İndiği Yer : Medine
İniş Sırası : 92
Âyet Sayısı : 176
Mushaftaki sıralamada
dördüncü, iniş sırasına göre doksan İkinci suredir. Mümtehine sûresinden sonra
Zilzâl'den önce inmiştir. Bakara, Enfâl, ÂI-i İmrân, Ahzâb ve Mümtehine
sûreleri Medine'de Nisa'dan önce nazil olmuştur. Uzun bir sûre olduğu için
çeşitli sebeplerle veya Allah Teâlâ bazı hükümleri açıklamak istediğinde
doğrudan ve farklı zamanlarda gelmiştir. Buhârî'de yer alan bir rivayete göre[1] 176.
âyet Kur'an'ın son âyetidir. Sûre teyemmüm âyetini ihtiva etmektedir;
teyemmümün ise hicretten sonra 5 veya 6. yılda, Müreysî Gazve-si'nde, dinî
hükümler ve uygulamalar arasına girdiği bilinmektedir.
Sûrenin hicret
günlerinde veya Mekke'de nazil olduğunu ifade eden rivayetler zayıf
bulunmuştur. "Ey insanlar!" hitabıyla başlayan sûrelerin Mekke'de
vah-yedildiği genel hükmüne dayanılarak ileri sürülen son iddia çürütülürken bu
hitabın, Mekke'de iniş işareti olmadığına, Medine'de geldiği bilinen birçok
âyette benzer hitapların bulunduğuna, Medine'de "ey insanlar!"
denildiğinde bundan, yalnızca Medineliler değil, aynı zamanda Mekkeliler'in de
kastedilmiş olduğuna işaret edilmiştir[2]
Sûrenin tek ismi
vardır, o da "kadınlar" manasına gelen en-Nİsâ'dır. Sûre akrabalık
bağında belirleyici rol oynayan ana rahmine atıfta bulunarak başlamış, kadın
(ana rahmi) aracılığı île birbirinin mirasçısı olanların miras hükümlerini düzenleyen
bir âyetle son bulmuş, arada ise birçok âyet kadınlarla ilgili hükümler,
açıklamalar ve değerlendirmeler getirmiştir. Bu durumda sûre adını muhtevasından
almaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'İn 114
sûresi İçinde "er-ricâl" (erkekler) ismini taşıyan bir sûre
bulunmadığı halde bu sûreye "en-Nisâ' (kadınlar) adı verilmiştir. Bu
durum, kadınlar için bir onurlandırma, daha önce hep ikinci planda tutulmuş ve
haklan verilmemiş kadınlarla ilgili -büyük ölçüde Medine döneminde
gerçekleştirilen- İnkılâbın bir sembolü ve işareti olarak da
değerlendirilebilir. [3]
Kur*ân-ı Kerîm'in özü
ve özeti olan Fatiha sûresinde müminler, "(Rabbi-miz!) Ancak sana kulluk
eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet" (1/5-6)
diyorlardı. Bu sûrede, Fâtiha'da yer alan ilkelerin -daha ziyade kulluk ve
doğru yolla ilgili- detayları üç ayn alanda verilmektedir:
a) Kadın-erkek
ilişkisi ve aile hayatı. Bu alanla ilgili olarak bütün insanların aynı kökten
geldiği, kadının da aynı nefisten yaratıldığı, insanların hemcinslerine iyi
davranmaları, erkek ve kadın her insanın hayata başladıkları koruyucu ve besleyici
yatak olan ana rahmini ve akrabalık ilişkisinin doğurduğu haklan unutmamaları
gerektiği bildirilmiş; akraba, eş, analı-babalı, yetim, hür ve câriye olarak
kadınların haklan, aile hayatının kuralları ve miras hükümleri açıklanmış,
gerektiği yer ve durumda hükümler müeyyidelere bağlanmıştır.
b) Kur'ân-ı
Kerîm'in inanan muhatapları, kadm-erkek ve aüe ilişkilerinde Allah'a kulluk
edecekleri gîbi inanan ve inanmayan diğer insanlarla ilişkilerinde de Allah'a
kul olma şuurunu koruyacak, O'nun talimatına uygun davranacaklardır. Bu alana
ait olmak üzere sûrede canın, malın ve mülkiyetin korunması, bunlara karşı
yapılan tecavüzlerin cezalandırılması; adalet, iyilik, yardımlaşma, emanete
riayet edilmesi gibi konulara ve hükümlere yer verilmiş; müminlerle "münafıklar,
yahudiler ve müşrikler" arasındaki ilişkilere ait kaide ve hükümler
getirilmiş; hicretin hükmü açıklanmış ve câhil iye izlerinin silinmesi teşvik
edilerek alkollü içki kullanımının yasaklanmasına ilk adımlar atılmıştır.
c) Üçüncü
olarak da çeşitli âyetlerde vakit namazı, korku namazı, namaz için gerekli
bulunan temizlik (taharet) gibi ibadetlere, ferdî ve sosyal ahlâk kurallarına
yer verilmiş; böylece sosyal kurallar, düzenlemeler ve kurumlardan maksadın sağlıklı
bir "Allah-kul ilişkisi" kurmaya, yalnızca Allah'a kul olmak
isteyenlerin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik olduğuna işaret
buyurulmuştur. [4]
Rahman ve rahîm olan
Allah'ın adıyla... 1. Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da
eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize
itaatsizlikten sakının. Adını anarak birbirinizden dilek ve istekte
bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının.
Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir. [5]
1. Kur'ân-ı
Kerîm'de "ey insanlar!" hitabının hedef kitlesi yalnızca müminler
değil, bütün insanlardır. Bu sebeple âyette "Allah'tan sakının"
yerine "Rabbi-nİzden sakının" mealinde bir ifade kullanılmıştır.
Çünkü insanların yaratıcı ile kutluk ilişkisine "Allah ve ilâh",
insan olarak yaratılma ve geliştirilme ilişkilerine ise rab ismi uygun
düşmektedir. Zira bu isim, yaratmayı ve yaratılana belli özellikler İçinde var
oluş imkânı vermeyi ifade etmektedir.
Hitabın, arkadan
gelecek hükümler bakımından, hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları
hedeflemiş olmasının ikinci delili de insanlar arasındaki ilişkilere -biri
geniş, diğeri nispeten dar olan- iki unsuru temel kılmış olmasıdır: a) Bütün
insanların asıl maddesi, özü olan "nefis", b) İlk rahimden (bütün
insanların annesi olan Havva'nın rahminden) son rahime (her bir İnsanın
annesinin rahmine) kadar gelen rahimler. Yaratanı bir, özü ve aslı bir, ilk
oluşta anası babası bir, sonraki oluşlarda da soyu ve ailesi bir olan
insanların yalnızca bu birlikten kaynaklanan birtakım haklan ve ödevleri (bu
mânada insan haklan) olacaktır, olmalıdır; Nİsâ sûresi de bu hakların ve
ödevlerin önemli bir kısmını açıklamak üzere gönderilmiştir.
Kur'an'da nefis
(çoğulu enfus), "insan, insanın veya başka bir şeyin kendisi, insanın
hayatta iken insan olmasını sağlayan (İnsanın onun sayesinde, ona sahip olduğu
için insan olduğu), ölünce de ebedî varlığını devam ettiren unsuru" mânalarında
kullanılmıştır. Bazı âlimler, filozoflar ve sûfîler ruh ile nefsi aynı varlığın
iki adı olarak açıklamışlar[6] bazıları
ise nefis ile ruhu farklı mahiyetler olarak tanımlamışlardır. İkinci
tanımlamaya göre Allah Teâlâ her bir insan için tıpkı bedeni gibi bir de nefis
yaratır, Şah Veliyyullah'ın "neşeme" adını verdiği bu nefis, insantn
hayatı boyunca yapıp ettiklerine göre manevî bir yapı ve kişilere göre farklı
özellikler kazanır. Ruh ise şahsî değil umumidir; tek bir enerji merkezinden
gelip ampulleri aydınlatan elekrik gibidir ve ilâhîdir, Allah'a aittir, halk
âlemine değil emir âlemine dahildir, nefis için Allah'ın rızâsına götüren yolu
aydınlatır veya onu bu yola çeker. İnsanın tabiatında ve yapısında Allah'ın
rızâsına aykırı yola çeken güçler de (heyecanlar, güdüler, ihtiyaçlar) vardır,
ayrıca şeytanın da İşi, insanı Allah yolundan saptırmaya çalışmaktır. İnsan
(nefis), aldığı eğitim ve iradesi sayesinde bu iki çekim merkezi arasında mücadele
ve imtihan vererek dünya hayatında kulluğunu ve tekâmülünü gerçekleştirmeye
çalışır; "emmâre" (kötüye çeken, kötüyü emreden) nefis olmaktan
kurtularak, "levvâme" (kendini tenkit eden, kınayan),
"mülheme" (ilâhî ilhama mazhar olan), "mutmaİnne"
(şüphelerden ve geçici zevk bağımlılığından kurtularak huzura eren),
"râdıye" (Allah'ın takdirine razı olan), "merdiyye"
(Allah'ın rızâsına mazhar olan) nefis basamaklarına veya derecelerine tırmanmak
için çabalar[7] Ayette önce "sizi bir
tek nefisten yaratan" denilmiş, sonra "ondan da eşini yaratan"
buyurulmuştur; insanlardan her birinin babası ve anası bulunduğuna, her birey
üreme kanunları çerçevesinde meydana geldiklerine göre burada "nefisten,
ondan yaratan" sözünü "onun bir parçasından" (meselâ
kaburgasından) şeklinde değil, "onun özünden, ona benzer (mislî) olan
asıldan ve kökten (buradaki ifadeye göre nefisten) yaratan" şeklinde
anlamak gerekir. Nitekim "Onlara ısınıp kaynaşa-sınız diye size kendi
türünüzden (nefislerinizden) eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duygulan
yerleştirmesi de O'nun kamtlarrndandır" mealindeki âyette de bu kelime
aynı mânada kullanılmıştır (Rûm 30 !21), Nahl (16112) ve Şûra (42/11) sûrelerinde
de benzer ifadeler vardır. Bütün bu âyetlerde "nefsinden yaratmak",
"vücudunun bir parçasından yaratmak" mânasında değildir. Buna göre
meali ve numaralan verilen âyetler, Havva'nın aslının, Âdem'in kaburgası
olduğu şeklindeki yaygın inancın delili olamaz. Havva'nın veya kadınlann eğri
kaburgadan yaratıldığını ifade eden hadisler, kadınla erkeğin tabii (fıtrî)
olan ve değişmemesi gereken farklılıklarını ve özelliklerini anlatmak üzere
yapılmış bir benzetmedir, mecazî bir anlatımdır. Nitekim bazı rivayetlerde açıkça
"Kadın kaburga gibidir" buyurulmuştur[8].
Hadîslere göre kadınları erkeklere benzetmeye, tabii özelliklerini yok etmeye
kalkışmak, eğimli yaratılmış kaburga kemiğini düz hale getirmeye uğraşmak
gibidir. Kaburga ancak kavisti olduğunda uygun, sağlam ve kâmildir,
fonksiyonunu yerine getirir; düz olsaydı akciğerin şekline uymaz ve onu
koruyamazdı. Şu halde onu düzeltmeye çalışmak bozmaya ve kırmaya çalışmak
demektir.
Adem ile Havva
yaratıldıktan sonra bunlardan birçok erkek ve kadının meydana getirildiği ve
yeryüzüne dağıtıldığı ifade buyurulmaktadır. Bazı müfessirler dünyada yalnızca
bir erkekle bir kadının bulunduğu bir zamanda bunların çocuk-lannın nasıl çocuk
meydana getirebilecekleri üzerinde durmuş ve "birinci batında ikiz doğan
bir erkek ve bir kızın, ikinci batında yine ikiz doğan bir kız ve bir erkekle
evlendiklerini, o tarihte başka yolu bulunmadığı için Allah'ın farklı batınlarda doğan
kardeşler arasında evlenmeyi caiz kıldığını ifade etmişlerdir[9]. Bize
göre böyle bir tasavvur zaruri değildir; çünkü Allah Teâlâ'nın insanı nasıl
yarattığını açıklayan âyetlerde topraktan, çamurdan, nefisten ve Allah'ın
ruhundan üflemesiyle yaratıldığı kayıtlan ve şekilleri vardır. Son şekil Hz.
îsâ'nın yaratılmasıyla ilgilidir. Meryem, bir erkekle beraber olmadan Allah'ın
ruhundan üflemesi[10] ve
bunun açıklaması mahiyetinde olan "ruhun insan şekline bürünüp Meryem'e
görünmesİ"yle (Meryem 19/17) hamile kalmış ve Allah'ın ona ulaştırdığı bir
"kelimesi"[11] olarak
Hz. îsâ'yı doğurmuştur. Keza Hz. Zekeriyyâ bir zürriyet vermesi için rabbine
dua etmiş, rabbİ-nin de duasını kabul ederek Yahya'yı ona vereceğini
müjdelemesi üzerine "kendisinin yaşlandığını, eşinin de çocuktan
kesildiğini" ifade ederek bunun nasıl olacağını sormuştu. Rabbin ona
cevabı şöyle olmuştur: "İşte böyle; Allah dilediğim yapar"[12];
"... O, bana kolaydır; daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de
yaratmıştım" (Meryem 19/9). Hz, Âdem'in yaratılmasında ana da yoktur baba
da; Hz. îsâ'nın yaratılmasında yalnızca ana vardır; Hz. Yahya'nın yaratılmasında
ana ve baba vardır, fakat çocuk yapma kabiliyetleri mevcut değildir. Kur'ân-ı
Kerîm'de ve sağlam rivayetlerde "kardeşlerin birbiriyle evlendikleri"
bilgisi verilmediğine göre ilk yaratılan erkekle kadından birçok erkek ve
kadının türetilmesi-nin nasıl olduğunun bilinmediğini, yukarıda zikredilen
şekillerden birisine göre veya bir başka şekilde yaratma ve çoğaltmanın
olabileceğini ifade etmek bize daha uygun görünmektedir.
Akrabalık bağının
(sıla-i rahim) hakkını vermemekten sakınmanın, Allah'ın emirlerine aykırı
davranmaktan sakınma ile beraber zikredilmesi İslâm'da akrabalık ilişkisine ne
kadar önem verildiğine güçlü ve açık bir işaret teşkil etmektedir. Ayrıca bu
giriş, sûrede "ana, kız kardeş, eş" gibi sıfatlarla erkeğe bağlı
(aralarında akrabalık veya akid ilişkisi bulunan) kadınların haklarına riayet
edilmesi gerektiğine ve bunun Allah'ın emirlerine riayet mahiyetinde olduğu
hükmüne de işaret etmekte, gelecek hükümler için manevî bir müeyyide
vermektedir. [13]
2. Yetimlere mallarını
verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza
katarak yemeyin; zira bu büyük bir günahtır, 3. Yetimlerin hakkına riayet
edemeyeceğinizden korkarsamz, beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder
nikahlayın. Haksızlık etmekten korkarsamz tek kadın veya mülkiyetinizde bulunan
câriye ile yetinin; bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır. 4.
Kadınlara mehirlerini borcunuzu öder gibi verin. Eğer onun bir kısmını size
gönül razısıyla verirlerse onu da afiyetle yiyin. 5. Allah'ın geçiminize
dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin; o mallarla onları
besleyin, giydirin ve onlara güzel şeyler söyleyin. 6. Evlilik çağına
gelinceye kadar yetimleri deneyin; eğer onlarda akılca bir olgunlaşma
görürseniz hemen mallarını kendilerine verin, büyüyecekler de mallarını
alacaklar diye o mallan israf ile ve tez elden yiyip tüketmeyin. Zengin olan
(veli) yetim malına tenezzül etmesin, yoksul olan da kararınca yesin. Mallarım
kendilerine verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurun; hesap sorucu olarak
da Allah yeter. [14]
2.
İnsanoğlunun dünya hayatında mutluluğu bulabilmesinin ve yaratılış amacını
gerçekleştirmesinin maddî şartları içinden ikisinin önceliği vardır: a) Aile ve
cemiyet içinde sağlıklı, dengeli ve düzenli insanî ilişkiler, b) Âdil ve mâkul
bir İn-san-servet ilişkisi. 1. âyette önemle tavsiye edilen aile ve akrabalık
bağlarına riayetin tabii sonuçlan olarak, 2. âyetten 6. âyetin sonuna kadar
geniş ailede yetimlerin haklarından söz edilmiş, velisiyle yetim arasındaki
şahsî ve malî tasarruf ilişkisi kaidelere bağlanmıştır. Aradaki iki âyette
evlilik ve mehîr konularına temas edilmiştir. Ancak bu temas, yetimlerin hukuku
ile ilgili kaideler koyma ve tavsi-velerde bulunma iradesinden doğduğu için dolaylı
olmuştur, yani meşhur teaddüd-i zevcât (birden fazla kadınla evlenme) izni
doğrudan hüküm konusu olmamış, yetimlerin haklarını korumak için bir araç
olarak ve bu münasebetle zikredilmiştir. 7. âyetten İtibaren de servet
dağılımının en önemli unsurlarından biri olan miras hükümlerine yer
verilecektir.
İnsanoğlu bugüne kadar
savaşa, tabii felâketlere ve ölüme çare bulamamıştır. Bir gün savaşa çare bulsa
ve devamlı bir barış ortamı sağlasa bile dünya hayatını, diğer ikisiyle beraber
yaşayacağı anlaşılmaktadır. Savaşlar, tabii felâketler ve ölümler arkada
babalarını ve analarını kaybetmiş çocuklar bırakmaktadır. Babasını kaybeden
her çocuk (yetim) şahsı ve malları için bir koruyucuya, eğitici ve temsilciye
muhtaç olur, işte bu koruyucu ve temsilciye veli denir. Velinin vazifesi yetimi
görüp gözetmek, onun şahsî ve malî menfaatini kollamaktır: Yetimi himayesi
altına alan, koruyup yetiştiren kimselere Resûlullah'ın, cennette kendileriyle
beraber olacağı müjdesi vardır[15].
Bunu yapmayan, üstelik yetim malını yemeye, gasbetmeye, onu kendine ait kötü
malla değiştirmeye kalkışan veli, görev ve yetkisini kötüye kullanmış, emanete
hıyanet etmiş olmaktadır. "Temizi ve iyiyi, pis ve kötü olanla
değiştirme"nin bir başka şekli de helâli bırakıp haram olanı, hakkı
olmayan şeyi almak ve yemektir, haramdan yararlanmaktır. [16]
3. Yetimler
çoğu defa velileri tarafından evlendirilmekte, damat adayı ve evlilikle ilgili
olarak ileri sürülen şartlar konusunda da velilerin isteği belirleyici olmaktadır.
Yetim bir başkasıyla evlendirilirken onun menfaatinin koruyucusu velidir. Eğer
yetim bir kızı bizzat veli almak, nikahlamak isterse bu takdirde onun koruyucusu
yoktur, şartlan belirlemek de -aynı zamanda evlenme akdinin diğer tarafı olan-
veliye kalmaktadır. Bu durumda hakkın kötüye kullanılması,.yetimlerin hukukunun
zayi olması ihtimali artacağından velilere, adaletten sapma riski karşısında,
himayeleri altında bulunan ve kendileriyle evlenmeleri caiz olacak kadar da
uzak akrabaları olan yetim kızlarla evlenmek yerine, başka kadınlarla evlenmeleri
tavsiye edilmekte; "ikişer, üçer, dörder" demek suretiyle de dünyada
evlenilecek kadınların tükenmediğine, velayeti altındaki yetim kızlar dışında
birçok kadının bulunabileceğine işaret buyunılmaktadır. Hz. Âişe'nin
"yetimlerin hakkına riayet edemeyeceğinizden korkarsanız..."
mealindeki âyetin geliş sebebi olarak zikrettiği yaygın âdet ve sorular,
yukarıdaki açıklamanın tarihî bir vakıa olduğunu göstermektedir. Buna göre
veliler ya mallarına göz koydukları için -istemedikleri, sevmedikleri halde-
himayeleri altındaki yetimlerle evleniyorlardı yahut da isteyerek evleniyor,
fakat mehİrlerinİ ve çeyizlerini emsaline göre eksik beürliyor lardı[17].
Âyetin dolaylı olarak
temas ettiği birden fazla kadınla evlenme (teaddüd-i zevcât, poligami) imkânı ve
âdeti, İslâm'ın geldiği çağdan çok öncelere kadar uzanmaktadır. O çağlarda
Mısır, Hindistan, Çin ve İran'da, eski Yunan ve Roma toplumlarında, yahudilerde
ve Araplar'da ya nikahlamak ya da evde veya evin dışında bir yerde dost tutmak
suretiyle erkekler, birden fazla kadınla evlilik yapıyor veya evliliğe benzer
İlişkiler yaşıyorlardı. Bu devirlerde birden fazla kadınla evlenmenin çeşitli
sebepleri vardı. İslâm'ın geldiği bölgede özellikle köylerde ve dağ başlarında
yaşayan bedevilerin çok kadınla evlenmelerinin baş sebebi, hem düşmana karşı
korunmanın, hem de çevresi üzerinde hâkimiyet sağlamanın güçlü ve muharip
nüfusa ihtiyaç göstermesidir. Diğer sebepler arasında kırsal hayatın güçlüğü
ve birçok emekçiyi gerekli kılması, kabileler arasında sürüp giden savaşların,
yağma, baskın ve talan hareketlerinin çok sayıda erkek ölümüne sebep olması, bunun
sonucu olarak da kadın-erkek arasındaki sayı dengesinin erkek aleyhine bozulması
gösterilebilir.
Şu halde erkeğin
birden fazla kadınla evlenme imkân ve uygulamasını İslâm getirmemiş, mevcut
uygulamayı belli şartlara ve hukuk kurallarına bağlamak suretiyle
İyileştirerek devam ettirmiştir. Devam ettirirken de iki durumu birbirinden
ayırmış gibidir: a) Henüz evlenmemiş olanlara -bu âyette- bir kadınla
yetinmeleri tavsiye edilmiş, birden fazla kadınla evli olanlar için adalete
riayet edememe tehlikesinin bulunduğu, bundan uzak kalmanın en uygun yolunun
ise bir kadınla evlenmek olduğu dile getirilmiştir, b) 129. âyette ise birden
fazla kadınla fiilen evli olanlara hitap edilmiş, birden fazla kadın arasında
adalete tam riayetin mümkün olmadığı bir kere daha hatırlatıldıktan sonra hiç
olmazsa adaletsizlikte, farklı ilgi ve muamelede ölçünün kaçırılmaması
istenmiştir.
Beşerî sistemler köklü
değişikliklere uğratılarak amaca uygun hale getirilirler. İslâm'da bir bütün
halinde köklü değişim söz konusu değildir, onda değişmez kurallar vardır. Ancak
bir kural, bir hüküm uygulandığında tabii olmayan olumsuz bir sonuç doğuyorsa
uygulamayı durdurma imkânı da mevcuttur. Bu cümleden olarak, tarihî ve sosyal
şartlara bağlı bir cevazdan (izin, serbest bırakma) ibaret olan çok kadınla
evlilik, genellikle kötüye kullanıldığı ve olumsuz sonuçlar doğurduğu
takdirde, müslümanların veya yetkili temsilcilerinin kararıyla engellenebilir.
Bu tasarruf, Allah'ın hükmünü değiştirme anlamına gelmez. Bu, tıpkı şartlarını
yerine getirememekten korkan ferdin tek kadınla evli kalmayı yeğlemesi
gibidir; şartları oluşursa ruhsat da geri döner[18].
"Mülkiyetinizde
bulunan câriye ile yetinin" tavsiyesi de yetimlerin ve kadınlann haklanna
riayet gerekçesine dayanmaktadır; ancak bunda cariyelerin de menfaati vardır.
Allah Teâlâ önce aile bağı İçinde hür kadınlara ve yetimlere yapılan
haksızlıkları ortadan kaldırmayı murat etmiş, bunu sağlayacak hukukî düzenlemelere
ışık tutmuştur. Aynı zamanda ve bir çırpıda kölelik ve cariyeliği kaldırmak
hikmete uygun bulunmadığından bunu da zaman içinde kaldırmanın çok yönlü
tedbirlerini vahyetmiştir. Kefaretler, İbadet sayılarak teşvik edilen ihtiyarî
azat etmeler, kölelere tanınan çeşitli haklar, onların özgürlüklerini
kazanmaları konusunda kendilerine maddî yardım yapılması yönündeki teşvikler,
köleliğin kaynaklarını kurutmaya yönelik yasaklar bu tedbirler arasındadır.
Yetimlerin ve hür kadınların haklanna riayet edememekten korktuğu için sahip
olduğu câriye ile evli gibi yaşayacak olan müminin avantajı, cariyenin hür
kadınlara nispetle daha az hakka sahip bulunmasıdır. Bu tavsiyenin, câriye
lehine olan yanı ise bir aile kadını olmak ve çocuk doğurması halinde, alınır-satılır
bir câriye olmaktan kurtulmaktır. Çünkü İslâm'ın getirdiği bir ıslahat olarak
sahibinden çocuğu olan câriye "çocuk annesi" (ümmü'l-veled) adını
almakta, artık evden ve elden çıkarılması caiz olmamakta, kocası ölünce de
tamamen hürriyete kavuşmaktadır. [19]
4. Mehir,
sadak, nihle, ecir (çoğulu ücûr) kelimeleri, evlenme akdinde erkeğin kadına
verdiği (muaccel) veya borçlandığı (müeccel) malı ve meblağı ifade eder. Bazı
toplumlarda erkekler kadınları zorla alırlardı; sonra velilerine (yakın akraba
olan erkeklere) bir ödeme yaparak kadınlarla evlenme yoluna gidildi. Ülkemizin
bazı yörelerinde âdet olan başlık ödemesi bu uygulamanın bir kalmtısıdır. İslâm
bunları ortadan kaldırdı, velilerin bir mal veya meblağ karşılığında velayetleri
altındaki kızları kocaya vermelerini yasakladı. Bunun yerine, bir karşılık beklemeden,
ahm-satım mahiyetinde olmaksızın, kocanın eşine bir hediye vermesini veya
borçlanmasını gerekli kıldı, bu "gerekli hediye"nin adı da -en
yaygını mehir olmak üzere- yukarıdaki kelimelerle ifade edildi.
Kadınların
zayıflığından istifade ederek borçlandıkları mehri ödemeyen veya verdiklerini
geri alan erkekler de bulunduğu için âyette "Kocaları eşlerine versin"
gibi bir ifade yerine "Kadınlara mehirlerini verin" ifadesi tercih
edilmiş, bu hakkın yerine getirilmesi bir sosyaLve hukukî vazife olarak telakki
edilsin istenmiştir.
Mehir bir yandan
kadınlara verilen değerin ve onlara karşı gösterilen rağbetin bir sembolü,
diğer yandan da bir teminat, bir güvenlik vasıtasıdır. Mehrin teminat oluşu iki
noktada kendini gösterir: a) Boşamayı güçleştirmesi. Çünkü mehir borçlanılmış
ise boşama halinde erkek tarafından derhal ödenecektir, yani boşama bir malî
külfet getirmektedir. Peşin ödenmiş ise yeniden evlenme yeni bir ödemeyi gerektirecektir.
b) Kendi imkânlarına dayalı ekonomik yeterliği bulunmayan kadınlar için mehrin
bir müddet İhtiyaç karşılama vasıtası olması. Boşanmış kadın, bu sayede yeni
bir iş, eş veya himaye elde edinceye kadar aç ve açıkta kalmayacaktır.
Mehrin kocaya
bağışlanması caizdir; ancak bu konuda maddî veya manevî bir baskı yapılmayacak,
bağışlama mutlak mânada gönül rızâsına dayanacaktır. Bu konuda titiz davranan
bazı müctehidler, dilediği zaman kadının bağışladığı mehri geri
isteyebileceğine hükmederken "rızânın devamlı olmasını" şart koşmuş
gibidirler. [20]
5. Kısıtlı
olanlara ait (onların mülkiyetinde bulunan) mallar için "mallarınız"
ifadesinin kullanılması "millî servet" kavramına, "geçiminize
dayanak kıldığı" ifadesi de insan hayatında malın önemine işaret
etmektedir. Buna benzer âyetlerle hadislerden bir dinî maksat çıkarılmıştır ki,
buna malın korunması ilkesi denir. İslâm, kimin mülkiyetinde bulunursa bulunsun
malda, servette diğerlerinin de haklan ve menfaatlerinin bulunduğuna, bu
sebeple mülkiyetin ve malın korunması sorumluluğuna bütün toplumun
katılmasının gerekli olduğuna dikkat çekmiştir.
"Aklı ermez"
diye çevirdiğimiz sefih hukuk dilinde, "malını akıllıca kullanma
yeteneğinden mahrum bulunan insan" anlamında kullanılır. Böyle kimseler
için bir vasî tayin edilir. Normal durumlarda çocukların velileri aynı zamanda
vasileridir. Vasî kısıtlının malını korur ve akıllıca nemalandınr, bu arada
onun ihtiyaçlarının da bu maldan karşılanmasını sağlar. [21]
6.
Çocukların evlenme çağına gelmeleri, normal hallerde reşîd olmalarının, yani
rüşd dönemine girmelerinin de zamanıdır. Ancak evlenme yaşı geldiği halde
riişdün hâsıl olmaması veya riişd hali görüldüğü halde yaşın gelmemiş olması da
mümkündür. Bu sebeple âyet malın teslimini iki şarta bağlamıştır: a) Evlenme yaşının
gelmesi. Müctehidlere göre bu, on beş-on dokuz yaşları arasında değişmekte,
bazılarına göre kızlarla erkek çocuklar için farklı yaşlar öngörülmektedir. Devlet
ictihadlar arasından birini seçerek kanunlaştırma ve uygulamayı buna göre yapma
imkânına sahiptir, b) Fiilen riişdün yani malı akıllıca kullanma yeteneğinin
oluşmasıdır. Veliler ve vasiler uygun vasıtalarla kısıtlıları deneyecekler,
riişdün oluştuğuna kanaat getirdiklerinde şahitler huzurunda mallarını, artık
reşîd olan sahiplerine teslim edeceklerdir.
Kısıtlıların mallan
üzerinde tasarrufta bulunan vasilerin, ihtiyaçları bulunduğu takdirde, örfe
veya kanuna göre bu maldan uygun bir pay yahut ücret almaları caizdir.
İhtiyacın bulunmaması halinde hem kısıtlının hem de cemiyetin menfaatine olan
bu işin ücretsiz, hasbî olarak, kamu yararı düşüncesiyle ve Allah rızası için
yapılması tavsiye edilmiştir. [22]
7.Ana-babanın ve
yakınların bıraktıklarından erkeklere pay vardır; yine ana-babanm ve akrabanın
bıraktıklarından kadınlara da pay vardır; azından çoğundan, belli pay. 8.
(Vâris olmayan) yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır
bulunurlarsa bundan, onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin. 9.
Geriye eli ermez, gücü yetmez çocuklar bıraktıkları takdirde korkacak olanların
(başkalarının yetimleri için de) kalpleri sızlasın; Allah'tan sakınsın ve doğru
söz söylesinler. 10. Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler şüphesiz
karınlarına ancak ateş dolduruyorlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe
gireceklerdir. [23]
7. Nisa
sûresi, başta kadınlar olmak üzere aile fertlerinin haklarını açıklamaya devam
ediyor ve bu âyetle bir Câhilİye adetini daha kaldırarak miras paylaşımında
adaletli bir düzen kovuyor. İslâm'dan önce Araplar mirastan kadınlara ve
kızlara pay vermezlerdi. Vârisler ya vasiyet ile ya da -vasiyet yok ise- güç ve
yaşa göre belirlenen erkeklerden ibaret idi. Doğumdan akraba olan erkeklerden
başka, evlât edinme ve kan kardeşliğine benzer kardeşlik sözleşmeleri yapmak
suretiyle ilişki kurulan erkeler de vâris olurlardı. Mekke döneminde
uygulanması mümkün olmadığı için miras taksimiyle ilgili bir değişiklik
yapılmadı. Medine'ye hicret edilince muhacirlerin birçok yakın akrabası -çoğu
müşrik olarak- Mekke'de kalmış oldular. Önce Hz. Peygamber'in "her bir
muhacire bir Medİneli müslüma-nı kardeş etmesi" sonucunda doğan yakınlık
(muâhât) ile karşılıklı sözleşme (mu-vâlât) miras hakkına sebep kılındı (bu
sûrenin 33. âyeti bu geçici durumla ilgilidir). Daha sonra Mekke'de kalan
akraba Medine'ye göçüp yeni doğumlarla da aileler genişleyince hedeflenen
düzenleme yapıldı ve kadınlar da dahil olmak üzere belli derecelere kadar
akraba olanlar birbirine vâris kılındı. İbn Abbas bu konuda şu önemli
açıklamayı yapmıştır: Bu âyetler gelip durumu değiştirmeden önce mi-ras erkek
çocuğa kalırdı, ana-babaya da vasiyet yoluyla mal bırakılırdı. Müslümanlar
Mekke'den Medine'ye göçünce, Hz, Peygamber'in muhacirlerle ensar ara-sında
kurduğu kardeşlik bağlantısı sebebiyle bu iki zümre arasındaki miras ilişkisi
devreye girdi. Sonra bu sûrenin 33. âyeti ve bunu açan 11 ve 12. âyetler gelince,
manevî kardeşlerin birbirine vâris olmaları hükmü kaldırılmış oldu. Artık manevî
kardeşler arasında geçerli olan ilişki iyi niyet, yardımlaşma, ikram ve İstenirse
vasiyet yoluyla mal bırakma şekline dönüştü[24],"Azından
çoğundan, belli pay" ifadesi, miras az olsun çok olsun hak sahiplerinin
belli paylarının bulunduğunu belirtmekte ve aşağıda açıklanacak olan miras
paylarının sahiplerine verilmesi konusunda titizlik gösterilmesi gerektiğine
işaret etmektedir. [25]
8. Bu âyet
hem sosyal adalet hem de İslâm'ın insanlara telkin ettiği merhamet, şefkat,
Özgecilik, karşılık beklemeden yardım gibi erdemlerin benzeri bulunmaz bir
örneğini sergilemektedir. Vefat edip az veya çok bir mal bırakan kimsenin, kanunî
mirasçıları yanında, mirastan payı bulunmayan uzak akrabası ve ko-nu-komşusu,
eşi-dostu arasında yoksullar ve hizmetçileri bulunabilir. Mirasçı akraba ölüm
acısını -yerini doldurmasa bile- miras payı ile bir dereceye kadar telâfi
ederler. Ölen kişi yakınları, sevdikleri veya velinimetleri olarak diğerlerinin
de kaybıdır. İşte bu kaybı kısmen telâfi etmek ve miras paylaşımı vesilesiyle
muhtaçları nasiplendirmek için âyette zikredilen kimselere mirastan pay
verilmesi ve gönüllerinin alınması tavsiye edilmiştir. Bu tavsiyeye uyulduğu
takdirde nispeten uzak oldukları için mirasçı olamayan akraba ve diğer
ilgilileriyle mirasçılar arasına soğukluk, kıskançlık, dışlanmışlık gibi
olumsuz duyguların girmesi de önlenmiş olacaktır.
Bu âyetin, aşağıda
gelecek olan miras âyetleriyle neshedildiğini (hükmünün kaldırıldığını)
düşünenler olmuşsa da arada bir zıtlık, bir çelişki bulunmadığından; yani hem
mirasçı olmayan yakınları ve yoksulları mirastan bir şeyler vererek nasiplendirmek
hem de -mirasın, geri kalan büyük kısmından- mirasçıların paylarını vermek
mümkün olduğundan nesih hükmüne varmak isabetli bulunmamıştır. Bu-hârî'nin
nakline göre İbn Abbas da bu âyetin hükmünün yürürlükten kaldırılmadığım
(mensuh olmadığını), uygulamaya açık bulunduğunu ifade etmiştir[26].
Uzak akrabaya ve
yoksullara mirastan bir miktarın dağıtılmasının hükmü (bunun farz mı, tavsiye
mi olduğu) konusu da tartışılmıştır. Mezhep imamlarının da dahil bulunduğu
çoğunluk bunun farz değil, gönüllü bir tasadduk olduğunu, zekâttan başka
mecburi sadaka yükümlülüğünün de bulunmadığını göz önüne alarak "Verilmesi
güzel olur, menduptur" deyip âyeti böyle yorumlamışlardır. Ayrılacak bir
miktarın zikredilen kimselere dağıtılmasının mecburi olduğunu söyleyen
müc-tehidler de vardır.
Danışmalar sonunda belirlenecek
uygun bir miktarın belli bir fonda toplanması ve genellikle yoksullarla talep
eden uzak akrabaya sarfedilmesi, bu ilâhî emrin bir düzen içinde uygulanmasını
sağlayabilecektir. [27]
9. Bu
vesileyle yetimler konusuna bir daha dönülmüştür. Çünkü yetimler hem
miraslarını tam olarak alma hem de mallarının korunması ve reşîd olduklarında
bu malların kendilerine teslim edilmesi konularında korunmaya, gözetilmeye
muhtaçtırlar. Etkili olsun diye hitap, insanların vicdanlarına yöneltilmiş
"Yetimleri kendi çocuklarınız olarak düşünün" denilmek istenmiştir;
geride bıraktığı yetimlerinin haksızlığa uğrayıp perişan olmalarına kim razı
otur! Veliler ve vasiler bugün başkasına olanın yarın kendilerine olacağını
bilmeli, yeryüzünde haksızlık bulundukça ondan bir gün kendilerinin ve
çocuklarının da zarar göreceğini unutmamalıdırlar. [28]
11. Allah size,
çocuklarımı hakkında erkeğe, iki kadın payı kadar (vermenizi) emreder. İkiden
fazla kadın iseler bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa
yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mirastan altıda
bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-baba-sı ona vâris olmuşlarsa
anasının hakkı üçte bîrdir. Ölenin kardeşleri varsa anasının payı, vasiyetten
ve borçtan sonra altıda birdir. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda
bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından
konmuş paylardır; şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir. 12. Yapacaktan
vasiyetten ve borçtan sonra, eşlerinizin, çocukları yoksa, bıraktıklarının
yarısı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir.
Çocuğunuz yoksa sizin de, yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra,
bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde
biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının, anası, babası ve çocukları
bulunmadığı halde malı mirasçılara kalırsa ve bir erkek yahut bir kız kardeşi
varsa, vasiyetten ve borçtan sonra her birinin payı altıda birdir. Bundan
fazla iseler üçte bire ortaktırlar. Kimse zarar görmesin; Allah'ın hükmü budur.
Allah her şeyi bilendir, hilim sahibidir. 13. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır.
Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse Allah onu, zemininde ırmaklar akan
cennetlere koyacaktır, orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kazanç budur. 14.
Kim de Allah'a ve Peygamberi'ne itaatsizlik eder ve sınırlarını aşarsa Allah
onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar, onun için alçaltıcı bir azap vardır. [29]
11-12.
Sahâbîlerden Câbir (r.a.) hastalanmış, kendini bilmez halde yatarken
Resûlullah, yanına Hz. Ebû Bekir'i de alarak onu ziyarete gitmişti. Abdest
aldı, hastanın yüzüne biraz su serpti. Kendine gelen Câbir Resûlullah'a,
"Malım hak-kında ne yapayım?" diye sorunca miras âyetleri nazil oldu[30].
İslâm hukukunda
mirasın (terike) nasıl taksim edileceği geniş ölçüde Kur'ân-ı Kerîm'de, bu
âyetlerle sûrenin sonundaki 176. âyette açıklanmıştır. Sünnet ve ic-mâ
delilleri de bu âyetlerde yeterince açıklanmamış olan kısımların hükmünü
açıklığa kavuşturmuştur.
Ölenin anası, babası,
oğlu, kızı, kardeşi gibi bazı yatanlarının hisseleri bu âyetlerde ve birkaç
hadiste belirlendiği ve açıklandığı İçin bunlara "belli payların
sahipleri" mânasında ashâbü'l-ferâiz denilmiştir. Tek başlarına olunca
mirasın tamamını, bunlarla beraber olunca geri kalanı alan akrabaya ise asabe
denir. Meselâ ölenin oğlu tek başına bulunsa mirasın tamamını alır, ölenin
karısıyla (oğulun anası veya analığı) bulunduğu takdirde ise bunun sekizde bir
hissesinden geri kalan sekizde yediyi alır. Ashâbü'l-ferâizin birbirine ve
asabeye göre değişen ve paylarını etkileyen durumlarına ha) denir ve böyle
kırk hal vardır. [31]
11. âyette
tek kızın ve ikiden fazla kızın paylan belirlenmiş, ancak iki kızın payı ifade
edilmemiştir; müctehidler ve müfessirler iki kızın payının da -İkiden fazlası
gibi- üçte iki olduğu sonucuna varmışlardır. Çünkü âyetin başında "Erkeğe
iki kadınınki kadar pay vardır" buyurulmuştur, erkeğin bu payı (ölenin bir
kızı ve bir oğlu olsa oğlunun alacağı pay) üçte iki olduğuna göre -erkek
bulunmadığında da- iki kadının payının üçte iki olduğu buradan anlaşılmaktadır,
öteden beri uygulama da böyle olmuştur.
İlgi çekici bir husus
da miras taksiminde kadının payının esas alınması ve erkeğin alacağı payın
buna göre belirlenmesidir. Bu açıklama şekli bize, kadının mirastan pay
almasını sağlayan önemli inkılâbın pekiştirilmesine yönelik gibi gözükmektedir.
"Babalarınız ve
oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu
bilemezsiniz" ifadesi, İslâm'da miras taksiminin şahsî duygulara ve tercihlere
göre değil, akrabalık bağına ve bu bağın cemiyet ve aile hayatında sağladığı
faydalara göre belirlendiğini göstermektedir. Mirasın akrabalık bağına dayanması
ve bunun da akraba fertleri arasında farklı bulunması, payların da buna göre az
veya çok olmasını gerektirmektedir. "Aralarında rahim bağı bulunanlar Allah'ın
hükmüne göre birbirlerine daha yakındır" (Enfâl 8/75) mealindeki âyet de,
usul veya fürû olma bakımından aynı çizgi üzerindeki (aynı derecedeki) yakın akrabanın
uzağını mirastan mahrum edeceğine (hacb kaidesi) ışık tutmaktadır.
Miras hakkında ya
kandan ve doğumdan ya da evlenmeden oluşan yakınlık esas alındığı için evlât
edinme, kardeşlik sözleşmesi, sırf vasiyete dayalı-miras paylaştırma usulleri
ortadan kaldırılmıştır.
Miras paylaşımında
kadınların yan erkek hissesi kadar pay almaları ilk bakışta bazı kimselere
ters gelmiş, "Kadının daha fazla pay alması gerekildi" gibi
düşünülmüş, müslüman olmayan bazı yazarlar da bu bakımdan İslâm miras hukukunu
tenkit etmişlerdir. Halbuki konuya, İslâm'ın getirdiği yükümlülükler bütünü,
nimet-külfet dengesi gibi başka unsurlar göz önüne alınarak bakıldığında bu
dağıtım şeklinin adalet ve hakkaniyete daha uygun olduğu görülmektedir. Şöyle
ki:
a) Bütün
durumlarda kadının payı erkeğinkinin yarısı kadar değildir. Çocukları da
bulunan bir ölünün mirası paylaştırılırken anası ile babası hayatta iseler
bunların paylan altıda birer olmak üzere eşittir. Dede ve nine de böyledir.
Anası bir olan kardeşler birden fazla iseler mirasın üçte birini -erkek ve
kadın- eşit olarak paylaşırlar. Bu eşit paylaştırmada ya mirasçının ölü ile
ilişkisi ya da onu ölüye bağlayan vasıta göz önüne alınmıştır.
b) Aynı
derecede erkekle kadın akraba yan yana geldiğinde erkeğe, iki kadın hissesi
kadar pay verildiği durumlarda aile ve kamu yaran ile malî yükümlülükler göz
önüne alınmış ve buna göre bir denge kurulmuştur. Bugün daha ziyade Batı
toplumlarında durumun kısmen değiştiği gözlenmekte olsa bile geçmiş zamanlarda
erkekler, ticarî tecrübe, bilgi birikimi ve toplumsal aktivite gibi imkân ve konumlan
itibariyle servetin rasyonel kullanılışına kadınlardan daha yatkın olmuşlardır.
Âyette, bu gibi objektif şartlar dikkate alınarak, içinde toplumun da hakkı
bulunan servetin, daha çoğunun üzerinde tasarruf hakkı erkeğe verilmek
suretiyle servetin korunması, iyi idare edilmesi, aile ve toplumun ondan âzami
derecede istifade etmesi amaçlanmıştır.
c) Tasarruf
ve idare bakımından mirasın çoğuna erkekler hükmetmekte iseler de bizzat
faydalanma bakımından kadınlar daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü kadınlar,
erkeklerin aldıklarının yarısını almakla beraber bu yanda başkalarının -meselâ
kocalarının, erkek kardeşlerinin- tasarruf, müdahale ve istifade haklan yoktur.
Kadınlar bu hisseyi istedikleri gibi kullanırlar. Evlenirken düğün masrafı,
mehir (kocanın karısına vereceği veya borçlanacağı teminat akçesi), evlendikten
sonra ailenin geçiminin temini hep erkeğe yüklenmiştir ve bu vesileyle kadınlar,
erkeklerin aldtklan mirastan da istifade etmektedirler. Hesaplandığında
görüleceği üzere kadınlar, mirasın üçte birine mâlik olduklan halde
faydalandıktan pay yaklaşık olarak üçte ikiyi bulmaktadır. Aynca erkeklerin
askerlik, belli dereceye kadar muhtaç akrabanın nafakasını temin, kaza
tazminatı (diyet) ödemesine katılma gibi -kadınlar için söz konusu olmayan-
malî yükümlülükleri de vardır.
d) İslâm
miras taksimini tenkit edenlerin dikkat etmeleri gereken bir husus daha vardır:
Eski Roma, Yunan, Mısır, Hint, İran, Çin ve Arabistan'da kadınlar mirastan tamamen mahrum bulunuyorlardı; miras
taksiminde ulaşılmak İstenen amaç, servetin ailede kalması, başka ailelere
intikal etmemesi idi. Ortaçağ'dan sonra Batı'da, kadınlarla erkeklerin mirastan
eşit pay almaları için bazı hukukî düzenlemeler yapıldı, kanunlar çıkarıldı.
Ancak bu defa kadınların, mallan üzerinde serbest tasarruf haklarına
sınırlamalar -özellikle erkeklerin izni şartı- getirildi. Buna karşı yem
zamanlarda yapılan mücadeleler sonunda genellikle elde edilen sonuç, mülkiyet
ve tasarrufta eşitlik olabildi. İslâm'ın daha baştan verdiği hak ise mülkiyet
bakımından kadına üçte bir olan, fakat tasarruf ve istifade bakımından üçte
ikiyi bulabilen bir miras payıdır.
11 ve 12, âyetlerde
birkaç kere tekrarlanan "vasiyet ve borçtan sonra" ifadesi hem bu
ikisinin, taksime nispetle önceliğine hem de önemine işaret etmektedir. Bu
talimata göre önce ölünün borçlan Ödenecek, sonra vasiyeti yerine getirilecek,
daha sonra da kalan miras paylaştırılacaktır. Hadisler ve icmâ, vasiyeti
mirasın üçte biri ile sınırlamış, vârislere vasiyet yoluyla mal bırakmayı da
yasaklamıştır. Te-rikenin üçte ikisi vârislerin mahfuz hisseleridir. Ölen
mâlik, malının üçte birinden fazlasmı yabancılara (vâris olmayanlara) veya bir
hayır kurumuna vasiyet etmiş olsa bile -vârisler razı olmadıkça- bu vasiyetin
üçte biri aşan miktarı geçerli değildir.
Vâris olamayan akraba
İle yetimlerin mirastan faydalandırılmaları, ayrıca nafaka, zekât, kurban,
fıtır sadakası, üçte birle sınırlı vasiyet, ihtiyaç devam ettiği müddetçe -zekât ödenmiş olsa bile-
yoksulların servet üzerindeki hakları ve bunlara ek olarak adaletli bir sekile
sokulmuş olan miras taksimi, İslâm'ın öngördüğü sosyal adalet ve refahın
sağlanmasında rol oynayan önemli kural ve kurumlardır.
13 ve 14. âyetlerde,
yukarıda belirtilen buyruk, yasak ve tavsiyelerin Allah Teâlâ tarafından
konulmuş sınırlar olduğu, Allah ve Resulüne itaat edenlerin âhi-rette büyük
mükâfatlara nail olacakları, onlara itaatsizlik edip Allah'ın koyduğu sınırları
aşanların ise ağır cezalara çarptırılacağı vurgulanmıştır. [32]
15. Kadınlarınızdan
çirkin fiilde bulunanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik
ederlerse, o kadınları ölüm ahp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya
kadar evlerde tutun. 16. İçinizden bu çirkin fiili işleyen ikilinin canlarını
yakın. Eğer tövbe eder, durumlarını düzeltirlerse artık onlara eziyet etmekten
vazgeçin; çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden, çok esirgeyendir. [33]
15-16. Nûr
sûresi hicrî 6. yılda, Nisa sûresi ise 4-6. yıllar arasında vahyedil-miştir.
Fuhşun çeşitlerine göre cezalarının belirlendiği bu iki sûrenin ilgili âyetleri
bir yandan birbirini tamamlamış; diğer yandan -muhtemelen- sonra gelenler, önceki
gelenlerin bir kısım hükümlerini değiştirmiştir (nesih veya tahsis etmiştir).
Âyetlerin açıklamaya muhtaç kısımlarını da hadisler açıklamış, böylece fuhuş
suçuyla ilgili bazı cezaların kaynağını sünnet ve buna dayalı sahabe icmâı
teşkil etmiştir.
"Çirkin
fiil" diye tercüme ettiğimiz fahişe kelimesi Kur'an'da, hemcinsler
arasındaki cinsel ilişki için de kullanılmıştır[34].
Buradan hareketle âyetler lafızlarına uygun olarak yorumlandığında 15. âyette
kadınların kendi aralarında yaptıkları fuhuştan (sevicilik, lezbiyenlik), 16.
âyette de erkeklerin kendi aralarında yaptıkları fuhuştan (livâta,
homoseksüellik) bahsedildiği anlaşılmaktadır. Nûr sûresinin 2. âyetinde ise
kadınlarla erkekler arasında yapılan fuhuş (zina) suçunun hükmü açıklanmıştır;
şu halde suçların cezalarıyla ilgili hükümlerde bîr değiştirme (nesih) söz
konusu değildir. Nitekim İsfahanlı müfessir Ebû Müslim (ö. 323/935) âyetleri
böyle anlamış, Muhammed Abduh ve Reşîd Rızâ da el-Me-nâr'da[35] bu
anlayışı desteklemişlerdir. Buna göre:
a)
Seviciliğin cezası kadınları evlerde hapsetmektir; "Allah'ın onlara bir
yol açması" ise hallerini düzeltmeleri ve erkeklerle evlenmeleridir.
b) Livata
suçunun cezası, bunu yapanlara söz ve fiille eziyet çektirmek, onlara maddî ve
manevî olarak acı vererek canlarını yakmak, böylece bu iğrenç fiili işlemekten
vazgeçmelerini sağlamaktır. Ceza olarak ne söyleneceği, ne yapılacağı âyette
açıklanmamış, ictihad ve uygulamaya bırakılmıştır.
c) Kadınla
erkek arasında yapılan fuhuşun cezası ise Nûr sûresinde (24/2) açıklandığı
üzere yüzer sopa vurmaktır.
Bu anlayış ve yorum,
âyetlerin lafzî ifadesine uygun olmakla beraber konuyla ilgili hadisler ve
uygulama göz önüne alınınca birçok cevapsız soru ve çözülmemiş problem
doğmaktadır. Yukarıdaki anlayışı ortaya koyanlar ve onu destekleyenler bu
problemleri, ilgili hadislerin sahih olmadığını ileri sürerek veya "Hadisler
daha önceki dinlere veya örfe dayalı uygulamayı aksettirmektedir, âyetler gelince
bu üygulâralar terkedilmiştir" şeklinde te'viiler yaparak[36]
çözme yoluna gitmişlerdir. Ancak gerek homoseksüel ilişki ve gerekse evli
erkeklerin ve kadınların zinası için öngörülen ağır cezaların -Nûr sûresi
geldikten sonra da- asırlar boyunca uygulandığı, yüz sopa cezasının ise evlilik
hayatı yaşamamış (muhsan olmayan) erkekle kadının zinasına tahsis edildiği
bilinmektedir. İlgili hadislerin sahih olmadığını söylemek, hadis ve usul
ilminde yerleşmiş kaidelere göre kolay ve isabetli değildir. Bu hadislerde
geçen ifadeler de bu hükümleri açık biçimde içermektedir. Şöyle kî:
a) İbn Abbas, "Allah'ın açtığı yoF'un,
getirdiği çözümün "Evlilerin zinası için recim (taşlayarak öldürmek),
bekârların zinası için İse yüz sopa" olduğunu belirtmiştir[37].
b) Hz.
Peygamber "Allah'ın açtığı yoF'un evli zânîler için recim, bekâr zânî-ler
için İse yüz sopa olduğunu açıklamıştır[38].
c) Yine
Resûlullah, Allah'tan başka tanrı olmadığına ve kendisinin Allah'ın elçisi
olduğuna iman eden kimseler arasında sadece üç büyük suçtan birini İşleyenlerin
ölüm cezasına çarptırılacağını belirterek bunlardan birinin de zina eden
"evlilik yaşamış" kadın ve erkek olduğunu belirtmiştir[39]. Bu
hadis evlilik hayatı yaşamış bulunan kimseler için zina cezasının ölüm
olduğunu açıkça ifade etmektedir.
d) Hz.
Peygamber hayatta iken, onun bilgisi dahilinde ve verdiği hükme dayanan birden
fazla recim cezası uygulanmıştır. Bunların bir kısmı müslüman kadınlarla ve
erkeklerle, bir kısmı ise -kendi istekleriyle bir hakim olarak Hz. Pey-gamber'e
başvurdukları için- bu konuda onun hüküm vermesini isteyen yahudiler-le
ilgilidir[40]. Yahudiler, zina eden bir
kadınla erkeğin davasını Resûlullah'a getirdiklerinde o, Tevrat'ta bunun
cezasının ne oluğunu sormuş, yahudiler gerçeği gizleyerek sopa cezasından bahsetmişlerdi.
Yahudi iken müslüman olan Abdullah b. Selâm'in müdahalesi ve Tevrat'taki
yerini göstermesi üzerine yahudiler onu doğrulamak mecburiyetinde kalmışlar,
Hz. Peygamber de gereğinin yapılmasını emretmişti[41].
Bugün elimizde bulunan Tevrat'ta da recim cezasına yer verildiğini görüyoruz[42].
e) Hz.
Peygamber'in irtihalinden sonra Râşid Halifeler devrinde evlilere zina cezası
olarak recim uygulanmıştır[43].
f) Hz. Ömer
recim cezasının Allah Teâlâ tarafından Peygamberine bildirildiğini, bunu âyet
gibi okuduklarını, ihmal edilmemesi gerektiğini -önem verdiğini gösteren bir
tavır ve üslûp içinde- açıklamıştır[44].
Bu açık ifadeler ve
uygulama karşısında müetehid ve müfessirlerin kahir ekseriyeti, evli iken zina
eden kadınların ve erkeklerin cezalarının recim olduğu hükmünde
birleşmişlerdir. Buna göre eziyet etme ve hapsetme cezalarının yerine gelen
sopa cezası âyetle, recim cezası ise hadisle belirlenmiştir. Âyetin âyeti
neshet-mesinin caiz olduğunu benimsemiş bulunan usulcütere göre burada bir
problem yoktur. Ancak Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, 15. ayetin getirdiği cezanın
muvakkat olduğunu ("Allah bir yol açıncaya, başka bir çözüm getirinceye
kadar" buyuruldu-ğunu) göz önüne alarak burada nesihten söz edilemeyeceğini,
belli bir müddete kadar geçerli olan hükmün, o müddet dolunca zaten ortadan
kalktığını, bundan sonra geçerli olacak hükmün de açıklandığını ifade etmiştir
(1,354). 16. âyete gelince buradaki hükmü değiştiren bir âyet, bir de sünnet
vardır. Âyet bekâr suçlular için sopa cezasını koymuştur, sünnet ise bunu teyit
ettikten sonra evlilerin zina suçu için recim cezasını getirmiştir. Burada
recmi kabul edenler, zaruri olarak sünnetin âyeti neshini de kabul etmiş
olmaktadırlar. Usulcülerin büyük çoğunluğu, mütevâtir (başından itibaren yalan
üzerinde birleşmelerini aklın kabul edemeyeceği ölçüde çok sayıda kişi
tarafından rivayet edilmiş) sünnetin âyeti neshedebilece-ği kanaatindedir. Ebû
Bekir İbnü'l-Arabî recmi bildiren hadislerin mütevâtir geldiğini ileri
sürmektedir (I, 361). Bazı usul eserlerinde İmam Şafiî'nin, sünnetin Kur'an'la
neshedİlebileceği kanaatinde olduğu belirtilmekle beraber, kendi eserinde sünnetin
Kur'an'ı, aynı şeklide Kur'an'ın da sünneti hiçbir şekilde neshedeme-ceğini
savunmaktadır[45].
