Meali  : 4

İlgili  Hadîsler. 4

Yararlı İşlerin Sıhhat Ve Değeri İki Şarta Bağlıdır. 4

İslâmın Esasları İbrahim Peygamberin (A.S.) Dinini De İçine Almaktadır  4

Halîl Sıfat! 4

Hanîf Sıfatı Ve Hanîf  Dini 5

Allah Her Şeyi Kuşatmıştır. 5

Tasavvuf!  Yönü. 5

Âyetler Arasında  Bağlantı 6

Meali : 6

İniş Sebebi 6

Zayıfın Hakkını Korumak. 6

Hükümleri Açıklamada İlahî Metot 7

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meali 8

İniş Sebebi 8

İlgili Hadîsler. 8

Kocanın İlgisizliği Ve Kadinin Kıskançlığı 9

Kadınlar Arasinda Adalet 9

Birden Fazla Evlilik. 10

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali : 10

İniş Sebebi 11

Hak Dinler Aile Hayatına Aynı Açıdan Bakar. 11

İlâhî Sözün Üç Defa Tekrarı 11

Gündüz Geceyi  Unutturmam Alı 12

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali : 12

Tarihî Bir Örnek. 12

Adaleti Ayakta Tutmak. 12

Adalet, Kişinin Hevesine Göre Dağıtılmaz. 13

Fıkhı Yönü. 13

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali : 14

İniş Sebebi 14

İlgili Hadîsler. 14

Din Bir Bütündür, Bölünmeyi Kabul Etmez. 15

İslâm Hak Dinleri Uzlaşmaya Çağırır. 15

Beş Esas. 15

İmândan  Sonra  İnkâr. 16

Âyetler Arasında Bağlanti 16

Meali : 17

İniş Sebebi 17

İlgili Hadisler. 17

İnkarcıları Dost Edinmemek. 17

Büyük Dâvaların Büyük Düşmanları Olur. 18

Âyetler Arasında Bağlantı 18

Meali  : 18

İlgili  Hadîsler. 19

Mü'minler Aleyhine Bir Yol Vermez... 19

Fetih Ve Nasib Tabirleri 19

Gösteriş Hastalığı 20

Âyetler Arasında Bağlantı 20

Meali : 20

İniş Sebebi 21

İlgili Hadîsler. 21

İnkarcıları Dost Edinmeyin. 21

Dinde Samimiyetsizlik. 21

İslâm'ın Açik Tuttuğu Tevbe Kapısı 22

Şükrün Ölçü Ve Anlamı 22

Âyetler Arasında Bağlantı 22

Meali : 23

İniş Sebebi 23

İlgili Hadîsler. 23

Kur'an Terbiyesi 23

Acık Ve Gizli  Hayır. 24

Âyetler Arasında Bağlantı 24

Meali : 24

İniş Sebebi 24

İlgili Hadîsler. 24

İmânın İki Rüknü. 25

Ruhun Kristalleşmesi 25

Âyetler Arasında Bağlantı 25

Meali : 25

İniş Sebebi 26

Gökten Yazılı  Kitap  İndirilmesi 26

Allah'ı  Maddeleştirme Gafleti 26

Cumartesi Gününde Konan Yasak. 27

Tevrat Hep Birden Yazili Mı İndirilmişti?. 27

Tûr'un Üzerlerine Kaldırılması 28

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali : 29

İlgili Hadîsler. 29

İsa Peygamberi Kesinlikle Öldüremediler. 30

İsa'ya Benzetilme Mu'cizesi 30

Kitap  Ehlinin   İsa'ya  İnanması 31

Âyetler  Arasında  Bağlantı 32

Meali: 32

Yahudi Irkini Doğru Yola Getirmek. 32

Tırnaklı Hayvanlarla İç Yağlarının  Haram Kıl1nmasındaki Hikmet 33

Milletleri Çökerten  Dört Günah. 33

Milletleri Yaşatan İlim Adamları 33

Âyetler  Arasında  Bağlantı 34

Meali  : 34

İniş Sebebi 34

İlgili  Hadîsler. 34

Vahyin  Anlami 35

Onîki  Peygamber. 35

Niçin Peygamber Gönderilmiştir?. 36

Âyetler Arasında Bağlantı 36

Meâli : 36

İniş Sebebi 37

Haktan Sapmanın En Katmerlisi 37

Peygamber Sadece Hakkı Temsil Eder. 37

Mülk Allah'ındır. 37

Ayetler  Arasında Bağlantı 38

Meali : 38

İniş Sebebi 38

İlgili Hadîsler. 39

Dinde Sınırı Aşmamak. 39

Meryem'e İlka Olunan Kelime Ve Allah'tan Gönderildiği Bildirilen Ruh. 40

Kulluktan Çekinip Büyüklük Taslayanlar. 41

Âyetler Arasında Bağlanti 41

Meali : 41

İlgili Hadîsler. 41

Hz. Muhammed (A.S.) İlahî Burhandır. 42

Âyetler Arasinda Bağlantı 42

Meali : 42

İniş Sebebi 42

İlgili  Hadîs. 43

En Son İnen Sûre. 43

Nisa Sûresinin Tefsiri  Biterken. 44


Meali  :

 

125—  İyiliği kendine iş ve âdet edinerek Allah'a yönelip yüzünü O'na teslim eden ve İbrahim'in Hanîf Milleti (dini)ne uyan kimseden daha güzel dinli kim vardır? Allah, İbrahim'i Halîl  (yakın dost) edinmiştir.

126—  Göklerde olanlar da,  yerdekiler de  hep Allah'ındır.  Allah  her şeyi (ilmiyle, kudretiyle, kahır ve teshîriyle) kuşatmıştır.

 

İlgili  Hadîsler

 

Hz. Enes (R.A.) diyor ki: Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize ge­lip : «Ey Allah'ın Peygamberi! Ey yeryüzünün en hayırlısı!» deyince, Allah Resulü ona ; «Yeryüzünün en hayırlısı, Allah'ın Halil'i İbrahim'dir.» diye cevap verdi. Şüphesiz ki bu cevapta derin bir tevazu', köklü bir teslimiyet ve mahviyet bulunmaktadır. [1]

Allah Resulü  (A.S.) Efendimiz buyurdu :

«Eğer birini halîl (yakın dost) edinseydim, mutlaka Ebu Bekir Sid-dîk'i Halil edinirdim.» [2]

«Eğer birini halîl (yakın dost) edinseydim, herhalde Ebubekr Sıd-dîk'ı halil edinirdim. Ne var ki o benim kardeşim ve arkadaşımdır. Allah sizin arkadaşınızı (beni) halîl edinmiştir.» [3]

«Haberiniz olsun ki' ben Allah'ın habibiyim, ama övünülecek (gurur­lanacak) bir şey yok.,» [4]

«Allah İbrahim'i kendine halîl edindiği gibi, beni de halîl edinmiştir.[5]

 

Yararlı İşlerin Sıhhat Ve Değeri İki Şarta Bağlıdır

 

«İyiliği   kendine   iş ve âdet edinerek Allah'a yönelip yüzünü O'na teslim eden.... den daha gü­zel dinli kim vardır?»

Ameller niyetlere ve amaçlara göre değer kazanır. Niyetle amel aynı doğrultuda bulunduğu ve Allah rızasını amaçladığı oranda makbuldür. Bu­nun için ilim adamlarımız AMEL-İ SÂLİH'in sıhhatinin iki şartı vardır, de­mişlerdir :.

1.  Allah'ın meşru' kıldığı ölçüde olması,

2.  Resûlüllah (A.S.) Efendimizle gönderilen hak dine, onun esasları­na, açtığı doğru yola uyması... [6]

 

İslâmın Esasları İbrahim Peygamberin (A.S.) Dinini De İçine Almaktadır

 

«İbrahim'in   Hanîf   milleti (dini)ne uyan kim­se...»

İbn Abbas'm (R.A.) da dediği gibi: Bâtıldan uzak, tamamen Hakk'a yönelik olan İbrahim Peygamberin dini, her haliyle TEVHÎD esasına daya­nır. Namaz, hac, zekât, oruç ve benzeri ibâdetler o dinde de yer almıştır. Böylece İbrahim Peygamberin Hanîf dinindeki esas ve prensiplerin ta­mamı son dinin evrenselliği içindedir. Bu bakımdan Hazret-i Muhammed'in  (A.S.) tebliğ ve yayımıyla görevli bulunduğu son dine uyan kimse, dolayı­sıyla İbrahim'in Hanîf dinine de uymuş sayılır.

Neden uyulması için yalnız İbrahim Peygamberin dini belirtilmiş de diğer hak dinlere bu konuda yer verilmemiştir?. Çünkü bütün ümmetler İbrahim Peygamberi sever ve sayar; Arapların birçok kabileleri ile Yahu­diler, Hıristiyanlar onun soyundan geldiğini iftiharla anarlar. Bu yönüyle de İbrahim Peygamber ümmetler arasında ortaklaşa bir bağ durumundadır. Kur'ân onun sözü edilen özelliğini dikkate alarak TEVHÎD (Allah'ı bir bilme) esası üzerine kurulu bulunan HANÎF DİNİNİ uyulmaya lâyık görü­yor. Son dine uymayanları, fakat İbrahim Peygambere bağlılıklarını her vesileyle dile getirenleri, İbrahim'in dinini  içeren  İslâm'a  uymaya davet

ediyor. [7]

 

Halîl Sıfat!

 

Halîl, Arapça bir kelime olup birçok mânalara gelmektedir; zayıf bün­yeli adama denildiği gibi, fakîr ve yoksul kimselere de denir. Sadık dosta, dostluğu her türlü şüphelerden arınmış bulunana da denir.

Müfessirlerimiz bu manaları dikkate alarak sözü edilen sıfatı şöyle yorumlamışlardır:

a)  Seçkin dost,

b)  Safiyet ölçü ve derecesinde yakın dost,

c)  Allah için seven ve yine Allah için sevmiyen dost,

d)  Dostluğunda en küçük bir açıklık ve şüphe bulunmayan yakın gö­nül dostu,

e)  Durumunu yalnız Allah'a arzedip halinden şikâyetçi olmayan kim­se,

f)  Muhabbet makamının en yücesinde bulunan dost,

g)  İbâdet ve taat yolunda usanmadan, bıkkınlık duymadan sebat eden kimse.,

Şüphesiz ki yedi maddede özetlenen bu özellikler her peygamberde mevcuttur. Ancak başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere İbrahim Peygamberde, sonra da diğer Resullerde çok daha belirgindir. Yoksa gök­lerde ve yerde olan her şey Allah'ındır, her şey ona yakın, kudretiyle, il­miyle, varlığıyla hepsini kapsamış ve kuşatmıştır. [8]

 

Hanîf Sıfatı Ve Hanîf  Dini

 

Hanîf, Arapça bir sıfattır; hanf ve hanef kökünden türetilip birçok mânaları içermektedir. Kök mâna olarak, doğruluk, eğri yoldan doğru yola yönelmek, eğrilikten doğruluğa meyletmek demektir. Sıfat ola­rak ta îl kalıbında veya ölçüsünde bir isimdir: İslama yönelen ve bu yönelişinde son derece doğru ve iyi niyet sahibi olan, İslâm'da sebat eden, başka bir dine eğilimi olmayan mü'min ve müslim demektir. Ayrıca hacca gidip cünüplükten dolayı gusleden dindarlara da bu sıfat verilmiştir.

Müfessirlerimiz bütün bu mânaları dikkate alarak HANÎF sıfatını şu iki açıklamayla özetlemişlerdir:

1.  Katıksız müslüman, gönülden ve samimi niyetle Hakk'a teslimiyet gösterip tam bir mahviyet içinde bulunan.

2.  Bütün dinlerden yüzünü İslâm'a çeviren ve onda sebat eden.

İbrahim Peygamberin Hanîf Dini böylece övülürken, İslâm Diniyle na­sıl çağrışım yaptığına dikkatler çekilmiştir. Çünkü hak dinin özelliği, ona uyanların tam bir teslimiyet içinde Allah'a inanıp bağlanmaları, O yüce kudretin huzurunda kulluğun gerçek ölçüsünü tam bir mahviyet içinde sergilemeleri, O'nun emirlerine boyun eğip içtenlikle kabul etmeleridir. Hanîf Dini, İbrahim Peygamberin şahsında bu derecede açıklığa kavuş­muştu. İslâm'da ise, bu özellikler -yukarıda da belirttiğimiz gibi- daha cok belirgin ve kemal mertebesinde bulunuyor.

Kur'ân'da Hanîf sıfatı on yerde anılırken Zühruf sûresinde ona şu açıklık getirilmiştir:

«Hani bir vakit İbrahim, babasına ve kavmine dedi ki: Hakikat ben, sizin taptıklarınızdan uzağım, onlarla bir ilişiğim yoktur. Ancak beni yok­tan örneksiz yaratan (Rabbım) müstesna (ancak O'na taparım). Gerçek O, beni doğru yola eriştirecektir.

İbrahim bunu, (hakka) dönerler diye soyu arasında baki kalacak bir söz olarak bıraktı.» [9]

Kur'ân onun bu vasiyetini Hanîf Dini olarak hem on yerde anmakta, hem bir teslimiyet ölçüsü olarak ümmet-i Muhammed'e (A.S.) sunmakta­dır. [10]

 

Allah Her Şeyi Kuşatmıştır

 

«Allah her şeyi (ilmiyle, kudretiyle, kahır ve teshiriyle) kuşatmıştır.»

Genel anlamda kuşatma dört yönlü bir anlam taşır:

1.   Kahır ve teshîriyle,

2.  İlim ve tedbiriyle,

3.  Koymuş olduğu denge ve hayat kanunlarıyla,

4.  Varlığıyla... Açıklama :

Kâinat nizamı, bugünkü deyimiyle evren düzeni, ister istemez ilâhî buyruğa uymuş, O'na baş eğerek yaratıldığı amaca yönelmiştir. Allah'ın ilmi ve tedbiri her varlığa yönelmiş ve her parçaya nüfuz etmiştir; her biri için ayrı bir hayat ve denge kanunu koymuştur. Hiçbir varlık başıboş, ga­yesiz ve yararsız değildir. Allah varlığıyla da kâinatı kapsayıp kuşatmış­tır. Çünkü ondan başka varlıkların kendi kendilerine var olmaları, yokluk­tan varlık alanına çıkmaları mümkün değildir. Ama her varlık O yüce var­lığa dayanmakta, O'nun yaratma ve varlık alanında meydana getirme kud­retiyle vücut bulmaktadır. Bu açıdan da Allah'ın varlığı her mevcudu kuşat­mıştır.

O halde her varlık O'nun buyruğuna baş eğdiği gibi, insan denilen var­lığın da yaratanına baş eğip teslimiyet göstermesi gerekir. İbrahim Pey­gamber (A.S.) ilk İslâm adını kullanan bir nebî olarak bu teslimiyet vadi­sinde örnek olarak gösterilmektedir. [11]

 

Tasavvuf!  Yönü

 

Ruh denilen ilâhî cevher, nefsanî paslardan, şehevî kirlerden temiz­lenip yüce âleme yönelince, aslına daha çok yaklaşmış olur. Bu durumda nuraniyeti arttıkça artar ve her geçen gün bedenî lezzetlerden, cismanî hallerden ilgisi azalmaya ve bazen kesilmeye başlar. İlgisi kesildikçe yü­celmeye devam eder. İşte böylesine parlak ve kutsal bir cevhere iyi ve yararlı ameller izafe edilince, cismanî bulanıklıklardan arınma ve durulma makamına yükselir; düşünceleri berraklaşıp irfanı artar, kudsî âlemden maarif iktisap eder. Bu düzeye erişen insan belirtilen şerefli ahval içinde durmadan bir artış kaydeder; çevrenin ve hislerinin tesirinden kurtulur, öyle ki, ancak Allah ile görür, O'nunla işitir, O'nunla hareket eder, O'nunla sakinleşir ve ancak O'nunla yürür. O halde ki İlâhî Celâl nuru, onun cis-manî bütün kuvvet ve yeteneklerine sirayet eder, onunla tam bir ihtilat sağlar ve o da onun kudsiyet mânasına dalar. İşte bu derece ve makama yükselen insana, «Allah halîli» (dostu) demek, onu bu vasıfla anmak cid­den yaraşır. Çünkü ilâhî muhabbet, onun bütün hücrelerine sızmıştır.

Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz buna işaretle sık sık şu duayı yapardı:

«Allahım! kalbimde bir nur, kulağımda bir nur, gözümde bir nur, si­nirlerimde bir nur meydana getir.» Bunu şöyle de çevirmek mümkün : «Allahım! kalbimde bir nur, işitme duygumda bir nur, görme duygumda bîr nur, sinir sistemimde bir nur meydana getir.» [12]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Gecen âyetlerle iyi ve yararlı işi kendine âdet edinenler övüldü. İbra­him Peygamberin (A.S.), İslâm'ın mayasını kendinde taşıyan Hanîf dinine uyan mü'minlerin eriştiği üstün dereceler açıklandı ve böylesine tam tes­limiyeti gerektiren bir dindarlığın güzelliğine parmak basildi: İbrahim'i (A.S.) sevdiklerini iddia eden Yahudi ve Hıristiyanların onun yolunda olma­dıklarına dolaylı biçimde işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, hak dinin gereği olarak iyi ve yararlı işlere örnek teşkil edecek kadınların, yetim kızların ve bir de öksüz çocukların hak­larının korunmasına temas ediliyor, bu gibi hakların Allah tarafından farz kılındığı açıklanarak herhalde riâyet edilmesi gerektiği hatırlatılıyor. [13]

 

Meali :

 

127— Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkın­da fetvayı Allah size verir; kendileri için farz kılınıp takdir edilen (mehir ve mirası) vermediğiniz ve nikâhlarına da istek göstermediğiniz öksüz kızlar ve zavallı çocuklara ve bir de yetimlere adaletle, insafla davranmanız hak­kında Kitap'da size okunan hükümler vardır. Hayırdan ne işlerseniz, şüp­hesiz ki Allah onu bilir.

 

İniş Sebebi

 

Hz. Âişe (R.A.) Validemiz anlatıyor:

«Adam kendi evinde velîsi bulunduğu yetim kızla -güzelse, malı da varsa- evlenmeye rağbet eder ve mehrini de en az ölçüde takdir ederdi. Güzelliği ve malı yoksa onu kendi haline terkederdi.»

Diğer bir rivayette ise şöyle deniliyor:

«Adam evinde velîsi bulunduğu yetim kızın malına ortak olur, çirkin olduğu için de hem onunla evlenmez, hem de başkasıyla evlenmesine im­kân vermez ve böylece zavallı kızı ölünceye kadar gözaltında tutardı. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi.» [14]

Ayrıca cahiliye devrinde Araplar ergen olmayan çocukları mirastan mahrum ederlerdi. Yukarıdaki âyetle, onların mirasçı oldukları ve takdir edilen haklarının verilmesinin farz olduğu belirtildi, [15]

Ashab-ı Kirâm'dan birkaç zat. Peygamber (A.S.) Efendimize başvu­rarak yetim kızlar hakkında fetva istediler. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi, istenilen fetvanın daha önce Kitap'ta açıklandığı hatırlatıldı. [16]

 

Zayıfın Hakkını Korumak

 

«Kadınlar hakkında senden fetva isterler.»

Başta İslâm olmak üzere hak dinlerin hemen hepsi zayıftan yana hüNot: Bu konuda geniş bilgi için Nisa sûresinin bir ve ikinci âyetlerinin tef­sirine bakılması tavsiye olunur.

kümler getirmiş, onları korumakta çok cömert davranmıştır. Özellikle ev­lilik çağındaki yetim kızlar ve ortada kalmış öksüz çocuklar, indirilen ki­tabın ve gönderilen peygamberin himayesine alınmıştır. Babadan yetim kalan Hz. Meryem'in toplumdan yana yararlı bir anne yetiştirilmesi düşü­nülerek o gün için en güvenilir e! olan Zekeriya Peygamberin himayesine verildiğini daha önce detaylı biçimde açıklamıştık. Konumuzu oluşturan âyette tekrar yetim kızların haklarına dokunulması çok anlamlıdır. Aile eğitiminin dışında kalan yetim ve kimsesiz çocukların ülke adına ciddi el­lere teslim edilerek eğitilmesi, insanî duygularının geliştirilip topluma ka­zandırılması farzdır. Bu farzın önemini bütünüyle kavrayan milletler pek azdır. Ülkemizde bile henüz bu konuya lâyıkıyla eğilen pek az kimse ol­muştur, diyebiliriz. Çünkü Çocuk Esirgeme Kurumlarına ve Yetiştirme Yurtlarına yerleştirilen kimsesiz çocuklar, sokaklarda başıboş kendi ka­derine terkedilenlerle kıyas edilecek olursa, devede kulak misali bir fark­la karşılaşırız.

Önce şunu belirtmemizde fayda vardır:

Sıcak bir aile yuvasının nasıl bir anlam taşıdığını anlayıp yıllarca bu­nun özlemini için için duyan yetim kızların ciddi bir eğitimden geçirildik­ten sonra ne kadar müşfik anneler olacağından kim şüphe edebilir? Millî yapının böylesine merhamet duyguları geliştirilmiş anneye olan ihtiyacı her gecen gün biraz daha kendini hissettirmektedir.

Bir ülkede çocuklara, öksüzlere, kimsesizlere gösterilen ilgi, o ülke­nin geleceğini ta'yin eder. Tek kelimeyle çocuklarımız ülkemizin gelece­ğinin habercileridir. Bilgisiz, ilgisiz, eğitimsiz bırakıldıkları takdirde çözü­mü çok zor problemler doğuracaklarını .söylemek herhalde bir kehanet olmaz.

Görülüyor ki, Allah ve Peygamberi, yetim kızlar, kimsesiz çocuklar konusunda gereken bütün uyarıları yapmış ve sonra bizi imân, irfan ve vicdanımızla başbaşa bırakmıştır. Çünkü onları topluma kazandırmakla çok şey kazanmış oluruz. Onları kaybetmekle ülke adına, insanlık adına çok şeyler kaybetmiş oluruz.

O halde çocukları koruyup yetiştirmek için hayır kurumlarını çok cid­di ellere verirken, onları çoğaltmak için de çok esaslı gayretler sarfetme-miz gerekmektedir. Başıboş, sahipsiz, ilgisiz ve bilgisiz bırakılan bir ço­cuk, millî yapının temelinden kopan bir taştır. Bu taşların kopup çoğalma­sı, yapının yıkılmasını sonuçlandırır. Yetim kızların ve öksüz çocukların haklarını koruyun, emri ise, çok yönlü bir anlam taşımaktadır ki, Allah onu daha çok bizim irfanımıza bırakmıştır. Günün icaplarına göre o haklan belirlememiz her zaman için mümkündür.

«Çocuk sizin değil, toplumun malıdır. Anne-baba veya velî onu kendi yayına yerleştirip toplumun içine atar, nereye düşerse, oranın rengini, bi­çimini ve karakterini alır.» düşüncesi, yılların tecrübesine dayanır.

Yetim ve kimsesiz çocukları kendi kaderlerine terkettiğimiz gün on­ları köprü altlarına, soysuzlar karargâhına, ırz düşmanlarının amansız ağ­larına atmış oluruz. Bu durumda çocuk nereye düşerse, oranın rengini, biçimini ve karakterini alacağında şüphe mi vardır? Toplum yapısında bu hazin akibetin binlerce örnek ve modeli her gün gözlerimizin önüne seril­mektedir. [17]

 

Hükümleri Açıklamada İlahî Metot

 

«De ki: Onlar hakkında fetvayı Allah size verir..»

Ahkâm ile ilgili bir âyetten hemen sonra, iyi davrananlara mükâfat­tan, kötü davrananlara hazırlanan cezadan söz edilir. Konunun önemi ha­fızalarda yer etsin ve devamlı bir idrak uyanıklığı sağlasın diye örice yeri­ne getirilmesinden yana tahrik ve teşvikte bulunulur, sonra ilâhî buyruk­larla amel etmiyenlerin hem kendilerine, hem çevrelerine kötülük ettik­lerine işaret edilerek sonucun saadet va'detmediği çok duyarlı biçimde anlatılır.

Bundan sonra ilâhî hükümlerin yüce kudretten indiğinin hikmet ve felsefesi işlenir; Allah'ın varlık âlemi üzerinde mutlak hükümranlığından, ihatalı ilminden, şaşmayan kanunlarından söz. edilerek semavî hükmün önemi belirtilir ve mü'minlerin Allah'tan gelen buyruklara karşı cok saygı­lı ve duyarlı olmalarının gereği açıklanır.

Bunun için bir konuyla ilgili hükmün tamamı aynı anda inmediği gibi, aynı bölümde de yer almamıştır. Bilâkis hikmet ve amacı, olaylar, kıssa­lar ve diğer konularla bir araya getirilerek cok ölçülü biçimde sûrelere serpiştirilmiştir. Örneğin, Kur'ân'da yetimlerle ilgili 16 âyet bulunmakta, fakat her biri başka başka sûrelerde ve bölümlerde anılmaktadır. Bu, hem tekrarın, hem her hükümden sonraki ilâhî sünnetin eşsiz tertibin kalb ve dimağlarda en yüksek dozajda tesir edip iz bırakmasını ve konulara karşı insan   idrâkini   uyanık tutmasını amaçlar.

Onun için Kur'ân, bütün yazar, edip ve ilim adamlarına yer yer mey­dan okumakta, ve meâlen «haydi bir sûrenin hattâ bir âyetin benzerini ge-tirin»demektedir.

Dünya tarihinde bu ölçü, bu metot ve bu tertipte yazılan başka bir kitap yoktur. En bilgili ve en usta kalemden çıkmış bir kitap en ook iki de­fa okunur, ondan sonra tazeliğini, çekiciliğini kaybeder. Ama ilâhî meto­dun bütün inceliklerini kendinde taşıyan Kur'ân her okunuşunda ayrı bir zevk, ayrı bir mâna ve ayrı bir idrak uyanıklığı verir. Tekrar edildikçe yeni okunuyormuş gibi bir tazelik arzeder.

Sûrelerin tertip ve konuları, hüküm ve kıssaların işleniş tarzları, dün­ya ve âhiretle ilgili uyarıların yer alması, mükâfat ve cezaların birbirini izlemesi müstesna bir anlatımla birbirini tamamlamakta ve en küçük bir kopukluğa imkân vermemektedir.

Meselâ : Nisa sûresinin baş kısmında ilk insanın yaratılışı, sonra in­sanların ondan üremesi anlatılır ve hemen yetim kızların haklarından söz edilir. Sonra evliliğin amaç ve anlamına parmak basılır; kadın hakları, kc-nunun önemi ve diğer konularla olan ilgisi nisbetinde açıklanır, derken değişik hükümler sergilenir ve bu hükümlerle baş kısımdaki konular ara­sında mutlak bir ilginin bulunduğunu insan aklına bırakır. Müjdeler, ge-leoek tehlikeye karşı uyanık bulunmayı sağlar anlamda vaîdler, teşvik ve korkutmalar birbirini ahenkli şekilde izler durur. Sonra miras hukukuna geçilir, bir nice sorumluluklardan söz edilir, sonra da kâfir ve münafıkla­rın tutum ve davranışları yerilir; bu arada ilâhî kudret ve azametin yüce­liğine, sınırsızlığına dikkatler çekilir. Allah ile kullan arasındaki engelleri kaldırma yöntemleri belirtilir, derken tekrar yetim haklarına dönülür. Böy­lece birbirini tamamlıyan ve ilk bakışta her birleri başka bir konu görünü­münde olan hükümler, emirler, yasaklar, tavsiyeler, öğütler, kıssalar, ör­nekler, va'd ve vaîdleri yansıtan âyetler, zincirin halkaları gibi birbirine bağlanıp gider. Her sahifede beş altı konu, değişik hükümler, çeşitli mal­zemeler bir bütünlük içinde sergilenir; aradan biri çıkarıldığı takdirde ilâhî ahengin, düzen ve metodun alt-üst olduğu derhal hissedilir.

Bütün bu benzersiz, örneksiz metot ve tertipler, düzenlemeler onun ilâhî olduğunu isbatlar. [18]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle gerek MEHR, gerekse MİRAS konularında kadın­ların haklarının Kitap'ta belirlendiği açıklandı. Sözü edilen hakların her­halde korunmasının bir emr-i ilâhî olduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle yine kadın haklarına ve karı-koca arasındaki muh­temel bazı kırgınlıklara dikkatler çekiliyor. Cimrilik, bencillik ve kıskançlık gibi nefsten yana huy ve duygulardan sıyrılarak imân ve aklın ışığı altın­da bu tür meselelerin aydınlığa' kavuşturulmasının  lüzumu hatırlatılıyor.

Her şeye rağmen anlaşmanın hayırlı olacağı açıklanıyor.

Sonra birden fazla kadınla evli olan erkekler uyarılıyor. Kadınlar ara­sında bazı gizli ve ince haller dışında herhalde eşitlik sağlanması, adalet­le hareket edilmesi emrediliyor. [19]

 

Meali

 

128— Eğer bir kadın, kocasının ilgisizliğinden veya (kendisinden) yüzçevirmesinden endişe ederse, kendi aralarında anlaşıp uzlaşmaya gay­ret etmelerinde (evliliklerinin devamında yarar varsa devamına, yoksa ay­rılmalarına karar vermelerinde) bir sakınca yoktur. Barışmak ve anlaşmak (herhalde) hayırlıdır. Nefsler aşırı cimrilik, bencillik ve kıskançlıktan yana

hazırlana gelmiştir. Eğer iyilikle davranır, (ilgisizlikten) sakınırsanız, Allah şüphesiz yapageldiğiniz şeylerden haberlidir.

129—  Kadınlar arasında ne kadar âdil davranmak isteseniz de el­bette (buna) güç getiremezsiniz. O halde büsbütün (birine) meyledip (di­ğerini) askıdaymış gibi bırakmayın ve eğer arayı düzeltir (inat, bencillik ve haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok mer­hamet edendir.

