4. NİSA SURESİ 1

1. Sûrenin Nazil Olduğu Yer ve Zaman. 1

2. Sûrenin Gayesi 1

3. Nisa Sûresinin Faziletleri 2

 

4. NİSA SURESİ

 

 1. Sûrenin Nazil Olduğu Yer ve Zaman

 

Kur'an-ı Kerîm'in dördüncü sûresi olup 176 âyetten müteşekkildir. Sûre, bütün âyetlerinin Medîne döneminde nazil olması doiayısıyle Medenîdir. Buhar? 'nin rivayet ettiği bir haberden öğrendiğimize göre, Hazreti Âişe, Nisa sûresinin, Hazreti Peygamberle evli olduğu sırada nazil olmaya başladığını söylemiştir ki, onun Medine'ye hicret ettikten sonra birinci senede Hazreti Peygamberle evlendiği göz önünde bulun­durulursa, onun bu sözünü, sûrenin Medine'de nüzulünü gösteren bir delil olarak kabul etmek gerekir.

Nİsâ sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in Mümtehıne sûresinden sonra nâzii olmuştur. Mümtehıne sûresinin nüzulü ise, 6 ncı hicrî senede vukubulan Hudeybiye musalâhasının hemen ardına rastlar. Buna göre sûrenin Hudeybiye ile Tebuk gazvesi arasında nazil olduğu anlaşılır. Sûreye "kadınlar" manâsına gelen "nisa" adının verilmesi, sûre içinde yer alan ahkâm âyetlerinin çoğunun kadınlarla ilgili olması dolayısıyledir. [1]

 

2. Sûrenin Gayesi

 

Bakara sûresi gibi bu sûre de, nazil olduğu dönemde kendisine ih­tiyaç duyulan pek çok ahkâm ile gelmiş ve genç İslâm Devletinin hukukî teşekkülüne Bakara'dan sonra yeni katkılar getirmiştir. Yetimler, aklı zayıf olanlar, hısımlık ve akrabalık, eş tahdidi, miras, zina, evlenilmesi haram olan kadınlar, haksız ve bâtıl olarak cana ve mala dokunul-maması, fizik itibariyle kadının zayıf yaratılmış olması, karı koca arasındaki ihtilâflar, emanetlerin ehil ellere teslimi, düşman karşısında savaş ve savunma ve bunlarla ilgili yeni hükümler, İslâm toplumunu

İslâm ön :esi câhiliye başıbozukluğundan ve çöl kanunlarından kur­tarmış vı ona çağ değiştiren modern bir yön vermiştir. Çünkü bu hükümler ve bunların çevresinde teşekkül etmeye başlayan hukuk, çadırlarından sadece karın doyurmak için yağmacılığa çıkan çöl Arabının, Arabistan'ın sert ve katı iklimine denk düşen mizacından değil, fakat insanı yarattığı ilk günden itibaren yeryüzünün halifesi yapmayı murad eden Allahu Ta'âlânın mutlak iradesinden çıkıyor ve bu halifeye kıyamete kadar mahlûkatın en şereflisi ve en hayırlısı olma sıfatını kazandırıp onu koruyacak bir biçimde vahiy yolu ile son Peygamberine öğretiliyordu. Bu itibarla onlar, ne sadece çöl Arabını terbiye etmek için ve ne de sadece belli bir dönem için değil, fakat bütün insanlık için ve onun şerefini kıyamete kadar korumak için peygamberler silsilesinin son halkasını teşkil eden Muhammed (s.a.s.) tarafından getirilmiş ve bütün insanlara tebliğ edilmiştir.

Nisa sûresi, ahkâm âyetleri yanında, sûrenin nazil olduğu sıralar­daki ehl-i kitabın ve münafıkların durumunu beyan eden âyetlere de yer vermiştir. Zira bu sıralarda ehl-i kitabın müslümanlara eziyeti Bakara ve Âl-i Imrân sûrelerinin nazil olduğu sıralardakine oranla daha çok artmış bulunuyordu. Bu sebepledir ki Kur'ân-ı Kerîm'in, Nisa sûresinde ehl-i kitaba karşı daha sert bir dil ile hitabettiği ve müslümanlara da onlara karşı aynı şekilde şiddet kullanmak hususunda emirler verdiği görülür. Oysa Bakara ve Âl-i Imrân sûrelerinde müslümanlar ehl-i kitaba karşı yumuşak davranmak ve eziyetlerine sabretmekle emrolunmuşlardı; çünkü müslümanlar, bu sûrelerin nazil olduğu sıralarda, Nisa sûresinin nâzi! olduğu zamana oranla daha zayıf idiler ve ehl-i kitaba karşı koyabilecek güce henüz sahip olmamışlardı.

Nisa sûresi, insanlara yöneltilen "ittika" emriyle başlamış ve Allahu Ta'âlâ "ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan Rabbınızdan sakının" buyurmuştur. Bu emir ile, bundan önceki Âl-i Imrân sûresinin bitiminde yer alan "Allah'tan sakının" emri arasındaki benzerlik, birbirini takip eden İki sûre arasındaki bağlantının en güzel delilini teşkil eder. Nasıl Bakara süresiyle Âl-i Imrân sûresi arasındaki ittisale delâlet eden benzerlikler her iki sûrede de var ise, Âl-i Imrân süresiyle Nisa sûresi arasında da it­tisale delâlet eden benzerlikler görmek mümkündür. Birisinin "ittikâ" em­riyle sona ererken, diğerinin yine "ittikâ" emriyle başlaması bunlardan biridir. Bunun gibi, her iki sûrede de, yahudîve hıristiyanlardan her birine deliller getirilerek davalarının çürütülmesinde, savaşla ilgili bir beyanın ardından münafıkların zikredilmesinde, savaşla ilgili ahkâma yer veril­mesinde, Âl-i Imrân sûresinde Uhud gazvesiyle ilgili hâdiseler ve ahkâmı teferruâtıyle anlatıldıktan sonra, Nisa sûresinde de aynı gazveye kısaca işaret edilmesinde, Uhud'tan sonra cereyan eden Hamrâ'u'l-Esed gaz­vesinden her iki sûrede de söz edilmesinde, iki sûre arasındaki ittisalin delillerini görmek mümkündür. [2]

 

3. Nisa Sûresinin Faziletleri

 

Nisa sûresinin faziletleriyle ilgili olarak, Kur'ân-ı Kerîm'in bazı sûrelerinde olduğu gibi Hazreti Peygamberden herhangi bir hadîs gel­memiştir. Bununla beraber aralarında Nisa sûresinin de bulunduğu yedi uzun sûre ile ilgili olarak Ahmed İbn Hanbel'in Müsned (VI.73, 82)'inde yer alan "Kur'ân'ın yedi uzun sûresini iyi bilen kimse hıbr (âlim) dir" şek­lindeki hadîs, gerek ihtiva ettiği ahkâm yönünden ve gerekse alınabilecek ibret ve hikmet yönünden, aynı fazileti diğer altı sûreyle bir­likte paylaştığını gösterir.

Rahman veRahîm Olan Allah'ın Adiyle

1. Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, yine ondan eşini meydana getirip her iki­sinden bir çok erkek ve kadınlar türeten Rabbınızdan sakının. Kendi (adı) ile bir­birinizden istediğiniz Allah 'tan ve akraba­lık (bağlarını koparmak) tan sakının. Al­lah, şüphesiz, sizin üzerinizde hakkıyle gö­zeticidir.

Allahu Ta'âlâ Nisa sûresini, bütün insanlara hitap Üe, bir olan ve ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmeye ve O'ndan sakınmaya davet ederek açmıştır. Onlara hitap ederken, dikkatlarını kendi kudretinin hudutsuzluğuna çekmiş ve onları tek bir nefisten, eşini de ondan yarattığını, sonra da bütün insanları, kadın olsun erkek olsun hepsini de bir çift insandan varettiğini haber vermiştir. Buna göre bütün insan­lar bir tek babadan ve bir tek anadan türemişlerdir; bu itibarla hepsi de, gerek neseb yönünden ve gerekse insanlık yönünden biribirinin kardeşidirler. O halde kardeşlerden kuvvetli olanın zayıfa, zengin olanın da fakire yardım etmesi gerekir; tâ ki insan toplumunun binası tamam­lansın ve her ferd, bu binanın çatısı altındaki şerefli yerini alsın. İşte bir babadan ve bir anadan türeyen insanın bu neticeye ulaşması için tek bir şart vardır: Allah'tan sakınmak; yahut başka bir ifade ile ittikâ etmek, veya takva sahibi olmak.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Nisa sûresi de, Bakara sûresi gibi pek çok ahkâm ile. gelmiş ve ilk hukuk devletinin önemli temel taşlarından birini oluşturmuştur. Eğer bu taş ve bunun gibi diğer temel taşlarını oluşturan ahkâm yüklü sûreler peşpeşe indirilmemiş olsalardı, ne bir hukuk devleti teşekkül eder, ne de böyle bir devlet idaresine tâbi olacak bir toplum vücut bulurdu. Zira İnkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçektir ki, kaynağı hukuk olmayan bir devlet idaresi altında gerçek bir toplum asla vücut bulmaz. Toplumun olmadığı bir yerde de, ferdler arası insanlık bağlarından söz etmek elbette mümkün değildir.

Gerçek bir insan toplumunun vücut bulması, hukuka dayalı sağlam bir devlet idaresinin vücuduyla mümkün olduğuna göre, Kur'ân-ı Kerîm'in örnek bir İslâm toplumu için her şeyden önce hukuka dayalı sağlam bir devlet idaresini gaye edinmesi çok tabiî olmak gerekir. O halde bu gayenin gerçekleşmesi, hukukun esasını teşkil eden ahkâmın vaz'ı ile, ferdlerin bu ahkâma tâbi olmaları gerektiğini onlara duyurmak­la mümkün olur. İşte insanlığın başlangıcından itibaren en ilkelinden en mütekâmil şekline kadar örnek bir toplum vücuda getirmek için, Allahu Ta'âlâ tarafından vazedilen ahkâmın insanlara teblîği ile onların bu ahkâma uymaları, yine Allah tarafından seçilen ve yetiştirilip terbiye edilen peygamberleri vasıtasıyle sağlanmıştır. İnsanlar ne zaman bu ahkâma uymuşlarsa, kuvvetli olanları zayıflarına, zengin olanları da fakirlerine yardım eden örnek bir toplum vücut bulmuş, ne zaman Allah'ın ahkâmından uzaklaşıp onlara sırt dönmüşlerse, toplum, ferdleri birbirini tanımayan, fakat her fırsatta birbirini boğazlayıp öldüren bir

İnsan sürüsü haline gelmiştir.

İşte bu açıklamanın ışığında Nisa sûresinin ilk âyetine bakacak olur­sak, onda hemen ardından gelecek olan ahkâm âyetlerine uymayı gerektiren açık ve kesin bir ihtarın var olduğunu görürüz. Allahu Ta'âlâ bütün insanlara hitap ederek buyurmuştur ki: Ey insanlar! Allah'tan kor­kun ve birbirinizi kardeş bilip birbirinize yardım ederek örnek bir toplum olun. Bunun için de, Allah'ın emir ve nehiylerine uyun. İşte bu manâya delâlet edebilecek âyetinde Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur. [3]

 

1. Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, yine ondan eşini meydana getirip her ikisinden bir çok erkek ve kadınlar türeten Rabbınızdan salanın. Kendi (adı) üe birbirinizden istedi­ğiniz Allah 'tan ve akrabalık (bağlarını kopar­mak) tan sakının, Allah, şüphesiz, sizin üze­rinizde hakkıyle gözeticidir.

 

1 Ey insanlar! Sayısız ihsanı ile ve çeşitli nimetleriyle sizi mah-lûkatın en üstünü kılan ve size yeryüzünde müstesna bir mevki veren, ayrıca sizi tek bir nesebte ve tek bir asılda birleştirerek birbirinizin ak­rabası ve kardeşi yapan Rabbınızdan sakının; O'ndan korkun.

Âyet-i kerîmedeki hitap, ibarenin zahir manâsından da anlaşıldığı gibi bütün insanlaradır. Bazı müîessirler, İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete dayanarak "insanlar" sözüyle Mekke halkının kasdedildiğini, Allahu Ta'âlânın "ey insanlar!" buyurarak Mekke halkına hitap ettiğini ileri sürmüşlerse de, usûlcü müfessirlere göre hitap umumîdir ve bütün mükellefleri şâmildir, ki doğru olan.görüş de budur. Çünkü Allahu Ta'âlâ ittikâ (sakınma) emrini, insanları tek bir nefisten yaratmış olması sebebine dayamıştır. Yani buyurmuştur ki: "Ey insanlar! Madem ki sizi tek bir nefisten yarattım; hiç yoktan size hayat verip dünyanın sayısız nimetlerini sizin istifadenize sundum ve sizi mahlûkatın en şereflisi kıldım; o halde Rabbınız olarak benden sakının; emirlerime karşı gel­mekten korkun". Görüldüğü gibi bu manâda gelen âyet-i kertmenin ilk ibaresinde ittikâ için zikrolunan sebep umumîdir; sebebin umumî olması hükmün de umumî olmasını gerektirir. Nitekim Allah'tan ittikâ, sadece Mekke halkına hâs olması gereken bir davranış değildir; fakat bütün in­sanlar tek bir nefisten yaratılmış olmaları itibariyle Allah'tan sakınmak zorundadırlar. O halde hitap belirli bir zümreye değil, fakat bütün insan­laradır.

Âyet-i kerîmede, bütün insanların kendisinden yaratıldığı beyan olunan "tek nefis"in kim olduğu konusu, müfessirler arasında ihtilaflı bir konu olarak görülür. Her ne kadar müfessirlerin büyük çoğunluğu, bu "tek nefis"in Âdem olduğunu ileri sürmüşlerse de, âyet-i kerîmede bu husus açıkça beyan edilmemiştir ve bu görüşü benimseyenler, müslümanların sahip oldukları genel inanca dayanırlar. Bu inanca göre yeryüzündeki ilk insan Âdem'dir ve bütün insanların babasıdır. Buna rağmen bazı müfessirler, yukarıdaki âyet-i kerîmenin, Âdem'in bütün in­sanların babası olduğuna delâlet eden bir nas olmadığını, bazı millet­lerin Âdem adını bile işitmediklerini ve bunların kendileri için başka babalar isimlendirdiklerini ileri sürmüşlerdir. Yine bu müfessirlere göre Âdem'e ulaşan neseb, yahudîlerden alınmış olan bir nesebtir; çünkü beşeriyet İçin böyle bir tarih düzenleyen kavim yahudîlerdir. Müslüman­lar ise, yahudî tarihini tasdîk etmekle mükellef değillerdir. Her ne kadar yahudîler bu tarihi Mûsâ (a.s.)'ya ve dolayısıyle Tevrat'a dayamakta iseler de, Tevrat'ın Mûsâ (a.s.)'ya indirildiği şekilde muhafaza edilmediği bir gerçektir ve bu yüzden Tevrat'taki haberlere inanmak doğru değildir, demektedirler.

Müslümanlar, şüphesiz, yahudîler tarafından tahrif edilmiş ve aslı ortadan kaldırılmış plan Tevrat'ın haberlerine inanmak zorunda değillerdir. Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara sûresinin 30 uncu âyetinde ve bunu takip eden diğer âyetlerde, Allahu Ta'âlânın "Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" dedikten sonra, Âdem'i yaratıp ona mahlûkatın isimlerini nasıl öğrettiğini, meleklerin ona nasıl secde ettik­leri halde iblisin kibirlenip secde etmekten kaçtığını ve böylece Rabbının emrine karşı gelip kâfirlerden olduğunu, sonra nasıl Âdem'e ve eşine cennette diledikleri gibi yaşayıp nimetlerinden bol bol yemelerini, fakat bir ağaca yaklaşmaktan sakınmalarını emrettiğini, onların ise, nasıl şeytanın iğvasına kapılarak bu emre itaatsizlik ettiklerini ve bu yüzden cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirildiklerini apaçık beyan etmiştir ki, bütün bunlar, müslümanların, insanların ilk babalarının Âdem olduğu hususundaki inançlarının Tevrat'a değil Kur'ân'ın bu âyetlerine dayan­dığını göstermeye yeterlidir. Hattâ bu kıssanın sonunda yer alan 38 ve 39 uncu âyetlerde, Âdem ve eşinin yeryüzüne indirildikten sonra ken­dilerinin ve zürriyetlerinin takip edecekleri yola da işaret edilerek şöyle denilmiştir: "(Onlara şöyle) demiştik: Hepiniz cennetten inin. (Bundan sonra) size benden bir rehber gelir de kimler benim rehberime uyarsa, artık onlar için hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar değildir. Âyetlerimizi inkâr edip yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem ateşinin dostlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır".

Allahu Ta'âlâ bütün insanları tek bir nefisten, eşini de ondan yaratmıştır. Müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre eşten murad Havva'dır. Yine bu müfessirlere göre Allah, Havva'yı Âdem'in sol eğe kemiğinden uyurken yaratmış ve böylece Âdem'in bir erkek olarak ona meyletmesini ve yakınlık göstermesini sağlamıştır. Çünkü insanın ken­disine âit bir organa, yahut kendisinden olan bir parçaya yakınlık göster­mesi kadar tabiî bir şey olamaz. Nitekim A'raf sûresinin 189 uncu âyetinde de aynı hususa işaret edilmiş ve şöyle buyurulmuştur: "Sizi tek bir nefisten yaratan, kendisiyle sükûn bulması için yine aynı nefisten eşini vücuda getiren O'dur". Ancak Havva'nın Âdem'in sol eğe kemiğinden o uyurken yaratıldığı hususunda Kur'ân'ın hiçbir sûresinde açık bir nas mevcut değildir. Bu sebepledir ki bazı müfessirler, âyet-i kerîmenin "eşini de ondan yaram" ibaresine "eşini de o nefisten, yani Âdem'den, Âdem'in sol eğe kemiğinden yarattı" manâsında değil, fakat "eşini de o nefsin cinsinden, yani insan cinsinden yarattı" manâsında tefsîr etmişlerdir. Bu müfessirlere göre arapçada ondan manâsına gelen minhâ ibaresindeki min harfi cinse delâlet eder ve Kur'ân'ın muhtelif sûrelerinde yer alan benzer ibareler bu manâda kullanılmıştır. Meselâ Rûm sûresinin 21 inci âyetinde "size kendi nefsinizden kendisiyle huzura kavuşabileceğiniz eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması

O'nun delillerindendir, Nahl sûresinin 72 nci âyetinde "Allah, sizin için kendi nefislerinizden eşler yaratmış ve kendi eşlerinizden size oğullar ve torunlar vermiş, sizi temiz azıklarla donatmıştır", Şûra sûresinin 11 inci âyetinde "göklerin ve yerin hiç yoktan var edicisi, kendi nefis­lerinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Sizi bu şekilde çoğaltmaktadır", buyurulmuştur. Keza bu kabilden Tevbe sûresinin 128 inci âyetinde de "size, kendi nefsinizden, sıkıntıya uğramanız ken­disine ağır gelen, size düşkün, mü'minlere karşı müşfik, merhametli bir peygamber gelmiştir" denilmiştir ki, bu âyetlerin hepsinde de min harfi cinse delâlet etmek üzere kullanılmıştır ve sizin kendi cinsinizden manâsına gelir.

Havva'nın Âdem uyurken onun sol eğe kemiğinden yaratılmış olduğu hususundaki görüşler, yukarıdaki âyeti tefsîr etmek maksadıyle ileri sürülmüştür ve Kur'ân'la herhangi bir ilgisi yoktur. Müfessirlerin bu görüşü Tevrat'tan aldıklarına ve kısmen de Hazreti Peygamberin hadisiyle desteklediklerine şüphe yoktur. Tevrat'ın Tekvin sifrinde (bâb 2/21) şu ibareler yer almıştır:"... Ve Rab Allah, Âdem'in üzerine derin uyku getirdi; ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapadı; ve Rab Allah Adem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu Âdem'e getirdi. Ve Âdem dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna nisa denilecek; çünkü o in­sandan alındı. Bunun için insan anasını ve babasını bırakacak ve karısına yapışacaktır ve bir beden olacaklardır".

Müfessirlerin yukarıdaki âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken Tevrat'ın bu haberinden faydalandıklarına şüphe yoktur. Zira Havva'nın, Âdem uyur­ken onun sol eğe kemiğinden alınan bir parçadan yaratıldığını belirten yegâne kaynak Tevrat'tır. Bununla beraber Hazreti Peygamberden sahîh olarak rivayet edilen ve Buhârî'nin[4]  'inde ve diğer sahîh hadîs kitaplarında yer alan bir hadîste şöyle denildiği görülmek­tedir: "Kadınlar hakkında birbirinize hayrı tavsiye ediniz. Zira kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Kemiğin en eğri yanı yukarısıdır. Eğer onu düzeltmeye kalkarsan kırarsın; bırakırsan eğri kalır. Kadınlara iyilik ve hayır dileyin". Muhtelif sahabîterden bazı değişik ibarelerle fakat aynı manâda rivayet olunan bu hadîsin sıhhatinden şüphe etmemiz mümkün değildir. Ancak Hazreti Peygamberin hangi maksatla söylediğini tam olarak bilemediğimiz bu sözün Havva'nın yaratılış kıssasını bir nebze de olsa teyid ettiği görülmektedir. Bununla beraber işin doğrusunu mahlûkatı hiç yoktan yaratan yalnız Allah bilir.

AllahuTa'âlâ, insanları bir tek nefisten yarattıktan ve eşini de ondan, veya onun cinsinden meydana getirdikten sonra, bu ikisinden pek çok erkek ve kadınlar türetmiştir. Nahl sûresinin 72'nci âyetinde de beyan olunduğu üzere, Allah, insanlar için kendi içlerinden eşler yaratmış ve bu eşlerden de oğullar ve torunlar vererek hepsini temiz yiyeceklerle rızıklandırmıştır. Allah'ın insanoğluna ihsan ettiği bu lütuf devam edip gitmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir, O halde in­sanoğlunun Allah'ın bu lütfuna karşılık, O'na karşı gelmekten ve O'nu Rab olarak tanımamaktan sakınması, O'ndan korkması gerekir. Akıl, mantık ve özellikle insan olarak yaratılmış olmanın şeref ve gururu bunu gerektirir. Her gün insanoğlunun, Allah'ın adını zikrederek ve "Allah aşkına, yahut Allah adına" diyerek bir yakınından veya bir komşusun­dan bir şeyler isteyip durduğu halde, Allah'ın emirlerine uymak ve nehiyierinden sakınmak söz konusu olunca, O'nu unutması ve sanki O'na meydan okurcasına ve sanki O'ndan korkmadığını isbatlarcasma O'nun emir ve nehiylerini umursamaması nasıl mümkün olur? Keza Allah bütün insanları tek bir nefisten yaratmış, aralarında, hem soy birliği, hem de kan birliği vücuda getirerek bazısını bazısınmhısım ve akrabası kılmıştır. O halde insanoğlunun, Allah'ın tesis ettiği bu ak­rabalık bağlarını koparıp atması nasıl mümkün olur? O'ndan sakınması gerekmez mi?

Dikkat edilecek olursa, âyet-i kerîmede ittikâ (Allah'tan sakınma) emri iki defa tekrar edilmiş, birincisinde nRabbınızdan sakının", ikin­cisinde ise, "Allah'tan sakının" buyurulmuştur. Rab, Allahu Ta'âlânın şefkat ve merhametiyle terbiye ve ihsan sıfatlarına, Allah ismi ise, O'nun heybet ve azametiyle kahredici sıfatlarına delâlet eder. Böylece denil­miş olmaktadır ki: Ey insanoğlu! Rabbın seni yaratarak terbiye etmiş ve sana hudutsuz nimetleriyle ihsanda bulunmuştur. Bu itibarla O'na muhalefet etmekten sakın. Yok eğer O'nun emirlerini dinlemez, O'na karşı gelirsen, O'nun kahredici azâbıyle karşılaşırsın. Şunu iyice bil ki: Allah, senin ne yaptığını ve neyi yapmak isteyip de yapamadığını gözet-leyip.durmaktadır. Bu itibarla yaptığın ve yapacağın hiçbir şeyi O'ndan gizleyemezsin. O, öyle bir murakıptır ki, amellerinde senin ihlâs sahibi olup olmadığını bilir ve karşılığını ona göre verir. Bu itibarla O'ndan sakın. [5]

 

2. Yetimlere mallarını verin ve kötüsünü (onlara vererek) iyisiyîe değiştirmeyin. Onların mallarım, kendi mallarınıza karıştırıp yemeyin. Zira bu büyük bir günâh olur.

3. Eğer yetim kızlar hakkında âdil davrana-mamaktan korkarsanız, (onların yerine) sizin için uygun olan kadınlarla ikiye, üçe ve dörde kadar evlenin. Eğer (aralarında) adaletli davranamamaktan korkarsanız, bir tane ile, yahut elinizin alnndakiyle ye­tinin; bu, haksızlık etmemeniz için daha elverişlidir.

 

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Nisa sûresinin ilk âyeti, Allahu Ta'âlânın emirelerine karşı gelmekten sakınmayı ve Allah'tan korkmayı emreden temel manâ ile gelmiştir. Bu emir, bütün mahlûkatı hiç yoktan vareden ve kendisinden başka yaratıcı bulunmayan Allahu Ta'âlânın, mahlûkatın en şereflisi kıldığı ve yeryüzüne halife yaptığı insana yönelttiği bir emirdir ve diğer bütün emirlerin temelini teşkil eder: "Sizi bir tek nefisten yaratan Allah'tan korkun"! İnsan, ancak Allah'tan korktuğu zaman O'ndan sakınır ve O'nun emirlerine karşı gelmekten çekinir. Kalbİerinde Allah korkusuna yer vermeyenler ise, O'nun emir ve nehiylerine kulak asmayan, helâl ile haramı birbirinden ayırt etmeyen kimselerdir. Bunlar, amellerinin karşılığını mutlaka görecekler ve Allah'ın kahredici azâbıyle cezalarını çekeceklerdir. Çünkü kim ne yaparsa yapsın, hepsi de O'nun bilgisi içindedir; çünkü hiç kimse O'nun murakabesi dışında değildir.

İşte Allahu Ta'âlâ, Nisa sûresinin ilk âyetiyle bir tek nefisten yarattığı insanlara bu ihtarı yaptıktan ve emirlerine karşı gelmekten sakınmaları hususunda onları uyardıktan sonra, sûrenin en önemli özelliklerinden olan ahkâm âyetleriyle ilgili ilk emirlerin beyanına geçmiş ve şöyle buyurmuştur: [6]

 

2. Yetimlere mallarını verin ve kötüsünü (onla­ra vererek) iyisiyîe değiştirmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza karıştırıp yemeyin. Zira bu, büyük bir günâh olur.

3. Eğer yetim kızlar hakkında âdil davranma­maktan korkarsanız, (onların yerine) sizin için uygun olan kadınlarla ikiye, üçe ve dörde kadar evlenin. Eğer (aralarında) adaletli davranamamaktan korkarsanız, bir tane ile, yahut elinizin altındakiyle yetinin. Bu, hak­sızlık etmemeniz için daha elverişlidir.

 

2 Umumî manâdaki ittikâ emrinden sonra galen ve üzerinde titiz­likle durulması gereken emirlerin ilki, yetimlerle ve onların haklarıyle il­gilidir. Yetim, henüz bulûğ çağına girmeden babası ölmüş ve bir bü­yüğün velayet ve vesayetine girmiş küçük çocuğa verilen bir addır. Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmede, yetimlerin mallarını koruma altında tutan ve fakat bulûğ çağına girdikleri halde o malları yetimlere vermek istemeyen velilere hitap etmiş ve onları bir takım çirkin davranışlardan menetmiştir. Zira bu veliler, vermek istemedikleri yetim mallarını kendi mallarıyle karıştırıyorlar, sonra da onları, kendi mallarını yermiş gibi yiyorlardı. İşte bu çirkin davranışları dolayısıyle nazil olan yukarıdaki âyet-i kerîme, yetim mallarını ellerinde tutan velilerin, yetimin bulûğ çağına girmesinden sonra mallarını yetime vermelerinin vâcib olduğuna delâlet eder. Bulûğ çağına girmemiş yetimlere ise, mallarının veril­memesi hususunda İslâm uleması ittifak etmiştir. Nitekim biraz ileride, 6ncı âyette de görüleceği üzere, Allahu Ta'âlâ yetimlere mallarının verilebilmesi için olgunluğu şart kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Nikâh çağma gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer onları aklı başında görürseniz mallarını kendilerine verin". Aklı başına gelene kadar yetime malının verilmemesi, onu iyi bir şekilde sarfedemiyeceği ve ziyama sebep olacağı endişesinden kaynaklanır.

Ayet-i kerîmede bir kısım mal habîs, bir kısım mal da tayyib kelimeleriyle tavsif edilmiş ve velilere habîs malı tayyib malla değiştir­memeleri emrolunmuştur. Habîs mal ile, veliye haram olan yetim malı, tayyib mal ile de velinin helâl olan kendi malı kasdedilmiş ve böylece velilere denilmiştir ki: Ey veliler! Ey vasîler! Bulûğ çağına girmiş ve aklı başına gelmiş olan yetimlere mallarını verin. Onların size haram olan mallarını kendi helâl malınızla değiştirmeyin; keza onların size haram olan matlarını kendi helâl malınızla karıştırıp hepsini de kendi malınızmış gibi yemeyin. Zira bundan daha büyük bir günâh düşünülemez.

Bazı rivayetlerden öğrenildiğine göre, Gatafan kabilesinden bir adam, ölen biraderinin yetim kalan oğlunu himayesi altına almıştı. Çocuk bulûğ çağına girince, malını amcasından istemiş, fakat o, malı ona vermeye yanaşmamıştı. Sonunda her ikisi de Hazreti Peygambere başvurmuşlardı ki, Allahu Ta'âlâ bu âyeti indirmiştir. Çocuğun amcası âyet-i kerîmeyi duyunca "Allah'a ve Rasûlüne itaat ettik. Büyük günâh­tan da Allah'a sığınırız" diyerek malını çocuğa teslim etmiş, Hazreti Pey­gamber de, "kim nefsinin cimriliklerinden korunur ve Rabbına itaat ederse, Allah da onu cennetine sokar" buyurmuştur. [7]

 

3 Yetimlerle ilgili bu hükmün beyanından sonra, Allahu Ta'âlâ, yine yetimlerle ilgili olan, fakat daha çok kadınları alâkadar eden bir başka hüküm vazetmiştir. Bu hüküm, birden fazla kadınla evlenecek olan er­kekler için eş tahdidiyle ilgilidir ve bu hususta Allahu Ta'âlâ şöyle buyur­muştur: Ey veliler! Velisi olduğunuz yetim kızın malı ve güzelliği ho­şunuza gidip de onunla evlenmek istediğinizde, onun malını yemiş olma korkusuna kapılırsanız, Allah size, velisi bulunduğunuz kızla evlenmeyi şart koşmamıştır. Aksine başka kadınlardan dörde kadar evlenerek yetim kızları bırakmanızı istemiştir. O halde, âdil davranamayacaksanız hoşunuza giden başka kadınlardan iki, üç ve dörde kadar evlenin. Bu kadınlar arasında da âdil hareket edememekten korkarsanız, ya bir kadınla, ya da sahip olduğunuz cariyelerle yetinin.

Buhârî [8] ve Müslim[9] tarafından nak­ledilen bir hadîsten öğrendiğimize göre, Urve İbnu'z-Zubeyr, teyzesi Hazreti Âişe'ye "eğer yetim kızlar hakkında âdil davranamamaktan korkarsanız, (onların yerine) sizin için uygun olan kadınlarla ikiye, üçe ve dörde kadar evlenin. Eğer (aralarında) adaletli davranamamaktan kor-karsanız, bir tane ile, yahut elinizin altındakiyle yetinin. Haksızlık et­memeniz için bu daha elverişlidir" âyetinin tefsîrini sorduğu zaman Âişe (r.&h.) şu cevabı vermiştir: Ey kardeşimin oğlu! Âyetteki yetâmâ (yetim­ler) dan murad, velisinin velayet ve vesayeti altındaki kız olup velinin malına da ortaktır ve onun malı ve güzelliği velisinin hoşuna gider. Bu yüzden de mehrinde adalet etmeksizin ve başkasının o kıza verdiği kadar mehir de vermeksizin onunla evlenmek ister. İşte bu âyetle, o çeşit velilerin, velayetleri altındaki kızlarla, adaletli davranmadıkça ve mehirlerini en yüksek miktarda vermedikçe nikâhlanmaları menedilmiş, onlara, kendilerine helâl olan başka kadınlarla evlenmeleri emredil­miştir. Urve'nin bildirdiğine göre Âişe daha sonra şöyle demiştir:

Kadınlar hakkındaki bu âyet nazil olunca, halk, Rasûlullahtan sorup fetva istemeye başlamış, Allahu Ta'âlâ da şu âyeti indirmiştir: "Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: Allah, onlar hakkında fetva ver­mektedir: (Velileri olduğunuz halde) kendileri için yazılmış (bir hak olan miras)'ı kendilerine vermediğiniz, (güzel olmaları ve çok malları bulun­ması halinde) kendileriyle evlenmek istediğiniz, (fakat çirkin iken ve malı olmaması halinde evlenmek istemediğiniz) yetim kızlar hakkında, (keza miras hakkını vermediğiniz) küçük çocuklar hakkında ve yetimlere adaletli davranmanız hakkında bu Kitap'ta okuyageldiğiniz (âyetler, bu fetvalardan) dir. Hayır olarak her ne yapmışsanız, şüphesiz Allah onu hakkıyle bilendir".

Hazreti Âişe'den gelen ve Müslim'in[10] 'inde yer alan bir başka rivayete göre "eğer yetim kızlar hakkında âdil davranmamak­tan korkarsanız..." âyetinin nüzul sebebi şudur: Bir erkeğin yanında bir yetim kız vardır ve bu erkek onun velisi ve mirasçısıdır. Yetim kızın malı var, fakat o erkekten başka onu koruyacak ve ona arka çıkacak hiç kim­sesi yoktur. Ancak adam malının başkasına gitmemesi için o kızı evlen­dirmez; ona zarar verir ve kötü muamele eder. İşte bu gibileri hakkında Allahu Ta'âlâ "eğer yetim kızlar hakkında âdil davranmamaktan korkar­sanız sizin için uygun olan kadınlarla ikiye, üçe ve dörde kadar evlenin11 buyurmuştur. Bununla demek istemiştir ki, "bakın size neleri helâl kıldım. Bu sebeple zarara soktuğun şu kızcağızı bırak".

İslâmıyetten önceki câhiliye devrinde, Araplar arasında yaygın olan bir âdete göre, bir adam, velayet ve vesayeti altındaki kızın üzerine maşlahını attığı zaman, "bu kız benimdir" demek olur ve artık bundan sonra hiç kimse evlenmek için o kıza tâüb olamaz, onunla evlenemez-di. Veli olan kimse, kız güzel olur da onunla evlenmek isterse, kıza, em­sali arasında verilmesi gerekli olan mehri vermediği gibi, kızın malını da kendi malı arasında dilediği gibi sarfedebilmek için onunla evlenir, ona hiçbir şey vermezdi. Eğer kız güzel olmazsa, bu takdirde velisi hem onu kendine nikahlamaz, hem de kızın malını elden çıkarmamak için onun başkasıyle evlenmesine izin vermezdi. Araplar arasındaki çapulculuk âdetinin tabiî bir neticesi olan bu yolla bir adam on-on beş kızın vesayetini elinde bulundurur, dilerse bunların hepsi ile de mehirlerini vermeden evlenebilir, fakat her hal u kârda onların mallarına dilediği gibi sahip çıkabilirdi. Çirkinlikleri sebebiyle evlenmediklerini de, bir an önce miraslarına konmak için çeşitli işkenceler altında ağır işlere koşarlardı. İşte yukarıdaki âyet-i kerîme, câhiliye devrinin bu zâlim âdetini ortadan kaldırmak İçin indirilmiştir. Allahu Ta'âlâ bu âyetinde veli ve vasilere, velayet ve vesayetleri altında bulunan yetim kızlarla evlenmek istedikleri takdirde, malı bulunsun veya bulunmasın, güzel olsun veya olmasın, maruf ölçüler dahilinde mehirlerini vererek evlenmelerini ve onlara karşı âdil davranmalarını emretmiştir. Eğer âdil davranamayacakları hu­susunda içlerinde bir endişe olursa, bu takdirde onlarla evlenmek de haram olur. Bu sebepledir ki Hazreti Ömer'in, bu emir ve nehyin tatbiki sadedinde, yetim velilerine şu cebrî emri verdiği rivayet olunmuştur: Velâyetinizdekİ yetim kızlar güzel ve mal sahibi oldukları takdirde, onları başkalarıyle evlendirin. Eğer böyle değillerse, onları kendinize nikah­layın.

Allahu Ta'âlâ, yukarıdaki âyetiyle câhiliye devrinin biraz önce an­lattığımız çirkin âdetini ortadan kaldırmak için velilerin ve vasîlerin velayetleri altında bulunan kızlarla, ancak kendilerine mutlak surette âdil davranmak ve mehirlerini de maruf ölçülere göre ödemek şartıyle ev­lenebilecekleri şartını getirirken, bu şartı gerçekleştirmenin güçlüğü ve hattâ imkânsızlığı sebebiyle, onlara başka kadınlarla evlenmelerini em­retmiş, daha mühimmi, evlenecekleri kadın sayısını tahdit ederek iki, üç ve en fazla dört kadınla evlenebileceklerini bildirmiştir.

Teaddûd-i zevcât adiyle şöhret kazanan İslâm'ın birden fazla kadınla evlenme ruhsatını, tahdîd~i zevcât adiyle isimlendirmek gerekir. Zira İslâm'dan önce hiçbir din bir erkeğin evlenebileceği kadın sayısı hakkında tahdid edici herhangi bir hüküm getirmemiş, Özellikle birden fazla kadınla evlenmek isteyen erkekler için vazettiği kadınlar arasında adaletin sağlanması şartıyle, erkeği bir kadınla evlenme mecburiyetinde bırakmamıştır. Nitekim yukarıda da açıkladığımız gibi, İslâm'dan önceki câhiliye döneminde veliler, vasîler, velayetleri altında bulundurdukları yetim kızlardan, gerek güzellikleri ve gerekse malları dolayısıyle ister on olsun, ister on beş olsun, diledikleri kadarıyle evlenebiliyorlardı. Şüphesiz bu âdet, sadece velîlere hâs da değildi; hali vakti yerinde olan her erkek dilediği kadar kadınla evlenebiliyor ve bu evlilik hiç kimse tarafından yadırganmıyordu. Gerek Tevrat ve gerekse İncil de çok kadınla evliliği tahdit etmediği, yani belirli bir sayı ile sınırlandırmadığı için, yahudîler ve hıristiyanlar da diledikleri kadar kadınla evlenebiliyor­lardı. Netice İtibariyle, İslâm geldiği zaman, hangi milletten ve hangi din­den olursa olsun, bütün insanları, evlilik hususunda hiçbir kayda ve hiçbir hududa tâbi olmaksızın diledikleri gibi yaşayan ve hattâ hayvan­lardan da farkı bulunmayan birer varlık halinde bulmuştu. Oysa insan, erkeğiyle kadırnyle yeryüzünün halifesi olmak için yaratılmıştı ve sahip olduğu şeref, üç beş günlük geçici bir süflî hayata feda edilemezdi. İslâm, insanın bu şeref ve kerametini korumak için onun sosyal hayatını bir nizam ve intizam altına almış, kadın erkek münâsebetlerine belirli

hudutlar içerisinde bir düzen getirirken, evlenecek olan erkeği de başıboşluktan kurtarmış ve ona, bazı şartlara bağlı kalmak kaydıyle ancak dört kadını nikâhı altında toplayabileceğini bildirerek, onun daha fazla kadından elini ayağını çekmesini sağlamıştır. İslâm'a göre aile saadetinde asıl, tek kadınla evliliktir. Nitekim âyet-i kerîmede eğer iki, üç, yahut dört eş arasında âdil davranamamaktan korkarsanız, içinize bu hususta bir zan veya şüphe düşerse, yalnız bir tane ile, yahut sahip olduğunuz cariyelerle yetinin denilmiş olması, bunun en açık delilini teşkil eder; zira eşler arasında adaletin sağlanması, basit bir şekilde g eçiştirii i veri lecek bir iş değildir. Nitekim yine bu sûrenin 129 uncu âyetinde Allahu Ta'âlâ bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Çokarzu etseniz bile (eşleriniz olan) kadınlar arasında âdil davranmaya asla gücünüz yetmez". Eşler arasında âdil davranılmaması halinde, Allahu Ta'âlânın birden fazla kadınla evlenmek İçin verdiği ruhsatın yine de geçerli olduğunu ileri sürmek elbette mümkün değildir. O halde hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, bu ruhsat, hayat şartlarının gerektirdiği bir takım zaruretlerden doğmuştur ve tıpkı seferde namazın kısaltılması, su bulunmayınca teyemmümle namaz kılınması, hastalık veya yolculuk halinde orucun terkedilmesi gibidir ki, bunlara yol açan şartlar ortadan kalkınca ibadetler de normal şekline döner. O halde Allahu Ta'âlâ erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine izin verdiği zaman, insan için bir takım zaruretlerden kaynaklanan bu iznin ona bazı faydalar ve kolaylıklar sağladığını da kabul etmek gerekir. Buna göre birden fazla kadınla evlenen erkeği, bu evliliğe sevkeden zaruretleri ve onun bu ev­lilikten ne gibi fayda ve kolaylıklar elde ettiğini, bir kaç madde içerisinde zikretmek mümkündür:

1) Erkeğin bir kadınla evlendikten sonra en büyük arzusu, soyunun devamını sağlayacak bir çocuk sahibi olmaktır. Ancak evlendiği kadının kısır çıkması ve çocuğunun olmaması halinde, erkeğin bu arzusunu gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bu durumda kadının boşanmak yerine kocasının yanında yine onunla evli kalarak erkeğin başka bir kadınla evlenmesinde şüphesiz her ikisi için de fayda vardır.

2) Kadının erkekten daha çabuk yaşlanması ve erkeğin yeteri kadar evlâd sahibi olmaması, buna karşılık bir başka kadının ve ondan olacak çocuklarının nafakasını da karşılayabilecek maddî gücü bulunması halinde ikinci bir evlilikte fayda mülahaza edilir.

3)  Erkeğin mizaç ve yaratılış itibariyle birden fazla kadına ihtiyaç duyması ve bu ihtiyacını karşılayamaması, yahut kadının hastalıklı olma­sı veya hayız süresinin uzun sürmesi halinde, onun başka bir kadınla evlenmesi ihtiyacını doğurur. Çünkü bu gibi durumlarda erkek iki hal çaresinden birini tercih etmek zorunda kalır: Kadına olan ihtiyacını karşılamak için ya ikinci bir kadınla evlenir; yahutta dînini, parasını ve sağlığını heba etmek pahasına zina İşler. Şüphesiz bu durum, erkeğin nikâhlı karısı için üzerine bir eş gelmesinden daha hayırlı bir iş değildir.

4) Uzun süren, yahut sık sık vukubulan savaşların, toplum içerisin­de erkek sayısının büyük ölçüde azalmasına, buna karşılık kadınların, erkeklerin bir kaç misli fazla kalmasına yol açtığı bilinen gerçeklerden­dir. Bu durumda kadınların çok az bir kısmı evlenme imkânı bulabilse bile, büyük bir kısmı bu imkândan mahrum kalır. Bu ise, hiç şüphesiz, hem bir çok işyerinde kadınların çalışmasını gerektirirken, hem de onları iffetlerini korumak için zorlu bir mücadeleye girişmek zorunda bıra­kacaktır. Bu gibi durumlarda evlenmemiş kadınların evli olanlara oran­la daha az şansa sahip oldukları bir gerçektir. Kısaca ifade etmek gerekirse, İslâm'ın erkeğe birden fazla kadınla evlenme ruhsatı vermesi, kadın erkek her cinsin zarurî ihtiyaçlarını karşılamak ve her birinin kendi iffetini korumasına yardımcı olacak imkânı kendisine sağlamak içindir. Ancak onlara bu imkân sağlanırken, erkeğin bu evliliği istismar et­mesine de fırsat verilmemiş, birden fazla kadınla evlendiği takdirde kadınları arasında adaletle davranmasını, ihmal edilmemesi gereken bir şart olarak vazetmiştir. Yerine getirilmesi çok güç ol.an bu şarta kim uyamamaktan korkarsa, bu takdirde bir kadınla evlenir; aralarında âdil davranılması vâcib olmayan mülkiyeti altındaki cariyelerden de fayda­lanır. Tek bir kadınla evlenmek, sahibi olduğu cariyelerden de faydalan­mak, âdil davranamamaktan korkan erkeğin zulümden uzak kalması için hiç şüphesiz daha elverişlidir.

4.  Kadınlara mehirlerini gönül rahatlığcyle verin. Eğer o mehirden hoşnudlukla size bir şey bağışlarlarsa, onu da rahat rahat yeyin.

5. Allah'ın sizi gözetici kıldığı mallarınızı aklı ka olanlara vermeyin. (Bununla be­raber) o maldan onlara da yedirin, giydirin ve onlara iyi söz söyleyin.

6. Nikâh çağma gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer onlan aklı basında görür­seniz, mallarını kendilerine verin. Onlan, büyümeleri (ve geri almaları korkusu) ile, israf ve acele ederek yeyip elden çıkar­mayın. Zengin olan kimse, (yetimin ma­lını yemekten sakınıp) iffetli davransın; fakir olan kimse de, maruf ölçüler içinde yesin. Onlara mallarını geri verdiğiniz za­man yanlarında şâhidler bulundurun. (Kontrol edip) hesap sormak yönünden Allah yeter.

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde yetim velilerine hitap ederek, koruma altında bulundurdukları yetim mallarını, bulûğ çağına giren yetimlere vermelerini, bu malları kendi mallarıyle karıştırıp yememelerini, bunun büyük bir günâh olduğunu hatırlatarak emrettikten ve velileri, velayetleri altında bulunan yetim kızlarla mallarına ve güzelliklerine tamaan ve maruf ölçülere göre mehirlerini vermeden evlenmekten menettikten, onların yerine, aralarında âdil davranmak şartıyle dörde kadar hür kadınla evlenmeleri, aksi halde bir kadınla yetinmeleri tav­siyesinde bulunduktan sonra, yukarıdaki âyetlerinde, yine kadınlarla ve yetimlerle ilgili ahkâma yer vermiş ve eş olarak seçilen kadınlara maruf ölçüler içerisinde mehirlerinin verilmesini, eğer kadınlar mehirlerinin bir kısmından kendi rızalarıyle vazgeçerlerse, bunda bir beis olmadığını, keza daha önce de belirtildiği gibi, yetimlere akılları başlarında olduğu takdirde mallarının verilmesini, yetimler büyüyüp de mallarını geri alacakları korkusuyle onların bir an evvel yenilip tüketilmeye kal-kışılmamasını, yetimlere malları verilirken, bunun şâhidler huzurunda tesbit edilmesini ve bütün bu işler yapılırken her şeyi gözetip bir gün hesabını mutlaka soracak olan Allah'ın unutulmamasını emretmiş ve buyurmuştur ki:'[11]

 

4. Kadınlara mehirlerini gönül rahathğıyle ve­rin. Eğer o mehirden hoşnudlukla size bir şey bağışlarlarsa, onu da rahat rahat yeyin.

 

4 Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmeyle evlenmekte olan erkeklere hitap etmiş ve buyurmuştur ki: Aranızda mehir tesmiye edip kendinize nikahladığınız kadınlara, birbirinize bağlılığınızın ve muhabbetinizin ni­şanesi, kuvvetli rabıtanın delili ve Allah'tan bir atıyye veya bir hediyye olmak üzere mehirlerini verin. Hem de bu mehirleri seve seve ve gönül hoşnudluğu ile verin. Zira kararlaştırılmış olan mehir artık kadının hak­kıdır ve bu hakkın sahibine iadesi şarttır.

Bir erkeğin kadının malına göz dikmesi ne derece onun erkeklik şân ve şerefine aykırı düşerse, kadına verilmesi gereken mehiri vermek­ten imtina etmek de aynı derecede şeref kırıcı bir davranış olur. Oysa bir çok toplumlarda erkekler, kadınlara verdikleri mehirle yetinmeyip onun yanında, çeşitli yiyecek, giyecek ve takılar da vermeyi âdet edin­mişlerdir ki, bu, erkeğin evlendiği kadın için takdir ettiği değerin

yüceliğini gösterir.

Fakat ne olursa olsun, ey zevçler ve ey veiiler, siz her şeyden önce bir farîza olmak üzere kadınlara mehirlerini veriniz de eğer onlar gönüllerinden ve hoşnudluk içinde sizin verdiğiniz mehirden bir kısmını veya tamamını size geri çevirirlerse, onu rahatlıkla yemekten de çekin­meyiniz. [12]

 

5. Allah 'm sizi gözetici kıldığı mallarınızı aklı kıt olanlara vermeyin. (Bununla beraber) o mal­dan onlara da yedirin, giydirin ve onlara iyi söz söyleyin.

6. Nikâh çağma gelinceye kadar yetimleri dene­yin. Eğer onları aklı başında görürseniz, mal­larını kendilerine verin. Onları, büyümeleri (ve geri almaları korkusu) ile, israf ve acele ederek yeyip elden çıkarmayın. Zengin olan kimse, (yetimin malını yemekten sakınıp) iffetli davransın; fakir olan kimse de, maruf ölçüler içinde yesin. Onlara mallarını geri verdiğiniz zaman, yanlarında şâhidler bulun­durun, (Kontrol edip) hesap sormak yönün­den Allah yeter.

 

5 Âyet-i kerîmeyle bütün ümmete ve özellikle mallarını aklı kıt olup tasarruf ehliyeti bulunmayanlara veren kimselere hitap edilmiş ve denil­miştir ki: Bulûğ çağına giren bütün yetimlere mallarını ve evlendiğiniz kadınlara mehirlerini verin. Ancak bunlardan birisi aklı kıt olur ve vere­ceğiniz malı maruf ölçüler içinde tasarruf etme ehliyetinden mahrum bulunursa, malı ziyan etmemesi için, aklı başına gelinceye kadar malı ona vermeyin.

Hitabın yetim velilerine ve malın da aklı kıt olanlara âit olmasına rağmen, âyet-i kerîmede "mallan" denilmek yerine "mallarınız" denilmesi, malın zayi olması halinde velinin kendi malından aklı kıt yetime infak etmek zorunda kalması dolayısıyledir. Zira veli, yetimin velayetini, onun gözetim ve denetimini üzerine aldığı gibi, malının gözetimini de aynı şekilde üstlenmiştir ve her ikisinden de o sorumludur. Bu itibarla onun malı, velinin kendi malı gibidir ve bu malın zayii de velinin kendi malının zayii manâsındadır. Hiç şüphesiz tasarruf ehliyetine sahip olmayan velinin kendi çocuklanyle eşleri de bu manâ içerisinde mütalâa olun­malıdır. Zira aklı başında olmayan bir çocuğa babası ve yine aklı başında olmayan bir kadına eşi tarafından mal emanet edilmesi, bu malın ziyama göz yumulması demek olur ki, âyet-i kerîmeyle menolunan davranış da budur.

Âyet-i kerîmede mal, "kıyam" olarak isimlendirilmiş ve "Allah, malı size kıyam kıldı" denilmiştir. Kıyam, kendisiyle kaim olunan şey demek­tir. İnsanlar, hayatlarını ancak mal ile sürdürebildikleri için "hayat onun­la kaimdir" denilmiştir. Binâenaleyh kim malını sefihlere, yani aklı kıt olanlara verip israf ettirir ve zâyiine sebep olursa, hayatın kıvamını da yitirmiş olur. Oysa aklı başında olan ve iktısad etmesini bilen kimseler, malı nemalandırırlar ve daha çok artmasını sağlarlar. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, malını israf etmeden harcayan müslümanları övmüş ve .   meselâ Furkan sûresinin 67 nci âyetinde "Allah'ın hâs kullan, sarfettik-leri zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; bunun ortası vasat olur" buyurmuştur. Buna karşılık mallarını saçıp savuranlar çok sert bir şekilde kötülenmişlerdir. İsrâ sûresinin 27 nci âyetinde bu gibiler hakkında şöyle denilmiştir: "Saçıp savuranlar, şüphesiz   şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise, Rabbına karşı pek nankördû.

Kur'ân-ı Kerîm'de iktisadı emreden, buna karşılık cimriliği de meneden âyetlerin ve Ha2reti Peygamberden rivayet edilen aynı manâ­daki hadîslerin çokluğu ve bir hayli yekûn tutması, İslâm dîninin bir ikti-sad dîni olduğunu gösterir. İşte malların aklı kıt olanlara verilmesini meneden yukarıdaki âyet-i kerîmeyi de İslâm'ın bu iktisad anlayışı içeri­sinde değerlendirmek gerekir. Zira malında iyi tasarruf sahibi olması mümkün görülmeyen aklı kıt (sefih) kişinin, malını saçıp savurması, ikti­sad anlayışıyle kaabil-i telîf değildir ve böyle olduğu içindir ki mal sahi­bi aklı kıt kimselere mallarının verilmesini Allahu Ta'âlâ menetmiştir.

Bununla beraber akılları kıt da olsa böyle kimselerin de yeyip iç­meye ve giydirilmeye ihtiyaçları vardır. Yahut evlenme çağına geldiklerinde evlenmeleri, ev bark sahibi olmaları gerekir. Bu gibi durumlarda onların velayetlerini üzerlerinde bulunduran veliler, maruf ölçüler içeri­sinde mallarının kazancından onları rızıklandırırlar. Onların kendi mal­larının kazancından veya gelirinden nzıkiandırılmaları, anamalın zaman içerisinde tükenip gitmemesi içindir. Zira aklı kıt olanlar hayatta kaldıkla­rı sürece rızıklandırılmaya muhtaçtırlar ve onların ne kadar yaşayacak­larını da Allah'tan başka kimse bilmez.

Veliler, velayetlerini üzerlerinde bulundurdukları küçük çocukları ve aklı kıt olanları, güzel sözler, vâz ve nasihatlarla da hoşnut etmelidirler. Meselâ küçük çocuklara, "bu mal senindir; ben onun sadece koruyucu-suyum; büyüdüğün zaman sana verilecektir" denilmesi, çok defa on­ların hoşuna giden sözlerdendir. Aklı kıt olanlara İse, nasihat ederek mallarını İsraf etmemelerini, israfın fakirlik ve halka muhtaç olmak gibi kötü bir netice doğuracağını anlatarak iyiyi, güzeli ve doğruyu telkînde bulunmanın aklî arızanın giderilmesinde fayda sağlayacağına şüphe yoktur.

Allahu Ta'âlâ, yetimlere mallarının verilmesini mücmel olarak em­rettikten sonra, bu malların nasıl ve ne zaman verileceğini beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: [13]

 

6 Ey veliler! Yetimleri, evlenebilecekleri yaş olan bulûğ çağına gi­rinceye kadar deneyin. Eğer bulûğ çağına girdikten sonra onlarda bir gelişme görür ve onları aklı başında bulursanız mallarını kendilerine verin. Bulûğ çağına girmiş olmalarına rağmen kendilerinde gelişme ve olgunluk göremezseniz, onları denemeye devam edin. Fakat büyüyüp de akılları başlarına gelecek ve mallarını bizden alacaklar diye israf ede­rek ve onların büyürrieleriyle yarışırcasına o malları yiyip bitirmeye kalkışmayın. Nitekim bazı veliler vardır, yetim mallarından menfeatlanır-lar. Yetimin   büyüdüğünü ve artık kendi mallarına kendisinin sahip

olmak isteyeceğini farkedince, "aman şu mal elden çıkıp gitmeden önce onunla şu işimi de göreyim" diyerek alelacele onu harcarlar. Sakın böyle bir şey yapmaya kalkışmayın.

Veliler içinde zengin olup da yetimin malından hiçbir şeye muhtaç olmayanlar, o maldan sakınıp iffetlerini korusunlar. Fakir olan ve yetimin malından geçimlerini temin etmeyi uman veliler ise, o malı korumak ve gelirini artırmak için gayret sarfetmelerinin ve vakit ayırmalarının karşılığı olmak üzere, yetim malından maruf ölçüler içinde ve israfa kaçmadan yesinler. Câri olan bir âdettir ki, yetim çok defa velisinin evinde ailenin bir ferdi olarak kalır ve veli, kendi çocuklarıyle birlikte onun bakılıp büyütülmesi ve terbiye edilmesiyle meşgul olur. Velinin kendi çocukları için yaptığı yiyecek ve giyecek masrafı yanında yetim için yapılan bir masrafın da bulunması çok tabiîdir. Eğer veli zengin ise, yetimin malından bir şeyler almaya ihtiyacı yoktur. Fakat veli fakir ise ve kendi çocuklarının ihtiyaçlarını bile karşılamaktan âciz ise, bu takdirde zengin olan yetimin malından israfa kaçmadan ve maruf ölçülerle sarfetmesinde bir beis yoktur.

Ey veliler! Velayetini üzerinizde bulundurduğunuz yetim bulûğ çağma erişir ve rüşdünü isbat ederse, siz de onun malını kendisine iade etmeye karar verirseniz, bu işi, şâhid huzurunda yapın; malı sizden tes­lim aldığını, şâhidle tesbit edin. Bu, sizin İçin elbette daha hayırlıdır.

Malın yetime teslimini şâhid huzurunda tesbit etme işi, Şafiî ve Mâlikî mezheblerine göre vâcib, Hanefî mezhebine göre mendûbtur. Vâcib olduğuna göre, terki halinde mahkemeye müracaatla hâkimin kararına uyulur. Mendûb olması halinde, şahidin terkinden bir şey lâzım gelmez. Ancak Allah, herkesi murakabe edip durmaktadır. Binâenaleyh kimin neyi gizlediğini ve neyi açıkladığını hakkıyle bilir ve ona göre hesabını görür. Âyet-i kerîmede şâhidle ilgili emirden sonra Allah'ın murakıb olarak yeter olduğunun beyanı, şahidin terki dolayısıyle mah­kemeye müracaat edildiğinde malla ilgili dâvada hâkim yanılsa ve hak zayi olsa bile, Allah katında onun zayi olmayacağına ve sahibine mut­laka iade olunacağına delâlet eder. Zira şâhidlere ve hâkimlere gizli olan şeyler Allah'a asla gizli olmaz. [14]

 

7.  Ana babaların ve yakın akrabaların (mi­ras olarak) bıraktıklarından erkekler için bir hisse vardır. Keza ana babaların ve yakın akrabaların bıraktıklarından ka­dınlar için de bir hisse vardır ve bunlar, bırakılan mal az da olsa çok da oha belir­li hisselerdir.

8.   (Mirasta hissesi olmayan) akrabalar, ye­timler ve yoksullar, taksim sırasında hazır bulunduklarında, mirastan onları da rı-züdandınn ve onlara güzel söz söyleyin, (gönüllerini alın).

9.. Arkalarında küçük çocuk bıraktıkları tak­dirde, onların geleceğinden endişe duya­cak olanlar, (yetimler hakkında da aynı) endişeyi duysunlar; Allah 'tan sakınsınlar ,    ve doğru söz söylesinler.

10. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, muhakkak ki karınlarını ateşle doldur­muş olurlar ve cehennemi boylarlar.

 

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde yetim mallarının yenmesini haram kıldıktan, bu malların, bulûğ çağına girdiklerinde yetimlere veril­mesini emrettikten, keza kadınların mehirlerinin yenmesini, yahut onlar­la mehirsiz evlenilmesin! nehyettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, yine yetimlerle ilgili olarak şu hususu zikretmiştir: Velilerin yetimler için muhafaza ettikleri miras malı, erkek ve kadın arasında müşterek bir mal­dır; yani miras kalan mâlda erkeğin hakkı olduğu gibi kadının hakkı da vardır. Câhiliye devrinde kadınlara ve küçük çocuklara miras bırak­mıyorlar, "kargı ile saldıran ve ganimet kazanan kimseler vâris olur" diyorlardı. Daha sonra Allahu Ta'âlâ, miras taksimi sırasında orada bulunan ve fakat vâris olmayan akraba, yetim ve yoksullara da miras­tan bir şeyler verip güzel sözlerle gönüllerini almalarını, velilerin kendi öz çocuklarını düşündükleri kadar yetimleri de düşünmelerini ve onlar için de aynı endişeyi duymalarını emretmiş ve nihayet yetim malını haksız yere yiyenleri en büyük azâb ile tahdit ederek karınlarının cehen­nem ateşiyle doldurulacağını haber vermiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyur­muştur: [15]

 

7 Ana babaların ve yakın akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından erkekler için bir his­se vardır. Keza ana babaları ve yakın ak­rabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir hisse vardır ve bunlar, bırakılan mal, az da olsa, çok da olsa belirli hisselerdir.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, câhiliye devrinin insanları, kadınlara ve çocuklara miras olarak hiçbir şey bırakmıyorlar, "miras, ancak at sırtında savaşa katılıp ganimet alan erkeklere verilir" diyorlardı. Rivayet olunduğuna göre, Ensardan Evs İbn Sabit vefat etmiş ve geride bir eşle iki kız ve bir küçük oğlan bırakmıştı. Onun ölümü üzerine amca oğulları Suveyd ve Arfece adlarında iki kişi vasî olarak onun bütün mallarını almış, eşine ve çocuklarına hiçbir şey bırakmamışlardı. Bunun üzerine kadın, Hazreti Peygambere gelmiş ve: "Yâ Rasûlallah! Evs İbn Sabit öldü ve geride üç küçük çocukla beni bıraktı. Ben onun eşiyim. Benim onlar için şadedecek hiçbir şeyim yok. Gerçi babaları onlara iyi bir mal bırakmıştı, ama Suveyd ve Arfece ona el koyup bana ve çocuk­lara hiçbir şey bırakmadılar." diye şikâyet etmiştir. Hazreti Peygamber Suveyd ve Arfece'yi çağırtıp meseleyi sorunca, onlar: "Yâ Rasûlallah! Çocuğu ata binemez, düşmana karşı dövüşemez; meşakkate kat­lanamaz" demişler, bundan sonra da Allahu Ta'âlâ "ana babaların ve yakın akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından erkekler için bir hisse vardır. Keza kadınlar için de bir hisse vardır." âyetini indirmiştir.

Bu âyet-i kerîmeden açıkça anlaşılmaktadır ki, ana baba, yahut yakın akrabalar vefat ettikleri zaman, ister kız olsun ister erkek olsun ister büyük olsun ister küçük olsun, bıraktıkları mal ister az olsun ister çok olsun, yetimlerine o maldan belli miktarda bir hisse veya bir hak vardır; bu hisse veya hak, herhangi bir yetim için ne artırılır, ne de ek-[16]

 

8.   (Mirasta hissesi olmayan) akrabalar, yetim­ler ve yoksullar, talsim sırasında hazır bulun­duklarında, mirastan onları da mıhlandırın ve onlara güzel söz söyleyin, (gönüllerini alın).

9. Arkalarında küçük çocuk bıraktıkları takdir­de, onların geleceğinden endişe duyacak olanlar, (yetimler hakkında da aynı) endişeyi duysunlar, Allah 'tan sakınsınlarve doğru söz söylesinler,

10. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, mu­hakkak ki karınlarını ateşle doldurmuş olur­lar ve cehennemi boylarlar.

 

8 Ölen bir kimsenin geride bıraktığı mal, yahut bulûğ çağına girmiş olan yetimlerin mallan, yahutta vasıyyet malları, vârisler, yetimler ve va-sıyyet olunanlar arasında taksim edilirken, bunların mala vâris olmayan yakınları, yetimler veya yoksullar taksimde hazır bulunacak olurlarsa, hiç gayret sarfetmeden ve güçlük çekmeden kendilerine mirastan hisse düşenler, bunlara da gönüllerinden koptuğunca bir şeyler versinler. Aynı zamanda onlara güzel sözler söyleyip gönüllerini alsınlar. Zira in­sanoğlu mala karşı çok zayıf yaratılmıştır. Akrabalarından bir kısmının meşakkatsiz mirasa konup mal sâhib! olmalarına rağmen kendilerine hiçbir şeyin isabet etmemesi, İçlerinde hasedlik damarlarının kabarma­sına sebep olabilir. Bunu önlemek ve onları da hoşnud etmek, kendi­lerine mirastan hisse düşen akrabalara aittir. Hiç şüphesiz Allah'ın ihsa­nı ile mirastan mat sahibi yaptığı vârislerin, muhtaç olan akrabalara, yetimlere ve yoksullara karşı cimrilik edildi hiçbir şey göstermemeleri hoş karşılanabilecek bir davranış değildir. Âyet-i kerîmedeki "onları da rı-zıklandırın" emri, bazt müfessirlere göre vücûb ifade eder; yani bu emre uymak ve mirasın taksimi sırasında orada bulunan ve fakat miras ala­mayanlara bir şeyler vermek miras alanların üzerine vâcibtir. Bazı mü-fessirler ise, bunun mendûb olduğunu söylemişlerdir. Hattâ miras âyet­leri nazil olduktan sonra bu emrin miras âyetleriyle neshedilmiş olduğunu söyleyen müfessirler bile olmuştur. Anoak çoğunluğun görüşü, âyetin muhkem olduğu istikametindedir ve doğru olan görüş de budur. Zira miras âyetleri, ölen bir kimsenin vârislerini ve bu vârislere mirastan isabet eden hisseleri tesbit eder ve mirasın bunlar arasında hisselerine göre taksimini emreder. Bu âyet-i kerîme ise, taksimi sıra­sında hazır bulunup da vereseden olmayan bazt akrabalara, yetimlere ve yoksullara da bir şeyler verilmesini emretmiş olsa bile, onları vâris

olarak tayin etmez ve asıl vârislere ortak kılmaz. Bu itibarla âyet-i kerî­meyi mensûh saymaya gerek yoktur. Nitekim Buhârî [17] nin İbn Abbâs'tan naklettiği bir habere göre bu âyet, mensûh değil, muhkemdir. [18]

 

9 Allahu Ta'âlâ, miras taksimi sırasında mecliste hazır bulunan, fakat vereseden olmayan akraba, yetim ve yoksullara da az bir şeyler verilmesini ve güzel sözlerle gönüllerinin alınmasını emrettikten sonra, bunu takip eden âyetinde, ölümleri halinde miras bırakacak olan kim­selere, mallarını yabancılara vasıyyet yolu ile tüketip vârislerini aç ve çıplak bırakmamaları için ihtarda bulunmuştur.

Âyet-i kerîmenin tefsîriyle ilgili değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden birine göre, Allahu Ta'âlâ yetim velilerine hitap ederek şöyle buyurmuştur: Siz, ölümünüzden sonra kendi öz çocuklarınızın aç, çıplak ve zayıf kalmalarından korkuyorsanız, velisi olduğunuz yetimler için de aynı korkuyu içinizde taşıyın ve onların, ileride, bulûğ çağına gir­dikten sonra aç, çıplak ve zayıf kalmamaları için elinizde bulundur­duğunuz mallarını heder etmeyin.

İbn Abbâs'tan rivayet olunan bir haberde de şöyle denilmiştir: Ayet-i kerîme, ölümü yaklaşmış bir adam hakkındadır. Başka bir adam, bu adamın, vârislerine zarar verecek şekilde malını başkalarına vasıyyet ettiğini işitir. Bunun üzerine Allahu Ta'âlâ, onu işiten adama Allah'tan korkmasını ve ölmek üzere olan adamı doğruya yöneltmesini emreder. Bunun için de kendi vârislerine bakmalı ve onların zayi olmasından korktuğunda onlara ne yapılmasını istiyorsa, diğer adamın da kendi vârislerine aynı şeyi yapması için onu uyarmalıdır.

Buhârî[19] ve Müslim[20]  'in rivayet ettikleri bir hadîste Sa'd İbn Ebî Vakkâs şunları anlatır: Veda haccında yahut Fetih sırasında Mekke'de hasta iken Hazreti Peygamber beni ziyarete geldi ve "Allah Sa'd İbn Afrâ'ya rahmet etsin" diye duâ buyurdu. Ben: "Yâ Rasûlallah! Malımın hepsini vasıyyet etmek istiyorum" dedim. "Hayır öyle yapma" buyurdu. Ben "yarısını vasıyyet edeyim?" dedim. "Hayır" dedi. "Malımın üçte birini vasıyyet edeyim?" dedim. Rasûlullah: "Evet, üçte biri; üçte biri de çoktur ama, olur. Ey Sa'd! Senin, vârislerini zen­gin bırakman, halka ellerini açıp dilenecek derecede fakir bırakman­dan daha hayırlıdır.Ey Sa'd! İnşallah sen, daha uzun süre yaşarsın. O zaman senin, aileni geçindirmen de bir sadakadır. Hattâ eşinin ağzına kaldırdığın bir lokma bile sadakadır. Ey Sa'd! Temenni ederim ki, Allah seni bu hastalıktan kaldırır da, müslümanlar senin gazandan faydalanır, düşmanlar da zarar görür. Rasûlullah (s.a.s.) böyle buyurduğu zaman, Sa'd İbn Ebî Vakkâs'ın vâris olarak tek bir kızı vardı. Ancak bu hastalıktan sonra daha uzun seneler yaşamış ve pek çok çocuğu olmuştur. 10 Allahu Ta'âlâ, daha sonra yetim malını haksız yere yiyenler hak­kındaki tehdidini şiddetlendirerek bir daha tekrarlamış ve bu gibilerin, karınlarını ateşle doldurmuş olacaklarını haber vermiştir. Filhakika Nisa sûresinin ilk âyetinde bütün insanlara hitabederek "Rablarından sakın­malarını" emrettikten sonra, ikinci âyetinde yetimlere mallarını verin ve kötüsünüiyisiyle değiştirmeyin" buyurmuş; yine aynı âyet içinde "onların mallarını kendi mallarınıza karıştırıp yemeyin. Zira bu, büyük bir günâh olur" demiş, 9 uncu âyette de "arkalarında küçük çocuk bıraktıkları tak­dirde, onlardan endişe duyacak olanlar, yetimler hakkında da aynı endişeyi duysunlar" diye emretmiş ve nihayet bu âyet-i kerîmede, yetim malı yiyenlerin, karınlarını ateşle doldurmuş olacaklarını bildirmiştir. Ebû Hureyre'nin Hazreti Peygamberden rivayet ettiği bir hadîste de, yetim malı yemek, helak edici yedi büyük günâhtan biri olarak zikredilmiştir. Müslim[21] rivayetine göre Hazreti Peygamber bu hadisinde şöyle buyurmuştur: "Helak edici yedi şeyden çekininiz". Yâ Rasûlallah! Onlar nedir? denildi. Rasûlullah: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı olmak dışında Allah'ın haram kıldığı bir hayatı öldürmek, yetim malı yemek, riba yemek, düşmana hücum sırasında savaştan kaç­mak, zinadan masun olup hatırından bite geçmeyen mü'min kadınlara zina isnad etmek" buyurdu. [22]

 

11. Allah, (mirasın taksimi hususunda) size, çocuklarınızla ilgili (şu hükümleri) em­reder: Erkeğe kadının İH katı kadardır. Eğer kadınlar ikiden fazla iseler, ölünün bıraktığı (terike)'nm üçte Vâsi (onlara) dir. Eğer kadın bir tek ise, yansı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babadan her biri için, tercenin altıda biri vardır. Eğer ölenin çocuğu yoksa ve anası, babası ona

vâris olmuşlarsa, üçte biri anaya aittir. Eğer ölenin kardeşleri varsa, anası için al­tıda bir hisse vardır. (Bütün bunlar) ölenin vastyyet ettiği miktarın çıkmasın­dan ve borcun ödenmesinden sonra (ba-hyye üzerinden)dtr. Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangilerinin fayda yö­nünden size daha yakın olduklarını bile­mezsiniz. Bunlar, Allah tarafından farz kılınmış hükümlerdir. Allah, şüphesiz, ilim ve hikmet sahibidir. 2. Eğer zevcelerinizin çocuğu yoksa, onların terkettikleri (miras)'nin yarısı sizindir. Eğer varsa, terkettüderinin dörtte biri size aittir. Bunlar, vasıyyet ettikleri çıktıktan ve borç ödendikten sonra (kalan mal üzerin-den)dir. Eğer sizin çocuğunuz olmamışsa, terkettüderinizin dörtte biri, zevceler için­dir. Eğer çocuğunuz varsa, terkettiğinizin sekizde biri onlara aittir. Bunlar da, va­sıyyet ettikleri çıktıktan ve borç öden­dikten sonra (geride kalan için)dır. Eğer bir erkeğe, veya bir kadına, (anası babası ve çocukları olmaksızın) kelâle olarak vâris olunursa ve onun bir erkek, yahut bir faz kardeşi bulunuyorsa, onlardan her-birine altıda bir hisse vardır. Eğer onlar bundan daha çok iseler, hepsi de, üçte bir hisseye ortaktırlar. Keza bu taksim de, (mirasçılara zarar vermeyecek şekilde) vasıyyet olunan çıktıktan ve borç öden­dikten sonra (kalan mal üzerinden)dv. Bunlar, Allah tarafından size vasıyyet edilen (hüküm)lerdir. Allah, her şeyi hak-fayle bilendir; Halimdir. 13. Bunlar, Allah'ın (kulları için koyduğu) hududlardır. Kim Allah'a ve Peygam­berine itaat ederse, Oda onu, içinde daimî kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere sokar; bu da en büyük kurtuluştur. 14. Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ve

O'nun kanunlarını tecavüz ederse, O da onu, içinde daimî kalacağı ateşe sokar. Onun için zelil edici bir azâb vardır.

Allahu Ta'âlâ, daha önce tefsîr ettiğimiz "ana babaların ve yakın ak­rabaların bıraktıklarından erkekler için bir hisse vardır. Keza ana babaların ve yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir hisse vardır." mealindeki âyetinde miras hükmünü mücmel olarak zikretmiş, yukarıdaki iki uzun âyetinde ise, mirasın ahkâm ve feraizini beyan ile, câhiliye devrinde Arapların, kadınları ve küçük çocukları mirastan meneden tevarüs sistemini ve tevarüsle ilgili diğer câhiiî âdetleri iptal etmiştir.

Câhiliye devrinde irs için belli başlı üç sebep vardı:

1) Neseb: Bu, sadece ata binen, savaşa katılıp düşmanla dövüşen ve ganimet alan erkekler içindi. Küçük çocuklar ve kadınlar hiçbir surette mirastan faydalanamıyorlardı.

2) Tebenni veya evlâd edinme: Bir adam dilerse bir başkasının oğlunu evlâd edinebiliyor ve onu kendine vâris kılabiliyor­du. Ancak İslâm, Ahzâb sûresinin ilk âyetiyle, çocuğun, kendi sulbünden olmadığı yabancı bir adama isnadıyle evlâd edinilmesini hükümsüz kıldığı gibi, onunla ilgili câhili miras âdetini de iptal etmiştir.

3) Ahid veya andlaşma: Kan bağı bulunmayan iki kişi arasında "benim kanım senin kanın; senin kanın benim kanım; ben öldürülürsem sen kanımı taleb edersin; sen öldürülürsen ben kanını taleb ederim. Ben ölürsem sen bana vâris olursun; sen ölürsen ben sana vâris olurum" denilerek yapılan andlaşmalar, câhiliye devrinde iki kişinin birbirine vâris olmasını sağlıyordu. Bu çeşit bir veraset âdeti, ancak miras âyet­lerinin gelmesiyle iptal olunmuştur.

İslâm'ın başlangıcında ve miras âyetleri henüz nazil olmazdan önce veraset, hicret ve mu'âhât esasına göre tesbit edilmiştir. Muhacir, uzak da olsa ancak başka bir muhacire vâris oluyor, fakat muhacir olmayan bir yakın, muhacir olana vâris olamıyordu. Keza Hazreti Peygamberin kardeşlik (mu'âhât) tesis ettiği iki kişiden biri de diğerine vâris olabiliyor­du. İslâm'ın başlangıcında tatbik edilen bu miras sistemini o zaman için tabiî karşılamak gerekiyordu. Çünkü birbirinin vârisi olması gereken yakın akrabaların çoğu müşrik idi. Müslümanlar ise, hem sayıca az, hem de fakir idiler. Bu sebeple aralarında yardımlaşmaya ve biribirlerine des­tek olmaya ihtiyaçları vardı. Özellikle evlerini barklarını, mallarını mülklerini Mekke'de bırakarak Medîne'ye hictet eden müslümanlar, buna daha çok muhtaç idiler. Hazreti Peyamber bu hususları gözönünde bulundurarak müslümanları güçlendirecek ve aralarındaki birliği kuvvetlendirecek bir veraset sistemi tatbik etmeye başlamıştı ki, çok geçmeden, Allahu Ta'âlâ, neseb, sıhriyyet ve velayet esasına dayanan feraiz ahkâmını inzal buyurmuş ve daha önceki tatbikatı neshetmiştir. Bu arada İslâm ulemasının çoğu, anaya babaya ve yakın akrabaya mal vesayetini farz kılan Bakara sûresinin 180 inci âyetinin de sonradan nazil olan miras âyetleriyle neshedildiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak biz, bu âyetin tefsirinde, onu mensûh saymaya gerek bulun­madığını açıkladığımız için, burada konunun yeniden ele alınmasına lüzum görülmemiştir.

Miras âyetlerinin nüzul sebeplerine gelince, Ebû Dâvûd[23] Tirmizî[24] ve İbn Mâce[25] 'nin Câbir İbn Abdullah (r.a.)'tan naklettikleri bir hadîsten öğrendiğimize göre, Sa'd İbnu'r-Rabî'ın karısı, Rasûlullah (s.a.s.)'a gelmiş ve yâ Rasûlallah! Bun­lar Sa'd İbnu'r-Rabî'ın kızları. Babaları Uhud'ta seninle birlikte dö­vüşmüş ve şehîd olarak öldürülmüştü. Onun ölümü üzerine amcaları bu iki kızın mallarını aldılar ve onlara hiç mal bırakmadılar. Mallan olmadığı için de evlenemiyorlar, demiştir. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: Bu hususta Allah hükmünü verecektir. Bundan sonra Allahu Ta'âlâ "Allah size (miras hakkında) çocuklarınızla ilgili olarak şu hükümleri emreder" âyetini inzal buyurmuştur. Hazreti Peygamber de kızların amcasına haber göndermiş ve "Sa'd'ın İki kızına malının üçte ikisini, kızların anasına ve sekizde birini ver. Geri kalanı ise, senindir" buyurmuştur. Haber verildiğine göre bu, İslâm'da miras malının ilk taksimidir.

Müslim[26] Ebû Dâvûd[27] Tirmizî[28] ve İbn Mâce[29] 'nin rivayet ettikleri bir hadîste Câbir İbn Abdullah şöyle demiştir: Hasta olduğum bir sırada Hazreti Peygam­berle Ebû Bekir, Benû Seleme yurdundaki evimde beni yürüyerek ziyarete geldiler. Peygamber beni bir şey anlamaz derecede baygın bulmuştu. Bunun üzerine su isteyip abdest aldı; sonra abdest suyun­dan bir miktar üzerime serpti. Ben hemen ayıldtm ve "yâ Rasûlallah! Malım hususunda nasıl hareket edeyim?" dedim. Bunun üzerine "Allah size (miras hakkında) çocuklarınızla ilgili olarak şu hükümleri emreder..." âyetmâzil oldu.

Âyet-i kerîmedeki hitap umumî olup ümmetin bütün mükelleflerine yöneliktir. Çünkü ölüden kalan malı taksim ve vasıyyet ahkâmını tatbik edecek olanlar da kendilerinden başkası değildir. Âyet-i kerîmede, önce

çocukların mirası zikredilmiştir. Bunun sebebi, insanların çocuklarına olan büyük sevgileri ve bağlılıklarıdır. Nitekim Hazreti Peygamber de kızı Fâtıma hakkında şöyle demiştir: "Fâtıma benden bir parçadır".[30]

 

11. Allah, (mirasın taksimi hususunda) size ço­cuklarınızla ilgili   (su hükümleri) emreder; Erkeğe kadının üd katı kadardır. Eğer kadın­lar, ikiden fazla iseler, ölünün bıraktığı (terike)nın üçte ikisi (onlara)dir. Eğer kadın

bir tek ise, yansı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babadan herbiriiçin terikenin altıda biri vardır. Eğer ölenin çocuğu yoksa ve anası, babası ona vâris olmuslarsa, üçte biri anaya aittir. Eğer Ölenin kardeşleri varsa, anası için alada bir hisse vardır. (Bütün bunlar) ölenin vasıyyet ettiği miktarın çıkmasından ve borcun ödenmesinden sonra (bahyye üzerinden)dır. Siz babalarınızdan ve oğullannızdan hangilerinin fayda yönünden size daha yalan olduklarını bilemezsiniz. Bunlar, Allah tarafından farz kılınmış hükümlerdir.

Allah, şüphesiz, ilim ve hikmet sahibidir. [31]

 

12. Eğer zevcelerinizin çocuğuyoksa, onların terkettikleri (miras)nin yansı sizindir. Eğer ço-i,                                               cuğu varsa, terkettiklerinin dörtte biri size ait­tir. Bunlar, vasıyyet ettikleri çıktıktan ve borç ödendikten sonra (kalan mal üzerindenjdır. Eğer sizin çocuğunuz olmamışsa, terkettikle-rinizin dörtte biri, zevceler içindir. Eğer çocuğunuz varsa, terkettiğinizin seldzde biri onlara âittir.Bunlar da, vasıyyet ettikleri ' çıktıktan ve borç ödendikten sonra (geri ka­lan için)dır. Eğer bir erkeğe, veya bir kadına,   babası ve çoculdan olmaksızın (kelâle olarak) vâris olumtrsa ve onun bir erkek, yahut bir faz kardeşi bulunuyorsa, onlardan her birine altıda bir hisse vardır. Eğer onlar, bundan daha çok iseler, hepsi de, üçte bir hisseye ortaktırlar.Keza bu taksim de, (mirasçılara zarar vermeyecek şekilde) vasıyyet olunan

çıktıktan ve borç ödendikten sonra (kalan mal üzerinden)dtr. Bunlar, Allah tarafından size vasvyyet edilen (hüküm)lerdirAllah, her şeyi hakhyle bilendir; Halim 'dir. [32]

 

11 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Aliahu Ta'âlâ, miras ahkâmının beyanına, ilk defa çocukların mirastaki haklarını zikretmekle başlamış ve "Allah, miras hususunda evlâdınızla ilgili olarak şu hükümleri uygu­lamanızı emreder" buyurmuştur. Hiç şüphe yoktur ki, evlâd denildiği zaman, ister erkek olsun ister dişi olsun, ister küçük olsun ister büyük olsun, bir ana babanın çocukları anlaşılır. Torun da denilen evlâd ço­cukları hakkında ulema arasında tam bir görüş birliği yoktur. Şâfiîlere göre, bunlar mecazî manâda evlâd mefhûmu içine girerlerse de, Hanefîler, eğer ölünün kendi sulbünden evlâdı kalmamışsa, evlâd lafzının hakiki manâda kullanılabileceğini söylerler. Bununla beraber erkek evlâd çocuklarının, babaları varken vâris olmasalar bile, babaları yok iken, asabe veya ashab-ı feraizden olarak, onların yerine kaim oldukla­rında hiçbir ihtilâf yoktur. Zira neseb ancak erkek evlâd ile vücud bulur.

Âyet-i kerîmenin mirasla ilgili ilk hükmü, erkek ve dişi evlâd hakkın­dadır ve Allahu Ta'âlâ, erkeğin mirastaki nasibini veya hissesini, dişinin nasîbinin iki katı olarak beyan buyurmuştur. Dikkat edilecek olursa bu beyan, "kadının nasîbi, erkeğin nasîbinin yarısı kadardır" denilerek ifade edilmemiş, fakat "erkeğin nasîbi, kadının nasîbinin iki katı kadardır" de­nilmiştir. Bu ifade, kadının mirasının maruf ve mukarrer olduğuna, erkeğin mirasının ise, kadının mirasına göre tayin ve tesbit olunduğuna delâlet eder ki, bununla, câhiliyye devrinde kız evlâdı mirastan mahrum bırakan âdetin, mutlak surette iptal edildiği gösterilmiştir.

Erkek evlâdın miras hissesinin, kız evlâdın miras hissesinden bir kat fazla oluşundaki hikmet, erkeğin, hem kendisine hem de eşine infak etmek zorunda oluşudur. Bu durumda erkeğin, hem kendisi hem de eşi için iki nafakaya ihtiyacrvardır. Kadın ise, evlenmeden önce eğer malı varsa, nafakası kendisine aittir ve tek bir nafakaya muhtaçtır; evlen­dikten sonra ise, nafakası kocasına aittir.

Dinden çıkan ve kâfir olan bir kimse eviâd mefhumu içerisinde yer almış olsa bile, Hazreti Peygamberin beyaniyle iki ayrı dîne mensûb olanlar birbirine vâris olamazlar. Kısacası din ayrılığı irse manidir.

Keza ana babadan birisini kasden öldüren kaatil de, evlâd mefhu­mu içerisinde yer almış olmasına rağmen, sünnet ve icma ile bundan çıkmış ve miras hakkını kaybetmiştir.

"Eğer kadınlar ikiden fazla iseler, ölünün bıraktığı (terike)nın üçte ikisi (onlara)diru. Âyet-i kerîmenin evlâdlar hakkındaki mirasla ilgili ikin­ci hükmü, kız evlâdın ikiden fazla olması ve bir erkek kardeşin bulun­maması halidir ki, bu durumda mirasın üçte ikisi ölen ana veya babanın kız evlâdlarınmdır.

"Eğerkadın birtekise, yarısı onundur". Bu, âyet-i kerîmenin evlâdla ilgili üçüncü miras hükmüdür. Eğer ölen ana veya babanın bir tek kızı varsa, bu takdirde kıza düşen miras, kalan malın yarısıdır.

Âyet-i kerîmenin baştarafında yer alan evlâdlarla ilgili üç hüküm, kısaca özetlenecek olursa, denebilir ki, eğer ölen ana veya babanın

1) kız ve erkek evlâdları varsa, erkek evlâdın hissesi, iki kız evlâdın hissesi kadardır; yahut kız evlâdın hissesinin iki katıdır.

2) Bir tek kızları varsa, mirasın yarısı onundur

3) İkiden fazla kızları varsa, kalan malın üçte ikisini alırlar.

Âyet-i kerîmede, ölen ana veya babanın yalnız iki kızı varsa, bun­lara düşen hisse zikredilmemiş, bu sebeple de ihtilâf konusu olmuştur. İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre, her iki kız evlâda, bir kız evlâdın hissesi olarak mirasın yarısı verilir. Fakat çoğunluğun görüşü, ikiden fazla kız evlâdın hissesi olan üçte iki istikametindedir.

Ölü ana veya babanın yalnız erkek evlâdı bulunması halinde, eğer erkek bir ise, mirasın tamamını alır. Birden fazla erkek kardeşler ise, mirası aralarında mütesaviyen paylaşırlar.

"Ölenin çocuğu varsa, ana babadan her biri için terikenin altıda biri vardır".

Aliahu Ta'âlâ, ölenin evlâdıyle ilgili miras ahkâmını beyan ettikten sonra, ölene yakınlıkları itibariyle evlâddan sonraki sırayı alan ebeveynin, yani âna ve babanın mirastaki durumlarını zikretmiştir. Buna göre, eğer ölenin çocukları varsa, ana babadan herbiri terikenin altıda birini alır. Geri kalanını ise, çocukları, erkek veya kadın olmalarına göre, daha önce anlatılan esaslar dahilinde paylaşırlar. Çocuk, tek bir er­kekse, geri kalanın tamamını, bir erkek bir kadın ise, erkek, kadının aldığının iki katını, tek kadın ise, yarısını, ikiden fazla kadın ise, üçte ikisi­ni alırlar.

"Eğer ölenin çocuğu yoksa ve anası babası ona vâris olmuşlarsa üçte bir anaya aittir. Ölenin kardeşleri varsa, anası altıda bir alır".