Sopa ve recim cezası
gelmeden önce inen 15 ve 16. âyetlerin hükmü "kadınların veya erkeklerin
kendi cinsleri arasındaki cinsî ilişkiler içindir" denildiği takdirde
nesih problemi ortadan kalkar. Geriye Nur sûresinin 2. âyetindeki sopa cezasının
evli zina suçlularım da kapsamına alıp almadığı konusu kain". "Bu
âyet bekâr zina suçluları içindir" diyenler recmi getiren hadislere
dayanıyorlar. Bize göre bu hadislerin uydurma olduğunu söylemek -usule göre-
mümkün olmamakla beraber getirdikleri recim cezasıyla ilgili bazı sorular ve
problemler de yok değildir:
a) Recim
cezası İslâm'dan önce vardır ve uygulanmıştır, İslâm'ın getirdiği, başlattığı
bir ceza değildir.
b) Zina
cezalarının daha hafif olanları Kur'ân-ı Kerîm'de yer aldığı halde recim
cezasına Kur'an'da yer verilmemiştir. 25. âyette gelecek olan mümin cariyelerle
ilgili "Evlendikten sonra fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların
cezasının yansı gerekir" mealindeki ifade, hür ve evli kadınların zina
cezalarının da yüz sopa olduğuna işaret etmektedir. Çünkü yüz sopanın yansı
uygulanabilir, fakat recim (ölüm) cezasının yansından söz edilemez.
c) Hz.
Peygamber, hayatında uygulanan birkaç recim cezasında hazır bulunmamış, infazı
başkalarına havale etmiştir. Suçun ispatı bu vak'aların tamamında suçlunun
itirafıyla hâsıl olmuş ve ceza, müslüman suçluların ısrarla günahtan temizlenmeyi
istemeleri üzerine infaz edilmiştir.
d)
"Zina ettim, beni cezalandırarak temizle" diye gelen müslümanlan Hz. Peygamber
Önce geri çevirmiş, söylediklerini duymamış gibi davranmış, ısrar etmeleri
üzerine kurtarıcı telkinlerde bulunmuş, "Deli mi, içmiş mi, yaptığı zina
olmadığı halde öyle mi sanıyor?" demiş, bütün bunlara rağmen ısrar
ettikleri için cezalandırma yoluna gitmiştir[46].
e) Mâiz
isimli sahâbî, infaz başlayınca can acısıyla kaçmaya başlamış; arkasından
yetişen infazcılar onu öldürmüşlerdi. Dönünce durumu Hz. Peygarnber'e
anlatmışlar. O da "Keşke bıraksaydınız! Tövbe ediyor, Allah da onu kabul
buyu-ruyordu" demiştir. Sahabenin recmedilen müslümanlar hakkında ileri
geri konuşmaları karşısında da, "O öyle tövbe etti ki bir ümmete
paylaştınlsa her bir ferdine yeterdi"; başka bir rivayete göre, "O
öyle bir tövbe etti ki, Medine halkından yetmiş kişiye paylaştınlsa
-bağışlanmaları için- yeterdi" buyurmuştur[47]. İbn
Teymiyye, İbn Kayyim gibi fıkıhçılar bu hadislere dayanarak tövbe eden,
kendiliğinden gelip suçunu itiraf eden suçlulara cezayı uygulayıp uygulamama
konusunda ülü'l-emrin serbest olduğu sonucuna varmışlardır[48].
f) Recim
cezasını getiren hadiste Hz. Peygamber,"... Bekârlar için yüz sopa ve bir
yıl da sürgün, evli veya evlilik geçirmiş kimseler için yüz sopa ve recim"
ifadesini kullanmıştır[49].
Müctehidler bu hadiste geçen cezaların İkisi hakkında farklı görüş, anlayış ve
değerlendirme getirmişlerdir: 1. Kadının başka bir yere sürülmesi, 2. Recim
yanında bir de sopa cezasının uygulanması. Hadiste bu İki ceza da yer aldığı
halde bunlar uygulanmaz diyen müctehidler olmuştur. Hatta Ebû Hanîfe'nin,
"sürgün cezasının had (değişmez, kanunî ceza) değil, uygulaması
yöneticilere bırakılmış ta'zir cezası nevinden olduğunu" söylediği
nakledilmiştir[50]; yani Kur'an'da olan ceza
had, sünnetin getirdiği ilâve ceza ise ta'zir olarak değerlendirilmiş
olmaktadır.
Yukarıdaki altı madde
bizi şu sonuca götürmektedir: Recim cezası -mutlaka ve değişmez olarak
uygulanacak- hadlerden değildir. İslâm'dan Önce de uygulandığı için İlk İslâm
topluluğunun tanıdığı, yadırgamadığı, cay dinci bulduğu bir ceza çeşididir. Bu
sebeple Hz. Peygamber çok az da olsa bu cezanın uygulanmasına izin vermiştir.
Sonuç olarak evlilerin zina suçlarının had nevinden cezası, bekârla-nnki gibi
yüz sopadır. Recim ise kamu düzeni ve suçların önlenmesi ilkelerinin gereğine göre
uygulanıp uygulanmaması, usulüne göre ümmetin alacağı karara bırakılmış,
ta'zir nevinden bir cezadır. Cezaların çoğu gibi bu cezalar da ispat ve infazdan
önce tövbe etmekle (pişmanlık göstermek ve ıslâh-ı hal etmekle) ülü'1-emir
tarafından düşürülebilir. [51]
17. Allah'ın kabul
edeceği tövbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden pişmanlık
getirenlerin tövbesidir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder; Allah her
şeyi bilendir, hikmet sahibidir. 18. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden
birine ölüm gelip çattığında "Ben şimdi tövbe ettim" diyenlerle kâfir
olarak ölenler için kabul edilecek tövbe yoktur. Onlar için acı bir azap
hazırlamışızdır. [52]
17-18.
Önceki âyetin sonunda zina suçu işleyenlerin tövbesinden söz edildiği için bu
iki âyette gerçek, samimi, kabule şayan tövbe'nin ne olduğu ve ne olmadığı
açıklanmıştır. Buna göre insanlar hak dine inanan ve inanmayanlar diye ikiye
ayrılır. Hak dine inanmayanların tövbesi ona iman etmektir; iman, daha önceki
inkarcılıkla o hal içinde işlenmiş günahların bağışlanmasını sağlar. Hak dine
inananlar bilerek ve isteyerek günah işlemiş olurlarsa bunların tövbesi de
yaptıklarından pişmanlık duymaları, samimi olarak Allah'a yönelip bir daha
günah işlememek üzere söz vermeleriyle gerçekleşir.
Âyette geçen
"bilmeden" ifadesi, "yapılanın kötülük veya günah olduğunu
bilmeden" mânasında olmayıp, "bildiği halde iradesine hâkim olamayan,
bilgisini uygulamayan, nefsine uyup kötülük yapan" mânasında
kullanılmıştır. İnsanlar yaşadıkları müddetçe tövbe kapısı açıktır. Ne zaman
akılları başlarına gelir ve tövbe ederlerse Allah'ın, vaadinin gereği olarak bu
tövbeyi kabul buyurması ve günahkâr kullarını affetmesi umulur, lütfundan
beklenir. Günahkâr kişi hayatının son saniyelerine kadar tövbe etmez, dünya
hayatından ümit kestikten ve gayb âlemine dahil bulunan berzah ve âhiretle
ilgili bazı gerçekleri gördükten, hissettikten sonra henüz can vermeden tövbe
ederse, bu tövbenin sebebi, gayba imana dayalı samimi pişmanlık olmayıp yüz
yüze gelinen cezadan kurtulmaya yönelik bulunduğu, tekrar kulluk ve itaat
imtihanına fırsat da kalmadığı için kabul edilmeyecektir. Kabul edilmeyen bir
başka tövbe de hayatını, hak dini inkâr içinde geçirdikten sonra ölen ve âhiret
âlemini gördükten sonra pişmanlık duyanların tövbesidir. Bu da gayba iman ve
samimi pişmanlıktan kaynaklanmadığı için Allah tarafından kabul
edilmeyecektir. Bu hükmü teyit eden başka âyetler de vardır[53].
19. Ey iman edenler!
Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik
yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için kendilerini
boşanmaktan engellemeyin. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız,
Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış
olabilirsiniz. 20. Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak
isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir
şeyi geri almayın. Siz onu, iftira ederek ve apaçık günah işleyerek mi geri
alacaksınız! 21. Aramzda beraberlik yaşadığınız ve onlar sizden sapasağlam bir
söz de aldıkları halde mi onu geri alacaksınız! [54]
19.
"Kadınlara zorla vâris olmak" ya kendileri veya malları için söz
konusu olmaktadır. İslâm'dan önce her ikisi de yapılmakta idi. Birincisi, ölen
kimsenin büyük oğlunun -kendisinin öz annesi değilse- onun karışma (üvey
annesine) sahip olması şeklindeydi. O dönemde ölen kişinin, karısıyla
evlenecek, başka eşinden oğlu yoksa ya kadın elini çabuk tutup kaçar, baba
tarafına sığınır ve kurtulurdu ya da ölenin erkek yakınlarından birisi erken
davranıp gelir, kadının üzerine elbisesini atar ve böylece ona sahip olurdu.
İkincisi kadının kendine değil, malına zorla vâris olmaktır. Bu da iki şekilde
olmakta İdi: a) Kocası karısını sevmediği ve ona İlgi göstermediği halde boşamaz,
nikâhı altında iken ölmesini ve malının kendisine kalmasını beklerdi, b)
Kadınları ve kızları velileri evlendirmezler, bekâr veya dul olarak vefat
etmelerini ve mallarının kendilerine kalmasını isterlerdi[55].
Birinci uygulamayı yansıtmak için âyetin ilk cümlesini "Kadınları zorla
miras olarak almayın" şeklinde tercüme etmek gerekir. Biz ikincisini esas
aldığımızdan bu cümleyi "Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl
değildir" seklinde çevirdik. Kadınlara karşı haksızlık ve zulüm demek olan
bu âdetler ve uygulamalar İslâm'da kaldırılmış, haklar sahiplerine
verilmiştir.
"Apaçık bir
edepsizlik yapmadıkça" kaydı iki şekilde anlaşılmıştır: Zina etmedikçe
veya evlilik hukukuna riayetsizlik etmedikçe. Birinci yoruma göre evli kadın
zina ederse kocası, ona verdiği mehir ve yaptığı masrafın bir kısmını geri
alabilmek için kendisini sıkıştıracak, rahatsız edecek, fakat boşamayacaktır.
Kadın bu rahatsızlık sebebiyle kocasına bir meblağ ödedikten sonra boşanma
imkânım elde edecektir. Yaptığı masrafın tamamını değil de bir kısmını geri
almasına izin verilmesinin sebebi, zina etmeden önce geçirilen evlilik hayatına
bîr bedelin aynl-masıdtr. Bazı müfessirler bu hükmün, yine zina suçuyla ilgili
bulunan Hân âyeti[56] ve
hadle (zina cezası) kaldırıldığım ifade etmişlerdir[57].
İspattaki güçlük sebebiyle zina cezasının uygulanmaması ve İhtiyarî olduğundan
liâna da başvurulmaması hallerinde bu âyetin uygulanma sahası bulunacağı için
nesih iddiasına katılmıyoruz,
İkinci yoruma göre
evli kadın iffetli olmakla beraber hak hukuk ve sınır tanımaz bir tutum içine
girerse (nüşûz) bu âyet kocaya, yaptığı masrafın ve ödediği mehrin bir kısmını
almak üzere sıkıştırma, rahatsız etme hakkı vermektedir. Bakara sûresinin 229.
âyetinde geçen "karı ve koca Allah'ın koyduğu sınırlara: riayet etme,
karşılıklı haklan koruma konusunda başarısız olmaktan korkârtarsa kadının bir
miktar malî fedakârlıkta bulunması ile evlilik hayatını sona
erdirmeleri"nİn bundan farkı, onun karşılıklı rızâya, bunun ise kocanın
sıkıştırmasına bağlı bulunmasıdır.
"Onlarla iyi
geçinin" şeklinde tercüme edilen kısım lafza daha bağlı kalınarak
"Onlara karşı mâruf çerçevesinde davranın" diye de çevrilebilir.
Ma'rûf "toplum tarafından bilinen, kabul edilen, hoş karşılanan, dine
göre de meşru ve makbul olan davranışlardır. Evlilik birliği içinde erkeklerin
ve kadınların karşılıklı haklan ve "yükümlülükleri vardır. Bu hak ve
yükümlülüklerin bir kısmı Kur'an ve sahih sünnet tarafından ortaya konmuştur,
bir kısmı ise toplumun örfüne, âdetine ve ahlâkına bağlı ve dayalı olarak
belirlenmektedir. İslâm öncesi Arap toplumunun örf ve âdetleri arasında
bulunan ve kadınlara karşı haksızlıklar ihtiva eden anlayış ve uygulamalar
naslarla kaldırılmış; bunların yerine, kadını ve erkeğiyle insan haysiyet ve
şerefine uygun olan hükümler getirilmiştir. İslâm'ın dinî, ahlâkî ve sosyal
hayatta gerçekleştirdiği inkılâba uygun olarak oluşan fıkıh ve ahlâk kurallarıyla
ümmetin örfü, âdeti evlilik birliğine de hâkim olmuş, erkekler ve kadınlar
birbirlerine karşı bu kurallar çerçevesinde davranmışlar, ilişkilerini buna
göre yürütmüşlerdir.
Erkeklerin kadınlara
karşı kötü davranışları (mâruf çerçevesini aşan muameleleri) her zaman
kadınların kusurundan kaynaklanmaz. Erkeklerin kötü huylu olmaları, başka
kadınlara meyletmeleri, zaman içinde eşlerinden soğumaları, hatta onlardan
nefret eder hale gelmeleri gibi sebepler de onları kötü davranışa itebilir; bu
âmillerin etkisiyle erkekler, kadınlarını boşamaya, evlilik hayatına son vermeye
karar verebilirler. Bu durumda Kur'ân-ı Kerîm'in tavsiyesi erkeklerin acele etmemeleri,
duygularını kontrol etmeleri; duyguya dayalı isteklerin her zaman insanlar
için hayırlı sonuçlar doğurmadığını, istenmediği halde yapılan veya katlanılan
şeylerin de bazan insan hakkında hayırlı olduğunu düşünmeleri, bu kabilden
tecrübeleri hatırlamaları, evlilik hayatını ve bu hayat içinde iyilik ve
adaletten ayrılmama çizgisini ellerinden geldiğince korumaya çalışmalarıdır. [58]
20-21.
İslâm'dan önce, kadının kusuru bulunmadığı halde ondan ayrılmak ve bir başka
kadınla evlenmek isteyen erkekler bir yolunu bulup ödedikleri mehri4e geri
almak isterlerdi. Bu durumda kadın hem eşini, yuvasını ve maişetini hem de bir
süre geçimine medar olacak menlini kaybetmiş olurdu. Erkeklerin bu amaçlarına
ulaşabilmek için kullandıkları yollardan biri de kadına iftira atmak, onu birtakım
kötü huy ve davranışlar İçinde göstermekti. Kadınlar bu tehdit karşısında yılar,
böyle bir lekeden kurtulabilmek için mehirlerini geri vermeye razı olurlardı.
İslâm, bu zalimce davranışları yasaklamış, evlenme akdini "ağır
sorumluluklar yükleyen bir ahid, sapasağlam bir sözleşme" olarak
nitelemiş, evlilik birliği içinde geçen güzel günlerin hâtırasını kirletmenin
çirkinliğine işaret etmiştir.
"Yüklerle mehİr
vermiş olsanız dahi" ifadesindeki "yüklerle" kelimesi, âyette
geçen kıntâr kelimesinin karşılığı olarak seçilmiştir. Arapça'da kıntâr,
Türkçe-miz'deki "çuvalla altın, bir çuval altın" deyiminde olduğu
gibi çokluktan kinayedir, kelimenin lügat mânaları arasında "bir öküzün
derisi doluşunca" mânası da vardır. Tefsircİ ve fıkıhçüar, "Kur'ân-ı
Kerîm'de, caiz olmayan bir şey örnek olarak da zikredilmez" kaidesinden
yola çıkarak ve bu âyete dayanarak kadınlara verilecek mehrîn üst sınırının
bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Gerçi Hz. Peygamber mehir konusunda aşın
gidilmemesini istemişlerdir, fakat bu bir tavsiyeden ibarettir ve imkânı
olanların çok mehir vermelerine engel değildir. İnsanların bu izni kötüye
kullanmaları ve mehir ödeme konusunda âdeta yarışa girmeleri yoksulların
evlenmelerini güçleştirdiği için Hz. Ömer, nıehrin üst sınırını 400 dirhem
(1280 gram) gümüş olarak belirlemeye karar vermiş, mescidde minbere çıkarak bu
kararını açıklamıştı. Bunu işiten Kureyşli bir kadın mescide gelip halifeye
itiraz etmiş, aralarında şu konuşma cereyan etmiştir:
-Ey müminlerin emîri!
Allah'ın kitabı mı yoksa senin emrin mi uygulama önceliğine sahiptir?
-Tabu ki Allah'ın
kitabı, niçin bunu soruyorsun?
-Sen biraz önce
insanların fazla mehir ödemelerini yasakladın, halbuki Allah Teâlâ kitabında
"... Onlardan birine yüklerle (çuvalla altın) mehir vermiş olsanız dahi
ondan hiçbir şeyi geri almayın" buyurmaktadır.
Bunun üzerine Hz.
Ömer, "Herkes Ömer'den daha bilgili" (bir başka rivayette)
"Doğru düşünen ve söyleyen bir kadın, hata eden bir başkan, Allah yardımcımız
olsun!" demiş; ardından tekrar minbere çıkarak mesciddekilere şunları
söylemiştir: "Sİzi, kadınlara mehir verme konusunda aşın gitmekten
menetmiştim. Herkes kendi malında dilediğini yapsın, serbestsiniz"[59].
Bu olay, yalnızca
kadınlara verilecek mehrin üst sınırının belirlenmesi konusunda değil,
İslâm'ın ilk yıllarında cemiyet içinde kadının konumu, rolü ve hakları
konusunda da önemli ipuçları vermektedir. [60]
22, Geçmişte olanlar
bir yana-babalarınran nikahladığı kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir edepsizliktir,
iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur. 23. Analarınız, kızlarınız, kız
kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş
kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları,
kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey
kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla birleşmemiş olursanız (evliliğiniz
son bulduğunda) kızlarını almanızda size bir sakınca yoktur. Kendi sulbünüzden
olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram
kılındı; ancak geçen geçmiştir, Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. 24.
Elinizin altında bulunan cariyeler müstesna evli bulunan kadınlar da size haram
kılındı; Allah'ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak, zinakâr
olmamak üzere mallarınızla (mehirle) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan
faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan metihlerini verin. Me-hir
kesiminden sonra karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah
ilim ve hikmet sahibidir. [61]
22. Buradan
itibaren üç âyette evlenme mânileri açıklanmaktadır. Hemen bütün dinlerde ve
beşerî hukuklarda belli derecelerdeki yakınlar arasında evlenme yasaklanmış, bu
yakınlık tarafların evlenmelerine mâni olarak değerlendirilmiştir. İslâm'a göre
evlenme mânileri bu âyetler yanında sünnet ve icmâ kaynaklarına da dayanmış, bu
kaynaklardaki açıklamalarla -aralarında evlenme akdi yapılması caiz olmayanlar
listesi- tamamlanmıştır. Buna göre erkeklerin evlenmeleri haram kılınan
kadınları (muharremât) şu sınıflarda toplamak mümkündür: t. 1.Usul.
Analar ve onların anaları...
2. Fürû.
Kızlar ve kız torunlar...
3. Belli
derecedeki yan hısımlar. İster ana-baba bir olsun, ister yalnızca anadan veya
babadan olsun kız kardeşler, halalar ve teyzeler, kız yeğenler.
4. Belli
derecedeki süt yakınları. Bir çocuk bir kadından süt emince kadın sütannesi,
kadının kocası sütbabası, kadının çocukları da sütkardeşleri olur ve emen
bunlarla evlenemez.
5. Evlenme ile oluşan (musâhere) hısımlar.
Bunlar İkiye ayrılmaktadır: a) Devamlı haram olanlar. Cinsî temas yapılmamış
olsa dahi nikâh yapılan zevcenin annesi (kayınvalide) ve onun annesi...
Nikahtan sonra cinsî temas da yapılmış olan zevcenin -daha önceki kocasından
olma- kızları ve bunların fazlan... Oğulların ve torunların eşleri (gelinler)
ve babaların eşleri (üvey anneler), b) Geçici olarak haranı olanlar. Zevcenin
belli derecedeki yakınlarını ikinci eş olarak almak. Bu yakınlığın sının şöyle
tespit edilmiştir: Zevcenin yakını olan kadının erkek olduğu var sayıldığında
birbiriyle evlenmeleri -akrabalık, dolayısıyla- caiz değilse bu iki kadını bir
arada nikahlamak da câİz değildir.
6.
Başkalarının nikâhı altında bulunan (fiilen ayn yaşasalar bile kocalarının veya
hakemlerin ve hâkimin boşamadığı, ayırmadığı) kadınlar.
19. âyette kadınlara
zorla vâris olmak yasaklanırken babalann eşleriyle (üvey analar) -onlar
istemediği halde- evlenmek de yasaklanmıştı. Bu âyette konuya açıklık
getirilmiş ve taraflar İstese bile üvey analarla evlenmenin yasak olduğu bildirilmiştir.
Akrabalığın ve
hısımlığın evlenmeye engel olması kaide olarak bütün dinlerde, hukuk ve ahlâk
sistemlerinde vardır. Sınırların geniş veya dar tutulması bu sistemlerin
oturduğu temel inanca, felsefeye, sistemin insan fıtratı ve tabiatıyla ilişkisine,
fuhuş anlayışına ve aileye verdiği öneme bağlı olmuştur. İslâm'a göre cemiyetin
çekirdeği ailedir, ailenin ilgi ve dayanışma açısından geniş tutulması öngörülmüştür.
Bu geniş aile çerçevesi içinde bir kısım fertlerin birbiriyle ilişkisi ve
birlikteliği daha çok olacaktır. Farklı cinsten iki ferdin çeşitli durumlarda
bir arada olmaları şehvet İçgüdüsünün harekete geçmesine, meşru olmayan cinsî
ilişkilerin vukuuna sebep olabilecektir. Bu olumsuz gelişmeyi engellemek üzere
-aile fertlerinin birlikteliğini sınırlamak yerine- cinsî ilişkinin evlenmek
suretiyle olması dahi yasaklanmış; böylece birbirlerine, geleceğe yönelik,
muhtemel kan-koca olarak bakmaları ihtimali de ortadan kaldırılmıştır.
"Babalarınızın
nikahladığı kadınlarla evlenmeyin" cümlesinde geçen "nikahladığı"
kelimesinden evlenme akdi mi, yoksa cinsî temas mı kastediliyor? Bu soruya iki
cevap verilmiştir: a) Evlenme akdi, b) Hem evlenme akdi hem de -evlenme akdi
bulunmadan- cinsî temas; yani zina.
İkinci cevabı
benimseyenlere göre babaların nikahladığı, evlendiği kadınlarla (üvey analar)
evlenmek de, babaların zina ettiği kadınlarla evlenmek de haramdır. Başka bir
deyişle zina da "evlenme manii" oluşturur; babanın zina ettiği kadın,
oğulun üvey anası gibi olur ve onunla evlenmesi caiz olmaz.
Şâfıî, (bir rivayette)
Mâlik, İbn Abbas, Zührî, Leys b. Sa'd gibi "Burada nikâhtan maksat
evlenme akdidir" diyenlere göre zina, evlenme engeli oluşturmaz, babanın
zina ettiği kadınla oğulun evlenmesi caiz olur. Bize göre de burada nikâhtan
zina kastedilmiş olamaz; çünkü bir cümlede iki kere nikâh kelimesi geçmektedir
ve bunlardan birincisinin "evlenme akdi" mânasında olduğu kesindir,
ikincisinin de aynı mânada kullanılmış olması dil ve mantık gereğidir. Babanın
zina ettiği kadınla evlenmeyi bu âyete dayanarak haram saymak yerine,
sapmamış, bozulmamış insan fıtratına ters düştüğü içîn çirkin (mekruh) kabul
etmek daha doğru olsa gerektir. Nitekim Mâlikîler'den İbnü'l-Mevvâz'ın da bu
görüşte olduğu bilinmektedir[62].
23. Sütanne,
sütbaba (sütannenin çocuğunu doğurduğu ve bu doğumdan gelen sütü ile süt
çocuğunu emzirdiği sırada evli bulunduğu kocası), sütkardeşler ve diğer bazı
süthısımlannın -evlenmenin yasak olması bakımından- öz anne ve akraba gibi
olmaları ilgili âyet ve hadislerle sabit olmuş, İslâm'a mahsus bir anlayış ve
hükümdür. Çocuğun başka bir gıda ile beslenip gelişemediği bir çağında (ilk iki
yaşında) onu emziren kadın, tıpkı doğuran ana gibi çocuğun hayatının idamesini
sağlamakta yani Allah Teâlâ çocuğun hayatının devamına sütanneyi vasıta kılmaktadır.
Bu bakımdan emziren kadın anne kabul edilmiş, onunla ve bir kısım yakınlarıyla
emen çocuğun evlenmesi haram kılınmıştır. Yine bu sebepledir kî, bazı âlimlere
göre ilk iki yaşı içinde bile çocuk sütten kesilir, başka gıdalarla beslenir
hale gelirse bundan sonra -henüz iki yaş dolmadığı halde- emzirme haram kılıcı
olmaz[63].
Müctehid ve
müfessirlerin çoğuna göre haram talan emzirmenin çağı çocuğun ilk iki yaşı ile
sınırlıdır (Bakara 2/233). Buna karşılık, sahabeden Hz. Âişe, müctehidlerden
Leys b. Sa'd gibi bazı âlimler, Hz. Peygamber'in bazı tasarruflarına bakarak
bu konuda yaş smın bulunmadığı ve hangi yaşta olursa olsun emzirmenin evlenmeyi
haram kılacağı kanaatine ulaşmışlardır. Diğer Peygamber.hanımları
(ümmehâtü'l-mü'minîn) ve müctehidîerin çoğunluğu ise haklı olarak, bu konudaki
uygulamaların özel ve geçici bir izin olduğu, başkalarına teşmil edilemeyeceği
görüşünü benimsemişlerdir.
Müctehidîerin çoğuna
göre iki yaşını doldurmamış çocuğun midesine inen bir yudum süt dahi
"süthısımlığı" ilişkisi için yeterlidir. Bazı rivayetlere dayanarak
bunu beş doyumluk emmeye kadar çıkaranlar olmuştur[64].
24. Bu
âyette geçen muhsanât, muhsınîn kelimeleri "menetmek, engellemek"
mânasına gelen ihsan masdarından gelmektedir. Âyetlerde ihsan kelimesi kadınlar
için "evli olmak", "iffetli olmak" ve "hür olmak"
mânalarında kullanılmıştır. Her üç durum da kadını, zinadan koruduğu için bu
mânalar, kökteki "engellemek" manasıyla ilgili bulunmaktadır. Hangi
âyette bu üç mânadan hangisinin kastedildiği karinelerle bilinecektir.
Evlenme mânileri
sayılırken zikredilen "muhsan kadınlar"dan maksat evli kadınlardır.
Bu âyetle -Câhİliye devrinde bazı durumlarda caiz görülen- birden fazla erkekle
evli olma âdeti kaldırılmış, bir kadının ancak bir erkeğin nikâhı altında bulunabileceği
ve yalnızca onunla kan-koca hayatı yaşayabileceği hükmü getirilmiştir; yani
İslâm'da çok kocalılık caiz değildir.
"Ellerinizin
altında olanlar müstesna" cümlesiyle cariyelerin kastedildiğinde
birleşilmekle beraber- hükmün uygulanmasıyla İlgili olarak farklı yorumlar
vardır: a) Kadın esir alınınca evlilik bağı sona erer, esirler gazilere
dağıtılınca hissesine kadın esir düşen gazi onunla cinsî hayat yaşayabilir.
Kadının, müslümanlarla savaşan veya düşman ülkesinde bulunan gayri müslim
kocasıyla nikâhlı olması onun "muh-san" sayılmasını gerektirmez, b)
Cariyenin sahibi, onu başkasıyla evlendirmiş olsa dahi istediği zaman -hamile
olmadığını tespit için- bir hayızlık bekleme süresinden sonra onunla cinsî
temasta bulunabilir, c) Evli câriye sahip değiştirince yeni sahibi, onun
evlilik akdini iptal edebilir, d) Mülkiyetin İntikali boşama yerine geçmektedir[65].
İslâm'ın geçmişten
devraldığı ve zaman İçinde ortadan kaldırmayı hedeflediği kölelik sistemine
ait bulunan bu hükümler tarihe intikal etmiştir.
Yukarılarda sayılan
"evlenilmesi yasak" kimseler dışında kalanlarla evlenmenin caiz olduğunu bildiren cümle, daha
sonra gelen "zevcenin üzerine teyzesi veya halasını almanın yasaklanması,
haram kılan sütün -doğumdan hısımlık ölçü siindegenişletilmesi" gibi bazı
hadis açıklamalarıyla, ayrıca zina eden kadınla ve erkekle evlenmeyi meneden [66],
mümin kadının gayri müslim erkekle evlenmesini yasaklayan naslarla
sınırlandırılmıştır [67].
"Bunlardan
başkasını, namuslu olmak, zinakâr olmamak üzere mallarınızla (menirle)
istemeniz size helâl kılındı" diye çevirdiğimiz cümlede geçen
"muh-sın"ı, mealinde olduğu gibi "namuslu, iffetli"
mânasında anlamak gerekir, "nikâh yapmak şartıyla" şeklinde anlamak
doğru değildir. Çünkü kişinin kendi câriyesiy-le nikâh yapma mecburiyeti
yoktur, ayrıca "gayra müsâfihîn" (zinaya sapmaksı-zm) kaydı da bu
mânaya karîne olmaktadır.
"Onlardan
faydalanmanıza karşılık..." cümlesinde kullanılan istimtâ' kelimesi müt'a
kökünden gelmektedir. En azından İslâm'ın ilk yıllarında uygulanmış bazı
ictihadlara dayanılarak bazı mezheblere göre halen câri olan bir nikâhın, yani
belli bir süre ile sınırlı evlenmenin adı da "müt'a nikâhı "dır. Hem
kelimenin kökünde bulunan "faydalanma" mânası, hem de
"istimtâ"' kelimesinin ilk dönemdeki terim (örfte yerleşmiş) mânası
bir kısım tefsircileri, bu âyetin müt'a nikahıyla ilgili olduğu sonucuna
götürmüştür. İmâmî-Şiîler' den başka İbn Abbas, İbn Mes'ûd, Übey b. Kâ'b,
Katâde, Miicâhİd, Süddî, İbn Cübeyr gibi sahabe ve tabiîn müfessir ve
müctehidleri bunu (âyetin müt'a nikâhı konusunda olduğunu) savunmuşlardır.
İhtiyaç bulunduğu için müt'a nikâhının bir müddet mubah kılındığı konusunda
ittifak vardır. Müslümanların devamlı evlilik imkânı bulmaları ve geçici
nikâha ihtiyacın ortadan kalkması sonucu yasaklanmış olduğu konusunda ise
ihtilâf vardır. Ehl-i sünnet çoğunluğu, nihaî yasaklama yılında ve yasaklayan
nas konusunda ihtilâf etmekle beraber bu nikâhın, ebedî olarak yasaklandığı
hükmünü benimsemişlerdir[68].
İmâmî-Şiîler'e göre ihtiyaç ve zaruret şartı bulunmaksızın müt'a nikâhı
caizdir. Ehl-i sünnet'e mensup âlimlerden ve özellikle sahabeden bazılarına
göre de müt'a nikâhı caizdir, onu Hz. Peygamber değil İkinci halife
yasaklamıştır. İmrân b. Husayn bunu söylerken İbn Abbas da, "Ömer müt'a
nikâhını yasaklamasaydı çok az kişi zina ederdi" demiştir. İbn Mes'ûd,
Câ-bir gibi sahabeden de bu nikâhın caiz olduğu rivayet edilmiş, aynı zamanda
bu sahabenin görüş değiştirdikleri ve sonunda müt'a nikâhının caiz olmadığına
kani oldukları da rivayet edilmiştir. İbn Âşûr, "İbn Abbas ve İmrân b.
Husayn'ın görüş değiştirmediklerini" ifade ettikten sonra müt'a nikâhının
hükmüyle ilgili olarak sonucu şöyle özetlemiştir (V, 11): Farklı haber ve
rivayetlerden çıkan sonuca göre Resûlullah müt'a nikâhını iki kere serbest bırakmış
ve İki kere de yasaklanmıştır. Bundan anlaşılan mezkûr tasarrufun tekrarlanan
nesih (hükmü kaldırma) olmadığı, serbest bırakılmasının şiddetli ihtiyaca
bağlı kılındığıdır. Râviler ruhsatın gerekçesini anlayamamış ve bunu nesihle
karıştırmışlardır. Halkın Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in hilâfetlerinde miit'a nikâhı
yaptıkları ve ikinci halifenin, son zamanlarında bunu yasakladığı sabittir.
Sonuç olarak yolculukta ve savaşta kişinin eşinden ayrı düştüğü zamanlarda
olduğu gibi "hadislerdeki yasaklama süresini geciktirmeyi
gerektiren" zaruretler bulunduğunda bu nikâh caizdir. Normal (süresiz)
nikâhta şart koşulan mehir, şahit, veli gibi hususlar bunda da şarttır. Süre
bitince evlilik ilişkisi de sona erer, müt'a devam ederken taraflardan biri
ölürse arada miras hukuku doğmaz, nikâh süresi sona erince kadın bir hayız
görecek kadar bekler (id-det tutar), çocukların nesebi babalarına ait
olur..."[69].
İslâm'da evliliğin
gerekçesi fert ve toplumun temel ihtiyaçlarından biri olan aileyi kurmak ve
yaşatmaktır. Bu gerekçe evliliğin devamlı olmasını ve cinsî tatmin amacının
ikinci planda kalmasını gerektirir. Ancak zina büyük bir günah ve suç kabul
edilerek şiddetle yasaklandığından, devamlı evlilik kurma imkânından mahrum
bulunan, fakat cinsî tatmin ihtiyacı içinde bunalıma düşen müminler için, böyle
bir zarurete dayalı olarak müt'a nikâhına ruhsat verildiği ve bunun da istisnaî
olduğu anlaşılmaktadır. [70]
25. İçinizden mümin ve
hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan mümin
câriye kızlarınızdan alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir.
Birbirinizden türeyip gelmektesiniz. Öyleyse iffetli yaşamaları, zina
etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla ve sahiplerinin de izniyle
onları nikahlayıp alın, mehirlerini de âdete uygun olarak verin. Evlendikten
sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezasmın yarısı gerekir. Bu,
içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir; sabretmeniz ise sizin için daha
hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. 26. Allah size
bilmediklerinizi açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek,
günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilicidir, büyük hikmet
sahibidir. 27. Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister; nefsanî arzularına
uyanlar ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. 28. Allah yükünüzü hafifletmek
ister; çünkü nisan zayıf yaratılmıştır. [71]
25. Burada
câriye olmayan kadınlar İçin kullanılan muhsan vasfı, "hür" mânasında,
cariyeler için kullanılanı ise "iffetli, namuslu" mânasındadir. Müminler
hür ve müslüman kadınlarla evlenebilmek için gerekli bulunan maddî güce sahip
olmazlarsa daha az bir masrafla câriye nikahlayabiliyorlardı. Eşin hem gayri
muslini hem de câriye olması ondan doğacak çocukları daha ziyade olumsuz
etkileyeceği için hiç değilse mümin olması istenmiştir. Gayri müslim
kadınlarla mümin erkeklerin evlenmelerini caiz görmeyen müctehidlere göre
burada bir mesele yoktur; hür olsun, câriye olsun müminin evleneceği kadın
mümin olacaktır. Ancak "Hür ve kitap ehli olan gayri müslim kadınlarla
mümin erkeklerin evlenmeleri caizdir" diyen müctehidler bu âyette hem
hürler hem de cariyeler için geçen "mümin" vasfını şu şekilde te'vil
etmek durumunda kalmışlardır: Kadın hür ve kitabî ise onunla evlenmek caizdir.
Burada "mümin" sıfatının kullanılması, müslüman erkeklerin genellikle
mümin kadınlarla evlenmeleri vakıasından kaynaklanmıştır. Ebû Hanîfe'ye göre
cariyeler için kullanılan "mümin" sıfatı da böyledir ve mümin olmayan
cariyelerle de evlenmek caizdir. Diğer müctehidler aynı âyette geçmiş olmasına
rağmen hür kadınlar için "mümin"i te'vil etmiş, cariyeler için İse
hakiki mânada almış ve "Mümin olmayan câriye ile evlenmek caiz
değildir" demişlerdir. Doğrusu her iki sınıf kadın için de kullanılan
"mümin" sıfatını aynı mânada almak, hükmü buna göre tespit etmektir[72].
Câhiliye devrinde köle
ve cariyeye insan nazarıyla bakılmadığı için İslâm'dan sonra da bunlarla
evlenme konusunda isteksiz davranilacağı göz önüne alınmış, şu deyim ve
ifadelerle bu telakkinin kırılması istenmiştir: "Feteyât" (genç
kızlar), "ailelerinin (ehl) İzni ile", "birbirinizden türeyip
gelmektesiniz, hepiniz aynı kökten türemesiniz." Cariyeler için Allah
Teâlâ'nın kitabında kullandığı bu üç vasıf, yalnızca o devir için değil, son
yıllara kadar kölelere hayvan muamelesinin yapıldığı bütün zamanlar için bir
inkılâptır ve İslâm'ın köleliği ortadan kaldırmak üzere attığı adımların
ontolojik ve psikolojik alt yapısını hazırlamaktadır. Evet köle ve cariyeler de
hür olanlar gibi insan çocuklarıdır, hepsi insanlıkta birbirine eşit olan
"insanlar"dan doğup meydana gelmişlerdir. Köle ve cariyelerin sahiplerinin
bu sahipliği, insan dışındaki malların sahipliği gibi değildir, aile büyüklerinin
diğerlerine sahipliği gibidir, köle ve cariyeler de aile fertlerinden sayılır.
Ailenin kızları nasıl "feteyât" ise cariyeleri de öyle feteyâttır;
yani ailenin evlenme çağına gelmiş kızlarıdır.
Câhiliye devrinde
câriye sahipleri, bunları ücret karşılığında fuhuş yapmak üzere kiralar ve
üzerlerinden para kazanırlardı. Âyet bu çirkin ve insanlık dışı âdeti de
ortadan kaldırmış, cariyelerle evlenmenin namuslu, ciddi ve hukukî bir evlenme
olmasını istemiştir.
Evli cariyenin zina
yapması halinde kendisine verilecek cezanın, hür kadın-larınkinin yansı kadar
olması müfessirleri ve fıkıhçıları, burada "hür" diye tercüme edilen
muhsanât kelimesiyle ilgili farklı yorumlara sevketmiştir. Eskilerin büyük
çoğunluğu burada kelimeyi, "evli kadın" değil, "bekâr olan hür
kadınlar" mânasında anlamışlardır. Böyle kadınların zina yapmaları
halinde cezalan yüz sopadır, cariyelere ise elli sopalık ceza uygulanacaktır,
Muhsanât kelimesinin "namuslu" ve "evli" kadınlar
mânasında da kullanıldığı bilinmektedir. Burada kelimeye "evli kadın"
mânası vermeyi engelleyen karine, evli kadınların zinasına uygulanan recim
cezasının bölünemez oluşudur. Bu ceza Kur'ân-ı Kerîm'de yoktur. Meseleye
Kur'an içinde kalarak çözüm getirmeyi tercih edenler burada da muhsanât kelimesini
"evli kadın" diye anlamış ve onların zina cezasınm da yüz sopa
olacağına bu âyeti delil olarak göstermişlerdir. Bu anlayışa göre hadislerde
ifade edilen recim cezası ya müslümanlara ait değildir, yahut da evlilerin zina
suçunun had cinsinden cezası olmayıp ta'zir türünden bir cezasıdır ve
uygulanması, ceza siyasetinin gereğine göre yöneticilere bırakılmıştır. [73]
26."...
öncekilerin yollarTndan maksat, Allah Teâlâ'nın Hz. Âdem'den itibaren
gönderdiği peygamberlerin, ümmetlerine gösterdikleri yollar, bildirdikleri
inanış ve yaşayış bütünüdür. Tevhid temeline oturan bu dinî inanış ve yaşayışın
önemli bir kısmı evrenseldir, bütün zaman ve mekânlarda geçerlidir; geri kalan kısmında
ise amaç (makasıd) birliği vardır. Bu sebepledir ki Hz. îsâ, "Mûsâ şeriatını
kaldırmak İçin değil, uygulamak ve tamamlamak için geldiğini" bildirmiş[74],
hâtemü'l-enbiyâ olan Peygamberimiz de, "Ben güzel ahlâkı tamamlamak İçin
gönderildim" buyurmuştur {el-Muvatîa\ "Hüsnü'l-huluk", 8). Nuh,
İbrahim, Mûsâ ve îsâ'ya tavsiye edilen ve bildirilen şeyin son peygambere de
bildi-rilip din kılındığını ifade eden âyet de[75] bu
mânayı desteklemektedir. [76]
27. İnsan
iki etki arasında kulluk mücadelesi vermektedir. Müsbet etki Allah Teâlâ'dan,
meleklerinden ve iyi ahlâklı müminlerin oluşturduğu eğitim çevresinden
gelmekledir. Bu müsbet etkinin hedefi kulun günaha girmemesi, girdiği takdirde
hemen pişman olup tövbe etmesi, Allah'ın affına ve rızâsına mazhar olması, buna
vesile olacak bir hayat sürmesidir. Olumsuz etki ise nefisten, şeytandan ve
kötü insanların oluşturduğu olumsuz eğitim çevresinden gelmektedir. Bunun da
hedefi kulu Allah yolundan İyice uzaklaştırmak, iyilik ve fazilet yerine günah,
azgınlık ve taşkınlıkta yarışmasını sağlamaktır. [77]
28. İnsanın zayıf yaratılmasından maksat, kulluk
imtihanını kazanabilecek kadar güç ve donanımdan mahrum olması değil, imtihan
gereği -İradesi ve gücü yanında- bazı zaaflarının bulunmasıdır. Bunlardan biri
de cinsel arzudur. İslâm dini, bu tür arzulan yok sayan katı bir yasaklar
sistemi getirmeyip bunların meşru yollardan tatminini istemiştir. Müteakip
âyetlerde değinildiği üzere insanın zaaflarından biri de mal tutkusudur. İslâm
bunun ortaya çıkaracağı ahlâkî bozulmayla ilgili uyanlarda bulunmakla beraber
meşru kazanma yollarını da teşvik etmiştir. Allah kullan için güçlük değil,
kolaylık murat eder[78];
onları imtihan için bile olsa çıkmaz yollara zorlamaz, taşınamaz yüklerin
altına sokmaz. Her bir yükümlülüğün, olağan üstü veya olağan dışı hallere bağlı
kolaylıkları, yükü hafifletici ruhsatlan vardır. [79]
29. Ey iman edenler!
Karşılıklı rızâya dayanan ticaret dışında mallarınızı aranızda haksızlıkla
yemeyin. Ve kendinizi Öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.
30. Kim haddi aşarak ve haksızlığa saparak bunu yaparsa onu ateşe koyacağız ve
bu Allah'a çok kolaydır. 31. Eğer size yasaklanan büyük günahlardan
kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi değerli bir yere
koyarız. [80]
29. Önceki
âyetlerde servetin ve menfaatin intikalinde rol oynayan miras, hibe, mehir
gibi meşru yollardan söz edilmişti. Bu âyette de en geniş mânasında yani
"karşılıklı rızâya dayanan ve konusu maddî değerler olan hukukî
işlem" anlamında ticaretten söz edilmekte; bu yollar dışında kalan,
bunlara ters düşen ve bundan dolayı haksız (bâtıl) diye nitelenen yol ve
şekillerle insanların mallarım ellerinden almak ve bunlardan yararlanmak
yasaklanmaktadır. Hırsızlık, gasp, rüşvet, faizcilik ve tefecilik, fahiş fiyat,
aldatma bu bâtıl yolların ve şekillerin Önde gelenleri ve yaygın olanlarıdır.
Ticaret genellikle alınan malı, üzerine kâr koyarak satmak suretiyle yapılır.
Mal alınırken bir bedel takdir edilmiştir; satılırken aynı bedelle
devredilmediğine göre -fazlalıktan ibaret olankâr karşılıksız gibi gözükmekte,
bu bakımdan da "haksız kazanç yollan"na yakın, onları andırır
bulunmaktadır. Muhtemelen bu sebepledir ki, haksız kazanç yasaklanırken hemen
yanında -istisna şekliyle- ticaret serbest bırakılmıştır. Alımla satım
bedelleri arasındaki artı fiyat farkından ibaret olan kâr da meşrudur. Çünkü
malı alıp satan tacir hem kamuya yararlı bir hizmet görmekte hem sermayesini
riske atmakta hem de emek çekip meşgul olmaktadır. Hz. Ömer ihtikârı
(karaborsayı) yasakladıktan sonra "... fakat kim yazda ve kışta, zahmet
çekip yüklenerek pazara mal getirirse o kişi, Ömer'in misafiridir; istediği
gibi satsın, istediği gibi tutsun" diyerek bu gerekçeye işaret etmiştir[81].
Bâtıl yollarda bu unsurlar ve nitelikler yoktur; güçlü olan karşı tarafı
ezmekte, onun zaaf ve ihtiyaç içinde olmasından yararlanmakta, gerçek rızâ söz
konusu olmadan malını alıp yemektedir.
"Kendinizi
öldürmeyin" cümlesinde hem hayatın hem de kamu düzeninin korunmasını
hedefleyen önemli ve ince işaretler mevcuttur. Malların haksız yollardan elde
edilip yenilmesi ve faydalanılması yasaklandıktan hemen sonra "Kendinizi
öldürmeyin" buyurulması özellikle dikkat çekicidir. Şöyle ki haksızlık,
hukukî ve sosyal adaletsizlik anarşiyi doğurur veya körükler, bir kere toplum düzeni bozulup
asayiş ortadan kalkınca can güvenliği de tehlikeye düşer; yalnız haksızlığa
uğrayanlar değil, başkasının malını haksız olarak alıp yiyen veya başkasının
canına haksız olarak kıyan da bu güvensizlikten nasibini alır, kendisi
canından olduğu gibi yakınlarının da mal ve canlan zarar görür. Âyetin asıl
hedefi haksız olarak başkasını öldürmeyi yasaklamak olduğu halde bu başkalarını
kastederek "Kendinizi öldürmeyin" buyurulması, hayat hakkının
korunması bakımından çok canlı bir vurgu taşımaktadır. Zira kişinin kendi
hayatıyla başkasının hayatı arasında fark yoktur, bütün hayatlar eşit derecede
korunmaya lâyıktır, korunma hakkına sahiptir. Birinin canına kıyan kendi canına
kıydığını düşünmeli, bu şuur İçinde olmalıdır.
Âyet, İslâm'ın bütün
muamelât hükümlerinin hedefi olan "beş zaruri/önemli değerin ve amacın
(makasıdü'ş-şerîa) korunması" ilkesinden ikisini ihtiva etmektedir: Canın
korunması ve malın korunması. Bundan önceki âyetler evliliği teşvik edip
zinayı yasaklayarak neslin korunması ilkesini, ileride gelecek 43. âyet sarhoş
olmayı yasaklayarak akim korunması ilkesini, aralarda sık sık tekrarlanan
Allah'a itaat ve kulluk, resulüne itaat ve ittibâ, bütün peygamberlerin getirip
tebliğ ettikleri dîne inanma ve bağlanma emirleri de dinin korunması maksadını
ihtiva etmektedir. [82]
30. Burada
öldürme suçunun âhirete ait cezası açıklanmış olsa da "haddi aşarak veya
düşmanlık duygusuyla" ve "haksız olarak" kayıtları dünya
hayatında, hukuk çerçevesinde yaşama hakkının kaybedilebileceğine, insanların
bazı ağır suçları işleyerek yargı yoluyla Ölüme mahkûm edilebileceklerine, bu
durumda infazı yapanların veya meşru savunma durumunda öldürenlerin her iki âlemde
sorumlu olmayacaklarına işaret edilmektedir. Hayat hakkını koruma gerekçesiyle
mutlak olarak idam cezasına karşı çıkmak, amacına ters düşen bir tavır ve
tedbirdir; hayatı korumanın en geçerli tedbirlerinden biri de haksız yere cana
kıyanın kendi canına kıymış olduğunu bilmesi ve bunun fiilen gerçekleşmesidir[83].
31. Dinin
yasakladığı ve işleyenin ceza göreceğini bildirdiği davranışlara günah
(Arapça'da "ism") denilmektedir. Günahlar büyük (kebâir) ve küçük
(sağâ-ir) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Küçük günahlar için Kur'ân-ı
Kerîm'de le-mem, büyük günahlar için ise fahişe ve bunun çoğulu olan fevâhiş
kelimeleri de kullanılmaktadır[84]. Bu
bağlamda seyyiât (tekili seyyie) kelimesinin de "küçük günah"
anlamında kullanıldığı görülmektedir[85].
Büyük günahların tanımı ve sayısı konusunda farklı ifadeler vardır. Tanımlan
arasından, bir fikir vermek üzere şunlar zikredilebilir:
a) Nisa
sûresinin başından buraya kadar sayılan günahlardır.
b)
Karşılığında ateş, azap ve lanet zikredilen günahlardır.
c) Kur!ân-ı Kerîm'de
yasaklanan davranışlardır.
d) Kişinin
dini önemsemediğini, dindarlığının zayıf olduğunu gösteren günahlardır.
Bir kısmı hadislerde
sıralanmış olan büyük günahlar
listesinde de şunlar vardır: Allah'a ortak koşmak, adam öldürmek, iffetli
kadınlara iftira atmak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, dinini yaşayabilmek
için hicret ettikten sonra -şartlar değişmediğfhalde- tekrar eski yurduna
dönmek, büyü (sihir) yapmak, Mescİd-i Haram'da günah işlemek, ana-baba hakkına
riayet etmemek, yalancı şahitlik yapmak, faiz yemek... [86].
Günahların büyük ve
küçük olanlarının dünya ve âhiret hayatını ilgilendiren farklı hüküm ve
etkileri vardır. Büyük günah işleyenler Ehl-t sünnet'e göre dinden çıkmazlar,
dünyada ve âhîrette fâsık mümin olarak muamele görürler. Mu'tezile'ye göre
imanla küfür arasında bir yerde bulunurlar. Hâricîler'e göre ise dinden çıkmış
sayılırlar. Büyük günahlarla ilgili yasaklama şekli daha şiddetli ve serttir.
Büyük günah işleyenlerin tövbe etmeleri gereklidir. Büyük günahları iradelerini
kullanarak terkedenler küçük günahlardan tövbe etmiş sayılırlar. Büyük günah
işleyenler fâsık sıfatını alır ve birçok vazife ve ehliyet için gerekli bulunan
"adalet" vasfını kaybetmiş olurlar. Büyük günaha bulaşmış hakimin
hükmü bozulur. Açıktan açığa büyük günah işleyenleriyle sosyal ilişkiler
kesilebilir. Bunlara karşı, münkerin (dine ve ahlâka aykırı davranışlar)
ortadan kaldırılması çerçevesinde mücadele edilir. [87]
32. Allah'ın sizi
birbirinizden üstün kıldığı şeyleri iç çekerek arzu etmeyin. Erkeklerin de
kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var.
Allah'ın lütfundan isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir. 33. Ana, baba
ve akrabanın geride bıraktıklarından her bir cins için yakın vârisler
belirledik. Antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz kimselere de paylarını
verin. Çünkü Allah her şeyi görmektedir. 34. Allah'ın insanlardan bir kısmını
diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları
sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyu-cusudurlar. Sâliha kadınlar
Allah'a itaatkârdır. Allah'ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği
durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından
endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve
onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol
aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür. 35. Eğer kan-kocanm aralarının
açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden
bir hakem gönderin. Düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah
her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır. [88]
32. Hz.
Peygamber'in eşi Ümmü Seleme, "Ey Allah'ın elçisi! Erkekler savaşıyor,
biz savaşamıyoruz, biz mirasta onların aldığının yansını alıyoruz" diyerek
açıklama istemişti. Yine aynı hanım ve başkaları, kadınların hicretlerinin
Kur'an'da zikredilmemesi, bir erkek şahide karşı iki kadın şahidin gerekli
bulunmasına paralel olarak amellerin karşılığının da böyle olup olmadığı gibi
hususlarda aydınlanma ihtiyacında olduğunu belirtmişti. Bu tür tereddütleri
giderici birkaç âyet gelmiş olup bunlardan birisi de açıklamakta olduğumuz
âyettir[89] .
İnsanların yanıp
yakılarak arzu ettikleri, imrenip göz diktikleri şeyler arasında maddî olanlar
kadar manevî olanlar da vardır. Sûrenin başından buraya kadar ve bundan hemen
sonra zikredilecek hükümler, emirler ve yasaklar göz önüne alındığında, Allah
Teâlâ'nın arzu edilmesini veya göz dikilmesini yasakladığı şeyler arasında
Öncelikle şunlar akla gelmektedir: Zenginlerin serveti, vârislerin farklı
hisseleri, yetimlerin malları, kadınların miras paylan (mirastan mahrum edilmeleri),
mehirleri, her bir cinse Allah Teâlâ tarafından verilen fıtrî / tabii
özellikler...
Âyetteki
"temenni" kavramı, "gerçekleşmesi imkânsız veya zor olanı
arzula-mak"tır. Bir şeyi temenni etmenin dinî ve ahlâkî yönü bakımından
farklı çeşitleri vardır:
a) Din,
hukuk ve ahlâkın engellemediği bir şeyi, başkasının elindekine göz dİkraeksizin
Allah'ın lütfundan istemek. Bu da "Allah yolunda gehid olmayı temenni
etmek" gibi olması mümkün istekler yanında, Hz. Peygamber'in "defalarca
diriltilip Allah yolunda şehid olmayı"[90],
keza "kardeşlerim" diye nitelediği, kendisinden sonra İslâm'a dahil
olacak müslümanlan görmeyi istemesi gibi İlâhî âdete göre mümkün olmayan
istekleri de içermektedir.
b) Allah'ın
âdetine (koyduğu kanunlara) veya dinine göre olması caiz ve mümkün olmayan
şeyleri temenni etmek. Kadınların erkek olmayı, erkeğin fizik gücüne sahip
olmayı, miraslarının erkeğin miras hakkına eşit olmasını dilemeleri gibi.
c) Allah'ın
takdirine, vergisine razı olmamayı, ona karşı itirazı, hoşnutsuzluğu ifade
eden temenniler.
d)
Başkasında bulunan nimetin benzerini / mislini, ona göz dikmeden, "Onun
değil de benim olsun" demeden temenni etmek. Büyük bir âlimin ilmi gibi
bir ilim, Karun'un serveti kadar bir serveti istemek bu kısmın örnekleridir.
e) Bir
önceki maddede zikredilen temenni şeklinin, başkasının elindekinî temenni
mahiyetinde olması. Belli bir şahsın eşini, bii valinin makamını istemek gibi.
f)
Başkasının elindeki nimetin -kendisine gelmesi söz konusu olmaksızm-yok
olmasını istemek.
a ve d şıklarında yer
alan temenni çeşitleri meşrudur, yasak sının içinde değildir; diğer temenniler
ise yasaklanmıştır. Bunlar içinden başkalarına zarar verenler, Allah'ın
takdirine razı olmamayı İfade edenler, haset ve kinden kaynaklananlar haram
derecesinde yasaklardır. İnsanların boş hayallere kapılmaması, mümkün olmayan
şeylerin peşine düşmemesi için yasaklananlar ise mekruh yasaklar içine
girmekte, müminleri eğitmeyi hedeflemektedir.
Olmayacak şeyleri
temenni etmek insanda, çalışarak elde edilecek şeylere yönelik teşebbüs ve çaba
gösterme iradesini zaafa uğratmakta, haset ve kin duygularını beslemektedir.
Allah'a karşı ilk isyan İblîs'in Hz. Âdem'i kıskanmasından çıkmış, İlk öldürme
olayına da Kabil'in, Hâbil'i kıskanması sebep olmuştur. Birçok gasp, isyan,
hırsızlık, cinayet, kumar ve zina suçunun temel sebebi başkalarının elinde
olana göz dikmek ve kıskanmaktır. Komünizm insanları ekonomik yönden eşit hale
getirmeyi hedeflemiş fakat sonunda iflâs etmiştir. Feministler kadınla erkek
arasındaki farkları sıfırlamayı hedeflemişler, her toplumda marjinal bir grup
olarak kalmışlardır. Bugün mâkul çizgideki sosyal bilimcilerin teklifleri iki
cinsin farklılık içinde birliği, bütünlüğü, âdil paylaşımı ve tabii iş bölümünü
gerçekleştirmeye yönelmektir. İslâm'ın teklifi herkesin, mümkün ve caiz olmak
şartıyla dilediğini elde edebilmek için elinden gelen çabayı sarfetmesi,
mahrum olduklarını bilmesi ve görmesi yanında sahip olduklarını da bilip
görmesi, bunların kıymetini.takdir etmesi, gayret göstermesine rağmen elde
edemediği önemli ihtiyaçlarının cemiyet tarafından karşılanması, Allah'ın
nimeti ve lütfü sonsuz olduğu için -başkalarına verileni değil- Allah'ın
hazinesinde olanı, O'nun lütfundan istemesi, beklemesi ve bunun için bizzat
gayret göstermesidir.
