Yararlı İşlerin Sıhhat Ve Değeri İki Şarta Bağlıdır
İslâmın Esasları İbrahim Peygamberin (A.S.) Dinini De İçine Almaktadır
Hükümleri Açıklamada İlahî Metot
Kocanın İlgisizliği Ve Kadinin Kıskançlığı
Hak Dinler Aile Hayatına Aynı Açıdan Bakar
Adalet, Kişinin Hevesine Göre Dağıtılmaz
Din Bir Bütündür, Bölünmeyi Kabul Etmez
İslâm Hak Dinleri Uzlaşmaya Çağırır
Büyük Dâvaların Büyük Düşmanları Olur
Mü'minler Aleyhine Bir Yol Vermez...
İslâm'ın Açik Tuttuğu Tevbe Kapısı
Gökten Yazılı Kitap İndirilmesi
Tevrat Hep Birden Yazili Mı İndirilmişti?
Tûr'un Üzerlerine Kaldırılması
İsa Peygamberi Kesinlikle Öldüremediler
Yahudi Irkini Doğru Yola Getirmek
Tırnaklı Hayvanlarla İç Yağlarının
Haram Kıl1nmasındaki Hikmet
Milletleri Çökerten Dört Günah
Milletleri Yaşatan İlim Adamları
Niçin Peygamber Gönderilmiştir?
Peygamber Sadece Hakkı Temsil Eder
Meryem'e İlka Olunan Kelime Ve Allah'tan Gönderildiği Bildirilen Ruh
Kulluktan Çekinip Büyüklük Taslayanlar
Hz. Muhammed (A.S.) İlahî Burhandır
Nisa Sûresinin Tefsiri Biterken
125— İyiliği kendine iş ve âdet edinerek Allah'a
yönelip yüzünü O'na teslim eden ve İbrahim'in Hanîf Milleti (dini)ne uyan
kimseden daha güzel dinli kim vardır? Allah, İbrahim'i Halîl (yakın dost) edinmiştir.
126— Göklerde olanlar da, yerdekiler de
hep Allah'ındır. Allah her şeyi (ilmiyle, kudretiyle, kahır ve teshîriyle)
kuşatmıştır.
Hz. Enes (R.A.) diyor
ki: Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize gelip : «Ey Allah'ın Peygamberi! Ey
yeryüzünün en hayırlısı!» deyince, Allah Resulü ona ; «Yeryüzünün en hayırlısı,
Allah'ın Halil'i İbrahim'dir.» diye cevap verdi. Şüphesiz ki bu cevapta derin
bir tevazu', köklü bir teslimiyet ve mahviyet bulunmaktadır. [1]
Allah Resulü (A.S.) Efendimiz buyurdu :
«Eğer birini halîl
(yakın dost) edinseydim, mutlaka Ebu Bekir Sid-dîk'i Halil edinirdim.» [2]
«Eğer birini halîl
(yakın dost) edinseydim, herhalde Ebubekr Sıd-dîk'ı halil edinirdim. Ne var ki
o benim kardeşim ve arkadaşımdır. Allah sizin arkadaşınızı (beni) halîl
edinmiştir.» [3]
«Haberiniz olsun ki'
ben Allah'ın habibiyim, ama övünülecek (gururlanacak) bir şey yok.,» [4]
«Allah İbrahim'i kendine
halîl edindiği gibi, beni de halîl edinmiştir.[5]
«İyiliği kendine
iş ve âdet edinerek Allah'a yönelip yüzünü O'na teslim eden.... den daha
güzel dinli kim vardır?»
Ameller niyetlere ve
amaçlara göre değer kazanır. Niyetle amel aynı doğrultuda bulunduğu ve Allah
rızasını amaçladığı oranda makbuldür. Bunun için ilim adamlarımız AMEL-İ
SÂLİH'in sıhhatinin iki şartı vardır, demişlerdir :.
1. Allah'ın meşru' kıldığı ölçüde olması,
2. Resûlüllah (A.S.) Efendimizle gönderilen hak
dine, onun esaslarına, açtığı doğru yola uyması... [6]
«İbrahim'in Hanîf
milleti (dini)ne uyan kimse...»
İbn Abbas'm (R.A.) da
dediği gibi: Bâtıldan uzak, tamamen Hakk'a yönelik olan İbrahim Peygamberin
dini, her haliyle TEVHÎD esasına dayanır. Namaz, hac, zekât, oruç ve benzeri
ibâdetler o dinde de yer almıştır. Böylece İbrahim Peygamberin Hanîf dinindeki
esas ve prensiplerin tamamı son dinin evrenselliği içindedir. Bu bakımdan
Hazret-i Muhammed'in (A.S.) tebliğ ve
yayımıyla görevli bulunduğu son dine uyan kimse, dolayısıyla İbrahim'in Hanîf
dinine de uymuş sayılır.
Neden uyulması için
yalnız İbrahim Peygamberin dini belirtilmiş de diğer hak dinlere bu konuda yer
verilmemiştir?. Çünkü bütün ümmetler İbrahim Peygamberi sever ve sayar;
Arapların birçok kabileleri ile Yahudiler, Hıristiyanlar onun soyundan
geldiğini iftiharla anarlar. Bu yönüyle de İbrahim Peygamber ümmetler arasında
ortaklaşa bir bağ durumundadır. Kur'ân onun sözü edilen özelliğini dikkate
alarak TEVHÎD (Allah'ı bir bilme) esası üzerine kurulu bulunan HANÎF DİNİNİ
uyulmaya lâyık görüyor. Son dine uymayanları, fakat İbrahim Peygambere
bağlılıklarını her vesileyle dile getirenleri, İbrahim'in dinini içeren
İslâm'a uymaya davet
ediyor. [7]
Halîl, Arapça bir
kelime olup birçok mânalara gelmektedir; zayıf bünyeli adama denildiği gibi,
fakîr ve yoksul kimselere de denir. Sadık dosta, dostluğu her türlü şüphelerden
arınmış bulunana da denir.
Müfessirlerimiz bu
manaları dikkate alarak sözü edilen sıfatı şöyle yorumlamışlardır:
a) Seçkin dost,
b) Safiyet ölçü ve derecesinde yakın dost,
c) Allah için seven ve yine Allah için sevmiyen
dost,
d) Dostluğunda en küçük bir açıklık ve şüphe
bulunmayan yakın gönül dostu,
e) Durumunu yalnız Allah'a arzedip halinden
şikâyetçi olmayan kimse,
f) Muhabbet makamının en yücesinde bulunan dost,
g) İbâdet ve taat yolunda usanmadan, bıkkınlık
duymadan sebat eden kimse.,
Şüphesiz ki yedi maddede
özetlenen bu özellikler her peygamberde mevcuttur. Ancak başta Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz olmak üzere İbrahim Peygamberde, sonra da diğer Resullerde çok
daha belirgindir. Yoksa göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır, her şey
ona yakın, kudretiyle, ilmiyle, varlığıyla hepsini kapsamış ve kuşatmıştır. [8]
Hanîf, Arapça bir
sıfattır; hanf ve hanef kökünden türetilip birçok mânaları içermektedir. Kök
mâna olarak, doğruluk, eğri yoldan doğru yola yönelmek, eğrilikten doğruluğa
meyletmek demektir. Sıfat olarak ta îl kalıbında veya ölçüsünde bir isimdir:
İslama yönelen ve bu yönelişinde son derece doğru ve iyi niyet sahibi olan,
İslâm'da sebat eden, başka bir dine eğilimi olmayan mü'min ve müslim demektir.
Ayrıca hacca gidip cünüplükten dolayı gusleden dindarlara da bu sıfat
verilmiştir.
Müfessirlerimiz bütün
bu mânaları dikkate alarak HANÎF sıfatını şu iki açıklamayla özetlemişlerdir:
1. Katıksız müslüman, gönülden ve samimi niyetle
Hakk'a teslimiyet gösterip tam bir mahviyet içinde bulunan.
2. Bütün dinlerden yüzünü İslâm'a çeviren ve
onda sebat eden.
İbrahim Peygamberin
Hanîf Dini böylece övülürken, İslâm Diniyle nasıl çağrışım yaptığına dikkatler
çekilmiştir. Çünkü hak dinin özelliği, ona uyanların tam bir teslimiyet içinde
Allah'a inanıp bağlanmaları, O yüce kudretin huzurunda kulluğun gerçek ölçüsünü
tam bir mahviyet içinde sergilemeleri, O'nun emirlerine boyun eğip içtenlikle
kabul etmeleridir. Hanîf Dini, İbrahim Peygamberin şahsında bu derecede
açıklığa kavuşmuştu. İslâm'da ise, bu özellikler -yukarıda da belirttiğimiz
gibi- daha cok belirgin ve kemal mertebesinde bulunuyor.
Kur'ân'da Hanîf sıfatı
on yerde anılırken Zühruf sûresinde ona şu açıklık getirilmiştir:
«Hani bir vakit İbrahim,
babasına ve kavmine dedi ki: Hakikat ben, sizin taptıklarınızdan uzağım,
onlarla bir ilişiğim yoktur. Ancak beni yoktan örneksiz yaratan (Rabbım)
müstesna (ancak O'na taparım). Gerçek O, beni doğru yola eriştirecektir.
İbrahim bunu, (hakka)
dönerler diye soyu arasında baki kalacak bir söz olarak bıraktı.» [9]
Kur'ân onun bu vasiyetini
Hanîf Dini olarak hem on yerde anmakta, hem bir teslimiyet ölçüsü olarak
ümmet-i Muhammed'e (A.S.) sunmaktadır. [10]
«Allah her şeyi
(ilmiyle, kudretiyle, kahır ve teshiriyle) kuşatmıştır.»
Genel anlamda kuşatma
dört yönlü bir anlam taşır:
1. Kahır ve teshîriyle,
2. İlim ve tedbiriyle,
3. Koymuş olduğu denge ve hayat kanunlarıyla,
4. Varlığıyla... Açıklama :
Kâinat nizamı, bugünkü
deyimiyle evren düzeni, ister istemez ilâhî buyruğa uymuş, O'na baş eğerek
yaratıldığı amaca yönelmiştir. Allah'ın ilmi ve tedbiri her varlığa yönelmiş ve
her parçaya nüfuz etmiştir; her biri için ayrı bir hayat ve denge kanunu
koymuştur. Hiçbir varlık başıboş, gayesiz ve yararsız değildir. Allah
varlığıyla da kâinatı kapsayıp kuşatmıştır. Çünkü ondan başka varlıkların
kendi kendilerine var olmaları, yokluktan varlık alanına çıkmaları mümkün
değildir. Ama her varlık O yüce varlığa dayanmakta, O'nun yaratma ve varlık
alanında meydana getirme kudretiyle vücut bulmaktadır. Bu açıdan da Allah'ın
varlığı her mevcudu kuşatmıştır.
O halde her varlık O'nun
buyruğuna baş eğdiği gibi, insan denilen varlığın da yaratanına baş eğip
teslimiyet göstermesi gerekir. İbrahim Peygamber (A.S.) ilk İslâm adını
kullanan bir nebî olarak bu teslimiyet vadisinde örnek olarak
gösterilmektedir. [11]
Ruh denilen ilâhî
cevher, nefsanî paslardan, şehevî kirlerden temizlenip yüce âleme yönelince,
aslına daha çok yaklaşmış olur. Bu durumda nuraniyeti arttıkça artar ve her
geçen gün bedenî lezzetlerden, cismanî hallerden ilgisi azalmaya ve bazen
kesilmeye başlar. İlgisi kesildikçe yücelmeye devam eder. İşte böylesine
parlak ve kutsal bir cevhere iyi ve yararlı ameller izafe edilince, cismanî
bulanıklıklardan arınma ve durulma makamına yükselir; düşünceleri berraklaşıp
irfanı artar, kudsî âlemden maarif iktisap eder. Bu düzeye erişen insan
belirtilen şerefli ahval içinde durmadan bir artış kaydeder; çevrenin ve
hislerinin tesirinden kurtulur, öyle ki, ancak Allah ile görür, O'nunla işitir,
O'nunla hareket eder, O'nunla sakinleşir ve ancak O'nunla yürür. O halde ki
İlâhî Celâl nuru, onun cis-manî bütün kuvvet ve yeteneklerine sirayet eder,
onunla tam bir ihtilat sağlar ve o da onun kudsiyet mânasına dalar. İşte bu
derece ve makama yükselen insana, «Allah halîli» (dostu) demek, onu bu vasıfla
anmak cidden yaraşır. Çünkü ilâhî muhabbet, onun bütün hücrelerine sızmıştır.
Hazret-i Peygamber
(A.S.) Efendimiz buna işaretle sık sık şu duayı yapardı:
«Allahım! kalbimde bir nur,
kulağımda bir nur, gözümde bir nur, sinirlerimde bir nur meydana getir.» Bunu
şöyle de çevirmek mümkün : «Allahım! kalbimde bir nur, işitme duygumda bir nur,
görme duygumda bîr nur, sinir sistemimde bir nur meydana getir.» [12]
Gecen âyetlerle iyi ve
yararlı işi kendine âdet edinenler övüldü. İbrahim Peygamberin (A.S.),
İslâm'ın mayasını kendinde taşıyan Hanîf dinine uyan mü'minlerin eriştiği üstün
dereceler açıklandı ve böylesine tam teslimiyeti gerektiren bir dindarlığın
güzelliğine parmak basildi: İbrahim'i (A.S.) sevdiklerini iddia eden Yahudi ve
Hıristiyanların onun yolunda olmadıklarına dolaylı biçimde işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, hak
dinin gereği olarak iyi ve yararlı işlere örnek teşkil edecek kadınların, yetim
kızların ve bir de öksüz çocukların haklarının korunmasına temas ediliyor, bu
gibi hakların Allah tarafından farz kılındığı açıklanarak herhalde riâyet
edilmesi gerektiği hatırlatılıyor. [13]
127—
Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkında fetvayı Allah
size verir; kendileri için farz kılınıp takdir edilen (mehir ve mirası)
vermediğiniz ve nikâhlarına da istek göstermediğiniz öksüz kızlar ve zavallı
çocuklara ve bir de yetimlere adaletle, insafla davranmanız hakkında Kitap'da
size okunan hükümler vardır. Hayırdan ne işlerseniz, şüphesiz ki Allah onu
bilir.
Hz. Âişe (R.A.)
Validemiz anlatıyor:
«Adam kendi evinde
velîsi bulunduğu yetim kızla -güzelse, malı da varsa- evlenmeye rağbet eder ve
mehrini de en az ölçüde takdir ederdi. Güzelliği ve malı yoksa onu kendi haline
terkederdi.»
Diğer bir rivayette
ise şöyle deniliyor:
«Adam evinde velîsi
bulunduğu yetim kızın malına ortak olur, çirkin olduğu için de hem onunla
evlenmez, hem de başkasıyla evlenmesine imkân vermez ve böylece zavallı kızı
ölünceye kadar gözaltında tutardı. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi.» [14]
Ayrıca cahiliye
devrinde Araplar ergen olmayan çocukları mirastan mahrum ederlerdi. Yukarıdaki
âyetle, onların mirasçı oldukları ve takdir edilen haklarının verilmesinin farz
olduğu belirtildi, [15]
Ashab-ı Kirâm'dan
birkaç zat. Peygamber (A.S.) Efendimize başvurarak yetim kızlar hakkında fetva
istediler. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi, istenilen fetvanın daha önce
Kitap'ta açıklandığı hatırlatıldı. [16]
«Kadınlar hakkında
senden fetva isterler.»
Başta İslâm olmak
üzere hak dinlerin hemen hepsi zayıftan yana hüNot: Bu konuda geniş bilgi için
Nisa sûresinin bir ve ikinci âyetlerinin tefsirine bakılması tavsiye olunur.
kümler getirmiş,
onları korumakta çok cömert davranmıştır. Özellikle evlilik çağındaki yetim
kızlar ve ortada kalmış öksüz çocuklar, indirilen kitabın ve gönderilen
peygamberin himayesine alınmıştır. Babadan yetim kalan Hz. Meryem'in toplumdan
yana yararlı bir anne yetiştirilmesi düşünülerek o gün için en güvenilir e!
olan Zekeriya Peygamberin himayesine verildiğini daha önce detaylı biçimde
açıklamıştık. Konumuzu oluşturan âyette tekrar yetim kızların haklarına
dokunulması çok anlamlıdır. Aile eğitiminin dışında kalan yetim ve kimsesiz
çocukların ülke adına ciddi ellere teslim edilerek eğitilmesi, insanî
duygularının geliştirilip topluma kazandırılması farzdır. Bu farzın önemini
bütünüyle kavrayan milletler pek azdır. Ülkemizde bile henüz bu konuya
lâyıkıyla eğilen pek az kimse olmuştur, diyebiliriz. Çünkü Çocuk Esirgeme
Kurumlarına ve Yetiştirme Yurtlarına yerleştirilen kimsesiz çocuklar,
sokaklarda başıboş kendi kaderine terkedilenlerle kıyas edilecek olursa,
devede kulak misali bir farkla karşılaşırız.
Önce şunu
belirtmemizde fayda vardır:
Sıcak bir aile
yuvasının nasıl bir anlam taşıdığını anlayıp yıllarca bunun özlemini için için
duyan yetim kızların ciddi bir eğitimden geçirildikten sonra ne kadar müşfik
anneler olacağından kim şüphe edebilir? Millî yapının böylesine merhamet
duyguları geliştirilmiş anneye olan ihtiyacı her gecen gün biraz daha kendini
hissettirmektedir.
Bir ülkede çocuklara,
öksüzlere, kimsesizlere gösterilen ilgi, o ülkenin geleceğini ta'yin eder. Tek
kelimeyle çocuklarımız ülkemizin geleceğinin habercileridir. Bilgisiz,
ilgisiz, eğitimsiz bırakıldıkları takdirde çözümü çok zor problemler
doğuracaklarını .söylemek herhalde bir kehanet olmaz.
Görülüyor ki, Allah ve
Peygamberi, yetim kızlar, kimsesiz çocuklar konusunda gereken bütün uyarıları
yapmış ve sonra bizi imân, irfan ve vicdanımızla başbaşa bırakmıştır. Çünkü
onları topluma kazandırmakla çok şey kazanmış oluruz. Onları kaybetmekle ülke
adına, insanlık adına çok şeyler kaybetmiş oluruz.
O halde çocukları
koruyup yetiştirmek için hayır kurumlarını çok ciddi ellere verirken, onları
çoğaltmak için de çok esaslı gayretler sarfetme-miz gerekmektedir. Başıboş,
sahipsiz, ilgisiz ve bilgisiz bırakılan bir çocuk, millî yapının temelinden
kopan bir taştır. Bu taşların kopup çoğalması, yapının yıkılmasını
sonuçlandırır. Yetim kızların ve öksüz çocukların haklarını koruyun, emri ise,
çok yönlü bir anlam taşımaktadır ki, Allah onu daha çok bizim irfanımıza
bırakmıştır. Günün icaplarına göre o haklan belirlememiz her zaman için
mümkündür.
«Çocuk sizin değil,
toplumun malıdır. Anne-baba veya velî onu kendi yayına yerleştirip toplumun
içine atar, nereye düşerse, oranın rengini, biçimini ve karakterini alır.»
düşüncesi, yılların tecrübesine dayanır.
Yetim ve kimsesiz çocukları
kendi kaderlerine terkettiğimiz gün onları köprü altlarına, soysuzlar
karargâhına, ırz düşmanlarının amansız ağlarına atmış oluruz. Bu durumda çocuk
nereye düşerse, oranın rengini, biçimini ve karakterini alacağında şüphe mi
vardır? Toplum yapısında bu hazin akibetin binlerce örnek ve modeli her gün
gözlerimizin önüne serilmektedir. [17]
«De ki: Onlar hakkında
fetvayı Allah size verir..»
Ahkâm ile ilgili bir
âyetten hemen sonra, iyi davrananlara mükâfattan, kötü davrananlara hazırlanan
cezadan söz edilir. Konunun önemi hafızalarda yer etsin ve devamlı bir idrak
uyanıklığı sağlasın diye örice yerine getirilmesinden yana tahrik ve teşvikte
bulunulur, sonra ilâhî buyruklarla amel etmiyenlerin hem kendilerine, hem
çevrelerine kötülük ettiklerine işaret edilerek sonucun saadet va'detmediği
çok duyarlı biçimde anlatılır.
Bundan sonra ilâhî
hükümlerin yüce kudretten indiğinin hikmet ve felsefesi işlenir; Allah'ın
varlık âlemi üzerinde mutlak hükümranlığından, ihatalı ilminden, şaşmayan
kanunlarından söz. edilerek semavî hükmün önemi belirtilir ve mü'minlerin
Allah'tan gelen buyruklara karşı cok saygılı ve duyarlı olmalarının gereği
açıklanır.
Bunun için bir konuyla
ilgili hükmün tamamı aynı anda inmediği gibi, aynı bölümde de yer almamıştır.
Bilâkis hikmet ve amacı, olaylar, kıssalar ve diğer konularla bir araya
getirilerek cok ölçülü biçimde sûrelere serpiştirilmiştir. Örneğin, Kur'ân'da
yetimlerle ilgili 16 âyet bulunmakta, fakat her biri başka başka sûrelerde ve bölümlerde
anılmaktadır. Bu, hem tekrarın, hem her hükümden sonraki ilâhî sünnetin eşsiz
tertibin kalb ve dimağlarda en yüksek dozajda tesir edip iz bırakmasını ve
konulara karşı insan idrâkini uyanık tutmasını amaçlar.
Onun için Kur'ân,
bütün yazar, edip ve ilim adamlarına yer yer meydan okumakta, ve meâlen «haydi
bir sûrenin hattâ bir âyetin benzerini ge-tirin»demektedir.
Dünya tarihinde bu
ölçü, bu metot ve bu tertipte yazılan başka bir kitap yoktur. En bilgili ve en
usta kalemden çıkmış bir kitap en ook iki defa okunur, ondan sonra tazeliğini,
çekiciliğini kaybeder. Ama ilâhî metodun bütün inceliklerini kendinde taşıyan
Kur'ân her okunuşunda ayrı bir zevk, ayrı bir mâna ve ayrı bir idrak uyanıklığı
verir. Tekrar edildikçe yeni okunuyormuş gibi bir tazelik arzeder.
Sûrelerin tertip ve
konuları, hüküm ve kıssaların işleniş tarzları, dünya ve âhiretle ilgili
uyarıların yer alması, mükâfat ve cezaların birbirini izlemesi müstesna bir
anlatımla birbirini tamamlamakta ve en küçük bir kopukluğa imkân vermemektedir.
Meselâ : Nisa
sûresinin baş kısmında ilk insanın yaratılışı, sonra insanların ondan üremesi
anlatılır ve hemen yetim kızların haklarından söz edilir. Sonra evliliğin amaç
ve anlamına parmak basılır; kadın hakları, kc-nunun önemi ve diğer konularla
olan ilgisi nisbetinde açıklanır, derken değişik hükümler sergilenir ve bu
hükümlerle baş kısımdaki konular arasında mutlak bir ilginin bulunduğunu insan
aklına bırakır. Müjdeler, ge-leoek tehlikeye karşı uyanık bulunmayı sağlar
anlamda vaîdler, teşvik ve korkutmalar birbirini ahenkli şekilde izler durur.
Sonra miras hukukuna geçilir, bir nice sorumluluklardan söz edilir, sonra da
kâfir ve münafıkların tutum ve davranışları yerilir; bu arada ilâhî kudret ve
azametin yüceliğine, sınırsızlığına dikkatler çekilir. Allah ile kullan
arasındaki engelleri kaldırma yöntemleri belirtilir, derken tekrar yetim
haklarına dönülür. Böylece birbirini tamamlıyan ve ilk bakışta her birleri
başka bir konu görünümünde olan hükümler, emirler, yasaklar, tavsiyeler, öğütler,
kıssalar, örnekler, va'd ve vaîdleri yansıtan âyetler, zincirin halkaları gibi
birbirine bağlanıp gider. Her sahifede beş altı konu, değişik hükümler, çeşitli
malzemeler bir bütünlük içinde sergilenir; aradan biri çıkarıldığı takdirde
ilâhî ahengin, düzen ve metodun alt-üst olduğu derhal hissedilir.
Bütün bu benzersiz,
örneksiz metot ve tertipler, düzenlemeler onun ilâhî olduğunu isbatlar. [18]
Yukarıdaki âyetle
gerek MEHR, gerekse MİRAS konularında kadınların haklarının Kitap'ta
belirlendiği açıklandı. Sözü edilen hakların herhalde korunmasının bir emr-i
ilâhî olduğuna işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
yine kadın haklarına ve karı-koca arasındaki muhtemel bazı kırgınlıklara
dikkatler çekiliyor. Cimrilik, bencillik ve kıskançlık gibi nefsten yana huy ve
duygulardan sıyrılarak imân ve aklın ışığı altında bu tür meselelerin
aydınlığa' kavuşturulmasının lüzumu
hatırlatılıyor.
Her şeye rağmen
anlaşmanın hayırlı olacağı açıklanıyor.
Sonra birden fazla
kadınla evli olan erkekler uyarılıyor. Kadınlar arasında bazı gizli ve ince
haller dışında herhalde eşitlik sağlanması, adaletle hareket edilmesi
emrediliyor. [19]
128— Eğer
bir kadın, kocasının ilgisizliğinden veya (kendisinden) yüzçevirmesinden endişe
ederse, kendi aralarında anlaşıp uzlaşmaya gayret etmelerinde (evliliklerinin
devamında yarar varsa devamına, yoksa ayrılmalarına karar vermelerinde) bir
sakınca yoktur. Barışmak ve anlaşmak (herhalde) hayırlıdır. Nefsler aşırı
cimrilik, bencillik ve kıskançlıktan yana
hazırlana gelmiştir.
Eğer iyilikle davranır, (ilgisizlikten) sakınırsanız, Allah şüphesiz
yapageldiğiniz şeylerden haberlidir.
129— Kadınlar arasında ne kadar âdil davranmak
isteseniz de elbette (buna) güç getiremezsiniz. O halde büsbütün (birine)
meyledip (diğerini) askıdaymış gibi bırakmayın ve eğer arayı düzeltir (inat,
bencillik ve haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve
çok merhamet edendir.
130— (Anlaşma ve uzlaşma imkânları kalmaz da)
kan-koca ayrılır-sa, Allah herbirini kendi fazi u keremiyle ganî kılar.
Allah'ın lûtf u keremi çok geniştir. O, yegâne hikmet sahibidir.
Resûlüflah (A.S.)
Efendimizin hanımlarından Zem'a kızı ŞEVDE (R.A.) iyice yaşlanmıştı.
Peygamberin kendisini boşayacağından endişe ediyor, fakat bunu bir türlü
açıklıyamıyordu. Uygun bir zaman koliadı ve şöyle bir ricada bulundu : «Ey
Allah'ın Peygamberi! Beni boşamayıp yanınızda alıkoyun; iyice yaşlandım, sıramı
Hz. Aişe'ye gönül hoşnutluğuyla bırakıyorum..»
Aslında Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz onunla evlendiğinde de epeyce yaşlı idi. Hizmetlerinden dolayı
ona bir paye vermek istemişti. Boşamayı düşünmüyordu. Ama kadın psikolojisi bu
ya, kendi kendine şüphelenmişti. Bunun üzerine yukarıdaki 128. âyetin indiği
söylenir. [20]
Diğer bir rivayet;
Ashabdan Râfi' bin
Hudayc (R.A.), karısı Havle'den iyice tiksinmişti; onu boşamak istiyordu.
Kadıncağız onun bu yoldaki niyetini anlayınca şöyle bir istekte bulundu : «Beni
boşama, istediğin şekilde ve ölçüde benimle ilgilen, bu hususta tamamen
serbestsin..» Bu, cidden barışçı bir teklifti. Yukarıdaki 128. âyetin o
sebeple indiği söylenir. [21]
«Allah katında helâlin
en çok sevilmiyeni, karı boşamaktır.» [22]
«Kimin iki karısı
bulunur da aralarında âdil davranmazsa, kıyamet günü bir tarafı felçli sarkık
bir vaziyette gelir.» [23]
Hz. Âişe (R.A.)
Validemiz diyor ki:
«Resûlüllah Efendimiz,
hanımları arasında ciddi ve âdil bir taksimat yapar, eşit haklar sağlamaya
çalışır ve şöyle derdi: «Allahım! bu benim sahip olabildiğim (erişebildiğim)
bir taksimattır; Senin sahip olduğun, ama benim olamadığım hususta beni
kınama!.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bu sözü ve duâsıyla insan kalbine işaret ediyor ve elde olmayarak
gönül bir tarafa fazla meyledebilir, demek istiyordu. [24]
Ebû Kalabe, Enes bin
Mâlik (R.A.)den şu rivayeti yapmıştır:
«Bakire ile evlenen
kimsenin onunla yedi gün geçirdikten, dul ile evlenen onunla üç gün
geçirdikten sonra, diğer hammıyla onun arasında âdil bir taksimat yapması
sünnettir.» [25]
«Nefsler aşırı cimrilik,
bencillik ve kıskançlıktan yana hazırlana gelmiştir.»
Yaşama içgüdüsü'nasıl
insanın en kuvvetli güdüsü ise, bir aile yuvası kurup huzur ve mutluluk içinde
yaşamak arzusu da onun yaratılışında tezgahlanıp ruhunun derinliğine kök salan
bir duygudur. İnsan, başta Allah düşüncesi olmak üzere bu içgüdü ve o duyguyla
dünyaya gözlerini açar.