130—  (Anlaşma ve uzlaşma imkânları kalmaz da) kan-koca ayrılır-sa, Allah herbirini kendi fazi u keremiyle ganî kılar. Allah'ın lûtf u keremi çok geniştir. O, yegâne hikmet sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüflah (A.S.) Efendimizin hanımlarından Zem'a kızı ŞEVDE (R.A.) iyice yaşlanmıştı. Peygamberin kendisini boşayacağından endişe ediyor, fakat bunu bir türlü açıklıyamıyordu. Uygun bir zaman koliadı ve şöyle bir ricada bulundu : «Ey Allah'ın Peygamberi! Beni boşamayıp yanınızda alıkoyun; iyice yaşlandım, sıramı Hz. Aişe'ye gönül hoşnutluğuyla bıra­kıyorum..»

Aslında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onunla evlendiğinde de epeyce yaşlı idi. Hizmetlerinden dolayı ona bir paye vermek istemişti. Boşamayı düşünmüyordu. Ama kadın psikolojisi bu ya, kendi kendine şüphelenmişti. Bunun üzerine yukarıdaki 128. âyetin indiği söylenir. [20]

Diğer bir rivayet;

Ashabdan Râfi' bin Hudayc (R.A.), karısı Havle'den iyice tiksinmişti; onu boşamak istiyordu. Kadıncağız onun bu yoldaki niyetini anlayınca şöyle bir istekte bulundu : «Beni boşama, istediğin şekilde ve ölçüde be­nimle ilgilen, bu hususta tamamen serbestsin..» Bu, cidden barışçı bir tek­lifti. Yukarıdaki 128. âyetin o sebeple indiği söylenir. [21]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah katında helâlin en çok sevilmiyeni, karı boşamaktır.» [22]

«Kimin iki karısı bulunur da aralarında âdil davranmazsa, kıyamet gü­nü bir tarafı felçli sarkık bir vaziyette gelir.» [23]

Hz. Âişe (R.A.) Validemiz diyor ki:

«Resûlüllah Efendimiz, hanımları arasında ciddi ve âdil bir taksimat yapar, eşit haklar sağlamaya çalışır ve şöyle derdi: «Allahım! bu benim sahip olabildiğim (erişebildiğim) bir taksimattır; Senin sahip olduğun, ama benim olamadığım hususta beni kınama!.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu sözü ve duâsıyla insan kalbine işaret ediyor ve elde olmayarak gönül bir tarafa fazla meyledebilir, demek isti­yordu. [24]

Ebû Kalabe, Enes bin Mâlik (R.A.)den şu rivayeti yapmıştır:

«Bakire ile evlenen kimsenin onunla yedi gün geçirdikten, dul ile evle­nen onunla üç gün geçirdikten sonra, diğer hammıyla onun arasında âdil bir taksimat yapması sünnettir.» [25]

 

Kocanın İlgisizliği Ve Kadinin Kıskançlığı

 

«Nefsler aşırı cimrilik, bencillik ve kıskanç­lıktan yana hazırlana gelmiştir.»

Yaşama içgüdüsü'nasıl insanın en kuvvetli güdüsü ise, bir aile yu­vası kurup huzur ve mutluluk içinde yaşamak arzusu da onun yaratılışın­da tezgahlanıp ruhunun derinliğine kök salan bir duygudur. İnsan, başta Allah düşüncesi olmak üzere bu içgüdü ve o duyguyla dünyaya gözlerini açar.

Evlilik çağına gelinae kendine denk bir eş arar. Evlenince kan-koca birbirini denetlemeye koyulur, eşini başkasına kaptırmama gayretine gi­rer.

Kur'ân'da psikolojiye ışık tutan bir deyim ile şöyle buyuruluyor: «Nefs­ler aşırı cimrilik, bencillik ve kıskançlıktan yana hazırlana gelmiştir.» İşte insan karakteri daha çok bu doğrultuda seyreder. Din, ahlâk, ilim ve ciddi bir eğitim onun bu duygu ve aşırılıklarını dengede tutmaya yöneliktir.

Gerçek bu olunca, erkek evdeki hanımına karşı bazı hususlarda ilgi­siz kalır, daha önceleri gösterdiği yakınlığı ve sıcaklığı tavsatırsa, bu du­rumda kadının daha iyi düşünüp, daha şuurlu hareket etmesi en sağlıklı yoldur. Duygusal davranmak, mesafeyi daha da açabilir. Bencillik edip inatlaşmak nefreti artırmaktan başka bir şeye yaramaz. İntikam alma hır­sına kapılmak, kin ve düşmanlığı davet eder. Ama kadın olsun, erkek ol­sun her şeyden evvel kendi hayatının ölçü ve dengesini düşünmek zorun­dadır. Durum ne olursa olsun, perde arkasında da, perde önünde de insan kendini makul ölçüler içinde göstermesini bilmelidir. İnsanın en büyük eseri, sağlam imandan sonra dürüst ve namuslu yaşamaktır. Geriye kalan diğer bütün eserler dürüstlük ve namuslulukla değer kazanır.

O halde açılan mesafeyi soğukkanlılıkla daraltmaya çalışmak, şart­lar ne olursa olsun edep, terbiye, nezaket ve nezahet kurallarını elden bı­rakmamak, insana yakışanı yapmaktır. Çünkü bu tür olumlu davranışlar, karşıdakini insafa davet eder, nefretini küller, insanî yönünü harekete ge­çirir.

Evin erkeği de, Allah'ın erkeklere sunduğu kuvvet ve üstünlüğü, ken­disinden zayıf ve daha duygusal, ince ruhlu yaratılan kadına karşı kullan­ma küçüklüğüne düşmemelidir. Kin ve nefretin kabardığı anlarda için için şöyle demeli veya demesini bilmelidir: «Benden daha zayıf, daha duygu­sal olan kadını bana emanet eden kudret, beni daha güçlü ellere teslim edecektir.» Böylece Allah'ın sunduğu bu üstünlüğü kötü yolda değil, iyi yolda kullanma idrâkine erişme fırsatını kendi kendine tanımış olacaktır.

Bunun için Kur'ân'da barış ve anlaşmanın herhalde hayırlı olduğu be­lirtilmekte ve insan idrakini bu hususta uyanık tutmak için çok duyarlı bir ifade kullanılmaktadır. [26]

 

Kadınlar Arasinda Adalet

 

«Kadınlar arasında ne kadar âdil davranmak isteseniz de (buna) güç getiremezsiniz.»

İnsan daha çok inancının ve düşüncesinin doğrultusundadır. Sorum­luluk duyduğu ölçüde hayırhahtır. Allah'tan korktuğu nisbette fazîletlidir.

Dünyaya ayak basan her insan fizikî bir kanunla tesbit ettiğimiz gibi, şu üç durumdan biriyle hayatının ölçüsünü sergiler: Kararlı denge, ka­rarsız denge, bozulmaz denge..

Eğitim yoluyla Allah'a, Peygambere ve âhiret gününe gönülden ina-

nan ve bu inancı coşkun bir sevgi halesi içinde ruhunun derinliğine yer­leştirip bütün hücrelerine sızmasını sağlayan kimse bozulmaz denge­dedir. Tıpkı tam yuvarlak bilya gibi nereye yuvarlansa hep dengede du­rur. Hiçbir cazip teklif onun dengesini bozmaya yetmez. Nerede bulunur­sa bulunsun, nasıl bir olayla karşılaşırsa karşılaşsın, hep o imân ve irfanı beraberinde taşır.

Bu ölçüde olmayıp az-çok kararlılık içinde bulunan mp'min ise, olay­ların akışı içinde bazen kararlı dengesini bozabilir. Böylece bir an gelir kararsız bir dengeye itilmiş olur. Yılların geride kalması, ona bir çok tecrü­beler kazandırıp olgunlaşmaya yüztutunca, bozulmaz denge düzeyine eriş­meye çalışır. Allah'ın yardımı tecelli ederse, muvaffak olur.

EvleVıen çiftleri bu kanunun ışığı altında ele alıp belirtilen ölçülerle değerlendirdiğimizde karşımıza şu tablo çıkar:

Evliliğin çok hayırlı ve feyizli bir sünnet olduğuna inanan ve bundan amacın daha çok soylu, namuslu ve dürüst, Allah'ını bilip O'ndan korkan erdemli bir kuşak yetiştirmek olduğunun bilincine varan kimsenin aile yu­vasında^ durumu ve davranışları «bozulmaz denge» düzeyindedir. Âdil davranmak onun şaşmayan yolu; "-'eşit muamele etmek, değişmiyen pren­sibidir.

Evliliği daha çok rahat etme, şehveti teskinle çoouk sahibi olma açı­sından değerlendiren kimse ise, bazen kararlı denge, bazen de kararsız denge karakterini gösterir.

Bir tek kadınla evli bulunan ve onunla yetinen, aynı zamanda daha çok birinci maddede belirtilen amaca yönelik bulunan kimse zaten âdildir ve faziletlidir. Daha çok bozulmaz dengededir. Birden fazla kadınla evli ve yine aynı amaca yönelik bulunan kimse de az-çok âdildir ve faziletlidir; ne var ki daha çok kararlı dengede sayılır. Bazen hislerine mağlup olarak kararsız dengeye kayabilir. Çünkü kadınlar arasında mutlak ölçüde adalet ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde hareket etmek çok zor, hattâ bazı durum­larda imkânsızdır. Kur'ân'da konumuzu oluşturan âyette bilhassa bu hu­susa dikkat çekiliyor: (Birine) meyledip (diğerini) askıdaymış gibi bırak­mayın..» denilerek daha çok gözle görülen hususlarda âdil davranılması emrediliyor. [27]

 

Birden Fazla Evlilik

 

Sûrenin baş kısmında bu hususa yer verilmiş ve âyetin taşıdığı hük­me göre gereken açıklama yapılmıştı. Yeri gelmişken tekrar bunun sebe-

bini kısa da olsa belirtmemizde yarar vardır:

1.  İslâm dini birden fazla kadınla evlenmeye bazı şartlarla cevaz ver­miştir. Her şeyden önce, eşitlik ve adaleti sağlamayı, giyim, nafaka ve konut meselelerini kadının sosyal ve ailevî durumuna uygun ayarlamayı emreder. Özellikle insanın kadına karşı zaafları dikkate alınarak iki ha­nım arasında eşitlik ve adaleti sağlamanın çok zor olduğunu belirterek uyarıda bulunur.

2.  Savaş ve  benzen   hallerde  erkekle   kadın   arasında   sayı   olarak anormal bir dengesizlik meydana geldiğinde, fuhşu ve gayr-i ahlâkî temas ve davranışları önlemek, tutunacak bir dalı kalmayan dul kadınları sıcak bir yuvaya kavuşturmak için birden fazla evlenmenin daha çok uygun ola­cağını, fakat yine belirtilen şartların dikkate alınmasını tavsiye eder.

3.  Genellikle poligam olan erkeklerin zinaya kapı açmamaları, kadı­nın annelik vekannın zedelenmemesi, metres hayatının önlenmesi için bu, dinin -gerektiği ve şartlar elverdiği zamanlarda- ortaya koyduğu bir çare­dir.

4.  İslâm mutlaka birden fazla kadınla evlenmeyi emretmemiş, sözü edilen ortam doğduğunda, şartlar da elverdiği takdirde bunun caiz olduğu­nu belirtmiştir. Adalet sağlanmasından endişe duyanın bir kadınla yetin­mesinin uygun olacağı açıklanmıştır.

5.  Kadınla erkek arasında sayı bakımından dengesizlik meydana gel­diğinde ve birçok kadınların aile yuvası hasreti çektiği devrelerde birden fazla kadınla evlenmek mi daha iyidir, yoksa bir kadınla yetinip başkasıy­la metres hayatı mı yaşamak daha iyidir? Birinci şekil tatbik edildiğinde soysuz bir neslin doğmaması, fuhuş ve benzeri ahlâksızlığın önlenmesi söz konusudur. İkinci şekil ise, aile hayatını sarsıcı, fuhşu hızlandırıcı, ka­dının vakar ve haysiyetini kırıcı, onun annelik vasfını ayaklar altına alıcı­dır. [28]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle kadınların, yetim kızlarla öksüz diğer çocukların haklarının korunması, toplum içinde lâyık bulundukları yerin verilmesi em­redildi. Bununla ilgili hükümlerden bir kısmı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, bu ve diğer konularda yapılan emir ve tavsiye­lerin mutlak anlamda insanların hayrına yönelik bulunduğu, Allah'ın hiç­bir şeye, hiçbir kimsenin iyilik ve ibâdetine muhtaç olmadığı çok duyarlı biçimde belirtiliyor. Son olarak dünya ile âhiret arasında sağlam bir dengenin kurulmasında, insan hayatının huzur ve mutluluk düzeyinde kalabil­mesi için zaruret bulunduğu hatırlatılıyor. [29]

 

Meali :

 

131—  Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'ındır. And olsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah'tan korkup kötülük­lerden sakınmanızı tavsiye etmişizdir. Eğer inkâra sapıp tanımazlık eder­seniz, (bilmiş olun ki) göklerde olanlar da, yerdekiler de Allah'ındır. Allah her şeyden müstağnidir   (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur). Övülmeğe de (her zaman) lâyıktır.

132—  Göklerdeki olanlar da, yerdekiler de Allah'a aittir; (işleri düzene koymada) vekîl olarak Allah yeter.

133—  (Allah) dilerse -ey insanlar!- sizleri giderip başkalarını getirir. Allah'ın (elbette) gücü buna yeter,

134—  Kim dünya sevabı (nîmet ve mutluluğu) isterse, (bilsin ki) dünya sevabı da, âhiret sevabı da Allah'ın yanındadır. Allah işiten ve görendir.

 

İniş Sebebi

 

Son âyetin Arap müşrikleri hakkında indiği söylenir. Onlar Allah'ın yegâne yaratıcı olduğuna inanır, ama öldükten sonra artık kalkmıyacak-larını sanırlardı. Daha doğrusu âhirete inanmazlardı. Münafıkların da iti­kat ve tutumu, düşünce ve davranışı buna yakındı. Âhirete inanmadıkları için Peygamberle savaşa çıkmaz, çıkmamak için türlü bahaneler gösterir, yan çizerlerdi. [30]

 

Hak Dinler Aile Hayatına Aynı Açıdan Bakar

 

<(And olsun ki- siz­den önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah'tan korkup kötü­lüklerden sakınmanızı tavsiye etmişizdir.»

Daha önce de belirttiğimiz gibi, aile milletin temel taşı ve değer öl­çüsüdür. Hak dinlerin hemen, hepsi âiieye bu açıdan bakar ve hükümlerini -günün sosyal şartlarını dikkate alarak- bu doğrultuda sergiler. Ne var ki, sosyal yapıda ve aile bünyesinde tarih vetiresi (süreç) içinde meydana ge­len gelişmeye paralel olarak dinlerde de gelişme, yani tekâmül meydana gelmiş ve bu tekâmül İslâm ile son şeklini bulmuştur.

Tevrat'ta aile hayatına ve kadının mahremiyetine geniş yer verilmiş­tir. «Sizden hiç biri kendi yakın akrabasından da birine onun çıplaklığını açmak için yaklaşmıyaçaktır.» [31]

«Ve başka birinin karısı ile zina eden, komşusunun karısı ile zina eden adam, hem o, hem kadın mutlaka öldürülecektir.» [32]

İncil'de de aile yuvasının kutsallığı belirlendikten sonra zinanın ke­sinlikle haram kılındığı şu belgeyle anlatılır: «Zina etmiyesin, katletmiyesin, çalmıyasın, yalan şehadet etmiyesin. Babana ve anana hürmet et.» [33]

Kur'ân bu hususu şu âyetle açıklamıştır: «And olsun ki, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah'tan korkup kötülüklerden sa­kınmanızı tavsiye etmişizdir.» [34]

 

İlâhî Sözün Üç Defa Tekrarı

 

Yukarıda konumuzla ilgili üç âyette : «Göklerde olanlar da, yerdekiler de Allah'ındır..» sözü üç defa tekrarlanmıştır. Belli başlı tefsirlerde de bu hususa dikkatler çekilmiş ve bir takım yorumlar yapılmıştır. Ama daha ön­ce de belirttiğimiz gibi, her tekrar, insan idrakindeki izi derinleştirerek devamlı bir şuur uyanıklığı sağlar. Gerçek bu olmakla beraber buradaki tekrar ilâhî kudret ve sıfatın üc ayrı alana yöneldiğini göstermektedir:

1.  Karı-koca anlaşamayıp ayrıldıkları takdirde bunun yarar ve zararı kendilerine aittir. Geçim ise, mutlaka evlilik bağıyla orantılı değildir. Al­lah yarattığı her insanın rızkını -onun yetenek, hareket ve çalışması ölçü­sünde takdir edip- hazırlamıştır. Boşanan kadın aç kalır, erkek perişan olur diye genel bir kaide yoktur. Ama evlilik herhalde -hayırlıdır. Allah'ın ise bizim evli kalmamıza ihtiyacı yoktur. Her şey O'nundur. O mutlak anlamda ganiydir.

2.  İlâhî buyruğu tanımayıp inkâra sapar, kötülüklere devam ederler­se, bunun da zararı kendilerine yöneliktir. Allah'a hiç kimse hiçbir suretle zarar veremez. Çünkü göklerde ne varsa, yerde ne varsa hepsi O'na ait­tir. Allah'ın hiçbir zaman kullarının imân, ibâdet ve iyilik üzere bulunma­larına ihtiyacı yoktur. İşlenen günahlar, ortaya konulan  küfür, inkâr ve tuğyanlar O'nun kudret ve yüceliğinden eksiltemiyeceği gibi, işlenen ibâ­det ve iyilikler de O'nun kudret ve yüceliğini artırmaz, O ne ise odur, ol­duğu gibi kalacaktır. Her şey O'nundur. Günah, sevap, iyilik ve kötülük nisbî ve izafîdir. Yani bize nisbetle bir şey ya iyi, ya da kötüdür; ya sevap ya da günahtır; ya helâl ya da haramdır.

3.  Baş kaldırıp inkâr ve inatta ısrar ederseniz, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezsiniz. O dilerse sizleri alaşağı edip başkalarını hizmet ala­nına getirir.  İnsanların  mutlak anlamda  hayrına ve mutluluğuna tevcih edilen son dine sahip cıkmıyacak olursanız, Allah bu kutsal emaneti siz­den çekip alır, sahip çıkacak başka bir millete verir. Çünkü göklerde olan­lar da, yerdekiler de hep Allah'ındır. Mülk O'na aittir. Mülkünde dilediği gi­bi tasarruf eder.

Görülüyor ki, her tekrar tecelli ettiği alan ve anlam farkıyla insan aklını ve anlayışını Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktan çevirip mârifet-i Nahiyeye yöneltmektedir. Diğer bir deyimle, ilâhî kudretin her şeyi kapsa­yıp kuşattığını, her şeyin O'nun sonsuz tasarrufu altında bulunduğunu in­san idrâkine, iz bırakacak biçimde işlemektedir. [35]

 

Gündüz Geceyi  Unutturmam Alı

 

«Kim    dünya    sevabı (nimeti) isterse, (bilsin ki) dünya sevabı da, âhiret sevabı da Allah'ın ya­nındadır.»

Her gündüzün mutlaka bir gecesi var, denildiği gibi; varlık âleminde her şeyin çift yaratıldığı da bir gerçektir. Bu çiftlerin çoğu dış görünüşle­riyle birbirinin karşıtı, aslında biri diğerinin tamamlayıcısı ve tanıtıcısıdır. Soğuk ile sıcak, karanlık ile aydınlık, acı ile tatlı, dünya ile âhiret gibi..

Kur'ân 134. âyetle dünya ile âhiretin birbirini tamamlayıcı ve açıkla­yıcı çift olduğunu çok duyarlı bir anlatımla idrâk perdemize aksettirmek­te ve akıl denilen yol göstericiye ışık tutmaktadır. Dikkat ettiğimizde gün­düz gece ile değer ölçüsünü bulmaktadır. O halde dünyayı âhiretsiz dü­şündüğümüzde onun değer ölçüsünü ortaya koyacak ne vardır? Karşılığı bulunmayan bir mücadelenin ne yararı vardır? Dünya bu durumda neyi ifade ediyor, ne gibi bir saadet getiriyor? Eğer âhiret yoksa, boş bir ku­runtudan başka neyi anlatır? Ama hakikat hiç de böyle değildir. Gündü­zün geceyle bağlantısı ne ise, dünyanın âhiretle bağlantısı bir bakıma odur. Çünkü dünya âhiretle değer ve ölçüsünü bulmakta, âhiret de onun­la asıl amaç ve gaye olduğunu göstermektedir. Bu çiftleri birbirinden ayrı düşünmek sonuea götürücü değildir ve olamaz da..

O halde yalnız dünya sevabı istemek, yani ondaki nimetleri elde et­meyi arzulamak, yalnız gündüzün nimetini isteyip, insanı hayat mücade­lesinin cenderesinden çekip alan ve dinlenmesini sağlayan geceyi arzu etmemek kadar anlamsız ve ölçüsüzdür. Bunun için Kur'ân'da «Dünya sevabı da, âhiret sevabı da Allah'ın yanındadır..» buyurularak ikisini bir arada düşünmenin gereğine ve paralel bir değerlendirme doğrultusunda birinin diğerini tamamladığını düşünerek her birine ayrı ayrı değer veril­mesine işaret edilmektedir. [36]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle kadın ve yetimlerin haklarının korunması emredildi;

miras ve mehir konulan örnek gösterilerek âdil davranılması belirtildi. Aşağıdaki âyetle, sadece kadın ve yetim haklarının korunmasıyla yetinil-meyip her insanın hakkının korunmasının gerekli olduğu açıklanıyor; hak ve adaletin,, kendi aleyhine veya ana-babası, ya da yakınları aleyhine bile olsa sağlam ölçülerle ayakta tutulması emrediliyor. [37]

 

Meali :

 

135— Ey imân edenler! Haktan yana olup adaleti sapasağlam ayakta tutun, Allah için şahitler olun. İsterse kendinizin veya ana-babanızın, ya da yakınlarınızın aleyhine olsun (adaletten şaşmayın); isterse onlar zen­gin veya fakir bulunsun.. Allah onları (korumaJa) sizden mutlaka öndedir ve daha yeğdir. Artık hak ve adalette (kendi) heves(iniz)e uymayın. Eğer dilinizi (hak ve adaleti yerine getirmede) büker veya yüzçevirirseniz, (bil­miş olun ki)  Allah yaptıklarınızdan haberlidir.

 

Tarihî Bir Örnek

 

Ashab-ı Kirâm'dan Huzeyfe b. Yeman (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz tarafından Hayber'in ürünlerinin vergisini toplamak ve takdir etmek üzere görevlendirilmişti. Aralarında henüz İslâm'ın fazilet ve hakseverlik nuruyla içlerini aydınlatamıyan bazı kişiler, rüşvet karşılığında kendilerinden yana biraz daha şefkatli davranmasını teklif etme cesaretinde bulun­dular, Hz. Huzeyfe'nin bir anda rengi uçtu ve : «Size insanların en sev­gilisinden geliyorum. Beni adaletsizliğe itmek istediğiniz için sizi de insan­ların en sevilmiyeni olarak görüyor ve bu acıdan sizi maymunlarla, domuz­lara benzetiyorum.» demekten kendini alamadı.

Hayberliler bu asil davranış karşısında eridiler ve: «Doğru söylüyor­sun, ya Huzeyfe! Göklerle yer -de ancak adaletle ayakta duruyor.» di­yerek özür dilediler. [38]

 

Adaleti Ayakta Tutmak

 

«Ey iman edenler! Haktan yana olup adaleti sapasağlam ayakta tutun...»

ADALET : Doğrudan ayrılmama. Haktan yana olma, hakkı yerine ge­tirme, hakkı gözetme, haksızlığa uğrayanın elinden tutup hakkını alma, haksızın karşısına çıkma, her işi ehi! olana verme, günlük hayatı disipline edip her şeyi lâyık bulunduğu yere koyma gibi mânaları içeren çok yönlü ve anlamlı bir terimdir. Bu bakımdan ADALET, sosyal düzenin değer ölçü­sü, hukukun ana hedefi, ülkelerin temel dayanağı, mülkün esası, ferdin gelişen vicdanı, arınan ruhu, yükselip parlayan imânıdır.

Adaletin gerçekleşmesinin bir ucu devlet otoritesinin ciddiyetine, yar­gı organlarının tarafsızlığına dayanır, bir ucu da fertlerin faziletine, iyi eğitilmesine ve Allah için şahit olmalarına bağlanır.

Bu ölçü ve anlamda adaleti sapasağlam ayakta tutmak ve Allah'ın yegane âdil ve dengeleyici bulunduğuna inanmak, aleyhimize bile olsa doğruyu ve hakkı söylemek, herhalde peygamberlik mertebesinden sonra insanlık mertebelerinin yücesi, meleklik mertebelerinin ilk basamağıdır. Bunun aksine bir tutum ve inanç, ilkelliğin en aşağı tabakası, insanî va­sıfları yitirmenin ilk ve son basamağıdır.

Bunun için Kur'ân'da mübalağa ifâde eden KAVVAM sıfatı kullanıl­mıştır. Adaleti titizlikle, sağlam ölçüler içinde, yılmadan, bıkmadan ayak­ta tutmak, insan olarak, toplum ve millet olarak rahat ve huzur içinde ya­şamamızın teminatıdır.

Ne var ki, adaleti bu ölçüler düzeyinde ayakta tutmak, Allah için şa­hitler olmak, ciddi bir öğretim ve eğitime bağlıdır. Bu da hem öğretim, hem eğitimin dünya ile âhireti, imân ile aklı, vicdan ile maddî yararların birlik­te hamur edip  şekillendirilmesiyle mümkündür. Kısacası, öğretim ve eğitimin iki yönlü olması gerekir. Sadece akıl ve zekâyı geliştiren; vicdan ve ruhu ihmal eden bir eğitim, insanın cehaletini giderir, ama vicdan ve ruhu geliştirmez, fazilet mayasını kalbe ve dimağa yerleştirmez. Gerçek bu olunca, ülkede bir yandan modern eşkıya, profesyonel hırsız yetişirken, diğer yandan başka milletleri taklit hastalığı başlar ve olumlu hiçbir sonuç elde edilmeden kuruntulara kapılarak bu böyle sürüp gider. [39]

 

Adalet, Kişinin Hevesine Göre Dağıtılmaz

 

Adalet, toplumun ortaklaşa hakkıdır. Ne hâkimin keyfine terkedilen basit bir araç, ne de ferdin hevesine göre yön değiştiren bir direksiyondur. Onun özü ve mayası belli olduğu gibi, hedef ve amacı da bellidir. Bunun için bir ülkede bütün kurumlar lackalaşsa, yalnız adalet dağıtan yargı or­ganları ve ilgili kuruluşlar sapasağlam ayakta işler durumda bulunsa, ra­hatlıkla diyebiliriz ki, o ülke batmaz. Bunun aksine diğer bütün kurumlar ve kuruluşlar işler durumda olsa, yargı organları ve ilgili kuruluşları laç-kalaşsa, o ülke yıkılmaya mahkûm olmuştur, diye düşünebiliriz.

Allah Resulü buna işaretle buyurdu ki:

«Sizden önceki milletler; zayıflar, sıradan insanlar suç işlediğinde ce­zalandırdılar; güçlüler, soylular ve ileri gelenler suç işleyince dokunmadı­lar, bu yüzden yıkılıp mahvoldular.» [40]

Hırsızlık yapan soylu bir kişi yakalanıp Peygamberin huzuruna çıka­rıldığında, affedilmesi için Peygamberin çok sevdiği Hz. Üsame'yi aracı yaptılar. Üsame tam bir saflık içinde şefaatçi olmaya başladı. Peygamber (A.S.) Efendimizin rengi değişti ve : «Yemin ederim ki kızım Fatıma da hır­sızlık etse hiç tereddüt etmeden elini keserim..» buyurdu sonra da yukarı­daki hadîsi ilâve etti. [41]

Kâinat da adalet ölçülerine göre kurulmuştur. Hiçbir yanında denge­sizlik yoktur. Bir köşesindeki dengeyi bilerek veya bilmiyerek insan eli bo­zunca, anormal durumlar meydana geliyor. Tıpkı fabrika artıklarının de­nize dökülmesi, ormanların bilgisizce tahrip edilmesi neticesinde meyda­na gelen dengesizlik ve anormal haller.. [42]

 

Fıkhı Yönü

 

<(lsterse kendinizin nızın ya da yakınlarınızın aleyhine olsun (adaletten şaşmayın).»

Yakınlar birbirine şahitlikte bulunabilirler mi? Buna cevaz verildiği takdirde hakların zayi olması, adaletin yerini bulmaması endişesi doğar mı? Bu hususta müctehit imamların farklı görüş ve tesbitleri vardır. Biz onları özetliyelim :

a)  Şafiî, Hanbelî ve Mâliki mezheplerine göre, baba ve ananın kendi evlâdına, evlâdın kendi baba ve anasına, kardeşin kardeşe, kan-kocanın birbirine şahitliği caiz değildir. Ancak İmam Mâlik'e göre, -nesep konusu müstesna- âdil olduğu takdirde kardeşin kardeşe şahitliği caizdir.

Diğer bir rivayete göre, İmam Şafiî, karı-kocanın birbirine şahitliğine cevaz vermiş, sebep olarak da bunların aslında birbirine yabancı bulun­duğunu, nikâh bağının her zaman için kopmasının mümkün olduğunu gös­termiştir.

b)  El-Hasan bin Zİyad, Nahaî, Şa'bî, Kaadı Şüreyh ve Sevrî de (a) maddesindeki görüşü benimsemişlerdir.

c)  Hazret-i Ömer (R.A.)den yapılan sahih rivayete göre, âdil olduk­ları kesinlik kazandığı takdirde, sözü edilenlerin birbirine şahitliği caiz­dir. Ömer bin Abdülaziz'den de bu mânada rivayet sabit olmuştur.

d)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, kocanın karısına şahitliği kabul olun­maz. Çünkü ikisi arasında ortaklaşa menfaatler vardır.

e)  Muhaddis Ebû Davud'un tesbitine göre , Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz hâin olan kadın ve erkeğin, düşmanlık besleyen kişilerin birbirlerine şahitliklerini reddetmiştir.