"Erkeklerin de
kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri
var" cümlesi kadın haklan bakımından oldukça erken bir devirde ortaya
konmuş bir inkılâp hükmü içermektedir. Roma hukukundan XX. asrın ortalarına
kadar Batı dünyasında câri birçok hukuka bakıldığında hem kazanma şansı ve
fırsatı hem de kazandığına sahip olma, onun üzerinde serbest tasarruf hakkı
bakımından kadınların aleyhine olan birçok hükme yer verildiği görülmektedir.
Günümüzde bile bazı aile hukuklarında kadın evlilik birliği içinde kendi
kazandıklarına ve mal varlığına tek başına sahip olamamakta, bunlar üzerinde
dilediği gibi tasarruf edememektedir. Burada bir haksızlık olduğu gibi
kadınların ve erkeklerin aynı işleri yapmalarını, aynı şeyleri kazanmalarını
temenni etmekte de aşırılık ve insan tabiatına aykırılık vardır. Doğrusu her
iki cinsin eşit ve farklı yönlerini, tabii özelliklerini tanımak, bunları ortadan kaldırmaya çalışmamak, her
birini kendi kabiliyet, özellik ve eğilimleri yönünde üretken ve verimli
olmaya teşvik etmek, her birinin ürettiğine sahip olmasını sağlamak,
varlıklıların yoksun olanlara el uzatmalarını ve sahip oldukları nimetleri bir
ölçüde paylaşma mutluluğunu tatmalarını özendirmektir. İslâm'ın da yapmak
istediği budur. [91]
33. Burada
"vârisler" diye tercüme edilen kelime mevâlî'dİr. Bunun tekili olan
mevlâ "kişinin yakını, doğumdan akrabası" mânasına da gelmektedir.
Ana ve babanın geride bıraktığı böyle akraba arasında amcalar, dedeler,
dayılar... vardır. Bu akrabanın da oğul ve torunları "akraba"nın
mevâlîsidir. Kan hısımlarının vâris olmaları bu âyete göre genel hükümdür. Eğer
miras âyetinde zikredilen vârisler bulunmazsa veya bunlar hisselerini aldıktan
sonra artan miras varsa, müctehidle-rin çoğunluğuna göre, yakından uzağa doğru
baba tarafından akrabaya (asabe) ve bazı müctehidlere göre ana tarafından
akrabaya (zevi'l-erhâm) verilecektir. Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel'in anlayışları
böyledir.
Bu âyeti "Ana,
baba ve akrabanın bıraktığı her şey için kadınlı erkekli yakın (akraba)
vârisler belirledik" şeklinde tercüme etmek de mümkündür.
"Antlaşma yoluyla
yakınlık bağı kurduğunuz kimseler" cümlesi için çeşitli yorumlar yapılmıştır.
Miras hükümleri gelmeden once evlât ve kardeş edinme, vasiyet yoluyla miras
bırakma, tazminat ve miras sözleşmesi yapma gibi âdetler vardı. Bir kısım
miictehid ve müfessirler miras âyetlerinin bu uygulamaları ortadan kaldırdığını
ifade etmişlerdir. Ebû Hanîfe gibi bazı müctehidlere göre şartlarına uygun
miras ve tazminat sözleşmesi (muvâlât akdi) bu âyete dayalı olarak vardır,
yürürlükten kaldırılmamıştır; bunlar da sıra kendilerine gelirse mirastan
hisselerini alırlar.
"Asabeye,
zevi'l-erhâma, sözleşmeli mirasçıya -miras âyetlerinde gösterilen paylar
dışında- mirastan pay verilmez" diyen müfessirlere göre bu âyette geçen
mevâlî kan hısımlarını, "antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz
(akidlerin bağladığı) kimseler" ise evlenme hısımlarını ihtiva etmektedir. [92]
34. Burada
yalnızca kocaların değil, bütün erkeklerin koruyucu ve yönetici (kavvâmûn)
olmaları iki gerekçeye dayandırılmıştır: a) Allah insanların bir kısmına
diğerlerinden üstün kabiliyetler vermiştir, bu cümleden olarak koruma ve yönetme
bakımından erkekler, kadınlardan daha uygun özelliklerle donatılmışlardır. b)
Erkekler aile geçimini ve diğer malî yükümlülükleri üslenmişlerdir. Bazı müfessirlere
göre bu İki gerekçeden birincisi insan tabiatının değişmez özelliğidir; genel
olarak erkeklerde akıl ve mantık ön plandadır, kadınlarda ise duygu Öne çıkar.
Koruma bakımından fizikî güç Önemlidir ve erkekler bu yönden daha güçlüdürler.
İkinci gerekçe ise yaratılıştan değil, kültür ve medeniyet şartlarına bağlı
alışkanlıklar, âdetler, tutumlardan kaynaklanmaktadır, İslâm'ın geldiği çağda
daha yoğun, günümüzde ise önemli ölçüde olmak üzere erkeklerin bu
fonksiyonları da devam etmektedir, İslâm hukuk kurallarına göre erkek hem
-geniş mânada- ailenin geçiminden tek başına sorumludur, hem de mehir, diyet,
cİhad gibi malî tarafı olan yükümlülükleri vardır.
Erkeğin
"kavvâm" olması hangi yetkileri ve vazifeleri ihtiva etmektedir? Bu
soruya verilen cevaplar eskiden yeniye değişik olabilmiştir. Yalnızca âyet ve
hadislerin lafızlarını değil, bunların yanında uygulamayı ve dolayısıyla örf
ve âdeti de göz önüne alan müctehid ve müfessirler, sözlük mânası "bir
şeyin üzerinde duran, hâkim olan, özen gösteren, onunla yakından
ilgilenen" demek olan kavvâmh-ğa, "reislik, yöneticilik, eğitim,
koruma, savunma, ıslah, kazanma, üretme" mânalarını yüklemişlerdir, Tarih
boyunca erkekler bu işleri ve sıfatları, fiilen kadınlardan daha ziyade
yüklenmişlerdir. Çağımızda kelimeye yüklenen hâkim mâna ise "aile
reisliği"dir.
Ayetten erkeklerin
yönetim, savunma ve koruma bakımlarından genel olarak önde oldukları
anlaşılmakla beraber, takip eden cümleler göz önüne alındığında burada, aile
kurumunda hâkimiyet ve yöneticilik mânasının ağır bastığı görülecektir. Ailede
kurucu unsur karı-kocadır. Bu temel kurumu oluşturan, yöneten, yönlendiren
dinî, ahlâkî, hukukî kurallar vardır. Kurallara uyulduğu müddetçe mesele
yoktur. Taraflar kuralları bozar, haklan çiğnerse düzeni sağlamak ve adaleti
gerçekleştirmek üzere çeşitli tedbirler ve müeyyideler devreye girecektir. Bu
âyette hanımın, 128. âyette ise kocanın hukuku çiğnemesi ve düzene baş
kaldırması (nü-şûz) ele alınmıştır. Aile hayatı içinde kadın, kurallara göre
rolünü ifa edip etmemesi yönünden İki sıfatla nitelendirilmiştir: Sâliha ve
nâşize. Sâliha kadınlar hem kocalarının ve diğer aile fertlerinin yanında
(açıkta, zahirde) hem de onların bulunmadıkları yerlerde (gayb) vazifelerini
hakkıyla yerine getirir; Allah'ın koyduğu, toplumun benimsediği kuralların
dışına çıkmaz, aileye İhanet etmez, şerefine leke sürmezler. Bazı davranış ve
tavırları sebebiyle yoldan çıkma, hukuka baş kaldırma (nüşûz) belirtileri
gösteren, böylece nâşize olması ihtimali beliren kadınlara karşı ne yapılacak,
aile düzeni ve hukuku nasıl korunacaktır? Bu noktada Kur'ân-ı Kerîm vazifeyi
ailenin reisi sıfatıyla önce kocaya vermektedir. Öngörülen tedbirlere
başvurmasına rağmen koca düzeni sağlayamazsa ve ailenin dağılmasından
korkulursa sıra hakemlere gelecektir. Âyette hukuka baş kaldıran, meşru aile
düzenini bozmaya kalkışan (nâşize) kadına karşı erkeğin yapabileceği şeyler
öğüt vermek, yatakta yalnız bırakmak ve dövmek şeklinde sıralanmıştır. Öğüt vermek
ve yatakta yalnız bırakmak, küsmek gibi tedbirler problem teşkil etmemiştir,
ancak dövme tedbiri özellikle çağımızda, kadın hakları ve insanlık haysiyeti
yönlerinden önemli bir tartışma konusu olmuştur. Esasen tefsir ve hadis
kitaplarına bakıldığında kadının baş kaldırma durumunda bile kocası tarafından
dövülmesini, eski tefsirciler arasında da farklı yorumlayanların, bunun caiz
olmadığını ileri sürenlerin bulunduğu aşağıdaki alıntılarda görülmektedir.
Dövme tedbiri ve
hükmünün bu âyet dışında- en Önemli dayanağı ilgili hadislerdir. Bu
hadislerin, aksini söyleyen rivayetlere nispetle daha sahih ve sağlam
olanlarında Peygamberimiz kadınların dövülmesini menetmekte, eşlerini dövenlere
"hayırsız" demekte, bu davranışla aynı yuvayı ve yatağı paylaşmanın
bağdaşmazlığına, insanî ve ahlâkî olmadığana dikkat çekmektedir[93]. Bu
âyetin geliş sebebi olarak zikredilen bir olay da, esasen Araplar'da âdet
haline gelmiş bulunan kadın dövme eylemine Hz. Peygamber'in olumsuz bakışını ve
bunu ortadan kaldırma iradesini yansıtmaktadır[94].
Fıkıh kitaplarında
dövmenin şekli ve miktarı üzerinde durulmuş, kadına zarar vermemesi, iz
bırakmaması, yüze vurulmaması genel olarak kaydedilmiştir. Bazı tefsircilere
göre vurma tamamen semboliktir, meselâ müfessir Atâ'ya göre misvak (dişlerin
temizlendiği, fırça büyüklüğündeki özel, yumuşak ağaç dalı) gibi bir şeyle
yapılacaktır[95].
İkinci nesil
âlimlerinden Atâ, hukuku çiğneyen kadına uygulanacak müeyyide ile genel olarak
kadını dövme konusundaki hadisleri birlikte değerlendirmiş ve şu sonuca
varmıştır: Erkek, namusu lekeleyecek bir davranışta (fahişe) bulunmayan,
yalnızca nâşize olan karısını dövemez, ancak ona karşı öfkesini ortaya koyabilir.
Atâ'nın bu anlayışını açıklayan -biri eski, diğeri çağdaş- iki tefsir âlimi
farklı dayanaklardan hareket etmişlerdir. Bunlardan Ebû Bekir İbnü'l-Arabî'ye
göre Atâ, âyette geçen dövmenin ibâha (serbest bırakma) ifade ettiğini, genel
olarak erkeğin karısını dövmesini yasaklayan hadislerin ise kerahet (mekruh ve
çirkin görme) hükmü getirdiğini tespit etmiş ve sonuç olarak "Koca,
karısını dövemez" demiştir (1,420). Çağdaş tefsircilerden İbn Âşûr'a göre
Atâ, âyet ve hadislerin farklı durumlara göre farklı hükümler getirdiğini
anlamış; öğüt ve küsmenin kocaya, tecavüzün şiddetine göre sopa vb. müeyyide
uygulamanın ise kısmen kocaya, genel olarak da yönetim ve yargıya
(iilü'1-emre) ait bulunduğu sonucuna varmıştır. Koca iyi niyetle (ıslah etmek ve
aileyi korumak maksadıyla) ve sının aşmadan, kadına zarar vermeden -nâşize
olan eşine- birkaç sopa vurursa buna izin verilecektir, sınır aşılır, bu izin
kötüye kullanılırsa ülü'1-emr kocaların eşlerini sopalamasını kesin olarak
yasaklayabilecektir[96].
Kocasına baş
kaldırdığı, aile hukukunu çiğnediği, uzun zaman sevdiği ve kabullendiği
kocasını istemez olduğu için karmm, kocası tarafından -belli ölçüler içinde-
dövülebileceği hükmüne tarihîlik açısından da bakılmıştır. İbn Âşûr'a göre
dövme izni bazı toplulukların veya toplum tabakalarının örf, âdet ve ruh hallerine
riayet edilerek verilmiştir, her zamanda ve her durumda geçerli değildir.
Nü-şûz durumunda kocanın karısını dövebilmesi için aralarında yaşadıkları
toplumda dövmenin ayıp, anormal, aşağılayıcı, zarar verici, hukuka aykırı
telakki edilmemesi, kocanın öfkesinin karısı tarafından ancak bu vasıta ile
hissedilir olması gerekir, izin böyle topluluklar ve durumlar için geçerlidir.
Hz. Ömer'in Mekke halkı İle Medine halkını, kadınlara hâkimiyet bakımından
karşılaştırdığı şu sözleri de toplum değiştikçe ilişki ve davranışların da
değişebileceğini göstermektedir: "Biz muhacirler kadınlarımıza hâkimdik,
sözümüzden çıkmazlardı, Medine'ye gelince gördük ki, Medine'nin yerli kadınları
kocalarına hâkim durumdalar, bu defa bizim kadınlarımız da onlara benzemeye,
onlar gibi davranmaya başladılar"[97].
Bize göre bu âyette,
kadının aile hukukunu çiğnemesi halinde bir ıslah tedbiri olarak
başvurulabilecek bellibaşlı yolların insanlığın tecrübeleri ve özellikle içinde
yaşanılan topluluğun örf ve âdeti dikkate alınarak zikredüirken "kocanın
karısını dövmesi" eylemine de yer verilmiş olmakla beraber, bu uygulama
Hz. Peygamber tarafından toplum ıslah edilerek, insanın ve özellikle zevcenin
dövüle-meyeceği ifade ve telkin edilerek kötülenmiş, "iyi bir kocanın
karısını dövemeye-ceği" kaidesi bu yakışıksız davranışın önüne bir set
olarak konmuştur. Burada sünnet (Resûlullah'm sözleri ve uygulaması) âyeti
neshetmemiş, yerelliğini ve kültürel bağlamını açıklamıştır. [98]
35. Ailede
huzur ve düzeni bozan kişi, taraflardan sadece birisi olduğunda
"nüşûz"dan söz edilir. Aile düzeni iki tarafın karşılıklı
anlaşmazlıklarından, hukuk ihlâlinden ve geçimsizlik çıkarmalarından İleri
geliyorsa ve bu durum uzayıp gittiği İçin ayrılmaları, ailenin dağılması
ihtimali ortaya çıkarsa "şîkâk" hali gerçekleşmiş olur. Bu durumda
Kur'ân-ı Kerîm'in gösterdiği yol, teklif ettiği çözüm usulü
"anlaşmazlığın hakemlere götürülmesidir. Âyetin açık ifadesine göre hakem
tayin edecek olan merci, kan ve koca veya bunların aileleri değil, devletin
ilgili kurumudur (ülü'1-emr). Şikâk durumunda resmî kurum hakem tayin etmekle
yükümlüdür, ancak bu yükümlülük kan-kocanın da hakem tayinine engel teşkil etmez.
Kurumun (meselâ mahkeme) tayin edeceği iki hakemden birinin kocanın, diğerinin
de karının ailesinden olması âyette zikredilmiştir. Bu kaydın bağlayıcı olup
olmadığı konusu tartışmalıdır. Şafiî gibi "Böylesi daha iyi olur,
müstehaptır" diyenler yanında, "Akraba içinde hakemliğe uygun
şahıslar bulunduğu müddetçe yabancılardan hakem tayini caiz değildir"
diyenler de olmuştur.
Hakem, tarafların
nzâsı veya hâkimin tayini ile anlaşmazlık konusunu hükme bağlayan kişidir.
Hakemin salâhiyetinin "hâkim" gibi mi yoksa "vekil" gibi mi
olduğu da tartışılmıştır. Hz. Ömer, Osman, Ali, İbn Abbas gibi önde gelen
sahâ-bîler yanında Nehâî, Şa'bî, Mâlik, Evzâî, Şafiî gibi âlimler hakemlerin
salâhiyetlerinin hâkim gibi olduğu; yapacakları araştırma, soruşturma, danışma
sonunda evlilik hayatının devamı veya sona erdirilmesinden hangisine
hükmederlerse onun geçerli olacağı, karı veya kocadan birinin aksini
dilemesinin etkisi olmayacağı hükmüne varmışlardır. Çünkü bu müctehidlere göre-
hakem tayininin mânası ve işlevi bundan ibarettir. Bu icühad hakemlere, araya
mahkeme girmeden aile bağını çözme salâhiyetini tanımakla aile sırlarının
mahkemelerde aleniyete dökülüp gözler önüne serilmesi sakıncasını da ortadan
kaldırmaktadır. Ebû Hanîfe ve onun gibi düşünen az sayıdaki müctehid ise
hakemlerin salâhiyetlerinin vekilin salâhiyeti gibi olduğu, tarafların iradesi
dışında bir çözüme gidemeyecekleri kanaatini benimsemişlerdir. Buna göre
hakemlerin vazifesi tarafların arasını düzeltmek, kusurlu olan tarafı yola
getirmek İçin uygulanacak yöntem ve müeyyideyi belirlemek gibi hususlardan
ibarettir. Osmanlılar'in son dönemlerinde kabul edilen 1917 tarihli Hukuk-ı
Âiie Kararnamesi şikâk durumunda başvurulan hakemlere "aile meclisi"
adını vermiş ve meclisin yetkisi konusunda Hanefî mezhebinin değil, çoğunluğun
İçtihadını kanunlaştırmıştır (md. 130).
İslâm hukukunda boşama
(tatlik, talâk) hakkı kocaya aittir. Bu hükmü ya anlamayan veya kötüye
kullanmak isteyenler "kadın hakkına aykırı" olarak değerlendirmişler,
"İslâm hukukuna göre kadın evlilik hayatında zarara uğrasa, zulüm görse,
mutlu olmasa dahi kocası boşamadıkça bunlara katlanmak mecburiyetindedir"
demişlerdir. Âyetin açık ifadesiyle bunun ışığında yapılmış ictihadlar bu anlayışa
kesin olarak yol vermemektedir. Evlilik hayatı İçinde zarar ve zulüm gören,
mutlu olmayan kadın, kocası boşamak istemediği halde hâkime veya hakemlere
başvurarak evlilik hayatını sona erdirebilir. Aynca yine kadının irade ve
teşebbüsüyle devreye girecek olan "bedel vererek boşanma" (muhâlaa)
yolu da açıktır.
Âyetin asıl muhatabı
ümmet olduğundan, kocanın boşama hakkını kötüye kullanmak suretiyle kadını
mağdur etmesi halinde aile meclisi veya toplumun devreye girmesi, tayin
edecekleri hakemler aracılığı ile anlaşmazlıkları çözüme bağlaması gerekir. [99]
36. Allah'a kulluk
edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya, akrabaya, yetimlere,
yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin
altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve böbürlenip duran
kimseyi asla sevmez. 37. Bunlar cimrilik eden ve insanlara da cimriliği tavsiye
eden, Allah'ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz,
kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırladık. 38. Ve bunlar Allah'a ve âhiret
gününe inanmadıkları halde mallarını, nisanlara gösteriş için sarfedenlerdir. Bir
kimsenin arkadaşı şeytan olursa o ne kötü bir arkadaştır! 39. Allah'a ve âhiret
gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiğinden harcasalardı ne olurdu
sanki! Allah onların durumunu hakkıyla bilmektedir. 40. Şüphe yok ki Allah
zerre kadar haksızbk etmez; o zerre, bir iyilik ise onu katlar, kendi katından
da büyük mükâfat verir. 41. Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de
onlara şahit tuttuğumuz zaman halleri nice olacak! 42. Küfür yoluna sapıp
peygamberi dinlemeyenler o gün, Allah'tan hiçbir haberi gizleyemez hale
düşerek yerin altında kaybolmayı temenni ederler. [100]
36-39,
Buradan İtibaren yedi âyette, sûrenin ana konulan arasında bulunan cemiyet
düzeni, bu düzenin harcı durumundaki yapıcı sosyal ilişkiler, yakından uzağa
doğru insanlara iyi davranmak, maddî ve manevî yardımda bulunmak, bunları
gösteriş için değil, sırf Allah nzâsı için yapmak ve böylece cemiyet halinde
dünya hayatını yaşarken de bir Allah'a kulluğu gerçekleştirmek tavsiye ve
teşvik edilmektedir. Allah'a başkasını ortak koşmak (şirk) birisi inançta,
diğeri amelde ve davranışta olmak üzere iki çeşittir. İnançta şirk, Allah'tan
başka bir varlığın tanrı olduğuna veya Allah'a mahsus sıfatlardan bir kısmını
taşıdığına inanmakla olur. Amelde şirk ise ibadeti ve kulluğu Allah'a tahsis
edip, yalnız O'nun için yapacak yerde başka varlıkları da O'na ortak kılmakla
gerçekleşir. Bu âyetlerde kınanan kibir, cimrilik, gösteriş yapma duygu ve
eylemlerinde iki çeşit şirkin de izleri vardır. Kibirlenen kimse Allah
karşısında bağımsızlığını ilân ediyor ve nefsi-ne tapıyor demektir. Cimrilik
eden kimsede ise Allah'ın lütfuna karşı nankörlük ve güvensizlik vardır.
İyiliği insanlar görsün ve kendisini övsünler diye yapanlar ibadet ve kulluğa
Allah rızâsından başka unsurlar katmaktadırlar. Yalan söylemek, sözünde
durmamak, emanete hıyanet etmek nasıl kişiyi -terim anlamında münafık kılmasa
bile- münafık sıfatlı kılıyorsa, yukarıda sıralanan nitelikler de inşam müşrik
yapmasa bile- şirke yaklaştırmakta, müşriklere ait bulunan bazı duygu, düşünce
ve davranışların içine sokmaktadır.
Kendisine iyi
davranılacak kimselerin başında ana-baba gelmektedir. Burada olduğu gibi birçok
âyette "Allah'a şirk koşmayı yasaklama"nın hemen arkasından
ana-babaya iyi davranma emrinin gelmesi anlamlıdır; işin önemini göstermektedir.
Akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilik etmek birçok âyet ve hadiste hararetle
tavsiye edilmiştir. Burada komşu, arkadaş, yolcu ve el altında bulunanlar da
iyilik (İhsan) edilecekler arasına alınmışlardır.
Türkçe'deki komşu teriminin
karşılığı olan âyetteki câr kelimesi, "yakın olma, yakınlık"
anlamındaki civar ve mücâvere masdarlaiından İsim olup genellikle birbirine
yakın meskenlerde yaşayan kişilerin ve ailelerin her birini ifade eder. Ayrıca
aralarında meslek, iş yeri, arazi vb. yönlerden yakınlık bulunanlar hakkında
da kullanılmaktadır[101].
Müfessîrler, âyetteki
komşu kavramı hakkında değişik yorumlar aktarmışlardır. Meselâ Evzâî'nin, bir
evin farklı yönlerinde bulunan kırkar evi o eve komşu saydığı belirtilir. Bazı
rivayetlere dayanarak bir evden batırıldığında sesin duyu-labildiği bütün
evlerin komşu sayılması gerektiği söylenmişse de bu rivayetlerin sıhhati
tartışmalı olduğundan bu görüşe itibar edilmemiştir[102].
Âyetlerde ve sahih hadislerde komşuluğun sınınyla ilgili sarih bir bilgi
bulunmadığını, bu hususta ölçü veren rivayetlerin sıhhatinin ise kuşkulu
olduğunu belirten birçok âlim, kimlerin komşu sayılacağım örfün belirlediği
görüşünü tercih etmişlerdir[103].
Yaygın yoruma göre
âyette geçen "yakın komşu" ile evleri en yakında bulunan komşular,
"uzak komşu" ile de nispeten daha uzakta oturan komşular kastedilmiştir.
İlkiyle akrabalık bağı bulunan, ikincisiyle akraba olmayan komşuların veya
ilkiyle müslüman, ikincisiyle gayri müslim komşuların kastedildiği gibi daha
başka yorumlar da yapılmıştır[104].
Kurtu-bî, bu son yorumu da sahih bir yorum olarak değerlendirir; ayrıca
âyetteki "ihsan" kelimesinin, yerine göre komşunun mutluluğunu ve
kederini paylaşma, birlikte dostça yaşama, komşuya eziyet etmeme ve onu himaye
etme gibi erdemli davranışları içerdiğini belirtir[105].
Hadislerde de komşuluğun önemini ve komşu haklarını anlatan çeşitli açıklamalar
bulunmaktadır. Bunların en dikkate değer olanı "Cebrail, komşu hakkı
üzerinde o kadar Önemle durdu ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı yapacak
sandım" anlamındaki hadistir[106].
Başka hadislerde de komşusunun, kötülük yapmasından korktuğu kimselerin tam
olarak iman etmiş olamayacağı[107];
Allah katında en hayırlı komşunun, komşularına en çok iyilik eden kimse olduğu[108]
bildirilmekte; ayrıca komşuların, en yakın olanlardan başlamak üzere
birbiriyle hediyeleşmeleri de öğütlen-mektedir[109].
Sosyal hayatın aileden
sonraki halkasını komşular oluşturduğundan her din ve kültürde komşuluk
ilişkileriyle ilgili kurallar bulunur. İslâmî kaynaklarda komşu hakları genel
olarak kul hakları (hukuk-ı ibâd) veya insan haklan (hukuk-ı âde-miyyîn)
denilen haklar çerçevesinde ele alınır, bu haklarla ilgili buyruk ve yasaklar
komşuluk ilişkilerini de bağlar. Ayrıca özel olarak komşuluk haklarına da yer
verilir[110]. İnsan ilişkileriyle
ilgili âyet ve hadisler bütün olarak dikkate alındığında İslâm'da, yabancılara
karşı nefret telkin eden ve onları aşağılayan yahudi telakkisinin[111] âdil
ve ahlâkî görülmediği; buna karşılık İncil'in "Düşmanlarınızı sevin"
buyruğunun da[112] gerçekçi bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Bunun en açık kanıtlarından biri, "Bîr topluluğa duyduğunuz kızgınlık
sizi adaletsizlik yapmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha uygundur"[113] mealindeki âyettir. "Allah'a ve âhiret
gününe inanan kimse komşusuna eziyet etmesin"[114];
"Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse komşusuna iyilik etsin"[115]
mealindeki örneklerde de görüldüğü gibi hadislerde komşuluk kavramının din
ayırımı yapılmaksızın mutlak olarak kullanılmasını dikkate alan âlimler, gayri
müslim komşuların da komşuluk haklarının bulunduğu görüşünde birleşmişlerdir[116].
Özellikle komşuları üç gruba ayırarak akraba olan müslüman komşuların
akrabalık, dindaşlık ve komşuluk hakları; akraba olmayan müslüman komşuların
dindaşlık ve komşuluk hakları; gayri müslim komşuların ise komşuluk haklarının
bulunduğunu belirten hadis[117],
sıhhati kesin olmasa bile konuyla ilgili sahih hadislerin ruhuna uygun düşmesi,
ayrıca bu husustaki genel İslâmî telakkiyi yansıtması bakımından önemli
görülmüş ve konu hakkındaki hemen bütün kaynaklarda bu rivayete yer
verilmiştir.
Konumuz olan âyetteki
buyruklardan biri de yolcuya yardımdır. Ulaşım ve iletişimin güç ve sınırlı
olduğu zamanlarda yolcuya yardımcı olmanın önemi daha fazla idi. Günümüzde de
yolculuk esnasında yardıma muhtaç hale gelen, yer ve yol soran, dil bilmediği
için iletişimde güçlük çeken kimselere yardım ihtiyacı devam etmektedir. Bu
husustaki âyet ve hadisler dikkate alındığında Allah rızâsı için yolculara
yardım eden, seyahat rehberliği yapan resmî ve sivil kurumlar oluşturmanın
müslümanlara düşen kulluk vazifeleri arasında bulunduğu ortaya çıkmaktadır.
"Ellerinizin
altında bulunan (ellerinizin sahip olduğu)" kimseler, kölelik kaldırılmadan
önce birinci derecede köleler idi, İslâm bunlara iyi davramlmasım, efendisiyle
köle arasındaki ilişkinin "İhsan" çerçevesinde olmasını ısrarla
istemiştir. Günümüzde kölelik kaldırılmıştır, ancak güçlülerin elleri altında
eskiden olduğundan daha çok zayıflar bulunmaktadır. Müminler her nevi gücün
Allah'tan olduğunu asla unutmayacaklar; maddî ve manevî güç sermayesini
insanları ezmek ve sömürmek için değil, Allah'a kulluk yolunda, iyilik ve
hizmet için kullanacaklardır. [118]
40. Allah
Teâlâ kulun yaptığı iyiliği değerinden fazlasıyla, ederini katlayarak
mükâfatlandırmaktadır; iyilik ve ibadet kulun elinden gelendir, mükâfatı ise
Allah vermekte ve şanına lâyık bir keyfiyet ve kemiyette ihsan buyurmaktadır. [119]
41. Kendilerine
hak din ve peygamber gönderilen her ümmetin şahidi peygamberi olacaktır.
Kıyamette Allah Teâlâ ümmetleri toplayacak, hesaba çekecek, peygamberlerini de
şahit tutacaktır. İyi ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş, bütün hak dinlerin
değişmez esaslarını son olarak aydınlığa çıkarmış ve uygulamış, insanlığa
kıyamete kadar sürecek bir din ve nizam getirmiş olan hâtemü'l-enbiyâ da bütün
peygamberlerin şahidi olacaktır. Çünkü o, diğerlerinin getirip tebliğ ettiklerini
ve daha fazlasını bilmektedir. Şehîd ve şahidin bir mânası da "temsil
eden, şahsında gösteren"dir. Peygamberler Allah Teâlâ'nın irade ve
rızâsını temsil eden, onun dilediği, beğendiği, hoşnut olduğu kulu
şahıslarında gerçekleştiren kâmil insanlar, has kullar ve bu mânada canlı
şahitlerdir. Hâtemü'l-enbiyâ olan Hz. Muhammed ise bütün peygamberlerin güzel
sıfat ve özelliklerine vâris olmuş, yalnız kendisine ait bulunan kemalât ile de
onları aşmıştır. Onun bütün peygamberlere şahit olması, bu özelliğinin tabii
bir sonucudur. İnsanlar dünyada yaşadıkları kulluk imtihanının âhirette
sonucunu almak üzere toplandıklarında peygamberleri, bir "cevap
anahtarı" gibi onlara takdim edilecek; doğru ve yanlışlarını onların
şahıslarında, kendi gözleriyle görecek, vicdanlarıyla hissedeceklerdir. [120]
43. Ey iman edenler!
Siz sarhoş iken ne söylediğinizi bitinceye kadar, yolcu olan müstesna olmak
üzere, cünüp iken de gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur
veya bir yolculuk halinde bulunursanız yahut sizden biriniz ayak yolundan
gelirse yahut kadınlara dokunup da -bu durumlarda- su bulamamışsanız o zaman
temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin); yüzlerinize ve ellerinize sürün.
Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır. [121]
43.
Araplar'in hartır ismini verdikleri "şarap" İslâm'dan sonra hemen
yasaklanmamıştı, bu sebeple daha önce şarap içmeye alışmış bulunan müslümanlar
da onu içerler ve sarhoş olurlardı. Hicretin başlarında "Sana içkiyi ve
kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar (ism) ve bazı
faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür"[122]mealindeki
âyet gelince sahabeden bazıları âyette geçen ism kelimesine "zarar,
kötülük, eziyet" mânası vererek "Bİz onu ism için değil,
faydalarından dolayı içiyoruz" dediler ve içmeye devam ettiler. Ancak bu
âyet şarap ve benzeri sarhoşluk veren içkilerin yakında yasaklanacağına işaret
ediyor, içenleri psikolojik olarak bunu bırakmaya hazırlıyordu. Bundan üç yıl
sonra bir olay cereyan etti: Abdurrahman b. Avf yemek hazırlamış.,
arkadaşlarını davet etmişti. Yediler, içki içtiler ve sarhoş oldular. Namaz
vakti gelince Hz. Ali'yi imam yaparak namaza durdular. İmam namazda, Kâfirûn
sûresini, mânayı değiştirecek şekilde yanlış okudu, bunun üzerine tefsirini yapmakta
olduğumuz âyet nazil oldu[123].
Artık müslümanlar şarabı, ancak sabah ve yatsı namazlarından sonra içmeye başladılar.
Çünkü bu namazlardan sonra -daha sonraki namaz vaktine kadarsarhoş olup ayıkmak
imkânı buluyorlardı[124] .
Yeni emre göre sarhoş
olanlar ne söylediklerini bilecek hale gelinceye, cünüp olanlar ise boy
abdesti (gusül) alıncaya kadar namaz kılmayacaklardı. "Yolcu olanlar
müstesna" diye tercüme edilen kısmı âyette "âbirî-sebîl"
şeklinde geçinektedir; bu ifadenin lafzî tercümesi ise "yolu
geçenler"dİr. Hemen aşağısında yolcuları anlatmak üzere "alâ
sefer" ifadesi kullanılmıştır. Yolcular böyle ifade edildiğine göre
"âbirî-sebîT'e farklı bir mâna verilmelidir. İşte böyle düşünen ve bir
kısım açıklayıcı rivayetlerden de yararlanan tefsirciler bu ifadeyi "yolu
mescid-den geçenler, mescidde oturmadan bir tarafından girip diğer tarafından
çıkarak yoluna devam edenler" şeklinde anlamışlardır. Medine'ye hicret
edildiğinde ilk yapılan bina mescid olmuştu. Mescidin çevresinde de bir kısım
ashabın evleri vardı, bu evlerin şehre açılan yolu mescidden geçiyordu, bu
sebeple bazan cünüp olarak mescidden geçmek gerekebiliyordu, âyet buna izin
vermiş, bazı rivayetlere göre Resûlullah birkaç istisna dışında evlerin
yollarını değiştirtmiştir[125], Bu
açıklamayı benimseyenlere göre "... namaza yaklaşmayın" cümlesindeki
namazdan maksat "sarhoşlar için namaz ibadeti", cünüp olanlar için
ise "namaz kılınan yer olan mesciddir." Cünüp olanlar, içinde
oturmamak üzere -ihtiyaca binaen- mescide girip çıkabilirler; bu tefsiri
yapanlar içinde İbn Mes'ûd, İbn Dînâr, Nehaî, Mâlik, Şafiî gibi âlimler vardır.
Âyeti farklı yorumlayan, aralarında Ali, İbn Abbas, İbn Cübeyr, Mücâhid, Ebû
Hanîfe gibi âlimlerin de bulunduğu diğer gruba göre "yolu
geçenler"den maksat, bizim mealinde tercih ettiğimiz gibi yolculardır.
Yolculukta su bulunmaması, mevcut suya hayati ihtiyacın bulunması gibi
sebeplerle cünüp olanlar boy abdesti almakta güçlük çekebilirler; bu sebeple
yolculuk halinde cünüp olanlara teyemmüm meşru kılınmıştır. Aşağıda "alâ
sefer" şeklinde farklı bir ifade ile yolcular geçeceği halde burada
zikredilmesi, suyun bulunmaması veya suya olan ihtiyacın yolculuk halinde daha
fazla olmasındandır[126].
Yolculukta su
bulunmadığı veya onu kullanmaya bir engel bulunduğu takdirde teyemmümün caiz
olduğu hükmünde ittifak vardır. Şafiî gibi bazı müctehidler su mevcut ise
hazarda (yolcu olmayanlar için) hayatî tehlike bulunmadıkça teyemmümün caiz
olmadığı hükmünü benimsemişlerdir. Nisa süresindeki bu âyet sefer halinde,
Mâide süresindeki 6. âyet ise hazar halinde teyemmümün gusül ve abdest yerine
geçtiğini ifade etmektedir.
Teyemmüm, niyet
edildikten sonra yer kabuğuna ait temiz toprak, kil, kum, taş gibi bir nesneye
iki elin içi ile dokunup yüzü, sonra bir daha dokunup dirseklere kadar kolları
meshederek yapılmakta, hem abdest hem de -cünüpler için- gusül yerine
geçmektedir. Gusül İslâm'dan önce de Araplar'in bildiği ve uyguladığı bir
maddî-mânevî temizliktir. Araplar'ın bu temizlik usulünü ya Hz. İbrahim geleneğinden
, ya da yahudilerden (Levililer, 15/16-18) almı ş olacakları düşünülmüştür[127].
Teyemmüm İslâm'a mahsus bir ibadet hazırlığı ve manevî temizlik aracıdır.
Bununla beden temizlenmese de Allah'ın huzuruna durup namaz kılacak olan kul
bir temizlik şuuru kazanmakta ve kendini ibadete hazırlamaktadır.
Teyemmüm âyeti
hicretten sonra 6. yılda Müreysî seferinde gelmiştir. Bu seferde Hz. Âişe'nin
bir gerdanlığı kaybolmuş, aramak için vakit harcanmış, suyun bulunduğu menzile
ulaşma imkânı kalmamıştı. Abdest almak için su bulamayan halkın, durumu Hz. Ebû
Bekir'e şikâyet etmesi üzerine o da gelmiş kızı Âişe'ye çıkışmıştı. Bu sırada
Hz. Peygamber onun dizine başını koymuş istirahat etmekte iken teyemmüm âyeti geldi.
Bu âyetin konumuz olan Nisa sûresi âyeti mi, yoksa Mâide sûresinin 6. âyeti mi
olduğu konusunda tereddüt vardır. Ebû Bekir İbnü'l-Ârabî'ye göre âyetin
"sarhoş ve cünüpler için namazı yasaklayan" kısmı Hz. AH ile ilgili
olay üzerine gelmiştir. Diğer kısmın gelmesine ise Hz. Âişe ile ilgili hadise
sebep olmuştur. Bu hadise üzerine gelen kısım Mâide sûresinin 6. âyetinde-dir.
Nisa sûresinde ise münasebet düştüğü için tekrar vahyedilmİştir. Buhârî'nin
Sahîh'inde teyemmümle ilgili kısmın hem Mâide hem de Nisa sûrelerinin tefsirlerinde[128] tekrar
edilmesi de bu anlayışı desteklemektedir (1,442). Aksini de kaydetmekle beraber
Nisa sûresinin Mâide'den önce geldiğini ileri süren İbn Âşûr, Kurtubî'nin de
aynı görüşü paylaştığından hareketle -olayı nakleden- HzÂişe'nin kastettiği
teyemmüm âyetinin Nisâ'daki bu âyet olduğu kanaatine meyletmiştir[129].
Sonuç olarak bu iki
âyet birbirini tamamlayarak hazarda ve seferde, sarhoş, cünüp ve abdestsiz
olanların yapamayacakları bazı şeyleri açıklamakta, olağan ve olağan dışı
durumlara ait çözümler getirmektedir.
"Kadınlara
dokunmak"tan maksat nedir? Âyette kullanılan lems ve nıülâme-
se kelimesinin hakikat
mânası "el veya bedenin bir kısmıyla dokunmak", mecaz mânası ise
"cinsî temasta bulunmak"tır. Lems ile eş anlamlı olan mess kelimesi
Kur'ân-ı Kerîm'de cinsel ilişki mânasında da kullanılmıştır[130] .
Müctehid ve müfessirler bu iki mânadan birini tercih konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir:
1. Hz. Ali,
İbn Abbas, Mücâhid ve Ebû Hanîfe'nin aralarında bulunduğu bir gruba göre maksat
cinsî temasta bulunmaktır, yalnızca dokunmak (deri teması) guslü de, abdesti de
bozmaz.
2. Mâlik,
Ahmed ve İshak'a göre cinsî haz almak masadıyla dokunma abdesti bozar, böyle
bir maksat bulunmadan dokunmak abdesti bozmaz,
3. Şafiî'ye göre cinsî haz maksadı bulunsun
bulunmasın deri teması abdesti bozar; bu anlayış İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Ziihrî
gibi müctehidlerden de nakledilmiştir.
4. Evzâî'ye
göre el ile dokunmak abdesti bozar, bedenin diğer bir yeri ile dokunmak
bozmaz. Şevkânî bu görüşleri naklettikten sonra bizce de doğru olan şu
açıklamada bulunmuştur: Kur'ân-ı Kerîm'İn burada kullandığı kelime her iki mâna
için de uygundur, birini diğerine tercih mümkün değildir, böyle ihtimalli durumlarda
kelimeden bir hükme varılamaz. Burada Hz. Peygamber ve sahabenin uygulamasına
bakmak gerekir; buraya bakıldığında ulaşılan sahih sonuç ise yalnızca deri ile
dokunmanın abdesti bozmadığı, âyette kastedilen dokunmanın "cinsî temasta
bulunmaktan ibaret" olduğudur (1,527-529).
"Eğer hasta olur
veya bir yolculuk halinde bulunursanız... -bu durumlarda- su
bulamamışsanız" ifadesinden yalnızca hastalık veya yolculuk halinin
teyemmüm ruhsatı için yeterli olmadığı, ayrıca bu durumlarda suyun bulunmaması
veya bulunsa bile kullanma imkânının olmaması gerektiği mânası çıkmaktadır. Su
bulunmadığında hasta ve yolcu olmayanlar da teyemmüm edebildiklerine göre
burada "hasta ve yolcu" olmanın önemi kalmamaktadır. Şu halde niçin
bu kayıtlar konmuştur? Eğer Nisa sûresinin -özellikle bu âyetin- Mâide'den
daha önce İndiği kabul edilirse bu soruya şu cevap verilebilir: Nisa sûresinde
"yolculuk ve hastalık halinde su bulamayanlar" için, Mâide sûresinde
ise "hazar halinde su bulamayanlar" için teyemmüm ruhsatı
açıklanmıştır. Soruya şu cevaplar da verilmiştir: a) Suyun bulunmama ve kullanılamama
İhtimali hastalık ve yolculuk halinde daha fazla olduğundan bu iki durum
özellikle zikredilmiştir, b) Suyu bulamamak mecazen "bulunduğu halde
ihtiyaç, korku, zarar görme gibi bir sebeple onu kullanma imkânından mahrum
olmak" mânasına da gelmektedir. Yolcular ve hastalarda bu mânada
"suyu bulamama" hali daha çok olmaktadır. [131]
44. Kendilerine
kitaptan nasip verilenleri görüyor musun? Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin
de yoldan çıkmanızı istiyorlar. 45. Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir. Gerçek
bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir. 46.
Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden saptırıyorlar. Dillerini eğip
bükerek ve dine saldırarak "işittik ve karşı geldik; dinle, dinlemez
olası, râinâ" diyorlar. Eğer onlar "Dinledik ve itaat ettik, dinle ve
bizi gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru
olacaktı; fakat inkârları sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az
inanırlar. 47. Ey Ehl-i kitap! Biz birtakım yüzleri silip dümdüz ederek
arkalarına çevirmeden yahut cumartesi adamlarını lanetlediğimiz gibi onları da
lanetlemeden önce, siz de olanları doğrulamak üzere indirdiğimize iman edin.
Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir. 48. Allah kendisine ortak koşulmasını
asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse hakkında bağışlar. Allah'a
ortak koşan kimse büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur. 49. Kendilerini
temize çıkaranlara ne dersin? Hayır, Allah dilediğim temize çıkarır ve kimseye
kılpayı kadar haksızlık edilmez. 50. Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar!
Apaçık bir günah olarak bu yeter. 51. Kendilerine kitaptan nasip verilenleri
görmedin mi? Putlara ve bâtıla iman ediyorlar, sonra da kâfirler için
"Bunlar Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır" diyorlar. 52.
Bunlar Allah'ın lanetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı
kimseye yardımcı bulamazsın. 53. Yoksa onların mülkten bir nasipleri mi var?
Öyle olsaydı insanlara çekirdek parçası bile vermezlerdi. 54. Yoksa onlar,
Allah'ın lütfundan verdiği şeylerden dolayı insanlara haset mi ediyorlar? Oysa
İbrahim soyuna da kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık
bahsettik. 55. Onlardan bir kısmı İbrahim'e inandı, kimi de ondan yüz çevirdi;
kavurucu bir ateş olarak cehennem yeter. 56. Şüphe yok ki, âyetlerimizi inkâr
edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz
hale geldikçe derilerini, başka deriler ile değiştiririz ki acıyı duysunlar.
Allah daima üstündür ve hikmet sahibidir. 57. İnanıp iyi işler yapanları da,
içinde ebediyen kalmak üzere, zemininde ırmaklar akan cennetlere sokacağız.
Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu bir gölgeliğe alacağız. [132]
44-45.
Sûrede bir yandan aile, miras hukuku, ibadet gibi alanlarda müslü-manlara
mahsus hükümler açıklanırken diğer yandan hak dine inanmayanların dünya
hayatında diğer inanç sahiplerine karşı haksız, kaba, insafsız, zulme varan
davranışları anlatılmakta; bunların âhirette görecekleri muamele ve ağır
cezalar tasvir edilmektedir. Bu mukayeseli anlatım tarzı müminlerin içinde
bulundukları durumu daha iyi kavramalarını, nimet ve iyilikleri Allah'tan bilip
şımarmadan şükretmelerini, karşılaştıkları güçlük, külfet ve mahrumiyetleri ise
fazla büyütmeden sabır ve tahammül göstererek ecre çevirmelerini
sağlamaktadır. 44-57. âyetler yukarıda geçen 36-42. âyetlerin konu bütünlüğü
bakımından devamı gibidir. Başta yahudiler olmak üzere bütün kâfirler ve
inanmadıkları halde inanmış gözükerek miislümanları aldatan münafıklar bu
âyetlerde müminlere tanıtılmakta, tuzak ve taktikleri .açıklanmakta,
müslümanlar uyarılmaktadır. [133]
46.
Yahudilerden bir kısmının kelimelerin yerlerini değiştirmeleri -muhtemelen bu
âyetten alınan- tahrif terimi İle ifade edilmektedir. Tahrifin çeşitleri
vardır. Âyetin devamında verilen örnekler tahriftir, burada müsbet mâna ve
değer ifade eden kelimeler alınmakta, ya ses benzerliğinden veya kelimelerin
diğer mânalarından yararlanılarak olumsuz, kötü, aşağılayıcı maksatlarla
kullanılmaktadır. Meselâ "râinâ" kelimesi Arapça'da "Bizi
gözet, durumumuzu göz önüne alarak konuş..." mânasına gelir, müminler bu
kelimeyi olumlu bir mânada kullanmakta, Hz. Peygamber'den söylediklerini iyi
anlamaları ve yerine getirebilmeleri için- durumlarını gözeterek konuşmasını,
açıklamalarını buna göre yapmasını istirham etmektedirler. Yahudiler ise
İbrânîce'de ses itibariyle bu kelimeye benzeyen ve "ah-mak, kaim
kafalı" gibi bir mâna ifade eden "râûnâ" kelimesinin mânasını
kastederek "râinâ" demektedirler. Tahrifin diğer şekilleri kelimelerin
yerlerini değiştirmek, kelimeleri başkalarıyla değiştirmek ve lafızla alâkası
olmayan veya kastedilme ihtimali çok uzak bulunan mânalar vererek sözü asıl
mânasından saptırmak suretiyle yapılmaktadır. Bir kısım yahudiler ve
hıristiyanlar tahrifin bütün şekillerini yapmışlar, hem kendilerini
aldatmışlar hem de başkalarını saptırmak istemişlerdir. Kötü niyetle davranan,
hidayet karşısında sonuna kadar direnen kâfirler akıl ve iradelerini böyle
kullandıkları için ilâhî lanete müstahak olmuşlardır, lanetlenmişlerin ise
inanmaları beklenemez. "Artık pek az inanırlar" ifadesi, "Bunu
çok az adam söyleyebilir", "utanması az" deyimlerinde olduğu
gibi olumsuzluk ifade etmek İçin kullanılmıştır, "Artık inanmazlar"
demektir. [134]
47.
"Yüzleri silip dümdüz etme"nin hakikat mânası yüzdeki organları
kaldırmak, yok etmektir. Mecaz mânası ise bu organların işe yararlığını
ortadan kaldırmak , çirkin, nursuz, işe yaramaz hale getirmektir. Hakikat
mânası kastedildiği takdirde "arkalarına çevirmek"ten maksat bu organları
kafanın arkasına koymaktır. Organlar burada olunca öne gitmek isteyen kimse
arkaya doğru gidecektir. Kelimenin mecaz mânası kastedilmiş ise geriye
çevirmekten maksat, bu organlar ile elde edilecek hayır, bereket, verimlilik
ve saadetten mahrum olmak, kemale doğru ilerlemek yerine ilkelliğe doğru
gerilemektir[135].
48. Yukarıda
Ehl-i kitap'tan bahsedildikten sonra "Allah Teâlâ'nın şirk dışındaki
bütün günahları dilerse affedeceğini" bildiren âyetin gelmesi sebebiyle
bazı müfessirler, bu âyetin öncekilerle ilgisi bulunduğunu düşünmüşler,
buradaki mağfiret (bağışlama) kavramının ne mânaya geldiği sorusuna cevap
aramışlardır. Bu cevaplardan birine göre burada bağışlanan ceza tabii
felâketler, mağlûbiyet, esaret gibi kâfirlere dünyada verilen cezadır. Allah bu
cezayı müşriklerden kaldırmaz, diğerlerinden isterse kaldırır. Bir başka
açıklamaya göre ise bağışlama "müsamaha, hukuk dahilinde yaşama hakkı
verme" mânasına germektedir. Ehl-i kitap zimmet akdine bağlanarak
müslümanların himayesinde kendi dinlerine göre yaşama hakkına sahiptirler,
müşrikler İse ya iman edecekler yahut da yok edileceklerdir[136].
Müşriklere yaşama hakkı ve imkânı verilmeyeceği hükmünü benimseyenler Tevbe
sûresinin 5. âyetine dayanmaktadırlar. Ancak bu âyetin üstü ve altı dikkatle
okunduğunda müşriklerin öldürülmesi emrinin şirk suçuna değil, onların
antlaşmaları bozmaları ve hukuka riayet etmemelerine bağlı olduğu
anlaşılacaktır. İlgili naslar bir arada değerlendirildiği zaman bu konuda
ulaşılan sonuç şudur: Zulme sapmayan, hürriyet ve adalet üzerine kurulmuş
toplum düzenini bozmayan bütün fertler ve gruplar -dinleri, inançları ne
olursa olsun- hayat hakkına sahiptirler.
Bağışlama âyetinin üst
tarafına bağlı olmadığını, bu konuda genel bir hüküm getirmek üzere
indirildiğini düşünen tefsircilere göre de ortada önemli problemler ve sorular
vardır; bu yüzden âyete "müteşâbih" diyenler bile olmuştur. Çünkü âyeti
tek başına ele alıp lafza bağlı yorum yaptığımızda şu sonuçlar çıkmaktadır: a)
Allah Teâlâ -Ehl-i kitap gibi- müşrik olmayan inkarcıları bağlayabilecektir, b)
Günahkâr müminleri, tövbe etmeseler bile bağlayabilecektir, c) Kâfir iman etse
ve günahkâr mümin tövbe etse bile bunları bağışlamayabilecektir; çünkü
"isterse bağışlar" ifadesi vardır. Halbuki konuyla ilgili birçok âyet
ve hadis, bu üç konuda kesin olarak farktı hükümler getirmiştir. Şu halde
bağışlama âyetinin -bu farklı hüküm getiren- âyet ve hadisler çerçevesinde
anlaşılması gerekmektedir, tek başına ve zahire göre yorumlamak önemli ölçüde
hatalı anlayışlara yol açacaktır.
İbn Âşûr'un, İbn
Atıyye'yi (II, 64) tamamlayarak yaptığı açıklamaya göre bağışlanma şansı
bakımından insanları dört gruba ayırmak gerekir:
1. Hak dinin
inkârında ısrar ederek ölen kâfirler; bunlar ebedî olarak cehennemde
kalacaklardır.
2. Günahı
olmayan (muhsin) müminler; bunlar Allah'ın vaadine göre kesin olarak doğrudan
cennete gireceklerdir.
3. Günah
işledikten sonra tövbe eden ve tövbesinde sebat ederek ölen müminler; bunlar
da bir önceki müminler gibidir.
4. Günah
işleyip tövbe etmeden ölen müminler. Bunlar da: a) Mürcie mezhebine göre
cennete girerler, günahları buna engel olmaz; Allah Teâlâ'nın ceza tehditleri
(vaîdler) kâfirlerle ilgilidir, müminler -günahkâr da olsalar- buna dahil olmazlar,
b) Mu'tezile'ye göre büyük günah işleyip tövbe etmeden ölenler cehennemliktir.
Hâricîler'e göre büyük veya küçük günah işleyip tövbe etmeden ölenlerin İmanı
yoktur, kendileri ebedî cehennemliktir. Vaad âyetleri (mükâfat sözü veren
âyetler) günahsız veya tövbe etmiş müminlere aittir, vaîd âyetleri ise kâfir
olsun imanlı olsun günahkârlara aittir; onların durumunu bildirmektedir, d)
Ehl-i sünnet'e göre mutluluk ve esenlik müjdesi veren vaad âyetlerinin zahiri
(teker teker lafzî yorumdan çıkan hüküm) genel olmakla beraber maksat özeldir,
bunlarla günahsız müminlerle günahkârlar içinden Allah'ın ceza vermeyeceği grup
kastedilmiştir. Ceza tehdidi içeren vaîd âyetlerinin de zahiri genel olmakla
beraber kastedilenler Özeldir, belli bir gruptur; yani kafirlerle Allah
Teâlâ'mn cezalandıracağı günahkâr müminler kastedilmiştir.
Tefsir etmekte
olduğumuz âyette geçen "Bundan başkasını dilediği kimseler için
bağışlar" cümlesi yukarıda açıklanan âyetler arası ilişki yumağı içinde
ele alınacaktır; bu âyet icmal (özet), diğerleri tafsildir (geniş, detaylı
açıklamadır). Allah'ın hangi kullarına ceza vermeyi, hangilerine de vermemeyi
dileyeceği yine kendisi tarafından diğer âyetlerde açıklanmıştır. Buna göre
tövbe eden kimse daha önce müşrik, Ehl-i kitap, günahkâr müslüman olsa da
Allah Teâlâ tarafından bağışlanacak ve tövbesi kabul edilecektir; çünkü O böyle
vaad etmiştir. Tövbe etmeden ölen günahkâr müminler ise -günahlarını
karşılayan ve aşan sevapları, hayırları, iyi işleri, eserleri bulunmadığı
takdirde -ebedî olarak değil- günahlarının cezasını çekecek kadar cehennemde
kalacaklardır. Allah bunun böyle olmasını istemiş ve iradesini kitabında
bildirmiştir[137] .
49.
"Kendini temize çıkarmak" şeklinde tercüme edilen tezkiye fiil ve
sözle olmaktadır. İnsanın ahlâkını iyileştirmek, kendini kötü huy ve
alışkanlıklarından kurtarmak için gerekeni yapması, eğitimden geçmesi
makbuldür, İslâm bunu teşvik etmiştir. Sözle tezkiye "bir kimsenin
dürüst, iyi, önemli kusurlardan uzak olduğunu söylemek" suretiyle yapılır.
Gerçekten böyle olan, böyle bilinen birisi İçîn gerektiğinde tezkiyede bulunmak
da sakıncalı değildir, hatta duruma göre güzel ve gerekli de olabilir. İslâm'da
kötü görülen, menedilen tezkiye, kişinin kendisini sözle tezkiye etmesidir,
övmesidir.
Yahudiler Özellikle
kendilerinin "Allah'ın oğullan ve sevgilileri"[138],
"dostları"[139] olduklarını,
"birkaç gün dışmda âhiret cezası çekmeyeceklerini "[140]
söyleyerek kendileri için sözlü tezkiyede bulunmuşlardı; âyet bu davranışı da
mahkûm etmekte, kişilerin veya grupların kendilerini överek bir yere
varamayacaklarını, topluluk nezdinde itibar kazanamayacaklarını ifade
buyurmaktadır. [141]
51. Uhud
Savaşı'ndan sonra Medine yahudilerinden bir grup Kâ'b b. Eşref, Huyey b. Ahtab
gibi reislerinin peşine takılarak Mekke'ye gelmişler, müslüman-lara karşı
savaşmak üzere Mekke müşrikleriyle bir anlaşma yapmak istemişlerdi. Mekkeliler
bunların okur yazar ve Ehl-i kitap olduklarını göz önüne alarak kendi din ve
gelenekleriyle Hz. Peygamber'in getirdiği din ve yaptığı işler hakkında bilgi
vermişler, yahudİlerden bir değerlendirme yapmalarını istemişlerdi. Yahudiler
İslâm aleyhine, şirk lehine hüküm verdiler ve değerlendirme yaptılar, şirkin İslâm'dan
daha hayırlı olduğunu söylediler, hatta müşriklerin isteği üzerine putlara
(cibt) secde ettiler. Âyet-i kerîme -başkalarına da ibret olmak üzere- bu çirkin,
ahlâksız, ikiyüzlülüğe dayalı, kendi kutsal kitaplarına da aykın (Çıkış,
20/3-4) davranışı kınamak ve sahiplerinin hak ettikleri cezayı bildirmek için
gönderildi[142].