Evlilik çağına gelinae
kendine denk bir eş arar. Evlenince kan-koca birbirini denetlemeye koyulur,
eşini başkasına kaptırmama gayretine girer.
Kur'ân'da psikolojiye
ışık tutan bir deyim ile şöyle buyuruluyor: «Nefsler aşırı cimrilik, bencillik
ve kıskançlıktan yana hazırlana gelmiştir.» İşte insan karakteri daha çok bu
doğrultuda seyreder. Din, ahlâk, ilim ve ciddi bir eğitim onun bu duygu ve
aşırılıklarını dengede tutmaya yöneliktir.
Gerçek bu olunca,
erkek evdeki hanımına karşı bazı hususlarda ilgisiz kalır, daha önceleri
gösterdiği yakınlığı ve sıcaklığı tavsatırsa, bu durumda kadının daha iyi
düşünüp, daha şuurlu hareket etmesi en sağlıklı yoldur. Duygusal davranmak,
mesafeyi daha da açabilir. Bencillik edip inatlaşmak nefreti artırmaktan başka
bir şeye yaramaz. İntikam alma hırsına kapılmak, kin ve düşmanlığı davet eder.
Ama kadın olsun, erkek olsun her şeyden evvel kendi hayatının ölçü ve
dengesini düşünmek zorundadır. Durum ne olursa olsun, perde arkasında da,
perde önünde de insan kendini makul ölçüler içinde göstermesini bilmelidir.
İnsanın en büyük eseri, sağlam imandan sonra dürüst ve namuslu yaşamaktır.
Geriye kalan diğer bütün eserler dürüstlük ve namuslulukla değer kazanır.
O halde açılan
mesafeyi soğukkanlılıkla daraltmaya çalışmak, şartlar ne olursa olsun edep,
terbiye, nezaket ve nezahet kurallarını elden bırakmamak, insana yakışanı
yapmaktır. Çünkü bu tür olumlu davranışlar, karşıdakini insafa davet eder,
nefretini küller, insanî yönünü harekete geçirir.
Evin erkeği de,
Allah'ın erkeklere sunduğu kuvvet ve üstünlüğü, kendisinden zayıf ve daha
duygusal, ince ruhlu yaratılan kadına karşı kullanma küçüklüğüne düşmemelidir.
Kin ve nefretin kabardığı anlarda için için şöyle demeli veya demesini
bilmelidir: «Benden daha zayıf, daha duygusal olan kadını bana emanet eden
kudret, beni daha güçlü ellere teslim edecektir.» Böylece Allah'ın sunduğu bu
üstünlüğü kötü yolda değil, iyi yolda kullanma idrâkine erişme fırsatını kendi
kendine tanımış olacaktır.
Bunun için Kur'ân'da
barış ve anlaşmanın herhalde hayırlı olduğu belirtilmekte ve insan idrakini bu
hususta uyanık tutmak için çok duyarlı bir ifade kullanılmaktadır. [26]
«Kadınlar arasında ne
kadar âdil davranmak isteseniz de (buna) güç getiremezsiniz.»
İnsan daha çok
inancının ve düşüncesinin doğrultusundadır. Sorumluluk duyduğu ölçüde
hayırhahtır. Allah'tan korktuğu nisbette fazîletlidir.
Dünyaya ayak basan her
insan fizikî bir kanunla tesbit ettiğimiz gibi, şu üç durumdan biriyle
hayatının ölçüsünü sergiler: Kararlı denge, kararsız denge, bozulmaz denge..
Eğitim yoluyla
Allah'a, Peygambere ve âhiret gününe gönülden ina-
nan ve bu inancı
coşkun bir sevgi halesi içinde ruhunun derinliğine yerleştirip bütün
hücrelerine sızmasını sağlayan kimse bozulmaz dengededir. Tıpkı tam yuvarlak
bilya gibi nereye yuvarlansa hep dengede durur. Hiçbir cazip teklif onun
dengesini bozmaya yetmez. Nerede bulunursa bulunsun, nasıl bir olayla
karşılaşırsa karşılaşsın, hep o imân ve irfanı beraberinde taşır.
Bu ölçüde olmayıp
az-çok kararlılık içinde bulunan mp'min ise, olayların akışı içinde bazen
kararlı dengesini bozabilir. Böylece bir an gelir kararsız bir dengeye itilmiş
olur. Yılların geride kalması, ona bir çok tecrübeler kazandırıp olgunlaşmaya
yüztutunca, bozulmaz denge düzeyine erişmeye çalışır. Allah'ın yardımı tecelli
ederse, muvaffak olur.
EvleVıen çiftleri bu
kanunun ışığı altında ele alıp belirtilen ölçülerle değerlendirdiğimizde
karşımıza şu tablo çıkar:
Evliliğin çok hayırlı
ve feyizli bir sünnet olduğuna inanan ve bundan amacın daha çok soylu, namuslu
ve dürüst, Allah'ını bilip O'ndan korkan erdemli bir kuşak yetiştirmek
olduğunun bilincine varan kimsenin aile yuvasında^ durumu ve davranışları
«bozulmaz denge» düzeyindedir. Âdil davranmak onun şaşmayan yolu; "-'eşit
muamele etmek, değişmiyen prensibidir.
Evliliği daha çok
rahat etme, şehveti teskinle çoouk sahibi olma açısından değerlendiren kimse
ise, bazen kararlı denge, bazen de kararsız denge karakterini gösterir.
Bir tek kadınla evli
bulunan ve onunla yetinen, aynı zamanda daha çok birinci maddede belirtilen
amaca yönelik bulunan kimse zaten âdildir ve faziletlidir. Daha çok bozulmaz
dengededir. Birden fazla kadınla evli ve yine aynı amaca yönelik bulunan kimse
de az-çok âdildir ve faziletlidir; ne var ki daha çok kararlı dengede sayılır.
Bazen hislerine mağlup olarak kararsız dengeye kayabilir. Çünkü kadınlar
arasında mutlak ölçüde adalet ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde hareket etmek
çok zor, hattâ bazı durumlarda imkânsızdır. Kur'ân'da konumuzu oluşturan
âyette bilhassa bu hususa dikkat çekiliyor: (Birine) meyledip (diğerini)
askıdaymış gibi bırakmayın..» denilerek daha çok gözle görülen hususlarda âdil
davranılması emrediliyor. [27]
Sûrenin baş kısmında
bu hususa yer verilmiş ve âyetin taşıdığı hükme göre gereken açıklama
yapılmıştı. Yeri gelmişken tekrar bunun sebe-
bini kısa da olsa
belirtmemizde yarar vardır:
1. İslâm dini birden fazla kadınla evlenmeye
bazı şartlarla cevaz vermiştir. Her şeyden önce, eşitlik ve adaleti sağlamayı,
giyim, nafaka ve konut meselelerini kadının sosyal ve ailevî durumuna uygun
ayarlamayı emreder. Özellikle insanın kadına karşı zaafları dikkate alınarak
iki hanım arasında eşitlik ve adaleti sağlamanın çok zor olduğunu belirterek
uyarıda bulunur.
2. Savaş ve
benzen hallerde erkekle
kadın arasında sayı
olarak anormal bir dengesizlik meydana geldiğinde, fuhşu ve gayr-i
ahlâkî temas ve davranışları önlemek, tutunacak bir dalı kalmayan dul kadınları
sıcak bir yuvaya kavuşturmak için birden fazla evlenmenin daha çok uygun olacağını,
fakat yine belirtilen şartların dikkate alınmasını tavsiye eder.
3. Genellikle poligam olan erkeklerin zinaya
kapı açmamaları, kadının annelik vekannın zedelenmemesi, metres hayatının
önlenmesi için bu, dinin -gerektiği ve şartlar elverdiği zamanlarda- ortaya
koyduğu bir çaredir.
4. İslâm mutlaka birden fazla kadınla evlenmeyi
emretmemiş, sözü edilen ortam doğduğunda, şartlar da elverdiği takdirde bunun
caiz olduğunu belirtmiştir. Adalet sağlanmasından endişe duyanın bir kadınla
yetinmesinin uygun olacağı açıklanmıştır.
5. Kadınla erkek arasında sayı bakımından
dengesizlik meydana geldiğinde ve birçok kadınların aile yuvası hasreti
çektiği devrelerde birden fazla kadınla evlenmek mi daha iyidir, yoksa bir
kadınla yetinip başkasıyla metres hayatı mı yaşamak daha iyidir? Birinci şekil
tatbik edildiğinde soysuz bir neslin doğmaması, fuhuş ve benzeri ahlâksızlığın
önlenmesi söz konusudur. İkinci şekil ise, aile hayatını sarsıcı, fuhşu
hızlandırıcı, kadının vakar ve haysiyetini kırıcı, onun annelik vasfını
ayaklar altına alıcıdır. [28]
Yukarıdaki âyetlerle
kadınların, yetim kızlarla öksüz diğer çocukların haklarının korunması, toplum
içinde lâyık bulundukları yerin verilmesi emredildi. Bununla ilgili
hükümlerden bir kısmı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
bu ve diğer konularda yapılan emir ve tavsiyelerin mutlak anlamda insanların
hayrına yönelik bulunduğu, Allah'ın hiçbir şeye, hiçbir kimsenin iyilik ve
ibâdetine muhtaç olmadığı çok duyarlı biçimde belirtiliyor. Son olarak dünya
ile âhiret arasında sağlam bir dengenin kurulmasında, insan hayatının huzur ve
mutluluk düzeyinde kalabilmesi için zaruret bulunduğu hatırlatılıyor. [29]
131— Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'ındır.
And olsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah'tan
korkup kötülüklerden sakınmanızı tavsiye etmişizdir. Eğer inkâra sapıp
tanımazlık ederseniz, (bilmiş olun ki) göklerde olanlar da, yerdekiler de
Allah'ındır. Allah her şeyden müstağnidir
(hiçbir şeye ihtiyacı yoktur). Övülmeğe de (her zaman) lâyıktır.
132— Göklerdeki olanlar da, yerdekiler de Allah'a
aittir; (işleri düzene koymada) vekîl olarak Allah yeter.
133— (Allah) dilerse -ey insanlar!- sizleri
giderip başkalarını getirir. Allah'ın (elbette) gücü buna yeter,
134— Kim dünya sevabı (nîmet ve mutluluğu)
isterse, (bilsin ki) dünya sevabı da, âhiret sevabı da Allah'ın yanındadır.
Allah işiten ve görendir.
Son âyetin Arap
müşrikleri hakkında indiği söylenir. Onlar Allah'ın yegâne yaratıcı olduğuna
inanır, ama öldükten sonra artık kalkmıyacak-larını sanırlardı. Daha doğrusu
âhirete inanmazlardı. Münafıkların da itikat ve tutumu, düşünce ve davranışı
buna yakındı. Âhirete inanmadıkları için Peygamberle savaşa çıkmaz, çıkmamak
için türlü bahaneler gösterir, yan çizerlerdi. [30]
<(And olsun ki- sizden
önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah'tan korkup kötülüklerden
sakınmanızı tavsiye etmişizdir.»
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, aile milletin temel taşı ve değer ölçüsüdür. Hak dinlerin
hemen, hepsi âiieye bu açıdan bakar ve hükümlerini -günün sosyal şartlarını
dikkate alarak- bu doğrultuda sergiler. Ne var ki, sosyal yapıda ve aile
bünyesinde tarih vetiresi (süreç) içinde meydana gelen gelişmeye paralel
olarak dinlerde de gelişme, yani tekâmül meydana gelmiş ve bu tekâmül İslâm ile
son şeklini bulmuştur.
Tevrat'ta aile hayatına
ve kadının mahremiyetine geniş yer verilmiştir. «Sizden hiç biri kendi yakın
akrabasından da birine onun çıplaklığını açmak için yaklaşmıyaçaktır.» [31]
«Ve başka birinin
karısı ile zina eden, komşusunun karısı ile zina eden adam, hem o, hem kadın
mutlaka öldürülecektir.» [32]
İncil'de de aile
yuvasının kutsallığı belirlendikten sonra zinanın kesinlikle haram kılındığı
şu belgeyle anlatılır: «Zina etmiyesin, katletmiyesin, çalmıyasın, yalan
şehadet etmiyesin. Babana ve anana hürmet et.» [33]
Kur'ân bu hususu şu
âyetle açıklamıştır: «And olsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlere
de, size de Allah'tan korkup kötülüklerden sakınmanızı tavsiye etmişizdir.» [34]
Yukarıda konumuzla
ilgili üç âyette : «Göklerde olanlar da, yerdekiler de Allah'ındır..» sözü üç
defa tekrarlanmıştır. Belli başlı tefsirlerde de bu hususa dikkatler çekilmiş
ve bir takım yorumlar yapılmıştır. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi, her
tekrar, insan idrakindeki izi derinleştirerek devamlı bir şuur uyanıklığı
sağlar. Gerçek bu olmakla beraber buradaki tekrar ilâhî kudret ve sıfatın üc
ayrı alana yöneldiğini göstermektedir:
1. Karı-koca anlaşamayıp ayrıldıkları takdirde
bunun yarar ve zararı kendilerine aittir. Geçim ise, mutlaka evlilik bağıyla
orantılı değildir. Allah yarattığı her insanın rızkını -onun yetenek, hareket
ve çalışması ölçüsünde takdir edip- hazırlamıştır. Boşanan kadın aç kalır,
erkek perişan olur diye genel bir kaide yoktur. Ama evlilik herhalde
-hayırlıdır. Allah'ın ise bizim evli kalmamıza ihtiyacı yoktur. Her şey
O'nundur. O mutlak anlamda ganiydir.
2. İlâhî buyruğu tanımayıp inkâra sapar,
kötülüklere devam ederlerse, bunun da zararı kendilerine yöneliktir. Allah'a
hiç kimse hiçbir suretle zarar veremez. Çünkü göklerde ne varsa, yerde ne varsa
hepsi O'na aittir. Allah'ın hiçbir zaman kullarının imân, ibâdet ve iyilik
üzere bulunmalarına ihtiyacı yoktur. İşlenen günahlar, ortaya konulan küfür, inkâr ve tuğyanlar O'nun kudret ve
yüceliğinden eksiltemiyeceği gibi, işlenen ibâdet ve iyilikler de O'nun kudret
ve yüceliğini artırmaz, O ne ise odur, olduğu gibi kalacaktır. Her şey
O'nundur. Günah, sevap, iyilik ve kötülük nisbî ve izafîdir. Yani bize nisbetle
bir şey ya iyi, ya da kötüdür; ya sevap ya da günahtır; ya helâl ya da
haramdır.
3. Baş kaldırıp inkâr ve inatta ısrar ederseniz,
Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezsiniz. O dilerse sizleri alaşağı edip
başkalarını hizmet alanına getirir.
İnsanların mutlak anlamda hayrına ve mutluluğuna tevcih edilen son dine
sahip cıkmıyacak olursanız, Allah bu kutsal emaneti sizden çekip alır, sahip
çıkacak başka bir millete verir. Çünkü göklerde olanlar da, yerdekiler de hep
Allah'ındır. Mülk O'na aittir. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.
Görülüyor ki, her
tekrar tecelli ettiği alan ve anlam farkıyla insan aklını ve anlayışını
Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktan çevirip mârifet-i Nahiyeye yöneltmektedir.
Diğer bir deyimle, ilâhî kudretin her şeyi kapsayıp kuşattığını, her şeyin
O'nun sonsuz tasarrufu altında bulunduğunu insan idrâkine, iz bırakacak
biçimde işlemektedir. [35]
«Kim dünya
sevabı (nimeti) isterse, (bilsin ki) dünya sevabı da, âhiret sevabı da
Allah'ın yanındadır.»
Her gündüzün mutlaka
bir gecesi var, denildiği gibi; varlık âleminde her şeyin çift yaratıldığı da
bir gerçektir. Bu çiftlerin çoğu dış görünüşleriyle birbirinin karşıtı,
aslında biri diğerinin tamamlayıcısı ve tanıtıcısıdır. Soğuk ile sıcak,
karanlık ile aydınlık, acı ile tatlı, dünya ile âhiret gibi..
Kur'ân 134. âyetle
dünya ile âhiretin birbirini tamamlayıcı ve açıklayıcı çift olduğunu çok
duyarlı bir anlatımla idrâk perdemize aksettirmekte ve akıl denilen yol
göstericiye ışık tutmaktadır. Dikkat ettiğimizde gündüz gece ile değer
ölçüsünü bulmaktadır. O halde dünyayı âhiretsiz düşündüğümüzde onun değer
ölçüsünü ortaya koyacak ne vardır? Karşılığı bulunmayan bir mücadelenin ne
yararı vardır? Dünya bu durumda neyi ifade ediyor, ne gibi bir saadet
getiriyor? Eğer âhiret yoksa, boş bir kuruntudan başka neyi anlatır? Ama hakikat
hiç de böyle değildir. Gündüzün geceyle bağlantısı ne ise, dünyanın âhiretle
bağlantısı bir bakıma odur. Çünkü dünya âhiretle değer ve ölçüsünü bulmakta,
âhiret de onunla asıl amaç ve gaye olduğunu göstermektedir. Bu çiftleri
birbirinden ayrı düşünmek sonuea götürücü değildir ve olamaz da..
O halde yalnız dünya
sevabı istemek, yani ondaki nimetleri elde etmeyi arzulamak, yalnız gündüzün
nimetini isteyip, insanı hayat mücadelesinin cenderesinden çekip alan ve
dinlenmesini sağlayan geceyi arzu etmemek kadar anlamsız ve ölçüsüzdür. Bunun
için Kur'ân'da «Dünya sevabı da, âhiret sevabı da Allah'ın yanındadır..»
buyurularak ikisini bir arada düşünmenin gereğine ve paralel bir değerlendirme
doğrultusunda birinin diğerini tamamladığını düşünerek her birine ayrı ayrı
değer verilmesine işaret edilmektedir. [36]
Geçen âyetlerle kadın
ve yetimlerin haklarının korunması emredildi;
miras ve mehir konulan
örnek gösterilerek âdil davranılması belirtildi. Aşağıdaki âyetle, sadece kadın
ve yetim haklarının korunmasıyla yetinil-meyip her insanın hakkının
korunmasının gerekli olduğu açıklanıyor; hak ve adaletin,, kendi aleyhine veya
ana-babası, ya da yakınları aleyhine bile olsa sağlam ölçülerle ayakta
tutulması emrediliyor. [37]
135— Ey imân
edenler! Haktan yana olup adaleti sapasağlam ayakta tutun, Allah için şahitler
olun. İsterse kendinizin veya ana-babanızın, ya da yakınlarınızın aleyhine
olsun (adaletten şaşmayın); isterse onlar zengin veya fakir bulunsun.. Allah
onları (korumaJa) sizden mutlaka öndedir ve daha yeğdir. Artık hak ve adalette
(kendi) heves(iniz)e uymayın. Eğer dilinizi (hak ve adaleti yerine getirmede)
büker veya yüzçevirirseniz, (bilmiş olun ki)
Allah yaptıklarınızdan haberlidir.
Ashab-ı Kirâm'dan Huzeyfe
b. Yeman (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimiz tarafından Hayber'in ürünlerinin
vergisini toplamak ve takdir etmek üzere görevlendirilmişti. Aralarında henüz
İslâm'ın fazilet ve hakseverlik nuruyla içlerini aydınlatamıyan bazı kişiler,
rüşvet karşılığında kendilerinden yana biraz daha şefkatli davranmasını teklif
etme cesaretinde bulundular, Hz. Huzeyfe'nin bir anda rengi uçtu ve : «Size
insanların en sevgilisinden geliyorum. Beni adaletsizliğe itmek istediğiniz
için sizi de insanların en sevilmiyeni olarak görüyor ve bu acıdan sizi
maymunlarla, domuzlara benzetiyorum.» demekten kendini alamadı.
Hayberliler bu asil
davranış karşısında eridiler ve: «Doğru söylüyorsun, ya Huzeyfe! Göklerle yer
-de ancak adaletle ayakta duruyor.» diyerek özür dilediler. [38]
«Ey iman edenler!
Haktan yana olup adaleti sapasağlam ayakta tutun...»
ADALET : Doğrudan
ayrılmama. Haktan yana olma, hakkı yerine getirme, hakkı gözetme, haksızlığa
uğrayanın elinden tutup hakkını alma, haksızın karşısına çıkma, her işi ehi!
olana verme, günlük hayatı disipline edip her şeyi lâyık bulunduğu yere koyma
gibi mânaları içeren çok yönlü ve anlamlı bir terimdir. Bu bakımdan ADALET,
sosyal düzenin değer ölçüsü, hukukun ana hedefi, ülkelerin temel dayanağı,
mülkün esası, ferdin gelişen vicdanı, arınan ruhu, yükselip parlayan imânıdır.
Adaletin
gerçekleşmesinin bir ucu devlet otoritesinin ciddiyetine, yargı organlarının
tarafsızlığına dayanır, bir ucu da fertlerin faziletine, iyi eğitilmesine ve
Allah için şahit olmalarına bağlanır.
Bu ölçü ve anlamda
adaleti sapasağlam ayakta tutmak ve Allah'ın yegane âdil ve dengeleyici
bulunduğuna inanmak, aleyhimize bile olsa doğruyu ve hakkı söylemek, herhalde
peygamberlik mertebesinden sonra insanlık mertebelerinin yücesi, meleklik
mertebelerinin ilk basamağıdır. Bunun aksine bir tutum ve inanç, ilkelliğin en
aşağı tabakası, insanî vasıfları yitirmenin ilk ve son basamağıdır.
Bunun için Kur'ân'da
mübalağa ifâde eden KAVVAM sıfatı kullanılmıştır. Adaleti titizlikle, sağlam
ölçüler içinde, yılmadan, bıkmadan ayakta tutmak, insan olarak, toplum ve
millet olarak rahat ve huzur içinde yaşamamızın teminatıdır.
Ne var ki, adaleti bu
ölçüler düzeyinde ayakta tutmak, Allah için şahitler olmak, ciddi bir öğretim
ve eğitime bağlıdır. Bu da hem öğretim, hem eğitimin dünya ile âhireti, imân
ile aklı, vicdan ile maddî yararların birlikte hamur edip şekillendirilmesiyle mümkündür. Kısacası,
öğretim ve eğitimin iki yönlü olması gerekir. Sadece akıl ve zekâyı geliştiren;
vicdan ve ruhu ihmal eden bir eğitim, insanın cehaletini giderir, ama vicdan ve
ruhu geliştirmez, fazilet mayasını kalbe ve dimağa yerleştirmez. Gerçek bu
olunca, ülkede bir yandan modern eşkıya, profesyonel hırsız yetişirken, diğer
yandan başka milletleri taklit hastalığı başlar ve olumlu hiçbir sonuç elde
edilmeden kuruntulara kapılarak bu böyle sürüp gider. [39]
Adalet, toplumun
ortaklaşa hakkıdır. Ne hâkimin keyfine terkedilen basit bir araç, ne de ferdin
hevesine göre yön değiştiren bir direksiyondur. Onun özü ve mayası belli olduğu
gibi, hedef ve amacı da bellidir. Bunun için bir ülkede bütün kurumlar
lackalaşsa, yalnız adalet dağıtan yargı organları ve ilgili kuruluşlar
sapasağlam ayakta işler durumda bulunsa, rahatlıkla diyebiliriz ki, o ülke
batmaz. Bunun aksine diğer bütün kurumlar ve kuruluşlar işler durumda olsa,
yargı organları ve ilgili kuruluşları laç-kalaşsa, o ülke yıkılmaya mahkûm
olmuştur, diye düşünebiliriz.
Allah Resulü buna
işaretle buyurdu ki:
«Sizden önceki milletler;
zayıflar, sıradan insanlar suç işlediğinde cezalandırdılar; güçlüler, soylular
ve ileri gelenler suç işleyince dokunmadılar, bu yüzden yıkılıp mahvoldular.» [40]
Hırsızlık yapan soylu
bir kişi yakalanıp Peygamberin huzuruna çıkarıldığında, affedilmesi için
Peygamberin çok sevdiği Hz. Üsame'yi aracı yaptılar. Üsame tam bir saflık
içinde şefaatçi olmaya başladı. Peygamber (A.S.) Efendimizin rengi değişti ve :
«Yemin ederim ki kızım Fatıma da hırsızlık etse hiç tereddüt etmeden elini
keserim..» buyurdu sonra da yukarıdaki hadîsi ilâve etti. [41]
Kâinat da adalet
ölçülerine göre kurulmuştur. Hiçbir yanında dengesizlik yoktur. Bir
köşesindeki dengeyi bilerek veya bilmiyerek insan eli bozunca, anormal
durumlar meydana geliyor. Tıpkı fabrika artıklarının denize dökülmesi,
ormanların bilgisizce tahrip edilmesi neticesinde meydana gelen dengesizlik ve
anormal haller.. [42]
<(lsterse
kendinizin nızın ya da yakınlarınızın aleyhine olsun (adaletten şaşmayın).»
Yakınlar birbirine
şahitlikte bulunabilirler mi? Buna cevaz verildiği takdirde hakların zayi
olması, adaletin yerini bulmaması endişesi doğar mı? Bu hususta müctehit
imamların farklı görüş ve tesbitleri vardır. Biz onları özetliyelim :
a) Şafiî, Hanbelî ve Mâliki mezheplerine göre,
baba ve ananın kendi evlâdına, evlâdın kendi baba ve anasına, kardeşin kardeşe,
kan-kocanın birbirine şahitliği caiz değildir. Ancak İmam Mâlik'e göre, -nesep
konusu müstesna- âdil olduğu takdirde kardeşin kardeşe şahitliği caizdir.
Diğer bir rivayete
göre, İmam Şafiî, karı-kocanın birbirine şahitliğine cevaz vermiş, sebep olarak
da bunların aslında birbirine yabancı bulunduğunu, nikâh bağının her zaman
için kopmasının mümkün olduğunu göstermiştir.
b) El-Hasan bin Zİyad, Nahaî, Şa'bî, Kaadı
Şüreyh ve Sevrî de (a) maddesindeki görüşü benimsemişlerdir.
c) Hazret-i Ömer (R.A.)den yapılan sahih
rivayete göre, âdil oldukları kesinlik kazandığı takdirde, sözü edilenlerin
birbirine şahitliği caizdir. Ömer bin Abdülaziz'den de bu mânada rivayet sabit
olmuştur.
d) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, kocanın karısına
şahitliği kabul olunmaz. Çünkü ikisi arasında ortaklaşa menfaatler vardır.
e) Muhaddis Ebû Davud'un tesbitine göre ,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hâin olan kadın ve erkeğin, düşmanlık besleyen
kişilerin birbirlerine şahitliklerini reddetmiştir.
Bu konuda geniş bilgi
için fıkıh kitaplarındaki Şahitlik bölümüne bakılması tavsiye edilir. [43]
Geçen âyetlerle bazı
zayıf unsurların haklarının korunması emredildikten sonra toplumun temel
dayanağı, devletin varlığının değer ölçüsü sayılan adaletin sapasağlam ayakta
tutulmasının bir emr-i ilâhî olduğu açıklandı. Aleyhinize bile ofsa, haktan
sapılmaması, Allah için şahitlik yapılması buyuruldu.
Aşağıdaki âyetlerle
adalet ve haktan yana olmanın başında Allah'a imânın yer aldığı, sonra da O'nun
meleklerine, kitaplarınavepeygamberle-rine inanmanın gerektiği ve âhiret gününe
inanmanın şart olduğu açıklanıyor. Böylece hak dinlerin, aşırı tutuculuktan
sıyrılıp adaleti yansıtan bu doğrultudaki emir ve tavsiyelerinin vücut bulması
üzerinde duruluyor. Ayrıca adalet ve haktan yana olmanın çok yönlü bulunduğuna
dikkatler çekilerek semavî dinler arasında bu açıdan bir yaklaşmanın lüzumuna
işaret ediliyor. [44]
136— Ey imân edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygambere
indirdiği Kitab'a, daha önce indirdiği Kitab'a imân edin (imânınızda sabit ve
dâim kalın). Kim Allah'ı, meleklerini, kitâblarını, peygamberlerini, âhiret
gününü inkâr edip (tanımazlıkta bulunursa), gerçekten o, uzak bir sapmayla (doğru
yoldan) sapmıştır.
137— Şüphesiz ki inandıktan sonra inkâra sapanlar,
sonra imân edip yine inkâra sapanlar, sonra da inkârlarını arttıranları Allah
bağışlayacak değildir ve onları doğru yola eriştirecek de değildir.
Medineli Kitap ehli
olan mü'minlerden Abdullah b. Selâm, Esed, Üseyd, Salebe b. Kays ve arkadaşları
toplanıp Hazret-i Peygambere gelerek şöyle dediler:
— Ey Muhammedi Biz
sana, senin kitabına, Musa'ya ve Tevrat'a, ay-nr zamanda Uzeyr'e inanıyoruz.
Bunlardan başka kitap ve peygamberleri tanımıyoruz.
Bunun üzerine
Efendimiz {A.S.} onlara şu cevabı verdi:
«Allah'a, Muhammed'e
ve ondan önce indirilen bütün kitaplara, gönderilen bütün peygamberlere imân
edin..»