Bu konuda geniş bilgi için fıkıh kitaplarındaki Şahitlik bölümüne ba­kılması tavsiye edilir. [43]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle bazı zayıf unsurların haklarının korunması emredil­dikten sonra toplumun temel dayanağı, devletin varlığının değer ölçüsü sayılan adaletin sapasağlam ayakta tutulmasının bir emr-i ilâhî olduğu açıklandı. Aleyhinize bile ofsa, haktan sapılmaması, Allah için şahitlik ya­pılması buyuruldu.

Aşağıdaki âyetlerle adalet ve haktan yana olmanın başında Allah'a imânın yer aldığı, sonra da O'nun meleklerine, kitaplarınavepeygamberle-rine inanmanın gerektiği ve âhiret gününe inanmanın şart olduğu açıkla­nıyor. Böylece hak dinlerin, aşırı tutuculuktan sıyrılıp adaleti yansıtan bu doğrultudaki emir ve tavsiyelerinin vücut bulması üzerinde duruluyor. Ay­rıca adalet ve haktan yana olmanın çok yönlü bulunduğuna dikkatler çe­kilerek semavî dinler arasında bu açıdan bir yaklaşmanın lüzumuna işa­ret ediliyor. [44]

 

 

Meali :

 

136—  Ey imân edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygambere indirdi­ği Kitab'a, daha önce indirdiği Kitab'a imân edin (imânınızda sabit ve dâim kalın). Kim Allah'ı, meleklerini, kitâblarını, peygamberlerini, âhiret gününü inkâr edip (tanımazlıkta bulunursa), gerçekten o, uzak bir sapmayla (doğ­ru yoldan) sapmıştır.

137—  Şüphesiz ki inandıktan sonra inkâra sapanlar, sonra imân edip yine inkâra sapanlar, sonra da inkârlarını arttıranları Allah bağışlayacak değildir ve onları doğru yola eriştirecek de değildir.

 

İniş Sebebi

 

Medineli Kitap ehli olan mü'minlerden Abdullah b. Selâm, Esed, Üseyd, Salebe b. Kays ve arkadaşları toplanıp Hazret-i Peygambere gele­rek şöyle dediler:

— Ey Muhammedi Biz sana, senin kitabına, Musa'ya ve Tevrat'a, ay-nr zamanda Uzeyr'e inanıyoruz. Bunlardan başka kitap ve peygamberleri tanımıyoruz.

Bunun üzerine Efendimiz {A.S.} onlara şu cevabı verdi:

«Allah'a, Muhammed'e ve ondan önce indirilen bütün kitaplara, gön­derilen bütün peygamberlere imân edin..»

Yukarıdaki âyet, Resûlüllah Efendimizin bu cevabını doğrular ve açık­lar anlamda indi. [45]

Diğer bir rivayette ise deniliyor ki:

Bu âyetler, diliyle inanıp kalbiyle imân etmiyen ikiyüzlüler hakkında inmiştir. [46] İmam Kurtubî'ye göre, bütün mü'minler hakkında inmiştir. İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«137. âyet Yahudiler hakkında inmiştir. Onlar önce Musa'ya imân et­tiler, sonra altundan buzağı yapıp inkâra saptılar, sonra tekrar Musa'ya imân ettiler. İsâ Peygamberi tantmıyarak küfre saptılar. Son Nebî Haz­ret-i Muhammed (A.S,) gönderilince bu kez büsbütün küfürlerini artırdı­lar. Bu yüzden Allah onları ne bağışlar, ne de doğru yola eriştirir.» [47]

Böylece imânla küfür arasında bocalayıp mü'minlerle kâfirler arasın­da mekik dokuyan kimselerin bu mütereddit tutumu ve düşüncesi, sağlam köklü bir imâna sahip olmadıklarını gösterir. İmân ve İsiâmî irfanı kalbine ve vicdanına yerleştirmiyen; daha doğrusu inanç konusunda sağlam bir temeli bulunmayanları Allah'ın bağışlaması düşünülemez. Çünkü ilâhî ka­nunlar şaşmaz. [48]

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Hüreyre  (R.A.J   rivayet ediyor:

Peygamber (A.S.) Efendimiz bir gün insanlar arasında bulunurken bir adam gelip şöyle sordu :

— Ey Allah'ın Peygamberi! İmân nedir? Efendimiz ona şu cevabı verdi:

«Allah'a, meleklerine, kitablarına, Allah'a kavuşulacağına ve peygam­berlerine, âhirette dirilip kalkacağına imân etmendir.» [49]

Diğer sahih bir rivayette ise şu cevabı verdiği tesbit edilmiştir-. «Allah'a, meleklerine, kitabına, O'na kavuşacağına, peygamberlerine inan­man; öldükten sonra dirilip kalkacağına ve kaderin bütününe imân etmen­dir.» [50]

 

Din Bir Bütündür, Bölünmeyi Kabul Etmez

 

«Kim Al­lah'ı, meleklerini, kitâblarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eder­se, gerçekten o, uzak bir sapmayla sapmıştır.»

Kur'ân bu ve bir önceki âyetle çok önemli bir konuyu açıklıyor: Din­de inanılması gereken hususların hepsi bir bütünlük arzeder; onu parçala­yıp bir kısmına inanmak, diğer bir kısmını tanımamak veya beğenmemek, tamamını tanımamak ve beğenmemek hükmünü taşır. Yahudi ve Hıristi-'yanlar da Allah'a ve kendi peygamberlerine inanırlar, o halde onlar da Müslümanlar gibi Allah'ı biien ve imân eden mü'minlerdir, denilebilir mi? Âyetin açık anlatımı bunu reddeder. Çünkü Yahudiler hem Musa'dan son­ra gelen birçok peygamberlere, indirilen kitaplara ve başta İsâ Peygam­ber ile Muhammed Peygambere (A.S.) inanmazlar. Hem âhiret hakkında kesinlik ifade eden bir inançları yoktur. Cennet'in ADEN denilen böl­gede, yani dünyada bulunduğunu iddia edenleri de olmuştur. Hıristiyanlar da hem İsa'yı Allah'ın oğlu sayar, hem son Peygambere ve Kur'ân'a inan­mazlar. Bu tarz bir inanç, dini bütünlüğünden uzaklaştırıp bölmektedir. Kur'ân'da böylesine bir inanoın değer taşımadığı hatırlatılıyor; nelere inan­manın gerektiği beş madde halinde özetleniyor. Bunlardan birini reddet­mek tümünü reddetme anlamına gelir, hükmünü koyuyor:

1.  Allah'a inanmak,

2.  Meleklerine inanmak,

3.  İndirdiği kitaplara inanmak,

4.  Gönderdiği peygamberlere inanmak,

5.  Âhiret gününe inanmak..

Bu beşi imân çerçevesinde bir bütünlük içindedir, birini veya birkaçı­nı kabul etmemek tamamını reddetmek hüküm ve anlamını taşır.

Diğer âyetler ve ilgili hadîsler «kadere imânı» bir altıncısı olarak buna bağlarlar. [51]

 

İslâm Hak Dinleri Uzlaşmaya Çağırır

 

Son Peygambere ve son Kitab'a imân edenlerin aşırı tutucu ve tekel­ci olmadıkları en az yüze yakın âyet ve hadîsle açıklanmış ve tarih boyun­ca Müslümanların bu doğrultudaki inancında bir sapma görülmemiştir. Muhammed (A.S.) Ümmeti, bugüne kadar gönderilen bütün peygamberle­re ve kitaplara inanırlar ve saygı duyarlar. Son din ile dinlerin, son kitap ile kitapların, son nebî ile peygamberlerin tekâmül edip son noktasına eriştiğini söyler, fakat hiçbirini inkâr etmezler.

Yahudi ve Hıristiyanlara gelince: Kutsal Kitaplarda hâlâ kalıntılarına raslanan açık belgelere ve verilen müjdelere rağmen, aşırı tutucu ve te­kelcidirler. Ne bütün dinlere inanır, ne de bütün peygamberleri ve kitap­ları kabul ederler. Bu yüzden hak dinler arasında derin bir uçurum mey­dana getirmişler ve kan dökülmesine yol açacak kadar müteaassıp dav-

ranmışlardır. İslâm Dini, açılan bu uçurumu kapamak için en küçük bir açıklık vermemiş, ciddi bir diyalog kurulması için her zaman bütün dinle­re karşı mü'minlerin duyduğu sevgi ve saygı bağlarını uzatmakta tered­düt etmemiştir. [52]

 

Beş Esas

 

Konumuzu oluşturan âyetle, imânın beş esası belirtiliyor. Altıncı esas olan «Kadere İmân», az önce de belirttiğimiz gibi, diğer âyet ve hadîslerle açıklanmıştır. Aslında Allah'a dosdoğru imân diğer beş şeye imânı gerek-. tiriyor. O halde Allah'a imân bu dört, ya da beş esası içine alıyor ve bun­lardan her biri bir bakıma Allah'a imânın ölçüsünü belirliyor.

1. Varlık âleminde gözle görebildiğimiz her şeydeki mutlak düzen, denge ve matematiksel plân ve program Allah'ın varlığının ve birliğinin açıklayıcı belgeleri olarak bulunuyor. Eserden müessire, sanattan sanat­kâra geçişi vurguluyor; hiçbir şeyin başıboş ve gelişigüzel yaratılmadığı­nı sergiliyor.

Görebildiğimiz maddî bütün eşyanın, kendiliğinden çok plânlı, denge­li, şuurlu ve hesaplı bir düzeni meydana getirmesi" düşünülemez. Çünkü şuursuz maddenin kendinde bulunmayan özellikleri başkasında sağlama­sı aklın ve mantığın reddettiği bir neticedir. Aksi halde yaratıcı varsayılan maddenin kendinden -Ölçü ve oran kabul etmiyeoek- üstün varlıkları ya­rattığı iddiası ortaya çıkar ki bu hiçbir zaman mümkün değildir.

Görünürde en karmaşık fakat en üstün vasıfta yaratılan insanı, her­halde ondan daha üstün bir kudret ve zekânın yaratması gerekmez mi? İnsan beynini ve ondaki sayısız özellikleri, hafıza gücünü düşünecek olur­sak, karşımıza öyle bir kudret çıkar ki, o, maddenin ötesinde insan bey­ninin bütün özelliklerini en mükemmel ve sınırsız biçimde, kıyas kabul etmiyecek bir yücelik ve anlamda kendinde taşıdığı muhakkaktır. Çünkü ortada büyük bir plân varsa mutlaka bir planlayıcı vardır. Bir düzen ve mükemmel uygulanan bir program varsa, mutlaka bir proğramlayıcı var­dır. Bunun aksi düşünülemez.

2. Meleklere imân, itikatta değişmiyen ikinci esastır. Çünkü melek­lere inanmıyan bir kimse peygamberlere gönderilen ilâhî vahye de inan­mıyor demektir. Sonuç bu olunca, zincirleme diğer esasları da kökünden yıkar. Amellerin yazılmasından tut da, kabir sualine kadar her şey alt-üst olur ve böylece sorumluluk kalkar. Âhiret kavramı yön verici müeyyide olmaktan çıkar, bir fantezi olarak kalır.

3.  Kitaplara imân, meleklerle peygamberlere imânı da içerir. Onu red­detmek, diğer esasları temelinden yıkar. Çünkü her esas bir diğerini ta­mamlayıcı mahiyettedir.

4.  Peygamberlere imân, diğer inanç esaslarını da beraberinde taşır. Beşer aklı, hayat düzenini, âhiret kavramını anlamaya yeterli değildir. Al­lah ile insan arasındaki irtibatın ölçüsünü, Allah'a giden yolun özelliğini, ibâdetin ölçü ve anlamını, ölüm, kabir ve âhiret safhalarını ancak pey­gamberlerin   talîmiyle  öğrenebiliriz.   Peygamberlik   müessesesini   reddet­mek, diğer esasları kökünden yıkar ve mefluç duruma getirir.

5.  Âhirete imân; düzenli, disiplinli, şuurlu ve feyizli bir hayat sürme­nin plânı, sorumluluk duygusunun anahtarıdır. Dünya hayatından amacın ne olduğunu, insan ruhunun neye namzet bulunduğunu ancak âhirete inan­makla anlayabiliriz. Erdemlilik, iyilik severlik, yardımlaşma, kardeşlik, sev­gi, saygı ve benzeri iyi vasıflar âhirete imândan kaynaklanır, diğer esas­larla birleşip bütünleşir. Bu bütünü reddetmek insanı çok uzak bir sapıt­mayla sapıtır. [53]

 

İmândan  Sonra  İnkâr

 

«Şüphesiz ki inandıktan sonra inkâra sapanlar sonra imân edip yine in­kara sapanlar, sonra da inkârlarını arttıranları Allah bağışlayacak değil­dir ve onları doğru yola eriştirecek de değildir.»

Ehl-i Sünnete göre, ilim malûmata tabidir. Allah kullarını yaratıp bir­çok yeteneklerle donattıktan ve kendilerine yol gösterecek, akıllarına ışık tutacak ortamı hazırladıktan sonra onları yeryüzünde serbest bırakmıştır. Böylece insan mevcut ortam içinde aklı ve iradesiyle başbaşadır.

Ancak ilmi, ezelle ebed arasını kapsayıp kuşattığı için kullarının dün­yada neler yapacağını, nasıl bir yol izliyeceklerini önceden tesbit edip yaz­mıştır. Yazıldığı için yapmıyoruz, yapacağımız için yazılmıştır.

İmân lezzetini lâhutî havasıyla alamıyan, onun şuuruna erişemiyen zayıf iradeli, kısır düşünceli bazı kişiler, imânla küfür arasında bocalayıp dururlar. Bir bakarsın namaz kılarlar, bir de bakarsın faizi helâl sayarlar. Bir bakarsın hacca giderler, bir de bakarsın dinin açık bir hükmünü red­dederler veya küçümserler. İşte bu durumda olanlar kendilerini bağışlat­ma şuuruna erişemeyincş Allah onları bağışlamaz. Çünkü insanla Allah arasında bir imkân ve irâde sınırı var, kul o sınıra gelmedikçe Allah ne ona yardım eder, ne de günahlarını bağışlar. İnsan doğru yola erişme azmini kendinde taşımadıkça, Allah onu doğru yola kavuşturmaz, Hz. Ali (R.A.) bu ayetin ışığında diyor ki: «Mürted (İslâm dininden dö­nen kimse) üç defa tevbe etmeğe çağrılır, üç defa üstüste tevbe etmesi istenir.» [54]

Bu nedenle inandıktan sonra inkâra sapan, sonra yine inanıp yine in­kâra sapan ve sonra da inkârını artıran kimse, sözü edilen sınırdan çok uzaklaşmıştır. O takdirde bağışlanması düşünülemez! İşte Kur'ân'da bu hakikat bütün açıklığıyla gözler önünde serilmekte ve aklımızı bu konuda da yeterince kullanmamız hatırlatılmaktadır. Çünkü mu'cize ve keramet müstesna, Allah'ın varlık âleminde hükümran olan kanunları şaşmadan hedefine doğru ilerler. Olaylar sebepler zincirine bağlıdır; sebepler zinciri ise, Allah'ın kudret elinde toplanmıştır. Dilediği zaman sebebi ortadan kal­dırıp mucize veya keramet meydana getirir. Bu da Peygamberjere ve bir de kâmil velilere has bir iltifattır, genel kaideyi bozmaz. [55]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle imânın esasları açıklandıktan sonra münafıkla­rın durumuna değinildi, imânla küfür arasında bocaladıkları belirtildi. Bu arada insanlar hakkında konulan Sünnetullah'a dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle dönüş yapmadıkları takdirde münafıklar-için ha­zırlanan elem verici azâbdan söz ediliyor. Mü'minleri bırakıp inkarcı mad­decileri, Allah'a ortak koşanları dost edinenlerle, dostluk kurulmaması hatırlatılıyor. Allah'ın âyetlerinin alaya alındığı toplantıları mü'minlerin der­hal terketmesi emrediliyor. [56]

 

Meali :

 

138—  Münafıkları, kendilerine elem verici bir azap ile müjdele.

139—  Onlar ki, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinirler; şeref ve üs­tünlüğü onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz ki bütün şeref ve üstün­lük Allah'a aittir,

140—  Gerçekten O size Kitap'ta, Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını işittiğiniz zaman artık onların yanında oturmayın, tâ ki başka bir konuşmaya dalsınlar, yoksa siz de onların bir benzeri olursu­nuz, diye indirmiştir. Allah elbette münafıklarla kâfirlerin hepsini Cehen-nem'de toplayıp bir araya getiricidir.

 

İniş Sebebi

 

Daha önce Mekke'de Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiği veya alaya alındığı toplantılarda oturulmaması hakkında şu âyet inmişti: «Âyetleri­mize (alaylı bir tavırla, saygısızca) dalanları gördüğün zaman, başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüzçevir. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlim kavm ile beraber oturma.» [57]

Medine'de İslâm'ın cihanı aydınlatacak nuru, gücünü ve kudretini gün geçtikçe artırıyor, tesir alanını genişletiyordu. O yüzden başta Yahu­diler olmak üzere bir takım münafıklar çıkarlarının tehlikeye girdiğini gö­rünce, İslâm'ı ve onun Kitabı Kur'ân'ı küçük düşürme, kalbler üzerindeki tesirini giderme babında kesif bir faaliyete başladılar. Yer yer toplantılar yapıp mü'minlerden bazı şahısları çağırarak Allah'ın âyetlerini alaya al­dılar, işin sanıldığı kadar kutsal olmadığını anlatmaya ve bunu sürdürme­ye çalıştılar. Basit mantıkî yollarla mü'minlerin itikadını sarsmaya yönelen bu faaliyeti durdurmak gerekiyordu. Bu arada zayıf iradeli kişilerden kü­fürle imân arasında bocalayanlar da eksik değildi. Hem onları uyarmak, hem mü'minleri bu gibi yanıltıcı dedikodulardan uzak tutup asıl hizmete yöneltmek için yukarıdaki âyetler ikinci bir uyarı mahiyetinde indi. [58]

 

İlgili Hadisler

 

«Kim şeref, üstünlük ve övünülecek şeyleri arzulayarak kâfirlerden dokuz babasına intisapta bulunursa (onlara bağlılığını övünerek ortaya korsa), Cehennem'de onların onuncusu olarak bulunacaktır.» [59]

«Münafığa, efendimiz, büyüğümüz! demeyin. Cidden onu efendi sa­yarsanız, sonra Rabbinizi öfkelendirmiş olursunuz.» [60]

«Kişi imânın katıksız ölçüsüne ve kemal mertebesinde bulunanına erişemez, şaka ve yalanı terketmedikçe ve haklı da olsa tartışma ve id­dialaşmayı bırakmadıkça..» [61]

«Dünyada ikiyüzlü olan, kıyamet günü, ateşten iki yüzü bulunduğu halde gelir.» [62]

«Şu dünyada kimin iki dili varsa, Allah kıyamet günü ona ateşten iki dil verecektir.» [63]

 

İnkarcıları Dost Edinmemek

 

«Onlar ki, mü'minleri b.ra Ay kıp kâfirleri dost edinirler...»

Maddeci, inkarcı grubun bütün uğraşısı dünyalıktır; bütün kaygusu midesi ve şehvetidir. Himmet ve gayretlerini bu ikisinin gerçekleşmesi uğ­runa harcar, az-çok başarılı da olurlar. Onların bu durumu ve dünyalıktan yana başarılı olması, imân ve irfanı zayıf mü'minlerde aşağılık duygusu doğurur ve çok geçmeden üstünlük, şeref, itibar ve başarıyı onların düşünce doğrultusunda aramaya başlarlar.

Böylece bir kültür emperyalizmi başgösterir; yetişmekte olan genç kuşağı bir ahtapot gibi güçlü kollarının arastna alıp benliğinden ve millî kültüründen  uzaklaştırır.

Kur'ân, İslâm'ın ilk yıllarında dinî kültürü yeterince almamış münafık­ların, çok geçmeden Yahudîlerin dünyalıktan yana sağladıkları maddî im­kânları görünce küfrün kesif propagandasına kulak verip kendilerini iyice kaptırma bedbahtlığına uğradıklarını misal verirken bugün de değişik am­balaj, değişik metotla İslâm'ın karşısına çıkan materyalistlerle Haçlı zih-niyetindekilerin, dinî ve millî eğitim ve kültürden mahrum yetişen Müslü­manları tesir alanlarına çekip almakta başarılı olabileceklerine dikkatleri çekiyor.

Bu ve benzen akımların etkisinden kurtulmanın çaresi nedir? Has­talığa teşhis konulmuştur; ama bunun tedavisi ve ilâcı nedir?

Kur'ân ve Hadîsler, aynı zamanda Hazret-i Peygamberin uyguladığı metotlar birbirini tamamlayıcı anlamda üç madde halinde bunun tedavi­sini  belirlemişlerdir:

1.  Önce köklü bir eğitim, sonra da dinî ve millî kültürü yaygınlaştır­mak. Çünkü mü'minlerin tezini ancak sözü edilen eğitim ve kültür hazır­lar. Antitezin tesirinden ancak böyle bir tez ile kurtulmak mümkündür,

2.  Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için bilinçli, sistemli ve akılcı yollarla çalışmak. Çünkü İslâm bu iki hayatın paralel yürütülmesini emrederken mü'minlerin dünyalık yönünden de çok güçlü ve başarılı olmasını amaç edinmiştir.

3.  İnkarcıları, İslâm'a ve millî değerlere karşı olanları gönülden dost edinmemek.  Küfür ve haramın sergilendiği toplantılara katılmamak, her yerde   İslâm'ın   insanlık   dini    olarak,        insanlığın yaratıhşındaki yüce­liğe eşdeğerde emir ve yasaklarla donatılarak gönderildiğini söz ve dav­ranışlarımızla isbat etmek. Zira mü'min başkalarına uymaz, inkarcılara, ahlâksızlara, uydu olmaz; başkaları mü'mine uyar ve onu örnek edinirler. [64]

 

Büyük Dâvaların Büyük Düşmanları Olur

 

Büyük dâvaların gerçekleşmesi, amacına ulaşabilmesi nasıl büyük himmetler, üstün gayretler, fedakârlık ve ferağat-i nefs istiyorsa, başarı­ya ulaşmaması için de önünde büyük ve güçlü düşmanlarının pusu kur­duğunu unutmamak gerekir. Her devirde düşmanın gücü ve fesadı, da­vanın büyüklüğü ve yüceiiğiyle orantılı olmuş, aynı zamanda davadan ya­na olanların himmet ve gayretinin de dâvaya orantılı bulunması lüzumu hissedilmiştir.

Küçük himmetler, büyük İdealleri gerçekleştiremez. Büyük idealler küçük çaptaki karşıt görüşlerle hedefinden saptırılamaz.

Mekke'de Resûlüllah (A.S.) Efendimizin cihan çapında ortaya koydu­ğu yüce dâvanın nasıl büyük bir tepkiyle karşılaştığı bunun en açık örnek­lerinden biri değil midir?

O halde hem Müslüman olduğunu iddia etmek, hem maddecilerle in­karcılarla dost olup onlar nezdinde şeref, itibar ve üstünlük aramak; hem İslâm'ın insan hayatını en mükemmel ölçüde düzenleyen bir din olduğunu söylemek, hem İslâm'ın alaya alındığı, ibâdet kuralları küçümsendiği top­lantılara katılmak, nifakın ilk ve son belirtisi, münafıklar düzeyine gelme­nin açık alâmetidir.

Hz. Peygamber (A.S.) değil bu meclislerde oturmayı, içki içilen, ha­ram işlenen toplantılarda oturmayı kesinlikle yasaklamış; Müslümanın başkalarına uymayacağını, başkalarının ona uyması gerektiğini ve bunun için de Müslümanın her yerde güzel model ve örnekler sergilemesinin di-'nî bir hizmet bulunduğunu birçok hadîsleriyle açıklamıştır. Çünkü küfre rıza küfür sayıldığı gibi, günaha rızanın da günah olduğu kabul edilmiştir.

Günümüzdeki Müslümanların çoğunun bu tür günah dolu toplantılara ve meclislere katılma zaafı vardır. Yapılan düğünler, nikâh merasimleri, balolar,    Müslümanların  bir kısmının  inkarcılardan  farklı  bir tutum  ve anlayış içinde olmadığını göstermektedir.

Sebebi açıktır: Yukarıda belirtildiği gibi, köklü bir dinî ve millî eğitim ve bu doğrultuda geniş bir kültür verilmediği devirlerde, İslâm ülkelerinde bu kabil manzaralara sık sık raslanmıştır. Eğitimsizlik yüzünden Müslü­manların çoğunun, dünya ile âhireti paralel yürütme bilgi ve şuurundan bazı dönemlerde mahrum yetiştikleri bir gerçektir. Bu yüzden gayr-i müslim-leri dost edinmekte bir sakınca görmemişlerdir. [65]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle dinin beşer hayatındaki olumlu tesirlerini farke-demiyen veya böyle bir eğitim görmeyen zayıf iradeli kişilerin çok geçme­den imanla küfür arasında bocalayacağına işaret edildi. İnkarcılardan dost edinilmemesi hususunda uyarılar yapıldı. Aşağıdaki âyetlerle bu duruma düşen münafıkların, mü'minlerin sonunun bir felâketle noktalanacağı gü­nü sabırsızlıkla bekledikleri belirtiliyor. Günün şartlarına ve ortamin ha­vasına göre, onların hem mü'minlerden yana, hem inkarcılardan yana ol­duklarını, bir takım yapmacık söz ve hareketlerle göstermeye çalışacak­tan söz konusu ediliyor. Mü'minlerin yeryüzünden silinmiyeceği, kıyamete kadar bu yüce dâvaya sahip çıkanların bulunacağı hatırlatılıyor. [66]

 

Meali  :

 

141—  (Öyle münafıklar ki), sizi gözleyip duruyorlar (sonunuzun ne­reye varacağını bekliyorlar). Size Allah'tan bir zafer kapısı açılırsa, «sizin­le beraber değil miydik?» derler. Kâfirlere (zaferden yana) bir pay çıkarsa, «size yardım edip üstün gelmenizi sağlamadık mı, mü'minlerden size do­kunacak (zararı) engellemedik mi?» derler. Artık Allah kıyamet günü ara­nızda hükmedecek ve Allah elbette mü'minler aleyhine kâfirlere bir yol ver-miyecektir.

142—  Münafıklar Allah'a karşı düzenbazlıkta bulunmak isterler; Al­lah onların düzen ve oyununu boşa çıkarıp başlarına geçirir. Onlar nama­za kalkınca üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar; Allah'ı pek az anarlar.

143—  Onlar (küfürle imân) arasında bocalayıp dururlar; ne bunlara, ne onlara (bağlanırlar). Allah kimi doğru yoldan saptırıp şaşırtırsa, artık sen ona elbette bir yol bulamazsın.

 

İlgili  Hadîsler

 

«islâm yücelir, onun üzerine (üstünlük sağlanarak) yücelinmez.» [67]

«Münafıkın durumu, iki koç arasında tereddüt edip hangisine uyup gideceğini şaşıran koyuna benzer.» [68]

«Münafıklar üzerine namazların en ağır geleni, yatsı namazı ife sa­bah namazıdır.» [69]

«Kim halkın gördüğü yerde namazı gayet güzel kılar, yalnız başına kaldığında rasgele kırık dökük kılarsa, bu bir küçümsemedir ki onunla, Rabbini de küçümsemiş sayılır.» [70]

 

Mü'minler Aleyhine Bir Yol Vermez...

 

O"an elbette mü'minler aleyhine kâfirlere bîr yol vermiyecektir.»

Bu cümle üzerinde çok yönlü yorumlar yapılmış ve bir takım rivayet­lere de yer verilerek açıklanmasına çalışılmıştır. İlim adamlarımızın çoğu bunu, İslâm Dinini her devirde savunanların bulunacağı ve ehliyetini kay­beden milletlerden bu yüce emanetin alınıp ehi! olan başka milletlere ve­rileceği; ehil olmaya lâyık görülen milletler de dinin gereği ile amel edip onun hayat damarlarını işler hale getirdikleri, İslâm kültürünü yaygınlaş-tırıp onu ciddi bir eğitim konusu edindikleri sürece ehliyetlerinin devam edeceği şeklinde yorumlamışlardır.

Bütün bu yorum ve rivayetlerden de yararlanarak âyetin üç önemli gerçeği -büyük bir umut havası estirerek- yansıttığını söyleyebiliriz:

1. Hak -görünüşte yenilgiye uğramış olsa bile- her yerde ve her za­man üstündür. Dış kabuğuyla olaylar değerlendirilerek İslâm'ın mağlûp olduğu sanılsa bile, hakikatte, bu yenilgiyle güç kazanıp toparlama dev­resine ve bütün güçlerini kanalize etme basiretine erişmiş olur. Tez-an-titez mücadelesinin tabii sonuçlarından biri de budur. Etki-tepki mesele­sini bu konuda daha açık biçim ve anlamda görmek her zaman için müm­kün olmuştur. Diğer bir deyimle İslâm başlıbaşına bir tez, küfür ise antitezdir. Bu iki karşıt görüşün sürtüşüp tartışması bir bakıma tezin güç ka­zanması ve hakikatin anlaşılması bakımından şarttır. Çünkü bir fikir, bir inanç, bir ideal veya doktrin çevre bulamadığı, karşıt görüşlerle yüzyüze gelmediği takdirde doğduğu gibi ölmeye mahkûmdur.