54.
Yahudiler de Muhammed Mustafa gibi Hz. İbrahim soyundan gelmektedirler. Allah
Teâlâ bu büyük Peygamber'in soyuna peygamberlik, saltanat (yönetim yetkisi) ve
hikmet (gerçeğin ve adaletin bilgisi) vermeyi vaad etmiş, bu vaadini de yerine
getirmiştir. Yahudiler (İsrâiloğullan) bu nimetlerin kadrini bilememiş,
nankörlük, bencillik ve cimrilik etmiş, bu davranışların cezasını da zillet
içinde sürünerek ve oradan oraya sürgün edilerek görmüşlerdir. Allah Teâlâ'nın
vaadi olan nimetler yine İbrahim aleyhisselâm soyundan gelen son peygambere
ulaşınca ya-hudiler bunu kıskanmışlar, bu yüzden apaçık gerçekleri inkâra
yönelmişlerdir. [143]
56. İnsan
bedeniyle İlgili bilgiler arttıkça acıyı beyne ulaştıran sinirlerin iç
organlarda değil, zarlarda ve deride olduğu anlaşılmıştır. Uzun zaman veya
ebediyen yanacak olan bir bedenin derisi yok olsaydı sahibi yanma acısını
duyamaz hale gelirdi. Böyle bir kurtuluşun bile mümkün olmayacağı
"Onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe derilerini başka deriler
ile değiştiririz" buyurulmak suretiyle İfade edilmiştir.
Beden ruha ve şuura
haz ve elemi ulaştıran bir vasıtadan ibarettir. Kişinin nefsi, ruhu ve şuuru
değişmedikçe bedenin veya bir parçasının değişmesi kişinin de değişmesini, bir
başka insan olmasını gerektirmez. Bu sebeple durmadan yenilenen deri ile azap
etmenin -günahsız deriye azap etmek mânasına geleceği için-adalete aykırı
olduğunu iteri sürmek yanlış anlama ve değerlendirme ile eksik bilgiye
dayanmaktadır; çünkü acı çeken deri değil, insanın kendisi; değişmeyen ruhu ve
şuurudur. [144]
58. Allah size,
emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz
Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir. [145]
58. Hz.
Peygamber Mekke'yi fethedince burada Kureyş kabilesinin çeşitli ailelerinde
bulunan bazı salâhiyet ve vazifeleri yeniden düzenlemiş, bir kısmını kaldırmıştı.
Kaldırmadığı hizmetler arasında Mescid-i Haram ve çevresinin hizmetiyle su
işleri vardı. Birinci hizmet Abdüddâroğullan adına Osman b. Talha'da, ikinci
hizmet ise Hâşimoğulları'ndan -aynı zamanda Hz. Peygamber'in amcası
olan-Abbas'ta idi. Hz. Peygamber, vazifelerle ilgili yeni bir düzenleme yapmak
üzere Kabe'nin anahtarını Osman'dan almıştı, amcası Abbas bu hizmetin de
kendisine verilmesini talep etti. Bunun üzerine emanet âyeti geldi ve anahtar
yine Osman b. Talha'ya teslim edildi[146].
Burada emanetin yerine
getirilmesi, ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi
yönündeki emirlerin muhatapları genel olarak bütün insanlar, özel olarak
müminler ve daha özel olarak da yöneticiler gibi emanet ve adaletten kamu
adına sorumlu otan şahıslar ve kurumlardır.
Tarih boyunca
insanların huzur ve mutlulukları iki sebeple kazanılmış veya kaybedilmiştir:
Emanet ve adalet. Emanetler ehline verildiği ve adalete riayet edildiği
müddetçe cemiyette huzur ve saadet bulunmuş, hıyanetler ve haksızlıklar ise
huzursuzlukların, kavgaların, savaşların, servet ve neslin helak olmasının baş
sebepleri arasında yer almıştır.
Emanet, korunması
istenen maddî ve manevî değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere
aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet makamları da emanettir; ilim,
din, antlaşma ve sözleşmeler, komşuluk hakları... emanettir. Bütün bunlar
korunacak, muhatap ve ilgililerine teslim edilecek, ne maksatla verilmiş ise
ona uygun olarak kullanılacaktır.
Hz. Peygamber
"Münafıkın üç belirtisi vardır: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde
yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder"[147]
buyurarak emanete riayet etmeyenleri münafık vasıflı insanlar olarak tescil
etmiştir.
İnsanlar arasında
hüküm genellikle bir ihtilâf ve dava halinde, haklı olanı haksız olandan
ayırmak veya hakkın kime ait olduğunu açıklamak suretiyle gerçekleşir. Adalet,
"eşitlik ve dengeyi sağlamak" demektir. Burada eşitlikten maksat,
herkese aynı şeyi, aynı vasıf ve miktarda vermek değildir; herkesin hakkını,
hak ettiğini, lâyık olduğunu almada eşit olmasıdır; güçlü de olsa haksızın,
güçsüz de olsa haklı ile hukuk karşısında eşit muamele görmesidir. İnsanların
haklarını yiyenler bunu, genellikle kendilerini karşıdakilerden üstün ve güçlü
görerek yaparlar. Kamu gücünü, zayıf olmasına rağmen haklı olanın yanına
koymak suretiyle muamelede eşitlik, yani adalet sağlanmış olur.
Adaletin gerçekleşmesi
-âdil uygulayıcılar yanında- kimin neye lâyık, kimin neyi hak ettiği konusunda
doğru, hakkaniyete uygun, dengeli bilgi ve ölçülere sahip olmaya bağlıdır.
Hukuk kur allan, bağlayıcı mevzuat işte bu bilgi ve ölçüleri vermek için
oluşturulur, vazedilir. Hukuk kurallarını, ilâhî irşaddan bağımsız olarak
insanlar koyarlarsa -insanların kendilerini aşmaları, beşeri kayıtlardan, cemiyet
kültür ve değerlerinden etkilenmemeleri mümkün olmadığı için hakkaniyet
ölçüleri, hak ediş dengeleri bozuk olabilir. Bilgi eksik, ölçü bozuk olunca da
-düzen, hukuk ve mahkeme bulunsa bile- adalet gerçekleşmez. İnsanı ve kâinatı
yaratan Allah mizanı da koymuştur. Mîzan, "maddî ve manevî alanlarda
denge, hakkaniyet ve adalet ölçüsü" demektir. Hukukla ilgili imzanın
aranıp bulunması bakımından vazgeçilemez kaynak ilgili naslardır (âyet ve
hadislerdir). Âyet ve hadislerin nokta tayini şeklinde açıklamadığı konularda
ise fayda (mesâlih), yorum (anlama, beyan), kıyas ictihadlanna ve örfe"
başvurulacak; bu yoldan, adaleti gerçekleştirecek olan hüküm ve ölçülere
ulaşılacaktır. Hüküm ve ölçüler bulunup bilindikten sonra sıra uygulamaya
gelir. Uygulamada adaletin bozulmamasınm iki teminatı vardır: a) İmana dayalı
ahlâk; b) Cemiyetin emanet ve sorumluluk duygusu içinde gerçekleştireceği
denetim. Sağlam hukuk kuralları, ahlâk ve kamu denetiminin bulunduğu yerde
adaletin gerçekleşmemesi için bir sebep kalmaz. [148]
59. Ey iman edenler!
Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin, sizden olan ülü'1-emre de. Eğer bir
hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhi-rete gerçekten inanıyorsanız-
onu, Allah'a Ye Peygamber'e götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem
hayırlıdır hem de en güzelidir. 60. Sana indirilene re senden önce
indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Onu tanımamaları kendilerine
emredildiği halde tâğutun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları
büsbütün saptırmanın yollarını arıyor. 61. Onlara, "Allah'ın indirdiğine
ve Peygamber'e gelin" denildiği zaman münafıkların senden iyice
uzaklaştıklarım görürsün. 62. Önceden yapıp ettikleri yüzünden başlarına bir
felâket gelince hemen "Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak
istedik" diye yemin ederek sana nasıl gelirler! 63. Onlar,
kalp-lerindekini Allah'ın bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt
ver ve onlara durumları hakkında tesirli söz söyle. 64. Biz her bir peygamberi,
Allah'ın izniyle, ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar
kendilerine kötülük ettiklerinde sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dikselerdi,
Peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, elbette Allah'ı ziyadesiyle
affedici ve esirgeyici bulurlardı. 65. Hayır, rabbine andolsun ki, aralarında
çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden
içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça
iman etmiş olmazlar. 66. Eğer onlara kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan
çıkın diye emretmiş olsaydık, pek azı müstesna bunu yapmazlardı. Eğer
kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu onlar için hem daha hayırlı
hem de (imanları için) daha sağlamlaştıncı olurdu. 67.0 zaman elbette
kendilerine nezdimizden büyük mükâfat verirdik. 68. Ve onları dosdoğru bir
yola iletirdik. 69. Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse işte onlar,
Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve
sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır! 70. Bu lütuf
Allah'tandır; bilen olarak Allah yeter. [149]
59. Buradan
İtibaren on bir âyetin asıl konusu itaattir. "Söz tutmak, boyun eğmek,
emri yerine getirmek" mânasına gelen itaat, sosyal, siyasî, hukukî, ahlâkî
boyutlarıyla İslâmî hayat düzenini kuran temel kavram ve kurumlardan biridir.
Bu açıdan aynı mahiyette olan emanet ve adalet kavramlarından sonra buna yer
verilmiş, araya "münafıklar ve fâsıklar" gibi emre uymayanların
dünya ve âhirette karşılaşacakları sonuçlan bildiren âyetler konmuştur.
Allah'a itaat,
"O'nun Kur'ân-ı Kerîm'de ve elçisinin tebliğ mahiyetindeki söz ve
davranışlarında ortaya çıkan emir ve iradesine uymak" demektir.
Resûlul-lah'a itaat, öncelikle tebliğ ettiği Kur'an'a ve vahye dayalı sünnete
uymaktır. Ancak "ve" bağlacı ile yetinilmeyip "İtaat
ediniz" emrinin "Resûlullah" için de tekrar edilmesi ona
itaatin, "Kur'an'dan ibaret olan vahyin tebliğine uyma"yı aştığını,
kaide olarak bütün davranışlarının örnek edinilmesini, bütün buyruklarının yerine
getirilmesini İçine aldığını göstermektedir. Sahabe, Resûlullah'in "dinî
veya bağlayıcı olmadığını bildirdiği, ya da karineler yoluyla böyle olduğunu
anladıkları emirleri" dışındaki bütün emir ve isteklerini, "Ona
itaat dinî bir görevdir" şuuru içinde yerine getirmişlerdir; bunu yaparken
de itaat hakkındaki âyet ve hadislerle Allah elçisinin gönderiliş amacına,
kendisine verilen vazifelere ve O'nım örnekliğini bildiren naslara
dayanmışlardır.
"İtaat
ediniz" emri tekrarlanmadan "ülü'1-emre de..." denilmesi,
bunların itaat yükümlülüğü bakımından Allah ve Resulü gibi olmadıklarına,
emirleri meşru (Allah ve Resulü'nün talimatına uygun) olmadıkça kendilerine
itaat edilmeyeceğine işaret etmektedir. "Hiçbir mahlûka, Allah enirine
uymadığı takdirde itaat edilemez", "Ancak mâruf (meşru) olan emre
itaat edilir", "Allah'a itaatsizlik sayılan emre itaat edilmez"[150]
mealindeki hadisler bu kaideyi açıkça ifade etmektedir. Âyetin nüzul sebebi de
aynı kaideyi destekler mahiyettedir: Hz. Peygamber bir gruba (seriyye) askerî
görev vermiş, başlarına da Abdullah b. Huzâfe'yi geçirmişti. Abdullah bir
sebeple öfkelenmiş, emri altındakilere odun toplayıp yakmalarını, ateş olunca
da içine girmelerini emretmişti. Emri alanlar tereddüt içinde kaldılar. Bir
kısmı "Komutana (ülü'1-emre) itaat edilir" diye ateşe girmeye
teşebbüs ediyorlar, bir kısmı ise "bu itaatin, buyruğun meşru olmasına
bağlı bulunduğunu" düşünerek onları engelliyorlar, "Biz ateşten
kaçarak Peygamber'e katıldık" diyorlardı. Bu itiş kakış devam ederken ateş
söndü, seferden dönünce durumu Resûhıllah'a arzettiler. "Ateşe girseydiler
kıyamete kadar ondan kurtulup çıkamazlardı. İtaat ancak meşru emre olur"
buyurdu[151]. Bu âyetin daha önce
inmiş, fakat yanlış anlaşılması üzerine Resûlullah tarafından açıklama yapılmış
olması da, seriyye vak'asından sonra inmiş olması da muhtemeldir[152].
Ülü'1-emr, "emir
sahipleri, emir verme salâhiyeti taşıyan ve bu konumda olanlar yani
âmirler" demektir. Bunlardan maksadın kimler olduğu konusunda "devlet başkanı, onun veya
toplumun yetki verdiği yöneticiler ve komutanlardır",
"âlimlerdir" gibi çeşitli anlayışlar ve rivayetler vardır,
"...sizden olan emir sahiplerine itaat edin" buyurulduğuna göre
bunların belli kişiler ve makam sahipleri olduğu, iman ve dünya görüşü
itibariyle müslüman olanlardan seçildiği veya tayin edildiği, meşru
buyruklarında bunlara itaat etmenin Allah emri ve dinin gereği olduğu
anlaşılmaktadır. İslâm dini, gerek kamu hayatında ve gerek özel hayatta bazı
sıfat ve özellikleri taşıyan kimselere itaat edilmesini, onların buyruklarının
yerine getirilmesini ve söylediklerine uyulmasını istemiştir. Başkan, aile
reisi, komutan, ana-baba, bilmeyenlere göre bilenler (âlimler) bunlardandır ve
ülü'1-ernr kavramına bunlann tamamı dahil bulunmaktadır. Kamu hayatındaki
ülü'1-emr ya halife gibi ümmetin seçmesi ve biatıyla belirlenir -onun tayin
ettiği yüksek dereceli memurlar da dolaylı olarak ümmetin belirlediği ülü'1-emr
olurlar ya da bir makamin tayinine gerek bulunmadan, taşıdıkları üstün
vasıflarla bu yetkiyi elde ederler. Bu üstün vasıflar "İslâm, İlim ve
adalef'tir. Bilmeyenler, müslüman, âdil (kâmil ahlâk sahibi) ve âlim olan
kimselere danışmak (fetva sormak) ve aldıkları cevabı uygulamak
mecburiyetindedirler. Devlet başkanı ve yöneticiler de bilmedikleri konulanbilenlere
sormakla yükümlüdürler. Bu açıdan bakıldığında birinci derecede ülü'l emr
"âlimlerdir", ikinci derecede ülii'1-emr ise "yöneticiler,
âmirler ve kumanda mevkiinde olanlar"dır.
"Bir hususta
anlaşmazlığa düşmek" Allah İle mümin kullan arasında olamaz, Resûlullah
ile ümmeti arasında da düşünülemez. Geriye yönetici, yönetilen, bilen, soran...
şeklinde ümmet kalır; bu çerçevede ümmet arasında bir anlaşmazlık çıktığında
mesele Allah'a ve Resule götürülecektir. Yönetilenlerle ülü'1-emr arasındaki
ihtilâfta, bu İkincisi de taraf olduğu İçin tek merci Allah ve Resulü'dür; yani
-aşağıda açıklanacağı üzere- dinin ana kaynaklan ışığında çözüm üretecek
kurumlardır. İhtilâfın tarafları arasında ülü'1-emr bulunmazsa, meselenin
halledilmesinde onun da -benimsenen idare şekline göre salâhiyeti çerçevesinde-
devreye girmesi tabiidir; ancak ülü'1-emr tasarruflarında Allah ve Resulü'nden
bağımsız değildir.
Meselenin
"Allah'a götürülmesi" Kur'an'a, "Resule götürülmesi" ise
sünnete başvurmayı gerektirir, Anlaşmazlık konusunda bu iki kaynakta çözüm ve
hüküm var ise bu, bütün ümmet için bağlayıcıdır ve gereğine uyularak
anlaşmazlık çözüme kavuşturulur. Bu iki kaynaktaki çözüm her zaman nokta tayini
şeklinde değildir. Kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün anlaşmazlıkların konu
konu, parça parça çözümü Kitap ve Sünnet'te bulunmaz, Ancak bütün
anlaşmazlıkların çözümüne ışık tutan ilkeler, işaretler, delâletler, örnek ve
emsal çözümler vardır. Bunlardan yararlanarak çözüm ve hüküm bulma işine
ictihad denir. İctihad bilinmeyenleri, açıkça belli olmayanları,
anlaşmazlıkları Kitaba ve Sünnet'e başvurarak (götürerek) çözme metodunun ve
çabasının adıdır; Resûlullah tarafından sahabeye öğretilmiş, daha sonraki
nesiller de bunu, onlardan alarak kullanmış ve geliştirmişlerdir[153].
"Eğer bir hususta
(âyetteki kelimeyle "şeyde") anlaşmazlığa düşerseniz..."
şeklindeki cümle yapısı umum (genellik) İfade eder. Buna göre müminlerin hayatında
ihtilâf konusu olan her şey çözümü Kur'an'dan ve Sünnet'ten alacak, başka bir
deyişle çözüm, bu iki kaynağa başvurularak aranacaktır. Hem hâkim (hüküm koyan,
hukuk vazeden) hem de mâbud (kendisine ibadet edilen) yalnızca Allah 'tır.
Allah'a mahsus bulunan bu sıfat ve salâhiyetlerin -aynı mahiyette olmak üzere-
bir başka merci veya şahsa tanınması şirk, bu merci ve şahsın da Kur'an'daki
adı, 60, âyette zikredildiği üzere tâguttur. [154]
60-61.
Önceki âyette "Allah'a ve âhirete gerçekten iman edenlerin, anlaşmazlıkları
Allah'a ve Resulü'ne götürecekleri" ifade buyurulmuştu. Bu âyette ise
"inandım" dedikleri halde gerçekten inanmayanların (münafıklar)
anlaşmazlık çıktığında nasıl hareket ettikleri anlatılıyor ve onların şahsında
âdeta bir iman testi yapılıyor. Hz. Peygamber'in Medine hayatı başladığında
bazı yahudiler menfaatleri icabı İslâm'ı kabul etmiş gibi göründiüer. İlk
münafıklar arasında bunlar da bulunduğu için "... senden önce
indirilenlere inandıklarını ileri sürenler" ifadesi kullanılmıştır. Âyet
için birkaç nüzul sebebi rivayet edilmiştir. Bunların tamamında ortak olan
unsur, mümin olduğu veya mümin göründüğü halde anlaşmazlığı Allah'a ve
Resulü'ne götürerek çözmeye razı olmamak, bir başkasını (tâgutu, meselâ Kâ'b
b. el-Eşref i veya kâhin Ebû Bürde el-Eslemî'yi) onların yerine koymak ve onun
çözümüne nzâ göstermektir[155].
62-63. Münafıklar
iki tarafı idare etmeye çakşırken çoğu defa açık verirler, sahtekârlıkları
ortaya çıkar, bu defa cezadan ve tecrit edilmekten kurtulmak üzere te'villere
kalkışır, yaranmak istedikleri tarafı iyi niyet ve samimiyetlerine ikna etmeye
çalışırlar. Bütün bunlara rağmen zahirde inanır görünmeleri, açıkça inkâra
sapmamış olmaları sebebiyle onlara karşı müslüman imişler gibi davranıhnası,
gerçek İmana kavuşmaları için kendilerine öğüt verilmesi; arıza kalplerinde,
içlerinde olduğu için oraya girecek, orayı etkileyecek sözler söylenmesi
emredilmiştir. [156]
64. İtaat
eylemi bîr üst ve bîr de astın obuasını gerektirir. Allah bütün kullarını
insanlık şerefi ve kulluk fırsatı bakımından eşit yaratmıştır. Birilerinin,
kendilerine itaat gerekli olması bakımından diğerlerinden üst ve üstün
olması,peygamberlik gibi Allah vergisi olan vasıflar dışında genellikle
insanların gayretleriyle elde ettikleri faziletlere, becerilere, bilgilere ve
ümmetin, usulüne göre kendilerine yetki vermesine ve bütün bu vasıflarından
dolayı onlara itaat edilmesini Allah'ın istemesine (izni) bağlıdır. Bu cümleden
olarak Allah Teâlâ peygamberlerini, kendilerine itaat edilsin diye
göndermiştir; çünkü onlar Allah'ın elçileridir, peygamberlere itaat, Allah'a
itaat demektir.
Münafıklar olsun,
günahkâr, âsi (itaat etmeyen) müminler olsun bu davranışlarıyla Allah Teâlâ'ya
zarar veremezler. O'nun kullarına verdiği sıkıntılar da, kulların vereceği
müsbet, meşru tepkilere göre dünyada ve âhirette lehlerine olabilecektir. Şu
halde Allah'a ve Resulü'ne itaat etmeyenlerin kötülükleri, zulümleri, zararları
eninde sonunda kendilerine dönmekte, kendilerine dokunmaktadır. Bu mânada
"kendilerine kötülük edenler" için de tövbe kapısı açıktır. Allah
Teâlâ tövbeleri hemen kabul edeceğini, içtenlikle tövbe edenlerin daha öncesine
ait kirli sicillerini tertemiz kılacağını vaad etmiştir. Nifak ve isyana
sapanlar kendilerini temize çıkarmak için çıkmaz yollara girmek, tutarsız te'
villere başvurmak yerine samimi olarak pişman olmalı, Resûlullah'a gelip
suçlarını itiraf etmeli, bağışlaması için Allah'a yalvarmak ve O'nun sevgili
peygamberinden de kendileri için dua etmesini, Allah'ın bağışlamasını
dilemesini istemelidirler. [157]
65. Zübeyr
b. Avvâm ile bahçe komşusu arasında su yüzünden bir anlaşmazlık çıkmıştı. Hz.
Peygamber'e başvurdular; o da "Zübeyr! Bahçeni suladıktan sonra suyu sal
ki komşun da sulasın" buyurdu. Komşu (bu hükmün din kuralı koyma değil,
sulhetme mahiyetinde olduğunu düşünmüş olmalı ki) Hz, Peygamber'e, Zübeyr'in
tarafım tuttuğunu ima etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber adamın tutumundan
hoşnut olmadı ve bu defa Zübeyr'e normal hakkını kullanmasını söyledi. Medineli
komşunun bu davranışı sebebiyle 65. âyet nazil oldu[158] .
Buna göre gerçek iman sahiplerinin iki temel vasfı olmalıdır: a) Aralarında bir
anlaşmazlık çıktığında Resûlullah'ı hakem kılmak, onun hükmüne başvurmak. b)
Hz. Peygamber bir hüküm verince bunu benimsemek, âdil olduğuna inanmak, itiraza
kalkışmamak. Allah'ın dininin hükmü demek olan Resûlullah'ın hükmüne başvurmak
ve bunu gönülden benimsemek iman alâmeti olmakla beraber insanların beşeriyet
icabı menfaatlerine uygun gördükleri ve istedikleri hükmü elde edememeleri
karşısında üzüntü duymaları da küfür veya nifak alâmeti değildir; yeter ki,
verilen hükmün haklı ve âdil olduğuna inansınlar! [159]
66.
İslâm'dan önceki dinlerde Allah Teâlâ'mn, kullarım imtihan için "kendilerini
öldürmelerini veya yurt ve yuvalarını terkedip başka yerlere göçmelerini"
emrettiği olmuştur (Bakara 2/54). Hâtemü'l-enbiyâ olan Hz. Muharnmed'e gönderilen
dinde aslolan, emirlerin ve yükümlülüklerin fıtrata uygun ve kolay olmasıdır.
İnsan tabiatına uymayan, insana ağır gelen, normal ve katlanılabilir külfet ve
zahmet sınırını aşan teklif ve yükler İslâm'da yoktur. İtaat kaidesini
açıklayan âyetler arasında bulunan 66. âyet İslâm'ın bu özelliğini farklı bir
üslûp içinde dile getirmektedir: Allah Teâlâ müslümanlara "Kendinizi
öldürün, yurdunuzu terkedin..." kabilinden ağır emirler vermiyor, insanların
çoğunun itaat edemeyeceği şeyleri müslümanlardan istemiyor. Şayet böyle emirler
verseydi insanların çoğu buna itaat etmezlerdi. Allah'ın istediği kolay,
fıtrata uygun ve kulların menfaatine yönelik olan şeylerdir. Üstelik bunlara da
büyük ecirler, mükâfatlar vermektedir.
Bu âyeti şöyle anlayan
tefsirciler de olmuştur: "Kendilerini öldürmek"ten maksat meşru
savaşta (cihad) düşman saflarında yer alan yakınlarını öldürmektir,
"yurtlarını terketmek"ten maksat da hicrettir. Allah Teâlâ bu gibi
emirlere pek az kimsenin itaat edebileceğini, ancak bu itaatin da ecrinin çok
büyük olduğunu bildirerek müslümanları -aşağıdaki âyetlerde emredeceği- cihada
hazırlamaktadır[160].
69-70.
Şevkânî'nin Taberânî, Ziya el-Makdisî gibi hadisçilerden naklettiğine göre bir
sahâbî Allah Resulü'ne gelmiş ve dünyayı kendisine dar eden şu endişesini dile
getirmiştir: "Ey Allah'ın elçisi! Ben seni kendimden ve çocuklarımdan daha
çok seviyorum. Evimde iken seni hatırlıyor, hasretine dayanamadığını için hemen
gelip görüyor, yüzüne bakıyorum. Senin ve benim ölümümü düşündüm. Anladım ki,
sen öldüğünde ve cennete girdiğinde peygamberlere mahsus yüce makamlarda
bulunacaksın. Ben ise cennete girdiğimde seni göremeyeceğimden korkuyorum!"
Hz. Peygamber bu sözlere cevap vermeden Cebrail gelmiş, Allah'a ve Resulü'ne
itaat edenlerin cennette kimlerle beraber olacaklarını bildiren âyeti getirmiştir
(1,545). [161]
71. Ey iman edenler!
Tedbirinizi alın da ya ayrı bölükler halinde ya da hep birden savaşın. 72.
İçinizden bazıları vardır ki, pek ağırdan alır. Eğer başınıza bir felâket
gelirse "Allah yüzüme baktı da onlarla beraber bulunmadım" der. 73.
Eğer Allah'tan size bir lütuf erişirse -sanki sizinle onun arasında bir
arkadaşlık yokmuş gibi- "Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük
bir kazanç elde etseydim" der. 74.0 halde, dünya hayatını âhiret karşılığında
satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya
galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. 75. Size ne oldu da
Allah yolunda ve "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize
tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen
çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? 76. İman
edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise bâtıl dava uğrunda
savaşırlar. Şu halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki şeytanın
planı (tuzağı) daima zayıftır. [162]
71. Allah'a
ve Resulü'ne itaat emredilip bunun gerçek imanla alâkası etkili bir şekilde
açıklandıktan sonia ilâhî buyrukların en ağırlarından biri olan savaş konusuna
intikal ediliyor. Müslümanların düşmanlarına karşı savaşmalarına daha önce
izin verilmiş ve 6. yılda gelen bu süreden önce Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlar
gelip geçmiş bulunduğuna göre bu âyetlerde teşvik edilen savaşın Mekke fethi
olması ihtimali kuvvetli görünmektedir.
Hudeybiye
Antlaşması'ndan sonramüslümanlar biraz nefes alma imkânı bulmuşlardı. Fakat
Mekkeli müşriklerle Medineli münafıklar iş birliği içinde çalışıyor,
müslümanlann kökünü kazımak için planlar yapıyor, tuzaklar kuruyorlardı. Ayrıca
Mekke'de ve başka yerlerde, kâfirler arasında kalmış, baskı altında yaşayan
müminleriyle dinleri ne olursa olsun zayıf, arkasız ve yoksul oldukları için
hakları yenen, zulme uğrayan insanlar vardı. Hem bunlan kurtarmak hem de gerektiğinde
kendilerini savunmak için müminlerin uyanık ve güçlü olmaları gerekiyordu. Bu
âyet müslümanlan, antlaşmaya güvenerek tedbirsiz davranıp gafil avlanmaya
karşı uyarmaktadır. Müminler daima uyanık ve cenge hazır durumda olacaklar,
gerektiğinde savaşacaklar ve düşmanı mağlûp edebilmek için -topyekün taarruz,
küçük gruplar halinde taciz ve vur kaç harekâtı gibi- hangi taktiği uygulamak
gerekirse onu uygulayacaklardır. [163]
72-73.
Müminler savaşa çağrıldığında ağırdan alanların, mağlûbiyet olursa "Allah
yüzüme baktı da onlarla beraber bulunmadım" diye İçten içe sevinenlerin,
zafer ve ganimet elde edilirse "Keşke onlarla beraber olsaydım..."
diye dövünen-lerin kimler olduğu sorusuna iki cevap verilmiştir. Bir kısım
tefsirciye göre bunlar, henüz gönüllerinde iman, gereği gibi yerleşip
güçlenmemiş, hayatıyla imanı arasında tam bir paralellik hâsıl olmamış
müminlerdir. Çünkü âyet "İçinizden bazıları vardır ki... " diye
başlamaktadır. Diğer bir yoruma göre bunlardan maksat münafıklardır. Bu durumda
"içinizden..." ifadesi, görünüşe göredir; zira münafıklar dış
yüzleri, görünüşleri bakımından müminler gibidirler, onların cemaatine dahildirler.
Bize göre burada müminlerin içinde bulunan zayıf imanlı, kararsız ve sebatsız
müslümanlarla münafıkların birlikte kastedilmiş olması da mümkündür. İmanı,
davası uğrunda ölüme götürecek güçte ve seviyede bulunmayan sıradan insanlar,
ayette de tasvir edildiği gibi, daima içlerinden menfaat hesaplan yaparlar;
girişecekleri işin getirişi ve götürüşü ile ilgili ihtimaller arasmda gidip
gelirler. [164]
74. Allah'a
ve âhirete hakkıyla iman etmiş olanların fayda-zarar, kazanç-kayıp hesapları
dünya hayatıyla sınırlı değildir. Allah rızâsı ve ebedî hayat daima hesaba
dahildir, dahil olmanın da ötesinde terazide ağır basmaktadır. Ölçüsünde, tercihinde,
değerlendirmesinde Allah rızâsı ve âhiret menfaati ağır basan, âhiretini
dünyasına değil, dünyasını -gerektiğinde- âhiretine feda eden müminler, Kur'an
dilinde "dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar" yani dünyayı
verip âhireti satın alanlardır. Allah emri olan savaş bu ölçüye vurulduğunda
çıkacak sonuç âyette şöyle tasvir edilmektedir: Savaşa giren ya zafer kazanır
veya yenilir ve şehid olur. Her iki durumda da âhireti tercih eden mümin
kazançlıdır. Çünkü Allah savaşıp galip gelenlere de şehid olanlara da büyük
mükâfatlar vermektedir. Rağbet edilmesi gereken de işte bu mükâfattır. [165]
75-76.
Müslümanlar Mekke'ye hicret ettikten sonra da Mekke müşrikleri onların peşini
bırakmamış, bazan başka kabileler ve Medİneli bir kısım yahudilerle iş birliği
yaparak Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını yapmış, yeni dinin sâlikleri-ni
hicret yurtlarında yok etmek istemişlerdi. Ancak bu amaçlarına ulaşamadılar ve
hicrî 6. yılda Hudeybiye Antlaşması'ni yapmaya mecbur kaldılar. Bu antlaşmanın
bir maddesine göre bundan sonra müslüman olup Mekke'den kaçanlar iade edilecekti.
Böylece hicret imkânı bulamayan müslümanlarla bu madde gereği iade edilen
müslümanlar, bunların eşleri ve çocukları Mekke'de kaldılar, müşriklerin çeşitli
zulüm ve baskılan altında yaşamaya devam ettiler. Bu müminler, işkence ve baskı
dayamlamaz hale geldikçe Allah'a yalvanyor ve bir kurtarıcı göndermesini
istiyorlardı. Âyetler bunların dua ve niyazlarına bir cevap olmakla beraber
anılan tarihî ilişkiyi aşan boyutlan da vardır; çünkü savaş nerede ise
insanlıkla yaşıttır. İdam cezasını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat
hakkını korumak nasıl mümkün olmazsa savaşı kaldırarak, yok ederek, hesap dışı
tutarak banşı ve uluslararası ilişkilerde adaleti sağlamak da öyle mümkün
değildir. Yapılması gereken, savaşın hukukî ve ahlâkî amaçlarını belirlemek ve
onu bu amaçtan saptırmamak-tır. Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâm'ın,
ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldınyı ortadan kaldırmak için
buna izin verdiği görülmektedir. Bu âyetlerden burada gördüğümüz ikisi, savaşın
iki önemli amacını ortaya koymaktadır: a) Allah rızâsını elde etmek, b) Zulmü
engelleyip adaleti sağlamak. "Allah rızâsı" da fayda bakımından
kullara dönmektedir. Allah Teâlâ'nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından,
O'nun rızâsı için savaşmak, kullarının yaran, din ve vicdan hürriyetinin
temini için savaşmaktır. Allah mutlak âdil olduğu ve zerre kadar zulme razı
olmadığından "Allah rızâsı için savaşmak" adalet, hukuk ve hakkaniyet
uğrunda savaşmaktır. Allah'a ve hak dine inanmayanların da bir tanrıları, baş
eğdikleri, itaat ettikleri -maddî, manevî- bir önderleri olacaktır. Bu önderler
Kur'an'a göre tâgutlardtr, şeytanlardır. Bunlara tâbi olanların savaş amaçlan
ise hukuk ve adaletin gerçekleşmesi değil, egoizmin tatminidir, zulüm, baskı ve
sömürüdür. [166]
77. Kendilerine,
"Elinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin" denilen
kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca bîr de gördün ki,
içlerinden bir grup Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korkuyla
insanlardan korkuyorlar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın, bizi yakın
bir süreye kadar geri bıraksan olmaz mıydı?" diyorlar. Onlara de ki:
"Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için âhiret daha
hayırlıdır ve size zerre kadar haksızlık edilmez". 78. Nerede olursanız
olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir
iyilik dokunsa "Bu Allah'tan" derler, başlarma bir kötülük gelince de
"Bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandır" de. Ne oldu bu
adamlara ki bir türlü sözü anlayamıyorlar! 79. Sana gelen iyilik Allah'tandır.
Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit
olarak da Allah yeter. [167]
77. Mekke'de
müminler çeşitli baskı ve işkenceler görüyorlar, henüz savaş izni gelmediği
için şiddete şiddetle mukabele edemiyorlar, bu durumu zaman zaman Resûlullah'a
arzederek savaşmak için izin istiyorlardı. Hicrete kadar bu izin gelmedi,
müminlere namaz ve zekât emredildi. İmanların güçlenmesi, nefislerin terbiye
edilmesi, Allah rızâsı için Ölümü göze alacak bir ruh kemalinin oluşması
beldendi. Hicretten sonra savaş (cihad) izni gelince de kısmen müminler ve daha
ziyade münafıklar düşmanla savaştan korktular, "Keşke bu emir biraz daha
sonra gelseydi" temennisinde bulundular. Tehlikeyi konuşmakla yaşamak bir
değildir; asıl cesaret tehlikeyi yaşarken ortaya çıkar. Burada hem bu çelişkiye
işaret edilmekte hem de bir başka üslûp içinde savaştan ve ölümden korkmanın,
doğru düşünen ve iman şuuru içinde yaşayan bir müminin işi olmadığı
hatırlatılmaktadır. Evet, bu korku düşünen bir müminin işi olmamalıdır; zira
âhiret mükâfatı yanında gelip geçici olan dünya nimetleri -çok da olsa- azdır.
Dünyada az yaşayan, fakat Allah rızâsını kazananlar âhirette ebedî saadetlere
nail olacaklar, dünyada çok yaşayan, dünya nimetlerinden çokça istifade eden,
fakat Allah rızâsını kazanamayanlar ise âhirette daha önemli ve büyük
nimetlerden mahrum kalacaklardır. Hâsılı kimseye haksızlık edilmeyecek, herkes
ettiğinin karşılığım görecektir. [168]
78-79.
Ecelsiz ölüm olmaz. Ecel gelince de kişinin savaşta veya barışta olması sonucu
değiştirmez. Sağlam kalelere girip saklama, hatta göklere çıkıp yıldızlarda
otursa bile ölüm gelip onu bulacaktır.
Daha ziyade yahudiler
işleri iyi gittiğinde, sağlık, kazanç ve ürünleri iyi olduğunda -kendilerini
Allah'ın seçkin kulları olarak gördükleri için- "bu Allah'tan"
diyorlar, işler ters giderse bunu da -hâşâ- Hz. Peygamber'in uğursuzluğuna
bağlıyor, onun yüzünden böyle olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu vesileyle onlara
ve bütün insanlığa iyilik-kötülük, hayır-şer meselesi hakkında işin doğrusu
bir kere daha anlatılmaktadır. Buna göre insanların başına ne gelirse gelsin,
çevrelerinde İyi veya kötü ne olursa olsun bunların tamamı, hayrı-şerri,
iyisi-kötüsü Allah'tandır; O takdir etmiş, murad eylemiş ve yaratmıştır, ancak
olup biten şeylerde insanların katkısı, iyilik ile kötülük, hayırla şer
bakımından -yine Allah böyle istediği için-farklı olmaktadır. Eğer iradelerine
bırakılmış konularda iyi bir şeyle karşılaşır, bir nimete nail olur, bir başarı
elde ederlerse Allah'ın verdiği aklı, bilgiyi, iradeyi ve gücü doğru ve yerinde
kullanmış oldukları anlaşılır. Allah böyle istediği, buna razı olduğu, verdiği
kabiliyetleri bu sonucu elde etmek üzere kullansınlar diye verdiği için hayır,
iyilik, basan Allah'tandır. Yine insanların irade ve tercihlerine bırakılan
konularda, alanlarda, işlerde insanlar akıl, bilgi, irade ve güçlerini -ki bunların
hepsini veren Allah'tır- yerinde ve doğru kullanmazlar, bu yüzden O'nun razı
oltnadığr, kendilerinin de hoşlarına gitmeyen sonuçlar elde ederlerse bu sonuçlar
(şer, kötülük) kendilerindendir; bunlara kendileri sebep olmuşlardır. İmkân
verdiği halde rızâsı bulunmadığı için kötülük Allah'a yüklenemez,
"O'ndandır" denemez. İyiliğin Allah'tan, kötülüğün insandan olduğu
Resûlullah muhatap alınarak ifade buyurulmuştur, halbuki bunun böyle olduğunu o
bilmekte ve yaşamaktadır, başkaları yanlış anlamasınlar diye de hemen
arkasından "Seni elçi olarak gönderdik, şahit olarak Allah yeter"
buyurulnıuş, hayır-şer konusundaki gerçeğin onun şahsında ve aracılığı İle
insanlığa duyurulmak istendiğine işaret edilmiştir. [169]
80. Resûlullah'a itaat
eden Allah'a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi
olarak göndermedik.
81.
"İşimiz itaat" diyorlar, senin yanından ayrılınca da içlerinden bir
grup, içinden, söylediğinin tersini kuruyor, Allah da onların içlerinden
kurduklarını kaydediyor. Sen de bunlardan yüz çevir ve Allah'a güven,
güvenilecek vekil olarak Allah yeter. [170]
80. Kur'ân-ı
Kerîm âyetlerinin bir kısmı özel, parça, detay olan konulan açıklar, bir kısmı
da bu âyette olduğu gibi pek çok konuya ve hükme ışık tutan, temel ve kaynak
teşkil eden kurallar, genel hükümler getirir. Dinin Öğrenilmesi ve yaşanmasında
Allah Resulü'nün konumu, rolü ve salâhiyeti hem kelâmcılan hem de fıkıh usulü
âlimlerini meşgul etmiştir. Dine davet edilen insanların bunu kabul etmemeleri
halinde yapılacak işlem konusu da özellikle "din ve vicdan hürriyeti"
bakımından önem arzetmektedir. Âyet, bu iki konuda önemli kurallar
getirmektedir.
Allah Resulü'nün işi,
görev ve yetkisi vahyi tebliğ etmekten ibaret değildir. Onun ümmete örnek
olmak, vahyi açıklamak, gerekli görülen yerlerde boşlukları doldurmak ve yeni
oluşan İslâm toplumuna (ümmet) liderlik etmek gibi vazife ve salâhiyetleri
vardır. O bir söz söylediğinde veya bir şey talep ettiğinde Allah'ın irade ve
rızâsına uygun bir söz söylüyor -karineler aksini göstermiyorsa- O'nun kullarına
bildirmek istediğini bildiriyor, yapmalarını istediğini talep ediyordur. Aynı
mânada birçok âyetin kesin delâleti sebebiyle fıkıh usulü âlimleri, dinin
ikinci kaynağının sünnet (ResÛiullah'ın sözü, fiili ve tasvibi) olduğunda
İttifak etmişlerdir. Onun aynı zamanda diğer İnsanlar gibi bir insan (beşer)
olduğunu bildiren âyetlerle (meselâ Kehf 18/110) her davranışının bağlayıcı
olmayacağını bildiren hadisler, uygulama ve vahalar göz önüne alındığında
sünnetin "bağlayıcı delil olma" özelliğinin mutlak olmadığı, bazı
kayıt ve şartlara (en önemlisi dinî kural getirmediğine dair bir delil ve
karinenin bulunmamasına) bağlı olduğu da anlaşılmaktadır. Böyle bir delil
bulunmadıkça Hz. Peygamber'in davranışlarım -onun örnekliğinin tabii bir sonucu
olarak- dînî kural getiren, irşad eden, yol gösteren, izlenmesi gerekli veya
faydalı olan davranışlar olarak almak ve değerlendirmek gerekir.
"Dinde zorlama
yoktur" kuralının[171] bir
başka delilini teşkil eden "Seni onlara bekçi göndermedik" mealindeki
cümle, din ve vicdan hürriyeti konusunda önemli bir dayanaktır. Resûlullah
tebliğ eder, tebliğ ettiği dini mükemmel Örnek olarak kendinde ve örnek kılmak
istediği toplum (ilk nesil) hayatında uygular; böylece dini hem söz hem de
fiil halinde muhataplarına ulaştırınca onun vazifesi bitmiş olur. İnsanları
zorla dine sokmak ve imanlarının bekçiliğini yapmak onun sorumluluk çerçevesine
dahil değildir. Allah'ın cenneti de cehennemi de vardır. Her ikisine gidecek
olan müminler ve kâfirler, iyiler ve kötüler olacaktır. Hz. Peygamber'in ve
ümmetinin savaşları, mücadeleleri başka dinleri ve inançları ortadan
kaldırmaya, insanları zorla İslâm'a sokmaya yahut imha etmeye yönelik değildir;
tam aksine mücadelenin hedefi, her çeşit zulmü ve bu arada din konusunda
baskıyı ortadan kaldırmak, herkesin inancına göre serbestçe yaşamasını
sağlamaktır.
Müslüman olduğu halde
alenî olarak dinin emirlerine itaat etmeyen, yasakları çiğneyen kimselere
uygulanan yaptırımlar, onlan baskı altında ibadete sevket-me, zorla dindar
kılma amacına yönelik olmayıp, kamu düzenini, asayişi ve genel ahlâkı korumak
içindir. İbadetin özünün ihlâs (onu yalnızca Allah rızâsı İçin yapmak)
olduğunu bildiren, niyeti ibadetlerin şartı kılan bir dinin, insanları, zorla,
baskı altında, korkutarak ibadete sevkedeceği düşünülemez; bu sebeple İslâm'da
-imanlı ve dindar kılmak için- ne kâfire baskı yapılır ne de mümine!
Allah Teâlâ'nın,
Peygamberi !ni, bütün dinlerin üstünde yer alsın diye "bir hidayet ve hak
din" ile gönderdiğini bildiren âyetlerle[172]
"dinde zorlama olmadığını" bildiren âyetler arasında bir çelişki
yoktur; çünkü Peygamberimiz İslâm'ın üstünlüğünü, diğer dinleri ve
mensuplarını yok ederek veya onlara baskı yaparak değil, bir yandan akla ve
sağ duyuya hitap eden delillerle, bir yandan da İslâm'3 n güzelliklerini
yaşayıp yaşatarak ortaya koymaya çalışmıştır. Ayrıca mealindeki âyetler böyle
bir sonucu talep etmekten ziyade hedef göstermeye yöneliktir. Aradan asırlar
geçtiği halde hâlâ yeryüzünde birçok din vardır ve bunların mensuplarının
sayısı müslümanlann beş katma yakındır. Hz. Peygamber'i örnek alan
müslümanların yaptığı, daha doğrusu yapmaları gereken şey, asrın dili ve
mantığı ile İslâm'ın ve yalnızca onun hak din olduğunu diğer din mensuplarına
açıklamak ve onu yaşayarak göstermektir. Üstünlüğün ortaya konmasını talep
eden âyetlerin uluslararası siyaset bakımından mânası, hak dini temsil eden
müslümanların diğer din ve ideoloji mensuplarından zayıf olmamaları, bağımsızlıklarını
gözleri gibi korumalar], dünya düzeninde söz sahibi olmaları, dünyada hakkın
ve adaletin hâkim kılınmasını bir vazife olarak üstlenmeleridir. [173]
81. Gerek
ülke içinde gerekse dış dünyada İslâm davetine olumlu cevap vermeyenler,
Allah'a ve Resulü'ne itaat etmeyenler bulunacaktır. Bunlara karşı müslümanların
siyasî ve hukukî tutumları birçok âyette işlendiği gibi din ve vicdan
hürriyeti, adalet, iyilikte yarış ve dayanışma... çerçevesinde ülkeyi ve
dünyayı paylaşmak şeklinde olacaktır. Sayılan ve güçleri ne olursa olsun
İslâm'a girmekten yüz çevirenler karşısında müminlerin psikolojik durum ve
tutumları ise kendine ve davasına güvenen insanların durum ve tutumları gibi
olacaktır. Çünkü müminler hak dine inanmakta, onu hayatlarında rehber edinmekte
ve güçlerini, huzurunda secde ettikleri kadİr-i mutlak olan Allah'tan almaktadırlar.
Bütün insanlar bir tarafta O bir tarafta olsa yine de güvenmek İçin Allah
yeter. [174]
82. Kur'an'ı inceleyip
düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok
tutarsızlık ve çelişki bulurlardı! [175]
82. Kur'an'a
İnanmayan, Allah ve Resulü'ne itaat etmeyen gayri müslimlerin Kur'an üzerinde
düşünmeye davet edilmeleri İki önemli gerçeğe dayanmaktadır:
a) Kur'an'ın
eşsizliği (i'câz) inancı, bir bilgi ve hidayet kaynağı olarak öneminin
anlaşılıp tasdik edilmesi yalnızca müminlerin -imana dayalı- sübjektif değerlendirmelerine
bağlı ve bunların sonucu değildir. Normal, akla ve mantığa sahip her insan
düzgün düşündüğü ve Kur'an'ı peşin hükümsüz incelediği zaman bu sonuca
varacaktır.
b) Kur'an'ı
Allah'tan alıp tebliğ eden Resûlullah ona güvenmektedir. Yâre ve ağyâre onu
sunarak incelemelerini, onun Allah'tan olduğuna aklen hükmettikten ve vicdanen
kanaat getirdikten sonra inanmalarını İstemektedir. Bunu isteye-bilmektedİr;
çünkü onda hiçbir tutarsızlık ve çelişki yoktur.
Kur'ân-ı Kerîm yirmi
üç yıl içinde gece ve gündüz, kışın ve yazın, hazarda ve yolculukta, sıkıntıda
ve rahatlıkta, darlıkta ve bollukta, savaşta ve barışta parça parça gelmiştir.
Muhtevası fevkalâde zengin ve çeşitlidir. İnsan ve insaniyetle ilgili her
konuya, varlığın başlangıç ve sonuna, yaratılış ve yok edilişe, ahlâkî erdemlere,
fert ve cemiyet olarak insanla ilgili kurallara ve kanunlara, tarihî olaylara,
kıssalara temas etmekte, insanları eğitmeye yönelik öğüt ve ibret tablolarına
yer vermektedir. Buna rağmen onun ne üslûbunda (eşsiz ifadesinde, edebî seviyesinde)
ne de temas ettiği konular, getirdiği hükümler ve verdiği bilgiler arasında bir
tutarsızlık, bir çelişki ve -kaynak farkı düşüncesine götürecek- bir farklılık
var-dtr. İnansın inanmasın düz mantıkla düşünen herkesin Kur'an'ı inceleyerek
ulaşabileceği bu sonuç, onun Allah'tan geldiğinin reddedilemez bir delilini
teşkil etmektedir. Şu halde onun davetini kabul etmeyenlerin bu tavır ve
kararlan, akıl muhakemesinden ve bilgiden ziyade kökleşmiş peşin hükümlere,
beşeri zaaflara, aklıselimin işleyişini engelleyen duygu ve tutku hâkimiyetine
dayanmaktadır. Nitekim "Kur'an'ı okuyup düşünmezler mi? Yoksa kalpler
üzerinde kilitleri mi var!"[176]
mealindeki âyet, sağlıklı düşünmeyi engelleyen bu psikolojik etkenleri daha
canlı bir biçimde vurgulamaktadır. [177]
83. Kendilerine güven
veya korku veren bir haber geldiğinde onu yayıyorlar. Halbuki onu Resûlullah'a
veya aralarından yetki sahibi kimselere götür selerdi, içlerinden, haberin mâna
ve maksadını çıkarabilenler şüphesiz onu anlarlardı. Size Allah'ın lütfü ve
rahmeti olmasaydı, azı müstesna, şeytana uyup giderdiniz. 84. Şu halde Allah
yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlu olursun. Müminleri de teşvik et.
Allah, inkâra sapanların gücünü kıracaktır. Allah'ın gücü daha çetin, cezası
daha şiddetlidir. [178]
83.
Topluluğu olumlu veya olumsuz olarak etkileyecek haberlerin gelmesi ve bunun
yayılmasının zararlı sonuçlar doğurmasına tarihî örnek olarak Küçük Bedir diye
bilinen askerî hareket öncesinde Ebû Süfyân'ın Medine'ye birini göndererek
kendisinin büyük bir güç hazırladığı ve Medine'ye hücum edeceği haberini yayması
zikredilmiştir[179].
Ancak tefsircilerin de işaret ettikleri üzere bu gibi haberlerin tahkik
edilmeden ve sonuçlan hesaplanmadan hemen halka yayılmasının zararlı olması
yalnızca savaş haline ve savaşla ilgili olana mahsus değildir. Her çeşit
haberin topluluğa yayılmadan önce hem doğruluğunun araştırılması hem de
yayıldığı takdirde toplulukta hâsıl edeceği sonuçların hesaplanması
gerekmektedir. Âyet, günümüzde tartışılan "medyanın duyarlık ve
sorumluluğu" meselesi bakımından da ilgi çekici ve yol göstericidir.
Haberlerin halka
duyurulmadan önce "Resûlullah'a ve ülü'1-emre götürülmesi" buyruğu,
onların hem haberin doğru olup olmadığı hem de halk üzerinde yapabileceği
tesiri daha iyi ölçüp biçebilecek ve anlayacak durumda olmaları gerekçesine
dayanmaktadır. Burada "yetki sahipleri" diye çevirileri
"ülü'l-emr"den maksat -o tarih itibariyle henüz ayrı bir grup teşkil
etmedikleri için- âlimler veya yöneticiler değildir; işten anlayanlar ve
savaşta kumanda görevi üslenmiş olanlardır.
"Allah'ın lütfü
ve rahmeti" aynı zamanda en güzel örnek olan bir peygamber ve onun
aracılığı ile bir kitap göndermesi, insanın aklını doğru kullanması ve
iradesine sahip olması için gerekli bulunan yolu ve yöntemi öğretmesi, öğütler
vermesidir.
Âyetin "azı
müstesna" diye tercüme edilen kısmının özel hadise ile ilgili açıklaması
"Duyup gerekli araştırmaları yapmadan yaydığınız haberlerin azı müstesna
çoğunda şeytanın istediğini yerine getirmiş olurdunuz" şeklindedir. Ayet
özel bağlamından çıkarılarak daha genel bir alana taşındığında ise mâna şöyle
olmaktadır: Allah Teâlâ peygamber ve kitap göndermeseydi inanç, bilgi ve
kararlarınızın çoğunda şeytana uyardınız.
İstisna kaydına nasıl
mâna verilirse verilsin sonuçta insanların ilâhî lütuf ve rahmete muhtaç
oldukları, bu lütfün maddî olanları yanında peygamber ve kitap göndermek,
doğruyu ilham etmek, doğru düşünme ve karar alma konusunda yardım etmek gibi
manevî olanlarının da bulunduğu anlaşılmaktadır. [180]
84. Hz.
Peygamber'in hayatının hiçbir döneminde cihad, ümmet dışında, tek basma ona
farz kılınmamıştır. Bu tarihî gerçekten hareket edildiğinde âyeti, "Tek
başına sen cihad etmekle yükümlüsün" şeklinde anlamak yanlış olacaktır.
Âyetin demek istediği şudur: "Gerek sen ve gerekse diğer müminler tek
başınıza kalsamz dahi gerektiğinde cihad etmekle yükümlüsünüz ve Allah herkesi
kendi yükümlülüğünden hesaba çekecektir."
Allah'a İnananlar
O'nun zararı defetme gücünün düşman gücünden daha büyük, cezasının da daha
çetin olduğu konusunda bir şüphe taşımazlar. Burada vur* gulanan husus, Allah
Teâlâ'nın sonsuz gücünden yararlanmanın ön şartı olan ci-haddır; yani tek
başına da kalsa müminin hedefe ulaşabilmek için gereken çabayı göstermesi,
fedakârlığa katîanmasıdır. Allah'ın âdeti, gücünü iman edenlerden yana koymak
değildir; zafer ve bağan bunların şartlarını yerine getirenlerin, kulun yapması
gereken hususları, zaferin ve başarının şartlarım ihmal etmeyenlerindir. [181]
85, Kim güzel bir
şefaatte bulunursa ondan kendisi için bir nasip olur; kim de kötü bir işe
aracılık ederse onun da buna denk bir payı olur. Allah her şeyi koruyup hakkını
vermektedir. 86. Size bir selâm verildiğinde ya daha güzeli ile veya dengi ile
cevap verin. Allah her şeyin hesabını eksiksiz bilmekte-dir. 87. Allah -ki,
kendisinden başka tanrı yoktur- elbette kıyamet günü hepinizi huzuruna
toplayacaktır, bunda hiçbir kuşku yoktur. Sözce Allah'tan daha doğru kim
vardır! [182]
85. Şefaat,
selamlaşma, Allah Teâlâ'nın ilmi, kudreti ve kıyamet konularını ihtiva eden üç
âyetin araya girmesinden sonra -aşağıda geleceği üzere- yine münafıklar ve
müşriklerle savaş ve banş halindeki ilişkilere geçilmesi aynı zamanda bu
âyetler arasındaki konu ilişkisine de ışık tutmaktadır. Çünkü müslümanlar bu
âyetlerin geldiği dönemde müşrikler ve münafıklarla iç İçe yaşıyorlar, savaşta
ve barışta onlarla çeşitli ilişkiler içinde oluyorlardı. Bu ilişkilerin tevhidi
zedelemeden ve ümmete zarar vermeden sürdürülebilmesi için ilâhî irşada
ihtiyaçları vardı.
Türkçe'de şefaat daha
ziyade âhirettteki aracılık ve özellikle de Hz. Peygamber'in, hem bütün
insanlara (hesaba çekilmenin, yargılanmanın bir an önce başlaması, bekleme
sıkıntısının son bulması için) hem de ümmetinin günahkârlarına (günahlarının
bağışlanması için) Allah nezdinde yapacağı aracılık mânasında kullanılır.
Kur'an'da ve Arapça'da ise şefaatin buna ek olarak daha geniş bir mânası
vardır: İki kişi arasında görülecek bir iş, elde edilecek bir fayda veya
önlenecek bir zarar konusunda üçüncü bir şahsın devreye girmesi, aracı olması,
hatırını ve gücünü kullanarak sonuç elde etmeye teşebbüs etmesidir. 88. âyette
geleceği üzere müminler, bazan müslüman olmayan kimseler için de bu mânada
şefaatte bulunuyorlardı. Ayrıca hemen her zaman toplum içinde aracılık
faaliyeti sürdürülmüş ve aracılar bulunmuştur. Özellikle hukuk, adalet,
ehliyet ve emanet duygusu ve şuurunun ve bunlara dayalı uygulamaların ikinci
plana atıldığı; güçlü, hatırlı, yakın olanların -haklı veya haksız olarak- işi
bitirdiği dönemlerde, bu mânada toplum ahlâkının zaafa uğradığı zamanlarda
şefaat (adam bulma, torpil kullanma) yaygın, normal, hatta zaruri hale
gelmektedir. Âyet hem tarihî hem de evrensel olarak şefaat konusunda bir kural
getirmektedir: Şefaat kötü, çirkin ve yasak değildir; ancak meşru, hukuka ve
ahlâka uygun olmalı, iyi, başkası aleyhine haksızlık doğurmayacak bir sonucun
hâsıl olması için yardım mânası ve amacı taşımalıdır. Böyle olan şefaatin ecri
vardır. Hâsıl olan iyilik ve ecirden şefaat sahibi (buna aracılık eden,
hatırını ve imkânını kullanan) kimseler de nasip alırlar. Haksız bir talebin,
kötü sonucun gerçekleşmesi için yapılan aracılık da yapana sorumluluk getirir;
haksıza, zâlime, kötülük edene verilen cezanın benzeri bir ceza ona da verilir. [183]
86. Aracılık
için birisine başvuranlar işe selâm İle başlayacaklardır. Müminler
karşılaştıklarında selâmlaşacak, karşılıklı olarak iyi dilekte bulunacaklardır.