Yukarıdaki âyet,
Resûlüllah Efendimizin bu cevabını doğrular ve açıklar anlamda indi. [45]
Diğer bir rivayette
ise deniliyor ki:
Bu âyetler, diliyle
inanıp kalbiyle imân etmiyen ikiyüzlüler hakkında inmiştir. [46] İmam
Kurtubî'ye göre, bütün mü'minler hakkında inmiştir. İbn Abbas (R.A.) diyor ki:
«137. âyet Yahudiler
hakkında inmiştir. Onlar önce Musa'ya imân ettiler, sonra altundan buzağı
yapıp inkâra saptılar, sonra tekrar Musa'ya imân ettiler. İsâ Peygamberi
tantmıyarak küfre saptılar. Son Nebî Hazret-i Muhammed (A.S,) gönderilince bu
kez büsbütün küfürlerini artırdılar. Bu yüzden Allah onları ne bağışlar, ne de
doğru yola eriştirir.» [47]
Böylece imânla küfür
arasında bocalayıp mü'minlerle kâfirler arasında mekik dokuyan kimselerin bu
mütereddit tutumu ve düşüncesi, sağlam köklü bir imâna sahip olmadıklarını
gösterir. İmân ve İsiâmî irfanı kalbine ve vicdanına yerleştirmiyen; daha
doğrusu inanç konusunda sağlam bir temeli bulunmayanları Allah'ın bağışlaması
düşünülemez. Çünkü ilâhî kanunlar şaşmaz. [48]
Ebû Hüreyre (R.A.J
rivayet ediyor:
Peygamber (A.S.)
Efendimiz bir gün insanlar arasında bulunurken bir adam gelip şöyle sordu :
— Ey Allah'ın
Peygamberi! İmân nedir? Efendimiz ona şu cevabı verdi:
«Allah'a, meleklerine,
kitablarına, Allah'a kavuşulacağına ve peygamberlerine, âhirette dirilip
kalkacağına imân etmendir.» [49]
Diğer sahih bir
rivayette ise şu cevabı verdiği tesbit edilmiştir-. «Allah'a, meleklerine,
kitabına, O'na kavuşacağına, peygamberlerine inanman; öldükten sonra dirilip
kalkacağına ve kaderin bütününe imân etmendir.» [50]
«Kim Allah'ı,
meleklerini, kitâblarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse,
gerçekten o, uzak bir sapmayla sapmıştır.»
Kur'ân bu ve bir
önceki âyetle çok önemli bir konuyu açıklıyor: Dinde inanılması gereken
hususların hepsi bir bütünlük arzeder; onu parçalayıp bir kısmına inanmak,
diğer bir kısmını tanımamak veya beğenmemek, tamamını tanımamak ve beğenmemek
hükmünü taşır. Yahudi ve Hıristi-'yanlar da Allah'a ve kendi peygamberlerine
inanırlar, o halde onlar da Müslümanlar gibi Allah'ı biien ve imân eden
mü'minlerdir, denilebilir mi? Âyetin açık anlatımı bunu reddeder. Çünkü
Yahudiler hem Musa'dan sonra gelen birçok peygamberlere, indirilen kitaplara
ve başta İsâ Peygamber ile Muhammed Peygambere (A.S.) inanmazlar. Hem âhiret
hakkında kesinlik ifade eden bir inançları yoktur. Cennet'in ADEN denilen bölgede,
yani dünyada bulunduğunu iddia edenleri de olmuştur. Hıristiyanlar da hem
İsa'yı Allah'ın oğlu sayar, hem son Peygambere ve Kur'ân'a inanmazlar. Bu tarz
bir inanç, dini bütünlüğünden uzaklaştırıp bölmektedir. Kur'ân'da böylesine bir
inanoın değer taşımadığı hatırlatılıyor; nelere inanmanın gerektiği beş madde
halinde özetleniyor. Bunlardan birini reddetmek tümünü reddetme anlamına
gelir, hükmünü koyuyor:
1. Allah'a inanmak,
2. Meleklerine inanmak,
3. İndirdiği kitaplara inanmak,
4. Gönderdiği peygamberlere inanmak,
5. Âhiret gününe inanmak..
Bu beşi imân
çerçevesinde bir bütünlük içindedir, birini veya birkaçını kabul etmemek
tamamını reddetmek hüküm ve anlamını taşır.
Diğer âyetler ve
ilgili hadîsler «kadere imânı» bir altıncısı olarak buna bağlarlar. [51]
Son Peygambere ve son
Kitab'a imân edenlerin aşırı tutucu ve tekelci olmadıkları en az yüze yakın
âyet ve hadîsle açıklanmış ve tarih boyunca Müslümanların bu doğrultudaki
inancında bir sapma görülmemiştir. Muhammed (A.S.) Ümmeti, bugüne kadar
gönderilen bütün peygamberlere ve kitaplara inanırlar ve saygı duyarlar. Son
din ile dinlerin, son kitap ile kitapların, son nebî ile peygamberlerin tekâmül
edip son noktasına eriştiğini söyler, fakat hiçbirini inkâr etmezler.
Yahudi ve
Hıristiyanlara gelince: Kutsal Kitaplarda hâlâ kalıntılarına raslanan açık
belgelere ve verilen müjdelere rağmen, aşırı tutucu ve tekelcidirler. Ne bütün
dinlere inanır, ne de bütün peygamberleri ve kitapları kabul ederler. Bu
yüzden hak dinler arasında derin bir uçurum meydana getirmişler ve kan
dökülmesine yol açacak kadar müteaassıp dav-
ranmışlardır. İslâm
Dini, açılan bu uçurumu kapamak için en küçük bir açıklık vermemiş, ciddi bir
diyalog kurulması için her zaman bütün dinlere karşı mü'minlerin duyduğu sevgi
ve saygı bağlarını uzatmakta tereddüt etmemiştir. [52]
Konumuzu oluşturan
âyetle, imânın beş esası belirtiliyor. Altıncı esas olan «Kadere İmân», az önce
de belirttiğimiz gibi, diğer âyet ve hadîslerle açıklanmıştır. Aslında Allah'a
dosdoğru imân diğer beş şeye imânı gerek-. tiriyor. O halde Allah'a imân bu
dört, ya da beş esası içine alıyor ve bunlardan her biri bir bakıma Allah'a
imânın ölçüsünü belirliyor.
1. Varlık
âleminde gözle görebildiğimiz her şeydeki mutlak düzen, denge ve matematiksel
plân ve program Allah'ın varlığının ve birliğinin açıklayıcı belgeleri olarak
bulunuyor. Eserden müessire, sanattan sanatkâra geçişi vurguluyor; hiçbir şeyin
başıboş ve gelişigüzel yaratılmadığını sergiliyor.
Görebildiğimiz maddî
bütün eşyanın, kendiliğinden çok plânlı, dengeli, şuurlu ve hesaplı bir düzeni
meydana getirmesi" düşünülemez. Çünkü şuursuz maddenin kendinde bulunmayan
özellikleri başkasında sağlaması aklın ve mantığın reddettiği bir neticedir.
Aksi halde yaratıcı varsayılan maddenin kendinden -Ölçü ve oran kabul
etmiyeoek- üstün varlıkları yarattığı iddiası ortaya çıkar ki bu hiçbir zaman
mümkün değildir.
Görünürde en karmaşık
fakat en üstün vasıfta yaratılan insanı, herhalde ondan daha üstün bir kudret
ve zekânın yaratması gerekmez mi? İnsan beynini ve ondaki sayısız özellikleri,
hafıza gücünü düşünecek olursak, karşımıza öyle bir kudret çıkar ki, o,
maddenin ötesinde insan beyninin bütün özelliklerini en mükemmel ve sınırsız
biçimde, kıyas kabul etmiyecek bir yücelik ve anlamda kendinde taşıdığı
muhakkaktır. Çünkü ortada büyük bir plân varsa mutlaka bir planlayıcı vardır.
Bir düzen ve mükemmel uygulanan bir program varsa, mutlaka bir proğramlayıcı
vardır. Bunun aksi düşünülemez.
2. Meleklere
imân, itikatta değişmiyen ikinci esastır. Çünkü meleklere inanmıyan bir kimse
peygamberlere gönderilen ilâhî vahye de inanmıyor demektir. Sonuç bu olunca,
zincirleme diğer esasları da kökünden yıkar. Amellerin yazılmasından tut da,
kabir sualine kadar her şey alt-üst olur ve böylece sorumluluk kalkar. Âhiret
kavramı yön verici müeyyide olmaktan çıkar, bir fantezi olarak kalır.
3. Kitaplara imân, meleklerle peygamberlere
imânı da içerir. Onu reddetmek, diğer esasları temelinden yıkar. Çünkü her
esas bir diğerini tamamlayıcı mahiyettedir.
4. Peygamberlere imân, diğer inanç esaslarını da
beraberinde taşır. Beşer aklı, hayat düzenini, âhiret kavramını anlamaya
yeterli değildir. Allah ile insan arasındaki irtibatın ölçüsünü, Allah'a giden
yolun özelliğini, ibâdetin ölçü ve anlamını, ölüm, kabir ve âhiret safhalarını
ancak peygamberlerin talîmiyle öğrenebiliriz. Peygamberlik müessesesini reddetmek, diğer esasları kökünden yıkar ve
mefluç duruma getirir.
5. Âhirete imân; düzenli, disiplinli, şuurlu ve
feyizli bir hayat sürmenin plânı, sorumluluk duygusunun anahtarıdır. Dünya
hayatından amacın ne olduğunu, insan ruhunun neye namzet bulunduğunu ancak
âhirete inanmakla anlayabiliriz. Erdemlilik, iyilik severlik, yardımlaşma,
kardeşlik, sevgi, saygı ve benzeri iyi vasıflar âhirete imândan kaynaklanır,
diğer esaslarla birleşip bütünleşir. Bu bütünü reddetmek insanı çok uzak bir
sapıtmayla sapıtır. [53]
«Şüphesiz ki inandıktan
sonra inkâra sapanlar sonra imân edip yine inkara sapanlar, sonra da
inkârlarını arttıranları Allah bağışlayacak değildir ve onları doğru yola
eriştirecek de değildir.»
Ehl-i Sünnete göre,
ilim malûmata tabidir. Allah kullarını yaratıp birçok yeteneklerle donattıktan
ve kendilerine yol gösterecek, akıllarına ışık tutacak ortamı hazırladıktan
sonra onları yeryüzünde serbest bırakmıştır. Böylece insan mevcut ortam içinde
aklı ve iradesiyle başbaşadır.
Ancak ilmi, ezelle
ebed arasını kapsayıp kuşattığı için kullarının dünyada neler yapacağını,
nasıl bir yol izliyeceklerini önceden tesbit edip yazmıştır. Yazıldığı için
yapmıyoruz, yapacağımız için yazılmıştır.
İmân lezzetini lâhutî
havasıyla alamıyan, onun şuuruna erişemiyen zayıf iradeli, kısır düşünceli bazı
kişiler, imânla küfür arasında bocalayıp dururlar. Bir bakarsın namaz kılarlar,
bir de bakarsın faizi helâl sayarlar. Bir bakarsın hacca giderler, bir de
bakarsın dinin açık bir hükmünü reddederler veya küçümserler. İşte bu durumda
olanlar kendilerini bağışlatma şuuruna erişemeyincş Allah onları bağışlamaz.
Çünkü insanla Allah arasında bir imkân ve irâde sınırı var, kul o sınıra
gelmedikçe Allah ne ona yardım eder, ne de günahlarını bağışlar. İnsan doğru
yola erişme azmini kendinde taşımadıkça, Allah onu doğru yola kavuşturmaz, Hz.
Ali (R.A.) bu ayetin ışığında diyor ki: «Mürted (İslâm dininden dönen kimse)
üç defa tevbe etmeğe çağrılır, üç defa üstüste tevbe etmesi istenir.» [54]
Bu nedenle inandıktan
sonra inkâra sapan, sonra yine inanıp yine inkâra sapan ve sonra da inkârını
artıran kimse, sözü edilen sınırdan çok uzaklaşmıştır. O takdirde bağışlanması
düşünülemez! İşte Kur'ân'da bu hakikat bütün açıklığıyla gözler önünde
serilmekte ve aklımızı bu konuda da yeterince kullanmamız hatırlatılmaktadır.
Çünkü mu'cize ve keramet müstesna, Allah'ın varlık âleminde hükümran olan
kanunları şaşmadan hedefine doğru ilerler. Olaylar sebepler zincirine bağlıdır;
sebepler zinciri ise, Allah'ın kudret elinde toplanmıştır. Dilediği zaman
sebebi ortadan kaldırıp mucize veya keramet meydana getirir. Bu da
Peygamberjere ve bir de kâmil velilere has bir iltifattır, genel kaideyi
bozmaz. [55]
Yukarıdaki âyetlerle
imânın esasları açıklandıktan sonra münafıkların durumuna değinildi, imânla
küfür arasında bocaladıkları belirtildi. Bu arada insanlar hakkında konulan
Sünnetullah'a dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle
dönüş yapmadıkları takdirde münafıklar-için hazırlanan elem verici azâbdan söz
ediliyor. Mü'minleri bırakıp inkarcı maddecileri, Allah'a ortak koşanları dost
edinenlerle, dostluk kurulmaması hatırlatılıyor. Allah'ın âyetlerinin alaya
alındığı toplantıları mü'minlerin derhal terketmesi emrediliyor. [56]
138— Münafıkları, kendilerine elem verici bir azap
ile müjdele.
139— Onlar ki, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost
edinirler; şeref ve üstünlüğü onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz ki bütün
şeref ve üstünlük Allah'a aittir,
140— Gerçekten O size Kitap'ta, Allah'ın
âyetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını işittiğiniz zaman artık
onların yanında oturmayın, tâ ki başka bir konuşmaya dalsınlar, yoksa siz de
onların bir benzeri olursunuz, diye indirmiştir. Allah elbette münafıklarla
kâfirlerin hepsini Cehen-nem'de toplayıp bir araya getiricidir.
Daha önce Mekke'de
Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiği veya alaya alındığı toplantılarda
oturulmaması hakkında şu âyet inmişti: «Âyetlerimize (alaylı bir tavırla,
saygısızca) dalanları gördüğün zaman, başka bir söze dalıncaya kadar onlardan
yüzçevir. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlim kavm
ile beraber oturma.» [57]
Medine'de İslâm'ın
cihanı aydınlatacak nuru, gücünü ve kudretini gün geçtikçe artırıyor, tesir
alanını genişletiyordu. O yüzden başta Yahudiler olmak üzere bir takım
münafıklar çıkarlarının tehlikeye girdiğini görünce, İslâm'ı ve onun Kitabı
Kur'ân'ı küçük düşürme, kalbler üzerindeki tesirini giderme babında kesif bir
faaliyete başladılar. Yer yer toplantılar yapıp mü'minlerden bazı şahısları
çağırarak Allah'ın âyetlerini alaya aldılar, işin sanıldığı kadar kutsal
olmadığını anlatmaya ve bunu sürdürmeye çalıştılar. Basit mantıkî yollarla
mü'minlerin itikadını sarsmaya yönelen bu faaliyeti durdurmak gerekiyordu. Bu
arada zayıf iradeli kişilerden küfürle imân arasında bocalayanlar da eksik
değildi. Hem onları uyarmak, hem mü'minleri bu gibi yanıltıcı dedikodulardan
uzak tutup asıl hizmete yöneltmek için yukarıdaki âyetler ikinci bir uyarı
mahiyetinde indi. [58]
«Kim şeref, üstünlük
ve övünülecek şeyleri arzulayarak kâfirlerden dokuz babasına intisapta
bulunursa (onlara bağlılığını övünerek ortaya korsa), Cehennem'de onların
onuncusu olarak bulunacaktır.» [59]
«Münafığa, efendimiz,
büyüğümüz! demeyin. Cidden onu efendi sayarsanız, sonra Rabbinizi
öfkelendirmiş olursunuz.» [60]
«Kişi imânın katıksız
ölçüsüne ve kemal mertebesinde bulunanına erişemez, şaka ve yalanı
terketmedikçe ve haklı da olsa tartışma ve iddialaşmayı bırakmadıkça..» [61]
«Dünyada ikiyüzlü
olan, kıyamet günü, ateşten iki yüzü bulunduğu halde gelir.» [62]
«Şu dünyada kimin iki
dili varsa, Allah kıyamet günü ona ateşten iki dil verecektir.» [63]
«Onlar ki, mü'minleri
b.ra Ay kıp kâfirleri dost edinirler...»
Maddeci, inkarcı
grubun bütün uğraşısı dünyalıktır; bütün kaygusu midesi ve şehvetidir. Himmet
ve gayretlerini bu ikisinin gerçekleşmesi uğruna harcar, az-çok başarılı da
olurlar. Onların bu durumu ve dünyalıktan yana başarılı olması, imân ve irfanı
zayıf mü'minlerde aşağılık duygusu doğurur ve çok geçmeden üstünlük, şeref,
itibar ve başarıyı onların düşünce doğrultusunda aramaya başlarlar.
Böylece bir kültür
emperyalizmi başgösterir; yetişmekte olan genç kuşağı bir ahtapot gibi güçlü
kollarının arastna alıp benliğinden ve millî kültüründen uzaklaştırır.
Kur'ân, İslâm'ın ilk
yıllarında dinî kültürü yeterince almamış münafıkların, çok geçmeden
Yahudîlerin dünyalıktan yana sağladıkları maddî imkânları görünce küfrün kesif
propagandasına kulak verip kendilerini iyice kaptırma bedbahtlığına
uğradıklarını misal verirken bugün de değişik ambalaj, değişik metotla
İslâm'ın karşısına çıkan materyalistlerle Haçlı zih-niyetindekilerin, dinî ve
millî eğitim ve kültürden mahrum yetişen Müslümanları tesir alanlarına çekip
almakta başarılı olabileceklerine dikkatleri çekiyor.
Bu ve benzen akımların
etkisinden kurtulmanın çaresi nedir? Hastalığa teşhis konulmuştur; ama bunun
tedavisi ve ilâcı nedir?
Kur'ân ve Hadîsler,
aynı zamanda Hazret-i Peygamberin uyguladığı metotlar birbirini tamamlayıcı
anlamda üç madde halinde bunun tedavisini
belirlemişlerdir:
1. Önce köklü bir eğitim, sonra da dinî ve millî
kültürü yaygınlaştırmak. Çünkü mü'minlerin tezini ancak sözü edilen eğitim ve
kültür hazırlar. Antitezin tesirinden ancak böyle bir tez ile kurtulmak
mümkündür,
2. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın
ölecekmiş gibi âhiret için bilinçli, sistemli ve akılcı yollarla çalışmak.
Çünkü İslâm bu iki hayatın paralel yürütülmesini emrederken mü'minlerin
dünyalık yönünden de çok güçlü ve başarılı olmasını amaç edinmiştir.
3. İnkarcıları, İslâm'a ve millî değerlere karşı
olanları gönülden dost edinmemek. Küfür
ve haramın sergilendiği toplantılara katılmamak, her yerde İslâm'ın
insanlık dini olarak, insanlığın yaratıhşındaki yüceliğe
eşdeğerde emir ve yasaklarla donatılarak gönderildiğini söz ve davranışlarımızla
isbat etmek. Zira mü'min başkalarına uymaz, inkarcılara, ahlâksızlara, uydu
olmaz; başkaları mü'mine uyar ve onu örnek edinirler. [64]
Büyük dâvaların
gerçekleşmesi, amacına ulaşabilmesi nasıl büyük himmetler, üstün gayretler,
fedakârlık ve ferağat-i nefs istiyorsa, başarıya ulaşmaması için de önünde
büyük ve güçlü düşmanlarının pusu kurduğunu unutmamak gerekir. Her devirde
düşmanın gücü ve fesadı, davanın büyüklüğü ve yüceiiğiyle orantılı olmuş, aynı
zamanda davadan yana olanların himmet ve gayretinin de dâvaya orantılı
bulunması lüzumu hissedilmiştir.
Küçük himmetler, büyük
İdealleri gerçekleştiremez. Büyük idealler küçük çaptaki karşıt görüşlerle
hedefinden saptırılamaz.
Mekke'de Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin cihan çapında ortaya koyduğu yüce dâvanın nasıl büyük bir
tepkiyle karşılaştığı bunun en açık örneklerinden biri değil midir?
O halde hem Müslüman
olduğunu iddia etmek, hem maddecilerle inkarcılarla dost olup onlar nezdinde
şeref, itibar ve üstünlük aramak; hem İslâm'ın insan hayatını en mükemmel
ölçüde düzenleyen bir din olduğunu söylemek, hem İslâm'ın alaya alındığı,
ibâdet kuralları küçümsendiği toplantılara katılmak, nifakın ilk ve son
belirtisi, münafıklar düzeyine gelmenin açık alâmetidir.
Hz. Peygamber (A.S.)
değil bu meclislerde oturmayı, içki içilen, haram işlenen toplantılarda
oturmayı kesinlikle yasaklamış; Müslümanın başkalarına uymayacağını,
başkalarının ona uyması gerektiğini ve bunun için de Müslümanın her yerde güzel
model ve örnekler sergilemesinin di-'nî bir hizmet bulunduğunu birçok
hadîsleriyle açıklamıştır. Çünkü küfre rıza küfür sayıldığı gibi, günaha
rızanın da günah olduğu kabul edilmiştir.
Günümüzdeki
Müslümanların çoğunun bu tür günah dolu toplantılara ve meclislere katılma
zaafı vardır. Yapılan düğünler, nikâh merasimleri, balolar, Müslümanların bir kısmının
inkarcılardan farklı bir tutum
ve anlayış içinde olmadığını göstermektedir.
Sebebi açıktır:
Yukarıda belirtildiği gibi, köklü bir dinî ve millî eğitim ve bu doğrultuda
geniş bir kültür verilmediği devirlerde, İslâm ülkelerinde bu kabil manzaralara
sık sık raslanmıştır. Eğitimsizlik yüzünden Müslümanların çoğunun, dünya ile
âhireti paralel yürütme bilgi ve şuurundan bazı dönemlerde mahrum yetiştikleri
bir gerçektir. Bu yüzden gayr-i müslim-leri dost edinmekte bir sakınca
görmemişlerdir. [65]
Yukarıdaki âyetlerle
dinin beşer hayatındaki olumlu tesirlerini farke-demiyen veya böyle bir eğitim
görmeyen zayıf iradeli kişilerin çok geçmeden imanla küfür arasında
bocalayacağına işaret edildi. İnkarcılardan dost edinilmemesi hususunda
uyarılar yapıldı. Aşağıdaki âyetlerle bu duruma düşen münafıkların, mü'minlerin
sonunun bir felâketle noktalanacağı günü sabırsızlıkla bekledikleri
belirtiliyor. Günün şartlarına ve ortamin havasına göre, onların hem
mü'minlerden yana, hem inkarcılardan yana olduklarını, bir takım yapmacık söz
ve hareketlerle göstermeye çalışacaktan söz konusu ediliyor. Mü'minlerin
yeryüzünden silinmiyeceği, kıyamete kadar bu yüce dâvaya sahip çıkanların
bulunacağı hatırlatılıyor. [66]
141— (Öyle münafıklar ki), sizi gözleyip
duruyorlar (sonunuzun nereye varacağını bekliyorlar). Size Allah'tan bir zafer
kapısı açılırsa, «sizinle beraber değil miydik?» derler. Kâfirlere (zaferden
yana) bir pay çıkarsa, «size yardım edip üstün gelmenizi sağlamadık mı,
mü'minlerden size dokunacak (zararı) engellemedik mi?» derler. Artık Allah
kıyamet günü aranızda hükmedecek ve Allah elbette mü'minler aleyhine kâfirlere
bir yol ver-miyecektir.
142— Münafıklar Allah'a karşı düzenbazlıkta
bulunmak isterler; Allah onların düzen ve oyununu boşa çıkarıp başlarına
geçirir. Onlar namaza kalkınca üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş
yaparlar; Allah'ı pek az anarlar.
143— Onlar (küfürle imân) arasında bocalayıp
dururlar; ne bunlara, ne onlara (bağlanırlar). Allah kimi doğru yoldan saptırıp
şaşırtırsa, artık sen ona elbette bir yol bulamazsın.
«islâm yücelir, onun
üzerine (üstünlük sağlanarak) yücelinmez.» [67]
«Münafıkın durumu, iki
koç arasında tereddüt edip hangisine uyup gideceğini şaşıran koyuna benzer.» [68]
«Münafıklar üzerine
namazların en ağır geleni, yatsı namazı ife sabah namazıdır.» [69]
«Kim halkın gördüğü
yerde namazı gayet güzel kılar, yalnız başına kaldığında rasgele kırık dökük
kılarsa, bu bir küçümsemedir ki onunla, Rabbini de küçümsemiş sayılır.» [70]
O"an elbette
mü'minler aleyhine kâfirlere bîr yol vermiyecektir.»
Bu cümle üzerinde çok
yönlü yorumlar yapılmış ve bir takım rivayetlere de yer verilerek
açıklanmasına çalışılmıştır. İlim adamlarımızın çoğu bunu, İslâm Dinini her
devirde savunanların bulunacağı ve ehliyetini kaybeden milletlerden bu yüce
emanetin alınıp ehi! olan başka milletlere verileceği; ehil olmaya lâyık
görülen milletler de dinin gereği ile amel edip onun hayat damarlarını işler
hale getirdikleri, İslâm kültürünü yaygınlaş-tırıp onu ciddi bir eğitim konusu
edindikleri sürece ehliyetlerinin devam edeceği şeklinde yorumlamışlardır.
Bütün bu yorum ve
rivayetlerden de yararlanarak âyetin üç önemli gerçeği -büyük bir umut havası
estirerek- yansıttığını söyleyebiliriz:
1. Hak
-görünüşte yenilgiye uğramış olsa bile- her yerde ve her zaman üstündür. Dış
kabuğuyla olaylar değerlendirilerek İslâm'ın mağlûp olduğu sanılsa bile,
hakikatte, bu yenilgiyle güç kazanıp toparlama devresine ve bütün güçlerini
kanalize etme basiretine erişmiş olur. Tez-an-titez mücadelesinin tabii
sonuçlarından biri de budur. Etki-tepki meselesini bu konuda daha açık biçim
ve anlamda görmek her zaman için mümkün olmuştur. Diğer bir deyimle İslâm
başlıbaşına bir tez, küfür ise antitezdir. Bu iki karşıt görüşün sürtüşüp
tartışması bir bakıma tezin güç kazanması ve hakikatin anlaşılması bakımından
şarttır. Çünkü bir fikir, bir inanç, bir ideal veya doktrin çevre bulamadığı,
karşıt görüşlerle yüzyüze gelmediği takdirde doğduğu gibi ölmeye mahkûmdur.
O halde İslâm'ın zaman
zaman yenilgiye uğramış gibi görünmesi, hakikatte zafere kapı açmasının
başlangıcıdır. Mekke'deki mü'minlerin Habeşistan'a, Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin Medine'ye hicretleri ilk bakışta bir yenilginin, aczin ve
yılgınlığın tabii sonucu gibi sanılır, fakat önündeki olaylarla, eriştiği
neticeyle değerlendirildiğinde, fethin en güçlü adımı, başarının kapanmayan yolu
olduğu anlaşılır. Hudeybiye anlaşması da bunun tipik örneklerinden biri değil
midir? İslâm'ın aleyhineymış gibi görünen anlaşmanın birçok maddeleri aslında
Mekke'yi fethetmenin en güçlü anahtarını oluşturuyordu.
2. Karşıt görüşlerin ve inançların çarpışmasında
haktan yana olanın üstün geleceğinde hiç şüphe yoktur. Yeter ki hakkı temsil
edenler ona lâyık olma basîret ve gayreti, bilgi ve enerjisi içinde
bulunsunlar.. Bâtıl ve küfür iddiasını veya idealinin üstünlüğünü isbatta
er-geç acze düşer. Hak -kabul edilmese bile- haklı bulunduğunu ortaya-koymakta
zorluk çekmez.
Bâtılın ve küfrün her
saldırısı, hakkın güçlenmesini hızlandırır; taraf-dar ve savunucularının daha
şuurlu ve metotlu çalışmasına bir bakıma yardımcı olur.
3. İslâm'ı diğer bir deyimle Hakkı
ortadan kaldırmaya hiç kimsenin gücü yetmiyecektir. Allah bu büyük
emaneti -insanlıktan yana- lâyık olan milletlere devrederek kıyamete kadar
varlığını koruyacaktır.
Tekrar edelim ki,
küfür ve inadın, İnkâr ve şarlatanlığın her saldırısı İslâm'ın güçlenmesini;
her kurşunu. Nübüvvet bahçesinde bir gülün daha yeşermesini; her herzesi,
Kur'ân'ın daha iyi anlaşılmasını sağlamaya yönelik bir itme gücü meydana
getirir. Etki, tepkiye yol açar; etkinin şiddeti oranında tepki meydana gelir.
Tarihte İslâm ülkelerinde bunun sayılmıya-cak kadar örnek ve modelleri vardır.