O halde İslâm'ın zaman zaman yenilgiye uğramış gibi görünmesi, hakikatte zafere kapı açmasının başlangıcıdır. Mekke'deki mü'minlerin Habeşistan'a, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Medine'ye hicretleri ilk ba­kışta bir yenilginin, aczin ve yılgınlığın tabii sonucu gibi sanılır, fakat önündeki olaylarla, eriştiği neticeyle değerlendirildiğinde, fethin en güçlü adımı, başarının kapanmayan yolu olduğu anlaşılır. Hudeybiye anlaşması da bunun tipik örneklerinden biri değil midir? İslâm'ın aleyhineymış gibi görünen anlaşmanın birçok maddeleri aslında Mekke'yi fethetmenin en güçlü anahtarını oluşturuyordu.

2.  Karşıt görüşlerin ve inançların çarpışmasında haktan yana olanın üstün geleceğinde hiç şüphe yoktur. Yeter ki hakkı temsil edenler ona lâyık olma basîret ve gayreti, bilgi ve enerjisi içinde bulunsunlar.. Bâtıl ve küfür iddiasını veya idealinin üstünlüğünü isbatta er-geç acze düşer. Hak -kabul edilmese bile- haklı bulunduğunu ortaya-koymakta zorluk çek­mez.

Bâtılın ve küfrün her saldırısı, hakkın güçlenmesini hızlandırır; taraf-dar ve savunucularının daha şuurlu ve metotlu çalışmasına bir bakıma yardımcı olur.

3.  İslâm'ı diğer bir deyimle    Hakkı    ortadan kaldırmaya hiç kim­senin gücü yetmiyecektir. Allah bu büyük emaneti -insanlıktan yana- lâ­yık olan milletlere devrederek kıyamete kadar varlığını koruyacaktır.

Tekrar edelim ki, küfür ve inadın, İnkâr ve şarlatanlığın her saldırısı İslâm'ın güçlenmesini; her kurşunu. Nübüvvet bahçesinde bir gülün daha yeşermesini; her herzesi, Kur'ân'ın daha iyi anlaşılmasını sağlamaya yö­nelik bir itme gücü meydana getirir. Etki, tepkiye yol açar; etkinin şiddeti oranında tepki meydana gelir. Tarihte İslâm ülkelerinde bunun sayılmıya-cak kadar örnek ve modelleri vardır. Yeter ki görebilen gözler, anlayabi­len kalbler, idrâk edebilen kafalar bulunsun.. [71]

 

Fetih Ve Nasib Tabirleri

 

Kur'ân burada dış görünüşüyle eş anlamda, fakat taraflara nisbetle çok farklı anlamlar taşıyan iki deyim üzerinde durmuş ve bu hususta ak­lımızı kullanmamız için bize ipucu vermiştir: FETİH ve NASÎB.. Savaşta

üstünlük sağlamayı, ülkelerin kapılarını açıp hakkın sesini Allah kullarına duyurmayı mü'minlerden yana FETİH deyimiyle, yine savaşta üstünlük sağlayıp zafere erişmeyi kâfirlerden yana NASÎB (pay) tabiriyle anmıştır. Müfessirlerimizden bir kısmı bu hikmeti anlayarak yorumda bulunmuşlar­dır. Biz bütün yorumları hamur edip bir komprime haline sokmak istiyoruz:

Fetih : Toprak kavgası, ekmek dâvası değil; tuğyanı durdurmak, hak­kın sesini duyurmak, düşmanın İslâm'ın ve insanlığın aleyhine güçlenme­sini önlemek; tek kelimeyle Allah'ın mülkünde Allah isminin anılmasını sağlamak, O isim daha yüce olsun dîye bâtılın beynini parçalamak niye­tiyle yapılan savaş ve elde edilen olumlu sonuçtur. Buna hakkın zaferi de diyebiliriz. Bu durumda zaferle birlikte göklerin de kapıları açılır, ilâhî yar­dım ve rahmet mü'minlerden, yani gazilerden yana inmeye başlar, böylece mü'minlerin kalbi hakka iyice yatışır, O'na hamdederek kuvvet ve kudre­tin Allah'a ait olduğunu dile getirip tam bir teslimiyete bürünülür.

Nasîb: Toprak kavgası, ekmek dâvası, diğer bir yönüyle hakkı or­tadan kaldırma taarruzudur. Amaç Allah değil, hakkın üstünlüğünü, bâtı­lın çürüklüğünü ortaya koymak değil, dünyalık elde etmek, başka insan­ları köle edinmek, milyonlarca insanın hakkına tecavüz edip sömürmektir. Bu niyetle yapılan savaşta küfür ve bâtıl üstünlük sağladığı takdirde bu bir fetih değil, dünyalıktan bir nasîb (pay) elde etmektir. Kutsal hiçbir yanı ve yönü yoktur. [72]

 

Gösteriş Hastalığı

 

«İnsanlara gösteriş yaparlar.»

İmâna musallat olan iki ayrı hastalık var; biri maddî, diğeri mânevi. Her ikisinin de mikrobu kemirici ve öldürücüdür. Gerçi imân gibi pahası biçilemiyen yüksek değerdeki bir cevherin düşmanı çoktur; ama önde ge­len ve salgın halinde olan bu iki düşman anılmaya değer görülmüştür. Birincisi dünyalığa aşırı derecede tutkunluk; ikincisi gösteriştir.

Sözü edilen bu iki hastalığı doğuran mikroplar yok edilmediği, hiç ol­mazsa tesirsiz hale getirilmediği takdirde, kısa zamanda imâm, imânla birlikte vicdanı ve ruhu kemirip bitkin hale getirebilir.

Kur'ân konumuzla ilgili âyetle ikinci hastalığa dokunarak çok ibretli bir tablo sergilemektedir. Gösteriş için en uygun vasat, şüphesiz ki imânla küfür, dünya ile âhiret arasında bocalamaktır. Kişi bu ortama sürüklendi-diği takdirde gösteriş hastalığı başlar. Allah'ın yardımı erişmiyecek olursa, onu küfre kadar, en azından gizli şirke kadar götürür.

Maddî, yani dünyalıkla ilgili çıkarlar kesilip umutlar iyice zayıflayınca artık ne imân kalır, ne de gösteriş. Oünkü şeytan arzuladığı sonuca ulaşa­bilmiştir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrindeki münafıkların çoğunun akibe-ti böyle bir hüsranla noktalanmıştır. [73]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle münafıkların imanla küfür arasında bocaladıkları, dosdoğru bir tarafın adamları olamadıkları belirtildi. Her iki tarafa yaran­ma gayreti içinde bulundukları, .böylece Allah'a ve O'nun Peygamberine karşı düzenbazlığa kalkıştıkları, Allah'ın da onların hile ve düzenini başla­rına geçireceği hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle inkarcılarla münafıkların mü'minlere hiçbir zaman samimi dost olamıyacaklarına dikkatler çekiliyor; Müslümanların mü'min­leri bırakıp kâfirleri dost edinmemeleri emrediliyor. Aksi halde kendi aleyh­lerine açık delil hazırlıyacakları uyarılıyor. Ancak kâfir ve münafıklardan tevbe edip durumlarını İslâm ve imân doğrultusunda düzeltenler müstes­nadır, buyurularak, tevbe kapısının her zaman açık bulunduğuna işaret ediliyor. [74]

 

Meali :

 

144—  Ey imân edenler! Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin, (onları başınıza geçirmeyin). Yoksa Allah'a kendi aleyhinizde açık bir bel­ge mi vermek istiyorsunuz?

145—  Şüphesiz ki münafıklar Cehennemin en aşağı tabakasındadır-lar, onlara herhalde bir yardımcı da bulamazsın.

146—  Ancak tevbe edip durumlarını (düşünce ve davranışlarını) dü­zeltip Allah'a sarılanlar ve dinlerini gösterişten uzak, Allah için katıksız ve saf tutanlar müstesna... İşte bunlar mü'minlerle beraberdirler; mü'min­lere ise, Allah büyük mükâfat verecektir.

147—  siz şükredip inanırsanız Aflah size neden azap etsin? Allah şükredenin ecrini verendir ve (onların şükrünü) bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Ensardan birkaç kişi eski alışkanlıkları nedeniyle Medine'deki Beni Nadîr ve Beni Kurayze Yahudileriyle dostluklarını sürdürüyorlardı. Onların bu tutumu hem kendilerinde bir eziklik meydana getiriyor, hem Mekke'-

den hicret edip gelen Muhacirleri üzüyordu. Ansar işin iyice farkına varın­ca Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek sordular: «Kimleri dost ve sırdaş edinelim?» Resûlüllah (A.S.) onlara : «Muhacirleri...» buyurdu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [75]

 

İlgili Hadîsler

 

«Üç şey kimde bulunursa, imânını kemâle erdirmiş olur: Allah yo­lunda bulunup kınayanın kınamasından endişe duymaz. Yaptığı hiçbir ameliyle gösterişte bulunmaz. Biri dünya, diğeri âhiretle ilgili iki durum kendisine arzedilrnce, âhiretle ilgili olanını seçer.» [76]

 

İnkarcıları Dost Edinmeyin

 

<<Ev iman edenler! Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin.»

Başta Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide olmak üzere birçok sûrelerde bu anlamda ilâhî uyarılar tekrarlanmıştır. Çünkü İslâm'a göre, küfür -cinsi ve türü ne olursa olsun- tek bir millettir. Mü'minlerin dostu ve sırdaşı ise, ancak mü'minlerdir. İnanç ve ideal birliği içinde olmayanların, yani fark­lı inanç ve ideal sahiplerinin anlaşıp kaynaşması, dost olup samimi an?-lamda sevişmesi mümkün değildir. Mevlânâ'nın deyimiyle, dostluk kura­bilmeleri için aralarında ORTAKLAŞA KADER'in bulunması gerekir.

İnsan psikolojisi bu ya, kendi inanp doğrultusunda adam arar ve an­cak onlarla kader birliği sağlayabilir. Karga ile bülbülün uyum içinde dost­luk kurdukları görülmüş müdür? Biri leşe, diğeri güle-çimene konar.

Olaylar her zaman bu psikolojik ölçü ve anlam doğrultusunda kendi­ni hissettirmiştir. Savaş ve benzeri felâketlerde daha çok aynı inanç ve ülküye sahip olanlar birbirine ciddi biçimde yardım edebilmişlerdir. Haçlı Seferleri bunun açık örneklerinden biridir. İstiklâl Mücadelemiz ise, bu gerçeği bir kez daha kanıtlamış, Allah'a dosdoğru inanan saf ve temiz Anadolu evlâdı birleşip bütünleşerek yıkılmaz ve yenilmez bir kale halini almıştır. Ermeniler ve diğer azınlıklar tarih boyunca Müslüman Türklerin gösterdiği hoşgörü ve insancıl davranışa karşılık çoğu zaman ihanetle cevap vermişlerdir.

İşte Kur'ân insan ruhunun derinliğinde kök salıp, az-çok özü ve ma­yası bulunan bu anlayış ve karakterin, inanç değişmedikçe değişmesinin söz konusu olamıyacağına işaret ediyor. Böylelerini, mü'minler kafilesine samimi olarak katılmadıkları, yani Allah'a ve Peygamberine dosdoğru inan­madıkları sürece Müslümanların dost edinmemelerini emrediyor.

İç yapısıyla Yahudi, dış yapısıyla Müslüman görünen Fatih'in özel doktoru Yakob'un bunca nîmetlere ve iyiliklere rağmen sonunda ortaya koyduğu ihanet tablosu herkesin malûmudur. Osmanlı saraylarında ruhen gayr-i müslim olan kadınların çevirdikleri ihanet dolapları ve entrikalar ko­ca imparatorluğa çok pahalıya malolmuştur.

Görülüyor ki, insan psikolojisini ve milletlerin asıl yapısını herkesten çok daha iyi bilen Allah, mü'minlerin İslâm'ın hayat veren gölgesi altında toplanmalarını, toparlanmalarını,birbirlerinin derdini dert edinmelerini, me­selelerini tek mesele haline getirmelerini ve Allah için dostluk kurmaları­nı emrediyor. Yol budur, başkası boş ve anlamsızdır.

Şüphesiz ki bunun yararı sadece bize aittir. Aksine bir tutum içinde olmanın zararı da hepimize dokunur, Allah ancak hakkı söyler.

Furkan sûresinde, mü'minlerden başkasını dost edinenlerin akıbeti sergilenirken şöyle buyurulmuştur:

«O gün zâlim zorba, ellerini ısırıp «keşke Peygamberle beraber bir yol tutsaydım!» diyecek. Eyvah, yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edjnmeseydim. And olsun ki bana Kur'ân geldikten sonra o dost (dediğim kimse) beni saptırdı...» [77]

 

Dinde Samimiyetsizlik

 

«Şüphesiz ki münafıklar Ce-hennem'in en aşağı tabakasmdadirlar..»

İslâm için, açıktan inkâr içinde bulunanlardan fazla içi küfür dolu, ama dış görünüşüyle müslüman geçinenler daha tehlikeli ve daha zarar­lıdırlar. Kâfirler, parçalayıcı düşman olduklarını gizlemiyorlar, kendileri­nin her zaman kurt oldukları belli. Münafık ise kurt olduğunu gizleyip, ku­zu postuna bürünerek yaklaşıyor. Birinin rengi, inancı az-çok düşünce ve tutumu belli, diğerinin ise, ne zaman saldıracağı, kimi ne zaman nasıl ısı­racağı meçhul..

Ceza ise amelin cinsindendir. Münafığın tahribatı, küfrünü ortaya açıktan koyanın tahribatını çok gerilerde bıraktığından ve ruhî yapısıyla kâfirden daha bayağı bulunduğundan Cehennem'deki yeri en aşağı taba­kadadır. Dinde samimiyetsizliğin eezâsı ancak böyle olur. [78]

 

İslâm'ın Açik Tuttuğu Tevbe Kapısı

 

«Ancak tevbe edip durumla­rını düzeltip Allah'a sarılanlar ve dinlerini gösterişten uzak, Allah için ka­tıksız ve saf tutanlar müstesna..»

Belirtildiği gibi dinde ve dindarlıkta samimiyetsizlik, günahların en çirkini, yalancılık ve düzenbazlığın en fenasıdır. Bu yüzden ikiyüzlülere, diğer bir deyimle münafıklara verilecek ceza o nisbette şiddetli olacaktır. Ancak ölmeden önce kendini toparlayıp münafıklığın Allah'a yaklaştırıcı olmadığını, bilakis her an uzaklaştırıcı ve felâketin eşiğine sürükleyici bu­lunduğunu anlar da imânını tazeleyip tevbe ve istiğfarda bulunursa, el­bette ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Çünkü amaç in­sanları kahretmek değil, onları doğruya, iyiye, güzele, fazilet ve hakse­verliğe götürmek ve sonu gelmiyen bir saadete eriştirmektir. Günahkâr tevbe ettiği, kâfir küfründen ayrılıp dosdoğru imân ettiği takdirde, Allah'ın onları kabul edeceğinde şüphe yoktur. Tevbe kapısı kıyamete kadar açık­tır. [79]

 

Şükrün Ölçü Ve Anlamı

 

«Siz şükredip inanırsanız, Allah size neden azap etsin?»

ŞÜKÜR ; Sunulan nimete ve yapılan iyiliğe karşılık kıymet bilirliği söz ve davranışlarla ifade etmek duygusudur. Hele bu nimet ve iyilik en yüce kudret sahibi Allah'tan gelmişse, O'nun hem kudreti hem de merhameti karşısında tam bir mahviyet duygusu içinde teslimiyet göstermek, şükrün en güzeli ve en anlamlısıdır.

Hayvanlar bile ekmek yediği kapıya nankörlük etmez, her vesileyle sadakatlerini açığa vururlar. İnsanlardan bir kısmı kendilerine sunulan bunca nîmet ve iyilikler karşısında kör ve sağır durmaktadır. Bir lokma skmeğin nasıl da sistemli, düzenli hizmetlerin ürünü bulunduğunu bir tür­lü anlayamamakta ve böylece nankörlüğün en kötüsünü ortaya koymaktadır. Bir lokma ekmeği yiyebilmemiz için, bulutlar, hava ve güneş, ay ve geçe-gündüz, toprak ve ziraatçı, öküz ve traktör, arabacı ve fırıncı, para kazanan ve onu hazırlayanlar hep hizmette bulunmuşlardır. O lokma ek­meği, şükrünü yerine getirmeden yemek büyük bir gaflet değil midir?

Ne \/ar ki bütün bunları idrâk edebilmek, ciddi bir eğitime bağlıdır. Çünkü canlılar arasında en çok eğitilmeye muhtaç olanı insandır ve eği­tilmesi en zor olanı da odur. Hiç bir makina ve elektronik cihaz insana in­san kadar yararlı olamaz. Önemli olan, toplumu bu düzeye getirmek, eğit­me bilgi ve gücüne, teerübe ve yeteneğine sahip olanları hizmete sevket-mektir. Böyle bir eğitim sisteminin işler hale gelmesi de Allah'a şükrün ifadesi sayılır.

Allah tarafından insan olarak yaratılmamızın nasıl bir inayet ve lütuf olduğunu bir yana bırakalım da bizim yararımıza sunduğu Kitap ve Pey­gamberin ve kendini bize tanıtmada sergilediği açık belgelerin ne kadar yüksek birer nimet ve ihsan olduğunu görmemek, anlamamak, felâket ve saadetin ne yanda bulunduğunu idrâk etmemek demektir.

Allah'ın ne kitaba, ne peygambere, ne ibâdet edilmeğe, ne de şükre ve övgüye ihtiyacı vardır. Bütün bunlar biz insanların yararına hazırlanıp imkân alanına gönderilmiştir. Kendi yaratılışımızdaki baş döndürücü sa­natın nasıl bir plânla vücut bulduğunu görüp anlıyamıyorsak, diğer nîmet ve lütuf lan nasıl görebiliriz? Çünkü ilk adımda körlük, sağırlık ve şuur­suzluk başlamıştır.

Böylesine nankör denir. Önce kendine yazık etmiştir. Çünkü bulun­duğu dünya çiftliğinin asıl sahibini tanımamak hiçbir yanıyla mazur gös­terilemez. Allah'ın mülkünde, O'nun nimetleriyle varlığını sürdüren, her an O'na muhtaç durumda bulunan kimse, mülkün asıl sahibini tanımak ve bilmek zorundadır. Bu hakikati idrâk eden insan, her an Yaratanına şük­rediyor, demektir. Allah ise şükreden kuluna azap etmez. [80]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle mü'minlerin birbirine yaklaşmaları, birbirlerini dost edinmeleri emredildi. Gayr-i müslimlerin, münafık ve yozmuşların dost edi­nilmemesi tenbih edildi. Bu idrâk içinde bulunan mü'minlerin Allah'a şük­retmelerinin gereği belirtildi. Aşağıdaki âyetlerle Allah için dostluk ku­ranların birbirine karşı terbiye, nezaket ve nezahetle davranmalarına te­mas ediliyor. Kusursuz insan olamıyaoağına göre, mü'minlerin birbirleri­nin kusurlarını bağışlamalarının imânlarına yakışan bir fazîlet örneği bu­lunduğu hatırlatılıyor. [81]

 

Meali :

 

148—  Allah kötü sözün açıkça söylenmesini (hiç) sevmez. Meğerki söyleyen haksızlığa uğramış bulunsun, (o takdirde zâlimin zulmünü anla­tabilir). Allah her şeyi işiten ve görendir.

149—  Bir hayrı (iyiliği) açığa vurur veya gizli tutar veya bir kötülüğü affederseniz, Allah muhakkak çok affedendir, gücü her şeye yetendir.

 

İniş Sebebi

 

Sahih rivayetlere göre, Peygamber (A.S.) Efendimizin de hazır bulun­duğu bir mecliste yontulmamış bir adam Hazret-i Ebubekir'e (R,A.) ağır söz söyledi. Ebubekir (R.A.) sesini çıkarmadı. Adam hakaretini ikinci ve üçüncü defa tekrarlayınca Ebubekir (R.A.) dayanamıyarak karşılık verdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz kalkıp toplantıyı terketti. Ebu­bekir (R,A.) yaptığı hatayı anlayarak koştu ve :

  Ey Allah'ın Peygamberi! O adam bana birkaç defa ağır söz söyle­di, sesinizi çıkarmadınız. Ben karşılık verince, toplantıyı terkettiniz, neden? diye sordu.

Allah Resulü şu cevabı verdi:

  A Ebubekir! O sana ağır söz söylediğinde bir melek inip onu ce­vaplandırıyordu. Sen karşılık verince, melek ayrılıp gitti, şeytan içeri gir­di. O sebeple toplantıyı terkettim.

Az sonra yukarıdaki âyetler indi. [82]

 

İlgili Hadîsler

 

Hz. Âişe (R.A.)nin bir eşyası çalınmıştı; bu yüzden hırsıza beddua et­ti. Bunu işiten Hazret-i Peygamber {A.S.) üzüldü ve : «Ya Âişe! ona bed­dua etme» diye buyurdu. [83]

Bir adam Peygamberimiz (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki:

  Ya Resûlellah! Komşumuz bize cok eziyet ediyor; ne yapmamızı emredersin?

Resûlüllah Efendimiz ona şunu tavsiye etti:

  Git de evin bütün eşyasını sokağa taşı ve çoluk çocuğunla sokak ortasında otur.

Adam sebebini sormaya gerek duymadan gitti, yapılan tavsiyeyi ay­nen yerine getirdi. Sokaktan gecenler bu manzarayı görünce ister iste­mez sebebini sorduklarında, «Komşumun eziyetine dayanamadık, soka­ğa taşınmak zorunda kaldık!.» diye cevap vermesi, halkı da fazlasiyle üz­dü ve «öyle komşuya lanet olsun..» dediler. Her geçen o komşuyu hem kınadı, hem de lanetledi. Kötü komşu, yaptığı kötülüğün neler doğurdu­ğunu görünce pişmanlık duydu, aynı zamanda kendisinden utandı ve ge­lip özür dileyerek, sokaktaki komşusunun eşyasını yine evlerine taşınma­sını sağladf. Bir daha eziyette bulunmamaya söz verdi. [84]

«Sadaka hiçbir mala noksanlık vermez. Affeden kulun Allah şeref ve itibarını artırır. Kim de Allah için alçak gönüllü davranırsa, Allah onu yük­seltir.» [85]

«Günaha dalıp gayr-i ahlâki yolda yürüyerek (zararlı hale gelen) fâ-siki ve ondaki kötülükleri an ki, halk ondan sakınıp korunabilsin.» [86]

 

Kur'an Terbiyesi

 

«Allah kötü sözün açıkça söy­lenmesini (hiç) sevmez. Meğerki söyleyen haksızlığa uğramış olsun.»

İnsan, melekle hayvan arasında ikinci mertebede yaratılmış, her iki mertebedeki sıfatlarla donatılmıştır. Bu bakımdan peygamberler dışında hemen her insanın içinden bir takım kötülükler geçebilir. Dinin insanın ruhu ve kalbi üzerindeki en kâmil mânadaki tesiri düşünce ve niyetleri berraklaştırmak, iyilik ve hayırlara ağırlık kazandırmaktır. Ne var ki kişi, içinden geçen kötülükleri sözlü ve fiilî alana intikal ettirmedikçe pek gü­nahkâr sayılmaz. Ancak bu tür düşüncelerin devamı, insanı çoğu zaman füyuzat-i ilâhiyenin bazı tecelli ve cilvelerinden mahrum edebilir.

İslâm ve Kur'ân'ın getirdiği yüksek anlamdaki edep ve terbiye ölçü­lerinden biri de açıktan kötü söz söylememek, aklı imânla birleştirip içi­mizden geçen fenalıkları dışa vurmadan belirsiz hale getirmektir. Unut­mayalım ki. Yüce Yaratan Rabbimiz, I_Â İLAHE İLLALLAH diyen bir dilin, bu kelimeye yakışmayan sözlerle kirletilmesine razı değildir.

Rivayete göre :

İsâ Peygamber bir köyün içinden geçerken azgın Yahudilerden biri ona ağız dolusu hakarette bulundu, en yakışıksız sözleri sarfetmekte bile bir sakınca görmedi. Hz. İsâ (A.S.) o münasebetsizi dinledikten sonra, ona en duyarlı, okşayıcı ve rahmet saçıcı sözlerle karşılık verdi. Bu olaya şahit olanlardan insaf sahibi bir adam dayanamıyarak dedi ki: «Ya İsâ! şu adam size en ağır sözleri sarfetti, hakarette bulundu, sen ise ona en güzel ve okşayıcı sözlerle karşılık verdin, neden?» İsâ Peygamber ona şu cevabı verdi: «Herkes kesesindekini harcar. Onun kesesinde küfür, her­ze, edep dışı sözler var. Benim kesemde, edep,terbiye, güzel ahlâk vefazî-let çiçekleri var..)[87]

İşte din terbiyesinin en açık meyvelerinden biri!. Peygamber (A.S.) Efendimizin hayatı bu örneklerle doludur. Kur'ân sadece bu terbiyeyi ge­tirmiştir. [88]

 

Acık Ve Gizli  Hayır

 

«Bir hayrı (iyiliği) açığa vurur

veya gizli tutar veya bir kötülüğü affederseniz, Allah muhakkak çok affe­dendir, gücü her şeye yetendir.»

Bu konuda Fahrüddin Razî özetle diyor ki:

«Hayrın ölçü ve biçimleri çok olmakla beraber onları şu iki hususta özetliyebiliriz: Hak ile beraber doğruluk, halk ile beraber güzel huyluluk.. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır: Yararlı olanı onlara ulaştırmak, zararlı ola­nı onlardan savmak..

«Bir hayrı açığa vurur veya gizli tutar» cümlesi, halka yararlı şeyleri ulaştırma; «Veya bir kötülüğü affederseniz..» cümlesi, zararı defetmeye işarettir.

Böylece bu iki cümle hayrın bütün çeşitleriyle iyi sayılan bütün amel­leri kendinde taşımaktadır.»

Allah ise, her affedenden çok daha affedici; öc alma gücüne sahip olan her intikamcıdan cok daha güçlüdür. O halde birinden öc alma güç ve imkânını bulan kimse, fiilî bir durum meydana getirmeden Allah'ın ken­disinden çok güçlü bulunduğunu hatırlamalı ve: «Beni hasmıma karşı güç­lü kılan Allah bir gün beni daha güçlü ellere teslim edecektir..» fikir ve inancını için için aklından geçirerek kötülüğe adım almamalıdır. [89]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kur'ân'ın yüksek terbiyesi sergilendikten sonra, terbiyenin asıl kaynağının sağlam ve köklü bir imân olduğuna, nifak ve hayasızlığın her zaman buna ters düştüğüne işaret edildi. Aşağıdaki âyet­lerle de edep ve terbiyenin aslı ve kaynağı sayılan dinin ve sunduğu kök­lü imânın bir bütün olduğu, bölünmeğe tahammülü bulunmadığı açıklanı­yor İmânın gerektirdiği bütün şartları bir bütünlük içinde düşünüp kabul etmenin şart olduğu belirtiliyor. Bu düzeyde olan mü'minlerin kıyamet günü ebedî saadet nîmetleriyle mükâfatlandırılacaklar! bildiriliyor. [90]

 

Meali :

 

150-151— Doğrusu o kimseler kî Allah ve Peygamberlerini inkâr eder­ler ve bir de Allah ile Peygamberlerini birbirinden ayırmak isterler: Bunlar­dan kimine inanırız, kimini inkâr ederiz, derler de bu ikisi (imân ile küfür) arasında bir yol tutmayı arzularlar; işte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâ­firler için horlayıcı, aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır.

152— Allah'a ve Peygamberlerine imân edip onlardan birini (diğer­lerinden imân hususunda) ayırmayanlar (var ya), işte onların mükâfat­larını Allah kendilerine verecektir. Allah cok bağışlayan, cok merhamet edendir.

 

İniş Sebebi

 

Yukarıdaki âyetler Yahudi, Hıristiyan ve onların inancında olan gayr-i müslimler hakkında inmiştir. Çünkü Yahudiler Tevrat'a ve Musa'ya inan­dılar; İsa'yı ve İncil'i, sonra da Muhammed'i (A.S.) ve Kur'ân'ı inkâr ettiler. Hıristiyanlar da İsâ Peygambere ve İncil'e inandılar ama Muhammed'i (A.S.) ve Kur'ân'ı tanımadılar. [91]

 

İlgili Hadîsler

 

(Cibril Hadîsi) «İmândan bana haber ver?» diye sorduğunda Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz şu cevabı verdi: «İmân, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygam­berlerine, âhiret gününe ve kaderin hayrına, şerrine inanmandır.» buyur­du. [92]

«Allah'ın Rab, İslâm'ın din, Muhammed'in Peygamber olduğuna razı olan kimse gerçekten imânın tadını tatmıştır.» [93]

 

İmânın İki Rüknü

 

«Allah'a ve peygamberlerine imân edip....»

Kur'ân'da ilgili âyetle imânın iki ana rüknü söz konusu ediliyor: Al­lah'a imân ve bütün peygamberleri tasdik. Bu iki rüknü bütün derinliğiyle kabul edenler, Kitapları ve diğer rükünleri de haliyle kabul etmiş sayılır­lar. İkisinden birini inkâr etmek veya peygamberlerin kimini tanıyıp kimi­ni tanımamak, imânın bütün rükünlerini beraberinde yıkar. Bu tarz bir imâna sahip olanlar mü'min sayılmazlar; katıksız kâfir kabul edilirler. Çünkü din, bütün esaslarıyla bir bütündür, bir kısım esaslarına inanıp bir kısmını inkâr etmek tamamını inkâr demektir.