Her kültürde selamlaşma âdeti ve bu âdetin gerektirdiği usul ve âdâb vardır. Bu
münasebetle müslümanlar arasında selamlaşmanın nasıl olması gerektiği konusuna
geçilmiştir. "Selâm" diye tercüme edilen tahiyye, hayat kelimesiyle
aynı kökten olup lügat mânası itibariyle "sağlık, uzun ömür dilemek"
demektir. Tefsirciler buradaki tahiyye buyruğunu üç şekilde açıklamışlardır: a)
Hapşıramn "elhamdülillah" demesi ile başlayan karşılıklı dualar; b)
Hediye verene hediye ile mukabele; c) Selâm verip almak. Tahiyye kelimesi daha
ziyade bu üçüncü mânada kullanılmıştır.
Câhiliye devrinde de
çeşitli sözlerle selamlaşma yapılır, ama selamlaşmada köleliğin ve sınıf
farkının İzleri görülürdü. Selâm vermek mecburiyetinde olanlar, verirken
birtakım kayıtlara bağlı bulunanlar köleler, zayıflar ve garipler olurdu. İslâm
dini getirdiği eşitlik ve fazilet anlayışına uygun olarak bir selamlaşma âdabı
oluşturdu. Sünnet ve örf bunun verilişini "esselâmü aleyküm" veya
"selâmün aley-küm", alınışını da "aleykümüsselâm, aleykümselam,
ve aleykümüsselâm ve rah-metullah ve berekâtüh" şeklinde belirledi.
Selamlaşma müslümanlar arasında bir ülfet, kaynaşma, sevgi aracıdır, banş
İçinde olma işaretidir. Selâm verip alanlar birbirlerine Allah'tan
"iyilik, esenlik, rahmet, bereket" dilemektedirler. Bu sebeple
selamlaşma Kur'an'da ve Sünnet'te teşvik edilmiş, âlimler tarafından hükmü ve
âdabı üzerine kafa yorulmuş, açıklamalar yapılmıştır.
Bir miislüman bir veya
daha fazla müslümanla karşılaştığı, bir araya geldiği zaman selâm vermek
sünnettir, bu selâmı birisi verince diğerlerinin onu alması fazdır. Bir kişinin
verdiği selâmı topluluktan birinin almasıyla vazifenin yerine gelmiş olup
olmayacağı konusu tartışılmıştır. Ebû Hanîfe'ye göre topluluktan her birinin
selâmı alması gerekir. Gayri müslimlere de müminlere verilen selâmın verilebileceğini
ileri süren âlimler bulunmasına rağmen ekseriyete göre onlara bir mümin böyle
selâm vermez, onlar verirlerse "ve aleyküm" (size de olsun) şeklinde
mukabele edilir[184]
88. Size ne oluyor da
münafıklar hakkında ikiye bölünüyorsunuz? Halbuki kendileri hak ettikleri için
Allah onları küfre geri çevirmiştir. Allah'ın saptırdıklarını doğru yola
getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdıkları için asla doğruya yol
bulamazsın. 89. Kendileri nasıl inkâr etmişlerse sizin de öyle inkâr etmenizi,
böylece onlara eşit ve benzer hale gelmenizi isterler. Allah yolunda hicret
edinceye kadar onlardan dostlar edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları
yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün; hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin. 90.
Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumla ilişki içinde
olanlar yahut sizinle de kendi kavimleri ile de savaşmayı içlerine
sindiremeyip size sığınanlar müstesna. Allah dileseydi onları başınıza belâ
ederdi de sizinle mutlaka savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa
çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse Allah size, onların
aleyhine bir yola girme hakkı vermemiştir. 91. Bunlardan başka hem sizden hem
de kendi topluluklarından emin olmak isteyen kimseleri de bulacaksınız. Bunlar
ne zaman fitneye yönlendirilseler hemen dönüp ona dalarlar; bu sebeple sizden
uzak durmaz, size barışçı davranmaz ve yakanızdan ellerini çekmezlerse onları
hemen yakalayın, de geçirdiğiniz yerde öldürün. İşte onlar hakkında size
apaçık bir yetki vermiş olduk. [185]
88-89.
Buradan itibaren 91. âyete kadar Özel olarak Kur'an'ın geldiği tarihte ve
çevrede, genel olarak da her zaman ve her yerde, gruplar ve topluluklar olarak
müslümanlarla ötekiler (müslüman olmayanlar) arasındaki ilişkiler ele alınmaktadır.
İslâm başka inançları ve hayat tarzlarını benimseyen fertlere ve gruplara da hayat
hakkı tanıdığı, onları hem kendi içlerinde hem de dünya yüzünde korumayı
müslümanlara ödev kıldığı için ilişkilerin -taraflara zarar vermemesi amacıyla-
bazı kurallara bağlanmasına ihtiyaç hâsıl olmuştur. Bu ihtiyaç hem âyetlerle
hem de Hz. Peygamber'in ve onun çizgisindeki halifelerin uygulamalarıyla
-farklı ve yeni ilişki biçimlerine de örnek teşkil edecek şekilde-
karşılanmıştır.
Müslümanlar Mekke'den
Medine'ye hicret ettikten sonra çeşitli ilişkilere girmek durumunda oldukları
gayri müslimler şöyle çeşitlenmişlerdi: Mekke'de ve Medine'de yaşayan
müşrikler, Medine ve civarında yaşayan Ehl-i kitap (daha çok yahudiler), hem
Mekke'de hem de Medine'de yaşayan, müşrik veya Ehl-i kitap oldukları halde bu
durumlarını gizleyen ve müslüman görünen münafıklar. Gayri müslimlerin
müstümanlarla gruplar arası siyasî ilişkileri de şu kategoriler içinde cereyan
ediyordu: a) Hasımlar ve düşmanlar, b) Antlaşmaklar ve bunlarla antlaşma yapmış
bulunan diğerleri, c) Tarafsızlar. 91. âyete kadar bu konular ele alınmış,
ilişkilerde uyulacak kurallara ışık tutulmuştur.
Burada zikredilen münafıkların Medine'de yaşayanlar mı, yoksa Mekke'de
kalanlardan bir grup mu olduğu konusunda tefsircilerin farklı açıklamaları
vardır. Buhârî'nin nüzul sebebi olarak rivayet ettiği hadis şöyledir: Bazı
insanlar, Uhud Savaşı için sefere çıkan Hz. Peygamber'in ashabına katıldıkları
halde Medine'ye geri dönmüşlerdi. Kalanlar onlara yapılacak muamele konusunda
ilciye ayrıldılar. Bir grup Hz. Peygamber'e onları öldürmesini öneriyor,
diğerleri ise bu öneriye karşı çıkıyorlardı. Bunun üzerine "Size ne oluyor
da münafıklar hakbnda ikiye bölünüyorsunuz?" mealindeki âyet geldi. Hz.
Peygamber de şöyle buyurdu: "O Medine'dir; ateş nasıl gümüşün pasım
giderirse o da manevî kirleri yok eder"[186], Bu
rivayeti farklı şekillerde nakleden başka hadisçi ve tarihçiler de vardır[187].
Bunlara dayanan tefsircilere göre âyetin geliş sebebi bu olaydır. Ancak geliş
sebebini bu olaya bağlamakla akla gelecek bütün sorular cevaplandırılmış
olmamaktadır. Nitekim söz konusu gruba ait açıklamalar getiren 89. âyette
"Allah yolunda hicret edinceye kadar..." kaydı vardır. Medine'ye
dönen münafıklar için göç (hicret) söz konusu olamayacağına göre âyetten
bunların kastedilmiş olması (ve olayın nüzul sebebi olması) uzak bir ihtimal
olarak kalmaktadır. Bu sebepledir İbn Âşûr, haklı olarak -bu nüzul sebebini benimseyenler
için- şöyle bir te'vilin kaçınılmaz olduğunu kaydetmiştir: "Burada
hicretten maksat iman ve cihada dönmektir"[188] .
Taberî de -aynı gerekçe ile-nüzûl sebebinin Medine'de yaşayan ve Uhud
Savaşı'nda geri dönen münafıklar değil, Mekke'de yaşayan, gerçekte putperest
oldukları ve müslümanlar aleyhine faaliyette bulundukları halde Medine'ye
geldikçe veya müslümanlarla karşılaştıkça kendilerini onlardanmış gibi
gösterenler olduğunu zikretmektedir[189].
Müslümanlarla savaş durumunda olan gayri müslimler ve bunlara yardımcı
olanların ele geçirildiklerinde esir edilmeleri, gerektiğinde öldürülmeleri
savaş halinin tabii sonuçlanndandır.
"... İnkâr
etmenizi, böylece onlara eşit ve benzer hale gelmenizi isterler" cümlesi,
farklı inanç ve düşüncede olan grupların birbirlerine karşı sosyopsikolo-jİk
durum ve tutumlarını ifade etmektedir. Bu beşerî ve sosyal kural asırlar boyu
değişmeden gelmiştir. Ulus devletlerin doğduğu günümüzde de insanların eşitlikten
tam yararlanabilmeleri için aynı ulustan olması gerekiyor. Uluslar, aradaki
"farklı ulustan olma" durumunun ortadan kalkmasını istemiyorlar;
ancak kültür, inanç ve ideoloji farkının temel haklar açısından bir ayırımcılık
sebebi sayılmamasını istiyorlar. Ne var ki, sözde çoğulculuğu savunanlar
uygulamada bunun, diğer inanç sistemlerinin, kültür ve ideolojilerin ortadan
kalkması ve dünyada tek tip bir kültürün (günümüzde Batı kültürü) kalması
şeklinde gerçekleşmesini hedefliyorlar. Bunca insan haklan belgelerine ve
antlaşmalarına rağmen uygulamada sırf renkleri, kültürleri ve inançları farklı
olduğu için bir kısım insanlar ve uluslar diğerlerine eşit sayılmıyor,
haklarına eşit derecede saygı gösterilmiyor ve sahip çı-kılmıyor. "Sen
onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla memnun
kalmayacaklardır" (Bakara 2/120) mealindeki âyet de bu gerçeği ifade
etmektedir. Bugün yeryüzünde mevcut birçok din, ideoloji ve kültür açısından
insan haklarında eşit olmanın şartı aynı kültürü ve inancı paylaşmaktır. Ancak
İslâm'da insanların, insan haklarından yararlanabilmeleri için müslüman
olmaları şartı yoktur. Allah Teâlâ kullarının müslüman olmalarını ister, bundan
hoşnut olur fakat onları buna zorlamaz. Dileyenlerin kendisini de, hak dini de
inkâr etmelerine fırsat verir, bundan dolayı onlardan dünyada rahmetini ve
rızkını esirgemez. Müslümanlar da başka dînden olanlara bu ilâhî muamele örneği
çerçevesinde yaklaşmak ve davranmak durumundadırlar. İslâm dini, Ehl-i kitabı
tevhid çerçevesinde birliğe, bütün insanlığı da barış ve insan haklarına saygı
ilişkisi içinde yaşamaya davet etmesine rağmen müslümanlarla müslüman
olmayanlar arasında hâlâ değişmediği müşahede edilen uygulamadaki bu tutum ve
yaklaşım farkı sebebiyle onların dostluk ve yardımlarına güvenmemek esastır.
Müslümanlar elbette kendilerine düşmanca davranmayan, antlaşmalarına sadık
kalan gayri müslimlerle banş ve iyi ilişkiler içinde olacaktır. Ancak karşı
tarafın -açıklanan ve tarih boyunca yaşanıp görülen- temel yaklaşım ve
tutumlarının da unutulmaması gerekmektedir. [190]
90, İlk
yıllarda müslümanlann çevresinde bulunan gayri müslimlerden İki grup daha bu
âyette söz konusu edilmektedir: a) Müslümanlarla antlaşmalı bulunan gruplarla
himaye ve birlikte hareket gibi anlaşma ilişkisi içinde olan topluluklar.
Dostun dostu, barışığın barışığı aynı muameleyi göreceği için bunlarla savaş
haline son verilecektir. Nitekim Hudeybİye Antteşması'nm bir maddesinde bu hüküm
şu şekilde yer almıştır: "Dileyen kabileler Kureyş safında, dileyenler de
Mu-hammed'in tarafında akid ve ahde (antlaşma) dahil olabilirler" [191]. b)
Tarafsızlar. Ulus devletlerin doğmadığı zamanlarda ve İslâm'ın ilk tebliğ
edildiği çevrede önemli ve yaygın sosyal gruplardan ikisi de kavim ve kabile
idi. Kur'an dilinde kavim kelimesi "hısım akraba, kabile, kabileler
topluluğu birlik ve mutlak anlamda topluluk" mânalarında kullanılmaktadır.
O dönemde gayri müslimler arasında kendi kavim ve kabilelerine karşı savaşmak
istemedikleri gibi onların düşman ilân ettikleri ve savaştıkları diğer
topluluklara karşı da savaşmak istemeyen gruplar vardı. Bunlar Medine'ye gelip
niyetlerini açıkladıklarında kendileriyle bir mânada "tarafsızlık
antlaşması" yapılacaktır. [192]
91.
Tefsircilerin Medine çevresinden Gatafân ve Esedoğullan'nı, Mekke'den de
Abdüddâroğullan'nı örnek olarak gösterdikleri bu grup, menfaatleri böyle gerektirdiği
İçin Medine'ye gelince müslüman oluyorlar, Mekke'ye gidince de şirke dönüp
müşriklerle beraber putlara tapıyor, gerekli gördüklerinde müslümanlar aleyhine
Kureyş'le İş birliği yapıyorlardı. Hz. Peygamber açıkça kâfir olmayanları,
gizli din taşıyanları, müslüman görünenleri, dıştan göründükleri gibi kabul ediyor,
kişinin küfrüne açık ve objektif delil bulunmadıkça ona mümin muamelesi yapıyordu
. Allah Teâlâ bunların münafık olduklarını, müslümanlıklarımn samimi olmadığını
bildirerek müslümanlara -insanların kalpleri bilinemeyeceği için başka türlü elde
edilemeyecek olan- bir delil vermekte ve bu grubun da sulha yanaşmadıkları,
müslümanlara zarar verdikleri sürece kendileriyle savaşanlar gibi mütalaa
edilmesi gerektiğini bildirmektedir. [193]
92. Yanlışlıkla olması
dışında, bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini
öldüren kimsenin mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek
bir diyet vermesi gereklidir; ancak ölünün ailesi o diyeti bağışlarsa o başka.
Öldürülen, mümin olmakla birlikte size düşman olan bir topluluktan ise mümin
bir köle azat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir
topluluktan ise ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve mümin bir köleyi
azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin Allah tarafından tövbesinin
kabulü için iki ay peşpeşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilmektedir,
hikmet sahibidir. 93. Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı
kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için
büyük bir azap hazırlamıştır. 94. Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa
çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının
geçici menfaatine göz dikerek "Sen mümin değilsin'* demeyin. Bilesiniz ki
Allah katında sayısız ganimetler vardır. Daha önceleri siz de böyleydiniz.
Derken Allah size lütufta bulundu. Bu sebeple iyi anlayıp dinleyin. Hiç şüphe
yok ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. [194]
92. Gayri
müsîimJere "savaş, banş ve tarafsızlık" ilişkileri çerçevesinde nasıl
davranılması gerektiği konusundan sonra müminler arasındaki ilişkilere geçilmiş
ve bu ilişkinin kural olarak dostluk ve kardeşlik ilişkisi olacağı birçok
âyette beyan edildiği için bir müminin bir diğerini kasten öldürmesinin
düşünülemeyeceğini, hiçbir müminin böyle bir cinayeti göze alamayacağını,
böyle bir şeyin asla olmaması gerektiğini vurgulayan ve telkin eden bir giriş
yapılmış, devamında önce yanlışlıkla vuku bulan öldürme olaylarının telâfisi
ve cezası bildirilmiş, sonra gelen 93. âyette ise şiddetle kınanmış ve
yasaklanmış olmasına rağmen yine de bir kasten öldürme olayı meydana gelirse
bunun nasıl bir suç teşkil edeceğine ve ağır cezasına temas edilmiştir,
Taberî ve Vahidî gibi
müfessirlere göre âyetin gelmesi şöyle bir olay üzerine olmuştur: Ebû Cehil'in
anneden kardeşi Ayyaş b. Ebû Rebîa müslüman olmuş, Hz. Peygamber'den önce
Medine'ye hicret etmişti. Ebû Cehil, iki kardeşini de yanına alarak Medine'ye
gelmiş, Ayyâş'a "Annemiz seni görmedikçe gölge altına girmeyeceğine yemin
etti. Gel beraber gidelim, annemiz seni görsün, sonra döner Medine'ye
gelirsin. Vallahi sana zarar vermeyiz, dönmeni de engellemeyiz" diyerek
onu ikna etmiş, Mekke'nin yolunu tutmuşlardı. Şehirden biraz uzaklaşınca
Ayyâş'ı bağladılar, Mekke'ye bağlı olarak getirdiler, dininden dönmedikçe
bağlarını çözmeyeceklerini söyleyip onu hapsettiler. Haris b. Zeyd adını
taşıyan kardeşi gelip gidip Ayyaş'ı dövüyor ve ona işkence ediyordu.
"Seni tenhada gördüğüm an öldüreceğim" diye yemin eden Ayyaş, fetih
gününe kadar Mekke'de kaldı, sonra Medine'ye geldi, Küba'da kardeşi Hâris'e
rastladı. Bu arada Haris müslüman olmuştu, fakat Ayyaş bunu bilmediği için onu
öldürdü, sonra da müslüman olduğunu öğrendi. Pişmanlık içinde Hz. Peygamber'e
geldi, olup biteni anlattı. Bunun üzerine ilgili âyet geldi. Nüzul sebebi
olarak başka olaylar da zikredilmiştir[195].
Bir müminin yanlışlıkla öldürdüğü müminin ailesi ya İslâm topluluğu içinde
bulunur ya müsliimanlarla aralarında antlaşma bulunan bir topluluk içinde olur
ya da bir düşman toplulukla beraber yaşar. Bu üç farklı duruma göre yanlışlıkla
mümin öldürmenin cezası da değişmektedir:
a) Öldürülen
müminin ailesi İslâm devleti içinde bulunuyorsa öldürenin yükümlülüğü diyet ve
kefaret olmak üzere ikidir. Kefaretten maksat öldürenin bir mümin köleyi
hürriyetine kavuşturması, buna İmkân bulamadığı takdirde ise iki ay ara
vermeden oruç tutmasıdır. Bilindiği üzere İslâm'dan önce başka topluluklarda
olduğu gibi Araplar'da da çeşitli vesilelerle insanları köleleştirme uygulaması
vardı. İslâm bu vesilelerin tamamını yasaklamış ve yalnızca savaşta esir olma
yolunu açık bırakmıştır. Bir yandan savaşan askerleri teşvik etmek, diğer
yandan da -hürriyetini kaybetmeyi felâketlerin en büyüğü sayan- Araplar'ı
müslümanlara karşı savaşa girmekten caydırmak gibi maksat ve sebeplerle açık
tutulan bu kapı da hem doğrudan köleliğe götüren bir kapı olmaktan
çıkarılmıştır[196], hem de köleleşen
kimselerin yeniden hürriyete kavuşturulması için çeşitli vesileler
öngörülmüştür. Bunlardan biri de -burada görüldüğü gibi- yanlışlıkla bir mümini
öldürmektir. İbadet mahiyetinde bir ceza olan kefaret aynı zamanda kazayı
yapan kimsenin eğitilmesine, daha dikkatli davranması için güçlü bir telkin
almasına vesile olmaktadır.
Yanlışlıkla bunu yapan
müminin, daha doğrusu onun yakınlarının (âkılesi) ikinci yükümlülüğü ise
diyettir. Diyet, maktulün ailesine verilen belli cins ve sayıdaki hayvan veya
aynı değerde mal ve paradır; yani bir nevi tazminattır, kan bedelidir. Diyet
İslâm'dan önce de uygulanmıştır. Câhiliye Araplan'nın kasten öldürme olaylarında
diyet kabul etmeyi şerefsizlik saydıkları, yanlışlıkla öldürme olaylarında ise
yaygın olarak diyeti aldıkları, alman diyetin miktarının öldüren ve öldürülenin
sosyal durumuna göre değiştiği bilinmektedir. Hz. Peygamber diyeti yaşlan
farklı gruplardan oluşan 100 deve olarak belirlemiş, yanlışlıkla veya kasten
Öldürmeye göre de 100 devenin vasıflan değişik olmuştur[197] Para
ile alım-satım-dan ziyade malı malla değişmenin yaygın olduğu tarihî çevrede
diyeti de her kabilenin yetiştirdiği, ürettiği, ihtiyacını gidermede
kullandığı maldan almak daha kolay olacağı için deve üzerinde ısrar edilmemiş,
altını olanlardan 1000 dinar, gümüşü olanlardan 12.000 dirhem, Hz. Ömer
zamanında, sığır yetiştirenlerden 200 sığır, koyunculardan 2000 koyun, elbise
üretenlerden 200 kat elbise alınmıştır ki, bunların herbiri, o yıllarda
yaklaşık olarak 100 devenin kıymetine eşittir. Kaza yoluyla öldürmenin diyetini
-Câhiliye devrinde olduğu gibi- öldürenin, mirastaki sıraya göre âkile denilen
erkek akrabası üç yılda eşit taksitlerle öder. Büyük ailelerin dağıldığı ve
fertler arası dayanışma amacına yönelik lonca, esnaf teşkilâtı vb. yeni
örgütlenmelerin yapıldığı dönemlerde bu teşkilât âkile gibi değerlendirilmiştir.
Şu halde âkılenin akraba olması şart değildir, başka dayanışma ve yardımlaşma
birliklerinin de bu vazifeyi üslenmeleri mümkündür. Diyeti alma hakkı maktulün
mirasçılarına aittir, Maktulün ailesi İslâm ülkesinde oturmakla beraber gayri
müslim olurlarsa -bunlar müslümana vâris olamayacakları için- diyet devlete ödenir.
Şâfıî, Evzâî gibi bazı müctehidlere göre İse bu durumda diyet borcu düşer.
Aşağıda geleceği üzere diyetin miras olarak değerlendirilmemesi de mümkündür.
Bu takdirde gayri müslim aileye de diyet verilebilecektir.
b)
Antlaşmalı, fakat gayri müslim bir topluluk içinde yaşayan müminin diyeti
ailesine ödenir. Bu hüküm, ödenen diyetin aileye miras yoluyla intikal etmediğini,
onların gönüllerini almak, acılanın hafifletmek maksadıyla -kendi hakları
olarak- ödendiğini göstermektedir. Burada da aile (ehl) kavramını
"müslüman" olarak anlayan ve gayri müslimlere diyet verilemeyeceğini
ileri süren müctehidler ve tefsirciler vardır.
c)
Müslümanlara düşman olan bir topluluk içinde yaşarken kaza ile öldürülen
müminin diyeti, orada oturan gayri müslim ailesine veya devletine ödenmez.
Çünkü ödenmesi halinde düşman, müslüman servetiyle güç kazanacak ve
müslü-manlara daha çok zarar verebilecektir.
Son iki durumda da
köle azat etmek, buna imkân bulunmazsa iki ay kesintisiz oruç tutmak şeklinde
yerine getirilen kefaret cezası vardır. [198]
93."...
Cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir" ifadesi, Ehl-i sünnet
âlimleri tarafından "uzun süre kalmak üzere" şeklinde te'vil edilmiş,
böyle anlaşılmıştır. Çünkü birçok âyet ve hadîste bit kimse İslâm'dan çıkıp
inkâra sapma-dıkça ne kadar büyük bîr günah işlerse işlesin cezasını çektikten
sonra cehennemden çıkacağı ve cennete gireceği ifade edilmektedir[199].
Buna karşı büyük günah işleyenlerin kâfir olup cehennemde ebedî kalacaklarını
ileri süren Haricîler'le bunların İmandan çıkacaklarını, fakat küfre de
girmeyeceklerini, bununla beraber cehennemde devamlı kalacaklarını iddia eden
Mu'tezile bu âyetin zahirine dayanmışlardır.
Büyük günah
işleyenlerin tövbelerinin kabul edileceği inancı bu üç grup tarafından
paylaşılırken başta İbn Abbas olmak üzere birkaç âlim, haksız olarak adam
öldüren kimsenin tövbesinin kabul edilmeyeceğine kani olmuşlar; konumuz olan
âyetin, küfür dahil her günahın tövbesinin makbul olacağını ifade eden nas-ları
nesih veya tahsis ettiğini (bu ağır cinayeti işleyenleri dışarıda bıraktığını)
ileri sürmüşlerdir[200].
İslâm âlimlerinin çoğunluğunca benimsenmiş olan bir kurala göre usulüne uygun
te'vil ve yorumlama yoluyla da olsa bir âyetin hükmünün geçerliliğini
koruduğunu kabul etmek, hükmünün kaldırılmış veya sınırlandırılmış olduğunu
(nesih veya tahsis edildiğini) ileri sürmekten önce gelir. Birçok âyet ve
hadiste yalnızca küfür/şirk istisna edilerek[201]geri
kalan bütün günahların tövbe ile ortadan kalkacağı, silineceği ifade
edilmektedir. Şu halde üzerinde durduğumuz, bunlarla çelişir gibi gözüken âyeti
de "tövbe etmediği takdirde" veya "cezalandırıldığı
takdirde" şeklinde anlayarak diğerleriyle bütünleştirmek mümkündür.
Kasten adam öldüren
kimselere uygulanacak dünya cezası kısastır. Maktulün ailesinin tamamı veya bir
kısmı kısastan vazgeçer yahut tazminat karşılığında sulha razı olurlarsa kısas
cezası düşer ve diyet devreye girer. Kasten öldürme suçunda diyeti, katilin
âkılesi değil kendisi öder[202].
94. Müminler
askerî görevler alarak Medine dışına çıkıyorlar, bu arada tanımadıkları
insanlara rastlıyorlardı veya düşman olduğunu bildikleri ve çatışmaya
girdikleri bir topluluk içinde bazı kimseler kelime-i tevhid okuyarak müslüman
olduklarını ifade ediyorlardı. İsmi hakkında farklı rivayetler bulunan[203] bir
sahâbî, karşısındaki şahıs selâm verdiği -bir rivayete göre- kelime-i tevhidi
telaffuz ettiği halde, ölümden kurtulmak için ve korkusundan böyle yapıyor
diyerek onu öldürmüştü. Hz. Peygamber durumu öğrenince çok üzüldü ve "
Kalbini mî yardın, samimi olmadığını nereden biliyorsun?" diyerek öldüren
sahâbîye çıkışmıştı. Âyetin bu ve benzeri olaylar üzerine geldiği
zikredilmiştir. Âyette geçen selâm kelimesini, "barış" mânasına gelen
"selem" şeklinde okuyanlar da vardır; bu takdirde mâna şöyledir:
"Size barış teklif edenleri, size teslim olanları öldürmeyin."
Bir kimse müslümanlaia
selâm verdiği, kelime-i tevhidi okuduğu ve müslüman olduğunu söylediği,
savaştan vazgeçip müslümanlara teslim olduğu, barış teklif ettiği takdirde onu
öldürmek caiz değildir. Kur'ân-ı Kerîm, şüphe üzerine kâfir olduklarına
hükmederek düşman safında bulunan İnsanı öldürme hatasına düşmektense, o
insanın samimi müslüman olup olmadığı konusunda yanılmayı, yanlışlıkla müslüman
sayıp buna göre davranmayı tercih etmiştir. Müminler bir kimseye kâfir veya
düşman muamelesi yapabilmek için onun böyle olduğundan emin olmak
durumundadırlar. İnsanların bu vasıflan kesin olarak belli olmadıkça -şüphe
üzerine- küfürlerine veya düşmanlıklarına hükmedileraez. Bu yaklaşım, toplum
içinde istikrarın, huzur ve asayişin, kamu düzeninin sağlanması bakımından
önemli olduğu gibi korku veya menfaat sebebiyle müslüman gözükerek müslümanlann
arasında yaşayan kimselerin zaman içinde samimî müslüman olmalarına da kapıyı
açık tutmaktadır. Müslümanlar dinlerini iyi temsil ettikleri takdirde
aralarında yaşayanların onları taktir etmeleri ve kendilerine katılmaları
ihtimali yükselecektir.
Müminler, kendi
geçmişlerini ve İslâm'a ilk adımlarını atarken yaşadıkları psikolojiyi
düşündükleri zaman, "selâm verenlere, müslüman oldum diyenlere, ke-lime-İ
tevhidi söyleyenlere..." onları bu beyanlarında samimi kabul ederek yaklaşmalarının
kaçınılmaz, tabii ve mâkul olduğunu daha rahat anlayacaklardır. Çünkü müslüman
olduğu halde henüz hicret etme imkânı bulamamış, müminlerle tanışamamış,
kabilesi içinde imanını gizleyerek yaşama durumunda kalmış olanlar hep böyle
yapmışlar, müslüman olanlarla ilk karşılaştıklarında ya selâm vererek veya
kelime-i tevhidi ifade ederek durumlarını anlatmaya çalışmışlardır. Öte yandan
bir kimsenin imana gelmesi bazan birden olurken bazan da adım adım gerçekleşmektedir;
hidayette ilk adımın atılması, ilk eğilimin hâsıl olması önemlidir. Keza başlangıçta
müminlerin bununla yetinmeleri, İnsanların hidayete kavuşmalarım kolaylaştırmak
bakımından da önemlidir.
"... Derken Allah
size lütufta bulundu" mealindeki cümleyi tefsirciler iki şekilde
anlamışlardır: a) Sizin de başlangıçta durumunuz güç, imanınız zayıf,henüz
temayül halinde... idi; sonra Allah size yardım etti, durumunuzu düzeltti,
imanınızı güçlendirdi, b) Ganimet elde etmeye öncelik vererek kişinin samimi
olmadığına hükmedip onu öldürmeniz bir hata, bir günah idi. Ancak yine de
bilgi eksiğiniz ve mazeret teşkil edebilecek şüpheniz bulunduğu için Allah
lütfedip sizi bağışladı. Fakat bundan sonra, savaş halinde ve düşman
bölgesinde bile olsa öldürmeyi gerektiren durum ve tavırdan iyice emin
olmadıkça bir kimseyi Öldürmeniz asla caiz değildir. [204]
95. Müminlerden -özür
sahibi olanlar dışında- oturup kalanlar, malları ve canlarıyla Allah yolunda
cihad etmekte olanlara eşit olamazlar. Allah, malları ve canlarıyla cihad
edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah bütün
müminlere güzel gelecek vaad etmiştir, ama müca-hidleri, çok büyük bir
karşılıkla oturanlardan üstün kılmıştır. 96.0'ndan gelen rahmet, günahların
örtülmesi ve üstünlük dereceleri... Zaten Allah hep günahları örtmekte ve
rahmetiyle muamele etmektedir. 97. Kendilerine yazık etmekte iken hayatlarını
sona erdirdikleri kimselere melekler "Ne işte idiniz?" dediler,
"O yerde zayıf görülenlerden idik" cevabını verdiler. Melekler ise
"Allah'ın arzı geniş değil iniydi, hicret etsej diniz ya!" dediler.
İşte onların barınağı cehennemdir ve orası gidilecek ne kötü bir yerdir! 98.
Erkekler, kadınlar ve çocuklar içinden zayıf sayılanlar; çaresiz kalanlar ve
hiçbir kurtuluş yolu bulamayanlar müstesnadır. 99. İşte bunları, umulur ki
Allah affeder; Allah çok affedicidir, günahları bağışlayıcıdır. 100. Allah
yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek birçok uygun yer ve imkân
bulacaktır. Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek yurdundan çıkar da sonra
ölüm onu yolda yakalarsa artık onun mükâfatını vermek Allah'a aittir; Allah
daima günahları örtmektedir, engin rahmet sahibidir. [205]
95. Buradan
itibaren 100. âyete kadar Allah Teâlâ kullarını, cihad etme ve dini koruma
vazifesine riayet bakımından şu gruplara ayırmıştır:
a) Dinini
öğrenip yaşayabileceği bir mekâna göçen, burada oturan ve gerektiğinde malı ve
canıyla cihad ederek maddî ve manevî değerlerini koruyan müminler. Bunlar diğer
müminlerden derece (rütbe, şeref, mükâfat) bakımından üstündürler. Allah
onları, kendisine yakınlık dereceleri, günahlarını örtme ve rahmetine mazhar
kılma yoluyla ödlillendirecektir.
b) Tppyekün
savaş ve seferberlik durumu bulunmadığı için mallan veya canlarıyla savaşa
katılmayıp işleri güçleriyle meşgul olan müminler. Bunlar da ibadetleri ve
diğer iyi işleri sebebiyle ecir alırlar, cennete girerler, fakat cihad sevabından
ve mücahidtere mahsus şeref, mağfiret ve rahmetten mahrum kalırlar.
c) Savaşa çağrıldıkları ve mazeretleri de
bulunmadığı halde katılmayanlar. Burada açıkça zikredilmemiş olmakla beraber
bunu yapanların hoş görülmeyeceği ve cezalandırılacakları hem âyetin dolaylı
anlamından hem de başka âyetlerden anlaşılmaktadır[206].
d) İslâm'ın
rahatça öğrenilip uygulanabileceği bir ülkeye göç etme imkânları bulunduğu
halde yeterli olmayan mazeretlere dayanarak dinî hayatları için tehlike teşkil
eden çevrede yaşamaya devam edenler. Bunların cehennem ile cezalandırılacakları
bildirilmektedir.
e) Gerçek
mazeretleri bulunduğu, çaresizlik içinde oldukları için müslüman-lann arasına,
din ve vicdan hürriyetinin bulunduğu ülkelere göçemeyen müminler. Allah bunlara
da af ve mağfiret ümidi vermekle beraber, imkân bulduklarında hicret
etmelerini teşvik etmekte, yeryüzünde hürriyet içinde yaşayabilecekleri yerlerin
bulunduğunu bildirmektedir.
f) Hicret
yolunda ölenler. Bunlar da niyetlerine göre Ödüllendirilecek, Allah tarafından
muhacir muamelesine tâbi tutulacaklardır.
"Özür sahibi
olanlar"dan maksat, özellikle âmâ olanlar, genel olarak da savaşa
katılmayı engelleyecek bir vücut arızası bulunanlardır. Hz. Peygamber'in
Kur'ân-ı Kerîm'i yazdırdığı vahiy kâtiplerinden biri olan Zeyd b. Sabit, bu
kayıtla ilgili olarak şu Önemli açıklamayı yapmıştır: Resûlullah cihad
edenlerle oturanların eşit olmadıklarını bildiren âyeti bana yazdırırken
gözleri görmeyen Ümmü Mektûm çıkageldi ve "Ey Allah'ın resulü! Yemin
ederim ki, eğer görseydim ben de cihada katılırdım" dedi. Bunun üzerine
Resûlullah'ın dizi benim dizimin üzerinde iken vahiy gelmeye başladı, bacağıma
öylesine bir ağırlık çöktü ki uyluk kemiğim kırılacak sandım. Sonra
Resûlullah'in üzerinden bu hal giderildi ve "özür sahibi olmaksızın"
kaydı geldi[207]. Buhârî'nin aynı bölümde
kaydettiği bir rivayete göre bu olay Bedir Savaşı şurasında cereyan etmiştir;
"oturup kalanlar"dan maksat da bu savaşa katılmayanlardır.
Âyet İslâm'daki
eşitlik kavramına da açıklık getirmektedir; temel insan haklarında bütün
insanlar eşit olmakla beraber liyakat, ehliyet ve çaba ile elde edilen
faziletlere bağlı haklarda hem müminlerle diğerleri hem de cihad edenle etmeyen
müminler birbirine eşit değildirler.
Bu bağlamda mücahid.
değerleri korumak için yapılan savaşa bizzat katılan, canını tehlikeye atan
kimsedir. Malı ve vergisiyle savaşa katkı yapan veya mazereti sebebiyle fiilen
savaşa katılamayan kimseler, büyük ecir alsalar bile fiilen savaşa katılan
mücahidlerin derecesine ulaşamazlar[208].
96. Önceki
âyette geçen "derece" kelimesi, üstünlüğün hangi bakımdan olduğunu
açıklamak için gelmiştir. Buradaki "dereceler" kelimesi ise Allah
Teâlâ'mn mücahidlere vereceği üstünlük derecesinin bir tek dereceden ibaret
olmadığını, güzel sonuçlan birbirinden farklı ve üstün birçok derecenin söz
konusu olduğunu ifade etmektedir. [209]
97.
"Kendilerine yazık etmekte iken" ölen kimseler, Mekke'den Medine'ye
göç etme imkânları bulunduğu halde bunu yapmayan, Mekke müşrikleri arasında
yaşamaya devam eden, bu sebeple ya tekrar küfre dönen veya dinlerini tehlikeye
atanlardır. İbn Abbas bu âyetle ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: Müslümanlardan
bir grup insan müşriklerle beraber bulunuyor, savaşlarda da Resûlullah'a karşı
müşriklerin sayısını arttırmış oluyorlardı. Bu arada atılan oklardan ve sallanan
kılıçlardan isabet alıp yaralanıyor veya ölüyorlardı. Bunun üzerine
"kendilerine yazık ederken..." âyeti nazil oldu[210] .
Müşriklerin arasında yaşamaya devam eden kimseler ister bu beraberliğin veya
baskının etkisiyle yeniden şirke dönsünler, ister dönmeyip her an bu tehlike
içinde yaşasınlar kendilerine yazık (kötülük) etmektedirler, yapmaları gereken
şey müslümanlann arasına gelip onlarla beraber yaşamaktır.
"Zayıf
sayılanlar" dîye çevirdiğimiz müstad'afîn kelimesi, hâkim topluluk
tarafından güçsüz ve önemsiz sayılan, taleplerine kulak asılmayan, adamdan
sayılmayan, hakkını almaktan aciz bulunan kimseleri ifade etmektedir.
Medine'ye hicret ederek bu durumdan kurtulma imkânları var iken Mekke'de
zillet ve zaaf içinde yaşamayı tercih edenlerde olduğu gibi, müstad'af olmakta
ve böyle kalmakta kişinin kendi etkisi ve kusuru bulunursa sorumluluğu söz
konusudur. Bilgisiz, amelsiz, imansız kalmaya bu durum mazeret olamaz. [211]
98. Ayyaş b.
Ebû Rebîa olayında[212] olduğu
gibi hapiste veya bağlı kalmak, hasta veya sakat olmak, hicret için gerekli
olan maddî ve manevî imkânlardan yoksun bulunmak vb. sebeplerle müşriklerin
arasından çıkamayan, müstad'af olarak onlarla yaşamak durumunda kalan, bu
yüzden dinî hayatım riske atmış bulunan kimseleri Allah bağışlayacağını
bildirmektedir. Çünkü O, hiçbir kimseyi gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü
kılmamaktadır[213]
100.
"Allah yolunda" olanlar, yani Allah'ın rızâsını elde etmek, O'nun
iradesine uygun bir hayat yaşamak üzere, böyle bir hayatın mümkün olmadığı
yerden mümkün olduğu yere hicret etmek, bu maksatla doğduğu, büyüdüğü, çevre ve
imkânlar elde ettiği yurdunu terketmek İsteyen kimseler bilmelidirler ki
yeryüzünde gidilecek başka yerler vardır; buralarda da maddî ve manevî
nimetler, hürriyet ve rahatlıklar bulmak mümkündür. Zillet, baskı ve dinî hayatın
devamı bakımından tehlike altında yaşamaktansa bu olumsuzlukların bulunmadığı
yerleri aramak ve buralarda hayata yeniden başlamak denemeye değecektir.
97-100. Ayetlerde
Allah rızâsı için, Allah'ın dinini serbestçe yaşamak ve yaymak maksadıyla hicretin
teşvik edildiği, hatta mazereti bulunmayan kimselerin kınandığı ve ceza
göreceklerinin bildirildiği açıktır. Bu âyetleri destekleyen hadisler yanında
onlara zıt gibi gözüken, daha doğrusu hicretin gerekli olduğu dönemi tarihî
olarak sınırlayan hadisler de vardır. Bunların bazıları meâlen şöyledir:
"Müşrikle içli
dışlı olan ve onunla beraber oturan kimse onun gibidir." Ebû Davud'un
rivayet ettiği bu hadisin senedinde bazı kusurlar bulunmuş olmakla beraber
ileride gelecek olan 140. âyetin bunu desteklediği ifade edilmiştir.
"Düşmanla savaş
sürdüğü müddetçe hicret mecburiyeti devam edecektir." Başka bir rivayette
"tövbe kapısı kapanıncaya yani kıyamet kopmaya başlayıncaya kadar"
kaydı vardır.
"Mekke fethinden
sonra hicret mecburiyeti kalkmıştır; lâkin cihad ve iyi niyetle yurdundan
ayrılmanın gerekliliği devam eder; bu sebeple savaşa çağırıldığınız zaman
hemen katılın"[214].
Hz. Âişe bu hadise şöyle bir açıklama getirmiştir: "Bugün artık hicret
mecburiyeti yoktur, daha önce mümin, dinini korumak, bu yüzden mâruz kalacağı
baskıdan kurtulmak için Allah'a ve Resu-lü'ne kaçıp sığınıyordu, bugün ise
Allah İslâm'ı açıkça yaşanır hale getirmiştir, mümin nerede olursa olsun
rabbine kulluk edebilir"[215].
İlgili âyetler ve
hadisler birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç şu olmaktadır: Hz.
Peygamber Medine'ye hicret edince iki sebeple hicret farz olmuştu: a)
Peygamber'i desteklemek, gücünü arttırmak, müslümanlarla beraber olmak. b)
İslâm'ı öğrenmek ve yaşamak için elverişli olmayan bir yerde, insanlara dinden
dönmelerini sağlamak üzere baskıların uygulandığı bir çevrede oturmaya
devam imanmı ve din hayatını tehlikeye
atmamak. Mekke fethedilip en önemli düşman olan Mekke müşrikleri kontrol altına
alınınca birinci gerekçe ortadan kalkmış oldu. Bundan sonra hicretin farz olup
olmaması ikinci gerekçeye bağlı hale geldi. Belirleyici unsur kişinin dinî
hayatı olunca hükmün de buna bağlı bulunması tabiidir. Klasik kaynaklar
dârü'l-küfr'ü (müslüman olmayanların kültür ve düzenlerinin hâkim bulunduğu
ülkeleri, toplumları) potansiyel olarak "uygun olmayan çevre" kabul
ettiklerinden, buradan dârü'l-İslâm'a göçülmesinin gerekliliği üzerinde
durmuşlardır. Ancak günümüzde müslümanlann siyasî ve kültürel hâkimiyetleri
bulunan ülke ve toplumlarda belli bir dinî anlayış ve yaşayışa karşı baskılar
yapılabilimekte, buna karşı gayri müslimlerin hâkim bulundukları ülkede din ve
vicdan hürriyetinin sınırlan daha geniş olabilmektedir. Bu sebeple göç ve
beraber oturma mecburiyetini "siyasî ve kültürel hâkimiyet" yerine
"din, düşünce ve vicdan hürriyetine" bağlamak günümüz için daha
geçerli gözükmektedir.
Tâhir b. Âşûr,
hicretin hükmü bakımından müslümanın oturduğu yeri altı maddede incelemiştir.
Aşağıda özetlenecek olan bu yaklaşım tarihe olduğu kadar günümüze de ışık
tutacak, konu hakkında tutarlı bir fikir verecek niteliktedir:
a) Dindarlara
baskı yapılan, her din veya belli bir din mensuplarının dinlerini terketmeleri
istenen ülkeler. Burada oturan müslümanlann uygun yerlere hicret etmeleri,
tıpkı ilk dönem hicreti gibi farzdır. Nitekim Endülüs'te hıristiyan olmaya
zorlanan müslümanlann büyük bir kısmı katliama mâruz kalmış; hayatlarını
kurtarabilenler her şeylerini bırakarak oradan hicret etmişlerdir. Bunlann da
önemli bir kısmının yollarda kaybolmalarına sebep olan bu hicret, hicrî 902'den
1016 yılına kadar sürmüştür.
b) Din
yüzünden baskı yapılmayan, fakat müslümanlar için mal, namus ve can güvenliği
de bulunmayan ülke. Dârü'1-harp mahiyetinde olan böyle yerlerde mazeretsiz
oturmak da caiz görülmemiştir.
c) Din
yüzünden baskı, mal, can ve namus bakımından tehlike bulunmadığı halde
müslümanlara, gayri müslimlere mahsus hukukun uygulandığı ülke. Bugün Batı'da,
hıristiyanlann yaşadığı ülkelerde böyle yapılmaktadır ve bu ülkelerde oturmanın
hükmü konusunda İbn Âşûr, Mâlikîler'den, mekruh ve haram şeklinde iki görüş
nakletmektedir.
d) Bir
önceki maddeden farklı olarak müslümanlara, kendi dinlerine uygun hukuk
kurallarının uygulandığı, şer'î mahkemelerin hükümlerine, âlim ve müftülerin
fetvalanna göre hareket edilmesine İzin verilen ülkeler. Geçmişte Sicilya'da
(Normandiyalı Roger zamanında) ve bir zamanlar İspanya'nın Gırnata bölgesinde
böyle bir uygulama olmuş, bu durumda ne kalanlar göçenleri ne de göçenler kalanları
kınamışlardır.
e) Yabancılara
mağlûp olmuş, ağır şartlarla antlaşmaya razı olmuş sömürge, manda vb.
durumundaki İslâm ülkeleri. Bu ülkelerde yönetimin başında müslü-manlar
bulunduğu ve İslâmî hükümler yürürlükte olup din yüzünden bir baskı da söz
konusu olmadığı için hicret mecburiyetinin bulunmaması tabii görülmüştür.
f)
Müslümanlara baskı yapılmamakla beraber başka inanç, ahlâk ve dünya görüşlerine
mensup kimselere de diledikleri gibi yaşama hürriyeti verilen, bu sebeple
İslâm'a aykırı birtakım uygulamaların açıkça görüldüğü, din ve ahlâk kurallarını
çiğneyenlere karşı yalnızca sözlü uyarıya imkân verilen, bazan bunun da mümkün
olmadığı ülkeler. Bazı fıkıhçılar böyle ülkelerden de hicretin farz olduğunu
ileri sürmüşlerse de tarihte Ubeydîler zamanında Kayrevan'da, Fâtımîler
devrinde Mısır'da bu vakıa yaşanmış, fakat saygın âlimlerden hiçbiri ülkesinden
göçmemİştir[216]. Şevkânî, bu son maddede
özetlenen duruma işaret ettikten sonra şu görüşü İleri sürmüştür: "Doğru
olan hüküm böyle yerlerden göçmenin farz olmadığıdır. Çünkü yalnızca açıktan
günah işleniyor diye bir ülkeyi "küfür ülkesi" saymak ne naslara ne
de akla uygun düşer"[217].
Fakih ve müfessir Ebû Bekir İbnü'l-Arabi, İslâm'a aykırı söz ve davranışların
açıkça ortaya konduğu ve karşı çıkılması da imkân dışında bulunan ülkelerde
oturmanın caiz olmadığını bazı âyetlere[218]
dayandırdıktan sonra hocalarından olup Mısır'da oturan Ebû Bekir el-Fihrî ile
aralarında geçen şu ilginç tartışmayı aktarmaktadır:
- Mısır'dan kendi
memleketine göçsen ya!
* Hâkim niteliği
bilgisizlik ve akılsızlık olan bir yere göçemem.
- Mekke'ye göç,
Allah'ın ve Resulü'nün misafiri olarak yaşa; biliyorsun ki, bid'atların ve
haramın yaygın olduğu yerlerde yaşamak caiz değildir!
- Orada birçok kimsenin hidayetine sebep
oluyorum, halkı irşad ediyorum, tevhid inancını telkin ediyor, birçok yanlış
inancı engelliyorum, insanları Allah yoluna çağırıyorum... (1,485).
Bu nakillerden de
anlaşıldığı üzere kitaplara geçen teorik açıklamalar her zaman ve mekânda
ihtiyacı karşılamaya, en uygun davranışı belirlemeye yetmemektedir. Tutulması
gereken yol ve yöntem, âyetlerin ve hadislerin amacını kavramak ve ona göre
davranmaktır. [219]
101. Yeryüzünde sefere
çıktığınız zaman kâfirlerin sizi gafil avlamalarından korkarsanız namazı
kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık
düşmammzdır. 102. Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman
onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun, silâhlarım da alsınlar.
Bunlar secde ettiklerinde ötekiler arkanızda olsunlar, sonra henüz namazlarını
kılmamış bulunan bölük gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve bunlar
da ihtiyat tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler isterler ki, siz
silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da üzerinize ansızın bir baskın
yapsınlar! Eğer yağmur yüzünden bir zarar görürseniz veya hasta olursanız
silâhlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de ihtiyat tedbirinizi
alın! Allah elbette kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. 103.
Namazı bitirince de ayakta iken, otururken ve yatarken Allah'ı anın. Güvenlik
içinde olduğunuzda namazı gerektiği gibi kılın. Şüphe yok ki namaz, müminler
üzerine vakitleri belli olarak yazılmış bir ödevdir. 104. Düşman topluluğunu
takip hususunda gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız şüphesiz onlar da
sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah'tan, onların
beklemedikleri şeyleri umup bekliyorsunuz! Allah her şeyi bilmekte[220]
101.
Hicretle ilgili âyetlerden sonra savaş ve sefer hallerinde namazın nasıl
kılınacağı konusu açıklanmıştır. Çünkü hicret uzun yolculuğu gerektirmektedir,
savaş da silâhların başından ayrılmamayı, düşmana karşı tetikte olmayı veya
fiilen çarpışmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bütün bu hallerde akla gelen soru,
müslüman-ların en önemli ibadetleri olan namazın ne olacağıdır? Terk mi
edilecektir, kazaya mı bırakılacak, İmkânların elverdiği ölçüde ve şekilde
vakti içinde cemaatle mi kılınacaktır?
Kur'ân-ı Kerîm'in bu
sorulara verdiği cevap açıktır: Sefer halinde namaz kısaltılacak, düşmanın
karşısında bile olsalar müslümanlar iki gruba ayrılarak hem nöbete ve savaş
halinin icabı olan önlemleri almaya devam edecekler hem de sırayla imamın
arkasına gelerek bir rek'atı İmamın arkasmda, bir rek'atı da kendi başlarına
kılacaklardır. İnsanların yaratılış amacı Allah'a kulluktur, namaz Allah'a
kulluğun benzeri bulunmaz bir aracıdır. Şuuru yerinde olan her mümin, savaş halinde
bile imkânların elverdiği ölçüde -eksilterek de olsa- namazı eda edecektir.
Esasla ilgili olarak bu açıklığın dışında kalan detayları da Hz. Peygamber'in
sünneti tamamlamış, akla gelecek sorulan o cevaplandırmıştır.
101 ve 102. âyetlerle
İlgili hadisler birlikte ele alındığında karşımıza iki namaz şekli
çıkmaktadır: Yolcu namazı (seferî namaz) ve korku namazı (salâtü'l-havf). 101.
âyet korku namazı hakkında açık bir delil, bir tehlike söz konusu olmadan
kısaltılan yolcu namazı hakkında ise nispeten üstü kapalı bir delildir; yolcu
namazını sünnet açıklığa kavuşturmuştur. "Biz Kur'an' da korku namazıyla
yolcu olmayanların namazını buluyoruz, fakat yolcu namazını göremiyoruz"
şeklindeki bir soru üzerine Abdullah b. İbn Ömer'in yaptığı şu açıklama da bu
anlayışı desteklemektedir: " Biz hiçbir şey bilmez iken Allah Teâlâ
Muhammed'i peygamber olarak gönderdi; biz ancak onun yaptığını görüp
yapıyoruz"[221]
Hz. Aişe'nin
"Namaz yolculukta olsun, kişinin devamlı oturduğu yerde olsun ikişer
rek'at olarak farz kılındı, sonra yolculukta iki rek'at olduğu gibi bırakıldı,
yolcu olmayanlar için ise rek'atlar arttırıldı"[222] şeklindeki
bir ifadesini de göz önüne alan tefsirciler âyeti şöyle açıklamışlardır: Dört
rek'atlı farz namazlar başlangıçta ikişer rek'atlı idi. Hicretin başında öğle,
ikindi ve yatsı namazlarının farzları dörder rek'ata çıkarıldı. İlk yıllarda
genel olarak savaş ve sefer yoktu, birkaç yıl sonra savaş için seferler
başlayınca bu âyet geldi ve "namazın kısaltılarak iki rek'at kılınmasında
günah bulunmadığını" bildirdi. Hz. Âişe "Seferde olduğu gibi
bırakıldı" derken "yolculukta, ilk farz kılınan rek'at âdetlerinin
değiştirdilmediğini" ifade etmektedir; bundan da anlaşılan "hicretten
sonra yolculukta namazın hiçbir zaman dört rek'at olarak kılınmadığıdır."
Yolcu namazının
kısaltılması hükmü hicretin 4. yılında açıklanmıştır. Bu tespit, "ikinci
yıl, hicretten kırk gün sonra" şeklindeki tespitlerden daha sıhhatlidir,
102. âyette açıklanan korku namazı İse hicretin 6. ile 7. yılları arasında cereyan
eden Zâtürrika Gazvesi'nde uygulanmış ve ilk kılınan korku namazı da bir ikindi
namazı olmuştur.
Tefsircilerin cevap
aradıkları bir soru da âyette geçen "korkarsanız" kaydıdır. Böyle bir
korkunun bulunmaması halinde yani savaş maksadı ve tehlikesinin bulunmadığı
yolculuklarda dört rek'atlı farzların iki rek'at olarak (kasredilerek) kılınmasının
delili nedir? Âyetten böyle bir delâlet çıkaramayan birkaç müctehid "Normal
yolculuklarda namaz hsaltılamaz" demişlerdir. Ancak bunların ilgili
hadisleri görmedikleri veya sahih bir yoldan elde edemedikleri anlaşılmaktadır.
Çünkü birçok sahih hadis ve yaygın sünnet normal yolculuk hallerinde de hem
cem'in (öğle İle ikindinin ikisinden birinin vaktinde arka arkaya, akşam ile
yatsının da yine ikisinden birinin vaktinde arka arkaya kılınmasının) hem de
kasrın (dört rek'atlı farzları ikiye indirerek kılmanın) caiz olduğunu
göstermektedir. Müslim'in rivayet ettiği bir hadise göre Ya'lâ b. Ümeyye bu
konuyu Hz. Ömer'e şöyle sormuştu: "Allah 'korkarsanız' diyor, ama artık
bu durum ortadan kalktı, ne dersiniz?" Hz. Ömer'in cevabı şu olmuştur:
"Ben de senin gibi bu işi garip buldum ve Hz. Pey-gamber'e sordum; 4Bu
Allah'ın size bir sadakasıdır, öyleyse siz de O'nun sadakasını kabul edin'
buyurdular" ("Salâtü'l-müsâfirîn", 4). Bu hadisten yola çıkarak
tutarlı bir açıklama yapan İbn Âşûr özetle şöyle demektedir: Korku ve tehlike
bulunduğunda namazı kısaltmak ruhsattır, Allah'ın kullan için bir kolaylık
lütfetmesidir. Tehlikesiz yolculuklarda namazı kısaltma İzni ise bir sadakadır.
O'nun ruhsatı da, sadakası da reddedilmemelİdir. 101. âyet, daha önce sünnet
yoluyla meşru kılınan "tehlikesiz yolculuklarda da kısaltmanın caiz
olduğu" hükmünü tekrarlamış ve bunu 102. âyette gelecek olan korku
namazının nasıl kılınacağı konusuna bir giriş kılmıştır. Mesele bundan
ibarettir; iki kılmanın vacip veya sünnet olduğunu ispat için bazı fatihlerin
yaptıkları zorlama te'villere gerek yoktur (V, 184).
"Korku namazı
gafil avlanma, baskına uğrama gibi muhterflfel tehlikeye mi mahsustur yoksa
fiilen çarpışma devam ederken de kıhnabilir mi?" sorusuna da müctehidler
farklı cevaplar vermişlerdir. Hanefîler'e göre fiilen çarpışma devam ederken
namaz kılınamaz; çünkü Resûlullah Hendek Savaşı'nda dört namazı ertelemiş,
çarpışma devam ederken kılmamıştır (meselâ bk. Buhârî, "Megazî", 29;
el-Muvaîta', "Salâtü'l-havf', 4), Ayrıca çarpışmanın gerektirdiği
hareketlerle namazı bağdaştırmak mümkün değildir; bu hareketler namazı bozar.
Diğer miictehidler içinde "Rükû ve secde yapamayacak durumda olanlar îmâ
ile kılarlar", "Her rek'at yerine bir defa tekbir alarak kılmış
olurlar"," Bir kere vurmak gibi az hareket namazı bozmaz, çok
hareket bozar" diyenler olmuştur[223].
Namazın belli vakitler içinde eda edilen bir ibadet olduğunu belirten âyet göz
önüne alındığında, mazeret sebebiyle bazı kısımları eksik yapılsa bile savaş
halinde de -imkânlar hangi şekilde kılmaya izin veriyorsa- o şekilde ve
zamanında kılmanın maksada daha uygun olduğu ortaya çıkmaktadır, [224]
102. Korku
namazının Resûlullah'm imamlığında nasıl kılınacağının tarif edilmesi Hz. Âişe
gibi bazı müctehidleri "bu şeklin, onunla kılınan namaza mahsus
olduğu" hükmüne sevketmişse de çoğunluk bunun, başka imamların arkasında
cemaatle kılman korku namazlarım da içine aldığı kanatindedirler.
İmamın her bir grupla
birer rek'attan toplam iki rek'at namaz kılacağı âyetten açıkça
anlaşılmaktadır. Ancak grupların, İmamla kılmadıktan diğer rek'atı nerede ve
nasıl kılacakları konusu burada açıklanmamıştır. Hadis kitaplarında verilen
bilgiler ve yapılan açıklamalar da birbirinden farklı uygulamaların bulunduğunu
göstermektedir: a) Birinci grup imamla bir rek'at kıldıktan sonra imam ayakta
bekler, grup ikinci rek'atı burada kılar, selâm verip nöbet mahalline giderler.
Ardından ikinci grup gelir, imam bunlara da bir rek'at (imamın ikinci, bu
cemaatin birinci rek'atını) kıldırır, imam selâm verir, grup kalkıp diğer
rek'atı kılarak selâm verir ve düşmanın karşısındaki yerlerine giderler, b)
Birinci grup imamla bir rek'at kılınca selâm vermeden yerlerine giderler.
İkinci grup gelir; bir rek'at da onlara kıldıran imam selâm verir. Sonra her
iki grup sıra ile birer rek'at daha kılarak selâm verirler[225].
Bazı fıkıhçı ve tefsirciler sünnette geçen farklı uygulamalardan birini
diğerine tercih için uğraşırlarken Şevkânî gibi düşünenler şöyle demişlerdir:
"Sahih sünnette geçen bütün şekiller meşrudur, duruma göre bunlardan
birini uygulayan sünnete uygun davranmış olur" (1,571).
Namaz esnasında
silâhların bir tarafa bırakılmaması esas ve İhtiyata daha uygun bulunmakla
beraber bunda da zorluk bulunursa -gerekli tedbirler alınarak- silâhlar bir
tarafa bırakılabilecektir. Benzeri âyet ve hadislerden açıkça anlaşılmaktadır
ki, müminin asıl işi, hayatının amacı Allah'a kulluktur, itaat ve ibadettir: Ancak
dinde ve ibadette güçlük yoktur, Allah'ın muradı kullarına eziyet etmek değildir;
nerede eziyet varsa orada ilâhî rahmetin eseri olan ruhsatlar, kolaylıklar devreye
girmektedir. [226]
103.
"Namazı bitirince..." şeklinde tercüme edilen kısım çoğunluğun anlayışına
uygun bir tercüme olup buna göre mâna şöyledir: Allah'ı anmak, Allah ile beraberlik
şuurunu yaşamak namaz haline mahsus değildir. Mümin her durumda O'nu anmah,
gönlünde ve şuurunda O'nunla beraber olmalıdır. "Korku namazının imam
arkasında rükûlu ve secdeli kılınması şart değildir, imkânın elverdiği ölçüde
kılınır" diyenlere göre bu kısmın çevirisi "Namazı kılmak
istediğinizde..." şeklinde olup bu da, "Korku namazı ayakta,
oturarak ve yatarak kılmabİlir" anlamına gelmektir. Kıyas yoluyla hastalık
vb. mazeretlerde de namazın böyle kılınabileceği sonucuna varılmıştır.
Savaş halinde korku
namazıyla ilgili görüş farkı bakımından âyetin ikinci kısmı da iki şekilde
anlaşılmıştır: a) Fiilen savaş halinde namaz kılınmaz, savaş bitip de güven ve
huzur hali avdet edince namazınızı kılın, b) Korku (tehlike) halinde olsun,
fiilen savaş durumunda olsun kılınan korku namazı ve verilen ruhsatlar bu
hallere mahsustur. Korku geçince, savaş sona erince ruhsatlar da biter, namaz
normal hallerdeki şartlarına uygun ve tam olarak kılınır. [227]
104.
"Düşmanı takip konusunda gevşek davranılmaması talimatı Uhud Savaşı
sonrasındaki takibe işaret etmektedir" diyenler olmuşsa da tefsircilerin
çoğuna göre bütün zamanlan, düşmanları ve savaş hallerini içine almaktadır.
Müminler daima düşmanları hakında bilgi sahibi olacaklar, gerektiğinde onlardan
Önce davranarak askerî harekât gerçekleştirecekler, barışı devamlı kılabilmek
için savaşa devamlı hazır olacaklardır. Evet, bunu yapmak düşmanlarından daha
çok müminlere yakışmaktadır. Çünkü inkarcıların ebedî hayatta bir beklentileri
yoktur, müminlere zarar verdiklerinde elde edecekleri kazanç bu dünya ile
sınırlıdır. Müminler ise dünyada barış, huzur, güven ve helâlindan maddî
menfaat elde etmenin yanında, hatta bunların ötesinde Allah rızâsını elde
etmek ve bunun da sonucu olarak ebedî hayatta mutlu olma fırsatını yakalamak
gibi teşviklere mazhar bulunmaktadırlar. [228]
105. İnsanlar arasında
Allah'ın sana gösterdiğine göre bükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana
indirdik; hainlerden taraf olma! 106. Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah
çok yarlığayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir. 107. Kendilerine hıyanet edenleri
savunma. ÇünkU Allah, hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez. 108.
İnsanlardan gizlerler de -razı olmadığı sözü geceden kurup düzdüklerinde
yanlarında olan- Allah'tan gizleyemezler. Allah onların bütün yapıp ettiklerini
kuşatmaktadır. 109. Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz;
ama kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil
olacak! 110. Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan
mağfiret dilerse, Allah'ı çok yarhğayıcı ve esirgeyici bulacaktır. 111. Kim bir
günah işlerse onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur. Allah her şeyi
bilmektedir, büyük hikmet sahibidir. 112. Kim de bir hata veya günah işler,
sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa şüphesiz büyük bir iftirada bulunmuş ve
apaçık bir günahı yüklenmiş olur. 113, Allah'ın sana lütfü ve esirgemesi olmasaydı
onlardan bir güruh seni yanıltmaya yeltenmişti; halbuki onlar ancak
kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı ve
hikmeti indirmiş, bilmediğini sana öğretmiştir. Sana Allah'ın lütfü gerçekten
büyük olmuştur. 114. Onların fısüdaşmalarımn birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir
sadaka yahut bir iyilik ya da insanların arasını düzeltmek isteyenler
müstesnadır. Kim Allah'ın nzâsmı elde etmek için bunu yaparsa biz ona ileride
büyük bîr karşılık vereceğiz. [229]
105. Bu on âyette
insanların arasında meydana gelen anlaşmazlıklar, davalar, tartışmalar
karşısında Hz. Peygamber'İn ve daha ziyade onun şahsında ümmetinin takınmaları
gereken tavır, oynamaları gereken rol ve uygulamaları gereken muamele şekli
açıklanmaktadır. Pek azı müstesna olmak üzere özel bir hadise üzerine gelmiş
bulunan âyetlerin hedefi, sadece o hadiseyi açıklamak ve hükmünü ortaya koymak
değil, bu münasebetle müslümanlara, kıyamete kadar uyacakları kaideleri
-detaylı veya çerçeve hükümler olarak- açıklamaktır.
Bu âyetlerin
gönderilmesinin de şöyle özel bir sebebi vardır: Rifâa b. Zeyd isimli sahâbî,
yabancı tacirlerin Medine'ye getirdikleri has undan bir miktar satın almış ve
bunu, içinde silâhlarının da bulunduğu evin sofasına koymuştu. Şehirde kötü
şöhreti olan Übeynk ailesinden biri gece sofaya girmiş, unla birlikte
Ri-fâa'nın silâhlarını da çalmıştı. Rifâa durumu farkedince -bu hadiseyi
rivayet eden-yeğeni Katâde b. Nu'mân'a gelip olayı haber verdi. Katâde gerekli
araştırmayı yapıp Übeynk ailesine ulaşınca onlar suçu Lebîd isimli masum bir
müslümanın üzerine attılar. Lebîd kılıcını çekip üzerlerine yürüyerek
"Ben çalacağım ha! Vallahi ya hırsızı haber verirsiniz ya da şu kılıcımla
sizi doğrarım!" deyince suçlamadan vazgeçtiler. Mağdurlar araştırmaya devam
ederek hırsızın Übeynk ailesinden olduğuna kesin kanaat getirdikten sonra
Resûlullah'a başvurdular, Hz. Peygamber "Gerekeni yapacağım" cevabını
verdi. Übeynk ailesi durumu öğrenince bir plan kurdular; uygun birini
Resûlullah'a göndererek İftiraya uğradıklarını, ortada bir delil bulunmadığı
halde Katâde tarafından hırsızlıkla suçlandıklarını bildirip yakındılar.
Katâde durumu öğrenmek üzere gelince Resûlullah ona, "Bana müslü-man ve
iyi insanlar oldukları söylenen kimseleri, elinde bir delil olmadığı halde
hırsızlıkla suçladın!" diyerek serzenişte bulundu. Katâde olup bitenden
son derecede üzüntü duyarak amcasına geldi ve durumu anlattı. Rifâa
"İşimiz Allah'ın yardımına kaldı" cevabını verdi. Bu olay üzerine
yukarıda meali verilen âyetler geldi[230].
"Allah'ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye..." ifadesi
"hakkı içeren kitabı indirme"nin gerekçesini açıklamaktadır. Kitabın
hakkı İçermesi, gerçekleri, olanı ve olması gerekeni bildirmesi, "usul
öğretme, genel ve özel hükümler koyma, bilgiler verme" şeklinde
gerçekleşmektedir. "Allah'ın öncelikle peygamberine, sonra da onun
aracılığı ile insanlara gerçeği öğretmesi" birinci derecede bu şekilde
(Kur'an vahyi ile) olmaktadır. İkinci derecede gerçeğin kaynağı sünnettir.
Sünnet hem mâna ve hükmün Allah tarafından bildirilmesi hem de Hz.
Peygamber'in, içinde içtihada dayalı olanların da bulunduğu bütün tasarruflarının
ilâhî kontrol altında bulunması bakımından bu özelliği taşımaktadır.
Hz.Peygamber'in
Kur'an'ı anlama,küllî kuralları özel konulara,ilişkilere ve problemlere
uygulama konularında hata etmesi mümkün değildir. Çünkü bunlar peygamberlerin
aslî vazifeleri olan tebliğe dahildir. Başkalarının ise bu alanda hata etmesi,
yanlış ictihadda bulunması mümkündür. Kanunu belli bir olaya ve davaya
uygulama, yani yargılama ve hüküm verme alanına gelince burada Hz. Peygamber
de objektif verilere, ispat delillerine dayanmak mecburiyetindedir. Veriler ve
deliller hâkimi hangi hükme görülüyorsa o hükmü açıklamak durumundadır. Burada,
başkaları gibi Hz. Peygamber'in de yanılması mümkündür. Bu genel kuralı
âyetlerin gelmesine sebep olan hadiseye uygulayalım: Kur'ân-ı Kerîm, kitapta
gösterilen usule göre ve hükümlere uygun olarak hükmedilmesini istiyor, mahkemeye
getirilen davalarda hain ve haksız olduğu anlaşılan tarafı tutmamak ve savunmamak
gerektiğini bildiriyor; bir suç veya günah işleyenin bunu başkasına atmasını,
iftira ve bühtanda bulunmasını yasaklıyor; peygamberler dahil insanların
bilgilerinin yeterli olmadığını, Allah'ın bildirdiklerine muhtaç bulunduklarını
açıklıyor... Bütün bunları bilmede, anlamada ve yeri geldiğinde hadiselere uygulamada
Hz. Peygamber yanılmaz. Allah bunları göstermiştir, bildirmiştir, o da bunlara
göre hükmeder. Söz konusu hırsızlık olayında da bu kurallar geçerlidir. Sıra
hırsızın kim olduğunu tespite gelince Kur'an bunu bildirmez; Hz. Peygamber de
-mucizeler bir yana- kaide olarak bu konuda vahiy yoluyla elde ettiği bilgiye
dayanmaz; herkes için geçerli olan ispat delillerine, objektif verilere
dayanır ve bunlara bağlı olarak da yanılabilir. Meselâ yalancı şahitlere
dayanarak veya haksızın güçlü savunmasının etkisi altında kalarak hatalı bir
hüküm verebilir, Übeyrık'ın oğlu yerine kendisine iftira atılan Lebıd veya
yahudi aleyhine hükmedebilir. Ancak bu hükümden dolayı, diğer bütün hâkimler
gibi o da sorumlu olmaz; üstelik vazifesini, yukarıda açıklanan mânada Allah'ın
gösterdiği gibi yaptığı için ecir de alır. Bütün vebal ve sorumluluk onu ve
hâkimleri yanıltan hainlere, hakka ve emanete hıyanet edenlere ait olur. Bu
hususu canlı ve etkili bir ifade ile bizzat Hz. Peygamber şöyle açıklamıştır:
"Ben ancak bir beşerim ve siz bana davalarla geliyorsunuz. Olur ki
biriniz delilini daha güzel ifade eder de ben, ondan işittiğime dayanarak
lehinde hükmederim. Her kime, kardeşine ait bulunan bir hakkı hükmederek
verirsem sakın onu almasın; çünkü ona ateşten bir parça vermiş olurum!" [231].
Bu âyeti, Hz.
Peygamber'in ictihadla hükmetmesinin caiz olmadığına delil gösterenler olmuşsa
da bu delillendirme tutarlı değildir. Çünkü onun ictihadla hükmettiği, hatta
bazan yanıldığı ve Allah tarafından hatasının düzeltildiği sağlam delillerle
sabittir. O'nun "Allah'ın gösterdiği ile hükmetmesi" hem özel ve
genel konulu naslarla hükmetmesini hem de bunları yorumlayarak, açıkça temas
etmediği konulara yayarak (bir mânada ictihad ile) hükmetmesi demektir.
Râzî'nin deyişiyle "Esasen kıyas ederek hükmetmek de nasla hükmetmek
demektir. Çünkü kıyas yapan nastan hareket etmekte, onu ölçü olarak
almaktadır" (XI, 33).
"Hainlerden taraf
olmak, onları savunmak" yasaklanıyor, 109. âyette de "Kıyamet günü
Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak" diye
soruluyor. Bu hüküm ve irşad özellikle iki meslek erbabını muhatap alıyor: Hâkimler
ve avukatlar. Âyetlere göre bunların asıl vazifeleri hakkın yerine gelmesi ve
sahibini bulması için çalışmaktır. Davacının mevkii, şöhreti, serveti, rütbesi,
sağladığı menfaat ne olursa olsun hâkim ve vekiller haksız olduğu halde onun tarafını
tutmayacak, hükmün onun lehinde çıkması için özen göstermeyeceklerdir.
Özellikle avukatlar bütün bilgi ve becerilerini, haksız da olsalar müvekkilleri
lehine hüküm almak için değil, hakkın ortaya çıkması ve sahibini bulması için
kullanacaklardır. Bu anlayış ve ahlâk içinde hareket edecek olan avukatlara da
birinci derecede haklıların davaları
sayesinde, ikinci derecede ise haksızların davalarında sulhu aramak, cezada ve
tazminatta adalet ve hakkaniyetin gerçekleşmesine katkıda bulunmak gibi işler
ve işlevler sebebiyle "iş bulunacak" ve onlar da -ahlâk ilkelerini
çiğnemeden- maddî ihtiyaçlarını gidermenin yolunu bulmuş olacaklardır. [232]
106.
Müfessirler âyetlerde geçen "taraf olma, savunma, Allah'tan mağfiret
dile" gibi sert ifadelerin yorumu konusunda ikiye ayrılmışlardır. Bir
gruba göre bu hitaplar Hz. Peygamber'in şahsında ümmete yöneliktir, hadiseyi
yaşayan müminler ve münafıklarla daha sonra gelecek olan ümmet fertlerini
uyarmakta ve bilgilendirmektedir. Diğer gruba göre Hz. Peygamber de bu
hitaba-dahildir; günah derecesinde olmasa bile olayla ilgili kusuru sebebiyle
o da uyarılmıştır. Taberî bu grup içinde yer almış [233] ;
fakat İbn Atıyye bu yoruma karşı çıkarak Hz. Peygamber'İn zahire, ortada olan
delillere göre hareket ettiğini, bunun ise günah ve kusur olmadığım, mağfiretin
hainlerle ilgili bulunduğunu ifade etmiş
(II, 110); İbn Âşûr İse Hz. Peygamber'e kusur isnat etmesi sebebiyle edebe ay
kın bulduğu bu yoruma karşı tepkisini şu ifade ile ortaya koymuştur: "Bu
yorum zayıf anlayışlı olan, sakat fikirlerini desteklemek için haberleri
bağlamından saptırarak yorumlayan kimselerin davranışlarına tipik bir
örnektir" (V, 193). Râzî bu münasebetle "peygamberlerin günah
işlemelerinin caiz olup olmadığı" tartışmasını bir daha özetlemiş,
"Câİz değildir" görüşünü savunmuş ve Hz. Peygamber'e yönelik
"Mağfiret dile..." hitabını özetle şöyle yorumlamıştır: Suçlular
suçu başkalarına atıp şahitler gösterince Hz, Peygamber onları cezalandırmayı
düşünmüştü, mağfiret dilemesi emri ya bu düşüncesinden dolayıdır -çünkü onun
kemaline bu yakışır- ya da suçlular adınadır (XI, 34).
Bize göre olayda Hz.
Peygamber'e nispet edilecek bir günah veya kusur söz konusu değildir. Çünkü o
ümmete örnek olacak şekilde davranmış, elinde kesin delil bulunmayan kimselerin
insanları suçlamaya kalkışmalarını doğru bulmamış, objektif delillere göre
davayı yürütmüştür. Kur'ân-ı Kerîm'in bilinen üslûbuna göre burada istiğfar,
onun aracılığı İle suçluların Allah'tan bağışlanmayı dilemeleri anlamındadır[234].
107. Emanete
hıyanet edenler, bir yolunu bulup başkalarının hakkını yiyen* ler geçici dünya
hayatında kendilerine bir menfaat sağlamış, refah ve rahatlık içinde yaşamış
olabilirler. Ancak bu hıyanetin ağır sorumluluğu onlarla birlikte âhire-te
taşınacağı ve kendilerinden hesap sorulacağı, hakkın haine ceza, hak sahibine
ecir olarak yerini bulacağı düşünüldüğünde, dünyada elde edilen geçici menfaat
karşılığında ebedî hayatta kaybedilen nimetlerin büyüklüğü göz önüne alındığında,
emanete hıyanet edenlerin -âyette ifade buyunıluğu üzere- başkalarından önce ve
daha çok kendilerine zarar verdikleri ve ebedî saadetlerini ziyan ettikleri
anlaşılacaktır. [235]
108. Haksız
menfaat elde edenler, başkalarının hak etmedikleri zarara uğramalarına sebep
olanlar, tek kelimeyle hainler emellerine birtakım tuzaklarla, planlarla
ulaşırlar; gizli görüşmeler yaparlar, tertipler içine girerler ve bunların
gizli kalacağını zannederler. Tecrübe göstermektedir ki, çoğu defa bunlar
dünyada ortaya çıkmakta, rezillik ve rüsvalık hallerini yaşamaktadırlar. Dünya
hayatında ve insanlar bakımından yaptıklarını gizlemeye muvaffak olsalar bile,
onlar bu kötülükleri yaptıklarında ilmiyle yanlarında olan ve bilgisi her şeyi
kuşatan Allah'tan bir şey gizlemeleri mümkün değildir. Hainler, derinlik olarak
bakıldığında zekâ yoksunu da olduklarından, insanlar nezdinde utanç yaşamamak
için hainliklerini gizleme yoluna giderken "her şeyin Allah'ın bilgisi
içinde cereyan ettiğini" unuturlar ve O'ndan utanmayı akıl edemezler, [236]
112.
"Kim de bir hata veya günah işler..." şeklinde çevirdiğimiz kısımda
geçen hatîe kelimesi, "iyi niyetle veya istemeden olumsuz bir sonuca
sebep olmak" mânasmdaki hatâ'dan farklıdır. Sahibine sorumluluk getiren
hatîede iki fiil vardır: Caiz ve makbul olmayan birinci fiil zararlı ve
olumsuz olan ikinci fiili doğurmuş, ona sebep olmuştur, ancak bu fiillerin
sahibi birincisini işlerken ikincisinin sonucunu kastetmemiş, onun olmasını
istememiştir. Meselâ bir kimse içerek sarhoş olsa sonra da sarhoşluk yüzünden
sağlıklı düşünme ve iradesine hâkim olma melekesini kaybettiği için bir cinayet
işlese bu cinayeti hatîedir. Biz bu mânayı yansıtmak üzere "hata
etmek" yerine "hata işlemek" karşılığını seçtik.
"Günah" diye çevirileri ism kelimesi ise, "kasıtlı olarak ilâhî
bir yasağı çiğnemek" mânasında kullanılmaktadır. Bunların ikisi de
kötüdür (sû') ve her şeyden önce kişinin kendisine yaptığı kötülüktür. Böyle
bir duruma düşen kulun yapacağı şey pişman olmak, tövbe etmek, hakkı sahibine
teslim etmek, adalete başvurmak, Allah'a yönelmek ve O'ndan bağışlanmayı
dilemektir.
Bir zulüm, günah, hata
ve kötülüğün içine düşen kimse bundan kurtulmak için Kur'an'in gösterdiği
yollara girecek yerde suçunu başkalarının üstüne atarsa, masum insanları
suçlar, zarar ve ceza görmelerine sebep olursa işlediği günah ve hata
katlanacak, bir de iftira ve bühtan günahını yüklenmiş olacaktır. [237]
113. Bu
âyette dört önemli bilgi ve hüküm vardır
a) Yukarıda
açıklandığı üzere dinin tebliği yani doğru olarak ümmete ulaştırılması,
öğretilmesi ve hayatlarında uygulanması konusunda -ilâhî korama altında
bulunan- Hz. Peygamber yanılmaz. Bu konuda onu yanıltmak isteyenler ve bu mânada
ona zarar vermek isteyenler ancak kendilerine zarar vermiş ve kendileri yanılmış
olurlar.
b) Allah
Teâlâ ona kitabı ve hikmeti göndermiştir. Kitap da hikmet de onun kendinden,
beşerî bilgi kaynağından değil, Allah'tandır, Kitaptan maksadın Kur'an
olduğunda ittifak vardır. Hikmet ise birden fazla mâna verilerek açıklanmıştır:
1. Kur'an'ın ahkâm âyetleri dışında kalan, din ve dünya için faydalı bilgiler
getiren kısmıdır. 2. Sünnettir. 3. Vahyi anlama ve uygulama kabiliyetidir. 4.
Hz. Peygambere mahsus zihnî yapı ve tefekkür kabiliyetidir[238].
c) Hz.
Peygamber vahiy gelmeden önce gerek dîn ve gerekse dünyanın geçmişi, o günü ve
geleceği konusunda bilmediği bazı şeyleri sonradan vahiy yoluyla Allah'tan
öğrenmiştir.
d) Başta
kitap ve hikmet nimeti olmak üzere Allah Teâlâ, sevgili peygamberine büyük
lütuflarda bulunmuş, müstesna özellikler bahsetmiştir. Bunların bir kısmından
onun ümmeti ve bütün insanlık da istifade etmiştir, etmektedir, edecektir. [239]
114. Bu
âyetin yukandakilerle alâkası, Übeyrık ailesinin hırsızlığı örtmek ve
başkalarının üzerine atmak için yaptıkları gizli görüşmeler, fısıldaşmalar ve
giriştikleri gizli tertiplerdir; âyet özelde bu davranışı, genelde de
benzerlerini kınamaktadır.
Birkaç kişinin gizli
olarak toplanıp konuşmaları veya başkalarının yanında bir tarafa çekilerek
aralarında söyleşmeleri, fısıldaşmalan genellikle bunu gören, haber alan
kimselerin tecessüslerini tahrik etmekte, meraklarını harekete geçirmekte,
şüphe ve töhmetlerini celbetmektedir. Gerçekten de insanların İçinde açıkça
konuşulmayan konuların gizlenecek bir yönü olduğu ortadadır ve bunu açıklamak
çoğu defa insanların haynna değildir. Bu sebeple âyetler[240] ve
hadisler[241] gizli görüşmeleri hoş
görmemiş, gerektiren istisnalar dışında müminlerin açıklığı tercih etmelerini,
içlerinin ve dışlarının bir olmasını; kitap, sünnet, yöneticiler ve halk
karşısında ihlâslı olmalarını, içtenlikle davranmalarını, ikiyüzlülükten uzak
durmalarını istemiştir.
Burada caiz olan gizli
görüşmelere, fısıldanmalara konu olabilecek üç istisnadan söz edilmiş ve
bunların kulluk yönünden işe yaraması, ecre lâyık olması da bir şarta yani
ihlâsa, Allah rızâsı için olmasına bağlanmıştır. İstisnaların birincisi olan
sadaka, en geniş manasıyla insanlara maddî ve manevî yardımda bulunmak ve
iyilik etmektir. "Ma'rûf', mâkûl, meşru ve makbul olan davranışlar ve
ilişkilerdir. "İnsanların arasını düzeltmek" de Kur'an'da ve
sünnette sık sık vurgulanan güzel bir davranış biçimi, bir iyilik çeşidi, bir
sosyal ödev örneğidir. Birçok zaman ve mekânda mahkemelerin dolup taşması, ceza
evlerinin mahkûmlara dar gelmesinin önemli sebeplerinden biri de toplumun bu
vazifeyi ihmal etmesidir. Geleneğimizde mevcut olan, yerleşim yerinin
büyükleri, ileri gelenleri tarafından Allah nzâsı İçin yerine getirilen, en
önemli müeyyidesini toplumun tepkisinde bulan bu sosyal müessese tarihe
karışmış; nemelâzımcıhk, başına buyrukluk, aşın bencillik ve sorumsuz bireysel
özgürlük anlayışı bu güzel âdeti elimizden alıp götürmüştür. Öz değerlerine
bağlı eğitimcilerin, kaybolmaya yüz tutmuş değerlerimizi yeni nesillere
kazandırmak için gayret etmeleri zaruret haline gelmiştir.
Bu üç hayırlı, faydalı
ve gerekli davranış, bazan gizli görüşmelerin yapılmasını, zamanından önce
bazı bilgilerin ve haberlerin yayılmamasını kaçınılmaz kıldığı için yasak
kapsamından çıkarıldığı gibi meselâ iki kişinin veya grubun arasını düzeltmek
için yalan söylemeye bile izin verilmiştir[242]
115. Yolun doğrusu
kendine apaçık belli olduktan sonra Resûlullah'a karşı çıkan ve müminlerin
yolundan başkasını izleyen kimseyi saptığı yönde bırakırız ve onu cehenneme
atarız. Orası varılacak ne kötü bir yerdir! 116, Allah, kendisine ortak
koşulmasını asla bağışlamaz, ondan başkasını dilediği kimseler için bağışlar.
Allah'a ortak koşan büsbütün sapıtmıştır. 117. Onlar Allah'ı bırakıp ancak
birtakım dişi putlardan medet umuyorlar; başkasından değil, isyankâr şeytandan
dilekte bulunuyorlar. 118-119. Allah onu lanet-lemistir, o da "Kullarından
belli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara
kaptıracağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayranların kulaklarım
yaracaklar, emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler"
demiştir. Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinen kimse elbette apaçık bir
ziyana düşmüş olur. 120. Onlara durmadan vaad eder, boş ümitler verir. Şeytanın
onlara söz vermesi aldatmadan başka bir şey değildir. 121. İşte onların yeri
cehennemdir, ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır. 122. iman
eden ve iyi işler yapanları, içinde ebedî kalmak üzere, altında ırmaklar akan
cennetlere koyacağız. Allah bunu hak bir söz olarak vaad etti. Söz bakımından
kim Allah'tan daha doğru olabilir. 123. Ne sizin kuruntularınız, ne de Ehl-i
kitabın kuruntuları... Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür ve kendisi
için Allah'tan başka bir dost da bir yardımcı da bulamaz. 124. Erkek olsun,
kadın olsun her kim iman etmiş olarak iyi işler yaparsa işte onlar da cennete
girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar. 125. İşini güzel yaparak
kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan
kimseden dince kim daha güzel olabilir? Ve Allah İbrahim'i dost edinmiştir.
126. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi
kuşatmaktadır. [243]
115. İsminin
Tu'me veya Ebû Tu'me olduğu rivayet edilen hırsız, suçu vahiy yoluyla açıklık kazanınca
Mekke'ye kaçmış, İslâm'ı terkederek müşrikler arasına katılmış ve yine bir
hırsızlık yaparken ölmüştü[244].
Gerek hak din olarak ve gerekse âdil hüküm şeklinde hak ve hakikat ortaya
çıkınca buna teslim olmayan, hakka ve hakikate karşı direnen kimseler
Resûlullah'a ve dolayısıyla Allah'a karşı[245] direnmiş,
başkaldırmış, müminlerin yolundan başka bir yola girmiş olmaktadırlar.
"Resûlullah'a
karşı çıkmak, muhalefet etmek ve müminlerin yolundan başka bir yol
tutmak", cehenneme girme cezasını gerektirecek kadar ağır bir günahtır,
sapık bir inanış ve davranış biçimidir. Ancak bu inanış ve davranışın cezayı
gerek-tirebilmesi için önemli bir şart öngörülmüştür: "Yolun doğrusu
kendine apaçık belli olmak." Yükümlü kişiye doğrunun apaçık belli olması
biri genel diğeri özel olmak üzere iki şekilde gerçekleşmektedir. Genel olanı
İslâm'ın tebliğ edilmesi ve insanlara, bunun doğru bir yol olduğunu anlayacak
kadar aklın verilmiş bulunması; Özel olanı ise her bir yükümlünün bizzat
İslâm'ı öğrenme ve üzerinde akıl yorma, delilleri değerlendirme ve onun hak
din olduğuna kanaat getirme imkân ve fırsatına sahip bulunmasıdır. Râzî'nin de
işaret ettiği üzere burada taklide atıf yapılmakta, İslâm'ın hak din olduğu
sonucuna taklit yoluyla (bilenler böyle dedikleri İçin) değil, bizzat düşünerek
ulaşmak gerektiği vurgulanmaktadır (XI, 44).
"Müminlerin
yolundan başka bir yolun izlenmesi yasaklanmasını bazı âlimler icmâ deliline
dayanak kılmışlardır. İmam Şâfıî er-Risâle adlı eserinde ic-mâm dayanağı
konusunu özel olarak ele almakla beraber herhangi bir âyet zikretmediği halde
bazı eserlerde Şafiî'nin bu âyeti icmanın Kur'an'daki dayanağı olarak
gösterdiği nakledilir. Böyle düşünenlere göre "müminlerin yolu" maddî
olamaz; çünkü bütün müminlerin üzerinde bulundukları fizikî bir yol yoktur.
Bundan maksat onların dinî hayatlarında ittifakla (icmâ ile) benimsedikleri ve
takip ettikleri yoldur. Bu yoldan başkasına sapmak yasaklandığına göre İcmâ
dinde bir hüccettir; yani bağlayıcı delildir, hüküm kaynağıdır. Âyeti icmâa
delil kılmaya karşı çıkan âlimlere göre bağlam göz önüne alınmalıdır. Burada
"yoFdan maksat Resû-lullah'ın yoludur, İslâm dinidir. Müminler bu yolu
takip ettikleri için ve ettikleri sürece doğru yoldadırlar, onun yoluna karşı
çıkanlar ise -bu mânada- müminlerin yoluna da karşı çıkmış olmaktadırlar.
Gazzâlî, Kur'an'da icmâın hüküm kaynağı olduğunu açıkça gösteren bir âyet
bulunduğunu kabul etmemiş, hadislere ve ümmetin uygulamasına dayanarak ispat
yolunu denemiştir. Râzî, lbnü'1-Hâdb, Şev-kânî gibi fıkıh usulü âlimleri bu
âyetin icmâa dayanak gösterilmesine muhalefet etmişler ve yukarıdaki delile
şunu da eklemişlerdir: Bir müetehid yaşadığı çağda ictîhad eder ve içtihadı da
diğer müctehidlerin ittifaklarına ters düşerse "Bu müetehid müminlerin
yolundan çıkmıştır" denilemez. Çünkü ietihad İslâm'ın içinde, Resûlullah'm
izinde cereyan etmektedir; dolayısıyla o müetehid İslâm'dan çıkmamıştır[246]Burada
belli bir nassın (âyet ve hadis) kaynağına aidiyetiyle (sübût) mânası ve hükmü
üzerinde ittifak edilmesi anlamında olan icmâ ile ortada böyle bir nas
bulunmadığı halde ictihadlann birleşmesinden -başka bir deyişle muhalif bir görüşün
olup olmadığının bilinmemesinden- ibaret olan icmâı birbirinden ayırmak
gerekmektedir. Birincisinin bağlayıcılığının güçlü delilleri vardır, ancak
ikinci icmâ için bunu söylemek mümkün değildir [247]"Müminlerin
yolundan ayrılma" eylemine bir de sosyal, kültürel, siyasî, bilimsel ve
teknolojik boyutuyla bakmak gerekmektedir. İslâm'ın tâbilerinİ birlik ve
beraberliğe çağırdığında şüphe yoktur. Fertler ve gruplar arasında -bazı
konularda- anlayış ve görüş farkları bulunsa bile bunun, toplum birliğini
bozacak eylemlere, bölünüp parçalanmalara kadar götürülmesi İslâm'ın sosyal ve
ahlâkî amacına ters düşmektedir. Siyasî bakımdan müminlerin yöneticileri
denetleme, hukuk dışına sapanları yola getirme, gelmeyenleri usulüne uygun bir
şekilde (fitneye yani parçalanma, bölünme, iç savaş gibi olumsuz sonuçlara
sebep olmadan) görev-' den uzaklaştırma yükümlülükleri vardır. Bunu yaparken de
müminler toplu halde hareket edecekler; azlıkta kalanlar cumhura (çoğunluğa)
uyacaklar, farklı düşünce ve kanaatlerini korumakla beraber karşı eyleme
(isyan) girişmeyeceklerdir. Mümirilerin yolundan ayrılma eylemi cehennemle cezalandırıldığına
göre burada'dan maksadın "din ve dîni oluşturan inanç, hükümler ve
davranışlar" olduğu anlaşılmaktadır. Bu mânada dine dahil olmayan kültür,
bilim ve teknoloji alanlarında mümin fertlerin ve grupların farklı yollar,
yöntemler, renkler edinmeleri, meselâ ilmî buluşlar yapmaları, yeni
teknolojiler oluşturmaları, dil, kıyafet, görgü kuralları, günlük yaşayış
biçimi edinmeleri "müminlerin yolundan ayrılmak" anlamına
gelmeyecektir. Bu mânada farklılıklar ve renkler İslâm camiasının zenginliğini
teşkil ve temsil edecek, cüzlerin (parçalar, gruplar) birbirini tamamlamasını
sağlayacaktır.
"Müminlerin
yolundan başka bir yola girenleri saptıkları yönde bırakması" Allah
Teâlâ'mn dünya hayatında kullan için takdir buyurduğu kanunudur. İsrâ sûresinde
de doğru yola giren, takvayı seçen, asıl hedef olarak ebedî hayata yönelen
kimselerle eğri yola giren, günahtan kaçınmayan ve geçici dünya menfaatlerini
ebedî olana tercih eden kimselerden söz edildikten sonra şöyle buyurulmuştur:
"Hepsine, bunlara da ötekilere de rabbinin ihsanından kesintisiz veririz.
Rabbinin ihsanı sınırlı değildir" (17/20). Eğer böyle olmasaydı, doğru
yola girenlere imkân verilse, eğri yolu izlemek isteyenler de engellenseydi
imtihanın mânası kalmaz, bu imtihan dünyasında kimin Allah'a, kimin nefsine ve
şeytana kul olduğu ortaya çıkmazdı. [248]
116. Allah
Teâlâ'mn günahları bağışlamakla ilgili âdeti, kanunu bu sûrenin 48. âyetinde
Ehl-i kitaba hitaben ifade edilmişti. Burada ise Allah'a şirk koşanların
bağışlanmayacağı bildirilmektedir. Bu sûrenin 137 ve 168-169. âyetlerinde
müşriklerin dışındaki gayri müslimlerden olup iman esaslarını inkâr edenler, küfürde
ileri gidip zulme sapanlar da "bağışlanmayanlar" çerçevesine alınmış,
bütün bunların gidecekleri yerin cehennem olduğu bildirilmiştir. Ehl-i
kitap'tan olduğu halde inancında şirk unsuru bulunan, meselâ Allah'ı bir değil
üç, üçten biri olarak bilen kimselerin kâfir oldukları ise bir başka âyette
açıklanmıştır[249]
117.
"Dişi putlar" diye tercüme edilen inâs kelimesi sözlükte
"dişiler" anlamına gelmektedir. Bunu "dişi putlar"
şeklinde çevirmemizin sebebi, bunlardan maksadın "Lât, Uzzâ ve Menât"
şeklindeki dişil isimlerle anılan meşhur putlar olduğuna dair açıklamalardır. [250]
Burada Araplar'in, kadınları aşağıladıkları halde putlarını dişilere mahsus
isimlerle annıa-lanndaki çelişkiye de işaret edilmiştir. Kelimeyi doğrudan
"put" mânasına gelen vesen kelimesinin çoğulu olarak
"vüsünen" şeklinde okuyanlar da olmuştur. Gerek bu okuyuşu ve gerekse
inâs kelimesinin kökünde bulunan "edilgenlik" mânasını göz önüne
alarak âyeti daha genel çerçevede yorumlayan tefsirciler, şu ilgi çekici
açıklamayı getirmişlerdir: Allah'tan başka hiçbir varlık, kendisine tapanlara
bir fayda sağlayamaz, onlara yönelen bir kötülüğü engelleyemez; aksine tapanlar
taptıklarına birtakım özellikler verir, menfaatler sağlarlar. Bu bakımdan
"Allah'tan başka bir varlığın tanrı kabul edildiği" hiçbir din
farklı ve müstesna değildir, buradaki tahsis ("ancak" ifadesi) bu
gerçeği dile getirmektedir.
İnsanın bilgi
edinmesini, karar vermesini, arzu etmesini ve eyleme geçmesini sağlayan
psikolojik yapı İçinde yanıltıcı, olumsuz, çirkin ve günah olan kararlara,
eylemlere götüren, iten unsurlar da vardır. Her bir fert psikolojik hayatında,
şahsî tecrübesinde İçindeki iyi ile kötüyü, iyiliğe çeken güçle kötülüğe çeken
gücü tanır, hisseder, yaşar. Bunlar akıl denilen melekeyi de etki altına alır,
yanlış bilgi ve kanaat üretmesine, yanlış yöne gitme kararı almasına sebep
olabilirler. İnsanın ruh yapısında mevcut olan bu ikilinin iyi olanı rahmana,
O'nu dinlemeye, O'na itaat etmeye; kötü olanı ise şeytana, onu dinlemeye ve
onunla iş birliğine açıktır, yatkındır. Şeytanların başı İblîs Allah'ın emrine
karşı gelmiş, onun hemcinsleri de bu özelliği devralmışlardır. Başta
putperestlik olmak üzere hak ve hakikate ters düşen dinlere intisap eden
kimseler olsun, müslüman oldukları halde günah işleyen, amelde kusuru olan
şahıslar olsun bu inanış ve davranışlarıyla günaha girmiş olmaktadırlar. Onları
bu günaha iten güçler arasında şeytan da vardır. Şu halde puta tapan aslında
şeytana tapmakta, ona İtaat etmektedir. Çünkü putların İnsanları etkileme
güçleri yoktur, etkileyenlerin başında Allah'ın buyruğuna karşı gelen şeytan
vardır. [251]
118-121.
Burada şeytanın diğer özellikleri ve insanlara etkileri açıklanmaktadır:
a) Şeytan Allah tarafından lanetlenmiş,
huzurundan kovulmuş ve rahmetinden mahrum kılınmıştır.
b) O bütün
insanları değil, ancak belli bir kısmını etki altına alabilecektir. Allah
Teâlâ şeytana, kullarını saptırmak için çabalama hürriyeti vermiştir. Ancak
onun, kullar üzerinde cebredici bir etkisi yoktur. Rabbine samimiyetle kulluk
eden müminlerin şeytandan yana bir korkulan olamaz.[252]
c) Şeytan, İmanı zayıf, ibadeti eksik, bu
sebeple aklı ve iradesi yalnız, desteksiz ve zayıf kalmış insanları doğrudan,
iyiden, haktan saptırmaya çalışır, onları olmayacak kuruntularla, tatlı
hayallerle oyalar, aldatır; iyi davranışlardan, faydalı uğraşlardan alıkor.
d) Şeytanın
insanlara yaptırdığı yanlışların en önemlileri iki örnekle anlatılmıştır: 1.
Puta adanan devenin gözünü kulağını yarmak. Bu örnek bütün akıl ve ilim dışı
kabullere ve hurafelere işaret etmektedir. 2. Allah'ın yaratış düzenini değiştirmek.
Bu Örnek de fıtrata ve selim tabiata aykırı sapmalara dikkat çekmektedir.
İbn Âşûr bu
münasebetle kadınların ve erkeklerin vücutlarında yaptıkları bazı değiştirme,
güzelleştirme ve düzeltmeleri değerlendirerek şu sonuca varmıştır: Sünnet
olmak, belli yerlerdeki kılları almak ve gidermek, tıraş olmak, tırnak kesmek,
küpe takmak için kulağı delmek gibi İslâm'ın izin verdiği, hatta teşvik ettiği
güzelleştirme ve düzeltmeler "yaratılış düzenini değiştirme" mânası
taşımaz. Bunlar temizlik, kolaylık ve güzellik sağlayan, tabii ve fıtrî
güzelliğin ortaya çıkmasını temin eden işlemlerdir. Kaş aldırma, saç taktırma,
dişleri düzeltme konusunda rivayet edilen ve "sertlik ve ağır ceza tehdidi
taşıyan" hadisler yalnızca bu küçük şeylere yönelik olmamalıdır. Bu tür
uygulamalar ya o zaman iffetsiz kadınların veya müşriklerin özellikleri idi ya
da şeytanın tesiri bulunan, şeytanî maksatlarla sergilenen davranışlardı .
Günümüzde tıbbın
mümkün hale getirdiği estetik ameliyatlarla yapılan değiştirmeleri de ikiye
ayırmak gerekecektir: a) Normal olana göre biçimsiz, yersiz, aşın hacimde,
maddî veya psikolojik olarak rahatsızlık verici oluşumların düzeltilmesi.
Bunlar tedavi sayılır ve caizdir, b) Normal olanı ya daha ziyade güzelleştirmek
veya değişiklik arzusuyla değiştirmek. Yaratılış düzenini değiştirmeyi hedefleyen
bu tür uygulamalar dinen tasvip edilmez. [253]
123-124, Bîr
önceki âyetten itibaren 126. âyete kadar iman yolunu seçen, şeytana değil,
Rahmân'a kulak veren, imanını ibadetlerle, iyi ve güzel işlerle güçlendiren
kimselerin dünyada ve âhirette elde edecekleri meyvelerden, güzel sonuçlardan
söz edilmekte, bunların başında gelen cennet ve ebedî saadet vaadinin Allah'a
ait bulunduğu ve hiçbir kimsenin sözüne O'nun kadar sadık olamayacağı
vurgulanmaktadır.
Bazı Ehl-i kitap
gruplarıyla bir kısım müslümanlar veya müşrik Araplar, boş kuruntulara,
delilsiz, dayanaksız kanaatlere kapılarak Allah'ın kendilerine farklı muamele
edeceğini, günah isteseler bile âhirette cezalandırmayacağını iddia etmişlerdir.
Ayetler bu gibi boş sözleri ve kuruntuları reddettikten sonra şu evrensel
kanunu ilân etmektedir: Dünya hayatında sa'y (emek, çaba, eser) kanunu geçerlidir.
Kötülük eden cezasını görür, hakça bir düzende kimse onu koruyamaz. Mümin olup
iyi işler yapan, güzel davranışlarda bulunanlar da, cinsiyetleri ne olursa olsun
cennete girerler, kendi seçimleri ve eserleri olmayan farklılıklardan dolayı
zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar. [254]
125. Her
dinin, her ideolojinin mensubu kendine ait olanın diğerinden üstün ve güzel
olduğunu iddia eder. Özellikle din konusunda en doğruyu, en güzeli tespit
edebilmek için dinin mahiyet ve amacı bakımından objektif sayılabilecek
ölçülere ihtiyaç vardır. Kur'an'ın öngördüğü ölçü dinin iman, İslâm ve ihsan'ı
ihtiva etmesidir. İmandan maksat tevhîd inancıdır, Allah'ı bir bilmek ve
yalnızca O'na ibadet etmektir. Nitekim Hz. İbrahim'in yolu da budur, bu yüzden
Allah onu kendisine dost kılmış, ona Allah'a dost olma şerefini bahsetmiştir.
İslâm'dan maksat kul olarak bütün bağlantılardan sıyrılmak, kulluk şuuruyla
yalnız Allah'a yönelmek, kendini O'na teslim etmektir. İhsandan maksat ise bir
yönüyle ihlâstrr; kulluğa başka bir beklentiyi karıştırmamaktır, bir yanıyla da
hayırdır, güzelliktir, kişinin her yaptığını güzel ve mükemmel yapma
iradesidir. Bu üç unsuru ihtiva eden din hak dindir, güzel dindir, ondan daha
üstünü olamaz. Çünkü hak birdir, en güzel de bir tanedir.
"Dost" diye
çevirilen halîl kelimesi Arapça'da, "kişinin devamlı beraber olduğu,
sırlarını paylaştığı, huyu huyuna, suyu suyuna uyan samimi arkadaşı" demektir.
125. âyette açıklandığı üzere her şeyin sahibi olan ve her şeyi kuşatan Allah'ın
kullan arasından birini, insanlar arasında olan ve bilinen mânada dost edinmesi
düşünülemez. Şu halde burada dostluk özel bîr mânada kullanılmıştır. Yapılan
tanım ve yorumlardan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: "Gönlünde Allah'tan
başkasına yer vermeyecek kadar O'nu seven ve O'nun tarafından da sevilen,
rızâsına mazhar olan, peygamberlik başta olmak üzere üstün hasletler, özellikler
ve lütuflarla şereflendirilen kimse" Allah'ın dostudur. Biz insanlar,
başkalarına karşı beslediğimiz duygulan ve aramızdaki ilişkinin mahiyet ve
biçimini biliriz. Bu mânada bir kimseyi severiz; o, habîb (sevgili, sevilen)
olur. Bir başkasını sevmenin ötesinde dost ediniriz, o da haBl olur. Allah
Teâlâ bize bizim dilimizle, bizim tahayyül, tasavvur ve idrak kapasitemize
uygun bir üslûpla hitap ettiği için kendinden bize yönelik ilgiyi de bu
kelimelerle İfade buyurmuştur. O'nun zâtını bilemediğimiz gibi bu ilgi ve
ilişkinin mahiyetini de bilemeyiz. Ancak insanlar arası ilişkiden yola
çıkarak, bunu beşer planında bir örnek, kısmen de olsa anlama aracı kılarak Allah'a
habîb ve halîl olmanın büyük bir mazhariyet olduğunu, keyfiyeti bilinemez bir
yakınlık ifade ettiğini -her birimiz irfan derecemize göre- anlarız, bununla
mutlu oluruz. [255]
127. Senden kadınlar
hakkında açıklama istiyorlar. De ki: "Onlara ait hükmü, Allah ve kitapta
size okunan âyetler açıklıyor; onlar için yazılanı kendilerine vermediğiniz,
nikahlamak da istemediğiniz yetim kadınlar hakkında, çaresiz çocuklar
hakkında, yetimlere âdil davranmanız hususunda size okunup duran âyetler
(açıklıyor). İyilik olarak ne yaparsanız şüphesiz Allah onu eksiksiz
bilmektedir. 128. Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden yahut yüz
çevirmesinden endişe ederse aralarında bir uzlaşmaya varmalarında onlara günah
yoktur ve sulh hayırlıdır. Nefisler de cimriliğe meyillidir. Eğer güzel
davranır ve Allah'a itaatsizlikten sakınırsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır. 129. Ne kadar üzerine düşseniz de kadınlar arasında âdil
davranmaya güç yetiremezsiniz; bari birine büsbütün kapılıp da diğerini askıda
imiş gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah'a itaatsizlikten
sakınırsanız bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, engin rahmet sahibidir. 130.
Eğer karı-koca aynlırlarsa Allah bol rızkından onların ihtiyaçlarım giderir.
Allanın lütfü geniştir, hikmeti sonsuzdur. [256]
127. Osmanlı
Türkçesi'nde de kullanılan istif tâ, "dinin hükmünü sormak", iftâ ise
"bu soruya cevap vermek, dinin hükmünü sorana açıklamaktır. Âyet hükmü
açıklayan iki kaynaktan söz etmektedir: Allah ve O'nun kitabı. Başka birçok âyet
ve ilgili hadisler Hz. Peygamber'e de dinî hükümleri açıklama salâhiyeti vermektedir.
Bu hükümleri Resûlullah'a vahiy yoluyla bildiren de, okunan kitabı in-dîren de
Allah olduğuna göre dinî hükmü koyma salâhiyetinin yalnızca O'na ait olduğu
anlaşılmaktadır. Gerek Hz. Peygamber'in ve gerekse âlimlerin yaptıkları,
Allah'ın bildirdiğini kullara ulaştırmaktan ve açıklamaktan ibarettir; Hz.
Peygamber'e bildirmesi vahiy yoluyla olmakta, âlimlerin bilgisi ise okumaya,
anlamaya, öğrenmeye, ilmî çabaya bağlı bulunmaktadır.
Hz. Âişe, hükmü genel
olan bu âyetin özel ve tarihî muhataplarını şöyle açıklamıştır: Bundan maksat,
yanında velisi ve vârisi olduğu, hurma ve hurmalığa varıncaya kadar her şeyine
kendisini ortak kıldığı yetim kadın bulunan adamdır. Bu adam ne o kadını
nikahlamak ister, ne de -malına ortak edecek diye- başkasıyla evlenmesine izin
verir. Bu şekilde evlenmesini engeller durur. Âyet işte böyleleri hakkında
nazil olmuştur [257]
"Onlar için
yazılanı kendilerine vermediğiniz, nikahlamak da istemediğiniz yetim
kadınlar..." kısmını "Onlarla evlenmek istediğiniz halde kendilerine
mehir-lerini vermediğiniz, mehİr vermeden kendileriyle evlenmek İstediğiniz
kadınlar" şeklinde de çevirmek mümkündür.
"Çaresiz
çocuklar"dan maksat da kendisini koruyacak yakınlarını kaybetmiş,
merhametsiz velilerin eline düşmüş, hakkını korumaktan âciz erkek çocuklardır.
Kimsesiz, yetim ve çaresiz çocukları yine de akrabalarının yanma vermek, onlar
tarafından himaye edilip yetiştirilmelerini sağlamak en iyi yoldur. Ancak
akraba da olsa bazı kimselerin ahlâkı bozuk, vicdanı zayıf olabileceği için her
durumda çaresiz kadınların, kız ve çocukların korunması gerekmekte, bazan bu
konuda görev topluma ve resmî kurumlara düşmektedir. Velisi yanında haksızlığa
uğrayan kimse hâkim tarafından tayin edilecek bir vasî vasıtasıyla himaye
edilir. Vakıflar başta olmak üzere ilgili sosyal kurumlar da himaye vazifesini
üslenirler. Çünkü Allah çaresizlerin ve zayıfların korunmasını müminlerden
istemektedir. [258]
128.
"Kadınlar" mânasında Nisa adı verilmiş bulunan bu sûrenin başlarında,
34. âyette kadından kaynaklanan, geçimsizlik, 35. âyette her iki tarafın kusuru
veya istememesi sebebiyle ortaya çıkan ayrılma tehlikesi söz konusu edilmişti.
Bu âyette ise erkeğin olumsuz davranışlarının sebep olduğu aile geçimsizliği
üzerinde durulmaktadır.
Burada "kötü
muamele" diye çevirdiğimiz nüşûz kelimesi 34. âyette "baş
kaldırma" şeklinde ifade edilmişti. Kelimenin sözlük mânası "yüksek
yer, yüksek yere çıkmak, bulunduğu yerden aynlmak"tır. Râgıb el-îsfahânî
Kur'an sözlüğü konulu el-Müfredat isimli kitabında kadının nüşûzünü
"kocasından nefret etmesi, ona itaat etmeyi kendine yedirememesi,
başkasına göz koyması" şeklinde açıklamıştır. Tefsirciler erkeğin
nüşûzünü de "nefret, uzaklaşma, normal evlilik ilişkilerini aksatma, söz
ve fiille incitme, sert davranma" ifadeleriyle açıklamışlardır[259]35.
âyette kullanılan şikak kelimesi ise " muhalefet, ters düşme, ayrılma"
mânalarına gelmektedir. Bu durumda iki taraftan veya taraflardan birinden
kaynaklanan bir duygu veya davranış sebebiyle aile hayatının devamı tehlikeye
düşmekte, evlilik bağının kopması ihtimali ortaya çıkmaktadır.
Kadının baş kaldırması
veya geçimsizlik çıkarması (nüşûz) durumunda aileyi kurtarmak üzere alınacak
tedbirler 34. âyetin tefsirinde açıklanmıştı. Burada ise yine nüşûz kelimesiyle
hanımına karşı kötü muamele eden, evlilik hukukunu yeri-ne getirmeyen, âdil
davranmayan ve eşinden yüz çeviren (i'râz) koca söz konusu edilmektedir. Böyle
bir sebeple kadının, hâkime veya hakeme başvurması ve evliliğin sona
erdirilmesini (şikak) istemesi de mümkündür. Ancak ailenin yıkılması taraflara
ve başta çocuklar olmak üzere bunlarla bağlantılı bulunan diğerlerine önemli
zararlar getirdiği için son çare olan ayrılıktan önce alınması gerekli tedbirler
vardır. 34. âyette kadın baş kaldırınca, evlilik hukukunu ihlâl edince kocasına
önerilen üç aşamalı tedbir vardı: Öğüt verme, yatağını ayırma ve hafifçe dövme.
Bu tedbirlerden ilkini kadın da yapabilir. İkincisi duruma göre kocasının işine
de gelebilir; dolayısıyla istediği de bu olacağı için kadın bakımından böyle
bir tedbirin anlamı kalmaz. Dövme tedbiri hem kadının yapabileceği bir şey
değildir hem de İslâm'ın koca için bile hoş görmediği, yapmamasını istediği
-fakat o gününün toplumsal telakkisinde normal karşılanan ve geçerli sayılan-
bîr âdettir. Eğer kadın bu durumda ayrılmayı istemiyorsa elinde bir İmkân
kalmıştır: Sulh, uzlaşma, anlaşma, kötü muameleyi asgariye indirme tedbiri.
Tefsir ve esbâb-ı nüzul kitaplarında verilen tarihî örneklerle konumuz olan
128-129. âyetlerden anlaşıldığı üzere burada sulh, uzlaşma, anlaşma ve kötü
muameleyi asgariye indirmenin önemine bir daha vurgu yapılmakta; ayrıca bazı
beşerî zaaflara dikkat çekilerek aile huzurunu devam ettirmede ve problemleri
aşmada özverili davranmanın yaran hatırlatılmaktadır.
Âyette genellikle
insanların doğal yapılarında mal-mülk tutkusunun bulunduğu olduğu
hatırlatılarak kocası tarafından kötü muamele gören kadının, ona bazı
menfaatler sunarak kendisine karşı iyi davranmasını sağlayabileceğine, böyle
bir imkânı değerlendirmenin uygun olduğuna da işaret edilmiştir. Ancak güzel
olan, takvaya yakışan bu değildir. Erkek, eşinin kendisine bir menfaat
sağlaması veya
haklanndan vazgeçmesi
karşılığında ona iyi davranmakla, bu yoldan evliliği sürdürmeye razı olmakla
iyi ve güzel insan (muhsin), takva sahibi kul (muttaki) vasıflarım kazanamaz.
İyi, güzel, takva sahibi insanın yapacağı şey Allah rızâsı için âdil davranmak,
kimseye haksızlık etmemek, kimseyi üıcitmemektir. [260]
129. Sûrenin
başında (3. âyet), eşler arasında âdil davranamamaktan korkan kimselere bir
kadınla yetinmeleri tavsiye edilmişti. Burada ne kadar istense, üzerine
düşülse, gayret edilse de birden fazla eş arasında her yönden âdil davranmanın
mümkün olmadığı açık ve kesin bir ifadeyle dile getirilmiştir. Bu gerçek karşısında
beklenirdi ki birden fazla kadınla evlenmek yasaklansın. Ancak Allah Te-âlâ
zaruretleri, mübrem ihtiyaçları, fevkalâde halleri bildiği İçin bunu yasaklamadı;
kullarının uygulamada zorlanacakları bir yasak hükmü koymak yerine, iki alternatifli
bir tavsiye ile yetindi: a) Tek hanımla evli olanlar -bir zaruret bulunmadıkça-
bununla yetinmelidirler. Çünkü Allah ilgili âyetlerde adalet ve hakkaniyete
vurgu yapmaktadır. Oysa erkekler birden fazla kadınla evlenmeleri halinde haksızlıklar
olacak ve bundan dolayı günaha girebileceklerdir, b) 3. âyetin tefsirinde
açıklanan zaruretler neticesinde birden fazla kadınla evli bulunan erkekler ise
gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılık gibi insanın elinde olmayan durum ve
farklılıklar dı-şrnda, maddî konularda objektif, ölçülebilir hak ve
menfaatlerde kadınlarına eşit davranacak, biriyle evlilik hayatını fiilen
yaşarken diğerini askıda (yalnız bırakılmış, ilgi ve ilişkiden dışlanmış,
ihtiyaç içinde veya maddî bakımdan diğerlerinden aşağı durumda)
bırakmayacaklardır. [261]
130. Bütün
çabalara rağmen evlilik hayatını sürdürmek mümkün olmuyorsa sırf ekonomik
zaruretler sebebiyle, aç ve açık kalma korkusuyla buna katlanmak gerekmez.
İslâm'da kadının çalışması, para kazanması, mal-mülk sahibi olması yasaklanmış
değildir. Ancak bundan maksat kadını, basit sebeplerle aile hukukunu, huzur ve
mutluluğunu ihlâle sevkeden, aile hayatını bozmaya yönelten bir "ekonomik
Özgürlük" de değildir. Kadın tıpkı erkek gibi Allah'a kulluğunu bu alanda
da ispat etmek için kazanır, servet sahibi olur. Çalışamayan, kazanamayan veya
bunu tercih etmemiş bulunan kadınlara gelince, bunların sırf aç ve açık kalma
korkusuyla istemedikleri, mutlu olmadıkları, haksız ve kötü muameleye uğradıkları
bir evliliği sürdürme mecburiyetleri yoktur. Âyet topluma görev yüklemekte,
böyle kadınların geçimini sağlayacak yakınları yoksa toplumu yükümlü ve sorumlu
kılmaktadır. Çünkü Allah, darlığı genişleten lütfunu, esirgemeden dağıttığı
rızkını; kendisine itaat eden, malî ibadet vazifelerini yapan kullan aracılığı
ve onların eliyle muhtaçlara ulaştırmakta, onları darlıktan bolluğa
çıkarmaktadır. [262]
131.
Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Sizden önce kendilerine kitap
verilenlere ve size kesinlikle "İtaatsizlikten sakının" diye
emretmiştik. Eğer inkâra saparsanız biliniz ki, göklerde ve yerde ne varsa
Allah'ındır. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her türlü övgüye
lâyıktır. 132. Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Güvenmek için Allah
yeter. 133.0 isterse -ey insanlar!- sizi toptan yok eder ve yerinize
başkalarını getirir. Allah'ın gücü kesinlikle buna yeter. 134. Dünya mükafatını
isteyenler bilsinler ki Allah nez-dinde hem dünya hem âhiret mükâfatı vardır.
Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir. [263]
131-133.
Önceki âyetlerde adalet, sulh, İyilik ve takva emredilmiş, istenmesine ve çaba
gösterilmesine rağmen aile hayatına devam edilememesi durumunda ayrılmanın da
bir çözüm olacağına işaret edilmiş, aç ve açık kalma korkusuyla zulme boyun
eğmek, İstenmeyen bir evliliğe katlanmak gerekmediği vurgulanmıştı. Hemen
arkadan Allah'ın bu emir, tavsiye ve açıklamalarıyla ilgili bulunan sıfatları
zikredilmek suretiyle onlar teyit edilmiş, bu isteklerin ve açıklamaların nasıl
bir makamdan geldiğinin düşünülmesi istenmiştir.
Allah'ın
"göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi ve mâliki olduğunun" üç
kere tekrarlanması kendisinin bu Özelliğini ve sıfatım güçlü ve teyitli olarak
ifade etmekten ziyade üç ayrı hükmü ve mânayı teyit etmek İçindir. Önce
boşanma halinde Allah'ın taraflara imkânlar bahşedeceği bildirilmiş, arkasından
Allah'ın her şeyin mâliki olduğu gerçeği hatırlatılmıştır. Sonra insanların
Allah'tan korkmaları ve inkâra sapmamaları istenmiş, bu isteğin Allah'ın
İhtiyacından değil, kullamı ihtiyacından kaynaklandığına işaret edilmek üzere
O'nun her şeye mâlik olduğu tekrar ifade edilmiştir. Daha sonra bu ezelî-ebedî
gerçek bir daha zikredilmiş, itaatsizlik halinde bütün insanları yok edip
yerine başkalarını getirmeye de kadir bulunan Allah'ın bunu yapmamasının
aczinden değil, hikmetinden kaynaklandığı bilinsin istenmiştir. [264]
134. İslâm
dini kendi mensuplarından dünya menfaatini, ziynetini, güzelliklerini
terketmeyi istememiştir, ancak bunların hayatın amacı kılınmasını, ebedî hayatın
ve mutluluğun unutulmasını da büyük bir bahtsızlık saymış; böyle bir tercihi,
değerlinin, değersiz karşılığında satılması olarak tasvir etmiştir. Âyet iki
muhtemel yanlışı düzeltmeye yöneliktir: a) Bütün amaçları dünya menfaatinden,
dünya hayatını maddî zevkleri bakımından dolu dolu yaşamaktan ibaret olanlara
âhİ-ret saadetini hatırlatmış, ona karşı hazırlıklarının ne olduğunu sormuştur,
b) Ahi-ret menfaatini, mutluluğunu isteyenlerin dünyadan bir şey istememeleri
gerektiğini zannedenlere, bunlar arasında bir çelişme bulunmadığını, âhireti
isteyenlerin, dengeyi bozmadan dünyayı da istemelerinin sakıncalı olmadığını
hatırlatmıştır. [265]
135. Ey iman
edenler! Kendinize veya ana-babanıza ve akrabanıza karşı da olsa adaletten
asla ayrılmayan, Allah için şahitlik eden kimseler olun. Zengin olsunlar,
yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup
adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan
geri durursanız bilin ki, Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. [266]
135. İnsan
topluluklarının korunmaya, düzene ve adalete ihtiyaçları vardır; devlet de bu
ihtiyaçlardan doğmuştur. Adaletin gerçekleşmesinde bağlayıcı hukuk kuralları
kadar onları uygulayan yönetici ve hâkimlerle hakkın veya suçun ispatı için
gerekli bulunan şahitler önemli rol oynamaktadırlar. Adalet görevlilerinin
doğruluktan sapmalarına sebep olan âmilleri iki gruba ayırmak mümkündür: Maddî
menfaat, manevî eğilim ve değerler. Âyetin "Kendinize veya ana-babanıza ve
akrabanıza karşı da olsa" kısmı birinci âmiller grubuna, "zengin
olsunlar, yoksul olsunlar" kısmı ise ikinci gruba işaret etmekte, bunları
bir genel anlatım üslûbu içinde ihtiva etmektedir. Hâkim ve şahitler elde
edecekleri veya elden kaçırmak istemedikleri şahsî menfaatleri veya
yakınlarının menfaatleri sebebiyle adaletten sa-pabitmektedirler. Ayrıca davacı
ve davalının sosyal, ekonomik ve siyasî durumu da şahit ve hâkimleri
etkileyebilmektedir. Meselâ bir maddî menfaati dava eden kimsenin yoksul,
davalının ise zengin olması durumunda, hak zenginin olduğu halde yoksul lehine
şahitlik edildiği veya hüküm verildiği görülmektedir. Halbuki zengin de yoksul
da Allah'ın kullandır, onları içinde bulundukları duruma göre değerlendirecek,
haklarında hayırlı olanı lütfedecek, sorumluluklarını belirleyecek ve
hikmetinin bir sonucu olarak dilediğinde özel lütuflarda bulunacak olan da Allah'tır.
İnsanların O'nun yerine geçmeye, adaleti saptırma pahasına bazı kimseleri
kayırmaya haklan yoktur. Bu sebeplerle gerek hâkimlerin ve gerekse şahitlerin
haksız tarafa meyletmeleri veya hakkın ortaya çıkmasını, adaletin gerçekleşmesini
engellemek İçin hükümden ve şahitlikten geri durmaları, mahkemeyi oyalayan
davranışlar içine girmeleri de yalancı şahitlik ve hukuka aykırı hüküm kadar
adalete aykırı bulunduğundan âyet bunları da yasaklamış, bazı şeyleri halktan
gizlemek mümkün olsa bile Allah'tan gizlemenin imkânsız olduğunu
vurgulamışın".
Âyetten açıkça
anlaşılan hüküm yakın akrabanın birbiri lehine ve aleyhine yapacakları
şahitliklerin muteber ve geçerli olduğudur. Kurtubî'nin verdiği bilgiye göre
(V, 411), İslâm'ın İlk nesillerinde Allah korkusu hâkim ve güzel ahlâk yaygın
bulunduğundan -bu âyete de dayanarak- yakınların birbirleri İçin şahitlikleri
kabul ediliyordu, bu konuda hiçbir kimseden peşinen şüphe edilmiyordu. İslâm
topluluğu sosyal ve kültürel değişmeler geçirdikçe yakınların birbirleri hakkında
yapacakları şahitliklerin geçerliği tartışılmaya başlandı, "yakınlığın ve
menfaatin saptırma ihtimali güçlü bulunduğu durumlarda" birçok müetehide
göre şahitlik geçerli sayılmadı. [267]
136. Ey iman edenler!
Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba
iman edin. Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü
inkâr eden kimse iyice sapıtmıştır. 137. İman edip sonra inkâr edenleri, sonra
yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah
ne bağışlayacak ne de onları yolun doğrusuna iletecektir. [268]
136.
"Ey iman edenler!... iman edin" cümlesi, ilk bakışta İman edenleri
yeniden iman etmeye çağırmaktadır. Burada bir çelişki bulunmadığını göstermek
için tefsirciler tarafından "Maksat dışa karşı inanmış gibi görünen
münafıklardır, ikinci iman çağrısı, imana devam çağrısıdır, inananlar kâmil
mânada imana çağırıl-maktadır" gibi çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Biz
âyeti şöyle anlıyoruz: Hak, bâtıl bütün dinlerde bir inanç şekli ve konusu
vardır. Dinsizlik ve tanrıtanımazlık da bir çeşit İnançtır. İnancın şeklini ve
konusunu doğru olarak belirleyebilmek için -akla aykırı- olmamakla beraber aklı
aşan bir bilgi kaynağına ihtiyaç bulunduğu da ortadadır. Bu bilgi kaynağı
(Allah'tan gelen vahiy) muteber bir imanın nitelik ve niceliğini açıklamakta;
İnanmak isteyen, imana meyleden, kendisine ait bilgilenme ve bir kanaate
ulaşma kapasitesini kullandıktan sonra imana karar veren kimselerin, bu mânada
iman edenlerin nelere, nasıl inanmaları gerektiğini bildirmektedir, bu anlamda
"iman edin" demektedir. Âyete göre Kur'ân-ı Kerîm geldikten sonra
yeryüzünde yaşayan ve iman etmek isteyen kimseler Allah'a, meleklere, Kur'ân-ı
Kerîm'e ve ondan önce gönderilen kitaplara (halen geldikleri gibi korunmamış
olsalar bile daha önce de kitapların indirilmiş bulunduğuna), son peygamber
Muhammed Mustafa'ya ve ondan önce gönderilen peygamberlere ve âhiret gününe
iman etmek durumundadırlar. Bunlardan birine bile inanmayan kimselerin imanı
muteber değildir, bunlardan birini bile inkâr eden kimseler "doğru, hak,
geçerli, kurtarıcı" imana kavuşamamış, hak dinden sapmış sayılırlar. [269]
137. İslâm
tarihinin ilk döneminde iman ile inkâr arasında gidip gelenler, bunu kötü
maksatla yapanlar veya iman henüz yeterince kafalarına ve gönüllerine
yerleşmemiş bulunduğu için böyle hareket edenler olduğu gibi tarihin başka
devirlerinde de benzeri durumlara rastlanmıştır. Önemli ve muteber olan son
durumdur; insanlar sonunda imana karar verir, bunda sebat ederlerse
kurtulurlar, daha önceki inkârları da bağışlanır. Çünkü "İman,
kendisinden önceki sayfayı siler, inanç bakımından sabıka kaydını ortadan
kaldırır"[270]
Sonu inkâr olan ve bu halde ölenler (inkârlarını arttıranlar) bağışlanmazlar,
İnkarcıların doğru yolda oldukları da iddia edilemez. İnkâr ile -iman bakımından-
doğru yolda olmak çelişkilidir, ikisi bir arada bulunamaz. [271]
138.
Münafıklara haber ver ki, onlar için acı bir azap vardır! 139. Müminleri
bırakıp kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler
ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir. 140,0 size kitapta şunu indirmiştir:
Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlann alaya alındığını işittiğiniz
zaman, onlar başka bir söze geçmedikçe kendileriyle beraber oturma-vın: aksi
takdirde süDhesiz sîz de onlar gibi olursunuz. Allah elbette münafıkların ve
kâfirlerin tamamını cehennemde bir araya getirecektir. 141. Sizi gözetleyip
duranlar; eğer size Allah'tan bir zafer nasip olursa onlar, "Sizinle
be-reber değil miydik?" derler. Kâfirler kazançlı çıkarsa "Üzerinize
kol kanat gerip müminlerden sizi korumadık mı?" derler. Artık kıyamet
gününde Allah aranızda hükmedecek ve kâfirlere müminler aleyhinde asla yol
vermeyecektir. 142. Münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar. Halbuki
Allah onların oyunlarım kendi başlarına çevirmektedir. Onlar namaza
kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek
az hatıra getirirler. 143. Arada bocalayıp duruyorlar; ne onlara, ne bunlara!
Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir yol bulamazsın. 144. Ey iman edenler!
Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah'a aleyhinizde apaçık bir
delil mi vermek istiyorsunuz? 145. Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt
kanlıdadırlar; artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. 146. Ancak tövbe edip
hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı bağlanıp dinlerini yalnızca O'na özgü
kılanlar başkadır. İşte bunlar müminlerle beraberdirler ve Allah müminlere
yakında büyük bir mükâfat verecektir. 147. Eğer siz iman eder ve şükrederseniz
Allah size neden azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir. [272]
138-139.
Daha önce iman ve küfür kavranılan üzerinde durulmuş, muteber bir imanın
şartlan açıklanmıştı. Buradaki on âyette İse açık ve gizli kâfirlere karşı
Allah'ın muamelesiyle müminlerin karşılıklı ilişkilerde uyacakları ilkeler ve
kurallar ortaya konmaktadır.
Münafığın
"ikiyüzlü, inananlann arasında onlardan gözüken kimse" mânasına
geldiği bilinmektedir. Âyette münafıkların acı akıbeti haber verildikten sonra
iki özelliklerinden daha söz ediliyor: Müminleri bırakıp kâfirleri dost
edinmek, güçlü ve şerefli olabilmek için onların himayesine sığınmak,
beraberliklerini tercih etmek. Bu ikî niteliğin özellikle zikredilmesinde
müminler için bir işaret sezinlememek mümkün değildir. Müminlerin asıl
güvenecekleri, dayanacakları, kader birliği yapacaklan kimseler iman
kardeşleridir. Başka din ve ideoloji mensupları-na bu ölçüde güvenmek doğru
değildir. Eşyanın tabiatına göre onlara bel bağlamak risklidir. Bunun da
ötesinde "mümini bıraktp kâfiri dost ve veli edinen" kimsenin
imanında, müminlerle ilişkilerinde bir arıza bulunması, imanının nifaka yakın
olması ihtimali vardır. Aynı şekilde güçlü ve saygın olmak için müminleri bırakıp
kâfirlere sarılan, onlann himayelerine sığınan kimselerde de aşağılık duygusu,
özgüven eksikliği ve iman zayıflığı bulunması ihtimali kuvvetlidir. Mutlak güç
ve üstünlük Allah'a aittir. Başka hiçbir kimse Allah'a dayanan ve güvenen mümin
kadar güçlü ve şerefli olamaz. Müminler de Allah'a güvendikleri, O'na sığındıkları,
şerefi ve saygınlığı O'na kul olmakta aradıkları ve buldukları İçin manevî bakımdan
güçlü ve şereflidirler. Maddî bakımdan da güçlü olmamaları için bir sebep
yoktur. Buna rağmen onları bırakıp kâfirlerle beraber olmakta şeref ve güç
arayanların imanlarında zaaf, kendilerinde münafıklıktan bir iz bulunduğu
anlaşılmaktadır. [273]
140. İslâm'ı
kabul etmemiş bulunan kimselerin bir kısmı bunu açıkça İfade ederken diğer
kısmı -menfaatleri böyle gerektirdiği İçin- durumlarını gizler, müminlerin
arasında yaşar, sinsice onlara maddî ve manevî zarar vermeye çalışırlar.
Kâfirlerin müminlere verdikleri zararlardan biri de dini inkâr etmek, aleyhinde
konuşmak, dinin kurallarını ve dindarları alaya almaktır. Bu inkâr, hakaret ve
alay, açık veya kapalı bir şekilde devam ettiği sürece müminlerin vazifesi
sükût etmemek, buna rızâ göstermemek, evrensel mânada ahlâkî olmayan bu
davranışı engellemektir. Eğer müminlerin gücü böyle bir tepki göstermeye
yetmiyorsa bulunduğu meclisi ve beraberliği terketme vazifesi vardır. Dinin
inkâr edildiği, aleyhinde bulunulduğu ve alaya alındığı yerde -bunu engellemeye
gücü yetmeyen mümin-oturmayacak, bunları yapanlarla beraberliğini
sürdürmeyecek, o yeri ve o kimseleri terkedecek, onlardan uzaklaşacaktır.
Çünkü beraberliğin devamında üç önemli zarar vardır: a) Bunu yapanların cüret
ve cesaretlerinin artması, b) Böyle bir davranış karşısında tepkisiz kalan
müminlerin giderek buna alışmaları, hatta etkilenmeleri; kutsal değerlerine
yönelik hassasiyetlerinin zaafa uğraması, c) Güçlerinin yettiği ölçüde tepki
göstermedikleri, bu mânada olup bitene razı oldukları için günahkâr olmaları.
Nitekim âyette geçen "Aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi
olursunuz" şeklindeki ağır suçlama ve uyan bir yandan müminlerin bu
zararlı sonuçtan kurtulmalarını hedeflerken diğer yandan zahirde olanı tasvir
etmektedir. Çünkü bir mecliste dine hakaret edildiği, mukaddeslerle alay
edildiği halde hiçbir kimse tepki göstermiyorsa "orada olanların tamamının
kâfir olduğuna" hükmedilebilir, yani burada hiçbir müminin bulunmadığı
zannı hâsıl olabilir. [274]
141.
Münafıklar iki tarafı da idare ettikleri için daima zarardan ve kayıptan uzak
kalma, menfaati ve kazancı yakalama arzusu, tertibi ve taktiği üzerinde olurlar.
Ancak çekirgenin nihayet üç kere sıçrayıp sonunda yakalandığını ifade eden
özdeyişte belirtildiği gibi ya bir gün yakayı ele verirler ya da sonunda
kazanan müminler olur.
Gizli veya açık
kâfirler karşısında müminlerin, zaman zaman mağlûbiyete uğradıkları, onlardan
zarar gördükleri de bir vakıadır. Bu vakıa karşısında "Allah'ın, müminler
aleyhine kâfirlere yol vermeyeceği" ifadesinin nasıl anlaşılması gerektiği
üzerinde düşünülmüştür:
a) Bu,
kıyamet gününde olacak, müminlerin mutlak üstünlükleri, gerçek zaferleri orada
ortaya çıkacaktır.
b) Kâfirler
inanç konusunda müminlerin delillerini çürütüp kendi inançlarım ispat
edemeyeceklerdir.
Ebû Bekir
İbnü'l-Arabî'nİn isabetli tenkidine göre bu iki anlayış da zayıf görünmektedir.
Çünkü bir önceki cümle dünyada zaferin de yenilginin de olabileceğini, nihaî
hükmün âhirete bırakıldığını ifade etmektedir; burada tekrarın bir faydası
yoktur. İnanç konusunda ise kâfirlerin zaten ispat edici delilleri olamaz; olması
mümkün olmayan için "Allah yol vermeyecek..." demek anlamlı değildir.
c)
Kâfirlerin üstün gelmelerinin, İslâm diyarını ve müslümanları hükümleri altına
almalarının hukuk yönünden meşru bir sonucu yoktur; Allah onlara böyle bir hak
tanımamaktadır. Fıkıhçılar bu mânadan yola çıkarak gayri mûsikilerin, ellerinde
bulunan müslüman kölelerin bu statülerinin hukuki mahiyetini ve hükmünü
tartışmışlardır.
d) Bazan
yenilgiye uğrasalar, istilâ altında kalsalar bile Allah, müminlerin devletini
sona erdirme ve izlerini silme fırsatını kâfirlere vermeyecektir.
e) Bu ilâhî
vaad, müminlerin bölünüp aralarında savaşmamaları, ahlâkî eğitim ve kontrol
(emir bİ'1-ma'rûf nehiy ani'l-münker) vazifelerini ihmal etmemeleri ve günah
girdabına gömülmemeleri şartına bağlıdır; "Başınıza gelen her musibet
kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir" mealindeki âyet[275] de
bu mânayı desteklemektedir [276]
İbn Âşûr, burada
müminlerden maksadın, Hz. Peygamber zamanındaki müminler yani İslâm'ın ilk
nesli olması, Allah Teâlâ'nın bu vaadi, onlar için vermiş bulunması
ihtimalinden de söz etmiştir (V, 238).
Son üç maddede ifade
edilen anlayış bize göre de isabetlidir. Müslim'in rivayet ettiği şu hadis,
son iki maddede anlaşılan mânanın açıklaması gibidir: Hz. Peygamber buyuruyor
ki: "Allah bana doğusuyla batısıyla bütün dünyayı toplu olarak gösterdi.
Doğularını ve batılarını, ondan bana gösterilen yerlere ümmetimin sahip ve
hâkim olacağım gördüm ve bana kırmızısıyla beyazıyla iki hazine de verildi (bu
iki hazine altın ve gümüş, Roma ve İran, Suriye ve Irak... şekillerinde
yorumlanmıştır). Rabbimden ümmetimle ilgili olarak 'onları genel bir kıtlık ve
yoklukla helak etmemesini, kendilerinden başka bir düşmanı üzerlerine salıp
köklerini kazımamalarını ve istiklâllerine son vermemelerini' istedim. Rabbim
de şöyle buyurdu: 'Ey Muhammedi Ben bir hüküm verdiğimde bu geri çevirilemez.
Ben sana ümmetinle ilgili olarak onları bir genel kıtlıkla yok etmemeyi,
kendileri bölünüp bir grubu diğerini öldürmedİkçe ve esir almadıkça dünya
üzerlerine gelse -kendilerinden başka- onların varlıklarına ve istiklâllerine
son verecek bir düşmanı onlara musallat kılmayacağımı vaad ediyorum" [277]
142-143. Münafıkların
daha yakından tanıtıldığı bu iki âyette şu özelliklerinin altı çizilmektedir:
a)
Münafıklar Allah'ın sevgili kullan olan müminler için hazırladıkları tuzaklar,
uyguladıkları taktikler, onları içten çökertmek için aldıkları
tedbirler-yoluyla başarıya ulaşacaklarım umarken bütün bunların Allah Teâlâ'nın
bilgisi altında cereyan ettiğini, O'nun her şeyi görüp işittiğini unutuyorlar
ve böylece gülünç duruma düşüyorlar. Gizli kamera ile rezaletleri filme alınıp
sonra ilgililere gösterilince, yaptıkları ortaya çıkınca gülünç, mahcup ve
perişan olanlar misali münafıklar da yaptıklarını Allah'ın müminlere
bildirmesi sebebiyle rezil ve rüsvay olmaktadırlar.
b) Kendilerini müslüman göstermek durumunda olan
münafıklar cemaatle namaza iştirak etmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Bu ise
onların zoruna gittiğinden, kendilerine ağır geldiğinden İsteksiz
davranmaktadırlar. Maksatları yalnızca gösterişten, kendilerini müslüman
göstermekten ibaret olduğu için namaza sadece şekil yönünden katılmaktadırlar.
Allah'ı anmaları ve hatırlamaları da bu çerçevede (evlerinde namaz
kılmadıkları, namazda ancak duyulacak yerlerde zikre katıldıkları için) az
olmaktadır.
c) Münafıkların hayatı, iç ve dış dünyaları tem
bir istikrarsızlık tablosudur. Devamlı bir huzursuzluk, dikkat, açık vermeme
korkusu, iki tarafı memnun etme arzusu içinde yaşamakta, ömürlerini böyle
tüketmektedirler. İnanmadıkları için müminlerle tam bir İş birliği içinde
olmadıkları gibi gizli kâfirlikleri anlaşılmasın diye kâfirlerle de tam bir iş
birliği ve dayanışma yapma İmkânını bulamamaktadırlar.
d) Kendİ
iradeleriyle bu yolu seçen kimseleri Allah zorla imana sevketmez. Kendileri
istemeyince -Allah da cebren imana getirmediğinden- kimsenin onları hidayete
kavuşturması mümkün olmamaktadır.
e) 145. âyette geleceği üzere münafıkların
cehennemdeki yerleri, açıkça inkâr yolunu seçenlerin yerlerinden daha
aşağılayıcı ve daha ziyade acı ve ıstırap verici bir kattır. Kur'an'a göre
bütün kâfirler azap çekeceklerdir, ancak bunlardan üç grubun azabı
diğerlerinden daha şiddetli olacaktır: 1. Hz. îsâ'dan, gökten sofra indirme
mucizesini talep edenler örneğinde olduğu gibi mucizeyi gördükten ve hak dinin
delilleri apaçık ortaya çıktıktan sonra inkârda ısrar edenler [278] 2.Firavun örneğinde görüldüğü gibi zayıflara
din ve inançları yüzünden baskı yapanlar ve küfre önderlik edenler [279] 3,
Münafıklar. [280]
144. Çeşitli
vesilelerle tekrar edilen "müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmeme,
müminleri ihmal ederek kâfirleri dost tutmama" talimatı, müminlerle gayri
müslimler arasındaki bütün iyi ilişkileri yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmamalıdır.
"Müminleri bırakıp" kaydında ısrar edilmesi bu kaydın önemli olduğunu
göstermektedir. Müminleri bırakmamak, onları birinci planda dost, veli, taraf
saymak şartıyla gayri müslimler ile de, taraflar ve bütün insanlık için
hayırlı olacak, faydalar sağlayacak, kötülükleri önleyecek ilişkiler kurmak,
anlaşmalar yapmak ve dayanışmalarda bulunmak yasak değildir, hatta teşvik
edilmiştir[281] Müminleri bırakıp
kâfirleri dost edinenler, onlarla düşüp kalkanlar, dinleri ve dindaşları
aleyhine de olsa kâfir dostlarının yapıp ettiklerine ses çıkaramayanlar,
kâfirlerin kendilerine hâkim olmasına itiraz etmeyenler; bütün bunları -ki
hepsi "velayet, veli edinme" kavramına dahildir- mecbur olmadıkları
halde yapanlar, kâfirlere dünyada ve âhirette verilecek cezaya katılmaya lâyık
ve müstehak olurlar. Allah vereceği cezaya -âdeti gereği- bu yapılanları
gerekçe gösterir. [282]
146. İnsanların
şuuru yerinde bulunduğu müddetçe tövbe kapısı açıktır. İşlenen günah büyük de
olsa, sapılan inkâr ve küfür şirk ve nifak da olsa tövbe kapısı açıktır.
Münafıklar durumlarını düzeltir, gücü ve şerefi Allah'ta ve onun hak dini* ne
girmekte, müminlerle beraber olmakta arar, dinlerini gösteriş için değil,
Allah'a olan iman, sevgi, saygı ve bağlılıklarından dolayı yaşarlarsa
müminlerle eşit hale gelirler. Unutmamak gerekir ki Allah müminlere, hayallerin
eremediği büyüklük ve çekicilikte nimetler hazırlamıştır. [283]
147. Allah kullarına
lütufta bulunmakla büyümez, ceza vermekle de küçülmez. O, mutlak büyüktür,
mutlak kâmildir. O'nun vahiy yoluyla bildirdiği sıfatları ve fiilerine genel
bir bakış yapıldığında rahmetinin gazabına galip olduğu, kullarını sevdiği,
onlardan iman, ibadet ve güzel davranışlar beklediği, bunlardan hoşnut olduğu,
dünyayı imtihan için yarattığından
iyilerin mükâfatı, kötülerin ise cezayı hak etmelerinin hikmet gereği
bulunduğu, hak edilenin üstündeki lütfü için sınır bulunmamakla beraber
azabının, kulların günahlarına ve suçlarına uygun ve bunlarla sınırlı olduğu
anlaşılmaktadır. Bu ilke çerçevesinde iman eden ve verilen imkânları yerinde
kullanan, buna ek olarak diliyle de nimetin sahibini zikredip O'na şükranlarını
sunan kula rabbi niçin azap etsin? İman yerine küfre, ibadet ve iyilik yerine
kötülüğe sapan kimseler, bunların karşılıklarını gördüklerinde kusuru Allah'ta
değil, kendilerinde arasınlar! [284]
148, Allah
kötü sözün açığa vurulmasını sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her
şeyi işitmekte ve bilmektedir. 149. Bir iyiliği açıklar veya gizlerseniz yahut
bir kötülüğü affederseniz şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedicidir; O her şeye
kadirdir. [285]
148.
Yaşlandığı İçin evinde namaz kılmak ve yakınlarına da kıldırmak isteyen birisi
Hz. Peygamber'i, bir kere olsun evinde namaz kılması için ve onun kıldığı
yeri, evin namazgahı (mescid) haline getirmek maksadıyla davet etmişti. Kabul
buyurdular, namazı kıldıktan sonra ev sahibi ikramda bulundu. Oradakilerden
birisi, komşulardan Mâlik b. Duhşüm isimli kişiyi sordu, bir diğeri de "O
münafıktır, Allah'ı ve Resulü'nü sevmez" dedi, Hz. Peygamber, "Böyle
söyleme, görmüyor musun ki o, yönünü Allah'a çevirerek (samimi olarak) lâ
ilahe illallah diyor" buyurdu. Adam, "Allah ve Resulü daha iyi bilir.
Biz onun yönünü münafıklara çevirdiği, onlarla samimiyet kurduğu kanaatinde
olduğumuz için böyle söyledik" deyince de "Allah rızâsını dileyerek,
samimi olarak 'lâ İlahe illallah' diyen kimseye Allah cehennemi haram kılmıştır
(ontı cehenneme sokmaz)" buyurdu [286] İbn Âşûr gibi, bu olayla âyet arasında, haklı
olarak ilgi kuranlar olmuştur. Bir kimse hakkında başkalarına kötü, o kişinin
aleyhinde, incitici bir söz söylemek kaide olarak caiz değildir. Âyete göre
bunun istisnası haksızlığa uğrayan kimsedir; böyle bir kimse uğradığı
haksızlığı, kendisine yapılan kötülüğü açıklamak, İlgililere duyurmak
mecburiyetindedir. Aslında bu da "vuran, kıran, çalan, çarpan, yalan
söyleyen, sözünde durmayan..." bir kimse hakkında kötü söz söylemektir.
Ancak bundan zarar gören kimse için bunları açıkça söylemek, başkalarına
duyurmak caiz görülmüş, Allah tarafından izin verilmiştir. Bir kimseye karşı
haksızlık yapan ve zarar veren kimsenin yaptığı kötülüğü açıklamak caiz
olunca, zulmü ve kötülüğü, bireyi aşarak bir gruba veya topluma zarar veren
kimsenin durumunu açıklamak elbette caiz olacaktır. Açıklamanın ötesinde beddua
etmenin de caiz olduğu ifade edilmiştir. Daha İleri giderek gıybet, iftira,
küfür derecelerine varan aleyhte konuşma ise caiz görülmemiştir. [287]
149.
Kişilere kendilerini koruma, bunun için kötülük yapandan, hakka tecavüz edenden
şikâyetçi olma, onun durumunu başkalarına açıklama imkânı verilmekle beraber, bu hukuka uygun
davranıştan önce ahlâk ve fazilete daha uygun bulunan bir başka davranış
tavsiye edilmektedir: 1. Taraflar için daha hayırlı olacaksa kötülüğü
bağışlamak, üstünü örtmek, onu başkalarının duymasına imkân vermemek. 2. Duruma
göre iyiliği açıklamak veya gizlemek. [288]
150-151.
Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberlerini
birbirinden ayırmak isteyenler, "Bir kısmına inanırız ama bir kısmına
inanmayız" diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu,
işte gerçek kâfirler bunlardır ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazirlamışızdır. 152. Allah'a ve peygamberlerine îman edip onlardan hiçbirini
diğerlerinden ayırma) anlara gelince; işte Allah bir gün onlara mükâfatlarım
verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır ve sonsuz rahmet sahibidir. [289]
150-151.
İlâhî dinlerin tamamı Allah'ın vahiy yoluyla peygamberlerine gerekli bilgiyi
göndermesi, onların da ümmetlerine bunları iletmeleri, uygulamada örneklik
etmeleri suretiyle oluşmuştur. Vahiy tek kaynaktan geldiği için bu dinler
arasında çelişki bulunması mümkün değildir; farklılıklar ise dinin, dünya
hayatını düzenleyen kurallarının, medenî ve zihnî seviyeye uymak durumunda
olmasından kaynaklanmıştır. Bu dinlerin her biri, daha önce gelmiş ve
peygamberine bildirilmiş bulunan dinleri onaylar, onların da hak dinler
olduklarını kabul ederler. Bu cümleden olarak müslümanlar, Hz. Âdem'den Resûl-i
Ekrem'e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere ve onların getirdikleri
kitaplara inanırlar. Hıristiyanların ve yahudilerin de -vahye dayalı, İlâhî
dinlerin mensupları oldukları için- böyle davranmaları gerekirken yahudiler Hz.
îsâ'yı ve Hz. Muhammed'i, hıristiyanlar da Hz. Muhammed'i inkâr etmişler,
bunların peygamber olduklarına ve getirdikleri kitapların da Allah'tan
geldiğine inanmamışlardır. 150. âyetin tamamı, hak dinlerin ve peygamberlerin
bir kısmına inanmayanlara yönelik kabul edilirse mâna şudur: Allah'ın
gönderdiği peygamberlerin bir kısmına inanırken diğer kısmını inkâr edenler,
iman bakımından O'nunla peygamberlerini ayırmaktadırlar. Çünkü kâmil bir iman
hem Allah'a hem de O'nun bütün peygamberlerine inanmakla gerçekleşir. Allah'ın
bazı peygamberlerine ve bu arada son peygambere inanmayanlar -ellerindeki
kitapları bozulduğu ve peygamberleri de vefat etmiş bulunduğu İçin-doğru bir
Allah inancına da sahip olamazlar. Şu halde bunlar, son peygamber inkâr
etmekle Allah'a iman bakımından da inkâra sapmış, dinli olmakla kâfir olmak
arasında bir yol tutmuşlardır. Bir şeye din diye inandıkları için imanlıdırlar,
imanları içerik bakımından düzgün ve tam olmadığı için kâfirdirler.
Bazı tefsircüerin yaptıkları
gibi âyetin dört parçasının dört ayn inanç grubunu tanımladığı kabul edilirse
mâna şöyle olur: "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler"
müşrikler, ateistler ve benzerleridir; "Allah ile peygamberlerini birbirinden
ayıranlar", Allah'a inanan ama peygamberleri inkâr edenlerdir; " bir
kısmına inanırken bir kısmını inkâr edenler" yahudiler, hıristiyanlar ve
benzerleridir; "bunlar arasında bir yol tutanlar" ise münafıklardır.
Bunların tamamı inkarcıdırlar, kâfirdirler, Allah Teâlâ'nın murat ettiği,
hoşnut olduğu bir dinden, bir inanç düzeninden uzaklaşmışlardır. Muteber,
geçerli, kurtarıcı iman, İslâm'ın âmentüsünde ifadesini bulmuş olan İmandır,
152. âyette özetlenen inançtır[290]
153. Ehli kitap
senden, gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Onlar bundan daha büyüğünü
Musa'dan istemişler, "Bize Allah'ı apaçık göster" demişlerdi de bu
haksız davranıştan yüzünden onları hemen yıldırım çarpmıştı. Bilâhare
kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tam) edindiler; biz bunu
da affettik. Ve Musa'ya apaçık bir delil verdik. 154. Ant içmeleri sebebiyle
(sözleşmeyi desteklemek ve önemine dikkat çekmek için) dağı başlarına diktik
ve onlara " Baş eğerek kapıdan girin" dedik; onlara, "Cumartesi
günü sımrı aşmayın" dedik; kendilerinden sağlam söz aldık. 155. Sözlerinden
dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri
öldürmeleri ve "Kalplerimiz kılıflanmıştır" demeleri sebebiyle...
Dahası inkârları sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesna
artık iman etmezler. 156. Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem'e büyük bir
iftira atmalarından; 157. "Allah elçisi Meryem Oğlu îsâ Mesîh'i öldürdük"
demeleri yüzünden... Halbuki onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler;
(başkası ona benzer kılındığı için) şüphe içine düşürüldüler. Onun hakkında
ihtilâfa düşenler bu konuda tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna
uyma dışında hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu Öldürmemişlerdir.
158. Bilâkis Allah onu kendine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.
159. Ehl-î kitap'tan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecektir; o da
kıyamet gününde onlara şahit olacaktır. 160-161. Yahudilerin zulmü sebebiyle,
bir de pek çok kimseyi Allah yolundan engellemeleri, kendilerine yasaklandığı
halde faizi almaları ve haksızlıkla insanların mallarını yemeleri yüzünden
önceden helâl kılınan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık ve içlerinden
inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık. [291]
153-154.
Peygamberleri inkâr edenler, onları yalancılıkla suçlayanlar mûcİ-ze
istediklerinde genellikle bundan maksatları o mucizeyi görüp imana gelmek değildir;
asıl gayeleri peygamberleri güç duruma düşürmek, mucize gösterememele-ri
halinde yalancı olduklarını ortaya çıkarmaktır. Ancak inkarcılara -beklediklerinin
aksine mucizeler geldiğinde de iman etmek yerine çeşitli bahaneler ileri sürmüşler,
mucizeyi sihir olarak değerlendirmişler ve daima bir başkasını, daha büyüğünü,
daha zorunu istemişlerdir. Hz. Peygamber'e en büyük ve en anlamlı mucize olan
Kur'ân-ı Kerîm gelip dururken gerek müşriklerin[292] ve
gerekse burada İfade edildiği üzere Ehl-i kitabın "ona gökten bir kitap
gelmesini" istemeleri bu isteklerinde samimi olmadıklarını, inkâr ve
inatları sebebiyle böyle davrandıklarını göstermektedir.
Allah peygamberini
teselli etmek üzere İsrâiloğullan'nm Hz. Musa'ya yaptıklarını
hatırlatmaktadır. Onlar peygamberlerinden -gökten kitap gelmesine nispetle-
daha büyük ve imkânsız olan bir şey istemişler, "Allah'ı bize açıkça göster"
demişlerdi. İsrâiloğullan'nm bu ve benzeri talepleri, sayısız haksızlıkları, azgınlık,
şımarıklık ve taşkınlıkları sebebiyle Allah, onları yola getirmek için birçok
mucize göndermiş, zaman zaman da kendilerini cezalandırmış, yoldan çıkmamaları
için yemin ettirip söz (mîsâk) almış, gerektikçe bunu kendilerine hatırlatmıştı,
ancak onlar yola gelecek ve doğru yolda İlerleyecek yerde azgınlık, taşkınlık
ve sapkınlıklarına devam etmişler, altından bir buzağıyı tanrı yerine
koymuşlardı. Allah bu kadar büyük bir manevî suçu ve günahı da bağışlamış,
böylece ıslah olmaları için peygamberine yetki ve delil vermişti. Hz. Mûsâ,
geçmişte yaptıklarını ve Allah'ın onlara büyük lütuflarmı hatırlatarak davet ve
eğitme vazifesine devam etmişti. Şu halde Allah'ın son elçisi de böyle yapmalı,
müşriklerin ve Ehl-i kitabın bu saçma sapan istekleri karşısında yılmamalı,
vazifesine devam etmeli idi [293]
155-161. Bu
yedi âyette İsrâiloğullan'nın, başta kendilerine gönderilen peygamberler olmak
üzere insanlara yaptıkları çeşitli zulüm ve kötülüklerden örnekler verilmekte,
Hz. îsâ'mn çarmıha gerilmesi konusuna ise açıklık getirilmektedir. Âyetlerde
"şu sebeplerle..." denilip arada "üzerlerine yıldmm
düştüğü", "kendilerine birtakım yiyeceklerin haram kılındığı"
zikredilmekle beraber başta veya sonda "Bu sebeplerle kendilerine şu ceza
verildi" denilmediği için tefsirciler farklı açıklamalar yapmışlardır: a)
Yaptıkları kötülükler sebebiyle kendilerine verilen ceza "yıldmm veya
yiyeceklerin haram kılınmasıdır" ve bu ceza arada zikredilmiştir, b) Ceza
cümlesi zikredilmemiş, muhatapların -Kur'an'da çeşitli vesilelerle
açıklanan-cezaları düşünmeleri ve bu fiillerin karşısına yerleştirmeleri
istenmiştir.
Daha önce Bakara
sûresinin 83-84. âyetlerinde İsrâiloğulları'ndan alındığı bildirilen sözün
muhtevası hakkında bilgi verilmiş, buradan 88. âyete kadar da müslümanlara
yaptıkları zulümler, Hz. Muhammed'den Önce kendilerine gönderilen
peygamberleri yalanlamaları ve öldürmeleri, davetlerine karşı direnmeleri ve
"Kalplerimiz kılıflıdır" diyerek onları dinlemeyeceklerini abartılı
bir şekilde ifade etmeleri gibi konularda önemli açıklamalar yapılmıştı. Al-İ
İmrân (3/45 vd.) ve Meryem sûrelerinde (19/16-35) Hz. Meryem'in mucizevî bir
şekilde Hz. îsâ'ya hamile oluşu, sonra onu dünyaya getirmesi,
İsrâiloğulları'nın ağır iftiraları, yeni doğan bebeğin, Allah'ın İzniyle
konuşarak annesini temize çıkarması hususları açıklanmaktadır.
Burada sayılanlar
arasında yer alıp açıklanması gereken önemli bir tarihî vak'a Hz. îsâ'ya
yönelik, ihanet ve bunun sonucunda meydana gelen olaylardır. Gerçi Âl-i
İmrân'da (3/55) Hz. isa'nın "vefat ettirilmesi ve Allah nezdine kaldırılması"
konusuna temas edilmiştir. Ancak orada da bu vefatın ve kaldırılmanın nasıl ve
ne zaman olduğu konusunda açıklık yoktur. Burada açık olarak ifade edilen husus
ise Hz. îsâ'nın yahudiler tarafından katledilmedîği ve aşağıda açıklanacak olan
"satb" olayının da Hz. îsâ üzerinde gerçekleşmediğidir.
Elde bulunan
İnciller'de[294]olayın detaylarında
önemli farklılıklar bulunmakla beraber- Hz. îsâ'nın akıbeti şöyle anlatılmaktadır:
On İki havariden biri olan yahuda İskariyot, başkâhine gidip para karşılığında
onu kendilerine teslim edebileceğini söyledi. Yahuda'ya otuz gümüş verdiler,
îsâ'nın yerini onlara haber verdi, gelip yakaladılar, çarmıha gerdiler, burada
ruhunu teslim etti. Tabileri onu alıp bir kabre gömdüler, bilâhare kabre
geldiklerinde üzerindeki taşın kaldırılmış, kabrin içinin de boş olduğunu
gördüler; îsâ diriltilmiş, kıyam etmişti. Bazı şâkirdlerine göründükten ve
getirdiği dini yaymalarım onlara vazife olarak verdikten sonra göklere çıkmış
ve babasının (Tann'nın) sağına oturmuştu.
Hz. îsâ'nın yaşadığı
çağda ve bölgede idamlar çarmıha germek suretiyle yapılır, mahkûmlar çarmıhta
bir müddet kaldıktan sonra kemikleri ve özellikle de omurga kemikleri kırılıp
omuriliği çıkarılarak öldürülürdü. Arapça salb kelimesi hem mahkûmu haça
çivilemek, hem de "omurgasını kırıp omuriliğini çıkararak öldürmek"
mânalarına gelmektedir [295]Diğer
İnciller'de bulunmamakla beraber Yuhanna'daki şu İfade bu bakımdan ilgi çekicidir:
"... başını eğip ruhu verdi... Askerler gelip diğer mahkûmların
bacaklarını kırdılar; fakat îsâ'ya gelip onun zaten ölmüş olduğunu görünce
bacaklarını kırmadılar... Çünkü bu şeyler 'Onun hiçbir kemiği kırılmayacaktır'
yazısı yerine gelsin diye vâki oldu" (19/30-36).
İnciller'de yazılanlar
bu şekilde olmakla beraber hıristiyanlar Hz. isa'nın akıbeti konusunda ikiye
ayrılmışlardır: Çoğunluğa ve resmî inanca göre o çarmıha gerilerek
öldürülmüş,böylece insanlığın günahını (ilk günah) canıyla ödemiş, sonra
babasının yanma gitmiştir. Barnaba İncili'ne ve bir kısım hıristiyanlara göre
ise Hz. îsâ çarmıhta öldürülmemiştir. Birisi ve muhtemelen onu ihbar eden
Yahuda, Allah tarafından îsâ'ya benzetilmiş, yahudiler de onu tutup çarmıha
gererek öldürmüşlerdir [296]
Bu bilgileri ihtiva
eden kaynakların önemlilerinden biri olan Barnaba İncili, Hz. îsâ'nın
havarilerinden ve Markos'un amcaoğlu Aziz Barnaba'ya aittir. Bu İncil,
konsİllerde oluşturulan ve daha çok Pavlus'un etkisinde kalan resmî Hıristiyanlığa
aykırı düştüğü için yasaklanmış, uzun müddet bazı yüksek seviyeli din
adamlarının elinde gizli kaldıktan sonra 1738'de Viyana Kütüphanesi'ne konmuş
ve böylece ortaya çıkmış, birçok dile tercüme edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'in açık
ve kesin İfadesine göre Hz. îsâ bir peygamberdir (4/171), düşmanları tarafından
çarmıha gerilerek öldürülmemiştir. Allah Teâlâ peygamberini onlardan korumuş,
aralarından çıkarıp himayesine almış, nezdîne yükseltmiştir. 157. âyetin,
"(Başkası ona benzer kılındığı için) şüphe İçine düşü-rüldüler"
şeklinde çevirilen kısmında geçen teşbih kavramının bir mânası "benzetmek,
benzer kılmak" bir başka mânası da "şüpheye düşürmek"tir. Bu
mânalardan birincisine göre İhbarcı Hz. îsâ'ya benzetilmiş ve çarmıha
gerilerek katledilmiştir. İkincisine göre Hz. îsâ'yı çarmıha gerip öldürmüş
değillerdir; bu konuda zaten kendileri de şüphe ve ihtilâf içindedirler. 157.
âyetin sonundaki "Onu kesin olarak öldürmediler" cümlesini de iki
şekilde anlamak mümkündür: 1. "Onu öldürdüklerini iddia edenler bu konuda
kesin bilgiye sahip değildirler; bu mâna, teşbihin ikinci mânasını teyit
etmektedir, 2, "Onu öldüremedikleri kesindir." Bu mâna da teşbihin,
"birini diğerine benzetme" anlamını desteklemektedir.
Kur'an'a göre Hz.
îsâ'yi çarmıha gererek öldüremedikleri kesin olmakla beraber akıbetinin ne
olduğu konusunda aynı kesinlik yoktur. Taberî ve İbn Kesir gibi tefsirlerde
uzun uzadıya yer verilen rivayetlere ve müslümanlar arasında yaygın olan inanca
göre Hz. îsâ, basıldıkları evin tavanında açılan bir delikten göğe çıkarılmıştır,
maddî olmayan bir semada yeniden geleceği günü beklemektedir. O gün gelince
yere inecek, deccâlı öldürecek, bütün dinlerin nihâî bir özeti ve özü olan
İslâm'a hizmet edecek, yeryüzünü ahlâkî yönden ıslah eyleyecektir.Ancak
Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesi böyle bir anlayış
için kesin ve
ihtimalsiz bir delil olarak kullanılamaz. Çünkü gerek burada açıklanan 158,
âyette ve gerekse Âl-i İmrân sûresinin 55. âyetinde Allah Teâlâ, onu
"kendine yükselttiğini, kaldırdığını" ifade buyuruyor; burada
"sema"dan söz edilmiyor, "Onu semaya kaldırdı" denmiyor;
O'na yükselen şeyin ise yaratılmış bir nesne (ruh ve ceset) olması da uygun,
hatta mümkün değildir. Allah Teâlâ'mn her şeye kadir olduğunda, peygamberlerine
nice mucizeler lütfettiğinde şüphe bulunmamakla beraber burada "Hz.
isa'nın bedeniyle beraber göğe yükseltildiği" ifadesi mevcut değildir.
Aksine 158. âyette "kendisine yükseltti, kaldırdı", Âl-i İm-rân'da
İse "Seni vefat ettireceğim ve seni nezdime yükselteceğim"
buyurulmuştur. Bu iki âyete bir arada mâna verildiği zaman ortaya çıkacak
sonuç, "onun önce vefat ettirildiği, sonra Allah'a götürüldüğüdür ve
bunun, asırlarca sonra değil, öldürme teşebbüsü sırasında veya kısa bir müddet
sonra vuku bulduğudur." Bu gerçekler bilgiyi -bütün diğer peygamberlerin
aldığı- tek kaynaktan, vahiy yoluyla Allah'tan alan son peygamberin gelmesiyle
ortaya çıkmış ve insanlığa ilân edilmiştir. Nitekim Hz. îsâ da bugün elde
bulunan tnciller'de yer alan şu cümleleriyle buna işaret etmiştir: "...
benim gitmem sizin için hayırlıdır; çünkü gitmezsem tesel-lici size gelmez...
Size söyleyecek daha çok şeylerim var, fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o
hakikat ruhu gelince size, her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden
söylemeyecek, fakat her ne işitirse söyleyecek... Benimkinden alacak ve size
bildirecektir" [297]Burada
geçen "tesellici" ve "hakikat ruhu"nun aslında Ahnıed'e
tekabül eden bir kelime olduğu, fakat Ehl-İ kitabın kelimeyi bu şekilde
değiştirdikleri birçok araştırmacı tarafından ileri sürülmüştür[298] "Ehl-i
kİtap'tan her biri Ölümünden önce ona mutlaka iman edecektir; o da kıyamet
gününde onlara şahit olacaktır" mealindeki 159. âyet iki şekilde anlamaya
müsaittir: 1. "Hz. îsâ'nın ölümünden önce..." Bu anlayış ve yorum,
"onun ölmediği, semada ineceği günü beklediği" inancına delil
kılınmıştır. Ancak Hz. îsâ âhir zamanda yeryüzüne indiğinde yaşamakta olan
Ehl-i kitap, gelmiş geçmiş bütün yahudiler ve hıristiyanlar olmadığı için bu
anlayış yorum, âyetin açık mânasına -lafzı bir delil bulunmadığı halde
kapsamını daraltmadıkça (tahsise gidilmedikçe)- ters düşmektedir. 2. "Her
bir Ehl-i kitap mensubu kendi ölümünden önce..." Bu anlayışa göre Allah,
kulu ve elçisi îsâ'ya bir lütuf ve teselli olarak her bir yahudi ve
hıristiyana, son nefeslerini verirken gerçeği gösterecek, yahudiler onun
peygamber olduğuna, hıristiyanlar da Allah'ın oğlu değil, peygamberi ve elçisi
olarak gönderildiğine İnanacaklardır; âhir nefeste gerçekleşecek olan bu yeis
hali imanı, hayattan ümit kesildikten sonraki inanma onlara bir fayda sağlamayacaktır. [299] İş
işten geçtikten sonra inanma fayda vermediği gibi bunu hesap (mahkemeleşme)
sırasında berâet delili olarak ileri sürmenin de faydası olmayacaktır. Çünkü
onların Hz. îsâ'ya, Allah'ın bîr peygamberi olarak -İnanmanın işe yaradığı bir
zamanda- iman etmediklerine o da şahitlik edecektir.
Âl-i İmrân'da
(3/55)"... Sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerden üstün
kılacağım" buyurulmuş; burada 155. âyette de yahudiler kastedilerek
"... pek azı müstesna artık iman etmezler" denilmiştir. Bu iki âyet
de "her bir Ehl-i kitap mensubunun ölmeden Önce ona iman edecekleri"
anlayışına ters düşmektedir. İbn Âşûr "... ölümünden önce ona iman
edecektir" kısmında geçen "ona" zamirinin "Hz. îsâ'ya
değil, "yukarıda anlatılan "katledümediği, aksine Allah nezdi-ne
yükseltildiği" vakıasına ait bulunduğunu, ona İşaret ettiğini ileri
sürmüştür. Ona göre yahudiler ve hıristiyanlar, ömürlerini tereddüt içinde
geçİrseler de sonunda Hz. îsâ'nın çarmıha gerilmediğİne, yahudiler tarafından
bu şekilde öldürülmediğine iman edeceklerdir.
Bütün bu açıklamalar
şu kanaatimizi teyit etmektedir: Kesin olan, Hz. îsâ'nın yahudiler tarafından
çarmıha gerilerek, omurgası parçalanarak Öldürülmediği, Allah Teâlâ'nın kulu
ve elçisini onların elinden bir şekilde kurtardığı, onu daha sonra vefat
ettirdiği ve kendine yükselttiğidir. "Vefat ettirme"nin şekli ve
zamanıyla "kendine yüksettme"nin nasıllığı konusu ihtimallere
açıktır. Kur'ân-1 Kerîm'de şehidlerin mutlu sonlarını anlatırken "Allah
yolunda öldürülenleri sakın Ölüler sanma! Bilâkis onlar diridirler; Allah'ın,
lütuf ve kereminden kendilerine verdik-leriyle sevinçli bir halde rableri
yanında nzıklara mazhar olmaktadırlar. [300] buyurulmuştur.
Bu âyete göre şehidler de diğer insanların ölmesi gibi ölmemİşlerdir, Rableri
nezdinde nzıklara mazhar olmaktadırlar. Ancak bu ifadeyi "Ruhları ve
cesetleriyle Allah'ın nezdine yükseltilmişlerdir ve orada dünyalılar gibi
yaşamaktadırlar" şeklinde anlamak mükün değildir. Şu halde hayatın da,
ölümün de çeşitleri vardır ve Allah nezdinde olmak, Allah'a yükseltilmek maddî
olarak anlaşılamaz. Çünkü Allah zamandan, mekândan ve maddeden münezzehtir.
Bir Mehdî ve îsâ Mesîh
beklentisi, çeşitli zamanlarda birtakım sahtekârların ortaya çıkıp mehdîlik ve
mesîhlik iddiasında bulunmalarına sebep olagelmiştir. Hz. îsâ'nın, bir ıslahat
vazifesiyle yani Ehl-i kitabın bozulan inançlarını İslâmî İti-kad esasları doğrultusunda düzeltmek ve
yanlışlıklan gidermek, kötülükleri ortadan kaldırmak üzere dünyaya yeniden
gelmesi mukadder ise bunun için gövdesini ölümsüz kılmak ve onu gökte
bekletmek zaruri değildir; bunun ilâhî
takdir ve kudretle başka şekillerde de gerçekleşmesi mümkündür. Müslümanların
vazifesi de ıslahat için Mehdî'yi veya Hz. îsâ'yı beklemek değildir; kötülüğü
engellemek, iyilik ve güzellikleri yaymak, yaşamak ve yaşatmak için ellerinden
geleni yapmak, canla başla çalışmaktır. Allah müminlerden, ıslahatçıyı bekleyip
beklemediklerini değil, bunun için kendilerinin ne yaptıklarını soracaktır[301]
162. Onlar
arasından ilimde derinleşmiş olanlarla müminler -ki bunlar sana indirilene ve
senden önce indirilmiş olana iman ederler- namazı kılanlar, zekâtı verenler,
Allah'a ve âhiret gönüne inananlar başkadır. İşte onlara pek yakında büyük
mükâfat vereceğiz.
163. Biz
Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da variyettik.
Ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kub'a, torunlara, îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a,
Harun'a ve Süleyman'a variyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
164. Bir
kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık.
Ve Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu.
165.
Müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden
sonra Allah'a karşı tutunacak bir delilleri obuasın! Allah izzet ve hikmet
sahibidir.
166. Fakat
Allah sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de
şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah yeterlidir. [302]
162. Ehl-i
kitabın gerçeğe uymayan inançları, hem kendilerine hem de başkalarına zarar
veren birtakım davranıştan zikredildikten sonra tamamının böyle olmadığı,
içlerinde müstesna kimselerin de bulunduğu ifade ediliyor. Bu farklı Ehl-i
kitap mensupları da ikiye ayrılıyor: İlimde derinleşenler, böyle bir
özellikleri bulunmamakla beraber fıtrî akıllarını kullanarak iman edenler. Her
iki grup, daha öncekilere gönderilenler yanında son peygambere vahyedilmiş
bulunan kitaba da İman ettikleri, bununla da kalmayıp hem bedenî (namaz) hem de
malî (zekât) ibadetlerini yerine getirdikleri için Allah'tan büyük bir
mükâfatı hak etmiş oluyorlar. [303]
163-165.
Diğer gayri miislimler ve inkarcılar yanında Ehl-i kitabın da hem birbirine hem
de İslâm'a olumsuz bakışları, Allah nezdinde geçerli bulunan imana nispetle
yanlış veya eksik bir inanç içinde bulundukları, bunlardan bir grubun, Hz. Peygamber'e
gökten bir kitap İndirilmesini istedikleri yukarıda geçen âyetlerde
zikredilmişti. Özellikle Ehl-i kitap'tan olanların bu taleplerinde ne kadar haksız
ve çelişkili olduklarını açıklamak üzere bu âyetlerin geldiği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber'in
şahsında Ehl-İ kitaba şu gerçekler hatırlatılıyor: Din, Allah'ın
peygamberlerine vahyederek bildirdiği bilgi ve öğretiler bütünüdür. Ellerinde
bulunan kitaplarda hem vahiyden hem de peygamberlerden söz edilmiş, kendileri
de bunlara inanmışlardır. Muhammed Mustafa da diğerleri gibi bir peygamberdir.
Ona gelen Kur'an da, diğer peygamberlere gelen Tevrat, Zebur, İncil gibi bir
ilâhî kitaptır. Aslında kendileri kitaplarında bunların çoğunun isimlerini buldukları
ve bildikleri halde daha önce okuma-yazma öğrenmemiş bulunan son peygamberin
bunlardan haberi yoktur. Ona peygamberleri de, kitapları da bildiren, öğreten
Allah'tır. Diğer peygamberler nasıl ümmetlerine hem müjdeler hem de uyanlarla
gelmişlerse son peygamber de öyle gelmiştir. Bu arada kendilerini de uyarmış,
iman etmedikleri takdirde uğrayacakları akıbeti, "bilmiyorduk, haberimiz
olmadı" deme imkânlarının da bulunmayacağını bildirmiştir.
Allah Teâlâ insanlara
gerektiği kadar peygamber göndermiştir, ayrıca her İnsan topluluğunda onlara
yol gösteren rehber kullan vardır[304] Ancak
peygamberlerin tamamının İsimlerini Kur'an'da saymamış, müslümanlann bilmelerinde
fayda gördüğü peygamberleri yeteri kadar zikretmiş ve faaliyetleri hakkında
bilgi vermiştir. Burada isimleri sayılan peygamberlerden başka (bu âyetin
vahye-dîlmesinden önce) Hûd, Sâlİh, Şuayb, Zekeriyyâ, Yahya, İlyas, Elyesa',
Lût gibi peygamberlerden söz etmiştir. Hadislerde peygamber olduklan zikredilen
Hâlid b. Sinan el-Absî gibi isimler de vardır[305]
Allah Teâlâ'nrn Hz.
Mûsâ ile konuşması, Şûra sûresinde (42/51) açıklanan "konuşma
yollan"ndan birisiyle; yani "perde arkasından konuşma" yoluyla
gerçekleşmektedir. Bu konuşmada melek aracılığı yoktur, doğrudan kalbe ve
zihne iletilme de yoktur, konuşan gözükmeksizin "bir söyleme ve
anlama" vardır. Söyleyen, konuşan Allah olduğuna göre elbette burada,
insanlar arasındaki konuşmada olduğu gibi araçlar, sesler ve harfler mevcut
değildir. Allah Teâlâ'nın kelâm (konuşma) sıfatının eseri ve tecellisi olan, bu
sıfatın, açıklama iradesini yerine getirmek üzere muhatabıyla keyfiyetsİz
olarak ilişki kurması (taalluk) sonucunda -Allah bakımından değil, kul
bakımından yeni oluşan- bu olay, melek aracılığı ile olduğunda Cebrâire nasıl
ulaşıyorsa, onun aracılığı olmadan peygambere de öyle ulaşmaktadır; çünkü
yaratılmış olmak, Allah'ın bir sıfatı olmamak bakımından bu ikisi arasında bir
fark yoktur. [306]
"İnkarcıların ve
itaatsizlerin bahanelerini ortadan kaldırmak" ve "Bize bilgi gelmedi,
uyanlmadık" diye kendilerini savunmalarına imkân vermemek için peygamberlerin
gönderilmiş olması, peygamberler gelmediği dönemlerde yaşayan veya
bulundukları yer ve durum itibariyle peygamberlerin tebliğlerini alamamış,
bunlarla yeteri kadar ilgi kuramamış bulunan insanların sorumluluklarını akla
getirmektedir. Bu konu İslâm düşüncesinde tartışılmış, a) "Allah'ı bilme
ve O'na inanma dahil hiçbir sorumluluk bulunamaz; çünkü insan aklı bunlar için
yeterli değildir", b) "Allah'ın varlık ve birliğini bilmek ve O'na
inanmak yükümlülüğü vardır", c) "İmana ek olarak aklın iyilik ve
kötülüğünü bilebileceği birçok davranışıyla da yükümlülük vardır"
şeklinde üç görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilk ikisi Ehl-i sünnet'e ait olup
ikincisi orta yolu temsil etmektedir. Bu tartışma "peygamberi görmemiş,
davetini işitmemiş, onunla yeteri kadar ilgi kuramamış" insanlarla
ilgilidir. Hz. Peygamber'in davetini işittikten, onunla uzun zaman yaşadıktan,
İtiraz edip cevap aldıktan sonra hâlâ inkârda ısrar edenlerin, keza daha
sonraki asırlarda dünyaya geldiği halde hak dini sahih bir şekilde (aslına
uygun olarak) işittiği ve bildiği halde imana gelmeyenlerin sorumlu olacakları
hem akıl hem de bu âyet ve benzeri nakil yollarıyla anlaşılmaktadır. [307]
166. Bu âyet
hem Hz. Peygamber'e yönelik bir teselli İçermektedir hem de gerçeğin,
-kaynağından gelen- güçlü bir ifadesidir. Evet Ehl-i kitap ve diğerleri, parça
parça gelmekte olan Kur'an'ı, onun Allah'tan geldiğini ve vahiy ürünü olduğunu
inkâr etseler de bu sonucu değiştirmez. Çünkü Allah, her şeyi kuşatan ilmiyle
bunun böyle olduğuna şahitlik etmekte yani bu gerçeği bildirmektedir. Vahiyle
ilgili melekler de olup biteni görerek olayın şahidi olmuşlardır. Bu şehâdet
Öncelikle Hz. Peygamber'in manevî gücünü arttırmaktadır, ayrıca bunu duyanların
Kur'an'a bir de bu gözle bakmalarını teşvik etmektedir. [308]
167, İnkâr eden ve
Allah yolundan alıkoyanlar şüphesiz doğru yoldan çok uzaklaşmışlardır. 168-169.
İnkâr edenleri ve hakkı gözetmeyenleri, Allah asla bağışlayacak depdir. Onları,
içinde ebedî olarak kalacakları cehennem yolundan başka bir yola da
yönlendirecek değildir. Bu da Allah için çok kolaydır. [309]
167-169.
Daha önce inkârın çeşitleri, bunları temsil eden kimselerin zihnî ve ahlâkî
tavırları açıklanmış, hidayete yönelmeleri için gerekli yönlendirmeler yapılmış,
delil ve işaretler verilmişti. Bundan sonra gelecek âyetlerde ise hem bütün
insanlığa hem de özellikle EhM kitaba yönelik bir çağn yapılacaktır. Bu ikisi
arasında psikolojik olarak hazırlanmayı sağlayacak bir geçiş olmak üzere,
çeşitli yollarla insanların gerçeği bulmalarını, hak dine inanmalarım ve
hayatlarını buna göre düzenleyip yaşamalarını engellemede, hakkı gözetmeme
(zulüm) ve peygamberi inkâr etmede ısrar edenleri bekleyen korkunç akıbet
canlı bir şekilde haber verilmektedir. [310]
170. Ey insanlar!
Peygamber rabbinizden size gerçeği getirdi. Şu halde kendi iyiliğinize olarak
iman edin. Eğer inkâr ederseniz bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Allah sınırsız ilim ve hikmet sahibidir. 171. Ey Ehl-i kitap!
Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin.
Meryem oğlu îsâ Mesîh ancak Allah'ın elçisidir, Allah'ın Meryem'e ulaştırdığı
kelimesidir ve O'ndan bir ruhtur. Şu halde Allah'a ve peygamberlerine iman
edin, "üçtür" demeyin, bundan vazgeçin; hakkınızda hayırlı olan
budur. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Güvenmek ve dayanmak için Allah yeter. 172.
Ne Mesîh Allah'ın bir kulu olmaktan geri durur ne de yakın melekler.
Büyüklenerek O'na kulluktan geri duranların hepsini Allah, yakında huzuruna
toplayacaktır. 173. İman edip iyi işler yapanlara Allah ecirlerini tam olarak
verecek ve lütfundan onlara daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan yüz
çevirenlere ve kibirlenenlere gelince, onlara acı bir şekilde azap edecektir;
bunlar kendileri için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı
bulabileceklerdir. 174. Ey insanlar! Şüphesiz size rabbinizden kesin bir delil
geldi ve size apaçık bir nur indirdik. 175. Allah'a iman edip O'na sımsıkı sarılanlara
gelince, Allah onları, kendinden bir rahmet ve lütuf içine daldıracak ve onları
dosdoğru kendine ulaştıran bir yola iletecektir. [311]
170. Genel
olarak inkarcıları ve özel olarak da Ehl-i kitabı muhatap alan önceki âyetlerde
bunların dayanakları çürütüldüğü ve taleplerinin anlamsızlığı açıklandığı için
içlerinde Arabistan müşriklerinin ve çevrede yaşayan Ehl-i kitabın da bulunduğu
bütün insanların hak dine çağrılmalarına uygun bir zemin hazırlanmış oldu. Bu
sebeple önce bu âyette bütün insanlar, takip eden âyette ise Ehl-i kitap hak
dine, tevhid inancına davet edilmektedir.
Resûlullah'ın
Allah'tan getirdiği gerçek Kur'an'dır ve İslâm'dır. Allah bütün insanları bu
dîne inanmaya çağırmaktadır. Kur'an'ın nazil olduğu yerde ve zamanda "Ey
insanlar!" denildiği zaman bundan yakın çevredeki inkarcılar, müşrikler
anlaşılsa bile "bütün insanlara yönelik" bir çağrıyı Arabistan
kıtasına ve müşriklere özgü kılmak ilâhî maksada uygun değildir. Çünkü Kur'an
âyetleri insanların, bunlardan ibaret olmadığını, çeşitli ırk, renk, dil ve
kültürden olan başka insanların da bulunduklarını açıklamaktadır. Hz.
Peygamber de İslâm davetini Arabistan yarımadası ve Arap kavmi ile sınırlı
tutmamış, Habeşistan'dan İran'a ve Bizans'a kadar dünyanın dört bucağına
ulaştırmaya çalışmıştır.
Allah'ın kullarını
imana ve iyi davranışlarda bulunmaya (amel-i sâlih) çağırması -hâşâ- kendisi
buna muhtaç olduğu için değildir. Çünkü insanlar da dahil olmak üzere bütün
yaratılmışlar O'na aittir, O'nun mülküne dahildir. İman ve sâlih ameller
insanlara lâzımdır, buna muhtaç olan insanlardır, dünya ve âhiret mutlulukları
imana ve salih amele bağlıdır. Bu sebeple insanlar için hayırlı olan davranış,
dini inkâr ve ilâhî emirlere isyan etmek veya bunlara karşı ilgisizlik değil,
iman ve salih amellerdir. [312]
171.
"Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşın gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten
başkasını söylemeyin" cümlesi hem yahudileri hem de hıristiyanları muhatap
almaktadır. Çünkü her iki grubun da inançları içinde, Allah'ın Kur'an'da
açıkladığı makbul ve doğru inanca aykırı taraf ve unsurlar vardır ve bunlara da
yine Kur'an'da yeri geldikçe işaret edilmiştir.
Genellikle
peygamberler ümmetlerine, kendilerinden sonra gelecek olan peygamberden de söz
ettikleri için yahudiler "Mesîh" adıyla bir peygamberin gelmesini
bekliyorlardı. Hz. îsâ gelip kendisinin beklenen peygamber olduğunu açıklayınca
yahudiler onu inkâr ettiler, bekledikleri Mesih'in başka niteliklere sahip ve
kendilerine mahsus bir peygamber olacağını, olması gerektiğini ileri sürdüler.
Hz. îsâ'nın ana rahmine düşmesi, doğumu, doğduktan sonra Allah'ın lütfettiği
mucizeler, hayatı, kendisini ortadan kaldırmak üzere tertiplenen tuzaktan
kurtuluşu olağan üstü idi, buna başka âmiller de eklenince hırisüyanlann çoğu
doğru, gerçekte olana uygun bir îsâ Mesîh inancına ulaşamadılar. Kendisinden
önce gelen kitapları tasdik etmek (doğrulamak ve bozulan kısımlarım tashih
etmek) üzere gelen Kur'an bu İnanç bozukluklarını yeri geldikçe uygun üslûplar
içinde düzeltmiştir. Burada yapılan düzeltme Hz. îsâ'nın ne olup ne olmadığı
ile ilgilidir. Evet beklenen Mesîh "Meryem oğlu îsâ"dan başkası
değildir, o Allah'ın kuludur, peygamberidir, kelimesidir ve O'ndan bir ruhtur.
Tanrı değildir, Tann'nın oğlu değildir, yalancı peygamber de değildir. Hz.
îsâ'nın bu üç temel niteliğini hıristiyanlar da kabul etmektedirler. Ancak
kelimelere verdikleri mânalar, yükledikleri kavramlar doğrudan sapmıştır, ilâhî
muradın ve rızânın dışına çıkmıştır. Çünkü onlara göre îsâ'nm elçiliğinin
mânası "Allah'ın oğlu olması"dır, kelimenin mânası, "İlâhî hakikatin,
Meryem'in rahminde îsâ ile birleşmesidir"; böylece îsâ Allah'ın oğlu,
Meryem de O'nun bir mânada eşi olmaktadır. Ruhtan maksat da Allah'ın ruhudur,
nefsidir, îsâ'nın hakikati, ana rahminde o ruh (Rûhulkudüs) sayesinde oluşmuştur.
Yuhanna İncili'nin başında bu inanç şöyle ifade edilmektedir: "Kelâm (söz,
kelime, logos) başlangıçta var idi ve kelâm Allah nezdinde idi ve kelâm Allah
idi... Dünyada idi ve dünya onunla oldu ve dünya onu bilmedi. Kendininkilere
geldi ve kendininkiler onu kabul etmediler. Fakat onu kabul edenlerin hepsine,
onun ismine iman edenlere onun oğulları olmak selâhiyetini verdi... Ve kelâm
beden olup inayet ve hakikatle dolu olarak aramızda sakin oldu. Biz de onun
izzetini, babanın biricik oğlunun izzeti olarak gördük" (171-14).
Kur'an'm
açıklamalarına göre de Hz. îsâ Allah'ın kelimesidir, ancak kelâm ve ilâhî
kelime (söz, logos), irade ve kudret gibi Allah'ın sıfatıdır. Olağan üstü bir
oluşa şahit olduğumuzda "Allah'ın kudreti" deriz, burada kudret mecazen
"Allah'ın kudretinin eseri" mânasına gelmektedir. Aslında yalnızca
îsâ değil, bütün varlık ve oluşlar Allah'ın kelimesidir, O'nun "kün"
(ol) emriyle olmuşlardır. [313]Ancak diğer İnsanların
oluşmasında, Allah Teâlâ'nın iradesi ve âdeti gereği başka sebepler, vasıtalar,
kanunlar devreye girdiği halde Hz. îsâ'nın oluşmasında yine O'nun İradesiyle
bu gibi vasıtalar devreye girmemiş, Allah "böyle olsun dediği" İçin
onun annesi kocasız hamile kalmış ve îsâ'yi doğurmuştur[314]
îsâ Mesîh Allah'tan
bir ruhtur; bütün insanların özünde aynı ruh vardır; çünkü Allah ilk insanın
maddesini yaratıp ona insan şeklini de verdikten sonra aynı ruhtan ona da
üflemiş, o biyolojik yapı içine "bir ilâhî emir olan, mahiyeti bilinmeyen
ruh"tan bir parça yerleştirmiş, insanı onunla tamamlamıştır [315]
İnsanlar bu ruhu ölünceye kadar vücutlarında taşırlar, onun özelliklerini
yaşarlar, öldükten sonra ise ruh insan vücuduyla alâkasını keser ve kendine
mahsus manevî âleme (daha sonra terimleşen ifadeyle halk âleminden emir
âlemine) intikal eder. Hz. îsâ için "O'ndan bir ruhtur" ifadesinin
kullanılması ya onun bu ruhtan nasibinin daha fazla olduğundandır veya bu ruhun
ona intikalinin, diğer (anah-ba-balı) insanlardan farklı şekilde ve farklı
yoldan olması sebebiyledir,
"Hz. îsâ, diğer
peygamberler gibi bir beşer, bir kul, bir peygamber ise -başka insanlarda da
aynı özellikler bulunduğu için- onun Allah'ın kelimesi ve ruhu ol-masıntn beşer
üstü bir yanı ve mânası yoksa bu nitelikler niçin kullanılmıştır, niçin Hz.
Peygamber'in tanımlandığı gibi 'O kendisine vahiy gelen bir beşerdir' denilmemiştir?"
şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu haklı sorunun cevabı şudur: İn-ciller'de
Hz. îsâ bu nitelikleriyle tanımlanmıştır, ilk zamanlardaki müminler bu sözlerin
mânalarım doğru anlamışlar, beşer olan îsâ'nın üstün nitelikleri olarak
yorumlamışlardır. Fakat zaman içinde, Hıristiyanlığın yayıldığı ülkelerde hâkim
olan putperestliğin, tanrının üç unsurdan oluştuğu inanç ve anlayışını içeren
dinlerin, felsefelerin ve mistik yaklaşımların etkisiyle bu niteliklerin
mânaları değiştirilmiş, ilâhî maksada aykırı yorumlar yapılmıştır. Kur'an bu
vasıflan yeniden zikrederek nitelemenin doğru, vahye dayalı ve ilâhî olduğuna,
sonraki yorumların ise sahih mâna ve inançtan saptığına işaret etmektedir.
"Üç demeyin"
cümlesi, çok veciz bir şekilde, tarihten gelip günümüzde de yaşayan hıristiyan
mezheplerinin hâkim ortak inancını ortaya koymakta, sonra gelen kısımıyla 172.
âyet -ve aşağıda zikredeceğimiz başka âyetler- ise bu inancı akıl ve nakil
delilleriyle reddetmekte, dayanaklarını çürütmektedir.
Bilindiği üzere
Hıristiyanlığın meşhur ve muteber bütün mezheplerinde bu üçleme (teslis) inancı
vardır. "Asıl, kelime, isim, sıfat" karşılıklarıyla açıklanan uknum
kelimesi, bu üç unsurdan her birini ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Birinci
uknum 'Tann'nın zâtı" olup, kadîm {başlangıcı, evveli, yaratanı olmayan)
varlıktır; bütün varlıkların aslı, var oluşu O'na dayanır. İkinci uknum
"Tann'nın ilmf'dir, bu oğuldur, birinci uknumun altındadır ve bütün aklî
güçler (kabiliyet ve melekeler) ona bağlıdır. Üçüncü uknum
"Rûhulkudüs"tür, bu hayat sıfatıdır, ikinci uknumdan sonra gelir,
madde âleminin var olması ona dayanır. Tann'nın ilim sıfatı -ki buna kelime de
demektedirler- Mesîh ile birleştirilince, İnciller'de geçen "oğul"
kelimesi böyle yorumlanınca ortaya hulul inancı çıkmış oldu. Hulul, Allah'ın
ilminin, dolayısıyla da zâtının (lâhûtun), Îsâ-Mesîh'in vücuduyla (nâsût)
birleşmesi, iki uknumun tek asıl varlık (cevher) haline gelmiş bulunmasıdır. Bu
gelişmeler sonunda Hıristiyanlığa teslîs inancı girmiş oldu, buna göre Tanrı
"baba, oğul ve Rûhulkudüs" denilen üç unsurdan oluşuyordu; bu üç bir
idi, bir de üç idi.
Hıristiyanların
tevhidden aynlarak teslîs inancına düşmelerinin önemli bir sebebi eldeki
İnciller'de, aksine ifadeler de bulunmakla beraber (Matta, 1; Yuhanna, 20)
teslis inancına götüren parçaların mevcut olmasıdır [316]Eldeki
Yeni Ahid'in sonunda yer alan Pavlus'un mektupları ve özellikle Galatyalı-lar'a
Mektubu'nda hem teslisin açık izleri hem de "Oğulun, insanların günahlarına
kefaret olmak üzere kurban olduğu" ifadesi yer almaktadır (1/2-5). Pavlus,
hı-ristİyanlara işkence eden militan bir yahudi iken milâdın 38. yılında, güya
mâna âleminde Hz. İsa'yı görmüş, Hıristiyanlığı kabul etmiş,bundan sonra bir
"aziz" gibi davranarak kilisenin kurallarını koymuş, diğer İncil
yazarlarını etkilemiş ve îsâ'nın tanrı olduğu inancını yaymıştır.
Teslis İnancı
yerleşmeden önce hıristiyan din adamları arasında farklı inanç taşıyanlar,
Allah'ı bir, Hz. îsâ'yı peygamber olarak tanıyanlar bulunuyordu. Bunlardan
birisi de İskenderiyeli Arius idi. Hıristiyanlığı benimseyen İlk Roma İmparatoru
Kostantin önce Arius'un inancına meyletti. Bunun tepki görmesi üzerine 325
yılında İznik'te ilk ruhanî meclisi (konsil) topladı. 2048 din adamının katıldığı
bu konsilde büyük ihtilâflar çıktı. İmparator birlik ve istikran sağlamak üzere
Arius gibi düşünenleri tasfiye etti ve geriye kalan din adamları, Pavlus'un
yolundan yürüyerek teslise dayalı resmî hıristiyan inancını oluşturdular.
İmparatorun tercih ve kararına dayandığı için Arapça'da "Melkâniyye"
diye ifade edilen bu mezhep, Roma İmparatorluğu'nun doğu ve batı olarak
ayrılmasından sonra ikiye ayrıldı: Papalığı da elinde tutan batı hıristiyan
inancı Katolik, doğu ise Ortodoks adını aldı. Bunlardan başka Ya'kubİyye,
Nestûriyye (Hz. îsâ'da tanrılık ve insanlık unsurlarının birbirine katışmadan
bulunduğunu ileri süren bu mezhep 431'de Efes Konsili'nde reddedildi, mensubu
azdır). Daha sonra XVI. asırda Luther tarafından yapılan reform hareketiyle
başlayan Protestanlık mezhepleri doğdu; ancak bunların yaşayan ve
yayılanlarından hiçbiri Allah'ın birliği (tevhid) inancına dönemedi, hepsinde
teslis bir inanç esası olarak kabul edildi. İslâm'ın geldiği çağda hem bir
kısım Araplar hem de Arap olmayan kavimler bu mezhepleri, dolayısıyla -detayda
farklar bulunsa da esası teslise dayanan- hıristiyan inancını benimsemiş
bulunuyorlardı. "Üç demeyin" ifadesi bu veciz şekliyle bütün bu
mezheplerin tev-hİdden sapmış bulunan inançlarını ifade etmekte ve hedef almaktadır[317]
Kur'ân-ı Kerîm, Hz.
îsâ'nın Tanrı'nm oğlu olduğu inancını biri genel, diğeri özel İki delile
dayanarak reddediyor. Genel olan, Allah Teâlâ'nın baba olmasının ve oğul
edinmesinin imkânsızlığı, böyle bir tasavvurun "bir, tek, eşi ve benzeri
bulunmayan, her şeyi kuşatan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeyin kendisine
muhtaç olduğu Allah" kavramına aykırı olduğu, bununla çeliştiği, ikisinin
bir arada düşünülemeyeceği delilidir. Buradaki 171. âyet gibi Bakara sûresinin
117. âyeti de bu delili içermektedir. [318]
Özel olan delile göre
Hz. îsâ'nın hayatından, yapıp ettiklerinden yola çıkan delildir. Gerek Kur'ân-ı
Kerîm'de gerekse elde mevcut
tncil-ler'de Hz. îsâ'nın, babasız da olsa bir anadan doğduğu, diğer insanlar
gibi yiyerek, içerek, hastalanıp iyi olarak, acı çekerek, Allah'a ibadet ve dua
ederek... yaşadığı, sonunda yahudilerin hışmından Allah'a sığındığı
(hıristiyanlann inancına göre onlar tarafından öldürüldüğü) te'vil
götürmeksizin açıkça ifade edilmiştir. Bütün bu özellikler ve nitelikler Allah
veya O'nun oğlu olma kavramına ters düşmekte, bununla çelişmektedir. 172. âyet
de diğerleri gibi bu ikinci delili "Allah'a ibadet yönünden" dile
getirmektedir.
Kur'an âyetleriyle
bunların yorumuna göre Hz, Meryem ve oğlu îsâ'nın hayat hikâyeleri ve özellikleri
şundan ibarettir: Hz. îsâ'nın annesi Meryem, İnırân'ın kızıdır, annesi ona
hamiİe kaldığında erkek olduğunu zannederek mâbed hizmetine adamıştı. İnırân,
kızı doğmadan vefat etti, doğan çocuk kız olunca anne buna üzüldü, yakındı,
sonra adını "Meryem" koydu ve teslim etmek üzere mabede getirdi.
Mâbedde bulunan din adamları Meryem'i himayelerine alma konusunda ihtilâfa
düştüler, kuraya başvuruldu ve Meryem Zekeriyyâ'nm himayesine girdi, Meryem
yükümlülük çağına gelince hâmisi ona -perdelerle ayrılmış- bir oda tahsis
etti, orada rabbine ibadet ediyordu, Zekerriyâ onun yanma her geldiğinde yiyecek
içecek nesneler görüyordu, kendinden başka buraya gelip giden olmadığı için
bunların nereden geldiğini sorduğunda Meryem "Bunlar Allah'tan, Allah
dilediğini hesapsız olarak nzıklandırır" diyordu. Meryem dürüst, iffetli,
temiz, Allah tarafından seçilmiş, melekler aracılığı ile kendisine doğru
bilgiler gelen, Allah'ın ona tahsis ettiği lütuflardan söz edilen bir bakire
idi. Perdeli yerde örtü içinde İken Allah ona, tam olarak insan kılığına
girmiş olan ruhu (Cebrail) gönderdi, ruh Meryem'e hitaben "Allah'ın
elçisi olduğunu, kendisine babasız bir çocuk bahşetmek üzere geldiğini ifade
etti, oğluna Allah'ın lütfedeceği mucizeleri, onu Rûhulku-düs'le destekleyeceğini,
kitabı, hikmeti, Tevrat'ı, İncil'i öğreteceğini, İsrâiloğulla-rı'na peygamber
olarak göndereceğini..." müjdeledi, sonra ona ruhu üfledi, Meryem bu
üfleme sonucunda îsâ'ya hamile kaldı[319] Her
şeye rağmen büyük bir heyecan, şaşkınlık ve mahcubiyet içinde olan Meryem
karnındaki çocukla uzak bir yere çekilip gitti, doğum sancısı onu bir hurma
ağacına yönlendirdi, "Keşke bundan önce öl-seydim de unutulup
gitseydim!" dedi. Alt tarafından birisi ona şöyle seslendi: "Tasalanma,
rabbin senin alt yanında bir su arkı (veya başka bir yoruma göre şerefli bir
insan) vücuda getirmiştir. Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze,
olgun hurma dökülsün. Ye iç, mutlu ol! İnsanlardan birini görürsen de ki: Ben,
Allah'a adakta bulundum; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım."
Nihayet çocuğu taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: "Meryem! Gerçekten
sen çirkin bir şey yaptın! Ey Harun'un kız kardeşi! Baban kötü bir adam
değildi; annen de iffetsiz değildi." Bunun üzerine Meryem çocuğa işaret
etti. "Biz, dediler, beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?" Cevabı
çocuk verdi: "Ben Allah'ın kuluyum; O, bana kitabı verdi ve beni
peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, o beni kutlu ve bereketli kıldı;
yaşadığım sürece bana namazı, zekâtı ve anneme saygılı olmayı emretti; beni
bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden
kaldırılacağım gün esenlik banadır" (Meryem 19/22-33). Annesine meleğin
müjdesinde bildirdiği gibi îsâ, İsrâiloğullan'na peygamber olarak gönderildi,
onları tevhid dinine davet etti, kendisini desteklemek üzere mucizeler verildi,
daha önceki peygamberleri onayladığı gibi kendisinden sonra gelecek peygamberi
de ismini vererek, Ahmed diyerek müjdeledi. İsrâiloğullan'nın ve özellikle kâhinlerin,
din adamlarının, ileri gelenlerin kibir ve inatları karşısında ümidi kırıldı,
kendisine sadık kalan on iki kişi ile ibadet ve davet hayatını devam ettirmeye
çalıştı, inkarcılar kendisini öldürmeye karar verip kaldığı yeri basınca Allah
onu kaldırdı, ellerinden kurtardı, başka birini ona benzetti, onu çarmıha
gerdiler ve olup bitenler sebebiyle de şüphe içinde kaldılar [320]
Kur'an'a göre Hz.
îsâ'nın yirmi civarında üstün özellikleri, müstesna nitelikleri vardır: O,
Allah'ın kulu ve peygamberidir[321] müstakil bir diri ve kitap sahibi bulunan beş
büyük peygamberden (ülü'1-azîm) biridir[322] Allah
ona îsâ Mesîh adını vermiştir[323]
Allah'ın kelimesidir ve ruhudur[324] rehber
ve öncü mânasında imamdır [325]
kulların amellerine şahitlik edeceklerden biridir [326] son
peygamberin geleceğini müjdelemiştir (Saf 61/6), dünyada ve âhirette şerefli,
itibarlı ve Allah'ın yakınlığına mazhar olanlardandır[327]
mustafâdır yani seçilmişlerdendir [328]
müctebâ-dır yani tercih edilmişlerdendir ve iyi (sâlih) kullardandır [329]
nerede olsa mübarektir, arınmıştır, insanlar için bir mucizedir (âyettir),
Allah'tan bir rahmettir, annesine bağlı ve saygılıdır ve Allah'ın selâmına
mazhardır[330]Allah'ın kendilerine
kitabı ve hikmeti öğrettiği kutlu kişilerden biridir.[331]
172-173.
Müşrikler, "melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlar[332]hıristiyanlar
da îsâ Mesîh'in Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu iki iddianın
reddinde kullanılan delil, meleklerin ve îsâ'nm davranışlarından hareket eden
vakıa delilidir; çünkü gerçekte olan, fiilen gerçekleşen şey, gerek meleklerin
ve gerekse Hz. îsâ'nm Allah'a kulluk ve ibadet ettikleridir. Melekler bunun
için var edilmişlerdir, Hz. îsâ'nm Allah'a kulluk ve ibadetle ömrünü geçirdiği
İse yalnızca Kur'an'ın nakli ile değil, İncil'deki açıklamalarıyla da sabittir
[333]
Allah ibadet eden değil, kendisine ibadet edilendir; melekler ve Hz. îsâ da
Allah'a ibadet ettiklerine göre bunların ne tann ne de O'nun oğlu veya kızı olmaları
mümkündür.
Allah'a ibadetten geri
duranlar ikiye ayrılır; bir kısmı bilgisizlik, tembellik, İmkânsızlık gibi
sebeplerle ibadet edemeyenler, diğerleri ise bildikleri ve İmkân buldukları
halde büyüklendîkleri, Allah'a kulluğu içlerine sindiremedikleri için ibadetten
geri duranlar. Birinci gruba girenler, ya İyilikleri kötülüklerine, sevapları
ibadet eksiklerine ve günahlarına galip geldiğinden veya Allah'ın lütfundan affedilebilirler.
İkinci gruba girenler ise -kendileri bunu istemedikleri halde- zorla Allah'ın
huzuruna getirilecekler, elleri kelepçeli sanık ve tutukluların mahkeme
huzuruna celbedildikleri gibi Allah huzuruna çıkarılınca acizliklerini
anlayacaklar, büyüklenmeierinİn anlamsızlığı ortaya çıkacaktır. Ceza ve mükâfat
konusundaki ilâhî kural ise şudur: Birinci kısım olarak tanımlanan kusurlular
affedilmedikleri takdirde yalnızca günahları kadar ve ağır olmayan bir ceza göreceklerdir;
bunlar için, Allah izin verdiği takdirde, şefaat kapısı da açık olacaktır.
İkinci gruba girenlerin cezası -günahları ölçüsünde- ağır ve şiddetli olacak,
ayrıca Allah'tan başka ne bir dost ne de yardımcı bulabileceklerdir.
Sığınabilecekleri bir Allah kalacak, fakat dünya hayatında O'na karşı
büyüklendikleri ve kul olmayı reddettikleri için yardım beklemeye de yüzleri
olmayacaktır. Dünyada Allah'a kulluktan geri durmayan, ömrünü bir Allah'a
kulluk, ibadet ve güzel işler, iyi davranışlarla geçiren müminlere gelince
Allah, onlara ibadetlerinin ve güzel davranışlarının karşılığını verdikten
sonra lütfundan bir de fazlasını ihsan edecek, onları hak ettiklerinin üstünde
ödüllendirecektir. Cezada denge adalet gereği olup bunun bozulması haksızlıktır.
Hak edilenin üstünde ödüllendirme ise adalete aykırı olmayıp ödüllendirenin
lütuf, cömertlik ve kereminin eseridir. [334]
174-175. Arapça
karşılığı burhan olan "kesin deliPden maksat akıldır ve aklın yürüyerek
imanın ve hidayetin sınırına kadar gelmesini sağlayan işaret taşlandır; yani
insanın kendi iç ve dış, maddî ve manevî varlığı ile onu çepeçevre saran
kâinatta sergilenmiş olan alâmetler, deliller, yol bulduran izlerdir.
"Apaçık nur" ise "indirdik" yükleminin de delaletiyle
Kur'an'dır [335] Burada tekrar bütün
insanlara hitap edilmekte, akıllarını doğru kullanarak, kendilerini ve kainatı
doğru gözlemleyip, okuyup yorumlayarak Allah'a inanmaları, bu imandan sonra Hz.
Peygamber, onun gösterdiği mucizeler ve özellikle getirip tebliğ ettiği kitap
üzerinde doğru ve yeterli düşünerek Resûlul-lah'a ve Kur'an'a iman etmeleri;
putlara, kendileri gibi beşer oldukları halde tan-nlaştırdıklan insanlara,
hayvanlara, hatta İmanı dışlayan akla (sakat düşünceye) sarılmak yerine Allah'a
sarılmaları, O'nun gönderdiği dine sımsıkı tutunmaları istenmektedir. Bu imana
kavuşan ve rehbere sarılanlar için üç mükâfat vaad edilmekte, başka bir
deyişle üç güzel sonuç müjdelenmektedir: 1. Allah'ın rahmet deryasına dalmak,
2. O'nun lütfuna mazhar olmak, 3. Hidayet; yani insanı dosdoğru Allah'a, O'na
kul olma devletine, rızâsına erme nimetine götüren İlâhî rehberlik. Dünya
hayatında kul, bu üç değerli ödülden daha büyüpnü bulamaz ve elde edemez;
bütün nimetler, mükâfatlar ve ecirler bu üç ödülün içindedir. İnsanlar Allah'ın
rahmetiyle esirgenir, lütfuyla gönenir, hidayetiyle doğruyu, güzeli ve iyiyi
bulurlar, bilirler ve yaşarlar. [336]
176. Senden fetva
isterler. De ki: "Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası
hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun
bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yansı bunundur. Eğer (ölen) kız
kardeşin çocuğu yoksa erkek kardeş de ona vâris olur. Kız kardeşler iki tane
olursa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla
kardeş varsa, erkeğin hakkı iki kadın payı kadardır. Yanıl-mayasınız diye Allah
size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir. [337]
176.
"Kadınlar" mânasında Nisa adı verilen bu sûrenin son âyetinin de ağırlıklı
olarak kadınların (kız kardeşlerin) miras haklarıyla ilgili bulunması anlamlıdır.
Öz kızların bile mirastan mahrum edildiği bir sosyal çevrede; sûrenin başında,
anadan erkek kardeşler yanında kız kardeşler, burada ise babadan erkek
kardeşler yanında kız kardeşler de mirastan pay sahibi kılınmak suretiyle
İslâm'ın kadınlara getirdiği haklar konusuna bir daha dikkat çekilmiştir.
Âyet muhtemelen Hz.
Peygamber'in Veda haccına hazırlandığı günlerde veya ondan birkaç ay önce,
ağır hasta olan Câbir b. Abdullah'ın sorusu üzerine vah-yedilmiştir. Çünkü
Câbir'in babası ve çocukları yoktu, buna karşılık dokuz tane kız kardeşi vardı[338] "Babası
ve çocuğu olmayan kimsenin mirası" diye çevirilen kısmın Arap-ça'daki
karşılığı kelâle'dir. Hem babanın hem çocuğun bulunmaması halindeki miras
durumuna kelâle denilmesinde ittifak, çocuk bulunmamakla beraber babanın
bulunması haline bu ismin verilmesinde ihtilâf vardır,
Kelâle ile ilgili
miras hükümleri Kur'an'da; şu âyetlerde açıklanmıştır: a) Ana bir kardeşlerle
ilgili olanı sûrenin başında (12. âyet), b) Ana-baba bir veya baba bir
kardeşler arasındaki miras hükümleri buradaki âyette, c) Diğer durumlar ise bir
çerçeve hüküm olarak "Aralarında rahim bağı bulunanlar Allah'ın hükmüne
göre birbirlerine daha yakındır" mealindeki âyette[339]
"Çocuğu
olmayan" ifadesinde geçen "çocuk" Arapça'daki veled'in karşılığıdır.
Bu dilde veled kelimesi, hem erkek hem de kız çocukları için kullanılır. Kelimeye
bu mânayı veren bazı müctehidler, kız çocuğunun bulunması halinde de kelâle
durumunun oluşmayacağı ve kız kardeşlerin vâris olamayacağı yorumunu
yapmışlardır. Ancak müctehidlerin çoğunluğu (cumhur), kelimenin tek başına erkek
için de kullanıldığından hareket ederek ve sahih bir hadise [340]
dayanarak "Kız çocuğu bulunsa dahi ana-baba bir veya baba bir kız kardeşler
vâris (asabe) olurlar" demişlerdir.
Sûrenin 12. âyetinde
kardeşler ana bir oldukları için erkek kardeşle kız kardeşler mirastan eşit
pay almışlardı: Birer tane iseler her biri altıda birer alırlar, birden fazla
iseler üçte bir aralarında eşit paylaştırılır. Burada İse kardeşler baba bir
(yani öz) kardeşlerdir. Baba tarafından akraba erkeklerin kadınlara karşı
nafaka vb. malî yükümlülükleri bulunduğu, kadınların ise böyle bir
yükümlülükleri mevcut olmadığı için erkek kardeşlere, hizalarındaki (aynı
derecedeki) kız kardeşlere nispetle iki misli pay verilmiş, böylece
nimet-külfet dengesi kurulmuştur. Mirasta, gerekli bulunan durumlarda, aynı
derecedeki mirasçı kadınlara, erkek yandaşlarına nispetle yan hisse
verilmesinin sebebi, kadınların ikinci sınıf insan olarak kabul edilmelerinden
veya haklarının eksîltilmesinden değil, bu nimet-külfet dengesi zaruretinden
kaynaklanmaktadır.
Allah'ın her şeyi
bildiğine vurgu yapılarak "Yanılmayasınız diye Allah size ıçıklama
yapıyor" buyurulması, Kur'an'ın yalnızca iman, ibadet ve ahlâkla ilgili
açıklamalar yapmak, bilgi ve hükümler getirmek için vahyedilmediğİni, hukuk vb.
alanlarda da müminlere hükümler ve kurallar getirdiğini, insanların bu alanda
da ilâhî irşada ihtiyaçlarının bulunduğunu göstermektedir. [341]
[1] Ferâiz", 14.
[2] İbn Âşûr, IV, 212.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/3.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/3-4.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/4.
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/5.
[6] meselâ bk. Gazzâlî, İhya', III, 2 vd.
[7] Şah Veliyyullah, et-Tefhîmâtü'l-üâhiyye, I, 222; II,
216 vd.; Hüccetullâhi'l-bâliga, I, 38-40,58-61).
[8] Buharı, "Nikâh", 79,80; Müsned,V, 151.
[9] Tabâtabâî, IV, 146.
[10] Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12.
[11] Nisa 4/171.
[12] Âl-i İmrân 3/40.
[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/5-7.
[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/8.
[15] Buhârî, "Talâk", 25, "Edeb", 24;
Müslim, "Zühd", 42.
[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/8-9.
[17] Buhârî, "Talâk", 25, "Edeb", 24;
Müslim, "Zühd", 42.
[18] Bu konuda tapılan tartışmaların iyi bir özeti için
bk.İbn Aşur, IV,226-229;Tabatabai,I,195-209.
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/9-11.
[20] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/11-12
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/12.
[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/12
[23] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/13.
[24] Buhârî, "Tefsîr", 4/5,7.
[25] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/13-14
[26] Tefsîr", 4/3
[27] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/14-15
[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/15
[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/16
[30] Buharı, "Tefsir", 4/4.
[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/16-17
[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/17-19
[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/20
[34] Ankebût 29/28.
[35] IV, 438-440.
[36] Ateş , II, 229
[37] Buhâri, "Tefsîr", 4/1 vd.
[38] Müslim, "Hudûd",12-14.
[39] Buhârî, "Diyât", 6; Müslim,
"Kasâme", 25-26.
[40] Müslim, "Hudûd", 16-33; el-Muvatta',
"Hudûd", 2-6.
[41] Müslim, "Hudûd", 26.
[42] Levililer, 20,24/16 vd.; Tesniye, 22/13 vd.
[43] el-Muvatta', "Hudûd", 9-10; Ebû Bekir
İb-nü'1-ArabU, 359.
[44] Müslim, "Hudûd", 15; el-Muvat-fa\
"Hudûd", 9-10.
[45] Bilgi için bk Şâfıî, er-Risâle, s. 106-117; Muhammed
Ebû Zehre, eş-Şâfiî, s. 260-266.
[46] Müslim, "Hudûd", 22.
[47] Müslim, "Hudûd", 24.
[48] İ'lâmü'l-muvakkıîn, III, 79.
[49] Müslim, "Hudûd", 12.
[50] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, 1,358.
[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/20-24
[52] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/24
[53] bk. Bakara 2/162; ÂH İmrân 3/91.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/24-25
[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/25
[55] İbn Âşûr, IV, 283-284; Buharı,"Tefsir", 4/6.
[56] Nûr 24/6-7.
[57] İbn Âşûr, IV, 285.
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/26-27
[59] İbn Hacer, d-Metâlibü'l-âliye, Kuveyt, 1973, II, 4-5;
Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VI, 180.
[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/27-28
[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/29.
[62] İbn Âşûr, IV, 292.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/29-31
[63] İbn Âşûr, IV, 297.
[64] Müslim, "Radâ", 26-32; Ebû Dâvûd,
"Radâ", 9-11; bu konuda geniş bilgi için bk. Ömer Nasuhi Bilmen,
Hukuki İslâmiyye ve Istüahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, II, 78-92.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/31-32
[65] EbÛ Bekir İbnü'l-Arabî, 1,384; İbn Âşûr, V, 6 vd.;
Tabâtabâî, IV, 285 vd.
[66] Nûr 24/3.
[67] bk. Bakara 2/221; Mümtehine 60/10.
[68] hadisler için bk. Buhârî, "Nikâh", 31 vd.;
Müslim, "Nikâh", 11-32; Ebû Dâvûd, "Nikâh", 14.
[69] Şîa adına savunma ve delillendirme için bk. Tabâtabâî,
IV, 290 vd.
[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/32-34
[71] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/35
[72] gayri müslim kadınlarla evlenmenin cevazı için bk.
Mâide 5/5; Mümtehine 60/10.
[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/35-36
[74] Matta, 5/17.
[75] Şûra 42/13.
[76] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/36-37
[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/37
[78] Bakara 2/185.
[79] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/37
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/37-38
[81] el-Muvatta', "Büyü"', 56.
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/38-39
[83] bilgi bk. Bakara 2/178-179
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/39
[84] Necm 53/32
[85] Seyyie hakkında bilgi için bk. En'âm 6/160
[86] Buhârî, "Edeb", 6, "Eymân", 16...;
Müslim, "îmân", 143444
[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/39-40
[88] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/41
[89] Tirmizî, "Tefsir", 5/8-9.
[90] Buhârî, "İmân", 26, "Cihâd", 7;
Tirmi-zî, "Fezâilü'l-cihâd", 25.
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/41-43
[92] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/43-44
[93] Buhârî, "Nikâh", 93.
[94] bk. Cessâs, II, 188; Ebû Bekir İb-nü'1-Arabî, 1,415.
[95] Cessâs, II, 189; İbn Atıyye, II, 48.
[96] V, 43-44.
[97] BuhM, "Nikâh", 83; İbn Âşûr, V, 41-42.
[98] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/44-47
[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/47-48
[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/49
[101] Lisânü'l-'Arab, "cvr" md.
[102] bk. Abdurrahman b. Ahmedb. Muhammedb. Fâyis,
Ahkâku'l-civârfi'l-fikhi'l-İslâmî, s. 33-34.
[103] meselâ bk. İbn Kudâme, el-Mugm, Kahire 1412/1992, VIII,
537; Merdâvî, el-İn-sâf, VII, 243; Âlûsî,V, 29.
[104] Zemahşerî,1,267-268; Şevkânî, 1,521.
[105] V, 183-184.
[106] Buhârî, "Edeb", 28; Müslim,
"Birr", 140,141.
[107] Buhârî, "Edeb", 29; Müslim,
"İmân", 73.
[108] Tirmizî, "Birr", 28.
[109] Buhârî, "Şüf a", 23; "Hibe", 16.
[110] meselâ bk. Gazzâlî, İhya', II, 212-215.
[111] bk. H. Lesetre, "Prochain", Diction-naire de
la Bible, V, 683-684.
[112] Matta, 5/43-44.
[113] el-Mâide 5/8.
[114] Buhârî, "Rikak", 23; Nikâh", 80;
Müslim, "İmân", 74, 75.
[115] Buhârî, "Edeb", 31; Müslim,
"İmân", 74,76, 77.
[116] Kurtubî, V, 188.
[117] Acrûnî, I, 328.
[118] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/49-52
[119] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/52
[120] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/52
[121] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/53
[122] Bakara 2/219.
[123] Tirmizî, "Tefsîr", 5; Ebû Dâvûd,
"Eşribe",1.
[124] içkinin kesin olarak yasaklanması hakkında bilgi için
bk.Mâide 5/90.
[125] Buhârî, "Salât", 80.
[126] Cessâs, I, 202-205.
[127] İbn Âşûr, V, 62.
[128] Tefsir", 4/10; 5/3.
[129] V, 63.
[130] Bakara 2/236-237.
[131] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/53-56
[132] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/57-58
[133] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/58-59
[134] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/59
[135] Cumartesi adamlarının lanetlenmesi" hakkında bk.
Bakara 2/65-66; A'râf 7 /163.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/59
[136] İbn Âşûr, V, 80.
[137] V, 81-83. Ehl-i kitabın akıbeti için bk. Bakara 2/62.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/59-61
[138] Mâide 5/18.
[139] Cum'a 62/6.
[140] Bakara 2/80.
[141] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/61-62
[142] bâtıl" diye çevirdiğimiz tâgut kelimesi hakkında
bilgi için bk. Mâide 5/60.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/62
[143] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/62
[144] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/62
[145] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/63
[146] Müslim, "Hac", 390.
[147] Müslim, "îmân", 107-109.
[148] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/63-63
[149] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/6566
[150] Buhârî, "Ahkâm", 4, "Megazî", 59;
Müslim, "İmâre", 39
[151] Buhârî, aynı yerler; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, 1,452
[152] İbn Âşûr.V, 102
[153] Cessâs, I, 212-213
[154] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/66-68
[155] nüzul sebepleri için bk. Buhârî, "Şirb",
6-9; Müslim, "FezâiT, 129; İbn Kesîr, II, 304^305; Şevkânî, 1,544.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/69.
[156] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/69.
[157] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/69-70.
[158] Müslim, "Fezâ'îl", 129.
[159] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/70.
[160] İbnÂşûr,V, 114.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/70-71.
[161] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/71.
[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/71-72.
[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/72.
[164] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/72-73.
[165] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/73.
[166] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/73-74.
[167] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/74-75.
[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/75.
[169] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/75-76.
[170] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/76.
[171] İbn Bakara 2/256.
[172] Tevbe 9/33; Feth 48/28; Saf 61/9.
[173] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/76-78.
[174] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/78.
[175] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/78.
[176] Muhammed 47/24.
[177] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/78-79.
[178] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/79-80.
[179] bk. Âl-i İmrân 3/175
[180] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/80
[181] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/81
[182] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/81.
[183] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/81-82
[184] ayrıca bk. Nur 24/ 27,61.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/82-83.
[185] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/84
[186] Tefsir", 4/15.
[187] bk. İbn Kesîr, II, 352-35.
[188] V, 151.
[189] V, 200 vd.; îbn Kesîr, ü, 354.
[190] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/84-86.
[191] Müsned, IV, 325; İbn Kesîr, II, 354.
[192] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/86-87.
[193] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/87.
[194] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/87-88.
[195] Taberî, V, 204.
[196] çünkü bu uygulama, harp esirlerine yapılacak
seçenekli İşlemlerden yalnızca birisidir, bk. Mu-hammed 47/4.
[197] bk. el-Muvatta', "Ukûl", 1-4; Müslim,
"Kasâme", 6; Dârimî, "Diyât", 12-13).
[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/88-90.
[199] meselâ bk. Nisa 4/48.
[200] BuhM, "Tefsir", 4/16.
[201] meselâ bk. Nisa 4/48,116.
[202] bk. Bakara 2/178-179.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/90-91.
[203] Buhirî, "Tefsir", 4/17; Taberî, V, 222 vd.;
Râzî, XI, 2 vd.
[204] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/91-92.
[205] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/93.
[206] bk. Tevbe 9/118-120; Fetih 48/16-17.
[207] Buharı, "Tefsir",4/18.
[208] cihad hakkında ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/200; Mâide
5/35; Tevbe 9/73.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/93-95.
[209] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/95.
[210] Buhârî, "Tefsîr", 4/19.
[211] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/95.
[212] bk, 92. âyet.
[213] Bakara 2/233,286.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/95-96
[214] Buhârî, "Cihâd", 1.
[215] bu hadislerin kaynaklan, se-ned tenkitleri ve
açıklamaları için bk. Şevkânî,JVeyfü'f-evtfr, VIII, 27 vd.
[216] V, 179-180.
[217] Neylü'l-evtâr, VIII, 29.
[218] En'âm 6/68 vb.
[219] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/96-98.
[220] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/99
[221] el-Muvatta', "Kasrü's-salâf',7.
[222] el-Muvatta', "Kasrü's-salât", 8.
[223] Cessâs, II, 263.
[224] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/100-102.
[225] el-Muvatta', "Salâtü'1-havf", 1-3.
[226] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/102.
[227] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/102-103.
[228] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/103.
[229] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/104-105.
[230] Tirmizî, "Tefsir", 5/22.
[231] Bu-hârî, "Şehâdât", 27; Müslim,
"Akzıye", 4.
[232] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/105-107.
[233] V, 264-265.
[234] üslûba örnek olarak ayrıca bk, 64. âyet
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/107-108.
[235] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/108.
[236] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/108.
[237] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/108-109.
[238]ayrıca bk. Bakara 2/269
[239] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/109.
[240] Mücâdile 58/8-9, 12; Tâha 20/62; Tevbe 9/78.
[241] Buhârî, "İsti'zân", 47; Müslim,
"Selâm", 37-38.
[242] Ebû Dâvûd, "Edeb", 58;
Tirmizî,"BiiT",2.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/109-110.
[243] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/111-112.
[244] Taberî, V, 273 vd.
[245] Nisa 4/80.
[246] Gazzâlî, el-Müstasfâ, 1,174 vd.; Râzî, XI, 43;
Şevkânî, I, 579.
[247] icmâ konusunda bilgi için bk. İbrahim Kâfi Dönmez,
"İcmâ", DİA, XXI, 417-431.
[248] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/112-114.
[249] Mâide 5/73; tövbenin bağışlanmaya tesiri için bk.
Nisa 4/48.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/114.
[250] Taberî'nİn de tercihi bu yöndedir, V, 280
[251] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/114-115.
[252] Hicr 15/40; Sâd 38/83
[253] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/115-116.
[254] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/116-117.
[255] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/117.
[256] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/118.
[257] Buhârî, "Tefsir", 4/23
[258] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/118-119.
[259] Ta-berî, V, 305; Kurtubî, V., 403, Râzî, XI, 65
[260] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/119-121.
[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/121.
[262] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/121.
[263] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/122.
[264] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/122-123.
[265] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/123.
[266] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/123.
[267] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/123-124.
[268] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/125
[269] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/125.
[270] Müsned, IV, 199, 204; İbn Mâce, "Zühd", 30
[271] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/125-126.
[272] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/126-127.
[273] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/127-128
[274] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/128.
[275] Şûra 42/30
[276] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, 1,509-511; ayrıca bk. Kurtubî,
V, 419-422
[277] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/128-130.
[278] Mâide 5/115
[279] Gafir 40/46
[280] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/130-131.
[281] Âl-i İmrân 3/28; Mümtehine 60/7-8.
[282] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/131.
[283] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/131.
[284] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/131.
[285] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/132.
[286] Buhârî, "Salât", 46; "Et'ime", 15
[287] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/132.
[288] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/132-133.
[289] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/133.
[290] ayrıca bk. Bakara 2/62
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/133-134.
[291] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/135.
[292] İsrâiloğullan'nm ardı arkası gelmez istekleri ve
bunlara karşı Allah Teâlâ'nın muka-belesiyle onlardan alınan sözün mahiyeti ve
Tür dağının kaldınlmasımn mânası için bk. Bakara 2/ 54-56,63, 93; A'râf 7/155.
[293] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/135-136.
[294] Matta, 26-28; Markos, 14-16; Luka, 22-24 Yuhan-na,
19-21
[295] Râgıb el-İsfahânî, el-Müjredât, "slb" md
[296] Neccâr, Kısasü'l-enbiyâ, s. 403,448 vd.; İbn Âşûr, V, 22
[297] Yuhanna, 16/7-15; krş. Saf 61/6.
[298] Hamîdullah, Le Saint Coran, s. 739.
[299] Râzî, XI, 103-104
[300] Al-i İmrân 3/169-170
[301] bu konuda bilgi için ayrıca bk. İlyas Çelebi,
"îsâ [Kelâm]", Dİ A, XXII, 472-473
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/136-141.
[302] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/141.
[303] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/142.
[304] Ra'd 13/7
[305] âyette geçen Dâvûd peygamber için bk. Bakara 2/251,
Sâd 38/17 vd.; Zebur hakkında bilgi için bk. Enbiyâ 21/105
[306] Allah'ın konuşması konusu hakkında ayrıca bk.
"Tefsire Giriş" bölümünün "I. Kur'ân-ı Kerîm, A) Tanımı ve
Özellikleri, 2. Vahiy" başlığı; Nisa 4/164; A'râf 7/143-144
[307] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/142-143.
[308] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/143-144.
[309] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/144.
[310] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/144.
[311] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/145.
[312] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/145-146
[313] Yâ-sîn 36/82
[314] Âl-i İmrân 3/47; Meryem 19/21
[315] Hicr 15/29
[316] Yuhanna, 14,17
[317] Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi için bk. Kürşat
Demirci-Mehmet Aydın-fiaki Adam-Mus-tafa Sinanoğlu, "Hıristiyanlık",
Dİ A,328-372
[318] Mâide 5/17, 75
[319] Âl-i İmrân 3/35-44; Meryem 19/16; Enbiyâ 21/91; Tahrîm
66 /12
[320] Âl-i İmrân 3/45-58; Zuhruf 43/63-65; Saf 61/6,14;
Mâide 5/110-111; Nisa 4/157-158
[321] Nisa 4/172; Mâide 5/75
[322] Ah-zâb 33/7; Şûra 42/13; Mâide 5/46
[323] Âl-i İmrân 3/45
[324] Nisa 4/171
[325] Ahzâb 33/7
[326] Nisa 4/159; Mâide 5/117
[327] Âl-i İmrân 3/45
[328] Âl-i İmrân 3/33
[329] En'âm 6/85-87
[330] Meryem 19/19,33
[331] Âl-i İmrân 3/48
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/146-151.
[332] Nahl 16/57
[333] meselâ bk. Mat-ta, 4/8-10
[334] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/151-152.
[335] burhanın terim olarak anlamı için bk. Bakara 2/111
[336] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/152-153.
[337] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/153.
[338] Müsned, I, 2638; Buhârî, "VudÛ"', 44;
"Merdâ", 21; Müslim "Ferâiz",8;Taberî,VI,41).
[339] Enfâl 8/75
[340] Buhârî, "Ferâ'iz", 5-15)
[341] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/153-155.