Ana baba ile ilgili diğer bir miras' hükmü, hiç çocuğu olmayan ölüye vâris olan ana baba İle, kardeşleri bulunan ölüye vâris oian anaya babaya düşecek olan mirasla ilgilidir. Eğer ölenin kendi sulbünden oğlu, veya oğlunun oğlu ve ilh. yoksa ve ona yalnız anası babası vâris olmuşlarsa, terikenin üçte birini ana alır; gerisi babaya aittir. Bu taksim,"erkeğin nasîbi, iki kadının nasibi kadardır" hükmü gereğince bire iki esasına dayanır. Yani ölenin anası mirastan üçte bir hisse alırken, babası geri kalan üçte iki hisseye sahip olur. Ana babanın mirastan eşit hisse almaları, ancak ölenin evlâdı olması halindedir. Yukarıda da açıklandığı gibi, ölenin evlâdı olması halinde ana babanın her biri eşit olarak altıda bir hisse alırlar. Geride kalanı evlâdındır.

"Ölenin kardeşleri varsa, anası altıda bir alır".

Eğer ölenin iki ve daha fazla kardeşleri varsa, bu kardeşler ken­dileri mirastan hiçbir hisse alamasalar bile, ananın üçte birlik hissesinin altıda bire düşmesine sebep olurlar. Bu kardeşler, ister erkek olsunlar, ister kız olsunlar, ister ana ve babaları bir olsun, ister ayrı olsun, neticeyi değiştirmez. Çünkü kardeşlerin nafakası babaya aittir. Ananın mirastan alacağı üçte birlik hissenin, ölenin kardeşleri bulunması halinde altıda bire düşmesiyle, babanın mirastan alacağı hisse artmakta ve bu artışla da kardeşlerin nafakası sağlanmış olmaktadır.

Yukarıda zikredilen mirasla ilgili bütün bu hükümlerin tatbiki, ölenin borcu ödendikten ve vasiyyeti yerine getirildikten sonra mümkün olur.Binâenaleyh ölünün varsa borcu ödenmeden, yahut vasıyyet etmişse vasiyyeti yerine getirilmeden malı verese arasında taksim edil­mez. Aksi halde vereseden hiç kimse ölenin borcunu üstlenip ödemez. Âyet-i kerîmedeki tertibe göre önce vasıyyet sonra da borç zikredilmiş ise de, miras malının mirasçılar arasında taksiminden önce vârislere vâcib olan iş, önce ölenin borcunu eda etmektir.

Allahu Ta'âlâ, önce çocukların, sonra da ana ve babaların miras­taki haklarını ve bunlarla ilgili ahkâmı beyan ettikten sonra, bir cümle-i muterıza olmak üzere "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangilerinin fayda yönünden size daha yakın olduklarını bilemezsiniz" buyurmuştur. Binâenaleyh Allah, mirastan kime ne takdir etmişse, bunların hepsi, hak sahiplerinin menfeatınadır. Bu itibarla hiç kimse, câhiliye devrinde olduğu gibi ölünün malını, menfeatının yalnız kuvvetlilerde olduğunu düşünerek çocuk ve kadınları da hesaba katmadan yalnız kuvvetli olan­lara veremez. Mirası kendi arzuları istikametinde dağıtarak Allah'ın farz kıldığı hükümlere sırt çeviremez. Hiç kimse şüphe etmemelidir ki, bun­lar gerçekten Allah'ın farz kıldığı hükümlerdir ve Allah, bu hükümlerle amel edip etmemek hususunda hiç kimseyi muhayyer bırakmamıştır.

Hiç şüphesiz Allah, insanların hangi şeylerde menfeatları bulun­duğunu bilir ve hikmeti neyi gerektiriyorsa onu öyle yapar.

Allahu Ta'âlâ, karabette asıl olan ve nesebin ana direğini teşkil eden evlâd ile ana ve babanın miras ahkâmını beyan ettikten sonra, karabette ikinci sırayı alan karı-koca ile ilgili feraizi zikrederek şöyle buyurmuştur: [33]

 

12  "Eğer zevcelerinizin çocuğu yoksa, onların terkettikleri (miras) nin yarısı sizindir1'.

Evli olduğunuz karınızın, sizden veya daha önce evli olduğu kocasından olma kız veya erkek bir çocuğu yoksa, onun ölümü halinde geride bıraktığı malın yarısı size aittir. "Eğer onların çocuğu varsa, ter-kettiklerinin dörtte biri size .Terikenin geri kalanı ise, farz sahibi, asabe ve zevil erhamdan olan akrabalarınındır. Tabiatiyle miras malının bu esaslar üzerinde taksimi, zevcelerinizin vasıyyet ettikleri miktar ile borçlarının eda edilmesinden sonra kalacak miktar üzerinden olacaktır. Bu itibarla vârisler, ancak vasıyyet ve borç için ayrılacak miktarın faz­lasını alabileceklerdir. Yukarıda da işaret edildiği gibi, borç vasıyyetten önce gelir ve ancak borç ödendikten sonra vasıyyet hükmü yerine getirilir.

Allahu Ta'âlâ, zevcelerin miras ahkâmını beyan ettikten sonra, usûl ve fürûdan hiçbir akrabası bulunmayan, yani anası ve babası olmadığı gibi evlâdı da bulunmayan, fakat kelâle yönünden kendisine vâris olunan erkek veya kadının miras hükmünü zikrederek şöyle buyur­muştur:

"Eğer bir erkeğe, veya bir kadına, babası ve çocukları olmaksızın (kelâle yönünden) vâris olunursa ve onun bir erkek, yahut bir kız kardeşi bulunursa, onlardan her birine altıda bir hisse vardır".

Kelâle, başı yanlardan kuşatan ve 'taç" manâsına gelen "ikliP den müştak bir kelime olup, usûl ve fürû dışındaki yakınlardan vâris olan kimselerdir. Rivayet olunduğuna göre Ebû Bekr es-Sıddîk'a kelâle hakkında sorulduğu zaman şu cevabı vermiştir: "Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum. Eğer doğru olursa Allah'tandır; yanlış olursa benden ve şeytandandır. Allah ve Rasûlü bundan uzaktır. Kelâle, oğlu ve babası olmayan kimsedir. Ömer İbnu'l-Hattâb da halife olunca, aynı konuda, "benbû Bekr'in kelâle hakkındaki bu görüşüne muhalefet et­mekten utanırım" demiştir. Kelâlenin tarifiyle ilgili olarak seleften ve haleften nakledilen görüş bu olduğu gibi, dört imamın görüşü de budur. Buna göre, babası ve çocuğu bulunmayan bir erkek veya kadının ölümü halinde, onun aynı anadan erkek veya kızkardeşi ona vâris olurlarsa, her birine altıda bir hisse düşer.

"Eğer kardeşler daha çok iseler, hepsi de üçte bir hisseye ortaktırlar. Keza bu taksim de, mirasçılara zarar vermiyecek şekilde vasıyyet olunan çıktıktan ve borç ödendikten sonra (kalan mal üzerinden) dır".

Ölen erkek veya kadının, babası ve oğlu olmadığı halde aynı anadan olma erkek veya kız daha çok kardeşleri varsa, bunların hepsi, mirasın üçte birini aralarında eşit olarak taksim ederler. Mirasın geri kalanı ise, farz sahibi ve asabe olan diğer vârislere aittir. Ancak daha önce de hatırlatıldığı gibi, bu taksimin de yapılabilmesi için, ölünün, önce borçlarının ödenmesi, sonra da vârislere zararı dokunmayacak şekilde vasıyyet edilmiş olması gereken malın vasıyyet edilenlere veril­mesi ve vasıyyetin yerine getirilmiş olması lâzımdır. Vârislere zararı dokunmıyacak bir vasıyyet ise, yukarıda 9 uncu âyetin tefsirinde zikret­tiğimiz Sa'd İbn Ebî Vakkâs'ın bir hadîsinden de anlaşıldığı gibi, Hazreti Peygamber tarafından üçte bir ile tahdit edilmiş, hattâ bir adamın ölümünden önce malının üçte birini vasıyyet etmesi bile çok görülmüş olmasına rağmen buna izin verilmiş, fakat üçte birden fazlası vârisler için zarar sayılmıştır. İbn Abbâs'tan rivayet olunan bir habere göre, zarar vermek kasdıyle mal vasıyyet etmek kebâirden, yani büyük günâhlar­dandır.

Ebû Dâvûd [34]İbn Mâce[35] ve Ahmed İbn Hanbei[36] 'in naklettikleri bir Ebû Hureyre hadîsinden öğrendiğimize göre, Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir adam yetmiş sene süreyle hayır ehlinin işlediği ameli işler. Fakat vasiyette bulunduğu zaman, vasıyyetinde adaletten sapar da amel defterini şer ile kapar ve cehenneme girer. Bir adam da yetmiş yıl süreyle şer ehlinin işlediği ameli işler. Fakat vasıyyetinde âdil davranır ve amel defterini hayırla kapatır da cennete girer". Hadîsin râvisi Ebû Hureyre, bundan sonra şöyle demiştir: Siz isterseniz Allahu Ta'âlânın şu âyetlerini okuyun: "Bunlar, "Allah'ın hududlandır... ilh."

İşte bütün bunlar, Allah'ın size vasıyyet kılıp emrettiği hükümlerdir. Binâenaleyh bu vasıyyeti yerine getirmek ve mucibince amel etmek, el­bette ihmal edilmemesi gereken bir görevdir. Çünkü Allah, sizin için neyin daha iyi olduğunu ve menfeatınızın nerede bulunduğunu çok daha İyi bilir. Bununla beraber emirlerine muhalefet etmeniz halinde, sizi cezalandırmak için acele etmez. Belki tevbe edip doğru yolu bul­manız için size mühlet verir. Bu itibarla sizin de kızdığınız veya hoşlan­madığınız bir akrabanıza zarar vermek için malınızı hadsiz hesapsız vasıyyet etmenize, yahut kadınları ve çocukları verasetten mahrum bırakmanıza rıza göstermez. [37]

 

13 Bunlar, Allah'ın (kullan için koyduğu) hu-dudlardır. Kim Allah 'a ve Peygamberine itaat ederse, O da onu, içinde daimî kalacakları (ağaçlan) altından ırmaklar akan cennetlere sokar; bu da en büyük kurtuluştur.

14 Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ve O 'nun kanunlarını tecavüz ederse, O da onu, içinde daimî kalacağı ateşe sokar. Onun için zelil edici bir azâb vardır.

 

13 Bunlar, yukarıdan beri zikredilen yetim malları, evlilik, ahkâmı ve mirasla ilgili hallerdir ki, hepsi de, Allah'ın uyulmasını emrettiği.terkin-den de nehyettiği hududlardır. Bir şeyin hududu, onu diğer bir şeyden ayıran sınır çizgisidir ki, Allahu Ta'âlâ şerîat ahkâmını hududla isimlen­dirmiş ve bu hududa riayet edilmesini emretmiştir. Binâenaleyh kim bu hududu tecavüz ederse, Allahu Ta'âlânın vazettiği sınır çizgisini aşmış, dolayısıyle O'nun emrine uymamış olur. Zira Allah'a itaatin şartı, O'nun, Peygamberi vasıtasıyle vazettiği hududlar çerçevesi içinde kalmak ve onları tecavüz etmemektir. Rasûlüne itaatin şartı da, onun, Rabbından din olarak getirdiği her şeye uymaktır. Bu sebepledir ki, Rasûle itaat, Allah'a itaatin aynıdır. Nitekim bu sûrenin 80 inci âyetinde Allahu Ta'âlâ "kim Rasûie itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" buyurmuştur ki, bu, Allah'a itaat etmiş olmak için, Peygamberinin Allah katından getirdiği her şeye uymanın şart olduğuna delâlet eder. Filhakika Peygamber bize, Allah'ın bizim hakkımızda kendisine vahyettiği dünya ve âhırette bize sadece faydası olan şeyleri emretmiştir.

Âyet-i kerîmede Peygambere itaatin Allah'a itaatla beraber zikredil­mesi, insanın, aklına ve mantığına rağmen hiçbir zaman vahiyden müstağni  kalamıyacağına ve  hidayet  için  dîne  mutlaka  muhtaç olduğuna işaret içindir. İnkârı mümkün olmayan bir gerçektir ki, insan­lar hangi asırda yaşamış olurlarsa olsunlar, tek başına akıl, milletlerin hidayetinde hiçbir rol oynayamamış, dînin yardımı olmaksızın hiçbir mil­let medeniyet yarışında üstün bir başarı sağlayamamıştır. Bütün medeniyetlerin esası, peygamberlere uymak ve hidayetleriyle amel et­mektir. Manevî kalkınma olmazsa, çöküntü çok çabuk başlar ve kısa zamanda maddî kalkınmadan eser kalmaz. O halde müslümanlar, medeniyet yarışını kazanmak ve maddî kalkınmada devamlılık sağ­layabilmek için Peygamberin Allah katından getirdiği dîne uymak ve dolayısıyle Allah'a itaat etmek zorundadırlar. Bu, aynı zamanda âhırette kazanacakları yüksek derecenin de şartıdır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, âyet-. i kerîmede "kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, O da onu, içinde dâîmî kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere sokar; bu da en büyük kurtuluştur" buyurmuştur. Biz, Allahu Ta'âlânın âhırette mü'minler için hazırladığı en büyük mükâfatın, ağaçlan altından ırmak­lar akan cennetler olduğuna ve bu cennetlerde ebedî kalacaklarına

îman ederiz. Fakat bunlar, gayb âlemine ait yerler olması itibariyle, onların nasıl olduklarını bilemeyiz ve onlardan söz edemeyiz. Ancak hiç şüphe yoktur ki, Allah'a ve Rasûlüne itaat edenlerin cennette sahip olacakları ebedî hayat, onlar için en büyük kurtuluştur, [38]

 

14 Buna rağmen "kim Allah'a ve Peygamberine isyan ve O'nun kanunlarını tecavüz ederse, O da onu içinde daimî kalacağı ateşe sokar. Onun için zelil edici bir azâb vardır". Bu, Allah'a ve Peygamberine isyan edenlerin cezasıdır. Bu ne büyük bir cezadır).

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyet-i kerîmede cennet ehlinden söz ederken, cemi (çoğul) sigasıyle "içinde daimî kalacakları (hâlidîne fîhâ)... cennetlere sokar" buyurmuş; fakat bu âyet-i kerîmede cehennem ehlini müfred sigasıyle "içinde daimî kalacağı (hâilden fıha) ateşe sokar" demiştir. Bu, cennet ehlinin cennet nimetlerinden beraberce ve biribir-leriyle dostluk ve ahbablık kurmuş bir ümmet olarak faydalandıklarına işaret içindir. Çünkü refah ve mutluluk içinde yaşayan insanların en be­lirgin özellikleri, birbirleriyle kaynaşarak bu refah ve mutluluklarını be­raberce kutlamaları ve günlerini şen ve şakrak, bayram havası içinde geçirmeleridir. Buna karşılık işledikleri büyük suçun cezasını çeken in­sanlar yalnızdırlar; küskündürler ve umutsuzdurlar. Gördükleri azâb, hepsini de kendi derdine düşürmüş, bir başkasıyle ilgilenme imkânı bır­akmamıştır. Bu sebepledir ki onlar, birarada bulunsalar bile bir toplum vücuda getiremezler.

Âyet-i kerîmenin zahirî manâsından anlaşılan şudur ki, Allah'a ve Peygamberine isyan ve hududunu tecavüz eden kimse kâfirdir ve ebediyyen cehennemde kalacaktır. Ancak mesele, müslümanlar arasında ihtilaflı bir meseledir ve bu ihtilâf, ehl-i sünnetten Eş'ariyye mez-hebiyle ehl-i bid'attan Mutezile mezhebi arasındadır. Mutezileye göre mürtekibul kebîre, yani büyük günâh sahibi, cehennemde ebedîdir. Ehl-i sünnete göre ise, büyük günâh işleyen kimse, kâfir olarak ölmedikçe cehennemde ebedî değildir. Böyle kimseler, Allahu Ta'âlânın Nisa sûresinin 115 inci âyetindeki "Allah, yalnız kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındaki günâhları ise, dilediği kimse için bağışlar1' kavl-i şerîfi gereğince iki şıktan hâli değillerdir:

1) Ya Allah onların günâhlarını bağışlar ve hiç azâb etmeden onları cennetine sokar.

2) Ya da günâhları kadar cezalandırır; sonra cennetine sokar.

Bu âyet-i kerîme, mü'min olan kimsenin, büyük günâh işlese bile kâfir sayılmıyacağmı açık bir şekilde göstermektedir. Ancak günâh işleyen bu kimsenin, günâha yaklaşımının, meselenin hallinde büyük önemi bulunduğunu da gözden uzak tutmamak gerekir. Nitekim öyle kimseler vardır ki, nefislerinin şehevî arzularına mağlûb olarak ilâhî emir­leri unuturlar, nehiyler ve valdler, kalblerinden çıkıp gider ve günâh işler­ler. Fakat bir süre sonra ilâhî emirler ve nehiyler hafızalarında canlan­maya başlar. Önceleri karanlıkta parıldayan zayıf bir ışık gibi iken giderek kuvvetlenir. İnsanın onu günâh işlemeye sevkeden şehevî ar­zuları tamamen sükûn bulduğu zaman, o da kendisinin, kendisini çepeçevre kuşatacak bu ışığın ortasında bulunduğunu farkeder. İşte o zaman nedamet duyguları bütün benliğini kaplar; Rabbına tevbe eder; O'ndan af ve mağfiret diler. Kendisini günâh işlemeye sevkeden nefsine levm edip onu kötüler. İşte Allahu Ta'âlânın af ve mağfiretine mazhar olarak cennetine girecek olan günahkâr mü'minler bunlardır. Bunlar büyük günâh işleyip Allah'a ve Peygamberine isyan eden, aynı zaman­da Allah'ın hududlarını tecavüz ederek ebedî cehennem azabına müstehak olan kâfirlerden farklıdırlar. Bunlar, büyük günâh işlemiş ol­salar bile, işledikleri günah üzerinde direnmezler; yaptıkları kötülüğün farkına varıp nedamet duyarlar ve ondan tevbe ederler. Nitekim Allahu Ta'âlâ daha önce tefsîr ettiğimiz Âl-i Imran sûresinin 135 inci âyetinde bu gibileri hakkında şöyle buyurmuştur: "Bunlar, bir kötülük işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlarlar da günâhlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günâhları Allah'tan başka kim bağışlar? Bunlar, işledikleri kötülük üzerinde bile bile ısrar da etmezler".

Bir kısım insanlar böyle oldukları halde, diğer bazı kimseler de var­dır ki Allah'ın haram kıldığı bir fiili, onun haram olduğunu bile bile ve fa­kat umursamazlık içinde ve cüretle irtikâb ederler. Şehvetleri sükûn bulmuş olsa bile, akılları, yeniden işleyeceği o kötülüğün plân ve prog-ramlarıyle meşgul olur ve onu, evvelkinden daha kolay işlemenin yolla­rını araştırır. Allah'a tevbe etmek ve O'ndan af ve mağfiret dilemek aklı­na gelmediği gibi, irtikâb ettikleri günâhları kat kat artırırlar. Öyle ki, bu günâhlar, kendilerini çepeçevre kuşatır da, onlar hayatlarından mem­nun, günâhlarına günâh katmakla meşguldürler. Böyleleri, Allahu Ta'âlânın, Bakara sûresinin 81 inci âyetinde tarif ettiği kimse gibidirler: "Kim bir günâh kazanır ve suçu çepeçevre kendisini kuşatırsa, işte böyleleri cehennem ehlidir; onlar orada ebedî kalacaklardır".Bunlar, arasıra tevbe edip Allah'tan af ve mağfiret dileseler bile, bu dav­ranışlarında samimi değillerdir; çünkü bu işten fariğ olunca, ilk yapacak­ları iş, önceden tasarladıkları haramı gönül rahatlığı içinde irtikâb edebil­mektir. İşte bunlar, Allah'a ve Rasûlüne isyan eden ve isyanında direnen kimselerdir. Gerçek îman ile böyle bir direnişin birarada bulunması mümkün değildir. Bu itibarla kimin günâhları çepeçevre kendisini kuşatır ve o bu günâhlar üzerinde direnir, onları terketmek istemezse,o kimseye mü'min demek doğru olmaz. O, Allah'a ve Pemgamberine isyan ve O'nun hududlarını tecavüz eden ve bu yüzden ebediyyen cehennemde kalacak olan kimselerdendir. "Onun için zelil edici bir azâb vardır.'* İnsan olarak yaratılmış olmasına rağmen İnsanlık şeref ve haysiyetine İhanet ettiği ve Allah'ın haram kıldığı en çirkin günâhlarla onu zelil ettiği için âhırette de aynı zillete mahkûm olacak ve bu yüzden göreceği ruhanî azâb, bedeninin ateşte yanmasıyle göreceği cismanî azâbtan daha şiddetli olacaktır.

Aliahım! Bizi, sana ve sevgili Peygamberine âsî olan ve hududlarını tecavüz eden kullar olmaktan koru. Bizi, dünya ve âhırette zelil etme. Cehennem azabından koru bizi, yâ Rabbî! Âmin. [39]

 

15 Kadınlarınızdan fuhşu ütikâb edenlere karşı, kendi içinizden dört şâhid getirin. Eğer •şâhidlik ederlerse, ölüm onları alıp götürünceye, yahut Allah onlar için bir yol açıncaya kadar onlan evlerde tutun.

16. İçinizden fuhşu irtikâb eden (kadın ve er­kek) leri,eziyetle cezalandırın. Eğer tevbe eder ve duzelirlerse, ikisine de eziyet et­mekten vazgeçin. Zira Allah, tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır.

17. Allah katında (makbul olan) tevbe, bil­meden kötülük işleyip de, hemen aka­binde tevbe edenlerinfddir. İşte, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği kimselerde bunlar­dır. Allah, (her şeyi) hakfayle bilendir;, hikmet sahibidir.

18. Yoksa (makbul olan) tevbe, kötülükleri işleyenlerin, sonra içlerinden birine ölüm geldiği zaman, "işte şimdi tevbe ettim" diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi değildir. İşte böyleleri için biz, elim bir azâb hazırladık.

 

Bundan önceki âyetlerde kadınlarla ilgili bazı hükümler getirilmiş ve bu hükümlerle kadınlara âit bazı haklar beyan edilmişti. Bu birkaç âyetle getirilen hükümler üzerinde biraz dikkatle durulacak olursa, şu husus apaçık görülür ki, İslâm dîni, kadına, sahip olması gereken hak­lar yönünden, erkekle aralarında hiçbir ayırım yapmadan ve onunla eşdeğerde olmak üzere insanlık tarihindeki gerçek yerini vermiş, erkeği de.onun haklarına riayet etmek ve onları korumakla görevlendirmiştir. Nitekim sûrenin daha ilk âyetlerinde insanları bir tek nefisten yarattığını, kadını da erkeğe eş olmak üzere aynı cinsten meydana getirdiğini beyan ettikten sonra, erkekleri, velayetleri altında bulunan yetim kızlar­la mallarına tamaen evlenmekten menetmiş, içlerinde böyle bir endişe bulunduğu takdirde, aralarında âdil davranmak şartıyle dörde kadar başka kadınlarla evlenebileceklerini bildirerek, onlara, evlendikleri kadınlara mehirlerini cömertçe vermelerini, onların gönül rızasıyle bağışladıkları dışında, bu mehirlerden hiçbir şey yememelerini de em­retmiştir.

Daha sonra, ana babaların veya akrabaların ölümü halinde, onlar­dan miras olarak kalan malda kadınların da hakları bulunduğunu özel­likle belirterek câhiliye devrinin kadın aleyhine olan tatbikatına son vermiş, sonra da ölen kimselerin yakınlık derecelerine göre, kadına ve diğer vârislere düşecek miras hisselerini beyan etmiştir.

Özet olarak zikrettiğimiz bu hükümler, Kur'ân-ı Kerîm'in ve tabiatıyle İslâm dîninin, kadını hiçbir surette erkekten ayırmadığını, dahası, erkeği, kadının haklarını korumakla görevlendirdiğini gösteren delillerdir. İşte, yukarıdaki fuhuş irtikâb ederek büyük günâh işleyen kadınlardan söz eden âyetleri de bu manâ içerisinde değerlendirmek gerekir. Biraz önce de açıkladığımız gibi, Allahu Ta'âlâ, kadınlara iyi davranılmasını ve hak­larının korunmasını emretmiştir. Bu, onlar için bir ihsandır; iyiliktir. Bu ihsan, dünyada, bazan sevab ile olduğu gibi, bazan da, Allah'a karşı isyan etmiş olan bir kimseyi, zor kullanarak ve ceza vererek isyanından vazgeçirmeye çalışmakla da olur. Çünkü dînin aslı, adalet ve insaf ölçüleri içinde kalarak ifrat ve tefrite düşmemektir. Bu da ancak âsîyi isyanından vazgeçirmekle sağlanır. Bilinen bir gerçektir ki, Allah'a karşı isyanın en büyüğü ve en çirkini zinadır. Bu fiil, özellikle kadında daha da büyüyüp çirkinlesin Çünkü kadınların sebep olduğu fitne daha çok ve veled-i zinasını tevris yönünden daha tehlikelidir. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, kadınlarla ilgili hükümler meyanında şöyle buyurmuştur: [40]

 

15. Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı, kendi içinizden dört şâhid getirin. Eğer şâhidlik ederlerse,Ölüm onları alıp götürünceye yahut Allah onlar için biryol açıncaya kadar onları evlerde tutun.

16.  içinizden fuhşu irtikâb eden (kadın ve erkek) leri eziyetle cezalandırın. Eğer tevbe eder ve duzelirlerse, ikisine de eziyet etmekten vazgeçin. Zira Allah, tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır.

 

15 Bu âyet-i kerîmesiyle Allahu Ta'âlâ, müslümanlara, önce fuhuş işleyen kadınların bu fiilleri işlediklerini dört şâhid ile isbatlamalarını em­retmiştir. Fuhuş, son derece kötü ye çirkin olan bir fiil veya iş hakkında kullanılmış bir kelimedir. Bütün İslâm uleması, bu kelimenin, âyet-i kerîmede zina karşılığı kullanıldığı görüşünde birleşmişlerdir. Buna göre, âyet-i kerîmedeki ilk ibarenin manâsı şöyle oiuf: Evli olduğunuz kadınlardan kim zina işlerse, buna şâhidlik edecek dört erkek şâhid getirin.

Zina işleyen kadınların bu fiillerine şâhidlik edecek dört şâhid isten­mesi, bu fiili işlediklerinin yakînen bilinmesi ve âyet-i kerîmede işaret olunan cezaların tatbik edilebilmesi içindir. Zina işlediği kesinlikle tesbit edilemeyen kadına zina isnadı büyük bir iftiradır ve ayrı bir suç sayılır.

Zinaya şâhidlik edecek dört şahidin erkek olması gerekir. İbn Şihâb ez-Zuhrî'den nakledildiğine göre, Hazreti Peygamberin ve ondan son­raki iki halifenin sünneti, haddi gerektiren suçlarda kadın sahicilerin şehadetlerinin kabul edilmemesidir. Bunun hikmeti, kadınların, ister fuhuş olsun, ister başka bir cürüm veya suç olsun, bu gibi çirkin fiillerin işlendiği, keza bu fiilleri işleyenlerin değişik şekillerde cezalandırıldığı yerlerden uzak tutulmaları, kalblerindeki rikkatin yok edilmemesi ve ce­zaya sebep kılınmamaları içindir.

Eğer dört şâhid, kadınların zina işlediklerine şâhidlik ederlerse, hem tedbir hem de ceza olmak üzere evlerinde hapsedilmeleri gerekir. Hapis sırasında, ya ölüm gelir, onları bu dünyadan alır götürür; yahutta Allah, onların evden çıkmalarını sağlayacak başka bir âyet ve başka bir hüküm getirir. Âyetin bu ibaresi, hapsin, zina işleyen kadınlar için bir ceza sayılsa bile, daha çok bir tedbir olduğuna ve onların, aynı suçu bir daha işlemelerini önlemek gayesine matuf bulunduğuna delâlet eder. İşlenen fiilin cezası ise, bu âyetle tesbit edilmemiş demektir. Nitekim bu âyetin nüzulünden sonra Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğu Müslim[41] tarafından Ubâde İbnu's-Sâmit tarikiyle rivayet edil­miştir: "Benden alınız; benden alınız. İşte Allah kadınlar için bir yol açtı: Bekâr bakire ile zina işlediğinde cezası yüz değnek ile bir yıl sürgün, bakire olmayanların cezası İse, yüz sopa ve taşla recimdir".

Bazı ulemaya göre bu hadîs, âyet-i kerîmede Allah tarafından açılacağına işaret edilen yolun beyanıdır. Kur'ân âyetinin hadîsle neshine cevaz verenler de, âyetin bu hadîsle neshedildiğini ileri sürmüşlerdir. Diğer bazılarına göre ise, bu âyeti, Nûr sûresinin 2'nci âyeti neshetmiştir; bu âyette şöyle buyurulmuştur: "Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun11.

Kanaatımızca âyet-i kerîmeyi mensûh saymaya gerek yoktur. Zira had cezası ne hadîsle ve ne de Nûr sûresinin âyetiyle kaldırılmıştır. Hapis ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kadınların aynı suçu bir daha işlememeleri için bir tedbirdir.

Âyet-i kerîmede dikkat edilmesi gereken önemli bir husus vardır: Kadınların evde hapsedilmeleri ve dışarı çıkmalarına engel olunması, ancak zina işleyen kadınlara aittir ve aynı fiili tekrar işlemelerini önlemek içindir. Buna rağmen namuslu kadınların sırf taassub doiayisıyle kocaları tarafından eve hapsolunmaları ve ihtiyaç için de olsa dışarı çıkmalarının engellenmesi caiz değildir. [42]

 

16   Allahu Ta'âlâ, zina işledikleri dört kişinin şâhidliğiyle sabit olan kadınlarla ilgili hükmü beyan ettikten sonra, yine zina işledikleri sabit

olan kadın ve erkeklerin cezalarını zikretmiş ye onların eza ile ceza­landırılmalarını emretmiştir. İbn Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre, âyette emredilen ezadan maksat, zina edenlerin sözle kınanıp azarlan­maları ve dövülmeleridir. Şu var ki bu ezanın mahiyet ve miktarı açıklan­mamış, beyanı Hazreti Peygamberin sünnetine bırakılmıştır. Ancak çok geçmeden yukarıda zikrettiğimiz Nûr sûresinin 2 nci âyeti ve Hazreti Peygamberin hadîsi, zina eden kadın ve erkeklerin cezasına açıklık getirmiş ve bu husustaki tatbikata belirli bir yön vermiştir. Buna göre, zina eden evlenmemiş kadın ve erkeklerin cezası, yüz değnek ile bir yıl sürgün, evli veya dul kadın ve erkeklerin cezası ise, yüz değnek ile ölünceye kadar taşlanmak, yani recimdir.

Allahu Ta'âlâ, zina ettikleri sabit olan kadın ve erkeklere ceza olmak üzere eziyet edilmesini emrettikten sonra, bunların zinayı terketmeleri, pişmanlık duyup tevbe etmeleri ve hallerini düzeltmeleri halinde onlar­dan el çekilip eziyetten vazgeçilmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer fevbe eder ve düzelirlerse, ikisine de eziyet etmekten vazgeçin. Zira Allah, tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır". O, tevbeleri kabul edip günahkârları bağışladıktan sonra, artık sizin için onlara ceza vermek doğru olmaz; size yaraşmaz. Bu itibarla siz de onlara eziyet etmekten, kötü söz söylemekten vazgeçin. Ancak şunun da bilinmesi gerekir ki: [43]

 

17. Allah katında (makbul olan) tevbe, bil­meden kötülük işleyip de, hemen akabinde tevbe edenleruüddir. İşte Allah'ın tevbelerini kabul ettiği kimseler de bunlardır, Allah, (her şeyi) hakktyle bilendir; hikmet sahibidir. *              18. Yoksa (makbul olan) tevbe, kötülükleri işleyenlerin, sonra içlerinden birine ölüm geldiği  zaman, "işte şimdi tevbe ettim" diyenlerin ve  kâfir olarak ölenlerin tevbesi değildir. İşte böyleleri için biz, etim bir azâb hazırladık.

 

17 Allahu Ta'âlâ, bundan önceki âyet-i kerîmesinde, zina işleyen kadın ve erkeklerin, işledikleri bu fiilden pişmanlık duyup tevbe ettikleri ve hallerini düzelttikleri takdirde, onlara eziyet etmekten vazgeçilmesini emretmiş, bu âyet-i kerîmesinde de, tevbenin vaktini ve kabul şartlarını açıklayarak, ancak vaktinde ve şartlarına uygun olarak yapılan tevbenin makbul olduğunu bildirmiştir.

Makbul olan tevbenin vakti, işlenen çirkin îiilin hemen akabidir. Yani o fiil işlendikten kısa bir süre sonra tevbe edilmelidir ki, hem aynı günâhın tekrar işlenmesi önlenmiş olsun, hem de ne zaman geleceği bilinmeyen ölümün önüne geçme ihtimali bulunsun. Çünkü insan, ken­disine ölümün ne zaman geleceğini bilemez; fakat bilinen ve muhak­kak olan bir şey vardır ki, o da her geçen günün, insanı biraz daha ölüme yaklaştırdığıdır. Binâenaleyh insan, o sayılı günler tükenip ölüm kapıyı çalmazdan önce günâhından tevbe etmelidir ki, "daha vakit var" deyip dururken tevbe edemeden ölümün pençesine düşmesin.

Makbul olan tevbenin şartlarına gelince, bu da, işlenen kötülüğün bilmeden işlenmesidir. Allah'a isyan edip günâh işleyen herkese câhil, işlediği fiile de cehalet denilmiştir. Nitekim Yûsuf sûresinin 33 üncü âyetinde Yûsuf (a.s.)'un Rabbına yönelttiği duasında şöyle dediği görülür: "Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyleder ve câhillerden olurum". "Keza Allahu Ta'âlâ Nuh'a şöyle hıtabetmiştir: "Bilmediğin şeyi benden isteme. Ben sana câhillerden ol­mamanı nasihat ederim" (Hûd sûresi, 46). Günâh işleyen âsîlere câhil denilmesinin sebebi, sahip oldukları aklı ve sevab ve ıkab hakkındaki bilgilerini kullanamamalarıdır. Eğer bunları kullanmış olsalardı, işledik­leri fiilin kötülüğünü, bu fiilin kendilerine hiçbir fayda getirmeyeceğini, aksine onu işlemekle Allah'a isyan etmiş olacaklarını anlamakta güçlük çekmezler ve ondan uzak dururlardı. Ne var ki bu câhiller, şehvetlerinin galeyana gelmesi halinde akılları başlarından gider; hakkı hakikati unutup, boyunlarına takılmış şehvet ipinin peşinde sürüklenir giderler. Ancak şehvetleri sükûn bulup akılları başlarına döndüğü zaman, yaptıklarından pişmanlık duyup Allah'tan af ve mağfiret dilerler. "İşte, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği kimseler bunlardır". Bunlar, her ne kadar cehalet içinde günâh işlerlerse de, çok geçmeden Allah'a tevbe eder­ler ve günâhın içlerine yerleşip kök salmasına fırsat vermezler. Günâh üzerinde ısrar etmezler. Allah, şüphesiz, kullarından kimin tevbesinin Nasûh tevbesi, kimin tevbesinin de yalan tevbe olduğunu bilir. Keza onların zayıf olan taraflarını da bilir ve bu yüzden düştükleri günâh çukurundan onları tevbeleriyle kurtarır ve onlara fazilet kazandırır. Eğer tevbeler kabul edilmese ve günâhlar da bağışlanmasa idi, insanların günâhtan kurtulmaları ve yeniden insanlık şeref ve faziletini kazanmaları için teşvik edici hiçbir unsur bulunmaz, aksine insanlar günâh üstüne günâh işlerlerdi. İşte bu da, Allah'ın, kullan hakkındaki tevbe ile ilgili sayısız hikmetlerinden biridir. [44]

 

18 Allah katında tevbeleri makbul olmayan kimselere gelince, bun­lar, ölüm kendilerine gelinceye kadar günâhın her çeşidine dalıp çıkan, ölüm kapılarını çalınca da, âhıreti hatırlayıp "işte asıl şimdi tevbe ettim" diyenlerdir.

Bundan önceki âyet-i kerîme ile, bu âyet-i kerîmede dikkat edilmesi gereken iki önemli husus vardır. Birincisi şudur: Allahu Ta'âlâ bir önceki âyetinde, tevbeleri makbul olan kimselerden söz ederken "Allah'ın, kabulünü kendisine vâcib kıldığı tevbe" manâsında bir ibare zikretmiştir. Bu ibareyle ilgili olarak şunu hemen belirtmek gerekir ki, bu tevbenin kabulü, Allah için zoraki olan, yahut O'nu zorlayan bir şey değildir. Allah, şüphesiz, zorlanmaktan münezzehtir. O, dilediğini yapar; dilemediğini yapmaz. Yapmadığını O'na yaptıracak hiçbir güç, hiçbir kuvvet yoktur. Bununla beraber, âyetteki bu ibareden anlaşılan manâ odur ki, Allahu Ta'âlâ, bilmeden işlediği bir günâhtan hâlis niyetle, veya samimi kalble tevbe eden kulunun tevbesini kabul etmekten asla çekinmez. O, böyle bir tevbenin kabulünü kendi kendine vâcib kılmıştır.

Allahu Ta'âlâ makbul olan tevbeyi bir önceki âyette bu manâda tav­sif ettiği halde, kabul edilmeyecek tevbe hakkında aynı kesin ifadeyi kullanmamış ve meselâ "bu tevbenin reddini kendime vâcib kıldım" dememiştir. Bu, ölüm yakalarına yapışıncaya kadar günâh işleyenlerin tevbelerinin asla kabul edilmeyeceğini beyan manâsında değil, fakat bu günahkârların, hiçbir zaman sahîh ve kabule lâyık tevbe etmedik­lerini beyan manâsındadır.

Âyet-i kerîmelerde üzerinde durulması gereken ikinci önemli husus, tevbeleri kabul edilen günahkârlardan sözedilirken "bil­meden kötülük işleyen kimseler" denildiği halde, tevbeleri makbul ol­mayan kimselerden, "kötülükleri işleyenler" şeklinde söz edilmesidir. Birinci âyette bir tek "kötülükle karşılık, ikinci âyette çoğul olarak "kötülükler" denilmesi, belli bir kötülüğün müteaddit defalar tekrar edil­diğini ve bu kötülüğe alışıldıktan sonra onu diğer kötülüklerin takip ettiğini gösterir. Bu ise, günâh üzerinde ısrar etmekten ve günâhları günâh işleyeni çepeçevre kuşatmış olmaktan başka bir manâya gel­mez. Bakara sûresinin 81 inci âyetinde "kim bir günâh kazanır ve suçu çepeçevre kendisini kuşatırsa, işte böyleler! cehennem ehlidir11 denil­miştir. Ömrünün sonuna kadar kötülük işleyip de ölüm kapısını çalınca tevbe etmeyi düşünebilen, fakat bu haldeyken tevbesi kabul edilmeyen kimseler hakkında da Allahu Ta'âlâ aynı akıbeti haber vermiş ve "işte böyleleri için biz, elîm bir azâb hazırladık' buyurmuştur. Suçu kendisini çepeçevre kuşatan kimsenin akıbetini haber veren Bakara sûresinin biraz önce zikrettiğimiz âyetiyle, işlediği günâh yüzünden tevbesi kabul edilmeyen kimsenin akıbetini gösteren yukarıdaki âyet-i kerîme arasındaki benzerlik, günahkârlar arasındaki benzerliğin bir neticesidir. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerîmede, ölümüne kadar günâh işlemeyi sürdüren, ölüm alâmetleri belirince de "işte asıl şimdi tevbe ettim" diyen kimselerle kâfir olarak ölen kimseler arasındaki benzerliğe de işaret edil­miş ve her ikisinin de tevbelerinin kabul olunmadığı ve her ikisi için de elîm bir azâb hazırlandığı belirtilmiştir. [45]

 

19. Ey îman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız ve apaçık bir fuhuş irtikâb et­medikçe (mehir olarak) verdiklerinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onlan sıkış­tırmanız size helâl değildir. Onlarla iyi ge­çinin; eğer onlardan hoşlanmazsanız, (bi­liniz H) bir şeyden hoşlanmamanız ve Allah'ın da o şeyde pek çok hayır takdir etmiş olması pek mümkündür.

20. Bir eşin yerine başka bir eş almak ister­seniz, ve onlardan birine de (mehir ola­rak) pek çok mal vermişseniz, ondan hiç­bir şey geri almayın. (Kadına) hem iftira ederek, hem de apaçık günâh yükleyerek o şeyi geri alır mısınız?

21. Hem birbirinizle o derece kaynaşmış ol­duğunuz ve onlar sizden o derece kesin bir teminat aldıkları halde, onu nasıl geri alır­sınız.

 

Allahu Ta'âlâ, bundan önceki âyetlerinde, müslümanları yetimlerle ve yetim mallarıyle ilgili câhiliye âdetlerinden menettikten, hakir görüldükleri için mirastan hisse alamayan kadın ve çocukları hak sahibi yaparak onlara insanlık şeref ve itibarını yeniden kazandırdıktan, ancak kadınların bu şeref ve itibarını mahveden ve büyük suç ve günâh sayılan fuhuş veya zina irtikâb etmeleri halinde takip edilecek yolları gösterdik­ten ve bu münâsebetle tevbenin de önemini beyan ettikten sonra, yukarıdaki âyetleriyle, yine kadınların haklarını korumak ve câhiliye dev­rinin zillet ve hakarete varan tatbikatından onları kurtarmak için müslümanlara hitabetmiş ve şöyle buyurmuştur: [46]

 

19. Ey îman edenler! Kadınlara zorla vâris ol­mana ve apaçık bir fuhuş irtikâb etmedikçe (mehir olarak) verdiklerinizin birhsmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmanız size helâl değildir. Onlarla iyi geçinin; eğer onlardan hoşlanmazsanız, (biliniz ki) bir şeyden hoş­lanmamanız ve Allah'ın da o şeyde pek çok hayır takdir etmiş olması pek mümkündür.

 

19 Buhârî[47] ve Ebû Dâvûd[48] 'un İbn Ab-bâs'tan naklettikleri bir haberden öğrendiğimize göre, câhiliye devrinde bir adam öldüğü zaman, velilerinin, ölen adamın karısı üzerinde herkes­ten fazla hakkı olurdu. Bazıları isterlerse onunla evlenir, isterlerse onu başkasıyle evlendirir, yahut onu hiç evlendirmez, evlenmesine de engel olurlardı.

Başka bir haberde de şöyle denilmiştir: Câhiliye devrinde Medine'deki bir âdete göre, bir adam öldüğü zaman malına vâris olan kişi, karısına da vâris olur, eğer onunla evlenmeyi dilerse, ölenin vermiş

olduğu mehirden başka mehir vermeden onunla evlenir; dilerse onu başkasıyle evlendirir, mehirini de kendisi alır, fakat kadına ondan hiçbir şey vermezdi. Aynı zamanda ölenden miras kalan malı kendisine ver­mesi, yahut bir an önce ölüp elindeki malın kendisine kalması için kadına baskı yapar, eziyette bulunurdu.

Bu haberler, İslâmiyetten önce kadının nasıl bir hayat sürdüğünü ve erkeğin yanında nasıl bir mevkie sahip bulunduğunu göstermeye yeterlidir. O, bu dönemde sadece bir maldı. Değeri ise, hırsları ve şeh­vetleri tatmin edebildiği ölçüde idi. Tıpkı beğenildiği zaman giyilen, biraz örselenince çıkarılıp atılan bir elbise gibi... Bu itibarla o, hırs ve şehvet­leri tatminden başka hiçbir işe yaramaz, dolayısıyle onun aile ve toplum içinde hiçbir hakkı ve hiçbir salahiyeti bulunmazdı.

İşte İslâm, ilk ışıklarını yaymağa başladığı zaman, tek bir nefisten yaratılmış olan insana eş olsun, onun derdiyle dertlenip neşesiyle neşe bulsun diye yine onun cinsinden meydana getirilen kadın böyle görünüyordu. Oysa kadının erkekten hiçbir farkı yoktu. Belki bazı yönlerden zayıf yaratılmıştı; fakat insan olarak erkek kadar şerefi ve itibarı bulunuyordu. Ancak geçen zaman içinde, nefislerini hırs ve şeh­vetin esaretine teslim eden insanlar, kadınları da nefislerinin oyuncağı haline getirmiş ve böylece onların yaratılışından sahip oldukları şeref ve itibarı yok etmişlerdi.İslâm, yok edilen bu şeref ve itibarı onlara yeniden iade etmiştir. Nitekim âyetlerini tefsîr etmeye çalıştığımız bu sûre, adından da anlaşılacağı üzere kadınlara tahsis edilmiş ve içerisinde kadın haklarını koruyan pek çok ahkâm zikredilmiştir. İşte bu âyet-i kerîme de bunlar­dan birini ihtiva etmektedir. Ailahu Ta'âlâ buyurmuştur ki: "Ey îman eden­ler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir11. Müslümanlara yöneltilen bu hitaptan açıkça anlaşılmaktadır ki, Ailahu Ta'âlâ câhiliye devrinde câri olan bir âdete uymaktan onları menetmiş ve demiştir ki: Ey Allah'a ve Rasûlüne îman edenler! Kadın haklarını hiçe sayarak, sanki onlar mal yahut köle imiş gibi, kendinize onları miras kılmaya ve onlar da buna rıza göstermedikleri halde, zorla ve tehditle onları dilediğiniz gibi kullanmaya kalkışmayın. Onlar ne mal ne de köledir. Bu sebeple onları zorla kendinize miras kılmanız, size asla helâl değildir.

Keza kocaları ölmüş kadınları, kendilerine kocalarından kalmış mal-îara sahip olmak için, zorla ve tehditle elinizin altında tutmanız, malları size miras kalsın diye, onlar istemeseler bile zorla onları nikâhınız altına almanız, aynı şekilde size haram kılınmıştır.

"Apaçık bir fuhuş irtikâb etmedikçe (mehir olarak) verdiklerinizin bir kısmını alıp götürmeniz İçin, onları sıkıştırmanız da size heiâl değildir."

Keza evlenip mehirlerini verdiğiniz kadınlarınızdan hoşlanmadığınız ve kendilerini terketmeyi düşündüğünüz, yahut başka sebepler yüzün­den onlardan ayrılmaya karar verdiğiniz takdirde, onlara verdiğiniz me-hirlerin bir kısmını almak için onları sıkıştırmanız ve onlara eziyet etmeniz de helâl değildir.

Ancak kadınlardan, zina, hırsızlık ve bunun gibi apaçık fuhuş işleyenler olursa, o zaman kocalarının onlara verdikeleri mehirleri geri alabilmeleri için onları sıkıştırmalarında ve onlara eziyet etmelerinde bir beis yoktur. Şu var ki, onların fuhuş işledikleri açık ve kesin bir şekilde anlaşılmış olmalıdır. Zira bazı kocalar, karıları hakkında yanlış bir zanna, yahut kötü bir şüpheye düşerler ve onlara işlemedikleri bir kötülüğü is-nadla iftirada bulunurlar ki, bu büyük bir zulümdür. Bu itibarla kadınlar, cezalandırılmalarını gerektiren ağır bir suç işlemedikçe, onlara ver­diğiniz mehirleri geri almak, yahut kendilerine düşen mirası ele geçir­mek maksadıyle onlara baskı yapmanız, eziyet etmeniz ve onları çeşitli şekillerde sıkıştırmanız size asla helâl değildir.

"Onlarla iyi geçinin" ve onlara iyi muamele edin. Onlar da size karşı iyi davransınlar. Eşler arasında iyi geçim, ancak karşılıklı olarak biribir-lerinin haklarına saygı göstermek ve biribirlerine karşı iyi davranmakla mümkün olur. Nitekim Rûm sûresinin 21 inci âyetinde "Size kendi nef­sinizden kendisiyle huzura kavuşabileceğiniz eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması Allah'ın delillerindendir" buyurulmuştur ki, bu âyet-i kerîme, aile hayatının sadece sevgi ve merhamet temelleri üzerine kurulması gerektiğini açık bir şekilde gösterir.

Bununla beraber kadınlarınızın ahlâklanndaki bir ayıb, yahut kendi ellerinde olmayan bir yaratılış bozukluğu, yahut bir çok kadında olduğu üzere ev işlerini gerektiği şekilde yapamamaları, yahutta sizden başka bir erkeğe meyledip size karşı oları görevlerini yerine getirmemeleri sebebiyle ttonlardan hoşlanmazsanız, (bilesiniz ki), bir şeyden hoşlan­mamanız ve Allah'ında o şeyde (sizin için) pek çok hayır takdir etmiş ol­ması pek mümkündüf.Bu takdirde onları sıkıştırmakta ve onlardan ay­rılmakta acele etmemeniz, fakat sabır göstermeniz sizin için daha hayırlı olur. Çünkü nefsin hoşlanmadığı öyle şeyler vardır ki, din yönünden insan için çok iyi ve çok faydalıdır. Meselâ denebilir ki, erkeğin hoşlan­madığı ve ayrılmaya karar verdiği karısı, kocasına verdiği son derece hayırlı bir evlâd sayesinde onun gözünde yücelir ve kıymet kazanır. Keza erkeğin sabretmesi ve karısına iyi muamele etmesi sayesinde kadının hali düzelir ve kocasına yaptığı hayat arkadaşlığı sayesinde, beraberce dünyanın en mutlu günlerini geçirirler. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin 216 ncı âyetinde "bir şey sizin hakkı­nızda   hayırlıdır   da, siz onu kötü görürsünüz; bir şey hakkınızda

şer olduğu halde, ondan hoşlanırsınız. Bunu siz bilemezsiniz de Allah bilir" buyurmuştur.

Netice olarak İslâm, kadınlara karşı iyi davranılmasını, eşleri onlar­dan hoşlanmasalarbile, kendilerinde hayır bulunacağı ümidiyle sabret­melerini ve büyük kötülük işlemedikçe onlara eziyet edilmemesini em­retmiş, eğer mutlaka onlardan ayrılmak gerekirse, bununla ilgili olarak da şöyle buyurmuştur: [49]

 

20.  Bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz ve onlardan birine de (mehir olarak) pek çok mal vermişseniz, ondan hiçbir şey geri al­mayın. (Kadına) hem iftira ederek^ hem de apaçık günâh yükleyerek o şeyi geri alır mi­sina?

21. Hem birbirinizle o derece kaynaşmış olduğu­nuz ve onlar sizden o derece kesin bir teminat aldıkları halde, onu nasıl geri alırsınız?

 

20 Biraz önce de işaret edildiği gibi, bazı halleri dolayısıyle karı­larından hoşlanmasalar bile, onlarda yine de hayır bulunacağı ümi­diyle sabretmeleri ve hoşnudsuzluklarını onlara karşı iyi davranarak hoşnudluğa çevirmek için gayret sarfetmeleri, erkekler için elbette denenmesi gereken ilk ve en hayırlı davranıştır. Bununla beraber eğer hoşnudsuzluk ve tahammülsüzlük son hadde ulaşır ve artık sabır müm­kün olmazsa, erkek, apaçık bir fuhuş irtikâb ettiği veya bir kötülük işlediği sabit olmadığı halde karısından ayrılmaya ve onun yerine başka bir eş almaya karar verebilir. İşte, Allahu Ta'âlâ, yine kadının hakkını ko­rumak ve onun herhangi bir surette zarar görmesine engel olmak için, erkeklere hitap etmiş ve demiştir ki: Hoşnudsuzluğunuzun son hadde ulaştığı ve sabrınızın tükendiği eşlerinizi bırakmaya ve onların yerine başka eşler almaya karar verirseniz, onlara mehir olarak ne kadar çok mal vermiş olursanız olun, sakın o maldan hiçbir şey geri almayın. Hattâ kendilerine henüz vermediğiniz mehirden bir miktar mal varsa, borçlu olmanız dolayısıyle bunu onlara vermeniz gerekir. Çünkü hiç günâhla-, rı olmadığı halde, onları sadece kendi arzunuz ve kendi menfeatınız için terkeden ve onların yerine başka eşler almayı düşünen sizsiniz. Yoksa onlara iftira ederek ve günâh yükleyerek mi verdiğiniz mehiri geri ala­caksınız? Zira bazıları, karılarını boşamak istedikleri zaman, onlara fuhuş isnad etmeyi, mehirlerini bu iftira ile onlardan kolayca geri almayı âdet haline getirmişlerdir. [50]

 

21 Fakat siz böyle bir şeyi nasıl yaparsınız? Birbirinizle evlendiğiniz zaman, kalbleriniz birbirinize karşı sevgi ve şefkat duygularıyle dopdolu idi. Bir yastığa beraberce baş koymuştunuz. Kısacası siz ikiniz tek bir vücud gibi olmuştunuz. Ayrıca eşleriniz sizden, umursamazlık ede­meyeceğiniz kesin bir söz de almışlardı ve bu söz, sizi birbirinize bağlayan nikâh akdi sırasında alınmıştı. Bu söz, bir çok müfessirin it­tifakla zikrettikleri Bakara sûresinin 229 uncu âyetindeki Allahu Ta'âlâ-nın kadınlar adına erkeklerden aldığı sözdü ve nikâhın şartı olarak er­keklere şöyle denilmişti: "Ya bilinen usûlde tutmak, ya da iyilikle sa­lıvermek." İyilikle salıvermenin manâsı, elbette eşlerinizi boşadığınız zaman, onlara verdiğiniz mehiri geri alabilmek için fuhuş isnad ve if-tiralarıyle onları korkutmak ve nefislerini sizden mehir karşılığı satın al­malarını temin etmek değildir. Fakat iyilikle salıvermek, kocaları ta­rafından terkedildikleri için, hayatta yemiş oldukları en büyük darbenin acısını onlara hissettirmiyecek şekilde onların güzellikle ayrılmalarını sağlamak manasındadır. Siz onları, işte bu şartla nikâhınız altına al­dığınız halde, şimdi, verdiğiniz mehiri geri almak için nasıl olur da on­lara işkenceyi reva görürsünüz? [51]

 

22.   Babalarınızın evlendikleri kadınlarla ev­lenmeyin. Ancak geçmişte olan müstesna (Bu yüzden size bir vebal yoktur). Bu, bir fuhuş, çirkin bir davranış ve kötü bir âdet idi

23.  Analarınız, kızlarına, hzkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş ku­lan, lazkardeş fazlan, sizi emziren (süt) analarınız, sütkardeşleriniz, kanlarınızın anaları, kendileriyle zifafa grdiğiniz ka­nlarınızdan olup yanınızda büyüttüğünüz üvey fazlarınız, -eğer analanyle zifafa gir­memiş iseniz, (üvey faztannızla evlenme­nizde) bir beis yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleri (ile evlenmeniz) ve iki fazkardeşi (nikâhınız altında) bir­leştirmeniz size haram kılınmıştır. Ancak (bunlar haram kılınmazdan önce) geçen geçmiştir. (Bu yüzden üzerinize bir vebal yoktur). Allah, şüphesiz çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

 

Allahu Ta'âlâ, bundan önceki âyetlerinde ve sûrenin baştarafların-da, yetim kızların nikâhından söz etmiş ve erkeklerin, velisi oldukları yetim kızlarla evlendikleri takdirde, onlara karşı âdil davranamamak-tan korkarlar ve sırf malları için evlenmiş olmaktan endişe duyarlarsa, onların yerine başka kadınlarla evlenebilecekleri hükmünü getirmiş, bir kaç âyet öncesinde de, erkeklerin bir eşin yerine başka bir eş almak is­tediklerinde, boşadıkları eşlerine, evlenirken mehir olarak pek çok mal vermiş olsalar bile, bu maldan hiçbir şeyi geri almanın helâl olmadığını beyan etmiştir. Zikrettiğimiz bu örneklerden, Nisa sûresinin daha ilk âyetlerinden itibaren evlenen erkek ve kadınlardan ve bazı evlilik hü­kümlerinden söz edildiği anlaşılınca ve bir âyette, erkeğin, aralarında âdil davranmak şartıyle dön: kadına kadar nikâhı altında birleştire­bileceğine işaret edilerek alabileceği kadın sayısı özellikle açıkla­nınca,      evlenmek    isteyen bir erkeğin, hangi kadınlarla evlene­bileceğinin ve hangi  kadınlarla evlenemeyeceğinin bilinmesi, yahut başka bir ifadeyle hangi kadınların erkeğe helâl, hangi kadınların da

haram olduğunun öğrenilmesi zaruri bir ihtiyaç haline gelir; ta ki ilk defa evlenecek olan, yahut eşini bazı sebepler dolayısıyle başka bir eşle değiştirmeyi düşünen erkek, kendisine haram olan bir kadınla evlen­mek durumuna girmiş olmasın. Zira kim anasıyle, yahut kızkardeşiyle evlenir de onunla karıkoca hayatı yaşar? Fakat haram olan sadece ana ve kardeş değildir; onların yanında başka kadınlar da vardır ve onlarla da evlenmek, ana ve kızkardeş kadar haramdır. Haram olan kadınlar arasında en ufak bir ayırım yapılamayacağına göre, hepsi de erkek için anası gibidir; yani onların haram oluşu, anasının haram oluşundan fark­lı değildir.

İşte, Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyet-i kerîmelerin devamı olarak, evlenecek olan erkeklerin bilip öğrenmelerinde zaruret bulunan haram kadınları bu âyet-i kerimelerinde açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [52]

 

22.    Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin. Ancak geçmişte olan müstesna (Bu yüzden size bir vebal yoktur). Bu, bir fuhuş,çirkin bir davranış ve kötü bir âdet idi

 

22 Babaların evlendikleri kadınlarla oğullarının evlenmelerini şid­detle meneden bu âyetin bundan sonra zikredilecek olan haram ka­dınlarla ilgili âyetten ayırt edilmesi ve bu iki âyette zikredilen kadınların hepsinin de haram kılınmış olmasına rağmen baba karısının müstakil bir âyette ayrıca ele alınması, âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi, bir erkeğin babasının evlendiği kadınla, yani üvey anasıyle evlenmesinin ne kadar çirkin bir iş ve ne kadar iğrenç bir fuhuş olduğunu belirtmek içindir. Bazı haberlerden öğrendiğimize göre, câhiliye devrinde, bir adam Öldüğü zaman, o adamın oğlu, geride bıraktığı karısına herkesten fazla hak sahibi olur, dilerse onu kendisine nikâh eder, dilerse başka-siyle evlendirirdi. Kısacası ölen adamın karısı oğluna miras kalırdı. En-sarın sâlih kişilerinden biri olan Ebû Kays İbn Eslet ölünce, oğlu Kays, ölenin geride bıraktığı karısıyla evlenmek İstemiş, fakat kadın ona şu cevabı vermişti: "Ben seni oğlum olarak görüyorum. Sen, kavminin sâlih kişilerinden birisin. Ben, bu meseleyi Allah'ın Rasûlüne bir danışa­cağım". Bundan sonra kadın Hazreti Peygambere gelmiş ve ona: "Ebû Kays öldü; fakat kavminin sâlih kişilerinden biri olan oğlu benimle ev­lenmek istiyor; halbuki ben onu oğlum sayıyorum. Buna ne dersin?"

demiş, Hazreti Peygamber de ona şöyle buyurmuştur: "Evine dön. Her halde Allah senin hakkında bir şey indirir". Bundan sonradır ki Allahu Ta'âlâ "babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin" âyetini indir­miştir.

Şüphesiz âyetin nüzul sebebini tek bir hâdiseye bağlamak doğru değildir. Çünkü daha önce de çeşitli vesilelerle belirttiğimiz gibi, câhi­liye devrinde kadının maldan veya köleden farkı yoktu. Ölen bir adamın malı onun erkek olan yakınlarına miras kalır, karısı ise, bu maldan hiç faydalanamadığı gibi, bizzat kendisi de diğer mal ve köleler gibi vâris­lere miras olarak verilirdi. Tabiatıyle ölenin yetişkin olan oğlu, bu vâris­lerin başında gelir ve öz anası olmayan babasının diğer kanlarının mâli­ki olurdu. İslâm geldiği zaman Araplar arasında bu âdet çok yaygındı. Bu sebeple âyet-i kerîmenin nüzulüne, yukarıda zikrettiğimiz Ebû Kays hâdisesi kadar diğer benzer hâdiselerin de sebep olduğuna şüphe yoktur. Nitekim tefsîrlerde sebeb-i nüzul olarak zikredilen başka isim­lere de rastlamak mümkündür. Meselâ babasının karısıyle evlenen el-Esved İbn Halef, babasının karısı Fâhıte Bintu'l-Esved İbni'l-Muttalib ile evlenen Safvân İbn Umeyye İbn Halef ve babasının karısı Muleyke Bint Hârice ile evlenen Manzûr İbn Reyyâb bunlardandır.

Allahu Ta'âlâ, Araplar arasında câri olan bu âdeti müslümanlara menetmiş, "anca/c geçmişte olan müstesna" buyurmak suretiyle, bu âyetin nüzulünden önce babalarının eşleriyle evlenenlerin, bu fiillerin­den dolayı sorumlu tutulmayacaklarını beyan etmiştir. Bu beyan, böyle bir evlenmenin ne derece çirkin ve şeni bir fiil olduğunu göstermeye yeterlidir. Bununla beraber Allahu Ta'âlâ bu çirkinliği ayrıca belirtmiş ve bunun "bir fuhuş, çirkin bir davranış ve kötü bir âdet olduğunu zikret­miştir. Zira akl-ı setîm sahibi olan hiç kimse bu fuhuşu irtikâb etmez. İrti-kâb edenin ise, ne aklı ve ne de dîni vardır.

Bir erkeğe evlenmesi haram olan diğer kadınlara gelince, Allahu Ta'âlâ, bunları şöyle sıralamıştır: [53]

 

23. Analarınız, kızlarınız, hzkardeşleriniz, hala-lannız, teyzeleriniz, erkek kardeş kalan, siziemziren(süt) analarınız, sütkardeşleriniz, kartlarınızın anaları, kendileriyle zifafa girdiğiniz kanlarınızdan olup yanınızda büyüttüğünüz üvey kızlarınız, -eğer anala-nyle zifafa girmemiş iseniz, (üvey kızları­nızla evlenmenizde) bir beis yoktur- kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleri (ve evlenmeniz) ve iki hzkardeşi (nikâhına altın­da) birleştirmeniz size haram kılınmıştır. Ancak (bunlar haram kılınmazdan önce) geçen geçmiştir. (Bu yüzden üzerinize bir vebal yoktur). Allah, şüphesiz, çok bağış­layıcı, çok esirgeyicidir.

 

23 Âyet-i kerîmede, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar, başlıca üç gurupta zikredilmiştir. Birincisi, neseb yoluyla evlenilmesi haram olan kadınlardır ki, bunlar da üç kısımda ele alınmıştır:

1)  Usûl yönünden, yani ana tarafından nikâhı haram olan kadınlar­dır. Âyet-i kerimede "analarınızla evlenmeniz size haram kılındı" buyurul-mak suretiyle buna işaret edilmiştir. Ana sözü içerisinde cedde denilen baba anaları ve ana anaları da dâhildir.

2)  Fürû yönünden, yani erkeğin çocukları yönünden evlenilmesi haram olan kadınlardır. Âyet-i kerîmede ''kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" buyurulmak suretiyle, erkeğin kendi sulbünden gelen kız­ları ve diğer evlâdının kızları murad edilmiştir.

3)  Havaşi denilen ve erkeğin yan akrabaları olan kadınlar yönün­den evlenilmesi haram kılınanlardır. Bunların bir kısmı yakın akrabalar olup, erkeğin ana-baba bir veya ana, yahut baba ayrı kızkardeşlerdir. Allahu Ta'âlâ bunlara "kızkardeşlerinizle evlenmeniz size haram kılındı" buyurarak işaret etmiştir.

Uzak olan yan akrabalar ise, erkeğin ana ve babasının yakın yan akrabaları, yani kızkardeşleriyle kız ve erkek kardeş kızlarıdır. Âyet-i ke­rîmede birincilere "halalarınız ve teyzelerinizle evlenmeniz size haram kı­lındı", ikincilere de "erkek ve kızkardeş kızlarıyla evlenmeniz size haram kılındı" buyurularak işaret edilmiştir.

Âyet-i kerîmede birinci gurupta zikredilen ve neseb yönünden ken­dileriyle evlenilmesi haram kılınan kadınlar bunlardır.

İkinci gurup, emzirme yoluyla evlenilmesi haram olan kadınlardır ki, bunlar, sütanalarıyle onların kızları, yani anayı emen erkeğin süt kız-kardeşleridir. Allahu Ta'âlâ bunlara "sizi emziren analarınız ve süt­kardeşlerinizle evlenmeniz size haram kılındı" buyurarak işaret etmiştir. Ancak âyet-i kerîmede yalnız sütana ile sütkardeş zikredilmiş ise de, bunların da birinci gurupta neseb yoluyla haram kılınanlar gibi yedi çeşit kadın olduğu hususunda icmâ hâsıl olmuştur. Zira Hazretİ Peygamber­den sahîh olarak rivayet edilen ve Buhârî [54]

ve Müslim[55] de de yer alan bir hadîste "nesebten haram olan sütden   de   haram olur" denilmiştir. Buna göre âyet-i kerîmede zikredilen sütana asıl, kızkardeş ise fer'dir ve bunlarla bütün usûl ve fürû'a1 işaret edilmiş olmaktadır.                                                                        ı

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, emzirmekten dolayı bir kadının haram olması, emzirme işinin maruf olan vakit ve süresi içinde yapılmasına bağlıdır. Zira Allahu Ta'âlâ Bakara sûresinin 233 üncü âyetinde "analar, emzirmeyi tamamlatmak isteyen kimseler için, çocuk­larını iki tam yıl emzirirler" buyurmuştur. Müslim [56]

tarafından nakledilen bir hadîsinde ise, Hazreti Peygamber "bir yahut iki kere emmek haram kılmaz" buyurmuştur ki, bu, emzirme işinin gerçek manâda vukubulması gerektiğini göstermektedir.

Âyet-i kerîmede kendileriyle evlenilmesi haram kılınan kadınlardan üçüncü gurupta zikredilenler İse, sıhrî hısımlık yoluyla haram olanlardır, bunlar:

1)  Eşlerin anaları, yani kayın validelerdir ki, âyet-i kerîmede "ka­rılarınızın analarıyle evlenmeniz size haram kılındı" buyurularak zikredil­miştir. Bu tahrim, cedcteyi, yani kayın validenin anasını da şâmildir,

2)  Eşlerin başka kocadan olan ve yanlarında getirip büyüttükleri kızlarıdır. Ancak erkeğe üvey kızının haram olması, eşiyle zifafa girmiş olmasına bağlıdır. Eğer erkek, evlendiği kadınla zifafa girmemiş ise, o kadının kızıyle evlenmesinde bir mahzur yoktur. Kızıyle evlendikten sonra da, artık onun anası kendisine haram olur. Âyet-i kerîmede buna "kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup yanınızda büyüttüğünüz üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı. Eğer analarıyle zifafa gir­memiş iseniz, (üvey kızlarınızla) evlenmenizde bir beis yoktur" sözleriyle işaret edilmiştir.

3) Erkeğin kendi sulbünden olan oğullarının eşleridir. Binaenaleyh bir erkek, kendi oğlunun kansıyle, yani geliniyle evlenemez. Evlenmesi kendisine haram kılınmıştır. Oğul lafzı, erkeğin oğlunun oğlu ile kızının oğlu olduğu kadar, yukarıda zikrettiğimiz sütkardeş oğlunu da şâmil­dir. Kısaca ifade etmek gerekirse, erkeğe, oğullarının, torunlarının ve emzirme ile hâsıl olan oğul eşleri haram kılınmıştır; onlarla evlenemez. Âyet-i kerîmede buna "kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleriyle evlenmeniz size haram kılındı" sözüyle işaret edilmiştir.

Burada dördüncü gurup olarak zikredilebilecek olan, ancak arızî bir sebeple haram kılınan, bu sebep ortadan kalkınca tahrimi de sona eren bazı kadınlar vardır ki, bunlar, baldız da denilen eş kardeşleridir. Allahu Ta'âlâ bunlar hakkında "iki kız kardeşi nikâhınız altında birleştir­meniz size haram kılındı" buyurmuştur. Buna göre bir erkek, ister her ikisini de nikâhı altına alarak, ister birisini nikahlayıp diğerine câriye gibi sahip olarak iki kızkardeşe aynı zamanda koca   olamaz. Bu tahrim;kadın İle onun halasını veya teyzesini bir nikâh altında birleştirmeyi de şamildir. Çünkü iki kızkardeşin bir nikâhta birleştirilmesine engel olan illet, kadınla halası veya teyzesinin birleştirilmesinde de mevcuttur ki, bu da, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği akrabalık bağlarının koparılma­sı manâsına gelir. Bu hususta bilinmesi gereken kaide şudur: İki kadın­dan birisinin erkek olduğu bir an için farzediise, birbiriyle evlenmeleri haram olan iki kardeşin, kadın olması halinde bir erkeğin nikâhı altında birleşmesi de haram olur. Ancak âyet-i kerîmeyle iki kızkardeşin bir erkeğin nikâhı altında birleştirilmeleri haram kılınmazdan önce bu şekilde evlenmiş olanlar bundan sorumlu değillerdir. Bu itibarla onları muaheze etmeye gerek yoktur. Zira Allah, çok bağışlayıcı ve çok esir­geyicidir. İnsanın bilmeden işlediği günâhlardan dolayı onu muaheze etmez. İbn Abbâs'tan gelen bir haberden öğrendiğimize göre, câhiliye devrinde Araplar, Allah'ın haram kıldığı bu evlilik şekillerini biliyorlar ve onlar da haram sayıyorlardı. Yalnız babalarının evlendikleri eşlerle ev­leniyor ve iki kızkardeşi bir arada alabiliyorlardı. Allahu Ta'âlâ, bu âyet­lerinde, diğer evlilik şekilleri meyanında bu iki evliliği de haram kılınca "geçen geçmiş, olan olmuştur" buyurarak, bu evliliklerin, haram kılın­mazdan önce vukubulması halinde, evlilerin sorumlu tutulmayacakları­nı da beyan buyurmuştur. Şu var ki haram kılındıktan sonra böyle bir evliliğin devam etmesi de artık mümkün değildir. Nitekim Ebû Dâvûd [57]ve İbn Mâce[58] nin rivayet ettikleri bir had­isten öğrendiğimize göre, câhiliye devrinde iki kizkardeşle evli olan Fîrûz ed-Deylemî'ye müslüman oiunca Hazreti Peygamber, "hangisini dilersen onu boşa" buyurmuştur. [59]

 

24.  (Savaş esiri olarak) mülkiyeti elinize geç­miş olan (kâfir câriye kadın) lar dışında, kocası bulunan diğer bütün kadınlar da, Allah'ın üzerinize yazılı farzı olarak size haram kılınmıştır. Bunların dışındakiler ise, namuslu bir şekilde ve zinadan kaça­rak, mallarınızla (mehrini verip evlenmek için) arzu etmeniz size helâl kılınmıştır. (Evlenümesi size helâl kılınan kadınlar­dan) kendisiyle evlenip faydalandığınıza, takdir olunan ücret (mehir) lerini verin. Mehrin takdir edilmesinden sonra, ara­nızda gönül nzastyle (yeni bir miktar üze­rinde) anlaşmanızda size bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakhyle bilen­dir; mutlak hüküm sahibidir.

 

25.   İçinizden her kim, hür müslüman kadın­larla evlenmeye maddî gücü yetmezse, mülkiyetiniz altında bulunan mü'min ca­riyelerinizden alsın. Allah, sizin îmanla­rınızı çok daha iyi bilir. Sizler birbiriniz-densiniz. O halde namuslu olmaları, zina etmemeleri ve gizli dost edinmemeleri ha­linde, onlan sahiplerinin izniyle kendinize nikahlayın; maruf ölçüler içinde mehir-lerini de onlara verin. Evlendiklerinde, eğer fuhuş irtikâb ederlerse, kendilerine, hür kadınlara tatbik edilen cezanın yansı verilir. (Cariyelerle evlenmek hususunda­ki) bu hüküm, içinizden meşakkate kat-lanmayıp (zinaya sapmaktan) korkan kimseler içindir. Fakat (cariyelerle evlen­mek yerine, iffetli yaşayıp) sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

 

Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde haram olan kadınları zikrettikten, bunlarla evlenmenin, iki kızkardeşi birleştirme dışında, ebediyyen haram kılındığını beyan buyurduktan sonra -iki kızkardeşin bir erkeğe eş olarak birleştirilmesi arızî bir haldir ve haram olan budur; fakat eşin ölümü, yahut boşanması halinde, erkeğin diğer kizkardeşle evlenmesi haram değildir- yukarıdaki ilk âyetinde, hem haram kılınan kadınlar konusunu tamamlamak, hem de erkeğin evlenebileceği kadınlara işaretle geçımli bir aile yuvasının kurulmasını sağlamak maksadıyie mehir meselesine yeniden dönmüş ve evlenecek erkeklere bu konuda bazı tavsiyelerde bulunmuştur.

İkinci âyetinde ise, maddî imkânsızlıklar sebebiyle evlenmeye gücü yetmeyenlere, cariyelerle yetinmelerini, sahiplerinin izniyle namuslu bir cariyeyi eş edinmelerini ve maruf ölçüler içinde mehirlerini vermelerini tavsiye etmiş, buna rağmen evlendikten sonra, yine de fuhuş irtikâb eden cariyeye tatbik edilecek cezayı göstermiş, fakat sabretmesini bilen erkeklerin, câriye ile evlenmekyerine sabretmelerinin kendileri için daha hayırlı olduğunu belirtmiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [60]

 

24. (Savaş esiri olarak) mülkiyeti elinize geçmiş olan (kâfir câriye kadın) lar dışında, kocası bulunan diğer bütün kadınlar da, Allah'ın üzerinize yazılı farzı olarak size haram kılın­mıştır. Bunların dışındakiler ise, namuslu bir şekilde ve zinadan kaçarak, mallarınızla (mehrini verip evlenmek için) arzu etmeniz size helâl kılınmıştır. (Evlenilmesi size helâl kılınan kadınlardan) kendisiyle evlenip fay­dalandığınıza, takdir olunan ücret (mehir)lerini verin. Mehirin takdir edilmesinden son­ra, aranızda gönül nzasıyle (yeni bir miktar üzerinde) anlaşmanızda size bir vebalyoktur. Şüphesiz id Allah, her şeyi hakkıyle bilendir; mutlak hüküm sahibidir.

 

24 Allahu Ta'âlâ, bundan önceki âyetlerinde, evlenecek olan erke­ğe bazı kadınları haram kılmış ve onları teker teker zikrederek bunlarla evlenilemeyeceğini beyan buyurmuşla Erkeğin anası, kızları, kızkar-deşleri, halaları, teyzeleri, erkek ve kızkardeş kızları, sütanası, süt­kardeşleri, kayın validesi, üvey kızları, gelinleri, eşiyle birlikte baldızı, erkeğe haram olan kadınlardır.

Allahu Ta'âlâ yukarıda haram kıldığı bu kadınlara, bu âyetinde bir tip kadını daha eklemiş ve bu durumda olan kadınlarla da evlenmenin haram olduğunu, yahut evlenmek isteyen erkeklere bu kadınların da haram kılındığını beyan buyurmuştur. Bunlar, evli olan ve kocaları bulunan kadınlardır ki, bunların başka bir erkekle daha evlenmeleri mümkün değildir. Kısacası, bir kadın iki kocalı olamaz.

Âyet-i kerimede evli olan bu kadınlar muhsanât kelimesiyle zikredil­mişlerdir. Muhsan, evli manâsına geldiği gibi, iffetli manâsına da gelir ve kökü, sıkı, şiddetli korunan yer manâsındaki fr/sn'dır. Bu manâda evli kadın, kocasının himayesine sığınmış ve iffetini korumuş muhsan bir kadın olur. Binâenaleyh böyle bir kadın, evlenecek olan erkeğe haram kılınmıştır.

Ancak evli olan bazı kadınlar vardır ki, bunlar, zikredilen bu hükmün dışındadırlar. Bunlar, kâfir bir ülke halkıyle yapılan din savaşında esir düşen kadınlardır ki, evli olsalar bile, esaretle evlilikleri kalkar ve helâl olurlar. Müslim,[61] Ebu Dâvûd[62] Tirmizî[63] ve Nesâ'î [64]'nin çeşitli isnadlarla Ebû Sa'îd el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir habere göre, Rasûlullah (s.a.s.) Huneyn gününde Evtas mevkiine bir gurup asker göndermişti. Bu askerler düşmanla karşılaşmış ve savaş yapmışlardı. Sonunda düşmana gâlib gelerek bir çok esir ele geçirmişlerdi. Bu esirler arasında kadınlar da vardı ve müşrik erkeklerle evli idiler. Bu yüzden de müslüman erkekler evli kadınlarla münâsebette bulunmayı günâh saymışlar ve onlardan uzak durmuşlardı. İşte bundan sonradır ki Allahu Ta'âlâ "(savaş esiri olarak) ele geçirdiğiniz kadınlar müstesna, kocası bulunan diğer bütün kadınlar, Allah'ın üzerinize yazılı farzı olarak size haram kılındı" âyetini in­dirmiştir.

Bu âyet, hiç şüphesiz, daha önce zikredilen ve bizim de biraz önce tekrar sıraladığımız haram kadınlara bir ilâve getirmiş, hür ve evli müslüman kadınların da haram olduklarını ve bunlarla da ev-ienüemeyeceğini beyan etmiştir. Ancak harp esiri müşrik kadınları evli olsalar bile bu hükümden ayrı tutmuştur. Binâenaleyh bunlar câriye hükmündedirler ve câriye olarak kullanılırlar. Müslüman olduktan ve ıddetsürelerini tamamlayıp karınlarında çocuk olmadığı da anlaşıldıktan sonra, sahipleri tarafından evlendirilebilirler.

İşte zikredilen bu cariyeler istisna edilirse, muhsan olan ve evli bulunan bütün hür kadınlar haram kılınmıştır. Bu itibarla bunlar da, ananız, kızınız, kızkardeşiniz, sütananız ve sütkardeşiniz gibi, ken­dileriyle evlenmeniz haram olan kadınlardandır. Bu sayılanlar dışında kalan diğer bütün kadınlar ise, evlenmeniz için size helâl kılınmıştır. Binâenaleyh bunlardan dilediğinizle, zina işlemeden ve gayr-i meşru yollara başvurmadan, namusluca evlenebilirsiniz. Ve tabiatiyle evlenir­ken, aranızda takdir ettiğiniz mehiri vermeyi de ihmal etmezsiniz. Eğer bu mehirin başlangıçta uygun takdir edilmediği kanaatına varırsanız, eşinizle birlikte ve onun gönül rızasıyle onu yeniden ayarlamakta bir beis yoktur. Netice itibariyle mehir, sizden eşiniz için bir güvencedir. Eğer o size .güvenirse ve siz onun için gerçekten güvenilir bir kimse iseniz, takdir olunan mehiri azaltmak veya tamamen ondan vazgeçmek mümkündür. Bu, eşinizin hakkıdır. Bu haktan vazgeçmek de yine ona aittir.

İşte bütün bu hükümler, sizin, ailenizin ve dolayısıyle toplumun iyiliği için Allah tarafından vazedilmiş hükümlerdir. Çünkü sizi yaratan ve dolayısıyle sizin lehinize ve iyiliğinize olan şeyleri en iyi bilen O'dur. Eğer bazı kadınlarla evlenmenizi size haram kılmışsa, bunda sizin, ailenizin ve dolayısıyle cemiyetin iyiliği söz konusu olduğu için haram kılmıştır. Ancak siz, bu iyiliğin ne olduğunu, yahut bu harama uymayıp dilediğiniz bir haram kadınla evlenseniz, nasıl bir kötülüğe yol açmış olacağınızı bilemezsiniz. Bunu yalnız Allah bilir. O, hikmet sahibidir. İlminin gereği hüküm koyan yalnız O'dur. [65]

 

25. İçinizden herkim, hür müslüman kadınlarla evlenmeye maddî gücü yetmezse, mülki­yetiniz altında bulunan mü 'min cariyeleriniz­den alsın. Allah, sizin îmanlarınızı çok daha iyi bilir. Sizler birbüinizdensiniz. O halde na­muslu olmaları, zina etmemeleri ve gizli dost edinmemeleri halinde, onlnn sahiplerinin izniyle kendinize nikahlayın; maruf ölçüler içinde mehirlerini de onlara verin. Evlendik­lerinde, eğer fuhuş irtikâb ederlerse, ken­dilerine, hür kadınlara tatbik edilen cezanın yansı verilir. (Cariyelerle evlenmek husu­sundaki) bu hüküm, içinizden meşakkate katlanmayıp (zinaya sapmaktan) korkan kimseler içindir. Fakat (cariyelerle evlenmek yerine, iffetli yaşayıp) sabretmeniz, sizin için daha hayalıdır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

 

25 Müslüman bir erkeğin, yukarıda sayılan haram kadınlar dışında, kendisine helâl olan iffetli, hür, mü'min kadınlardan biriyle evlenmesi en tabiî hakkıdır. İslâm'ın tercihi, iffetli, hür, mü'min kadındır. Çünkü vakar ve şerefin manâsını en iyi böyle olan kadınlar bilir ve bunları ne pahasına olursa olsun koruyacak olanlar, yine onlardır. Bununla beraber hür bir kadınla evlenmek fazlaca bir masrafı gerektirir ve erkeğin bu masrafı karşılayacak malî gücü bulunmazsa, o zaman mü'min bir câriye al­masında herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü câriye için fazla mala ih­tiyaç yoktur ve herkes buna güç yetirebilir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, maddî imkânsızlık sebebiyle hür bir kadınla evlenemeyen bir erkeğin, daha elverişli olması dolayısıyle bir câriye ile evlenmesi, onun için bir zül olmamalıdır ve bundan utanç duymamalıdır. Netice itibariyle hepsi de mümindir ve hepsi de birbirin-dendir. Allahu Ta'âlâ'nın Tevbe sûresinin 71 inci âyetinde buyurduğu gibi "mü'min erkekler ve mü'min kadınlar biribirlerinin dostlarıdırlar". Bazan öyle mü'min cariyeler olur ki, îmanlarıyle bazı hür kadınlara üstün gelirler. Ancak herkesi sahip oldukları îmanla en iyi Allah bilir. Bu itibar­la mü'min bir cariye ile evlenmenizde hiçbir mahzur yoktur. Zina et­meyen, gizli dost edinmeyen ve iffetini korumasını bilen bir cariyeyi, ev­lenmek üzere sahibinden isteyin. Onun izniyle kendinize nikahlayın. Maruf ölçülere göre cariyeye mehirini de verin. Bununla beraber evlen­diğiniz bu cariye fuhuş irtikâb edecek olursa, ona verilecek ceza, hür kadınların fuhuş irtikâb etmeleri halinde onlara verilen cezanın yarısıdır. Bu ceza, Nûr sûresinin 2 nci âyetinde yüz değnek olarak beyan edil­miştir. Allahu Ta'âlâ bu âyetinde şöyle buyurmuştur: "Zina eden kadın ve erkekten herbirine yüzer değnek vurun". Buna göre hür kadın zina ettiği zaman yüz değnekle cezalandırıldığı halde, evli olan cariyeye bunun yarısı, yâni elli değnek vurulur.

Şunu da unutmamak gerekir ki, hür kadınla evlenmeye gücü yet-miyen erkeğin, mü'min olan bir câriye ile evlenmesine izin verilmesi, hür bir kadınla evlenememesi halinde, karşılaşabileceği büyük sıkıntıya dayanamayıp zina etmek suretiyle bu sıkıntısını izale etmeye kal­kışmaması içindir. Bir erkeğin zina gibi büyük günâh işleyerek kendini tatmin etme yolları araması yerine, mü'min bir câriye ile evlenmesi ve kendini günâhtan koruması elbette daha hayırlıdır. Buna rağmen eğer siz, evlenmediğiniz halde, bekârlığın her çeşit sıkıntısına katlanır ve zinayı bu sıkıntılardan kurtuluş için başvurulacak bir çare değil de, Allah'ın haram kıldığı büyük günâhlardan biri olarak bilir, ona asla başvurmaz ve sabrederseniz, mü'min bir cariyeyi eş olarak almak caiz olsa bile, onunla evlenmeyip sabretmeniz sizin için çok daha hayırlıdır. Çünkü bu, hem iradenizi terbiye etmek yönünden size büyük faydalar sağlar; hem de ileride doğacak çocuklarınız ve genişleyecek aileniz yönünden maruz kalacağınız bir takım endişe ve üzüntülerden korur. Zira câriye, ne olursa olsun, yine de bir mal mertebesinde olacak, siz bunu kendisine hissettirmeseniz bile, o yine de bu duygu altında yaşayacak, ileride doğacak çocukları da aynı duyguya sahip olarak, kendilerini dâima zillet altında bulacaklardır. Bu ise, ahlâkın bozul­masına ve toplum içinde menfi tesir icra etmesine sebep olacaktır. Bu da ancak sizin bir câriye ile evlenmek yerine sabretmeniz ve günâhtan sakınmanız sayesinde önlenebilecektir. Mamafih Allah, çok bağış­layıcıdır ve çok merhametlidir. Eğer sabredemezseniz ve günâha düşmekten de korkarak bir câriye ile evlenirseniz, bundan dolayı Allah sizi bağışlar ve muaheze etmez. [66]

 

26. Allah, size (hükümlerini) açıklamak ve sizden  öncekilerin hak yoluna sizi irşad edip tevbelerinizi kabul etmek istiyor. Al­lah her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sa­hibidir.

27.  Allah, sizin tevbelerinizi kabul etmek is­tiyor; şehvetlerinin peşinde koşanlar ise, sizin doğru yoldan iyice sapmanızı istiyor­lar.

28.   Keza Allah, sizin sırtınızdaki (ağıryükîeri) hafifletmek istiyor; zira insan, zayıf (ve güçsüz) yaratılmıştır.

 

Kur'ân-ı Kerîm'in en önemli özelliklerinden ve şeriat vaz'ında ihmal etmeden takip ettiği yollardan biri, herhangi bir mesele ile ilgili olarak insanları bağlayıcı bir hüküm getirdiği zaman, bunun sebep ve hikmetini de açıklamış olmasıdır. Bu özellik, İslâm dîninin akla ne derece önem verdiğini gösteren delillerden birini teşkil eder. Çünkü sebep ve hikmeti gösterilmeden vazedilen bir hüküm, insanları çok defa kararsızlığa sev-keder ve o hükmün tatbiki ile elde edilecek faydanın, yahut ihmal edil­mesi halinde karşılaşılacak zararın ne olduğu hususunda hiçbir kanaat hâsıl etmez. Oysa vazedilen bir hükmün beyan edilen sebep ve hikmeti, insanları bu sebep ve hikmet üzerinde durup düşünmeye ve bu hükmün tatbik edilememesi halinde kaybedilecek fayda ve menfeatın büyük­lüğünü ölçmeye sevkeder.

Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde nikâh ahkâmını zikrettikten sonra, kalbleri mutmain kılmak, nefisleri sükûna kavuşturmak ve ahkâma taaluk eden amellerin akıbetini göstermek için bu ahkâmın sebep ve hikmetlerini şöyle beyan buyurmuştur: [67]

 

26. Allah, size (hükümlerini) açıklamak ve siz­den öncekilerin hakyoluna sizi irşad edip tev­belerinizi kabul etmek istiyor. Allah her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sahibidir.

27. Allah, sizin tevbelerinizi kabul etmek istiyor; şehvetlerinin peşinde koşanlar ise, sizin doğru yoldan iyice sapmanızı istiyorlar.

28.  Keza Allah, sizin sırtınızdaki (ağır yükleri) hafifletmek istiyor; zira insan, zayıf (ve güç­süz) yaratılmıştır.

 

26 "Bu ahkâmın, yahut bunları meydana getiren emir ve yasakların, helâl ve haramın, hikmeti nedir? Bunlar bize ne gibi faydalar sağlamıştır? Allah, bizden önce gelip geçmiş peygamberlerin ümmetlerini de, bu veya buna benzer ahkâm ile mükellef tutmuş mudur? Bize olduğu gibi, onlara da bazı kadınlarla evlenmeyi haram kılmış mıdır? Bu ahkâm, ev­lenme konusunda bizim işimizi kolaylaştırmış mıdır, yoksa güçleştirmiş midir?"

İşte nikâh ahkâmı ile ilgili âyetlerin nüzulünden sonra, sanki bu çeşit sorular sorulmuş gibi, Allahu Ta'âlâ bu soruları cevaplandırmış ve buyurmuştur ki:

Sizin iyiliğinize ve menfeatınıza olan şeyleri size beyan etmek ve sizden önce gelip geçmiş peygamberlerin ve sâlihlerin yoluna sizi hidayetle onların gidişatına uymanızı sağlamak için, Allah size bu ahkâmı indirmiş ve sizi bu ahkâm ile mükellef tutmuştur. Her ne kadar Allahu Ta'âlânın Mâide sûresinin 48 inci âyetindeki "sizin her biriniz için bir şeriat ve bir yol vazettik" sözünün de delâlet ettiği gibi, zamanın ve cemiyetlerin değişmesiyle bu şeriatlar ve yollar da değişmiş olsa bile, hepsinin de tek bir gayede, yalnız beşeriyetin iyiliğine yönelen gayede birleştiğine şüphe yoktur. Hepsinde de diyanet, Allah'ın vahdaniyeti ve çeşitli şekillerde de olsa O'na ibadettir. İşte bu inanç ve amellerin neticesindedir ki insanlar, nefislerini çeşitli pisliklerden ve çirkinliklerden temizlerler; kötü söz ve fiillerden uzaklaşarak ahlâklarını güzelleştirirler.

İşte Allahu Ta'âlânın ahkâm vaz'ı ile helâl ve haramı beyan et­mesinin en önemli sebeplerinden biri budur. Binâenaleyh bunda insan­lar için sadece hayır vardır ve sadece onların iyiliği ve menfeatı söz konusudur.

Ayrıca Allahu Ta'âlâ, bu ahkâm ile, kullarının tevbelerini kabul et­meyi de murad etmiştir. Zira daha önce atalarının yolundan giderek zararlı nikâh yapan bir çok kimse, bu ahkâmın vaz'ından sonra bil­meyerek de olsa yaptığı bu işten rücû edecek ve Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunacaktır. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede "Sizden öncekilerin hak yoluna sizi irşad edip tevbeierinizi kabul etmek istediğini" beyan buyurmuştur. Bu, Allahu Ta'âlânın günahkâr kullan üzerindeki rahmet ve mağfiretinin ne kadar geniş olduğunun apaçık delilini teşkil eder.

Şunu da unutmamak gerekir ki, Allahu Ta'âlânın, sadece kullarının hayrına olmak üzere vazettiği bu ahkâm, O'nun, bütün kâinatı çepeçevre kuşatan ilminden ve hikmetinden kaynaklanmakta ve bu yüzden İslâm fıtratı üzerine yaratılmış olan insanın iyiliğine ve menfeatina uygun düşmektedir. Zira Allah, her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sahibidir. [68]

 

27  Allah, sizin tevbeierinizi kabul etmek istiyor". Bir evvelki âyette yer alan ibarenin tekid maksadıyle gelen tekrarı olduğu ileri sürülmüşse de, birincisinin, muharrematla, yani kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlarla ilgili olduğu akla daha uygun gelmektedir. Bu manâda Allahu Ta'âlâ, daha önce bâtıl ve zararlı nikâhla haram kadın alanların bu nikâhlarından rücû ve tevbe etmeleri için bu ahkâmı vazetmiştir. Buna göre birinci tevbe, muharrematla ilgili ahkâm âyetlerine sebep olarak zikredilmiş ve şöyle denilmek istenmiştir; "Allah, sizin için zararlı olan bu çeşit evliliklerden rücû etmeniz, tevbe ve istiğfarda bulunmanız ve bir daha böyle bir evlilik yapmamanız için size bu ahkâmı şeriat kılmıştır."

Bu âyet-i kerîmedeki ikinci tevbe ibaresi ise, bir cümle başlangıcı olup, şehvet düşkünlerinin bizi doğru yoldan ayırıp uzaklaştırma gayret­lerine karşılık, nefislerimizi terbiye edip kalblerimizi düzeltmek için hiçbir zaman elden bırakmamamız gereken tevbeye delâlet etmektedir. Nitekim "Allah sizin tevbeierinizi kabul etmek istiyor" buyurulduktan sonra, hayatımızın sonuna kadar karşılaşabileceğimiz şehvet düş­künlerinin isteklerinden söz edilerek "oysa şehvetlerinin peşinde koşanlar, sizin doğru yoldan iyice sapmanızı /steme/rted/r/erdenilrniştir.

Şehvetlerinin esiri olup ona tâbi olanlar ve sadece onun peşinde koşanlar, hayvanı hırslarını tatminden başka bir şey düşünmeyen, doiayısıyle helâl ve haram tanımayan fâsıklar ve fâcirlerdir. Bazı tefsîr haberlerinden öğrenildiğine göre bunlar yahudîler, hıristiyanlar ve mecusîlerdir. Bunlar aynı babadan olan kızkardeşleri, kız ve erkek kardeş kızlarını helâl sayıyorlardı. Allah bunları haram kılınca, "siz, teyze ve halayı haram saydığınız halde, bunların kızlarını helâl görüyorsunuz. Kız ve erkek kardeş kızlarını da helâl sayıp onlarla evlenin" demişler, Al­lahu Ta'âlâ da "şehvetlerinin peşinde koşanlar, sizin doğru yoldan iyice sapmanızı istiyorlar" âyetini indirmiştir. [69]

 

28   Allah, kulları İçin daima kolaylığı murad etmiş ve müteakip aye­tinde de görüldüğü gibi, "Allah, sırtınızdaki ağır yükleri hafifletmek istiyor" buyurmuştur. Nitekim tıbben de sabit olduğu üzere yakın akraba ev­liliğini haram kılmış, fakat zaruret halinde bir câriye ile evlenilmesine izin vermiştir. Bu sebeple İslâm dîni, hiçbir zaman insanları zora koşan bir din olmamış, aksine her hususta onlara daima kolay olan yolu göster­miştir. Yeter ki bu yol, insanı maddî ve manevî zarara uğratacak bir yol olmasın. Çünkü insanın zararına olabilecek her şey, dînin aleyhine neticelenecek bir davranış olarak tesbit edilmiş, keza dînin aleyhine olabilecek her davranıştan da, insanın hem dünyevî, hem de uhrevî zarar göreceği açık bir şekilde gösterilmiştir.

Bununla beraber "insan zayıf yaratılmıştır. Nitekim kadınlara karşı olan aşın derecedeki meyline engel olamamakta, onlardan faydalan­mak hususundaki ağır baskıya tahammül edememektedir. Oysa Allah, kendileriyle evlenilmesinde insanlar için büyük zarar bulunan kadınlar dışında diğer bütün kadınları erkeklere helâl kılmış, bu kadınlarla ev­lenebileceklerini açıklıkla beyan etmiştir. Buna rağmen erkeğin kadına olan düşkünlüğü yüzünden, özellikle dînin zayıfladığı ve Allah kor­kusunun ortadan kalktığı toplumlarda zina yaygınlaşmış, hattâ o dereceye ulaşmıştır ki, insanlar, neredeyse kendi nesillerinden şüphe eder hale gelmişlerdir. Erkekler.başkalarının karılarını kandırmak için başvurdukları çeşitli hileleri, başkalarının kendi karılarını kandımak için kullandıklarını bilmez görünmektedirler. Erkeğin kadın karşısındaki zayıflığının çeşitli yollardan istismar edilmesi ise, ayrı bir konudur. Bu istismarda kadın, onun karşısına baş aktrist olarak çıkarılmakta ve bütün benliği elinden alınarak sırf kadın için yaşayan iradesiz bir mahlûk haline getirilmektedir.

Nesilleri dejenere eden ve insanı insan olmaktan çıkararak hayvan derecesine indiren bu hayat tarzı, insanlara din duygusunu ve Allah kor­kusunu aşılamak dışında acaba başka hangi terbiye sistemiyle düzene sokulabilir? i

Sûre: 4 (Nisa) [70]

 

29. Ey iman-edenleri Karşılıklı gönül rızasına dayanan ticaret malı müstesna, malları­nızı aranızda battlyollarla yemeyin ve bir­birinizi (haksız yere) öldürmeyin. Şüphe yoktur ki Allah, size karsı çok merhamet­lidir.

30.   Her kim bunu düşmanlık ve zulüm mak-sadıyle yaparsa, onu ateşe sokacağız. Bu da Allah 'a göre çok "kolaydır.

31.   Eğer nehyolunduğunuz büyük günâhlar­dan sakınırsanız, biz de sizin kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir makama sokarız.

 

Allahu Ta'âlâ, Nisâ sûresinin ilk âyetlerinden itibaren bazan yetim­lerden, bazan akrabadan, bazan da kadınlardan sözetmiş, bazan velayet ve vesayet, bazan veraset, bazan da nikâh ve evlilik sebebiyle bunlar arasındaki münasebet ve muamelelere değinmiş, fakat mal denilen ve insanın dünyadaki yegâne geçim kaynağını teşkil eden can yongasını, insanlar arasındaki bu münâsebet ve muameleleri düzen­leyen en önemli unsurlardan biri olarak zikretmeyi de ihmal etmemiştir. Sûrenin daha ikinci âyetinde, yetimlere mallarının verilmesini velilerine emrederken, velileri.bu malları kendi mallarıyle karıştırıp yemekten menetmiş, bunu takip eden âyette, yetim kızlarla mallan için evlenmek­ten endişe duyan velilere, dörde kadar evlenebilmeleri için izin vermiş, dördüncü âyette, yine mal olarak onlara mehirlerini cömertçe ver­melerini emretmiştir. Beşinci âyetteyine maldan sözedilmiş, aklı kıt olan­ların mallarını korumakla görevli oian veli veya vasîlere, malların heder edilmemesi için sahiplerine verilmemesi, daha sonraki âyette de akılları başlarına gelinceye kadar denenmeleri, eğer onlarda iyilik görülürse mallarının verilmesi, fakat mal elden gidecek diye sahiplerine veril­meden saçılıp savrulmaması da emredilmiştir. Malların sahiplerine verilirken bunun şâhidle tesbit edilmesi hususundaki emir de, yine bu âyette yer almıştır. Bunu takip eden âyetler ise, onbeşinci âyete kadar miras âyetleri olup, bunların da vârisler arasındaki mal taksimiyle ilgili olduğu apaçıktır.

Nisa sûresinin başından itibaren kısaca işaret ettiğmiz şekilde mal­dan sözedilmesi, onun insan hayatında ne derece büyük önemi olduğunu göstermek içindir, Nitekim beşinci âyette bu öneme bilhassa işaret edilmiş ve mal ''Allah'ın insanı kendisiyle kaim kıldığı bir unsut' olarak zikredilmiştir ki bunun zahir manâsı, insanın ancak mal ile hayatta kalmasının sağlanması elemektir. Kısacası ins,an, mal ile yaşar; bazan mal için yaşar; bazan da mal için ölür veya öldürülür. İnsan hayatı mala bağlı olunca, mal karşısındaki davranışlarımızın düzenlenmesine de el­bette gerek vardır. İşte bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, sûrenin bu âyet­lerinde mala tekrar dikkatleri çekmiş ve şöyle buyurmuştur: [71]

 

29. Ey îman edenler! Karşılıklı gönül rızasına dayanan ticaret malı müstesna, mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin ve birbirinizi (haksız yere) öldürmeyin. Şüphe yoktur ki Allah, size karsı çok merhametlidir.

30. Her kim bunu düşmanlık ve zulüm mak~ sadıyle yaparsa, onu ateşe sokacağız. Bu da Allah 'a göre çok kolaydır.

 

29 Âyet-i kerîme, sahip olduğu mânânın önemine dikkatleri çekmek için mü'minlere hitap ile başlamış, evlenmek için yakın akrabadan olan bazı kadınların haram kılınışı gibi, bu âyet-i kerîmede de, malların, gönül rızası olmadıkça batıl yollarla yenilmesi haram kılınmıştır. Malın batıl yolla yenilmesi, dîne veya şerîata aykırı yollarla yenilmesi demektir ki, bu yollar, gasb, hırsızlık, hıyanet, kumar, riba ve buna benzer gayr-i meşru iktisab yollarıdır ki, bir malı sahibinin izni ve rızası olmadan karşılıksız almak ve ona el koymak manâsına gelir.

Âyet-i kerîmede dikkati çeken bir husus, malın, ona sahip olan ferdlere değil, fakat mevcut malın sahibi bütün müslümanlarmış gibi her­kese izafe edilmesidir. Başka bir ifadeyle, âyette "birbirinizin mallarını batıl yollarla yemeyin" denilmek yerine, "mallarınızı batıl yollarla yemeyin" denilmiştir. Bu, İslâm'da ferdlerin, hak, hukuk ve menfeat yönünden biribirlerinin kefili olduklarını ve biribirlerinden sorumlu bulu^ duklarını hatırlatmak içindir. Bu manâda her ferdin sahip olduğu malf sanki ümmetindir; bütün müslümaniarındır. Binâenaleyh bir kimse, diğer bütün müslümanların da hakkı olan elindeki malı batıl yollarla yemeyi kendisine mubah görürse, başkalarına da kendisinin hakkı bulunan maldan aynı batıl yollarla yemelerini mubah saymış olur ki, malda, hiç kimsenin böyle bir tasarrufa hakkı yoktur. Kısacası hiç kimse, "bu mal benimdir" diyerek azını da çoğunu da ve hattâ hepsini de kumar masasına koyamaz. Eğer korsa, diğer müslümanlar da, içinde hakları bulunan bir malın batıl yolla yenilmesine göz yumdukları için bundan sorumludurlar:

Âyette malın bütün müslümanlara izafe edilmesiyle hatırlatılmak is­tenen diğer önemli bir husus da, mal sahibinin, elindeki maldan, muhtaç olanlara bir miktar vermesinin vâcib olması, bu hususta asla cimrilik et­memesidir. Muhtaç olana bir miktar mal vermekle, ona, nihayet hakkı olan bir şeyden vermiş olmaktadır.

Âyet-i kerîmenin delâlet ettiği bu manâ çerçevesi içinde İslâm'ın malla ilgili olarak vazettiği bir iki kaideye şöyle işaret etmek mümkündür:

1)  Ferdin malı, bir bakıma ümmetin malıdır; şu şartla ki, o malın mülkiyet, elde bulundurma ve nemalandtrma hakkı ile bu hakkın mu­hafazası o ferde aittir. Bunun yanındajslâm, zengin ve orta halli sayıla­bilecek bütün müslümanları, fakir ve muhtaç olan bütün insanlara el­lerinde bulundurdukları maldan yardım etmekle görevlendirmiş ve bu görevi, ihmal edilmemesi gereken bir ibadet haline getirmiştir. Bu sebepledir ki İslâm ülkesinde, ister müslüman olsun, ister gayri müslim olsun, aç ve çıplak tek bir ferdin bulunmaması gerekir.

2)  Ferdlerin sahip oldukları mal bütün ümmetin malı olarak görülse bile, İslâm, muhtaç da olsa hiç kimseye, sahibinin izni ve rızası olmadan onun malından almasına göz yummamıştir. Aksi halde bu, toplum içinde yağmacılığa yol açar, ferdlerin ahlâk ve âdabından eser kalmazdı.

Netice olarak diyebiliriz ki, İslâm'da mal, kendisinde bütün müslümanların hakkı bulunan, ancak mülkiyeti ve tasarrufu ferdlere âit olsa bile  batıl yollarla yenilmesi  herkese haram  olan  bir hayat kaynağıdır.

Malın gasb, hırsızlık, hıyanet, kumar, hile, riba ve bunun gibi batıl yollardan ele geçirilmesi ve yenilmesi haram olmakla beraber, karşılıklı gönül rızasına dayanarak alınan ve meşru ticaret yollarıyle kazanılıp

 elde edilen malın yenilmesi herkese helâldir.Ticaret, şüphesiz kâr maksadıyle yapılan bir alışveriştir. Üçe aldığını, içine hile karıştırmadan, üzerine koyduğu meşru nisbetteki kâr payı ile birlikte dörde veya beşe

satan  bir  kimse ticaret yapmış ve  helâl  kazanç sağlamış olur.

Binâenaleyh yenilmesi helâl olan mal da, işte bu yolla kazanılan maldır.

Ancak âyet-i kerîmede işaret olunan çok önemli bazı noktalar vardır ki, bunları asla gözden uzak tutmamak gerekir:

1)  Ticaret malının helâl olması ve helâl olarak yenilmesi, alışverişin, aliciyle satıcı arasında gönül rızasına dayalı olarak neticelenmesine bağlıdır. Alışverişe hile, yalan ve malın kusurunu alıcıdan gizleme gibi batıl işler karıştırıldığı takdirde, bu ticaret, batıl yolla mal yahut kazanç sağlamak manâsına gelir ki, haramdır.

2)  Ticaret, batıl yolla mal yemeye en yakın -olan işlerden birisidir. Bu itibarla ticaretle kazanç sağlayanların ticaretlerinde çok dikkatli olmalan gerekir.Bir malın gerçek değerini tesbit etmek, satışa arzedilinceye kadar insan gücü de dâhil olmak üzere o mal için yapılan masrafı da hesab ederek satış fiatını bulmak, hile ve yalana başvurmadan onun reklâmını yaparak müşteri celbetmek, hemen hemen imkânsız gibi görünen işlerdendir. Bu sebepledir ki pek çok kimse, bir şeyi satın al­maya kalkıştığı zaman, o şeyin başka bir yerden daha ucuz fiatla alına­bileceği inancına sahip olur ki, insanın bu inançta yanıldığı hemen hemen hiç görülmemiştir. Bu, her satıcının, aynı kalitede de olsa mal­larını aynı ölçüler içinde değerlendirmemesinden ileri gelen bir farklı­lıktır. Bir satıcı, malına makul ölçüler içinde fiat takdir ederken, diğeri daha fazla kazanç sağlamak maksadıyle aynı mala daha fazla değer biçer. Böyle bir malın alım satımı, aliciyle satıcı arasında rızaya dayalı bir ticaret olması dolayısıyle helâl sayılsa bile, satıcı yönünden daima tehlikeli olabilecek bir yanının da bulunduğunu unutmamak gerekir. Zira hiç kimse, gönül rızasiyle de olsa, fahiş fiatla mal alan bir kimsenin al­datılmış olmadığından her zaman emin olamaz.

Allahu Ta'âlâ, canın yongası olan malın batıl yolla telef edilmesini haram kıldığı gibi, canın kendisini telef etmeyi de aynı şekilde haram kıl­mış ve "birbirinizi haksız yere ö/dürmey/n"buyurrnuştur. Âyet-i kerîmenin zahiri her ne kadar intihar manâsında "kendinizi öldürmeyin" şeklinde gelmişse de, bu ifade, ümmetin vahdetini göstermekve aralarındaki yar­dımlaşmayı belirtmek içindir. Nitekim Müslim[72] tarafından nakledilen bir hadîsinde Hazretİ Peygamber "mü'minler tek bir adam gi­bidir. Eğer başı ağrırsa, vücudun diğer uzuvları ateş ve uykusuzlukla ona iştirak ederler"buyurmuştur ki, buna göre bir mü'minin haksız yere diğer bir mü'mini öldürmesi, kendisini öldürmesi gibidir. Âyet-i kerîme­deki ibarenin bu manâda zikredildiği hususunda bütün mûfessirler müt­tefiktirler. Buna göre diyebiliriz ki, Kur'ânn Kerîm, insan öldürmeyi, insa­nın kendisini, hattâ bütün insanları öldürmesi manâsında değerlendirmiş ve bu değerlendirmeyi yaparken de, ne din, ne ırk, ne milliyet ve ne de cins ayırımı yapmamıştır. Allahu Ta'âlâ bu konuyla il­gili olarak Mâide sûresinin 32 nci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Kim bir kimseyi bir kimse veya yeryüzünde fesad çıkarma karşılığı olmaksızın öl­dürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur".

Bir insanın başka bir insanı öldürmesiyle kendini öldürmesi arasın­da hiçbir fark olmadığı anlaşıldıktan sonra, intihar için söylenebilecek fazla bir şey kalmamaktadır. Zaten âyet-i kerîmenin üzerinde dur­duğumuz İbaresi, aynı zamanda bu manâya da delâlet etmekte ve "ken­dinizi öldürmeyin" denilerek intihar kesinlikle haram kılınmış olmaktadır. Hangi fiil olursa olsun, Allah tarafından haram kılınmış olmasına rağmen,

bir toplum içerisinde işlenir ve giderek yaygınlaşırsa, bu, o toplumda Al­lah inancının zayıfladığına, buna karşılık küfür ve ilhad hareketlerinin arttığına delalet eder. Bu bakımdan intihar hâdisesini de, sebepleri fark­lı olsa bile, işlenen diğer haram fiiller arasında değerlendirmek gere­kir.

Allah, kullarını, biribirlerinin mallarını batıl yolla yemekten, biribirle-rini ve kendilerini haksız yere öldürmekten menetmekle, onların hem mallarını, hem de canlarını ve kanlarını korumuş, aynı zamanda onlara, biribirlerini sevmenin ve biribirlerine merhamet duyguları içinde yardım etmenin bir insanlık ve hattâ bir kardeşlik görevi olduğunu öğretmiş ol­maktadır. İşte bu, Allah'ın kullarına karşı olan hudutsuz merhametinin bir delilidir ki, âyet-i kerimede de buna işaret ederek: "Şüphe yoktur ki, Allah, size karşı çok merhametlidir." buyurmuştur. [73]

 

30 İşte, Allah'ın kullarına karşı ortaya koyduğu bu sonsuz mer­hametine ve bu merhametin bir eseri olarak onlara, mallarını ve canları­nı koruma yollarını gösterip bu yolu onlar için kolaylaştırmış olmasına rağmen, kim haddi tecavüz eder ve hakkı olmayan malı gasbedip onu batıl yolla yerse ve haksız yere bir cana kıyarsa, onun cezası cehen­nem ateşinden başka bir şey değildir.

Âyet-i kerîmedeki "düşmanlık" manâsını verdiğimiz udvân kelimesi "hakkı tecavüz etmek", yahut "bir işi haksız yere yapmak" manâlarında tefsîr edilmiştir. Hakkın tecavüzü veya bir işin haksız yapılması, kasda mebni olarak yapılan fiillerdir; yani bir işi yapan kimse, o işin hakkı te­cavüz olduğunu ve onu haksız yere yaptığını yakînen bilir ve bunu da bile bile yapar. Âyet-i kerîmedeki zulüm kelimesi de, haksız yere işlenen fiile müteallik olarak kullanılmıştır ve bu fiili işleyen kimsenin yapılması helâl olan fiili araştırmadan, helâl olmayan fiili işlemesidir. Âyet-i kerî­medeki va*îd veya cehennem ateşiyle tehdit, hem udvân hem de zul­mün birarada bulunmasıyle işlenen haram fiillerin failleri hakkında vâki olmuştur. Yani bir kimse haddi tecavüz eder ve bunu da sırf zulüm olsun diye yaparsa, gideceği yer cehennem ateşidir. Onu bu fiilinden dolayı ateşe atıp cezalandırmak ise, Allah için çok kolaydır. Zaten Allah için bir şeyin zor veya kolay olması hiçbir zaman düşünülemez. Çünkü O, her ne yapmayı murad ederse, iradesinin o şeye taalluk etmesiyle o şey hemen olur. Hiçbir şey, O'nun yapmayı murad ettiği şeyi yapmasına engel olamaz. [74]

 

31. Eğer nehyolunduğunuz büyük günâhlardan sakınırsanız, biz de sizin kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir makama sokarız.

 

31 Allahu Ta'âlâ, kulların hukukuna taalluk eden büyük günâhlar­dan batıl yollarla mal yemeyi ve haksız yere adam öldürmeyi nehyet-tikten ve bunun faillerini cehennem ateşiyle tehdit ettikten sonra, bu âyet-İ kerîmeyle, zararı son derece büyük olan bütün kebairden nehyet-miş ve bunlardan sakınanlara cenneti vadetmiştir.

Büyük günâh manâsına gelen kebairin hangi günâhları içine aldığı ve sayısının kaç olduğu hususunda tam bir görüş birliği yoktur. Bunun­la beraber Hazreti Peygamberden sahîh olarak rivayet edilen bir hadî­sine istinaden bu günâhların yedi çeşit olduğu ileri sürülmüştür. Buhâ-rî[75]  Müslim [76]ve Ebû Dâvûd[77] tarafından nakledilen bu hadîsinde Hazreti Peygamber: "Helak edici ye­di günâhtan çekinin" buyurdu. "Yâ Rasûlallah! Onlar nedir?" denildi. Ra-sûlullah: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı olmak müs­tesna Allah'ın haram kıldığı bir insanı öldürmek, yetim malı yemek, riba yemek, savaş günü savaş meydanından kaçmak ve zina fiili hatırından bile geçmeyen mü'min kadınlara zina isnad etmektir" diye buyurdu.

Ancak Hazreti Peygamberden gelen diğer bazı hadîslerde, başka fiillerin de kebair olarak zikredildiği görülmektedir. Buhârî[78] Müslim[79] ve Ebû Dâvûd ta[80]rafından nakledi­len bir hadîste şöyle denilmiştir: Bir kimse "Yâ Rasûlallah! Allah katında hangi günâh en büyüktür;" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Seni yaratmış ol­duğu halde Allah'a şirk koşmandır" buyurdu. "Sonra hangisidir?" dedi. "Seninle yemek yemesinden korkarak çocuğunu öldürmendir" buyur­du. "Sonra hangisidir?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Komşunun hanımı ile zina işlemendir". Hadîsi rivayet eden Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) şunu da ilâve etmiştir: "Bunu takiben Aziz ve Celil olan Allah, bunları tasdik olarak şu âyeti indirmiştir:" (Rahman'ın kulan...) Al­lah ile beraber başka bir ilâha yalvar mayanlar, hak yolla olmadıkça Alla­h'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyenler ve zina eîmiyenlerdir. Kim bunla­rı yaparsa, günâhının cezasını bulur". (Furkan sûresi, 68).

Müslim (Sa/7/ft, 1.91 )'i_n rivayetine göre Ebû Bekr şöyle demiştir: Ra­sûlullah (s.a.s.)'in yanında bulunuyorduk. "Büyük günâhların en büyüğünü size haber vereyim mi?" buyurdu. (Bunu üç defa tekrarladı; sonra da devamla:) "Allah'a şirk koşmak, anaya babaya eziyet etmek ve yalan yere şehadet etmektir (yahutta yalan söylemektir)". Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta iken doğrulup oturdu ve bunu o kadar çok tekrar­ladı ki, biz "keski sussa" dedik.

Zikrettiğimiz bu hadîslerden de anlaşıldığı gibi, büyük günthlar (Ke­bair) İle ilgili olarak Hazreti Peygamberden değişik haberler nakledil­miştir ye bunlarda zikredilen kebairin sayısı yediden fazladır. Bu yüzdendir ki, "kebair yedi tanedir" diyen bir kimseye İbn Abbâs: "O yetmişe daha yakındır. Şu var ki, ısrarla birlikte küçük günâh, istiğfarla birlikte de büyük günâh yoktur" cevabını vermiştir.

Filhakika bütün günâhlar, nefse arız olan bir gazab veya şehvet se­bebiyle irtikâb olunur. Eğer şahıs, dîni sağlam, Allah'tan korkan ve ha­ramını helâl saymayan bir kimse ise, işlediği bu günâhtan dolayı nadim olur; Allah'a tevbe eder; Allah da onun tevbesini kabul edip günâhını bağışlar. Böylece ortada günâh kalmaz. Fakat şahıs işlediği günâhı umursamıyan, günâh üstüne günâh işleyen ve günâhı kendisini çepe­çevre kuşatan bir kimse ise, işlediği günâhlar küçük de olsa, bunlar üze­rindeki ısrarı dolayısıyle büyük günâh sayılır ve bunun cezasını dünya ve âhırette çeker. Bundan dolayıdır ki Hazreti Peygamber, yukarıda zik­rettiğimiz hadîslerinde de görüldüğü gibi, kebair denilen büyük günâh­ları belli bir sayı ile tahdid etmemiş, fakat bir sebep zuhur ettiği ve itiyaç hâsıl olduğu zaman, muhatabın durumuna göre, bunlardan bir kaçını zikretmiştir.

İşte kim, sözünü ettiğimiz bu çeşit büyük günâhlardan çekinir ve onlara hiç bulaşmazsa, Allah da onun, ihtiyarı dışında işlediği, fakat aklı başına gelip de nadim olduğu ve tevbe ettiği küçük günâhlarını örter ve kendi yanında yüksek ve şerefli bir makama oturtur. Bu makam, ağaçla­rı altından ırmaklar akan ve nimetleri sayılmakla bitmeyen cennetlerdir. [81]

 

32. Allah'ın, bazınızı bazınıza göre üstün kd-dığı şeyleri temenni etmeyin. Erkekler için kendi kazandıklarından bir hisse, kadın­lar için de kendi kazandıklarından bir his­se vardır. Allah'tan, O'nun lütfunu iste­yin. Allah, şüphesiz, her şeyi hakkıyle bi­lendir.

Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde, mü'minleri batıl yollarla biribir-lerinin mallarını yemekten ve biribirlerini haksız yere öldürmekten menederek bunların faillerini cehennem ateşiyle tehdit ettikten ve böylece âkibeti vahîm olan günâhlardan zahiren temizlenme yollarını gösterdikten sonra, batınî amellerini de temizlemek ve iç temizliklerini dış temizliklerine uygun kılmak maksadıyle onları, kendilerinde olmayan bir takım şeyleri temenni etmekten de meneylemiştir. Çünkü temenni, insanın sahip olmadığı şeylere sahip olma arzusudur ki, bir çok kim­sede hased ve kıskançlığın neticesi olarak tezahür eder. Âyet-i kerîmede temenninin menedilişi de bu yüzdendir.. Ancak bütün temen­ni ve arzuların bu âyetle menedildiğini düşünmek de doğru de­ğildir. Çünkü insan temenni ederken İçi çeşitli duygularla dolu olur ve temennisini bu duyguların tesiri altında dile getirir. Meselâ "Allahım! Bana da şunu ve şunu ihsan et!"der. Böyle bir dilek veya temenni el­bette âyet-i kerîme ile menedilmiş değildir. Fakat insanın bazan da şöyle dediği görülür; "Ah şunda olan bende olsaydı!" İşte bu ve benzeri temennilerdir ki, insanın kıskançlık damarlarının kabarmış olduğuna ve böyle bir kıskançılığın da, daha önce haram kılınan batıl yolla mal yemeye ve haksız yere adam öldürmeye sebep olabileceğine delâlet ederler. Bu sebeple Allahu Ta'âlâ bu çeşit temennileri menetmiş ve buyurmuştur ki: [82]

 

32. Allah'ın, bazınızı bazınıza göre üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin. Erkekler için kendi kazandıklarından bir hisse, kadınlar için de kendi kazandıklarından bir hisse vardır. Al­lah'tan, O'nun lütfunu isteyin. Allah, şüp­hesiz, her şeyi hakkıyle bilendir.

 

32 Âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak bazı haberler rivayet edil­miştir. Tirmizî [83] ve Ahmet İbn Hanbel in [84]naklettikleri bir haberden öğrenildiğine göre, Hazreti Peygamberin zev­cesi Ümmû Seleme, bir gün "yâ Rasûlallah! Erkekler Allah yolunda savaşıyorlar (ve şehîd düşüyorlar); biz ise savaşmıyoruz? Sonra bize mirasın yarısı veriliyor?" diyerek şikâyet yollu bir söz söylemişti. İşte bunun üzerine Allahu Ta'âlâ bu âyeti indirmiştir.

Diğer bir rivayette Ümmü Seleme yerine bazı kadınların, Hazreti Peygambere cihaddan söz ederek "ne olurdu Allah, bize gazayı farz kılsaydı da, erkeklerin kazandıkları ecri biz de kazansaydık?" dedikleri, bunun üzerine bu âyet-İ kerîmenin nazil olduğu zikredilmiştir.

Üçüncü bir rivayete göre de, mirasla ilgili olarak "erkeğe kadının iki katı kadardır âyeti nazil olunca, erkekler: "Mirasta olduğu gibi ecir ve sevabta da kadınlara keski üstün kılınsaydık" demişler, kadınlar da: "Keski dünyada mirastan nasîbimiz erkeklerin nasîbinin yarısı kadar ol­duğu gibi, âhırette üzerimize yüklenecek vebal de, erkeklere yüklene­cek vebalin yarısı kadar olsaydı" diye temenni etmişlerdir. Bunun üze­rine bu âyet nazil olmuştur. İbn Abbâs ise, temenni kelimesini hasedlik ile tefsîr etmiş ve "hiç kimse fulan kimseye verilen mal, nimet ve güzel kadın keski bende olsaydı" demesin; zira bu hased olur. Fakat "Alla­hım! Onun gibisini bana da ver" desii}, demiştir.

Zikrettiğimiz bu rivayetlerden, âyet-i kerîmeyle ilgili olarak zahir olan manâ şudur ki, Allahu Ta'âlâ, erkek ve kadın her birine bir takım mükel­lefiyetler, veya görevler vermiş, erkeklere hâs olan görevler için kadın­ların, kadınlara hâs olan görevler için de erkeklerin iştirak edemiyecek-leri ecir ve sevablar takdir etmiştir. Binâenaleyh erkeğin işlediği amelden dolayı sadece erkeğin, kadının işlediği amelden dolayı da sa­dece kadının kazanacağı ecir ve sevablar vardır ve hiçbiri diğerine hâs olan amel ve ecrini kendisi için temenni edemez. Buna göre âyet-i ke­rîmedeki hitap umumîdir ve hem erkekleri, hem de kadınları şâmildir. Erkekler kadın olmayı ve kadınların amellerini işlemeyi temenni ede-miyecekleri gibi, kadınlar da erkek olmayı ve erkeklerin amellerini işle­meyi temenni edemiyeceklerdir. Çünkü Allahu Ta'âlâ, erkek ve kadın, her birini kendilerine hâs amelleri işlemeye elverişli bir varlık olarak ya­ratmış, fakat erkekleri kadınların amelleri için elverişli kılmadığı gibi, ka­dınları da erkeklerin amelleri için elverişli kılmamıştır. Bu itibarla nasıl er­kekler kadınlar gibi çocuk doğurup onun büyütülmesi ve terbiye edilmesiyle uğraşmayı temenni edemezlerse, kadınlar da, güç ve kuv­vete, aynı zamanda meşakkate dayanan savaş ve şâir işlerde erkekler gibi olmayı temenni edemezler.

Bununla beraber erkek ve kadın her biri.kendilerine hâs amellerde Allah'ın yardımını temenni ederler. Bu amelleri gerçekleştirmede güç ve kuvvet dileyip ecir ve sevabını artırmasını isterler. Böylece her biri, Alla­h'ın yardımıyle kendi amellerinde daha çok başarılı olurlar ve Allah'tan daha çok ecir ve sevab kazanırlar. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ â-yet-i kerîmesinde "Allah'tan, O'nun lutfunu isteyin" buyurmuştur. O'nun lutfunu, ihsan ve in'âmını istemekle O'nun dolu hazineleri hiç tükenmez. "Allah, şüphesiz, her şeyi hakkıyle ö//emtfr."İstidadlanna ve çalışmaları­na göre, kimin kimden daha üstün olduğunu en iyi bilen ve bu üstün­lüğü ölçüsünde ona ecr ve sevabını artıracak olan şüphesiz Al­lah'tır. Bu itibarla hiç kimse kimsenin üstünlüğüne hased etmeden,yalnız Allah'ın lütfunu istemeli, bunun İçin de İstidadı istikametinde ça­lışıp gayret sarfetmelidir. Bu sebepledir ki Allah, temenniyi ve batıl yol­larda gayret sarfedip kazanç sağlamayı menetmiş ve "erkekler için ken­di kazandıklarından bir hisse, kadınlar için de kendi kazandıklarından bir hisse vardıı" buyurmuştur. Böylece erkek ve kadın her ikisini de te­menni yerine amel ile fazilet aramaya irşad etmiş, erkekler gibi kadınla­ra da kazanmayı farz kılmıştır. [85]

 

33. Ana babanın ve yakın akrabanın bırak­tıkları mala (vâris olsunlar diye, kadın ve erkek) her biri için vârisler kıldık; yemin­lerinizle bağlandığınız kimselere de hisse­lerini verin. Şüphe yoktur ki Allah, her şeye şâhidtir.

 a önceki âyetlerin konusu mal olduğu gibi, bir önceki âyetin konusu da mal olmuş ve nüzul sebebinden söz ederken de işaret et­tiğimiz gibi, miras hususunda erkeklerin kadınlara üstün kılınışı, erkek ve kadınlar arasında birtakım temennilere yol açmış, bu da âyet-i kerî­meyle yasaklanmıştır. Çünkü temenni, insanın, kendisinde bulun­mayan, fakat başkasında olan bir şeyi arzulaması manâsına gelir; bu ise, çok defa hased olarak tezahür eder. Nitekim her zaman görülen ve bilinen hususlardandır ki, insanların en çok hasedlenip temenni ettikle­ri şey, başkalarında olup da kendilerinde bulunmayan mal olmuştur. Geliri olmayan, yahut mal kazandırmayan mevkie hased eden çok az­dır. Dünyadan elini ayağını çekmiş âlim ve zâhid olan kimselere ve on­ların ilimlerine ise, başka bir sebep olmadıkça hased eden hemen he­men hiç çıkmaz. Bundan dolayıdır ki, yukarıdaki âyet-i kerîmelerden asıl maksat mal ve malın meşru kazanç yollarını göstermek olduğuna göre, Allahu Ta'âlâ, önce malın batıl yollarla kazanılıp yenmesini menetmiş, sonra başkalarında.bulunan fazlalığın, hasede ve tecavüze yol açması dolayısıyle temenni edilmesini yasaklamıştır. Daha sonra, erkek ve ka­dın her ikisinin de kendi jstidadları çerçevesi içinde nasîbleri bulun­duğunu, bunun da amel ile elde edilebileceğini bildirerek servet sahibi olmanın yollarını göstermiş ve nihayet malın, bir de miras yolu ile elde edildiğini beyan için buyurmuştur ki: [86]

 

33. Ana babanın ve yalan akrabanın bıraktıkla­rı mala (vâris olsunlar diye, kadın ve erkek) her biri için vârisler kıldık; yeminlerinizle bağ­landığınız kimselere de hisselerini verin. Şüp­he yoktur ki Allah, her şeye şâhidiir.

 

33 Âyet-i kerîmenin tefsirinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ba­zılarına göre ilk ibarenin manâsı, "kadın erkek her kişi için terkettiği malda vârisler vücuda getirdik" şeklindedir. Bu manâda âyet-i kerîmede zikredilen ana baba ve yakın akraba, "bu vârisler kimlerdir?" sorusu­nun cevabını teşkil eder.

Diğer bazı müfessirlere göre de âyetin ilk ibaresi, "ana baba ve ya­kın akrabanın bıraktığı her şey için vârisler meydana getirdik" manâsın-dadır.

İbarenin diğer bir ifade şekli de şöyle gelmiştir: "Kendilerini vâris kıldığımız herkes için, ana babanın ve yakın akrabanın bıraktığı malda bir nasîb vardır".

Âyet-i kerîmenin ikinci ibaresi, yeminlerinizle bağlandığınız kimse­lere de hisselerini verin" manâsındadır. Bu ibare de, ilk ibare gibi değişik yönlerden tefsîr edilmiştir. Fakat her şeyden önce onun getirdiği hü­küm, bazı müfessirlere göre mensûhtur; bazılarına göre de mensûh değildir. Onun mensûh olduğunu ileri sürenler, ibareyi değişik yönler­den şöyle tefsîr etmişlerdir:

1) Câhiliye devrinde bir adam, akrabası olmayan başka bir adam­la "benim kanım senin kanın; benim barışım senin barışın; benim savaşım senin savaşın; sen bana vâris olursun, ben sana vâris olurum; sen benim diyetimi ödersin, ben senin diyetini öderim" diyerek araların­da yemine dayalı bir akid yaparlar ve bu akde son derece bağlı kalırlar­dı. Buna "müvalâtakdP1 denirdi. Bu akid gereğince âkidlerden biri ölünce de diğeri onun bıraktığı malın altıda birine vâris olurdu. İşte bu âyet-i kerîmeyle akde bağlı kalınması ve miras hususundaki anlaşma gereğince, diğer vârisler meyanında ölenin yeminle bağlandığı kimseye de hissesinin verilmesi emredilmiştir. Ancak İslâm'ın bidayetinde teyid edilen bu hüküm, daha sonraları, Enfal sûresinin 75 inci âyetindeki

"Allah'ın Kitabına göre hısımlar (miras konuşunda) biribirlerine daha yakındırlar hükmü ile neshedilmiştir.

Ancak âyet-i kerîmenin tefsîriyle ilgili bu görüş, bazı müîessirlerin itirazına uğramış ve özellikle onun, biraz önce zikrettiğimiz Enfal sûresi­nin 75 inci âyetiyle neshedilmiş olması reddedilmiştir. Zira konunun bu âyetle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Nisa sûresi Enfal sûresinden sonra na­zil olmuştur. Yani tefsirini yaptığımız âyetin nüzulü, hem Nisa süresin­deki miras âyetlerinden, hem de Enfal sûresinden sonraki bir döneme rastlar ve dolayısıyle onun daha önce nazil olmuş bir âyetle neshedil­miş olması mümkün değildir.

Esasen, ashab-ı feraiz, asabe ve zevi'1-erham sınıflarının hiçbirin­den mirasçı bulunmadığı takdirde, Hanefîlere göre, müvalât akdiyle mi-rascılık, İslam'dan sonra da devam etmektedir.

2)  İkinci bir akid şekli, bir adamın yabancı, birini oğul edinmesi so­nucu biribirlerine vâris olmalarıdır ki, bu da mensûhtur.

3)  Medine'ye hicretle birlikte Hazreti Peygamberin Ensar ile Muha­cirler arasında yaptığı muâhât (kardeşlik) akdidir ki, bu akid de tevarüs sebebi olmuştur.

Zikrettiğimiz her üç akid de tevarüse sebeb sayıldığı için, âyet-i ke­rîmede kendilerine hisselerinin verilmesi emredilmiştir. Ancak daha son­raları miras sebebinin yalnız akrabalık olduğu bildirilince âyetin mensûh olduşuna hükmedilmiştir.

Ayet-i kerîmeyi mensûh saymayanlar ise, "yeminlerinizle bağlan­dığınız kimseler" ibaresini "ana baba ve yakın akraba" ya matuf kılmışlar ve âyeti "ana baba ve yakın akraba ile akid yaptığınız kimselerin bırak­tıkları mala vârisler kıldık. Hepsine de hisselerini verin" manâsında tef-sîr etmişlerdir. Bu müfessirlere göre, âyet-i kerîmedeki akid kelimesin­den murad nikâh akdi olup zevç ve zevce kasdedilmiştir. Bazı müfessirler ise, bu akdi velâ akdi olarak isimlendirmişler ve azâd edilen bir kölenin, onu âzâd eden efendisine vâris olduğuna işaret etmişlerdir ki, her iki şekilde de nesih söz konusu değildir.

Açıklamaya çalıştığımız bu izah tarzlarından da anlaşıldığı gibi, Arap dilinin değişik uslûb ve kaideleri, daha önemlisi Kur'ân'a hâs îcaz se­bebiyle, âyet-i kerîme nasıl manâlandırılırsa manâlandırılsın, ondan an­laşılan husus şudur ki, meşru yollarla kazanılan mal bir kişinin elinde kümelenip kalmamakta, fakat yine meşru bir şekilde ve veraset yoluyle başkalarına dağılarak intikal etmektedir. Kendilerine miras yoluyle mal İntikal etmiş olan kimseler ise, o malı kendi kazançlarıyle birleştirerek kendi vârislerine devretmektedirler. Böylece mal, devr-i dâim ile bir el­den çıkıp birçok verese eline geçmek suretiyle her birinin ondan faydalanması sağlanmış olmaktadır. Bu, Allahü Ta'âlânın kullarına lütuf ve ih­sanının çokluğundandır. [87]

 

34.   (Bazı hususlarda) Allah'ın erkekleri ka­dınlardan üstün yaratması ve erkeklerin mallanyle (kadınlara) nafaka temin et­meleri doiayısıyle, erkekler kadınlara hâ­kimdirler. İyi kadınlar, (kocalarına) itaat eden, Allah'ın korunmasını emretmesi dolayısıyle de (kan koca arasındaki evli­liğe ait) gizlilikleri koruyan kadınlardır. İtaatsalıklanndan korktuğunuz kadınlar ise, onlara vâz u nasihatta bulunun; (fay­da etmezse) yataklarında yalnız bırakın; (onun da faydası olmazsa, usulünce) on-lan dövün. Eğer size itaat ederlerse, artık başka yol aramayın. Şüphe yoktur ki Al­lah, çok yücedir; çok büyüktür. [88]

 

35. Kan koca arasındaki bir geçimsizlikten endişe ederseniz, (bu geçimsizliği onadan kaldırmak için, onlara) erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden de bir ha­kem gönderin. Eğer iki taraf da, (bu an­laşmazlığı ) ıslah etmek isterse, Allah da onları muvaffak kılar. Şüphe yoktur ki Allah, her şeyi hakkıyle bilendir; her şey­den haberdârdır.

Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde, erkek ve kadınları, biribirlerine üs­tün kılındıkları şeylerden hasede varacak dilek ve temennilerde bulun­maktan menederek onları rızık hususunda yalnızca el emeği ve alın te­rinden oluşan kendi amellerinin kazancına dayanmaya irşad ve bu kazanç yanında onları lütuf ve keremiyle miras malından da hak sahibi yaptığını beyan ile mirastan hak sahiplerine haklarının verilmesini em­rettikten sonra, miras ve cihad gibi bir takım hususlarda erkeğin kadı­na olan üstünlüğü ile ilgili olarak bu âyet-i kerîmelerde tezahür eden fıt­rî farklılığın sebebini açıklamıştır.

Filhakika miras âyetlerinde de gördüğümüz gibi, biri erkek diğeri kız iki kardeş bir mala vâris oldukları zaman, erkeğin mirastan payı, iki kadının miras payları kadardır ki, bu, kadının, erkeğin aldığı mirasın ya­rısı kadar hakka sahip olduğuna delâlet eder. Aynı zamanda bu, miras hususunda erkeğin kadına üstün kılınışının da bir delilidir. Keza erkek, hazim, azim ve kuvvet yönünden kadına nisbetle üstün yaratılmış, bu yaratılışın sağladığı üstünlük sebebiyle cihad ona farz kılınmış, savaş alanında vurmak, vuruşmak ve vurulup öldürülmek onun görevi ol­muştur. Evinin reisliği, caminin imamlığı, müezzinliği ve hatipliği, mah­kemenin şâhidliği ona verilmiş, ananın doğurduğu evlâd ona nisbet edil­miştir. Tarih boyunca genel olarak, nebiler, veliler, şeyhler dervişler onlardan çıkmış dünyanın idarecileri yine onlar olmuştur. Bütün bunlar neden? Neden kadın değil de erkek? İşte, Ailahu Ta'âlâ, ilk akla gelen bu sorunun cevabını vermiş ve buyurmuştur ki: [89]

 

34. (Bazı hususlarda) Allah'ın erkekleri kadın­lardan üstün yaratması ve erkeklerin malla-nyle (kadınlara) nafaka temin etmeleri do-layısıyle erkekler kadınlara hâkimdirler, iyi kadınlar, (kocalarına) itaat eden, Allah'ın korunmasını emretmesi dolayısıyle de (kan koca arasındaki evliliğe âit) gizlilikleri koru­yan kadınlardır. Itaatsızlüdanndan korktu­ğunuz kadınlar ise, onlara vâz u nasihatta bulunun; (fayda etmezse) yataklarında yal­nız bırakın; (onun da faydası olmazsa, usu­lünce) onları dövün. Eğer size itaat ederlerse, artık başka yol aramayın. Şüphe yoktur ki, Allah, çok yücedir; çok büyüktür.

 

34 Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmeye, ejkeklerin kadınlar üzerine hâkim olduklarını beyan ile başladıktan sonra, bu hâkimiyeti iki sebebe daya­mış ve bunların ne olduklarını açıklamıştır. Bu sebepler üzerinde dur­madan önce, şu hususu özellikle belirtmek gerekir ki.erkeğin kadın üze­rindeki bu hakimiyetini ve bu hakimiyetin bir Kur'ân âyetiyle tesbitini, zâlim ve ceberut bir insanın, zayıf ve çaresiz bir varlık karşısında dile­diğine hükmedebilmesi için Allah tarafından verilmiş bir ruhsat olarak değerlendirmek asla mümkün değildir. Zira, İslâm, hiç kimsenin hiç kim­seye zulm ile hükmetme hakkını vermemiştir. Âyet-i kerîmede "erkekler, kadınlar üzerine kavvâmdırlar" denilmiş ve kavvâm kelimesi türkçe meal­lerde hâkim kelimesiyle ifade edilmişse de, bu kelimenin dilediği gibi hükmetmek manâsıyle herhangi bir ilgisi yoktur.

Kavvâm, fail veznindeki kâim'in mübalâğası olup bir işe kıyam eden demektir ki, âyet-i kerimedeki manâsıyle kadınların işlerine bakıp idare eden, aklı, gücü, kuvveti ve azmiyle onları koruyan erkekler hakkında kullanılmıştır. Müşfik bir hükümdarın, teb'asına, yahut bir çobanın mer -adaki koyunlarına karşı davranışları nasıl olması gerekirse, bir erkeğin eşi olan kadın karşısındaki davranışı da bundan farklı olmamalıdır. Bir çobandan, gütmesi için kendisine emanet edilen koyun sürüsüne karşı şefkatten, kurt ve şâir tehlikesinden onları koruyup huzur içinde karın doyurmalarını sağlamaktan başka ne beklenir? Hangi çoban değneğini koyunlarının sırtında kırmaya kalkışır? İşte bu manâda erkekler kadın­ların çobanıdırlar; onları doyurmak, işlerini idare etmek ve tehlike karşısında onları korumakla görevlidirler. Ancak bu görevin ifasında bir tarafın şerefini yücelten, diğer tarafın şerefini düşüren hiçbir özellik yok­tur. Zira Allah, erkeğe bu yönden bir fazilet ihsan etmiş ve kadını bun­dan mahrum bırakmışsa, kadına ihsan edilen bir başka faziletten de er­kek mahrum kalmıştır. İki âyet önce üzerinde durduğumuz Allahu Ta'âlânın şu sözünü bu münâsebetle yeniden hatırlamakta fayda var­dır:" Allah'ın bazınızı, bazınıza göre üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin.

Erkekler için kendi kazandıklarından bir hisse, kadınlar için de kendi ka­zandıklarından bir hisse vardır."Bu manâyı, halen tefsirine çalıştığımız âyet-i kerimenin ilk ibaresinde de görmek mümkündür. Allahu Ta'â-fy'erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler" buyurdukan sonra, "Allah'ın bazılarını bazılarına üstün yaratması dolayısiyle" diyerek bu hâkimiyetin ilk sebebini de zikretmiştir. Her ne kadar sebep bildiren bu ibaredeki hum zamiri, erkeklerin kadınlara üstün kılındığına delâlet ederse de, bu manâ açık ve kesin bir ibare ile ifade edilmemiş, fakat kadınların da bazı hususlarda üstün kılındıklarına delâlet etmek üzere "Allah'ın bazılarını bazılarına üstün yaratması sebebiyle erkekler kadınlar, üzerine hâkimdir­ler denilmiştir.

Erkeklerin kadınlar üzerine kavvâm veya hâkim olmalarının birinci sebebi fıtrîdir; yani yaratılışla ilgilidir. Allah, yaratılıştan erkeklere güç ve kuvvet vermiş, büyük meşakkat ve felâketler karşısında onları sabırlı ve mütehammil kılmıştır. Oysa çok iyi bilinmektedir ki, erkeklerin sahip ol­dukları bu güç ve kuvvet, sabır ve tahammül, kadınlara aynı ölçüde ve­rilmemiş, bu yüzden de kadınlar.cihad gibi ağır ve güç işlerle mükellef tutulmamışlardır.

Hâkimiyetin ikinci sebebi kesbîdir; yani kazançla ilgilidir. Şu da bi­linen bir gerçektir ki, erkekler.kazanç sağlamak hususunda kadınlardan daha güçlü ve daha müteşebbistirler. Bu sebepledir ki, malından kadı­na infak etmek ve o, evinin işini sürdürürken onun geçimini sağlamak erkeğin görevi olmuştur. Diğer bir husus da, kazanç işinin evin dışında sürdürülen işlerden olmasıdır. İslâm, kadını, her zaman evinin kadını ve çocuklarının mürebbiyesi olarak görmüştür. Erkek, fıtrî olarak güç, kuv­vet ve mücadeleci bir ruh ile bezenmişken.kadına yine fıtrî olarak erkek­ten çok farklı özellikler, yahut faziletler ihsan edilmiştir. Onun hâmile kal­ması, çocuğunu doğurması, emzirip doyurması, büyütüp yetiştirmesi ve terbiye edip hayırlı bir insan yetiştirmesi, kısacası ana olması, kadı­nın sahip olduğu faziletlerin başında gelir. Bunlar, kadını.rikkatli, şefkat­li, merhametli kılan ve onun başka türlü olmasına da imkân tanımayan faziletlerdir. Bu sıfatlar, şüphesiz erkeklerde de bulunur; onlar da şef­katli ve merhametli olabilirler; fakat onların, sert ve haşîn bir yaratılışa sahip olmaları, bu sıfatların onlarda kadınlarınkinin derecesine ulaşma­dığını gösterir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, erkek olsun kadın olsun, bütün insanlar fıtratları üzere doğarlar; ancak bu fıtrat aldıkları terbiye ile değişebilir; bozulabilir. Bu itibarla toplum içinde erkekleşmiş kadınlar, yahut kadınlaşmış erkekler görmek, her zaman mümkündür.

Allahu Ta'âlâ, erkeklerin kadınlar üzerine hâkim olduklarını ve bu hâkimiyetin fıtrî ve kesbî olmak üzere iki sebebe dayandığını beyan et­tikten sonra, kadınların, kocalarının riyaseti altındaki ev hayatlarından söz ederek bunların iki kısım olduklarına ve her birine nasıl muamele edilmesi gerektiğine işaretle Hiyi kadınlar, kocalarına itaat eden, Allah'ın korunmasını emretmesi dolayısiyle de (karı koca arasındaki evliliğe ait) gizlilikleri koruyan kadınlardır1' buyurmuş, sonra da itaatsiz kadınların durumunu açıklamıştır. Allahu Ta'âlânın Sâlihât diye isimlendirdiği iyi ka­dınlar, Önce kocalarına itaat eden kadınlardır. Erkeğin, evin reisi olma­sı dolayısiyle ona itaat etmek kadının aslî görevlerinden biridir. Bu görev mehir üzerinde anlaşıp nikâh akdinin yapılmasiyle başlar ve ölünceye kadar devam eder. Çünkü mehirde ve nikâhta, kadın için erkeğin hâki­miyetini kabul ile, onun riyaseti altına girmeye rıza gösterme manâsı var­dır. Erkeğin hâkimiyetini ve riyasetini kabul etmek ise, ona itaat etmeyi gerektirir. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, kadınlara, kocalarına itaat et­melerini emretmiş ve bunu, sâlihât-ı nisvandan olmanın şartlarından biri saymıştır.

Kocalarına itaat yanında iyi kadın olmanın diğer bir şartı da, onların yokluğunda, karı koca münâsebetlerine ve aileye taalluk edip de sak­lanması gereken, Allah'ın da sakladığı ve saklanmasını emrettiği sırları saklamaktır. Nesâî[90] ve Ahmet İbn Hanbel [91]tarafından nakledilen bir Ebû Hureyre hadîsinde, Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadınların en hayırlısı, baktığı zaman seni mesrur eden, emrettiğin zaman sana itaat eden ve senin yokluğunda malını ve nefsini senin için koruyan kadındır". Rasûlullah (s.a.s.) bu hadîsi buyur­duktan sonra, bu âyet-i kerîmeyi okumuştur.

Kocalarına itaat etmeyen, kafa tutan ve isyankâr davranışlarda bu­lunan ikinci kısım kadınlara gelince, Allahu Ta'âlâ, bunlar hakkında da şöyle buyurmuştur: "İtaatsızllklarından korktuğunuz kadınlar ise, onlara vaz u nasihatta bulunun; (fayda etmezse) yataklarında yalnız bırakın; (onun da faydası olmazsa, usulünce) onları dövün".

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, erkeğin kadın üzerine kavvâm olarak yaratılmış ve evine reis olarak seçilmiş olması, ona itaat edilme hakkını kazandırmış ve kadın, kocasına itaatla emrolunmuştur. İlâhî emirler başka bir anlam için kullanıldığına bir karine bulunmadığı zaman, ge­nellikle vücûb ifade eder ve mutlaka yerine getirilmesi gerekir. Emre uy­mayanlar ise, suç İşlemiş birer günahkâr olarak dünyada ve âhırette Allah'ın ıkabına maruz kalırlar.

Kadının kocasına itaat etmesi bir emr-i ilâhi olduğuna göre, bu emre uymayan ve kocasına itaat etmeyen kadın da cezayı haketmiş olur ki, işte Allahu Ta'âlâ, ayet-i kerîmenin bu ibareleriyle itaatsiz kadınlar İçin ceza yollarını göstermiş olmaktadır.

Kocasına karşı itaatsiz olan ve ona kafa tutan kadın için kocasının takip edeceği üç yol vardır:

1)  Vâz u nasihat: Koca için başvurulacak ilk yol, kadın üzerinde tesir edebilecek ve onu itaatsızlığından vazgeçirip kocasına karşı itaat­kâr bir kadın olmasını sağlayacak vâz u nasihatta bulunmaktır. Bazı ka­dınlara Allah'ın ıkabından ve gazabından söz ederek, bazılarını dün­yanın kötü âkıbetleriyle tehdit ederek, bazılarını da güzel sözler ve hoşlanacağı hediyelerle sevindirerek nasihatlarda bulunmanın müessir olduğu ve itaatsızlıktan vazgeçtikleri bilinen hususlardandır.

2)  Yataklarında yalnız bırakmak: İtaatsiz kadınlara nasihatin fayda etmemesi halinde,kocaları için başvurulacak ikinci yol, onları yatakla­rında yalnız bırakmak, yâni onlardan bir süre uzaklaşmaktır. Kadının evinde yalnız kalması,çok defa kendisini, bunun sebebini araştırmaya ve bu yalnızlıktan kurtulma çareleri aramaya sevkeder.

3)  Usulünce dövmek: İtaatsiz kadınları yataklarında yalnız bırak­manın da fayda sağlamadığı görülürse, kocaları için başvurulacak üçüncü yol, onları usulünce dövmektir. Ancak bu dövme, can acıtmak, yahut can yakmak için başvurulan bir hareket değil, fakat düşünmeye ve kocalarından böyle bir harekete maruz kalmanın sebeplerini araştır­maya sevkeden bir uyarı olmalıdır.

Kur'ân-ı Kerîmin bu emri, hiçbir zaman medeniyet dışı bir çare ola­rak mütalâa edilemez.Zira âyet-i kerîmede de görüldüğü gibi, kadını ko­casına karşı kafa tutmaktan vazgeçirmek için başvurulacak başka bir çare artık yoktur. Eğer can yakmayacak bir iki tokat onu bu dav­ranışından vazgeçirirse, aile kurtulmuş olur. Fakat bunun da faydası ol­mazsa, o zaman kadına yol vermek, yâni onu boşamak gerekir ki, bu hiçbir zaman arzu edilen bir netice değildir.

Şunu da hatırdan çıkarmamak gerekir ki, Kur'ân-ı Kerîm, aileyi kur­tarmak için kocanın karısını dövmesini son çare olarak gösterirken dövme işinin itiyad haline getirilmesini de asla murad etmiş değildir. Ömür boyu koca karısını dövsün; kadın da dayağı yeyip otursun; bu el­bette olacak iş değildir. İslâm, asla böyle bir evliliği tasvib etmemiştir. Bu sebepledir ki, usulünce dövme fiili, bundan önce başvurulması is­tenen çareler gibi bir çaredir: Nasihat gibidir; yatağında yalnız bırakmak gibidir.

Tirmİzî tarafından nakledilen bir hadîsten öğrendiğimize göre, bir kadın, kendisine tokat atan kocasını şikâyet etmek ve kısas istemek için Hazreti Peygambere gelir ve hâdiseyi anlatır. Hazreti Peygamber kısa­sa karar verirse de, Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmeyi indirir. Bunun üzerine kısastan vazgeçilir. Hazreti Peygamber buyurur ki: "Biz, bir şey istedik; Allah da başka bir şey istedi. Muhakkak ki Allah'ın istediği daha hayırlıdır."

Yukarıda zikredilen çarelerden herhangi birisiyle eğer kadın itaatsızlıktan vazgeçecek olursa, artık başka bir yol aramaya gerek yok­tur ."Şüphesiz Allah, çok yücedir; çok büyüktür". Binâenaleyh O'nun yüceliği ve büyüklüğü, kocaların kadınlarına olan yücelik ve büyük­lüğüyle asla mukayese edilmez. Bu itibarla O, kimlerin karılarına karşı müşfik davrandıklarını, kimlerin de kavvâm ve hâkim olduklarını ileri sü­rüp onlara zulmettiklerini hakkıyle bilir ve herkesi hakettiği yerine otur­tur, [92]

 

35.    Karı koca arasındaki bir geçimsizlikten endişe ederseniz, (bu geçimsizliği ortadan kaldırmak için, onlara) erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden de bir hakem gönderin. Eğer iki taraf da (bu anlaşmazlı ıslah etmek isterse, Allah da onları muvaffak kılar. Şüphe yoktur ki Allah, her şeyi hakkıyle bilendir; her şeyden hakkıyle haberdârdır.

 

35 Karı koca arasındaki geçimsizlik, bazan kadının evlilik görevleri­ni yerine getirmemesinden, yahut kocasına itaatsızlıktan, bazan da ko­canın karısına zulmetmesinden ve bu zulmün devamından ileri gelir. Eğer geçimsizliğin sebebi kadın ise, koca, bir evvelki âyet-i kerîmede açıklanan yollara başvurarak geçimsizliği ortadan kaldırmaya çalışır. Fakat geçimsizlik koca yönünden geliyorsa ve karısına karşı haksız dav­ranışlarını sürdürmekte ısrarlı görünüyorsa, aile yuvasının yıkılmaya yüz tutmuş olduğunu anlamakta güçlük çekilmez. Geçimsizliğin kadının itaatsızlığından ileri gelmesi ve kocasının başvurduğu nasihat, yatağında yalnız bırakma ve usulünce dövme gibi tedib yollarının fayda sağlamaması halinde de durum aynıdır. Bu noktada her ikisinin de yol­ları ayrılacak ve her biri kendi yoluna gidecektir. İşte Allahu Ta'âlâ son bir çare olmak üzere, bu duruma gelmiş olan karı kocalara ve akraba­larına hitab ederek aralarını ıslah etmek üzere iki taraftan birer hakem seçilmesini emretmiştir. Eğer her iki tarafta, gerçekten aralarının düzel­mesini ve yuvalarının yıkılmaktan kurtulmasını isterlerse, gayretlerini o yönde yoğunlaştırırlar; Allah da, onlara bu işte yardımcı olur. Fakat niyetleri yuvayı dağıtmak olursa, Allah, buna da engel olmaz. Zira O, kimin ne yaptığını bildiği gibi, ne yapmak istediğini ve niyetinin ne olduğunu da bilir. O, hiçbir şeyden gafil değildir. Ve hatta karı koca arasında vukubulan ve boşanmaktan başka çarenin bulunmadığı sanılan geçimsizliklerin, çok defa basit sebeplere dayandığını ve bu sebeplerin izalesiyle geçimsizliğin ortadan kalkacağını ve yuvanın kur­tulacağını da bilir; karı kocayı ve yakınlarını, bunu kolayca anlayabilecek tecrübeli hakemlere başvurmak hususunda irşad etmesi de bundandır. [93]

 

36. Allah'a ibadet edin ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın. Anaya babaya, akraba­ya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanındaki arkadaşa, yol­da kalmışa ve elinizin altındaki (köle, câ­riye, hizmetçi, işçiyb.) lere iyilik edin. Şüp­he yoktur fd Allah, kendini beğenen ve kibirlenen kimseleri sevmez..

'37. İşte o kimseler, hem cimrilik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler ve Al­lah'ın lütf u kereminden kendilerine verdiği şeyi gizlerler. Biz, o kâfirler için zelil edici bir azâb hazırladık.

38. Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde, mallarını insanlara gösteriş olsun diye dağıtanlar ise, Allah, onları da sev­mez. Her kimin dostu şeytan olursa, kötü bir dost (edinmiş) olur,

39. Allah'a ve âhiret gününe îman etmiş ve Allah'ın kendilerininzıklandırdığışeyden de (Allah yolunda) sarfetmiş olsalardı, bu, aleyhlerine mi olurdu? Allah, onla  hakkyla bilendir.

 

Nİsâ sûresinin başından itibaren tefsîr ettiğimiz âyetlerin hemen hepsi, yetimlere, hısım ve akrabaya müteallik ahkâm ve nizamına tahsis edilmiş, bu ahkâm ve nizamın ağırlığı ise, mal ve evlilik meseleleri üze­rinde toplanmıştır. Daha ilk âyette, insanların bir tek nefisten, ondan da eşinin yaratıldığına işaret edildikten sonra, insanların bu çiftten meyda­na getirildikleri zikredilmiştir. Bunu takip eden âyetlerde ise, yetimlere mallarının verilmesi, yetim kızlarla mallan yüzünden evlenmek yerine dörde kadar kadın alınması, eş olarak seçilen kadınlara mehillerinin tam olarak verilmesi, aklı kıt olanlara, ziyan olmaması için mallarının verilme­mesi, büyüyüp mallarını alacakları endişesiyle yetim mallarının heder edilmemesi, ölen kimsenin geride bıraktığı malın vârisler arasında tak­simi, vârisler ve hisseleri, fuhuş irtikâb eden kadınlar ve fuhuşun ceza­sı, tevbe ve şartları, miras yolu ile kadın alınmaması, baba karıları ve ev-lenilmesi haram olan diğer kadınlar, evlenmeye gücü yetmeyenler, batıl yollarla malların yenilmemesi, erkek ve kadının birbirinden farklı ve bir­birinden üstün yaratılması ve nihayet erkeklerin kadınlar üzerine hâkim olmaları gibi konular üzerinde durulmuştur. Dikkat edilecek olursa bü­tün bu konular, insanların dünyada en çok meşgul oldukları, uğrunda bazan hayatlarını, bazan da servetlerini feda ettikleri dünya nimetleriyle ilgilidir. Ancak her şey dünyadan ve dünya nimetlerinden ibaret değil­dir. Bunların hepsi geçicidir. Asıl hayat, ebedî olan âhiret hayatıdır ve insan, dünyada iken âhiret hayatını da düşünmek ve kendisine peygam­berler ve sâlih kişiler yanında bir yer kazandıracak olan iyi ameller işle­mek zorundadır. Bu amellerin, onun âhiret hayatını mamur edeceğin­den hiç şüphelenmemek gerekir. İşte Allahu Ta'âlâ, sûrenin başından beri şahıslarla ilgili yukarıda sıraladığımız ahkâmı beyan ettikten sonra,

hem bu ahkâma uyulmasını kolaylaştırmanın, hem de âhıret hayatını mamur etmenin yollarını göstermiş ve şöyle buyurmuştur: [94]

 

36. Allah 'a ibadet edin ve hiçbir şeyi O 'na ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetim­lere, yoksullara, yakın kom§uya, uzak kom­şuya, yanındaki arkadaşa, yolda kalmışa ve elinizin altındaki (köle, câriye, hizmetçi, işçi vb.) lere iyilik edin. Şüphe yoktur ki Allah, kendini beğenen ve- kibirlenen kimseleri sev­mez.

 

36 Allah'a ibadet, O'nun heybetini azametini ve mutlak hüküm­ranlığını nefse iyice yerleştirerek ve bunu her an içte duyup hissederek O'na boyun eğmektir. O'na boyun eğmenin en belirgin alâmeti, O'nun emrettikleriyle amel etmek, nehyettiklerinden de sakınmaktır. Mutlak hü­kümranlığın yalnız Allah'a mahsus olduğuna ve O'ndan başka hüküm­ran bulunmadığına inanmak tevhîd akîdesinin esasını teşkil eder. Her kim bir başkasının O'na bu hükümranlıkta ortak olduğuna itikad ederse müşrik olur. Hiçbirisinde hayır olmasa bile müşrik ile münkiri birbirin­den ayırdetmek gerekir. Zira, şirk, her şeyden önce Allah'ın varlığına îman etmeyi gerektirir. Allah'a iman etmeden O'na şirk koşmak müm­kün değildir. Bu sebepledir ki, müşrik, Allah'ın varlığına ve ulûhiyetine iman eden, fakat bu uiûhiyette bir başkasını O'na ortak kılan kimseye denilmiştir. Münkir ise, Allah'ın varlığım ve ulûhiyetini inkâr eden, O'nun varlığına hiç inanmayan kimsedir. Bu itibarla Allahu Ta'âlâ, ulûhiyetinde ve hükümranlığında başkasının kendisine ortak kılınmasını nehyettiği zaman, bu, ulûhiyetinin ve hükümranlığının inkârını evleviyetle nehyet-miş olur.

Kur'ân-ı Kerîm, Arap müşriklerinden sözederken, bunların bazı özelliklerini de anlatmıştır. Onların şirki, Allah katında kendilerine şefaat­çi olacaklarına inandıkları bir takım putlara ibadet etmekti. Nitekim Yû­nus sûresinin 18 inci âyetinde buna işaret edilerek şöyle denilmiştir: "(O müşrikler) Allah'ı bırakarak, kendilerine zararı da faydası da dokunma­yan şeylere ibadet ederler ve "bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimiz-dir" derler. (Ey Muhammedi Onlara) de ki: Siz, göklerde ve yerde olup da Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz? Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir ve çok yücedir". Zûmer sûresinin 3 üncü âyetinde, yine Allah'ı inkâr etmekle birlikte putları O'na ortak ko­şan Araplardan sözedilmiş ve şöyle denilmiştir: "Bilesiniz ki, hâlis din

Allah'ındır. O'ndan başkasını "biz onlara, ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırdıkları için ibadet ediyorut' diyerek dost edinenler ise, Allah, onların ihtilâf ettikleri hususlarda, aralarında elbette hüküm verecektir. Elbette Allah, kâfir yalancı olan kimseye hidayet etmez".

Kur'ân-ı Kerîm, kendilerine peygamber gönderilmiş ve kitap veril­miş olmasına rağmen, kitap ehlinin de şirke düştüğünü ve hıristiyanla-rın Isâ (a.s.)'ya, bazılarının da onun anası Meryem'e ibadet ettiklerini haber vermiştir. Tevbe sûresinin 31 inci âyetinde şöyle denilmiştir: "Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem'in oğlu Mesih'i kendilerine Rab edinmişlerdir. Halbukhonlar da tek bir ilâha ibadet et­mekten başka bir şeyle emrolunmuşlardır. Zira O'ndan başka ilâh yoktur. O, onların şirk koştuklarından münezzehtir".

Kitap ehli, şüphesiz hahamlarını ve râhiblerini ilâh olarak tavsîf et­memişlerdir; fakat hahamların ve râhiblerin helâli haram, haramı da he­lâl kılmalarını kabul edip onlara tâbi olmuşlar ve böylece onları kendi­lerine Rab edinmişlerdir. Bugün de müslümanlar arasında zaman zaman ortaya çıkan şeyhlerin ve dedelerin kendilerine karşı gösterilen aşırı derecedeki bağlılık sebebiyle şirke âlet edildikleri görülmekte­dir. Müslümanların bu gibi durumlarda çok dikkatli davranmaları ve içle­rine hiçbir surette şirk kırıntısı düşürmemeleri gerekir. Aksi halde şirk ile birlikte ne namaz, ne oruç ve ne de başka herhangi bir ibadet kabul olunur.

Allahu Ta'âlâ, kendisine ibadet edilmesini emr, şirk koşulmasını da nehyettikten sonra, "anaya babaya iyilik ediniz" buyurmuştur. Anaya ba­baya iyilik, onları hoşnud edecek her hususta hiçbir kusur işlemeden onlara iyi muamelede bulunmaktır. Onlara gerektiği şekilde hizmet et­mek, onlarla konuşurken sesi yükseltmemek, onlara sert ve haşin dav­ranmamak, onların hoşnudluğunu kazanmaya çalışmak, güç yet­tiğince onlara infak etmek ve bu infakı gönül hoşnudluğu ile yapmak, bu iyiliklerin başında gelir. Burada şu hususu belirtmek gerekir ki, anaya babaya iyilik etmenin belli bir kaidesi yoktur. Ancak anası babası olan her ferdin, onlara nasıl iyilik edebileceğini, onların hangi davranışlardan hoşnud olabileceklerini araştırarak tesbit etmesi belki daha faydalı olur. Fakat her şeyden önce kişinin, anasına babasına mutlaka iyilik etmek gerektiğine samimiyetle inanmış olması şarttır. Kur'ân-ı Kerîm, İsrâ sûre­sinin 23 ve 24 üncü âyetlerinde yol göstermiş ve demiştir ki: "Rabbın, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi ve anaya babaya iyilik etme­nizi emretmiştir. Eğer onlardan biri, yahut her ikisi de senin yanın­da ihtiyarlığa   erişirse,  onlara üf bile deme; onları azarlama; onlara

güzel söz söyle. Onlara merhametten Heri gelen tevazu kanadını indir ve "Rabbım! Onların küçükken bana bakıp terbiye ettikleri gibi, sen de on­lara merhamet et de",

Allahu Ta'âlâ, anaya babaya iyiliği emrettikten sonra, İnsana yakın­lık bakımından ikinci sırayı alan akrabayı zikretmiş ve onlara da iyilik edilmesini emretmiştir. Ancak anaya babaya yapılacak iyilikle akrabaya yapılacak iyilik arasında fark olması tabiîdir. Anaya babaya karşı vâcib olan ihtiram ve tekrirn, bir akrabaya karşı elbette vâcib değildir.

Akrabadan sonra İyilik edilmek üzere zikredilenler yetimler ve fakir­lerdir. Kur'ân-ı Kerîmde bu gibi makamlarda yetimlerin daima zikredil­mesi, onlara ne kadar çok ihtimam gösterilmesi gerektiğine delâlet eden hususlardan biridir. Filhakika yetimler, kuvvetli ve gayretli bir yar­dımcıdan mahrum olmaları dolayısıyle işleri en çok ihmale uğramış ve çaresiz kalmış kimselerdir. Babaları bulunmadığı için tahsil ve terbiye­den de mahrum kalan bu çocuklar,.kendilerine ihtimam gösterecek bir kimsenin bulunmaması halinde, bir taraftan cehaletleri, bir taraftan da bozulan ahlâklarıyle, hem diğer çocuklara kötü örnek olurlar; hem de toplumun başına belâ kesilirler.

Yetimlerle birlikte ihtimama ve yardıma muhtaç diğer bir zümre de, miskinler, yâni çalışıp kazanmaktan âciz kalmış ve karnını doyurma im­kânı bulamamış kimselerdir. Bunların halleri de yetimler gibi düzeltilme­dikçe, toplumun düzelmesi mümkün değildir. Bunların fakir kalmaları, çok defaya zayıflıkları ve çalışma gücüne sâhnip olamamaları, ya tem­bellikleri, ya herhangi bir felâket sebebiyle mallarını yitirmeleri ya da içki ve kumar gibi kötü alışkanlıkları sebebiyle mallarını yiyip israf etmeleri gibi çeşitli sebeblere dayanır. Fakat hangi sebeble fakir kalmış olurlar­sa olsunlar, hepsinin de çeşitli yönlerden yardıma muhtaç oldukları bir gerçektir. Malını içki ve kumarda tüketen insana mal yardımı yapılmasa da, onun içki ve kumardan kurtarılıp kendi hayatını kendi kazanabilir bir hale getirilmesi bile, ona yapılabilecek iyiliklerin en büyüğüdür.

Allahu Ta'âlânın iyilik edilmesini emrettiği bir başka gurup, yakın ve uzak komşulardır. Komşuluk, İslâm'da akrabalık çeşitlerinden biri sayı­lır. İnsan, bazan neseb yönünden akrabası olan bir kimse ile, çok uzak­larda yaşaması dolayısıyle, nadiren görüştüğü, bazan hiç görüşme­diği ve hatta bazan onu hiç tanımadığı halde, yakın bir komşusu, kendisine böyle bir akrabadan daha yakın olur. Komşular arasındaki bu yakınlık, aralarındaki dayanışmanın ve yardımlaşmanın kuvvetlenip artmasına vesile olduğu gibi, birbirlerinin dert ve sıkıntılarını kısmen de olsa hafifletmede, bazan da tamamen ortadan kaldırmada büyük öl­çüde yardımcı olur. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmede komşuların, yakın da olsa uzak da olsa, birbirlerine iyilik etme tavsiye­sinde bulunmuştur. Şunu da unutmamak gerekir ki, komşuları birbirle­rine iyilik eden bir şehir halkı içertside tek bir kişinin dahi bu iyilikten mahrum kalması mümkün değildir.

Hazreti Peygamberden komşu ve komşuluk hakkında muhtelif ha­dîsler rivayet edilmiştir. Buhârî[95]

ve Müslim [96]de yer alan bir hadîsinde şöyle demiştir: "Cibril, komşu hakkına riayet olunması hakkında o kadar çok vasiyet edip durmuştur ki, sonunda onun komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim". Yine Buhârî[97]

ve Müslim[98] de bulunan başka bir hadîsinde, komşu hakkının azametine ve kudsiyeîine delâlet etmek üzere Abdul­lah İbn Mes'ûd'tan şu haber nakledilmiştir: "Rasûtullah (s.a.s.)'a Allah katında en büyük günâhın hangisi olduğunu sordum. "Seni yaratmış ol­duğu halde, Allah'a bir şerîk (ortak) uydurmandır" dedi. Bu, muhakkak ki en büyüktür. Sonra hangisi, dedjm. "Sonra, seninle birlikte yemesin­den korktuğun çocuğunu öldürmendir" dedi. Sonra hangisi dedim. "Sonra, komşunun halilesi (zevcesi) ile zinalaşmandır" buyurdu".

Âyet-i kerîmede, kendisine iyilik edilmesi istenenlerden bir diğeri "yanındaki arkadaş" olarak zikredilen kimsedir ki, bununla ilgili olarak üç farklı görüş ileri sürülmüştür. İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre, bu, yol arkadaşıdır. İbn Mes'ûd'tan gelen rivayette ise, bunun, hayat ar­kadaşı olarak da ifade edilen "eş" olduğu belirtilmiştir. Bir başka görüşte de, bu, insanın devamlı sohbetinde bulunan sâlih kişidir. Kanaatımızca, âyet-i kerîmede sâhibu'l-cenb olarak zikredilen bu tabirin manâsını da­raltmaya ve ona sadece eş yahut yol arkadaşı manâsı vermeye hiç ge­rek yoktur. Daha şümullü olarak, eş, yol arkadaşı, iş arkadaşı, masa ar­kadaşı, sıra arkadaşı ve bunun gibi insanın herhangi bir vesile ile beraber bulunduğu herkesi bu manâ içerisinde değerlendirmek daha doğru olur. Buna göre, bu durumda olan her arkadaş, birbirine karşı sorumludur ve birbirine iyilik etmekle mükelleftir.

Allah'ın iyilik edilmesi tavsiyesinde bulunduğu diğer bir gurup, mi­safir veya yolcu olan, yahut yolda kalan kimselerdir. Bunlar bir iş veya zaruret dolayısıyle seyahat ederler ve seyahatları boyunca yakınları veya aileleriyle irtibatta bulunamazlar. Binâenaleyh bu gibi kimselere yardım etmek, parasızlık sebebiyle yolda kalmışlar veya yiyecek bula-rnamışlarsa, onlara yardım elini uzatmak her müslümanın görevidir.

Nihayet iyilik edilmeye müstehak olan başka bir gurup da, el altın­da bulunan yani hali vakti biraz daha iyi olan müslamanların idaresi al­tında hayatlarını sürdüren, köle, cariye, hizmetçi ve işçi gibi kimselerdir ki, sahiplerinin verdiği yiyecek ve giyecekle karın doyurup giyinirler.

Köle ve cariyeler için yapılabilecek en büyük iyilik, hiç şüphesiz onları âzâd edip hürriyetlerine kavuşturmaktır. Bununla bareber köle olsun, işçi veya hizmetçi otsun, hepsi İçin yapılabilecek başka iyilikler elbette vardır.Hazreti Peygamber, bu gibilere, hane halkından biri ve bir kardeş gibi muamele edilmesini emretmiştir. Buhârî [99]Müslim [100]Ebu Dâvûd [101]ve Tirmizi [102]ta­rafından nakledilen bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: "Onlar, sizin kardeşleriniz ve hizmetçilerinizdir. Allah onları sizin elinize emanet et­miştir. Kimin eli attında kardeşi bulunursa, ona yediğinden yedirsin; giy­diğinden giydirsin. Onlara kendilerine ağır gelecek yük yüklemeyiniz. Eğer yüklerseniz, o iş üzerinde onlara yardım ediniz."

Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Allahu Ta'âlâ, ana babadan başlamak üzere bir toplumu teşkil eden her çeşit insanı, birbirlerine iyi­lik yapmakta görevlendirmiş ve böylece birbirinin sevinciyle sevinen, derdiyle de dertlenip ona çare arayan ferdlerin oluşturduğu bir toplu­mun vücûd bulmasını murad etmiştir. İnanan ve Allah'ın telkin ve tav­siyelerine hâlis kalb ile kulak verip onlara uyan insanların böyle bir top­lum vücûda getirmeleri elbette olmayacak bir iş değildir. Buna rağmen toplum içinde eğer kendini beğenen ve kibirlenen kimseler bulunur ve bunlar kendilerinden başka hiç kimseyi düşünmezlerse, toplum ferdle-rini birbirine bağlayan iyilik halkalarının kopması çok tabiîdir. Bu halka­ları koparanlar, şüphesiz bunun vebalini de yüklenmiş olacaklardır. Böyle kimseler, kibirleri dolayısıyle ilâhi sıfatları inkâr etmiş oldukları gi­bi, Allah'a da lâyıkıyla İbadet edemezler. Çünkü büyüklük ve yücelik sa­dece Allah'a hâs olan sıfatlardır; kibirlenen kimse ise, Allah'a hâs olan bu sıfatlardan kendisini O'na ortak kılarak gadabına müstehak olur. Al­lah böyle kimseleri asla sevmez. Bu sebepledir ki O, kibirlenen kimse­leri, Kur'ân-ı Kerîmde sık sık uyarmış ve akıbetlerinin cehennem ateşi olduğunu haber vermiştir. İsrâ sûresinin 37 nci âyetinde şöyle buyur­muştur: "Yeryüzünde kurula kurula yürüme; zira sen, hiçbir zaman yeri yaramaz, boyca da dağlara erişemezsin". Müslim[103]

tarafın­dan rivayet edilen bir hadîsinde Hazreti Peygamber de şöyle buyur-muştur: "Kalbinde zerre miktarı kibir olan kimse cennete giremez".[104]

 

37. İşte o kimseler, hem cimrilik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler ve Allah 'm lütf u kereminden kendilerine verdiği şeyi gizler­ler. Biz, o kâfirler için zelil edici bir azâb hazır­ladık.

38.  Allah'a ve âhtretgününe inanmadıkları hal­de, mallarını insanlara gösteriş olsun diye dajptanlar ise, Allah onları da sevmez. Her kimin dostu şeytan olursa, kötü bir dost (edinmiş) olur.

39.  Allah'a ve âhvret gününe iman etmiş ve Allah'ın kendilerini nzıklandırdığı şeyden de (Allah yolunda) sarf etmiş olsalardı, bu, aleyhlerine mi olurdu?Allah, onlan hakhyle bilendir.

 

37 Allahu Ta'âlâ, kendini beğenen ve kibirlenen kimseleri sevmediği gibi, cimrilik edenleri, başkalarına cimriliği tavsiye edenleri ve Allah'ın lütf u kereminden kendilerine ihsan ettiği şeyleri başkalarından gizleyenleri de sevmez. İbn Abbas'tan gelen bir rivayetten öğren­diğimize göre bir gurup yahudî, Ensardan bazı müslümanlara gelir ve "mallarınızı boş yere dağıtmayın. Bir gün onların elinizden çıkıp, fakir düşmenizden korkuyoruz. Malınızı dağıtmakta acele etmeyin. İleride ne olacağını bilemezsiniz." diyerek nasihatta bulunurlardı. Bunun üzerine Allahu Ta'âlâ bu âyetleri indirmiştir.

Bazı ilk müfessirlerin de şöyle dedikleri rivayet olunmuştur: "Bu âyet-i kerîmede sözü edilen cimriler, Allah düşmanı ehl-i kitaptır. Bun­lar, Allah'ın üzerlerindeki hakkını cimrilik edip gizlemişlerdir. Ellerindeki Tevrat ve İncil, İslâm'ı ve Muhammed (s.a.s.)'i haber verdiği halde, bu­nu halka duyurmamışlardır."

Bu iki habere istinaden bazı müfessirler âyet-i kerîmeyi, haberi mah-zuf mübtedâdan ibaret müstakil bir cümle olarak mütalâa etmişler ve ona "cimrilik edip insanlara da cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine ihsan ettiği malı gizleyenler için şiddetli bir azâb vardır manâsı ver­mişlerdir. Oysa âyet-i kerîmenin, bir evvelki âyette sözü edilen ve hakla­rında "şüphe yoktur ki Allah, kendini beğenen ve kibirlenen kimseleri sevmez" denilenlerden bedel veya onlara sıfat olduğu açıktır ve "Allah, kibirlenen kimseleri sevmediği gibi cimrilik edenleri de sevmez" rnanâ-sındadır. Âyet-i kerîmenin manâsı bu olunca, biraz önce zikrettiğimiz İbn Abbâs haberi de âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak gerçeğe uy­gun düşmemektedir. Çünkü madem ki bu âyet bir evvelki âyetten be­deldir, veya o âyette zikri geçen kibirli kimselerin sıfatıdır; o halde bu, iki âyet arasında bir manâ bağlantısının da bulunduğuna ve evvelki âye­tin bu âyetle tamamlandığına delalet eder. Buna göre, âyet-i kerî­mede sözü edilen cimrilik, İbn Abbâs'ın haberinde söz konusu olan mal cimriliğinden İbaret değil, fakat bir evvelki âyette Allahu Ta'âlânın tavsiye ettiği "İhsan" cimriliğidir. Çünkü Allahu Ta'âlâ o âyet-i kerîmede anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın ve uzak komşuya, yandaki arkadaşa, yolcuya, köle, câriye, işçi ve hizmetçi gibi el altında bulunanlara "ihsan"ı, yani iyiliği tavsiye etmiş, kendini beğenip kibirle-nenleri ise, sevmediğini beyandan sonra, işte bu kibirlenen kimselerin, Allah'ın tavsiye ettiği "ihsan" hususunda cimrilik ettiklerini, hattâ bunun­la da yetinmeyip, başkalarını da aynı cimriliğe teşvik ettiklerini bildir­miştir. Eğer anaya babaya, akrabaya, yetimlere ve diğerlerine ihsanda bulunmanın, veya iyilik etmenin, sadece onlara mal intak etmek demek olmadığı, fakat selâm vermenin,güzel söz söylemenin, iyi muamele et­menin, kısacası onları hoşnud edecek ve rızalarını kazandıracak her tür­lü davranışta bulunup ihtiyaçlarını gidermenin de ihsandan sayıldığı gözönünde bulundurulursa, Allah'ın sevmediği o kibirli kimselerin bu hususlarda cimrilik ettikleri, başkalarına da bunu telkin etmeye çalış­tıkları anlaşılır.

Cimrilerin, Allahu Ta'âlânm lütf u kereminden kendilerine verdiği şeyi gizlemelerini de, açıklamaya çalıştığımız bu manâ içerisinde değer­lendirmek gerekir. Buna göre, diyebiliriz ki, bir evvelki âyette sözü edi­len mütekebbirler, bir taraftan cimrilik edip etrafındakilere de cimrilik et­melerini tavsiye ve telkin ederlerken.bir taraftan da Allah'ın fadl u kereminden kendilerine İhsan ettiği mal gibi, ilim gibi bir çok nimetleri başkalarından gizlerler; cimrilik edip onlara hiçbir şey göstermezler. İşte kibirlenen, cimrilik eden ve Allah'ın kendilerine ihsan ettiği sayısız ni­metlere şükretmeyip nankörlük eden bu gibi kimseler için hem eza ve­rici, hem de zelil edici bir azâb hazırlanmıştır. Bu azâb, onların büyüklük taslayıp cimrilik ve nankörük etmelerinin cezasıdır. Allahu Ta'âlânm âyet-i kerîmede bu cezaya müstehak olanları kâfir olarak isimlendirme­si, bu ahlâkın ve bu amellerin, şükreden bir mü'minden değil, fakat nan­kör bir kâfirden sâdır olması dolayısıyledir. [105]

 

38 Allahu Ta'âlâ.kendini beğenip kibirlenen kimselere işaretle, bun­ların bir kısmının cimrilik edip başkalarına da bu yolda telkinlerde bu­lunduklarını, aynı zamanda onlara ihsan ettiği sayısız nimetleri başka­larından gizlediklerini beyan ettikten sonra, büyüklük taslayanların bir başka çeşidine işaret etmiş, bunların da, Allah'a ve âhıret gününe hak-kıyle inanmadıkları halde, mallarını sırf gösteriş olsun diye dağıtanlar ol­duklarını açıklamıştır. Buna göre kendini beğenip kibirlenenler iki kısma ayrılmış olmaktadırlar: Bir kısmı, cimrilik edenler ve Allah'ın üzerlerinde­ki fazlını gizleyenler; ikinci kısmı ise, Allah'ın kendilerine ihsan ettiğiI

sayısız nimetlere şükretmek, yahut Allah'ın kulları üzerindeki hakkını! kabul ve itiraf ettiklerini göstermek için değil, fakat sırf gösteriş yapmak; ve başkalarını aldatmak için mallarını dağıtanlardır.                               \

Filhakika riyakâr olanlar ve başkalarını aldatmak için mal dağıtan-; lar da kibirli olan insanlardır. Çünkü halka bol bol mal dağıttıkları zaman bütün arzuları.kendilerini hayırsever bir insan olarak tanıtmak ve büyüklüklerini bu temel üzerine bina ederek halka öylece kabul ettirJ mektir. Bu bakımdan mütekebbir olup da mürailik edenlerin şerri; mütekebbir cimrilerin şerrinden daha azdır. Âyet-i kerîmede mütekeb­bir cimrilerin, mütekebbir mürailerden önce zikredilmesinin sebebi de budur. Ne var ki mûraîlerin de bir bakıma cimri olduklarını unutmamak gerekir. Çünkü bunlar, mal dağıttıkları zaman, malın asıl hak sahiplerinin eline geçmesi hususunda hiçbir ön fikre sahip değillerdir ve bunu araştırmak lüzumunu da duymazlar. Onlar, mallarını yalnız kendilerini yüceltecek ve ünlerine ün katacak yerlerde dağıtırlar ve büyüklüklerini ancak böyle yerlerde isbatlamaya çalışırlar.

Müraîler, mal dağıtımında, Allah'ın rızasını kazanmaktan başka bir şey düşünmeyen gerçek mü'minlerin elde edecekleri ecir ve sevaba güvenmek yerine, halk arasında kazanacakları medih ve senaya güvenirler; onlara nazaran Allah, halk yanında daha hafif ve önemsiz­dir. Bu gibi durumlarda Allah'ı hiç hatırlamazlar bile. Bu sebepledir ki, böyle kimseler, Allah'a ve âhıret gününe gerçek manâda îman etmiş kimselerden sayılmazlar. Allah'ı bilmezler ve tanımazlar; kâinatın Allah tarafından yaratıldığı onları hiç ilgilendirmez. Allah ismir ağızlarından sadece kalıplaşmış ve halk diline girmiş bazı cümleleri tekrarlarken çıkar. Bunun dışında Allah'ı zikretmek, akıllarına hiç gelmez. Hâlis mü'min ile müraî arasındaki en-barizfark, mü'minin infak ettiği malı, sol elinin bile haberi olmayacak şekilde vermesi ve zaruret hâsıl olmadıkça bundan hiç kimseye söz etmemesi; müraînin ise, verdiği malı abartarak ve herkese anlatarak övünç vesilesi yapması ve bununla büyüklenmesidir.

Kendilerini beğenip büyüklük taslayanları, ya cimrilik, ya da mürailik etmeye sevkeden yegâne âmil şeytandır; çünkü bunlar, Allah'ı değil şeytanları dost edinmişler ve onların vesveselerine tâbi olmuşlardır. Nitekim Bakara sûresinin 268 inci âyetinde şeytanın vesvesesine işaret edilerek şöyle denilmiştir; "Şeytan sizi fakirikle korkutur ve size cimriiiği emreder1'. Bu âyet-i kerîmeden, her müslümanın ders alması ve ken­disini ifsad edecek dost ve arkadaşlardan uzak kalması gerekir; çünkü kötü arkadaş, iyi insanı yoldan çıkarır. İyi arkadaş ise, iyi yolda insanın daima yardımcısıdır. [106]

 

39 Halbuki kendini beğenip kibirlenen vş şeytanın vesveselerine kulak vererek cimrilik yahut mürailik eden kimseler, Allah'a ve âhıret gününe gerektiği şekilde îman etmiş ve Allah'ın kendilerine İhsan ettiği maldan yine Allah yolunda sarfetmiş olsalardı ne zarar görürlerdi? îmanın onlara elbette hiçbir zararı dokunmazdı. Aksine îmanları sa­yesinde, hem cimrilik ve müraîlik gibi tefessüh etmiş ahlâk biçimleriyle insanlık şeref ve haysiyetlerini yitirmemiş, hem de ebedî olan âhıret hayatını kazanmış olurlardı. Oysa Allah'a ve âhıret gününe inanmamak­la, hem dünya, hem de âhıret hayatlarını yitirmişler ve kurtuluşu bulun­mayan bir azaba müstehak olmuşlardır. Burada sözünü ettğimiz îman hiç şüphesiz, sahîh ve geçerli olan îmandır. Yoksa câhliyye devrinde Arapların sahip oldukları îman değildir. Zira İslâm'dan önce Arapların çoğu, Allah'a, göklerin ve yerin Allah tarafından yaratıldığına ve öldükten sonra dirilmeye inanıyorlardı. Buna rağmen müşrik idiler ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağına ve şefaatçi olacağına inandıkları bir takım put­lara ibadet etmekten de geri kalmamışlardı. Keza ehl-i kitap olan yahudîler ve hıristiyanlar da Allah'a ve âhıret gününe inanıyorlardı. Fakat bu inançlarına şirk bulaştırmaktan kurtulamamışlardı. O halde ne İslâmiyetten önceki Arapların ve ne de yahudî ve hıristiyanların îman­larına sahîh îman nazariyle bakmak asla mümkün değildir. Bu İtibarla biz, insana hiçbir surette zararı dokunmıyacak bir îmandan söz eder­ken sahîh olan ve eseri, insanın düşünce ve davranışlarında görünen hâlis îmanı kasdediyoruz. Ancak böyle bir îmandır ki insanı dünya ve âhıret saadetine kavuşturabilir. Bunun sırrı da, bu âyetlerin ilkinde gördüğümüz "Allah'a ibadet edin ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın*1 emrindedir. Bu emir, aynı zamanda gerçek îmanın da ölçüsünü teşkil eder; çünkü îmanı olmayan kimsenin Allah'a ibadet etmesi mümkün olmadığı gibi, ibadet etmeyen kimsede îmanın varlığından söz etmek de mümkün değildir.,

Şüphesiz herkesi düşünce ve davranışlarıyle en iyi bilen Allah'tır. Kimin cimrilik ettiğini, kimin başkalarını aldatmak maksadiyle mal dağıttığını ve kimin de Allah rızası için infak ettiğini hakkıyle bilir ve her­kese amelinin karşılığını verir. Binâeneleyh gerçek mü'minin, Allah rızası için infak ettiği malı ilân edip herkese duyurmasına gerek yoktur. Çünkü Allah, onun ne infak ettiğini ve niyetinin ne olduğunu hakkıyle bilir. Ancak Allah'a inancı olmayan kimselerdir ki, müraîlik ederek dağıttıkları matın karşılığını Allah'tan beklemek yerine halktan beklerler ve yaptıkları işi her fırsatta ilân etmeye çalışırlar. [107]

 

40.Allah şüphesiz, zerre kadarhaksızlıkyap-maz. (Yapılan) bir iyilik olursa, onunkar-şüığını kat kat artırır ve ayrıca kendi ka­tından son derece büyük mükâfat verir.

41.Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de (ey Muhammed) bunlara şâhid gösterdiğimiz zaman, o kâfirlerin halteri nasıl olacaktır?

42. İşte o gün,küfredenler ve Peygambere âsî olanlar, kendilerinin yerle bir olmasını temenni ederler ve Allah'tan hiçbir söz gizleyemezler,

 

Allahu Ta'âiâ, önceki âyetlerinde, kendilerini beğenip kibirlenen kimselerin sıfatlarını açıkladıktan, bunların bir kısmında cimrilik, bir kıs­mında da müraîlik olarak tezahür eden kötü davranışlarını beyan ettik­ten ve bu davranışların hüsranla neticelenecek olan acı akıbetlerini ha­ber verdikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, kullarından Allah'ın bu telkin ve tavsiyelerine uyup onlarla amel edenlerin hiçbirine zerre mik­tarı da olsa zulmetmiyeceğini, herkese hakkını en hassas ölçüler içinde vereceğini, iyilik edenlerin mükâfatlarını ise, kat kat artıracağını beyan etmiş, sonra, küfredip peygamberlerine karşı gelenlerin âhırettekı du­rumlarına işaret ederek bunların önce küfürlerini inkâra kalkışacakları­nı, fakat birbiri arkasına aleyhlerine şâhidlik edenlerin çıkması üzerine yerle bir olmayı ve hallerinden de hiçbir şeyi gizlememiş olmayı temen­ni edeceklerini haber vermiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [108]

 

40. Allah, şüphesiz, zerre kadar haksızlık yap­maz. (Yapılan) bir iyilik olursa, onun kar­şılığını kat kat artırır ve aynca kendi katından son derece büyük mükâfat verir.

 

40 Allahu Ta'âlâ, amel sahibi kullarından hiçbirinin, amel karşılığı olarak hak ettiği ecir ve sevabından, az veya çok, hiçbir şey noksan-laştırmaz. Kazancı zerre miktarı da olsa onu sahibine öder. Keza hiç kimseyi hak etmediği bir ukubetten dolayı da cezalandırmaz.

Bilinen bir gerçektir ki ameller, yahut fiil ve davranışlar, insanın duy­gu ve düşüncelerinin dışa aksetmiş tezahürleridir. İçinde bal olan bir testi sirke sızdırmıyacağı gibi, sirke ile dolu bir testiden de bal sızmaz. Bunun gibi, nefsinin şehevî arzularına esir olmuş bir insanın bütün duy­gu ve düşünceleri, bu arzuların gerçekleştirilmesi istikametinde toplan­dığı zaman, o insanın bütün amelleri de, onun duygu ve düşüncelerinde planlandığı şekilde tezahür eder ve nefsin arzularını gerçekleştirme gay­retine düşer. Bu bakımdan sevab ve ikab, insanın iç dünyasından sızan bu amellere terettüb eder ve sızıntının cinsine ve derecesine göre insan ya sevab kazanır, ya da ıkaba maruz kalır. Allah ve Peygamber inancı ile terbiye edilmemiş bir nefsin, insanın duygu ve düşüncelerinde, dînin gerektirdiği istikamette bir tesir icra etmesi mümkün olmadığı için, o in­sandan Allah'ın rızasına muvafık amellerin sâdır olması da mümkün değildir. Bu itibarla insan, kendisinden sâdır olan bu amellerden sorum­lu tutulur ve amelinin karşılığı olan ceza ile cezalandırılır. Bu ceza, insa­nın işlediği suçun üstünde, onun hak etmediği bir ceza olamaz; çünkü insanın duygu ve düşüncelerini ve bunların tezahürü olan amellerini en iyi bilen Allah, zâlim değildir ve insanı hak etmediği bir ceza ile cezalan­dırmaz. Ancak insanın hak etmediği bir ceza ile cezalandırılmayacağı ifadesini, kötü amellerin cezasız kalacağı manâsında yanlış anlamamak gerekir. Zilzâl sûresinin 7-8 inci âyetlerinde de buyurulduğu gibi "kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını görür-, kim zerre miktarı şer işlerse, o da onun karşılığını görür." Binâenaleyh Allah bazı suçları bağışlamadığı takdirde, her insanın işlediği kötülüğün karşılığını görme­si mukadderdir. Şu var ki, onun göreceği bu karşılık, ameileriyletıak et­tiğinden zerre miktarı da olsa fazla değildir.

İyi olanlara ve İyilik edenlere gelince, hiç şüphe yoktur ki, bunların kazancı çok daha kârlıdır. Çünkü yaptıkları iyiliğin karşılığı olan ecir ve sevabtan az da olsa eksiltilmek bir yana, kazandıklarının kat kat faz­lasına nail olurlar. Nitekim Allahu Ta'âlâ, En'âm sûresinin 160'ıncı âyetinde   bunlardan   söz ederek şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü Rabbına) kim iyilikle gelirse, onun için iyiliğin on misli (ecir) vardır, Kim de kötülükle gelirse, o, sadece misliyle cezalandırılır. Onlara asla hak­sızlık edilmez". Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, iyilik eden­lere, hak ettiklerinin on misli fazlasıyla verilen ecir, amellerinin karşılığı, olan ecir değil, fakat Allah'ın fazi u kereminden onlara ihsan ettiği büyük atıyyedir; aynı zamanda mü'min kulları üzerindeki sonsuz rahmetinin de şaşmaz delilidir. [109]

 

41. Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de (ey Muhammed) bunlara şâhid göster-diğimiz zaman, o kâfirlerin halleri nasıl ola­caktır?

42. işte o gün, küfredenler ve Peygambere âsi olanlar, kendilerinin yerle bir olmasını temenni ederler ve Allah'tan hiçbir söz iz­leyemezler.

 

41 Her insanın, kıyamet günü.zerre miktarı da olsa, amellerinin karşılığını mutlaka alacağına, hiçbir hata ve hiçbir kaza olmadan ve hiç­bir haksızlığa uğratılmadan hesabının adaletli bir biçimde gö­rüleceğine göre, şu insanların ve özellikle Allah'ını tanımamış, emirlerine kulak asmamış, nehiylerinden sakınmamış, Peygamberini de hiç umursamamış şu mücrimlerin hali acaba nice olacaktır? Allah'ın huzurunda toplanıldığı, hesapların görülmeye başlandığı, her ümmete gönderilen peygamberin ortaya çıkıp, kendilerine tâbi olmaları gereken ümmetleri aleyhine, son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.s.)'mn da kendi üm­metine şâhidlik ettiği gün, bu mücrimler kendilerini nasıl kurtaracaklar­dır?

Kur'ân-ı Kerîm, peygamberlerin kendi ümmetlerine şehadet ede­ceklerini bu âyet-i kerîmeyle apaçık beyan etmiş olmasına rağmen, in­sanlar bu şehadetten ne kadar gafil görünmektedirler! Buhârî [110] 'nin Abdullah İbn Mes'ûd'tan gelen bir hadîsinde İbn Mes'ûd şu hâdiseyi anlatmıştır: Bir gün Nebiy (s.a.s.): "Haydi bana Kur'ân oku" diye buyurdu. Ben: "Yâ Rasûlallah! Kur'ân sana nazil olduğu halde, onu ben sana nasıl okurum?" dedim. Rasûlullah: "Ben, Kur'ân'ı başkasından din­lemeyi severim! buyurdu. Bunun üzerine Nisa sûresini okumaya başla­dım. "Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de (ey Muhammed) bunlara şâhid gösterdiğimiz zaman, o kâfirlerin halleri nasıl olacak-ö/?"âyetine gelince "sus" dedi. O zaman gördüm ki, gözlerinden yaş dö­külüyordu".

Bu şehadet, Allah'ın bütün insanları peygamberleriyle birlikte topla­dığı gün, akaidlerinin, ahlâklarının ve amellerinin, peygamberlerinin akaid, ahlâk ve amelleriyle mukabele edilmesinden, veya karşılaştırıl­masından ibarettir. Kimin akaidi, ahlâk ve ameli tâbi olduğu peygambe­rin akaidine, ahlâkına ve ameline uygun düşerse kurtuluşa erer; buna rağmen kimin kalbi kin ve düşmanlık ateşiyle dolu ve amelleri kalbin­den aksetmiş kötülük örneklerinden ibaret ise, bu gibileri, peygamber­lerin kendilerinden tebriye ettikleri ve "onlar bizden değil" dedikleri kim­selerdir. Bunların akıbeti hüsrandır.

Her peygamber kendi ümmetine şâhidlik edeceğine göre, son Pey­gamber Muhammed (s.a.s.) de kendi ümmetine şâhidlik edecek ve diğerlerinde olduğu gibi, sîretleri Peygamberlerinin sîretine aykırı düşen yeryüzünün felah bulmamış kabadayıları.teker teker ayıklanıp geçmiş ümmetlerdeki benzerlerinin yanında yerlerini alacaklardır.

Hazreti Peygamberin kendi ümmetine, bu ümmetin de diğer üm­metlere şâhidlik edeceği, Bakara sûresinin 143 üncü âyetinde de belir­tilmiş ve şöyle denilmiştir: "Nitekim insanlara şâhid olmanız, Peygam­berin de size şâhid olması için biz sizi orta (vasat) bir ümmet kıldık'. Bu âyet-i kerîmenin tefsirinde de açıkladığımız gibi, müslümanlar, ifrat ve tefrite düşmeyen, her şeyde mutedil olan, hak ve adaletten ayrılmayan ferdlerden müteşekkil bir ümmet olarak tavsif edilmiş ve bu sıfatlarıyle diğer ümmetlere şâhidlik etme mazhariyetine erişmişlerdir. Hazreti Pey­gamber de böyle bir ümmete şâhid olmuştur. [111]

 

42 Her insanın zerre kadar da olsa, işlediği amellerin karşılığını alacağı, hesabının hiçbir haksızlığa uğratılmadan adaletli bir biçimde görüleceği, yaptığı işleri inkâra kalkışsa, bütün uzuvlarının kendi aley­hine şâhidlik edip kendisini yalanlayacağı, dahası, tâbi olmakla emro-lunduğu peygamberin de kendisi aleyhine şâhidlik edeceği o kıyamet gününde, müşriklerin, kâfirlerin, münafık ve müraîlerin halleri nasıl ola­caktır? Kendilerini, yine kendi elleriyle hazırladıkları bu kötü akıbetten nasıl kurtaracaklardır? Heyhat! Ne bir kurtarıcı var, ne de bir yardımcı! İşte o zaman kendilerini acı pişmanlığın son raddesine ulaşmış bula­caklar ve "yer yarılsaydı da içine düşseydim; üzerimi de toprak örtsey-di ve ben yerle bir olsaydım", yahut Nebe' sûresinin son âyetinde de işaret edildiği gibi 'keski daha dünyada iken toprak olsaydım" diye temennide bulunacaklardır. Bu pişmanlık temennisine devam edecekler ve Allah'ın önünde, dünyada iken yaptıklarını inkâra kalkışıp yalan söylememiş olmayı da isteyeceklerdir. Zira En'âm sûresinin 22-24 üncü âyetlerinde onların kıyamet günü yalan söy­leyecekleri ve şirklerini inkâr edecekleri açıkça beyan edilmiş ve denilmistir ki: "O gün onların hepsini toplayacağız; sonra da Allah'a şirk koşanlara diyeceğiz ki: Hani iddia etmiş olduğunuz o ortaklarınız nerede? Fakat onlar, Fiabbımız olan Allah'a yemin ederiz ki, biz şirk koşanlardan değildik, demekten başka bir çare bulamıyacaklardır. Bak, kendilerine karşı nasıl da yalan söylemişler ve şirk olarak uydurmuş ol­dukları şeyler kendilerinden nasıl uzaklaşıp gitmiştir".

Müşriklerin Allah'ın huzurunda yalan söylemeleri ve şirklerini inkâr etmeleri, ya ibadet ettikleri putların Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanmaları ve bunu şirk saymamaları, ya da yalanlarının kendilerini azâbtan koruyacağını sanmaları sebebinden kaynak­lanıyordu. Fakat sebep ne olursa olsun onlar yalan söylüyorardı ve dünyada yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir. İşte onların bu yalana başvurmalarından sonra, peygamberlerinin çıkıp da, itikadlarının kendi itikadlarına, ahlâklarının kendi ahlâklarına ve amellerinin de kendi amellerine uygun olmadığına şâhidlik etmesi üzerine, dünyada iken Allah ve Peygamber tanımayan o mücrimler, pişmanlık içinde dövünecekler ve "keski toprak beni örtseydi de yerle bir olsaydım ve keski yerle bir olsaydım da çirkin amellerimi Allah'tan gizlemek için yalan söylemeseydim" diyeceklerdir. Fakat faydası ne?

Rabbımız! Bizi sevgili Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.)'in yolun­dan ayırma ve bizi huzurunda çaresiz kalıp kötü amellerini inkâr eden kullarından eyleme! Âmin. [112]

 

43. Ey îman edenler! Ne söylediğinizi bilme­yecek kadar sarhoş iken ve -yolcu ol­manız dışında- cünüb iken gusletmedikçe namaza yaklaşmayın. Hasta yahut yolcu olduğunuz, yahut biriniz abdest bozmak­tan geldiği, yahutta kadınlarla münâse­bette bulunduğunuz ve su da bulama­dığınız takdirde, temiz bir toprağa teyemmüm edin; sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi mesnedin. Şüphe yoktur ki Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır.

Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif sûrelerinde ibadetin sık sık emredildiği, özellikle namaz üzerinde durularak onun insanlara olan faydasından bahsedildiği bilinen hususlardandır. Filhakika namaz, dînin bütün emir ve nehiylerini yerine getirmede insanın en büyük yardımcısıdır. Çünkü yine bilinen bir gerçektir ki, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'deki emir ve nehiyle-rine uymak ve Hazreti Peygamberin yolunda gitmek hususunda namaz kılan müslümanlar, namaz kılmayanlardan daha titiz ve daha dikkatli­dirler. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin 153'üncü âye­tinde "ey îman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah'tan yardım dileyin" buyurmuştur. Ankebût sûresinin 45 inci âyetinde, namazın fay­dasına işaret edilerek "namaz kıl; muhakkak ki namaz, fuhuştan ve kö­tülükten alıkor*1 denilmiş, Meâric sûresinin 19-22 nci âyetlerinde de, sa­dece namaz kılanların birtakım kötü huylardan uzak kalabilecekleri belirtilerek şöyle buyurulmuştur: "Muhakkak ki insan çok harîs yaratıl­mıştır. Başına bir kötülük gelince feryad eder. İyilik dokunduğu zaman da cimrilik edip onu başkalarından kıskanır. Yalnız namaz kılanlar ve na­mazlarına devam edenler böyle değildir."

Namazın Kurıân-ı Kerîmde sık sık emredilmesi, nasıl olursa oisun onun belirli vakitlerde ve belirli rikâtlarla ifa edilmesi manâsında değil­dir. Çünkü müslümanlar sadece namaz kılmakla değil, fakat namazı ikame etmekle emrolunmuşlardır. Namazın ikamesi ise, âdâb ve erkâ­nına riayet ederek onu en mükemmel şekilde kılmak demektir ki, Alla­hu Ta'âlânın onunla murad ettiği manâ hâsıl olsun ve insanlar için on­dan beklenen fayda tahakkuk etsin. Bu da ancak ubudiyyetini idrak etmiş olan bir kulun kendisinden başka ilâh olmadığına inandığı Allahu Ta'âlânın huzurunda huşu içinde boyun eğmesiyle mümkün olur.

İşte Allahu Ta'âlâ, daha öncekf âyetlerinde, kendisine ibadet edil­mesini ve hiçbir şeyin O'na hiçbir surette şirk koşulmamasını emrettik­ten ve anaya babaya, akrabaya, yetimlere ve diğerlerine iyilik edilmesi tavsiyesinde bulunduktan sonra, gerek bu emir ve nehiylerin ve gerekse dînin diğer gereklerinin en iyi bir şekilde yerine getirilmesi için, mü'minlere namazı yeniden hatırlatmış ve onun da gerçek manâda

ikame edilebilmesi İçin mü'minlerin maddî ve manevî pisliklerden uzak.tam bir huşu içinde bulunmalarını sağlamak maksadıyle şöyle buyurmuştur: [113]

 

43. Ey îman edenler! Ne söylediğinizi bÜmeyecek kadar sarhoş iken ve yolcu olmana dışında, cünüb iken gusletmedikçe namaza yak­laşmayın. Hasta yahut yolcu olduğunuz, ya­hut biriniz abdest bozmaktan geldiği, yahut­ta kadınlarla münâsebette bulunduğunuz ve su da bulamadığınız takdirde, temiz bir toprağa teyemmüm edin; sonra da yüzlerini­zi ve ellerinizi meshedin. Şüphe yoktur fa Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır.

 

43 Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeyle, bütün müslümanlara hitap etmiş ve onları, önce sarhoş iken namaza yaklaşmaktan, sonra da cünüb iken namaz kılmaktan menetmiştir. Buna göre âyet-i kerîmenin ana konusunun namaz olduğu ve bu konunun sarhoşluk ve cünüblük olmak üzere İki yönden üzerinde durulduğu anlaşılmaktadır.

Müslümanlar, önce, ne söylediklerini bilmeyecek kadar sarhoş iken namaza yaklaşmaktan menolunmuşlardır. Çünkü bu halde iken in­sanın, Allah'a duâ ve münacatında ve O'nu zikrinde huşu ve hudû içinde bulunması ve dolayısıyle yukarıda açıkladığımız şekilde namazı ikame etmesi mümkün değildir. Ancak burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, sarhoş iken namaza yaklaşmanın menedilmesi, sarhoş edici içkinin haram kılınmasından öncedir. Bu âyet, sarhoş iken namaza yaklaşılma­sını menetmiş olmakla beraber içkiyi tamamen haram kılmamış, ancak içki içilmesini de son derece tahdit etmiştir. Çünkü sarhoş iken namaz vaktinin girmesinden korkan müslümanlar, bütün gün boyunca iç­mekten çekiniyorlardı. Bu sebeple içmek İçin en uygun zaman yatsıdan sonraki sabaha kadar geçen süre idi; fakat bu süre de uykuya aitti.

Âyet-i kerîmenin nuzûl sebebiyle İlgili olarak Ebû Dâvûd[114]  ve Tirmizî (St/nen,V.238) Alî İbn Ebî Tâlib'ten şu haberi naklet-mişlerdir: "Abdurrahman İbn Avf bizim için yemek hazırlamış; bizi yemeğe davet etti ve bize hamr içirdi. İçki tesirini göstermeye başlamıştı ki namaz vakti geldi. Beni öne geçirdiler. Namazda Kul yâ eyyuha:l-kâ~ firûn sûresini yanlış okudum. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu".

Âyet-i kerîmenin nüzulü, sarhoş edici içkinin haram kılınmasına doğru atılmış ikinci adımı teşkil eder. İlk adım, Bakara sûresinin "sana içkiyi ve kuman soruyorlar. De ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günâh, hem de faydalar vardır; fakat günâhları faydalarından daha büyüktür" mealindeki 219 uncu âyetiyie atılmıştr. Üçüncü ve son adım ise, Mâide sûresinin içkiyi pislik olarak tavsif eden ve müslamanlara ondan kesinlikle sakınmayı emreden 90 inci âyetiyie atılmış ve böylece insanları felâkete sürükleyen bu pislik kesin olarak haram kılınmıştır. Bu sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerîmin pislik olarak tavsif ettiği ve müslümanla-ra kesinlikle haram kıldığı bir şey hakkında, "az içilir ve sarhoş olunmaz­sa zarar vermez ve haram sayılmaz" gibi keyfî mütalâalar, Allah'ın haram kıldığını helâl kılmak manâsına gelir ve Allah'a şirk koşmak demektir. Eğer Allah bir şeyi pislik olarak tavsif etmiş ve onu haram kılmışsa, artık onun çoğu da azı da pisliktir ve az olmakla bu pislik, ne pislik olmak­tan ve ne de haram olmaktan çıkar.

Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede, müslümanları ne söylediğini bil­meyecek kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayı menettikten sonra, gusletmedikçe cünüb olarak namaz kılmayı da menetmiştir. Ancak bu­rada "yolcu olmanız dışında" ibaresiyle belirtilen bir istisna hali vardır ki, mescidden geçmedikçe gusletme imkânı bulamıyanlar için, cünüb iken mescidden geçişe izin verilmiş, fakat namaz için gusül şart kılınmıştır. Tarihten bilinen bir gerçektir ki, pekçok fakir sahabî, evleri barkları ol­madığı için Mescid-i Nebevîde ikamet ediyor, bazı sahabîlerin evleri de Mescid'e bitişik bulunuyor ve bu evlerin duvarlarından Mesdd'e açılan bir kapıdan veya menfezden girip çıkıyorlardı; dolayısıyle yolları da Mescid'den geçiyordu. Âyet-i kerîme, cünüb olanlara evlerinden çıkışta Mescid'ten geçmelerine izin vermiş, fakat cünüb olarak Mescid'de oyalanmaya, yahut oturmaya, namazın mukaddematından sayıldığı için gusletmedikçe cevaz vermemiştir.

Gusül, cenabetten arınmak maksadıyle bütün vücudu yıkamak de­mektir. Aslı nazafet ve taharet olan guslün sağlık yönünden büyük fay­dası olduğu hiçbir surette inkâr edilemez. Guslü gerektiren halin vukuu ile meydana gelen asabî gerginlik ve heyecanın vücuda yaptığı tesir ile bunun sebep olduğu zayıflık ve gevşeklik ancak su ile giderilebilir.

Bazı mülâhazalarla gusle itiraz eden ve meselâ "ben akşam tertemiz yıkandım. O akşamın sabahı da gusletmemi gerektiren bir hal üzere uyandım. Akşam yıkandığım için sabahleyin tekrar yıkanmama gerek yoktur" diyen bir kimseye, "eğer guslün hikmeti sadece temizlenmek ol­saydı, akıl yolu ile meselenin çözümü, sadece tenasül uzvunun yıkan­masına bağlı kalırdı. Oysa Allah, sadece tenasül uzvunun değil bütün vücudun yıkanmasını emretmiştir. Binâenaleyh her dînî emir ve nehyin hikmetini akılla bulmak mümkün değildir" demek gerekir. Nitekim bazı mazeretler sebebiyle su ile yıkanmanın mümkün olmadığı hallerde teyemmüme ruhsat verilmesi ve teyemmümün emredilmesi, gusüldeki şerl hikmetin sadece su İle temizlenmek olmadığına delâlet eder; zira teyemmüm ile maddî   temizliğin   gerçekleşmiş olduğunu ileri sürmek elbette mümkün değildir. Teyemmüm ile ilgili olarak Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: "Hasta, yahut yolcu olduğunuz, yahut abdest bozmaktan geldiğiniz, yahutta kadınlarla münâsebette bulunduğunuz ve su da bulamadığınız takdirde temiz bir toprağa teyemmüm edin; sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin".

Âyet-i kerîmenin bu ibarelerinden şu husus açıkça anlaşılmaktadır ki.cenabet dolayısıyle gusletmek, yahut namaz kılmak için abdest almak gerektiği zaman, insan, su kullanması kendisine zarar verecek şekilde hasta, yahut güçlüğünü hissedeceği bir yolculukta olursa, yahut gusledecek veya abdest alacak su bulamazsa, teyemmüm eder. Yani üzerinde pislik bulunmayan temiz bir toprak araştırır ve orada abdesti temsilen yüzünü ve ellerini mesheder.

Buhârî [115]ve Müslim [116]tarafından nakledilen bir hadîsten öğrenildiğine göre, teyemmüm âyeti, Hazreti Peygamberin Benu'l-Mustahk, veya Mureysî seferinde nazil olmuştur.Hazreti Âişe bu hadîsi şöyle anlatmıştır: Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bazı seferlere çıkmıştık. Beydâ, yahut Zâtu'l-Ceyş'e vardığımızda gerdanlığım koptu. Onun bulunması için Rasûlullah (s.a.s.) ve onunla beraber olanlar dur­dular; orada su da yoktu. Halk Ebû Bekr'e giderek: "Şu Âişe'nin yaptığını gördün mü ya? Rasûlullah'ı ve halkı su bulunmayan bir yerde durdur­du. Yanlarında da hiç su yok" diyerek şikâyet ettiler. Rasûlullah (s.a.s.) başını dizime koyup uyuduğu bir sırada Ebû Bekr yanıma geldi ve : "Rasûlullah (s.a.s.)'ı ve halkı su bulunmayan bir yerde ve yanlarında da su yokken yollarından alıkoydun" diyerek beni azarladı ve eliyle de böğrüme vurmaya başladı. Rasûlullah (s.a.s.)'ın başının dizimde olma­sı hareket etmemi de önlüyordu. Sabah olunca Rasûlullah (s.a.s.) uyan­dı. İşte o zaman Allahu Ta'âlâ teyemmüm âyetini İndirdi. Herkes de teyemmüm etti. Useyd İbn Hudayr, bu hâdise üzerine şöyle demişti: "Ey Ebû Bekr ailesi! Bu, sizin ilk bereketiniz değildir". Gideceğimiz zaman üzerine bindiğim deveyi kaldırdık; gerdanlığı altında bulduk.

Teyemmüm, İslâm dîninin Allah'a ibadeti farz kılarken insanları hiç­bir zaman zora koşmadığını, onlar için daima kolay olanı ve faydası bu­lunanı seçtiğini gösteren en güzel örneklerden biridir. İbadet, insanın Rabbını daima hatırında tutmasını ve O'na kulluğunu düşünce ve dav-ranışlarıyle isbat etmesini sağlayan bir yaşayış biçimidir. Allah, işte bu yaşayış biçiminde insandan hiçbir zaman nefsine eziyet etmesini is­tememiş, ancak bu ibadetten vazgeçmesine asla müsamaha göserme-miş olmasına rağmen onu kolaylaştıracak yolları göstermeyi de hiç ihmal etmemiştir. İşte bu sebepledir ki âyet-i kerîmenin sonunda "şüphe yoktur ki Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır11 buyurmuştur, Bu ibaredeki "af kelimesi, A'raf sûresinin 199 uncu âyetindeki huzi'l-afve ibaresinde gördüğümüz gibi, kolaylık manâsına gelir. Buna göre ibarenin manâsı, "Allah, çok kolaylaştırıcı ve-sarhoşken bilmiyerek âyeti yanlış okumanız da dâhil- çok bağışlayıcıdır" demek olur. [117]

 

44. Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanları görmüyor musun? Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de doğru yoldan sap­manızı istiyorlar.

45. Allah, skin düşmanlarınızı çok daha iyi bilir. Allah, gerçek b'ir dost olarak yeter; ve Allah, gerçek bir yardımcı olarak kâfidir.

46.  Yahudi olanlar, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiş­tiriyorlar ve dillerini eğip bükerek, dîne de saldırarak, "işittik, isyan ettik; işitişitemez olasf ve "râmâ" diyorlar. Halbuki onlar, "işittik ve itaat ettik; dinle ve bize de bak" deselerdi, bu, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, küfürle­ri dolayısıyle onları lânetlemiştir. Bu sebeple onlar çok az inanırlar.

47. Ey kendilerine kitap verilmiş olanlar! Bir takım yüzleri belli belirsiz edip arkalarına döndürmeden, yahut "sebt" halfana lanet ettiğimiz gibi onları lânetlemezden önce, nezdinizde bulunan (Tevrat) 'ı tasdik et­mek için indirdiğimiz (Kur'ân)'e îman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gele­cektir.

 

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde pek çok ahkâm zikrettikten ve bu ahkâm ile amel edenlere bol sevab va'dedip onları terkedenleri şiddetli azâb ile tehdit ettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, Allah'ın ahkâmını terkedip kitaplarını tahrif eden, doğru yolu bırakıp dalâlete yönelen milletlerden örnekler vermiş ve bununla, sûrenin başından beri zikrolunan ahkâma muhatap olanları uyararak, Allah'ın daha önce gelip geçmiş bazı kavimleri gözetip koruduğu gibi, onların da gözetip ko­ruyucusu olduğuna dikkatlerini çekmiştir. Filhakika geçmiş kavimlerden öyleleri vardır ki, bunlar, Allah'ın peygamberleri vasıtasıyle kendilerine tebliğ edilen emir ve nehiylere sırt çevirmişler, Allah da onları, amel­lerinin karşılığı olarak dünyada rezil ve rüsvay etmiş, âhırette de lâyık oldukları akıbete uğratmak üzere yakalarına yapışmıştır. Onları Allah'ın azabından kim kurtarabilir?

Geçmiş kavimlerin iyi veya kötü akıbetlerini kıssalar halinde anlat­mak ve onları yaşayan milletlerin ibret nazarlarına sermek, Kur'ân-ı Kerîmin en önemli özelliklerinden biridir. Tâ ki Allah'a ve âhıret gününe gerçek manâda inanmış olan mü'minler, geçmiş kavimlerle ilgili Allah'ın va'd ve vaadini işittikten sonra, onların kötü akıbetlerine düşmemek için bundan gereken dersi alsınlar ve Allah'ın ahkâmına daha büyük bir ti­tizlikle sarılsınlar. Zaten Kur'ân-ı Kerîmde geçmiş kavimlerin kıssalarına bol miktarda yer verilmesinin ve sık sık tekrarlanmasının başlıca sebe­bi de budur: Yaşayan milletleri uyarmak ve onlara ders vermek.

Ancak şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, Allah'ın Peygam­beri vasıtasıyle tebliğ edilen ahkâmına, nefsin ıslahını sağlayacak bir bi­çimde uymak ve onların özüne inebilmek lâzımdır. Ahkâmın sadece za­hiriyle yetinmek ve onların ruha nüfuz etmesine imkân vermeden

sadece şekliyle ilgilenmek, nefsin ıslahına hiçbir surette yardım etmez ve bununla da din kaim olmaz. İşte Allahu Ta'âlâ, şekle dayanan gusül ve teyemmüm gibi amellerin, kalbler temizlenmedikçe insanlara hiçbir fayda sağlamıyacağını ve hallerinin kendilerinden önceki milletlerin hal­lerinden farklı olmıyacağını göstermek için, kendilerine kitap verilen bu milletlerden söz ederek şöyle buyurmuştur: [118]

 

44. Kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olan­ları görmüyor musun? Sapıklığı satın alıyor-iarve sizin de doğruyoldan sapmanızı istiyor­lar.

45.Allah, sizin düşmanlarınızı çok daha iyi bilir. Allah, gerçek bir dost olarak yeter; ve Allah, gerçek bir yardımcı olarak kâfidir.

 

44 Altahu Ta'âlâ, Hazreti Peygambere ve dolayısıyle bütün müslü-manlara hitap ederek dikkatlerini çekmiş ve civarlarında yaşayan kitap ehlinden özellikle yahudîleri işaret ederek buyurmuştur ki;

Ey Muhammedi Kendilerine peygamberlerim vasitasıyle kitap indir­diğim veböyleceilâhîkitaptan kendilerini nasîbdâreylediğim şuyahu-dîlere hiç ibret nazariyle bakmıyor musun ve geçmişlerini hiç incele­miyor musun? Kendilerine indirdiğim bu kitap, onlar için mahzâ hidayet olduğu halde, onu tebdil ve tağyir edip hidayetini nasıl engellediler? Onlar kendileri için hidayet yerine dalâleti seçtiler ve en büyük kötülüğü işlediler. Fakat şimdi, işledikleri bu büyük kötülükler serisine birini daha eklemek istiyorlar: Kendileri dalâleti tercih edip ona yöneldikleri gibi, ey mü'minler, sizin de hidayet'ten ayrılıp dalâlete düşmenizi istiyorlar! Bunun için de her türlü hileye başvuruyorlar. Ellerinden gelse sizi dîni­nizden tamamiyle ayırıp kendi sapık yollarına sevkedecekler.

Filhakikayahudîler, Allah'ın kendilerine Mûsâ (a.s.) vasitasıyle kitap İndirdiği bir kavim idi. Fakat bu kavim, kitapları olan Tevrat'ı müslüman-ların Kur'ân'ı hıfzettikleri gibi hıfzetmemiş, yazdıkları gibi yazmamışlar­dır. Bu sebeple kitabın önemli bir kısmı zayi olup gitmiştir. Geri kalanı­nı da yahudî hahamlar, maddî menfeat ve çıkar sağlamak için tağyir etmişler ve Allah'ın kendilerine haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram saymışlar, böylece ilâhî kitaptan geride hiçbir şey bırakmamışlar­dır. Buna rağmen ellerinde yine de dînî mahiyette bazı ahkâm ve ibadet şekilleri yok değildir, ve bunlara sıkı sıkıya sarılmış görünürler; ancak bunlar, hahamların ve yahudî din âlimlerinin Tevrat'a soktukları yabancı unsurlardır ve Tevrat'la veya Mûsâ (a.s.)'nın asıl sözleriyle hiç­bir ilgisi yoktur.

Allahu Ta'âlâ, yahudîlerin bu acaib hallerine ve müslümanlar aley­hine giriştikleri idlâl hareketlerine müslümanların dikkatini çekmiş, sonra da şöyle buyurmuştur: [119]

 

45 Allah, sîzin düşmanlarınızı şüphesiz sizden daha iyi bilir. Onlar sizin yüzünüze gülüp çeşitli hile ve desiselerle sizi îmandan ve Kur'ân-dan ayırmaya ve dalâlete düşürmeye çalışırlarken, siz onları kendiniz­den zannedip onlara yakınlık gösteriyorsunuz. Münafıklar hakkındaki düşünce ve tavırlarınız da böyle değil mi idi? Oysa onlar, sizin düşman-larınızdır ve sizi Allah'ın hak yolundan ayırıp kendi batıl yollarına sevket-mek istemektedirler. Bu itibarla sizin için onlarda hiçbir hayır yoktur.

Sizin için hayırlı olan şeye irşad ve düşmanlarınıza karşı yardım etmek hususunda Allah size yeter. Allah yardım ettikten sonra da hüs­rana uğrayacak olanlar yalnız düşmanlarınızda.

Burada şunu unutmamak gerekir ki, Allah'ın mü'minlere yardımı, mü'minlerin, bu yardımın gerçekleşmesini sağlayacak olan esbaba te­vessül etmeleriyle mümkündür. Düşmana karşı durabilecek maddî ve manevî silâhlarla mücehhez bir kuvvet hazırlamadan ve düşmanın karşısına dikilmeden Allah'ın yardımını beklemek beyhudedir. İslâm'ın daha başlangıcında müslümanlar maddî güce yeterince sahip olmasa­lar bile, birlik ve beraberlik içinde bulunmaları ve bu birliği manevî güçle takviye etmeleri sayesinde, İslâm'a ve müslümanlara müşriklerden daha büyük bir tehlike teşkil eden yahudîleri ve münafıkları tesirsiz hale getirebilmişler ve kısa bir süre sonra da Arap Yarımadasını bunlardan temizlemişlerdir. Bu, elbette Allah'ın yardımıyle gerçekleşmiştir; ondan önce de Allah'a tam îman ve güvenle... Fakat bugün, müslümanlardaki o birlik ve beraberlik bozulmuş, güç ve kuvvet yok olmuş; biraz var olsa bile, düşmana karşı değil, fakat biribirlerine karşı ve biribirlerini öl­dürmek için sarfedilip kullanılmakta... Allah'a olan îman ve güven zayıf­lamış... Ve müslümanlar, işte bu halde iken, kıyamete kadar Allah'ın la­netine uğramış olan bir kavim, müslümanların zayıflığından istifâde ede­rek onların yerlerini ve yurtlarını gasbetmiş, dünyanın gözü önünde onları vuruyor, kırıyor ve öldürüyor. Bunun bir gün elbette sonu gelecek ve bu lanetlenmiş kavim, eski Mısır'daki zillet hayatına yeniden döne­cektir. Bunun için müslümanların birlik ve beraberlikten, sonra tam bir îman ve güvenle Allah'a dayanmaktan başka hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü Allah, daima mü'minlerie beraber olmuş ve daima onlara yardim etmiştir. Yahudiler ise, daima 0'nu.n lanetine uğramışlardır. Çünkü: [120]

 

46. Yahudî olanlar, (Allah'ın kitabındaki) keli­meleri, yerlerinden kaldırıp değiştiriyorlar ve dillerini eğip bükerek, dîne de saldırarak ''işit­tik, isyan ettik; işit isitemez olası" ve "râmâ" diyorlar. Halbuki onlar, "işittik ve itaat ettik; dinle ve bize de bak" deselerdi^ bu kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, küfürleri dolayısıyle onları lânetlemiş-tir. Bu sebeple onlar çok az inanırlar.

 

46 Âyet-i kerîme, yukarıdaki "kendilerine kitaptan bir nasfb verilmiş olanları görmüyor musunTâye\\y\e> onu takip eden ve bir cümlei muterize olarak yer alan "Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir" âyeti­ni beyan için gelmiştir. İşte, kendilerine kitaptan bir nasîb verildiği halde, sapıklığı bir takım maddî çıkarlar uğruna tercih eden, müslümanları da hak yoldan uzaklaştırıp dalâlete sevketmek isteyen ve dolayısıyje müs-iümaniarın sadece düşmanı olan bu kimseler yahudîlerdir. İşte bu yahudîler, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu kitaptaki sözleri tahrif etmişler ve onlara, Allah'ın murad ettiği manâ dışında kendi hevâ ve he­veslerine uygun, maddî çıkar sağlayıcı manâlar vermişlerdir. Kitabı tah­rifleri, ya kelimelerin yerlerini değiştirmek, veya onları kitaptan tama-miyle çıkarıp atmak, yahutta onları uzak bir manâ ile tevil ederek asıl manâlarından uzaklaştırmak suretiyle gerçekleşiyordu. Tevrat ve İncil üzerinde ilmî araştırma yapanlar, hem bu tahrifleri, hem de kitaplara sonradan ilâve edilen metinleri açık açık ortaya koymuşlardır. Bu sebep­ledir ki , bu gün ne yahudîlerin elinde Musa'ya verilen gerçek Tevrat, ne de hıristiyanların elinde îsâ'ya indirilen hakiki İnci! vardır. Her ikisi de tahrif edilmiş, veya başka metinlerle değiştirilmiş kitaplardır.

İşte, kitaplarını tahrif etmiş ve böylece Muhammed'in son peygam­ber olarak gönderileceğini müjdeleyen haberleri de kitaplarından çı­karıp atmış olan yahudîler, bu Peygamberin gelişinden sonra ona İnan­mak yerine cephe almışlar, bir zamanlar kendi peygamberlerine yaptıkları gibi onu öldürüp ortadan kaldırmanın yollarını aramışlardır. Hazreti Peygambere karşı gelirken, aslında onu Peygamber olarak gön­dermiş olan Allah'a karşı geldiklerini anlamıyacak kadar gözlerini kin ve düşmanlık bürümüş olan bu kâfirler, fırsat buldukça Hazreti Peygam­bere hakaret etmekten geri kalmıyorlar ve "sözlerini işittik; fakat sana itaat etmiyoruz"mariâsında "işittik ve isyan ettik" diyorlar, sonra da hakaret olsun diye "sen de işit, ey isitemez olası", yahut "işit, ey sözü dinlenmeyesi" manâsına gelen edebsizlik alâmeti sözler söylüyorlardı. Ayrıca dillerini eğip bükerek ve dîne de saldırarak, ona "sözü dinlen-miyecek adam, ahmak" yahut "çobanımız" manâsına da gelebilecek râınâ kelimesiyle hitap ediyorlardı. Oysa bu kelimeyi müslümanlar, "bizi dinle", "bizi gözet" manâsında kullanıyorlar ve râınâ yâ Rasûlallah diyor­lardı. Bu hitapta hiçbir kasıt ve hiçbir kötülük yoktu. Kelime, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, "gözetmek" manâsında murâât'tan geliyordu. Yahudîler ise, müslümanların bu kelimeyi kullandıklarını görünce, onlar da sözde aynı kelimeyi kullanmaya başlamışlar, fakat hakaret olsun diye onu kullanırken dillerini eğip bükmüşler ve kelimenin aslı ruûnet imiş gibi, "sözü dinlenmiyecek adam" manâsında râınâ diye hitap etmişler­dir. İşte yahudîler kelimeyi bu manâda kullanmaya başladıktan sonradır ki, Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin 104 üncü âyetiyle müslümanları da bu kelimeyi kullanmaktan menetmiş ve şöyle buyurmuştur : "Ey îman edenler! (Peygambere) râınâ demeyin. Unzurnâ deyin ve (onu) dinleyin. . Kâfirler için elîm bir azâb vardır.

Halbuki yahudîlerin böyle mi yapmaları gerekirdi? Kendileri ehl-i ki­taptan idiler. Yukarıda da açıklandığı gibi, Allah onlara da kitaptan bir nasîb vermişti. Asırlar boyu birbirini takip eden peygamberler onlardan, onların kendi içlerinden gönderilmişti. Dolayısıyle peygamberin ve ki­tabın ne demek olduğunu ve onlara nasıl davranılmak gerektiğini el­bette biliyorlardı. Binâenaleyh kitaplarının müjdelediği ve geleceğini haber verdiği son Peygamber gelmişti. Ona hakaret etmek yerine "işittik ve itaat ettik; dinle ve bize de bak" diyebilirlerdi. Eğer böyle demiş ol­salardı, elbette kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olan bir yolu seçmiş olurlardı. Fakat onlar bu yolu seçmediler. Hazreti Peygambere hakaret etmeyi ve küfrü yeğ tuttular. Allah da onları bu küfürleri do­layısıyle lanetledi. Artık onların doğru yolu bulmaları ve îman etmeleri ne kadar zordur. Halbuki onlar kendi kitaplarına ve peygamberlerine tam ve kâmil bir îmanla îman etmiş olsalardı, bu îman, onları kendi ki­taplarını ve peygamberlerini teyid için gelen asıl kitaba ve onu getiren son Peygambere de îman etmelerini sağlardı. Fakat onların îmanı tam bir îman değildir ve çok az inanırlar.

Âyet-i kerîmenin son ibaresindeki istisnayı bazı müfessirler yu'minûne fiilindeki zamire atfederek ibareye "onlardan ancak çok azı îman eder" manâsı vermişlerdir ki, bu manâ da yanlış değildir. Nitekim yahudîlerin büyük çoğunluğu îman etmemiş, ancak içlerinden çok azı İslâm'a girmiştir. [121]

 

47. Ey kendilerine kitap verilmiş olanlar! Bir tam yüzleri belli belirsiz edip arkalarına dön­dürmeden, yahut "sebf halfana lanet ettiği­miz gibi, onları lânetlemezden önce, nez-dinizde bulunan (Tevrat) 'ı tasdik etmek için indirdiğimiz (Kur'ân)'e îman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.

 

47 Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde "kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olanlar" sözüyle zikrettiği, bir evvelki-âyetinde ise, kim­liklerini açıkladığı kitap ehline bu âyetinde hitap etmiş ve onları gerçek manâdaki îmana davet ederek şöyle buyurmuştur:

Ey ehl-i kitap! Ey kendilerine ilâhî kitap verilmiş olan yahudîler! Eli­nizdeki Tevrat'ta bulunan ve tevhîdin esası, şirkin terki, nübüvvet ve ri-saletin isbatı, büyük küçük bütün kötülüklerden ve günâhlardan sakı­nılması, kısacası, gerçek ilâhî dînin bütün îman esaslarıyle ilgili olan her hususu teyid ve tasdik etmek üzere gönderilen Kur'ân'a îman ediniz. Şunu hatırınızdan asla çıkarmayınız ki, Allah'ın peygamberleri vasıta-sıyle gönderdiği kitaplar arasında hiçbir ihtilâf yoktur. Hiçbiri bir diğerine muhalif değildir. Her kitap, kendinden önce gönderilen kitapları teyid ve tasdik için gönderilmiştir. Bu kitaplar arasında nasıl ihtilâf olsun ki, hepsinin de menşei bir ve aynıdır. Hepsini de, insanlar arasındaki nizam ve intizamı ve bütün insanların tek bir ilâha ibadetini sağlamak için Allah indirmiştir. Nitekim Enbiyâ sûresinin 25 inci âyetinde şöyle buyur­muştur: "(Ey Muhammedi) Senden önce hiçbir peygamber gönder­medik ki, ona, benden başka ilâh yoktur; bana ibadet edin, diye vahyet-miş olmayalım". Bu âyet, bütün peygamberlerin kavimlerine yalnız tevhîd esasına dayalı bir din teblîğ etmiş olduklarını göstermekle be­raber, bütün kavimler bu esasa bağlı kalmamışlar, bir taraftan kendile­rine gönderilen kitapları tahrif ederken, bir taraftan da hahamlarını, râhiblerini, Meryem oğlu îsâ'yı ve Meryem'i kendilerine Rab edinmişler, onların haram kıldıklarını haram saymışlar ve böylece Allah'a şirk koşmuşlardır. Oysa hepsi de tek bir ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı.

Ey yahudîler! Eğer Tevrat'a gerçekten îman ediyorsanız, onu tas­dik için gönderilen Kur'ân'a îman ediniz. Hem de yüzlerin belli belirsiz hale getirilip arkalarına döndürülmek, yahut sebt ashabının lanetlendiği gibi lanetlenmek suretiyle lâyık olduğunuz cezaya çarptırılmadan önce îman ediniz. Eğer îman etmez, veya faydası olmayacak bir vakte tehir ederseniz, bilesiniz ki, Allah'ın irade ettiği her şey ânında mutlaka

gerçekleşir. YâSîn sûresinin 82 nci âyetinde de buyurulduğu gibi, Allah "bir şeyin olmasını istediği zaman, O'nun işi, ona ol demekten ibarettir; o da hemen olur*.

Âyet-i kerîmedeki ubir takım yüzleri belli belirsiz edip arkalarına dön­dürmeden..." ibaresi, müfessirler arasında değişik şekillerde tefsîr edil­miştir. Bazılarına göre bu ibarenin manâsı, yüzlerde bulunan göz, ağız ve burun gibi uzuvların silinip dümdüz edilmesi ve böylece kafa arkala­rı gibi olmasıdır.

Bazılarına göre, bir daha hiç ıslah olmayacak şekilde dalâletlerine geri döndürülmeleri ve ebediyyen dalâlet içinde kalmaları; bazılarına göre de, yahudîlerin müslümanlara karşı giriştikleri iğrenç oyunlarda mağlûb ve perişan olarak geri döndürülmeleridir.

Âyet-i kerîmede zikredilen "sebt ashabı" ise, Bakara sûresinin 65 inci âyetinde kendilerinden söz edilen yahudîlerdir. Bunlar, Cumar­tesi gününün hürmetini ihlâl ederek haddi aştıkları için zelil edici en büyük azaba uğratılmışlardı. Bu âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: "Cumartesi günü içinizden haddi aşanların durumunu şüphesiz bilirsiniz. Hani onlara horlanan maymunlar olunuz demiştik".[122]

 

48. Allah, kendisine şirk koşulmasını asla af­fetmez; bunun dışındaki (günah) leri ise, dilediği kimseler için bağışlar. Her kim Allah'a şirkkoşarsa, çok büyük bir gjinâh irtikâb etmiş olur

49.   Kendi kendilerini temize çıkaran kimsele­ri görmüyor musun? Oysa yalnız Allah dilediklerini temize çıkarır. Onlar, bir ip kırıntısı kadar bile haksızlığa uğramazlar. Bak, (kendilerini temize çıkaranlar), Al­lah adına nasıl yalan uyduruyorlar? Bu, apaçık bir günâh olarak onlara yeter.

 

Allahu Ta'âlâ, kendilerine kitap verilmiş olan yahudîleri, kitapların­daki kelimelerin bir kısmını değiştirerek, bir kısmını kitaptan kamilen çı­kararak, bir kısmına da değişik manâlar vererek yaptıkları tahrifata ve dillerini bozup "râınâ" diyerek Hazreti Peygambere karşı yeltendikleri hakarete işaretle, onları bu yüzden lanetledikten ye yüzler silinip yok edilmeden ve "sebt ashabı"nın lanetlendiği gibi. Allah'ın lanetine uğramadan önce, ellerinde bulunan Tevrat'ı tasdik için gönderilen Kur'ân'a inanmaya onları davet ettikten, ayrıca, işledikleri bu cürmün küfür olduğunu ve kâfirlerin bu küfürlerinden dolayı mutlaka cezalan­dırılacaklarını belirttikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, şirk ve küfür ile şâir günâhlar arasında bir ayırım yapmış ve şirki hiçbir surette affet-miyeceğini, diğer günâhları ise, dilediği kimseler için bağışlayacağını beyan buyurmuştur. Konu şirk, küfür ve günâh olunca, Allahu Ta'âlâ müteakip âyetlerinde, yine yahudîleri kasdederek, küfürlerine rağmen kendilerini nasri günâhtan tezkiye ettiklerine müslümanların dikkatini çekmiş ve bunun büyük bir yalan olduğunu, böyle bir yalanın ise, on­lara apaçık bir günâh olarak yettiğini belirtmiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [123]

 

48. Allah, kendisine şirk koşulmasını asla affet­mez; bunun dışındaki (günâh) leri ise, di­lediği kimseler için bağışlar. Her fdm Allah'a sirk koşarsa, çok büyük bir günâh irtikâb etmiş olur.

 

48 Şirk, kısaca ifade etmek gerekirse, Allah'a ulûhiyetinde ve rubu-biyetinde ortaklar ihdas etmek ve işlerin oluşunda bu ortakların rolüne ve tesirine inanmaktır. Şirkin bu basit tarifi gözönünde bulundurulursa, onun, halk arasında yaygın olan ve Allah'tan başka bir şeye ibadet et­mekten ibaret sanılan manâdan çok daha geniş bir manâya sahip olduğu anlaşılır. Filhakika Allahu "Ta'âlânın Tevbe süresindeki "yahudîler,UzeyrAllah'ın oğludur, dediler; hıristiyanlar da, Mesîh Allah'ın oğludur, dediler... Allah'ı bırakıp hahamlarını, râhiblerini ve Meryem oğlu Mesih'i Rab edindiler. Oysa tek bir ilâha kulluk etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı" mealinde gelen

30-31 inci âyetleri yahudî ve hıris-tiyanların, hahamlarına ve râhiblerine ibadet etmemiş olmalarına

rağmen, onların haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını da helâl kabul ettikleri için onları müşrik olarak tescil etmiştir. Bu bakımdan kim Allah'ın haram kıldığı bir şey hakkında "helâldir" derse, hüküm vaz'ı yönünden Allah'a şerîk (ortak) çıkmış olur. Kim de bu kişinin "helâldir" hükmünü kabul eder ve ona uyarsa, onu kendisine Rab edinmiş ve dolayısıyle Allah'a şirk koşmuş sayılır. İşte bu, Allah'a rububiyetinde şirk koşmaktır. Çünkü tahrîm ve tahiîl (haram kılmak ve helâl kılmak) yahut kısacası hüküm vazetmek, Rab olan Allah'a mahsustur. Allah'ın dışında yaratıcı güçler ihdas ederek onlara inanmak ve onlara kulluk etmek İse, Allah'a ulûhiyetinde şirk koşmak manâsına gelir. İşte, Allahu Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerîmesinde, ister ulûhiyet yönünden olsun, ister rubûbiyet yö­nünden olsun, Allah'ın tevhîdine aykırı olan ve şirk adı verilen bu inanç ve davranış sahiplerini hiçbir surette bağışlamıyacağını açık bir şekilde beyan buyurmuş ve "Allah kendisine şirk koşulmasını asla affetmez" demiştir.

Şirk, hiç şüphesiz günâhların en büyüğüdür. Buhârî [124]ve Müslim[125] 'in rivayetlerinden öğrendiğimize göre, Abdullah İbn Mes'ûd şöyle demiştir; Rasûlullah (s.a.s.)'a Allah katında en büyük günâhın hangisi olduğunu sordum. "Seni yaratmış olduğu halde Allah'a bir ortak uydurmanda" buyurdu. Bu muhakkak ki en büyük günâhtır. Sonra hangisidir, dedim. "Sonra seninle beraber yemesinden korktuğun çocuğunu öldürmendir" buyurdu. Sonra hangisidir, dedim. "Sonra komşunun hanımı ile zinalaşmandır" buyurdu.

Allahu Ta'âlâ da Lokman sûresinin 13 üncü âyetinde, Lokman'ın oğluna verdiği nasihati şöyle zikretmiştir: "Ey oğulcuğum! Sakın Allah'a şirk koşma; zira şirk en büyük zulümdür'1.

Din, hiç şüphesiz, hem insanlarla Allah arasındaki, hem de insan­lar arasındaki düzeni sağlamak için bizzat Allah tarafından vazedilmiş bir kanunlar manzumesidir ve Allah'ın değişmez sünnetinin bir gereğidir. Çünkü Allah, ister canlı olsun ister cansız olsun, yarattığı hiçbir şeyi başıboş bırakmamış, her ne yaratmış ise, onun takdir olunan süre içinde varlığını devam ettirebilmesi için hareketlerini bir nizam ve intizama sokmayı murad etmiştir. Şu var ki, insanlar dışındaki diğer varlıkları kendi kanunlarına uymaya ve hiçbir sapma göstermeden bu kanunlar çerçevesi içinde hareket etmeye icbar etmişse de, akıl ve irade ile mücehhez kıldığı insanı, bu kanunlar çerçevesinde hareket edip et­memek hususunda serbest bırakmış, fakat aklını ve iradesini kullan­mayıp kanunlara uymadığı takdirde suç işlemiş olacağını ve bu yüzden cezalandırılacağını özellikle bildirmeyi de ihmal etmemiştir. Bu bakımdan dünya insan için bir imtihan yeridir. Aklını ve iradesini kullanabilen bu imtihandan başarılı çıkar. Dînin gayesi de, bu başarının sağlanması İçin insan nefsini temizlemek, ruhunu arındırmak ve aklını geliştirip yükseltmektir. Şirk ise, dînin aksine, nefsi de, ruhu da, aklı da çökerten, süflîleştiren ve yok eden bir özelliğe sahiptir. Bütün rezillikler, ferd ve toplum olarak insanlığı ifsad eden bütün özellikler ondan neş'et eder.

Allahu Ta'âlâ, İsrâ sûresinin 70 inci âyetinde, insanı şerefli ve üstün bir varlık olarak yarattığını bildirmiş ve şöyle buyurmuştu: "Biz, Âdem oğullarını yücelttik; onları karada ve denizde taşıdık; kendilerine en temiz şeylerden rızıklar verdik ve yarattıklarımızın çoğuna üstün kıldık?1. İşte, in­sanın sahip olduğu bu şeref ve haysiyetin yalnız Allah'a ibadet etmek ve yalnız O'na kul olmakla korunabileceği gözönünde bulundurulursa, insanın kendisi gibi bir mahlûku Rab veya ilâh edinmesi ve ona kul köle olması kadar insan şeref ve haysiyetini yok edici bir şeyin olmadığı anlaşılır. İşte bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ şirki en büyük zulüm ve en büyük günâh olarak tavsîf etmiş ve onu hiçbir surette bağışlamıyacağını açık ve kesin bir ifadeyle belirtmiştir.

"Şirkin dışındaki günâhları ise, Allah dilediği kimseler için bağışlar". Ancak şunu unutmamak gerekir ki, Allah'ın şirk dışındaki günâhları bağışlaması, günâh sahibinin usulünce tevbe edip Allah'tan mağfiret dilemesine bağlıdır.Tevbe etmeden ve işlediği kötülüğün kirini ve pisi­ni iyilikle temizleyip gidermeden günâhların bağışlanması, Allah'ın sün­netine aykırıdır. Nitekim bu sûrenin 17-18 inci âyetlerinde bu husus açıkça beyan edilmiştir. Allahu Ta'âlâ bu âyetlerinde buyurmuştur ki: "Allah katında makbul olan tevbe, bilmeden kötülük işleyip de, hemen akabinde tevbe edenlerinkidir... Yoksa tevbe, kötülükleri işleyen-lerin,sonra içlerinden birine ölüm geldiği zaman da, işte şimdi tevbe ettim, diyenlerin ve kâfir olarak Ölenlerin tevbesi değildir. İşte böyleleri için biz elîm bir azâb hazırladık". Bu âyet-i kerîmeden de açıkça anlaşıldığı gibi, Allahu Ta'âlâ, şirk ve küfür hariç, insanın, muvahhid ola­rak ve iradesi dışında işlediği, sonrada Rabbının bağışlaması için tövbe ve istiğfar ettiği günâhını bağışlar. Buhârî [126]ve Müslim [127]'in rivayet ettikleri bir hadîsten öğrendiğimize göre, Ebû Zerr el-Gıfârî şunları anlatmıştır: Bir gün Hazreti Peygamberin yanına gitmiştim. Uyuyordu ye üzerinde beyaz bir elbise vardı. Sonra tekrar git­tim; yine uyuyordu. Üçüncü defa gittiğimde uyanmış buldum ve yanına oturdum. Bana dedi ki; "Hiç bir kul yoktur ki LÂ İLAHE İLLA'LLAH deyip de bu hal üzere öldüğünde cennete girmesin". Bunun üzerine Hazreti Peygambere şöyle dedim: Zina işlese ve hırsızlık yapsa da mı? Hazre­ti Peygamber: "Zina işlese ve hırsızlık yapsa da..." buyurdu. Ben: Zina işlese ve hırsızlık yapsa da mı? diye tekrarladım. Rasûlullah (s.a.s.) :

"Zina işlese ve hırsızlık yapsa da..." diye cevap verdi. Üçüncü defa da aynı cevabı verdikten sonra, dördüncüde şöyle buyurdu: "Ebû Zerr'in burnu toprakta sürtülse bile (bu böyledirj".

Bu hadîs de göstermektedir ki, LÂ İLAHE İLLA'LLAH diyerek tevhîd ehlinden olduğunu isbat eden günahkâr bir mü'min de cennete gire­cektir. Ancak onun cennete girişi, ya günâhının cezasını çektikten sonra olacaktır ya da günâhından tevbe ve istiğfar ettikten ve tevbesi Allah ta­rafından kabul edildikten sonra doğrudan doğruya cennete girecektir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, şirk.nefisleri ifsad etmesi dolayısıyle, dünya ve âhırette üzerine ıkab terettüb eder ve Allah bu ıkabı asla bağışlamaz. Diğer günâhlar ise, nefsi ifsadı şirk derecesine ulaşmadığı için, bağışlanması Allah'.ın meşiyyetine bağlıdır. Allah dilerse bağışlar; dilerse günâhın ağırlığı derecesinde sahibini cezalandırır.

Allahu Ta'âlânın şirki bağışlamamasınm başlıca sebebi onun Allah'a karşı en büyük yalan ve iftira olmasındandır. Zira kim, gökleri ve yeri tek başına icad edip yaratan, ezelden beri kendisiyle kaim olan ve varlığı hiçbir şeyin varlığına bağlı olmayan, varettiği her şeye kendi tak-. dir ve iradesiyle bir nizam ve intizam veren Allah'a, gerek halk ve ica­dında ve gerekse teşriinde ortaklar ihdas edip bu ortakların ulûhiyet ve rububiyetlerine itikad ederse, Allah'a karşı en büyük yalanı, en büyük günâhı irtikâb etmiş olur. Böyle bir yalan ve böyle bir iftira nasıl bağışlanır? ip[128]

 

49 Kendi kendilerini temize çıkaran kimseleri görmüyor musun ? Oysa yalnız  Allah diledik­lerini temize   çıkarır. Onlar, bir ip kırıntısı kadar bile haksızlığa uğramazlar.

50. Bak (kendilerini temize çıkaranlar), Allah adına nasıl yalan uyduruyorlar. Bu, apaçık bir günâh olarak (onlara) yeter.

 

49 Allah'ın kendilerine indirdiği kitabın bazı sözlerini değiştirerek, bazısını kitaptan kamilen çıkararak, bazısını da gerçek manâları dışında tevil ederek tahrifat yapan, hahamlarını ve din âlimlerini erbab (rablar) edinerek onların haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını da helâl bilen ve böylece Allah'a şerîkler ihdas ederek en büyük günâhı ve en büyük zulmü irtikâb eden şu yahudîlere hayret etmemek mümkün müdür? İşledikleri bunca büyük günâha ve içinde bulundukları küfre rağmen, görüyor musun nasıl da kendilerini tezkiye edip Allah'ın günahsız hâlis kulları olduklarını iddia ediyorlar?

Filhakika bu âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi, ehl-i kitap ve özellikle yahudîler, Arap müşriklere karşı ikide bir övünüyorlar ve ken­dilerini Allah'ın milleti ve hâs kullan olarak tanıtıyorlardı. Nitekim Mâide sûresinin 18 inci âyetinde de bu konu ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: "Yahudîler ve htristiyanlar, biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz, demekte­dirler. (Ey Muhammedi Onlara) de ki: Öyle ise Allah günâhlarınız yüzün­den size niçin azâb ediyor"? Yahudî ve hıristiyanların övünmeleri sadece bu sözlerden ibaret değildir. Kur'ân-ı Kerîm, onların buna benzer başka sözlerini de zikretmiştir; meselâ Bakara sûresinin 80'inci âyetinde: "Demişlerdir ki: Sayılı günler dışında bize asla ateş dokunmıyacaktır"; yine Bakara sûresinin 111 inci âyetinde yahudî yahut hıristiyan olanlar­dan başkası asla cennete giremez, demişlerdir. Bu, onların kuruntu­larıdır..." buyurulmuştur. İşte, yahudîlerin buna benzer övünmeleri ve kendilerini günahsız, tertemiz insanlarmış gibi görmeleri sebebiyledir ki, Allahu Ta'âlâ, onların bu hayret edilecek pişkin edepsizliklerine müslü-manların dikkatini çekmiş ve insanları dilediği takdirde ancak Allah'ın tezkiye edebileceğini, bunun da onların işledikleri hayırlı amellere bağlı olduğunu haber vermiştir. Zira nefsin tezkiyesi, hayrı ve bereketi çok, tertemiz bir nefis haline getiren amel ile olur. Zekâ ve zekâtın aslı, uza­mak, büyümek ve gelişmek manâsına gelir. Nefis tezkiyesi ise, onun hayır ve faziletlerinin çoğalması, artması manâsındadır; bu artma da, ancak şerr olan, yani kötü sayılan bütün amellerden sakınmak ve yal­nız hayırlı amel işlemekle gerçekleşir. İşte Allah, tezkiye edeceği nefsin bu amellerine bakar ve sonra tezkiye eder.Yoksa ey yahudîler, sizin "biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz", "bize hiç cehennem ateşi dokun-mıyacak", "biz cennet ehliyiz" gibi sözler söylemeniz ve kendinizi bu söz­lerle tezkiye edip temize çıkarmanız, size hiçbir fayda sağlamıyacaktır. Siz yalnız kendi amellerinize bakınız; hayrınız mı çok, yoksa şerriniz mi ağır basmış.Jşte, yahudîler ve diğerlerinin Önce böyle bir nefis muha­sebesi yapıp kendilerini tanımaları, sonra da kendilerinde övünecek bir taraf bulabilmişlerse, onun mükâfatını Allah'tan ummalı idiler. Zira Allah, hiç kimseye, önemsiz görülen ve hiç değer verilmeyen bir ip kırıntısı kadar bile zulmetmez. Yani her ne hayır işlemişse, onun karşılığı olan ecri zerre kadar da olsa eksiltmeden, fakat fazlasıyle verir. Her ne kö­tülük de işlemişse.onun karşılığı olan cezayı da zerre kadar artırmadan verir. Bu itibarla Necm sûresinin 32 nci âyetinde de buyurulduğu gibi: "Rabbtnın bağışlaması, şüphesiz çok geniştir. Sizi topraktan yaratmış ve analarınızın karnında bir cenin iken size şekil vermiş olması itibariyle sizi en iyi O bilir. Bu sebeple kendinizi siz temize çıkarmayın. O, sakınan kimseyi daha iyi bilir".[129]

 

50 Şu yahudîlere bak, kendi kendilerini tezkiye ederek ve kendi­lerinin Allah'ın hâs milleti, oğulları ve sevgilisi olduklarını ileri sürerek nasıl da Allah'a iftira ediyorlar! Oysa Allah onlara karşı hiçbir surette farklı muamelede bulunmamış, insanlar hakkındaki sevab ve ıkabla il­gili sünnetini onlar lehine asla değiştirmemiştir. Allah'a şirk koşan, yahut günâhları kendilerini çepeçevre kuşatan milletlere muamelesi n© ise bunlara da muamelesi diğerlerinden farklı olmıyacaktır. Onların Allah'a yönelttikleri bu iftira bile, apaçık günâh işlemiş olmalarına ve bunun ce­zasını ağır bir şekilde görmelerine yetecektir.

51. Kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olanları görmüyor musun? Hurafelere, ve putlara inanıyorlar, diğer küfredenler hakkında da "bunlar, imân edenlerden daha doğru bir yoldadırlar" diyorlar.

52.İşte böylelerine Alah lanet etmiştir. Al­lah'ın lanet ettiği kimse ise, artıkonuniçin asla bir yardımcı bulamazsın.

53.- Onların yeryüzü   hükümranlığından bir nasîbleri mi var? Eğer öyle ise, insanlara çekirdek üzerindeki bir kırıntıyı bile ver­mezlerdi

54.   Yoksa onlar, Allah'ın fazl u kereminden insanlara verdiği şeylerden dolayı onlara hased mi ediyorlar? Oysa biz, ibrahim ai­lesine de kitap ve hikmeti vermiştik. (Bun­lardan başka) büyük bir hükümranlık da vermiştik

55. Nitekim onlardan bir kısmı ona inanmış, bir kısmı da ondan yüz çevirmişti; bu da onların kaynayan cehenneme girmelerine yeter.

56.  Âyetlerimizi inkâr edenleri mutlaka ateşe sokacağız. DerÜeri pişip döküldükçe, aza­bı iyice tadmalan için, onları başka de-rilerle değiştireceğiz. Allah, şüphesiz Azîz'dir, Hakîm'dir.

57. îman edenler ve iyi iş işleyenler ise, onla­rı, (ağaçları) altından ırmaklar akan, içinde daimî kalacakları cennetlere sokacağız. Onlar için orada tertemiz eşler vardır. Onlan koyu gölgeliklere sokacağız.

Muhtelif tefsirlerde yer alan bir haberden öğrenildiğine göre, yahu-dî ileri gelenlerinden Ka'b İbnu'l-Eşref Mekke'ye geldiğinde Kureyş, ken­disine: "Kavmiyle ilişkisi kesilmiş şu ebter adamı görüyor musun? Ken­disinin bizden daha hayırlı olduğunu iddia ediyor; oysa biz, Ka'be'ye hizmet edip hac işleriyle ilgileniyor ve hacılara su dağıtıyoruz," demişlerdi. Bunun üzerine Ka'b İbnu'l-Eşref de onlara şu cevabı vermişti: "Öyle ise siz ondan daha hayırlısınız". İşte bundan sonradır ki Kureyş hakkında Kevser sûresi, Ka'b İbnu'l-Eşref hakkında da yukarı­daki âyetler nazil olmuştur.

Keza tefsirlerde yer alan ve İbn İshak tarafından nakledilen [130]başka bir haberde şöyle denilmiştir: "Kureyş, Gatafan ve Benû Kurayza'dan müslümanlara karşı kışkırtıcılık yapanlar, Huyey İbn Ahtab, Selâm İbn Ebi'l-Hukayk, Ebû Ammâr, Havk İbn Âmir, Hevze İbn Kays idiler. Bunlardan son üçü Ebû VâiPden, diğer­leri ise, Benu'n-Nadîr'den idiler. Bunlar Kureyş'e geldiklerinde, Kureyşliler: Bunlar yahudî âlimleri, ilk kitabı bilen kimseler... Onlara bizim dînimiz mi, yoksa Muhammed'in dîninin mi daha hayırlı olduğunu so­ralım, dediler ve sordular. Onlar da: Sizin dîniniz onun dîninden daha hayırlıdır ve siz ondan ve ona tâbi olanlardan daha doğru yoldasınız diye cevap verdiler. Bundan sonradır ki Allahu Ta'âlâ "kendilerine kitap­tan bir nasîb verilmiş olanları görmüyor musunuz?' âyetini indirdi.

Yukarıda zikrettiğimiz iki haberden birincisi, hem Kevser sûresinin, hem de yukarıdaki âyetlerin nüzul sebebi olarak gösterilmiştir. Bu, muhtemelen râvilerin veya müfessirlerin benzer haberler arasında karıştırma yapmalarından ileri gelmiş bir hatadır. Zira Kevser sûresi, bi­lindiği gibi, Mekke'de, müşriklerin Hazreti Peygambere "ebter" demele­ri sebebiyle nazil olmuştur. Yukarıdaki âyetlerin yer aldığı Nisa sûresi ise, Medenîdir ve Hazreti Peygamberin Medîne'ye hicret etmesinden ve yahudîlerle karşı karşıya gelmesinden sonra cereyan eden olayları konu almıştır. Binâenaleyh yukarıdaki âyetlerin de, Medîne'de ve Ahzâb gaz­vesinden sonra, veya bu gazve sırasında nazil oldukları düşünülürse, onların, daha önceleri Mekke'de nazil olan Kevser sûresi âyetleriyie aynı sebebe dayandırılmasının yanlış olduğu kolayca anlaşılır

Gerçek olan şudur ki, bu âyet-i kerîmeler, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi Ahzâb gazvesinden sonra, veya bu gazve sırasında, yahu-dîlerin müslümanlarla olan andlaşmalarını bozup müşriklerle anlaşma­ları ve onları müslümanlar üzerine kışkırtmaları üzerine nazil olmuştur. Nitekim ilk âyetin manâsından da anlaşılacağı üzere bu kışkırtma yahu-dîlerin müşriklere "siz, îman etmiş olan Muhammed ve ona tâbi olanlar­dan daha doğru bir yol üzerindesiniz" diyerek şirki îmandan üstün gös­termek suretiyle gerçekleştirilmiştir. Yahudilerin, hem de kitap sahibi olan bir kavmin böyle bir davranışı, hayretin de ötesinde, insanı şaşkın­lık içinde bırakacak bir dalâlet, bir sapıklık örneğidir. İşte Allahu Ta'âlâ, insanda şaşkınlık uyandıran bu mel'anete bir soru edatıyle işaret ede­rek buyurmuştur ki:

57. Kendilerine kitaptan bir nasîb verümiş olan­ları görmüyor musun ? Hurafelere ve putlara inanıyorlar, diğer küfredenler hakkında da

1

444          !

 

KUR'AN-I KERİM MEAL ve TEFSİRİ                             Cüz: 5

i

 

"bunlar, îman edenlerden daha doğru bir yol-

tğâ

İH

dadırlar" diyorlar.

H

 

52.   İşte böylelerine Allah lanet etmiştir. Allah'ın

 

 

lanet ettiği kimse ise, artık onun için asla bir

m

 

yardımcı bulamazsın.

51        Âyet-i kerîme ile Hazreti Peygambere ve dolayısiyle müslüman-lara hitap edilmiş ve kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olan yahu-dîlerin hayret verici ve şaşkınlık uyandırıcı hallerine dikkatleri çekilerek "Ey Muhammed! Kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olan şu yahu-dilerin hurafât ve putlara inanarak kitaplarının kendilerine hidayet et­mesini nasıl önlediklerini görüyor musun?" denilmiştir.

Âyet-i kerîmedeki, bizim "hurafe" olarak manâ verdiğimiz "cibt" ke­limesi, müfessirler tarafından sihir, sâhir, put, fal ve teşe'ume ve bun­ların insanlar üzerindeki tesirine inanmak manâsında tefsîr edilmiştir ki, hepsi de vehim ve hurafe manâsına gelir. Keza "put" sözü ile ifade ettiğimiz "tağût" kelimesi de, şeytan manâsına geldiği gibi, insanın tuğyanına ve hak yoldan çıkmasına sebep olan bir mabuda ve ibadet edilen her mahlûka delâlet eder ki, bu manayı en iyi ifade edecek olan kelime, kanaatımızca yine "put" kelimesidir. Buna göre, hidayet bulma­ları için kendilerine kitaptan bir nasîb, yahut kısaca kendilerine kitap ve­rilmiş olan yahudîlerin, bu kitapla hidayet bulmak yerine, bir takım hu­rafât ve putlara inandıkları ve böylece hak yoldan tamamiyle uzaklaştıkları bu âyet-i kerîmeyle bir defa daha tescil edilmiş olmaktadır. İşte hurafât ve putlara inanarak hak yoldan uzaklaşan bu kavim, pey­gamberlerinin nübüvvetine ve kitaplarının hakkıyyetine inanan mü'min-lere karşı müşriklere yardım etmişler ve bu kâfirler hakkında demişler­dir ki: Müşrikler, Muhammed'e inanan ve onun peşinden giden mü'minlerden daha doğru yol üzerindedirler.

52 Yahudîler, müşrikler hakkında ileri sürdükleri bu sapık görüşle­riyle, küfür ehlinin îman ehline göre hakka daha uygun, Allah'ı ve Pey­gamberini tekzîb edenlerin dîninin, onları tascltk edenlerin dîninden daha âdil ve daha doğru olduğunu kabul etmiş oluyorlardı. İşte açıkla­nan bu halleri dolayısıyle Allahu Ta'âlânın kendilerine lanet ettiği kim­seler bunlardır; yani küfrü îmandan, kâfiri mü'minden daha üstün ve hakka daha uygun gören yahudîlerdir. Ve Allah, her kime lanet etmişse, artık o kimse için hiçbir yardımcı bulamazsın. Zira hiç kimse, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki sünnetini değiştiremez. Bu sünnet, hurafâta ve putlara inanan kimselerin nasîbi olmak üzere ebedî hüsrandır. Yahudîler de bunu hak etmişlerdir.

Bu âyet-i kerîme, Allahu Ta'âlânın bazı milletlere lanet etmesinin se­bebinin, hurafelere, batıla ve putlara îman etmeleri ve bu îmanın gereğine uymaları olduğuna ve Allah'ın ancak bundan sakınan mü'min-lere yardım ettiğine, bunun tabiî bir neticesi olarak da, mağlûb millet­lerin hurafât ve putlara gâlib milletlerden daha yakın olduklarına delâlet eder. Filhakika Allah, hiçbir zaman gerçek mü'minlerden yardımını esir­gememiş, kâfirlerin akıbeti ise, daima hüsran olmuştur. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Rûm sûresinin 47 nci âyetinde bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur : "(Ey Muhammed!) Senden önce de kendi kavimlerine peygamberler göndermiştik de onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat suç işleyenlerden intikam almıştık. Zira'mü'minlere yardım etmek üze­rimize borç idî"

Allahu Ta'âlâ, yahudîleri, hurafât ve tağûta îman etmeleri ve müşrik­lerden üstün görmeleri sebebiyle tevbih edip üzerlerine olan lanetini açıkladıktan sonra, onları cimrilikleri ve hırsları yüzünden tevbih edip suçlamış ve şöyle buyurmuştur:

53. Onların yeryüzü hükümranlığından bir na-stbleri mi var? Eğer öyle ise, insanlara çekir­dek üzerindeki bir kırıntıyı bile vermezlerdi

54.  Yoksa onlar, Allah'ın fazl u kereminden in­sanlara verdiği şeylerden dolayı onlara hased mi ediyorlar? Oysa biz, ibrahim âüesine de kitap ve hikmeti vermiştik. (Bunlardan baş­ka) büyük bir hükümranlık da vermiştik.

55.Nitekim onlardan bir kısmı ona inanmış, bir hsm\ da ondan yüz çevirmişti; bu da onların kaynayan cehenneme girmelerine yeter.

53 Âyet-i kerîme, inkâr ve tevbihe delâlet eden bir soru edatıyle gelmiş ve Allahu Ta'âlâ, her ne kadar yahudîlere kitaptan bir nasîb ve­rilmiş olsa bile, hükümranlıktan hiçbir nasîbleri bulunmadığını, zira hü­kümranlık nasîblsrini küfürleri ve isyanları sebebiyle yitirdiklerini beyan manâsında "yoksa onların yeryüzü hükümranlığından da bir nasîbleri mı var?' buyurmuştur. Hayır; onların kitaptan bir nasîbleri olsa bile,'yer­yüzü hükümranlığından hiçbir nasîbleri yoktur. Bunu, hurafât ve tağûta îman etmeleri yüzünden tamamiyle kaybetmişlerdir. Zaten kendilerine mülk ü saltanattan da bir pay verilmiş olsaydı, hemen cimrilik yoluna girerek, bu mülkün bütün menfeatlarını kendilerine 'tahsis ederler ve başkalarına bir çekirdek kırıntısı bile göstermezlerdi. İşte tıynetleri bu

olan yahudîlerin, kendilerine o mülkün verildiği ve birbiri arkasına gelen peygamberlerin kendilerinden seçildiği geçmiş günleri hatırlayıp da, aynı günleri tekrar yaşamanın ve son gelecek peygamberin de yine ken­dilerinden seçileceğinin hayali içinde iken, bekledikleri bu peygamberin Araplar arasından zuhur etmesi ve geçmişte peygamberlerle gelen o mülk ü saltanatın artık bir daha gelmiyecek olması, onlara nasıl ağır gel­mesin ve onların hasedlik damarlarını nasıl kabartıp çatlatmasın?

54 Nitekim yahudîler, bir taraftan kendileri için yeryüzü hüküm­ranlığı tevehhüm ederken, bir taraftan da kendilerinden olmayan bir kim­senin peygamber olarak bütün gönülleri fethettiğini görüyorlar, vehim ve gururla karışık hased duygusunun sebep olduğu şaşkınlık içinde her çeşit iftiraya başvurarak İslâm'a ve müsiümanlara küfrediyorlardı. Ken­dileri kitap ehlinden olmalarına rağmen hurafât ve tağûta îman ederek Allah'a karşı en büyük iftirayı yaptıkları halde, Allah'a, peygamberlerine ve kitaplarına hakkıyle îman etmiş olan müslümanları ayıblıyorlar ve on­ları müşriklerle mukayese ederek, müşriklerin onlardan daha hayırlı ol­duklarını ve daha doğru yol üzerinde bulundukularını iddia ediyorlardı. Bu, gurur ve hasedden kaynaklanan bir hezeyan idi. Kendilerinden başka bir milletten peygamber gelmesini ve bir başka milletin kendile­rinden üstün ve hattâ kendileri seviyesinde olmasını çekemiyorlardı. İşte onların bu hali dolayısıyle, Allahu Ta'âlâ, bir evvelki âyette onların yeryüzü hükümranlığını inkâr ettikten sonra, bu âyetinde bütün dav­ranışlarının hasedden kaynaklandığını göstermiş ve bunu isbat maka­mında yoksa onlar, Allah'ın fazI u kereminden insanlara verdiği şeyler­den dolayı onlara hased mi ediyorlar?' buyurmuştur. Buna göre iki âyetin birleşik manâsını şöyle ifade etmek de mümkündür; "Onların yeryüzü hükümranlığından bir nasîbleri mi var; yoksa onlar, Allah'ın fazI u kereminden insanlara verdiği nimetlerden dolayı hased mi ediyorlar"? Evet. Onların yeryüzü hükümranlığından artık hiçbir nasîbleri yoktur. Fakat bütün bu davranışları, içlerini doldurup katılaşmış olan hasedleri yüzündendir.

Âyet-i kerîmedeki Allah'ın fazi u keremiyle nimetlendirdiği "insanlar" dan murad, Hazreti Peygamber ile ona tâbi olan müslümanlarchr. Allah'ın onlara ihsan ettiği "nimet" ise, yahudîlerin hased damarlarını ka­bartan nübüvvet ve yeryüzü hükümranlığıdır. Yukarıda da açıkladığımız gibi, geçmiş devirlerde birbiri arkasına gönderilen peygamberler yahudîlerden seçilmişken ve bu peygamberler devrinde hükümranlık yahu­dîlerin elinde iken, onların hurafât ve tağûta îman etmeleri ve Allah'a şirk koşmaları yüzünden Allah'ın ebedî lanetine uğramışlar ve hem nübüvveti, hem de yeryüzü hakimiyetini yitirmişlerdir. Bundan sonra nübüv­vet de hakimiyet de Araplara ve müsiümanlara intikal etmiştir. İşte yahu-dîleri müsiümanlara karşı hased etmeye ve içlerini kin ve düşmanlık duy-gularıyle doldurmaya sevkeden hâdise budur. Hased, bir insanın içine düştüğü zaman, o insanda bütün iyilik duygularını yok eden ve onu insan olmaktan uzaklaştıran kötü bir ahlâktır. Çünkü hâsid başkasında gördüğü üstünlüğün ve fazlalığın kendisinde de bulunmasını istemekle yetinmez, fakat kendisinde bulunmasını isterken başkasındakinin de yok olmasını ister ve onu bizzat yokedecek yollara başvurmaktan da geri kalmaz. İşte, yahudîlerin müsiümanlara karşı müşriklerle birleşmeleri, müşrikleri müslümanlardan üstün görmeleri, Hazreti Pey­gamberi öldürmeye teşebbüs etmeleri ve buna benzer diğer faaliyetle­ri, hepsi de hasedleri yüzündendir.

Halbuki onların Arapları küçümsemek ve nübüvveti onlara lâyık görmemek için haklı sayılabilecek hiçbir sebepleri yoktu. Diğer taraftan nübüwet,onlardan ilk defa Muhammed (s.a.s.)'e verilmiş bir şey de değildi. Zira Araplar, İbrahim'in oğlu İsmail soyundan geliyorlardı ve on­ların da İbrahim soyundan geien ve peygamber olan bir ataları vardı. İsmail, İsrail lakabiyle tanınan Yakûb'un babası İshak ile kardeşti ve yahudîlere İsrail oğulları denilmesi de Yakûb soyundan gelmiş olmala­rındandır.

Yukarıdaki âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ İbrahim ailesine kitap ve hikmetle birlikte büyük bir hükümranlık verildiğini beyan buyurmuştur. Bunun Dâvûd ve Süleyman peygamberler zamanında gerçekleşen hü­kümranlık olduğunda şüphe yoktur. Fakat bu âyet-i kerîmede yine İbrahim ailesinden olup da İsmail soyundan gelen Muhammed (s.a.s.)'e verilen Kitap, hikmet ve hükümranlığa da işaret edildiğini düşünmeye engel hiçbir şey yoktur. Yahudîler hurafât ve tağûta îman ederek Allah'a isyan etmişler ve yeryüzü hükümranlığını yitirmişlerdir. Bundan sonra da bu hükümranlığın İsmail oğullarına geçmesi çok tabiîdir. İşte bu sebepledir ki, yukarıdaki âyette, nübüvvetin İsmail soyundan gelen Mu­hammed (s.a.s.)'e verilmesiyle bunu takip edecek bir hükümranlığın da Muhammed (s.a.s.) ümmetine âit olacağına dair açık ve kesin bir müjde vardır. Nitekim bu müjde âyeti nazil olduğu zaman, müslümanlar henüz Medîne'de kurulmuş bir şehir devletine sahip idiler. Hicrî 6 ncı senenin sonlarına doğru müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında Hudeybİye andlaşması yapıldığı sıralarda İslâm Devleti birkaç yüz mil karelik bir yer işgal ederken beş sene gibi kısa bir müddet içinde Avrupa kıtası kadar bir sahaya yayılmış ve bütün Arabistan'ı, Cenubî Irak'ı ve Filistin'i kapla­mıştır. Bundan 15 sene sonra, Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında, İslamiyet Batıda Endülüs (İspanya)'e girmiş, Doğuda ise, Ceyhun nehrini geçmiş, Çin topraklarına ulaşmıştır. 30 sene gibi kısa bir süre içerisinde iki kıt'ayı birleştiren böyle bir imparatorluğun zuhuru, insanlık tarihinin başka hangi döneminde görülmüştür? Nübüvvetle birlikte Araplar eliyle başlatılan bu cihan hâkimiyeti, kısa bir süre sonra, Türklerin İslâmiyeti kabul etmeleriyle içinde bulunduğumuz asrın başına kadar sürdürül­müştür. Bu hâkimiyeti asırlarca önce yitirmiş olan yahudîler ise, Allah'a isyan etmenin ve peygamberlerinden kimini öldürüp kimini yalanla­manın cezası olarak dünyanın dört bir yanında dağınık bir halde kâh itilip kakılarak, kâh alaya alınarak zelil ve makhûr bir hayat yaşamışlar­dır. Bugün Filistin'de müslüman topraklarını işgal ederek hıristiyanların dayardımıyle bir devlet kurmuşlardır. Bu devletin kuruluşunda Osman­lı idaresinden kurtulmak ve kendi başlarına hükümran olmak isteyen ve bu maksatla Ortadoğuyu işgale kalkışan hıristiyan devletlerle işbirliği yapan o bölge Araplarının büyük rolü olduğunu unutmamak gerekir. Oysa Osmanlı hükümdarları, yıkılıp tarihten silinme pahasına da olsa, yahudîlere Filistin'de bir karış toprak vermemişler, bu konudaki bütün teklif ve teşebbüsleri reddetmişlerdi.

Yahudîler, bugün Filistin'de ele geçirdikleri hükümranlığı zu­lümle sürdürmektedirler. Bu hükümranlık devamlı mı olacaktır, yoksa bir gün yine sona erip yahudîler alışık oldukları zillet hayatına geri mi döneceklerdir? Bu hususta elimizde dayanabileceğimiz hiçbir delil yoktur. Ancak Allah'ın yahudîleri ilelebed lanetlediğine ve mü'minlerin yardımcısı olduğuna kesin inancımız vardır. Şu da vardır ki, bu yardımın gerçekleşmesi, Allah'ın değişmeyen sünnetine uygun olarak cereyan eder ve mü'minlerin Allah'ın yardımına muhtaç ve aynı zamanda lâyık olduklarını gerekli esbaba sarılarak isbat etmeleri, kısacası gerçek mü'min olmaları ve İslâm düşmanlarıyle yılmadan mücadele etmeleri gerekir. Nitekim Allah, Uhud savaşında da müslüman okçuların zayıflık göstermeleri ve ganimet peşine düşmeleri sebebiyle onlardan yardımı­nı kesmişti de, onlara mağlubiyet acısını taddırmıştı. Fakat nihaî zafer yine Allah'ın yardımıyle mü'minlerin olmuştu. Bu sebeple bazan mü'min-lere taddırılan mağlubiyet acısı, can ve mal kaybı, buna karşılık kâfirlere verilen zafer, mü'minleri ümidsizliğe düşürmemeli, fakat Allah'ın yardımı­nı kazanabilmek için gerekli hazırlığı yapmalıdırlar. İşte o zaman, Allah'ın mü'minlere olan zafer va'di yine gerçekleşecek ve yeryüzü hükümran­lığı yine mü'minlerin olacaktır.

55 Nitekim işte Allah, İbrahim ailesinden olup da İsrail soyundan gelen bazı seçilmişlere kitap, hikmet ve hükümranlık verdiği halde, on­ların halklarından bir kısmı, belki de pek çoğu peygamberlerine ve

onlara verilen kitaplara îman etmemiş, aksine hurafâta ve tağûta ina­narak Allah'a karşı en büyük zulmü ve en büyük küfrü işlemişlerdir. Bu yüzden onlar hem Allah'ın lanetine uğramışlar, hem de hükümranlıkları­nı yitirmişlerdir. Âhırette ise.küfürleri ve bu küfürde ısrar ederek Allah'ın son Peygamberine hasedle ona karşı gelmeleri, alev alev yanan cehen­nemde ebediyyen kalmalarına yeter. Bu akıbet, şüphesiz sadece yahudîler için değil, fakat Allah'ın kitap, hikmet ve yeryüzü hükümran­lığı verdiği İbrahim (a.s.) soyundan gelen Muhammed (s.a.s.)'in ümme­tinden bütün münkirler için de söz konusudur. Bu sebepledir ki Kur -ân-ı Kerîm, gelip geçmiş kavimlerin başlarından geçmiş bütün olayları gel- cek kavimlere özlü bir şekilde hikaye etmiştir. Tâ ki bu kavimler, hi­kâye edilen bu olayları düşünsünler ve onların hangi davranışlarından cezalandırılıp hangi davranışlarından mükâfatlandırıldıklarını tesbit ede­rek kendi davranışlarıyle karşılaştırsınlar ve akıbetlerinin ne olacağını kendileri bulup tedbirlerini alsınlar. Nitekim Allahu Ta'âlâ, bunu takip eden âyetlerinde böyle bir neticeye işaretle buyurmuştur ki:

56. Ayetlerimizi inkâr edenleri mutlaka ateşe so­kacağız. Derileri pişip döküldükçe, azabı iyice tadmalan için, onlan başka derilerle değiştireceğiz. Allah, şüphesiz Azız'dir, Hakîm'dir.

57.  iman edenler ve iyi iş işleyenler ise, onlan,

(oğaçlan) altından ırmaklar akan, içinde dâimî kalacakları cennetlere sokacağız. Onlar için, orada tertemiz eşler vardır. Onları koyu gölgeliklere sokacağız.

56 Allah'ın âyetlerini inkâr edenlerin felah bulmaları ve kurtuluşa er­meleri asla mümkün değildir. Allah, bu münkirler İçin âhırette alev alev yanan ateşler hazırlamıştır. İnkâr edenlerin cezası bu alevli ateşe atıl­makla başlıyacak ve ateşte devam eden bir azâbla dünyada yap­tıklarının karşılığını göreceklerdir. Dünyadaki bilgimize ve görgümüze göre, ateşte yanan bir şeyin akıbeti yok olmaktır. Eğer bu şey, insan veya hayvan gibi canlı bir varlık ise, canlılığını ve duyarlılığını yitirmediği sürece yanmanın sebep olduğu büyük acıyı ve ıztırabı duyar. Fakat bay­gınlık yahut ölüm, canlılığın ve duyarlılığın kaybolmasına sebep olduğu için, bayılan veya ölen bir kimsenin yanmaktan ileri gelen acıyı duyma­sı mümkün değildir. Ancak bu hal.dünyaya hâs olan bir haldir ve ölüm, hiç bitmiyecek olan bir acıdan kurtuluşun yegâne çaresi sayılır. Fakat âhıret hayatı ebedî bir hayattır ve bu hayatın ne kesintisi ve ne de sonu vardır. Eğer o da dünya hayatı gibi sonu bulunan bir hayat olsaydı, dünyada iken Allah ve peygamber tanımayan, helâl ve harama itibar et­meyen bir kâfirin cehennem azabı, birkaç dakika içinde yanıp kül olmak­tan ibaret kalır, bu ise.o kâfir için azâbtan bir kurtuluş sayılırdı.

Âyet-i kerîme, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için hazırlanan cehen­nem azabını haber vermiş, aynı zamanda bu azabın ebedî olduğunu ve hiçbir zaman sonunun gelmiyeceğini değişik bir ifade ile beyan etmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulmuştur ki: "Derileripişip döküldükçe, azabı iyice tadmalan için, onian başka derilerle değiştireceğiz."

İnsan vücudu, kendisinde meydana gelen bir arızayı tedavi edip iyileştirecek bir özelliğe sahip olarak yaratılmıştır. Hepimiz biliriz ki, insanın herhangi bir yerinde bir yanık meydâna gelirse, bu yanık bir süre sonra yeni bir deri ile kapanır ve iyileşir. Bu iyileşme süresi içinde duyulan yanık acısı ise, yanığın derecesine göre değişebilir. Âhıretteki yanık acısının ise, âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi, kâfirlerin bunu iyice tadmalan için çok daha şiddetli olacağı ve devamlı süreceği anlaşılmaktadır. Zira yanan deri yanıp kül olmakla iş bitmiyecek, fakat vücut, yanan derinin yerini süratle tedavi edip yeni deri ile kaplarken, ateş, onu da kısa zamanda çepeçevre kuşatacak ve bu hal durmaksızın ve büyük acısı da hiç kesilmeksizin devam edip gidecektir. Allah, hiç şüphesiz Azîz'dir; va'd ve va'îdini yerine getirmeye kaadir olup, hiçbir şey O'nu, yapmayı murad ettiği şeyden vazgeçiremez. O, aynı zaman­da Hakîm'dir; yaptığı her şeyi hikmetine uygun olarak yapar.

57 Allah'a îman edip Peygamberin yolundan giden ve sâlih amel işleyen mü'minlere gelince, bunlar, İçinde ebedî kalacakları cennete girecekler ve onun nimetlerinden dilediklerince faydalanacaklardır. Mü'minlerin, cennetin sayısız nimetleriyle ulaştıkları büyük mutluluk, kendilerine ihsan edilecekfizikîve ahlâkî kusurdan âzâde eşlerle tamam olacaktır. Rahatsız edici sıcağı ve soğuğu bulunmayan gölgelikler ise, cennette mü'minlere ihsan edilen nimetlerin ne kadar tam ve mükem­mel olduğunun bir işareti olarak değerlendirilebilir. Bunların hepsi de Allah'ın, sâlih amel ile îmanlarını teyid eden mü'minlere va'didir. Bu va'd, kıyamet günü mutlaka gerçekleşecek ye mü'minler hak ettikleri mü­kâfata nail olacaklardır. Çünkü Allah, asla va'dinden dönmez.

58. Allah size, emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel ögjit veriyor. Şüphe yoktur ki Allah, her§eyi hakkıyle işiten, hakkıyle görendir.

59.  Ey îman edenler!Allah'a itaat edin. Pey­gambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhıretgününeinan­dığınız takdirde, onu Allah'a ve Peygam­bere arzedin. Bu, netice itibariyle daha hayırlı ve daha güzeldir.

Üç dört âyet öncesinde, yahudîlerden söz edilirken, onların yeryüzü hükümranlığından bir nasîbleri olduğu vehimlerinin nasıl red­dedildiği, vaktiyle İbrahim ailesine ve dolayısıyle İsrail oğullarına kitap, hikmet ve bir de büyük bir hükümranlık verilmiş olsa bile, onların, bu hükümranlığı Allah'a isyan etmekle nasıl yitirdikleri bütün açıkhğıyle gözler önüne serilmiş, sonra da Allah'a isyan ederek küfür işleyenlerin ve Allah'ın âyetlerini inkâr edenlerin, cehennem ateşinde yanarak dünyadaki kötü amellerinin -karşılığını nasıl acı bir şekilde görecekleri anlatılmış ve müslümanların bunlardan ibret almaları sağlanmıştı. Bir ev­velki âyet-i kerîmede de, îman eden ve salih amel işleyen mü'minlerin cennette nail olacakları büyük ve hudutsuz mükâfat beyan edilmiş, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde ise, mü'minlere bu mükâfatı kazandıracak olan amellerden en büyük ve en önemli iki tanesi zikredilerek, birinin emanetlerin ehline verilmesi, diğerinin de, insanlar arasında adaletle hükmedilmesi olduğu açıklanmıştır.

Emanetlerin ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükme-dilmesi, milletlerin hükümranlık şartlarının başında gelir. Bir ülkede ema­netler ehline verilmediği ve insanlar arasında adaletle hükmediimediği takdirde, o ülkenin yeryüzündeki hükümranlığını devam ettirebilmesi mümkün değildir. Bu bakımdan yukarıdaki âyet-i kerîmelerin, yahudîlerin yeryüzü hükümranlığından bir nasîbleri olduğu vehmini reddede­rek, onların sadece Allah'ın fazi u kereminden müslümanlara verdiği ni­metlere hased ettiklerini açıklayan âyetlerin hemen akabinde gelmiş olması, yahudîlerin Allah tarafından lanetlenmelerine ve hükümran­lıklarının ellerinden alınmasına sebep olan en önemli unsurun, onların emanetleri ehline vermemeleri ve insanlar arasında adaletle hükmetme­meleri olduğunu gösterir. Kısaca ifade etmek gerekirse, yahudîlere kitap, hikmet ve hükümranlık verilmiş olmasına rağmen, onlar emanet­leri ehline vermedikleri ve insanlar arasında'adaletle hükmetmedikleri için Allah'ın lanetine uğramışlar ve sahip oldukları bu büyük nimetleri yitirerek yeryüzünün en zelil ve makhûr yaratıkları haline gelmişlerdir. Âhırette de onların bu cezası sonsuza kadar devam edecek ve ateşin azabını iyice tadmaları için kül haline gelip yok olmaksızın ebediyyen yanacaklardır.

İşte bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, yahudîlerin bu akıbetine işaret ettikten sonra; mü'minlere hitap ederek emanetleri ehline vermelerini ve insanlar arasında adaletle hükmetmelerini emretmiştir:

58. Allah size, emanetleri ehline vermenizi, in­sanlar arasında hükmettiğiniz zaman da, adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bu­nunla size ne güzel öğüt veriyor. Şüpheyoktur ki Allah, her §eyi hdkkcyle işiten, hakkıyle

 görendir.

58 Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmesiyle bütün mü'minlere, emanet­lerin ehline verilmesini ve insanlar arasında hükmedildiği zaman, ada­letle hükmedilmesini emretmiştir. Binâenaleyh bu emrin yerine getiril­mesi her mü'min ve müslümanın boynuna borçtur. Bu emri umur­samayan veya ihmal eden Allah'a karşı gelmiş olur; dünyada ve âhı­rette bu davranışının cezasını görür.

Emanet, muhafazası için insana bırakılmış olan ve vakti geldiğinde sahibine iade edilmesi gereken her şeye delâlet etmek üzere kullanılan bir isimdir. Buna göre, eğer bir kimse arkadaşına geri almak üzere bir kitap bırakmış ise, bu kitap o arkadaş üzerinde bir emanettir ve vakti

gelince bu emanetin sahibine iade edilmesi gerekir. Kitap sahibi ile ki­tabı emaneten üzerinde bulunduran kimse arasında kitabın iadesi hu­susunda sözlü veya yazılı bir anlaşma ister bulunsun ister bulunmasın, hak dâima sahibine aittir. Emanetin sahibine verilmemesi, hıyanet denilen bir davranışın ortaya çıkmasına sebep olur ve bu davranışın fail­lerine hâin denir.

Emanet, muhafaza edilmesi için insana tevdi edilmiş bir hak olun­ca, bu hakkın bir kısmının Allah'a, bir kısmının diğer insanlara, bir kıs­mının da insanın kendi nefsine âit olduğu, tabiî bir netice olarak ortaya çıkar.

1)  Allah'ın insana tevdi ettiği, insanın da Allah'a eda etmek zorun­da bulunduğu emanetler, O'nun, Hazreti Peygamber vasıtasıyla bütün insanlara duyurduğu emir ve nehiylerdir. Binâenaleyh her mü'minin, Allah'ın kendisine tevdi ettiği bu emanetleri, emirlere hiç kusursuz uyarak, nehiylerden de titizlikle kaçınarak eda etmesi, yani Allah'ın kendi üzerindeki hakkını Allah'a vermesi gerekir. Biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, hakkın sahibine verilmemesi hıyanetliktir ve bu hakkı ver­meyen kimse, emanete hıyanetlik etmiş olur. Bu ise, Allah'a karşı hıyanetlik etmek demektir.

2)  İnsan üzerinde bulunan başkalarına âit emanetlerin de keza sa­hiplerine iade edilmesi gerekir. Bu emanetler veya haklar, herhangi bir kimsenin bir başkasına muhafaza etmesi için bıraktığı bir mal olabilir; yahut borç olabilir. Fakat bunların yanında belki daha önemlileri, birinin diğer birine tevdi ettiği bir sır da olabilir ve bu sırrın hiçbir surette İfşa edilmemesi gerekir; keza birinin bir başkasını aldatmaması, hâkimin maznuna, âmirin memura, idarecinin idaresi altındakilere âdil davran­maları ve buna benzer ifa edilen bütün İş ve görevler, İnsanlar üzerinde bulunan çeşitli emanetlerin sahiplerine verilmesinden ibarettir; bu işler­den herhangi birinin ifa edilmemesi, emanete hıyanetten başka bir ma­nâya gelmez.

Buhârî [131]ve Müslim [132]'in rivayet ettikleri bir hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Haberiniz olsun ki, her biriniz bir çobandır ve her biriniz idaresi altındakilerden mes'ûldür: Halkın idaresini elinde tutan lider, bir çobandır ve idare ettiği insanlardan mes'ûldür. Erkek, ev halkı üzerine bir çobandır ve idaresi altmdakilerden mes'ûldür. Kadın, kocasının evi ve çocukları üzerine bir çobandır ve onlardan mes'ûidür. Hizmetçi, efendisinin malı üzerine bir çobandır ve ondan mes'ûldür. Haberiniz olsun ki her biriniz bir çoban­dır ve idaresi altındakilerden mes'ûldür."

Allahu Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif sûrelerinde emanetin öne­mine   işaret etmiştir. Meselâ Ahzâb sûresinin 72 nci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; bunu yüklenmekten çekindiler ve endişeye düştüler de onu insan yüklendi. O da çok zâlim ve çok câhil idr. Mü'minlerin belirgin sıfatlarının zikredil-diği Mu'minûn sûresinin 8 inci âyetinde "onlar, emanetlerine ve sözlerine riayetkardırlar" denilmiş, Enfal sûresinin 27 nci âyetinde de, mü'minlere hitapla Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmemeleri emredilmiş, aksi halde bunun emanete hıyanet demek olduğu açıklanmıştır. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: "Ey îman edenler! Allah'a ve Rasûle hainlik etmeyiniz. Yoksa kendi emanetlerinize bile bile hıyanet etmiş olursunuz."

Hazreti Peygamber de bir hadîsinde, emanete hıyanet eden kim­seyi münafık olarak isimlendirmiştir. Buhârî [133]ve Müsİim [134]tarafından nakledilen bu hadîsinde şöyle buyurmuştur: "Dört şey vardır ki, kimde bulunursa o hâlis münafık olur. Kimde bun­lardan bir parça olursa, onu terkedinceye kadar onda münafıklıktan bir parça kalmış demektir. Bu dört şey: Kendisine bir şey emanet olun­duğunda hıyanet eder; bir şey söylediği zaman yalan söyler; ahdettiği zaman ahdinde durmaz; husumet ettiği zaman da haktan ayrılır".

3) İnsanın kendisi üzerinde bulunan nefsine âit haklara gelince, bunlar da birer emanettir ve insan bunlardan da nefsine karşı sorum­ludur. Meselâ insanın kendisi için dîninde ve dünyasında yalnız iyi ve faydalı olan şeyleri seçmesi, dünyasına ve âhıretine zarar verecek amel­lerden sakınması, vücuduna zararı dokunacak veya hastalık sebebi olacak her şeyden uzak durması, emanete riayetin birer örneğidir.

Buhârî [135]ve Müslim [136]'in naklettikleri bir hadîsten öğrendiğimize göre, Hazreti Peygamberin ashabından olan Abdullah İbn Amr İbni'l-Âs, gündüzleri devamlı oruç tutar, geceleri de devamlı Kur'ân okuyup hatim indirirdi. Ailesi onun bu halinden Hazreti peygambere şikâyette bulununca, Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) ona şöyle buyurmuştur: "Bir gün oruç tut, bir gün ye. Sonra uyu ve kalk, Unutma ki, vücudunun senin üzerinde hakkı vardır; gözünün senin üzerinde hakkı vardır; eşinin senin üzerinde hakkı vardır; ziyaretçilerinin de senin üzerinde hakları vardır". Bu hakların hepsi de insana muhafaza etmesi için tevdi edilmiş birer emanettir ve bu emanetlerin ehline, yani sahip­lerine verilmesi Allah'ın emri gereğidir. Bu emri kulak ardı edip de Allah'a karşı hâin olmayı kim ister?

Allahu Ta'âlâ emanetleri sahiplerine vermeyi emrettikten sonra ebed müddet hükümranlığın diğer bir şartı olmak üzere, İnsanlar arasında adaletle hükmetmeyi aynı emrin şümulü içerisinde zikretmiştir. "Adalet mülkün temelidir" sözünün esası da budur. Mülk, hükümranlık demektir. Buna göre adalet olmaksızın mülkü veya hükümranlığı idame ettirmek mümkün değildir. Adalet ise, Arapçada eşitlik manâsına gelir. İki kişi arasında âdil davranmak, ikisine de haklarını vermek demektir. Adaletin zıddı, cevr ve zulümdür ki, iki kişi arasında eşit davranılması gerekirken birini diğerine tercih etmek ve ona hakkını vermemek manâ­sına gelir.

Kur'ân-ı Kerîm'de adaleti emreden ve önemini belirten pek çok âyet yer almıştır. Nahl sûresinin 90 inci âyetinde: "Allah, adaletli olmayı, iyilik etmeyi ve yakınlara vermeyi emreder" denilmiş, Hucurat sûresinin 9 uncu âyetinde de, biribirleriyle dövüşen iki mü'min guruptan söz edile­rek şöyle buyurulmuştur: "(Tecavüz eden) eğer Allah'ın emrine dönerse, aralarını adaletle düzeltin ve âdil davranm. Allah, şüphesiz âdil davranan­ları sever". Mâide sûresinin 8 inci âyetinde, Allahu Ta'âlâ mü'minlere hitap ederek şöyle buyurmuştur: "Ey îman edenler!... Adaletli olun; zira bu, takvaya daha yakındır". Keza Nisa sûresinin 135 inci âyetinde: "Ey îman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana-babanız ve yakın ak­rabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şâhidlik eden kimseler olunuz. Zira Allah, zengin de olsa fakir de olsa (sizin aleyhlerine şâhidlik ettiğiniz kimselere) daha yakındır. Adaletli davranmak için nefsin heveslerine uy­mayın", En'âm sûresinin 152 nci âyetinde de "ölçüyü ve tartıyı adaletli yapın. Biz insana, ancak gücünün yettiğini teklif ederiz. Söylediğiniz zaman akraba da olsa âdil davranın." buyurmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan ve çeşitli konularda dâima adaletli ol­mayı ve adaletli davranmayı emreden bu âyetler, adaletin bir gereği olan emanetin sahibine verilmesiyle birlikte milletlerin yegâne varoluş se­bebinin apaçık beyanından İbarettir. Bundan dolayıdır ki Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmedeki emanetlerin edasıyla insanlar arasında adaletle hükmedilmesi hususunda "Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor" buyurmuştur. Bundan, aklını kullanamayan beyinsizlerden başka kim şüphe edebilir? Zira Allah'ın, dünya ve âhırette kullarının yalnız iyiliğine, kurtuluşuna ve saadetine olacak şeyler dışında öğüt vermesi düşünü­lebilir mi? Bu sebepledir ki bütün mü'minlerin Allah'ın emirlerine ve öğüt­lerine titizlikle riayet ederek .üzerlerinde bulunan Allah'a, insanlara ve kendi nefislerine âit emanetleri eda etmeleri ve özellikle adalet terazisi­ni elinde tutarak adalet dağıtanların, zengin fakir, yerli yabancı, soylu soysuz, hatırlı hatırsız gözetmeden insanlar arasında âdil davranmala­rı ve adaletle hükmetmeleri gerekir. Zira Allah, kimlerin emanetleri eda ettiklerini ve kimlerin etmediklerini hakkıyle gördüğü gibi, kimlerin de adaletli hüküm verdiklerini hakkıyle işitir.

Allahu Ta'âlâ, emanetlerin ehline verilmesini ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesini emrettikten sonra, bütün müslümanlara hitapla Allah'a, Peygamberine ve ulu'l-emre' itaat etmelerini istemiş ve şöyle buyurmuştur:

59. Ey îman edenler! Allah 'a itaat edin. Peygam­bere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhıretgününe inandığınız takdir­de, onu Allah 'a ve Peygambere arzedin. Bu, netice itibariyle daha hayırlı ve daha güzeldir.

59 Daha önce de açıklandığı gibi, kendilerine kitaptan bir nasîb ve­rilmiş olanlar, ellerinde kitap olduğu halde hurafât ve tağûta îman etmişler ve böylece Allah'a karşı en büyük zulmü işlemişlerdi. Müşrik­lerin tağûtu, putları ve kâhinleri idi. Kâhinler onlar için hüküm vaze­diyor, onlar da kâhinler tarafından vazedilen bu ahkâma uyuyorlar ve onlarla amel ediyorlardı. Yahudiler de müşriklerden farklı davranmıyor-lardı. Ellerinde kitap ve bu kitapta Allah'ın ahkâmı bulunmakla beraber, yahudî ileri gelenleri, yahut reisleri, yahudîler İçin kendi heva ve heves­leri istikametinde hüküm vazediyor, yahudîler de "bu reisler Tevrat'ı biz­den iyi bilirler" diyerek onlara tâbi oluyorlardı. Böylece yahudîler, reis­lerini, kendileri için ahkâm vazeden, dilediklerini helâl, dilediklerini de haram kılan rablar edinmişlerdi. İşte yahudîlerin isyanlarının ve tuğyan­larının sebebi bu idi.

Allahu Ta'âtâ, bu âyet-i kerîmeyle mü'minlere hitap etmiş ve onların müşriklere ve kitap ehline benzememeleri ve onlar gibi tuğyan etme­meleri için Allah'a, Rasûlüne ve ulu'l-emre itaat etmelerini emretmiştir.

Allah'a itaat, Allah'ın Kitab'ına itaattir; Kitab'a itaat İse, hiç şüphesiz, Kitab'ın içinde yer alan Allah'ın ahkâmı İle amel etmektir. Allah'ın Rasûlüne itaat da, bu Rasûlün, Allah'ın Kitab'ını insanlara beyan et­mekle görevlendirilmiş olması esasına dayanır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Nahl sûresinin 44 üncü âyetinde"... Sana da (Ey Muhammedi) insan­lara, kendilerine indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik?9, 64 üncü âyetinde de "ö/z sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve inanan kimselere hidayet ve rahmet olmak üzere in­dirdik" buyurmuştur. Hazreti Peygamberin Kur'ân karşısındaki mevkii Kur'ân'ın açıklayıcısı olması dolayısıyledir ki Allahu Ta'âlâ, Allah'a itaattan sonra Rasûlüne de itaati emretmiştir.

Ancak âyet-i kerîmede dikkat edilmesi gereken biF husus vardır ki burada konu itibariyle önemle işaret edilmeye değer. Allahu Ta'âlâ âyet-i kerimede "Allah'a itaat edin; Resule de itaat edin" buyurmuş ve ita­atle ilgili emri iki defa tekrarlamıştır; yahut başka bir iadeyle âyette "Al­lah'a ve Rasûle itaat edin" denilmemiştir. Bundan anlaşılan manâ, Rasûl'e itaatin tekrar ile teyid ve tekididir. İslâm dîni tevhîd dînidir ve Al­lah'tan başkasına emir, nehiy ve ahkâm vaz'ı tanımaz. Bununla beraber dînini tebliğ etmekle görevlendirdiği peygamberlerinin ismetini tekeffül etmiş ve onların dînin beyanı ile ilgili kavil ve fiillerine itaati mü'minlere farz kılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'a ve Rasûlüne itaati emreden pek çok âyet yer almıştır. Bunlardan bazısı şöyledir: "Allah'a ve Rasûle itaat edin; eğer yüz çevirirseniz, muhakkak ki Allah kâfirleri sevmez" (Âl-i Imrân sûresi, 32). "Eğer mü'min kişiler iseniz^Allah'a ve Rasûlüne itaat edin'1 {Enfal sûresi, 1). Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmede îman, itaata şart kı­lınmış, böylece Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyen kimselerin mü'min o-lamayacakları gösterilmiştir. "Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ki, rahmet olunasıniz" (Âl-i Imrân sûresi, 132).

Hazreti Peygambere itaatin lüzumu, onun, Kur'ân-ı Kerîm'i beyanı­na duyulan ihtiyaç ile çok daha iyi anlaşılır. Zira Allahu Ta'âlâ, meselâ namaz kılmayı emretmiş, fakat namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının sayısını, rükû ve sücûdunu, vakitlerini beyan etmemiş, bunların beyanı­nı Hazreti Peygambere bırakmıştır. Zekât, hac ve buna benzer diğer ibadetlerle ilgili ahkâm da böyledir. Kur'ân-ı Kerîm'de mücmel olarak gelen emir ve nehiyler, Hazreti Peygamber tarafından beyan edilmemiş olsaydı, bunların tatbiki müslümanlar için mümkün olmazdı. Bu sebep­ledir ki, Hazreti Peygamber, hem kendisine indirilen Kur'ân âyetlerini müslümanlara teblîğ etmekle görevlendirilmiştir; hem de teblîğ ettiği âyetleri tebyîn etmekle, yani açıklamakla görevlendirilmiştir. Hazreti Peygamberin Kur'ân âyetlerini açıklaması, kendi heva ve hevesi isti­kametinde değil, fakat Allahu Ta'âlânın irşadı ile olmuştur. Nitekim Necm sûresinin 3'üncü âyetinde, "ö, kendi heva ve hevesinden konuşmaz. (Ondan her ne sâdır olmuşsa), bu, kendisine vahyolunan va­hiyden başka bir şey değildir" buyurulmuştur ki, bu, Hazreti Peygam­berin dîne taalluk eden beyanlarının, yahut başka bir ifadeyle sünne­tinin vahiy mahsûlü olduğunun apaçık delilini teşkil eder. Ebû Dâvûd [137]tarafından nakledilen bir hadîsinde de Hazreti Peygam­ber, "bana, Kitab ve bir de onunla birlikte onun gibisi verildi" buyur­muştur. Ona Kitab'la birlikte verilen de vahiy mahsûlü olmak yönünden Kitab'a benzeyen bu şeyin sünnet'ten başka bir şey olması mümkün değildir.

Âyet-i kerîmede mü'minlerin itaatla emrolundukları üçüncü kaynak, kendilerinden olan emr'dir. Emir sahipleri manâsına gelen ulü'l-emr ile, hüküm istinbatına muktedir ulemâ ve idarecHer kasdedilmiştir. İslâm uleması, mü'min olan ulu'l-emr'in Kur'ân'a ve sünnete muhalif olmayan emir ve nehiylerine itaatin vâcib olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak Kur'ân'a ve sünnete aykırı olan ve mü'minleri günah işlemeye sevkeden ulü'l-emre itaat olunmaz. Buhârî Sahîh, 105-106 [138]ve Müslim [139]tarafından nakledilen bir hadîsinde Hazreti Peygam­ber, "Allah'a karşı masıyette itaat yoktur. İtaat ancak maruftadır" buyur­muştur. Yine Buhârî [140]tarafından nakledilen bir hadîs de şöyledir: "Emir sahiplerinin emirlerini dinlemek ve masıyetle emro-lunmadıkça onlara itaat etmek -hoşuna gitsin veya gitmesin- müslüman kişinin üzerine vâcib bir haktır. Masıyetle emrolunduğu zaman da, on­ları dinlemek ve onlara itaat etmek yoktur". Hazreti Peygamberin bu ha­dîsleri, âyet-i kerîmedeki"... sizden olan emir sahipler? ibaresinin de­lâlet ettiği manâyı da teyid eder. Zira Allahu Ta'âlâ, âyetinde mü'minlerden olan emir sahiplerine itaati vâeib kılmıştır; çünkü böyle olan emir sahiplerinin Kur'ân'a ve sünnete muhalif emirler vermeleri ve mü'minleri günâh işlemeye sevketmeleri mümkün değildir.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, âmirlerin herhangi bir sebeple İslâm'a aykırı düşen ve müslümanı Allah'a karşı günâh işlemeye sev­keden emirlerine itaat zorunluluğunun olmaması, âmirlere karşı ayak­lanmayı gerektirmez. Âmirin günâh işlemeye sevkeden emri île âmire karşı isyan etmek arasında hiçbir münâsebet yoktur. Zira İslâm, fitneye sebep olabilecek hiçbir davranışa cevaz vermez. İslâm'a göre günâh işlemeye teşvik eden idareciler hakkında takip edilecek en doğru yol, onları meşru yollarla işbaşından uzaklaştırmaktır.

Herhangi bir meselenin halli için ne Kur'ân'da ve ne de sünnette hükme delâlet edecek bir nass bulunmazsa, bu takdirde ulü'l-emrin bu meseledeki görüşüne bakılır. Eğer ulü'l-emr.onun hailinde İttifak ve icma etmiş, bir görüş birliğine varmışsa, ulü'l-emrin bu görüşüne uymak ve onunla amel etmek bütün müslümanlara vâcib olur. Fakat ulü'l-emr arasında ihtilâf hâsıl olur ve meseleye bir çözüm getirilemezse, bu tak­dirde tercih edilen görüş veya hükümlerin Allah'a ve Rasûlüne arzedil-mesi gerekir. Bir görüşün veya hükmün Allah'a ve Rasûlüne arzı, onun Kitab ve sünnete uygunluğunun araştırılması demektir. Bu araştırma ne­ticesinde eğer Kitab'a veya sünnete uyduğu anlaşılırsa, onun doğruluğuna hükmedilir ve onunla amel olunur. Eğer Kitab'a veya sün­nete uygun olmadığı neticesine varılırsa, onun doğru bir görüş veya hüküm olmadığı anlaşılır ve terkolunur.

Bu açıklamalardan sonra şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, bu âyet-i kerîme, İslâm dîninin dört aslını beyan etmiştir. Bunlardan bi­rincisi Kur'ân ve onunla amel etmektir ve Allah'a itaat etmek manâsına gelir. İkincisi, Hazreti Peygamberin sünneti ve onunla amel etmektir ki, Rasûl'e itaat manâsına gelir. Üçüncüsü, âlimlerden ve liderlerden oluşan ulü'l-emrin icma'ı olup bu icmâ ile amel etmektir ve ulü'l-emre itaat etmek manâsına gelir. Dördüncüsü ise, ihtilaflı meselelerin, Kur'ân ve sünnetteki umumî ahkâm ve kaidelere arzı olup uygun düşenlerle amel etmektir. Âyet-i kerîmede buna, "eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Peygambere arzedin" emriyle işaret edilmiştir.

Ancak şunu unutmamak gerekir ki, gönlünün arzu ettiği bir neticeye ulaşmak yerine Allah'ın hükmüne razı olanlar ve dünya nimetlerinden çok âhıret hayatının mükâfatına ilgi duyanlar, yalnız mü'minlerdir. İhtilaflı meselelerde tercih ettikleri hüküm, dürjyevî menfeatlarına ne derece uygun düşerse düşsün, Allah'ın rızasını kazanmak ve âhıret mükâfatına nail olmak için o hükmü yalnız mü'min olanlar terkeder ve yalnız Allah'ın hükmüne rıza gösterirler. Nitekim âyet-i kerîmede, Allahu Ta'âlâ, ihtilaflı görüş veya hükümlerin Allah ve Rasûlüne arzını Allah'a ve âhıret gününe îman şartına talîk ederek "eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhıret gününe inandığınız takdirde, onu Allah'a ve Peygam­bere arzedin" buyurmuştur ki, bunun manâsı, Allah'ın ve Peygamberin . hükmüne uymak yerine kendi arzuları istikametinde hareket edenlerin mü'min olarak isimlendirilemeyecek olmalarıdır. Daha açık bir ifade ile, kim ihtilaflı meselelerin hallinde Kitab ve sünnete başvurur, onların hükmüne rıza gösterirse, o mü'mindir; kim de bundan imtina eder ve onların hükmüne gerek duymazsa, o mü'min ismine lâyık olmaz.

Fakat bilseler, ihtilaflı meseleyi Allah'a ve Rasûlüne arzetmek ve onların hükümlerinden hoşnud olmak, kendileri için çok daha hayırlıdır. Çünkü Allah, kullarının hayrına olan şeyi kullarından daha iyi bilir ve bu sebeple Kitab'ında ve Rasûlünün dilinde yalnız kullarının iyiliğine ve menfeatine olan şeyleri getirmiştir. Bu itibarla Kitab ve sünnet, müslümanlar arasındaki ihtilâfın sona erdirilmesi ve fitnenin önlenmesi bakımından başvurulabilecek yegâne hakemdir. Aynı zamanda bu başvuru, Allah'a ve Rasûlüne itaatin da bir gereğidir. Nitekim Allahu Ta'âlâ, bu âyetin başında mü'minlere hitap ederek "Allah'a itaat edin; Rasûlüne ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyurmuştur. Bu itaat, hiç şüphesiz ihtilaflı meselelerde de onların hükmüne rıza göstermeyi gerektiren bir itaattir. Bu rıza gerçekleşmeden itaatin hasıl olması mümkün değildir.

60.   Sana indirilen (Kur'ân) 'e ve senden önce indirilen (kitap)'lere inandıklarını iddia

eden (şu münafık) kimseleri görmüyor \ musun ? Aslında (fesad ve dalâlet kaynağı olan) tağûtu inkâr etmekle emrolundukları halde, yine de onun önünde mu­hakeme olunmak istiyorlar. Şeytan da on­ları, (dönüşü olmayan) uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.

61.   Onlara, "Allah 'm indirdiği (Kur'ân) ne ve Peygambere gelin" denildiği zaman, o mü­nafıkların, senden yüz çevirip kaçtıklarını da görürsün.

62.   Fakat kendilerine, kendi ellerinin sebep olduğu bir musibet gelip çattığı zaman, nasû da "iyilikten ve arabulmaktan başka bir şey istemedik" diye Allah '-a yemin ede­rek sana geliyorlar.

63.   İşte böylelerinin kalblerinde ne olduğunu Allah (çok iyi) bilir. Bu sebeple onlardan uzak dur; onlara nasihat et ve kendileri hakkında onlara tesirli söz söyle.

Daha önceki âyetlerinde Allahu Ta'âlâ, yahudîlerden söz ederek, onların nasıl huraîat ve tağûta îman etmek suretiyle Allah'a karşı en büyük zulmü işlediklerini ve bu şirkleri ve isyanları sebebiyle âhırette nasıl acı bir azâb ile cezalandırılacaklarını anlattıktan sonra, yahudîlere ve müşriklere benzememeleri için mü'miniere, emanetleri ehline verme­lerini, adaletle hükmetmelerini, sonraki âyetlerinde de Allah'a ve Rasûlüne her hususta ve her şeyde; ulü'l-emre de ittifak ve icma ettik­leri hususlarda itaat etmelerini, aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda ise, ihtilaflı meseleleri Allah'a ve Rasûlüne arzetmelerini emretmiş, bunun da mü'minler için çok daha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştu.

Bu açıklama ile hurafât ve tağûia inanan, yahudîlerin kütür halle­riyle, Allah'a ve Rasûlüne itaat eden ve her hususta Allah'ın ve Rasûlünün hükümlerine 'boyun eğen mü'minlerin îman halleri gözler önüne serildikten sonra, yukarıdaki âyet-i kerîmelerinde Allahu Ta'âlâ, yahudîlerin temsil ettikleri küfürle müsiümanların temsil ettikleri îman arasında bocalayan, ağızlarıyle mü'min olduklarını iddia ettikleri halde, amelleriyle küfür işleyen üçüncü bir taifeden söz etmiş ve müslümanla-ra, çeşitli fiil ve davranışlarıyla mü'minlerden tamamiyle farklı olan, fakat hurafât ve tağûta inanmaları yönünden yahudîlere benzeyen ve münafık denilen bu taifeyi tanıtmıştır.

Müfessirler, bu âyet-i kerîmelerin nüzulü ile ilgili çeşitli sebepler zikretmişlerdir. İbn Abbâs'tan gelen bir habere göre, Ebû Bereze el-Es-lemî, yahudîler arasında ihtilâf ettikleri meselelerde hüküm veren bir kâhin idi. Müslüman olduklarını söyleyen bazı kimselerin de hüküm için Ebû Bereze'ye başvurmaları üzerine, Allahu Ta'âlâ yukarıdaki üç âyeti indirmiştir.

Yine İbn Abbâs'tan gelen başka bir habere göre, İslâm iddiasında bulunan el-Cellâs İbnu's-Sâmit ve arkadaşlarıyla müslümanlardan bir gurup arasında beliren bir anlaşmazlık sebebiyle müslümanlar el-Cel­lâs ve arkadaşlarını ihtilâfın halli için Hazreti Peygambere başvurmaya davet etmişler, el-Cellâs ve arkadaşları ise, onlara câhiliyye kehanetini göstermişlerdir. Bunun üzerine" bu âyetler nazil olmuştur.

Başka bir haber de şöyle gelmiştir: Bir yahudî ile bir münafık arasın­da bir husumet çıkmıştı. Yahudî münafığa "meselenin halli için senin Peygamberine gidelim. Zira bilinen bir gerçektir ki o, verdiği hükümlerde rüşvet almaz" demiş, fakat münafığın itirazı üzerine Cuheyne kabilesin­den bir kâhine gitmeye karar vermişlerdir. Bundan sonra bu ayetler nazil olmuştur.

Âyetlerin nüzul sebebi olarak nakledilen bu haberlerin her birinde, birbirinden  farklı hâdiselerin zikredilmiş olması, bunlardan herhangi birini asıl sebep olarak gösterme imkânını vermese bile, aralarındaki müşterek noktanın, müslüman olduklarını ileri süren bazı kimselerin Hazreti Peygamberin hükmünden yüz çevirmeleri olduğu anlaşılır ki, bu da âyetlerin nüzulü için yeterli bir sebep teşkil eder. Buna göre âyette kendilerinden bahsedilen kimseler, zahiren müslüman olan, fakat kü­fürlerini kalblerinden söküp atamayan münafıklardır ve bunlar, küfürle­ri sebebiyle Hazreti Peygamberin huzurunda muhakeme olmaktan kaçıp kendi tağûtlarına başvurmuşlardır. Allahu Ta'âlâ da bunlar hak­kında şöyle buyurmuştur:

  60. Sana indirilen (Kur'ân) 'e ve senden önce indirilen (kitap)'lere inandıklarını iddia eden (şu münafık) kimseleri görmüyor musun? Aslında (fesad ve dalâlet kaynağı olan) tağûtu inkâr etmekle emrolunduklan halde  yine de onun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Şeytan da onları, (dönüşü olmayan) uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.

60 Allah'.ın Hazreti Peygambere indirdiği Kur'ân-ı Kerîme ve daha önce gelip geçmiş peygamberlere indirdiği Tevrat ve İncil gibi kitapla­ra inandıklarını söyleyen, keza dînin inanılması gereken diğer esasları­na da îman ettiklerini ileri süren, buna rağmen îmana aykırı işler yapan insanlara şaşmamak mümkün müdür? Zira Allah'ın kitaplarına ve pey­gamberlerine gerçek manâdaki îman, Allah'ın bu kitaplarda vazettiği ve peygamberleri vasıtasıyla kullarına duyurduğu ahkâma uymayı ve bu ahkâm gereğince amel etmeyi gerektiren îmandır. Eğer bir kimse, Allah'ın kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm'e inandığını ileri sürüp de Kur'ân ahkâ­mı ile amel etmekten çekiniyor ve onu umursamıyorsa, o kimsenin kal­binde varolduğunu ileri sürdüğü îmanın, kâmil îman olduğu kabul edi­lebilir mi? Bunu kabul etmek elbette mümkün değildir, Zira istisnasız bütün insanlar, yeryüzünde varoldukları ilk günden itibaren tek bir ilâha ibadet etmek ve O'ndan başka ilâh tanımamak hususunda uyarıl­mışlardır. Kendilerine birbiri arkasına gönderilen peygamberler, Allah'ın, kendisinden başka ilâh olmadığı, bu itibarla yalnız kendisine ibadet etmeleri ve tağûttan sakınmaları hususundaki emrini bütün in­sanlara duyurmuşlardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm, daha müslümanların karşısına tağûtu rab edinen yahudîlerin çıkmadıkları Mekke döneminde nazil olan Nahl sûresinin 36 ncı âyetinde bu hususu açık bir şekilde be­lirterek şöyle buyurmuştur; "Biz her ümmete, yalnız Allah'a ibadet etmeleri ve tağûüan sakınmaları için bir peygamber gönderdik?'. Keza tağûttan sakınmanın gereğine işaret edilen Bakara sûresinin 256 ncı âyetinde de şöyle denilmiştir: "Kim tağûtu inkâr eder, Allah' a inanırsa, kopması mûmkûn olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur".

51 inci âyetin tefsîrini yaparken de açıkladığımız gibi, lağût" ke­limesi, şeytan manâsına geldiği gibi, insanın isyanına ve hak yoldan çıkmasına sebep olan her çeşit mabuda ve İbadet edilen her mahlûka delâlet eder ki, ona put demek de mümkündür. Buna göre, Kur'ân-ı Kerîm'e inandıklarını söyleyen bazı kimselerin, aralarında beliren bir takım anlaşmazlıkların hallinde, Kur'ân'ın hükmüne uymak yerine, kendi çıkarlarını koruyacak olan bazı kimselere başvurdukları anlaşılmaktadır ki, âyet-i kerîmede hükümlerine başvurulan bu kimseler tağût adiyle zikredilmişlerdir. Bunlara tağût denilmesi, Allah'ın hükmü yerine, Allah'a ortak koşulan bu kimselerin hükmüne itibar edilmesi sebebiyledir. Tağûta başvuranlar ise, Allah'ın kitaplarına inandıkları iddiasında bulu­nan kimselerdir ki, inandıklarını söyleyip de küfür işleyen böyle kim­selere "münafık" denildiği malûmdur. İşte âyet-i kerîmede sözü edilen­ler, bu münafıklar ve onların, hükümlerine başvurdukları tağûtlandır. Binâenaleyh şeytan kadar zararlı olan bu tağûtların başlıca gayeleri, in­sanları bâtıla davetle içlerine şerri yerleştirmek ve böylece hak ile arala­rında derin uçurumlar meydana getirmektir. Ancak böyle olduğu za­mandır ki, onları devamlı olarak dalalette bırakabilirler ve hak olan yoldan onları uzak tutabilirler. İşte tağûtlara inanan ve onların önünde muhakeme olmayı Allah'ın hükmüne tercih eden münafıklar, şeytanların bu tuzağına düşmüş olan kimselerdir. Bu sebepledir ki:

61. Onlara "Allah'ın indirdiği (Kur'ân)'ne ve Peygambere gelin." denildiği zaman, omünâ-fıklannsendenyüz çevirip kaçtüdannı dagö~ rûrsün,

61 Hazreti Peygambere indirilen Kur'ân'a ve daha önceki Peygam­berlere indirilen diğer kitaplara İnandıklarını söyleyip de inkâr etmeleri gereken tağûtun önünde muhakeme olunmak isteyen münafıkların nifak alâmetleri bu âyet-i kerîmeyle açıklanmış ve onların, Allah'ın Ki-tab'ındaki hükmü ile Rasûlünün hükmünden nasıl yüz çevirip tağût-larının hükmüne sığındıkları açık bir şekilde gösterilmiştir. Allahu Ta'âlâ buyurmuştur ki: îman ettiklerini ileri sürüp de tağûtları önünde muha­keme olunmak isteyen bu münafıklara: "Allah'ın indirdiği Kurân'a gelin; onunla amel edelim ve aramızdaki anlaşmazlığı onun hükmü ile halledelim. Keza Rasûlullah (s.a.s.)'a gelin; onun aramızda vereceği hük­me razı olalım." denildiği zaman, onların nasıl senden yüz çevirip uzak­laştıklarını ve senin hükmüne, yahut Kur'ân'ın hükmüne razı olma­dıklarını görürsün. Bununla beraber, bu münafıklar hem câhil ve beyin­siz, hem de tuttukları sapık yolun müdâfaasını yapamayacak kadar kor­kak ve sebatsızdırlar. Allah'ın ve Rasûlünün hükmünden yüz çevirip ka­çarlar.

62.Fakat kendilerine, kendi ellerinin sebep oldu­ğu bir musibet gelip çattığı zaman, nasıl da"iyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey is temedik." diye Allah 'a yemin ederek sana gelirler.

63.işte böylelerinin kalblerinde ne olduğunu Allah (çok iyi) bilir. Bu sebeple onlardan uzakdur; onlara nasihat et ve kendileri hakkında    onlara tesirli söz söyle.

62 Eğer bu münafıklar gerçekten akıllarını kullanabilselerdi, kabul etmiş göründükleri İslâm'a sımsıkı yapışırlar ve varlığını ileri sürdükleri îmanın gereği ne ise, onunla amel ederler ve bundan kendileri için ge­rekli olan istifadeyi sağlayabilirlerdi. Çünkü aklını kullanabilen kimse, düşünür ve bilirdi ki, Allah'ın Kitab'ındakİ hükümlerini ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın hükümlerini terkederek tağûtların hükümlerine devamlı boyun eğmek, olacak bir iş değildir ve tercih edilen bu yolun sebep olacağı bir felâket, veya başına getireceği bir musibet, bir gün onu, içine düştüğü bu felaketten ve başına gelen bu musûbetten kendisini kurtar­ması için Allah'ın Rasûlüne başvurmak zorunda bıraktığı ve böylece îman iddiasının yalandan başka bir şey olmadığı ortaya çıktığı zaman, hali nice olacak ve kendisini bu yalandan nasıl kurtaracak? Hiç şüphe yoktur ki, her kötü amele terettüp eden kötü sonuçlar vardır ve her birinin gizlenmesi mümkün olmayan zararlı akıbetleri bulunur. Bu se­bepledir ki, kötü amel sahiplerinin kendi elleriyle İşledikleri bu amellerin zararlı âkıbetleriyle karşılaşmaları halinde, bir yardımcı ve bir kurtarıcıya sığınmaktan müstağni kalmaları mümkün değildir. İşte münafıkların hali de budur. îman ettiklerini söyleyip dururken Allah'ın Kitab'ına ve Ra­sûlüne davet olununca, onlardan yüz çeviren, fakat nifakları, veya îman iddialarındaki yalanları ortaya çıkınca da özür dilemek için Peygambere koşturan bu münafıkların hali ne olacaktır? Hazreti Peygamber onlara karşı nasıl davranacaktır? Şüphesiz onlar, Hazreti Peygambere gelip onu kandırmaya çalışırlar ve Allah'a yemin ederek sadece iyilik için ve sadece kendileriyle hasımları arasını ıslah etmek için tağûta başvur­duklarını ve bundan zarar görmediklerini söylerler. Tağûta başvuruşları-nı da, hasımlarının ısrarına hamlederek kendilerini bundan tebriye et­meye çalışırlar.

63 Fakat bunlar ne söylerlerse söylesinler, hepsi de münafıkların sözüdür ve söyledikleri hiçbir şey kalblerindekinin ifadesi değildir. On­ların kalbleri Allah'a ve Peygamberine karşı küfürle, mü'minlere karşı da kin ve nefretle doludur. Fırsat bulunca bunları açığa vururlar; amelleri, Allah'a ve Rasûlüne karşı küfür, mü'rrîînlere karşı da kin ve düşmanlık eseri olarak tezahür eder. fakat bu amellerinden zarar göreceklerini hissettikleri zaman, mü'minlere yanaşırlar ve "biz sapasağlam mü'min-leriz; her ne yapmışsak, sırf ortalığı düzeltmek için yaptık" derler. Fakat Allah, onların kalblerinde ne olduğunu ve neyi gizlemeye çalıştıklarını elbette bilir. Bu itibarla ey Muhammedi Onlardan yüz çevir, uzak dur. Zira senin onlara yüz vermemen ve onlardan uzak durman, onlar için uyarıcı bir ders olur da "her halde hakkımızda, bizim halimizi ve kal­bimizin içindekileri açıklayan bir sûre indi" zannederek belki intibaha gelirler. Çünkü Tevbe sûresinin 64 üncü âyetinde de açıklandığı gibi, "münafıklar, kalblerinde olan nifakı haber verecek bir sûrenin indirilme­sinden korkarlardı". Eğer onlar bu hallerinde devam ederler ve müna­fıklığı terketmezlerse, onlara kötü hallerini açıklayarak vâz u nasihatta bulun. Kendileri hakkında, zamana ve zemine göre durmadan değişen inanç ve itikadları hakkında, bu inanç ve itikadın tezahürü olarak ken­dilerinden sâdır olan karışık ameller hakkında ve bu amellerin dünya ve âhırette kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı hakkında onlara, içlerine kadar işleyip kalblerini titretecek söz söyle.

64.  Biz, gönderdiğimiz her bir peygamberi, an­cak Allah'ın izniyle itaat olunması için gönderdik. Halbuki onlar kendilerine zul­mettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağ­firet dileselerdi ve Peygamberde onlar için (Allah'tan) mağfiret dileseydi, herhalde A'lah'ı, tevbeleri çok kabul edici ve çok  bağışlayıcı olarak bulurlardı.

65. Fakat hayır! Rabbtna yeminler olsun id, onlar, aralarında çekiştikleri şeyler hak­kında seni hakemyapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet gösterme­dikçe îman etmiş olmazlar.

66.   Faraza biz onlara, "kendinizi Öldürün", ,   yahut "yurdunuzdan çıkın." diye yazıp farz

kûsaydık, onlardan çok azı müstesna, o (farz)nu yapmazlardı Eğer onlar, ken­dilerine öğüt verilen şeyi yapsalardı, ken­dileri için elbette daha hayırlı ve {îmanla? rında) daha sağlamlaştıncı olurdu.

67.   Bu takdirde de biz onlara, kendi tarafı­mızdan pek büyük bir mükâfat verirdik.

68.   Ve onlan dosdoğru yola iletirdik.

69.   Herkim Allah'a ve Peygambere itaat eder­se, iste böyleleri, (kıyamet gününde), Al­lah'ın kendilerine nimet verdiği peygam­berler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle be­raberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.

70.   İşte bu, Allah'tan bir lütuftur. Her şeyi hakhyle bilici olarak Allah yeter.

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, Allah'a ve Rasûlüne itaati emrettikten, buna rağmen mü'min olduklarını ileri sürdükleri halde, Allah'ın ve Rasûlün hükümlerine boyun eğmek yerine, inkâr etmeleri gereken tağûtlara inanan ve onların önünde muhakeme olup onların hükümlerine tâbi olan münafıkların halini açıklayıp onları kötüledikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde de delil olmak üzere, Peygambere itaatin neden vacip olduğunu, buna karşılık itaattan yüz çevirip tağûtlarının peşinden koşan ve onların verdikleri hükümlere tâbi olan münafıkların, neden Allah'ın, Peygamberinin ve bütün mü'minlerin buğzuna müste-hak olduklarını açıklamıştır.

Bu âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre, Hazreti Peygambere itaatin vücûbuna delil, Allah tarafından gönderilen her peygamberin, yine Allah'ın emriyle itaat edilmek için gönderilmiş olmasıdır. Münafıkların buğza müstehak olmalarının delili ise, Allah'ın Hazreti Peygambere itaat edilmesi hususundaki emrine rağmen ona itaat etmemeleri ve onun hükmüne rıza göstermemeleridir.

Bununla beraber Allahu Ta'âlâ, münafıklara yine de bir kurtuluş yolu göstermiş ve tağûta itaattan vazgeçerek tevbe ettikleri ve hulûsu kalb ile Allah'tan mağfiret diledikleri, Hazreti Peygamberin de, onların mağfiret dileklerine katılarak onlar için Allah'tan aynı dilekte bulunduğu takdirde, onları bağışlayacağını bildirmiştir. Ancak bunun da şartı, Haz­reti Peygamberin hükümlerine tam bir teslimiyet ve îmanla rıza göster­mektir. Bu olmadıkça onların doğru yolu bulmaları ve kurtuluşa ermele­ri mümkün değildir. Şu var ki münafıkların çoğu yine de Allah'ın emrine uymayacak, Peygamberin hükmüne rıza göstermeyeceklerdir. Bu, şüphesiz kendilerine, yine kendilerinin yaptıkları zulümden başka bir şey değildir. Halbuki onlar Allah'ın emirlerine uymuş olsalardı, bu, ken­dileri için çok daha hayırlı olurdu. Çünkü Allah'ın, Allah'a ve Rasülüne itaat edenler için hazırladığı mükâfatı, geçici dünya nimeti için feda etmek, tabiî karşılanabilecek bir iş değildir. Bu mükâfat, Allah'ın gerçek mü'minier için hazırladığı bir lütuf olmak üzere kıyamet günü peygam­berler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberliktir ki, Allah'a ve Rasûlüne kusursuz itaat etmenin karşılığıdır.

İşte, açıklamaya çalıştığımız bu manâlar içinde gelen bu âyetlerin ilkinde Allahu Ta'âlâ buyurmuştur ki:

64.Biz, gönderdiğimiz her bir peygamberi, ancak Allah 'w izniyle itaat olunması için gönder­dik. Halbuki onlar, kendilerine zulmettikle­rinde, sana gelip Allah 'tan mağfiret dileseler-di ve Peygamber de onlar için (Allah'tan) mağfiret dileseydi, herhalde Allah'ı, tevbeleri çok kabul edici ve çok bağışlayıcı olarak bu­lurlardı.

65.Fakat hayır! Rabbına yeminler olsun ki, on­lar, aralarında çekiştikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hüküm­den dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikçe îman etmiş olmazlar.

64 Münafıkların Hazreti Peygamberin hükmüne rıza göstermemele­ri sebebiyle Allahu Ta'âlânın onlara karşı zikrettiği Peygambere itaatin lüzumu ile ilgili delili açık ve kesindir. Aklını kullanabilen hiç kimse, Allah'ı ve Allah'ın ulûhiyyet ve rububiyyetini inkâr etmedikçe, bu delili ve bu delilin gereği olarak Peygambere itaatin lüzumunu reddedemez. Çünkü Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede buyurmuştur ki: Biz, yeryüzünde ilk insa­nı yarattığımız günden itibaren birbiri arkasına gönderdiğimiz bütün peygamberleri, sünnetimizin hiçbir zaman değişmeyen hükümleri uyarınca gönderdik. Hiçbir peygamberin gönderilişinde sünnetimize aykırı düşen bir taraf olmamıştır. İşte peygamberler hakkında hiç değişmemiş olan bizim bu sünnetimiz, onların, gönderildikleri kavimlere yalnız İtaat olunmak üzere gönderilmiş olmalarıdır. Eğer biz, kendilerine peygamber gönderdiğimiz kavimlere Msize gönderilen peygambere ister itaat edin, ister etmeyin" demiş olsaydık, peygamber göndermenin hiç­bir hikmeti ve hiçbir faydası kalmaz, biz de abesle iştigal etmiş olurduk. Oysa biz, yarattığımız hiçbir şeyi ve tabiatiyle insanı da başıboş bırak­madık ve hepsi için bir yol, bir yön ve yörünge tayin ettik. Sonra da in­sanlara takip etmeleri gereken yolu göstermeleri için peygamberler gönderdik ve onlara "bu peygamberlere itaat edin" diye emrettik. Binâenaleyh peygambere itaat bizim emrimiz gereğidir ve insan İçin on­lara itaattan başka bir yol yoktur. Buna rağmen kim peygambere itaat-tan yüz çevirir ve onun hükmüne rıza göstermezse, bizim emrimizden çıkmış, bize karşı gelmiş olur. İşte Allah'a, kitaplarına ve peygamber­lerine îman ettiklerini ileri süren, fakat fiilleri bu sözlerine uymayan mü­nafıkların hali budur. Bizim "Peygambere itaat edin" emrimize kulak as­mayarak onun hükmüne rıza göstermemişler ve hükümlerine başvuracak başka kimseler aramışlardır. Halbuki onlar, Peygamberi­mizden yüz çevirerek işledikleri büyük günâhın ve nefislerine yaptıkla­rı ağır zulmün hemen akabinde pişmanlık duyup Allah'tan mağfiret dile-selerdi, keza Peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, Allah onların tevbelerini herhalde kabul ederdi. Çünkü Allah'ın rahmeti çok geniştir ve her şeyi kaplamıştır.

Âyet-i kerîmede münafıkların bağışlanması için Hazreti Peygam­berin de onlara Allah'tan mağfiret dilemesi, günâhlarının sadece kendi nfislerine zulmetmek olmayıp, hükmünden yüz çevirmiş olmaları do-layısıyle Hazreti Peygambere de eziyet etmeleri sebebine dayanır. Zira aralarında hüküm vermek hususunda yegâne hak sahibi Hazreti Pey­gamberdir ve onun hükmünden yüz çevirmekle bu hakkı tecavüz etmişlerdir. Bu tecavüz, münafıkların, davranışlarından pişmanlık duy­maları halinde Hazreti Peygamberden de özür dilemelerini gerektirir. İşte Hazreti Peygamberin onlar için Allah'tan mağfiret dilemesi de, ancak onların özür beyanından, Hazreti Peygamberin de onları bağışla­masından sonra mümkün olabilir.

65 Şu var ki, münafıkların Allah'tan mağfiret dilemeleri, onların kalbler'ıni dolduracak sağlam ve sahîh bir îmanın oluşuna bağlıdır. Bu îman olmadıkça ne onların mağfiret dilemeleri mümkündür; ne de münafıklık alâmeti olarak Allah'tan mağfiret dileseler bile, mağfiret olunmalarına İmkân vardır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin hükmünden yüz çeviren münafıkların, her şeyden önce tam bir îman sahibi olmaları­na işaret etmiş, fakat gerçek manâda îman etmiş olmak için de, ken­dilerinde üç hasletin veya üç üstün özelliğin bulunması gerektiğini kendi üzerine yemin ederek bildirmiştir. Bu üç haslet, yahut üç üstün özellik şunlardır:

1) Aralarında çıkan herhangi bir ihtilâfın veya husumetin giderilme­si için hakkın tebeyyün etmemesi ve bir hakeme başvurmaya lüzum gö­rülmesi halinde mutlaka Hazreti Peygambere başvurmalıdırlar. Hazreti Peygambere başvururken içlerinde herhangi bir zorlama hissetme-meliler, aynı meselenin hallinde bir tağûta da başvurabilecekleri düşün­cesine kafalarında yer vermemelidirler.

2)  Hazreti Peygamberin, meselenin haili için verdiği hükme içlerin­de hiçbir sıkıntı veya ezinti duymadan rıza göstermeli ve hiç tereddüt etmeden o hükümle amel etmelidirler. Zira gerçek mü'min, Hazreti Pey­gamberin hükmü ile gönlü ferahlanan kimsedir. Çünkü hak olan, doğru olan hüküm onun hükmüdür; iyilik ve mutluluk onunladır.

3)  Hazreti Peygamberin hükmüne rıza gösterdikten sonra, ona tam bir teslimiyetle boyun eğmelidirler. Zira bazı kimseler, hükmün doğru olduğunu bildikleri halde onu kabul etmek istemezler; kabul etmemekte direnirler. Hazreti Peygamberin hükümlerine karşı böyle bir direniş i-nançsızlık alâmetinden başka bir şey değildir.

İşte, âyet-i kerîmede zikredilen bu özellikler, bir insanda bir araya geldiği zaman, o insanın gerçek manâda mümin olduğuna hükmedilir. Münafıklar da ancak bu özelliklere sahip olarak Allah'tan mağfiret di­ledikleri takdirde, Allah'ın affına mazhar olurlar,

Hazreti Peygamberle ilgili olarak âyet-i kerîmenin delâlet ettiği bir manâ daha vardır ki, önemi dolayısıyle burada ona da işaret etmek gerekir. Daha önceki âyet-i kerîmelerde de gördüğümüz gibi, Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygambere itaati emretmiş, sonra da mü'min oldukları­nı söyleyen, fakat Hazreti Peygamberin hükümlerine rıza göstermeyip tağûtlarına başvuran ve onlardan hüküm isteyen münafıkları şiddetle kötülemiştir. Bundan anlaşılan manâ şudur ki, Hazreti Peygamber, verdiği bütün hükümlerinde masum ve hükümleri de haktır. Şu var ki onun hükmü davanın zahiri itibariyledir. Başka bir ifadeyle, dava ken­disine nasıl intikal ederse ona göre hüküm verir. Meselelerin sırrını ise, yalnız Allah bilir. Bu sebepledir ki Hazreti Peygamber, Buhârî  [141], Müslim

[142]ve diğer imamların naklettikleri bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Sizler davanızı bana arzediyorsunuz. Bazınız delillerini bana daha düzgün ifade eder; ben de ondan işittiğim bu düzgün İfadeye göre hüküm veririm. Böylece kimin lehine kardeşinin hakkından kesip hükmetmiş isem, sakın bunu üzerine almasın. Ben, za­hire göre verdiğim bu hükümle onun için ateşten bir parça kesmiş olu­rum".

Allahu Ta'âlâ, îmanın, ihtilaflı konularda Hazreti Peygamberin hükmüne başvurup tam bir teslimiyetle ona boyun eğmedikçe gerçek bir îman olmayacağını beyan ettikten sonra, bu konuda pek çok kim­senin kusurlu davranışına ve îmanındaki zayıflığa işaret ederek şöyle buyurmuştur:

66.    Faraza biz onlara, "kendinizi öldürün", yahut yurdunuzdan çıkın" diye yazıp farz takaydık,

onlardan çok azı müstesna, o(farz)nu yap­mazlardı. Eğeronlar, kendilerine öğüt verilen şeyi yapsalardı, kendileri için elbette daha hayırlı ve (îmanlarında) daha sağlamlastırıcı olurdu.

67. Bu takdirde de biz onlara, kendi tarafımızdan pek büyük bir mükâfat verirdik.

68. Ve onlan dosdoğru yola iletirdik.

66 Âyet-i kerîmede sözü edilenler, yine münafıklar ve münafıklar gibi hareket eden kimselerdir. BinâenaTeyh pek çok kimse vardır ki, bun­lar hayatlarını mü'min ve müslüman olarak sürdürürler de, Allah'ın bir emri işlerine gelmediği zaman, o emrin gereği ile amel etmezler. Bu du­rumda, bunların davranışlarıyla münafıkların davranışları arasında hiç­bir fark kalmaz ve bunlar da münafıkların tâbi oldukları hükme tâbi olur­lar.

Aslında Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeyle bize gerçek mü'minin nasıl olduğunu veya nasıl olması gerektiğini beyan etmiştir. Bu beyana göre hakîki mü'min, iyi olsun kötü olsun, zor olsun kolay olsun, bütün emirlerinde Allah'a ve Rasûlüne itaat eden kimsedir. Hattâ bu emir, İn­sanın kendini öldürmesi veya evini barkını, yuvasını yurdunu terkedip başka bir ülkeye göç etmesi şeklinde bile olsa, hâlis mü'minin, Allah'ın ve Rasûlünün bu emrine tereddüt göstermeden uyması gerekir. Fakat âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlânın da beyan ettiği ve açık bir şekilde or­taya koyduğu gibi, mü'min olduklarını ileri süren insanlara "kendinizi öl­dürün", yahut "yurdunuzdan çıkın" diye bir emir verilmiş olsaydı, bu in­sanların acaba ne kadarı böyle bir emre itaat eder ve gönlünde Rabbına itaat etmiş olmanın huzurunu duyardı? Oysa bilinen bir gerçektir ki, hoşa gitmeyen ve nefse ağır gelen emirlere itaattan kaçmak sadece münafıkların İşidir. Zira münafık, heva ve hevesine uygun düşmesi ha­linde Allah'a ibadet eder; bundan kendisine bir iyilik dokununca da hoşnud olur ve içi rahatlar; fakat bir eziyet veya sıkıntı ile karşılaşacak olursa, hemen yüz çevirir ve tabiatıyle hem dünyasını hem de âhıretini ziyan eder. İşte hali böyle olan bir insanın, Allah'ın "kendini öldür", yahut "yurdunu terket" emrine uyması ve Allah'a itaat etmesi nasıl mümkün olur?

Halbuki bu insanlar, Allah'ın emrettiklerini yapsalar, nehyettikleri-ni de terketselerdi, bu, kendileri için elbette çok daha hayırlı ve îmanın kalblerinde yerleşmesi bakımından çok daha tesirli olurdu. Çünkü insanın dinde kuvvet kazanması, ahlâk ve fazilet sahibi olması ve nefsini bir takım dünya nimetlerine taalluk eden evham ve korkulardan arın-dırabilmesi, ancak ihlâs ile yapılan güzel ameller sayesinde mümkün olabilir. Bunu bir misal ile açıklamak istersek diyebiliriz ki; Allah yolun­da mal sarfetmek, en güzel îman alâmetlerinden ve insanı Allah'a en çok yaklaştıran yollardan biridir. İnsan malını Allah yolunda sarfettikçe imanını en yüksek mertebeye ulaştırır ve içinde bu îmanın hazzını ve zevkini duymaya başlar. Ancak varlıklı bir kimse, bütün bunları bilir ve fakat malını Allah yolunda sarîetmekten korkarsa, cimrilik bütün benliğini kaplar, malından eksilecek cüzi bir miktarla malının tamamiyle yok oluvereceği korkusu İçinde ömrünü tüketir. Malını Allah yolunda sarfederek îmanını kuvvetlendiren mü'minin iç huzuruna ve gönül rahat­lığına, malı giderse fakir düşeceği korku ve endişesiyle ömür tüketen cimride asla rastlanmaz. Keza aynı cimride, eli açık ve gönlü zengin ol?n mü'minin ulaştığı o yüksek îmanın kırıntısı bile bulunmaz.

İşte biz, zikrettiğimiz bu misalin benzer neticelerini, Allahu Ta'âlânın yapılmasını emrettiği bütün amellerde görürüz. Çünkü Allah, yapıldığı zaman insanların îmanlarını kuvvetlendiren ve onlara ahlâk ve fazilet ka­zandıran iyi ameller emretmiş, fakat îmanı yok eden ve insanı ahlâk ve faziletten yoksun bırakan bütün kötü amelleri işlemekten de menet-mistir. Binâenaleyh kim Allah'a İtaat eder ve O'nun emrettiği amelleri işlerse, hem îmanı artar, hem de üstün ahlâk ve fazilet kazanır. Fakat kim de Allah'ın emirlerine kulak asmazsa, hem îmanını yitirir, hem de O'nun emirlerine uymakla kazanacak olduğu ahlâk ve faziletten yoksun kalır. İşte, insanın bu kesin akıbeti göz önünde bulundurarak Allah'a itaat etmesi ve O'nun emir ve nehiylerine uyması gerekir.

67-68 Böyle yaptığı takdirde, hem Allah katında hudutsuz bir mükâfa­ta nail olur; hem de Allah onu dosdoğru yola, sırat-ı müstekîme iletir. Bu sırat-ı müstekîm, öyle bir yoldur ki, Allah bu yola yalnız kendisine ve Rasûlüne itaat edenleri hidayet eyler. Bu yol, Fatiha sûresinde de işaret edildiği gibi, ne Allah'ın gazabına uğramışların ve ne de dalâlette kalmışların yoludur; fakat bu yol, "Rabbımız! Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz." diyen ve Allah'ın hudutsuz nimetlerine nail olap gerçek mü'minlerin yoludur.

69. Her kim Allah 'a ve Peygambere itaat ederse, işte böyleîeri, (kıyamet gününde), Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıd-dîkîar, şehîdler ve sâlihlerte beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.

70.    İşte bu, Allah'tan bir lütuftur. Her şeyi hak-layle bilici olarak Allah yeter.

69 Bir evvelki âyet-i kerîmede zikredilen o sırat-ı müstakîm, bu âyet-i kerîme ile işaret edilen dört sınıf insan gurubunun üzerinde seyrettik­leri yegâne hak yoldur ki, o da, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerin, sıddîkların, şehîdlerin ve sâlihlerin yoludur. Binâen­aleyh kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, onun da hidayet olunacağı ve üzerinde seyredeceği yol, işte bunların yoludur. Bu yolda onlarla beraber bulunacak ve onların refiki olacaktır.

Bu dört sınıf insanın hepsi de îmanın zirvesine ulaşmış, fakat bazı özellik ve sıfatlarla birbirinden ayrılmış, Allah'ın en sevgili kullarıdır.. Ancak bunların başında yer alan peygamberler, şüphesiz diğerlerinin sahip oldukları özelliklerin en üstün derecesine sahiptirler; çünkü onlar, Allah tarafından seçilmiş ve özel bir görev için terbiye edilip yetiştiril­mişlerdir.

Peygamberlerden sonra ikinci sırayı alanlar, sıddîklardır. Bunlar, kelimeyi sıdk (doğruluk)'tan alan müfessirlere göre, söz ve fiillerinde sıdkın ağır bastığı, kendilerinden hiçbir surette yalana veya riyaya ben­zer bir söz veya davranışın sâdır olmadığı kimselerdir. Kelimeyi fascff/c'tan alan müfessirlere göre ise, sıddîklar, kavimleri içerisinde peygamberleri ilk tasdîk edenler ve ömürleri boyunca onların yanında yer alıp, dînin yayılmasında onların birer parçası gibi hareket edip on­larla birlikte üzülen ve onlarla birlikte sevinen kimselerdir. Peygamber­lerine aşırı derecedeki bağlılıkları ve îmanları sebebiyle mertebeleri peygamberlik mertebesine en yakın kimseler olarak bilinirler. Nitekim peygamberler de sıddîktırlar; şu var ki onlar, sıddîklardan farklı olarak başka sıfatların da sahibidirler.

Şehîdler ise, bazan apaçık delillerle dînin sıhhatine şâhidlik edip yayılmasına ve Allah isminin yücelmesine çalışan, bazan da malı ile, canı ile ve kılıcı ile Allah için ve dîni için mücadele eden kimselerdir. Bu itibarla âyet-i kerîmede geçen şehîd kelimesini, sadece savaşta kâfir tarafından öldürülen kimse olarak dar manâ ile ifade etmek doğru bir tefsîr şekli değildir. Nitekim şehîd kelimesinin Allah yolunda kâfir tarafından öldürülen kimse manâsında kullanılmış şekline, Kur'ân-ı Kerîm'in hiçbir sûresinde rastlanmaz. Bununla beraber fail manâsında şehîd kelimesine pek çok âyette yer verilmiş ve hepsinde de şâhidlik etmek manâsında kullanılmıştır. Buna göre şühedâ, adaleti ayakta tutarak Allah'tan başka ilâh olmadığına şâhidlik ve dînin zaferi içjn il­miyle, maliyle ve caniyle mücadele eden kimselerdir.

Sâlihlere gelince, bunlar da ömürlerini Allah'a itaat ederek geçiren, mallarını da Allah'ın rızasını kazanmak için sadeden ve böylece hem ne­fisleri, hem de amelleri salâh bulan kimselerdir.

İşte, Allah'a ve Rasûlüne itaat eden mü'minlerin beraber buluna­cakları kimseler bunlardır. Hangi akıl sahibi, Allah katında bu kadar yüksek derecelere ulaşmış kimselerin yol arkadaşlığını kaçırmak ister? Bu nasıl ve ne büyük bir şereftir ki, Allahu Ta'âlâ, peygamberlerin, sıddîkların, şehîdlerin ve sâlihlerin refakatini yalnız kendisine ve Rasûlüne itaat eden mü'minlere tahsis etmiştir?

70 Allah'a ve Rasûlüne itaat edenlere tahsis edilen bu şeref, elbette Allah'ın onlara ihsan ettiği eşi bulunmaz bir lütuftur. Çünkü insan, hem dünyada onlardan birisinin mertebesine erişmek ve hem de âhırette on­ların refakatinde bulunmak gibi büyük bir saadete başka türlü nasıl erişebilir?

Allah'ın, kendisine ve Rasûlüne itaat eden mü'minleri amellerinin karşılığı olan sevab ile mükâfatlandırması, sonra da kendisinden bir lütuf olmak üzere bu mükâfatını yukarıda zikredilen dört sınıf yüksek derece­li kullarının refakatıyle artırması, O'nun her şeyi ihata eden ilmi itiba­riyledir. Çünkü O, kimin ne yaptığını ve yaptığıyle neye müstehak olduğunu hakkıyle bilir ve ilminin gereği olarak müstehak oluduğu akıbeti ona verir. Bu İtibarla hiç kimsenin ameli ve amelindeki niyeti, Allah'ın ilmi dışında değildir; hiç kimse yaptığını ve düşündüğünü Allah'ın İlminden kaçıramaz.

71.   Ey îman edenler! (Düşmana karşı) tedbi­rinizi alın ve ya gurup gurup çılan; ya da topluca harekete geçin.

72.  İçinizde muhakkak ağır davranan bir kimse bulunacaktır. Eğer size bir musibet gelirse, * Allah bana lütfetti de onlarla bir­likte (bu belâda) bulunmadım9 der.

73.   Size Allah'tan bir fazl u inayet ulaşınca da, sanki sizinle kendisi arasında hiçbir yalanlıkyokmusgibi, "keşke onlarla bera­ber olsaydım da, ben de (onlar gibi) büyük bir basan kazansaydmf der.

74.   (Buna göre) âhırete karşılık dünya ha­yatını satanlar, Allah yolunda savaşsın­lar. Her kim Allah yolunda savaşırsa, ister öldürülsün, ister gâlib gelsin, ona büyük bir mükâfat vereceğiz.

75. Size ne oluyor da Allah yolunda ve ney Rabbımızl Halkı zâlim olan bu şehirden bizi çıkar; bize kendi nezdinden bir sahip gönder; yine kendi nezdinden bize bir yar­dımcı veı* diyen zayıf erkek, kadın ve ço­cuklar için savaşmıyorsunuz?

76.  Oysa İman edenler, Allah yolunda, küf­redenler de batıl inançları uğrunda savaşırlar. O halde siz (ey mü'minlerf) şey­tanın dostlarıyla savasın. Şüphe yoktur ki şeytanın hilesi zayıftır.

Allahu Ta'âlâ, Nisa sûresinin başından, Allah'a ibadet etmeyi, hiç­bir şeyi O'na şirk koşmamayı, anaya babaya, yakın akrabaya ve yetim­lere iyilik etmeyi emrettiği 36 ncı âyetine kadar yetimlerden, akrabadan, evlilikten, aile içi münâsebetlerden ve miras hukukundan bahsetmiş, daha sonraki âyetlerinde ise, bazı ibadet ahkâmını, ibadette Mâsı, ak­rabaya, yetimlere, yoksullara ve toplumun diğer insanlarına yapılması gereken muamele şekillerini zikretmiş, bu arada kendilerine bir kitap ve­rilmiş olmasına ve bu kitapla takip etmeleri gereken yolun gösterilmiş bulunmasına rağmen, kitap hükümlerini kendi heva ve heveslen isti­kametinde değiştiren yahudîler misal gösterilerek müslümanların onla­ra benzememelerini, emanetleri ehline vermelerini, Allah'a, Rasûlüne ve kendilerinden olan ulü'l-emre itaat etmelerini, ihtilâf edilen meselelerde Allah'a ve Rasûlüne başvurmalarını ve bilhassa münafıklar gibi Rasûlün hükümlerinden yüz çevirip tağûtların hükümlerine boyun eğmekten şid­detle kaçınmalarını emretmişti. Hiç şüphesiz müslümanlar, Allah'ın bu emirlerine uydukları ve O'nun vazettiği ahkâm ile amel ettikleri zaman, aralarındaki münâsebetler salâh bulur, işleri düzelir, iyi ve faydalı işlerde ferdleri güven içinde biribirine yardım eden, biribirinin hakkını koruyan ve bunun tabiî bir neticesi olarak da sulh ve selâmet içinde yaşayan bir toplum vücuda gelmiş olurdu. Zaten dînin en önemli gayelerinden biri de bu idi: Ferd, aile ve toplum olarak bütün insanların, biribirlerinin hak­kına saygı göstererek birlik ve beraberlik içinde ve fakat Allah'ın ve Rasûlünün hududunu tecavüz etmeden, tam bir güvenle hayatlarını sür­dürmek...

Ancak bir ferd, kendi başına, zikrettiğimiz bu nizama ne kadar saygılı ve riayetkar davranırsa davransın, bazan aynı derecede saygılı ve riayetkar davranmayan ve hattâ onun nizamına tamamiyle karşı olan bir başka ferdin tecavüzüne ma'ruz kalmaktan kendini kurtaramamiştır. İnsanlık tarihi, bunun aynen aileler ve toplumlar için de vâki olduğunu gösteren örneklerle doludur. Binâenaleyh birtoplumun veya bir milletin, Allah'ın irşad ettiği nizam içerisinde dahilî güvenini sağlamış olmasıyla her şeyin halledilmiş olduğunu düşünmek mümkün görülmemektedir. Çünkü o toplum, kendine, dînine veya nizamına düşman bir başka top­lumun saldırısından hiçbir zaman emin ve korkusuz değildir. Bu ise, o toplumu, her an düşmanın saldırısına uğrayacakmış gibi hazırlıklı olmak ve saldırı halinde kendini, dînini ve nizâmını korumak zorunda bırakan başlıca sebebi teşkil eder.İşte, Allahu Ta'âlâ, yukarıda da İşaret ettiğimiz gibi, daha önceki âyetlerinde müsiümanların hukuk nizamını sağlayacak ahkâm ile bazı ibadet ahkâmını beyan ettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde bu nizamı yıkmaya müteveccih dış düşmanlara karşı, gerektiğinde savaşmak için kuvvet bulundurmak hususunda müslûmanları uyarmış ve özellikle bu kuvvet içinde bulunacağı muhakkak olan zayıf îmanlı kişilerin veya mü­nafıkların sebep olabilecekleri büyük zararlara da dikkatleri çekerek şöyle buyurmuştur:

71.  Ey îman edenler! (Düşmana karşı) tedbirini­zi alın veya gurup gurup çıhn; yahutta toplu­ca harekete geçin,

72. içinizde muhakkak ağır davranan bir kim­se bulunacaktır. Eğer size bir musibet gelirse, "Allah bana lütfetti de onlarla birlikte (bu be­lâda) bulunmadım," der.

73.  Size Allah'tan birfazl u inayet ulaşınca da, sanki sizinle kendisi arasında hiçbir yahnlık yokmuş gibi, "keski onlarla beraber olsaydım da, ben de (onlar gibi) büyük bir başarı kazansaydım" der.

71 Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede mü'minlere hitap ederek buyur­muştur ki: Ey mü'minler! Kendilerini yakından tanıdığınız, sayılarını, güç­lerini ve kuvvetlerini iyi bildiğiniz düşmanlarınızın her an size saldıra-bileceğini göz önünde bulundurarak dîninizi, canınızı, malınızı ve vatanınızı korumak için gerekli bütün hazırlıklarınızı yapın; hiçbir şeyi ihmal etmeden bütün tedbirinizi alın. Düşman ne kadar bir kuvvetle sal­dırıya geçerse, siz de en azından onun kadar bir kuvveti hazır bulundu­run. Düşman ne çeşit silahlara sahip ise, siz de en azından onun sahip olduğu silâhlan tedarik edin. Savaş, karşılıklı vuruşmak olduğuna göre, galibiyet, hiç şüphesiz silâhlı kuvvet üstünlüğünün ve elde edilecek savaş bilgisinin tabiî bir neticesi olmak gerekir. Allah elbette mü'min-lerin yardımcısıdır; fakat bu yardımın, Allah'ın sünnetine aykırı olarak gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu itibarla "Allah nasıl olsa yardım eder" diyerek tedbirde kusur etmeyin.

Âyet-i kerîmede yer alan ve herhangi bir düşman saldırısına karşı dâima hazırlıklı olmayı gerektiren bu ilâhî emir, hangi devirde olursa olsun, bir milletin varlığını devam ettirebilmesi için ne çeşit bir hazırlık yapılması gerekiyorsa o hazırlığın yapılmasını âmirdir. Binâenaleyh.

İslâm, zâtı itibariyle saldırgan bir din olmasa ve mensuplarına saldırgan olmayı menetse bile, düşmana karşı hazırlıklı olma emri içerisinde, düşmanın saldırısını beklemeden onu kendi ininde yok etme gayesinin bulunduğunu da unutmamak gerekir. Çünkü savunma savaşını kabul ettiği takdirde mağlubiyeti kesin görünen bir ordunun, taarruzla galibiyet elde etmesi, harp tarihinde örneğine çok rastlanan olaylardan biridir.

Düşmana karşı hazır olma emri içerisinde, düşmanın maddî ve manevî bütün mukavemet güçleriyle, yolları, nehirleri ve dağlan da dâhil olmak üzere ülkesinin bütün stratejik mevkilerinin bilinmesi de dâhildir. Bunların bilinmesi ise, kuvvetli bir istihbaratteşkilâtının varlığına bağlıdır. Bu teşkilâtın emri altında çalışan gizli elemanlar, bir savaş halinde düşmanın kullanabileceği en modern silâhlardan düşman askerinin sahip olduğu moral gücüne kadar her çeşit bilgiyi toplayıp kendi teşkilâtlarına aktarmak zorundadırlar. Tâ ki onlar da, en azından düşmanların sahip oldukları silâh ve teçhizatı tedarik etsinler ve düşman karşısında zayıf kalmasınlar.

Düşmanın sahip olduğu silâhın aynına, yahut daha üstününe ve daha fazlasına sahip olmak, ya o silâhları satın almakla, yahutta ülke içinde onları îmal etmekle mümkündür. Onların ülke İçinde imali, şüphesiz daha avantajlı ve daha garantilidir. Bu da, âyet-i kerîmedeki "düşmana karşı hazırlıklı olma" emrinin bu manâda anlaşılmasını zarurî kılar. Buna göre meselâ, en modern bir silâhın imali için fizik, kimya ve benzeri ilim ve teknolojiden hangisi gerekiyorsa onu tahsil etmek veya o sahada mütehassıs elemanlar yetiştirmek, ilâhî emrin şümulü içine girer. Kısacası düşmana karşı tedbirli ve hazırlıklı olmak, herhangi bir savaş halinde galibiyete ulaşabilmek için her yönden ondan üstün durumda bulunmak demektir, Bu hazırlık tamam olduktan ve düşmana karşı gerekli üstünlüğün devamı sağlandıktan sonra, artık herhangi bir savaş sırasında ordunun sevk ve idaresi kumandanların insiyatifine bırakılır ve duruma göre, düşman üzerine ya gurup gurup saldırıya geçilir, yahut topluca hareket edilir; yahutta diğer savaş taktikleri uygulanır. Âyet-i kerîmedeki "topluca harekete geçin" emrinde, "gerek­tiğinde düşmana karşı, kadın erkek, yaşlı genç, milletçe savaşın" manâsı-vardır. Çünkü bazı savaşlar, milletin ölüm kalım savaşı olur ve düşman karşısındaki bir hezimet, ağır bir mağlûbiyete ve milletin tarih sahnesin­den silinmesine yol açar. Bu gibi durumlarda milletçe savaşmaktan ve mağlûbiyet acısını tadmak yerine, ya zafere, ya da şehadet mertebesine ulaşmaktan daha zevkli bir şey tasavvur olunamaz. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede, mü'minlere duruma göre hareket etmelerini ve düşmana karşı, ya gurup gurup, ya da toplu halde çıkma­larını emretmiştir.

72 Bununla beraber her zaman olduğu gibi, mü'minler arasında yine îmanı zayıf olanlar ve münafıklar bulunacak ve savaş emri karşı­sında çeşitli bahanelerle savaştan kaçmaya ve savaşın getirdiği güç­lüklerden kurtulmaya çalışacaklardır. Aslında bunlar, İslâm'dan ve İslâm ehlinden hoşlanmayan, fakat ellerinde bulunmayan sebeplerle İslâm içinde ve müslümanlar arasında kalmış kimselerdir. Bu sebeple neti­cesini ve kendi çıkarlarına uygun düşüp düşmeyeceğini bilmedikleri işlere girişmeyi ve hele bunu müslümanlarla birlikte yapmayı hiç iste­mezler. Bütün temennileri İslâm'ın ve müslümanların yok olmasıdır. İşte, tıynetleri bu olan münafıklar, İslâm'ı ve İslâm yurdunu düşman tasallu­tuna karşı korumak ve düşman tehlikesini ortadan kaldırmak için savaşa çıkan mü'minlere katılmak istemezler ve katılmamak için bahaneler bu­lurlar; ağır davranırlar. Şayet mü'minlerin başına bir musibet gelir, düşman karşısında hezimete uğrarlarsa, bu münafıklar, savaşta mü'minlerle birlikte hazır bulunmamayı, Allah'ın kendilerine bir nimeti sayarlar ve buna sevinip şükrederler.

73  Fakat savaş, mü'minlerin galibiyetiyle neticelenir ve mü'minler Allah'ın lütf u inayetiyle bazı ganimet malları da ele geçirmiş olurlarsa, münafıklar, buna da üzülürler ve mü'minlerle birlikte savaşa katılma­manın pişmanlığını duyarak "keski mü'minlerle beraber olsaydım da, ben de onlar gibi böyle bir üstünlük elde etseydim" derler. Bunu da, sanki kendileriyle mü'minler arasında hiçbir bağ ve hiçbir yakınlık yokmuş gibi söylerler. Halbuki kendileri için de arzu ettikleri böyle bir zaferin kazanılmasında mü'mîn olarak mü'min kardeşlerine yardım elini uzatmaları ve onlarla birlikte düşmana karşı Allah için savaşmaları ge­rekmez mi idi? Mü'minler kardeş değiller mi idi? Mü'minler biribirlerinin velileri değiller mi idi? Mü'minler tek bir vücûdun uzuvları gibi değiller mi idi? Ne var ki îmanı zayıf olan kimselerin bunları düşünmeleri müm­kün değildir. Zaten kendileriyle mü'minler arasında bir yakınlık ve bir îman bağı bulunduğuna inanmış olsalardı, böyle bir temennide bulun­mazlardı.

Allahu Ta'âlâ, savaşa katılmamak için ağır davranan zayıf îmanlı kişilerin halini açıkladıktan sonra, onlara nefislerini bu büyük günâhtan temizlemenin yolunu göstererek şöyle buyurmuştur:

74. (Buna göre), âhırete karşılık dünya hayatını satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Herkim Allah yolunda savaşırsa, ister öldürülsün, is­ter gâlib gelsin, ona büyük bir mükâfat vere­ceğiz.

75. Size ne oluyor da Allah yolunda ve ney Rabbımız Halkı zâlim olan bu şehirden bizi çı­kar; bize kendi nezdinden bir sahip gönder; yine kendi nezdinden bize bir yardımcı ver/" diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar için sa­vaşmıyorsunuz?

76. Oysa îman edenler Allah yolunda, küfreden­ler de, batıl inançları uğrunda savaşırlar. O halde siz (ey mü 'minler!) şeytanın dostlanyla savasın. Şüphe yoktur ki şeytanın hilesi zayıftır.

74 îmanı zayıf, olanlar, yahut münafıklar, Allah yolunda savaşa katılmanın önemini idrak edecek kimseler değillerdir. Ölmek yahut öldürülmek korkusu bütün benliklerini kapladığı için Allah yolunda savaşın manasızlığına inanırlar ve hayatta kalıp dünya nimetlerinden is­tifade etmeyi, ölüp gitmekten hayırlı sayarlar. Bu sebepledir ki böyleleri, âhıretin ebedî saadetini dünyanın geçici nimetleri mukabilinde satıp elden çıkaran ve ticaretleri zararla kapanan bedbahtlardır. Bunların düşman tehlikesi karşısında İslâm için ve müslümanlar için savaşa katılmaktan geri kalmaları, yahut ağır davranmaları işte bu yüzdendir. Fakat münafıkların, yahut îmanı zayıf olanların savaştan geri kal-malanyla her şey bitmiş, veya bitecek değildir. Zira Allah yolunda, Allah'ın gösterdiği hak yolda, bu yolun zaferi için, îlây-ı kelimetullah için, Islâmî davetin yayılması için, canla başla çalışan, İslâm ülkesine, İslâm Dînine ve İsiâm milletine saldırarak hepsini yok etmek isteyen düşman­lara karşı canıyla ve malıyla savaşacak olan gerçek mü'minler vardır. Bunlar, geçici dünya nimetleri mukabilinde ebedî âhıret hayatını satın almak isteyen bahtiyarlardır. Münafıklar savaştan geri kalsalar bile, işte bu mü'minler Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda ve Aİlah için savaşırsa, ister bu savaşta düşman kurşunu ile öldürülsün, ister düş­mana karşı gâüb gelerek nihaî zafere ulaşsın, Allah onun bu amelini muhakkak değerlendirecek ve ona en büyük mükâfatı verecektir. Onun ne ölümü ve ne de Allah yolundaki savaştan sağ ve salim olarak zaferle

çıkışı, Rabbından hak ettiği o büyük mükâfatı almasına engel ol­mayacaktır. O halde kim Rabbından böyle bir mükâfata nail olmak isterse, Allah yolunda savaşmaktan geri kalmasın.

75 Gerçek böyle olunca, siz ey savaştan kaçanlar! Allah için ve Allah yolunda savaşmak için hiçbir özrünüz olmadığı halde neden savaşmıyorsunuz? Şirkin yerine tevhîdi, şerrin yerine hayrı, kasvet ve zulmetin yerine rahmet ve adaleti hâkim kılmak varken, sizi bundan alıkoyan nedir? Neden İslâm ve müslüman düşmanlarının elinde kalmış ve zayıf düşmüş din kardeşleriniz olan erkek, kadın ve çocukları o zâlim­lerin elinden kurtarmak için savaşmıyorsunuz? O din kardeşleriniz ki, hicret zamanı hicret etme imkânı bulamamışlar ve zâlim Mekkeli müşrik­lerin eline düşmüşlerdi. Müşrikler de onları dinlerinden döndürüp müşrik yapabilmek için her türlü işkenceyi onlara reva görüyorlardı. İşte o mazlumlar böyle bir işkence altında "Rabbımız! Bizi bu şehirden çıkar ve zâlim Mekke halkının zulmünden kurtar. Bize bir sahip ve bir yardımcf gönder!" diye niyaz ederken, siz Allah için ve bu mazlumları kurtarmak için neden savaşa katılmıyorsunuz?

Bu âyetlerin ve Kur'ân-ı Kerîmde yer alan savaşla ilgili diğer âyet­lerin de apaçık delâlet ettiği gibi, İslâm'da savaşın farz kılınışının başlıca sebebi din hürriyetinin olmaması ve din düşmanlarının, kâfirelerin ve müşriklerin dîni ortadan kaldırmak istemeleri ve buna engel olmaya çalışan müslümanlara akla gelmedik zulüm ve işkenceyi reva görmeleridir. Nitekim Bakara sûresinin 190-193 üncü âyetlerinde bu husus açıkça beyan edilmiş ve şöyle buyuruimuştur: "(Ey mü'minler!) Sizinle savaşanlarla siz de savaşın; fakat aşın gitmeyin; zira Allah, aşın gidenleri asla sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne öldürmekten beterdir. Onlar Mes-cid~i Haram'da sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın; eğer sizinle savaşırlarsa, onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası budur. Fakat savaştan vazgeçerlerse siz de onları bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Fitne bitinceye ve din sın" Allah için olun-caya kadar onlarla savaşın. Eğer bundan vazgeçmezlerse, siz de onlar­dan elinizi çekin; zira zâlimlerden başkasına düşmanlık gerekmez".

İşte İslâm'ın savaş hakkındaki görüşü budur ve müslümanları savaşa teşviki, bu âyet-i kerîmelerin tesbit ettiği hududlar çerçevesi için­dedir. Gerçek bu olduğu halde, İslâm'ın kılıç ve kuvvet zoru ile yayıldığını ileri süren câhillere ve İslâm düşmanlarına ne demeli?!

Savaş, haddizatında kötü olan bir iştir ve akl-ı selîm de kötü olan böyle bir İşi tecviz etmez. Bununla beraber eğer toplumları savaştan daha kötü olan başka bir şey, meselâ fitne, yahut şer tehdit eder ve bunu da savaştan başka bir şeyle ortadan kaldırmak mümkün olmaz­sa, işte o zaman, hakkı ve adaleti korumak ve insanları zulmün, fitne ve şerrin pençesinden kurtarmak için savaş kaçınılmaz olur.

76 Bu sebepledir ki mü'minler savaştıkları zaman, savaştan daha kötü bir şey olan fitneyi ve zulmü ortadan kaldırmak, buna karşılık hakkı ve adaleti yerleştirip hâkim kılmak için savaşırlar. Kâfirler ise, tağût yolunda savaşıp batıl inançlarını yaymaya çalışırlar. Eğer mü'minler savaşmayacak olsalardı, tağüt galip gelir, aklı ve ahlâkı ifsad eden batıl inançlar yeryüzünü kaplar, zulüm bütün insanları kasıp kavururdu. Bu itibarla ey mü'minler, şeytanın dostları olan kâfirlerle savaşın! Savaşın ki, tevhîdin yerini şirk, hayrın yerini şer, rahmet ve adaletin yerini kasvet ve zulmet almasın. Zaten şeytanın hilesi zayıftır. Zira o, kendi dostları­na batılı, zulmü ve şerri süslü gösterip hayrın bunlarda olduğunu telkin etmiştir. İşte onun hilesi budur. Halbuki Allahu Ta'âlânın sünnetinin gereği olarak hak ile batıl, iyi ile kötü karşı karşıya geldiği zaman, hak batıla, iyi kötüye dâima galebe çalar ve zıddını yok eder. İşte bu sebep­ledir ki, şeytanın hilesi dâima yok olmaya mahkûmdur. Mü'minin kâfire galebesi de işte böyledir.

77. Kendilerine "ellerinizi (düşmanlıktan) çekin; namazı dosdoğru hhn ve zekâtı verin* denilen kimseleri görmüyor musun ? Üzerlerine savaş yazılıp farz kılınınca, on­lardan, (düşmanları olan) insanlardan Allah'tan korkar gibi korkan, hattâ daha çok korkan bir gurup "Rabbımız! Bize savası niçin farz kıldın? Bizi yafan birza-mana kadar geciktiremez mi idin?" demişlerdir. (Ey Muhammedi Onlara) de ki- "Dünyanın (insana) faydası çok azdır; âhıret, (Allah'tan) sahnan kimseler için    daha hayırlıdır. (Orada) ip kırıntısı kadar

bile haksızlığa uğramazsınız1'.                                  

78. "Nerede olursanız olun, hattâ tahkim edil­miş kalelerde olsanız bile ölümyine de size erişir". Eğer onlara bir iyilik isabet ederse, "bu Allah'tandır" derler. Eğer bir kötülük isabet ederse "bu da sendendir" derler. (Ey Muhammedi Onlara) de kt "Hepsi de Allah'tandı*". Bu kavme ne oluyor ki hiç söz anlamıyorlar.

79.   Sana iyilik olarak isabet eden şey, Allah'tandır; sana kötülük olarak isabet eden şey de kendindendir. Biz seni insan­lara peygamber olarak gönderdik. Şâhid olarak Aüah buna yeter.

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, mü'minlere, düşmana karşı hazırlıklı olmalarını ve savaş için gerekli tedbirleri almalarını, savaş sıra­sında, duruma göre ya gurup gurup saldırmalarını, yahutta topluca hareket etmelerini emrettikten, bu arada îmanı zayıf olan bazı müslü-manların ve münafıkların ölüm korkusu ile savaşa katılmamak için nasıl ağır davrandıklarını; bunların, savaşta müslümanların başına bir felâket gelse, kendilerinin bu savaşa katılmamakla ne büyük isabet ettiklerini ileri sürmekten ve memnun olmaktan çekinmeyeceklerini, buna rağmen müslümanlar Allah'ın yardımıyla bir zafer kazansalar, onlarla beraber bulunup da bu zaferden nasîblerini alamamaktan da üzüntü duyacak­larını beyan ettikten ve nihayet âhıret hayatını dünya hayatına karşılık satın almak isteyen mü'minlerin öldürülseler de gâlib gelseler de Rabla-rı katında nail olacakları büyük mükâfata işaretle, Allah için, zayıf erkek­ler, kadınlar ve çocuklar için savaşmalarını emredip zaten mü'minlerin Allah yolunda, kâfirlerin ise, tağûtları uğrunda savaştıklarını beyan et­tikten sonra, bunu takip eden âyetlerinde, aralarında îman yönünden zayıf olanların ve münafıkların da bulunduğu müslümanların halini açıklamaya devam etmiş, özellikle bunlardan bir kısmının acaip dav­ranışlarına akıl erdirmenin güçlüğüne dikkatleri çekmek için "şunların haline bak! Allah'ın emrine karşı nasıl da ters davranıyorlar." manâsına gelebilecek bir istifham edatıyle yine zayıf îman sahiplerinden sözet-miştir. Zira tarihen bilinen bir gerçektir ki, câhiliye devrinde Arap kabi­leleri ve özellikle Evs ve Hazrec, biribirlerine karşı içlerinde sanki hiç yok olmayacak bir kin ve düşmanlık duygusu besliyorlar ve biribirleriyle hiç durmadan dövüşüyorlardı. Öldürülen insanın ve dökülen kanın haddi hesabı yoktu. Ancak İslâm, aralarındaki bu savaşa son vermiş ve özel­likle Hazreti Peygamberin Medine'ye hicretinden sonra kabîieler sulh ve sükûna, düşmanlığı terke, buna mukabil Allah'ın varlığına ve birliğine îmana, yalnız O'na ibadet edilmesine, nefis tezkiyesine ve güzel ahlâ­ka davet olunmuşlardır. Savaş ise, ancak zorunlu hallerde, düşman­ların, müslümanların dînlerini, canlarını ve mallarını tehdit etmeleri ha­linde emredilmiş ve bütün müslümanlara farz kılınmıştır. İşte asıl acaiplik de bundan sonra ortaya çıkmıştır: İslâm, savaşan kabilelere, düşman­lıktan elçekip savaşa son vermelerini, sadece namaz kılıp zekât vere­rek Allah'a ibadet etmelerini, ancak gerektiğinde düşmanla savaşma­larını emredip savaşı farz kılınca, bazı îmanı zayıf olan kişiler, sanki daha önce câhiliye dönemlerinde savaşanlar kendileri değillermiş gibi, za­ruret halinde savaş emrinden ve savaşın farz kılınışından sonra sızlan­maya başlamışlar ve bunu hoş karşılamamışlardır. İşte Allahu Ta'âlâ, hayret istifhamiyle başladığı bu âyetlerinde savaştan yan çizen bu zayıf îmanlı kişilerin halini beyan için buyurmuştur ki:

77, Kendilerine "ellerinizi (düşmanlıktan) çekin; namazı dosdoğru küm ve zekâtı verin" deni­len kimeseleri görmüyor musun? Üzerlerine savaş yazılıp farz kılınınca, onlardan, (düş­manları olan) insanlardan Allah'tan korkar gibi korkan, hattâ daha çok korkan bir gurup "Rabbımız! Bize savası niçin farz kıldın? Bizi yakın bir zamana kadar geciktiremez mi idin?" demişlerdir. (Ey Muhammedi Onla­ra) de ki- "Dünyanın (insana) faydası çok azdır; âhıret, (Allah'tan) sakınan kimseler için daha hayırlıdır. (Orada) ip kırıntısı kadar bile haksızlığa uğramazsınız".

77 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi âyet-i kerîmenin başında yer alan istifham, bazı zayıf müslümanların davranışlarındaki acaiplige dikkatleri çekmek içindir ve hitap da, aralarında îmanın kalblerine nüfuz etmediği bazı zayıf kişilerle münafıkların da bulunduğu bütün müslü-manlaradır. NesâT [143]'nin İbn*Abbâs tarîkıyle rivayet ettiği bir hadîsten öğrenildiğine göre ash'abtan Abdurrahman İbn Avf ve arka­daşları Hazreti Peygambere gelerek "yâ Nebiyya'Hah! Biz müşrik olduğumuz devirlerde daha aziz idik. Fakat îman edince zelil olduk" demişler, Hazreti Peygamber de onlara şöyle cevap vermiştir: "Ben af ile emrolundum. Müşriklerle savaşmayınız". Allahu Ta'âlâ müslümanla­ra Mekke'den Medîne'ye hicret izni verip de onlara savaşı emredince bazıları bundan el çektiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indirildi.

Bu ve benzeri rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Mekke devri, İslâm'ın ilk olarak zuhur ettiği ve Hazreti Peygamberin, yakın akrabala­rından başlayarak mekkelileri İslâm'a davetle görevlendirildiği bir dö­nemdir. Bu dönemde Mekkelilerin bir kısmı inanmış ve İslâm'a girmiş, büyük bir kısmı ise, müşrik olarak kalmayı İslâm'a tercih etmişti. Ancak gün geçtikçe müslümanların artması ve Mekke dışından da taraftar bul­ması, müşrikler için bir endişe kaynağı olmaya başlamış ve bu endişe, İslâm'ın kuvvetlenmesiyle orantılı olarak şiddetlendikçe şiddetlenmişti. Nihayet bunun çaresi, İslâm tarihinden de bilindiği gibi tehdit ve işkencede bulunmuş ve müşrikler, müslümanları İslâm'dan döndürmek ve Allah'ın dînini daha doğmadan yok etmek için onlara akla gelmedik işkenceyi reva görmüşler, bazılarını da İşkence altında öldürmüşlerdi. İşte bu dönemde, müslümanların sayıca az ve kuvvetçe zayıf olmaları dolayısıyla müşriklere karşı durmaları ve onlarla silâhlı bir mücadeleye girişmeleri mümkün değildi. Böyle bir mücadele, hiç şüphesiz, başta Hazreti Peygamber olmak üzere bütün müslümanların ve dolayısıyla İslâm'ın yok olmasıyla neticelenirdi. Oysa Allahu Ta'âlâ dînini diğer " bütün dinlere gâlib kılmayı murad ettiği zaman bunu gerçekleştirecek bütün vesaili de hazırlamayı elbette ihmal etmez. Nitekim bu maksat­ladır ki Mekke'de nazil olan âyetlerinden hiçbirinde müşriklerle savaştan söz etmemiş, aksine hiçbir hâdiseye sebep olmayacak şekilde onlardan uzak durulmasını emretmiştir. Tabiatıyla insan nefsini

en mükemmel bir şekilde terbiye eden namaz ve zekât gibi ibadetlerin ifası da, bu emirlerin başında geliyordu.

İşte müşrikler karşısında müslümanların zayıf oldukları Mekke döneminde, bu durumu zillet telakkî ederek müşriklerle dövüşmeyi ve şerefle ölmeyi arzu eden müslümanların bulunması çok tabiîdir. Hattâ bunların arasında, Nesâl rivayetinde de gördüğümüz gibi, cennetle tebşîr olunanlardan Abdurrahman İbn Avf ve Sa'd İbn Ebî Vakkâs gibi bazı büyük sahabîlerin bulunmuş olmasında da herhangi bir garabet yoktur. Ancak yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, İslâm'ın kuvvetlenmeye ihtiyacı olduğu bir dönemde, onu kuvvetlendirecek olan müslümanların, Allah yolunda ve din uğrunda da olsa ölüme gitmelerinde hiçbir fayda bulunmadığı için Hazreti Peygamber onların savaş isteklerine müsbet karşılık vermiyor, onları sabra ve affa davet ediyordu.

Şüphesiz İslâm'a ve müslümanlara büyük zarar veren Mekkeli müşriklere karşı gerçek mü'minlerin gönüllerini dolduran savaş arzusu, onların Mekke'de kaldıkları sürece devam ettiği gibi, hicretten sonra Medîne'de de devam etmiş olmalıdır. Çünkü mü'minleri yurtlarından ve yuvalarından eden müşrikler ortadan kalkmadıkça, İslâm için ve müs-lümanlar için gerçek bir huzurdan söz etmek mümkün olmayacaktır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin "(ey mü'minler!) Sizin için hoş olmasa bile savaş size farz kılındı." mealindeki 216 ncı âyetini indirdiği zaman, hicretten iki yıl geçmiş bulunuyordu. Geçen bu iki yıl içinde İslâm daha çok yayılıp kuvvetlenmiş, müslümanlar da sayıca çoğalmışlardı. O derecede ki, aralarında, menfeatlerini İslâm'ın geleceğinde görerek müslüman olan, fakat kalblerini bir türlü İslâm'a ısındıramayan münafıklar bile türemişti. Bunlar İslâm'ın getirdiği her türlü kolaylıktan istifade ediyorlar ve maddî menfeatler sağlayarak mal mülk sahibi oluyorlardı. Bu sebeple dünyaya İyice bağlanmışlardı ve fakat dünya için de olsa ölmeyi asla temenni etmiyorlardı. İmanı zayıf olanların durumu da münafıkların durumundan farklı değildi. Hayatın çeşitli nimetlerinden faydalanmak varken ölüme sebep olabilecek her­hangi bir davranışı manâsız buluyorlar ve bu çeşit davranışlara karşı koyuyorlardı. Bu sebeple İslâm'ın savaşa izin vermeyen görüşüne katı­lıyorlar ve onu candan destekliyorlardı. Ölüm korkunç bir şeydi ve ondan korkuyorlardı.

Medîne döneminde de müşriklerin müslümanlara saldırıları sona ermiş değildi. Fakat bu sefer karşılarında Mekke'dekinden çok daha farklı bir müslüman topluluk vardı ve bu topluluk, hududları Medîne hu-dudlarını aşmasa bile müşrik saldırılarına karşı koyabilecek kuvvetli bir devlete sahipti. İşte bu durumda müslümanların gerek müşrikler karşısında ve gerekse diğer saldırgan İslâm düşmanları karşısında sus­kun ve hareketsiz kalmaları için artık hiçbir sebep yoktu. İslâm'ın yayıl­masına ve Allah isminin duyurulup yüceltilmesine engel olacak ne varsa ortadan kaldırmak ve tabiatiyle her şeyden önce mütecavizlere hak et­tikleri dersi vermek gerekirdi. Ve nitekim öyle de oldu. Allahu Ta'âlâ, yukarıda da işaret ettiğimiz Bakara sûresinin 216 ncı âyetiyle ilk olarak savaşı müslümanların üzerine farz kıldı. Bu âyet-i kerîmede savaş farz kılınmakla birlikte, onun hoşlanılacak bir şey olmadığı da açıkça belirti­liyor ve şöyle buyuruluyordu: "(Ey mü'minler!) Sizin için hoş olmasa bile savaş size farz kılındı; fakat oiabilirki, bir şey sizin hakkınızda hayır­lıdır da, onu kötü görürsünüz; bir şey de, hakkınızda şer oidüğu halde ondan hoşlanırsınız. (Bunu) siz bilemezsiniz de Allah bilir".

Allahu Ta'âlâ savaşı müslümanlar üzerine farz kıldıktan sonra, îmânları kalblerinde iyice yerleşmiş olanlar, hiç şüphesiz Allah'ın bu em­rine uymuşlar, canlarıyla ve mallarıyla Allah için din uğrunda savaşarak Allah'ın rızasını kazanma yolunu tutmuşlardır. Buna rağmen vaktiyle ya yağmacılık için, ya intikam için ya da kabile taassubu sebebiyle baskın­lar düzenleyip kan dökenler, Allah'ın "ellerinizi düşmanlıktan çekin; na­mazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin" emrine muhatap olup da özellikle İslâm'ın kolaylıklarından faydalanarak mal mülk sahibi olan ve dünya hayatına iyice ısınan zayıf imanlı kişiler ve münafıklar, savaş emri karşısında büyük bir korkuya kapılmışlar ve "Rabbımız! Bize savaşı niçin farz kıldın? Yakın bir zamana kadar bizi geciktiremez mi İdin?" demeğe başlamışlardır. Bunlar, Allahu Ta'âlâya "savaş emrini biraz tehir edemez mi idin?" derken iki şeyden korkuyorlardı. Biri, savaş emrine uymama­ları halinde Allah'ın ıkabından, kısacası Allah'tan, diğeri, savaşa katıl­dıkları takdirde ölümden veya savaşta kendilerini öldürecek olan insan­lardan... Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede, bunların, insanlardan Allah'tan korkar gibi korktuklarını, hattâ savaşa katılmamak için "Rabbımız! Bize savaşı niçin farz kıldın? Onu biraz daha geciktire­mez mi idin?1 derken, öldürülme korkusunun Allah korkusundan daha ağır bastığını haber vermiş, sonra da, peygamberine onları uyarması için şöyle buyurmuştur: Ey Muhammedi Onlara de ki: Sizin savaş em­rinin tehir edilmesi hakkındaki isteğinizin sebebi, ölüm korkusundan ve dünyanın geçici lezzetine kendinizi fazla kaptırmış olmanızdan başka bir şey değildir. Halbuki sizi dünyaya bağlayan nimetler ve bunlardan aldığınız lezzet, âhıret hayatında mü'minlere sunulacak nimetlerle mu­kayese edilemeyecek kadar az ve değersizdir. Ancak şunu hiçbir zaman unutmayın ki, âhıretin ebedî olan bu nimetlerine, sadece Allah'tan korkanlar ve nefislerinin şirk ile ve kötü ahlâk ile kirlenmesine

yol açacak sebeplerden uzak durabilenler nail olurlar. Bu itibarla ken­dinizi kontrol edin ve sık sık nefis muhasebesi yapın; şunu da iyice bilin ki, âhırette sadece amellerinizin karşılığını göreceksiniz; hayır ise hayır; şer İse şer... Ve orada, bir hurma çekirdeği üzerindeki lif parçası kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Ölüm korkusuna gelince, savaştan kaçmakla ölümden kurtulacağınızı zannetmeyin; çünkü:

78. Nerede olursanız olun, hattâ tahkim edümi§ kalelerde olsanız bile, ölüm yine de size eri­şir". Eğer onlara bir iyilik isabet ederse "bu, Allah'tan'dır" derler. Eğer bir kötülük isabet ederse "bu da sendendir" derler. (Ey Muham­medi Onlara) de kk "Hepsi de Allah 'tandır". Bu kavme ne oluyor ki hiç söz anlamıyorlar.

79. Sana iyilik olarak isabet eden sey, Al­lah'tandır; sana kötülük olarak isabet eden şeyde kendindendir. Biz seni peygamber ola­rak gönderdik. Şâhid olarak Allah yeter.

78 Dünya, içinde yaşayan varlıklarla birlikte sonradan olmuş bir yer­dir. Sonradan olan her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonu var­dır. Dünya üzerinde yaşayan insanın tâbi olduğu kanun da bundan fark­lı değildir. Kendisine verilen hayatı yaşamak için dünyaya gelir. Üç beş sene az, veya üç beş sene çok yaşadıktan sonra da bu dünyadan göçer gider. Bu sebepledir ki ölüm, İnsanın dünyada yaşadığı hayatın sona ermesinden ibarettir. Bu sonun gelmesi mukadder olunca, ne ondan kaçış mümkündür, ne de ondan kaçılabilecek bir yer. Hattâ bu yer, sur­larla ve askerlerle korunan muhkem bir kale bile olsa, oraya saklanmak-la ölümden kurtulamazsınız. Ölüm orada da size erişir. Şu var ki ölümün insana geleceği vakit belli değildir ve bu vakti Allah'tan başka kimse bil­mez. Bu sebepledir ki, savaşa katılan pek çok kimse yara bile almadan geri döner de, muhkem kalelere sığınan nice kimseler, savaş yüzü gör­meseler bile, ölümün pençesinden kendilerini kurtaramazlar. Bu da gösteriyor ki, savaş, hiçbir zaman mutlak bft ölüm sebebi değildir. O halde ey müslümanlar! Allah'ın rızasını ve âhiret saadetini kazanmak için neden hakkı müdafa etmiyor ve şerrin yayılmasına göz yumuyor­sunuz? Neden din düşmanlarıyla savaşmaktan çekiniyor ve savaş sıra­sında öldürülmekten korkuyorsunuz? Bu, akılda bir kıtlığa, dinde ve îm-îmanda bir zayıflığa delâlet etmez mi? Hiç şüphe etmeyin ki, dünya sev­gisi ve Ölüm korkusu ile Allah için.din ve âhiret için hak yolda savaşmaktan kaçanlar, kalblerine îmanın nüfuz etmediği kimselerdir, münafıklar­dır.

Allahu Ta'âlâ, Peygamberi vasıtasıyla, savaşı kerih görüp ölüm kor­kusuyla ondan kaçanların ve böylece dünyada daha uzun seneler yaşayıp nimetlerinden dilediklerince istifade edeceklerini zannedenlerin kalblerindeki marazı veîmanlarındaki zayıflığı beyan ettikten sonra, aynı insanların yine akıl kıtlığı ile kalblerindeki marazdan ileri gelen diğer hal­lerini açıklamış ve buyurmuştur ki: uBu kimseler, kendilerine bir iyilik isabet ederse, "bu Allah'tandır" derler. Eğer bir kötülük isabet ederse, "bu da sendendir" derler*'.

Âyet-i kerîmede sözü edilen bu kişilerin, kendilerine isabet etmesi halinde Allah'a izafe ile "bu Allah'tandır" dedikleri iyilik, kendilerine hoş ve tatlı gelen bir takım maddî menfeatlardır. Mal mülk bolluğu, bir savaşın kazanılması ve bu zaferle gelen bol ganimet, kısacası refah içinde geçen bir hayat, bunlara göre bir hasene (iyilik) dır. Ancak bu iyiliğin Allah'a izafe edilmesi ve "bu, Allah'tandır." denilmesi, şuurlu bir tevhîd inancının neticesi değil, fakat kendilerinde vâki olan bir gururun neticesidir. Çünkü bu neticeyi kendileri istihsal etmişler, Allah da onla­ra mükâfat olmak üzere ikramda bulunmuştur. Binâenaleyh "bu, Allah'tandır." dedikleri zaman, kendilerini Allah'ın hâs kulları olarak gö­rürler ve ikramını da buna delil gösterirler.

îmanı zayıf olanların ve münafıkların, iyiliği Allah'a izafe etmelerinin bir sebebi de, Hazreti Peygamberin vesile olduğu böyle bir iyiliğin ken­dilerine isabetinde, onun rolünü ve tesirini inkâr esasına dayanır. Çünkü onlar, bu iyilik dolayısıyla Allah'a şükretmiş görünürken, Peygambere teşekkür etmekten kendilerini kurtulmuş addederler. Buna mukabil kıtlığa uğramak, tabiî âfete maruz kalmak, malını mülkünü yitirmek ve bir yakınının ölüm acısını tadmak gibi çeşitli felâketlerden biriyle karşılaşsalar, bunun sebebini Hazreti Peygamberde ararlar ve "bu kö­tülük de senden" derler. Kötülüğü, Hazreti Peygambere inanıp onun peşinden gitmenin ve onun dînine tâbi olmanın neticesi sayarlar. Nitekim hicretten sonra Medîneli yahudîler ve münafıklar, halka isabet eden bazı kötülükleri Hazreti Peygamberin uğursuz gelişiyle İzah et­meye kalkışmışlardır.

İşte, Allahu Ta'âlâ, inançsızların ve münafıkların bu çeşit iddiaları­na karşı Peygamberine şöyle buyurmuştur: Ey Muhammedi Onlara de ki: İyilik olsun, kötülük olsun, insanların başına gelen her şey Allah'tan­dır ve O'nun esbab ve müsebbebat nizamı içinde değişmeyen sünne­tinin bir neticesidir. Eğer başınıza bir kötülük gelirse, onu siz davet eder ve amellerinizle geliş sebeplerini siz hazırlarsınız; Allah da sizin bu isteğinizi geri çevirmez. İyilik de böyledir. Kısacası her şeyin bir sebebi ve hikmeti vardır. Hepsi de. Allah'ın koyduğu bir düzen içerisinde cere­yan eder. Fakat bu insanlara ne olmuş ve akıllarına nasıl bir musibet gelmiştir ki, ne kendi söylediklerinin manâsını düşünüyorlar ve ne de kendilerine söyleneni anlıyorlar? Onlar bu anlayışlarını yitirdiklerine göre, Allah'ın Peygamberi vasıtasıyla indirdiği Kur'ân'ı, Kur'ân'ın esrarı­nı ve dolayısıyla esbab ve müsebbebât hakkındaki Allah'ın sünnetini de anlamaları mümkün değildir. Zaten bunu anlamış olsalardı, başları­na gelen her kötülüğün kendi günâhlarının cezası olduğunu bilirler ve kendi cinayetlerini başkalarına isnad etmeye kalkışmazlardı.

79 Kısacası, ey Muhammed ve ey mü'min! Senin yeryüzünde fay­dalandığın her şey, hayatını sayesinde idame ettirdiğin hava, su, gıda­nı temin ettiğin çeşitli hayvanlar ve nebatlar ve hoşlanıp elde etmek için peşine düştüğün her çeşit iyi ve güzel şeyler, Allah'ın sana birer lütfü ve ihsanıdır. Başına gelen çeşitli kötülükler ise, onlar da senin kesb u ihtiyarındır. Çünkü Allah sana güç ve kudret vermiştir ve sen bu güçle dilediğin ameli işlersin; ayrıca sana akıl da ihsan etmiştir; bununla da, işleyeceğin ameller arasında sana faydası dokunacak olan amelleri seçer ve onları işlersin. Eğer bu amellerin seçiminde iradeni yanlış isti­kamette kullanır ve yanlış seçim yaparsan, kötülüğü kendi başına ken­din celbetmiş olursun. Bu sebepledir ki insan, kendisine nelerin fayda­lı ve nelerin zararlı olduğunu bilip öğrenmek zorundadır. Bunu bildiği takdirde, gücünü kendisine fayda sağlayacak amellerin ifasında sar-feder ve iyilik bulur; aynı zamanda kendisine zararı dokunacak olan kö­tülüklerden de nefsini korumuş olur.

Bu açıklamaya göre, netice olarak şu iki hususun bilinmesinde fayda vardır:

1)  İyi olsun kötü olsun her şeyin Allah'a isnad edilmesi ve meselâ "başına her ne gelirse Allah'tandır" denilmesi, her şeyin Allah tarafından yaratılması, esbab ve müsebbebâtla ilgili kanun ve nizamın yalnız Allah tarafından vazedilmesi dolayısıyledir. Başka bir-ifade ile, insanın güç sarfederek yapmak istediği iyi veya kötü her fiili yaratanın Allahu Ta'âlâ olması dolayısıyladır ki "her şey Allah'tandır" denir.

2)  Buna rağmen amellerin iyi veya kötü neticelerinin bazan da in­sana isnad edilmesi, kesb ve ihtiyarının ona alt olmasındandır. Meselâ hangi çeşit olursa olsun bütün hastalıkları yaratan ve sebepleriyle ilgili süneni vazeden Allahu Ta'âlâdır. Fakat iyi gıda almamak, yahut aşırı de­recede yemek, soğukta kalmak, yahut aşırı derecede sıcakta bulunmak ve yorulmak gibi insan vücuduna tesiri olacak sebeplerden biri veya bir kaçıyla hastalığı celbeden insanın kendisidir. Bu sebepledir ki insan,başına her ne kötülük isabet ederse etsin bunun sebebini kendinde aramalı ve nerede kusur işleyip o kötülüğü celbettiğini soruşturmalıdır. Şunu da unutmamalıdır ki, Allah'a itaat, sayısız kötülükleri insandan defeden başlıca çaredir. Çünkü Allah insana dâima iyilikleri celbede-cek, buna karşılık kötülükleri ondan defedecek yollan ve amelleri em­retmiştir. Esas bu olunca, bazı inançsızların ve münafıkların Hazreti Pey­gamberi bir takım kötülüklerin sebebi olarak göstermelerindeki kasıt kolayca anlaşılır. Zaten Allah onu bir peygamber olarak göndermiştir. Onun görevi dîni teblîğ ve tebyîndir. Buna şâhid olarak da Allah yeter.

80. Her kim o Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Her lam de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak gön­dermedik.

81. .(Sana) "emrin haşüstüne" derler. Senin yanından ayrıldıkları zaman da, onlardan bir gurup, (zihinlerinde) senin söyle­diğinden başka bir görüşle geceler. Allah, (onların zihinlerinde) kurdukları şeyleri yazar. Bu sebeple sen onlardan yüz çevir ve Allah 'a güven. Allah, vekil olarak sana yeter.

82.   Onlar Kur'ân'ı hiç düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah 'tan başka birisinden gelmiş olsaydı, onun içinde pek çok çelişki bulur­lardı.

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyi emrettikten ve bu itaatin, dînin aslı olduğunu beyan ile itaat eden­lerin kazanacakları sevabı ve halkın itaat hususunda îman kuvveti yönünden çeşitli derecelerini, zayıfların ve münafıkların hallerini açıkla­dıktan, bu arada Allah yolunda savaşı emrederek bu emir karşısında özellikle îmanı zayıf olanların ve münafıkların ölüm korkusu ile savaştan nasıl geri kaldıklarını, halbuki ölümden kaçmakla ondan kurtuluşun mümkün olmadığını, keza îmanı zayıf olanların ve münafıkların kendile­rine bir iyilik, veya bir menfeat isabet edince bunu Allah'a nisbet ettik­lerini, başlarına bir kötülük gelince de, bunu Peygamberden bildikleri­ni, halbuki onun Allah tarafından dînini teblîğ etmekle görevlendirilmiş bir Peygamber olduğunu beyan ettikten ve buna bizzat şehadette bu­lunduktan sonra, yukarıdaki ayetlerinde, Peygambere itaatin lüzumuna tekrar işaret ederek, bu itaatin Allah'a itaat manâsına geldiğini bildirmiş, sonra yine bazı îmanı zayıf olanların ve münafıkların bir çeşit hallerine işaret etmiş ve buyurmuştur ki:

80. Her kim o Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Her kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.

80    Hiç şüphe yoktur ki, Peygambere itaat, Allah'a itaat etmiş ol­manın başlıca ölçüsüdür. Çünkü Peygamber, kelimenin de delâlet ettiği gibi Allah'ın Peygamberidir, yani Allah tarafından gönderilen bir elçidir. Binâenaleyh onun, îman, ibadet, ahlâk ve şâir ameller hakkında pey­gamber olarak emrettiği, yahut bunların korunması için mefasidden nehyettiği her şey Allah'tandır; Allah'ın emri ve Allah'ın nehyidir. Bu iti­barla kim Peygamberin îman, ibadet, ahlâk ve şâir amellerle ilgili olarak verdiği emirlere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Zira Allah insanla­ra doğrudan doğruya bir şeyi ne emreder ve ne de nehyeder. Ancak O, emirlerini ve nehiylerini, yine insanlar arasından seçtiği ve bizzat terbiye edip yetiştirdiği peygamberleri vasıtasıyla insanlara duyurur, Allah, in­sanlara duyurulmasını istediği emir ve nehiylerini peygamberlere vahiy yolu ile belletir; peygamberler de Allah'ın kendilerine vahyettiği bu emir ye nehiyleri insanlara tebliğ ederler.  O halde mü'minlerin görevi, kendilerine tebliğ   edilen   bu   emir   ve nehiylere uymak ve onlara

İtaat etmektir. Bunlara itaat ise, elbette Allah'a itaat etmekten başka bir manâya gelmez.

Ancak Peygamberimizin dînî hükümlerin aslı ile ilgili olmayıp, uygulama ile ilgili bazı sözleri, Allahu Ta'âlânın mü'minlere itaatini farz kıldığı şeylerden değildir; çünkü bunlar din veya şeriattan sayılmaz. Nitekim Hazret! Peygamber "ben de sizin gibi bir beşerim" buyurduğu bir hadîsiyle bunu açıklamış bulunmaktadır. Bununla beraber onun dîne taalluk eden beyanları, Kur'ân'ın beyanı mahiyetindeki emir ve nehiyleri, Allah'ın vahyine müstenid olması dolayısıyle itaati vâcîbtir. Zira Allahu Ta'âlâ Peygamberini, hem kendisine inzal ettiği Kur'ân-ı Kerîm'in teblîği, hem de tebyîni İle görevlendirmiş ve Nahl sûresinin 44 üncü âyetinde "biz sana, kendilerine gönderileni insanlara açıklayasın diye Zikr (Kur'ân)'i İndirdik', 179 uncu âyetinde de "biz sana Kitab'ı, halka ihtilâfa düştükleri şeylerde açıklayasın diye inanan kavimler için hidayet ve rah­met olarak indirdik." buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmelerde açıklamak manâsında tebyîn kelimesi kullanılmıştır ve bazı sünnet münkirlerinin ileri sürdükleri gibi tebyîn, teblîğ manâsında değildir ve hiçbir zamanda arapçada bu manâda kullanılmamıştır. Bu kelimenin manâsı beyan etmek, izah etmek, açıklamaktır ki Hazreti Peygamberin bir görevi de budur. Bu, tıpkı mahkemede bir hâkimin herhangi bir kanun maddesini açıklaması, sonra da açıklanan bu maddeye göre hüküm vermesi gibidir. Nitekim Hazreti Peygamber de Kur'ân-ı Kerîmdeki namaz kılmayı emreden, fakat nasıl kılınacağını açıklamayan âyetleri bizzat kendisi namaz kılmak suretiyle açıklamış, sonra da müslümanlara, Buhârî [144]'nin bir rivayetinde de gördüğümüz gibi "namazı benim kıldığım gibi kılınız" buyurmuştur. Eğer Hazreti Peygamber Kur'ân'daki ' namaz emrini açıklamamış olsaydı, müsKimanlar nasıl namaz kılarlar ve bu emrin gereğini nasıl yerine getirirlerdi?

Burada önemli bir hususa daha işaret etmekte fayda vardır. Haz­reti Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık tekrar edilen namazla ilgili emri tesadüfî olarak eğilip doğrulmalar ve yüzü yere koyup kaldırmalar şek­linde açıklamamış, yahut namazı aklına nasıl gelmişse öyle kılmamıştır. Buhârî [145]Müslim [146]ve diğer Sünen sahiplerinin rivayetlerinden öğrendiğimize göre, Cebrail (a.s.) Hazreti Peygambere imamlık yaparak beş vakit namaz kıldırmış ve ona namazın hasıl kılınacağını öğretmiştir. Cebrail, Hazreti Peygambere vahiy getiren melektir ve Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı muhtelif aralıklarla yalnız onun tarafından getirilmiştir. Yukarıdaki haber ise, Cebrail'in Hazreti Peygam­bere yalnız Kur'ân getirmediğini, fakat ona çeşitli vesilelerle dînini öğret­mek için geldiğini gösterir. Nitekim sahih hadîs kitaplarında onun Hazreti Peygambere gelerek îman, İslâm ve ihsan hakkında bilgiler verdiğini, namaz kılınışını öğrettiği gibi abdest alınışını da öğrettiğini gösteren haberler görmek mümkündür. Bütün bunlar Hazreti Peygam­berin, Rabbı tarafından Kur'ân dışında, fakat Kur'ân'a paralel ve Kur'ân âyetlerini açıklayıcı bilgilerle donatılıp yetiştirildiğini gösteren delillerdir. Hazreti Peygamberin sahip olduğu Kur'ân, yahut daha geniş manâsıyla "din" bilgisi, elbette onun kafasında bir sır olarak kalmamış, fakat o da bunları bir peygamberlik görevi olarak ashabına öğretmiştir. Nitekim Kur'ârvı Kerîm buna şehadet ederek Âl-i Imrân sûresinin 164 üncü âyetinde şöyle buyurmuştur: "Allah, kendilerine, içlerinden, âyetlerini onlara okuyan, onları (maddî ve manevî pisliklerden) temizleyen ve on­lara Kitap ve Hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, mü'minlere şüphesiz büyük lütufta bulunmuştur. Oysa önceden onlar, apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı." Ayet-i kerîmede Hazreti Peygamberin, daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunan kavmine Kitap ve Hikmeti öğrettiği beyan edilmiştir ki, bir çok ulemanın ifadesine göre Kitap'tan murad Kur'ân'dır; Hikmet ise, Kur'ân'ın tefsîri veya beyanı mahiyetinde olan ve pek çok hikmeti muhtevi bulunan Hazreti Peygamberin sünnetidir. Binâenaleyh Hazreti Peygamber, bir taraftan kendisine nazil olan âyetleri müslümanlara teblîğ etmiş, bir taraftan da, gerek itikad, gerek ibadet ve gerekse ahlâk olarak bu âyetlerin gereğini bizzat tatbik ederek ve açıklayarak müslümanlara öğretmiştir. Bu öğretim neticesinde geniş bir sünnet külliyatının vücut bulduğunu aklı başında olan hiç kimse inkâr edemez. İnkâr edenler ise, ya aklı kıt olanlardır, ya da inancı zayıf olanlar, veya müslüman maskesi altında İslâm'a ve Kur'ân'a kasdı bulunanlardır.

Sünnet, Kur'ân-ı Kerîmdeki Allah'a ve Rasûlüne itaati emreden âyet­ler sebebiyle Hazreti Peygamber daha hayatta iken büyük önem kazanmış ve müslümanlar, Kur'ân yanında bir de sünnet öğrenmek için bütün imkânlarını kullanmışlardır. Bu sebepledir ki sahabe arasında Kur'ân ve tefsirine, helâl ve haram bilgisine ilgi duyup bu konuların mütehassısı olan kimseler yanında, sünnet sahasında da onu iyi bilen sahabîler yetişmiştir. Sünnetin gerek sahabe arasında ve gerekse sahabeyi takip eden nesiller arasında kazançjığı bu değer, hiç şüphesiz, Allah'ın Peygambere itaati emreden âyetlerinin çok tabiî olan bir neticesi idi. Zira Peygambere itaatin, onun Kur'ân'la ilgili tebliğlerine ve bu tebliğlere ait açıklamalarına uymaktan başka bir manâda anlaşılması mümkün değildi. Bu ise, hiç şüphesiz, Allah'a itaat etmek manâsına geliyordu; çünkü Hazreti Peygamberin gerek Kur'ân'la ilgili tebliğleri ve gerekse bu, tebligata taalluk eden beyanları vahye dayanıyordu. Bir

vahiyden yüz çevirmek ise, bir rnüslümanın yapabileceği işlerden değildir. Netice olarak kısaca şunu diyebiliriz ki, Allah'a itaatin yolu Pey­gamberden geçer. Peygambere itaat etmeden Kur'ân'a ve dolayısıyle Allah'a itaat etmek asla mümkün değildir.

Bununla beraber Allah'a itaat manâsına gelen Peygambere itaat-tan yüz çeviren olursa, işte böyleleri için Allahu Ta'âlâ Peygamberine hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur; Eğer sana itaattan yüz çeviren olur­sa, sen onları elbette itaata zorlayacak değilsin. Bu, senin peygamber­lik görevlerinden değildir. Zaten zorlamakla bir neticeye de ulaşamaz­sın. Biz seni onlara zorlayıcı olarak değil, fakat iyi amel sahiplerine sevâb ve mükâfatlarını müjdeci, kötü amel sahiplerine de, korkunç akıbet­lerinin habercisi olarak gönderdik. Bu itibarla sen onları davranışların­dan dolayı uyar; sonrasını da bize bırak. Biz kıyamet günü onlar hak­kındaki hükmümüzü hiç haksızlığa uğratmadan elbette veririz.

81. (Sana) "emrin başüstüne" derler. Senin yanından ayrıldıkları zaman da, onlardan bir gurup, (zihinlerinde) senin söylediğinden başka bir görüşle geceler. Allah, (onların zi­hinlerinde) kurdukları şeyleri yazar. Bu sebeple sen onlardan yüz çevir ve Allah'a güven. Allah vekil olarak sana yeter.

80- Onlar Kur'ân 'ı hiç düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başka birisinden gelmiş olsaydı, onun içinde pek çok çelişki bulurlardı.

81 Allahu Ta'âlâ, daha önce sözünü ettiği kimselerle, yani "kendile­rine , ellerinizi düşmanlıktan çekin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin", denilip.de üzerlerine savaş farz kılınınca, düşmanlarından Allah' tan korkar gibi korkup "Rabbımız, savaşı bize niçin farz kıldın?" diyerek savaştan kaçanlara tekrar dönmüş ve hallerini anlatmaya devamla buyurmuştur ki:

Ey Muhammedi İşte böyleleri, sen bir emir verince, "emrin başüs-tüne" diyerek verdiğin emri yerine getirmeye hazır olduklarını ifade et­mekte asla tereddüt göstermezler. Fakat senin yanından ayrılıp da ev­lerine döndükleri ve özellikle gece olup da yataklarında kendi düşünceleriyle başbaşa kaldıkları zaman, zihinlerinde, senin gündüz söylediklerinden tamamiyle farklı bir düşünce oluştururlar. Münafıklar kadar îmanı zayıf olan ve kalblerinde maraz bulunan kimselerin de yap­tıkları ve zihinlerinde  kurdukları  bu ters  düşünceleri Allah elbette

yazmaktadır. Bu itibarla onlardan yüz çevir ve uzaklaş; onların yaptıkları­na İtibar etme ve üzerinde de durma. Allah'a güven ve onların işini O'na bırak. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Bu sebeple yaptıkları her şeyi bilir ve amellerinin karşılığı ile onları cezalandırır. O, bunu yapmaktan âciz değildir ve yapmasına da hiçbir şey engel olamaz.

İnancı zayıf olanların geceleyin zihinlerinde kurdukları şeyin Allahu Ta'âlâ tarafından yazıldığına dâir âyet-i kerîmede yer alan ifade iki ma­nâya muhtemildir. Birincisi, bu âyet-i kerîmede olduğu gibi kitapta, yanî Kur'ân-ı Kerîm'de yazılarak hallerinin açığa çıkarılması ve gözler önüne serilmesi, ikincisi de, yaptıklarının amel defterine yazılması ve âhırette bununla cezalandırılmalarıdır. Bu iki manânın doğrusunu şüphesiz eh iyi Allah bilir.

82 Allahu Ta'âtâ, münafıkların ve îmanı zayıf olanların Hazreti Pey­gamberin emirleri karşısındaki tutum ve davranışlarını gözler önüne ser­dikten sonra, onları bu türlü davranışlara sevkeden âmilin, Kur'ân üze­rinde tedebbür ve teemmül etmemeleri, yani onun, kalblerinde sır olarak kurdukları düşünceye kadar her şeyi haber vermesinden ibret almama­ları olduğuna işaret ederek buyurmuştur ki:

Bunlar, Kur'ân üzerinde akıllarını biraz toplayıp hiç düşünmüyorlar mı? Onun, Râblarından gelmiş bir hak ve mahza hidayet olduğunu, mü'minler hakkındaki va'dinin, münafıklar ve kâfirler hakkındaki vaadinin mutlaka gerçekleşeceğini, kıyamet hakkında her ne söyle-mişse, bunların hak ve hakikat olduğunu anlamıyorlar mı? Kalblerinde sır olarak sakladıkları düşünceleri doğru olarak açıklaması ve gözleri önüne sermesi Kur'ân hakkında onlara bir fikir vermiyor mu?

Fakat hayır! Davranışları açıkça gösteriyor ki, Kur'ân üzerinde düşünmüyorlar. Kur'ân âyetleri ve ibretâmiz kıssaları üzerinde durup onlardan ibret almaya ve yollarını hakka yöneltmeye yanaşmıyorlar.

Halbuki zihinlerini meşgul eden dünya nimetlerinin tatlı ve câzib, fakat aldatıcı hayallerinden zaman zaman sıyrılıp Kur'ân'ı düşünseler ve söyledikleri üzerinde yeterince dursalardı, onun, insanları iyiye, doğruya ve güzele, kısacası hakka yönelttiğini ve yalnız hayrı emredip serden sakındırdığını anlarlar, ve onun talimatından yüz çevirmez ve onu tebliğ eden, tatbikatıyle ve açıklamalarıyle onu anlamalarına yar­dımcı olan Hazreti Peygambere karşı münafıklık etmezler, ona karşı gel­mezlerdi.

Kur'ân üzerinde durup düşünmeleri, onlara şu gerçeği de açık ve kesin bir şekilde gösterir ve öğretirdi ki, bu Kitap, yalnız Allah katından gelmiştir; başka türlü olması mümkün olamayacağı gibi, ona herhangi

bir insan sözü de karışmamıştır; hattâ Hazreti Peygamberin kendi sözü bile...

Eğer bazı münkirlerin ileri sürdükleri gibi, Kur'ân, Allah'tan başka herhangi bir mahlûktan gelmiş olsaydı, hakkı tasvirinde Kur'ân'a ben­zer bir kitabı getirmeye Allah'tan başka hiç kimsenin gücü ve kudreti yetmeyeceği İçin, onda pek çok ihtilâf ve zikredilmemiş pek çok hak ve hakikat bulurlardı. Eğer o, ileri sürdükleri gibi, Muhammed'in veya bir başkasının sözü olsaydı, kendi zamanından asırlarca önce gelip geçmiş kavimlerin, bunlara gönderilen peygamberlerin, savaşların, barışların ve bunlarla ilgili çeşitli meselelerin kıssalarını, hattâ kendi za­manında, gıyabında cereyan eden hâdiselerin, münafık olsun kâfir olsun, yahudî olsun hıristiyan olsun çeşitli inançlara sahip insanların ka­falarında dolaşan düşüncelerin, veya içlerinde gizledikleri sırların be­yanını Muhammed'in ya başkasının sözleri arasında bulmak nasıl mümkün olurdu?

Eğer Kur'ân, Muhammed'in veya bir başkasının sözü olsaydı, onda bu derece muntazam itikad esasları, ibadet, ahlâk ve âdâb kaideleriyle kusursuz bir hukuk sistemi bulunabilir miydi? Eğer Kur'ân Allah sözü olmasaydı, yaratılıştan, kâinatın sıfat ve çeşitlerinden, güneş, ay ve yıl­dız gibi gök cisimlerinden, bunların hareketlerinden, gece ile gündüzün oluşundan, rüzgârlardan, denizlerden, nebatlardan ve hayvanlardan, hasılı canlı ve cansız varlıklardan, bu kadar ihatalı ve akıllara durgunluk verici bir uslûb ile kim söz edebilirdi? Özellikle Allahu Ta'âlânın sıfatları­nı, âhıreti, kıyameti, hesabı, cennet ve cehennem ahvalini kim bilebilir­di?

Kur'ân-ı Kerîm, Hazreti Peygamberin hayatında ortaya çıkan haller ve vukubulan hâdiseler itibariyle bazan âyet âyet, bazan da bir kaç âyet veya küçük bir sûre olmak üzere kısım kısım nazil olmuş ve nüzulü 23 sene sürmüştür. Her âyet, veya âyetlerden bir gurup nazil oldukta, Haz­reti Peygamber, vahiy kâtiplerine o âyetlerin hangi sûreye ve hangi âyet­ten sonra yazılacağını söyler, vahiy kâtibi de onları Hazreti Peygamberin emrettiği şekilde yazardı. Hazreti Peygamber okuma yazma bilmezdi. Bu sebeple bir âyetin yazılmasını emrettiği zaman, daha önce yazılmış olan sahîfede son yazılan âyete bakmaz, fakat âyetin ilgili olduğu sûreye hangi âyetleri yazdırdığını hıfzından bilirdi. Değişik hal ve vak'alarla ilgi­li âyetlerin herhangi bir sıra gözetilmeden değişik zamanlarda ve değişik sûrelerden nazil olmasına rağmen, Hazreti Peygamberin işaret ettiği yere yazılmasından sonra iki âyet arasındaki manâ bütünlüğünün ta­mamlanması, Kur'ân-ı Kerîm'in ayrı bir mucisesine delâlet eder. Eğer bu âyetler birer Allah kelâmı olmasaydı, kim böyle bir mucizeyi ortaya koyabilirdi?

Netice olarak denebilir ki: Yukarıda bir kaçına örnek olarak işaret ettiğimiz özellikler üzerinde düşünmek bile, insanı hak olan yola irşad etmeye yeterlidir. İnsan bunları düşündüğü zaman, şunu kesinlikle anlar ki, bu Kitap, Allah katından gelmiş, insan fıtratına uygun, mahza hidayet olan ve insanı dünya ve âhıret saadetine hazırlayan eşsiz bir rehberdir.

83. Onlara güven, yahut korku verici bir haber geldiği zaman, onu hemen yaymışlardır. Halbuki o haberi Peygambere ve mü'min-lerden olan emir sahiplerine götürselerdi, onlardan, (kendi ihtisastan dâhilinde) hüküm çıkaranlar, onu bilirler (ve daha iyi değerlendirirler) di Allah 'm sizin üzeri­nizdeki fazi u inayeti ve merhameti olma­saydı, çok azınız müstesna, (hepiniz de) şeytana uyardınız.

Bundan önceki âyetlerin ağırlıklı olarak üzerinde durduğu, yahut söz konusu ettiği kişiler zayıf îman sahipleri ve münafıklar olmuştur. Bunların, özellikle savaş emri karşısında, dünya tutkusu ve ölüm korku­su ile savaştan nasıl kaçtıkları anlatılmış, fakat savaştan kaçmanın ölüm­den kurtuluş çaresi olmadığı, zira nerede olurlarsa olsunlar ölümün ken­dilerini yine de yakalayacağı onlara hatırlatılmıştır. Bunu takip eden âyetlerde, yine aynı yaratılışta olan kişilerden söz edilmiş ve bunların, kendilerine isabet eden şeyin hoşlarına gidecek bir menfeat veya bir iyilik olması halinde, bunu Allah'a, zarara uğramaları halinde de Hazre-ti Peygambere nisbet eden marazı halleri anlatılmış, sonra da hem iyiliğin, hem de kötülüğün, insanın kesb u ihtiyariyle Allah'tan olduğu açıklanmıştır.

Daha sonraki âyetlerin konusu, yine zayıf îman sahipleriyle müna­fıklardır. Peygambere itaatin Allah'a itaat manâsına geldiği beyan edil­dikten sonra, îmanı zayıf olan kişilerin ve münafıkların, Hazreti Peygam­berin yanında iken ona "emrin başüstüne" diyerek itaata âmâde olduklarını belirtirlerken, yanından ayrıldıktan sonra ona zıt fikirlerle geceledikleri açıklanmış ve Peygamberin bunlardan uzak durması em­redilmiştir.

Yukarıdaki âyet-i kerîmede kendilerinden söz edilenler, kim ol­dukları belirtilmeksizin yine "onlar" denilerek zikredilemiştir ki, bundan, onların daha önceki âyetlerde kendilerinden söz edilen zayıf îmanlı kişilerle münafıklar oldukları neticesini çıkarmak çok tabiîdir. Nitekim bazı tefsîrlerde korku ve emniyete taalluk eden bazı haberlerin müna­fıklar ve zayıf kişiler tarafından kasıtlı olarak ifşa edilip yayıldığı göz önünde bulundurularak bu görüşe yer verilmiştir. Bununla beraber her­hangi bir zümre kasdedilmeksizin bütün müslümanlann söz konusu edilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Zira korku ve emniyet haber­lerinin yalnız münafıkları veya zayıf kişileri değil çoğu zaman herkesi il­gilendirdiği ve çeşitli sebeplerle her yerde konuşulduğu da bir gerçektir. Mesele bu yönden ele alındığı zaman, pek çok müslümanın onu konuşması, bazan zararı dokunacak derecede ona dalması ve dediko­dusunu yapması da olağan sayılmak İcabeder. Şu var ki, münafıkla mü­nafık olmayan halktan birinin meseleyi ele alışlarındaki niyet birbirinden çok farklıdır. Her ikisinin de bir haberi ifşa edip yaymakla îka edecekle­ri zarar aynı olsa bile, münafık özellikle bu zararı ve hattâ daha büyüğünü îka için bu işi yaparken, halktan olan kişi, zarar vereceğini bilmeden sırf merakını mucib olması ve mahiyetini veya sırrını daha iyi anlama arzusu dolayısıyla bunu yapar. Netice olarak âyet-i kerîmede bazı kimselerin halkın ve devletin emniyetiyle ilgili haberleri, ilgililere danışmadan yaydıkları belirtilerek bunun zararına işaret edilmiş ve şöyle buyurulmuştur:

83.Onlara güven, yahut korku verici haber geldiği zaman, onu hemen yaymalardır. Halbuki o haberi Peygambere ve mü'minlerden

olan emir sahiplerine götürselerdi, onlardan (kendi ihtisastan dâhilinde) hüküm çıkaran­lar, onu bilirler (ve daha iyi değerlendirirler) di Allah 'm sizin üzerinizdeki fazl  inayeti ol­masaydı çok azınız müstesna (hepiniz de) şeytana uyardınız.

83 Korku ve güvenlik, umumiyetle savaş zamanlarında ortaya çıkan ve düşman karşısında elde edilecek bir zafer, yahut uğranılacak bir he­zimet sebebiyle halkın maruz kaldığı psikolojik iki haldir. Cephede savaşan iki kuvvetten birinin galibiyeti, diğerinin mağlûbiyeti, yahut düşman mevzileri ve bu mevzilere yerleşmiş düşman kuvvetleri hak­kında bilgi toplamak için çıkarılmış bir keşif kolunun sızma hareketleri ve düşman karşısındaki durumu, devletin savaşla ilgili çeşitli kararları, hâsıiı savaş halinde iken yürütülen bütün hareketler ve bütün faaliyet­ler, cephe gerisinde ve faaliyet dışında kalanlar için daima merak konu­su olan işlerdendir. Bu merak, ilgisi olsun veya olmasın, herkesi, cere­yan eden hâdiseler hakkında bir şeyler öğrenmeye sevkeder. Hattâ böyle zamanlarda haber peşinde bile koşmaya gerek kalmaz; çünkü her yönden birbiri arkasına çeşitli haberler gelir.

Ancak bu haberler arasında, devletin ve milletin güvenliğiyle yakın­dan ilgili olan ve dolayısıyla yorumlanmaması ve yayınlanmaması gereken, özellikle de düşman eline geçtiği takdirde zarara sebebiyet verebilecek olan haberlerin bulunması çok tabiîdir. Bu çeşit haberlerin manâ ve mahiyetini bilip anlamadan onları yorumlamak, yahut halk arasında yaymak çok büyük tehlikelere yol açabilir. Hattâ bazan yalan olan bir haber bile, halkın paniğe kapılmasına ve daha tehlikeli durum­ların ortaya çıkmasına sebep olabilir.

Allahu Ta'âlâ, asırlarca önce Hazreti Peygambere indirdiği bu âyet-i kerîmeyle, kritik durumlarda aslını araştırmadan ve doğru olup ol­madığını anlamadan haber yaymanın tehlikesine işaret etmiş ve müs-lümanları bundan menederek böyle bir haberle karşılaşıldığında nasıl hareket edilmesi gerektiğini beyanla buyurmuştur ki:

Bir takım kimseler, kendilerine ulaşan korku veya emniyete müteal­lik bir haberi, doğru olup olmadığını, yahut yayılmasında zarar bulunup bulunmadığını araştırmadan yayacaklarına, onu Peygambere ve emir sahiplerine, yani yetkililere sorup danışsalardı, onlar şüphesiz ihtisas ve tecrübeleri dolayısıyla bu haberin mahiyetini bilirler ve ondan çıkarı­lacak hükme göre nasıl hareket etmek gerektiğini onlara anlatırlardı.

Allahu Ta'âlânın korku ve emniyete müteallik haberlerin gelişi güzel yayılmasıyla ilgili bu ikazı, asırlar öncesi olduğu kadar bugün de Önemi­ni aynen muhafaza etmektedir. Nitekim doğruluğu araştırılmadan yayın­lanan bir gazete haberinin bazan ne büyük felâketlere yol açabileceği herkes tarafından kabul edilen ve ilgililerce tedbir alınması istenen bir vakıadır.

Allahu Ta'âlânın, korku ve emniyete taalluk eden haberlerde örneği görüldüğü gibi, insanın hayatta karşılaşabileceği diğer bir çok husus­larda ona hidayet etmesi, yol göstermesi ve nasıl hareket edilmesi ge­rektiği hususunda talimat vermesi, O'nun kullarına olan fazi u inayetin­den ve rahmetinin bolluğundandır. Eğer Allah'ın hidayeti ve fazi u rahmeti olmasaydı, ey müslümanlar, çoğunuz şeytanın vesvesesine Kapılır da, Peygambere, yanında iken "emrin başüstüne" deyip yanın­dan ayrıldıktan sonra başka düşüncelerle geceleyen, yahut kendisine ulaşan bir haberi, eğrisini doğrusunu araştırmadan yayan kimseler gibi olurdunuz. Binâenaleyh Allah'a ve Rastilüne itaat, insanı bu gibi pislik ve çirkinliklerden koruyan yegâne çaredir. Allah'a ve Rasûlüne İtaat et­meyen kimse ise, kendisini şeytanın ellerine teslim etmiş olan kişidir. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Nûr sûresinin 21 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Ey îman edenler! Şeytanın adımlarına ayak uydurmayın. Her kim ona ayak uydurursa, bilsin ki o, hayasızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer üzeri­nizde Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbiri as/â temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır; Allah, hakkıyla işiten, hakkıyie bilendir."

84. Allah yolunda savaş. Sen ancak kendin­den sorumlu tutulacaksın. îman edenleri de teşvik et. Ola ki Allah, kâfirlerin şiddet ve kuvvetini önler. Zira Allah, kuvvet yö­nünden de, ceza yönünden de çok şiddet-

Allahu Ta'âlâ müslümanlara, dışarıdan gelecek düşman tehlikesine karşı her yönden hazırlıklı olmayı ve düşmana karşı hakkı ve adaleti ko­rumak için Allah yolunda savaşmayı emrettikten, ancak aralarında bu­lunan bazı zayıf îmanlı kişilerin ve münafıkların savaş karşısındaki is­teksiz hallerini, ölüm korkusu ve dünya tutkusu ile ondan kaçışlarını açıkladıktan, bu arada Allah'a ve Rasûlüne itaati da emrederek Rasûle itaatin Allah'a itaat etmek manasına geldiğini, kim itaat ederse ancak kendisi için itaat etmiş olacağını, yüz çevirenlere İse, Peygamberin bekçi olarak gönderilmediğini beyanla savaş emrini teyid ettikten sonra, mez­kûr beyanına paralel olarak buyurmuştur ki:

84. Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlu tutulacaksın. îman edenleri de teş­vik et. Ola ki Allah, kâfirlerin şiddet ve kuvve­tini önler. Zira Allah, kuvvet yönünden de, ceza yönünden de çok şiddetlidir.

84 AllahuTa'âlâ, Hazreti Peygambere hitap ederek buyurmuştur ki: Ey Muhammedi Düşmanlarına karşı üstünlük ve zafer kazanmak istiyor­san, Allah'ın emrine uyarak onlarla savaş. Zira sen, "savaşı üzerimize niçin farz kıldın?" deyip de ölüm korkusu ve dünya tutkusu ile savaştan kaçanlardan, yahut "emrin başüstüne" deyip de başka düşüncelerle geceleyenlerden değil, ancak kendi nefsinden ve kendi amellerinden sorumlusun. Şunu da unutma ki, Allah'a karşı gelen kimsenin isyanı, O'na itaat edene hiçbir surette zarar vermez. Bu İtibarla sen, müslüman-ları Allah yolunda savaşmaları için teşvik et; onları heveslendir. Fakat hiçbir surette onları savaşa zorlama; zorlayarak ve tehdit ederek savaş alanına sürme. Senin teşvik ve teşci etmen sayesinde savaşa daha başka bir şevkle katılırlar da, İslâm'ı ve müslümantarı düşman kuvvet­lerinin tasallutundan ve onlara zarar vermelerinden korurlar. Keza senin müslümanları düşmanla savaşa teşvik ve teşci etmen, mü'minlerin savaş için önceden hazırlıklı olmalarını sağladığı gibi, düşman üzerinde caydırıcı bir rol de oynar ve onların müslümanlar üzerine saldırmalarını, gerek can ve gerekse mal yönünden onlara zarar vermelerini önler.

Şu da var ki, kâfirlerin kuvveti ve şiddeti, mü'minleri korkutup Allah'ın Rasûlüne itaattan uzaklaştırmasın. Zira asıl kuvvet ve şiddetin sahibi, mü'minlere zafer va'deden, kâfirleri ise hezimete uğratacak olan Allah'tır. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, O'nun zafer va'di, hezimete yol açan sebeplerden sakınan, fakat zafere götürecek esbaba sabır ve sebatla yapışan hak ehli içindir.

85.  Her kim güzel (ve hayırlı) bir işe yardımcı olursa, onun bu işte nasibi bulunur. Kim de kötü bir işe yardımcı olursa, onun da bu işte nasibi vardır, Allah, her şeye hak­kıyla kaadirdir.

86.   Bir selâm ile'selâmlandığıntz zaman, ondan daha güzeliyle selâm verin; yahut aynıyla mukabele edin. Şüphe yoktur ki Allah, her şeyin hesabını hakkıyla gören­dir.

87.  Allah'tan başka üâh yoktur. O sizi, vu­kuunda hiçbir şüphe, bulunmayan kıyamet günü, muhakkak toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?

Bir evvelki âyet-i kerîmede yer alan savaşla ilgili emrin muhatabı, tefsirinde zikrettiğimiz gibi, Peygamberin bizzat kendisidir ve Allahu Ta'âlâ bu âyette "ey Muhammedi Kâfirlerle Allah yolunda savaş; zira sen, ancak kendinden sorumlusun" buyurmuş, sonra da mü'minleri, aynı şekilde kâfirlerle savaşmaları için teşvik etmesini Peygamberine emret­miştir. Bu emirden anlaşılan manâ odur ki, Hazreti Peygamber, Rabbı tarafından nasıl tek başına peygamberlik göreviyle görevlendirilip yakın akrabasından başlamak üzere kendi kavmini, sonra da bütün insanla­rı İslâm'a davet etmekle emrolunmuşsa, bu âyet-i kerîmede de, yine tek başına kalmış olsa bile, kâfirlere karşı Allah yolunda savaşmakla emro-lunmuş, ayrıca bunun sorumluluğu da kendisine hatırlatılmıştır. Nitekim Hazreti Peygamber, tek başına yüklendiği peygamberlik görevini hak-kıyle yerine getirerek kavminin sert ve şiddetli tepkisine rağmen İslâm'ı teblîğ edip onları dalâletten hidayete, zulmetten nura çıkardığı gibi, savaş alanlarında da kâfirlere karşı savaşmaktan geri kalmamış, hattâ bir seferinde ashabı hezimete uğradığı halde, kendisi dimdik ayakta du­rabilmiştir.

Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde ise, söze şefaatle başlanmış ve "güzel bir şefaatle şefatte bulunursa, ondan kendisine bir nasîb (sevâb) vardır" denilmiştir ki, mealimizde bu cümle "herkim güzel (ve hayırlı) bir işe yardımcı olursa onun bu işte nasîbi bulunur." şeklinde ifade edil­miştir.

Şefaat, bir şeyi çift kılmak, yahut bir şeye kendi mislini zammetmek, eklemek manâsına gelen şefi'den isim olup, bir kimseye yardımcı ola­rak katılmak demektir. Şefaatin bu manâsı göz önünde bulundurulur­sa, bu âyet-i kerîmenin kendinden önceki âyetle, yâni Hazreti Peygam­bere Allah yolunda savaşı emreden ilâhî hitapla bağlantısını anlamak kolaylaşmış olur. Zira Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmede buyurmuştur ki:

85. Her kim güzel (ve hayırlı) bir i§e yardımcı otursa, onun bu işte nasîbi bulunur. Kim de kötü bir ise yardımcı olursa, onun da bu iste nasîbi vardır. Allah, her şeye hakhyle kaadir-dir.

85 Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan manâ odur ki: Ey Muhammedi Sen, tek başına Allah yolunda kâfirlere karşı savaşla emrolundun. Bu, şüphesiz güzel bir şefaattir; çünkü Allah yolunda kâfirlere karşı savaşmak, hakka yardım ve onu teyid etmektir. Binâenaleyh bundan sonra kim senin yanında yer alır ve Allah yolunda kâfirlere karşı senin­le birlikte savaşırsa, hakka yardımda ve onu teyidde sana yardımcı çıkmış ve dolayısıyle hakkın batıla gâlib gelmesi halinde, kazanılan zaferde, şan ve şerefte ve ele geçirilen ganimette hisse sahibi olmuş olur. Bu, elbette güzel ve hayırlı bir işe yardım eden kimsenin dünyada­ki mükâfatıdır. Onun âhırette kazanacağı mükâfatın ise haddi hesabı yoktur. Buhârî [147]ve Müslim [148]'in naklettikleri bir hadîsinde Hazreti Peygamberin, ihtiyaç sahibinin, biri nezdindeki işine yardımcı olup onu sonuçlandırmanın insana kazandıracağı ecre de işaret ettiğini açıkça görmek mümkündür. Hadîsi rivayet eden Ebû Mûsâ (r.a.) der ki: Rasûlullah (s.a.s.)'a bir ihtiyaç sahibi geldiği zaman, o, meclisteki ashabına döner ve: "Bu işin görülmesi için şefaat ve de­lalet ediniz ki, ecirlere nail olasınız. Gerçi Allah, Peygamberinin şefaati üzerine istediğine hükmedecektir" buyurdu.

Hazreti Peygamberin bu hadîsinden de anlaşıldığı gibi şefaat, bir işin olması, yahut istenilen bir şeyin kabulü İçin, iş veya istek sahibine yardımcı olmak manâsındadır ve bu manâ, Hazreti Peygamberin, hak­kın batıla gâlib gelmesi için kâfirlerle yaptığı savaşta ona yardımcı olmak şeklinde yukarıda yaptığımız açıklamaya da uygundur. Buna göre â-yet-i kerîmenin, hem Hazreti Peygamberin, hakkın galebesi için kâfirlerle yaptığı savaşlarda ona yardım etmek hususunda mü'minleri teşvik yönünden özel, hem de güzel ve hayırlı işlerde iş sahiplerine yardımcı olmak yönünden umumî iki manâsı bulunduğu anlaşılır ki, her iki manâ­da da, güzel ve hayırlı işlere yardımcı olanlar için, hem dünyada, hem de âhırette bu işlerden nasîbler, veya ecir ve mükâfatlar vardır.

Buna rağmen kim kâfirlerin yanında yer alır ve onlarla birlikte sana karşı savaşırsa ey Muhammed, bâtılın galebesi için kâfire yardım etmiş olacağından, bu da kötü bir şefaattir ve doğacak olan kötü sonuçtan elbette o sorumludur; çünkü bunda onun da hissesi vardır ve vebali ona aittir. Yahut daha umumî manâsıyle, kim kötü olan bir işin sonuç­lanmasında yardımcı olursa, bunda onun da hissesi vardır ve hem dün­yada hem de âhırette bunun cezasını mutlaka çekecektir. Çünkü Allah, her şeyi yapmaya kaadirdir. O'nun, güzel ve hayırlı bir işe şefaat eden veya yardımcı olan kimseleri dünya ve âhırette ecir ve sevâbla mükâ­fatlandırması, yahut kötü bir işe yardım edenleri de cezalandırması, değişmeyen sünnetinin gereğidir. Kullarının iyi ve kötü amelleri neyi ge­rektiriyorsa, Allah onu yapmaktan âciz değildir.

Allahu Ta'âlâ, insanlar arasında yakın ilişki ve kuvvetli bağların doğmasına vesile olan şefaat yollarını mü'minlere gösterdikten ve on­ları güzel ve hayırlı işlerinde biribirlerinin yardımına koşmaya teşvik et­tikten sonra, nefislerini kin ve hased gibi kötü duygulardan temizlemek, onlara dînin emrettiği en güzel terbiyeyi vermek ve aralarında gerçek manâda bir kardeş sevgisini yerleştirmek için selâm kurallarını beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur:

86. Bir selâm üe selâmlandığmu zaman, ondan daha güzeliyle selâm verin; yahut ayniyle mu­kabele edin. Şüphe yoktur ki Allah, her şeyin hesabını hakhyle görendir.

86 Selâm vermek veya selâmlaşmak, aslı tahıyye olup âyeti ke­rîmede de bu kelime kullanılmış ve "bir tahıyye "e tahıyyelendiğiniz zaman,ondan daha güzeliyle tahıyyede bulununuz." buyurulmuştur. Ta­hıyye, lugatta, mülk ve uzun ömür manâlarında kullanıldığı gibi, duâ ve sena manâsında da kullanılmıştır. Arapların hayyâke'llahu (Allah sana uzun ömürler versin) sözü, karşılaşan iki kişiden birinin diğerine iyi dilek ve temennisine delâlet eden bir duâ olarak şöhret kazanmıştır. Bunun gibi, "Allah gecenizi hayırlı etsin", yahut "Allah sabahınızı hayırlı etsin" ve benzeri duâ ve tahıyyeler de halk arasında kullanılagelmiştir.

Ancak İslâm dîni bir sulh ve selâmet dîni, bir îman dîni olduğu için, en güzel tahıyye olarak "selârrî'ı mü'minlere telkîn ile biribirlerine Allah'tan selâmet dilemeyi emretmiştir. Meselâ Allahu Ta'âlâ, İbrahim sûresinin 23 üncü âyetinde "îman edenler ve sâlih amel işleyenler, Rablarının izniyle içinde daimî kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere sokulurlar. Oradaki tahıyyeleri selâmdır."; Nûr sûresinin 61 inci âyetinde"... Evlere girdiğiniz zaman, Allah katında iyi ve mübarek bir tahıyye olmak üzere kendinizden olan içeridekllere selâm verin."; Ahzâb sûresinin 44 üncü âyetinde de "O'na kavuştukları gün meleklerin onlara tahıyyeleri selâmdır. Allah onlar için kusursuz bir mükâfat hazırla­mıştır." buyurmuştur.

Allahu Ta'âlâ tefsirini yaptığımız bu âyet-i kerîmesiyle de bize selâm ile tahıyyede bulunan birine, ondan daha güzeliyle, yahut ayniyle mu­kabele etmemizi üzerimize vâcib kılmıştır. Buna göre, eğer birisi bize es-selâmu aleykum (Allah'ın selâmı üzerinize olsun) demişse, bizim ona cevab olarak vereceğimiz selâm, ondan daha güzel olmalıdır. Bu gü­zellik de ona bazı sözler ilâve etmek suretiyle sağlanabilir: Ve aleykumu's-selâm ve rahmetu'llahi ve berekâtuh. (Allah'ın selâmı, rahmeti ve berekâtı sizin üzerinize olsun.) gibi. Bazan bu güzelliği, yalnız söz ilâve­siyle değil, aynı zamanda ses tonunu değiştirerek sağlamak gerekir. Çünkü ilk selâmı veren kimse, sözlerini belli belirsiz, alçak ve kısık oir sesle, sanki gönülsüz bir şekilde söylemiş olabilir. Ona cevap veren kimsenin ise, yüksek sesle ve İçten gelen bir istekle mukabele etmesi, selâmı daha çok güzelleştiren bir cevap olur.

Selâma ayniyle mukabele ise, ilk selâm verenin sözlerine ilâvede bulunmaksızın onu aynen iade etmek manâsındadır. Buna göre, es-se­lâmu aleykum diyen bir kimseye, ve aleykumu's-selâm diye cevap verilir.

Müslümanların biribirlerini tahıyyeleri, veya biribirleri hakkındaki en güzel duâ ve senaları selâm olduğu içindir ki, bu kelime, İslâm'a delâlet eden ve müslümanla kâfirin biribirinden ayrılmasını sağlayan bir unvan olmuştur. Nitekim Allahu Ta'âlâ, bu sûrenin 94 üncü âyetinde şöyle buyurmuştur: "Ey îman edenler! Allah yolunda savaş için sefere çıktığı­nızda, (dövüşeceğiniz kimse hakkında) teenni ile hareket edin (acele­ye kapılmayın). Size selâm veren kimseye, dünya hayatının malına ta-mâan "sen mü'min değilsin" deyip (onu öldürmeye kalkışmayın." Daha sonra da üzerinde duracağımız gibi, bu âyet-i kerîmeden anlaşılan açık ve kesin manâ şudur ki, kalbinde îman olan kimseyi karşılaştığınız za­man size verdiği Allah'ın selâmından anlayabilirsiniz; zira îmandan yok­sun olanlar bu selâmı vermekten uzaktırlar. Bu bakımdan selâm, mü1-minlerin alâmet-i farikaları, yani onların, başkalarından ayırt edilmelerini sağlayan en belirgin özellikleridir. Bununla beraber şunu da unutma­mak gerekir ki, müslüman olmayan birisi eğer Allah'ın selâmını yerecek olursa, ona ayniyle mukabele edip selâmına cevap vermek, İslâm'ın âdâbındandır. Tefsîrlerde zikredilen bir haberden öğrendiğimize göre İbn Abbâs, "Allah'ın halkından biri sana selâm verecek olursa, mecusî bile olsa, ona mukabele et. Zira Allah "bir selâm ile selâmlandığınız zaman, ondan daha güzeliyle selâm verin; yahut ayniyle mukabele edin" buyuruyor" demiştir ki, İbn Abbâs'ın bu görüşü, İslâm ulemasının üzerinde ittifak ettiği bir görüştür.

Filhakika Hazreti Peygamber devrinde yahudîler müslümanlara selâm veriyorlar, müslümanlar da onlara mukabelede bulunuyorlardı. Ancak Hazreti Peygamberin müslümanlara yahudîler selâm verdikleri zaman, onlara sadece aleykum demekle yetinmelerini emretmesi, on­ların Hazreti Peygambere selâm verirken selâmda tahrifat yapmaları ve es-sâmu aleyke (ölüm senin üzerine olsun) demeleri sebebiyledir. Bu temenniye ve aleykum demekle verilen cevap "sizin üzerinize de o olsun" manâsına geliyordu. Fakat onlar doğru dürüst selâm verdikleri zaman, ne Hazreti Peygamber ve ne de sahabîlerden herhangi biri, buna ayniyle mukabele etmekten hiçbir zaman geri kalmamışlardır. Zira hiç kimse, İslâm âdabının, müslüman olmasalar bile insanlar arasında yayılmasına ve onların da bu âdâbla edeblenmelerine engel olmayı düşünmüyordu. Fakat Hazreti Peygamber devrinden uzaklaşıldıkça ve islâmî düşünceye taassub hâkim olmaya başladıkça, müslümanlar, kendi yaptıklarını müslüman olmayanlara menetme yolunu tutmuşlar ve meselâ Kur'ân'a bakmalarına, yahut Kur'ân âyatlerinin yazılı olduğu bir kitabı okumalarına engel olmaya çalışmışlardır. Böylece dîni ve dînin mukaddes saydığı şeyleri muhaliflerinden koruduklarını ve mukadde­sata hürmet etmiş olduklarını zannetmişlerdir. Bu ise, müslüman olma­yanların İslâmî gerçekleri bilip öğrenmelerine fırsat bırakmamıştır. Oysa açıkça bilinen bir gerçektir ki, hıristiyanlar, kendi dinlerini, örf ve âde­tlerini yayabilmek için kitaplarını parasız dağıtmakta ve müslümanları kendilerine yaklaştıracak her çareye başvurmaktadırlar. Bu sebepledir ki bu gün İslâmî örf ve âdetler hıristiyanlar arasında değil, fakat hıristiyanlarm pek çok örf ve âdeti müslümanlar arasında yayılıp kabul görmüştür. İslâm'a uymayan, yahut İslâmî olmayan daha bir çok tatbi­kat, yabancı din mensuplarından alınıp benimsenmiş ve tabiatiyle bun­ların İslâm'daki karşılığı olan tatbikat ise, terkedilip unutulmuştur.

İnsanların biribirlerine hayırlı duâ etmelerine vesile olan ve bu sebeple biribirlerini tanımalarını, kalblerinin biribirine ısınmasını ve arala­rındaki birlik ve bağlılık duygularının kuvvetlenmesini sağlayan selâm'ın

İslâm'daki büyük önemi dolayısıyledir ki, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra Haz-reti Peygamberin'hadîslerinde de ondan sık sık söz edilmiş ve mü'min-lere onun âdâb ve erkânı öğretilmiştir.

Müslim [149]tarafından rivayet edilen bir hadîsinde Hazre-ti Peygamber, selâmın mü'minler arasında yaygınlaştırılmasını emret­miş ve şöyle buyurmuştur: "îman etmedikçe cennete giremezsiniz; bir­birinizi sevmedikçe de tam manâsıyla îman etmiş olamazsınız. Birbirinizi sevmeniz için ben size bir yol göstereyim mi? Aranızda selâmı ifşa ediniz".

Buhârî[150]  ve Müslim [151]tarafından rivayet edilen bir hadîsinde de Hazreti Peygamber, müslümanm müslüman üzerindeki beş hakkından birinin selâm vermek olduğunu bildirmiştir: "Müslümanm müslüman üzerindeki hakkı beştir..." Bir rivayette de şöyle denilmiştir: "Beş şey vardır ki, müslümanm diğer bir müslüman kardeşine karşı bunları yerine getirmesi vâcibtir. Bunlar: Selâmı alıp mu­kabele etmek, aksırana duâ etmek, davete icabet etmek, hastayı ziyaret etmek, cenaze arkasından gitmek".

Buhârî [152]ve Müslim [153]tarafından nakledilen başka bir hadîsinde ise, Hazreti Peygamber, selâm vermeyi, İslâm'ın en hayırlı işlerinden biri olarak tanımlamıştır. Abdullah İbn Amr'in rivayetine göre bir adam, Hazreti Peygambere "İslâm'ın en hayır­lı işi hangisidir?" diye sorduğu zaman, Hazreti Peygamber: "Yemek yedirirsin; tanıdığına ve tanımadığına selâm verirsin." buyurmuştur.

Selâm vermenin âdabına gelince, yine Buhârî [154]ve Müslim [155]'in rivayet ettikleri bir hadîsten öğrendiğimize göre, bir binek üzerinde giden kimse, yaya yürüyene, yaya yürüyen otu­rana, sayıca az olanlar çok olanlara, küçük büyüğe selâm verir. Bir ri­vayette Hazreti Peygamberin küçük çocuklara selâm verdiği belirtil­miştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, selâm, İslâm'ın ihmal edilmemesi gereken önemli hasletlerinden biridir. Müslümanlar, aralarındaki kardeşlik bağını en güzel biçimde selamlaşma ile kuvvetlendirebilirler ve esasen bu bağın korunmasından da sorumludurlar. Bu sebepledir ki, Allahu Taâlâ, onları diğer amellerinde olduğu gibi selamlaşmaların­da da murakabe eder ve kıyamet günü bütün amelleriyle birlikte onun hesabını da mükelleflerden sorar.

87.  Allah 'tan başka ilâh yoktur. O sizi, vukuun­da hiçbir şüphe bulunmayan kıyamet günü muhakkak toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?

87  Kıyametin vukuundan şüphe etmek mümkün müdür? Allah bir­dir ve O'ndan başka ilâh yoktur. Binâenaleyh var olan her şeyi dilediği şekilde yaratan, dilediği hükme bağlayan ve dilediği sonuca ulaştıra­cak olan yalnız O'dur. Nitekim işte O, insanları da yaratmış ve hareket­leri için belli kurallar vazederek onlara bu kurallara uymalarını emret­miştir. Eğer bir yerde bir âmir varsa ve bu âmir, memurlarının uymasını istediği bir takım kurallar da koymuşsa, onların bu kurallara uymalarını sağlayacak,   uymayanlar olursa onları da cezalandıracak bir ceza müessesesinin bulunması çok tabiîdir ve reddedilemeyecek kadar açık ve kesindir. İşte bu basit misalden hareketle diyebiliriz ki, kâinatın tek yaratıcısı ve yegâne hâkimi ve âmiri olan Allah, insanları yarattıktan sonra, peygamberleri vasıtasıyla onlara uymaları gereken ahkâmını bil­dirmiş, sonra da kıyamet gününden onları haberdâr ederek, o gün, is­tisnasız herkesi toplayacağını, ahkâmına uyanları mükâfatlandırıp karşı gelenleri en acı bir şekilde cezalandıracağını söylemiştir. Allah'ın sözün­den kim şüphe edebilir? Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?

Allah'ın varlığına ve birliğine îman ile, âhırete, âhırette yeniden diril­meye ve hesaba îman, dînin en önemli iki rüknüdür. Bütün peygamber­ler, gönderildikleri kavimlere önce bu iki îman esasını tebtîğ etmişler ve bu iki esasın gerektirdiği şekilde amel etmeleri için onları uyarmışlardır. Bu iki rüknün önemi dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'de de bir takım ahkâm serdinden sonra bazan her ikisinin, bazan birinin, bazan da diğerinin zikredilmesini ve hattâ sık sık bunlara yer verilmesini anlamak güç değildir. Çünkü biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, Allahu Ta'âlâ tarafın­dan vazedilen- ve Peygamberi vasıtasıyla insanlara teblîğ olunan bu ahkâmın hikmet-i vücûdu, kendileriyle amel etmek ve onlar sayesinde doğru yolu bulmaktır. İşte Kur'ân-ı Kerîm'de bu ahkâmın zikrinden sonra dînin en önemli İki rüknü olan tevhîde ve âhırette ba'se, hesab ve ce­zaya yer verilmesi, bu ahkâm ile amel edilmesini temin ve teşvik gayesine matuftur. Zira Allah'ın varlığına ve birliğine inanan, âhıret gününe, o günde yeniden dirilmeye ve dünyada işlenen amellerin he­sabının mutlaka görüleceğine îman eden kimsenin, Allah'ın uyulmasını emrettiği ahkâma sırt çevirmesi elbette mümkün değildir. İşte bu manâ­da Allahu Ta'âlâ, insanlara canlarını ve mallarını Allah yolunda cömert­çe sarfetmelerini gerektiren savaş emrini verdikten ve savaşla ilgili bazı ahkâmı serdettikten sonra, mü'minlerin Allah yolunda savaşmalarını ve savaş ahkâmına uymalarını sağlamak üzere dînin bu iki önemli rüknünü hatırlatmış ve Allah'ın emir ve nehiylerinden gafil olmamalarını ihtar ederek demiştir kfc Allah'tan başka ibadet edecek hiçbir ilâh yoktur. Bu itibarla O'na ibadette, emir ve nehiylerine boyun eğmekte kusur et­meyin. Zira dünya ve âhıretteki mutluluğunuz, ruh ve akıl yönünden gelişip olgunlaşmanız, kendiniz gibi bir beşere ubudiyetle kut ve köle olmaktan kurtulmanız, ancak Allah'a ibadet ve itaat etmenizle mümkün olur. Âhıreti düşünün; orada mutlaka toplanacak ve hesaba çekile­ceksiniz. Bunda hiçbir şüphe yoktur; çünkü bu, Allah sözüdür ve O'ndan daha doğru sözlü bir kimse yoktur. O halde Allah'ın ahkâmın­dan yine yüz çevirir misiniz?

88.  Size ne oluyor ki, münafıklar hakkında, Allah onları kazandıkları (günâhlar) yüzünden tepetakla etmişken, (ihtilâfa düşüp) üdgurup oluyorsunuz. Allah 'm sa­pıklığa düşürdüğü kimseleri, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz?Allah'ın sa­pıklıkta bıraktığı kimse için (kurtuluşa) asla bir yol bulamazsın.

89.   Onlar küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu et­mektedirler. Bu itibârla onlar, Allah yolunda hicret etmedikçe, onlardan (her­hangi bir) dost edinmeyin. Eğer (hicret et­mekten) yüz çevirirlerse, bulduğunuz  yerde onlan tutun ve öldürün. Onlardan ne bir dost ve ne de bir yardımcı edinin.

90.  Ancak sizinle aralarında anlaşma bulu­nan bir kavme sığınanlara, yahut sizinle veya kendi kavimleriyle dövüşmek (iste-medUderin)den göğsü daralıp size katılan­lara dokunmayın. Eğer Allah dileseydi, onlan da sizin üzerinize musallat eder, onlar da sizinle dövüşürlerdi Yok eğer siz­den uzaklaşırlar, sizinle dövüşmezler ve banşı size bırakırlarsa, bu takdirde Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol açma­mıştır.

91.   (Bununla beraber) diğer bazılarını da, siz­den ve kendi kavimlerinden emin olmak ister bulacaksınız. Fitne için her davet olunuşlannda,onun içine başaşağı dalar­lar. Bu sebeple (böyleleri), sizden uzak durmazlar; barışı size bırakmazlar ve el­lerini de çekmezlerse, onlan bulduğunuz yerde tutup öldürün. İşte böylece sizi, on­lara karşı (ve onların öldürülmeleri husu­sunda) açıkça yetkili kılıyonız.

Bundan önceki âyetlerle başlatılan savaş ahkâmının bu âyetlerde de devam ettiği Ve mü'minlerin bazı davranışları dolayısıyla tevbih ve emirlere muhatab kılındıkları görülmektedir. Âyet-i kerîmelerde söz ko­nusu edilenler, müslümanlığınt ilân edip de nifak peşinde koşan müna­fıklarla mü'minlere karşı dostluk ve yardım gösterisinde bulunup aleyhlerinde faaliyet gösteren müşriklerdir. Âyet-i kerîmelerin nüzul sebebi olarak birbirinden farklı muhtelif haberler rivayet edilmiştir. Bu-hârî [156]ve Müslim [157]'in Zeyd İbn Sabit tarîkıyle rivayet ettikleri bir haberden öğrendiğimize göre, Hazreti Peygamber Uhud savaşı için yola çıktığında, yanında bulunanlardan bir gurup, savaşmaktan vazgeçerek geri dönmüştü. Hazreti Peygamberin ashabı geri dönenler hakkında iki guruba ayrılmış, bir kısmı "bunları öldürelim" derken, diğer bir kısmı da, buna karşı çıkmış ve öldürülmelerini isteme­mişti. Bu ihtilâf üzerine "size ne oluyor ki, münafıklar hakkında İhtilâfa düşüp iki gurup oluyorsunuz?' âyeti nazil olmuştur.

Tefsirler sebeb-i nüzul hakkında başka haberler de zikrederler. Bunlardan bazıları şöyledir:

1)  Âyet-i kerîme, müslüman olarak Medîne'ye, Hazreti Peygam­bere gelen bir kavim hakkında nazil olmuştur. Bu kavim Medine'de bir süre kaldıktan sonra Hazreti Peygambere gelip sahraya çıkmak üzere ondan izin istemişler, kendilerine izin verildikten sonra da Medîne'den ayrılmışlar ve müşriklerle birleşmişlerdir. Müslümanlar arasında bunların durumu münâkaşa konusu olmuş, bazıları, "eğer müslüman olsalardı bizimle birlikte burada kalırlar, bizim sabrettiğimiz gibi sabrederlerdi" demişler, bazıları da onların müslüman olduklarını, durumları iyice anlaşılmadıkça onların küfre nisbet edilmemeleri gerektiğini ileri sür­müşlerdir. Müslümanlar arasındaki bu ihtilâf âyet-i kerîmenin nüzulüne sebep olmuştur.

2)  Âyet-i kerîme, Mekke'de müslüman olduklarını ileri süren, fakat müslümanlara karşı müşriklere yardım eden bir kavim hakkında nazil olmuştur. Müslümanlar bu kavmin durumunu münâkaşa edip iki guru­ba ayrılınca Allahu Ta'âlâ bu âyeti indirmiştir.

3)   (Hazreti Âişe'ye iftira) hâdisesini çıkaranlar hakkında nazil olmuştur.

Müfessirler arasında câri olan âdete göre sebeb-İ nüzul, bir âyetin nüzulünden önce veya nüzul sırasında cereyan eden hâdiseleri topla­mak ve bu hâdiseler arasında tefsîr yönünden âyete en uygun olanını seçmek suretiyle tesbit olunur. Bu sebeple herhangi bir âyetin nüzul sebebi olarak nakledilen hâdise, çok defa o hâdiseyi ilk olarak değer­lendiren ve âyetle hâdise arasında bir bağlantı kuran ilk müfessirin anlayışından oluşur ve bir âyet hakkında ileri sürülen esbâb-ı nüzulün çokluğu ve hattâ zikredilen hâdiseler arasında yakın bir benzerliğin bazan bulunmayışı bile bu yüzdendir. Ancak burada şu hususa işaret edebiliriz ki, âyet-i kerîmelerin biribirine delâlet eden manâlarından da anlaşılacağı üzere, sözü edilen ve bulundukları yerde öldürülmeleri em-rolunan münafıklar, Medîne'de müslüman oldukları halde, Hazreti Pey­gamberi ve müslümanları sık sık meşgul ve rahatsız eden, kendilerin­den Bakara sûresinde söz edilen ve haklarında Munâfikûn adiyle bir de sûre indirilen münafıklar değildir. Bunlar, müslümanlara yakınlık gös­teren, fakat müşriklerle birlikte hareket eden ve yine müşrik olan bir zümredir. İşte Allahu Ta'âlâ bunları kasdederek mü'minlere hitap etmiş ve buyurmuştur ki:

88. Size ne oluyor ki, münafıklar hakkında, Al­lah onlan kazandıkları (günâhlar) yüzünden tepetakla etmişken, (ihtilâfa düşüp) iki gu­rup oluyorsunuz. Allah'ın sapıklığa dü­şürdüğü kimseleri ıut doğru yola mı iletmek isliyorsunuz? Allah'ın sapıklıkla bıraktığı kimse için (kurtuluşa) asla bir yol bulamaz­sın.

88 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi âyet-i kerîmedeki hitap bütün mü'minlere olmakla beraber, tevbih, münafıklar üzerinde münâkaşa edip ihtilâfa düşen müslümanlara yöneliktir. Daha önceki âyet-i kerî­melerde savaş ahkâmından söz edilmiş ve konu, Allah'tan başka, ken­disinden korkulan, huşu duyulan ve kendisi için, ahkâmı terkedilebile-cek olan bir ilâhın bulunmadığı hususundaki açık ve kesin beyanla noktalanmıştı. Yukarıdaki âyet-İ kerîmeler ise, kendinden önceki âyet­lerle irtibatını sağlayan ve istifham-ı inkârîyi diğerlerinden ayıran bir fâ harfiyle gelmiş ve denilmiştir ki: Ey mü'minler! Madem ki Allahu Ta'âlâ size kendi yolunda savaşmanızı emretmiş, savaştan kaçanları ve "savaşı neden bizim üzerimize farz kıldın?" diyenleri tehdit etmiş ve madem ki Allah'tan başka itaat olunacak, emir ve nehiyleri kendisi için terkedilebilecek bir ilâh yoktur, o halde size ne oluyor da münafıklar hakkında ihtilâfa düşüp iki guruba ayrılıyor ve bölünüyorsunuz? O mü­nafıklar ki, Allah'a ve Peygamberine inanmamış müşrikler olmalarına rağmen, size, sizin kuvvetli ânınızda dostluk gösterisinde bulunuyorlar; zayıf ânınızda ise, size düşmanlık besliyorlar ve diğer müşriklerle birlikte aleyhinize faaliyet gösteriyorlar. Siz ise, bir kısmınız onların dost­luğuna güvenerek onlarla dost kalalım diyorsunuz. Bir kısmınız da, on­lara düşman muamelesi yapılmasını istiyorsunuz. Halbuki onları Allah haktan uzaklaştırmış ve tepetakla etmişken, yani onlar size dost görünüp de ters yüz edip müşriklere yönelmiş ve şirke dalmışken, siz onlar hakkında nasıl böyle tefrikaya düşüyorsunuz? Allah'ın sapıklığa düşürdüğü kimseleri siz doğru yola mı İleteceksiniz?

Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede kendilerinden söz edilen müna­fıkların, tepetakla edilişlerini ve sapıklıkta bırakmışlarını kendisine isnad etmiş ve onları kendisinin tepetakla ettiğini ve sapıklıkta bıraktığını bil­dirmiştir. Bu, şüphesiz Allah'ın kullarını zora koşması veya onlara zul­metmesi manâsında değildir. Tepetakla olanlar ve sapıklıkta kalanlar, elbette kendi amelleriyle kendilerini böyle bir akıbete hazırlamışlar, Allah da onları lâyık oldukları bu neticeye ulaştırmıştır. O halde kendi günâhla­rı kendilerini çepeçevre kuşatmış olan ve bu günâh yığınından kurtul­mak için en ufak bir harekette de bulunmayan bu münafıkları hiç kimse zulmetten nura, yahut dalâletten hidayete çıkaramaz. Hiç kimse onları hakka ulaştıracak bir yol bulamaz. Zira hak için tek bir yol vardır ve o da, Allahu Ta'âlânm strat-ı müstakîm olarak yalnız mü'minleri hidayet ettiği yoldur. Bu yolun sağında ve solunda ise, sadece bâtıla giden pek çok yollar vardır ve her kim bu yollardan birine sülük ederse, sülük ettiği bu yolda ilerlediği ölçüde haktan uzaklaşır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, En'âm sûresinin 153 üncü âyetinde buna işaret ederek şöyle buyur­muştur: "Bu, hiç şüphesiz benim dosdoğru yolumdur; bu itibarla ona uyun; diğer yollara uymayın. Aksi halde sizi O'nun yolundan ayırır". Allah'ın doğru yolu, insanın bütün amellerini akl-ı selîmine vurarak hak olduğuna, halde ve İstikbalde menfeatinin kendisinde bulunduğuna kaani olduğu amellere tâbi olmakla tebeyyün eder. İnsanın bu yoldan uzak kalmasının belli başlı sebepleri ise, taklid, gurur ve geçici menfeat-larına kanarak üzerinde bulunduğu yolun en mükemmel yol olduğu hu­susundaki yanlış zannı ve bu zan üzerindeki inad ve ısrarıdır. Böylece hakkı batıldan, gerçek menfeati zarardan ayırt edebilecek olan aklı da devre dışı bırakarak batıla saplanan insan, Allah'ın dosdoğru yolundan uzaklaşmış olur ve hiç kimse onu bu yoldan ayırıp hak yola sokamaz.

İşte, bazan müslümanlara dost .görünseler bile, aslında onların en büyük düşmanları olan ve üzerinde bulundukları Allah'ın gerçek dîninin de tamamiyle ortadan kalkmasını cân u gönülden arzulayan kâfir mü­nafıkların hali budur.

89. Onlar küfür işedikleri gibi, sizin de küfür is­leyip kendileriyle bir olmanızı arzu etmekte­dirler. Bu itibarla onlar, Allah yolunda hicret etmedikçe, onlardan (herhangi bir) dost edinmeyin. Eğer (hicret etmekten) yüz çevirir­lerse, bulduğunuz yerde onlan tutun ve öl­dürün. Onlardan ne bir dost ve ne de bir yar­dımcı edinin.

89 Ey mü'minler! İşte sizin dostluklarına güvenip size yardım ede­ceklerini umduğunuz ve hidayette olduklarını düşündüğünüz bu mü­nafıklar, sadece kendi Rüfürleriyte hemhal olan ve başkalarının inancıyle ilgilenmeyen kâfirlerden değildirler. Bunlar, sizin îmanınızdan, ve İslâm'ınızdan dolayı size düşman olan ve bütün benlikleriyle sizin de îmandan ve İslâm'dan koparak kendi yollarına girmenizi, kısacası, sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı isteyen kâfirlerdir. Bütün arzuları, sizinle birlikte, üzerinde bulunduğunuz İslâm'ın ortadan kalkması ve yeryüzün­den silinmesidir.

İşte, İslâm'a ve müslümanlara karşı davranışları bu olan münafıklar, hicret edip sizinle birlik olmadıkça onların müşriklere karşı size yardım etmeleri İçin onlardan dost edinmeyin. Çünkü gerçek mü'min, Peygam­beri ve onunla birlikte olan mü'minleri tehlike İçinde bırakmaz ve âciz kalmadıkça onlara hicret etmekten vazgeçmez. Fakat haklarında ihtila­fa düştüğünüz işte bu münafıklar, hicrete kaadir oldukları halde hicret etmemişlerdir. Bu da onların nifaklarının en açık delilidir.

Âyet-i kerîmede söz konusu edilen hicret, bazı müfessirler tarafın­dan, Hazreti Peygamberin Buhârî

[158]tarafından da rivayet edilen "muhacir, Allah'ın nehyettiği şeylerden hicret eden kimsedir." ha-dîsiyle tefsîr edilmiştir ki, bu manâ, günahkâr mü'minleri de şâmildir; zira nice mü'min ve müslüman kişiler vardır ki, bunlar, îmanları kemal mer­tebesine ulaşmadığı için Allah'ın nehyettiği pek çok günâhtan el çekmezler ve dolayısıyle muhacir sayılmazlar. Buna rağmen İslâm, böyle kimselere kâfir denilmesine asla rıza göstermemiştir.

"Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin" sözü ile Medine'de oturan münafıkların kasdedilmediği açıktır. Zira Hazreti Pey­gamber bunlardan hiçbirinin öldürülmesine izin vermemiştir. Buna göre hicret ile kasdedilen manânın, îman edip müslümanlara katılmak ve on­larla birlikte müşriklere karşı Allah yolunda savaşa çıkmak olduğu anlaşılır. O halde bu âyeti kerîmede Allahu Ta'âlânm nfıü'minlere yönelt­tiği emir şöyle açıklanabilir: Ey mü'minler! Aslında müşrik olup da size dost görünen, fakat size karşı müşriklerle birlikte olan kimseler, îman e-dip size katılmadıkça onlardan dost edinmeyin. Eğer îmandan ve hicret­ten yüz çevirirlerse, bulduğunuz yerde onları tutup öldürün. Onlardan ne bir dost ve ne de bir yardımcı edinin.

Allahu Ta'âlânın bu açık ve kesin emriyle Medîne'de yaşayan mü­nafıkların kasdedildiğini ileri sürmek mümkün görülmemektedir. Tarihen sabittir ki, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, eğer bu emirle kas-dedilenler Medîneli münafıklar olsaydı, Hazreti Peygamber Rabbının bu emrini yerine getirmekte asla tereddüt göstermez, en azından onların lideri ve kışkırtıcısı olan Abdullah İbn Ubeyy'i öldürtür, böylece diğer­lerine geçerli bir gözdağı vermiş olurdu. Oysa bilinen bir gerçektir ki, bu adamın nifakına tahammül edemeyen Ömer İbnu'l-Hattâb, onu Öl­dürmek için Hazreti Peygamberden izin istediği zaman, Allah'ın Rasû-lü (s.a.s.), "Peygamber ashabını öldürtüyor" dedirtmemek için ona İzin vermemiştir. Hattâ bu meşhur münafığın ölümünde, onun namazını kıldığı ve defnedilirken oğlunun isteği üzerine cenazesine sarılmak üzere gömleğini verdiği malûmdur. Şu var ki Allahu Ta'âlâ, sevgili Pey­gamberinin, bu münafığın namazını kıldırmasından hoşnud olmamış ve bununla ilgili olarak, Tevbe sûresinin 84 üncü âyetini indirmiştir. Bu âyette buyurulmuştur ki: "Onlardan ölen bir kimsenin namazını sakın (bir daha) kılma ve kabri başında da durma. Zira onlar, Allah'ı ve Rasölû-nü inkâr etmişler ve fâstk olarak ölmüşlerdir".

Bu açıklamadan sonra şu husus açıkça anlaşılmış olmaktadır ki, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde kendilerinden söz edilen münafıklar, müs-lümanlara dost olan ve onlarla dosluk ve yardım anlaşmaları yapan kâ­firlerdir. Ne var ki müslümanlar onların dostluklarına güvenip onlara yöneldikleri zaman, onlar yüz çeviriyorlar, müslümanlar ahidlerine sâdık kaldıkları halde, onlar bunu bozuyorlardı. Bu davranışları ise, şüphesiz, müslümanlara zarar vermek gayesine matuf İdi ve İslâm, elbette bunu müsamaha ile karşılayamazdı. Nitekim Allahu Ta'âlâ, münafıklık eden bu kâfirlere karşı en sert tedbiri zikretmiş ve bulundukları yerde tutulup öldürülmelerini emretmiştir.

Ahidlerini bozan kâfirlere karşı İslâm'ın bu sert muamelesi, onun nazarında ahde sadakatin önemini gösteren bir ölçü olarak da değer­lendirilmek gerekir. Nitekim bu âyet-i kerîmedeki emr-i ilâhî gereği bu­lundukları yerde öldürülmeleri gerek'en bu münafık kâfirlerden bazısı, eğer müslümanlarla aralarında ahid bulunan bir kavme sığınacak olur­larsa, bunlar, öldürülmekten kendilerini kurtarmış olurlar. Çünkü bunla­rı öldürmeye kalkışmak, ahidli kavme karşı ahdi bozmak manâsına gelir ki, İslâm buna hiç bir surette izin vermemiştir. Nitekim Aliahu Ta'âlâ, mü­teakip âyette, anlaşmalı kavme sığınanları, öldürme emrinden istisna ederek şöyle buyurmuştur:

90. Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlara, yahut sizinle veya ken­di kavimleriyle dövüşmek (istemedikle­rinden göğsü daraltp size katılanlara dokun­mayın, -Eğer Allah düeseydi, onları da sizin üzerinize musallat eder, onlar da sizinle dövüşürlerdi- Yok eğer sizden uzaklaşırlar, sizinle dövüşmezler ve barısı size bırakırlarsa, bu takdirde Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol açmamıştır.

90 Müfessirlerin büyük çoğunluğu, öldürülmekten istisna edilen­lerin küffar olduğu hususunda hemfikirdirler. Zira müslümanlarla savaşanlar ve onları buldukları yerde öldürenler kâfirlerden başkası değildi. Kâfirlerin müslümanlara karşı davranışları bu olunca, Allahu Ta'âlâ da bazı istisnalarla kâfirlere aynı muamelenin yapılmasını, yani onların da bulundukları yerde tutulup öldürülmelerini emretmiştir.

Âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı gibi, bazı kâfirlerin öldürülmekten istisna edilmeleri, başlıca iki sebebe dayanır:

1)  Müslümanlarla aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınmış olmaları. Bu sığınma, sığınan kâfirlerin de anlaşma hükümlerine ister is­temez tâbi olmalarını ve sığındıkları kavim gibi müslümanlara zarar ver­mekten, veya onları öldürmekten sakınmalarını gerektirir. Bu husus, İslâm dîninin, İslâm'a ve müslümanlara zararı dokunmayan kimselere ve özellikle kâfirlere karşı ne kadar müsamahalı ve ne kadar barışsever bir din olduğunun apaçık delilini teşkil eder.

2)  Müslümanlarla, yahut kendi kavimleriyle dövüşmek istememele­ri sebebiyle göğüslerinin daralması ve sulh yapmaktan başka çare kal­madığını anlayarak müslümanlara gelmeleri. Daha açık bir ifadeyle, müslümanlarla savaşmaktan vazgeçmeleri, öldürülmekten istisna edil­melerinin ikinci sebebidir. Bunlar, hem müslümanlarla olan anlaşmaları­nı bozmamak için dövüşmezler; hem de dövüşecekleri kimseler, kendi kavimlerinden oldukları için onlarla dövüşmeyi ağır bulurlar. Bunlar, müslüman olmasalar ve barış halinde müslümanlar lehine hareket et­meseler bile, onların aleyhinde de olmadıkça ve onlara zararları dokun­madıkça, bunu, müslümanların ve İslâm'ın lehine bir durum olarak mü­tâlâa etmekte elbette hiçbir sakınca yoktur. Nitekim Allahu Ta'âlâ, bunda müslümanların lehine bir durum olduğuna delâlet etmek üzere "eğer Allah dileseydi, onları da sizin özerinize musallat eder, onlar da sizinle dövüşürlerdi:* buyurmuştur. Binâenaleyh kâfirlerin, yukarıda

açıklanan iki sebeple müslümanlara kötülük etmekten ve onları öldür­mekten el çekmeleri, Allah'ın müslümanlar üzerindeki rahmetinin bir ne­ticesidir. Kâfirler müslümanları öldürmekten el çekince, müslümanlann da kâfirlerle savaşmalarına gerek kalmaz. Bu husus, Allahu Ta'âlânın, daha önce tefsirini yaptığımız Bakara sûresinin 190-192 nci âyetlerin-deki emirlerine de tamaman uygundur. Bu âyetlerde şöyle buyur­muştur: "(Ey mü'minler!) Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; fakat aşırı gitmeyin; zira Allah aşırı gidenleri asla sevmez. On­ları bulduğunuz yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çı­karın. Fitne öldürmekten beterdir... Fakat savaştan vazgeçerlerse, siz de onları bırakın. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Fitne bitinceye ve din sırf Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, (siz de onlardan elinizi çekin); zira zâlimler­den başkasına düşmanlık gerekmez". Bakara sûresinin bu âyetle-rinde gördüğümüz manâyı, şu anda tefsîr ettiğimiz âyet-i kerîmede de aynen görmek mümkündür. Nitekim bu âyetinde de Allahu Ta'âlâ şöyle buyur­muştur: "Yok eğer sizden uzaklaşırlar, sizinle dövüşmezler ve barışı size bırakırlarsa, bu takdirde Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol açma­mıştır". Yani yukarıda zikrettiğimiz iki istisna sebebinden biriyle kâfirler size sataşmaktan ve sizinle savaşmaktan el çeker ve barışı size bırakır­larsa ve sizde" de buna karşı tam bir güven hâsıl olursa, Allah da sizin için onlarla savaşmaya ve onları öldürmeye bir yol açmamıştır; kısaca­sı onlarla savaşmanıza izin vermemiştir.

91. (Bununla beraber) diğer bazılarını da, sizden ve kendi kavimlerinden emin olmak ister bu­lacaksınız. Fitne için her davet olunurların­da, onun için başaşağı dalarlar. Bu sebeple (böyleleri) sizden uzak durmazlar; barısı size .  bırakmazlar ve ellerini de çekmezlerse, onla rı bulduğunuz yerde tutup öldürün. İste

böylece sizi onlara karsı (ve onların öldürülmeleri hususunda) açıkça yetkili kılıyoruz.

91 Kâfirler arasında başka bir gurup daha vardır ki, İslâm'la ve müs-lümanlarla savaşmazlar; diğerleri gibi İslâm'ın ve müslümanlann yeryüzünden silinmesi için gayret sarfetmezler; müslüman da olma­mışlardır. Fakat mü'minler ile kâfirler arasında mütşreddittirler ve her iki guruba da yakınlık gösterirler. Müslümanların yanında müsülmanlar-dan, kâfirlerin yanında da kâfirlerden olurlar. Böylece kendilerini her iki tarafın yanında da emniyette hissederler. Onların bütün düşünceleri, canlarının ve mallarının selâmetidir. Ne var ki onlar, gerek İslâm'a yakın­lık göstermek ve gerekse savaşı terketmek ve sulh anlaşmaları yapmak suretiyle kendilerini müslümanlar yönünden emniyete almak isteseler bile, müşriklerin davetine icabet edip fitneye karışmaktan ve müslüman-larla savaşlarında onlara yardım etmekten kendilerini alamazlar.

İşte bu gibileri hakkında da, Allahu Ta'âlânın hükmü açık ve kesin olup bu hususta mü'minlere şu emri vermiştir: Eğer onlar da sizden uzak durmazlar ve sizi kendi başınıza bırakmazlar, sulh ve sükûnu İslâm'ın ve müslümanlann nef'ine yarayacak şekilde düzenlemenize engel olmaya ve müşrikler safında sizinle dövüşmeye devam edecek olurlarsa, onları bulduğunuz yerde tutup öldürün. Tecrübe ile sabit olmuştur ki, böylelerinin en iyi ilâcı budur. Onların öldürülmeleri husu­sunda size açık ve kesin deliller verdik ve sizi buna tam yetkili kıldık.

Âyet-i kerîmenin bu son ibaresi, bir evvelki âyet-i kerîmenin sonun­da yer alan ibarenin tam karşıtıdır. Zira o âyet-i kerîmede "sizden uzak dururlar, sizinle dövüşmezler ve barışı size bırakırlarsa, bu takdirde Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol açmamıştır"; yani onlarla dövüşmenize ve onları öldürmenize izin vermemiştir, buyurduğu halde, bu âyet-İ kerîmede, müslümanlardan uzak durmayanların, onlarla dövüşenlerin ve barışı onlara bırakmayanların öldürülmelerini müslü­manlara emretmiş ve bu hususta onlara apaçık deliller ve tam yetki vermiştir.

92.  Bir mü'minin bir mü'minihata dışı öldür­mesi olmaz. Eğer bir kimse, bir mü'mini hatâen öldürürse, (cezası), mü'min bir köle âzâd etmek ve öldürülenin ailesine -o ailenin sadaka olarak bağışlamaması halinde- teslim edilen bir diyettir. Eğer ölen, mü'min olduğu halde size düşman bir kavimden ise, bu takdirde (ceza), mü'min bir köle âzâd etmektir. Eğer si­zinle onların arasında andlaşma bulunan bir kavimden ise, öldürülenin ailesine tes­lim olunan bir diyet ve mü'min bir köle azadıdır. Fakat kim (bunu) bulamazsa, (cezası), Allah tarafından tevbesinin kabul edilmesi için üd aypespeşe oruç tut­maktır. Allah her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sahibidir.

93.   Her kim bir mü'mini kasden öldürürse, ce­zası, içinde daimî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük birazâb hazırlamıştır.

Yukarıdan beri konunun savaşla, ölümle ve öldürmekle ilgili olduğu açıktır. Allahu Ta'âlâ mü'minlere Allah yolunda savaşı emredip İslâm ve müslüman düşmanlarıyle savaşmanın Allah'a ve Rasûlüne İtaatin bir gereği olduğunu beyanla îmanı zayıf olanların ve münafıkların ölüm korkusuyle savaştan nasıl kaçtıklarını, halbuki ölümden kaçmakla ondan kurtuluşun mümkün olmadığını açıkladıktan, müslümanlara yakınlık gösterip kâfirlerle işbirliği yapan ve onlarla birlikte müslümanlara karşı savaşan kâfir münafıkların bulundukları yerde tutulup öldürülmelerini, ancak bunların, müslümanlarla anlaşmalı bir kavme sığınıp savaştan el çekmeleri veya müslümanlara iltihak etmeleri halinde onlara dokunul-mamasını emrettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, öldürülmesi şer'an helâl olmadığı halde hatâen ve kasıdlı olarak öldürülen kimseler hakkndaki hükmünü beyanla buyurmuştur ki:

92. Bir mü'minin bir mü'mini hatâ dışı öldür­mesi olmaz. Eğer bir kimse, bir mü 'mini ha­tâen öldürürse, (cezası), mü'min bir köle âzâd etmek ve öldürülenin ailesine-o ailenin sadaka olarak bağışlamaması halinde- tes­lim edilen bir diyettir. Eğer ölen, mü'min olduğu halde size düşman bir kavimden ise, bu takdirde (ceza), mü'min bir köle âzâd et­mektir. Eğer sizinle onların arasında andlaşma bulunan bir kavimden ise, öldü­rülenin ailesine teslim olunan bir diyet ve mü 'min br köle azadıdır. Fakat kim (bunu) bulamazsa, (cezası), Allah tarafından tev­besinin kabul edilmesi için iki aypespeşe oruç tutmaktır. Allah her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sahibidir.

92 Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmenin başında, bîr mü'minin bir mü'mini öldürmesini nehyetmiş ve böyle bir fiilin, bir mü'minin mü'minlik sıfatı­na hiçbir surette yakışmayacağını açık ve kesin bir uslûb ile beyan buyurmuştur. Bir öldürme fiilinin nefyi, çok defa şöyle bir ibare ile ifade edilir: Bir mü'min bir mü'mini öldürmez. Fakat âyet-i kerîmede öyle bir ifade kullanılmıştır ki, bununla sadece öldürme fiili nefyedilmemiş, fakat bu fiil nefyedilirken, bilhassa mü'minin sıfatına dikkat çekilerek bu sıfat­ta olan bir kimseden böyle bir fiilin sâdır olmayacağı vurgulanmıştır. Bu manâda Allahu Ta'âlâ buyurmuştur ki: Bir mü'minin bir mü'mini öldür­mesi olacak şey değildir. Çünkü onun sahip olduğu sıfat, yahut kalbini dolduran îman, ona bu fiili işleme imkânı vermez. Çünkü kalbte îman olduğu sürece nefsin asıl hâkimi ve hükümranı odur; insan iradesi, yal­nız onun taht-ı tasarrufunda ve yalnız onun sevk u idaresindedir. Bu sebeple insandan iradesi dâhilinde sâdır olacak her fiil, işlenecek her amel, îmanın kontrolünden geçmek ve tabir caizse, ondan vize almak zorundadır. Eğer bir fiil, veya bir amel, îmana aykırı düşüyorsa, onun in­sandan sâdır olmaması için, îman, onu vücuda getirecek olan bütün uzuvları uyarır ve onun vücut bulmasına engel olur. İşte bu sebepledir ki, bir mü'min bir mü'mini asla öldürmez. Çünkü îmânın bu konudaki düsturu, Allahu Ta'âlânın şu sözü olmuştur: nKim bir nefis, veya yeryüzünde bir bozgunculuk karşılığı olmaksızın bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur." (Mâide sûresi, 32).

Bununla beraber, insan iradesine dayanmayan ve sadece el ve ayak gibi insan uzuvlarından birinin hatalı bir hareketiyle, yahut hatalı bir düşünce ile öldürme fiilinin vukubulduğu da bir gerçektir. Bu gibi du­rumlarda ne îmanın irade üzerinde ve ne de iradenin uzuvlar üzerinde hiçbir rolü ve tesiri yoktur. Yahut böyle bir tesir söz konusu olsa bile, yanlış bir zandan kaynaklanmış ve uzuvlar, yanlış zanna dayalı iradenin emrini yerine getirmiş olurlar. Meselâ bir savaşta bir mü'min diğer bir mü'mini öldürmez. Fakat bir mü'min, karşısına çıkan birinin kâfir olduğunu zannederek onu öldürürse ve o da kâfir değii bir mü'min ise, yanlış bir zanla bir mü'mini öldürmüş olur.

Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede bir mü'minin bir mü'mini bilerek ve isteyerek öldürmesini nefyetmiş, fakat hataya ve yanlış zanna dayalı öldürme fiilini bu nefiyden istisna eylemiştir. Buna göre, bir mü'min bir mümini asla öldürmez; ancak bir müminin de insan olması ve hatadan salim bulunmaması sebebiyle bir mümini hataen öldürmesi olağandır. Şu var ki, bir mü'minin bir mü'mini hatâ ile de olsa öldürmesi, onun ted­birdeki kusuruna delâlet eder ve bu kusur da cezayı gerektirir. Bu se­bepledir ki hiç kimse, insanın hatâ ve nisyan (unutkanlık) ile malûl olduğunu ileri sürerek hatâsının sebep olduğu bir öldürme suçundan kendisini tebriye edemez. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin son âyetinde, mü'minlere talîm ettiği duada "Rabbımtz! Unutmuş, yahut hata yapmışsak, bizi bu yüzden muaheze etme!.." buyurmuştur ki, bu, unu­tan, yahut hatâ yapan kimselerin bu yaptıklarından dolayı muaheze edi­leceklerine, yani cezalandırılacaklarına delâlet eder. İşte bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, bir mü'minin bir mü'mini ancak bir hatâ neticesi öldür­müş olabileceğine işaret ettikten sonra, bu hatâya ve dolayısıyle ölüme yol açan tedbirsizlik, dikkatsizlik ve benzeri kusurlar sebebiyle bir mü'mini öldüren kimsenin cezasını zikretmiş ve "eğer bir kimse, bir mü'mini hatâen öldürürse, (cezası), mü'min bir köle âzâd etmek ve ölenin ailesine -o ailenin sadaka olarak bağışlamaması halinde- teslim edilen bir diyettir." buyurmuştur. Buna göre, hatâ ile kaatil olan bir mü'minin cezası:

1) Mü'min bir köle âzâdı ile,

2) Ölenin ailesine ödeyeceği diyetten ibarettir.

1) Mü'min köle âzâdı: Köle âzâdı, ortadan kaldırılan, veya yok edilen mü'min hür bir insanın yerine, yine mü'min hür bir insan ikame etmek manâsındadır. Çünkü kölelik, yokluğun değişik bir ifadesidir. Köle olan bir insana var olan bir insan nazariyle bakılmaz; varlığı hesa­ba katılmaz. Bu bakımdan köle ile yokluk eşittir; birbirinin aynıdır. Bir köleyi âzâd etmek ve ona hürriyetini bağışlamak ise, bir insan icad etmek ve insanlık âlemine bir insan bağışlamak veya bir insan kazan­dırmak demektir. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, ceza olarak mü'min bir! köle âzâd edilmesini emretmekle, öldürülüp ortadan kaldırılan, veya yokj edilen bir mü'minin telâfisini istemiş olmaktadır. Bu, hata ile bir mü'min1 öldürmenin keffareti olup Allah'ın kaatil üzerindeki hakkıdır ve bu hak-' kın sahibine elbette ödenmesi gerekir.

2) Ölenin ailesine ödenmesi gereken diyet: Kaatilin Allah'tan başkasına ödemek zorunda olduğu bir hak da, maktulün ailesine aittir. Çünkü kaatil, hatâ ile de olsa bu âilenirvbir ferdini öldürmüş ve o aileye büyük zarar vermiştir. Binâenaleyh bu ailenin kaatilden maktulün demi­ni taleb etmesi, yahut tazminat istemesi çok tabiîdir. Kaatil her ne kadar bir köle âzâd etmişse de, bununla ancak Allah'ın hakkını ödemiş olmak­ta, fakat ailenin zararı karşılanmış olmamaktadır. İşte kaatilin, maktulün ailesine de ödemek zorunda olduğu bu tazminata hukuk dilinde diyet denilmişir. Âyet-i kerîmede diyet nekre olarak zikredilmiştir ki, bundan, maktulün âilesince kabul edilebilecek bir miktar mal veya para anlaşılır. Bununla beraber sünnet, Araplar arasında maruf ve makbul olan öl­çülere göre bunu tayin ve tesbit etmiştir. Buna göre, hatâen öldürülen hür bir müslümanın diyeti, yaşları muhtelif yüz devedir. İcma da bunun üzerinde vâki olmuştur. Maktulün ailesi rıza gösterdiği takdirde, yüz deve yerine onların kıymetini ödemek de mümkündür. Kadının diyeti İse, erkeğin diyetinin yarısı kadardır. Çünkü erkeğin öldürülmesiyle hasıl olan zarar, kadının öldürülmesi halinde hasıl olacak zarardan daha büyüktür.

Müfessirler, âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzulü hakkında iki ayrı hâ­diseye işaret ederler. Birincisi, Ayyaş İbn Ebî Rabî'a'nın kâfir zannede­rek Haris İbn'Yezîd el-Âmirî'yi öldürmesidir. Ayyaş, Ebû Cehil'in ana bir kardeşi idi ve müslüman olmuştu. Ebû Cehil İse, azılı bir kâfir idi. Âmir İbn Luey oğullarından Haris İbn Yezîd ile birlikte kardeşi Ayyâş'a müs­lüman olması dolayısıyle işkence ederdi. Bu sebepten Ayyaş, Hâris'e karşı içinde bir kin besliyordu. Ancak sonraları Haris de müslüman olmgş ve hicret maksadıyle yola çıkmıştı. Bir rivayete göre bu hicret sıra­sında Harre'de, bir rivayete göre de Mekke fethinde Ayyaş ile Haris karşılaşmışlar; Hâris'in müslüman olduğunu bilmeyen Ayyaş onu öldür­müş, sonra da Hazreti Peygambere olan hâdiseyi haber vermişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indirilmiştir.

Sebeb-i nüzul olarak zikredilen ikinci hâdise ise, Ebu'd-Derdâ ile il­gilidir. Ebu'd-Derdâ, bir kâfiri öldürmek için kılıcını çekip üzerine yürü­düğü zaman, adam LÂ İLAHE İLLA'LLAH demiş, fakat Ebu'd-Derdâ,

onun, bu sözü ölüm korkusuyle söylediğini düşünerek onu öldür­müştür. Ancak bundan büyük üzüntü duymaya başlayınca da, Hazreti Peygambere giderek hâdiseyi anlatmış ve "onun ölüm korkusuyle bu sözü söylediğini düşündüm" demesi üzerine Hazreti Peygamber" onun kalbini mi yardın?" buyurmuştur. İşte bundan sonra da bu âyet nazil olmuştur.

Bir mü'minin hatâ ile öldürülmesi halinde kaatilin, maktulün ailesine diyet ödemesi, Allahu Ta'âlânın bu âyet-i kerîmedeki hükmü gereğince vâcibtir. Ancak Allahu Ta'âlâ, araya bir ölüm ve öldürme olayı girmiş olsa bile, bir hatâ sebebiyle mü'minler arasındaki kardeşlik duygularının k»n ve düşmanlığa dönüşmemesi ve kırgınlığın ilânihaye devam edip gitmemesi için diyetin kaldırılabileceğini, ancak bunun da, maktulün ai­lesinin kaatili bağışlamasıyle mümkün olabileceğini bir istisna ile beyan buyurmuş ve bu bağışlamayı da, maktul ailelerini affa teşvik ve tergîb etmek maksadıyle "sadaka" olarak isimlendirmiştir.

"Eğer ölen, mü'min olmakla beraber size düşman bir kavimden ise, bu takdirde (ceza), mü'min bir köle âzâd etmektir". Mü'min olduğu bilinen ve müslümanlar arasında yaşayan bir kimsenin yanlışlıkla öldü­rülmesi halinde, kaatilin, keffaret olarak mü'min bir köle âzâd etmesi ve maktulün ailesine diyet vermesi gerektiği beyan edildikten sonra, düşman bir kavme mensûb olarak öldürülen bir mü'minle ilgili hüküm zikredilmiştir. Yukarıda nüzul sebebi olarak işaret ettiğimiz hâdisede adı geçen Haris İbn Yezîd, bunun bir örneğini teşkil eder. Zira Haris, Haz­reti Peygamberin ve mü'minlerin düşmanı olan ve onlarla savaş halinde bulunan Kureyş'e mensub idi. iman etmiş, fakat hicret etmemişti. Bu sebeple müslümanlar onun îman ettiğini bilmiyorlardı. Ayyaş İbn Ebî Rabî'a da onu bu yüzden ve hicret için Mekke'den çıktığı bir sırada öl­dürmüştü. İşte Haris gibi dâr-ı harbte îman eden ve fakat îman ettiği bi­linmeyen bir kimse öldürüiürse ki o da hatâen öldürülmüş demektir; kaatile sadece keffaret gerekir; yani mü'min bir köle âzâd eder; fakat diyet gerekmez; çünkü diyeti alacak olan maktulün ailesi, dâr-ı harb-tedir ve müslümanlara karşı savaş halindedir. Onlara diyet vererek kuvvetlendirmek ve müslümanlara karşı savaşlarında onlara yardımcı olmak elbette olacak işlerden değildir.

Eğer öldürülen kimse, müslümanlarla aralarında anlaşma bulunan bir kavme mensûb olursa, bu takdirde maktulün ailesine verilmek üzere bir fidye İle mü'min bir köle âzâdı vâcib olur. Zira aralarında sulh anlaşması yapmış olan iki kavmin, karşılıklı olarak biribirlerinin hakları­na saygı göstermeleri gerekir. Dolayısıyle ne müslümanlar diğerlerinin, ne de diğerleri müslümaniarın canlarına ve mallarına, bu anlaşma

gereğince dokunamazlar. Buna rağmen bir anlaşmalı veya bir zımmî, bir mü'min tarafından öldürüiürse, bir mü'min öldürülmüş gibi, maktulün ailesine teslim edilecek bir hak olmak üzere diyet verilir ve Allah'ın hakkına karşılık keffaret olmak üzere de mü'min bir köle âzâd edilir. Mü'minin diyetinde işaret ettiğimiz gibi, burada da diyet nekire olarak zikredilmiş ve verilecek malın tesbiti maktulün ailesine bırakılmıştır. Zira bazı kavimlerde deve geçerli bir mal olduğu halde, diğer bazı kavim­lerde altın veya gümüşün tercih edildiği ve diyet olarak onların taieb olunduğu bilinmektedir.

Gayr-i müsiimlerin diyeti hakkında Hazreti Peygamberden gelen rivayetler arasındaki ihtilâf sebebiyle, fakîhler arasında da değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ahmed İbn Hanbel'in [159]Tirmizî[160], Nesâî  [161]ve İbn Mâce

[162]nin değişik ifadelerle rivayet ettikleri bir hadîsinde Hazreti Peygamber, kâfirin diyetinin, müslimin diyetinin yarısı kadar olduğunu beyan etmiştir. Keza Ebû Dâvûd [163]'un rivayetinde de "muâhedin diyeti, hürrün diyetinin yarısıdır." denilmiştir.

Zuhrî, Sufyân es-Sevrî, Zeyd İbn Alî ve Ebû Hanîfe gibi bazı imam­lar ise, âyet-i kertmenin zahirine bakarak zımmînin diyetinin, müslümantn diyeti gibi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim âyet-i kerîmenin baştarafında, bir mü'minin bir mü'mini hatâen öldürmesi halinde, cezasının, mü'min bir köle âzâd etmek ve bağışlanmadığı tak­dirde diyet ödemek olduğu ifade edilmiştir. Eğer öldürülen, müslüman­larla anlaşması bulunan bir kavimden olursa, bunun cezası da, diğerinde olduğu gibi, maktulün ailesine diyet vermek ve mü'min bir köle âzâd etmektir. Görüldüğü gibi her iki halde de zikredilen ceza şekli aynıdır. Şu farkla ki, birincisinde, yani bir mü'minin bir mü'mini öldürmesi halinde zikredilen ilk ceza köle âzâdı olduğu halde, ikincisinde ilk zik­redilen ceza şekli diyet olmuştur. Bu takdim ve tehirin, mü'minlerle ilgili hususlarda Allah hakkının, halkın hukukundan önce geldiğini göster­mek için yapıldığı düşünülebilir. Nitekim yine birinci halde, öldürülen bir mü'minin diyetinden kaatilin bağışlanmasıyle vazgeçilebileceğine İşaret edildiği halde, bir anlaşmalının öldürülmesi halinde kaatilin bağışlan­masından söz edilmemiştir. Çünkü affetmek veya bağışlamak mü'minlerin işidir ve Allahu Ta'âlâ da, onlara yaraşan bu işte, onları teşvîk ve tergîb maksadıyle âyet-i kerîmede bu istisnayı zikretmiştir.

Allahu Ta'âlâ, hatâ ile bir mü'mini, veya bir anlaşmalıyı öldüren bir mü'minin cezalarını beyan ettikten sonra, fakirliği dolayısıyle köle âzâd etmeye gücü yetmeyen kimselere, araya oruçsuz geçecek tek bir gün bile sokmamak şartıyle iki ay devamlı oruç tutmayı vâcib kılmıştır. Eğer arada oruç tutmadığı bir gün olursa, hiç oruca başlamamış gibi sayıl­dığı için yeniden başlar ve kesiksiz iki ayı tamamlar.

Bu hüküm, bir mü'minin dikkatsizlik ve tedbirsizlik sebebiyle yol açtığı ölüm olayından tevbe edip nefsini temizlemesi içindir. Çünkü Allah, mü'min kullarının işledikleri bir günâh veya bir hatadan dolayı tevbe etmelerini ve kendisi de onların tevbelerini kabul etmeyi ister. Bu, O'nun kulları üzerindeki rahmetinin çokluğundandır. O, şüphesiz her­kesin nefsinde ne olduğunu, bir hata yapmışlar veya bir günâh işlemişlerse, onu nasıl ve ne maksatla işlediklerini ve onun kirinden ve pisliğinden nasıl temizleneceklerini hakkıyle bilir ve onları doğru yola iletecek en güzel ve en mükemmel hükümleri vazeder; çünkü O hikmet sahibidir. Bu itibarla kim O'na itaat ederse, nefsini her çeşit pislikten te­mizlemiş ve kendisini dünya ve âhıret hayatının saadetine ulaştıracak olan doğru yolu bulmuş olur.

Allahu Ta*âlâ, ancak bir hatâ neticesinde işlenebilecek olan öl­dürme olayını ve böyle bir olaydan sonra kaatil olan bir mü'minin üzerine vâcib olan keffaret ve diyet cezalarını beyan ettikten sonra, bir mü'min tarafından hiç işlenmemesi gereken kasıtlı öldürme fiilini zikretmiş ve buyurmuştur ki:

  93.   Her kim bir mü 'mini kasden öldürürse, cezası, içinde daimî kalacağı cehennemdir. Allah onagazab etmiş, onu  lanetlemiş ve onun için büyük bir azâb hazırlamıştır.

93 Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bir mü'minin bir mü'mini kas­den öldürmesi olacak işlerden değildir; çünkü bu şekildeki bir öldürme fiili îmana aykırıdır. Nitekim Allahu Ta'âlâ bundan önceki âyetinde hatâ ile bir mü'mini öldüren mü'min için keffaret zikredip tevbe kapılarını açmış olduğu halde, kasden adam öldüren kimse için keffaret zikret­mediği gibi, onu kâfirden farksız olarak en şiddetli azâb ile tehdit etmiş ve akıbetinin, ebediyyen içinde kalacağı cehennem olduğunu açık­lamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif yerlerinde kasden adam öldürmenin Allah'a şirk koşmak ile yanyana ve aynı ayarda iki büyük günâh olarak zikredilmesi de bunun en açık delilini teşkil eder. Meselâ Furkân sû­resinin 68 nci âyetinde şöyle buyurmuştur: "(Rahman'ın gerçek kullan), Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmayanlar, hak yolla olmadıkça Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyenler ve zina etmeyenlerdir. Kim bunları yaparsa, günâhının cezasını bulur".

Kasden adam öldürmenin tahrîmi hakkında Hazreti Peygamberden pek çok sahîh hadîs de nakledilmiştir. Buhârî [164]ve Müs­lim [165]"in naklettikleri bir hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü insanlar arasında verilen ilk hüküm, kan dâvaları hakkındadır".

Yine Buhârî [166]ve Müslim [167]'in rivayetlerine göre Hazreti Peygamber "helak edici yedi şeyden çekininiz" buyurmuş; "onlar nedir, yâ Rasûlaliah?" denilince şu cevabı vermiştir: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı müstesna Allah'ın haram kıldığı bir hayatı öldürmek, yetim malı yemek, riba yemek, düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak, zinadan masun, hatırından bile geçmeyen mü'min kadına zina isnad etmek".

Ahmed İbn Hanbel [168]ve Nesâî [169]'nin Muâviye tarîkıyle rivayet ettikleri bir hadîsinde de Hazreti Peyamber şöyle buyurmuştur: "Mümkündür ki Allah bütün günâhları bağışlar; yal­nız kâfir olarak ölen adamla, bir mü'mini kasden öldüren adamın gü­nâhları müstesna; (onları asla bağışlamaz)".

Başta İbn Abbâs olmak üzere seleften bir gurup, gerek Kur'ân-ı Kerîm'deki bazı âyetlere ve gerekse Hazreti Peygamberden rivayet edilen sahîh hadîslere dayanarak, kasden mü'min öldüren bir kimsenin tevbesinin hiçbir surette kabul edilmeyeceği görüşünü benimsemişler­dir. Bunlara göre bir müşrik veya bir kâfir, şirkinden ve küfründen tevbe etse, bunun tevbesi kabul edilir; fakat bir mü'mini öldüren kimsenin tev-besi Allah indinde asla makbul değildir. Çünkü bir müşrik veya kâfir, küfür halinde iken işlediği bütün günâhları haram kılan bu şeriata inan­mamıştı. O sadece atalarından gördüğüne inanıyor ve nefsinin ken­disine emrettiği fiilleri işliyordu. Kendisinde haram ve helâl fikri belirme­mişti. Bu bakımdan işlediği bu fiillerde bir bakıma mazur sayılabilirdi. Fakat Peygambere ve Peygamberin teblîğ ettiği vahiylere inanmaya başlayınca, üzerinde bulunduğu yolun küfür ve dalâlet olduğunu anla­mış ve tevbe ederek bu yoldan ayrılıp hak yola girmiştir. Artık bundan sonraki bütün amelleri, girdiği bu yolun gereklerine ve Allah'ın rızasına uygun sâlih ameller olmak zorundadır. Ve böyle olduğu zaman da, o mü'minin. îman etmezden önceki bütün kötü amelleri affedilir ve hiç günâh işlememiş bir kimse gibi olur.

Allah'a, Peygambere ve Kitab'a inanan, haramın helâlin, emir ve nehyin ne olduğunu ve dolayısiyle kasden bir mü'min öldürmenin hür­metini bilen, yahut bilmesi gereken bir kimsenin durumu, yukarıdakin-den farklıdır. Eğer böyle bir kimse, Allahu Ta'âlânın, bir insan öldüren kimsenin bütün insanları öldürmüş gibi olacağı hususundaki açık ve kesin hükmüne rağmen ve bütün bunları bile bile, yine de kasden bir adam öldürürse, artık onun için bir mazeret bulmak mümkün değildir.

İşte bu sebepledir ki, onun, işlemiş olduğu bu büyük ve ağır cürümden tevbe etmesi Allah indinde makbul değildir; kâfir gibi cehennemde ebedîdir.[170]

Bazıları, kasden adam öldürenin cehennemde ebedî kalacağı hu­susundaki Allahu Ta'âlânın hükmünü ağır bularak âyet-i kerîmede ebedîlik manâsına gelen hulûd kelimesini, uzun süre cehennemde kalış manâsında tevil etmişlerdir. Bu manâya göre sürenin bir sonu vardır ve bu süre sona ulaşınca, kaatil mü'min cehennemden çıkacaktır. Ancak ibareleri açık ve kesin olan âyet-i kerîmenin bu manâda tevili, başka â-yetlerde başka tevillere yol açacağı için bu görüş fazla taraftar bulma­mıştır. Bazılarına göre de, Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmeyle, kasden bir mü'min öldüren kimsenin hak ettiği cezayı beyan buyurmuştur. Eğer di­lerse bu ceza ile cezalandırır; dilerse bağışlar. Nitekim daha önce tefsîrini yaptığımız Nisa sûresinin 48 inci âyetinde de Allahu Ta'âlâ, şirk dı­şındaki bütün günâhları bağışlayacağını buyurmuştur. Bu âyet-i kerîme şöyledir: "Muhakkak ki Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günâhları ise, dilediği kimse için bağışlar". Ancak mü-fessirlerin İbn Abbâs'tan naklettikleri bir haberden öğrendiğimize göre, bu âyet, şu anda tefsîr ettiğimiz âyetten altı ay önce nazil olmuştur ve son nazil olan âyet tarafından tahsis olunmuştur. Yani Allahu Ta'âlâ şirk dışındaki günâhları dilediği kimse için bağışlar. Fakat O'nun şirkle birlikte bağışlamayacağı bir günâh daha vardır, o da kasden adam öldürmektir. Nitekim yukarıdaki âyetinde Allahu Ta'âlâ, bir mü'mini kasden öldüren kimsenin cezasını ebediyyen içinde kalacağı cehen­nem  olarak tayin  etmiştir  ki, yine  Buhârî [171]'nin İbn

Abbâs'a dayanarak verdiği bilgiye göre, bu âyet, öldürme fiilinin ceza­sını tayin eden en son ayettir.

94. Eyîman edenler!' Allahyolunda savaş için sefere çıktığınızda, (dövüşeceğiniz kimse hakkında) teenni ile hareket edin; (ace­leye kapılmayın). Size selâm veren kim­seye, dünya hayatının malını arzuluyarak "sen mü'min değsin" deyip (onu öldür­meye kalkışmayın); zira Allah katında pek çok ganimetler vardır. Önceden siz de

böyle idiniz de Allah size iyilikle bulundu. Onun için dikkatli davranın. Allah, şüpsizin yaptıklarınızdan hakla  beraberdır.

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, bir mü'minin diğer bir mü'mini öldürmesinin asla olmaması gereken işlerden olduğunu, buna rağmen yine de böyle bir şey vukubulursa, bunun ancak bir hatâ ne­ticesinde olabileceğini, eğer kasden öldürürse, tevbesi kabul edil­meyecek bir suç işlemiş olması dolayısıyle içinde ebediyyen kalacağı cehennem azâbıyie cezalandırılacağını beyan etikten sonra, bu âyet-i kerîmesinde, İslâm'ın yayılmaya, müslümanların seferler düzenleyip müşriklerle sık sık  karşılaşmaya ve savaşmaya başladıkları sırada, hatâ ile öldürme olaylarının vukubulabileceği hususunda müminleri uyarmış ve olayların nasıl meydana gelebileceğini de, İslâm selâmına işaret ederek bir örnekle açıklamıştır.

Filhakika İslâm'ın yayılmaya başladığı Medîne döneminde hiçbir Arap beldesi ve hiçbir Arap kabilesi kalmamıştı ki orada müslüman ol­mamış, yahut gönlünü İslâm'a kaptırmamış üç beş kişi bulunmasın. Ancak bunlar sayıca az oldukları ve kavimlerinin şerrinden korktukları İçin,müslüman olduklarını, veya İslâm'a meyillerini gizlemek zorunda kalıyorlardı. Müslümanlarla müşrikler arasındaki savaş devam ettiği sürece, bunların endişe içinde yaşadıkları da bir gerçekti. Evlerini bark­larını terkedip müslümanlara katılamıyorlar, müşrikler arasında da rahat edemiyor ve huzur duyamıyorlardı. Hattâ bir müslüman keşif birliği veya sefer heyetiyle karşılaştıkları zaman, ne yapacaklarını ve nasıl hareket edeceklerini bilemiyorlardı. İşte bu gibi durumlarda dikkatli dav­ranmak ve teenni ile hareket etmek diğer müslümanlara düşüyordu ki, âyet-i kerîmede de bu meseleye yer verilmiş ve müslümanlar dav­ranışları yönünden uyarılmışlardır. Zira müşriklerle karşılaşan ve çarpışmaya giren bir sefer heyeti veya keşif kolu, müşrikler arasında bu­lunan Mekkeli bir müslümanı da öldürebilirdi.

Bir çok âyet-i kerîmede olduğu gibi, bu âyet-i kerîmede de, onun nüzulüne sebep olan bazı hâdiselerin izlerini açıkça görmek mümkün­dür. Buhârî [172]ve Tirmizî [173]'nin İbn Abbâs'tan gelen rivayetlerinde, Benû Suleym'den bir adam koyunlarını otlatırken, Rasûlullah (s.a.s.)'in ashabından bir gurupla karşılaşmış ve onlara selâm vermiştir. Fakat onlar, adamın kendilerinden korktuğu için selâm verdiğini düşünerek üzerine atılmışlar ve onu öldürmüşler; koyunlarını da Hazreti Peygambere götürmüşlerdir. Bunun üzerine Allahu Ta'âlâ bu âyeti indirmiştir.

Buhârî [174]'nin İbn Abbâs'tan naklen "Nebiy (s.a.s.) Mikdâd'a şöyle demişti: Kâfirler arasında yaşayıp da îmanını gizleyen bir adam, îmanını açığa vurduğunda sen onu öldürüyorsun. İşte bir za­manlar Mekke'de iken senin îmanını gizlemen de böyle idi." diyerek kı­saca İşaret ettiği hâdisenin cereyan tarzı da müfessirler tarafından an­latılmıştır. Hadîsin evveli şöyledir: Hazreti Peygamber, aralarında Mikdâd'ın da bulunduğu bir sefer heyeti çıkarmıştı. Bunlar, üzerine çı­karıldıkları kavme vardıkları zaman, onları dağılmış buldular. Yalnız orada pek çok malı olan bir adam kalmıştı. Bu adam onları görünce, Çşhedu en /â ilahe illa'llah dedi. Buna rağmen Mikdâd onu öldürdü. Hazreti Peygamber ise, bunu öğrenince "lâ ilahe İlla'llah diyen bir kim­seyi nasıl öldürürsün?" diyerek Mikdâd'ı azarlamış, Allahu Ta'âlâ da bu âyeti indirmiştir.

Ahmed îbn Hanbel [175]'in rivayet ettiği başka bir ha­dîste Abdullah ibn Ebî Hadred şunları anlatmıştır: Rasûlullah (s.a.s.) bizi, aralarında Ebû Katâde ve Muhallem İbn Cuşâme'nin de bulunduğu bir i müfreze ile göndermişti. Yolda Âmir İbnu'l-Azbat el-EşcaT ile karşılaştık. Bize selâm verdi. Fakat Muhallem üzerine yürüyüp onu öldürdü. Geri dönüp olanları Hazreti Peygambere anlattık. Bunun üzerine hakkımız­da Kur'ân'dan bu âyet indirildi.

Görüldüğü gibi bir âyetin nüzulü hakkında ayrı ayrı hâdiseler ve bu hâdiselere sebep olan ayrı ayrı şahıslar zikredilmiş ve hepsi de o âyetin nüzul sebebi olarak gösterilmiştir. Anqak şunu unutmamak gerekir ki, bir âyetin nüzulünden önce birbirine benzer olayların vukubulması tabiî karşılanması gereken bir husustur. Çünkü olmaması gereken ve hemen hemen hiç olmayan, yahut nadiren olan bir şeyi yasaklamaktan çok, ol­maması gerektiği halde sık sık olan bir şeyi yasaklamak, yahut bu hu­susta ilgilileri uyarmak, elbette çok daha tabiî bir şeydir. Zaten Hazreti Peygamber de, bu gibi hâdiselerin sebep olduğu bir âyet nazil olduğu zaman, bu âyeti ashabına okuyup teblîğ ediyor, bu hâdiselerde adı geçen kimseler de, âyet-i kerîmede sözü edilen hâdiseyi anlamakta gü­çlük çekmiyor ve âyet-i kerîmeyi kendi hadiseleriyle yorumlayarak "bu âyet bizim hakkımızda nazil oldu" diyorlardı. İşte çeşitli nüzul sebepleri bulunan bu âyet-i kerîmede Ailahu Ta'âlâ buyurmuştur ki:

 94.    Ey îman edenler! Allah yolunda savaş için

  sefere çıktığınızda, (dövüşeceğiniz kimse  hakkında) teenni ile hareket edin; (aceleye kapılmayın). Size selâm veren kimseye,dünya hayatının malını arzuluyarak "sen mü'min değilsin" deyip (onu öldürmeye

  kalkışmayın); zira Allah katında pek çok ganimetler vardır. Önceden siz de böyle idiniz de Allah size iyilikte bulundu. Onun için dikkatli davranın. Allah, şüphesiz, sizin yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.

94 Allahu Ta'âlâ bütün mü'minlere hitap ederek şöyle buyur-' muştur: Ey îman edenler! Ey Allah'ın varlığını, birliğini tasdik edip Pey­gamberinin yolunda gidenler! Emirlerine uyup nehiylerinden sakınan müslümanlar! Allah'ın ismini yüceltmek ve dînini yükseltmek için müşrik­lere karşı sefere çıktığınız zaman, öldürülmesinde tereddüde düştüğünüz kimseler hakkında acele etmeyiniz. Karşınıza gelen kimsenin, Allah'a, Rasûlüne ve size karşı kılıç çekmiş bir müşrik olduğuna kesin kanaat getirmedikçe onu öldürmeyiniz. Hele size selâm veren ve böylece kendisinin de sizden ve sizin milletinizden, sizin dîninizden olduğunu izhar ederek kılıcını indiren ve size teslim eden kimselere "sen gerçek mü'min değilsin" diyerek ve malına da tama ederek öldürmeye kalkışmayın. Eğer hedefiniz mal ise, unutmayın ki Allah katında hesab edemeyeceğiniz kadar çok mal vardır. Eğer 0 dilerse, sizi mala gar-keder. Fakat siz, öldüreceğiniz adamın mü'min mi, yoksa kâfir mi olduğuna bakmadan, sadece ganimet elde etmek için öldürecek olur­sanız, asıl Allah'tan kazanacağınız en büyük ganimeti kaçırmış olur­sunuz. Onun için dikkatli davranın ve size selâm veren kimseyi öldür­meyin. İslâm'ın bidayetinde siz, Mekke'de müşrikler arasında yaşarken aynı durumda değil miydiniz? Size selâm veren kişinin, dînini ve kalbin­deki îmanını kendi kavminden sakladığı gibi siz de kendi kavminizden saklamıyor muydunuz? Kalbinizdekinin ne olduğunu açığa vurmaksizın sadece dilinizdeki kelimeyle kanınızı ve canınızı koruduğunuzu nasıl unutursunuz? İşte bu, Allah'ın size en büyük lütfü, en büyük iyiliği idi. O halde zanla hareket etmeyin. Karşılaştığınız kişinin zahirî hali, onun îmanına yahut küfrüne delâlet etmek için yeterlidir. Nitekim Mekke'de İslâm'ınızın başında iken zahirî haliniz size kâfi gelmiş ve onunla canınızı ve malınızı müşriklere karşı korumuştunuz. Onun için dikkatli davranın ve kâfir öldürüyorum diyerek bir mü'minin canına kıymayın. Şunu da hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki, Allah sizin yaptıklarınızdan haberdârdır ve bu yaptıklarınızı hangi maksat ve ne niyetle yaptığınızı hakkıyle bilir. Size selâm vBren bir mü'mini "mü'min değildir" diyerek, fakat aslında onu malına tamâan öldürdüğünüzü O'ndan gizleyemez-siniz. O her şeyden haberdârdır.

Kısaca açıklamaya çalıştığımız bu âyet-i kerîme, müslümanları yönlendirmek bakımından, İslâm dîninin, adına lâyık olduğu veçhile nasıl bir sulh ve selâmet dîni olduğunu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır: Size selâm veren bir kimseye "sen mü'min değilsin" diyemez, onu öldüremezsiniz. Dînî mahiyette de olsa, birtakım meselelerde size muhalefet eden kıble ehlinden hiç kimseyi tekfîr edemez, onun katline cevaz veremezsiniz. Kılıç, sadece İslâm'a ve müslümanlara açıktan cephe almış, onlara savaş ilân etmiş ve onları yok etmek için faaliyete geçmiş kâfir ve münafıkların hakkıdır. Onlarla savaşa girdiğiniz zaman, yalnız İslâm'ın ve müslümanların zaferi için dövüşebilirsiniz. Fakat sırf ganimet elde etmek, yahut maddî kazanç sağlamak için savaşamaz, veya savaş kışkırtıcılığı yapamazsınız. İşte İslâm'ın bu talim ve telkini sebebiyledir ki, müslümanlar hâkim oldukları her yerde sulh ve selâmeti de hâkim kılmışlar ve oraları birer cennet köşesi haline getirmişlerdir. Yine bu sebepledir ki, müslümanların yabancı devlet ve milletlerle anlaşması ve sözleşmesi sulh ve selâmet için olduğu gibi onlarla savaşı da yine sulh ve selâmet için olmuştur. Şimdi müslümanların gayeleri ve gayretleri böyle olduğu halde, sadece ticaret için, zengin olmak için, kısacası kan emmek ve sömürmek için anlaşma bozan, savaş açan, zayıf ülkeleri işgal eden ve insanlarını hayasızca öldüren yahudî ve hırıstiyan devletlerin o azgın dav-ranıştarıyle müslümanların davranışlarını mukayese edebilir misiniz? Eğer yine de mukayese etmeyi dilerseniz, kendinize engel olmayın ve 'aralarındaki farkı kendi gözlerinizle görüp kendi aklınızla idrak edin.

95. Mü'minlerden, özür sahibi olmaksızın oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla  canlarıyle cihad edenler bir olmazlar.

 Allah, mallanyle ve canlarıyle cihad edenleri, oturanlara, derece itibariyle üstün kılmıştır. Gerçi Allah hepsine de cenneti   va 'detmiştir ve fakat mücahidleri, büyük mükâfat yönünden oturanlara üstün kılmıştır.

96. (Bu büyük mükâfat,) kendisinden (bir lütuf olarak bir takım) dereceler, bağış­lama ve merhamettir. Zira Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.

Allahu Ta'âlâ, selâm veren, yahut şehadet kelimesini tekrarlayan kimselerin öldürülmesine karşı mü'minleri uyarıp dikkatsiz davrananlara ihtarda bulunduktan sonra, yukarıdaki âyetlerinde, Allah yolunda cihada çıkmanın faziletini zikretmiş, canını ve malını bu yolda sarfeden-lerin, Rabları katında nail olacakları büyük mükâfatın mahiyetini açıklamıştır.

Müslümanların, sâlih ameller karşısında canlılıklarını koruyacak, rağbetlerini artıracak ve onları bu amelleri işlemeye teşvik edecek, buna karşılık, tembellikten, uyuşukluktan ve oturup kalmaktan uzak dur­malarını ve nefret etmelerini sağlayacak âyetlerle amelî ahkâma taalluk eden âyetleri birbiri arkasına ve karışık bir şekilde zikretmek, Kur'ân-ı Kerîm'in önemli özelliklerinden biridir. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerîmelerde bu özelliğin güzel bir örneğini görmek mümkündür. Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde savaşla ilgili bazı ahkâmı zikrettiği gibi, bundan sonraki âyetlerinde de yine savaşla ilgili diğer bazı ahkâmı zik-redecektir. İşte bu ahkâm âyetleri arasına, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, âmâl-i sâlihadan olan cihadın faziletlerini yerleştirmiş ve Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle cihada çıkanların ve savaşanların nail olacakları büyük mükâfatları beyan etmiştir. Bunda, şüphesiz, mü'min-ler yönünden son derece büyük faydalar vardır. Çünkü bir taraftan savaşla ilgili ahkâmın zikredilmesi, bir taraftan da ahkâmın taalluk ettiği savaşın faziletlerinden söz edilmesi, hem bu ahkâmla ilgili hedef ve şartların daha kolay ve daha İyi öğrenilmesini ve dolayısıyle onlara daha çok riayet edilmesini sağlar; hem de mü'minin amelî sahadaki canlılığını artırarak cihada çıkmasında ve Allah yolunda caniyle maliyle savaş­masında büyük rol oynar. İşte düşman ile savaşa çıkan bir orduda îman ile Kur'ân-ı Kerîm'in teşvik edici bu unsurları biraraya geldiği zaman, Allah'ın izniyle o ordunun önünde durabilecek hiçbir güç tasavvur olunamaz. Bu sebepledir ki, savaşan ordulara Kur'ân'ın öğretilmesi, onların zırhlı araçlarla bir kaç kat daha donatılması mesabesindedir. Al­lahu Ta'âlâ buyurmuştur ki:

95.  Müzminlerden, özür sahibi olmaksızın oturanlarla, Allahyolunda mallanyle ve can­larıyle cihad edenler bir olmazlar.  Allah, mal­larıyle ve eanlanyle cihad edenleri oturan­lara, derece itibariyle üstün kılmıştır. Gerçi Allah hepsine de cenneti va 'detmiştir ve fakat mücahidleri, büyük mükâfat yönünden oturanlara üstün kılmıştır.

96.   (Bu büyük mükâfat,) kendisinden (bir lütuf olarak bir takım) dereceler, bağışlama ve merhamettir. Zira Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.

95 Gerek cimrilikleri ve mala karşı aşırı derecedeki hırsları ve ge­rekse nefislerine ve rahatlarına düşkünlükleri sebebiyle Allah yolunda cihada çıkmayıp evlerinde oturanlarla, hem mallarını mülklerini ordunun teçhizatı için cömertçe sarfeden, hem de Allah isminin yüceltilmesi ve islâm dîninin yükseltilmesi için kanını ve canını aynı cömertlikle feda edenler hiç bir olurlar mı? Bunlar elbette bir değillerdir ve aralarında büyük fark vardır. İslâm ülkesini, müslümaniarı, müslümanların dinlerini, canlarını ve mallarını düşman tasallutundan koruyanlar da, şüphesiz, savaş zamanı evlerinde oturanlar değil, fakat Allah için ve Allah yolun-da savaşanlar, mallarını ve canlarını bu uğurda sarfedenlerdir. Eğer bunlar da evlerinde oturup Allah yolunda cihada çıkmamış olsalardı, yeryüzü, tağûtu ilâh edinmiş şirk ve küfür ehlinin istilâsına uğrar, cihad gerçekleştirilmediği sürece de onları yeryüzünden temizlemek mümkün olmazdı. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin 251 inci âyetinde bu manâya delâlet eden bir ifade ile şöyle buyurmuştur:"... Eğer Allah'ın, insanlardan bazısını diğer bazısıyle savıp yok etmesi olmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı".

Cihada çıkmaktan imtina edip evde oturanlar, âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi, özürlü oldukları için cihada çıkmayanlar değil, fakat hiçbir özürleri bulunmadığı halde, dünyaya ve dünya malına harîs ol­maları sebebiyle cihadı kendileri için tehlikeli sayanlardır. Zira mü'minler arasında, âmâ, eli ayağı tutmayan, yahut şifa bulmaz bir illete yakalanmış olan nice özürlü kimseler vardır ki, bunlar da diğer mü'minlerle birlikte cihada çıkmaya ve Allah yolunda canlarını feda et­meye can atarlar da özürleri bu isteklerini yerine getirmelerine engel olur. işte bu gibileri de Allah katında cihada çıkmış mü'minlerle bir ve aynı derecededirler. Allah, bunların hepsini de, derece itibariyle, sebep­siz ve özürsüz yere cihada çıkmayanlardan, daha açık bir ifadeyle Allah yolunda cihad etmekten kaçanlardan üstün kılmıştır. Binâenaleyh Allah, hem Allah yolunda mallarıyle canlarıyle cihad edenlere, hem de cihadı arzu etmelerine rağmen özürleri sebebiyle cihada çıkmayanlara en güzel akıbeti, yani cenneti va'detmiştir. Büyük ecir ve mükâfat yönünden de mücahidleri ve özürlü olup cihad edemiyenleri, özürsüz oldukları halde cihaddan kaçanlara üstün kılmıştır. Allahu Ta'âlânın mücahidlere va'dettiği bu cennette, onlar için son derece büyük mükâfatlar da vardır. Ancak nedir bu mükâfatlar?

96 Bu mükâfatlar, onların dünyadaki sâlih amellerinin karşılığı ola­rak, Allahu Ta'âlânın onları yükselttiği bir takım derecelerle, günâhlarının bağışlanması ve bunlara ilâveten Allah'ın onlara tahsis ettiği rahmettir.

Mü'min olarak cennete girecek olan insanların, dünyada olduğu gibi cennette de birbirinden farklı derecelere sahip olacakları, Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif âyetlerinden kolayca anlaşılabilmektedir. Meselâ İsrâ sûresinin 21 inci âyetinde Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: "Bak, (mü'min olsun kâfir olsun, insanları rızık yönünden) nasıl bazısını bazısından üstün kılmışızdır. Oysa âhırette daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler vardır".

İnsanların âhırette sahip olacakları bu dereceler; hiç şüphesiz, onların dünyada iken amel, îman ve çeşitli faziletler yönünden sahip ol­dukları derece ve üstünlükler itibariyledir. Zira heFkes tarafından bilinen bir gerçektir ki, yeryüzünde pek çok mü'min ve müslüman bulunmasına rağmen, bunlar, amel, îman ve fazilet yönünden biribirlerinin dengi değillerdir ve hiç kimse de onların eşit olduklarını iddia edemez. Birisi îmanını takva derecesineulaştırmış, ömrünü ibadetle ve insanlara yar­dım etmekle geçirir; bir başkası, yine kusursuz olsa bile diğerinin îmanı îmanî heyecanına sahip değildir ve ibadetlerini sıradan işler kabilinden yapar. Hâsılı hepsi de amel ve îman yönünden birbirinden farklı derecelerdedirler. İşte, dünyada iken farklı derecelerde olan bu insan­ların, âhırette Allah indinde sahip olacakları derecelerin de birbirinden farklı olması ve bazısına çok daha üstün derecelerin verilmesi çok tabiîdir. Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle cihad edenler de, işte bu üstün derecelere sahip olacak kimselerdendirler. Bu, onlara dünyadaki amellerinin karşılığı olarak Rabları tarafından tahsis olunmuş bir mükâfattır. Bundan başka yine mükâfat olarak, onların dünyada iken işlemiş oldukları bütün günâhları bağışlanacak ve bunlara ilâveten Allah'ın fazi u rahmetine nail olacaklardır. Zira Allah, çok bağışlayıcıdır; çok merhametlidir. O, bu sıfatları itibariyle mağfirete veya bağışlanmaya müstehak olanlara karşı bağışlayıcıdır; rahmetine müstehak olanlara karşı da, son derece merhametli olup, onlara kendi lütfü ile bol bol ih­sanda bulunur.

97.   Melekler, canlarını alacakları nefislerine zulmeden kimselere: "Ne iste idiniz? (Dî­ninizle ne derece meşgıl oldunuz?)" der­ler. Onlar: "Biz, yeryüzünde (kâfirler sebe­bi ile dînin gereklerini yapmaktan) âciz kalan kimselerdik." diye cevap verirler. (Melekler de:) "Allah 'm arzı geniş değil mi idi İd; oraya hicret etseydinizT derler. İşte bunların barınacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir yerdir.

98.   Erkeklerden, kadınlardan ve çocuklar­dan, (kâfirler yüzünden hicret etmekten gerçekten) âciz kalıp da bir çareye gücü yetmeyenler ve bir yol bulamayanlar böyle değildir.

99.   İste böylelerini Allah'ın affetmesi müm­kündür. Allah, çok affeden, çok bağışla­yandır.

100. Allah yolunda kim hicret ederse, gidecek bir çok yer ve genişlik bulur. Her kim de evinden Allah'a ve Rasûlüne doğru mu­hacir olarak çıkarda, sonra ölüm ona ye­tişirse, artık onun mükâfatı Allah'ın üze­rinedir. Allah, çok bağışlayıcı, -çok merhametlidir.

Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde, Allah yolunda mallarıyle ve can-larıyle cihad edenlerin, hiçbir özürleri olmadan cihaddan geri kalanlara üstünlüklerini beyan ettikten ve mücahidlerin dünyadaki bu amellerinin karşılığı olarak âhırette kazanacakları büyük mükâfatı açıkladıktan sonra, yukarıdaki âyetlerinde, müslüman olan, fakat müşriklerin yanın­dan ayrılmayan, İslâm'a ve müslümanlara hiç yardımları dokunmayan, kendilerine bu hususta bir şey söylendiği zaman da, kâfirler arasında yaşadıklarını, onlara karşı mukavemet edemediklerini ve bundan âciz kaldıklarını ileri süren başka bir kavmin halini zikretmiştir. Aslında bu kavmin kendisi için ileri sürdüğü mazeretinde haklı olduğunu kabul etmek elbette mümkün değildir. Zira müslümanlara düşen iş, kâfirler arasında oturup kendilerini mazur göstermek değil, fakat kâfirlerin yaşadıkları beldeden İslâm'ın gereklerini rahatça yerine getirebilecek­leri İslâm ülkesine hicret etmektir. Fakat onlar, hicrete güçleri yettiği halde bunu yapmamışlar, müşrikler arasında oturup mazeret beyan et­meyi, İslâm ülkesine hicret edip müslümanlarla birleşmeye tercih etmişlerdir.

Yukarıdaki hicretle ilgili âyetler, savaş ahkâmının siyakı içinde nazil olmuştur. Zira bu âyetlerin nazil olduğu sıralarda Arap ülkesi iki kısma ayrılmış bulunuyordu. Birisi dâru'l-hicre de denilen İslâm ülkesidir ki, müslümanların Mekke'den hicret edip güven içinde yerleştikleri Medine'dir. Diğeri ise, İslâm'ın doğuşundan sonra müslümanlara rahat vermeyen ve onların evlerini barklarını terkedip gitmelerine sebep olan, müşriklerin oturduğu dâru'ş-şirk veya dâru'l-harb de denilen Mekke...

İslâm ülkesi olan Medine'de müslümanlar kadar müslüman olma­yanlar da hür ve serbest idiler. Medine'ye diledikleri gibi girip çıkabi-liyorlardı. Onlardan hiçbirine birşey söylenmiyor, hiçbiri rahatsız edil­miyordu. Müşriklerin ülkesinde ise, müslümanlar müşrik tehdidi altında yaşıyorlar ve dinleri yüzünden eziyet ediliyor, işkence görüyorlardı. Eğer bir müslümanın müşrikler arasında kuvvetli bir tanıdığı yoksa, yahut bir hamiden yoksun ise, başına gelmedik felâket kalmıyordu. Tabiatiyle bu durumda olan bir müslüman da, dînin gereklerini yerine getiremiyor, müşriklerin yanında gerçek bir müslüman gibi hareket edemiyordu. İşte bu sebepledir ki, dâru'ş-şirkte, müşrikler arasında yaşayan bir müslü­manın hicret etmesi ve o yerden ayrılması gerekiyordu; bu, üzerine vâcibti. Dîninde hür olması ve nefsinden emîn bulunması için, müşrik saldırıları karşısında Hazreti Peygambere ve müslümanlara yardım edebilmesi için, dînî ahkâmı yerinde ve nazil olduğu sıra­da doğru bir şekilde öğrenip onlara uyabilmesi için dâru'Mslâma hicret etmesi lâzımdı. İlk büyük hicret böyle vâkî olmuştu. Fakat bu hicretten sonra daha pek çok müşrik hidayet bulmuş ve İslâm'ı din olarak seçmişti. Bunlardan bir kısmı gücü ve kuvveti sayesinde Mekke'den ayrılma imkânı bularak hicret etmiş, büyük bir kısmı da orada kalmıştı. Orada kalanlar da gurup guruptu. Bazısı hicret etmeye gücü yetmediği için îmanını ve İslâmını gizleyerek orada oturuyor; ba­zısı gücüne ve kuvvetine güvenerek îmanını ve İslâmını açığa vuruyor ve hicret edecek gününü bekliyor; bazısı da, hicrete güce yettiği halde, îmanındaki za'f dolayısıyle ailelerinin yanından ayrılmak istemiyor, müşriklerle beraber yaşamayı müslümanlarla bir olmaya tercih ediyor­du. İşte, yukarıdaki âyet-i kerîmeler, bu son gurupta zikrettiğimiz îmân-larındaki za'f dolayısıyle hicretten imtina eden ve müşriklerle beraber bulunan kimseler hakkında nazil olmuştur.

Buhârî [176]'nin muhtasar olarak İbn Abbâs'tan naklet­tiğine göre, müslümanlardan bir gurup, müşriklerle beraber bulunuyor ve bu, özellikle savaş zamanında Hazreti Peygambere müşriklerin sayıca çok görünmelerine sebep oluyordu. Bazan atılan bir ok onlar­dan birine isabet edip öldürüyor, yahut vurulup öldürülüyordu. İşte bu sebeple Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmeyi indirmiş ve buyurmuştur ki:

97. Melekler, canlarını alacakları nefislerine zul­meden kimselere: "Ne iste idiniz? (Dîninizle ne derece meşgul oldunuz?)" derler. Onlar: "Biz, yeryüzünde (kâfirler sebebiyle, dînin gereklerini yapmaktan) âciz kalan kimseler­dik." diye cevap verirler. (Melekler de:)" Allah 'm arzı geniş değil miydi ki; oraya hicret etseydiniz?1 derler, iste bunların barınacak­ları yer cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir.

97 Buhârî'nin yukarıda zikrettiğimiz muhtasar haberi, tefsirlerde daha geniş bir şekilde yine İbn Abbâs'tan şöyle nakledilmiştir: Âyet-i kerîmenin sebeb~i nüzulü: Mekke halkından bazı kimseler müslüman olmuşlardı. Ancak bunlar müstüman olduklarını gizliyorlardı. Müşrikler onları Bedir günü beraberlerinde getirmişlerdi. Bazıları savaş alanında yaralanıp ölünce, onları tanıyan müslümanlar "bunlar, müslüman idiler; buraya zorla getirilmişler; onlar için mağfiret dileyin." demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Müslümanlar, müşriklerle Bedir'e gelen ve orada yaralanıp ölen Mekkeli müslümanlar hakkında nazil olan bu âyeti, Mekke'de kalan diğer müslümanlara yazmışlar ve Mekke'de kal­maları için kendilerinden hiçbir mazeretin kabul edilmeyeceğini bildir-

mislerdi. Bunun üzerine Mekkeli müslümanlar Mekke'den çıkmışlarsa da, arkalarından yetişen müşrikler onları kandırıp geri dönmelerini sağlamışlardı. Bunun üzerine Ankebût sûresinin şu 10 uncu âyeti nazil olmuştur: "İnsanlar arasında Allah'a îman ettik diyen kimseler vardır. Fakat Allah uğrunda eziyet olundukları zaman, insanların eziyetini Allah'ın azabı gibi tutarlar". Müslümanlar bu âyeti de Mekke'dekilere yazmışlardı. Mekkeli müslümaniarın buna üzülmeleri üzerine de, Nahl sûresinin 110 uncu âyeti nazil olmuştur: "Eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra savaşan ve sabreden kimseler için Rabbın, onların bütün bu fiillerinden sonra çok bağışlayıcıdır; çok merhametlidir". Kendilerine bu âyet de yazılınca, Mekke'den çıkmışlar, arkalarından yetişen müşrik­lerle de savaşmışlardır. Bunlardan kimi kurtulmuş, kimi de öldürülmüştür.

İbn Abbâs'tan rivayet edilen ve birbirine bağlı hadisleri aksettiren bu haber, üç ayrı sûrede yer alan üç ayrı âyetin de nüzul sebebi olarak zikredilmiştir. Buna göre Ankebût ve Nahl sûrelerindeki son iki âyetin de, Nİsâ sûresinin bu âyetinden sonra ve Medine'de indirilmiş olması gerekir.

Allahu Ta'âlâ bu âyetinde kâfirleri engel göstererek dînin gereklerini yerine getiremediklerini söyleyen ve böylece özür beyan eden zayıf inançlı müslümaniarın halini açıklamıştır. Bu müslümanlar, sebeb-i nüzulde zikredilen ve müşriklerle birlikte Bedir'e kadar gelmiş olan Mek-kelilerdir. Ancak âyet-i kerîmenin manâsını, bin küsur sene önce cereyan etmiş bir hâdiseyle sınırlayan ve ona olup bitmiş nazariyle bakan kimselerin büyük hataya düşmüş olacakları muhakkaktır. Zira âyet-i kerîmenin manâsı umûmîdir ve her devirde çeşitli sebepler bahane ederek dînin gereklerini yerine getirmekten imtina eden kim­seler hakkındadır. İşte bu manâ içerisinde Allahu Ta'âlâ, eziyet edilmek korkusuyle veya başka sebeplerle dînin gereklerini yerine getirmeyen müsiümanları, nefislerine zulmeden kimseler olarak nitelendirmiştir. Çünkü bunlar, din hürriyetlerinin bulunmadığı bir yerde, zulüm ve zillet altında kendi rızalarıyle oturmakta ve bundan kurtulmak için de hiçbir gayret sarfetmemektedirler. Eğer bir kimse, zâlimin kendisine yaptığı zulme rıza gösterirse, kendi nefsine zulmetmiş olur. İşte, Allahu Ta'âlâ Mekke'de müşrikler arasında kendi rızalarıyle yaşayan müsiümanları, bu manâda nefislerinin zâlimi olarak zikretmiştir.

Melekler, nefislerinin zâlimi olan bu kimselerin ecelleri gelip de onların ruhlarını kabzettikleri zaman, onlara "dîninizle ilgili ne yaptınız ki? Müslüman oldunuz, fakat müşriklerin arasında oturup onlar gibi hareket ettiniz, onlar gibi yaşadınız." derler. Fakat onlar, müşrikler arasındaki durumlarını ileri sürerek "biz, bu durumumuzla âciz ve zayıf kılınmış bir kavimiz. Bu halde iken dînimizin vâciblerini yapamıyorduk." diye mazeret beyan ederler. Ancak melekler, onların bu özür beyanın­da haklı olmadıklarını belirtecek bir şekilde "Allah'ın arzı geniş değil mi? Dîni vecibelerinizi îfa edebileceğiniz bir yere hicret edemez mi idiniz? Nitekim sizden öncekiler de, bir kısmı Habeşistan'a, bir kısmı da Medine'ye hicret etmişlerdi." derler. İşte bunlar, aslında âciz ve zayıf ol­madıkları, istedikleri takdirde Mekke'den çıkıp başka bir yere gidebile­cek kudrete sahip bulundukları halde, kendilerini âciz ve zayıf addedip yerlerinden kımıldamamışlar, müşriklerle beraber yaşayıp dîni vecibe­lerini yerine getirmemekten de hiç endişe duymamışlardır. Bu yüzden îmandan çok küfre yakın düşmüşlerdir. İşte bunların kıyamet günü gi­decekleri yer cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir yerdir.

Âyet-i kerîme, Mekke'deki müslümanlar hakkında nazil olduğu halde, bunların cehennem azabı ile cezalandırılacak olmaları, müfessir-ler arasında değişik şekillerde tefsîrlerin ileri sürülmesine yol açmıştır. Bazılarına göre bunlar, İslâm'ı izhar eden, fakat aslında münafık olan kimselerdir. Bu sebeple gidecekleri yer cehennemdir. Bazılarına göre, hicret etmeleri gerekirken hicret etmedikleri için cehennemle tehdit olunmuşlardır; çünkü hicret, islâm'ın sıhhati için şarttır. Hicrete kudreti olan kimse, İslâm'ın gereklerini sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmek için hicret etmek zorundadır. Diğer bir görüş de, bu gibi durumlarda umumiyetle fukahânın dayandığı görüştür; o da şudur: Bunlar, yine de müslüman olmuş kişilerdir. Her büyük günâh işleyen müslüman gibi bunlar da cehennem azâbıyle cezalandırılabilirler. Allah dilerse, suçları ölçüsünde ontarı cehennemde bırakır; sonra çıkarır; dilerse, dilediği kimse için günâhını bağışlar.

Âyet-i kerîmeden istihraç edilmesi gereken hüküm şudur ki: Bir kim­senin, bulunduğu ülkede bir takım sebeplerle islâm'ın gereklerini hak-kıyle yerine getirememesi, yahut bu gerekleri yerine getirmesinin engel­lenmesi halinde, o ülkeden hicret etmesi, üzerine vâcibtir. Buna rağmen o kimse, tamamiyie kâfirlerin yaşadığı bir ülkede bulunsa ve dîninin gereklerini serbestçe yerine getirse, o ülkeden hicret etmesine gerek kalmaz. Aksine o ülkede kalarak kendi yaşayışıyle İslâm'ın güzellikleri­ni ülke halkına gösterip tanıtması ve onlara örnek olması tercih edilir.

Bir kimsenin bulunduğu ülkede, bir takım sebeplerle İslâm'ın gerek­lerini yerine getirememesi halinde o ülkeden hicret etmesi üzerine vâ­cibtir; ancak o kimsenin hicrete gücü yetmezse ne yapacaktır? Allahu Ta'âlâ, müteakip âyette de bunu beyan etmiş ve buyurmuştur ki:

98. Erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan, (kâfirler yüzünden hicret etmekten gerçek­ten) âciz kalıp da bir çareye gücü yetmeyen­ler ve bir yol bulamayanlar böyle değildir. j            

 99.   İşte böylelerini Allah'ın affetmesi mümkündür. Allah, çok affeden, çok bağışlayandır.

98  Dinlerinin gereğini kâfirlerin baskısı sebebiyle yerine getireme­yenlerin, bulundukları ülkeden hicret etmeleri üzerlerine vâcib olduğu halde bundan imtina edenlerin, yahut başka bir ifade ile, dînin gerekleri­ni yapamasatar bile kâfirler arasında onlarla beraber oturmayı, hicretin yorucu ve sıkıntı verici çeşitli güçlüklerine tercih edenlerin akıbeti, bir evvelki âyet-i kerîmede de gördüğümüz gibi cehennemdir. Ancak bu hüküm ve bu hükmün delâlet ettiği akıbet, dâru'ş-şirk veya dâru'l-harb de denilen kâfirler ülkesinden ayrılmaya ve hür bir ülkeye hicret etmeye gücü yeten, bunu gerçekleştirmeye maddî ve manevî her çeşit imkânı bulunan kimseler içindir. Fakat ister erkek olsun, ister kadın veya çocuk olsun, yaşlılık, fakirlik, hastalık ve bunun gibi insanın bir yerden diğer bir yere gitmesine engel olabilecek her çeşit bedenî arızası olan kim­seler bu hükmün dışmdadırlar. Çünkü asıl özürlüler bunlardır. Özürleri sebebiyle hicret edemezler ve hicret etmeye bir yol bulamazlar.

99  İşte hicret etmekten gerçekten âciz olan ve hicret etmek için hiç­bir çare bulamayan bu gibi kimseleri Allah'ın affetmesi ve dâru'l-küfrde ikametlerinden dolayı muaheze etmemesi mümkündür.

Dikkat edilecek olursa, Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede hiçbir gücü ve kudreti bulunmadığı için hicret edemeyen ve bu yüzden müşrikler arasında ikamet etmek zorunda kalan kimselerin affı hususunda kesin bir ifade kullanmamış, fakat ümid ve temenni manâsında "böylelerini Allah'ın affetmesi mümkündür." buyurmuştur. Bunun gayesi, bu gibi du­rumlarda hicretin son derece büyük olan önemine işarettir. Çünkü in­sanın, alışık olduğu bir yeri ve oranın insanlarını terketmesi çok güçtür. Bu güçlüğe bir de hastalık, yaşlılık, yahut fakirlik gibi yukarıda işaret ettiğimiz engeller eklenecek olursa, onun daha da ağıriaştığı ve insanın tahammül gücünü aşan bir dereceye ulaştığı görülür. Bununla beraber hicret edecek olan insanın bu güçlüğü dâima gözünde büyüttüğünü ve belki de yapabileceği bir işi, hiç yapamayacakmış gibi bir duyguya kapılıp acizlik gösterdiğini de unutmamak gerekir. Çoğu zaman da ka­pıldığı bu duyguda ve davranışında samimidir. Nitekim yapa­mayacağını zannettiği bu işe her nasılsa teşebbüs edip de onu başarıyle tamamladığı zaman şaşkınlık içinde kalır ve bunu nasıl başardığını kendi kendine sorar. İşte insanin, gerçekten başaramayacağına inanıp da yapmaya hiç teşebbüs etmediği, halbuki teşebbüs etse belki de başarabileceği böyle bir işten dolayı affedilme şansı azalabilir. O halde insan, yapılması gereken bir işin önemi üzerinde durup düşünmeden, kendi durumunu da gözönünde bulundurup onu iyice ölçüp tartmadan "ben bunu yapamam" diyerek kendisini o işten geri çekmemelidir. Özel­likle dînî vecibelerin hürriyet içinde yapılamadığı ve kâfir baskısının son derece şiddetli olduğu yerlerden uzaklaşarak rahat ve hür bir ülkeye göçetmek bir müslümanın üzerine vâcib olunca, hemen bir mazeret bulup bu işten sıyrılmak ve dînî vecibeleri yerine getiremese bile o ül­kede ikamete devam etmek kolay olacak bir iş değildir. Çünkü Allah, o kimsenin İleri sürdüğü mazeretin sahih olup olmadığını, hicrete gücü yetip yetmeyeceğini hakkıyle bilir. Eğer gerçekten buna gücü yet-meyecekse onu, kâfirler arasındaki ikametinden dolayı muaheze etmez; fakat mazereti dolayısıyle orada ikametini bağışlar. Çünkü bağışlamak, affetmek ve kullarına karşı merhametli davranmak yalnız O'nun işidir. O'ndan başka gerçek manâda affedici ve bağışlayıcı yoktur.

100. Allah yolunda kim hicret ederse, gidecek bir çok yer ve genişlik bulur. Her kim de evinden Allah'a ve Rasûlüne doğru muhacir olarak çıkarda, sonra ölüm onayetişirse, artıkonun mükâfatı Allah'ın üzerinedir. Allah çok ba­ğışlayıcı, çok merhametlidir.

100 Allahu Ta'âlâ, dâru'ş-şirkte ikamet eden ve bu yüzden çeşitli baskılar altında dînî vecibelerini gerektiği şekilde yerine getiremeyen, buna rağmen hali vakti de yerinde olduğu halde bulunduğu yeri terket-meyen ve çeşitli bahaneler veya mazeretler ileri sürerek hicretten imti­na eden müslümanları cehennem azâbıyle tehdit ettikten sonra, bu âyet-i kerîmesinde, Allah ve Rasûlü yolunda hicret edenlerin nail ola­cakları büyük mükâfatı zikrederek aynı durumda olan müslümanları hic­ret hususunda teşvik ve terğîb etmiştir. Binâenaleyh her kim Allah yolunda hicrete niyet edip evinden çıkarsa, hayalinde büyüttüğü bir çok güçlüğün ortadan kalktığını, "yapamam" diyerek karşısında çekingen durduğu şeylerin kolaylaşıp adetâ kendiliğinden gerçekleştiğini ve "nereye gideyim?" diyerek evinden çıkmaya cesaret edemezken, önün­deki ufkun genişlediğini görecek ve içini dolduran hicret korku ve sıkıntısı, yerini huzur ve güvene  terkedecektir. Çünkü Allah, âyet-ikerîmede de işaret edildiği gibi, niyetinde samimi olanların yolunu genişletip işini kolaylaştırır ve ona rahatlık verir. Âyet-i kerîmede sözü edilen genişlikten maksat, bir yolcunun yolculuğu sırasında karşıla­şabileceği maddî ve manevî her çeşit güçlüğün ve meşakkatin derece derece hafifletilmesi ve ona yaşama kolaylığı verilmesidir.

Buna rağmen Allah ve Rasûlü yolunda hâlis niyetle muhacir olarak evinden çıkan bir müslümana yolda iken emr-i hak gelecek olursa, artık onun ecri Allah'ın üzerinedir. Evinden çıkarken Allah'ın rızasını kazan­mak, hayatta iken Rasûlüne yardım, vefatından sonra da sünnetini ihya ve ikame etmek niyetiyle çıkan, fakat bunları gerçekleştiremeden hicret yolunda vefat eden müslüman, niyet ettiklerini gerçekleştirmiş gibi Allah'ın büyük ecr u sevabına nail olur. Zira hulûs ile hicret niyeti, bu ecir ve sevaba müstehak olmaya yeterlidir. Buhârî

[177], Müslim [178]ve diğer Sünen ve Müsned sahiplerinin Ömer İbnu'l-Hattâb'tan rivayet ettikleri bir hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyur­muştur: "Ameller niyetlere göre hesabedilir ve her kişi için yalnız niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah'a ve Rasûlüne müteveccih ise, hic­reti Allah'a ve Rasûlünedir. Fakat kimin hicreti de kavuşmak istediği bir dünya nimetine veya evlenmek istediği bir kadına müteveccih ise, onun hicreti hicret ettiği şeyedir". Bu hadîs-i şerîften anlaşılan manâ odur ki, insanın, ister sevâb yönünden ı olsun, ister ıkab yönünden olsun, kesbi veya kazancı, hem kalbi, hem dili ve hem de el, ayak gibi bazı uzuv-larıyle hâsıl olur. Hadîsin özünü teşkil eden niyet ise, bu üç kısımdan biridir ve çok defa müstekıl bir ibadet hükmünde olduğu halde, diğer­leri ona ihtiyaç gösterir. Hazreti Peygamberin "ameller niyetlere göre hesabedilir." sözünde bu manâ açık bir şekilde ifade edilmiştir. Filhakika sadakanın insana sevâb kazandırması, sadece birisine eliyle kendi malından bir şeyler vermesiyle gerçekleşmez; çünkü bazı kimseler, bazan birilerine bir şeyler veriyorlarsa, bu, Allah'ın rızasını kazanmak için değil, fakat halkın dikkatini kendi üzerlerine çekmek ve halk arasında "fakir babası" olarak tanınmak heves ve arzusundan kaynak­lanabilir. O halde adamların niyetleri gerçek manâda sadaka vermek ve Allah'ın rızasını kazanmak değildir ve böyle bir davranış da onlara el­bette sevâb kazandırmaz. İşte hicret de bunun gibidir. Hazreti Peygam­berin hadîsinde de belirtildiği gibi, "kimin hicreti Allah'a ve Rasûlüne müteveccih ise", yani kim Allah'a tam manâsıyle itaat etmek, Rasûlüne dînin teblîğinde yardımcı olmak, gazalarında onun safında İslâm'ın müdafaasında bulunmak ve sünnetini ihya ve ikame etmek için hicret ederse, "onun hicreti, gerçek manâda Allah'a ve Rasûlünedir". Niyeti böyle olduğu içindir ki Allah'ın af ve mağfiretine ve hudutsuz mükâfatına nail olur. Çünkü kullarının geçmiş günâhlarını yalnız Allah bağışlar. O, kulları hakkında çok merhametlidir.

Müfessirler, âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak İbn Abbâs'tan rivayet edilen, fakat ismi tam tesbit edilemediği için bazıları tarafından Damra İbn Cundub, bazıları tarafından Cundub İbn Damra, yahut Ebû Damra ez-Zurakî, Damra İbnu'l-Ays veya el-Ays İbn Damra gibi değişik isimlerde zikredilen şahsın hicretiyle ilgili haberini verirler. Bu habere göre, "erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan, âciz kalıp da bir çareye gücü yetmeyenler ve bir yol bulamayanlar böyle değildir." âyeti nazil olunca, Mekke'de oturan ve hastalıklı bir kimse olan Cundub İbn Damra, oğullarına şöyle demişti: "Ben bu âciz ve'çaresiz kişilerden değilim. Beni buradan çıkarın. Burada bir gece daha kalmam". Onu bir yatak üzerinde Mekke'den çıkarmışlar ve Medîne yolunu tutmuşlardı. Ancak Ten'ım denilen yere geldikleri zaman Cundub İbn Damra vefat etmişti. İşte bu hâdiseden sonradır ki "Her kim de Allah ve Rasûlüne doğru evinden muhacir olarak çıkarsa..." âyeti nazil olmuştur.

Hicret, lugatta terk manâsına gelir. Bir şeye hicret, başka bir şeyden o şeye intikal demektir. Şerîat dilinde ise, Allah'ın nehyettiği şeyi ter-kedip ondan uzaklaşmaktır. İslâm'da hicret iki şekilde vukubulmuştur. Birincisi dâru'l-havf denilen ve can güvenliği bulunmayan yerden dâru'l-emne, yâni güven içinde oturulabilecek yere intikaldir ki, İslâm'ın Mekke'de zuhurundan sonra, müşrikler yüzünden can güvenliği kal­mayan müslümanların Mekke'den Habeşistan'a, daha sonra yine Mekke'den Medîne'ye hicretleridir. İkincisi, dâru'l-küfrden, yâni küfrün hâkim olduğu yerden dâru'l îmana, yâni mü'minlerin hakim oldukları yere hicrettir. Hazreti Peygamberin Medîne'ye yerleşmesinden sonra, kâfirlerin hâkim oldukları diğer yerlerde müslüman olan kimselerin Haz­reti Peygambere hicret etmeleri buna misal olarak zikredilebilir. Başlangıçta Medîne, ilk İslâm beldesi olduğu için hicret, yalnız oraya hâs idi ve Mekke'nin fethine kadar devam etmişti. Mekke'nin fethinden sonra İse, Medine'ye hâs oluşu sona ermiş, fakat onun umumî manâsı, yâni dâru'l-küfrden dâru'l-îmana intikal manâsı baki kalmıştır. İşte bu manâda Hazreti Peygamber, Buhârî  [179]ve Müslim  [180]'in de naklettikleri bir hadîsinde "Mekke fethinden sonra artık hicretyoktur; fakat cihad ve niyet bakîdir. Binâenaleyh sefere davet olunduğunuzda seferber olunuz." buyurmuştur.

Hicret hakkında nazil olan âyetlerden ve Hazreti Peygamberden rivayet olunan hadîslerden anlaşıldığına göre, hicretin müslümanlar üzerine vâcib oluşu başlıca üç sebebe dayanır. Bu sebeplerden ikisi ferdlerle, biri de toplumla ilgilidir.

1)  Bir ülkede dînî ve şahsî hürriyetin olmaması, o ülkeden hicret etmek için ilk ve en önemli sebeptir. Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde de gördüğümüz gibi din hürriyetinin olmadığı ve kişinin dîninin gereklerini yapamadığı bir ülkede ikamet etmesi caiz değildir. Böyle bir yerde müslüman, kâfirler tarafından kandırılmaya çalışılır ve dînini terke zor­lanır. Hazreti Peygamber, Ebû Dâvûd  [181]tarafından nak­ledilen bir hadîsinde "müşrikle bir arada bulunan ve onunla beraber oturan kimse, onun gibidir." buyurmuştur.

2)  İslâm'ı öğretecek âlim bir müslümanın bulunmadığı yerlerde, müslüman olan kimselerin dinlerini öğrenmek ve ahkâmını tatbik etmek maksadıyle hicret etmeleri üzerlerine vâcib olur.

3)  Toplumla ilgili olan sebebe gelince, İslâm'ın korunması ve müslümanların dînî vecibelerini yerine getirmelerinin sağlanması için görevli bir cemaatın bulunması vâçibtir. Eğer bu cemaat zayıf olursa, İslâm düşmanlarının  İslâm'a ve müslümanlara yönelik saldırılarını, ve zararlarını önlemek çok defa mümkün olamaz. Eğer bu durum, çok uzak bir ülkeye de olsa hicreti gerektiriyorsa, bu hicret mutlak surette vâcib olur. Aksi halde İslâm düşmanlarının İslâm'a ve müslümanlara saldırılarına ve zararlarına müslümanlar rıza göstermiş olurlar.

Zikrettiğimiz bu sebeplerin her üçü de Mekke'nin fethinden önce bol bol mevcuttu. Fakat Allah Mekke'nin fethini müslümanlara müyesser kılıp da İslâm şirke gâlib gelince ve insanlar dalga dalga İslâm'a girmeye başlayınca, bu sebeplerin hepsi de ortadan kalkmıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz Hazreti peygamberin "Mekke fethinden sonra artık hicret yoktur, fakat cihad ve niyet bakîdir." hadîsi de bunun en açık delilini teşkil eder. Bununla beraber, şunu da unutmamak gerekir ki, herhangi bir asırda bu sebepler yeniden zuhur edecek olursa, hicret, müslümanların üzerine yine vâcib olur.

101. Yeryüzünde  (savaş için) sefere çıktığınız zaman, küfredenlerin size kötülük etmele­rinden endi§eye düşerseniz, namazı kısalt­manızda size bir günâh yoktur; zira kâfir­ler, sizin için apaçık bir düşmandır.

102.   İçlerinde bulunup da onalara namaz kıl­dırdığın zaman, bir gurup da seninle be­raber namaza dursunlar; silâhlarını da (yanlarına) alsınlar. Secde ettiklerinde ar­kanıza geçip (düşmana karşı orada) bu­lunsunlar. Sonra namazı kümamış olan diğer gurup gelsin ve seninle beraberküsm-lar; onlar da tedbirlerini ve silâhlarını al­sınlar. Küfredenler, sizin silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfd olmanızı ve siz bu hal­deyken birdenbire baskın yapmayı arzu ederler. Eğeryağmursize bir rahatsızlık ve­rirse, yahut hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Fakat yine de tedbirinizi alm.Şüphe yoktur ki Allah, kâfirler için zelil edici bir azâb ha­zırlamıştır.

103.  (Savaş halindeyken) namazı ifa ettiğiniz­de, yine de Allah'ı ayakta, oturarak ve yatarken zikredin. (Savaş tehlikesinden

kurtulup) huzura kavuştuğunuz zaman da, namazı dosdoğru falın, zira namaz, mü'minler üzerine, vakti belli olarak farz kılınmıştır.

Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde rnüslümanlan Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle cihada davet edip mücahidlerin cihada çıkmayan­lara üstünlüğünü açıkladıktan ve müşrikler arasında oturup dînî vecibelerini yerine getirmeyen müstümanlar üzerine de, Allah ve Rasûlü için hicreti vâcib kılarak hicretten imtina edenleri cehennem azâbıyle tehdit, hicret edenlere ve hicret sırasında ölenlere de büyük mükâfatlar va'dettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, gerek cihad ve gerekse hic­ret sırasında seferîolan müslümanların ibadetlerini nasıl ifa edeceklerini bildirmiş ve bu konudaki ahkâmı beyan etmiştir.

İslâm'ın en önemli ibadetlerinden biri, hiç şüphesiz namazdır. Namaz, kulun, kendisini yaratan Rabbının huzuruna çıkışı ve kulluğunu O'na arzıdır. Namaz kılmaktan imtina eden insan, bir bakıma Allah'a kul olmayı nefsine yediremeyen insan demektir. Halbuki insanoğlu ancak Allah'a kul olmakla kendisini, kendisi gibi bir beşere, yahut yerde veya gökteki herhangi bir cisme ibadet etmekten ve ona ku! ve köle olmak­tan kurtarabilir. Allahu Ta'âlâ, Zâriyat sûresinin 56 inci âyetinde "ben cin­leri ve insanları sadece bana ibadet etmeleri için yarattım" buyurmuştur. Bu açık ve kesin beyan, insanoğlunun fıtratında, ibadet etmeye ve kul olmaya karşı bir temayülün bulunduğunu gösterir. Bu temayül dolayısıyledir ki insan, her an ibadet etmeye hazır ve her yerde ibadet edebileceği kendisinden üstün bir varlık bulmaya kaadir bir yaşayışın içindedir. Bununla beraber onun fıtratında bulunan bu temayülün, kendi cinsinden olan bir varlığa, yahut başka bir mahluka yöneltilmesi ve ona kul ve köle olması, hem İslâm'a, hem de insanlık şeref ve haysiyetine taban tabana zıt düşen bir davranıştır; çünkü Allah, insanoğluna büyük şeref bahşetmiş ve onu bütün yaratıklara üstün kılmıştır. Böyle bir varlığın, kendi seviyesindeki, veya daha aşağı seviyedeki başka bir varlığa ibadet etmesi, ona kul ve köle olması, aklın kabul edeceği bir iş değildir. İşte bundan dolayıdır ki insan, yalnız Allah'a kulluk etmeli ve yalnız O'nun önünde eğilmelidir.

Allah'a kulluk etmenin en güzel ifadesi, O'nun önünde durmak, O'na eğilmek ve insanlık şeref ve haysiyetinin başlıca timsali olan alnı ve burnu O'nun huzurunda toprağa sürmektir; kısacası namaz kılmak, secdeye kapanmaktır. Bu sebepledir ki namazın İslâm dîninde ayrı bir önemi vardır. Hazreti Peygamber, Müslim

[182]tarafından nakledilen bir hadîsinde "muhakkak ki, insan ile şirk ve küfür arasında namazın terki bulunmaktadır." buyurarak bu öneme işaret etmiştir. Bu   hadîsle ifade edilmek istenen manâ şudur: İnsanın şirke veya küfre düşmesine, yahut müşrik veya kâfir olmasına namaz engel olur. Kişi namazı terkettiği zaman, kendisiyle şirk ve küfür arasındaki bu engel kalkmış olur da, artık onu şirke veya küfre düşmekten hiçbir şey

alıkoyamaz.

Namazın İslâm dînindeki bu büyük önemi dolayısıyle, hasta olsun, sağlam olsun, yahut müsafir olsun mukîm olsun, (kadınların belli halleri dışında) hiç kimsenin namazı terketmesine, veya bir başka zamana bırakmasına izin verilmemiştir. Meselâ hasta olanın, orucunu iyileştiği zaman tutması, yahut yaşlı ve güçsüz olanın oruç tutmak yerine fidye ödemesi mümkündür; fakat namazını iyileştiği zaman kılması, yahut onu fidye veya başka bir şeyle ödemesi mümkün değildir. Keza müsafir olan, orucunu müsafirliği sona erdiği zaman tutabilir de, namazını müsafirlikte terkedemez. Zekât ve hac ibadetleri ise, yalnız hali vakti yerinde olan kimseler içindir. Kısacası namaz, vakti girdiği zaman her yerde ve her türlü hal ve şartlarda, hasta sağlam, genç İhtiyar herkes tarafından ifa edilmesi gereken bir ibadettir. Bununla beraber Allahu Ta'âlâ, namazın terkine hiçbir surette cevaz vermemiş olsa bile, gerek müsaf ire ve gerekse savaşan askere bazı kolaylıklar getirmiş ve namaz­larını kısaltarak kılmalarını dînî bir hüküm olarak vazetmiştir. İşte bu â-yet-i kerîmelerde seferî halde iken namazın- nasıl kısaltılacağını daha doğrusu cephede düşmanla savaşırken vakit namazlarının nasıl kılı­nacağını   açıklayan   hükümler   zikredilmiştir.   Allahu   Ta'âlâ buyur­muştur ki:

101.Yeryüzünde (savaş için) sefere çıktığına zaman, küfredenlerin size kötülük etmelerinden endişeye düşerseniz, namazı kısaltmanızda size bir günâh yoktur; zira kâfirler, sizin için apaçık bir düşmandır.

101 Âyet-i kerîmenin zahirî manâsı açıktır ve Allahu Ta'âlâ mü'min-lere hitap ederek şöyle buyurmuştur: Ey mü'minler! Evinizden veya yur­dunuzdan çıkıp yola koyulduğunuz zaman, size düşman olan kâfirlerin, özellikle siz namazda rükû veya secde halinde iken, sizin sağınızı, so­lunuzu veya arkanızı görmemenizden istifade ederek üzerinize saldır­malarından ve sizi öldürmelerinden endişe duyup korkuya kapılacak olursanız,   namazlarınızı   kısaltarak   kılmanızda sizin için bir vebal yoktur; böyle kıldınız diye günâh işlemiş olmazsınız. Zira kâfirler sizin apaçık düşmanlarınızda ve size kötülük edebilmek için sizi kollayıp dururlar ve üzerinize saldırmak için meşgul bir ânınızı beklerler.

Âyet-i kerîmenin bu açık manâsı, kısaltmanın ancak bir düşman teh­likesi olduğu zaman yapılabileceğine, bunun dışında kısaltmanın sözkonusu olmadığına delâlet eder. Düşman tehlikesi umumiyetle harp halinde iken ortaya çıkar; bununla beraber mutlaka harp halinde olmak da şart değildir. Yolda iken soyguncu, bozguncu ve benzeri yolkesiciler de insan hayatını tehdit edebilirler ve bunlara karşı da tedbirli davran­mak gerekir. O halde kısaca belirtmek gerekirse, bir müslümanın, yol­culuğu sırasında hayatını tehlikeye düşürecek bir saldırıdan endişeye düşmesi halinde namazlarını kısaltarak kılmasında hiçbir günâh yoktur.

Ancak âyet-i kerîmede kasr olarak geçen ve bizim de kısaltma manâsını verdiğimiz kelime üzerinde İhtilâf olunmuş, bazıları kelimeyi, namazın rek'at sayılarının azaltılması ve dört rek'at yerine iki rek'at kılınması manâsında tefsir ederken, diğer bazıları, namazın sıfat veya keyfiyyetinin hafifletilmesi manâsında tefsir etmişlerdir. Buna göre, bir gurup, imama uyarak rükû ve secdesiyle bir rek'at kıldıktan sonra ar­kaya çekilirken, arkada muhafız görevi yapan diğer gurup onun yerini alır ve aynı imama uyarak rükû ve secdesiyle bir rekat da o kılar. Böylece imam iki rekâtla namazını tamamlamışken, ona ayrı ayrı uyan cemaat­lar birer rekât kılmış olurlar. Sonradan her ferd, ayrı ayrı birer rekât daha kılarak namazlarını tamamlarlar. Namazın açıkladığımız bu şekliyle sıfat ve keyfiyetinin hafifletilerek ve dolayısıyle bu yönden kısaltılarak kılınması, bundan sonra zikredilen 102inci âyetin hükmüdür. Nitekim bu âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygambere hitaben şöyle buyurmuştur: "İçlerinde bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, bir gurup da seninle beraber namaza dursunlar; silâhlarını da yanlarına alsınlar. Secde ettiklerinde, arkanıza geçip düşmana karşı orada bulun­sunlar. Sonra namazı kılmamış olan diğer gurup gelsin ve seninle beraber kılsınlar".

Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, "yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, küfredenlerin size kötülük etmelerinden endişeye düşerseniz, namazı kısaltmanızda bir günâh yoktur." âyeti mücmel olarak gelmiştir. Bu âyette her ne kadar korku ânında namazın kasredilerek, yani kısıltılarak kılınmasında bir günâh olmadığı belirtilmiş ise de, bu kasrın veya kısaltmanın ne şekilde olacağı beyan edilmemiş, açıklanmamıştır. Fakat müteakip âyet, mücmel ve gayr-i mübeyyen olan bu âyeti beyan etmiş, korku namazının nasıl kılınacağını açıklamıştır. Bu bakımdan ikinci âyet, birinci âyetin beyanıdır ve bu şekliyle kılınan namaz salâtu'l-havf \ (korku namazı) olarak bilinir.                                                                   J

Buhârî [183]tarafından nakledilen bir haberde İbn Ömer! şunları anlatmıştır: "Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte Necid tarafına savaşa gitmiştim. Düşmanla karşılaşınca saflarımızı düzenlemiştik ki, Rasûlul-ı lah (s.a.s.) bize namaz kıldırmak için kalktı. Bir kısmımız onunla birlikte: namaza dururken, bir kısmımız da düşmana doğru yöneldi. Rasûlullah' (s.a.s.) kendisine uyanlarla birlikte rükûya varıp iki defa secde etti. i Sonra ona uyanlar hemen ayrılıp namaz kılmayanların yerine geçtiler; diğerleri de Hazreti Peygamberin arkasında namaza durdular. Rasûlul-i lah (s.a.s.) rükûa varıp iki defa secde etti ve selâm verdi. Sonra bir rekât1 kılanların her biri kendisi için rükûa varıp iki secde daha ederek namazlarını tamamladılar".                                                                                j

Eğer düşman tehlikesi daha büyük olursa, yahut asker kılıç kılıca veya süngü süngüye dövüşüyorsa, namazın terkine yine cevaz veril-! memiştir. Nitekim Bakara sûresinin 239 uncu âyetinde Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: "Eğer bir tehlikeden korkmuşsanız, yaya veya bir şeye binmiş olarak da namazı kılın".

Buhârî [184]nin yine İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eğer tehlike daha da artarsa ve düşman daha.çok olursa, yaya veya binmiş olarak (îma ile namazı) kılsınlar".

Üzerinde durduğumuz âyet-i kerîmenin zahirine göre bizce sahîh olan manâ ve tefsîri böyle olmakla beraber, bazı imamlar ve müfessir-ler, âyet-i kerîmedeki kasr (kısaltma) kelimesini, namazın yukarıda açıkladığımız sıfat ve keyfiyeti yönünden değil, fakat kemmiyeti, yani rekâtının sayıları yönünden tefsîr etmişler ve âyet-i kerîmenin manâsını da yalnız korku zamanına değil, fakat hiçbir korkunun bulunmadığı sulh zamanına da teşmil ederek yolculuk halinde iken dört rekâtın ikiye in­dirilmesine delil kılmışlardır. Kısacası, bu imamlara göre müsafir namazı denilen ve dört rekât kılmaları gerekirken müsafir olanların iki rekât kısal­tarak kıldıkları namazın dayanağı, bu âyet-i kerîmelerle Hazreti Peygam­berin müsafir olarak kıldığı kısaltılmış namazlar olmuştur. Oysa Kur'-ân-ı Kerîm'de dört rekâtlı namazların iki rekât kısaltılarak kılınan misafir namazı hakkında hiçbir hüküm yoktur. Bu husustaki hüküm, Hazreti Peygamberin mütevatir olarak nakledilen sünnetine İstinad eder. Zira Hazreti Peygamber, Medîne'den ne zaman müsafir olarak çıkmışsa, geri dönünceye kadar dört rekâtlı namazları iki rekât olarak kılmıştır. Onun, müsafirliği sırasında dört rekâtı tam olarak kıldığı hiçbir sahîh

haberle sabit olmamıştır. Buna rağmen pek çok haber, Hazreti Peygam­berin bütün yolculuklarında namazlarını kısalttığını gösterir.

İbn Mâce [185]'nin rivayet ettiği bir haberden öğren­diğimize göre, Umeyye İbn Abdillah İbn Hâlid, Abdullah İbn Ömer'e: "Biz, Kur'ân'da, hazarda ve korku ânında kılınan namazın hükmünü buluyoruz da, yolculukta kılınan namaz hakkında hiçbir şey bulamı­yoruz?" dediğinde, Abdullah İbn Ömer ona şu cevabı vermiştir: "Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed (s.a.s.)'i gönderdi. Şimdi biz, Muhammed (s.a.s.)'den nasıl hareket ettiğini görmüş isek öyle hareket ediyoruz".

Buhâr [186]ve Müslim [187]Abdullah İbn Ömer'den şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Nebiy (s.a.s.) ile birlikte Minâ'da namazları iki rekât olarak kıldım. Keza Ebû Bekr, Ömer ve hilâfetinin başlarında Osman ile de İki rekât olarak kıldım. Sonra Osman namazı dörde itmam etti".

Keza Buhârî [188]ve Müslim [189]tarafından nak­ledilen başka bir hadîste Enes İbn Mâlik şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte Medîne'den Mekke'ye doğru yola çıktık. Medine'ye tekrar dönünceye kadar namazları hep ikişer rekât kıldı". Hadîsin râvisi Yahya İbn İshak der ki: Enes'e "Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'de ne kadar kaldı?" diye sordum. "On gün." dedi.

Zikrettiğimiz ve zikrinden sarfınazar ettiğimiz bütün rivayetler, Haz­reti Peygamberin ve halîfelerinin seferi oldukları zamanlarda dörder rekâtlı namazları ikişer rekât kılarak kısalttıklarını gösterir. Yalnız üçüncü Halîfe Osman İbn Affân'ın hilâfetinin sonlarında Minâ'da namazını dört rekâta tamamladığı zikredilmiştir ki, onun bu davranışına karşı bazı itirazlara delâlet eden haberler geldiği gibi, bunu çeşitli yönlerden tevil eden rivayetler de nakledilmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, tefsîr ettiğimiz âyet-i kerîme, içerisindeki "küfredenlerin size kötülük etmelerinden endişeye düşerseniz..." ibare­sinin de delâlet ettiği gibi, yalnız düşman tehlikesinin bulunduğu, can ve mal güvenliğinin ortadan kalktığı korkulu anlarda namazın sıfat ve keyfiyetine müteallik kasr ile kılınmasına izin vermiştir ve bu yüzden kılınan namaza da salâtu'l-havf (korkulu anlarda kılınan namaz, veya kısaca korku namazı) denilmiştir. Bu itibarla âyet-i kerîme, güven içinde yapılan yolculuklarda dört rekâtlı namazın kısaltılarak iki rekât kılınmasıyle ilgili tatbikatın delil ve kaynağı değildir. Bu tatbikatın kaynağı, Hazreti Peygamberin sünnetidir; çünkü yukarıda Örneklerini gördüğümüz haberlerden anlaşıldığı gibi, Hazreti Peygamber, güven içinde yaptığı bütün seyahatlarda dört rekâtlı namazları kısaltarak iki rekât kılmıştır ve bu sünnetinin dayanağı da tefsir ettiğimiz bu âyetler

olmamıştır; esasen olması da şart değildir. Çünkü biz biliyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm, ibâdetlerin çoğunun keyfiyyetini bize beyan etmemiş, fakat bunların beyanını sünnete bırakmıştır. Nitekim namaz kılmayı em­retmiş, münferid olarak rükû ve secdeden bahsetmiş, fakat bir vakit na­mazının nasıl kılınacağını açıklamamıştır. Keza Cum'a namazıyle hac ve zekât da böyledir. Bunların tatbikatını bize mütevatir sünnet öğretmiştir. Tefsîr ettiğimiz bu âyet-i kerîmede bahis konusu olan salatu'l-havf \ bir istisna teşkil eder. Çünkü Allahu Ta'âlâ bu âyette, yeryüzünde sefere \ çıktığınız zaman, küfredenlerin size kötülük etmelerinden endişeye i düşerseniz, namazı kısaltmanızda size-bir günâh yoktur/1 buyurarak havf i namazına işaret ettikten sonra, müteakip âyette bu namazın nasıl kılı-: nacağını açıklamış ve şöyle buyurmuştur:                                              '

102. İçlerinde bulunup da onlara namaz kıldır­dığın zaman, bir gurup da seninle beraber na­maza dursunlar, silâhlarını da (yanlarına) alsınlar. Secde ettiklerinde arkanıza geçip (düşmana karsı orada) bulunsunlar. Sonra namazı kılmamış olan diğer gurup gelsin ve seninle beraber kılsınlar; onlar da tedbirleri­ni ve silâhlarını alsınlar. Küfredenler, sizin, silahlarınızdan ve eşyanızdan gafû olmanızı ve siz bu halde iken birdenbire baskın yap­mayı arzu ederler. Eğer yağmur size bir rahat­sızlık verirse, yahut hasta olursanız, silâhla­rınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Fakatyine de tedbirinizi alın. Şüphe yoktur  Allah, kâfirler için zelil edici bir azâb hazır­lamıştır.

103,  (Savaş halinde iken) namazı ifa ettiğinizde, yine de Allah'ı ayakta, oturarak ve yatarken zikredin. (Savaş tehlikesinden kurtulup) hu­zura kavuştuğunuz zaman da, namazı dos­doğru kılın. Zira namaz, mü'minler üzerine, vakti belli olarak farz kılınmıştır.

102 Bu âyet-i kerîme.bundan önce, namazı kısaltmanın meşruiyyeti hakkında mücmel olarak gelen âyetin ve dolayısıyle zaruret halinde başvurulan kısaltmanın keyfiyetinin beyanıdır. Başka bir ifadeyle, Alla­hu Ta'âlâ, bir evvelki âyetinde, herhangi bir düşman tehlikesi altında kalındığı bir sırada kılınacak olan vakit namazında kısaltma yapmanın meşru olduğunu bildirmiş, bu âyetinde de, meşru olan bu kısaltmanın nastl yapılacağını açıklamıştır. Peygamberine hitaben buyurmuştur ki: Ey Muhammedi Savaş halinde veya herhangi bir tehlike ânında, mü'minler arasında bulunduğun bir sırada onları namaza çağırdığında, iki guruba ayrıldıktan sonra, bu guruplardan biri senin ardında namaza durup sana uyarken, diğer gurup da namaz kılanların arkasında yön­lerini düşmana doğru dönüp saldırı ihtimaline karşı namaz kılanları ko­rusunlar. Seninle beraber namaza duranlar, namaz sırasında silâhları­nı yanlarına almayı ihmal etmesinler. Zira âni bir düşman saldırısında onlar da düşmana karşı savaşmak zorunda kalabilirler.

Sana uyup namaza duranlar secde ettikleri zaman, arkada size gözcü olanların yerlerini alsınlar. Daha önce gözcülük yapıp namaz kılmayanlar da, gelip seninle namazlarını kılsınlar. Tedbirlerini almayı ve silâhlarını yanlarında bulundurmayı da unutmasınlar. Zira düşman­larınız, sizin silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâîil olmanızı temenni eder­ler; tâ ki, siz bu gaflet içinde iken âni bir baskın yapıp sizi kılıçtan geçir-sinler! Onlara böyle bir fırsat vermemek için çok dikkatli olsunlar.

Âyet-i kerîmede birinci gurubun namazından söz edilirken sadece "silâhlarını da yanlarına alsınlar" denildiği halde, ikinci gurubun namazından söz edilirken "tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar" denilmiş ve tedbirin artırılmasına işaret edilmiştir. Bunun sebep ve hikmeti, birinci gurubun saf olup namaza duruşunun, düşman üzerinde, müslüman-ların savaşa hazırlandıkları zannını uyandırması ve bu halde iken saldırı ihtimalinin azlığı, buna rağmen bu gurubun secde edip geriye çekil­mesinden ve onun yerine diğer gurubun geçmesinden sonra da, onların namaz kıldıklarının anlaşılıp saldırıya geçme arzusunun artmasıdır. Çünkü ibadet, müslümanların düşman saldırısından meşgul olmalarına ve gafil bulunmalarına sebep olur. Bu ise, onların tehlikeye karşı daha fazla uyarılmaları ihtiyacını doğurur. Bu sebepledir ki, ikinci guruba birin­ci guruptan daha fazla tedbirli olmaları ihtar edilmiştir.

Namaz kılarken silâhın üstte bulunması, şüphesiz onu taşıyan asker için bir güçlük sebebidir. Bu güçlük, taşınan silâhın ağırlığına ve cinsine göre değişir. İlk devirlerin ok ve yayı ile hançer ve kılıcı, bu günün ateşli silâhlarına nisbetle daha hafif olsa bile, hepsinin de namaz sırasında rükû ve secdeye uygun düşmeyen bir duruşu olabilir. Bunun­la beraber, düşmana gafil avlanmamak için namaz sırasında silâhların üstte bulundurulmasında elbette büyük faydalar vardır. Ancak silâhlara zararı dokunabilecek yağmurda, yahut silâh taşınamayacak derecedeki

hastalık hallerinde, düşmana karşı gerekli tedbirleri almak şartıyle si­lâhların namaz esnasında bırakılmasında hiçbir mahzur, hiçbir günâh yoktur. Bütün bunlar, müslümanların, düşman karşısında zor duruma düşmemeleri için alınması gereken zarurî tedbirlerdir. Zira düşman uyumaz ve müslümanları gafil avlamak için her fırsattan istifade etmeye çalışır. Buna rağmen müslümanların düşman karşısında gerekli tedbir­leri almaları, savaşın bütün sıkıntılarına sabır ve salat ile göğüs germele­ri ve zaferin bütün esbabına tevessül etmeleri halinde, Allah'ın kâfirler için zelil edici bir azâb hazırlaması muhakkaktır. Bu azâb, dünyada müs­lümanların, Allah'ın emir ve nehiylerine uymalarıyle, kâfirler üzerine gâlib gelmeleri ve zafer kazanmaları şeklinde tezahür eder. Nitekim Allahu Ta'âlâ Tevbe sûresinin 14 üncü âyetinde bunu teyiden şöyle buyur­muştur: "Kâfirlerle savaşın ki: "Allah sizin ellerinizle onlara azâb etsin; onları zelil etsin; onlara karşı size yardımda bulunsun ve mü'minlerin gö­nüllerini ferahlandırsın".

Havanın yağmurlu olması veya hastalık halinde silâhların namaz sırasında bırakılabileceği hususundaki ruhsat, Buharı [190]nin İbn Abbâs'tan gelen haberine göre Abdurrahman İbn Avf hak­kında nazil olmuştur; çünkü o sırada Abdurrahman yaralı idi.

103 İşte ey mü'minler, yukarıda açıklandığı veçhile düşman karşı­sında korku namazını edâ edip tekrar görevinizin başına döndükten sonra, yine Allah'ı zikretmeye devam edin. İster ayakta olun, ister otu­rurken, ister yattığınız yerde Allah'ı zikretmekten asla vazgeçmeyin. O'nun, dînine yardım edenlere dünyada zafer, âhırette de ecir ve sevâb va'dettiğini hatırlayın ve her ne halde olursanız olun, O'nu hamd ile tekbîr ve duâ ile anın. Düşman tehlikesi ortadan kalkıp da huzur avdet edince ve kalbleriniz sükûn bulunca, namazınızı kısaltmadan tam ola­rak kılın. Zira namaz, mü'minler üzerine vakitleri belli olarak farz kılınmış bir ibadettir. Bu itibarla onu, düşmanla boğaz boğaza savaşırken bile ihmal edemezsiniz. Biraz önce de işaret edildiği gibi, tehlike ânında onu bütün erkân ve âdâbıyle tam olarak belki eda edemezsiniz; tehlike, sizin onu mükemmel bir şekilde edâ etmenize engel olabilir; fakat yine o tehlike ne kadar büyük olursa olsun, namazı terketmenize sebep ola­maz. Tehlikenin büyüklüğü yanında sizin durumunuz da namazın erkâ­nından olan rükû ve sücûdu yapmanıza elverişli olmayabilir: Ayağa kal­kamayacak kadar hasta ve halsiz, kımıldayamayacak şekilde yaralı olabilirsiniz. Bu gibi haller bile, sizin namazı terketmeniz için bir sebep teşkil etmez. Çünkü namaz, vakitlendirilmiş olarak üzerinize farz kılın­mıştır. Her vaktin namazı yalnız o vakte aittir. Namazını terkettiğiniz

bir vakit geçtikten sonra, o size artık bir daha geri dönmez; çünkü o vaktin yerini başka bir vakit alır ve siz de yeni giren o vakitten sorumlu olursunuz. Bu itibarla hangi durumda olursanız olun, üzerinize gelen vaktin namazını edâ edin. Ayakta iseniz ve oturmanız düşman sebe­biyle sakıncalı ise, ayakta; oturuyorsanız ve kalkmanızda sakınca varsa oturarak; yaralı olarak yatıyor ve hiç kımıldayamıyorsanız yattığınız yerde başınızın hareketiyle îma ile, giren vaktin namazını kılın. Yürüyerek veya at sırtında düşman takibinde iseniz, yürürken veya at sırtında na­mazınızı edâ edin; namazı edâ edilmemiş bir vakti heba etmeyin.

Namazın sabah, öğlen, İkindi, akşam ve yatsı olmak üzere beş ayrı vakte hâs olarak farz kılınmasının iki önemli sebep veya hikmeti vardır. Birincisi, tekbir, teşbih ve duâ gibi çeşitli zikir ve şükür şekillerini ihtiva eden bu önemli ibadetin muhafaza edilmesidir. Eğer namaz belirlenmiş beş vakit yerine günün belirsiz bir vaktine tahsis edilmiş olsaydı, pek çok kimse, zamanı belli olmayan bu ibadete ihtimam göstermez ve ne­ticede namaz unutulup giderdi. Bir hareket veya davranışın bir insanda alışkanlık veya âdet haline gelebilmesi için, onun belirli, kısa aralıklarla ve inanç içerisinde yapılıp tekrarlanması gerekir. Bu alışkanlık kazanıl­dıktan sonra ondan vazgeçmek mümkün değildir.

Namazın belirli ve kısa aralıklarla günün beş vaktinde farz kılmışının ikinci hikmeti, insanın namaz sayesinde Rabbını dâima zikretme fırsatı­na sahip olması ve namazın, insana Rabbını unutturacak ve nefsinin arzu ve istekleri peşinde koşturacak kadar zaman bırakmamasıdır. Nitekim hiç kimsenin inkâr edemeyeceği kadar açık bir gerçektir ki, zikrinde ve fikrinde Allah olan bir İnsandan kötü olabilecek herhangi bir amelin sâdır olması mümkün değildir. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Ankebût sûresinin 45 nci âyetinde "Kitap'tan sana vahyolunanlan oku; namazı da kıl; zira namaz, hayasızlıklardan ve kötülüklerden korur. Allah'ın zikri muhakkakki çok büyük bir iştir. Allah, yaptıklarınızı bilir" buyurmuştur ki, na­mazın insanı çeşitli kötülüklerden alıkoyması, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, onun zihinlerde Allah inancını dâima taze ve canlı tutma­sı sebebiyledir. Netice olarak diyebiliriz ki, beş vakit namaz, mü'mine muhtelif vakitlerde Rabbını hatırlatması ve gaflete düşüp kötülüğe dal­maması, yahut iyilikte kısır kalmaması için farz kılınmış bir ibadettir.

104. (Düşman) kavmi takip etmekte gevşeklik göstermeyin. (Savaş yüzünden) siz acı duyuyorsanız, şüphesiz düşmanlarınız da sizin acı duyduğunuz gibi acı duyuyorlar. Bununla beraber siz, Allah'tan, onların ümid edemeyecekleri şeyleri ümid ediyor­sunuz. Allah, her şeyi hakJayle bilendir; hikmet sahibidir.

Bundan önceki âyet-i kerîmeler, hep savaşla ve savaşta vuku-bulabilecek hâdiselerle ilgili idi. Çünkü bu âyetlerinde Allahu Ta'âlâ, müslümanlan, dinlerini ve dünyalarını korumak için Allah yolunda can-larıyle ve mallarıyle cihada çıkmalarını emretmiş; cihada çıkanların kıyamet günü nail olacakları büyük mükâfatı açıklarken, özürsüz olarak cihaddan geri kalıp evlerinde oturanların ise, mücahidlerle bir ve aynı derecede olamayacaklarını beyan etmişti. Bu arada müşrikler arasında oturup da dînî vecîbelerini yerine getiremeyen müslümanlar üzerine hic­reti vâcib kılmış, özürsüz olarak hicretten imtina edenlerin akıbetlerini de cehennem olarak bildirmişti.

Söz, hep savaş ve hicret gibi, müslümanların hayatlarıyie yakından ilgili olan ve devamlı hareketi gerektiren korku ve tehlike dolu bir konuya intikal edince, akla gelmesi pek tabiî olacak bir soruya da cevap vermiş ve sözü edilen korku dolu tehlikeli hayat içerisinde namaz ibadetinin nasıl ve ne şekilde yapılacağını açıklamayı da ihmal etmemişti. Zira namaz, insanın hangi hal ve şart içerisinde bulunursa bulunsun, ihmal etmemesi gereken bir ibadettir.

Yukarıdaki âyet-i kerîmede, Allahu Ta'âlânın savaş konusuna tek­rar döndüğünü görüyoruz. Bu âyetinde müslümanlara, müşriklerle karşılaşmakta zaaf göstermemelerini ve onlardan korkmamalarını em­retmiştir. Zira asıl korkmaları gerekenler, müslümanlar değil, müşrikler­dir. İşte, Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmesinde, asıl korkması gerekenlerin neden müslümanlar değil de müşrikler olduğunu beyan etmiş ve buyur­muştur ki:

104.     (Düşman) kavmi takip etmekte gevşeklik göstermeyin. (Savaş yüzünden) siz acı

duyuyorsanız, şüphesiz düşmanlarına da si­zin acı duyduğunuz gifci acı duyuyorlar. Bu­nunla beraber siz, Allah'tan, onların ümid   edemeyecekleri şeyleri ümid ediyorsunuz. Allah, her şeyi hakfayle bilendir; hikmet sahibi­dir.

104 Allahu Ta'âlâ, tehlike ânında ve korku halinde vakti giren nama­zın nasıl kılınacağını açıklayıp hem bu ibadetin yapılış şeklini öğrettik­ten, hem de onun önemini bu vesile ile bir defa daha gösterdikten sonra, yine mü'minlere hitapla buyurmuştur ki: Ey mü'minler! Düşman saldırısına karşı tedbirinizi alıp silâhlarınız da üzerinizde olduğu halde, namazınızı yukarıda tarif edildiği veçhile edâ ettikten sonra, gevşeklik gösterip düşmanın hatt-ı harekâtını takip etmekten vazgeçmeyin ve ted­birinizi elden bırakmayın. Onların size saldırmasına fırsat bırakmadan da, siz onlara saldırın ve onları tesirsiz hale getirmek için vargücünüzle çalışın. Namazdan sonra, ilk saldıran siz olun ki, azminiz kırılmasın; gücünüz zayıflamasın. Zira askeri savaşta uyanık ve zinde tutan şey, düşmana hücumdur. Mevziye çekilip düşmanın hücumunu beklemek ve sadece müdâfa savaşına rıza göstermek, nefse korku verir ve onu zayıflatır; bu da mağlubiyeti kolaylaştırır.

Savaş, yani ölmek veya öldürmek, elbette insana ağır gelen, nefse korku ve acı veren bir iştir ve her insanın bu acıyı duyması tabiîdir. Nitekim karşınızdaki düşmanlarınız da, sizin gibi beşer olmaları itibariyle aynı acıyı duymaktadırlar. Fakat şunu unutmamalısınız ki, hak olan dînin müdafileri onlar değil, sizlersiniz. Onlar ise, bâtıl olan bir yoldadırlar. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibadet eden ve yalnız O'ndan yardım dileyip yalnız O'na sığınan onlar değil, sizlersiniz. Onlar ise müşriktirler; kâfirdirler ve Allah'ı tanımazlar. Siz biliyorsunuz ki Allah, kendi yolunda savaşanlara, mallarıyle ve canlarıyle cihad edenlere iki şey va'detmiştir: Zafer, yahut şehadetle cennet. Mü'minler de yalnız bu iki şey için savaşırlar: Ya zafer kazanmak, ya da şehîd düşüp cennete gitmek. Mü'min bu iki gaye ile savaştığı zaman, artık savaşta ümidsiz-lige düşmesine, korkmasına, sabır ve sebatı elden bırakmasına hiçbir sebep yoktur. Binâenaleyh siz, düşmanla savaşırken Allah'ın bu iki va'dinden birini ümid ederek savaşıyorsunuz. Bu iki hedeften birine mutlaka ulaşacaksınız. O halde sizin için yeise kapılmak ve ümidsizliğe düşmek hiç olmaması gereken bir haldir. Halbuki düşmanlarınız sizin gibi değillerdir. Onlara ne bir zafer ve ne de şehidlik mertebesi ve cen­net va'dedilmiştir. Bu sebeple onların savaştan ümid ettikleri sonuç, sadece canlarını kurtarıp sağ ve salim evlerine dönebilmektir. Bunun dışında bir ümidleri yoktur. Bu ise, onların yeise kapılmalarını ve ümid­sizliğe düşmelerini kolaylaştırır. Sizin saldırılarınızla bu ümidsizlik daha da artar ve onları mağlubiyete daha çok yaklaştırır. O halde ey mü'minler, düşman karşısında sabır ve sebat gösterin. Allah'ın va'di çok yakındır.

O'nun her şeyi kuşatan ilminin, hudutsuz hikmetinin ve sabit sünnetinin gereği olarak zafer dâima mü'minlerin hakkıdır. Çünkü mü'minler, hakkın batıla gâlib gelmesi için O'nun çizdiği yolda yürüdükleri ve O'nun gösterdiği esbaba yapıştıkları sürece Allah'ın va'dettiği zaferin kâfirler için olması asla mümkün değildir.

105.   Hiç şüphesiz, biz Kiiab'ı sana insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için hak ile indirdik Sakın hâinlerin müdafii olma.

106.  Allah'tan mağfiret dile; şüphe yoktur la Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet­lidir.

107.   Kendi nefislerine hainlik eden kimseler için de mücadele etme. Allah, şüphesiz, hainliği âdet edinmiş günahkârları sevmez.

108.   (Bunlar, hainliklerini) insanlardan gizlerler de Allah 'tan gizlemezler. Halbuki razı olmayacağı bir sözü, onlar geceden   düzüp kurarlarken, onlarla beraberdir.

Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) çepe­çevre kuşatmıştır.

109.   İşte siz, öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında hâinler için mücadele ettiniz, (onları korudunuz); fakat kıyamet günü Allah'a karşı onları kim müdâfa edecek; yahut kim onlara vekil olacak?

110.   Her kim bir kötülük işler, yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı, çok mer­hametli bulur.

111.   Kim bir günâh kazanırsa, onu ancak ken­disi için kazanmış olur. Allah, her şeyi hakkıyle bilendir, hikmet sabidir.

112.   Kim de kasıtsız bir hatâ işler, yahut bir günâh kazanır, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa, o, elbette bir iftira ve apaçık bir günâh yüklenmiş olur.

113. Eğer sana Allah'ın fazl u inayeti ve rah­meti olmasaydı, o hâinlerden bir gurup seni bile şaşırtmaya kalkışırdı. Halbuki onlar, ancak kendilerini şaşırtırlar ve sa­na hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve bil­mediğin şeyleri de öğretmiştir. Allah 'm se­nin üzerindeki fazl u inayeti çok büyüktür.

Alİahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, çeşitli söz ve davranışlarıyle münafıkların ahvalini ve bir savaş halinde takınacakları tavrı zikrederek sözü savaşa getirdikten ve savaş halinde bir mü'mini kâfir zannıyle öldürmek, seferî halde ve savaş sırasında namaz kılmak, Allah yolunda savaşırken şehîd düşmek, kâfir ülkesinde dînin gereklerinin rahatça yerine getirilememesi halinde o ülkeden hicret etmek gibi savaşla ilgili çeşitli ahkâmı beyan ettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde tekrar münafıklara dönerek, onların, bir takım hükümlerinde Hazreti Peygam­beri nasıl yanıltmak istediklerini ve kendisine hak ile indirilmiş bir kitap varken, onun nasıl bâtıl ile hükmetmesi İçin yalana başvurduklarını akıl sahiplerinin gözlen önüne sermiştir.

Yukarıdaki âyet-i kerîmelerin nüzul sebebi olarak bütün müfessir-ler, Tu'ma İbn Ubeyrik'in bir zırh çalması üzerine nazil olduğu görüşünde birleşmişler, fakat hâdisenin cereyan tarzını beyanda ihtilâf etmişlerdir. Bir görüşe göre, Ensardan Tu'ma İbn Ubeyrik adında biri bir zırh çalmıştır. Ancak onun çaldığı anlaşılıp da zırh kendisinden is­tenince, hırsızlığını inkâr etmiş ve onu bir yahudînin çaldığını ileri sürmüştür. Bu itham,yahudîlerleTu'ma'nın ailesi arasında şiddetli bir husumetin doğmasına sebep olmuş, bunun neticesinde de Tu'ma ailesi, Hazreti Peygambere giderek yahudî hakkında şikâyette bulun­muştur. Hazreti Peygamber, muhtemelen bazı Tu'ma taraftarlarının da Tu'ma lehine sahicilik etmelerinden sonra hüküm vermek üzere iken Al­İahu Ta'âlâ bu âyetleri indirmiş ve hem Tu'ma'nın münafıklığını gözler önüne sermiş, hem de Peygamberini delilsiz bir dâvada yanlış hüküm vermekten korumuştur.

Diğer bir görüşe göre Tu'ma zırhı çalmamış, fakat zırh bir yahudî tarafından ona emaneten bırakılmış, geri İstendiği zaman da, onu birisinin evine gizleyerek inkâr etmiştir. Mesele Hazreti Peygambere İn­tikal edince de bu âyetler nazil olmuştur.

Tirmizî [191]'nin Katâde İbnu'n-Nu'mân'dan gelen bir rivayetine göre, Ubeyrik oğulları denilen bir ailede Bişr, Buşeyr ve Mubeşşir adında üç kardeş vardı. Bunlardan Buşeyr, münafık bir kimse idi ve Hazreti Peygamberin ashabını hicveden şiirler yazar, sonra da bu şiirleri bazı Arap şâirlerine nisbet ederdi. Aile, gerek câhiliye devrinde ve gerekse İslâm devrinde yoksul ve muhtaç bir aile idi. Aslında Medine'deki halkın yiyeceğini de hurma ve arpa teşkil ediyordu. İçlerinde hali vakti yerinde olanlar ise, Şam'dan gelen ticaret kervan­larından kendileri için has un alırlar ve onu yerlerdi.

Bir gün Şam'dan yine böyle bir kervan gelmiş ve Rufâ'a İbn Zeyd un alarak kilerine koymuştu. Kilerde zırh, kılıç ve buna benzer silâhlar da bulunuyordu. Hâdiseyi anlatan Katâde der ki: Amcam Rufâ'a unu alıp kilere koyduktan sonraki günün sabahında bana geldi ve: "Ey yeğenim, tecavüze uğradık; kilerimiz delindi; yiyeceğimiz ve silâhımız çalındı. Araştırdık, soruşturduk; bize "Ubeyrik oğullarının bu gece ateş yaktıklarını gördük. Herhalde sizin yiyecekler için yakılmıştır." denildi. Ubeyrik oğullarına sorduk, onlar da "vallahi olsa olsa bunu Lebîd İbn Seni yapmıştır." dediler. Halbuki Lebîd, içimizde İslâm'ı sağlam, sâlih bir kişi idi. Hakkında söylenenleri işitince kılıcını çekip Ubeyrik oğullarına geldi ve "ben mi çaldım? Allah'a yemin ederim ki, ya bu hırsızlığı ortaya çıkarırsınız, ya da bu kılıç işinizi görür!" dedi. Onlar da Lebîd'e "senin bu işle ilgin yok; çekil git." dediler ve onu uzaklaştırdılar. Araştırmaya devam ettik ve bu işi Ubeyrik oğullarının yaptığından şüphemiz kalmadı. Ey yeğenim! Şimdi bu durumu Hazreti Peygambere gidip anlatsan diyerek olanları birbir nakletti. Ben de amcamın bu isteği üzerine Allah'ın elçisine varıp durumu anlattım ve "yiyecekler kalsın, ama silâhı bari geri versinler", dedim. Hazreti Peygamber de meseleye bakacağını söyledi. Ubeyrik oğullan hâdisenin Hazreti Peygambere aksettirildiğini haber alınca mahalle halkından bazı adamları ve bazı yakınlarını harekete geçirerek Hazreti Peygambere gönderdiler. Bunlar Hazreti Peygam­berin huzurunda Ubeyrik oğullarının mûdafasını yaparak onların dindar ve sâlih kişiler olarak bilindiklerini, hırsızlık iddiasının ise, delilsiz isbatsiz bir iftira olduğunu ileri sürdüler. Hazreti Peygamber de bu şahidlerin ifadesine göre Ubeyrik oğullarının suçsuzluğuna inanmıştı ki, çok geçmeden Allahu Ta'âlâ bu âyetleri indirdi. Âyetlerin inmesiyle çalınan silâh da Hazreti Peygambere getirildi. Ubeyrik oğullarından Buşeyr ise, İslâm'dan çıkıp müşriklere katıldı.

Ayetlerin nüzulüne sebep olan hâdise, müfessirler tarafından nasıl naklederse edilsin, zahir olan gerçek şudur ki, herhangi bir mesele hakkında hüküm vermek durumunda olan kimselerin titizlikle üzerinde durmaları gereken husus, verilecek olan hükümlerde, zerre kadar da olsa hak ve adalet çerçevesi dışına çıkılmaması ve hak sahiplerinin hükümlerden zarar görmemeleridir. Bunun için, hükme mesned teşkil eden hâdisenin iyice incelenmesi ve ona sebep olan kişiler üzerinde titizlikle durularak hak sahiplerinin kesinlikle belirlenmesi gerekir. Bu belirlenmeden verilecek her hükmün, haklı olan bir kişinin aleyhine tecelli edebileceğini de hatırdan çıkarmamak lâzımdır. Nitekim 65 inci âyetin tefsirinde Hazreti Peygamberin Buhârî ve Müslim tarafından nak­ledilen bir hadîsini zikretmiş ve hükmün, çok defa, şahidlerin şehadet-leri ve meselelerin düzgün bir şekilde ortaya, konmamasıyle tezahür ettiğini belirtmiştik. Hazreti Peygamber de bu hadîsinde buyuruyordu ki: "Sizler dâvanızı bana arzediyorsunuz^Bazınız delillerini daha düzgün ifade eder; ben de ondan işittiğim bu düzgün ifadeye göre hüküm veririm. Böylece kimin lehine kardeşinin hakkından kesip hükmetmiş isem, sakın bunu üzerine almasın. Ben, zahire göre verdiğim bu hükümle, onun için ateşten bir parça kesmiş olurum".

Bir münafığın yalancılığı ve etrafına topladığı yalancı şâhidler, dâvayı lehine çevirip hırsızlığını örtbas edebilir; fakat lehinde tezahür eden bu hüküm, aslında kendisi için ateşten bir gömlek olup âhırette cehennem ateşine dönüşür. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, âyetlerinde şöyle buyurmuştur:

705. Hiç şüphesiz, biz Kitab'ı sana, insanlar ara­sında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için hak ile indirdik. Sakın hâinlerin müdafii olma.

106.  Allah'tan mağfiret; şüphe yoktur ki Al­lah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.

107. Kendi nefislerine hainlik eden kimseler için de mücadele etme. Allah, şüphesiz, hainliği âdet edinmiş günahkârları sevmez.

108.  (Bunlar, hainliklerini) insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki O, razı ol­mayacağı bir sözü, onlar geceden düzüp ku­rarlarken onlarla beraberdir. Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) çepeçevre kuşatmıştır.

109.  İşte siz, öyle kimselersiniz ki, dünya ha­yatında hâinler için mücadele ettiniz, (onları korudunuz); fakat kıyamet günü Allah'a kar­şı onları kim müdâfa edecek; yahut kân on­lara vekil olacak?

105 Allahu Ta'âlâ bu âyet-İ kerîmesinde Peygamberine hitap etmiş ve buyurmuştur ki: Ey Muhammedi Kur'ân'ı sana, insanlar arasında hak ve adalet çerçevesi içinde, Allah'ın sana bildirip öğrettiği ahkâm ile hükmedesin diye indirdik. Zira bu Kitap, Rabbından hak olarak gelmiştir ve içerisinde yalnız hak olan vardır. Binâenaleyh ister yahudî olsun, ister mesîhî olsun, ister müslüman veya mecûsî olsun, kimin hakkında hüküm verirsen, yalnız hak ile hükmet; adaletten ayrılma. Tu'ma veya Buşeyr gibi münafıkların çeşitli yalanlarına kanarak hâinlerin müdafii olma; onlara arka çıkma.

Allahu Ta'âlânın bu âyet-i kerîmedeki hitabı, tıpkı Mâide sûresinin 48 inci âyetindeki hitabı gibidir. Şu farkla ki, yukarıdaki âyetlerde sözü edilenler genel manâda münafıklar olduğu halde, Mâide sûresinin âyetinde ehl-i kitaptır. Allahu Ta'âlâ bu âyette şöyle buyurmuştur: "(Ey Muhammedi) Bu Kitab'ı sana, kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara karşı bir şâhid olmak üzere hak ile indirdik. Binâenaleyh aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet; sana gelen haktan (yüz çevirip) onların hevâ ve heveslerine uyma".

Yukarıdaki zikrettiğimiz sebeb-i nüzul olan hâdiselerin ışığında, âyet-i kerîmeden anlaşılan manâ şudur ki, herhangi bir dâvada taraflar arasında hüküm vermek durumunda olan kimse, dâva konusu oian meseleyi iyice incelemeden ve onun özüne tam manâsıyle vakıf ol­madan, sadece taraflardan birinin güzel konuşmasına ve delillerini ustalıklı kullanıp kendisini hasmından daha kuvvetli göstermesine al-danarak onun lehine hüküm vermekte acele etmemelidir. Zira Ubeyrik oğulları gibi öyle münafıklar vardır ki, bunlar bazan peygamberleri bile yanıltırlar ve bir kimsenin hakkının, hak sahibi olmayan bir muhasıma verilmesine sebep olurlar. Bu ise, Hazreti Peygamberin daha önce işaret ettiğimiz hadîsinde zikredilen ateşten bir parça, veya ateşten bir gömlek olur ve ona sahip çıkanın sırtına.geçer.

Âyet-i kerîmedeki "Kitab'ı sana, insanlar arasında Allah'ın sana bil­dirdiği ile hükmetmen için hak ile indirdik." ibaresinin delâlet ettiği manâya istinaden bazı müfessirler, Hazreti Peygamberin bütün hükümlerinin vahye dayalı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Zira âyet-i kerîmede yer alan ve "Allah'ın sana bildirdiği (veya gösterdiği) ile hükmet," manâsına gelen bi-mâ erâfllahu ibaresi, Hazreti Peygam­berin verdiği her hükümde Allah'tan kendisine gelen bir bilgi bulun­duğuna delâlet eder ki, bu bilginin vahiyden başka bir şeyle izah edil­mesi mümkün değildir. Nitekim Ömer İbnu'l-Hattâb (r.a.)'m da bu manâyı teyiden şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Hiç kimse, Allahu Ta'âlânın bana bildirdiği şekilde hükmettim, demesin; zira bu, sadece

Peygambere aittir. Biz ise, ancak kendi re'yimizle hükmederiz; bu da ilim değil zandır".

Bazı usûlcüler ise, âyet-i kerîmedeki bu ibarenin iki manâya muh-temil bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Birincisine göre "Allah'ın sana bil­dirdiği ile hükmet" ibaresi, "Allah'ın Kur'ân'da sana nassını bildirdiği ile hükmet." manâsındadır ki, Hazreti Peygamber, Kur'ân'da yer alan bir nassa göre hüküm verdiği zaman, hiç şüphesiz hükmü vahye dayanmış olur. İbarenin ikinci manâsı, "Kur'ân'ın muhtelif hüküm ve delilleri ışığında, Allah'ın, senin re'y ve içtihadın vasıtasıyle sana gösterdiği yolda hükmet." demek olur ki, bu takdirde Hazreti Peygamberin, hakkında nas bulunmayan meselelerde kendi ictihadiyle hüküm verdiği anlaşılır.

Hazreti Peygamber, hiç şüphesiz, bir takım meselelerde kendi ic­tihadiyle de hüküm vermiş ve hattâ içtihadında hataya düşüp düşmeyeceği ihtilaflı bir konu olarak münâkaşa edilmiş olsa bile, bazı ictihadlannın vahiyle tashih edildiği gözönünde bulundurularak, ictihad-lannda bazan hatâ yapabileceği bile ileri sürülmüştür.

Ancak bütün bu münakaşalar bir yana, yukarıdaki âyet-i kerîme, kanaatımızca ictihadla ilgisi bulunmayan, yahut başka bir ifadeyle iç­tihadı konu edinmeyen, fakat Allah'ın kendisine indirdiği Kur'ân'la hükmetmesini Rasûlüne emreden bir manâda gelmiştir. Binâenaleyh Al­lahu Ta'âlâ Hazreti Peygambere Kur'ân ile hükmetmesini emrettikten sonra, Rasûlünü, düşmesi muhtemel büyük bir hatâya karşı uyarmış ve hâinler için suçsuz kimselere hasım olmamasını istemiştir. Zira Haz­reti Peygamber Ubeyrik oğullarının İslâm'ına ve yalancı şâhidlerin sözlerine güvenerek neredeyse onların suçsuzluğuna, fakat asıl suçsuz olan yahudînin veya diğerlerinin zırhı çalan kimseler olduklarına hükmedecekti. Bu ise, işlediği hırsızlık dolayısıyle gerçek manâda suçlu olan ve bu yüzden nefsine karşı hıyanet etmiş sayılan bir münafığın suçsuz kimselere karşı avukatlığını yapmak manâsına gelebilecek bir İşti ve büyük bir vebali gerektiriyordu.

106 Nitekim Allahu Ta'âlâ Peygamberine, Kur'ân'la hükmetmesini ve hâinlerin müdafii olmamasını emrettikten sonra, insanlar arasında hü­küm verirken, düzgün konuşan, sahte deliller ve yalancı şâhidlerle ken­dilerini hak sahibi gibi gösteren kimselere meyletmiş olmaktan dolayı da onun Allah'tan af ve mağfiret dilemesini istemiştir.

Yukarıda da açıkladığımız gibi, herhangi bir dâvada muhasım olan taraflar arasında hüküm vermek durumunda olan bir kimsenin, kesin ol­mayan delillere ve bilhassa zahire göre hüküm vermesi halinde hatâya

düşme ihtimali çoğalır ve bu hatâ da, hakkın sahibine ulaşmasına engel olabilir. Bu ise, hüküm veren kişi için vebali ve dolayısıyle Allah'tan af ve mağfiret dilemesini gerektiren bir iş olur. Âyet-i kerîmenin yukarıda zikrettiğimiz nüzul sebeplerinden de anlaşılacağı üzere, Ubeyrik oğullan tarafından çalınan bir zırh, dâva konusu olarak Hazreti Peygambere ak­settirilmiş, o da, Ubeyrik oğullarının müslüman olmalarını ve şâhidlerin de onlar lehinde şâhidlik etmelerini gözönünde bulundurarak onların suçsuz oldukları hususunda bir kanaata sahip olmuştu. Ancak bu kanaatini bir hüküm olarak açıklamadan ve Ubeyrik oğullarının suçsuz olduklarını ilân etmeden, Allahu Ta'âlâ bu âyetleri indirmiş ve Rasûlünü büyük bir hataya düşmekten alıkoymuştur. Bununla beraber yine de Ubeyrik oğullarının suçsuzluğu hususunda yanlış bir kanaata varmış olmasından dolayı Allah'tan af ve mağfiret dilemesini emretmiştir ki bu, hak tevziinde adalete verilmesi gereken önemin derecesini gösterir.

Bazı müfessirler, Allah'tan af ve mağfiret dileğini, Hazreti Peygam­berde bulunması muhtemel bazı eğilimleri gözönünde bulundurarak açıklamaya çalışmışlardır. Bu ihtimallerden birincisi, Hazreti Peygam­berin, Tu'ma İbn Urbeyrik'in müslüman olması dolayısıyle onun yönüne meyletmiş olmasıdır. İkinci ihtimal, Tu'ma taraftarlarının Tu'ma lehinde şâhidlik etmeleri ve onları yalanlayacak hiçbir delilin bulunmaması dolayısıyle, zırhı çaldığı ileri sürülen yahud? aleyhine hükmetmeyi düşünmüş olmasıdır. Üçüncü ihtimal de, istiğfar emrinin Hazreti Peygamberin kendisi için değil, fakat Tu'ma'yı müdâfa eden ve onun suçsuzluğunu ileri sürerek beraetini isteyen Tu'ma taraftarları için olmasıdır. Zira bunlar Tu'ma'nın suçsuzluğunu ileri sürerek onun lehinde şâhidlik etmekle büyük bir günâh işlemişlerdir. Allahu Ta'âlâ da Peygamberine onlar için istiğfar etmesini emretmiştir. Bu üç ihtimalden ilk ikisi, Hazreti Pegyamberin Tu'ma lehinde bir kanaata sahip olması yönünden gerçeğe daha yakın görünürse de, üçüncü ihtimal, ibarenin siyak ve sibakından anlaşılan manâya daha uzak görünmesi itibariyle hiç vârid değildir. Zira âyet-i kerîmede, Hazreti Peygamberin başkaları için mağfiret dilemesi gerektiğine delâlet edecek hiçbir işaret yoktur. Buna karşılık suçlu olduğu halde aleyhine hiçbir delil bulunmayan Tu'ma'nın müslüman oluşu ve arkadaşları tarafından da müdâfa edilişi, Hazreti Peygamberin hatalı olarak onun lehinde bir kanaata varmasının başlıca sebepleri olmuştur. Allahu Ta'âlâ Peygamberini İşte bu hatâ sebebiyle istiğfara davet etmiş, sonra da Allah'ın çok bağışlayıcı ve çok merhametli olduğunu beyanla yine Peygamberine şöyle buyurmuştur:

107  İrtikâb ettikleri ağır suçtan ve kazandıkları büyük günâhtan do­layı nefislerine hıyanet eden kimseleri müdâfa edip onlar için mücade­leye kalkışma. Onların avukatı ve hıâmisi olma.

Nefse hıyanet, Allah'ın insana tevdi ettiği emaneti Allah'a iade et­memesi ve böylece nefsi aldatması ve işlediği ağır suç ve kazandığı büyük günâhla onu ıkaba ve dolayısıyle zarara maruz bırakmasıdır. Bu sûrenin "Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor." mealindeki 58 inci âyetini tefsîr ederken de açıkladığımız gibi, emanet, muhafazası için insana bırakılmış olan ve vakti geldiğinde sahibine iade edilmesi gereken şeylerdir. Bir insanın üzerinde bulunan başkasına âit herhan­gi bir mai, ona tevdi edilmiş bir emanet olduğu gibi, Allah'ın, Peygam­beri vasıtasıyle kullarına duyurduğu bütün emir ve nehiyler de birer ema­nettir ve insan bunlara uyduğu takdirde bu emanetleri eda etmiş olur. Keza insanın kendi üzerinde bulunan nefsine âit bazı haklar da vardır ki, bunlar da birer emanettir ve insan, nefsine karşı bunlardan sorum­ludur. Meselâ insanın kendisi için dîninde ve dünyasında iyi ve faydalı olan şeyleri yapması, dünyasına ve âhıretine zarar verecek şeylerden de sakınması gerekir. Eğer bunlara riayet etmez ve nefsinin gerek dün­yada ve gerekse âhırette ıkaba maruz kalmasına sebep olacak amel­ler işlerse, nefsini aldatmış, ona hıyanet etmiş olur. Oysa Allah, hıyane­ti itiyad haline getirenleri asla sevmez. Zira bunlar, dünyada ve âhırette kendilerine zararı dokunacak olan amelleri işlemekten çekinmezler ve Allah'ın ıkabından korkmazlar. Keza insan nefsini tezkiye edip yücelt­mek için gönderdiği emir ve nehiylerine uymak yerine bunlara karşı çı­karlar, haramını helâl, helâlini de haram kılarak en büyük zulmü işlerler.

108     Fakat ne garibtir ki, Allah'ın emanetine hıyanetle nefislerine zul­meden bu hâinler, işledikleri bu günâhları insanlardan gizlerler ve yap­tıklarını "aman kimse görüp duymasın." diyerek gizlilik içinde yaparlar da, Allah'tan gizlemezler, gizlemek lüzumunu duymazlar. Yaptıklarını in­sanlardan gizlemeleri, ya onlardan korkmaları, ya da utanmaları do-layısıyledir. Fakat bu hâinler, Allah'a karşı işledikleri ağır suçtan ve büyük günâhtan dolayı, Allah'tan ne korkarlar ve ne de utanırlar. İşte onlarda görülen bu davranış, Allah'a olan îmanlarının çok zayıf ve çok noksan olmasından kaynaklanır. Eğer onlar Allah'a tam manâsıyle îman etmiş olsalardı, Allah'ın her an kendileriyle beraber bulunduğunu, yap­tıklarını ve yapacaklarını  ilmiyle çepeçevre  kuşattığını  bilirler ve günâh üzerinde ısrar etmek yerine, iradeleri dışında işledikleri bir tek günâh yüzünden bile bin kere pişmanlık duyup Allah'tan af ve mağfiret dilerlerdi. Fakat onlar böyle yapmamışlar, günâh üstüne günâh İşleyerek Allah'ın menettiği çok çirkin bir yola sülük etmişlerdir. Bu yolun sonunda, yaptıklarının karşılığını elbette göreceklerdir.

109 Ailahu Ta'âlâ, yukarıdaki âyetlerin ilkinde Hazreti Peygambere hitapla "biz, Kitab'ı sana insanlar arasında, Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen İçin hak ile indirdik." buyurarak onu, işledikleri bir hırsızlık suçu ile nefislerine hainlik eden ve hıyanetlerini de inkâr ile ken­dilerini temize çıkarmaya çalışan hâinleri müdâfa etmekten sakındırıp koruduktan ve bunların, suçlarını nasıl insanlardan gizleyip Allah'tan gizlemediklerini beyan ettikten sonra, suçluları asıl koruyan ve onların müdâfasını yaparak suçu bir yahudîye veya bir başkasına yüklemeye çalışan kimselere hitap ederek şöyle buyurmuştur:

Ey o hâinlerin avukatlığını ve hâmiliğini yapan kimseler! İşte siz bütün gücünüzle ve bütün maharetinizle o hâinleri müdâfa edip onların suçsuz olduklarına herkesi inandırmaya çalıştınız. Bir çok kimseyi de inandırdınız. Öyle ki, aranızda bulunan ve dâvanıza bakan Peygamberi bile neredeyse buna inandıracaktınız. Dünya hayatında, delil yokluğundan da istifade ederek suçunu inkâr eden bir çok suçluyu koruyup onların suçsuz olduklarına herkesi ikna edebilirsiniz. Yâ âhırette?! Âhırette de bunu yapabilir misiniz? Suçluyu da suçsuzu da bütün âmelleriyle bilen, her şeyi ilmiyle kuşatan, hasmı da hâkimi de yalnız Allah olan o mahkeme-i kübrâda bu hâinlerin avukatlığını kim yapacak? Kıyamet günü, herkesin iyi kötü bütün amellerini gözleri önüne serdiği zaman, bugün müdâfasını yaptığınız o hâinleri, o gün Allah'a karşı kim müdâfa edecek? Hayır; hiç kimse kıyamet günü onların müdâfasını yapamayacaktır. İnfitâr sûresinin 19 uncu âyetinde de beyan edildiği üzere, "o gün, hiç kimsenin hiç kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir yalnız Allah'ındır". Bu itibarla hiç kimse, dünyada olduğu gibi rüşvetle, veya şunun bunun tavsiye ve telkîni ile, haksız da olsa, kendi lehine hüküm çıkartabileceğini zannetmesin. Orada herkes yalnız kendi yaptıklarıyle alınacak ve yalnız kendi yaptıklarının karşılığını görecektir. Bununla beraber, ey nefislerine hıyanet edenler, vakit yine de geçmiş ve her şey bitmiş değildir; zira:

110. Her kim bir kötülük işler, yahut nefsine zul­meder, sonra da Allah'tan mağfiret dilerse, Allah 'ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur.

111.     Kim bir günâh kazanırsa, onu ancak kendisi için kazanmış olur. Allah, her şeyi hakkıyle bendir, hikmet sahibidir.

112.     Kim de kasıtsız bir hatâ işler, yahut bir günâh kazanır, sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa, o, elbette bir iftira ve apaçık bir günâh yüklenmiş olur.

110 Evet; hiç kimsenin hiç kimseye yardım edemeyeceği, her nefsin yalnız kendi derdiyle uğraşacağı o kıyamet günü emir yalnız Allah'ındır ve o gün herkes kendi yaptıklarından hesap verecek ve yalnız kendi yaptıklarının karşılığını görecektir. Fakat o gün henüz gelmemiştir ve gelmesi de pek yakındır. Bu itibarla dünya hayatında işledikleri büyük kötülükler ve kazandıkları ağır günâhlarla nefislerine zulmedenler için dünyada her şey bitmiş değildir. Zira kim büyük olsun küçük olsun bir kötülük işler, yahut işlediği bir günâhla nefsine zulmeder, sonra da bu günâhtan dolayı Allah'tan af ve mağfiret dilerse, günâhı ne kadar büyük olursa olsun, Allah onun bu dileğini geri çevirmez, kullarına karşı mer­hametinin çokluğu dolayısıyle onun günâhını bağışlar. Yukarıdaki â-yet-i kerîme buna delâlet ettiği gibi, Hazreti Peygamberde, Ahmed İbn Hanbel [192]ve Sünen sahiplerinin Ebû Bekr es-Sıddîk'tan riva­yet ettikleri bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: "Günah işleyen hiçbir kul yoktur ki, güzelce abdest alıp dosdoğru İki rekât namaz kıldıktan ve gü­nâhı dolayısıyle Allah'tan af ve mağfiret diledikten sonra, Allah onun gü­nâhını bağışlamasın". Binâenaleyh kim bir günâh işleyip başkasına kö­tülüğü dokunur, yahut nefsine zulmetmiş olursa, her şeyin bittiğini ve kurtuluş yolunun da kapandığını zannedip ümidsizliğe düşmesin ve şunu hiçbir zaman unutmasın ki, Allah, insanın dünya yüzünde kalmış olduğu hayatı boyunca bu kapıyı ona hiç kapamaz ve mağfirette bulun­mak için onun mağfiret dilemesini bekler. Mağfiret dilediğini görünce de ona mağfiret eder.

Kulun, Rabbı tarafından mağfiret olunduğunu, yahut başka bir ifade ile günâhlarının O'nun tarafından bağışlandığını anlaması ve bunu biz­zat kendi üzerinde hissetmesi, hiç de imkânsız bir olay değildir. Her gü­nahkâr kul bunu deneyebilir ve Rabbı tarafından mağfiret olunmanın veya bağışlanmanın hudutsuz zevkine varabilir. Bunun için, nefse ağır gelen bir yük altına girmeye de hiç gerek yoktur. Her günahkâr, Rabbı tarafından bağışlanacağı inancı içinde ve hulûsu kalb ile Allah'tan mağfiret dilesin ve buna bir süre devam etsin. Eğer nefsinde, daha önce büyük bir arzu ve iştiyak ile işlediği kötü amellere ve haram fiillere karşı

bir nefret ve tiksintinin, buna karşılık hayırlı amellere karşı büyük bir arzu ve iştiyakın belirdiğini hissedecek olursa, bu, Rabbı tarafından bağışlandığının en kuvvetli ve en belirgin delilini teşkil eder. Allah'ın mağfiretine mazhar olan bir kulun, bunu bizzat kendi nefsinde hisset­mesinden daha zevkli ne olabilir? Böyle bir netice, hiç şüphesiz, Allahu Ta'âlânın kulları hakkında çok merhametli ve çok bağışlayıcı olmasın­dandır.

Görüldüğü gibi âyet-i kerîme, işlediği kötülükle ya başkasına, ya da kendi nefsine zarar veren günahkâra, günâhtan kurtuluş yolunu göstermiştir ki, bu yola sülük olunduğu takdirde hedefe ulaşmaktan şüphe etmek için hiçbir sebep yoktur. Yeter ki kul, günâhından kurtul­mak hususunda istekli ve bu isteğinde samimi olsun..

111 Kulun kendi günâhından kurtulmaya istekli olması veya ol­maması, elbette yine kendisini ilgilendiren bir husustur. Çünkü günâhı işleyen ve işlediği anda ondan zevk alan veya aldığını zanneden yine kendisidir. Fakat aldığını zannettiği bu zevk, nefsi aleyhine bir vebal ve dolayısıyle bir zarardan ibarettir. Nitekim pek çok kimse vardır ki, işlediği suçun suç olduğunu bilmediği ve onaterettüb eden cezadan da haber­siz olduğu için, işlediği kötü amelden kazançlı çıktığını düşünür ve bun­dan zevk alır. Halbuki o, işlediği amelle cezasını dünya ve âhırette mut­laka çekeceği bir günâh kazanmıştır ve bağışlanmadığı takdirde bu acı akıbetten kurtulması asla mümkün değildir.

Allah'ın insanlar için ve insanların sadece menfeatlanmaları için bir takım hükümler koyması, sonra da onları bu hükümlere uymakla mükel­lef kılması, O'nun her şeyi çepeçevre kuşatan hudutsuz ilminin tabiî bir neticesidir. Hiç kimse O'nun bu ilmini inkâr etmedikçe, vazettiği ahkâmın insanlara zararlı olduğunu, yahut en azından hiçbir faydası bulunmadığını, yahutta zamanı geçmiş ve tatbik kabiliyeti kalmamış bir takım sözlerden ibaret olduğunu iddia edemez. Keza Allah'ın, bu ahkâmı vazettikten sonra onlarla amel etmeyen, veya onlara karşı çıkıp dil uzatan kimseler için de, zararı yine kendilerine dokunacak kötü akıbetler hazırlaması da, O'nun hikmeti gereğidir. Çünkü Allah, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır; aynı zamanda hikmet sahibidir.

112. Bir evvelki âyet-i kerîmede de beyan edildiği üzere, büyük veya küçük, bilerek veya bilmeyerek kim bir günâh işlerse, bu günâhın vebali kendisine aittir. Hiç kimseye bir başkasının işlediği günâhın vebali yüklenmez. En'âm sûresinin 164 üncü âyetinde de ifade olunduğu üzere "herkesin kazandığı sadece kendisine aittir. Hiçbir günahkâr nefis,başkasının günâhını yüklenmez" