ya şüphe isnâd etmek olur?" denilir ise ve biz de buna karşı "O, Allah'ın bunlara kadir olduğunu biliyordu. Bu harikulade halleri görmesi, Allah'ın kudreti hususundaki bilgisinin artması için bir sebep olmamıştır. Binâenaleyh o kerametleri görmesinin, bu hususta bir tesiri yoktur" der, ve âyetteki (Orada veya o zaman) sözünün bir mânâsı kalmaz" denilir ise,

Buna şöyle cevap verilir: Zekeriyya (a.s), bundan önce de bunların mühim olduğunu biliyordu. Fakat bunlar hiç olmuş mu, olmamış mı, onu bilmiyordu. Bu halleri bizzat görünce, onlar vuku bulduğunda bir velinin kerameti olduğunu ve bir peygamber için mu'cize olarak haydi haydi meydana gelebileceğini bilip anladı. Hiç şüphesiz, bu kerametleri müşahede edince bu evlat arzusu kuvvetlendi. [199]

 

Peygamberin Her Duası Kabul Edir Mi?    

 

"Nebîve Resullerin duaları, dualarının kabulünün bir menfaat temin etmeyecek olması ve böylece de dualarının  reddolunması  ihtimaline karşı,  ancak Allah'ın izninden sonra olur. Çünkü onların duaları­nın kabul edilmemesi peygamberlik makamında bir noksanlık olur." İşte kelamcılar böyle söylemişlerdir. Bana göre burada bir mesele vardır. Çünkü Allah Teâlâ mutlak olarak duaya izin verip, duaları bazan kabul edeceğini, bazan da kabul etmeyeceğini beyân ettiğine göre, peygamberlerin de günah olmayan hususlarda her istedikleri ve diledikleri zaman dua etmeye hakları var. Sonra Hak Teâlâ, onların da dualarını bazan kabul eder, bazan etmez. Bu, onların peygamberlik mertebeleri için bir eksiklik olmaz. Çünkü onlar, Allah'ın rahmet kapısında dilenmektedirler. Eğer Allahu Teâlâ onlara icabet eder, dualarını kabul ederse, bu O'nun fazlından ve ihsanındandır. Yok eğer onlara icabet etmez ise, peygamber de nihayet bir mahlûktur. Yaratanın kapısında daha üstün bir mertebesi olsun diye (böyle olmuştur).

Hak Teâlâ'nın Zekeriyya (a.s)'dan naklettiği"Bana, senin tarafından çok temiz bir zürriyet ihsan et" buyruğu ile ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: [200]

 

Birinci Mesele

   

Burada ki kelimesi ile ilgili izah, Kehf Sûresi'nde gelecektir. Bu âyette onun zikredilmesinin faydası şudur: Örf ve âdette bir ço­cuğun olmasının, belli bazı sebepleri vardır. Zekeriyya (a.s), bu sebepler kendinde olmadığı halde bir çocuk isteyince, bunun manası, "Allah'ım, bu hadisedeki sebepleri ortadan kaldırmanı ve bu sebeplerden hiçbiri vasıta olmaksızın sırf kudretinle bu çocuğu yaratmanı senden niyaz ediyorum" şeklinde olmuştur. [201]

 

İkinci Mesele      

 

"Zürriyet", nesil ve soy manasında bir kelimedir ve müfredi, cem, müzekkeri, müennesi hep bu lafızla

ifâde edilir. Âyetteki bu kelimeden murad, tek bir çocuktur. Bu, Hak Teâlâ'nın, "Binâenaleyh bana, tarafindan bir velî, oğul ihsan et" (Meryem, 6) âyetinde olduğu gibidir.

Ferrâ, "Zürriyet kelimesi zahiren müennes olduğu için, "tayyibeten" kelimesi de müennes getirilmiştir. Müzekkerlik ve müenneslik bazan lafızdan, bazan mânadan dolayı olur. Biz bu hususun, ancak cins isimleri için böyle olduğunu söylüyoruz. Bu, alem isimlerde caiz değildir. Çünkü meselâ  denilemez. Zira alem isimler, ancak ismi olduğu şahsı ifâde ederler. O şahıs eğer müzekker ise, ancak o takdirde, o ismin fiili müzekker getirilebilir" demiştir. [202]

 

Üçüncü Mesele    

 

HakTeâlâ'nın, Muhakkak ki sen, duayı  hakkıyla  işitensin"  buyruğundan  murad, Allah'ın duâ edenin sesini duyması değildir. Çünkü bu zaten malumdur. Binâenaleyh bundan murad, Allah'ın onun duasına icabet 'edip, ümidini boşa çıkarmamasıdır. Bu, tıpkı namaz kılanların  "Allah kendisine hamdedeni işitti" demeleri gibidir. Onlar bununla Allah'­ın mü'minlerden hamdedenlerin hamdini kabul etmesini kastederler. Bunun böyle olduğu, Hak Teâlâ'nın, Meryem Sûresi'nde Hz. Zekeriyya (a.s)'dan naklettiği, "Ya Rabbi, sana dua etmekle bedbaht olmadım " (Meryem, 5) sözü ile de kuvvet bulmuştur. [203]

 

"O, mihrabda durup namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler:"Gerçekten Allah sana, kendisinden birkelimeyi tasdik edici efendihâkim ve sâlfhlerden bir peygamber olan Yahya'yı müfdeler." O da, "Ya Rabbl bana ihtiyarlık gelip çatmış iken ve karım da kısır olduğu halde, benim nasıl bir oğlum olabilir?" dedi. (Allah), "Allah, işte böyle nedilerse yapar" dedi" (Ali İmran, 39-40).