Yeter ki görebilen gözler, anlayabilen kalbler, idrâk edebilen kafalar
bulunsun.. [71]
Kur'ân burada dış
görünüşüyle eş anlamda, fakat taraflara nisbetle çok farklı anlamlar taşıyan
iki deyim üzerinde durmuş ve bu hususta aklımızı kullanmamız için bize ipucu
vermiştir: FETİH ve NASÎB.. Savaşta
üstünlük sağlamayı,
ülkelerin kapılarını açıp hakkın sesini Allah kullarına duyurmayı mü'minlerden
yana FETİH deyimiyle, yine savaşta üstünlük sağlayıp zafere erişmeyi
kâfirlerden yana NASÎB (pay) tabiriyle anmıştır. Müfessirlerimizden bir kısmı
bu hikmeti anlayarak yorumda bulunmuşlardır. Biz bütün yorumları hamur edip
bir komprime haline sokmak istiyoruz:
Fetih : Toprak kavgası,
ekmek dâvası değil; tuğyanı durdurmak, hakkın sesini duyurmak, düşmanın
İslâm'ın ve insanlığın aleyhine güçlenmesini önlemek; tek kelimeyle Allah'ın
mülkünde Allah isminin anılmasını sağlamak, O isim daha yüce olsun dîye bâtılın
beynini parçalamak niyetiyle yapılan savaş ve elde edilen olumlu sonuçtur.
Buna hakkın zaferi de diyebiliriz. Bu durumda zaferle birlikte göklerin de
kapıları açılır, ilâhî yardım ve rahmet mü'minlerden, yani gazilerden yana
inmeye başlar, böylece mü'minlerin kalbi hakka iyice yatışır, O'na hamdederek
kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu dile getirip tam bir teslimiyete
bürünülür.
Nasîb: Toprak kavgası,
ekmek dâvası, diğer bir yönüyle hakkı ortadan kaldırma taarruzudur. Amaç Allah
değil, hakkın üstünlüğünü, bâtılın çürüklüğünü ortaya koymak değil, dünyalık
elde etmek, başka insanları köle edinmek, milyonlarca insanın hakkına tecavüz
edip sömürmektir. Bu niyetle yapılan savaşta küfür ve bâtıl üstünlük sağladığı
takdirde bu bir fetih değil, dünyalıktan bir nasîb (pay) elde etmektir. Kutsal
hiçbir yanı ve yönü yoktur. [72]
«İnsanlara gösteriş
yaparlar.»
İmâna musallat olan
iki ayrı hastalık var; biri maddî, diğeri mânevi. Her ikisinin de mikrobu
kemirici ve öldürücüdür. Gerçi imân gibi pahası biçilemiyen yüksek değerdeki
bir cevherin düşmanı çoktur; ama önde gelen ve salgın halinde olan bu iki
düşman anılmaya değer görülmüştür. Birincisi dünyalığa aşırı derecede
tutkunluk; ikincisi gösteriştir.
Sözü edilen bu iki
hastalığı doğuran mikroplar yok edilmediği, hiç olmazsa tesirsiz hale
getirilmediği takdirde, kısa zamanda imâm, imânla birlikte vicdanı ve ruhu
kemirip bitkin hale getirebilir.
Kur'ân konumuzla
ilgili âyetle ikinci hastalığa dokunarak çok ibretli bir tablo sergilemektedir.
Gösteriş için en uygun vasat, şüphesiz ki imânla küfür, dünya ile âhiret
arasında bocalamaktır. Kişi bu ortama sürüklendi-diği takdirde gösteriş
hastalığı başlar. Allah'ın yardımı erişmiyecek olursa, onu küfre kadar, en
azından gizli şirke kadar götürür.
Maddî, yani dünyalıkla
ilgili çıkarlar kesilip umutlar iyice zayıflayınca artık ne imân kalır, ne de
gösteriş. Oünkü şeytan arzuladığı sonuca ulaşabilmiştir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz devrindeki münafıkların çoğunun akibe-ti böyle bir hüsranla
noktalanmıştır. [73]
Geçen âyetlerle
münafıkların imanla küfür arasında bocaladıkları, dosdoğru bir tarafın adamları
olamadıkları belirtildi. Her iki tarafa yaranma gayreti içinde bulundukları,
.böylece Allah'a ve O'nun Peygamberine karşı düzenbazlığa kalkıştıkları,
Allah'ın da onların hile ve düzenini başlarına geçireceği hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
inkarcılarla münafıkların mü'minlere hiçbir zaman samimi dost olamıyacaklarına
dikkatler çekiliyor; Müslümanların mü'minleri bırakıp kâfirleri dost
edinmemeleri emrediliyor. Aksi halde kendi aleyhlerine açık delil
hazırlıyacakları uyarılıyor. Ancak kâfir ve münafıklardan tevbe edip
durumlarını İslâm ve imân doğrultusunda düzeltenler müstesnadır, buyurularak,
tevbe kapısının her zaman açık bulunduğuna işaret ediliyor. [74]
144— Ey imân edenler! Mü'minleri bırakıp kâfirleri
dost edinmeyin, (onları başınıza geçirmeyin). Yoksa Allah'a kendi aleyhinizde
açık bir belge mi vermek istiyorsunuz?
145— Şüphesiz ki münafıklar Cehennemin en aşağı
tabakasındadır-lar, onlara herhalde bir yardımcı da bulamazsın.
146— Ancak tevbe edip durumlarını (düşünce ve
davranışlarını) düzeltip Allah'a sarılanlar ve dinlerini gösterişten uzak,
Allah için katıksız ve saf tutanlar müstesna... İşte bunlar mü'minlerle
beraberdirler; mü'minlere ise, Allah büyük mükâfat verecektir.
147— siz şükredip inanırsanız Aflah size neden
azap etsin? Allah şükredenin ecrini verendir ve (onların şükrünü) bilendir.
Ensardan birkaç kişi
eski alışkanlıkları nedeniyle Medine'deki Beni Nadîr ve Beni Kurayze
Yahudileriyle dostluklarını sürdürüyorlardı. Onların bu tutumu hem kendilerinde
bir eziklik meydana getiriyor, hem Mekke'-
den hicret edip gelen
Muhacirleri üzüyordu. Ansar işin iyice farkına varınca Resûlüllah (A.S.)
Efendimize gelerek sordular: «Kimleri dost ve sırdaş edinelim?» Resûlüllah
(A.S.) onlara : «Muhacirleri...» buyurdu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler
indi. [75]
«Üç şey kimde
bulunursa, imânını kemâle erdirmiş olur: Allah yolunda bulunup kınayanın
kınamasından endişe duymaz. Yaptığı hiçbir ameliyle gösterişte bulunmaz. Biri
dünya, diğeri âhiretle ilgili iki durum kendisine arzedilrnce, âhiretle ilgili
olanını seçer.» [76]
<<Ev iman edenler!
Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin.»
Başta Bakara, Âl-i
İmrân, Nisa, Mâide olmak üzere birçok sûrelerde bu anlamda ilâhî uyarılar
tekrarlanmıştır. Çünkü İslâm'a göre, küfür -cinsi ve türü ne olursa olsun- tek
bir millettir. Mü'minlerin dostu ve sırdaşı ise, ancak mü'minlerdir. İnanç ve ideal
birliği içinde olmayanların, yani farklı inanç ve ideal sahiplerinin anlaşıp
kaynaşması, dost olup samimi an?-lamda sevişmesi mümkün değildir. Mevlânâ'nın
deyimiyle, dostluk kurabilmeleri için aralarında ORTAKLAŞA KADER'in bulunması
gerekir.
İnsan psikolojisi bu
ya, kendi inanp doğrultusunda adam arar ve ancak onlarla kader birliği
sağlayabilir. Karga ile bülbülün uyum içinde dostluk kurdukları görülmüş
müdür? Biri leşe, diğeri güle-çimene konar.
Olaylar her zaman bu
psikolojik ölçü ve anlam doğrultusunda kendini hissettirmiştir. Savaş ve
benzeri felâketlerde daha çok aynı inanç ve ülküye sahip olanlar birbirine
ciddi biçimde yardım edebilmişlerdir. Haçlı Seferleri bunun açık örneklerinden
biridir. İstiklâl Mücadelemiz ise, bu gerçeği bir kez daha kanıtlamış, Allah'a
dosdoğru inanan saf ve temiz Anadolu evlâdı birleşip bütünleşerek yıkılmaz ve
yenilmez bir kale halini almıştır. Ermeniler ve diğer azınlıklar tarih boyunca
Müslüman Türklerin gösterdiği hoşgörü ve insancıl davranışa karşılık çoğu zaman
ihanetle cevap vermişlerdir.
İşte Kur'ân insan
ruhunun derinliğinde kök salıp, az-çok özü ve mayası bulunan bu anlayış ve
karakterin, inanç değişmedikçe değişmesinin söz konusu olamıyacağına işaret
ediyor. Böylelerini, mü'minler kafilesine samimi olarak katılmadıkları, yani
Allah'a ve Peygamberine dosdoğru inanmadıkları sürece Müslümanların dost
edinmemelerini emrediyor.
İç yapısıyla Yahudi,
dış yapısıyla Müslüman görünen Fatih'in özel doktoru Yakob'un bunca nîmetlere
ve iyiliklere rağmen sonunda ortaya koyduğu ihanet tablosu herkesin malûmudur.
Osmanlı saraylarında ruhen gayr-i müslim olan kadınların çevirdikleri ihanet
dolapları ve entrikalar koca imparatorluğa çok pahalıya malolmuştur.
Görülüyor ki, insan
psikolojisini ve milletlerin asıl yapısını herkesten çok daha iyi bilen Allah,
mü'minlerin İslâm'ın hayat veren gölgesi altında toplanmalarını,
toparlanmalarını,birbirlerinin derdini dert edinmelerini, meselelerini tek
mesele haline getirmelerini ve Allah için dostluk kurmalarını emrediyor. Yol
budur, başkası boş ve anlamsızdır.
Şüphesiz ki bunun
yararı sadece bize aittir. Aksine bir tutum içinde olmanın zararı da hepimize
dokunur, Allah ancak hakkı söyler.
Furkan sûresinde,
mü'minlerden başkasını dost edinenlerin akıbeti sergilenirken şöyle buyurulmuştur:
«O gün zâlim zorba,
ellerini ısırıp «keşke Peygamberle beraber bir yol tutsaydım!» diyecek. Eyvah,
yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edjnmeseydim. And olsun ki bana Kur'ân
geldikten sonra o dost (dediğim kimse) beni saptırdı...» [77]
«Şüphesiz ki
münafıklar Ce-hennem'in en aşağı tabakasmdadirlar..»
İslâm için, açıktan
inkâr içinde bulunanlardan fazla içi küfür dolu, ama dış görünüşüyle müslüman
geçinenler daha tehlikeli ve daha zararlıdırlar. Kâfirler, parçalayıcı düşman
olduklarını gizlemiyorlar, kendilerinin her zaman kurt oldukları belli.
Münafık ise kurt olduğunu gizleyip, kuzu postuna bürünerek yaklaşıyor. Birinin
rengi, inancı az-çok düşünce ve tutumu belli, diğerinin ise, ne zaman
saldıracağı, kimi ne zaman nasıl ısıracağı meçhul..
Ceza ise amelin
cinsindendir. Münafığın tahribatı, küfrünü ortaya açıktan koyanın tahribatını
çok gerilerde bıraktığından ve ruhî yapısıyla kâfirden daha bayağı
bulunduğundan Cehennem'deki yeri en aşağı tabakadadır. Dinde samimiyetsizliğin
eezâsı ancak böyle olur. [78]
«Ancak tevbe edip
durumlarını düzeltip Allah'a sarılanlar ve dinlerini gösterişten uzak, Allah
için katıksız ve saf tutanlar müstesna..»
Belirtildiği gibi
dinde ve dindarlıkta samimiyetsizlik, günahların en çirkini, yalancılık ve
düzenbazlığın en fenasıdır. Bu yüzden ikiyüzlülere, diğer bir deyimle
münafıklara verilecek ceza o nisbette şiddetli olacaktır. Ancak ölmeden önce
kendini toparlayıp münafıklığın Allah'a yaklaştırıcı olmadığını, bilakis her an
uzaklaştırıcı ve felâketin eşiğine sürükleyici bulunduğunu anlar da imânını
tazeleyip tevbe ve istiğfarda bulunursa, elbette ki Allah çok bağışlayan ve
çok merhamet edendir. Çünkü amaç insanları kahretmek değil, onları doğruya,
iyiye, güzele, fazilet ve hakseverliğe götürmek ve sonu gelmiyen bir saadete
eriştirmektir. Günahkâr tevbe ettiği, kâfir küfründen ayrılıp dosdoğru imân
ettiği takdirde, Allah'ın onları kabul edeceğinde şüphe yoktur. Tevbe kapısı
kıyamete kadar açıktır. [79]
«Siz şükredip
inanırsanız, Allah size neden azap etsin?»
ŞÜKÜR ; Sunulan nimete
ve yapılan iyiliğe karşılık kıymet bilirliği söz ve davranışlarla ifade etmek
duygusudur. Hele bu nimet ve iyilik en yüce kudret sahibi Allah'tan gelmişse,
O'nun hem kudreti hem de merhameti karşısında tam bir mahviyet duygusu içinde
teslimiyet göstermek, şükrün en güzeli ve en anlamlısıdır.
Hayvanlar bile ekmek
yediği kapıya nankörlük etmez, her vesileyle sadakatlerini açığa vururlar.
İnsanlardan bir kısmı kendilerine sunulan bunca nîmet ve iyilikler karşısında
kör ve sağır durmaktadır. Bir lokma skmeğin nasıl da sistemli, düzenli
hizmetlerin ürünü bulunduğunu bir türlü anlayamamakta ve böylece nankörlüğün
en kötüsünü ortaya koymaktadır. Bir lokma ekmeği yiyebilmemiz için, bulutlar,
hava ve güneş, ay ve geçe-gündüz, toprak ve ziraatçı, öküz ve traktör, arabacı
ve fırıncı, para kazanan ve onu hazırlayanlar hep hizmette bulunmuşlardır. O
lokma ekmeği, şükrünü yerine getirmeden yemek büyük bir gaflet değil midir?
Ne \/ar ki bütün
bunları idrâk edebilmek, ciddi bir eğitime bağlıdır. Çünkü canlılar arasında en
çok eğitilmeye muhtaç olanı insandır ve eğitilmesi en zor olanı da odur. Hiç
bir makina ve elektronik cihaz insana insan kadar yararlı olamaz. Önemli olan,
toplumu bu düzeye getirmek, eğitme bilgi ve gücüne, teerübe ve yeteneğine
sahip olanları hizmete sevket-mektir. Böyle bir eğitim sisteminin işler hale
gelmesi de Allah'a şükrün ifadesi sayılır.
Allah tarafından insan
olarak yaratılmamızın nasıl bir inayet ve lütuf olduğunu bir yana bırakalım da
bizim yararımıza sunduğu Kitap ve Peygamberin ve kendini bize tanıtmada
sergilediği açık belgelerin ne kadar yüksek birer nimet ve ihsan olduğunu
görmemek, anlamamak, felâket ve saadetin ne yanda bulunduğunu idrâk etmemek
demektir.
Allah'ın ne kitaba, ne
peygambere, ne ibâdet edilmeğe, ne de şükre ve övgüye ihtiyacı vardır. Bütün
bunlar biz insanların yararına hazırlanıp imkân alanına gönderilmiştir. Kendi
yaratılışımızdaki baş döndürücü sanatın nasıl bir plânla vücut bulduğunu görüp
anlıyamıyorsak, diğer nîmet ve lütuf lan nasıl görebiliriz? Çünkü ilk adımda
körlük, sağırlık ve şuursuzluk başlamıştır.
Böylesine nankör
denir. Önce kendine yazık etmiştir. Çünkü bulunduğu dünya çiftliğinin asıl
sahibini tanımamak hiçbir yanıyla mazur gösterilemez. Allah'ın mülkünde, O'nun
nimetleriyle varlığını sürdüren, her an O'na muhtaç durumda bulunan kimse,
mülkün asıl sahibini tanımak ve bilmek zorundadır. Bu hakikati idrâk eden
insan, her an Yaratanına şükrediyor, demektir. Allah ise şükreden kuluna azap
etmez. [80]
Geçen âyetlerle
mü'minlerin birbirine yaklaşmaları, birbirlerini dost edinmeleri emredildi.
Gayr-i müslimlerin, münafık ve yozmuşların dost edinilmemesi tenbih edildi. Bu
idrâk içinde bulunan mü'minlerin Allah'a şükretmelerinin gereği belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle Allah için dostluk kuranların birbirine karşı terbiye,
nezaket ve nezahetle davranmalarına temas ediliyor. Kusursuz insan
olamıyaoağına göre, mü'minlerin birbirlerinin kusurlarını bağışlamalarının
imânlarına yakışan bir fazîlet örneği bulunduğu hatırlatılıyor. [81]
148— Allah kötü sözün açıkça söylenmesini (hiç)
sevmez. Meğerki söyleyen haksızlığa uğramış bulunsun, (o takdirde zâlimin
zulmünü anlatabilir). Allah her şeyi işiten ve görendir.
149— Bir hayrı (iyiliği) açığa vurur veya gizli
tutar veya bir kötülüğü affederseniz, Allah muhakkak çok affedendir, gücü her
şeye yetendir.
Sahih rivayetlere
göre, Peygamber (A.S.) Efendimizin de hazır bulunduğu bir mecliste yontulmamış
bir adam Hazret-i Ebubekir'e (R,A.) ağır söz söyledi. Ebubekir (R.A.) sesini
çıkarmadı. Adam hakaretini ikinci ve üçüncü defa tekrarlayınca Ebubekir (R.A.)
dayanamıyarak karşılık verdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz kalkıp
toplantıyı terketti. Ebubekir (R,A.) yaptığı hatayı anlayarak koştu ve :
— Ey Allah'ın Peygamberi! O adam bana birkaç
defa ağır söz söyledi, sesinizi çıkarmadınız. Ben karşılık verince, toplantıyı
terkettiniz, neden? diye sordu.
Allah Resulü şu cevabı
verdi:
— A Ebubekir! O sana ağır söz söylediğinde bir
melek inip onu cevaplandırıyordu. Sen karşılık verince, melek ayrılıp gitti,
şeytan içeri girdi. O sebeple toplantıyı terkettim.
Az sonra yukarıdaki
âyetler indi. [82]
Hz. Âişe (R.A.)nin bir
eşyası çalınmıştı; bu yüzden hırsıza beddua etti. Bunu işiten Hazret-i
Peygamber {A.S.) üzüldü ve : «Ya Âişe! ona beddua etme» diye buyurdu. [83]
Bir adam Peygamberimiz
(A.S.) Efendimize gelerek dedi ki:
— Ya Resûlellah! Komşumuz bize cok eziyet ediyor;
ne yapmamızı emredersin?
Resûlüllah Efendimiz
ona şunu tavsiye etti:
— Git de evin bütün eşyasını sokağa taşı ve
çoluk çocuğunla sokak ortasında otur.
Adam sebebini sormaya
gerek duymadan gitti, yapılan tavsiyeyi aynen yerine getirdi. Sokaktan gecenler
bu manzarayı görünce ister istemez sebebini sorduklarında, «Komşumun eziyetine
dayanamadık, sokağa taşınmak zorunda kaldık!.» diye cevap vermesi, halkı da
fazlasiyle üzdü ve «öyle komşuya lanet olsun..» dediler. Her geçen o komşuyu
hem kınadı, hem de lanetledi. Kötü komşu, yaptığı kötülüğün neler doğurduğunu
görünce pişmanlık duydu, aynı zamanda kendisinden utandı ve gelip özür
dileyerek, sokaktaki komşusunun eşyasını yine evlerine taşınmasını sağladf.
Bir daha eziyette bulunmamaya söz verdi. [84]
«Sadaka hiçbir mala
noksanlık vermez. Affeden kulun Allah şeref ve itibarını artırır. Kim de Allah
için alçak gönüllü davranırsa, Allah onu yükseltir.» [85]
«Günaha dalıp gayr-i
ahlâki yolda yürüyerek (zararlı hale gelen) fâ-siki ve ondaki kötülükleri an
ki, halk ondan sakınıp korunabilsin.» [86]
«Allah kötü sözün
açıkça söylenmesini (hiç) sevmez. Meğerki söyleyen haksızlığa uğramış olsun.»
İnsan, melekle hayvan
arasında ikinci mertebede yaratılmış, her iki mertebedeki sıfatlarla
donatılmıştır. Bu bakımdan peygamberler dışında hemen her insanın içinden bir
takım kötülükler geçebilir. Dinin insanın ruhu ve kalbi üzerindeki en kâmil
mânadaki tesiri düşünce ve niyetleri berraklaştırmak, iyilik ve hayırlara
ağırlık kazandırmaktır. Ne var ki kişi, içinden geçen kötülükleri sözlü ve
fiilî alana intikal ettirmedikçe pek günahkâr sayılmaz. Ancak bu tür
düşüncelerin devamı, insanı çoğu zaman füyuzat-i ilâhiyenin bazı tecelli ve
cilvelerinden mahrum edebilir.
İslâm ve Kur'ân'ın
getirdiği yüksek anlamdaki edep ve terbiye ölçülerinden biri de açıktan kötü
söz söylememek, aklı imânla birleştirip içimizden geçen fenalıkları dışa
vurmadan belirsiz hale getirmektir. Unutmayalım ki. Yüce Yaratan Rabbimiz, I_Â
İLAHE İLLALLAH diyen bir dilin, bu kelimeye yakışmayan sözlerle kirletilmesine
razı değildir.
Rivayete göre :
İsâ Peygamber bir
köyün içinden geçerken azgın Yahudilerden biri ona ağız dolusu hakarette
bulundu, en yakışıksız sözleri sarfetmekte bile bir sakınca görmedi. Hz. İsâ
(A.S.) o münasebetsizi dinledikten sonra, ona en duyarlı, okşayıcı ve rahmet
saçıcı sözlerle karşılık verdi. Bu olaya şahit olanlardan insaf sahibi bir adam
dayanamıyarak dedi ki: «Ya İsâ! şu adam size en ağır sözleri sarfetti,
hakarette bulundu, sen ise ona en güzel ve okşayıcı sözlerle karşılık verdin,
neden?» İsâ Peygamber ona şu cevabı verdi: «Herkes kesesindekini harcar. Onun
kesesinde küfür, herze, edep dışı sözler var. Benim kesemde, edep,terbiye,
güzel ahlâk vefazî-let çiçekleri var..)[87]
İşte din terbiyesinin
en açık meyvelerinden biri!. Peygamber (A.S.) Efendimizin hayatı bu örneklerle
doludur. Kur'ân sadece bu terbiyeyi getirmiştir. [88]
«Bir hayrı (iyiliği)
açığa vurur
veya gizli tutar veya
bir kötülüğü affederseniz, Allah muhakkak çok affedendir, gücü her şeye
yetendir.»
Bu konuda Fahrüddin
Razî özetle diyor ki:
«Hayrın ölçü ve
biçimleri çok olmakla beraber onları şu iki hususta özetliyebiliriz: Hak ile
beraber doğruluk, halk ile beraber güzel huyluluk.. Bu ikinci kısım da ikiye
ayrılır: Yararlı olanı onlara ulaştırmak, zararlı olanı onlardan savmak..
«Bir hayrı açığa vurur
veya gizli tutar» cümlesi, halka yararlı şeyleri ulaştırma; «Veya bir kötülüğü
affederseniz..» cümlesi, zararı defetmeye işarettir.
Böylece bu iki cümle
hayrın bütün çeşitleriyle iyi sayılan bütün amelleri kendinde taşımaktadır.»
Allah ise, her
affedenden çok daha affedici; öc alma gücüne sahip olan her intikamcıdan cok
daha güçlüdür. O halde birinden öc alma güç ve imkânını bulan kimse, fiilî bir
durum meydana getirmeden Allah'ın kendisinden çok güçlü bulunduğunu
hatırlamalı ve: «Beni hasmıma karşı güçlü kılan Allah bir gün beni daha güçlü
ellere teslim edecektir..» fikir ve inancını için için aklından geçirerek
kötülüğe adım almamalıdır. [89]
Yukarıdaki âyetlerle
Kur'ân'ın yüksek terbiyesi sergilendikten sonra, terbiyenin asıl kaynağının
sağlam ve köklü bir imân olduğuna, nifak ve hayasızlığın her zaman buna ters
düştüğüne işaret edildi. Aşağıdaki âyetlerle de edep ve terbiyenin aslı ve
kaynağı sayılan dinin ve sunduğu köklü imânın bir bütün olduğu, bölünmeğe
tahammülü bulunmadığı açıklanıyor İmânın gerektirdiği bütün şartları bir
bütünlük içinde düşünüp kabul etmenin şart olduğu belirtiliyor. Bu düzeyde olan
mü'minlerin kıyamet günü ebedî saadet nîmetleriyle mükâfatlandırılacaklar!
bildiriliyor. [90]
150-151—
Doğrusu o kimseler kî Allah ve Peygamberlerini inkâr ederler ve bir de Allah
ile Peygamberlerini birbirinden ayırmak isterler: Bunlardan kimine inanırız,
kimini inkâr ederiz, derler de bu ikisi (imân ile küfür) arasında bir yol
tutmayı arzularlar; işte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirler için
horlayıcı, aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır.
152— Allah'a
ve Peygamberlerine imân edip onlardan birini (diğerlerinden imân hususunda)
ayırmayanlar (var ya), işte onların mükâfatlarını Allah kendilerine
verecektir. Allah cok bağışlayan, cok merhamet edendir.
Yukarıdaki âyetler
Yahudi, Hıristiyan ve onların inancında olan gayr-i müslimler hakkında
inmiştir. Çünkü Yahudiler Tevrat'a ve Musa'ya inandılar; İsa'yı ve İncil'i,
sonra da Muhammed'i (A.S.) ve Kur'ân'ı inkâr ettiler. Hıristiyanlar da İsâ
Peygambere ve İncil'e inandılar ama Muhammed'i (A.S.) ve Kur'ân'ı tanımadılar. [91]
(Cibril Hadîsi) «İmândan
bana haber ver?» diye sorduğunda Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şu cevabı verdi:
«İmân, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve
kaderin hayrına, şerrine inanmandır.» buyurdu. [92]
«Allah'ın Rab,
İslâm'ın din, Muhammed'in Peygamber olduğuna razı olan kimse gerçekten imânın
tadını tatmıştır.» [93]
«Allah'a ve
peygamberlerine imân edip....»
Kur'ân'da ilgili
âyetle imânın iki ana rüknü söz konusu ediliyor: Allah'a imân ve bütün
peygamberleri tasdik. Bu iki rüknü bütün derinliğiyle kabul edenler, Kitapları
ve diğer rükünleri de haliyle kabul etmiş sayılırlar. İkisinden birini inkâr
etmek veya peygamberlerin kimini tanıyıp kimini tanımamak, imânın bütün
rükünlerini beraberinde yıkar. Bu tarz bir imâna sahip olanlar mü'min
sayılmazlar; katıksız kâfir kabul edilirler. Çünkü din, bütün esaslarıyla bir
bütündür, bir kısım esaslarına inanıp bir kısmını inkâr etmek tamamını inkâr
demektir.
Kur'ân imânın bu iki
rüknünü sergilerken daha cok Yahudi ve Hıristiyan din adamlarını uyarmaktadır.
Kanunlar birbirini yürürlükten kaldırdı-ği gibi, dinler de tekâmül ederek sonra
gelen öncekini meriyetten kaldırmıştır. Ama gönderilen bütün kitap ve
peygamberlerin hak olduğu imânın esaslarından biri sayılmış ve böylece dinler
arasındaki bağların kopmamasına özen gösterilmiştir. Müslümanlar Kur'ân'ın bu
açık belgesine tamamen uymuş ve daha önce gelen bütün peygamberlere ve
kitaplara inanmışlardır, [94]
Bu deyim daha cok fizikte
kullanılır. Biz ruhun arınıp her türlü kir ve pastan, bulanıklıktan
kurtulmasını kristalleşen maddelere benzeterek daha kolay anlaşılmasını
sağlamaya çalışıyoruz.
Nefsin madde ve şehvet
karşısında yükselen ısısını düşürmek, olgun insan olmanın yolu, kâmil mü'min
olmanın aracıdır. Bilindiği gibi nefsî eğilim daha çok iki şeye olur: Madde ve
şehvet.. Nefs ile bu ikisi arası engellerden temizlenip açık tutulduğu
takdirde, eğilim büyük bir ısıyla faaliyete geçer. O kadar ki bütün organları
kısa zamanda tesiri altına alır. Ruh safiyet ve berraklığını kaybetmeye
yüztutar. İnkâr, madde ve şehvet nefsin ortaklaşa dayanağı ve güç kaynağı
haline gelir.
O halde nefsin sınır
tanımıyan eğiliminin belli bir ölçü ve yararlı düzeye getirilebilmesi için
sözü edilen desteği, diğer bir deyimle kaynağı çekmek, hiç olmazsa mefluç hale
getirmek gerektir. Bu da önce Allah'a ve Peygamberlere, sonra da diğer esaslara
imânla mümkündür. Çünkü bu anlamdaki bir imân nefsin ısısını kademeli biçimde
düşürürken, diğer yandan ruhun arınıp kristalleşmesini sağlar ve böylece ruh
asıl safiyetine kavuşmuş olur. Bu safiyet, ya da kristalleşme devam ederse,
insan olgunlaşıp kemâl mertebesine yükselir, [95]
Yukarıdaki âyetlerle
Kur'ân beşer aklına ve mantığına ışık tutan esasları bir bir sıraladı ve Kitap
Ehlini insafa davet etti. Kemale erişen son din ile, evvelkilerin -tıpkı
kanunlar arasındaki bir önceki ile bir sonraki durum gibi- meriyetten
kalktığını açıkladı. Aşağıdaki âyetlerle Yahudilerin, insan aklıyla uyum
sağiayan bu hakikat karşısında şaşırıp yokuşa vurdukları belirtiliyor.
Olmayacak şeyler isteyerek katı bir inkâr içinde bulunduklarını ihsas ettirmek
istediklerine işaret ediliyor. Daha önae de ataları, Musa Peygamberden daha
büyük şey istedikleri için ilâhî gazaba çarpıldıkları hatırlatılıyor. [96]
153— Kitap
Ehli(nden Yahudiler) senden gökten üzerlerine bir (yazılı) kitap indirivermeni
isterler. (Üzülme), Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişler, «Allah'ı bize
açıkça göster!» demişlerdi de zulümleri sebebiyle onlara yıldırım çarpmıştı.
Sonra da kendilerine çok açık belgeler (mu'cizeler) geldiği halde (altından
yaptıkları) buzağıyı ilâh edindiler, derken (pişmanlık duyup tevbe ettiler,
biz de) onları affettik. Musa'ya da açık belgeler ve kanıtlar verdik.
154— Söz vermeleri sebebiyle (ve ona bağlı
kalmaları için) üzerlerine Tûr'u yükseltip kaldırdık ve; «Bu kapıdan secde
ederek girin!» dedik. Cumartesi gününde de (ilâhî yasağı) aşmayın diye emrettik
ve (bu hususta) onlardan sağlam ve sıkı bir söz aldık.
155— Verdikleri kesin ve sağlam sözlerini
bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri
öldürmeleri ve «kalbleri-miz kılıftır veya kılıflıdır» demeleri sebebiyledir
ki, (kendilerini lanetledik). Belki küfürleri sebebiyle Allah onların
kalblerini mühürledi de bu yüzden -azı müstesna- imâna gelmezler.
Yahudi ilim
adamlarından, başta Kâb b. Eşref olmak üzere birkaç kişilik bir grup
Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek :
— «Ya Muhammedi eğer
cidden Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, Musa bize yazılı bir
kitabı bir defada getirdiği gibi, sen de bize gökten yazılı bir kitap indir»,
dediler.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [97]
Yahudiler ırklarının
gereği her devirde çok katı tutucu ve tekelci bir tutum içinde bulunmuşlar, bu
yüzden Musa Peygamber ile Harun Peygamberi yeterince üzmüşlerdir. Onlardan
sonra gönderilen peygamberlerin karşısına aynı tutumla çıkmışlar; kimini
öldürmüş, kimini kovmuşlardır.
Son peygamber Hazret-i
Muhammed (A.S.), Harun Peygamberin soyundan yani Levili'lerden olmadığı,
aksine Kureyş kabilesinden gönderildiği için Yahudîler katılık ve
tutuculuklarını artırarak Onun da karşısına çıkmaktan geri kalmamışlardır. Ne
var ki, Ansar ve Muhacirinin son dine kendilerini adamaları karşısında daha
fazla ileri gidemiyerek Muham-med'i (A.S.) ve Onun cihanşümul (evrensel)
davasını küçük düşürmek ve ona duyulan ilgiyi tesirsiz hale getirmek niyetiyle
bazı isteklerde bulunmuşlardı.
Konumuzla ilgili
âyette, inanabilmeleri için gökten üzerlerine yazılı bir kitap indirilmesini
istemeleri söz konusu ediliyor. Kur'ân'ın onların bu isteğini çok düşündürücü
biçimde açıklaması, Yahudî ırkının karakterini belirtmek içindir. Akıl ve
mantık yollarını bırakıp imân ve irfanı bir tarafa iterek çocukça isteklerde
bulunmaları, vicdanlar önüne seriliyor ve mü'-minlerin hem dikkati çekiliyor,
hem de dilek ve temennilerinde çok ölçülü bulunmaları tenbih ediliyor.
Yahudilerin bu yanlış
ve ölçüsüz tutumlarını maddeleştiren ünlü mü-fessirlerimiz bize şu malzemeyi
sunmuşlardır:
a) Yahudîler bu istekleriyle, Kur'ân'ın gökten
inen bir kitap olduğunu kabul etmediklerini ortaya koymuşlardır; çünkü Kur'ân
onların anlayışına göre, yazılı bir kitap halinde indirilmemiştir. O halde
semavî olamaz.
b) Yazılı kitabın indirilmesini Allah'tan değil,
Hz. Muhammed (A.S.) den istemeleri,
peygamberler hakkında ciddi bir bilgileri olmadığını gösterir.
c) İndirilmesini istedikleri kitabın bütün
milletlere seslenen bir kitap değil, sadece Yahudilere has bir muhtevada
bulunmasını belirtmişlerdir. Bu da onların Allah'ı millî bir ilâh sandıklarının
bir başka delilidir.
d) Kitabın vahiy yoluyla önce
Peygamberin kalbine ilka
edildiğine inanmıyorlar. Elle tutulur, gözle görülür şekilde inmesi
gerektiğini savunuyorlar.
e) Mânaya, mayaya ve öze iltifat etmiyorlar,
şekle itibar edip gökten ciltli bir kitabın indirilmesini teklif ediyorlar.
Aslında şekle bağlı
kalan bir millet için varlık âleminin her parçası ilâhî kudreti bütün azametiyle
yansıtan bir belgedir. Bunları göremiyecek ve aniayamıyacak kadar ruhtan uzak
maddecilerin ilâhî vahyi ve Onun peygamberlerin kalbine ilka edilişini
anlamaları düşünülemez. Nerde kaldı Kur'ân'ı idrâk edebilmeleri?.
Eğer Kur'ân, onların
anlayışına ve itikadına göre, yazılı kitap halinde indirilseydi, yine de
inanmazlar, bunu Muhammed (A.S.) uydurup yazdı, derlerdi. Kur'ân'da
buna temasla şöyle buyurulmustur:
«Eğer sana kâğıt
üzerinde yazılı bir kitap indîrseydik, onlar da elleriyle ona dokunsalardı, o
küfredenler yine de bu açık bir sihirden başkası değildir, derlerdi.» [98]
«AIIah'' bize açrkça göster, demişlerdi.»
Yahudi milletinin din
ve peygamber hakkındaki bilgisizliklerinin en açık ölçüsünü yine Kur'ân bize
haber veriyor. Maddeye karşı aşırı zaafı olan bu millet; Musa Peygamberin YED-İ
BEYZA'sı, kızıl denizin yol vermesi, Asâ'nın sihirbazları mefluç hale
getirmesi, gökten kudret helvasıy-la bıldırcın kuşlarının sunulması gibi
mu'cize ve büyük belgelere rağmen Allah'ı cismi olan bir varlık sanarak
«Allah'ı bize açıkça göster» demeleri çok şaşırtıcı ve düşündürücüdür. Nitekim
her millet daha çok hakikati değil, kendi sosyal ve ahlâkî yapısının
gerektirdiği ölçü ve anlama göre bir sistem ister. Onları bunun dışına çıkarmak
çok zor, hattâ bazen imkânsızdır. Çünkü sistemleri ve müesseseleri, milletin
inanç, örf ve âdeti, karakter-ve kültür seviyesi meydana getirir. Yahudî
ırkının kendine has örf ve âdetleri, karakter ve kültürü hep dünyalıktan
yanadır. Onları bu doğrultudan çekip almak hayli zordur, belki asırların
mücadelesini gerektiren bir konudur.
Bu yüzdendir ki, büyük
himmetler sarfederek Yahudî ırkını bir millet haline getiren Musa Peygamberin,
kırk günlük bir zaman onlardan ayrı kalması sonucu, hemen altundan bir buzağı
yapıp onu kendilerine ilâh edinmişlerdi. Çünkü hem Tanrı'yı bir cisim şeklinde
düşünüyor, hem de değer ölçüsü olarak daha çok altundan başka bir şey
tanımıyorlardı.
Sonunda büyük bir
mu'cize bu ırkı titretmiş: Tur dağı üzerlerine kaldırılmıştı. Ölüm
tehlikesiyle burunburuna gelince dönüş yapmaktan başka çâreleri kalmamış ve
böylece derin bir pişmanlık içinde tevbe etmişlerdi.
«Kalblerimiz
kılıftır.»Yahudiler, son peygambere kılıçla karşı koyamıyacaklarını anlayınca
başka bir taktik uygulamayı planlamışlar ve bu nedenle bilgi ve kültürüne
güvendikleri bir grup kişiyi son Peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.)
göndermişlerdi. Maksat onu küçük düşürmek; inananların kalbinde ve kafasında
bir takım şüpheler meydana getirmekti. Allah Resulü (A.S.) görevi gereği,
kendisine gelen bu gruba son dinin insanlıktan yana neler getirdiğini
anlatmaya çalışmıştı. Ne var ki, gelenlerin niyeti çok farklıydı, bu bakımdan
edep ve terbiye kurallarını bir anda çiğneyip şu sözü söylemekten
çekinmediler: «Bizim kalblerimiz bilgiyle dolu kılıflardır..» senin bir, şeyler
anlatmana gerek yoktur. Veya «Bizim kalblerimiz kılıflıdır, başkalarının
sözlerini kabul edecek değildir. Hem böyle kalbierle senin ne dediğini,
sözlerinin ne gibi hüküm ve hikmet taşıdığını anlayamıyoruz», demek
istemişlerdi. Bu sebeple Allah onları lanetlemiş ve kalblerini mühür-lemişti.
Azı müstesna, onların son dine inanmaları çok uzak bir ihtimaldir. [99]
«Cumartesi gününde de
(ilâhî yasağı) aşmayın, diye emrettik..»
Elimizdeki Tevrat'a
göre, yerler gökler altı günde yaratılıp tamamlanmış, yedinci günü Allah
yaptığı işi bitirip istirahate çekilmiş ve bu sebeple yedinci günü (Cumartesi)
mübarek kılmış ve onu takdis etmiştir. Çünkü
Allah yaratıp yaptığı
bütün işten o günde istirahat etmiştir. [100]
Bu cümlelerde gerçek
payı bulunmakla beraber aslına sadık değildir. Kur'ân, cumartesi gününün
Yahudilere kutsal gün olarak belirlendiğini, o günde Yahudilerin çalışmamaları
gerektiğini yer yer açıklamış ve böylece Tevrat'taki ilgili belgeleri tashih
etmiştir. Nitekim Bakara 65, Nisa 47. âyetlerle bu hususa temas edilmiştir.
Ayrıca A'raf 163, Nahl 124. âyetlerle de cumartesi gününden bahsedilmektedir.
«Cumartesi gününde de (ilâhî yasağı) aşmayın..» mealindeki âyetle, cumartesi
gününde bir takım ilâhî yasakların konulduğu bildirilmektedir.
Tevrat'ta da : «Altı
gün iş işlenecek fakat yedinci günde tam rahat sebti mukaddes toplantıdır;
hiçbir türlü iş işlemiyeceksiniz. Bütün meskenlerinizde Rabbe Sebttir.»
denilmektedir. [101][102]
Bugün «Ahd-i Atîk»
adıyla anılan Tevrat, İbranî, Kildanî ve Yunanî dillerden terceme edilmiş
olanıdır. Tevrat'ın levhalar üzerinde yazılı ilk nüshasının ne olduğu
bilinmemektedir. Bu yüzden aslı, yani orijinali mevcut olmadığı sebebiyle
yazılıp piyasaya sürülen Tevrat tercemeleri birçok yanlışlarla doludur.
Ekberabad'lı Rahmetullah Efendinin bu konuda yazdığı İZHARÜ'L-HAK adlı eseri
çok doyurucu ve tamamlayıcı bilgiler vermiş, belgelere dayanarak yeteri kadar
malzeme sunmuştur. Meraklılara adı geçen kitabı tavsiye ederiz.
Bilhassa Tevrat'ın ilk
nüshasında âhiretle ilgili bulunan belgelerin çoğu, sonradan toplanıp yazılan
Tevrat nüshalarına konulmamıştır. Rahatlıkla diyebiliriz ki, halen mevcut
Tevrat nüshalarında âhiretle ilgili ciddi ve sıhhatli bir kayıt bulmak mümkün
değildir. Cennet kavramı bile, dünyalığı çok seven Yahudî hahamları tarafından
Aden'deki bağ ve bahçelerle yorumlanmış ve
Kur'ân'da ondaki bu yanlışlık düzeltilerek âhiretteki ADN CENNETİ diye açıklanmıştır.
Tevrat'ın yazılı
olarak indiğini belgeliyen sağlam bir kayıt ve rivayet tesbit etmek mümkün
değildir. Kur'ân'da ELVAH tabirinden, Tevrat'ın levhalar üzerinde yazılı
bulunduğu anlaşılıyorsa da, onu levhalar üzerine kimin yazdığı bilinmemektedir.
Musa Peygamberin sözü edilen levhaları Tur dağında ilâhî vahye hazırlanırken
nereden nasıl aldığını da tesbit etmek mümkün değildir.
Şeyh Muhyiddin Arabî
(K.S.) bu konuda KALEM VE LEVH'ten söz ederken diyor ki :
«KALEM ve LEVH tedvin
ve tastır (yazıp kitap şekline sokma ve yazı yazıp satırlar haline getirme)
âleminin ilkidir. Bu ikisinin hakikati, yüce ve aşağı, mânevi ve hissi bütün
varlıklara sirayet etmiştir. Ve bu ikisiyle Allah, ilmi âlem veya âlim üzerinde
muhafaza etmiştir. Hadîste belirtildiğine göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
«İlmi yazarak kaydedin..» buyurmuştur. Bu anlamla Allah Tevrat'ı kendi
(kudret) eliyle yazmıştır. [103]
Bazı araştırıcılara
göre, Tur dağında Musa Peygamber'e sadece «evâ-mir-i aşere» diye anılan «on
emir» verilmiş ve o da bunları taş levha üzerine yazmıştır. Tevrat'ın diğer
bölümlerini Musa Peygamber yine ilâhî vahye dayanarak sırası geldikçe
yazmıştır.
Tabii bu iddianın ne
kadar doğru olduğunu bilemiyoruz. Ancak Kudüs yıkıldığında Tevrat'ın ortadan
kaybolduğunu ve asırlar sonra Yahudi kralı Yoşiya zamanında Süleyman
Peygamber'in yaptırdığı mâbed tamir edilirken enkaz altında rastlandığını yine
Tevrat II. KIRALLAR bölümündeki kayıtlardan anlıyoruz.
Bundan
İsrailoğullan'nın Tevrat'la amel etmeye gerek görmediklerini,o yüzden rafa
kaldırıp unutulmaya bıraktıklarını ve aradan asırlar geçtikten sonra tesadüfen
Tevrat nüshasının mabedin enkazı altında bulunduğunu söylersek mübalağa
etmemiş oluruz. Nitekim II. KIRALLAR : 21 ve 22. baplarda belirttiğimiz hususla
ilgili geniş bilgi ve malzeme bulunuyor.
Tarihî araştırmalar
ise, ilk yazılı Tevrat'ın ve sonradan bir cilt haline getirilen ve enkaz
altında bulunan nüshasının kaybolduğunu ve şimdiki nüshalarının ancak
Yahudilerin Mısır'dan çıkışlarından sekiz asır sonra yazıldığını göstermektedir. Ünlü
İngiliz Tarihçi ve İlim adamlarından 1
a m e s CHURCHVVARD diyor ki :
«Musa derin bilgili ve
bir üstat idi. Dinde ve bilimde yüksek derecelere erişmişti. Tevrat'taki
hataların kaynağı başkadır. Musa Peygamber Tevrat'ı doğru yazmıştı ve
sembollerle ifade etmişti. Sonraki terçemeler bunları bozmuştur. Musa'nın
yazdığı Tevrat, Mısır Hiyeroglifi ve Hiyaretik-leriylepapirüsvekil
tabletlerüzerine yazılmıştı. Beni İsrail'in Mısır'dan çıkmalarından sekiz asır
sonra EZRA [104]bir grupla beraber İsrail
tarihiyle ilgili bütün tabletler ve yazıları bir araya toplayarak bunları bir
kitap şekline soktu. Tevrat meydana geldi. Ezra ve yardımcılarının Mısır yazısı
hakkında derin bilgileri olmadığından bu yanlışlıkların olması doğaldır, O
yazıları yalnız bir üstat anlayabilirdi. Bunların yetersizliklerini Mısır,
Kaide, Hindî ve Maya belgelerinde gördüğümüz orijinalleriyle
karşılaştırdığımızda anlıyoruz. Musa'nın yazdıkları ma'kuldü. Onlar ise
saçmaladılar, çok yerde anlamadıkları sembollere rastlayınca oraya tarihî
hikâyeler, efsaneler sıkıştırdılar.» [105]
O bakımdan günümüzde
mevcut Tevrat nüshasında ilâhî beyânlarla, sonradan yapılan ilâveleri
birbirinden ayırt etmek hayli zordur. Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm'i iyi
bilen bir ilim adamı Tevrat'ı dikkatle okuyup incelediğinde hangi sözlerinin
ilâhî, hangilerinin beşerî olduğunu anlayabilir. Meselâ, «Rabbınız diyor ki,
Rab dedi ki, Rab dedi; Rab, Musa'ya dedi veya diyor....» gibi sözleri ilâhî
beyanla yakından ilgilidir. Bunlarda bir değişme meydana gelmişse, Kur'ân-ı
Kerîm'in, onların çoğunu tashîh ettiğini tesbit etmemiz mümkündür. [106]
«Söz vermeleri
sebebiyle (ve ona bağlı kalmaları için) Tûr'u yükseltip kaldırdık.»
TÜR, sözlük olarak
sınır ve miktar anlamına gelir. Ayrıca «dağ» mânasına da geldiği
bilinmektedir. Evin çevresinde ihata duvarı bulunan avlu, boş arsa ve benzeri
kısımlara da TUR denildiği vakidir.
Kur'ân'da daha çok
özel bir dağa isim olarak kullanılmış, TUR-İ-SEY-NÂ' ve TUR-İ SİNİN
denilmiştir. Bu dağın Şam ile Medyen arasında Süveyş kanalından Yenbu'a doğru
uzandığı söylenir. Ayrıca Şam dolaylarında bir dağın ismidir. Bazı rivayetlere
göre, Musa Peygamberin çıkıp mü-naaaatta bulunduğu Tur-i Seynâ budur.
Bir de Kudüs'te
Mescid-i Aksa'nın sağ tarafına düşen bir dağın da Tûr olduğu bilinmektedir.
Bundan başka birkaç dağın da aynı ismi aldığı söylenir.
Sonuç olarak, Tûr bir
dağın ismidir. Daha önce Bakara sûresinde bu konuyla ilgili âyetin yorumunu
yapmış, az da olsa bir açıklamada bulunmuştuk. Burada tekrar edilmesi, ona
yakın fakat farklı anlam ve hikmet taştmasındandır.
Yahudiler kısa bir
süre aralarında Musa Peygamberin {A.S.) bulunmamasından yararlanarak alîundan
buzağı yapıp ilâh edinmişlerdi. Harun Peygamberin bütün uyarıları neticesiz
kalmış, İsrâiloğulları putperestliğe özenmişlerdi. Hz. Musa, Tevrat yazılı
bulunan levhalarla Tûr dağından dönüp geldiğinde aldığı emir üzerine onları
iki şey arasında serbest bırakmıştı: Ya tevbe edip dinin aslına dönerler de
Allah onları bağışlar, ya da inat ve inkârlarında ısrar ederlerse, Allah'ın
gazabına çarpılırlar. Daha önce de birçok mucizeler gösteren Hz. Musa'nın
(A.S.) bu uyarısı İsrailoğullan'nı korkuttu. Başlarına bir azap inmeden tevbe
edip imânlarını tazelediler. Bu kez onlardan bir daha dinlerinden dönmemeleri
için kuvvetli söz alındı. Kur'ân'da buna «Misak-i Galîz» deniliyor. İlâhî
kudretin sonsuzluğunu gösterir mahiyette bu sözden dönmemeleri için Tûr dağı
üzerlerine kaldırıldı.
Diğer bir yoruma göre,
onlardan sağlam söz alındıktan sonra karakterleri icabı niyetlerini
değiştirmeğe başladılar. Bu sebeple ilâhî bir tehdit olarak Tûr dağı üzerlerine
kaldırıldı. Üçüncü bir ihtimal de şudur: İsrâiloğulları bazı hususlarda Musa
Şeriatını kabul etmek istemiyorlardı. Bu yüzden dinin hayat damarları sayılan
ahkâmı noksansız kabul edip uygulamaları için Tûr dağı üzerlerine bir mu'çize
olarak yükseltildi.
Dördüncü bir ihtimal
da, Tûr dağında yerleşmeye, oturup dinlenmeye uygun olan kesim düşmanlarından
temizlenip dağın huzur ve neşe veren gölgesi altına girme imkânına
eriştirilmişlerdir. Allah'ın onlara olan bu nî-meti hatırlatılıyor ve nankörlük
etmemeleri tenbih ediliyor. [107]
Yukarıdaki âyetlerle
İsrailoğullan'nın imanla küfür arasında nasıl bir zikzak çizdikleri ve birçok
açık belge ve mu'cizelere rağmen nankörlük ettikleri belirtildi. Bu arada
âhirete imân doğrultusundan nasıl saptıklarına yer yer işaret edildi ve
böylece Yahudî ırkının dönek yapılarına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
yine Yahudî ırkının asıl mayalarında bulunan dünya saltanatına karşı zaaflarına
işarette bulunularak onlara âhireti ha-
tırlatan Meryem ile
oğlu İsâ Peygamberin (A.S.) aleyhine döndükleri açıklanıyor. Maddeyi
âhiretlerine tercih etmeleri sebebiyle Meryem'e zina isnat edecek ve İsâ Peygamberi
öldürecek kadar hırçınlaştıkları çok anlamlı bir üslûbla anlatılıyor.
İsâ Peygamberin
(A.S.) Yahudîler tarafından
öldürülmediği, bilâkis göğe
yükseltildiği ve kıyamete yakın
ineceği
hatırlatılıyor. [108]
156-157-158—
(Yahudîler, İsâ Peygamberi) inkârları, Meryem'e (zina gibi) büyük bir iftirada
bulunmaları ve Allah'ın Peygamberi Meryem oğlu İsa'yı gerçekten öldürdük,
demeleri (sebebiyle Allah onları lanetleyip kalb-lerini mühürledi).
Oysa onlar İsa'yı
öldüremediler ve asamadılar; (öldürülen başkası idi), kendilerine (İsâ gibi)
benzetildi, İsa'nın öldürülmesi hakkında ihtilâfa düşenler gerçekten bu hususta
şüphe içindedirler; onların bu konuda zan-na uymaktan başka bir bilgileri
yoktur. İsa'yı kesinlikle öldüremediler; bî-lâkis Allah onu kendi katına
yükseltti. Allah yegane üstündür, hikmet sahibidir.
159— Kitap
Ehli'nden hiç kimse yok ki, ölmeden önce Ona imân edecek olmasın. Kıyamet
gününde İsa onların, (dosdoğru imân etmiyenlerin) aleyhinde sâhit olacaktır.
«Canımı kudret elinde
tutan Allah'a and olsun ki, çok sürmez Meryem oğlu size âdil bir hakem olarak
iner; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır; mal ve serveti
taşırırcasına feyizlendirir, o kadar ki, onu kabul eden bir kimse bulunmaz ve
(o devirde) Allah'a secde etmek, hem dünyadan hem de dünyadaki her şeyden
hayırlı olur.» [109]
Râvi Ebu Hüreyre
(R.A.) diyor ki : «İsterseniz Nisa sûresinin 158. âyetini okuyun.»
«Meryem oğlu İsâ iner,
domuzu öldürür, haçı imha eder; onun için cern'-i salât edilir (iki namaz
cem'edilerek kılınır). Kabul edilemiyecek kadar çok mal verir, haracı
kaldırır. Revha'ya iner de oradan hacce gider veya Umreye, ya da her ikisini
yapmak üzere gider.» [110]
«Meryem oğlu Mesîh
size inip imamınız da sizden olunca, haliniz nasıl oiur?» [111]
«Canımı kudret elinde
tutan Allah'a yemin ederim ki bir gün Meryem-oğlu İsâ hac veya umre, ya da her
ikisi için Revhâ caddesinde ihlâl edecek (Lebbeyke diyerek sesini
yükseltecektir.» [112]
«Yahudilerle mutlaka
savaşacaksınız da onları öldüreceksiniz; o kadar ki, taşlar bile seslenip «Ey
Müslüman! bu Yahudîdir, gel de onu öldür» diyecek.» [113]
«Müslümanlar
Yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu savaşta Müslümanlar Yahudileri
öldürecekler; o kadar ki, Yahudi taş ve ağaç arkasına gizlenecek ama taş ve
ağaç seslenecek: «Ey Müslüman! Ey Allah'ın kulları; arkamda (gizlenip) duran
Yahudîdir, gel de onu öldür..» diyecek.» [114]
Bu önemli meseleye
Âl-i İmrân sûresi 55. âyetin açıklamasında geniş yer vermiş, bu husustaki aklî
ve naklî delilleri değerlendirmeğe çalışmıştık.
Kur'ân'da ilâhî metot
gereği aynı konuya tekrar dönülmesi, hem dikkatleri çekmek, hem meselenin
önemini ve hafızalarda iyice yer etmesini sağlamak içindir. Ancak yukarıdaki
âyet İsâ (A.S.) meselesine bir öncekine nisbetle değişik, fakat esasta
birleşir ölçü ve anlamda bol rfialzeme vermektedir. Her madde üzerinde dikkatle
durmak gerekir. Aksi halde meselenin mahiyetini kavramak çok zor olur.
Diyebiliriz ki bu âyetle İsâ Peygamberin (A.S.) hayatının dramatik ve de ibret
alınacak özlü noktaları belirtilmiştir:
1. Hz. Meryem gibi iffet ve namus perdesinin
leke kabul etmiyen bir peygamber anasına zina isnat etmek suretiyle İsâ
Peygamberi gayr-i meşru bir kişi olarak ilân etmeleri çok çirkin bir
iftiradır.
Yahudî karakteri bu
olmakla beraber, aslında nefs ve şehvet doğrultusunda sınırsız hürriyet
isteyen ve bu duygu içinde peygamberlerin getirdiği ilâhî esas ve prensiplerle
uyum sağlayamıyan her insanın dine ve peygambere karşı bu derece kin ve
isteksizlikleri olabilir. Kur'ân bilhassa bu noktaya işaret ederek, toplumun bu
konuda da ciddi bir eğitimden geçirilmesinin gereğine parmak basıyor.
2. İsa peygamberi öldürdüklerini iddia etmeleri
çok yersiz ve delilsizdir.
İnsan ruhuna yakışanı
emreden, beşer vicdanına yön veren, düşünceleri berraklaştıran peygambere
karşı duyulan infialin insanı nerelere sürüklediğini göstermeğe deiy olarak bu
yeter sanırım. Hakkın dâvetçisi olan ve yalıpız iyiyi, doğruyu ve güzeli
tavsiye eden, insan haklarına saygı gösterilmesini emredip insana yakışanı
teblîğde kusur etmiyen bir peygamberi, ya da onun yolunda bulunan bir mürşidi
ve ilim adamını öldürmeye kalkışmak, zulmün en çirkini, kabalığın en fenası,
ruhsuzluğun tâ kendisidir. Dün ne ise bugün de toplum yapısında bu tip yontulmamış
ham ervah sahiplerine rastlamak mümkündür.
3. Yahudilerin her şeye rağmen İsâ Peygamberi
(A.S.) öldüremedik-leri ve çarmıha geremedikleri kesin bir ifadeyle
açıklanıyor.
Allah'ın koruduğunu
kimse helak edemez. Onun sahip çıktığına kimseler el süremez. Kim Allah
içinse, Allah da onun içindir. Bu kural pek değişmez.
4. O sırada başka birinin İsa'ya (A.S.)
benzetilip öldürülmesi ve İsa'nın da göğe yükseltilmesi, farklı iddiaların
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kur'ân bu gerçeğe değinerek Yahudilerin
iddialarının zandan öteye geçmediğini açıklıyor. Kıyamete yakın İsa'nın (A.S.)
gökten inmesiyle gerçeğin Kitap Ehli tarafından aneak anlaşılabileceğine
işaret ediliyor. Çünkü İsâ kıyametin bilgi ve belirtisidir.
5. Her işte ve konuda Allah mutlak üstün ve
yegane hikmet sahibidir. Hiç bir iş ve olay, tesadüfe terkedilmemiş, fakat
mutlaka sebepler ve hikmetler zincirine bağlanmıştır. İsâ Peygamberin göğe
yükseltilmesinde sayısız hikmetler vardır. Bunlardan biri ve en başta geleni,
son dinin ve son peygamberin hak üzere olduğunu aşırı tutucu ve inatçı Kitap
ehline reddi gayr-i mümkin bir delille göstermek ve maddecilere yani her şeyi
şuursuz maddeye irca edip Allah'ı, âhiret gününü ve kutsal her şeyi inkâr eden
ateist ve materyalistlerle komünistlere en ağır şamarı indirmektir.
Nitekim Allah Resulü
bu gerçeği şöyle açıklamıştır:
«(Müslümanlar Deccal'i
katletmek için) Şam'a geldikleri zaman savaş için hazırlık yapmakta ve
saflarını düzeltmekte iken namaz için ikamet edilir. O sırada Meryem oğlu İsâ
iner; o cemaatten birini imam edinip (namaz kılarlar). Allah düşmanı Deccal,
İsâ Peygamberi görünce, tuz suda nasıl erirse öylece erir. Eğer İsâ onu bu
halde bırakmış olsa, helak oluncaya kadar eriyip tükenir. Ama Allah o mel'unu
kendi (kudret) eliyle öldürür de harbesindeki kanını Müslümanlara gösterir.» [115]
Deccal, sözü edilen üç
sınıfı temsil eder. İsa'nın inmesi, onlar için ölüm sayılır. [116]
<Oysa onlar 'sa'V'
öldüremediier ve asamadılar; (öldürülen başkası idi), kendilerine (İsa gibi)
benzetildi.»
Mu'cize, bilinen
fizikî kanunlarla izahı mümkün olmayan ve başkalarını acze düşüren olağanüstü
olaylardır. Peygamberlerin elinde ve dilinde belirgin hale gelir. Başkasının
mucize göstermesi mümkün değildir. Ancak veli kullar, yani Allah dostları buna
yakın anlamda keramet getirebilirler.
İsâ Peygamberi
öldürmeye gelenlerin plânlarını ibtal eden Allah, başka birini İsa'ya
benzetirken İsa'yı (A.S.) da göğe kendine doğru yükseltti. O halde :
1. Mu'cizeleri âdi veya fizikî olaylara benzetir
veya fizikî kanunlarla mu'cizeleri izaha çalışır, ya da değerlendirmeye
kalkışırsak, ilâhî kudretin mu'cizeyle tecelli eden metafizik (fizikötesi)
Sünnetini bir bakıma reddetmiş oluruz. Bu da insanı küfre kadar götürür.
Elimizdeki İncil
nüshalarında -birçok değişikliklere uğramalarına rağmen- bu konuyla ilgili
belgelere raslamak mümkün. Ancak sözü edilen mu'cize insan kaleminin dokunması
sonucu kısmen değiştirilmiştir. Kur'ân bu yanlışı tashih etmektedir. Dört
İncil'de birbirine yakın fakat farklı bilgiler verilmektedir. Ama hepsinde de
İsa'nın hayatının birçok safhalarının mu'cizelerle dolu olduğu belirtilmekte
ve detaylı malûmat verilmektedir. İsa'nın Yahudîler tarafından çarmıha
gerildiği ve bu suretle öldürüldüğü, kabre konulduktan üç gün sonra dirilip
şakirtlerine göründüğü, sonra da Rabbine yükseldiği şeklindeki belgeler,
sonradan tahmin edilerek İncil'e konulmuştur. Çünkü asıl İncil'de bu olaydan
söz edilmesi düşünülemez.
2. Kur'ân hem İsa'nın çarmıha gerilmediğini, hem
öldürülmediğini kesin bir ifadeyle açıklar. Ancak ona benzetilen kişinin bu
akibete uğratıldığı çok kısa bir cümleyle anlatılıyor.
3. Öldürmeğe gelenlerin çoğunun İsa'yı şahsen
tanımadığı, bu yüzden onlara yol gösteren ve İsa'nın öldürülme plânında
başrolü oynayan adamın işareti üzerine harekete geçtikleri, İsa'ya
benzetilen adamı öldürdükleri; sonra da İsâ Peygamberi az-çok
tanıyanlardan birkaç kişinin, «Bunun yüz hatları İsa'ya benziyor ama vücudunun
diğer kısımları pek benzemiyorlar» diye şüphe izhar etmeleri, farklı iddiaların
ortaya çıkmasına neden oluyor.
4. Bütün bu ve benzeri iddiaların zandan öteye
geçmediği açıklanıyor. Zan ise hakkı yansıtmaya yeterli değildir.
5. Ruhî yapısı çok duyarlı olan. Melek
Cebrail'in nefhasıyla ana rahminde oluşup dünyaya gelen İsâ Peygamber, İlâhî
kudret ve inayetin yüksek tecellisine mazhar olunca bedenî yapısı ruhî
yapısına dönüşerek tamamen ruhlaşmiş ve öylece göğe yükseltilmiştir. Bu
durumda bedenî ihtiyaçlar, hisler -çok değişik bir mahiyette- dumura uğrar,
diğer bir tabirle duraklama devresine girer. Maddenin enerjiye dönüşmesi gibi,
beden de ruha dönüşür. Bu hal peygamberlerde zaman zaman meydana gelmiştir, İsâ
Peygamberde ise çok daha belirgindir. Resûlüllah {A.S.) Efendimizin Mi'rac'ları
da böyle bir kanuna bağlı olarak gerçekleşmiştir. Âl-i İmrân sûresinde bu husus
detaylı olarak açıklanmış, arzu edenler için hayli malzeme konulmuştur.
6. Allah'ın kudreti bütün kuvvetlerin
üstündedir. Varlık âleminde sa-deoe Onun kudret ve kanunları hükümrandır,
Olayları oluşturmasında, sebepleri hazırlamasında bildiğimiz ve bilmediğimiz
birçok hikmetler ve yararlar gizlenmiştir.
Şöyle de diyebiliriz :
Sebepleri yaratıp olayları
meydana getirdikten sonra da, önce de sebepleri başıboş bırakmaz. Her
şey belli ölçülere göre sebeplere bağlı kalır. Sebepler de Allah'ın kudret ve
hikmet elinde bulunur. Dilediğinde ilâhî müdahalesini yapıp ara yerden sebepleri
kaldırarak mu'eizeler meydana getirir. Çünkü Allah hem Aziz'dir, hem Hakim'dir.
7. Kıyamete yakın İsâ Peygamber ıslahatçı (düzeltici, yoluna koyucu) hüviyette inince, Yahudî ve
Hıristiyanlar ister-istemez Allah'ın bu yüksek kudretinin tecellisi karşısında
İsa'ya (A.S,) inanacaklar ve onun rehberliğinde son dinin hak olduğunu öğrenme
basiretine erişecekler.
Neden kıyamete yakın
Kitap Ehline böyle bir mu'cize gösterilmesine imkân hazırlanmıştır? Bunun
cevabı açıktır: İlmi esas kabul edip bütün milletlere gönderilen Kur'ân'ı ve
cihan Peygamberi Hazret-i Muhammed'i (A.S.) araştırıp gerçeği bulma zahmetine
katlanmayan ilim adamlarını ilmin en çok gelişip doruğuna yükseldiği bir
devrede mahcup etme, bu hususta akılla ilmi değil, hisle ilmi
birleştirdiklerini ve insanlığın yararına sunulan bu büyük rahmeti, beşerin
kalbine ve kafasına yansıtma basireti göstermediklerini kınama hikmetini
taşımaktadır. Bunun dışında sayılmı-yacak kadar esrar ve hikmetleri vardır.
Yeri gelince parça parça aksetti-rilmeye çalışılacaktır.
Anaak şunu
hatırlatmamızda yarar var: Kur'ân'ın İsâ Peygamber'Ie ilgili âyetlerini
anlayabilmek için, yine onunla ilgili kırkın üstündeki hadîsleri gözden
geçirmek gerektir. Aksi halde sağlıklı bir sonuç elde etmek çok zor olur. Çünkü
genellikle hadîsler Kur'ân'ın açıklaması mahiyetindedir. [117]
«Kitap Ehli'nden hiç
kimse yok ki, ölmeden önce Ona imân edecek olmasın..»
Bu âyet üzerinde
birçok yorumlar yapılmıştır. Müfessirlerin çoğu, «Yahudi ve Hıristiyanlar olmak
üzere ölen her kişi ölümü anında İsâ Peygamberin hak peygamber olduğuna
inanır, ama ölüm ânı umutsuzluk ânıdır; bu bakımdan imân, umutsuzluk halinde
makbul sayılmamıştır.» diyerek «MEVTİHİ»deki zamirin ehli kitaptan her birine
râci' olduğunu belirtmişlerdir. Kanaatimce bu yorum pek isabetli değildir.
Çünkü kişiye hiçbir yarar sağlamayan bir imânı sunmanın anlamı yoktur.
Müfessirlerden bir kısmı da, «Kıyamete yakın bir zamanda İsâ (A.S.) inince
hakikat bütün açıklığıyla anlaşılacak ve o devreye rastlayan Kitap Ehlinden
hemen herkes İsa (A.S.)ın hak peygamber olduğuna ister-istemez inanacaktır.
İs-temiyerek inananların imânı makbul tutulmayacak ve İsâ (A.S.) kıyamet günü
onun aleyhine şehadette bulunacaktır.»
Tecelli edecek bu
büyük mu'cize karşısında materyalistler, ateistler ve komünistler şaşırıp
kalacak, kimi büsbütün küfür ve inadını artıracak, kimi istemiyerek kabul
edecek. Yahudiler ise İsa'nın (A.S,) öldürülmediğini anlayacak, Hıristiyanlar
da onun son peygamberle ilgili vermiş olduğu haberleri dikkate almamanın
ezikliği içinde bulunacaklar.
Bu ikinci yorum daha
isabetlidir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizden bu hususta nakledilen kırkın
üstündeki sahih hadîsler de bizi bu sonuca doğru götürmektedir. Allah daha
iyisini bilir, [118]
Geçen âyetlerle
Yahudîlerin gönderilen peygamberlere karşı inat ve inkârla çıktıkları ve aşırı
tutucu olmaları sebebiyle İsâ Peygamberi öldürmeye kalkıştıkları açıklandı.
Sonra İsâ Peygamberin kesinlikle öldürülmediği, çarmıha gerilmediği
belirtilerek Yahudî ve Hıristiyanların bu mesele hakkında gerçek bir bilgiye
sahip olmadıkları hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Yahudîlerin işledikleri diğer haksızlıklara, insanları Allah yolundan
alıkoymalarına, haram kılındığı halde faizle iş görmelerine, başkalarının
mallarını haksız bahanelerle yemelerine temas edilerek mü'minler uyarılıyor. [119]
160-161— Yahudilerden
(çoğunun) zulümleri, bir çoklarını Allah yolundan alıkoymaları,
men'edildikleri halde faiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını
yemeleri sebebiyle (daha önoe) kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz şeyleri
onlara haram kıldık ve yine onlardan küfür üzere kalanlara elem verici bir azap
hazırladık.
162— Ama
onlardan ilimde kök salıp derinleşenler, sana indirilene de, senden önoe
indirilene de inanan, namazı kılan, zekâtı veren, Allah'a ve Âhiret gününe imân
eden mü'minlere gelince, işte onlara büyük bir ecir (karşılık ve mükâfat)
vereceğiz.
Gerçi doğru yola
eriştirmek insanların elinde değildir. O ancak Allah'a hastır. Peygamberler,
mürşitler ve olgun ilim adamlarının görevi doğru yolu göstermek, ona yönelmede
rehberlik etmektir. Diyebiliriz ki, bu üc sınıf da onları ıslah etmede pek
başarılı olamamışlardır. Ancak peygamberlikle hükümdarlığı nefsinde cemedenler
müstesna.. Yahudîlerin zuiüm ve taşkınlığını, insanların mallarını haksız
sebeplerle yemelerini ancak bu vasıfta olanlar durdurabilmişlerdir. Musa
Peygamberde de bir bakıma liderlik vasfı vardı. Yani liderlikle peygamberliği
kendinde toplamıştı. Davud Peygamberle, Süleyman Peygamberde bu iki vasfın bir
arada bulunması çok daha belirgin idi. Sadece peygamberlik vasfıyla ortaya çıkan
Zekeriya, Yahya ve İsâ Peygamberler bu millete olumlu yönde tesir edememiş,
onlara yön vermekte fazla başarı sağlayamamışlardır. Üstelik Yahudi ırkına
mensup olanlar kimine işkence etmişler, kimini öldürüp, kimini de ülkeden
sürmüşlerdir.
Çünkü bu ırkın
karakter ve mayası tamamen dünya saltanatına yönelik bir özellik taşımaktadır.
Âhiret kavramından zevk almadıkları gibi, onu düşünmek de istemezler.
Bu yüzden tarihin
birçok devirlerinde Allah'a karşı verdikleri sözü bozmuşlar, Musa Peygambere,
«Müşriklerin tanrıları gibi bize de bir tanrı yapıp meydana getir» demekten
çekinmemişlerdir. Nitekim Musa Peygamberin 40 gün Tûr-i Seynö'da beklemesini
fırsat sayarak altundan buzağı yapıp tapınmışlardı. Onlara göre, her şeyi
maddeyle ölçmek gerekir. Allah'ı da bir cisim olarak görmek istemeleri bunun en
acık örneklerinden biridir.
Kur'ân'da bütün
bunların ilâhî sınırlan aşmak anlamında «zuiüm» tabiriyle açıklanması,
Yahudîlerin nasıl bir haksızlık ve tuğyan içinde bulunduklarını göstermeğe
yeter de artar.
İş bununla da
kalmıyarak birçok insanları Allah yolundan alıkoymaları, âhireti inkâr ederek
bu yolu tıkamaya çalışmaları; Tevrat'ta kesinlikle haram kılındığı halde faiz
müessesesini işler hale getirmeleri büyük fitnelere yol açmış, hem kendilerine,
hem diğer milletlere çok pahalıya malolmuştur.
Bu sebeple Allah
dünyada bir ceza olmak üzere -daha önce kendilerine helâl sayıldığı halde- iyi
ve temiz şeylerden bir kısmını onlara haram kılmıştır.
En'am sûresinde bu
tahrîm şöyle açıklanır:
«Yahudi (dininden)
olanlara da (Tevrat'da) her tırnaklı olan hayvanı haram kıldık. Sığır ve
koyunların da sırtlarında veya bağırsaklarında veya kemiğe karışık bulunan
yağlar dışında iç yağlarını haram kıldık. Bu, aşırı gidip ilâhi sınırları
aşmalarından, insan haklarına el uzatmalarından dolayı onlara verdiğimiz bir
cezadır ve elbette biz doğrularızdır.» [120]
Âhiretteki cezaları
ise, elem verici bir azabın hazırlandığı şeklinde açıklanmıştır.
TEVRAT'ta da hayvan iç
yağlarının haram kılındığına dair altı yerde gereken açıklamaya rastlamaktayız.
Daha önce Âl-i İmrân 93. âyetin tefsirinde bu hususa kısmen temas etmiştik.
Burada sadece Tevrat'tan bir belgeyi nakletmekle yetineceğiz: «Ve Rab, Musa'ya
söyleyip dedi : İsrail oğullarına söyle : Hiçbir yağ, öküz yahut koyun, keçi
yağı yemiyeceksi-niz.» [121]
«Yahudilerden
(çoğunun) zulümleri...... sebebiyle (daha önce) kendilerine helâl kılınan iyi
ve temiz
şeyleri onlara haram
kıldık.»
Yahudilerin
işleyegeldikleri haksızlıklar sebebiyle dünyevî bir ceza olarak neden tırnaklı
hayvanların etiyle iç yağlan haram kılınmış da başka yiyecekler değil? Bunun
sebep ve hikmetini anlayabilmek için o çağa kadar uzanmak gerekir. Gerçi En'am
sûresinde bunun yeteri kadar açıklaması yapılmıştır. Ama yeri gelmişken bunun
bazı sebep ve hikmetlerini kısaca açıklamamızda yarar vardır. Önce şunu
belirtelim ki hayvanı kökenli organik maddeler, hücre yapımızın temel taşını
oluşturmaktadır. Bu gibi organik maddelere protein adı verilmekte ve beslenme
için vazgeçilmez birer unsur oldukları bilinmektedir. Çünkü yağ ve şekerlerle
birlikte enerji verme işlevinde rol alırlar. Özellikle hayvanı proteinler,
insan organizması için büyük önem taşıyan aminoasitler bakımından bitkisel proteinlere
göre daha zengindir.
Bu hususu dikkate
alarak Yahudilerin o günkü geçim kaynaklarını gözden geçirince daha çok ticaret
ve hayvancılıkla uğraştıkları anlaşılır. İbranilerin yurdu olan ve tarihî bir
ülke kabul edilen Filistin topraklarının hem ziraate, hem de hayvancılığa
elverişli olduğu muhakkaktır. Ger-eğin-den fazla proteinli maddeleri, özellikle
et, yağ ve benzeri gıda maddelerini yemek nefsi iyice azdırır, şehveti tahrik
eder. Gayretini midesine yönelten insanların çoğu Yaratanına karşı âsi olur.
Tarihte bunun birçok örnekleri vardır. Hem onların azgınlığını frenlemek, hem
de et, yağ gibi temel gıda maddelerinden onları mahrum bırakmak bir bakıma
dünyevî ceza, bir bakıma da ıslâh yollarından biridir.
Ayrıca çok sıcak bir
iklimde hayvani yağlan, özellikle iç yağları yemenin sağlığı bozacağını da
dikkate aldığımızda, bunun da bir bakıma dünyevî ceza, bir bakıma da o
insanların ve gelecek olan kuşaklarının sağlığını korumaya yönelik bir
tedbîr olacağını düşünebiliriz.
Diğer kuvvetli bir
ihtimal de şudur: Beslenme hususunda çok yararlı olan hayvani et ve yağlar,
başka hiçbir amaç güdülmeden doğrudan haram kılınıp, Yahudîier, dünyevî bir
ceza olarak bu nimetlerden mahrum bırakılmışlardır. [122]
«Yahudilerin (çoğunun)
zulümleri......sebebiyle...»
Milletlerin hem
kendilerinden yana, hem insanlıktan yana yararlı bir düzeye gelip uzun süre
varlıklarını devam ettirmelerinde daha çok üç şeyin birleşip birbirine destek
olmasına ihtiyaç vardır: Akıl, ilim ve din. Neden bu üçü? sorusuna ise şu
cevabı vermek mümkündür:
Kâinat İnsan aklının
arzuladığı plâna göre meydana getirilmiş değildir. O halde sadece akıl yoluyla
ruhumuzla uyum sağlayacak bir hayat düzeni kurmamız mümkün değildir. Aklın
kudretini ortaya koyacak ilme, İlme ve .akla yön veren, ışık tutan dine ve
dinî ahlâka ihtiyaç vardır.
Buna hayatın sehpası
veya üçlü sünneti diyebiliriz. Kur'ân Yahudilerin zaman zaman bu üçlü sünnete
uymadıklarını, dikkatleri fazlasıyla çekecek ölçü ve anlamda açıklayarak dört
büyük günaha kaydıklarını, bu yüzden zilletten zillete, esaretten esarete
uğradıklarını hatırlatıyor. Ayrıca milletleri çökerten dört büyük günahı
birkaç yerde tekrarlıyarak hafıza ve idrakimizde derin iz bırakmak istiyor.
Dört büyük günahı şöyle sıralayabiliriz :
1. Zulüm - haksızlık
2. İnsanları Allah yolundan alıkoymak
3. Faizie iş görmek, onu yaygınlaştırmak
4. İnsanların
mallarını haksız ve bâtıl
sebeplerle yemek.. [123]
«Ama onlardan ilimde
kök salıp derinleşenler...»
Kur'ân ilgili âyetle
ilim adamlarına dikkatleri çekmekte, bunların ülkenin temel direkleri ve
aydınlatıcı lâmbaları olduklarına işaret etmektedir. Bu arada gerçek ilim
adamlarının vasıflarını belirterek inananlara bu husustaki kıstası en anlamlı
biçimde şöyle sunuyor:
1. Ciddi bir
tahsil yapmak,
2. Araştırıcı ruhuna sahip olmak,
3. Bıkmadan yorulmadan ilim doğrultusunda
ilerlemek,
4. İiimde kök salıp derinleşmek,
5. İlmin bir yüzünü dünyaya, diğer yüzünü
âhirete çevirmesini bilmek ve inanmak,
6. İlmi hem insan zekâsını, hem de ruhunu
geliştirme hizmetine sev-ketmek,
7. Dünya ile âhiret, beden ile ruh, insan ile
bağlı bulunduğu hayat kanunu arasında uyum sağlamaya yöneltmek..
Bütün bu vasıflar
fizikle metafizik arasında uyumlu bir denge sağlar. İnsan ile yaratanı
arasındaki engelleri kaldırır. Aklın dünya ile âhiret meselelerini
derinlemesine kavramaya yetmediğini öğretir. Dinin lüzumunu bütün safiyetiyle
belirgin hale getirir.
İşte bu ölçüdeki ilim
adamlarıdır ki, ülkeleri kalkındırır, faziletli kuşakların hayat sahnesine
çıkmasını hızlandırır, Allah korkusunu bütün sevgi ve haşmetiyle kalblere ve
dimağlara yerleştirirler. Milleti uzun ömürlü, dayamklı ve ahenkli düzeyde
tutarlar. Hakiki medeniyetin temelini en sağlam biçimde oluştururlar. İnsanca
yaşamanın bütün yollarını açarlar. Geleceğin çok umut verici olduğunu
kanıtlarlar.
Bunun için Kur'ân
sadece zekâları geliştiren tek yönlü bir ilmi ve ilim adamını övmüyor. Nitekim
bu seviyede olan Yahudi ırkında bazı ilim adamlarının, din olarak İslâmiyeti
seçtikleri bir gerçektir.
Sonra da Yahudilerden
bilgi ve ilgisini hakikati bulup seçmeye çeviren mü'minler şu altı esastan
dördüne inandıkları ve ikisini imanlarının gereği olarak uyguladıkları için iki
büyük mükâfatla müjdelenmişlerdir: Hz. Muhammed'e (A.S.) indirilen vahye ve
kitaba, O'ndan önce indirilen vahye ve kitaplara, Allah'a ve Âhiret gününe,
Allah'ın belirlediği anlamda inanırlar ve namaz kılıp zekât verirler.
İşte ilmin
rehberliğinde semavî dinlerin birleştiği esaslarda birleşen ve böylece
sürtüşme, tartışma, kin ve düşmanlığın Allah'ın indirdiği hiçbir dinde yeri
olmadığını ilân eden âlimler her devirde yaşadıkları muhit
ve çevrelerine ışık
tutup rahmet olmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık övülen ilim adamları ancak
bu kıratta olanlardır. [124]
Yukarıdaki âyetlerle
zaman zaman insanlığı tedirgin eden Yahudî ırkının haksızlıkları,
taşkınlıkları, başkalarının mallarını bâtıl sebeplerle yemeleri, her şeyin
maddeyle ölçülmesine yol açan, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu öldüren faizi
yaygınlaştırmaları söz konusu edildi ve bu açıdan hareketle mü'minler uyarıldı.
Sonra gerçek ilim adamlarının vasıflan belirtildi. Ülkelerin kurtulmasının
hakikat! arayan ilim adamlarının yetiştirilmesiyle selâmete erişeceğine işaret
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
tekrar Yahudilerin geçmişte olduğu gibi, hakkın ve faziletin karşısında
durdukları, son peygamberin rahmet meşalesini söndürmek babında üstün gayret ve
akla gelmedik entrikalar çevirdikleri açıklanıyor. İstek ve iddialarında
samimi ve ciddi olmadıklarını isbat sadedinde geçmiş peygamberlere indirilen
vahyin anlam ve kapsamı üzerinde duruluyor. Sonra da peygamberlerin
gönderilmesinin asıl amacı belirtiliyor. [125]
163— Şüphesiz ki biz Nuh'a, ondan sonraki
peygamberlere, İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, onun evlât ve
torunlarına; İsa'ya, Eyyûb'a, Yû-nus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz
gibi sana da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
164— Hem daha önce kıssalarını sana haber verdiğimiz
peygamberlerle, kıssalarını haber vermediğimiz peygamberlere (vahyettiğimiz gibi) ve Allah Musa'ya
seslenip konuştu(ğu gibi sana da vahiy indirdik),
165— Peygamberlerden sonra
insanların Allah'a karşı
(itiraz yollu) bir delilleri
olmasın diye peygamberleri rahmet müjdecileri, azap tehlikesine karşı
uyarıcılar {olarak gönderdik). Allah çok üstündür, çok güçlüdür; yegâne hikmet
sahibidir.
166— Ama Allah, sana indirdiğiyle şahitlik eder
ki, onu kendi ilmiyle indirmiştir; melekler de şahitlik ederler. Şahit olarak
Allah yeter.
İbn Abbas (R.A,) diyor
ki: Yahudî bilginlerinden iki kişi Peygamber (A,S.) Efendimize gelerek : «Biz
Musa Peygamberden sonra Allah'ın herhangi bir kimseye vahiy indirdiğini
bilmiyoruz..» dediler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [126]
Büyük sahabi Ebu Zer
(R.A,) ile Resûlülİah (A.S.) Efendimiz arasında geçen konuşma :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Bugüne kadar kaç
peygamber gönderilmiştir?
— 124.000 (yüz yirmi dört bin)...
— Bunun
kac tanesi resuldür?
— 313 tanesi...
— Peygamberlerin ilki kimdir?
— Âdem.
— Âdem nebiy-yi mursel midir?
— «Evet, Allah onu kendi eliyle yarattıktan
sonra kendi ruhundan ona üfledi. Peygamberlerin dört tanesi Süryanîdir: Âdem,
Şit, Nuh ve Ahnuh (İdris). İlk önce
kalem ile yazı yazan İdris Peygamberdir. Onlardan dört tanesi Araptır: Hud,
Salih, Şuayb ve senin peygamberin (ben). İsrail oğullarından ilk peygamber
Musa, son peygamber İsa'dır. Peygamberlerin ilki Âdem, sonu senin
peygamberindir.» [127]
Bu konuda İmam Kurtubî
diyor ki : «Bu mesele hakkında rivayet edilen hadîslerin en sahihi, Ebu
Zerr'in rivayetidir. Nitekim bu hadîsi el-Acurriy ile Ebu Hatim el-Bastî
Müsned-i Sahihte tahrîc etmişlerdir.» [128]
«Şüphesiz ki biz
Nuh'a...... vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.»
Vahiy, sözlük olarak
ilham, işaret, gizli söz, fısıltı, risâlet ve kitabet anlamlarına gelir. Râğıb
el-Esbehanî'ye göre, vahyin asıl sözlük mânası, «sür'atii işaret» demektir.
İşaret ise birçok şeylerle yapılabilir. İmam Zec-eac, EVHA'nın masdarı olan
İHÂ'yı gizli şekilde bildirme anlamında belirlemiştir. Havarilere, Musa'nın
anasına yapılan vahiy, ilham anlamındadır. Bal arılarına yapılan vahiy de
içgüdülerini harekete geçirip yön verme ilhamıdır.
Peygamberlere yapılan
vahiy ise, bunlardan çok farklı ve ayrıdır: Ya meleğin kalbe ilkasıyla, ya da
Allah kelâmının surette tecelli edip doğrudan kalbe seslenişiyle gerçekleşir.
Peygamber her iki durumda da kalb kulağıyla söylenenleri işitir. İlham ise
sadece kalbde bir doğuş şeklinde tecelli eder; tıpkı açlık, susuzluk, üzüntü
ve sevinç duyulduğu gibi. [129]
«Hem daha önce
kıssalarını sana haber verdiğimiz peygamberlerle, kıssalarını haber
vermediğimiz Peygamberlere...»
İlgili âyetlerde Musa
Peygamberin dışında 12 peygamberin daha ismi anılmıştır. Onların hepsine de
vahiy inmiş, kimine sahife ve şeriat verilmiştir; ama Musa (A.S.) dışında hiç
birine yazılı kitap indirilmemiştir.
Bir peygamberin
peygamberliğini belgeliyen kıstas, yazılı kitap olsaydı, Yahudi bilginlerinin
Musa Peygamberlerin dışında diğer bütün peygamberleri inkâr etmeleri
gerekirdi. Çünkü onların hiç birine yazılı kitap inmemiştir. Halbuki ismi
geçen peygamberlerin çoğuna inanır ve risâletini kabul ederler. O halde son
peygamber Hazret-i Muhammed'e (A.S.) karşı takındıkları tavır ve yönelttikleri
soru ve teklifte ciddiyet ve samimiyet yoktur. İsmi geçen dizide Musa
Peygamberin adının anılmaması, ya Yahudilerin iddia edip sandığı gibi
Tevrat'ın ona yazılı levhalar halinde indiğine işarettir, ya da hakikaten
Tevrat'ın bu ölçüde indiğine delildir. Ama her iki durumda da kesinlik söz
konusu değildir.
Sadece 12 peygamberin
anılmasıyla burada yetinilmesinin sebep ve hikmeti ne olabilir? Burada Nuh
Peygamberin ilk mursel olduğuna işaret vardır, diyenler olmuştur. Kuvvetli
ihtimal bu olmakla beraber tufan olayıyla içice bulunması, isminin hem Tevrat,
hem Kur'ân'da geçmesine neden olmuştur. Ayrıca Nuh'la İbrahim Peygamber
arasında birçok peygamberlerin gelip geçtiği haber veriliyor. Sonra başta İbrahim
(A.S.) ve ahfadı olmak üzere İsrâiloğullan'yla diğer bazı ümmetlere gönderilen
peygamberlerin kronolojik bir sıra dikkate alınmaksızın isimlerinden söz edilmesi,
bunların hepsinin de ünlü peygamberler olduğu, her birinden birkaç hatıra
kaldığı içindir. Diğer kabile ve milletlere gönderilen birçok peygamberlerden
kalan bir eser, bir hatıra olmadığı ve sayıları da binleri aştığı için
isimlerinden söz edilmesinin bir yarar sağlamıyacağı gayet açıktır. Zaten bir
sonraki âyetle bu hususa işaret edilerek kıssaları bildirilen ve
bildiriimiyen peygamberler deniliyor.
Özetliyecek olursak :
Kur'ân'ın bu bölümünde, Asya'da daha çok Orta Asya'da gelip geçen ama isim
bırakıp meşhur olan peygamberleri anmakla yetinilmiştir. Amaç, Yahudilerin
yazılı bir kitap inmediği halde çoğunu peygamber kabul ettiklerini, son
peygambere de yazılı kitap inmemiştir, ama onu kabui etmediklerini ortaya
koymak; böylece Yahudî bilginlerinin Hazret-i Muhammed'in (A.S.) risâleti
hakkında samimi olmadıklarını, kılıçla hakkından gelemiyeeeklerini anladıkları
için gayr-i aiddi meseleler ortaya atıp onun itibarını düşürmek gayretinde
bulunduklarını kabile ve milletlerin gözleri önüne sermek ve sağduyularını
harekete geçirmektir. [130]
«Peygamberlerden sonra insanların Allah'a
karşı (itiraz yollu) bir delilleri olmasın diye peygamberleri rahmet
müjdecileri, azap tehlikesine karşı uyarıcılar olarak gönderdik».
İnsan aklı, fizik ve
fizikötesi bütün hakikatleri, meseleleri anlayıp çözmeğe yeterli değildir.
Aklın yolu, deney ve gözlemdir. O halde sınırlıdır. Gerçek bu olunoa ve aklımız
fizik âleminin tamamını bile çözüp anlamaya güç getiremeyinçe, metafiziği nasıl
anlayabilir? Akıl ilimle birleşip asırlardır durmadan çalıştığı halde henüz
dünyamızın esrarını bile yeterince çözememiştir. Güneşteki tükenmez enerji
hakkında bile tam ve kesin bir bilgiye sahip sayılmaz.
Kur'ân'da bu hususa
işaret edilerek peygamberlerin rahmet ve saadet müidecileri oldukları,kötü
yolda yürümenin felâketdoğuracağıveeüm bir azaba sebep olacağı hakkında uyarıcı
bulundukları hatırlatılıyor. O halde peygamberlerin asıl görevleri iki ana
maddede özetlenmiştir:
1. Allah'ı tanıtmak ve p'nun sonsuz rah'rtıetini
müjdelemek,
2. Küfrün, nifakın ve kötülüğün felâkete kapı
açtığını hatırlatıp uyanda bulunmak..
Birincisi Allah'ı,
O'hun kudret ve azametini, kâinatta câri olan ve şaşmadan hedefine doğru yol
alan kanunlarını; Allah'ın canlılara karşı olan geniş rahmetini, itjîspnjann
ebedî saadete ada^ olarak yaratıldıklarını, sonu gelmiyen mutluluk yurdunu,
insan ruhunun yüceliğini, insan denilen ve akıllara durgunluk veren ilâhî
sanatın yaratanın varlığına kâfi delil bulunduğunu içerir.
İkincisi, melekle
hayvan arasında yaratılıp her ikisiyle de ilgili sıfatlan kendinde taşıyan
insanın çetin bir mücadeleyle yüzyüze bulunduğunu^ karşıt kuvvetlerin durmadan
çarpıştığı bir alana ayak bastığını; yaratılışının gayesinden uzaklaştığı
takdirde kendini basamak basamak aşağı âleme doğru düşüreceğini, gayeyi idrak
edip hayat kanununa uyduğu takdirde kendinden yukarı âleme doğru
yükseleceğini, bu mânayla sorumluluk duygusunun kalblere ve vicdanlara
yerleşmesini, ilâhî adaletin gereği olan hesaba çekilmeyi ve yaptıklarından
sorulmayı, Cennet ve Cehennem'*, buniarın taşıdığı hikmeti içerir.
Böylece her peygamber
bu iki asıl görevi ve taşıdığı yüksek mânayı en sağlam vasıta olarak akla
sunar, ona ışık tutmaya çalışır.
Ama bütün bunlar neye?
Bu sorunun cevabını Kur'ân vermiştir: Âdem oğlunun itirazlarına kapı açmamak,
mazeretlerinin geçerli olmadığını belirlemek içindir. O nedenle her millete ve
kabileye bir peygamber gönderilmiştir. «Ve biz peygamber göndermedikçe azap
ediciler değiliz..» [131]
âyetiyle bu uçsuz bucaksız âlemde insan oğlunun aklıyla başbaşa bırakılmadığı
hatırlatılıyor. Eski çağlarda dünya ve kıtalar tamamen keşfedilme-diği, bugünkü
seri vasıtalar, yayın organları bulunmadığı için her millet ve kabileye bir
müjdeci ve uyarıcı peygamber gönderilmiştir. Bu son peygamber gönderilinceye
kadar böyle devam etmiştir. Ondan sonra bütün milletlere ve kabilelere bir tek
peygamber gönderilmesinin yeterli olduğu bir çağa girilmiş ve öyle yapılmıştır.
Bugün hâlâ
mağaralarda, medeniyetten uzak köşelerde yaşıyan kabile ve topluluklar varsa
ve bunların da peygamber ve kitaptan haberleri yoksa, o halde sadece aklın
normal anlamda erişebildiği hususlardan sorumlu tutulacaklar ve kendilerine
başkaca bir azap verilmiyecektir. Çünkü Allah yegane hikmet sahibidir.
Peygamber göndermedikçe azap da etmez. Maksat, insanlara azap etmek değil,
onları sonsuz bir saadete eriştirmenin yollarını göstermektir. Allah'ın
değişmiyen sünnetlerinden biri de, her şeyi lâyık olduğu ölçüde ve bağlı
bulunduğu hayat kanununa göre düzene koymaktır. Cansızlar âlemi buna ister
istemez uymuşlardır. Canlılar âleminden daha çok insan unsuru söz konusudur.
Allah ise çol< üstündür, ve yegane hikmet sahibidir. [132]
Geçen âyetlerle daha
çok Yahudi bilginlerinin inat ve inkârı üzerinde duruldu, son peygamber
hakkında hiçbir zaman ciddi ve samimi olmadıkları anlatıldı. Peygamber ve
kitap hakkında sağlam bir bilgi ve kıstasa sahip bulunmadıklarına işaret
edilerek bu arada ün yapmış birkaç peygamberin durumu misal olarak gösterildi.
Sonra Peygamberlerin gönderilmesinin sebep ve hikmeti açıklandı. Aşağıdaki
âyetlerle daha çok genel anlamda inkâra sapıp insanları Allah yolundan aiıkoyan
materyalist ve ateistlerin tutumuna dikkatler çekiliyor. Materyalist bir
felsefeyle insan beynini yıkayanların kolay kolay doğru yola gelmiyecekleri
belirtiliyor. Böy-lelerinin bağışlanmıyacağına dokunularak hayatı devam ettirme
ve denge sağlama kanunu ve bir de insan ruhunun yüceliği dikkate alınarak ciddi
bir eğitime ihtiyaç bulunduğuna işaret
ediliyor. [133]
167— Doğrusu
onlar ki inkâra sapıp( insanları) Allah yolundan ali-korlar (doğru yoldan) uzak bir sapıklıkla
sapmışlardır.
168-169—
Şüphesiz ki inkâr edip küfre saplanıp kalanları ve haksızlıkta bulunanları
Allah bağışlayacak değildir; onları Cehennem yolundan başka bir yola iletici de
değildir. Orada ebediyen kalıcılardır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır.
170— Ey
insanlar! Rabbinizden sîze hak (din) ile bir peygamber geldi; imân ederseniz
sizin için hayırlı olur. İnkâra saparsanız (bilmiş olun ki) göklerde ve yerde
ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah her şeyi bilendir,
yegâne hikmet
sahibidir.
İnanmak isteyen
putperestler, Yahudilere başvurup Muhammed'in (A.S.) geleceğine ait Tevrat'ta
bir kayıt bulunup bulunmadığını sordular. Yahudî bilginleri hakkı gizleyerek :
«Biz kendi kitabımızda onun sıfatını bulamadık.» diye cevap verdiler ve gelecek
olan peygamberin herhalde Harun, ya da Davud ahfadından olması gerektiğini
iddia ettiler. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [134]
«Şüphesiz ki inkâr edip küfre saplanıp kalanları ve
haksızlıkta bulunanları Allah bağışlayacak değildir...»
Küfür ve inkârın bazen
sebebi bilgisizlik ve idraksizliktir. Kişi, materyalist bir felsefenin tesir
alanına girmiyecek bilgi ve kültüre sahip değilse, bu takdirde o, iki karşıt
görüş ve inanış arasında bulunuyor demektir. Hangisi erken davranırsa, kişinin
manevî boşluğunu o doldurma şansına sahiptir. İnkarcıların beyin yıkama
metoduyla kısa zamanda kişi silik hale getirilmekte ve katı bir inkâr çemberi
içine sokulmaktadır. Ciddi bir bilgi ve görgüsü bulunmadığı için hem çevresine
pek tesir edemez, hem de kendisi bu çemberden kolay kolay kurtulamaz.
Bazen de krifür ve
inkârın sebebi, eğitim sisteminin tek yanlı çalışması olarak gösterilebilir.
Zekâları geliştirmek, fakat ruhu ve vicdanı ihmal etmek insanı dengesizliğe
sürükler. Böylesine tek yönlü bir eğitim maddeci yetiştirmekle kalmaz, bir de
dinin lüzumsuzluğunu aşılar. Dinin ilâhî birnizam olmayıpkorku ve endişe sonucu
kendiliğinden ortaya çıktığını, bazı ilkel toplulukların bu tür davranışlarını
örnek vermek suretiyle isbata çalışır.
Böyie bir ortamda
yetişen kuşak inkâr içinde bocalamakla kalmayıp çevrelerine de aynı şeyleri
telkinde bulunup tesir etmeyi bir görev sayarlar. Neticede sözü edilen sistem,
toplum yapısında karşıt görüşlerin doğup geltşmesine neden olur ve ardı-arkast
kesilmiyen huzursuzluklar doğurur.
Kur'ân bunu haktan
sapmanın en katmerli şekli olarak vasıflandırıyor. Çünkü bu düzeye gelen
materyalist ve ateistlerin dönüş yapması -çoğu zaman- imkânsızdır. Meğerki
Allah'ın hidâyet ve inayeti tecelli etmiş ola..
Bu nedenle de insan
ruhunu, vicdanını ve içindeki Allah fikrini tahribe çalışan zalimleri Allah
bağışlamıyaeağını haber veriyor. Çünkü bağışlanmaya aneak dönüş yapıp tevbe
edenler lâyıktır. [135]
«Ey insanlar!
Rabbınız-dan size hak (din) ile bir Peygamber geldi...»
Peygamber ilâhî
bilgiyle donatılmıştır, aynı zamanda bu bilgiyi yeri geldikçe insanlara tebliğ
ile görevlidir. Bu bakımdan o yalnız hakkı söyler ve onu savunur. Tahrip edilen
ruhî yapıyı tamire çalışır, kalbleri ve kafaları aydınlatmakla meşgul olur.
Küfrün, inkârın ve cehaletin elinde sadece bir avuç gübre olacağınave bunun
ötesinde mutluluk, hayat ve hesap diye bir şeyin olmadığına inandırılan ve bu
yüzden dengesizliğe itilen insanların bu bataklıktan kurtarılma görevi de
peygambere verilmiştir. Onun için toplumun, peygamber irşadına olan ihtiyacı,
herhalde suya ve havaya olan ihtiyacından daha az değildir.
Kur'ân'da bu gerçek
dile getirilip onlara şöyle sesleniliyor: «Rabbi-nizden size hak (din) ile bir
peygamber geldi.» Çünkü ancak peygamberin getirdiği iksirle kalbleri
maddeciliğin ezici tokmağından kurtarmak mümkün olabilir. Maddecilikte umudun
en küçük bir aydınlığı yoktur. Peygamberin getirdiği kutsal âlemin havasında
umudun bütün ferahlatıcı unsurları mevcuttur.
[136]
«İnkâra saparsanız
(bilmiş olun ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır.»
Kâinatı yaratıp belli
kanunlarla ve değişmiyen bir sünnetle idare eden Allah, hiçbir şeyi başıboş
bırakmamış, her şeyi kendine has bir amaca yöneltmiştir. Her canlı türü için
ayrı bir hayat kanunu koymuş ve böylece en ince hesaplara dayalı ilâhî plânını
sergilemiştir. Bu manayla mülk Allah'ındır. O her şeyden doygundur. Ne
meleklerin sekmeden emre uymalarına, ne insanların imân ve ibâdetine ihtiyacı
vardır. Koyduğu düzene uymak bizim hayrımıza ve yararımıza, uymamak mutlak
surette zararımızadır. Çünkü hayır, iyilik, helâl ve haram nisbî ve izafîdir.
İlgili âyetlerle bu
hakikate parmak basılarak : «İnkâra saparsanız (bilmiş olun ki) göklerde ve
yerde ne varsa hepsi Allah'ındır..» buyuruluyor.
Peygamberin elindeki
Kur'ân, cehaletin en koyu devresinde inmiş, ilim henüz emekleme çağına gelmeden
önce, o ilmî esaslarr getirip insan aklına seslenmiştir. Aradan 14 asır geçmesine,
ilmî alanda bu kadar gelişme ve buluşlar elde edilmesine rağmen, ilim hep
Kur'ân'ı doğrulamış, hep onu tasdik etmiştir. Getirdiği hukuk sistemi her zaman
kaynak kabul edilmiştir. Sunduğu aile nizamına henüz erişilememiştir.
Yıldızlar, ay ve güneş hakkında verdiği ana fikirler bugüne kadar tazeliğini
kaybetmemiştir. Okyanuslardaki golfstrimlere dikkatleri çekmesi, salıverilen
iki denizin birbirinin sınırını aşmaması, ay'ın güneşten ışık alıp
yansıtmasından söz etmesi, onun Allah'tan indiğine başlıca kanıtlardır. İnsan
hayatıyla bu kadar yakından ilgili bulunan semavî bir kitabı okuma külfetine
katlanmı-yan ve hiçbir araştırma zahmetine girmiyen okumuşlara ne demeli? Çünkü
insanları saplandıkları fikir akımından, bağlandığı ideolojiden kurtarmak, bir
şeye inandırmaktan çok daha zordur. Kalblere hakikat ışığını yansıtan ise
Allah'tır. Son yıllarda Fransa'da sosyalizmin beyni sayılan ilim adamlarının
Kur'ân'a inanıp İslâm'a girmeleri, bu ışığın tecellisiyle olmuştur. [137]
Geçen âyetlerle Yahudî
ve Hıristiyanların Tevhîd doğrultusunda genel esas kabul edilen bütün
peygamberlere ve kitaplara imân hususunda yanlış bir yola saptıkları, bilhassa
son peygamberi ve kitabı kabule yanaşmadıkları, bu yüzden hayli haksızlıklar
işledikleri, ilim ve gerçek dışı bir takım iddialarla ortaya çıktıkları
belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Kitap Ehlinin sadece Tevhîd doğrultusundaki akideye ters düşmekle
kalmadıkları, aynı zamanda kendi dinlerinde sınırı aşıp ölçüyü kaçırdıkları
açıklanıyor. Yahudilerin Tevrat'ın hükümlerini değiştirdikleri, haram kılınan
şeyleri helâl saydıkları, son peygamberle ilgili belgeleri ya değiştirip, ya
da yanlış yorumladıkları bildiriliyor; Hıristiyanların ise, İsâ Peygambere
Allah'ın hulul ettiğini, o bakımdan Allah'ın oğlu bulunduğunu iddia
ettiklerine atıf yapılıyor. Sonra da İsâ Mesih'in Allah'a kul olmaktan
çekinmiyeceği, ifade ediliyor ve bu hususta büyüklük taslayıp hakka secde
etmiyenlerin elem verici bir azap ile azap edilecekleri haber veriliyor. [138]
171— Ey
Kitap Ehli! Dininizde sınırı aşmayın, ölçüyü kaçırıp aşırı gitmeyin. Allah'a
karşı ancak hakkı söyleyin. Meryem oğlu Mesih İsâ, ancak Allah'ın Peygamberi,
Meryem'e ilka ettiği
kelimesi ve Allah'tan (gelme)
bir ruhtur. O halde
Allah'a ve peygamberlerine imân edin de (Tanrı) üçtür, demeyin, bundan
vazgeçin, sizin için hayırlı olur. Allah ancak bir tek ilâhtır; çocuğu olmaktan
pâk ve münezzehtir ve yücedir. Göklerde olanlar, yerde olanlar O'nundur. Vekîl
olarak Allah yeter.
172— Mesîh de, en yakın melekler de Allah'a kul
olmaktan çekinmezler. Kim O'na kulluktan çekinir de büyüklük taslarsa,
(unutmasın ki) Allah hepsini (kabirlerinden kaldırıp) huzurunda biraraya
getirerek toplayacaktır.
173— Artık imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanların
mükâfatlarını noksansız ödeyecek ve bir de kendi fazi u kereminden onlara
fazlasını verecektir.
(Kulluktan) çekinip
büyüklük taslayanlara gelince: Onları elem verici bir azapla azaplandıracakve
onlar kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ve sahip, ne de bir yardımcı
bulamıyacaklardır.
Kitap Ehlinden Yahudî
ve Hıristiyanlar, İsâ Peygamber hakkında ölçüyü kaçırdılar; biri tefrîte
(ortalamanın çok altına) düştüler, diğeri ifrata (ortalamanın çok üstüne)
taşıp) sınırı aştılar. Yahudiler, İsa'nın zinadan meydana geldiğini iddia
ederek onu öldürdüklerini övünerek söylerken, Hıristiyanlar İsa'yı Allah'ın
oğlu ve yeryüzünde Allah'ın hülûi ettiği ilâhî vücut diye tanımaya ve tanıtmaya
çalıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [139]
Diğer bir rivayet:
Hıristiyanlardan bir
grup, «İsâ Allah'ın oğludur» diye tutturdular. Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler indi.
Kelbî diyor ki:
«Necran kabilesinden
bir heyet Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki: «Ya Muhammedi Sen
bizim sahip ve efendimizi kötülüyormuş-sun?» Peygamber (A.S.) onlara : «Sizin
sahibiniz kimdir?» diye sorunca, «İsa'dır..» diye cevap verdiler. Peygamber
(A.S.), «Onun hakkında neler söylemişim?» diye ilâve edince de onlar: «Sen onun
için Allah'ın kulu ve peygamberi diyormuşsun!.» diyerek cevaplandırdılar. Bunun
üzerine Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz onlara : «Allah'a kul olmak herhalde İsâ
için bir kusur ve ayıp olmasa gerek..»
buyurdu. Onlar, «Hayır, onun
hakkında böyle söylemek bir kusur sayılır..» diyerek iddialarını tekrarladılar.
Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [140]
«Kim bir olan
Allah'tan başka ilâh olmadığına, ortağı bulunmadığına; Muhammed'in de Allah'ın
kulu ve peygamberi, İsa'nın da Allah'ın kulu ve peygamberi, Meryem'e ilka
ettiği kelimesi ve kendi katından gelme bir ruh olduğuna şehadette bulunur;
Cennet ve Cehennem'in hak olduğunu kabul ederse, -üzerinde bulunduğu ameline
göre- Allah onu Cennet'e koyar.» [141]
«Hıristiyanların
Meryem oğlu İsa'yı aşırı derecede övdükleri gibi beni övmeyin. Çünkü ben de
ancak bir kulum. Benim için «O, Allah'ın kulu ve peygamberidir.» deyin.» [142]
Büyük sahabi Enes bin
Mâlik anlatıyor:
Bir adam Resûlüllah
(A.S.) Efendimize gelerek : «Ey Muhammed, ey efendimiz ve büyüğümüz! Ey
Efendimizin oğlu! Ey en hayırlımız ve en hayırlımızın oğlu!» diye seslendi.
Cok alçak gönüllü olan
Peygamberimiz (A.S.) bu sözlerden pek hoşlanmadı. Hepimize dönerek şöyle
buyurdu :
«Ey insanlar!
sözlerinize dikkat edin, şeytan sizi şaşırtıp (ölçüyü kaçırtarak başka bir
yana) sürükleyip götürmesin. Ben Abdullah'ın oğlu ve Allah'ın kulu ve
peygamberi Muhammed'im, Yemin ederim ki Allah'ın beni indirdiği makamın
üstünde bir makama yükseltmenizden hiç hoşlanmam.» [143]
«Ey Kitap ehli!
Dininizde sınırı aşmayın, ölçüyü kaçırıp aşırı gitmeyin.»
Hak dinler insan
aklının eseri olmadığı gibi, sosyal yapının gereğince kendiliğinden oluşup
vücut bulan bir tabu'lar zinciri de değildir. O tamamen sosyal hayatın
gelişmesi, mevcut şartların dikkate alınması doğrultusunda Allah tarafından gönderilen
hayat düzenidir. Dünya ile âhiret, fizikle metafizik arasında en sağlam geçiş
köprüsüdür. O halde hak dinin indirildiği gibi korunması, korunduğu gibi
yaşanması ve amel edilmesi gerekir. Hiç kimsenin hak dinde tasarrufa yetkisi
yoktur. Onda noksanlık yapmak nasıl caiz değilse, fazlalık yapmak da caiz
değildir. Her iki durumda da aslından uzaklaşma felâketiyle başbaşa kalır.
Kur'ân'da yukarıdaki
âyetlerle, Yahudî ve Hıristiyanların kendi dinlerinde ilâhî sınırı aşmaları
kınanmakta ve konuya dikkatler çekilerek mü'-minler uyarılmaktadır. Hazret-i
Peygamber (A.S.) Efendimizin insan psikolojisini en iyi bilen bir elci olarak,
«Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı aşırı derecede övdükleri gibi beni övmeyin»
diye tenbihte bulunması el-betteki çok anlamlıdır.
Hıristiyanların İsâ
için «Allah'ın oğlu» demeleri, çok aşırı ve de küfrü gerektiren bir övgüdür.
Allah'a babalık nisbet etmek, dinde sının aşmanın en kötüsü sayılır.
YUHANNA İncil'inde:
«Bana imân edin, ben
Babadanım, Baba da bendendir. Hic değilse o işlerden dolayı imân edin..» [144]
«Benim ismimle her ne
dilerseniz, onu yapacağım; ta ki Baba oğulda ta'zîz olunsun.» [145]
Bu cümleler elbetteki
hakiki İncil'de geçen sözlerin aynı değildir. Çünkü İncil'in İsa'nın göğe
yükseltilmesinden 40-80 yıl sonra toplanıp yazıldığı bilinmektedir. Bazı batılı
tarihçi ve araştırıcıların tesbitine göre, Yuhanna İneil'i ile Markos İncil'i
Miladî ikinci yüzyılda yazılmıştır. En yakın ve en doğru sanılan Bernaba
İncil'inde ise, Baba yerine Rab, oğul yerine yol gösterici, uyarıcı tabirleri
yer almıştır ki, sıhhatli olanı da budur. Gerçi mevcut Yuhanna İncil'inde de
BABA, OĞUL tabirlerine yer yer açıklık getiren belgeler yok değildir. Örneğin
: «Ben gerçek asmayım ve Babam bağcıdır; ben de meyva vermiyen çubuğu koparır
ve her meyva veren daha çok versin diye onu temizler.» [146]
sözü Allah'ın yaratan ilâh, İsa'nın yaratılan bir kul olduğunu kapalı şekilde
ifade eder.
Yahudîlerin, Meryem
zina etmiştir, demeleri, İsa'yı (A.S.) gayrM meşru' sayıp öldürmeye
kalkışmaları da bilgisizlik, gaflet ve dinde aşırı gitmenin neticesidir.
Halbuki mevcut
İncillerde bu konudaki belgelerin bir kısmı, Kur'ân-ı Kerîm'deki açıklanan
şekle uygun düşmektedir. Nitekim İncil'de Meryem'in Ruhulkudüs olan Melek
Cebrail'in nefhasıyla gebe kaldığı gayet acık biçimde belirtilmiştir.
MATTA İncil'inde
deniliyor ki:
«İsâ Mesîh'in doğması
da şöyle oldu : Anası Meryem, Yusuf'a nişanlanmış olduğu halde,
buluşmalarından önce Ruhulkudüs'ten gebe olduğu anlaşıldı.» [147]
LUKA İncil'inde ise
şöyle deniliyor:
«Melek Meryem'e gelip
İsa'yı müjdelediğinde Meryem:«Bu nasıl olacak? Çünkü ben er (koca) bilmem.»
Melek cevap verip dedi: «Ruhulkudüs senin üzerine gelecek, yüce olan kudreti
üstünde gölge salacak..» [148]
Kur'ân'da
Hıristiyanların dinde aşın gidip İncil'de anası belirtildiği halde ve meleğin
nefhasıyla gebe kaldığı bildirilmesine rağmen, İsa'yı (A.S.) Allah'ın oğlu
saymalarının küfür olduğu belirtilerek birkaç yerde şu anlamda açıklama
yapılıyor:
«Allah Meryem oğlu
Mesih'in kendisidir, diyenler, and olsun ki kâfir olmuşlardır.» [149]
«And olsun ki, Allah
üçün üçüncüsüdür (üç ilâhtan biridir) diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki
bir ilâhtan başka ilâh yoktur.» [150]
«Meryem'e ilka ettiği
kelimesi ve Allah'tan (gelme) bir ruhtur.»
Meryem'e ilka olunan
kelime «Kün = Ol!» emridir. Cenâb-ı Hak bir şeyin olmasını, vücut bulmasını
veya yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkmasını dilediği zaman «ol!»
der, o da «oluverir.» ve bir bakıma arada araç ve sebebe gerek kalmaz.
İnsan, câri olan
hayatı devam ettirme kanununa ve biyolojik tesbitle-re göre, erkekle dişi
arasında meydana gelen döllenme ile vücut buiur. Yani dişi üreme hücresi ile
erkek üreme hücresi (ovum ile spermatozoit) nin birleşmesiyle gerçekleşir. Âdem
Peygamberin yaratılması, bu döllenme dışında «Kün = Ol!» emrine dayalı ayrı
bir Sünnetullah ile gerçekleştiği gibi İsâ Peygamberin yaratılması da buna
yakın, sadece dişi üreme hücresiyle Melek Cebrail'in nefhası neticesi vücut
bulmuştur. Bu da yukarıda belirtildiği gibi bizce bilinmiyen bir kanunla
gerçekleşmiştir.
Nitekim Şeyh-i Ekber
Muhyiddin Arabî, Fütuhat-i Mekkiyye adlı çok kıymetli eserinde diyor ki: «İsa
Peygamber iki ayrı âlemin imtizacından oluşmuştur. Çünkü Melekle Meryem
arasından zuhur etmiştir. O halde İsâ Peygamber ruhtan meydana gelen bir ruh,
beşerden meydana gelen bir beşerdir. Bu özellik başkasına verilmemiştir. İkinci
semaya yükseltilmesinin hikmeti budur. Çünkü bu semadaki yıldızlar bizden yana
olan ci-hetleriyle iki ayrı âlemden imtizaç etmişlerdir.» [151]
Ama neden câri olan
biyolojik kanun uygulanmamış da daha başka ve bizim henüz bilemediğimiz
fizikötesi bir sünnete gerek görülmüştür? Gerçi Allah yaptığından sorulmaz, O
fâil-i muhtar'dır. Âl-i İmrân sûresinde de kısmen açıkladığımız gibi, yüzleri
tamamen maddeye dönük olup dünya saltanatından başka bir amaçları bulunmayan
ve bu yüzden Tevrat'taki âhiretle ilgili hüküm ve belgeleri çıkarıp unutturan
Yahudî bilginlerine ve dolayısıyla o millete, sadece yüzü âhirete dönük ve ruhî
yapısı çok güçlü ve duyarlı bir peygamber gönderilmesi gerekiyordu. İşte İsâ
Peygamber bu ölçü ve güçte donatılıp gönderilmiştir.
Ayrıca geçmişte
kendilerine sunulan birçok mu'cizelerle övünen İs-râiloğulları'na daha büyük
bir mu'cize İsâ Peygamberle gösterilmiş oldu. Amaç, mu'cizelerle övünmenin
yeterli olmadığını, mu'cizenin tecellisine mazhar olan Peygamberin şeriatına
uymanın gerekli bulunduğunu bildirmektir. İsâ Peygamberin babasız dünyaya
gelmesi, beşikte iken konuşması, ölüleri diriltip hastalara el dokundurmakla
iyileştirmesi, şüphesiz ki ilâhî kudretin yüceliğini ve mu'ciz anlamında
yeryüzündeki belirgin tezahürlerinden birkaçını yansıtmaktadır.
Bu konuda diğer önemli
bir husus da, Âdem Peygamberin anasız babasız olması, ilk insan olarak çamurdan
şekillendirilip kendisine ilâhî ruhtan üfürülmesi neticesinde vücut bulup
hayata adım atmasıdır. Bunu bir türlü anlayamayan veya ilâhî sünnetin sadeee
fizik alanında câri kanunlardan ibaret olduğunu sananların itirazını durdurmak
veya onlara bu konuda model ve örnek göstermek, Âdem'in yaratılışına bir ip
ucu vermek için İsâ Peygamber babasız yaratılmıştır. Neden Melek Cebrail'in
Nefhası?
Çünkü Melek Cebrail
büyük bir ruhtur. Ruh ise Rabbimizin emrinden-dir; o her yönüyle hayat, enerji
ve sünnetullah ile doludur. Hayat verme gücüyle taşlara bile dokunsa onlara
hayat verebilir. Bu yüksek ruhun nefhası İsâ Peygamber'de de büyük bir hayat
gücü doğurmuştur, o kadar ki dokunduğunda ölüleri diriltmiş, felçlileri
iyileştirmiş, bir çok hastaları şifaya kavuşturmuştur. Nitekim Bakara sûresi
253. âyet buradaki «ruhun minhu»yu açıklar mahiyettedir.
Hıristiyan din
adamlarının Kur'ân'daki «Ruhun minhu» daki zamiri Allarda irca' ederek,
İsa'nın Allah'tan bir parça bulunduğunu, buna onun oğlu demenin açık belirtisi
sayılacağını delil göstermelerinin hiçbir mâkul yanı yoktur. Nitekim bize
kadar gelen sahih rivayete göre :
Abbasî Halîfelerinden
Harun REŞİD'in Hıristiyan tabibi bir gün halifenin huzurunda devrin ünlü ilim
adamlarından İmam Vâkıdî ile bu mesele üzerinde tartıştılar. Hıristiyan tabib,
Kur'ân'da geçen «Ruhun minhusda-ki zamirin Allah'a raci' olduğunu, (Min)
harfiyle geldiğini ileri sürerek İsâ-nın Allah'tan bir parça, diğer bir tabirle
O'nun oğlu bulunduğunu savundu. İmam Vâkıdî ona şu cevabı verdi: «Eğer
«Minhu»daki harf ve zamirden bu mâna çıkıyorsa, o takdirde «VE SAHHARE LEKÜM
MA Fİ'S-SE-MAVATİ VE MA Fİ'L-ARZİ CEMİAN MİNHU» âyetindeki zamirden de böyle
bir mana çıkarmak geremez mi? Ve o takdirde göklerde ve yerde ne varsa hepsinin
Alah'tan bir parça ve hepsinin de O'nun oğlu olduğunu iddia etmek icap etmez mi
ve bu yorum karşısında İsa'nın (A.S.) bir özelliği kalır mı?» Vâkıdî'nin bu
güzel cevabı Hıristiyan tabibi susturdu ve çok geçmeden İslâm Dinine girdi.
Harun Reşid bu sonuca çok sevindi, İmam Vâkıdî'ye hayli ikramda bulundu.
Matta İncili'nde
«çünkü kendisinde doğmuş olan Ruhulkudüs'tendir» denilerek, konuya açıklık
getirilmiş, İsa'ya neden «Ruhullah»
denildiğine
işaret edilmiştir. [152]
«Mesîh'de, en yakın melekler
de Allah'a kul olmaktan çekinmezler..»
Cehaletin en koyusu ve
katmerlisi, Yaratan'a karşı gelmek, O yüce
kudreti tanımamaktır.
O'na kulluktan kaçınıp büyüklük taslayanlan, sözü edilen cehalet kavramının
dışında tutamayız.
O halde asıl cehalet,
okuma-yazma bilmemek, tahsîl görmemek değil, kâinatın her parçasına varlığının
ve birliğinin damgasını vuran ve varlık âlemini bu belgelerle dolduran Allah'ı
tanımamak ve O'na kulluk etmemektir.
Mekke'nin o gün için
en bilgili ve kültürlü ileri gelenlerinden Ebu'I-Hakem, Allah ve Peygamberine
baş kaldırıp her geçen gün biraz daha inat ve inkârını artırdığından. Peygamber
(A.S.) Efendimiz Melek Cebrail'in işareti üzerine ona EBU CEHL = Cehlin babası
adrnı takmıştı.
Müik sahibinin
inayetine mazhar olup O'nun bağ-bahçesinde barınan, meyvasindan yiyip,
suyundan, havasından yararlanan kişiyi düşünün! Bu durumda mülk sahibini
tanımıyacak kadar şımarır ve kendisinden istenilen hizmeti vermekten kaçınırsa
onun bu düşünce ve davranışında insaf ve idrâkin ölçüsü ve anlamı var mıdır?
Allah'ını tanımayıp ama O'nun mülkünde geçinip giden bir insanın, bu tarz bir
tutumunun beşer ruhunun yü-celiğiyle, hilkatin hikmetiyle bağdaşır yanı var
mıdır?
«Ceza amelin
cinsindendir..» sözü burada bir defa daha geçerliğini korur. İlgili âyetle
büyüklük taslayanlara verilecek cezanın çok elem verici olacağı açıklanırken,
onların aşağılanacağı ve kendilerine bir dost bir sahip ve yardımcı da
bulamıyacaklan hatırlatılıyor. Çünkü büyüklük tasla-yanların samimi dostu ve
yardımcısı olmaz. Başkalarına tepeden bakanlara herhalde aşağılayıcı bir azap
verileceği en uygunudur. Allah'ın bu husustaki denge kanunu ve şaşmayan
adaleti elbette günü gelince hükmünü yürütecektir. [153]
Yukarıdaki âyetlerle
daha çok Kitap Ehli'nin din bilginleri uyarıldı; dinde aşırı gitmenin dine ve
dindarlara zarar getireceği hatırlatıldı. İsâ Peygamberin Allah'ın kulu ve
resulü olduğu açıklandı. Allah'a evlât isnat etmenin küfrü gerektirdiği
belirtilerek dinin aslına ve son dinin esaslarına uymanın mutlaka hayırlı
olacağına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle
dinlerin birbirini takip ederek tekâmül ettiğine işaretle son dine ve son
peygambere imân etmenin akıl, mantık ve vicdanın yolu; insanlığımızın gereği
olduğu hatırlatılıyor. Muhammed'in (A.S.) Allah'tan gönderilme bir burhan
(kesinliği açık bir delil ve belge) olduğuna dikkatler çekiliyor. Kur'ân'ın da
kalbleri, kafaları, aile ve toplum hayatını düzenleyip aydınlatan bir nûr
bulunduğu açıklanarak hissî davranılmama-sına işaret ediliyor. [154]
174— Ey insanlar! Doğrusu Rabbinizden size bir
burhan (kesinliği açık delil ve belge)
geldi ve size çok açık bir nûr indirdik.
175— Artık Allah'a imân edip O'na sarılanları,
Allah kendi katından bir rahmete ve geniş bir nimet ve ihsana sokacak ve
kendisine giden doğru yola eriştirecektir.
«Kur'ân Allah'ın
dosdoğru yolu ve O'nun en sağlam urganıdır.» [155]
«Size iki şey
bırakıyorum; onlara sarıldığınız sürece (doğru yoldan) sapmazsınız: Allah'ın
Kitabını ve Muhammed'in Sünnetini...» [156]
«Ey insanlar! Doğrusu
Rabbinizden size bir burhan (kesinliği açık delil ve belge) geldi...»
Kur'ân'da ilgili
âyette, gerek Kitap Ehline, gerekse müşriklere en susturucu cevap verilerek
konu noktalanıyor. Hak, hakimin dilinde ve elinde dâima üstündür. Çünkü delili
sağlam ve kesindir. Bâtıl, bâtılı temsil edenin elinde yenilgiye ve
çürütülmeye mahkûmdur.
İlim çevresi
bulunmayan, okur-yazar bile olmayan bir insanın ondört asır önce kalkıp
milletlerin hayatını düzenleyen, aileye en sağlam ahlâkî ve hukukî ölçü ve
müeyyideleri koyan, toplum hayatına yön verip ilmin ve medeniyetin öncülüğünü
yapan, getirmiş olduğu kitap ile sergilediği bilimsel ölçüdeki temel
bilgilerin her geçen gün doğruluğu ve isabetliliği kesinlik kazanması bir zekâ,
bir deha işi değildir. Çünkü tarihte birçok zekiler ve dahiler ortaya çıkmış,
güzel fikirler, çekici sözler söyleyip çevrelerini büyülemişlerdir. Ama aradan
yarım asır geçmeden çoğunun düşünce ve tılsımlı sözleri tesirini kaybetmiş ve
bir asır sonra da unutulmuştur.
Hz. Muhammed (A.S.) bu
ölçüde bir dahi değildir. O Allah'ın inayetine mazhar olan ve Levh-i Mahfuz'dan
alıp öylece konuşan ilâhî rahmettir. Her geçen gün hadîslerinin insanlıktan
yana nasıl feyiz ve rahmet ışıkları yansıttığı anlaşılmakta ve günün ilmiyle,
kültürüyle yetişen ünlü fakat insaflı ve araştırıcı ilim adamları onun
büyüklüğünü ve risâletini kabul etmektedirler.
Bilgisizce, basit
mantık oyunlarıyla hakkın karşısına çıkmak, onu güçlendirmekten başka hiçbir
yarar sağlamaz.
Yahudi ve
Hıristiyanların kendi dinlerinde aşırı gitmeleri, haktan uzaklaşmalarına yol
açmış; çevre kabileleri ve milletleri Hz. Muhammed'in (A.S.) aleyhine
döndüreceklerini umarak kesif faaliyet göstermeleri, İslâm'ın tanınıp hüsn-ü kabul
görmesini hızlandırmıştır. Çünkü hem Muhammed (A.S.), hem kendisine sunulan
ilâhî Kelâm her yönüyle akla, ilme, mantığa, vicdana ve ruha hitap etmektedir.
Muhammed (A.S.), hakkı hakikate erdiren bir sultan, insanlık âlemini
aydınlatan nûr-i Rahmân'dır. Bâtılı boşa çıkaran, küfrün başını eğen, nifakı
tuz-buz eden Seyf-i Yezdan'dır.
Kur'ân O'nun en büyük
mucizesi, küfrün karanlığını gideren en muhteşem meş'alesidir. Şeriatı en
geniş cadde, sünneti hayat düzeni için yeterli malzemedir.
Kur'ân-ı Kerîm, Tevrat
ve İncil'de meydana gelen ve beşer elinin do-kunmasıyla aslından uzaklaşan
değişiklikleri, yanlışları düzeltip doğrusunu açıklayan en güçlü ve en sıhhatli
kaynaktır.
Bunun için Cenâb-ı Hak
fazl-ü keremi, merhamet ve inayeti gereği bâtıla saplananlarla dinde aşırı
gidenlere, semavî kitapların sosyal hayata göre tekâmül ederek birbirini takip
ettiklerine karşı çıkanlara, bu yüzden hissî davranıp sının aşanlara işaret
anlamında sesleniyor: Haksızlık bataklığında tepinip durmanın bir yaran yok,
ama zararı çoktur. Her yanlış hareketiniz sizi biraz daha batırmaktadır. O
halde Rabbinizden size gönderilen burhana yönelin, inen nura gönül kapılarını
ardına kadar açın. Bu mutlaka sizin için hayırlı olur. [157]
Nisa sûresinin baş kısmında
miras hukukuyla ilgili meselelere yer verilmiş ve bazı açıklamalar yapılmıştı.
Sûrenin sonunda yine aynı konuya dönülerek açıklanmıyan bir hususa yer
veriliyor ve böylece İslâm'a göre, miras hukukunun önemi bir defa daha
belirtilmiş oluyor. [158]
176— Senden
fetva isterler. De ki: Allah size k e I â I e (babası ve çocuğu olmayıp
kardeşlerini mirasçı bırakan) hakkında fetva veriyor: Eğer bir adam ölür de
çocuğu da yoksa, bir kız kardeşi mirasçı bulunuyorsa, terekenin yarısı onadır.
Kizkardeş çocuksuz (ölür) ise, erkek kardeş onun bıraktığının (tamamını) alır.
(Tabii ölenin kocası varsa, malın yarısı ona verildikten sonra kardeşi geriye
kalanı alır).
(Aynı durumda) kız
kardeşler iki (ya da daha fazla) olurlarsa, erkek kardeşlerinin bıraktığının üçte
ikisi onlaradır. Mirasçılar erkek ve kız kardeşler ise, o takdirde erkek için
dişinin iki payı vardır. Allah, adaletten saparsınız diye size (hükümlerini)
açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
Ashab-ı Kiramdan Câbir bin Abdullah (R.A.) anlatıyor:
İyice hastalanmıştım.
Resûlüllah (A.S.} Efendimizle Ebubekir SIDDÎK (R.A.) beni sormaya gelmişler.
Onlar geldiğinde ben baygın bir vaziyette bulunuyormuşum, derken Allah Resulü
abdest aldıktan sonra abdest suyunu yüzüme serpmiş; gözlerimi açtığımda
Resûlüllah Efendimizi (A.S.) yanımda buldum: Ya Resûlellah! dedim, malımı nasıl
taksim edeyim, mirasçılar için nasıl bir yol tutayım? diye sorduğumda bana
cevap vermedi. (Çünkü dokuz kardeşim bulunuyordu). Çok geçmeden yukarıdaki âyet
indi. [159]
Diğer bir rivayete
göre, Câbir (R.A.) : «Ya Resûlellah! Babam ve çocuğum olmadığı için
kardeşlerim mirasçı olarak bulunuyor. Nasıl bir taksimat yapmam gerekir?» diye
sormuş, bu sebeple yukarıdaki kelâle hakkındaki ayet inmiştir. [160]
Başka bir rivayette
.ise şöyle belirtiliyor:
«Babam ve çocuğum yok,
dokuz kardeşim var, nasıl bir taksimat yapmam gerekir?» diye sormuş,... [161]
«Hastalanmıştım,
yanımda dokuz kardeşim bulunuyordu. Bu sırada Peygamber (A.S.) Efendimiz geldi,
baygın bir halim vardı, yüzüme üfledi, kendime geldim: «Ya Resûlellah!
kardeşlerim için malımın üçte ikisini vasiyet edeyim mi?» diye sorduğumda,
«İyi olur.» buyurdu. «Yansını vasiyet edeyim mi?» diye sorduğumda, yine «İyi
edersin.,» buyurduktan sonra ayrılıp gitti. Çok geçmeden gelip şöyle buyurdu :
«Ya Câbir! senin bu hastalıktan ölmiyeceğini biliyorum. Allah kelâle hakkında
şu hükmü indirdi.....» [162]
«Feraizi (Kur'ân'da
belirlendiği şekilde) sahiplerine verin. Arta kalanı ise (baba tarafından) en
yakın olan erkek kişilerdir.» [163]
KELÂLE hakkında biri
sûrenin baş kısmında, diğeri sonunda olmak üzere iki âyet inmiştir. Birincisi
kış mevsiminde, ikincisi yaz mevsiminde indiği için, ikincisine «Âyet-i Sayf =
yaz mevsimi âyeti» denilmiştir.
Kelâle, hem vârise,
hem murise delâlet eder, yani her ikisiyle de ilgilidir. Vârisle ilgili
olduğunda, babayla evlâtdan başkası demektir. Muris ile ilgili bulunduğunda,
ölüp de ana-babası ve evlâdı bulunmayan kimse demektir.
Gerçi âyette «Adam
ölür çocuğu da yoksa» denilmekle yetinilmişse de sûrenin baş kısmında bu husus
yeterince açıklanmıştır.
Çünkü genellikle
kelâle, babası ve çocuğu olmayıp kardeşlerini mirasçı bırakan adam hakkında
kullanılan hukukî bir terimdir.
Burada kız ve erkek
kardeşlerden maksat, ya ana-baba bir kardeşler, ya da yalnız baba bir
kardeşlerdir. Ana bir kardeşlere gelince, onlar hakkındaki hüküm sûrenin baş
kısmında açıklanmıştır.
Bunun için Birinci
Halîfe Ebubekir (R.A.) bir yanlışlığa meydan verilmemesini düşünerek
hutbesinde şöyle açıklamada bulunma ihtiyacını duymuştur :
«Haberiniz olsun ki,
Nisa sûresinde FERAİZ'ie ilgili âyetin ilki, çocuk ve baba; ikincisi karı-koca
ve ana bir kardeşler hakkındadır. Sûrenin sonundaki âyet ise, ana-baba bir
(veya yalnız baba bir) kardeşler hakkındadır.»
Kelâle konusunda Hz. Ömer
(R.A.) de bazı endişeler duymuş ve meseleyi iyice öğrenmek için birkaç defa
Resûlüllah (A.S.) Efendimziden sormuş ve sonunda Efendimiz onun göğsüne
parmağıyla dokunarak : «Nisa sûresinin sonundaki Âyet-i Sayf sana yeter..»
buyurmuştur. [164]
Ashabdan Bera' bin
Âzib (R.A.) diyor ki:
«Tam olarak inen en
son sûre, Nisa süresidir. En son inen âyet de kelâle hakkındaki âyettir.» [165]
İbn Abbas (R.A.)dan
yapılan rivayette ise, «En son inen âyet, RİBA (faiz) ile ilgili âyettir. En
son inen sûre ise, İZÂ CÂE NASRULLAH süresidir.» [166]
Diğer bir rivayette
ise, İbn Abbas (R.A.) demiş ki: «En son inen âyet, «Vet-teku yevmen turcaune fihi ilâllah»
âyetidir. [167]
Nisa sûresine,
akrabalık bağlarının merhamet ve şefkat ölçüleri içinde sağlam tutulması
tavsiye edilerek başlanmış, yetim kızların haklarının korunması için gereken
uyarıda bulunulmuş ve böylece aile hukukuna geniş yer verilerek Miras Hukuku
açıklanmıştır. Sûrenin sonunda yine Miras Hukukunun noksan kalan bir bölümü
açıklanarak bitirilmiştir.
Ayrıca sûrenin ilk
cümlesi Allah'ın kudretinin yüceliğine açık belgelerden biri sayılan Adem'in
ilk insan olarak yaratıldığına işaret edilmiş ve insan soyunun ondan üreyip
çoğaldığı hatırlatılarak bütün insanların bir bakıma eşit düzeyde
bulunduklarına dikkatler çekilmiş ve akrabalık bağlarının önemi üzerinde
durulmuştur. Sûrenin son âyetinin son eümlesi ise Allah'ın kudreti gibi,
ilminin de sonsuz ve sınırsız olduğu açıklanmış; böylece kudret ile ilmin
bütün eşyayı kuşatıp kapsadığı belirtilerek sûre noktalanmıştır.
Hamd, âlemlerin Rabbı
Allah'a; salât-ü selâm Resûlüllah'a (A.S.) olsun. [168]
[1] Tirmizî : Enes
bin Mâlik (R.A.)den
[2] Müslim/fezâil:
2, 7
[3] Buharî/salât:
80 - menakıb: 45 - fezâil: 3,5
- Müslim/mesacid: 28
-fezâil; 2, 7 - Tirmizî/menakıb :
14, 16 - îbn Mâce/menakıb: 11 -
Ahmed: 1/270, 359 - 3/18, 478
[4] Tirmizî/menakıb:
1 - Daremi/mukaddeme: 8
[5] İbn Mace/mukaddeme:
11
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:3/1483-1484.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1484.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1484-1485.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları:3/1485.
[9] Zuhruf
sûresi âyet ; 26,
27, 28
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1486.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1487.
[12] Buhari/Daavat:
9 - Muslim/Müsafirin : 181,
'187, 189 - Ebu Davud/ fetavva': 26 - Tirmizi/Daavat : 30 - Ahmed : 1/284,
343,-352, 372.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1487-1488.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1488.
[14] Esbab-i
Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vü/Alaeddin Ali
[15] Lübabu't-Te'vîl/Alâeddin Ali - İbn Cerîr Taberî
[16] Kurtubî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:3/1489.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1489-1491.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1491-1492.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1492-1493.
[20] Tirmizi: Hadistin hasenün garıbün - Mefatıhül-gayb - İbn Cerir Taberî.
[21] Zührî; Said b.
Müseyyeb'den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1494.
[22] Ebu
Davud/Talak: 3 - İbn Mace/Talak; 1 - İbn
Asakir: İbn Ömer (R.A.) dan.
[23] Dâremî/nikâh:
24 - Ebû
Dâvud/nikâh: 38 - Tirmizî/nikâh: 42
[24] Ebû
Dâvud/nikâh: 38 -
Tirmizî/nikâh: 41 - Nesâî/nisa: 42 - İbn
Mâ-ee/nikâh: 47 - Dâremî/nikâh: 25 - Ahmed:
6/144
[25] Buharî/nikâh:
100, 101, -
Müslim/redâ': 43, 45 - Ebû
Dâvud/nikâh : 34 - Tirmizî/nikâh:
41 - İbn Mâce/nikâh; 26 - Dâremî/nikâh: 27
- Tabera-nî/nikâh : 13 - Ahmed:
2/178
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:3/1494-1495.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1495-1496.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1496-1497.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1497-1498.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1498-1499.
[30] Lübabu't-Te'vü/Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1500.
[31] Tevrat/Levililer :
18/6
[32] »
» : 20/10
[33] Încil/LUKA :
18/20
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1500-1501.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1501-1502.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1502.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1502-1503.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1503-1504.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1504-1505.
[40] Tergîb Ve Terhîb : Adalet Bölümü. (Hadîs birkaç tarikle ve az değişik
kelimelerle nakledilmiştir.)
[41] Buharl/fezâil:
18, enbiyâ: 54,
hudud: 12 - Müslim/hudud: 8, 5
- Ebû Davud/hudud: 4 -
Tirmizî/hüdud: 6 -
Nesâî/sarık: 5, 6 - îbn Mace/hudud: 6 - Dâremi/hudud: 5 - Ahmed:
3/386, 395 - 5/409 - 6/329 ,
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1505.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1506.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1506-1507.
[45] Lübabu't-Te'vîl/AIaeddin Ali/l - 406
- îbn Cerîr
Taberî - Mefatihü'I-Gayb/Fahruddin
Razî
[46] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddîn Ali/l - 406
- tbn Cerîr Taberî
- Kurtubî
[47] Lübabu't-Te'vII :
1/406
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1508-1509.
[49] Sahih-i
Müslim/İman: 5. 7 - Ebû Davııd/sünnet: 15 - Ahmed: 1/27, 28. 51, 52, 53, 228 -
3/107. 426 - 4/11.
114. 12i), 164, 359.
385 - 5/251.
252, 256
[50] Sahih-i
Müslim/İmân: 5. 7
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1509.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1509-1510.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1510-1511.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1511-1512.
[54] Tefsîr-i
ibnl kesir 1/566
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1512-1513.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1513.
[57] En'am
sûresi âyet: 68
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1514-1515.
[59] Ahmed bin Hanbel :
Ebû Reyhane'den
[60] Ebû Dâvud - Nesâî :
Büreyde (R.A.)den -
Ahmed: 5/346, 347
[61] Ebu Ya'lâ :
Ömer bin Hattab (R.A.)den
[62] Taberanî
[63] Taberanî - Dâremî/rikak: 51
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1515.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1515-1516.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1516-1517.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1517.
[67] Buharî/cenâiz :
79- Dare Kutnî - Taberanî - Beyhakî : Muâz (R.A.)den
[68] Buharı - Müslim/münafıkun: 16 - Nesâî/İmân: 31
- Daremî/Mukadde-me: 31
- Ahmed: 2/32,
68, 82, 142
[69] Buharî/mevâkiyt :
20, ezan: 34 - Ebû
Davud/salat: 47 - Nesâî/imâuıet: 45 -
îbn Mâce/mesâcid: 18 - Dâremî/salât: 53 - Ahmed-
5/140 141
[70] Ebu Ya'lâ :
Ebû Ahvas'dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1519.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1519-1520.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1520-1521.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1521-1522.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1522.
[75] LÜbabü't-Te'vîl :
1/409
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1523-1524.
[76] îbn Asâkir : Sahih isnadla Ebû Hüreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1524.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1524-1525.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1525-1526.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1526.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1526-1527.
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1527.
[82] Lübabü't-Te'vil :
1/410
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1528.
[83] Ebû Davud : Hz.
Âişe (R.A.)dan
[84] îbn Kesîr
Ebu'1-Fidâ : 1/571 -
Ebû Dâvud : Kitabü'1-Edeb
[85] Müslim-Ahmed bin Hanbel - Tirmizî/zühd: 17:
Ebu Hüreyre (R.A.) den. Sahihtir.
[86] Esna'l-Metâlib :
Uzkûr maddesi
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1529.
[87] MuhadaratÜ'l-Ebrar/Muhyiddin Arabî
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1529-1530.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1530-1531.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1531.
[91] Lübabu't-te'vîl - İbn Kesir - Kurtubî - İbn Cerîr -
Mefatihü'1-gayb
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1532-1533.
[92] Et-TAC : 1/25
[93] Müslim/imân: 56
- Ahmed : 1/208
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1533.
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1533.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1533-1534.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1534.
[97] Lübabu't-Te'vİl - İbn Kesîr - Kurtubî - îbn Cerîr Taberî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1536.
[98] En'am sûresi
âyet : 7
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1536-1537.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1537-1538.
[100] Tevrat/Tekvin: 2/1-3
[101] »
/Levililer: 23/3
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1539.
[103] Fütuhat-i Mekkiyye :
3/221 - Beyrut baskı?
[104] EZRA : Yahudilikle ilgili kuralları bir araya getiren
büyük haham (I.Ö. V. yüzyıl) Babil ülkesinde Pers sarayının çevresinde
yaşamış ve Yahudilikle ilgili işlerle
görevlendirilmiştir.
[105] -MU- Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık : 61 - İstanbul: 1978
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1539-1541.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1541-1542.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1542-1543.
[109] Buharî/büyû' :
102, mezalim: 31, enbiya: 49 - Müslim/iman: 243 - Ebû Dâvud/rnelâhim : 14 - Tirmizî/fiten : 54 - İbn Mâce/fiten : 33 - Ahmed : 2/240, 272,
290, 394, 406,
411, 437, 494,
538
[110] Buharî/büyû':
102, mezalim: 31, enbiya: 49 - Müslim/iman : 243 - Ebû Dâvud/melâhim : 14 - Tirmizî/fiten : 54 - İbn
Mâce/fiten : 33 - Ahmed : 2/240,
272, 290, 394, 406, 411, 437, 494, 538
[111] Buharî/enbiya :
49 - Müslim/imân: 244, 246 - Ahmed: 2/272,
336
[112] Müslim/hac :
216 - Ahmed : 2/240, 272,
513, 540
[113] Sahîh-i Müslim:
Abdullah b. Amr (R.A.)dan
[114] Sahih-i Müslim:
Ebu Hüreyre (R.A.) den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1544-1545.
[115] Sahih-i Müslim :
Ebu Hüreyre (R.A.)den
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1545-1546.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1546-1548.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1548-1549.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1549.
[120] En'am sûresi âyet: 146
[121] Tevrat/Levililer :
7/22 - S.
104. Kitab-ı Mukaddes
Şirketi.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1550-1552.
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1552-1553.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1553.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1553-1555.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1555.
[126] Lübabu't-Te'vîl-îbn
Kesîr-İbn Cerîr
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1556.
[127] İbn Ebî Hatim bu hadîsi el-Enva' ve't-Tekasim adlı
kitabında rivayet etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir. İbn Cevzî ise
el-Mevzuat adlı eserinde bunu mevzu' hadîslerden saymıştır. Cerh ve Ta'dil
üstadları da bu hadis üzerinde yeterince durmuş, zayıf
olduğunu belirtmişlerdir.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1556-1557.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1557-1558.
[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1558-1559.
[131] îsrâ
Süresi: 15
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1559-1560.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1560-1561.
[134] İbn Cerîr
Taberî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1562.
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1562-1563.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1563.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1563-1564.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1564.
[139] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
[140] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî -
Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1566-1567.
[141] Buharî/imân:
17, tevhîd: 5, enbiya : 1 -
Müslim/imân: 1, 34, 36, 44, 47, 52, 53,
54
[142] Buharî/Enbiya:
48 - Dâremî/rıkak: 68 -
Ahmed: 1/23, 24, 47, 55, 60
[143] Ebu Dâvud/edeb:
9 - Ahmed: 3/153, 241-4/25
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1567.
[144] İncil - Yuhanna:
14/11
[145] > : :
14/14
[146] Matta : 1/18
[147] Matta : 1/18
[148] Luka : 1/34-35
[149] Mâide
sûresi âyet: 17
[150] »
» » :
73
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1567-1569.
[151] Fütuhat-i
Mekkiyye : 3/201
[152] Matta: 1/18-20
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1569-1571.
[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1571-1572.
[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1572.
[155] Tirmizî/sevabü'l-Kur'ân : H - Dâremî/fezâüü'I-Kur'ân : 1
[156] Ebû
Dâvud/menâsik : 56 - İbn Mâce/menâsik : 84 - Taberânî/kader : 3 - Ahmed : 3/26
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1573.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1573-1575.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1575.
[159] Buharı - Müslim : Câbir (R.A.)dan
[160] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
[161] Tirmizî
[162] Ebû Dâvud
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1576.
[163] Buharı/ferâiz:
5, 7, 9, 15 - Müslim/ferâiz:
2, 3 - Tirmizî/ferâiz: 8 -Dâremî/ferâiz: 28
[164] Müslim-Ahmed
bin Hanbel : Özetlenerek
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1576-1577.
[165] Buharî-Müslim
[166] Lübabu't-Te'vjl/Alaeddin Ali
[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1577-1578.
[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1578.