Kur'ân imânın bu iki rüknünü sergilerken daha cok Yahudi ve Hıris­tiyan din adamlarını uyarmaktadır. Kanunlar birbirini yürürlükten kaldırdı-ği gibi, dinler de tekâmül ederek sonra gelen öncekini meriyetten kaldır­mıştır. Ama gönderilen bütün kitap ve peygamberlerin hak olduğu imâ­nın esaslarından biri sayılmış ve böylece dinler arasındaki bağların kop­mamasına özen gösterilmiştir. Müslümanlar Kur'ân'ın bu açık belgesine tamamen uymuş ve daha önce gelen bütün peygamberlere ve kitaplara inanmışlardır, [94]

 

Ruhun Kristalleşmesi

 

Bu deyim daha cok fizikte kullanılır. Biz ruhun arınıp her türlü kir ve pastan, bulanıklıktan kurtulmasını kristalleşen maddelere benzeterek daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışıyoruz.

Nefsin madde ve şehvet karşısında yükselen ısısını düşürmek, olgun insan olmanın yolu, kâmil mü'min olmanın aracıdır. Bilindiği gibi nefsî eği­lim daha çok iki şeye olur: Madde ve şehvet.. Nefs ile bu ikisi arası en­gellerden temizlenip açık tutulduğu takdirde, eğilim büyük bir ısıyla faa­liyete geçer. O kadar ki bütün organları kısa zamanda tesiri altına alır. Ruh safiyet ve berraklığını kaybetmeye yüztutar. İnkâr, madde ve şehvet nefsin ortaklaşa dayanağı ve güç kaynağı haline gelir.

O halde nefsin sınır tanımıyan eğiliminin belli bir ölçü ve yararlı dü­zeye getirilebilmesi için sözü edilen desteği, diğer bir deyimle kaynağı çek­mek, hiç olmazsa mefluç hale getirmek gerektir. Bu da önce Allah'a ve Peygamberlere, sonra da diğer esaslara imânla mümkündür. Çünkü bu anlamdaki bir imân nefsin ısısını kademeli biçimde düşürürken, diğer yan­dan ruhun arınıp kristalleşmesini sağlar ve böylece ruh asıl safiyetine kavuşmuş olur. Bu safiyet, ya da kristalleşme devam ederse, insan olgun­laşıp kemâl mertebesine yükselir, [95]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kur'ân beşer aklına ve mantığına ışık tutan esas­ları bir bir sıraladı ve Kitap Ehlini insafa davet etti. Kemale erişen son din ile, evvelkilerin -tıpkı kanunlar arasındaki bir önceki ile bir sonraki durum gibi- meriyetten kalktığını açıkladı. Aşağıdaki âyetlerle Yahudilerin, insan aklıyla uyum sağiayan bu hakikat karşısında şaşırıp yokuşa vurdukları belirtiliyor. Olmayacak şeyler isteyerek katı bir inkâr içinde bulunduklarını ihsas ettirmek istediklerine işaret ediliyor. Daha önae de ataları, Musa Peygamberden daha büyük şey istedikleri için ilâhî gazaba çarpıldıkları hatırlatılıyor. [96]

 

Meali :

 

153— Kitap Ehli(nden Yahudiler) senden gökten üzerlerine bir (ya­zılı) kitap indirivermeni isterler. (Üzülme), Musa'dan bundan daha büyü­ğünü istemişler, «Allah'ı bize açıkça göster!» demişlerdi de zulümleri se­bebiyle onlara yıldırım çarpmıştı. Sonra da kendilerine çok açık belgeler (mu'cizeler) geldiği halde (altından yaptıkları) buzağıyı ilâh edindiler, der­ken (pişmanlık duyup tevbe ettiler, biz de) onları affettik. Musa'ya da açık belgeler ve kanıtlar verdik.

154—  Söz vermeleri sebebiyle (ve ona bağlı kalmaları için) üzerleri­ne Tûr'u yükseltip kaldırdık ve; «Bu kapıdan secde ederek girin!» dedik. Cumartesi gününde de (ilâhî yasağı) aşmayın diye emrettik ve (bu husus­ta) onlardan sağlam ve sıkı bir söz aldık.

155—  Verdikleri kesin ve sağlam sözlerini bozmaları, Allah'ın âyet­lerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve «kalbleri-miz kılıftır veya kılıflıdır» demeleri sebebiyledir ki, (kendilerini lanetledik). Belki küfürleri sebebiyle Allah onların kalblerini mühürledi de bu yüzden -azı müstesna- imâna gelmezler.

 

İniş Sebebi

 

Yahudi ilim adamlarından, başta Kâb b. Eşref olmak üzere birkaç ki­şilik bir grup Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek :

— «Ya Muhammedi eğer cidden Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, Musa bize yazılı bir kitabı bir defada getirdiği gibi, sen de bize gökten yazılı bir kitap indir», dediler.

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [97]

 

Gökten Yazılı  Kitap  İndirilmesi

 

Yahudiler ırklarının gereği her devirde çok katı tutucu ve tekelci bir tutum içinde bulunmuşlar, bu yüzden Musa Peygamber ile Harun Pey­gamberi yeterince üzmüşlerdir. Onlardan sonra gönderilen peygamberle­rin karşısına aynı tutumla çıkmışlar; kimini öldürmüş, kimini kovmuşlardır.

Son peygamber Hazret-i Muhammed (A.S.), Harun Peygamberin so­yundan yani Levili'lerden olmadığı, aksine Kureyş kabilesinden gönderil­diği için Yahudîler katılık ve tutuculuklarını artırarak Onun da karşısına çıkmaktan geri kalmamışlardır. Ne var ki, Ansar ve Muhacirinin son dine kendilerini adamaları karşısında daha fazla ileri gidemiyerek Muham-med'i (A.S.) ve Onun cihanşümul (evrensel) davasını küçük düşürmek ve ona duyulan ilgiyi tesirsiz hale getirmek niyetiyle bazı isteklerde bulun­muşlardı.

Konumuzla ilgili âyette, inanabilmeleri için gökten üzerlerine yazılı bir kitap indirilmesini istemeleri söz konusu ediliyor. Kur'ân'ın onların bu isteğini çok düşündürücü biçimde açıklaması, Yahudî ırkının karakterini belirtmek içindir. Akıl ve mantık yollarını bırakıp imân ve irfanı bir tarafa iterek çocukça isteklerde bulunmaları, vicdanlar önüne seriliyor ve mü'-minlerin hem dikkati çekiliyor, hem de dilek ve temennilerinde çok ölçülü bulunmaları tenbih ediliyor.

Yahudilerin bu yanlış ve ölçüsüz tutumlarını maddeleştiren ünlü mü-fessirlerimiz bize şu malzemeyi sunmuşlardır:

a)  Yahudîler bu istekleriyle, Kur'ân'ın gökten inen bir kitap olduğu­nu kabul etmediklerini ortaya koymuşlardır; çünkü Kur'ân onların anlayı­şına göre, yazılı bir kitap halinde indirilmemiştir. O halde semavî olamaz.

b)  Yazılı kitabın indirilmesini Allah'tan değil, Hz. Muhammed  (A.S.) den istemeleri, peygamberler hakkında ciddi bir bilgileri olmadığını gös­terir.

c)  İndirilmesini istedikleri kitabın bütün milletlere seslenen bir kitap değil, sadece Yahudilere has bir muhtevada bulunmasını belirtmişlerdir. Bu da onların Allah'ı millî bir ilâh sandıklarının bir başka delilidir.

d)  Kitabın vahiy yoluyla  önce  Peygamberin   kalbine  ilka  edildiğine inanmıyorlar. Elle tutulur, gözle görülür şekilde inmesi gerektiğini savu­nuyorlar.  

e)  Mânaya, mayaya ve öze iltifat etmiyorlar, şekle itibar edip gökten ciltli bir kitabın indirilmesini teklif ediyorlar.

Aslında şekle bağlı kalan bir millet için varlık âleminin her parçası ilâhî kudreti bütün azametiyle yansıtan bir belgedir. Bunları göremiyecek ve aniayamıyacak kadar ruhtan uzak maddecilerin ilâhî vahyi ve Onun peygamberlerin kalbine ilka edilişini anlamaları düşünülemez. Nerde kaldı Kur'ân'ı idrâk edebilmeleri?.

Eğer Kur'ân, onların anlayışına ve itikadına göre, yazılı kitap halinde indirilseydi, yine de inanmazlar, bunu Muhammed (A.S.) uydurup yazdı, derlerdi.  Kur'ân'da  buna temasla  şöyle  buyurulmustur:

«Eğer sana kâğıt üzerinde yazılı bir kitap indîrseydik, onlar da elle­riyle ona dokunsalardı, o küfredenler yine de bu açık bir sihirden başkası değildir, derlerdi.» [98]

 

Allah'ı  Maddeleştirme Gafleti

 

«AIIah''   bize açrkça göster,   demişlerdi.»

Yahudi milletinin din ve peygamber hakkındaki bilgisizliklerinin en açık ölçüsünü yine Kur'ân bize haber veriyor. Maddeye karşı aşırı zaafı olan bu millet; Musa Peygamberin YED-İ BEYZA'sı, kızıl denizin yol ver­mesi, Asâ'nın sihirbazları mefluç hale getirmesi, gökten kudret helvasıy-la bıldırcın kuşlarının sunulması gibi mu'cize ve büyük belgelere rağmen Allah'ı cismi olan bir varlık sanarak «Allah'ı bize açıkça göster» demeleri çok şaşırtıcı ve düşündürücüdür. Nitekim her millet daha çok hakikati de­ğil, kendi sosyal ve ahlâkî yapısının gerektirdiği ölçü ve anlama göre bir sistem ister. Onları bunun dışına çıkarmak çok zor, hattâ bazen imkânsız­dır. Çünkü sistemleri ve müesseseleri, milletin inanç, örf ve âdeti, karak­ter-ve kültür seviyesi meydana getirir. Yahudî ırkının kendine has örf ve âdetleri, karakter ve kültürü hep dünyalıktan yanadır. Onları bu doğrultu­dan çekip almak hayli zordur, belki asırların mücadelesini gerektiren bir konudur.

Bu yüzdendir ki, büyük himmetler sarfederek Yahudî ırkını bir millet haline getiren Musa Peygamberin, kırk günlük bir zaman onlardan ayrı kalması sonucu, hemen altundan bir buzağı yapıp onu kendilerine ilâh edinmişlerdi. Çünkü hem Tanrı'yı bir cisim şeklinde düşünüyor, hem de değer ölçüsü olarak daha çok altundan başka bir şey tanımıyorlardı.

Sonunda büyük bir mu'cize bu ırkı titretmiş: Tur dağı üzerlerine kal­dırılmıştı. Ölüm tehlikesiyle burunburuna gelince dönüş yapmaktan başka çâreleri kalmamış ve böylece derin bir pişmanlık içinde tevbe etmişlerdi.

«Kalblerimiz kılıftır.»Yahudiler, son peygambere kılıçla karşı koyamıyacaklarını anlayın­ca başka bir taktik uygulamayı planlamışlar ve bu nedenle bilgi ve kül­türüne güvendikleri bir grup kişiyi son Peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) göndermişlerdi. Maksat onu küçük düşürmek; inananların kalbinde ve ka­fasında bir takım şüpheler meydana getirmekti. Allah Resulü (A.S.) görevi gereği, kendisine gelen bu gruba son dinin insanlıktan yana neler getir­diğini anlatmaya çalışmıştı. Ne var ki, gelenlerin niyeti çok farklıydı, bu bakımdan edep ve terbiye kurallarını bir anda çiğneyip şu sözü söylemek­ten çekinmediler: «Bizim kalblerimiz bilgiyle dolu kılıflardır..» senin bir, şeyler anlatmana gerek yoktur. Veya «Bizim kalblerimiz kılıflıdır, başka­larının sözlerini kabul edecek değildir. Hem böyle kalbierle senin ne de­diğini, sözlerinin ne gibi hüküm ve hikmet taşıdığını anlayamıyoruz», de­mek istemişlerdi. Bu sebeple Allah onları lanetlemiş ve kalblerini mühür-lemişti. Azı müstesna, onların son dine inanmaları çok uzak bir ihtimaldir. [99]

 

Cumartesi Gününde Konan Yasak

 

«Cumartesi gününde de (ilâhî yasağı) aşmayın, diye emrettik..»

Elimizdeki Tevrat'a göre, yerler gökler altı günde yaratılıp tamamlan­mış, yedinci günü Allah yaptığı işi bitirip istirahate çekilmiş ve bu sebeple yedinci günü (Cumartesi) mübarek kılmış ve onu takdis etmiştir. Çünkü

Allah yaratıp yaptığı bütün işten o günde istirahat etmiştir. [100]

Bu cümlelerde gerçek payı bulunmakla beraber aslına sadık değildir. Kur'ân, cumartesi gününün Yahudilere kutsal gün olarak belirlendiğini, o günde Yahudilerin çalışmamaları gerektiğini yer yer açıklamış ve böylece Tevrat'taki ilgili belgeleri tashih etmiştir. Nitekim Bakara 65, Nisa 47. âyet­lerle bu hususa temas edilmiştir. Ayrıca A'raf 163, Nahl 124. âyetlerle de cumartesi gününden bahsedilmektedir. «Cumartesi gününde de (ilâhî ya­sağı) aşmayın..» mealindeki âyetle, cumartesi gününde bir takım ilâhî ya­sakların konulduğu bildirilmektedir.

Tevrat'ta da : «Altı gün iş işlenecek fakat yedinci günde tam rahat sebti mukaddes toplantıdır; hiçbir türlü iş işlemiyeceksiniz. Bütün mes­kenlerinizde Rabbe Sebttir.» denilmektedir. [101][102]

 

Tevrat Hep Birden Yazili Mı İndirilmişti?

 

Bugün «Ahd-i Atîk» adıyla anılan Tevrat, İbranî, Kildanî ve Yunanî dil­lerden terceme edilmiş olanıdır. Tevrat'ın levhalar üzerinde yazılı ilk nüs­hasının ne olduğu bilinmemektedir. Bu yüzden aslı, yani orijinali mevcut olmadığı sebebiyle yazılıp piyasaya sürülen Tevrat tercemeleri birçok yan­lışlarla doludur. Ekberabad'lı Rahmetullah Efendinin bu konuda yazdığı İZHARÜ'L-HAK adlı eseri çok doyurucu ve tamamlayıcı bilgiler vermiş, bel­gelere dayanarak yeteri kadar malzeme sunmuştur. Meraklılara adı ge­çen kitabı tavsiye ederiz.

Bilhassa Tevrat'ın ilk nüshasında âhiretle ilgili bulunan belgelerin ço­ğu, sonradan toplanıp yazılan Tevrat nüshalarına konulmamıştır. Rahat­lıkla diyebiliriz ki, halen mevcut Tevrat nüshalarında âhiretle ilgili ciddi ve sıhhatli bir kayıt bulmak mümkün değildir. Cennet kavramı bile, dünyalığı çok seven Yahudî hahamları tarafından Aden'deki bağ ve bahçelerle yorumlanmış ve  Kur'ân'da  ondaki  bu yanlışlık düzeltilerek âhiretteki  ADN CENNETİ diye açıklanmıştır.

Tevrat'ın yazılı olarak indiğini belgeliyen sağlam bir kayıt ve rivayet tesbit etmek mümkün değildir. Kur'ân'da ELVAH tabirinden, Tevrat'ın lev­halar üzerinde yazılı bulunduğu anlaşılıyorsa da, onu levhalar üzerine ki­min yazdığı bilinmemektedir. Musa Peygamberin sözü edilen levhaları Tur dağında ilâhî vahye hazırlanırken nereden nasıl aldığını da tesbit etmek mümkün değildir.

Şeyh Muhyiddin Arabî (K.S.) bu konuda KALEM VE LEVH'ten söz ederken diyor ki :

«KALEM ve LEVH tedvin ve tastır (yazıp kitap şekline sokma ve yazı yazıp satırlar haline getirme) âleminin ilkidir. Bu ikisinin hakikati, yüce ve aşağı, mânevi ve hissi bütün varlıklara sirayet etmiştir. Ve bu ikisiyle Allah, ilmi âlem veya âlim üzerinde muhafaza etmiştir. Hadîste belirtildiği­ne göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «İlmi yazarak kaydedin..» buyurmuş­tur. Bu anlamla Allah Tevrat'ı kendi (kudret) eliyle yazmıştır. [103]

Bazı araştırıcılara göre, Tur dağında Musa Peygamber'e sadece «evâ-mir-i aşere» diye anılan «on emir» verilmiş ve o da bunları taş levha üze­rine yazmıştır. Tevrat'ın diğer bölümlerini Musa Peygamber yine ilâhî vah­ye dayanarak sırası geldikçe yazmıştır.

Tabii bu iddianın ne kadar doğru olduğunu bilemiyoruz. Ancak Kudüs yıkıldığında Tevrat'ın ortadan kaybolduğunu ve asırlar sonra Yahudi kralı Yoşiya zamanında Süleyman Peygamber'in yaptırdığı mâbed tamir edilir­ken enkaz altında rastlandığını yine Tevrat II. KIRALLAR bölümündeki ka­yıtlardan anlıyoruz.

Bundan İsrailoğullan'nın Tevrat'la amel etmeye gerek görmediklerini,o yüzden rafa kaldırıp unutulmaya bıraktıklarını ve aradan asırlar geçtik­ten sonra tesadüfen Tevrat nüshasının mabedin enkazı altında bulunduğu­nu söylersek mübalağa etmemiş oluruz. Nitekim II. KIRALLAR : 21 ve 22. baplarda belirttiğimiz hususla ilgili geniş bilgi ve malzeme bulunuyor.

Tarihî araştırmalar ise, ilk yazılı Tevrat'ın ve sonradan bir cilt haline getirilen ve enkaz altında bulunan nüshasının kaybolduğunu ve şimdiki nüshalarının ancak Yahudilerin Mısır'dan çıkışlarından sekiz asır sonra yazıldığını    göstermektedir.    Ünlü    İngiliz Tarihçi ve İlim adamlarından 1  a m e s CHURCHVVARD diyor ki :

«Musa derin bilgili ve bir üstat idi. Dinde ve bilimde yüksek derecele­re erişmişti. Tevrat'taki hataların kaynağı başkadır. Musa Peygamber Tevrat'ı doğru yazmıştı ve sembollerle ifade etmişti. Sonraki terçemeler bunları bozmuştur. Musa'nın yazdığı Tevrat, Mısır Hiyeroglifi ve Hiyaretik-leriylepapirüsvekil tabletlerüzerine yazılmıştı. Beni İsrail'in Mısır'dan çık­malarından sekiz asır sonra EZRA [104]bir grupla beraber İsrail tarihiyle il­gili bütün tabletler ve yazıları bir araya toplayarak bunları bir kitap şekline soktu. Tevrat meydana geldi. Ezra ve yardımcılarının Mısır yazısı hakkında derin bilgileri olmadığından bu yanlışlıkların olması doğaldır, O yazıları yalnız bir üstat anlayabilirdi. Bunların yetersizliklerini Mısır, Kaide, Hindî ve Maya belgelerinde gördüğümüz orijinalleriyle karşılaştırdığımızda anlıyoruz. Musa'nın yazdıkları ma'kuldü. Onlar ise saçmaladılar, çok yer­de anlamadıkları sembollere rastlayınca oraya tarihî hikâyeler, efsaneler sıkıştırdılar.» [105]

O bakımdan günümüzde mevcut Tevrat nüshasında ilâhî beyânlarla, sonradan yapılan ilâveleri birbirinden ayırt etmek hayli zordur. Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm'i iyi bilen bir ilim adamı Tevrat'ı dikkatle okuyup incelediğinde hangi sözlerinin ilâhî, hangilerinin beşerî olduğunu anlaya­bilir. Meselâ, «Rabbınız diyor ki, Rab dedi ki, Rab dedi; Rab, Musa'ya dedi veya diyor....» gibi sözleri ilâhî beyanla yakından ilgilidir. Bunlarda bir de­ğişme meydana gelmişse, Kur'ân-ı Kerîm'in, onların çoğunu tashîh ettiği­ni tesbit etmemiz mümkündür. [106]

 

Tûr'un Üzerlerine Kaldırılması

 

«Söz vermeleri sebebiyle (ve ona bağlı kalmaları için) Tûr'u yükseltip kaldırdık.»

TÜR, sözlük olarak sınır ve miktar anlamına gelir. Ayrıca «dağ» mâ­nasına da geldiği bilinmektedir. Evin çevresinde ihata duvarı bulunan av­lu, boş arsa ve benzeri kısımlara da TUR denildiği vakidir.

Kur'ân'da daha çok özel bir dağa isim olarak kullanılmış, TUR-İ-SEY-NÂ' ve TUR-İ SİNİN denilmiştir. Bu dağın Şam ile Medyen arasında Sü­veyş kanalından Yenbu'a doğru uzandığı söylenir. Ayrıca Şam dolayların­da bir dağın ismidir. Bazı rivayetlere göre, Musa Peygamberin çıkıp mü-naaaatta bulunduğu Tur-i Seynâ budur.

Bir de Kudüs'te Mescid-i Aksa'nın sağ tarafına düşen bir dağın da Tûr olduğu bilinmektedir. Bundan başka birkaç dağın da aynı ismi aldığı söylenir.

Sonuç olarak, Tûr bir dağın ismidir. Daha önce Bakara sûresinde bu konuyla ilgili âyetin yorumunu yapmış, az da olsa bir açıklamada bulun­muştuk. Burada tekrar edilmesi, ona yakın fakat farklı anlam ve hikmet taştmasındandır.

Yahudiler kısa bir süre aralarında Musa Peygamberin {A.S.) bulun­mamasından yararlanarak alîundan buzağı yapıp ilâh edinmişlerdi. Harun Peygamberin bütün uyarıları neticesiz kalmış, İsrâiloğulları putperestliğe özenmişlerdi. Hz. Musa, Tevrat yazılı bulunan levhalarla Tûr dağından dö­nüp geldiğinde aldığı emir üzerine onları iki şey arasında serbest bırakmış­tı: Ya tevbe edip dinin aslına dönerler de Allah onları bağışlar, ya da inat ve inkârlarında ısrar ederlerse, Allah'ın gazabına çarpılırlar. Daha önce de birçok mucizeler gösteren Hz. Musa'nın (A.S.) bu uyarısı İsrailoğullan'nı korkuttu. Başlarına bir azap inmeden tevbe edip imânlarını tazelediler. Bu kez onlardan bir daha dinlerinden dönmemeleri için kuvvetli söz alındı. Kur'ân'da buna «Misak-i Galîz» deniliyor. İlâhî kudretin sonsuzluğunu gös­terir mahiyette bu sözden dönmemeleri için Tûr dağı üzerlerine kaldırıldı.

Diğer bir yoruma göre, onlardan sağlam söz alındıktan sonra karak­terleri icabı niyetlerini değiştirmeğe başladılar. Bu sebeple ilâhî bir tehdit olarak Tûr dağı üzerlerine kaldırıldı. Üçüncü bir ihtimal de şudur: İsrâil­oğulları bazı hususlarda Musa Şeriatını kabul etmek istemiyorlardı. Bu yüzden dinin hayat damarları sayılan ahkâmı noksansız kabul edip uygu­lamaları için Tûr dağı üzerlerine bir mu'çize olarak yükseltildi.

Dördüncü bir ihtimal da, Tûr dağında yerleşmeye, oturup dinlenmeye uygun olan kesim düşmanlarından temizlenip dağın huzur ve neşe veren gölgesi altına girme imkânına eriştirilmişlerdir. Allah'ın onlara olan bu nî-meti hatırlatılıyor ve nankörlük etmemeleri tenbih ediliyor. [107]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle İsrailoğullan'nın imanla küfür arasında nasıl bir zikzak çizdikleri ve birçok açık belge ve mu'cizelere rağmen nankörlük ettikleri belirtildi. Bu arada âhirete imân doğrultusundan nasıl saptıkları­na yer yer işaret edildi ve böylece Yahudî ırkının dönek yapılarına dik­katler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, yine Yahudî ırkının asıl mayalarında bulunan dünya saltanatına karşı zaaflarına işarette bulunularak onlara âhireti ha-

tırlatan Meryem ile oğlu İsâ Peygamberin (A.S.) aleyhine döndükleri açık­lanıyor. Maddeyi âhiretlerine tercih etmeleri sebebiyle Meryem'e zina is­nat edecek ve İsâ Peygamberi öldürecek kadar hırçınlaştıkları çok anlam­lı bir üslûbla anlatılıyor.

İsâ   Peygamberin   (A.S.)   Yahudîler  tarafından   öldürülmediği,   bilâkis göğe yükseltildiği ve kıyamete yakın

ineceği hatırlatılıyor. [108]

 

Meali :

 

156-157-158— (Yahudîler, İsâ Peygamberi) inkârları, Meryem'e (zina gibi) büyük bir iftirada bulunmaları ve Allah'ın Peygamberi Meryem oğlu İsa'yı gerçekten öldürdük, demeleri (sebebiyle Allah onları lanetleyip kalb-lerini mühürledi).

Oysa onlar İsa'yı öldüremediler ve asamadılar; (öldürülen başkası idi), kendilerine (İsâ gibi) benzetildi, İsa'nın öldürülmesi hakkında ihtilâfa düşenler gerçekten bu hususta şüphe içindedirler; onların bu konuda zan-na uymaktan başka bir bilgileri yoktur. İsa'yı kesinlikle öldüremediler; bî-lâkis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah yegane üstündür, hikmet sa­hibidir.

159— Kitap Ehli'nden hiç kimse yok ki, ölmeden önce Ona imân ede­cek olmasın. Kıyamet gününde İsa onların, (dosdoğru imân etmiyenlerin) aleyhinde sâhit olacaktır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Canımı kudret elinde tutan Allah'a and olsun ki, çok sürmez Meryem oğlu size âdil bir hakem olarak iner; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır; mal ve serveti taşırırcasına feyizlendirir, o kadar ki, onu kabul eden bir kimse bulunmaz ve (o devirde) Allah'a secde etmek, hem dün­yadan hem de dünyadaki her şeyden hayırlı olur.» [109]

Râvi Ebu Hüreyre (R.A.) diyor ki : «İsterseniz Nisa sûresinin 158. âye­tini okuyun.»

«Meryem oğlu İsâ iner, domuzu öldürür, haçı imha eder; onun için cern'-i salât edilir (iki namaz cem'edilerek kılınır). Kabul edilemiyecek ka­dar çok mal verir, haracı kaldırır. Revha'ya iner de oradan hacce gider veya Umreye, ya da her ikisini yapmak üzere gider.» [110]

«Meryem oğlu Mesîh size inip imamınız da sizden olunca, haliniz na­sıl oiur?» [111]

«Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki bir gün Meryem-oğlu İsâ hac veya umre, ya da her ikisi için Revhâ caddesinde ihlâl ede­cek (Lebbeyke diyerek sesini yükseltecektir.» [112]

«Yahudilerle mutlaka savaşacaksınız da onları öldüreceksiniz; o ka­dar ki, taşlar bile seslenip «Ey Müslüman! bu Yahudîdir, gel de onu öldür» diyecek.» [113]

«Müslümanlar Yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu savaş­ta Müslümanlar Yahudileri öldürecekler; o kadar ki, Yahudi taş ve ağaç arkasına gizlenecek ama taş ve ağaç seslenecek: «Ey Müslüman! Ey Al­lah'ın kulları; arkamda (gizlenip) duran Yahudîdir, gel de onu öldür..» di­yecek.» [114]

 

İsa Peygamberi Kesinlikle Öldüremediler

 

Bu önemli meseleye Âl-i İmrân sûresi 55. âyetin açıklamasında geniş yer vermiş, bu husustaki aklî ve naklî delilleri değerlendirmeğe çalışmıştık.

Kur'ân'da ilâhî metot gereği aynı konuya tekrar dönülmesi, hem dik­katleri çekmek, hem meselenin önemini ve hafızalarda iyice yer etmesini sağlamak içindir. Ancak yukarıdaki âyet İsâ (A.S.) meselesine bir önceki­ne nisbetle değişik, fakat esasta birleşir ölçü ve anlamda bol rfialzeme vermektedir. Her madde üzerinde dikkatle durmak gerekir. Aksi halde me­selenin mahiyetini kavramak çok zor olur. Diyebiliriz ki bu âyetle İsâ Pey­gamberin (A.S.) hayatının dramatik ve de ibret alınacak özlü noktaları be­lirtilmiştir:

1.  Hz. Meryem gibi iffet ve namus perdesinin leke kabul etmiyen bir peygamber anasına zina isnat etmek suretiyle İsâ Peygamberi gayr-i meş­ru bir kişi olarak ilân etmeleri çok çirkin bir iftiradır.

Yahudî karakteri bu olmakla beraber, aslında nefs ve şehvet doğrul­tusunda sınırsız hürriyet isteyen ve bu duygu içinde peygamberlerin ge­tirdiği ilâhî esas ve prensiplerle uyum sağlayamıyan her insanın dine ve peygambere karşı bu derece kin ve isteksizlikleri olabilir. Kur'ân bilhassa bu noktaya işaret ederek, toplumun bu konuda da ciddi bir eğitimden ge­çirilmesinin gereğine parmak basıyor.

2.  İsa peygamberi öldürdüklerini iddia etmeleri çok yersiz ve delilsiz­dir.

İnsan ruhuna yakışanı emreden, beşer vicdanına yön veren, düşün­celeri berraklaştıran peygambere karşı duyulan infialin insanı nerelere sürüklediğini göstermeğe deiy olarak bu yeter sanırım. Hakkın dâvetçisi olan ve yalıpız iyiyi, doğruyu ve güzeli tavsiye eden, insan haklarına saygı gösterilmesini emredip insana yakışanı teblîğde kusur etmiyen bir pey­gamberi, ya da onun yolunda bulunan bir mürşidi ve ilim adamını öldür­meye kalkışmak, zulmün en çirkini, kabalığın en fenası, ruhsuzluğun tâ kendisidir. Dün ne ise bugün de toplum yapısında bu tip yontulmamış ham ervah sahiplerine rastlamak mümkündür.

3.  Yahudilerin her şeye rağmen İsâ Peygamberi (A.S.) öldüremedik-leri ve çarmıha geremedikleri kesin bir ifadeyle açıklanıyor.

Allah'ın koruduğunu kimse helak edemez. Onun sahip çıktığına kim­seler el süremez. Kim Allah içinse, Allah da onun içindir. Bu kural pek değişmez.

4.  O sırada başka birinin İsa'ya (A.S.) benzetilip öldürülmesi ve İsa'­nın da göğe yükseltilmesi, farklı iddiaların ortaya çıkmasına sebep olmuş­tur. Kur'ân bu gerçeğe değinerek Yahudilerin iddialarının zandan öteye geçmediğini açıklıyor. Kıyamete yakın İsa'nın (A.S.) gökten inmesiyle ger­çeğin Kitap Ehli tarafından aneak anlaşılabileceğine işaret ediliyor. Çünkü İsâ kıyametin bilgi ve belirtisidir.

5.  Her işte ve konuda Allah mutlak üstün ve yegane hikmet sahibi­dir. Hiç bir iş ve olay, tesadüfe terkedilmemiş, fakat mutlaka sebepler ve hikmetler zincirine bağlanmıştır. İsâ Peygamberin göğe yükseltilmesinde sayısız hikmetler vardır. Bunlardan biri ve en başta geleni, son dinin ve son peygamberin hak üzere olduğunu aşırı tutucu ve inatçı Kitap ehline reddi gayr-i mümkin bir delille göstermek ve maddecilere yani her şeyi şuursuz maddeye irca edip Allah'ı, âhiret gününü ve kutsal her şeyi inkâr eden ateist ve materyalistlerle komünistlere en ağır şamarı   indirmektir.

Nitekim Allah Resulü bu gerçeği şöyle açıklamıştır:

«(Müslümanlar Deccal'i katletmek için) Şam'a geldikleri zaman sa­vaş için hazırlık yapmakta ve saflarını düzeltmekte iken namaz için ika­met edilir. O sırada Meryem oğlu İsâ iner; o cemaatten birini imam edinip (namaz kılarlar). Allah düşmanı Deccal, İsâ Peygamberi görünce, tuz su­da nasıl erirse öylece erir. Eğer İsâ onu bu halde bırakmış olsa, helak oluncaya kadar eriyip tükenir. Ama Allah o mel'unu kendi (kudret) eliyle öldürür de harbesindeki kanını Müslümanlara gösterir.» [115]

Deccal, sözü edilen üç sınıfı temsil eder. İsa'nın inmesi, onlar için ölüm sayılır. [116]

 

İsa'ya Benzetilme Mu'cizesi

 

<Oysa onlar 'sa'V' öldüremediier ve asamadılar; (öldürülen başkası idi), kendilerine (İsa gibi) benzetildi.»

Mu'cize, bilinen fizikî kanunlarla izahı mümkün olmayan ve başkalarını acze düşüren olağanüstü olaylardır. Peygamberlerin elinde ve dilinde belirgin hale gelir. Başkasının mucize göstermesi mümkün değildir. An­cak veli kullar, yani Allah dostları buna yakın anlamda keramet getire­bilirler.

İsâ Peygamberi öldürmeye gelenlerin plânlarını ibtal eden Allah, baş­ka birini İsa'ya benzetirken İsa'yı (A.S.) da göğe kendine doğru yükseltti. O  halde :

1.  Mu'cizeleri âdi veya fizikî olaylara benzetir veya fizikî kanunlarla mu'cizeleri izaha çalışır, ya da değerlendirmeye kalkışırsak, ilâhî kudre­tin mu'cizeyle tecelli eden metafizik (fizikötesi) Sünnetini bir bakıma red­detmiş oluruz. Bu da insanı küfre kadar götürür.

Elimizdeki İncil nüshalarında -birçok değişikliklere uğramalarına rağ­men- bu konuyla ilgili belgelere raslamak mümkün. Ancak sözü edilen mu'cize insan kaleminin dokunması sonucu kısmen değiştirilmiştir. Kur'ân bu yanlışı tashih etmektedir. Dört İncil'de birbirine yakın fakat farklı bil­giler verilmektedir. Ama hepsinde de İsa'nın hayatının birçok safhaları­nın mu'cizelerle dolu olduğu belirtilmekte ve detaylı malûmat verilmek­tedir. İsa'nın Yahudîler tarafından çarmıha gerildiği ve bu suretle öldü­rüldüğü, kabre konulduktan üç gün sonra dirilip şakirtlerine göründüğü, sonra da Rabbine yükseldiği şeklindeki belgeler, sonradan tahmin edile­rek İncil'e konulmuştur. Çünkü asıl İncil'de bu olaydan söz edilmesi dü­şünülemez.

2.  Kur'ân hem İsa'nın çarmıha gerilmediğini, hem öldürülmediğini ke­sin bir ifadeyle açıklar. Ancak ona benzetilen kişinin bu akibete uğratıldı­ğı çok kısa bir cümleyle anlatılıyor.

3.  Öldürmeğe gelenlerin çoğunun İsa'yı şahsen tanımadığı, bu yüz­den onlara yol gösteren ve İsa'nın öldürülme plânında başrolü oynayan adamın  işareti  üzerine harekete geçtikleri,  İsa'ya  benzetilen  adamı  öl­dürdükleri; sonra da İsâ Peygamberi az-çok tanıyanlardan birkaç kişinin, «Bunun yüz hatları İsa'ya benziyor ama vücudunun diğer kısımları pek benzemiyorlar» diye şüphe izhar etmeleri, farklı iddiaların ortaya çıkmasına neden oluyor.

4.  Bütün bu ve benzeri iddiaların zandan öteye geçmediği açıklanı­yor. Zan ise hakkı yansıtmaya yeterli değildir.

5.  Ruhî yapısı çok duyarlı olan. Melek Cebrail'in nefhasıyla ana rah­minde oluşup dünyaya gelen İsâ Peygamber, İlâhî kudret ve inayetin yük­sek tecellisine mazhar olunca bedenî yapısı ruhî yapısına dönüşerek ta­mamen ruhlaşmiş ve öylece göğe yükseltilmiştir. Bu durumda bedenî ihti­yaçlar, hisler -çok değişik bir mahiyette- dumura uğrar, diğer bir tabirle duraklama devresine girer. Maddenin enerjiye dönüşmesi gibi, beden de ruha dönüşür. Bu hal peygamberlerde zaman zaman meydana gelmiştir, İsâ Peygamberde ise çok daha belirgindir. Resûlüllah {A.S.) Efendimizin Mi'rac'ları da böyle bir kanuna bağlı olarak gerçekleşmiştir. Âl-i İmrân sûresinde bu husus detaylı olarak açıklanmış, arzu edenler için hayli mal­zeme konulmuştur.

6.  Allah'ın kudreti bütün kuvvetlerin üstündedir. Varlık âleminde sa-deoe Onun kudret ve kanunları hükümrandır, Olayları oluşturmasında, se­bepleri hazırlamasında bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok hikmetler ve ya­rarlar gizlenmiştir.  Şöyle de diyebiliriz :  Sebepleri  yaratıp  olayları  mey­dana getirdikten sonra da, önce de sebepleri başıboş bırakmaz. Her şey belli ölçülere göre sebeplere bağlı kalır. Sebepler de Allah'ın kudret ve hikmet elinde bulunur. Dilediğinde ilâhî müdahalesini yapıp ara yerden se­bepleri kaldırarak mu'eizeler meydana getirir. Çünkü Allah hem Aziz'dir, hem Hakim'dir.

7.  Kıyamete yakın İsâ  Peygamber ıslahatçı  (düzeltici, yoluna  koyu­cu) hüviyette inince, Yahudî ve Hıristiyanlar ister-istemez Allah'ın bu yük­sek kudretinin tecellisi karşısında İsa'ya (A.S,) inanacaklar ve onun reh­berliğinde son dinin hak olduğunu öğrenme basiretine erişecekler.

Neden kıyamete yakın Kitap Ehline böyle bir mu'cize gösterilmesine imkân hazırlanmıştır? Bunun cevabı açıktır: İlmi esas kabul edip bütün milletlere gönderilen Kur'ân'ı ve cihan Peygamberi Hazret-i Muhammed'i (A.S.) araştırıp gerçeği bulma zahmetine katlanmayan ilim adamlarını il­min en çok gelişip doruğuna yükseldiği bir devrede mahcup etme, bu hu­susta akılla ilmi değil, hisle ilmi birleştirdiklerini ve insanlığın yararına su­nulan bu büyük rahmeti, beşerin kalbine ve kafasına yansıtma basireti göstermediklerini kınama hikmetini taşımaktadır. Bunun dışında sayılmı-yacak kadar esrar ve hikmetleri vardır. Yeri gelince parça parça aksetti-rilmeye çalışılacaktır.

Anaak şunu hatırlatmamızda yarar var: Kur'ân'ın İsâ Peygamber'Ie il­gili âyetlerini anlayabilmek için, yine onunla ilgili kırkın üstündeki hadîs­leri gözden geçirmek gerektir. Aksi halde sağlıklı bir sonuç elde etmek çok zor olur. Çünkü genellikle hadîsler Kur'ân'ın açıklaması mahiyetinde­dir. [117]

 

Kitap  Ehlinin   İsa'ya  İnanması

 

«Kitap Ehli'nden hiç kimse yok ki, ölmeden önce Ona imân edecek olmasın..»

Bu âyet üzerinde birçok yorumlar yapılmıştır. Müfessirlerin çoğu, «Yahudi ve Hıristiyanlar olmak üzere ölen her kişi ölümü anında İsâ Pey­gamberin hak peygamber olduğuna inanır, ama ölüm ânı umutsuzluk ânı­dır; bu bakımdan imân, umutsuzluk halinde makbul sayılmamıştır.» diye­rek «MEVTİHİ»deki zamirin ehli kitaptan her birine râci' olduğunu belirt­mişlerdir. Kanaatimce bu yorum pek isabetli değildir. Çünkü kişiye hiçbir yarar sağlamayan bir imânı sunmanın anlamı yoktur. Müfessirlerden bir kısmı da, «Kıyamete yakın bir zamanda İsâ (A.S.) inince hakikat bütün açıklığıyla anlaşılacak ve o devreye rastlayan Kitap Ehlinden hemen her­kes İsa (A.S.)ın hak peygamber olduğuna ister-istemez inanacaktır. İs-temiyerek inananların imânı makbul tutulmayacak ve İsâ (A.S.) kıyamet günü onun aleyhine şehadette bulunacaktır.»

Tecelli edecek bu büyük mu'cize karşısında materyalistler, ateistler ve komünistler şaşırıp kalacak, kimi büsbütün küfür ve inadını artıracak, kimi istemiyerek kabul edecek. Yahudiler ise İsa'nın (A.S,) öldürülmediği­ni anlayacak, Hıristiyanlar da onun son peygamberle ilgili vermiş olduğu haberleri dikkate almamanın ezikliği içinde bulunacaklar.

Bu ikinci yorum daha isabetlidir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizden bu hususta nakledilen kırkın üstündeki sahih hadîsler de bizi bu sonuca doğ­ru götürmektedir. Allah daha iyisini bilir, [118]

 

Âyetler  Arasında  Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Yahudîlerin gönderilen peygamberlere karşı inat ve inkârla çıktıkları ve aşırı tutucu olmaları sebebiyle İsâ Peygamberi öldür­meye kalkıştıkları açıklandı. Sonra İsâ Peygamberin kesinlikle öldürül­mediği, çarmıha gerilmediği belirtilerek Yahudî ve Hıristiyanların bu me­sele hakkında gerçek bir bilgiye sahip olmadıkları hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Yahudîlerin işledikleri diğer haksızlıklara, insan­ları Allah yolundan alıkoymalarına, haram kılındığı halde faizle iş görme­lerine, başkalarının mallarını haksız bahanelerle yemelerine temas edile­rek mü'minler uyarılıyor. [119]

 

Meali:

 

160-161— Yahudilerden (çoğunun) zulümleri, bir çoklarını Allah yo­lundan alıkoymaları, men'edildikleri halde faiz almaları ve haksız sebep­lerle insanların mallarını yemeleri sebebiyle (daha önoe) kendilerine he­lâl kılınan iyi ve temiz şeyleri onlara haram kıldık ve yine onlardan küfür üzere kalanlara elem verici bir azap hazırladık.

162— Ama onlardan ilimde kök salıp derinleşenler, sana indirilene de, senden önoe indirilene de inanan, namazı kılan, zekâtı veren, Allah'a ve Âhiret gününe imân eden mü'minlere gelince, işte onlara büyük bir ecir (karşılık ve mükâfat) vereceğiz.

 

Yahudi Irkini Doğru Yola Getirmek

 

Gerçi doğru yola eriştirmek insanların elinde değildir. O ancak Al­lah'a hastır. Peygamberler, mürşitler ve olgun ilim adamlarının görevi doğru yolu göstermek, ona yönelmede rehberlik etmektir. Diyebiliriz ki, bu üc sınıf da onları ıslah etmede pek başarılı olamamışlardır. Ancak pey­gamberlikle hükümdarlığı nefsinde cemedenler müstesna.. Yahudîlerin zuiüm ve taşkınlığını, insanların mallarını haksız sebeplerle yemelerini ancak bu vasıfta olanlar durdurabilmişlerdir. Musa Peygamberde de bir ba­kıma liderlik vasfı vardı. Yani liderlikle peygamberliği kendinde toplamış­tı. Davud Peygamberle, Süleyman Peygamberde bu iki vasfın bir arada bulunması çok daha belirgin idi. Sadece peygamberlik vasfıyla ortaya çı­kan Zekeriya, Yahya ve İsâ Peygamberler bu millete olumlu yönde tesir edememiş, onlara yön vermekte fazla başarı sağlayamamışlardır. Üstelik Yahudi ırkına mensup olanlar kimine işkence etmişler, kimini öldürüp, ki­mini de ülkeden sürmüşlerdir.

Çünkü bu ırkın karakter ve mayası tamamen dünya saltanatına yö­nelik bir özellik taşımaktadır. Âhiret kavramından zevk almadıkları gibi, onu düşünmek de istemezler.

Bu yüzden tarihin birçok devirlerinde Allah'a karşı verdikleri sözü bozmuşlar, Musa Peygambere, «Müşriklerin tanrıları gibi bize de bir tan­rı yapıp meydana getir» demekten çekinmemişlerdir. Nitekim Musa Pey­gamberin 40 gün Tûr-i Seynö'da beklemesini fırsat sayarak altundan bu­zağı yapıp tapınmışlardı. Onlara göre, her şeyi maddeyle ölçmek gerekir. Allah'ı da bir cisim olarak görmek istemeleri bunun en acık örneklerinden biridir.

Kur'ân'da bütün bunların ilâhî sınırlan aşmak anlamında «zuiüm» ta­biriyle açıklanması, Yahudîlerin nasıl bir haksızlık ve tuğyan içinde bulun­duklarını göstermeğe yeter de artar.

İş bununla da kalmıyarak birçok insanları Allah yolundan alıkoyma­ları, âhireti inkâr ederek bu yolu tıkamaya çalışmaları; Tevrat'ta kesin­likle haram kılındığı halde faiz müessesesini işler hale getirmeleri büyük fitnelere yol açmış, hem kendilerine, hem diğer milletlere çok pahalıya malolmuştur.

Bu sebeple Allah dünyada bir ceza olmak üzere -daha önce kendi­lerine helâl sayıldığı halde- iyi ve temiz şeylerden bir kısmını onlara ha­ram kılmıştır.

En'am sûresinde bu tahrîm şöyle açıklanır:

«Yahudi (dininden) olanlara da (Tevrat'da) her tırnaklı olan hayvanı haram kıldık. Sığır ve koyunların da sırtlarında veya bağırsaklarında veya kemiğe karışık bulunan yağlar dışında iç yağlarını haram kıldık. Bu, aşırı gidip ilâhi sınırları aşmalarından, insan haklarına el uzatmalarından do­layı onlara verdiğimiz bir cezadır ve elbette biz doğrularızdır.» [120]

Âhiretteki cezaları ise, elem verici bir azabın hazırlandığı şeklinde açıklanmıştır.

TEVRAT'ta da hayvan iç yağlarının haram kılındığına dair altı yerde gereken açıklamaya rastlamaktayız. Daha önce Âl-i İmrân 93. âyetin tef­sirinde bu hususa kısmen temas etmiştik. Burada sadece Tevrat'tan bir belgeyi nakletmekle yetineceğiz: «Ve Rab, Musa'ya söyleyip dedi : İsrail oğullarına söyle : Hiçbir yağ, öküz yahut koyun, keçi yağı yemiyeceksi-niz.» [121]

 

Tırnaklı Hayvanlarla İç Yağlarının  Haram Kıl1nmasındaki Hikmet

 

«Yahudilerden (çoğunun) zulümleri...... sebebiyle (daha önce) kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz

şeyleri onlara haram kıldık.»

Yahudilerin işleyegeldikleri haksızlıklar sebebiyle dünyevî bir ceza olarak neden tırnaklı hayvanların etiyle iç yağlan haram kılınmış da baş­ka yiyecekler değil? Bunun sebep ve hikmetini anlayabilmek için o çağa kadar uzanmak gerekir. Gerçi En'am sûresinde bunun yeteri kadar açık­laması yapılmıştır. Ama yeri gelmişken bunun bazı sebep ve hikmetlerini kısaca açıklamamızda yarar vardır. Önce şunu belirtelim ki hayvanı kö­kenli organik maddeler, hücre yapımızın temel taşını oluşturmaktadır. Bu gibi organik maddelere protein adı verilmekte ve beslenme için vazgeçil­mez birer unsur oldukları bilinmektedir. Çünkü yağ ve şekerlerle birlikte enerji verme işlevinde rol alırlar. Özellikle hayvanı proteinler, insan orga­nizması için büyük önem taşıyan aminoasitler bakımından bitkisel pro­teinlere göre daha zengindir.

Bu hususu dikkate alarak Yahudilerin o günkü geçim kaynaklarını gözden geçirince daha çok ticaret ve hayvancılıkla uğraştıkları anlaşılır. İbranilerin yurdu olan ve tarihî bir ülke kabul edilen Filistin topraklarının hem ziraate, hem de hayvancılığa elverişli olduğu muhakkaktır. Ger-eğin-den fazla proteinli maddeleri, özellikle et, yağ ve benzeri gıda maddeleri­ni yemek nefsi iyice azdırır, şehveti tahrik eder. Gayretini midesine yönel­ten insanların çoğu Yaratanına karşı âsi olur. Tarihte bunun birçok ör­nekleri vardır. Hem onların azgınlığını frenlemek, hem de et, yağ gibi te­mel gıda maddelerinden onları mahrum bırakmak bir bakıma dünyevî ce­za, bir bakıma da ıslâh yollarından biridir.

Ayrıca çok sıcak bir iklimde hayvani yağlan, özellikle iç yağları yeme­nin sağlığı bozacağını da dikkate aldığımızda, bunun da bir bakıma dün­yevî ceza, bir bakıma da o insanların ve gelecek olan kuşaklarının sağ­lığını korumaya yönelik bir tedbîr  olacağını düşünebiliriz.

Diğer kuvvetli bir ihtimal de şudur: Beslenme hususunda çok yarar­lı olan hayvani et ve yağlar, başka hiçbir amaç güdülmeden doğrudan haram kılınıp, Yahudîier, dünyevî bir ceza olarak bu nimetlerden mahrum bırakılmışlardır. [122]

 

Milletleri Çökerten  Dört Günah

 

«Yahudilerin (çoğunun) zulümleri......sebebiyle...»

Milletlerin hem kendilerinden yana, hem insanlıktan yana yararlı bir düzeye gelip uzun süre varlıklarını devam ettirmelerinde daha çok üç şe­yin birleşip birbirine destek olmasına ihtiyaç vardır: Akıl, ilim ve din. Ne­den bu üçü? sorusuna ise şu cevabı vermek mümkündür:

Kâinat İnsan aklının arzuladığı plâna göre meydana getirilmiş değil­dir. O halde sadece akıl yoluyla ruhumuzla uyum sağlayacak bir hayat dü­zeni kurmamız mümkün değildir. Aklın kudretini ortaya koyacak ilme, İl­me ve .akla yön veren, ışık tutan dine ve dinî ahlâka ihtiyaç vardır.

Buna hayatın sehpası veya üçlü sünneti diyebiliriz. Kur'ân Yahudile­rin zaman zaman bu üçlü sünnete uymadıklarını, dikkatleri fazlasıyla çe­kecek ölçü ve anlamda açıklayarak dört büyük günaha kaydıklarını, bu yüzden zilletten zillete, esaretten esarete uğradıklarını hatırlatıyor. Ayrı­ca milletleri çökerten dört büyük günahı birkaç yerde tekrarlıyarak hafıza ve idrakimizde derin iz bırakmak istiyor.

Dört büyük günahı  şöyle sıralayabiliriz :

1.  Zulüm - haksızlık

2.  İnsanları Allah yolundan alıkoymak

3.  Faizie iş görmek, onu yaygınlaştırmak

4.  İnsanların  mallarını  haksız ve  bâtıl  sebeplerle yemek.. [123]

 

Milletleri Yaşatan İlim Adamları

 

«Ama onlardan ilimde kök salıp derinleşen­ler...»

Kur'ân ilgili âyetle ilim adamlarına dikkatleri çekmekte, bunların ül­kenin temel direkleri ve aydınlatıcı lâmbaları olduklarına işaret etmektedir. Bu arada gerçek ilim adamlarının vasıflarını belirterek inananlara bu hu­sustaki kıstası en anlamlı biçimde şöyle sunuyor:

1. Ciddi bir tahsil yapmak,

2.  Araştırıcı ruhuna sahip olmak,

3.  Bıkmadan yorulmadan ilim doğrultusunda ilerlemek,

4.  İiimde kök salıp derinleşmek,

5.  İlmin bir yüzünü dünyaya, diğer yüzünü âhirete çevirmesini bilmek ve inanmak,

6.  İlmi hem insan zekâsını, hem de ruhunu geliştirme hizmetine sev-ketmek,

7.  Dünya ile âhiret, beden ile ruh, insan ile bağlı bulunduğu hayat ka­nunu arasında uyum sağlamaya yöneltmek..

Bütün bu vasıflar fizikle metafizik arasında uyumlu bir denge sağlar. İnsan ile yaratanı arasındaki engelleri kaldırır. Aklın dünya ile âhiret me­selelerini derinlemesine kavramaya yetmediğini öğretir. Dinin lüzumunu bütün safiyetiyle belirgin hale getirir.

İşte bu ölçüdeki ilim adamlarıdır ki, ülkeleri kalkındırır, faziletli ku­şakların hayat sahnesine çıkmasını hızlandırır, Allah korkusunu bütün sevgi ve haşmetiyle kalblere ve dimağlara yerleştirirler. Milleti uzun ömür­lü, dayamklı ve ahenkli düzeyde tutarlar. Hakiki medeniyetin temelini en sağlam biçimde oluştururlar. İnsanca yaşamanın bütün yollarını açarlar. Geleceğin çok umut verici olduğunu kanıtlarlar.

Bunun için Kur'ân sadece zekâları geliştiren tek yönlü bir ilmi ve ilim adamını övmüyor. Nitekim bu seviyede olan Yahudi ırkında bazı ilim adam­larının, din olarak İslâmiyeti seçtikleri bir gerçektir.

Sonra da Yahudilerden bilgi ve ilgisini hakikati bulup seçmeye çevi­ren mü'minler şu altı esastan dördüne inandıkları ve ikisini imanlarının gereği olarak uyguladıkları için iki büyük mükâfatla müjdelenmişlerdir: Hz. Muhammed'e (A.S.) indirilen vahye ve kitaba, O'ndan önce indirilen vahye ve kitaplara, Allah'a ve Âhiret gününe, Allah'ın belirlediği anlamda inanırlar ve namaz kılıp zekât verirler.

İşte ilmin rehberliğinde semavî dinlerin birleştiği esaslarda birleşen ve böylece sürtüşme, tartışma, kin ve düşmanlığın Allah'ın indirdiği hiç­bir dinde yeri olmadığını ilân eden âlimler her devirde yaşadıkları muhit

ve çevrelerine ışık tutup rahmet olmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık övü­len ilim adamları ancak bu kıratta olanlardır. [124]

 

Âyetler  Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle zaman zaman insanlığı tedirgin eden Yahudî ır­kının haksızlıkları, taşkınlıkları, başkalarının mallarını bâtıl sebeplerle ye­meleri, her şeyin maddeyle ölçülmesine yol açan, yardımlaşma ve daya­nışma ruhunu öldüren faizi yaygınlaştırmaları söz konusu edildi ve bu açıdan hareketle mü'minler uyarıldı. Sonra gerçek ilim adamlarının va­sıflan belirtildi. Ülkelerin kurtulmasının hakikat! arayan ilim adamlarının yetiştirilmesiyle selâmete erişeceğine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle tekrar Yahudilerin geçmişte olduğu gibi, hakkın ve faziletin karşısında durdukları, son peygamberin rahmet meşalesini söndürmek babında üstün gayret ve akla gelmedik entrikalar çevirdik­leri açıklanıyor. İstek ve iddialarında samimi ve ciddi olmadıklarını isbat sadedinde geçmiş peygamberlere indirilen vahyin anlam ve kapsamı üze­rinde duruluyor. Sonra da peygamberlerin gönderilmesinin asıl amacı be­lirtiliyor. [125]

 

Meali  :

 

163—  Şüphesiz ki biz Nuh'a, ondan sonraki peygamberlere, İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, onun evlât ve torunlarına; İsa'ya, Eyyûb'a, Yû-nus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Da­vud'a da Zebur'u verdik.

164—  Hem daha önce kıssalarını sana haber verdiğimiz peygamber­lerle, kıssalarını haber vermediğimiz peygamberlere  (vahyettiğimiz gibi) ve Allah Musa'ya seslenip konuştu(ğu gibi sana da vahiy indirdik),

165—  Peygamberlerden  sonra  insanların  Allah'a  karşı  (itiraz  yollu) bir delilleri olmasın diye peygamberleri rahmet müjdecileri, azap tehlike­sine karşı uyarıcılar {olarak gönderdik). Allah çok üstündür, çok güçlüdür; yegâne hikmet sahibidir.

166—  Ama Allah, sana indirdiğiyle şahitlik eder ki, onu kendi ilmiyle indirmiştir; melekler de şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeter.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A,) diyor ki: Yahudî bilginlerinden iki kişi Peygamber (A,S.) Efendimize gelerek : «Biz Musa Peygamberden sonra Allah'ın her­hangi bir kimseye vahiy indirdiğini bilmiyoruz..» dediler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [126]

 

İlgili  Hadîsler

 

Büyük sahabi Ebu Zer (R.A,) ile Resûlülİah (A.S.) Efendimiz arasında geçen  konuşma :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Bugüne kadar kaç peygamber gönderil­miştir?

  124.000 (yüz yirmi dört bin)...

  Bunun  kac tanesi  resuldür?

  313 tanesi...

  Peygamberlerin ilki kimdir?

  Âdem.

  Âdem nebiy-yi mursel midir?

  «Evet, Allah onu kendi eliyle yarattıktan sonra kendi ruhundan ona üfledi. Peygamberlerin dört tanesi Süryanîdir: Âdem, Şit,  Nuh ve Ahnuh (İdris). İlk önce kalem ile yazı yazan İdris Peygamberdir. Onlar­dan dört tanesi Araptır: Hud, Salih, Şuayb ve senin peygamberin (ben). İsrail oğullarından ilk peygamber Musa, son peygamber İsa'dır. Peygam­berlerin ilki Âdem, sonu senin peygamberindir.» [127]

Bu konuda İmam Kurtubî diyor ki : «Bu mesele hakkında rivayet edi­len hadîslerin en sahihi, Ebu Zerr'in rivayetidir. Nitekim bu hadîsi el-Acurriy ile Ebu Hatim el-Bastî Müsned-i Sahihte tahrîc etmişlerdir.» [128]

 

Vahyin  Anlami

 

«Şüphesiz ki biz Nuh'a...... vahyettiği­miz gibi sana da vahyettik.»

Vahiy, sözlük olarak ilham, işaret, gizli söz, fısıltı, risâlet ve kitabet an­lamlarına gelir. Râğıb el-Esbehanî'ye göre, vahyin asıl sözlük mânası, «sür'atii işaret» demektir. İşaret ise birçok şeylerle yapılabilir. İmam Zec-eac, EVHA'nın masdarı olan İHÂ'yı gizli şekilde bildirme anlamında belir­lemiştir. Havarilere, Musa'nın anasına yapılan vahiy, ilham anlamındadır. Bal arılarına yapılan vahiy de içgüdülerini harekete geçirip yön verme il­hamıdır.

Peygamberlere yapılan vahiy ise, bunlardan çok farklı ve ayrıdır: Ya meleğin kalbe ilkasıyla, ya da Allah kelâmının surette tecelli edip doğrudan kalbe seslenişiyle gerçekleşir. Peygamber her iki durumda da kalb kulağıyla söylenenleri işitir. İlham ise sadece kalbde bir doğuş şeklin­de tecelli eder; tıpkı açlık, susuzluk, üzüntü ve sevinç duyulduğu gibi. [129]

 

Onîki  Peygamber

 

«Hem da­ha önce kıssalarını sana haber verdiğimiz peygamberlerle, kıssalarını ha­ber vermediğimiz Peygamberlere...»

İlgili âyetlerde Musa Peygamberin dışında 12 peygamberin daha ismi anılmıştır. Onların hepsine de vahiy inmiş, kimine sahife ve şeriat veril­miştir; ama Musa (A.S.) dışında hiç birine yazılı kitap indirilmemiştir.

Bir peygamberin peygamberliğini belgeliyen kıstas, yazılı kitap olsay­dı, Yahudi bilginlerinin Musa Peygamberlerin dışında diğer bütün peygam­berleri inkâr etmeleri gerekirdi. Çünkü onların hiç birine yazılı kitap inme­miştir. Halbuki ismi geçen peygamberlerin çoğuna inanır ve risâletini ka­bul ederler. O halde son peygamber Hazret-i Muhammed'e (A.S.) karşı ta­kındıkları tavır ve yönelttikleri soru ve teklifte ciddiyet ve samimiyet yok­tur. İsmi geçen dizide Musa Peygamberin adının anılmaması, ya Yahudi­lerin iddia edip sandığı gibi Tevrat'ın ona yazılı levhalar halinde indiğine işarettir, ya da hakikaten Tevrat'ın bu ölçüde indiğine delildir. Ama her iki durumda da kesinlik söz konusu değildir.

Sadece 12 peygamberin anılmasıyla burada yetinilmesinin sebep ve hikmeti ne olabilir? Burada Nuh Peygamberin ilk mursel olduğuna işaret vardır, diyenler olmuştur. Kuvvetli ihtimal bu olmakla beraber tufan ola­yıyla içice bulunması, isminin hem Tevrat, hem Kur'ân'da geçmesine ne­den olmuştur. Ayrıca Nuh'la İbrahim Peygamber arasında birçok pey­gamberlerin gelip geçtiği haber veriliyor. Sonra başta İbrahim (A.S.) ve ahfadı olmak üzere İsrâiloğullan'yla diğer bazı ümmetlere gönderilen pey­gamberlerin kronolojik bir sıra dikkate alınmaksızın isimlerinden söz edil­mesi, bunların hepsinin de ünlü peygamberler olduğu, her birinden birkaç hatıra kaldığı içindir. Diğer kabile ve milletlere gönderilen birçok peygam­berlerden kalan bir eser, bir hatıra olmadığı ve sayıları da binleri aştığı için isimlerinden söz edilmesinin bir yarar sağlamıyacağı gayet açıktır. Zaten bir sonraki âyetle bu hususa işaret edilerek kıssaları bildirilen ve bildiriimiyen  peygamberler deniliyor.

Özetliyecek olursak : Kur'ân'ın bu bölümünde, Asya'da daha çok Or­ta Asya'da gelip geçen ama isim bırakıp meşhur olan peygamberleri an­makla yetinilmiştir. Amaç, Yahudilerin yazılı bir kitap inmediği halde çoğunu peygamber kabul ettiklerini, son peygambere de yazılı kitap inmemiş­tir, ama onu kabui etmediklerini ortaya koymak; böylece Yahudî bilgin­lerinin Hazret-i Muhammed'in (A.S.) risâleti hakkında samimi olmadıkla­rını, kılıçla hakkından gelemiyeeeklerini anladıkları için gayr-i aiddi me­seleler ortaya atıp onun itibarını düşürmek gayretinde bulunduklarını ka­bile ve milletlerin gözleri önüne sermek ve sağduyularını harekete geçir­mektir. [130]

 

Niçin Peygamber Gönderilmiştir?

 

 «Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı (itiraz yollu) bir delilleri olmasın diye peygamberleri rahmet müjdecileri, azap tehlikesine karşı uyarıcılar olarak gönderdik».

İnsan aklı, fizik ve fizikötesi bütün hakikatleri, meseleleri anlayıp çöz­meğe yeterli değildir. Aklın yolu, deney ve gözlemdir. O halde sınırlıdır. Gerçek bu olunoa ve aklımız fizik âleminin tamamını bile çözüp anlamaya güç getiremeyinçe, metafiziği nasıl anlayabilir? Akıl ilimle birleşip asır­lardır durmadan çalıştığı halde henüz dünyamızın esrarını bile yeterince çözememiştir. Güneşteki tükenmez enerji hakkında bile tam ve kesin bir bilgiye sahip sayılmaz.

Kur'ân'da bu hususa işaret edilerek peygamberlerin rahmet ve saa­det müidecileri oldukları,kötü yolda yürümenin felâketdoğuracağıveeüm bir azaba sebep olacağı hakkında uyarıcı bulundukları hatırlatılıyor. O halde peygamberlerin asıl görevleri iki ana maddede özetlenmiştir:

1.  Allah'ı tanıtmak ve p'nun sonsuz rah'rtıetini müjdelemek,

2.  Küfrün, nifakın ve kötülüğün felâkete kapı açtığını hatırlatıp uya­nda bulunmak..

Birincisi Allah'ı, O'hun kudret ve azametini, kâinatta câri olan ve şaş­madan hedefine doğru yol alan kanunlarını; Allah'ın canlılara karşı olan geniş rahmetini, itjîspnjann ebedî saadete ada^ olarak yaratıldıklarını, so­nu gelmiyen mutluluk yurdunu, insan ruhunun yüceliğini, insan denilen ve akıllara durgunluk veren ilâhî sanatın yaratanın varlığına kâfi delil bulun­duğunu içerir.

İkincisi, melekle hayvan arasında yaratılıp her ikisiyle de ilgili sıfat­lan kendinde taşıyan insanın çetin bir mücadeleyle yüzyüze bulunduğunu^ karşıt kuvvetlerin durmadan çarpıştığı bir alana ayak bastığını; yaratılışı­nın gayesinden uzaklaştığı takdirde kendini basamak basamak aşağı âleme doğru düşüreceğini, gayeyi idrak edip hayat kanununa uyduğu takdir­de kendinden yukarı âleme doğru yükseleceğini, bu mânayla sorumluluk duygusunun kalblere ve vicdanlara yerleşmesini, ilâhî adaletin gereği olan hesaba çekilmeyi ve yaptıklarından sorulmayı, Cennet ve Cehennem'*, buniarın taşıdığı hikmeti  içerir.

Böylece her peygamber bu iki asıl görevi ve taşıdığı yüksek mânayı en sağlam vasıta olarak akla sunar, ona ışık tutmaya çalışır.

Ama bütün bunlar neye? Bu sorunun cevabını Kur'ân vermiştir: Âdem oğlunun itirazlarına kapı açmamak, mazeretlerinin geçerli olmadığını be­lirlemek içindir. O nedenle her millete ve kabileye bir peygamber gönde­rilmiştir. «Ve biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz..» [131] âyetiyle bu uçsuz bucaksız âlemde insan oğlunun aklıyla başbaşa bırakıl­madığı hatırlatılıyor. Eski çağlarda dünya ve kıtalar tamamen keşfedilme-diği, bugünkü seri vasıtalar, yayın organları bulunmadığı için her millet ve kabileye bir müjdeci ve uyarıcı peygamber gönderilmiştir. Bu son pey­gamber gönderilinceye kadar böyle devam etmiştir. Ondan sonra bütün milletlere ve kabilelere bir tek peygamber gönderilmesinin yeterli olduğu bir çağa girilmiş ve öyle yapılmıştır.

Bugün hâlâ mağaralarda, medeniyetten uzak köşelerde yaşıyan ka­bile ve topluluklar varsa ve bunların da peygamber ve kitaptan haberleri yoksa, o halde sadece aklın normal anlamda erişebildiği hususlardan so­rumlu tutulacaklar ve kendilerine başkaca bir azap verilmiyecektir. Çün­kü Allah yegane hikmet sahibidir. Peygamber göndermedikçe azap da etmez. Maksat, insanlara azap etmek değil, onları sonsuz bir saadete eriştirmenin yollarını göstermektir. Allah'ın değişmiyen sünnetlerinden bi­ri de, her şeyi lâyık olduğu ölçüde ve bağlı bulunduğu hayat kanununa göre düzene koymaktır. Cansızlar âlemi buna ister istemez uymuşlardır. Canlılar âleminden daha çok insan unsuru söz konusudur. Allah ise çol< üstündür, ve yegane hikmet sahibidir. [132]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle daha çok Yahudi bilginlerinin inat ve inkârı üzerinde duruldu, son peygamber hakkında hiçbir zaman ciddi ve samimi olmadık­ları anlatıldı. Peygamber ve kitap hakkında sağlam bir bilgi ve kıstasa sa­hip bulunmadıklarına işaret edilerek bu arada ün yapmış birkaç peygam­berin durumu misal olarak gösterildi. Sonra Peygamberlerin gönderilme­sinin sebep ve hikmeti açıklandı. Aşağıdaki âyetlerle daha çok genel anlamda inkâra sapıp insanları Allah yolundan aiıkoyan materyalist ve ate­istlerin tutumuna dikkatler çekiliyor. Materyalist bir felsefeyle insan bey­nini yıkayanların kolay kolay doğru yola gelmiyecekleri belirtiliyor. Böy-lelerinin bağışlanmıyacağına dokunularak hayatı devam ettirme ve denge sağlama kanunu ve bir de insan ruhunun yüceliği dikkate alınarak ciddi bir eğitime ihtiyaç bulunduğuna  işaret ediliyor. [133]

 

Meâli :

 

167— Doğrusu onlar ki inkâra sapıp( insanları) Allah yolundan ali-korlar    (doğru yoldan) uzak bir sapıklıkla sapmışlardır.

168-169— Şüphesiz ki inkâr edip küfre saplanıp kalanları ve haksız­lıkta bulunanları Allah bağışlayacak değildir; onları Cehennem yolundan başka bir yola iletici de değildir. Orada ebediyen kalıcılardır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır.

170— Ey insanlar! Rabbinizden sîze hak (din) ile bir peygamber gel­di; imân ederseniz sizin için hayırlı olur. İnkâra saparsanız (bilmiş olun ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah her şeyi bilendir,

yegâne hikmet sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

İnanmak isteyen putperestler, Yahudilere başvurup Muhammed'in (A.S.) geleceğine ait Tevrat'ta bir kayıt bulunup bulunmadığını sordular. Yahudî bilginleri hakkı gizleyerek : «Biz kendi kitabımızda onun sıfatını bulamadık.» diye cevap verdiler ve gelecek olan peygamberin herhalde Harun, ya da Davud ahfadından olması gerektiğini iddia ettiler. Bu sebep­le yukarıdaki âyetler indi. [134]

 

Haktan Sapmanın En Katmerlisi

 

«Şüphesiz  ki inkâr edip küfre saplanıp kalanları ve haksızlıkta bulunanları Allah bağış­layacak değildir...»

Küfür ve inkârın bazen sebebi bilgisizlik ve idraksizliktir. Kişi, mater­yalist bir felsefenin tesir alanına girmiyecek bilgi ve kültüre sahip değilse, bu takdirde o, iki karşıt görüş ve inanış arasında bulunuyor demektir. Hangisi erken davranırsa, kişinin manevî boşluğunu o doldurma şansına sahiptir. İnkarcıların beyin yıkama metoduyla kısa zamanda kişi silik hale getirilmekte ve katı bir inkâr çemberi içine sokulmaktadır. Ciddi bir bilgi ve görgüsü bulunmadığı için hem çevresine pek tesir edemez, hem de kendisi bu çemberden kolay kolay kurtulamaz.

Bazen de krifür ve inkârın sebebi, eğitim sisteminin tek yanlı çalış­ması olarak gösterilebilir. Zekâları geliştirmek, fakat ruhu ve vicdanı ihmal etmek insanı dengesizliğe sürükler. Böylesine tek yönlü bir eğitim mad­deci yetiştirmekle kalmaz, bir de dinin lüzumsuzluğunu aşılar. Dinin ilâhî birnizam olmayıpkorku ve endişe sonucu kendiliğinden ortaya çıktığını, bazı ilkel toplulukların bu tür davranışlarını örnek vermek suretiyle isbata çalışır.

Böyie bir ortamda yetişen kuşak inkâr içinde bocalamakla kalmayıp çevrelerine de aynı şeyleri telkinde bulunup tesir etmeyi bir görev sayar­lar. Neticede sözü edilen sistem, toplum yapısında karşıt görüşlerin doğup geltşmesine neden olur ve ardı-arkast kesilmiyen huzursuzluklar doğurur.

Kur'ân bunu haktan sapmanın en katmerli şekli olarak vasıflandırı­yor. Çünkü bu düzeye gelen materyalist ve ateistlerin dönüş yapması -çoğu zaman- imkânsızdır. Meğerki Allah'ın hidâyet ve inayeti tecelli etmiş ola..

Bu nedenle de insan ruhunu, vicdanını ve içindeki Allah fikrini tahribe çalışan zalimleri Allah bağışlamıyaeağını haber veriyor. Çünkü bağışlan­maya aneak dönüş yapıp tevbe edenler lâyıktır. [135]

 

Peygamber Sadece Hakkı Temsil Eder

 

«Ey  insanlar!   Rabbınız-dan size hak (din) ile bir Peygamber geldi...»

Peygamber ilâhî bilgiyle donatılmıştır, aynı zamanda bu bilgiyi yeri geldikçe insanlara tebliğ ile görevlidir. Bu bakımdan o yalnız hakkı söyler ve onu savunur. Tahrip edilen ruhî yapıyı tamire çalışır, kalbleri ve kafa­ları aydınlatmakla meşgul olur. Küfrün, inkârın ve cehaletin elinde sadece bir avuç gübre olacağınave bunun ötesinde mutluluk, hayat ve hesap diye bir şeyin olmadığına inandırılan ve bu yüzden dengesizliğe itilen insanla­rın bu bataklıktan kurtarılma görevi de peygambere verilmiştir. Onun için toplumun, peygamber irşadına olan ihtiyacı, herhalde suya ve havaya olan ihtiyacından daha az değildir.

Kur'ân'da bu gerçek dile getirilip onlara şöyle sesleniliyor: «Rabbi-nizden size hak (din) ile bir peygamber geldi.» Çünkü ancak peygamberin getirdiği iksirle kalbleri maddeciliğin ezici tokmağından kurtarmak müm­kün olabilir. Maddecilikte umudun en küçük bir aydınlığı yoktur. Peygam­berin getirdiği kutsal âlemin havasında umudun bütün ferahlatıcı unsur­ları mevcuttur. [136]

 

Mülk Allah'ındır

 

«İnkâra saparsanız (bilmiş olun ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır.»

Kâinatı yaratıp belli kanunlarla ve değişmiyen bir sünnetle idare eden Allah, hiçbir şeyi başıboş bırakmamış, her şeyi kendine has bir ama­ca yöneltmiştir. Her canlı türü için ayrı bir hayat kanunu koymuş ve böy­lece en ince hesaplara dayalı ilâhî plânını sergilemiştir. Bu manayla mülk Allah'ındır. O her şeyden doygundur. Ne meleklerin sekmeden emre uy­malarına, ne insanların imân ve ibâdetine ihtiyacı vardır. Koyduğu düze­ne uymak bizim hayrımıza ve yararımıza, uymamak mutlak surette zararımızadır. Çünkü hayır, iyilik, helâl ve haram nisbî ve izafîdir.

İlgili âyetlerle bu hakikate parmak basılarak : «İnkâra saparsanız (bil­miş olun ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır..» buyuruluyor.

Peygamberin elindeki Kur'ân, cehaletin en koyu devresinde inmiş, ilim henüz emekleme çağına gelmeden önce, o ilmî esaslarr getirip insan aklına seslenmiştir. Aradan 14 asır geçmesine, ilmî alanda bu kadar ge­lişme ve buluşlar elde edilmesine rağmen, ilim hep Kur'ân'ı doğrulamış, hep onu tasdik etmiştir. Getirdiği hukuk sistemi her zaman kaynak kabul edilmiştir. Sunduğu aile nizamına henüz erişilememiştir. Yıldızlar, ay ve güneş hakkında verdiği ana fikirler bugüne kadar tazeliğini kaybetmemiş­tir. Okyanuslardaki golfstrimlere dikkatleri çekmesi, salıverilen iki deni­zin birbirinin sınırını aşmaması, ay'ın güneşten ışık alıp yansıtmasından söz etmesi, onun Allah'tan indiğine başlıca kanıtlardır. İnsan hayatıyla bu kadar yakından ilgili bulunan semavî bir kitabı okuma külfetine katlanmı-yan ve hiçbir araştırma zahmetine girmiyen okumuşlara ne demeli? Çün­kü insanları saplandıkları fikir akımından, bağlandığı ideolojiden kurtar­mak, bir şeye inandırmaktan çok daha zordur. Kalblere hakikat ışığını yan­sıtan ise Allah'tır. Son yıllarda Fransa'da sosyalizmin beyni sayılan ilim adamlarının Kur'ân'a inanıp İslâm'a girmeleri, bu ışığın tecellisiyle olmuş­tur. [137]

 

Ayetler  Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Yahudî ve Hıristiyanların Tevhîd doğrultusunda ge­nel esas kabul edilen bütün peygamberlere ve kitaplara imân hususunda yanlış bir yola saptıkları, bilhassa son peygamberi ve kitabı kabule ya­naşmadıkları, bu yüzden hayli haksızlıklar işledikleri, ilim ve gerçek dışı bir takım iddialarla ortaya çıktıkları belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle Kitap Ehlinin sadece Tevhîd doğrultusundaki aki­deye ters düşmekle kalmadıkları, aynı zamanda kendi dinlerinde sınırı aşıp ölçüyü kaçırdıkları açıklanıyor. Yahudilerin Tevrat'ın hükümlerini değiştir­dikleri, haram kılınan şeyleri helâl saydıkları, son peygamberle ilgili bel­geleri ya değiştirip, ya da yanlış yorumladıkları bildiriliyor; Hıristiyanların ise, İsâ Peygambere Allah'ın hulul ettiğini, o bakımdan Allah'ın oğlu bu­lunduğunu iddia ettiklerine atıf yapılıyor. Sonra da İsâ Mesih'in Allah'a kul olmaktan çekinmiyeceği, ifade ediliyor ve bu hususta büyüklük tas­layıp hakka secde etmiyenlerin elem verici bir azap ile azap edilecekleri haber veriliyor. [138]

 

Meali :

 

171— Ey Kitap Ehli! Dininizde sınırı aşmayın, ölçüyü kaçırıp aşırı git­meyin. Allah'a karşı ancak hakkı söyleyin. Meryem oğlu Mesih İsâ, ancak Allah'ın  Peygamberi,  Meryem'e  ilka  ettiği  kelimesi ve Allah'tan  (gelme)

bir ruhtur. O halde Allah'a ve peygamberlerine imân edin de (Tanrı) üç­tür, demeyin, bundan vazgeçin, sizin için hayırlı olur. Allah ancak bir tek ilâhtır; çocuğu olmaktan pâk ve münezzehtir ve yücedir. Göklerde olan­lar, yerde olanlar O'nundur. Vekîl olarak Allah yeter.

172—  Mesîh de, en yakın melekler de Allah'a kul olmaktan çekin­mezler. Kim O'na kulluktan çekinir de büyüklük taslarsa, (unutmasın ki) Allah hepsini (kabirlerinden kaldırıp) huzurunda biraraya getirerek topla­yacaktır.

173—  Artık imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanların mükâfatları­nı noksansız ödeyecek ve bir de kendi fazi u kereminden onlara fazlasını verecektir.

(Kulluktan) çekinip büyüklük taslayanlara gelince: Onları elem ve­rici bir azapla azaplandıracakve onlar kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ve sahip, ne de bir yardımcı bulamıyacaklardır.

 

İniş Sebebi

 

Kitap Ehlinden Yahudî ve Hıristiyanlar, İsâ Peygamber hakkında öl­çüyü kaçırdılar; biri tefrîte (ortalamanın çok altına) düştüler, diğeri ifrata (ortalamanın çok üstüne) taşıp) sınırı aştılar. Yahudiler, İsa'nın zinadan meydana geldiğini iddia ederek onu öldürdüklerini övünerek söylerken, Hıristiyanlar İsa'yı Allah'ın oğlu ve yeryüzünde Allah'ın hülûi ettiği ilâhî vücut diye tanımaya ve tanıtmaya çalıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [139]

Diğer bir rivayet:

Hıristiyanlardan bir grup, «İsâ Allah'ın oğludur» diye tutturdular. Bu­nun üzerine yukarıdaki âyetler indi.

Kelbî diyor ki:

«Necran kabilesinden bir heyet Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki: «Ya Muhammedi Sen bizim sahip ve efendimizi kötülüyormuş-sun?» Peygamber (A.S.) onlara : «Sizin sahibiniz kimdir?» diye sorunca, «İsa'dır..» diye cevap verdiler. Peygamber (A.S.), «Onun hakkında neler söylemişim?» diye ilâve edince de onlar: «Sen onun için Allah'ın kulu ve peygamberi diyormuşsun!.» diyerek cevaplandırdılar. Bunun üzerine Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz onlara : «Allah'a kul olmak herhalde İsâ için bir kusur ve ayıp olmasa gerek..»  buyurdu. Onlar,  «Hayır,  onun  hakkında böyle söylemek bir kusur sayılır..» diyerek iddialarını tekrarladılar. Bu se­beple yukarıdaki âyetler indi. [140]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim bir olan Allah'tan başka ilâh olmadığına, ortağı bulunmadığına; Muhammed'in de Allah'ın kulu ve peygamberi, İsa'nın da Allah'ın kulu ve peygamberi, Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve kendi katından gelme bir ruh olduğuna şehadette bulunur; Cennet ve Cehennem'in hak olduğunu ka­bul ederse, -üzerinde bulunduğu ameline göre- Allah onu Cennet'e ko­yar.» [141]

«Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı aşırı derecede övdükleri gibi beni övmeyin. Çünkü ben de ancak bir kulum. Benim için «O, Allah'ın kulu ve peygamberidir.» deyin.» [142]

Büyük sahabi Enes bin Mâlik anlatıyor:

Bir adam Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek : «Ey Muhammed, ey efendimiz ve büyüğümüz! Ey Efendimizin oğlu! Ey en hayırlımız ve en hayırlımızın oğlu!» diye seslendi.

Cok alçak gönüllü olan Peygamberimiz (A.S.) bu sözlerden pek hoş­lanmadı. Hepimize dönerek şöyle buyurdu :

«Ey insanlar! sözlerinize dikkat edin, şeytan sizi şaşırtıp (ölçüyü ka­çırtarak başka bir yana) sürükleyip götürmesin. Ben Abdullah'ın oğlu ve Allah'ın kulu ve peygamberi Muhammed'im, Yemin ederim ki Allah'ın be­ni indirdiği makamın üstünde bir makama yükseltmenizden hiç hoşlan­mam.» [143]

 

Dinde Sınırı Aşmamak

 

«Ey Kitap ehli! Dininizde sınırı aşmayın, ölçüyü kaçırıp aşırı gitmeyin.»

Hak dinler insan aklının eseri olmadığı gibi, sosyal yapının gereğince kendiliğinden oluşup vücut bulan bir tabu'lar zinciri de değildir. O ta­mamen sosyal hayatın gelişmesi, mevcut şartların dikkate alınması doğrultusunda Allah tarafından gönderilen hayat düzenidir. Dünya ile âhiret, fizikle metafizik arasında en sağlam geçiş köprüsüdür. O halde hak dinin indirildiği gibi korunması, korunduğu gibi yaşanması ve amel edilmesi gerekir. Hiç kimsenin hak dinde tasarrufa yetkisi yoktur. Onda noksanlık yapmak nasıl caiz değilse, fazlalık yapmak da caiz değildir. Her iki durum­da da aslından uzaklaşma felâketiyle başbaşa kalır.

Kur'ân'da yukarıdaki âyetlerle, Yahudî ve Hıristiyanların kendi dinle­rinde ilâhî sınırı aşmaları kınanmakta ve konuya dikkatler çekilerek mü'-minler uyarılmaktadır. Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimizin insan psi­kolojisini en iyi bilen bir elci olarak, «Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı aşırı derecede övdükleri gibi beni övmeyin» diye tenbihte bulunması el-betteki çok anlamlıdır.

Hıristiyanların İsâ için «Allah'ın oğlu» demeleri, çok aşırı ve de küfrü gerektiren bir övgüdür. Allah'a babalık nisbet etmek, dinde sının aşmanın en kötüsü sayılır.

YUHANNA İncil'inde:

«Bana imân edin, ben Babadanım, Baba da bendendir. Hic değilse o işlerden dolayı imân edin..» [144]

«Benim ismimle her ne dilerseniz, onu yapacağım; ta ki Baba oğulda ta'zîz olunsun.» [145]

Bu cümleler elbetteki hakiki İncil'de geçen sözlerin aynı değildir. Çünkü İncil'in İsa'nın göğe yükseltilmesinden 40-80 yıl sonra toplanıp yazıldığı bilinmektedir. Bazı batılı tarihçi ve araştırıcıların tesbitine göre, Yuhanna İneil'i ile Markos İncil'i Miladî ikinci yüzyılda yazılmıştır. En ya­kın ve en doğru sanılan Bernaba İncil'inde ise, Baba yerine Rab, oğul ye­rine yol gösterici, uyarıcı tabirleri yer almıştır ki, sıhhatli olanı da budur. Gerçi mevcut Yuhanna İncil'inde de BABA, OĞUL tabirlerine yer yer açık­lık getiren belgeler yok değildir. Örneğin : «Ben gerçek asmayım ve Ba­bam bağcıdır; ben de meyva vermiyen çubuğu koparır ve her meyva ve­ren daha çok versin diye onu temizler.» [146] sözü Allah'ın yaratan ilâh, İsa'­nın yaratılan bir kul olduğunu kapalı şekilde ifade eder.

Yahudîlerin, Meryem zina etmiştir, demeleri, İsa'yı (A.S.) gayrM meş­ru' sayıp öldürmeye kalkışmaları da bilgisizlik, gaflet ve dinde aşırı gitmenin neticesidir.

Halbuki mevcut İncillerde bu konudaki belgelerin bir kısmı, Kur'ân-ı Kerîm'deki açıklanan şekle uygun düşmektedir. Nitekim İncil'de Meryem'­in Ruhulkudüs olan Melek Cebrail'in nefhasıyla gebe kaldığı gayet acık biçimde belirtilmiştir.

MATTA İncil'inde deniliyor ki:

«İsâ Mesîh'in doğması da şöyle oldu : Anası Meryem, Yusuf'a nişan­lanmış olduğu halde, buluşmalarından önce Ruhulkudüs'ten gebe olduğu anlaşıldı.» [147]

LUKA İncil'inde ise şöyle deniliyor:

«Melek Meryem'e gelip İsa'yı müjdelediğinde Meryem:«Bu nasıl ola­cak? Çünkü ben er (koca) bilmem.» Melek cevap verip dedi: «Ruhulku­düs senin üzerine gelecek, yüce olan kudreti üstünde gölge salacak..» [148]

Kur'ân'da Hıristiyanların dinde aşın gidip İncil'de anası belirtildiği halde ve meleğin nefhasıyla gebe kaldığı bildirilmesine rağmen, İsa'yı (A.S.) Allah'ın oğlu saymalarının küfür olduğu belirtilerek birkaç yerde şu an­lamda açıklama yapılıyor:

«Allah Meryem oğlu Mesih'in kendisidir, diyenler, and olsun ki kâ­fir olmuşlardır.» [149]

«And olsun ki, Allah üçün üçüncüsüdür (üç ilâhtan biridir) diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir ilâhtan başka ilâh yoktur.» [150]

 

Meryem'e İlka Olunan Kelime Ve Allah'tan Gönderildiği Bildirilen Ruh

 

«Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve Allah'tan (gelme) bir ruhtur.»

Meryem'e ilka olunan kelime «Kün = Ol!» emridir. Cenâb-ı Hak bir şeyin olmasını, vücut bulmasını veya yokluk karanlığından varlık aydınlı­ğına çıkmasını dilediği zaman «ol!» der, o da «oluverir.» ve bir bakıma arada araç ve sebebe gerek kalmaz.

İnsan, câri olan hayatı devam ettirme kanununa ve biyolojik tesbitle-re göre, erkekle dişi arasında meydana gelen döllenme ile vücut buiur. Yani dişi üreme hücresi ile erkek üreme hücresi (ovum ile spermatozoit) nin birleşmesiyle gerçekleşir. Âdem Peygamberin yaratılması, bu döllen­me dışında «Kün = Ol!» emrine dayalı ayrı bir Sünnetullah ile gerçekleş­tiği gibi İsâ Peygamberin yaratılması da buna yakın, sadece dişi üreme hücresiyle Melek Cebrail'in nefhası neticesi vücut bulmuştur. Bu da yu­karıda belirtildiği gibi bizce bilinmiyen bir kanunla gerçekleşmiştir.

Nitekim Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî, Fütuhat-i Mekkiyye adlı çok kıymetli eserinde diyor ki: «İsa Peygamber iki ayrı âlemin imtizacından oluşmuştur. Çünkü Melekle Meryem arasından zuhur etmiştir. O halde İsâ Peygamber ruhtan meydana gelen bir ruh, beşerden meydana gelen bir beşerdir. Bu özellik başkasına verilmemiştir. İkinci semaya yükseltil­mesinin hikmeti budur. Çünkü bu semadaki yıldızlar bizden yana olan ci-hetleriyle iki ayrı âlemden imtizaç etmişlerdir.» [151]

Ama neden câri olan biyolojik kanun uygulanmamış da daha başka ve bizim henüz bilemediğimiz fizikötesi bir sünnete gerek görülmüştür? Gerçi Allah yaptığından sorulmaz, O fâil-i muhtar'dır. Âl-i İmrân sûresinde de kısmen açıkladığımız gibi, yüzleri tamamen maddeye dönük olup dün­ya saltanatından başka bir amaçları bulunmayan ve bu yüzden Tevrat'ta­ki âhiretle ilgili hüküm ve belgeleri çıkarıp unutturan Yahudî bilginlerine ve dolayısıyla o millete, sadece yüzü âhirete dönük ve ruhî yapısı çok güçlü ve duyarlı bir peygamber gönderilmesi gerekiyordu. İşte İsâ Pey­gamber bu ölçü ve güçte donatılıp gönderilmiştir.

Ayrıca geçmişte kendilerine sunulan birçok mu'cizelerle övünen İs-râiloğulları'na daha büyük bir mu'cize İsâ Peygamberle gösterilmiş ol­du. Amaç, mu'cizelerle övünmenin yeterli olmadığını, mu'cizenin tecelli­sine mazhar olan Peygamberin şeriatına uymanın gerekli bulunduğunu bil­dirmektir. İsâ Peygamberin babasız dünyaya gelmesi, beşikte iken konuş­ması, ölüleri diriltip hastalara el dokundurmakla iyileştirmesi, şüphesiz ki ilâhî kudretin yüceliğini ve mu'ciz anlamında yeryüzündeki belirgin te­zahürlerinden birkaçını yansıtmaktadır.

Bu konuda diğer önemli bir husus da, Âdem Peygamberin anasız ba­basız olması, ilk insan olarak çamurdan şekillendirilip kendisine ilâhî ruh­tan üfürülmesi neticesinde vücut bulup hayata adım atmasıdır. Bunu bir türlü anlayamayan veya ilâhî sünnetin sadeee fizik alanında câri kanun­lardan ibaret olduğunu sananların itirazını durdurmak veya onlara bu ko­nuda model ve örnek göstermek, Âdem'in yaratılışına bir ip ucu vermek için İsâ Peygamber babasız yaratılmıştır. Neden Melek Cebrail'in Nefhası?

Çünkü Melek Cebrail büyük bir ruhtur. Ruh ise Rabbimizin emrinden-dir; o her yönüyle hayat, enerji ve sünnetullah ile doludur. Hayat verme gücüyle taşlara bile dokunsa onlara hayat verebilir. Bu yüksek ruhun nef­hası İsâ Peygamber'de de büyük bir hayat gücü doğurmuştur, o kadar ki dokunduğunda ölüleri diriltmiş, felçlileri iyileştirmiş, bir çok hastaları şi­faya kavuşturmuştur. Nitekim Bakara sûresi 253. âyet buradaki «ruhun minhu»yu açıklar mahiyettedir.

Hıristiyan din adamlarının Kur'ân'daki «Ruhun minhu» daki zamiri Al­larda irca' ederek, İsa'nın Allah'tan bir parça bulunduğunu, buna onun oğlu demenin açık belirtisi sayılacağını delil göstermelerinin hiçbir mâ­kul yanı yoktur. Nitekim bize kadar gelen sahih rivayete göre :

Abbasî Halîfelerinden Harun REŞİD'in Hıristiyan tabibi bir gün hali­fenin huzurunda devrin ünlü ilim adamlarından İmam Vâkıdî ile bu mese­le üzerinde tartıştılar. Hıristiyan tabib, Kur'ân'da geçen «Ruhun minhusda-ki zamirin Allah'a raci' olduğunu, (Min) harfiyle geldiğini ileri sürerek İsâ-nın Allah'tan bir parça, diğer bir tabirle O'nun oğlu bulunduğunu savun­du. İmam Vâkıdî ona şu cevabı verdi: «Eğer «Minhu»daki harf ve zamir­den bu mâna çıkıyorsa, o takdirde «VE SAHHARE LEKÜM MA Fİ'S-SE-MAVATİ VE MA Fİ'L-ARZİ CEMİAN MİNHU» âyetindeki zamirden de böy­le bir mana çıkarmak geremez mi? Ve o takdirde göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Alah'tan bir parça ve hepsinin de O'nun oğlu olduğunu iddia etmek icap etmez mi ve bu yorum karşısında İsa'nın (A.S.) bir özel­liği kalır mı?» Vâkıdî'nin bu güzel cevabı Hıristiyan tabibi susturdu ve çok geçmeden İslâm Dinine girdi. Harun Reşid bu sonuca çok sevindi, İmam Vâkıdî'ye hayli ikramda bulundu.

Matta İncili'nde «çünkü kendisinde doğmuş olan Ruhulkudüs'tendir» denilerek, konuya açıklık getirilmiş, İsa'ya neden  «Ruhullah» denildiğine

işaret edilmiştir. [152]

 

Kulluktan Çekinip Büyüklük Taslayanlar

 

«Mesîh'de, en ya­kın melekler de Allah'a kul olmaktan çekinmezler..»

Cehaletin en koyusu ve katmerlisi, Yaratan'a karşı gelmek, O yüce

kudreti tanımamaktır. O'na kulluktan kaçınıp büyüklük taslayanlan, sözü edilen cehalet kavramının dışında tutamayız.

O halde asıl cehalet, okuma-yazma bilmemek, tahsîl görmemek de­ğil, kâinatın her parçasına varlığının ve birliğinin damgasını vuran ve var­lık âlemini bu belgelerle dolduran Allah'ı tanımamak ve O'na kulluk et­memektir.

Mekke'nin o gün için en bilgili ve kültürlü ileri gelenlerinden Ebu'I-Hakem, Allah ve Peygamberine baş kaldırıp her geçen gün biraz daha inat ve inkârını artırdığından. Peygamber (A.S.) Efendimiz Melek Cebra­il'in işareti üzerine ona EBU CEHL = Cehlin babası adrnı takmıştı.

Müik sahibinin inayetine mazhar olup O'nun bağ-bahçesinde barınan, meyvasindan yiyip, suyundan, havasından yararlanan kişiyi düşünün! Bu durumda mülk sahibini tanımıyacak kadar şımarır ve kendisinden istenilen hizmeti vermekten kaçınırsa onun bu düşünce ve davranışında insaf ve idrâkin ölçüsü ve anlamı var mıdır? Allah'ını tanımayıp ama O'nun mül­künde geçinip giden bir insanın, bu tarz bir tutumunun beşer ruhunun yü-celiğiyle, hilkatin hikmetiyle bağdaşır yanı var mıdır?

«Ceza amelin cinsindendir..» sözü burada bir defa daha geçerliğini korur. İlgili âyetle büyüklük taslayanlara verilecek cezanın çok elem ve­rici olacağı açıklanırken, onların aşağılanacağı ve kendilerine bir dost bir sahip ve yardımcı da bulamıyacaklan hatırlatılıyor. Çünkü büyüklük tasla-yanların samimi dostu ve yardımcısı olmaz. Başkalarına tepeden bakan­lara herhalde aşağılayıcı bir azap verileceği en uygunudur. Allah'ın bu hu­sustaki denge kanunu ve şaşmayan adaleti elbette günü gelince hükmü­nü yürütecektir. [153]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle daha çok Kitap Ehli'nin din bilginleri uyarıldı; dinde aşırı gitmenin dine ve dindarlara zarar getireceği hatırlatıldı. İsâ Peygamberin Allah'ın kulu ve resulü olduğu açıklandı. Allah'a evlât is­nat etmenin küfrü gerektirdiği belirtilerek dinin aslına ve son dinin esas­larına uymanın mutlaka hayırlı olacağına dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle dinlerin birbirini takip ederek tekâmül ettiğine işa­retle son dine ve son peygambere imân etmenin akıl, mantık ve vicdanın yolu; insanlığımızın gereği olduğu hatırlatılıyor. Muhammed'in (A.S.) Al­lah'tan gönderilme bir burhan (kesinliği açık bir delil ve belge) olduğuna dikkatler çekiliyor. Kur'ân'ın da kalbleri, kafaları, aile ve toplum hayatını düzenleyip aydınlatan bir nûr bulunduğu açıklanarak hissî davranılmama-sına işaret ediliyor. [154]

 

Meali :

 

174—  Ey insanlar! Doğrusu Rabbinizden size bir burhan  (kesinliği açık delil ve belge) geldi ve size çok açık bir nûr indirdik.

175—  Artık Allah'a imân edip O'na sarılanları, Allah kendi katından bir rahmete ve geniş bir nimet ve ihsana sokacak ve kendisine giden doğ­ru yola eriştirecektir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kur'ân Allah'ın dosdoğru yolu ve O'nun en sağlam urganıdır.» [155]

«Size iki şey bırakıyorum; onlara sarıldığınız sürece (doğru yoldan) sapmazsınız: Allah'ın Kitabını ve Muhammed'in Sünnetini...» [156]

 

Hz. Muhammed (A.S.) İlahî Burhandır

 

«Ey insanlar! Doğrusu Rab­binizden size bir burhan (kesinliği açık delil ve belge) geldi...»

Kur'ân'da ilgili âyette, gerek Kitap Ehline, gerekse müşriklere en sus­turucu cevap verilerek konu noktalanıyor. Hak, hakimin dilinde ve elinde dâima üstündür. Çünkü delili sağlam ve kesindir. Bâtıl, bâtılı temsil ede­nin elinde yenilgiye ve çürütülmeye mahkûmdur.

İlim çevresi bulunmayan, okur-yazar bile olmayan bir insanın ondört asır önce kalkıp milletlerin hayatını düzenleyen, aileye en sağlam ahlâkî ve hukukî ölçü ve müeyyideleri koyan, toplum hayatına yön verip ilmin ve medeniyetin öncülüğünü yapan, getirmiş olduğu kitap ile sergilediği bi­limsel ölçüdeki temel bilgilerin her geçen gün doğruluğu ve isabetliliği kesinlik kazanması bir zekâ, bir deha işi değildir. Çünkü tarihte birçok zekiler ve dahiler ortaya çıkmış, güzel fikirler, çekici sözler söyleyip çev­relerini büyülemişlerdir. Ama aradan yarım asır geçmeden çoğunun dü­şünce ve tılsımlı sözleri tesirini kaybetmiş ve bir asır sonra da unutulmuş­tur.

Hz. Muhammed (A.S.) bu ölçüde bir dahi değildir. O Allah'ın inayetine mazhar olan ve Levh-i Mahfuz'dan alıp öylece konuşan ilâhî rahmettir. Her geçen gün hadîslerinin insanlıktan yana nasıl feyiz ve rahmet ışık­ları yansıttığı anlaşılmakta ve günün ilmiyle, kültürüyle yetişen ünlü fakat insaflı ve araştırıcı ilim adamları onun büyüklüğünü ve risâletini kabul et­mektedirler.

Bilgisizce, basit mantık oyunlarıyla hakkın karşısına çıkmak, onu güç­lendirmekten başka hiçbir yarar sağlamaz.

Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerinde aşırı gitmeleri, haktan uzak­laşmalarına yol açmış; çevre kabileleri ve milletleri Hz. Muhammed'in (A.S.) aleyhine döndüreceklerini umarak kesif faaliyet göstermeleri, İs­lâm'ın tanınıp hüsn-ü kabul görmesini hızlandırmıştır. Çünkü hem Muham­med (A.S.), hem kendisine sunulan ilâhî Kelâm her yönüyle akla, ilme, mantığa, vicdana ve ruha hitap etmektedir. Muhammed (A.S.), hakkı ha­kikate erdiren bir sultan, insanlık âlemini aydınlatan nûr-i Rahmân'dır. Bâtılı boşa çıkaran, küfrün başını eğen, nifakı tuz-buz eden Seyf-i Yez­dan'dır.

Kur'ân O'nun en büyük mucizesi, küfrün karanlığını gideren en muh­teşem meş'alesidir. Şeriatı en geniş cadde, sünneti hayat düzeni için ye­terli malzemedir.

Kur'ân-ı Kerîm, Tevrat ve İncil'de meydana gelen ve beşer elinin do-kunmasıyla aslından uzaklaşan değişiklikleri, yanlışları düzeltip doğrusunu açıklayan en güçlü ve en sıhhatli kaynaktır.

Bunun için Cenâb-ı Hak fazl-ü keremi, merhamet ve inayeti gereği bâtıla saplananlarla dinde aşırı gidenlere, semavî kitapların sosyal haya­ta göre tekâmül ederek birbirini takip ettiklerine karşı çıkanlara, bu yüzden hissî davranıp sının aşanlara işaret anlamında sesleniyor: Haksızlık bataklığında tepinip durmanın bir yaran yok, ama zararı çoktur. Her yan­lış hareketiniz sizi biraz daha batırmaktadır. O halde Rabbinizden size gönderilen burhana yönelin, inen nura gönül kapılarını ardına kadar açın. Bu mutlaka sizin için hayırlı olur. [157]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Nisa sûresinin baş kısmında miras hukukuyla ilgili meselelere yer ve­rilmiş ve bazı açıklamalar yapılmıştı. Sûrenin sonunda yine aynı konuya dönülerek açıklanmıyan bir hususa yer veriliyor ve böylece İslâm'a göre, miras hukukunun önemi bir defa daha belirtilmiş oluyor. [158]

 

Meali :

 

176— Senden fetva isterler. De ki: Allah size k e I â I e (babası ve çocuğu olmayıp kardeşlerini mirasçı bırakan) hakkında fetva veriyor: Eğer bir adam ölür de çocuğu da yoksa, bir kız kardeşi mirasçı bulunu­yorsa, terekenin yarısı onadır. Kizkardeş çocuksuz (ölür) ise, erkek kar­deş onun bıraktığının (tamamını) alır. (Tabii ölenin kocası varsa, malın yarısı ona verildikten sonra kardeşi geriye kalanı alır).

(Aynı durumda) kız kardeşler iki (ya da daha fazla) olurlarsa, erkek kardeşlerinin bıraktığının üçte ikisi onlaradır. Mirasçılar erkek ve kız kar­deşler ise, o takdirde erkek için dişinin iki payı vardır. Allah, adaletten sa­parsınız diye size (hükümlerini) açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Ashab-ı  Kiramdan Câbir bin Abdullah  (R.A.) anlatıyor:

İyice hastalanmıştım. Resûlüllah (A.S.} Efendimizle Ebubekir SIDDÎK (R.A.) beni sormaya gelmişler. Onlar geldiğinde ben baygın bir vaziyette bulunuyormuşum, derken Allah Resulü abdest aldıktan sonra abdest su­yunu yüzüme serpmiş; gözlerimi açtığımda Resûlüllah Efendimizi (A.S.) yanımda buldum: Ya Resûlellah! dedim, malımı nasıl taksim edeyim, mi­rasçılar için nasıl bir yol tutayım? diye sorduğumda bana cevap vermedi. (Çünkü dokuz kardeşim bulunuyordu). Çok geçmeden yukarıdaki âyet in­di. [159]

Diğer bir rivayete göre, Câbir (R.A.) : «Ya Resûlellah! Babam ve ço­cuğum olmadığı için kardeşlerim mirasçı olarak bulunuyor. Nasıl bir tak­simat yapmam gerekir?» diye sormuş, bu sebeple yukarıdaki kelâle hakkındaki ayet inmiştir. [160]

Başka bir rivayette .ise şöyle belirtiliyor:

«Babam ve çocuğum yok, dokuz kardeşim var, nasıl bir taksimat yap­mam gerekir?» diye sormuş,... [161]

«Hastalanmıştım, yanımda dokuz kardeşim bulunuyordu. Bu sırada Peygamber (A.S.) Efendimiz geldi, baygın bir halim vardı, yüzüme üfledi, kendime geldim: «Ya Resûlellah! kardeşlerim için malımın üçte ikisini va­siyet edeyim mi?» diye sorduğumda, «İyi olur.» buyurdu. «Yansını vasiyet edeyim mi?» diye sorduğumda, yine «İyi edersin.,» buyurduktan sonra ay­rılıp gitti. Çok geçmeden gelip şöyle buyurdu : «Ya Câbir! senin bu hasta­lıktan ölmiyeceğini biliyorum. Allah kelâle hakkında şu hükmü indir­di.....» [162]

 

İlgili  Hadîs

 

«Feraizi (Kur'ân'da belirlendiği şekilde) sahiplerine verin. Arta kalanı ise (baba tarafından) en yakın olan erkek kişilerdir.» [163]

KELÂLE hakkında biri sûrenin baş kısmında, diğeri sonunda olmak üzere iki âyet inmiştir. Birincisi kış mevsiminde, ikincisi yaz mevsiminde indiği için, ikincisine «Âyet-i Sayf = yaz mevsimi âyeti» denilmiştir.

Kelâle, hem vârise, hem murise delâlet eder, yani her ikisiyle de il­gilidir. Vârisle ilgili olduğunda, babayla evlâtdan başkası demektir. Mu­ris ile ilgili bulunduğunda, ölüp de ana-babası ve evlâdı bulunmayan kim­se demektir.

Gerçi âyette «Adam ölür çocuğu da yoksa» denilmekle yetinilmişse de sûrenin baş kısmında bu husus yeterince açıklanmıştır.

Çünkü genellikle kelâle, babası ve çocuğu olmayıp kardeşlerini mirasçı bırakan adam hakkında kullanılan hukukî bir terimdir.

Burada kız ve erkek kardeşlerden maksat, ya ana-baba bir kardeş­ler, ya da yalnız baba bir kardeşlerdir. Ana bir kardeşlere gelince, onlar hakkındaki hüküm sûrenin baş kısmında açıklanmıştır.

Bunun için Birinci Halîfe Ebubekir (R.A.) bir yanlışlığa meydan veril­memesini düşünerek hutbesinde şöyle açıklamada bulunma ihtiyacını duy­muştur :

«Haberiniz olsun ki, Nisa sûresinde FERAİZ'ie ilgili âyetin ilki, çocuk ve baba; ikincisi karı-koca ve ana bir kardeşler hakkındadır. Sûrenin so­nundaki âyet ise, ana-baba bir (veya yalnız baba bir) kardeşler hakkında­dır.»

Kelâle konusunda Hz. Ömer (R.A.) de bazı endişeler duymuş ve meseleyi iyice öğrenmek için birkaç defa Resûlüllah (A.S.) Efendimziden sormuş ve sonunda Efendimiz onun göğsüne parmağıyla dokunarak : «Ni­sa sûresinin sonundaki Âyet-i Sayf sana yeter..» buyurmuştur. [164]

 

En Son İnen Sûre

 

Ashabdan Bera' bin Âzib (R.A.) diyor ki:

«Tam olarak inen en son sûre, Nisa süresidir. En son inen âyet de kelâle hakkındaki âyettir.» [165]

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayette ise, «En son inen âyet, RİBA (faiz) ile ilgili âyettir. En son inen sûre ise, İZÂ CÂE NASRULLAH süresi­dir.» [166]

Diğer bir rivayette ise, İbn Abbas (R.A.) demiş ki: «En son inen âyet,  «Vet-teku yevmen turcaune fihi ilâllah» âyetidir. [167]

 

Nisa Sûresinin Tefsiri  Biterken

 

Nisa sûresine, akrabalık bağlarının merhamet ve şefkat ölçüleri için­de sağlam tutulması tavsiye edilerek başlanmış, yetim kızların haklarının korunması için gereken uyarıda bulunulmuş ve böylece aile hukukuna ge­niş yer verilerek Miras Hukuku açıklanmıştır. Sûrenin sonunda yine Miras Hukukunun noksan kalan bir bölümü açıklanarak bitirilmiştir.

Ayrıca sûrenin ilk cümlesi Allah'ın kudretinin yüceliğine açık belge­lerden biri sayılan Adem'in ilk insan olarak yaratıldığına işaret edilmiş ve insan soyunun ondan üreyip çoğaldığı hatırlatılarak bütün insanların bir bakıma eşit düzeyde bulunduklarına dikkatler çekilmiş ve akrabalık bağ­larının önemi üzerinde durulmuştur. Sûrenin son âyetinin son eümlesi ise Allah'ın kudreti gibi, ilminin de sonsuz ve sınırsız olduğu açıklanmış; böy­lece kudret ile ilmin bütün eşyayı kuşatıp kapsadığı belirtilerek sûre nok­talanmıştır.

Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'a; salât-ü selâm Resûlüllah'a (A.S.) olsun. [168]

 



[1] Tirmizî :  Enes bin Mâlik   (R.A.)den

[2] Müslim/fezâil:  2, 7

[3] Buharî/salât:   80 - menakıb:   45 - fezâil:   3,5   -   Müslim/mesacid:   28   -fezâil; 2, 7 - Tirmizî/menakıb :  14, 16 - îbn Mâce/menakıb:  11 - Ahmed:  1/270, 359 - 3/18,  478

[4] Tirmizî/menakıb:   1  - Daremi/mukaddeme:  8

[5] İbn Mace/mukaddeme:   11

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:3/1483-1484.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1484.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1484-1485.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:3/1485.

[9] Zuhruf   sûresi   âyet ;   26,   27,   28

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1486.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1487.

[12] Buhari/Daavat:     9 - Muslim/Müsafirin :     181, '187,    189 - Ebu  Davud/ fetavva':   26 - Tirmizi/Daavat :   30 - Ahmed :   1/284,  343,-352,  372.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1487-1488.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1488.

[14] Esbab-i   Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vü/Alaeddin   Ali

[15] Lübabu't-Te'vîl/Alâeddin Ali - İbn Cerîr Taberî

[16] Kurtubî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:3/1489.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1489-1491.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1491-1492.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1492-1493.

[20] Tirmizi: Hadistin hasenün  garıbün - Mefatıhül-gayb - İbn Cerir Taberî.

[21] Zührî;   Said b. Müseyyeb'den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1494.

[22] Ebu   Davud/Talak:   3 - İbn   Mace/Talak;    1 - İbn   Asakir:    İbn   Ömer (R.A.) dan.

[23] Dâremî/nikâh:   24   -   Ebû  Dâvud/nikâh:   38 - Tirmizî/nikâh:   42

[24] Ebû  Dâvud/nikâh:   38 - Tirmizî/nikâh:   41 - Nesâî/nisa:   42 - İbn  Mâ-ee/nikâh:   47  - Dâremî/nikâh:   25 - Ahmed:   6/144

[25] Buharî/nikâh:   100,   101,   -   Müslim/redâ':   43,   45 - Ebû   Dâvud/nikâh : 34 - Tirmizî/nikâh:   41 - İbn   Mâce/nikâh;   26 - Dâremî/nikâh:   27   -   Tabera-nî/nikâh :   13 - Ahmed:   2/178

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:3/1494-1495.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1495-1496.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1496-1497.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1497-1498.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1498-1499.

[30] Lübabu't-Te'vü/Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1500.

[31] Tevrat/Levililer :  18/6

[32] »          »          :  20/10

[33] Încil/LUKA :   18/20

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1500-1501.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1501-1502.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1502.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1502-1503.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1503-1504.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1504-1505.

[40] Tergîb Ve Terhîb : Adalet Bölümü.  (Hadîs birkaç tarikle ve az değişik kelimelerle nakledilmiştir.)

[41] Buharl/fezâil:   18,  enbiyâ:   54,  hudud:   12 - Müslim/hudud:   8,  5 - Ebû Davud/hudud:   4 - Tirmizî/hüdud:   6   -   Nesâî/sarık:   5, 6   -   îbn   Mace/hudud: 6 - Dâremi/hudud:   5 - Ahmed:   3/386,  395 - 5/409 - 6/329 ,

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1505.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1506.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1506-1507.

[45] Lübabu't-Te'vîl/AIaeddin   Ali/l - 406   -   îbn   Cerîr   Taberî - Mefatihü'I-Gayb/Fahruddin   Razî

[46] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddîn  Ali/l - 406  -  tbn  Cerîr Taberî  -  Kurtubî

[47] Lübabu't-Te'vII :   1/406

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1508-1509.

[49] Sahih-i   Müslim/İman:    5. 7 - Ebû   Davııd/sünnet:    15 - Ahmed:    1/27, 28. 51, 52, 53, 228  -   3/107. 426  -  4/11.   114.   12i),   164, 359.   385  -  5/251.  252,   256

[50] Sahih-i   Müslim/İmân:   5.   7

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1509.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1509-1510.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1510-1511.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1511-1512.

[54] Tefsîr-i   ibnl  kesir   1/566

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1512-1513.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1513.

[57] En'am   sûresi   âyet:   68

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1514-1515.

[59] Ahmed bin Hanbel :   Ebû Reyhane'den

[60] Ebû Dâvud - Nesâî :   Büreyde   (R.A.)den  -  Ahmed:   5/346,  347

[61] Ebu Ya'lâ :  Ömer bin Hattab  (R.A.)den

[62] Taberanî

[63] Taberanî - Dâremî/rikak:  51

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1515.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1515-1516.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1516-1517.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1517.

[67] Buharî/cenâiz :  79- Dare Kutnî - Taberanî - Beyhakî : Muâz (R.A.)den

[68] Buharı - Müslim/münafıkun:   16 - Nesâî/İmân:  31  -  Daremî/Mukadde-me:   31   -  Ahmed:   2/32,  68, 82, 142

[69] Buharî/mevâkiyt :  20, ezan:   34 - Ebû Davud/salat:  47 - Nesâî/imâuıet: 45 - îbn   Mâce/mesâcid:    18 - Dâremî/salât:   53 - Ahmed-   5/140    141

[70] Ebu Ya'lâ :  Ebû  Ahvas'dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1519.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1519-1520.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1520-1521.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1521-1522.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1522.

[75] LÜbabü't-Te'vîl :   1/409

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1523-1524.

[76] îbn Asâkir : Sahih isnadla Ebû Hüreyre (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1524.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1524-1525.

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1525-1526.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1526.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1526-1527.

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1527.

[82] Lübabü't-Te'vil :   1/410

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1528.

[83] Ebû Davud :  Hz. Âişe   (R.A.)dan

[84] îbn  Kesîr Ebu'1-Fidâ :   1/571   -  Ebû  Dâvud :   Kitabü'1-Edeb

[85] Müslim-Ahmed bin Hanbel - Tirmizî/zühd:   17:  Ebu Hüreyre  (R.A.) den. Sahihtir.

[86] Esna'l-Metâlib :  Uzkûr maddesi

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1529.

[87] MuhadaratÜ'l-Ebrar/Muhyiddin Arabî

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1529-1530.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1530-1531.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1531.

[91] Lübabu't-te'vîl - İbn Kesir - Kurtubî - İbn Cerîr - Mefatihü'1-gayb

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1532-1533.

[92] Et-TAC :   1/25

[93] Müslim/imân:  56 - Ahmed :  1/208

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1533.

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1533.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1533-1534.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1534.

[97] Lübabu't-Te'vİl - İbn Kesîr - Kurtubî  - îbn Cerîr Taberî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1536.

[98] En'am sûresi  âyet :   7

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1536-1537.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1537-1538.

[100] Tevrat/Tekvin: 2/1-3

[101] »     /Levililer:   23/3

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1539.

[103] Fütuhat-i Mekkiyye :   3/221  - Beyrut baskı?

[104] EZRA : Yahudilikle ilgili kuralları bir araya getiren büyük haham  (I.Ö. V. yüzyıl)  Babil ülkesinde Pers sarayının çevresinde yaşamış ve Yahudilikle il­gili işlerle  görevlendirilmiştir.

[105] -MU- Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık :   61 - İstanbul:   1978

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1539-1541.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1541-1542.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1542-1543.

[109] Buharî/büyû' :  102, mezalim:  31, enbiya:  49 - Müslim/iman:  243 - Ebû Dâvud/rnelâhim :     14 - Tirmizî/fiten :     54 - İbn     Mâce/fiten :     33 - Ahmed : 2/240,  272,  290,  394,  406,  411,  437,  494,   538

[110] Buharî/büyû':  102, mezalim:  31, enbiya:  49 - Müslim/iman :  243 - Ebû Dâvud/melâhim :     14 - Tirmizî/fiten :     54 - İbn    Mâce/fiten :     33 - Ahmed : 2/240, 272, 290, 394, 406, 411, 437, 494, 538

[111] Buharî/enbiya :   49 - Müslim/imân:   244,   246 - Ahmed:   2/272,   336

[112] Müslim/hac :    216 - Ahmed :    2/240,    272,    513,    540

[113] Sahîh-i Müslim:  Abdullah b.  Amr   (R.A.)dan

[114] Sahih-i Müslim:  Ebu Hüreyre   (R.A.)   den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1544-1545.

[115] Sahih-i Müslim :  Ebu Hüreyre   (R.A.)den

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1545-1546.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1546-1548.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1548-1549.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1549.

[120] En'am sûresi âyet: 146

[121] Tevrat/Levililer :   7/22  -  S.   104.  Kitab-ı  Mukaddes  Şirketi.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1550-1552.

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1552-1553.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1553.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1553-1555.

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1555.

[126] Lübabu't-Te'vîl-îbn  Kesîr-İbn  Cerîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1556.

[127] İbn Ebî Hatim bu hadîsi el-Enva' ve't-Tekasim adlı kitabında rivayet etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir. İbn Cevzî ise el-Mevzuat adlı eserinde bu­nu mevzu' hadîslerden saymıştır. Cerh ve Ta'dil üstadları da bu hadis üzerinde yeterince durmuş,  zayıf  olduğunu  belirtmişlerdir.

[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1556-1557.

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1557-1558.

[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1558-1559.

[131] îsrâ  Süresi:   15

[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1559-1560.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1560-1561.

[134] İbn  Cerîr Taberî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1562.

[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1562-1563.

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1563.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1563-1564.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1564.

[139] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin  Ali

[140] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî   -   Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin  Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1566-1567.

[141] Buharî/imân:  17, tevhîd: 5, enbiya :  1 - Müslim/imân:  1, 34, 36, 44, 47, 52, 53, 54

[142] Buharî/Enbiya:  48 - Dâremî/rıkak:  68  -  Ahmed:   1/23, 24, 47, 55, 60

[143] Ebu Dâvud/edeb:  9 - Ahmed:   3/153, 241-4/25

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1567.

[144] İncil  -  Yuhanna:  14/11

[145] >                 :        :  14/14

[146] Matta :   1/18

[147] Matta :   1/18

[148] Luka   :   1/34-35

[149] Mâide  sûresi  âyet:   17

[150] »           »         »     :  73

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1567-1569.

[151] Fütuhat-i  Mekkiyye :   3/201

[152] Matta:   1/18-20

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1569-1571.

[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1571-1572.

[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1572.

[155] Tirmizî/sevabü'l-Kur'ân :   H - Dâremî/fezâüü'I-Kur'ân :   1

[156] Ebû  Dâvud/menâsik :   56 - İbn  Mâce/menâsik :   84 - Taberânî/kader : 3 - Ahmed :  3/26

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1573.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1573-1575.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1575.

[159] Buharı - Müslim : Câbir (R.A.)dan

[160] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin   Ali

[161] Tirmizî

[162] Ebû Dâvud

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1576.

[163] Buharı/ferâiz:    5, 7, 9, 15 - Müslim/ferâiz:     2, 3 - Tirmizî/ferâiz:   8   -Dâremî/ferâiz:  28

[164] Müslim-Ahmed  bin  Hanbel :   Özetlenerek

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1576-1577.

[165] Buharî-Müslim

[166] Lübabu't-Te'vjl/Alaeddin  Ali

[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1577-1578.

[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1578.