Âyetle ilgili iki mesele vardır: [204]

 

Birinci Mesele 

 

Hamza ve Kisâî, fiili müzekker getirerek ve imâle ile i şeklinde, diğer kıraat imamları ise, "melâike" lafzı müennes olduğu için şeklinde okumuşlardır. Fiilin müzekker olmasının sebebi, fiilin isimden önce gelmiş olması; müennes olmasının izahı ise fiilin meleklere ait olmasıdır. "Mihrâb" kelimesini, İbn Âmir imâle ile, diğerleri ise tefhim ile okumuşlardır. Bu âyeti İbn Mes'udi (Cebrail ona şöyle nida etti) şeklinde oku­muştur. [205]

 

İkinci Mesele

 

Lafzın zahiri bu nidanın melekler tarafından olduğuna delâlet etmektedir. Bunun büyük bir şeref verme olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh başka bir delil nida edenin sadece Cebrail (a.s) olduğunu gösterir ise, biz o zaman o manaya geçer ve bu lafzı te'vil ederiz. Çünkü yiyecek ve giyeceklerin hepsini yiyip giymediği malum olduğu halde, "Falanca güzel yemekler yer, ve güzel elbiseler giyer" denilir ki bu, "O şahıs bu cinsten yer ve bu cinsten giyinir" manasındadır. Kur'ân'da şu âyet bunun misalidir: "İnsanlar onlara şöyle dediler..." (An İmran, 173} âyetidir. Bu âyetteki "insanlar"dan murad, sadece Nu'aym İbn Mes'ud el-Eşca'î'dir. O, "İnsanlar size karşı ordu hazırladı" (Ah imran. 173) demiştir. Bu ifâdesindeki "insanlar"dan muradı da sadece Ebû Süfyan'dır.                                                                                              ,Mufaddal İbn Seleme şöyle demektedir: "Eğer sözü söyleyen bir lider ve başkan olur ise arkadaşları ve ordusu da beraberinde olduğu için, onun hakkında cemî sîgası kullanmak caizdir. Cebrail (a.s) meleklerin başkanı olduğu ve çoğu zaman beraberinde meleklerden bir grupla gönderildiği için, böyle söylemiş olabilir."

Hak Teâlâ:O, mthrabda durup namaz kılar­ken..." ifâdesi, Zekeriyyâ (a.s)'nın şeriatında da namazın farz olduğuna delalet eder. ıhrab" in, ne manaya geldiğini daha önce söylemiştik.

HakTeâlâ'nın, "Gerçekten Allah sana, Yahya'yı müjde­ler" beyanı ile ilgili birkaç mesele vardır: [206]

 

Birinci Mesele     

 

"Müjdeleme" (beşaretin) ne olduğunu      (Bakara. 25) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. HakTeâlâ'nın, "Gerçekten Allah sana, Yahya'yı müjdeler" buyruğu için şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Allah Teâlâ, Zekeriyyâ (a.s)'ya ismi Yahya olan ve kendisinin şerefli bir soyu gelecek birisinin peygamberler arasında yer alacağını daha önce bildirmişti. Buna göre, Hz. Zekeriyya'ya "İsmi Yahya olan o peygamber senin çocuğun olacak" denilince, bu Zekeriyyâ (a.s)'yı, Yahya (a.s) ile müjdeleme olmuştur.

b) Bu, "Allah, ismi Yahya olan bir çocukla seni müjdeler" demektir. [207]

 

İkinci Mesele      

 

İbn Âmir ve Hamza, hemzenin kesresi ile diğer kıraat imamları ise hemzenin fethası ile 01 şeklinde

okumuşlardır. Kesre İle okuyanlar, orada "kavi" masdarından mahzuf bir fiil olduğunu, veyahut da "nida etme" fiilinin de bir  se bu "Melekler, "Allah seni müjdeliyor" diye ona nida ettiler" şeklinde olduğunu düşünerek böyle okumuşlardır. [208]

 

Üçüncü Mesele    

 

Hamza ve Kisâî, yâ harfinin fethası, bâ'nın sükûnu ve ştn harfinin ötüresi iie  şeklinde, diğer kıraat imamları ise şeklinde okumuşlardır. Buşeklinde de kıraat olunmuştur. Ebu Zeyd, bu fiilin sülâsî birinci babtan tef'îl ve if'âl batılarından aynı manaya gelmek üzere kullanıldığını söylemiştir. [209]

 

Dördüncü Mesele 

 

Hamza ve Kisâî, yâ harfinden dolayı "Yahya" kelimesini imâle ile, diğerleri ise tefhim ile okumuş­lardır. Bu peygamberin "Yahya" diye isimlendirili-şinin sebebini Meryem sûresinde anlattık. [210]

 

Yahya (a.s)'nın Üç Sıfatı

 

Bil ki Allahu Teâlâ bu âyette Yahya (a.s)'nın şu üç sıfatını zikretmiştir:

Birinci sıfat: ''Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici" sö­züdür. Bununla ilgili iki mesele vardır: [211]

 

Birinci Mesele    

 

Vahidî, "musaddıkan " kelimesinin, nekire olduğu için ve "Yahya" kelimesi de marife olduğu için hal olarak mansub olduğunu söylemiştir. [212]

 

Hz. İsa'ya "Allah'ın Kelimesi" Denilmesinin Mânâsı                           

 

Âyetteki Allah'tan bir kelime" sözünün mânası hakkında iki görüş vardır:

a) Bu, Ebû Ubeyde'nin görüşüdür. Buna göre, bu ifade, "Allah'tan olan bir kitap" manasmdadır.

Ebû Ubeyde, "kelime"nin kitap manasına geldiğine, Arapların, uzun bir kasideyi kastederek söyledikleri "Falanca bir kelime inşâd etti" demelerini delil getirmiştir.

b) Bu, âlimlerin ekserisinin görüşüdür. Buna göre, bu ifâdeden maksad, Hz. İsâ (a.s)'dır. Bu hususta Süddî şöyle demiştir: "Birisi Yahya (a.s)'ya. diğeri de İsâ (a.s)'ya hamile iken, Hz. Yahya'nın annesi Hz. İsa'nın annesiyle karşı­laşır ve ona "Meryem, biliyor musun ben hamileyim?" dedi. Meryem de "Ben de hamileyim" dedi. Zekeriyyâ (a.s)'nın hanımı "Ben karnımdaki çocuğun, senin karnındaki çocuğa secde ettiğini hissediyorum" dedi. İşte, "Allah'tan olan bir kelimeyi tasdik edici" âyeti ile ifâde edilen budur.

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Yahya (a.s). Hz. İsa'dan altı ay daha büyük idi ve Hz. İsa (a.s)'mn Allah'ın kelimesi ve ruhullah (yani Allah'ın üflediği bir ruh) olduğuna ilk iman eden ve tasdik eden Yahya (a.s) olmuştu. Sonra Yahya (a.s), İsa (a.s) göğe kaldırılmazdan önce öldürüldü.

İmdi eğer, 'Bu âyette ve "Meryem oğlu İsa Mesih, yalnızca Allah'ın peygamberi ve kelimesidir" (Nisa, 171) âyetinde, İsâ (a.s), niçin "Kelime" diye adlandırılmıştır?" denilir ise, biz şöyle deriz: Bunun sebepleri şunlar olabilir:

1- Allah Teâlâ, onu bir baba vasıtası olmaksızın (ol) kelimesi ve emriyle yaratmıştır. Yaratılışı sırf Allah'ın kelimesi ile olduğu ve baba ite

tohum vasıta kılınmaksızın yaratıldığı için, "mahlûk" (yaratılmış) şeyin, "halk" (yaratma); "makdûr" (güç yetirilen) şeyin, "kudret" (güç); "mercüvv" (umulan) şeyin "recâ" (ümid) ve "müştehâ" (arzu edilen) şeyin "şehvet" (arzu) diye adlandırılışı gibi, Hz. İsa (a.s) da "Kelime" diye adlandırılmıştır. Bu Arapça'da yaygın bir kullanış şeklidir.

2- Çocukluğunda konuşup, ona daha çocuk iken Allah kitap vermiştir. Böylece O, konuşma hususunda büyük bir dereceye erişmiştir. Bu izaha göre O, "Kelime" diye adlandırılmıştır. Bu, bir insan cömertlik ve ikbâlde mükemmel olduğunda ona,"Falanca serâpâ cömertlik ve ikbâldir" denil­mesi gibidir.

3- "Kelime"nin, mana ve hakikatleri ifâde edişi gibi, Hz. Isâ (a.s) da hakikat ve ilâhi sırlan anlatıyordu. İşte bundan dolayı O, "Kelime" diye adlandırılmıştır.

Yüce Allah'ın O'na "Ruh" adını vermesi de böyledir. İnsan ruhla yaşadığı gibi, Allah, Hz. İsa vasıtasıyla insanları dalâletten kurtarıp hayata kavuştur­muştu.

Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'i de "Rûh" diye adlandırmış ve 'İşte biz, böylece sana da emrimizden bir rûh vahyetttk" (şors, 52) buyurmuştur.

4- Hz. İsa (a.s)'nın geleceği, kendinden önceki peygamberlerin kitaplarında müjdelenmiştir. O peygamber olarak geldiğinde, "İşte bahsedilen o "Kelime" (müjde) budur" denilmiştir. İşte bundan dolayı o, "kelime" diye adlandırılmıştır. Âlimler bu görüşü izah ederken şöyle demişlerdir: Bunun mecazî manası şu şekildedir: Birisi bir şeyin olacağını haber verdiğinde ve o şey de meydana geldiğinde, "Sözüm çıktı. Ben dememiş miydim?" der. Yani, "Söylemiş olduğum ve konuştuğum şey gerçekleşti" demektir. Bunun bir benzeri de, "Kâfirlere karşı Rabb'inin, "onların muhakkak cehennemlik olacakları" sözü ("kelime'si) işte böylece gerçekleşmiştir" (Mümin, 6) ve "Fakat azab kelimesi kâûrlerin üzerine hak oldu" (Zümer, 71) âyetleridir.

5- İnsan bazan "fazlullah" ve "lütfullah" (Allah'ın fazlı ve lütfü) diye adlandırılır. Tıpkı bunun gibi, Hz. İsa (a.s)'nın alem olan ismi de "Kelimetullah" ve "Ruhullah" (Allah'ın kelimesi ve ruhu) olmuş olur. Bil ki, Allah'ın kelimesi, bizzat O'nun kelâmıdır. Ehl-i Sünnet'e göre Allah'ın kelâmı, zâtı ile kâim ve kadîm bir sıfatıdır. Mu'tezile'ye göre ise, Allah Teâlâ'nın bir cisimde yarattığı ve konuluş itibari ile (vad'an) belli birtakım manalara delâlet eden seslerdir. Kadîm sıfatın veya birtakım arazlar olan ve devam etmeyen o seslerin, Hz. İsa (a.s)'nın bizzat zâtının kendisi olduğunun söylenmesinin imkânsız olacağına

dair zarurî bir ilim bulunmaktadır. Aklın bedahetine göre bu bâtıl olunca, geriye sadece bu ifâdeyi te'vil etmek kalır.

İkinci sıfat: Hak Teâlâ'nın,"efendi" ifadesidir. Müfessirler bu hu­susta da şunları zikretmişlerdir. İbn Abbas, "seyyid" kelimesinin mânasının "halîm" anlamına geldiğini söylemiştir.

Cübbaî şöyle der: "O, mü'minlerin seyyidi, dinî hususlarda, yani ilim, hilm, ibâdet ve takva konularında onların önderi idi."

Mücahid, bunun mânasının, "Allah katında kerîm';' İbnu'l-Müseyyeb "âlim, fakiri"; İkrime ise, "gazabına mağlup olmayan" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Kadî ise, "seyyid"in, önder ve kendisine başvurulan, mercî anlamlarına geldiğini söyler. O, dinî bakımlardan seyyid olunca, dinî hususlarda kendisine başvurulan kişi ve kendisine uyulan kimse olmuş olur. Böylece de bu mefhuma, ilim, hilm, kerem, iffet, zühd ve takva gibi zikredilmiş olan bütün sıfatlar dahil olmuş olur. [213]

 

Hz. Yahya'nın Hasûr Vasfının İzahı

 

Üçüncü sıfat: Hak Teâlâ'nın"Nefsine hakim" tavsifidir. Bu ifâdede birkaç mesele vardır: [214]

 

Birinci Mesele 

   

Arapça'da kelimesinin manası, hapsetmek, engellemek, vb. mânâlara gelir,  (Onu hapsetti, engelledi) denilir. Adamın sidiği bağlandığında, denilir,ise, sır tutan ve sırrı gizleyen kim­seye denildiği gibi, aynı zamanda, son derece cimri ve eli sıkı kimse anlamına da gelir. Müfessirlerin bu hususta iki görüşü vardır:

a) Yahya (a.s), kadınlara yaklaşmaktan (cimâ'dan) âciz idi. Sonra âlimlerden bir kısmı bunun, onun cinsiyyet uzvunun küçük olmasından ileri geldiğini; bazıları, inzal vâki olmadığı için; diğer bazıları da, bunun iktidarsızlıktan ileri gelmiş olduğunu söylemiştir. Bu açıklamaya göre i vezninde olan kelimesi, mef'ûl mânasına gelmektedir. Buna göre sanki o, kadınlara karşı mahbûs ve mahsur, yani engellenmiş demektir. Bu ifâdenin benzer kalıpları ise, kelimesini(binilmiş) kelimesinin de  (sağılmış) anlamına gelmesidir.

Bize göre, bu görüş yanlıştır. Çünkü bu, bir noksanlık alâmetidir. Medh makamında noksanlık ifâde eden sıfatı zikretmek ise, caiz değildir. Bir de,

meseleyi bu açıklamaya göre alırsak Yahya (a.s), bu konuda herhangi bir mükâfaat ve saygıya müstehak olamaz.

b) Bu, muhakkik alimlerin tercihi olan görüştür. Buna göre Yahya (a.s) acziyetinden dolayı değil, iffet ve zühdünden dolayı kadınlara yaklaşmazdı. Çünkü hasûr, nefsini çok engelleyen ve gemleyen kimse demektir. Nitekim, çok yiyen kimseye denilir. Yine bu anlamda olmak üzere, (çok içen), (çok zulmeden) ve  (çok haksızlık ve zulmeden) kelimeleri kullanılır. Nefsi engelleme ancak, onun sebebi bulunması halinde mümkün otur. Eğer kudret ve sebep yoksa, insanın hasûr (kendini çok engelleyen) olması şöyle dursun, hasır (kendini engelleyen) olması bile düşünülemez. Çünkü, kendini çokça men etme ve engelleme, ancak çok arzu etme, sebepler ve kudret, buna güç yetirebilme bulunduğu zaman tahakkuk edebilir. Bu takdire göre "hasûr" kelimesi vezninin  manasına gelmesi gibi hasûr keli­mesi hasır anlamına gelmektedir. [215]

 

İkinci Mesele    

 

Âlimlerimiz bu âyeti, evlenmeyip bekâr kalmanın daha faziletli olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü

Cenâb-ı Hak, Yahya (a.s)'yı evlenmediği için medh-

etmiştir. Bu, evlenmemenin Yahya (a.s)'nın şeriatında efdal olduğuna delâlet eder. O'nun şeriatında evlenmemenin efdal olduğu sabit olunca, durumun bu şeriatta da, hem naklen hem de nassan böyle olması gerekir. Nassdan olan delile gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy" (Enam, 90) âyetidir.

Aklî delil de şudur: Mevcut olan şeylerde aslolan, o şeyin olduğu üzere devam etmesidir. Nesh ise, aslın hilâfına bir durumdur. olan şeyleri y

Dördüncü sıfat: Hak Teâlâ'nın,  "Ve bir peygamber..." sözüdür. Şunu bil ki seyyidlik, şu iki şeye işarettir:

a) Seyyid otan kişinin, dini öğretme ite ilgili meselelerde, insanların faydasına apmaya muktedir olabilmesidir.

b) Onların terbiye edilmeleri ve, emr-i maruf ve nehy-i münker ile ilgili hususlarda,  insanların yararlarına olan şeyleri belirleyip, bunları yerine getirmek.

 ise, tam ve eksiksiz bir zühde işarettir. Seyyidlik ile hasûr bir arada bulunduğu zaman, işte nübüvvet o vakit meydana gelir. Çünkü, bu iki durumdan sonra bulunan şey ancak nübüvvettir.

Beşinci sıfat: Hak Teâlâ'mnSâlihlerden..."sözüdür. Bu ifâde için şu üç izah yapılmıştır:

a) Bunun  mânası,  "Yahya (a.s), sâlih Kimselerin zürriyetindendir"

demektir.

b) Bunun mânası; "O, hayırlıdır" şeklindedir. Nitekim, hayırlı bir kimse hakkında, "O, sâlihlerdendir" denilmektedir.

c) Hz. Yahya'nın sâlih olması, diğer peygamberlerin salâh hâlinden daha tam ve daha mükemmeldir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s):

"Hiçbir peygamber yok kt, günah İşlememiş veya günaha niyet etmemiş olsun; Yahya müstesna... Çünkü o, ne günah istemiştir, ne de günaha niyet etmiştir!.. "[216] buyurmuştur.

Eğer: "nübüvvet mertebesi, sâlih olma mertebesinden daha üstün olduğuna, Cenâb-ı Hak da onu nübüvvet vasfı ile nitelediğine göre, bundan sonra ayrıca onun sâlih olma vasfıyla nitelemesinin faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Süleyman (a.s) peygamber olduğu halde "Rahmetinle bentsalih kutların arasına ilhak eyle" (Nemi, 19) dememiş midir? Bu husustaki sözün tahkiki ve özü şudur: Peygamberlerin, sâlih olmak bakımından öyle bir dereceleri vardır ki, eğer bu bulunmazsa, peygamberlik de bulunmaz. Onlara nisbetle salih olmanın bu derece ve mikdarı, bize nisbetle farzları ifâ edip, muhafaza etmek gibidir. Salihliğin bu derece ve miktarına ortak olmalarından sonra, bu miktarın üzerindeki fazlalık bakımından onların dereceleri birbirlerinden farklıdır. Payı, bu miktardan daha fazla olan her peygamberin, kadri ve mertebesi de daha yüce olur. Allah en iyi bilendir. [217]

 

Hz. Zekeriyya, Allah'ın Kendisine Çocuk Vermesini Neden İmkânsız Gördü?

 

Allahu Teâlâ'nın,"Va Rab, "Nasıl benim bir oğlum olabilir?" dedi" âyetiyle ilgili iki soru vardır:

Birinci soru: Ayetteki kelimesi, ya Allah'a, veyahut da meleklere karşı bir hitaptır. Bunun Allah'a karşı hitap olması caizdir, çünkü bir önceki âyet, Zekeriyya'ya nida edip seslenenlerin melekler olduğunu göstermektedir. Buna göre bu sözün, başkasına değil, yine aynı münadiye hitap olması gerekir..

Oysaki bunun, nida eden meleklere bir hitâb olması caiz değildir. Çünkü insanın, bir meleğe, ya Rabbil demesi caiz değildir?

Cevap: Müfessirlerin bununla ilgili iki izahı vardır:

a) Melekler Zekeriyya'ya seslenip de, O'na Yahya (a.s)'yı müjdeleyince, Zekeriyya (as) şaşırdı ve bu taaccübü izâle etmek için, Allah'a yöneldi.

b) Bu, meleklere karşı bir hitaptır. Buradaki vj kelimesi, "mürebbî- ter­biye eden" anlamına işarettir. ^Mahlûkun da bu kelimeyle nitelenmesi caizdir. Nitekim"Falanca beni terbiye ediyor ve bana güzel davranıyor" denilir.

İkinci soru: Oğul isteyen, Zekeriyya (a.s)'nın bizzat kendisi olduğu halde, sonra Cenâb-ı Allah onun duasını kabul edince, o niçin bundan dolayı teaccüb etti ve bunu olmayacak bir şey gördü?

Cevap: Onun bu sözü, Allah'ın buna kadir olup olamıyacağı hususunda bir şüphesi bulunduğu için değildir. Bunun böyle olmadığının iki delili vardır:

a) Herkes bilir ki, çocuk normal olarak nutfeden yaratılır. Çünkü, insandan olmayan bir nutfe veya nutfeden olmayan bir yaratık bulunsaydı, o zaman teselsül ve hadiselerin ezelde meydana gelmiş olmaları gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Böylece biz, Allahu Teâlâ'nın nutfeden olmaksızın yarattığı bir insanın veya insandan olmaksızın yarattığı bir nutfenin varlığını kabul etmemiz gerektiğini anlarız.

b) Zekeriyya (a.s) bunu, Allahu Teâlâ'dan talep etmiştir. Eğer bu, ona göre muhal ve imkânsız olsaydı, bunu Aliah'dan istemezdi. Binâenaleyh, bu iki izah ile, O'nun, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir?" sözünü, bunu ihtimal dışı gördüğü için söylememiş olduğu sabit olur. Bilakis âlimler bu hususta bazı açıklamalarda bulunmuşlardır:

1- Âyetteki lafzı, "nereden, nasıl (olacak)?" mânasındadır. Buna göre âyetin manasının, "Sen, ister normal şekilde, isterse ikinci alışılmadık şekilde olsun, nasıl bir çocuk verirsin?" şeklinde olması muhtemeldir. Bu böyledir, çünkü Zekeriyya (a.s) için çocuğun olmasının iki yolu vardır:

Birincisi: Allahu Teâlâ'nın onu tekrar gençleştirmesi, sonra da ileri yaşına rağmen, ona bu çocuğu vermesi... Buna göre,buyruğunun mânası, "Allahım, gerek normal şekilde, gerekse alışılmadık şekilde olsun, çocuğu bana nastl verirsin?" şeklindedir. Ona da, "İşte bu şekilde olur bu..

Çünkü Allah dilediğini yapar.. " denilmiştir.   Bu görüş , Hasan el-Basri ve Esamm'ın görüşüdür.

İkincisi: Bir şeyden ümidini kesmiş olan kimse, onun meydana gelmesini uzak ihtimal zanneder. Ama, bu maksadının meydana geldiğini görünce, sevincinin şiddetinden dolayı âdeta dehşete düşerek, -kendisine çok büyük mallar bağışlayan bir kimseyi görüp, "Bu malları nasıl hibe ettin? Neden bunları hibe etmeyi istedin, nasıl olup da bu kadar mal hibe etmeye gönlün razı oldu!" diyen kimse gibi,- "Bu nasıl oldu? Bu nereden vaki oldu?" der.. Burada da böyledir; Zekeriyyâ (a.s) bunu uzak ihtimal zannettiği hâlde, Allahu Teâlâ'nın kendisinin duasına icabet ettiğini görünce, onun neşesi ve sevinci artmış, bundan dolayı da böyle söylemiştir.

2- Melekler, Zekeriyyâ (a.s)'yı Yahya ile müjdelediklerinde o, kız tarafından mı, yoksa kendi sulbünden mi bu çocukla rızıklandırılacağını bitemedi.. İşte bu ihtimalden dolayı o bu sözü zikretti.

3- Kul, bir şeye çok arzulu olur da, onu efendisinden isterse, sonra efendisi de, ona istediğini vereceğini vaadederse, isteyen kişi bu va'adi duymaktan dolayı son derece lezzet alır ve çoğu zaman, bu cevabın tekrar edilmesi için, isteğini tekrar eder, böylece de bu cevabın tekrarlanmasına tekrar tekrar tad alır.İşte Zekeriyyâ (a.s)'nınbu sözü tekrarlamasının sebebi, bu kabil birşey olabilir.

4- Süfyfin İbn Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zekeriyyâ (a.s)'nin duası, çocukla müjdelenmesinden altmış yıl Önceydi.. Öyle ki O, müjdeleme anında, böyle istekte bulunduğunu unutmuştu. Binâenaleyh O, ihtiyarlığında böyle bir müjdeyi duyunca, Allah'ın kudreti hakkındaki şüpheden dolayı değil, mûtad durumdan ötürü bunu yadırgamış, pek uzak ihtimal zannetmiş ve yukardaki sözünü söylemişti.

5- Süddî, Zekeriyyâ (a.s)'ın bu müjdeyi duyduğu zaman, O'na şeytan gelerek, müjdeyi veren bu sesin şeytandan olduğunu ve ona, "Bu şeytan seninle alay etmiştir" dediğini; bunun üzerine de Zekeriyyâ (a.s)'nın durumu birbirine karıştırdığını, işte bundan dolayı da, "Ya Rabbt, nasü benim bir oğlum olabilir?" dediğini; O'nun bu sözden maksadının ise, Allah'ın bu sözün şeytanın likasından değil, vahiy ve meleklerin sözü olduğuna delâlet eden bir âyeti göstermesi olduğunu" söylemiştir.

Kâdî de şöyle der: "Peygamberlere vahyedilirken meleklerin sözünün şeytanların sözüne karışması caiz değildir. Çünkü biz böyle bir şeyin olabileceğini söylersek, bütün şeriatlara karşı duyulan güven kaybolur."

Şöyle denilmesi de mümkündür: Dinî konular hususundaki vahyin doğruluğuna dair mu'cizeler bulununca, o zaman bu vahyin şüphesiz melekler vasıtasıyla Allah'tan olduğuna; bunda şeytanın bir parmağı bulunmadığına dair bir güven ve itimad meydana gelmiş olur. Ama dünyevî işler ve çocukla ilgili olan hususlara gelince, mu'cizeler çoğu kez bunu desteklemez.. Bu sebeple de muhakkak geriye, onun şeytandan olması ihtimali kalır. Binâenaleyh, muhakkak ki kişi, bu ihtimali zihninden atabilmek için, Allah'a müracaat eder.

Cenâb-ı Hakk'ın Bana hakikaten ihtiyarlık gelip çatmış iken..." sözü hakkında birkaç mesele vardır: [218]

 

Birinci Mesele

 

 lafzı, insan yaşlandığı zaman söylenilen?(Adam yaşlandı, yaşlanıyor) tabirinin masdarıdır. İbn Abbas, "Hz. Zekeriyya'nın, çocukla müjdelendiği günde 120, hanımının ise 98 yaşında olduğunu" söylemiştir. [219]

 

İkinci Mesele      

 

Ehl-i  meânî şöyle demiştir:  Kendisine  rastlayıp ulaşmış olduğun herşey, aynı zamanda sana rastla­mış ve ulaşmış demektir. dili  "ihtiyarlığa ulaştım, ihtiyarladım" demek her ne zaman caiz olursa, J-&I  "yaşlılık bana yetişti, ulaştı" denilmesi de caiz olur. Bunun böyle olduğuna, Arap­ların,) "Duvarla karşılaştım ve, duvar benimle karşılaşıyor" demeleri delâlet eder.

Buna göre eğer, (şehre ulaştım) yerine(şehir bana ulaştı) demek caiz olur" derseniz, biz deriz ki: Bu caiz olmaz. Bu iki durum arasındaki fark şudur: İhtiyarlık, insanı adeta isteyen, arzulayan bir şey gibidir. Binâenaleyh, insan ihtiyarladığında, ihtiyarlık âdeta ona gelmiş gibi olur. İnsan da, üzerinden yıllar geçmiş olması sebebiyle, ihtiyarlığa varmış, ulaşmış olur. Ama belde, şehir, ona giden insanı arzulayan gibi değildir... İşte böylece, bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Cenâb-ı Hakk'ın,} "Karım da kısır olduğu halde..." tabirine gelince; Bil ki, âkir kelimesi, doğum yapmamış, yapamamış kadın için kullanılır(kısır oldu, kısır olmak...) denilir. Yine, denilir; yani, "Adamın zürriyeti olmadı" Hiçbirşey bitmeyen toprağa da denilir. Bil ki, Zekeriyya (a.s), bu uzak ihtimal sayma durumunu pekiştirmek için, kendi yaşlılığının yanısıra, hanımının da kısır olduğunu belirtmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın,  "Allah, işte böyle ne dilerse yapar" dedi" buyruğuna gelince, bu konuda iki bahis vardır:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, daha önce geçmiş olan şeye râcidir. Önce geçmiş olan şey de, O'nun, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir? dedi" ifâdesindeki (Rabbim...) sözüdür. Biz bunun failinin Allah veyahut da Cibrîl olmasının muhtemel olduğunu söylemiştik.

b) Keşşaf sahibi,  tabirinin mübteda olduğunu söylemiştir.. Yani, "Allah işte bu sıfat üzeredir, böyledir" demektir. (Diledi­ğini yapar) sözü ise, onun beyânıdır. Yani, "Allah, istediği harikulade fiili yapar" demektir. [220]

 

 

 “(Zekeriya) "Ya Rabbt, bana bir alâmet göster" dedi. Allah, "Senin alâmetin, işaretleşmenin dışında, insanlara üç gün bir şey söyleyememendir... Bununla birlikte sen, Rabb'ini çok zikret ve akşam sabah O'nu teşbih et" dedi"

(Âl-i İmran, 41).

Bil ki, Zekeriyya (a.s) kendisine verilen müjdenin aşırı sevinci, Rabb'inin ikramı ve kendisine olan in'âmına güveninden dolayı, kendisine bu hamileliğin bulunduğuna dair bir alâmetin gösterilmesini istedi.. Çünkü, hamilelik durumu hemen belli olmaz. İşte bunun için O, "Ya Rabbi, bana bir alâmet göster" deyince, Cenâb-ı Hak da, "Senin alâmetin, işaretleşmenin dışında, insanlara üç gün btrşey söyleyememendir" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: [221]

 

Birinci Mesele     

 

Cenâb-ı Hak burada "üç gün", Meryem sûresinde ise, "üç gece"yi zikretmiştir. Böylece bu iki âyetin toplamı, bu alâmetin geceleriyle beraber üç gün içinde bulunduğuna delâlet eder. [222]

 

İkinci Mesele       

 

Âlimler, bu âyetin tefsiri hususunda şunları söylemiş- terdir:

a) Allahu Teâlâ Zekeriyya (a.s)'nın konuşma kabi­liyetini almış, o da insanlarla ancak remz ve işaretleşme yoluyla konuşabil mistir. Bunda şu iki fayda vardır:

1- Bunun, hanımının çocuğa kaldığına alâmet olması..

2- Allahu Teâlâ, o süre içerisinde kendini zikir ve kendisine tâatla meşgul olsun da bu büyük nimete şükretsin diye, O'nu dilini dünyevî şeylerden alıkoymuş ve onu zikr, tesbîh ve tahlilde bulunmaya teşvik etmiştir. Bu açıklamaya göre, tek şey maksûdun bir alâmeti ve bu nimetin şükrünün edası olur. Böylece de bu şey, bütün maksatları kendinde toplamış olur.

Sonra şunu bil ki, bu hâdise birçok yönden bir mu'cizeyi ihtiva etmektedir:

1- O'nun tesbîh ve zikirde bulunmaya gücünün olup, dünyevî meseleleri konuşamaması, en büyük mucizelerdendir.

2- Bünyesi sağlam ve yapısı da elverişli olduğu halde, bu aczin, belli ve muayyen günlerde tahakkuk etmesi, diğer mu'cizeler cümlesindendir.

3- Zekeriyya (a.s)'da bu hal meydana geldiğinde çocuğun da meydana geleceğinin bildirilmesi, sonra durumun aynen onun haber verdiği gibi ortaya çıkması da, mu'cizelerden bir mu'cize olur.

b) Ebu Müslim'in görüşü olup buna göre bu âyetin mânası şöyledir:. Zekeriyya (a.s) Cenâb-ı Hak'tan hamileliğin meydana geldiğine dair bir alâmet isteyince, Allahu Teâlâ ona, "senin alâmetin, konuşamamandır; yani sen üç gün üç gece insanlarla konuşmayıp, insanlardan ve dünyadan yüz çevirerek, zikir, teşbih ve tehlil ile meşgul olup, böyle bir bağışından dolayı Allah'a şükretmekle emrolunursun.. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa, bunu işaretle göster.. Bu tâatla emroluhduğun zaman şunu bil ki, senin bu arzun meydana gelecektir" demiştir. Bu görüş, bana göre güzel ve makûldür. Ebu Müslim'in tefsir hususundaki sözü güzeldir; o sözdeki inceliklere ve nüktelere çokça temas etmektedir..

c) Katâde'den  rivayet edildiğine göre, Zekeriyya (a.s), meleklerin müjdesinden sonra bir alâmet istemiş olduğu için cezalandırılmış, konuşma melekesi engellenerek, konuşamaz hâle getirilmiştir. [223]

 

 

 



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/119.

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/119-121.

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/121-125.

[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/125-127.

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/128-129.

[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/129-130.

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/130-132.

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/132-133.

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/133-134.

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/134-1337.

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/137-138.

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/138-139.

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/139-140.

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/140-142.

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/143.

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/143-144.

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/144-145.

[18] Buhari, İman, 39; Müslim, musâkât 107-108(3/1219-1220).

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/145-149.

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/ 149-151.

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/151-153.

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/153-154.

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/154.

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/154-159.

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/159-162.

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/162.

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/162-163.

[28] Tirmizi, Kader, 7 (4/448); Müslim, Kader, 17 (4/2045).

[29] Tirmizi, Kader, 7 (4/448).

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/163-168.

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/168-169.

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/169.

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/169.

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/170-172.

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/172.

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/172.

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/173.

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/173.

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/174-177.

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/177.

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/177.

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/178.

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/178.

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/178.

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/179.

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/179.

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/179-180.

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/180.

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/180-182.

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/182.

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/182.

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/182.

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/183.

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/183-186.

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/187.

[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/187.

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/187-188.

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/188-190.

[59] Bir "ûkiyye", yedi miskâl veya kırk dirhem veyahutta oniki dirhemlik bir ölçü bilimidir. Bir miskâl, 1 _   dirhem; bir dirhem de 3,2 gramdır.

[60] Dârimî, Fezaılü'l-Kur'an, 32 (2/467).

[61] Dârimî, Fezaılü'l-Kur'an, 32 (2/468).

[62] Buhâri, tevhid, 55; Müslim, tevbe, 14-16 (4/2107-2108).

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/190-196.

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/196.

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/196.

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/196-197.

[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/197.

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/197-199.

[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/199.

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/199.

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/199-200.

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/200.

[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/200.

[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/200-201.

[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/201.

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/202.

[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/202-203.

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/203.

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/203-204.

[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/204.

[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/205.

[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/205.

[83] "Sâlat" kelimesi, Allah'a nisbet edilirse "rahmet-i ilâhi"; meleklere nisbet edilirse, "istiğ­far"; mü'minlere nisbet edilirse "dua" manasına gelir. (Ç)

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/205-207.

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/208.

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/208.

[87] Atıf ihtimâli sebebiyle şeklindeki (Lisanu’l-Arap, VIII/127) rivayet, daha uygun gö­rünüyor (Ç).

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/208.

[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/209.

[90] Mutezile mezhebinden olanlar bu vasfı, yani "mutezilî" vasfını kabul etmeyip kendilerini "ehlu'l-adli ve't-tevhîd" diye tavsif ederler. Râzî (rh.a.) bu ıstılah? manada kullanıyor (Ç).

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/209-211.

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/211.

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/211-212.

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/212.

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/212.

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/212-213.

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/214.

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/214.

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/214-215.

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/215.

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/216-219.

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/219.

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/220.

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/220.

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/220.

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/220.

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/221.

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/222.

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/222.

[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/223.

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/223-224.

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/224.

[113] İbn Mâce, fiten, 20 (H/1329).

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/224.

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/225.

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/225.

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/226.

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/226.

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/227.

[120] Midras: Yahudilerin Tevrat okudukları yere denir (Ç).

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/227-232.

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/232-233.

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/233.

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/233-234.

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/234-236.

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/236.

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/236-237.

[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/237.

[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/237.

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/238-239.

[131] Son sekiz paragraftan, yani "Kâdî şöyle demektedir' kısmından buraya kadar olan kısım, Mu'tezile'nin görüşüdür.(Ç).

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/239-245.

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/245-246.

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/246.

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/246.

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/246-247.

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/248.

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/248-249.

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/249-250.

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/250.

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/250-251.

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/251.

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/251-252.

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/252.

[145] Müsned, 1/446.

[146] Tirmizi, diyât, 22(IV/28).

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/252-254.

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/254-256.

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/256.

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/256-257.

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/257.

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/257.

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/257-258.

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/258-259.

[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/259-260.

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/260.

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/261.

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/261.

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/261-262.

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/262-263.

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/263.

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/263.

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/263-264.

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/264.

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/264.

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/264-265.

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/265.

[168] Müslim, Fiten, 19 (4/2215) (Aynı manada, değişik metinle...)

[169] Müsned, 3/102,182; Buhâri, Ezan, 71-72.

[170] Tirmtzi, Zühd, 9 (4/556); İbn Mâce, Zühd. 19 (2/1402).

[171] Dârimî, Mukaddime, 11 (1/32); Ebu Davud, Dıyât, 6(4/174). Biryahudi kadın bir koyun ke­bap edip zıhırlemiş. Hz.Peygamber'e hediye etmiş idi. Bazı ashabı ile yemeye başlar başla­maz bu sözü söylemiş, bu arada Bişr İbn Bera biraz yeyip, şiddetli zehirin tesiriyle bilahere vefat etmiş idi (Ç).

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/266-268.

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/269-270.

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/270.

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/270.

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/271.

[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/271.

[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/272.

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/273.

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/273-274.

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/274.

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/274-276.

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/276.

[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/276-277.

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/277-278.

[186] Buhâri, Enbiya, 44; Müslim, Fezâil. 146 (4/1838).

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/278-279.

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/280.

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/280.

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/280.

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/280-281.

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/281.

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/281.

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/281-282.

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/282-285.

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/285.

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/286.

[198] Peygamberlerin, henüz peygamber olmadan kendilerinden zuhur edip mucize olmayan ha­rikulade halleri ve fiilleri (Ç).

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/286-287.

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/287.

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/288.

[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/288.

[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/288.

[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/289.

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/289.

[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/289-290.

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/290.

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/290.

[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/290.

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/291.

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/291.

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/291.

[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/291-293.

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/293.

[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/293-294.

[216] Yakın manada bir hadis İçin bkz. Müsned, 1/254, 292.

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/294-295.

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/295-298.

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/298.

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/298-299.

[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/299.

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/299.

[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/300.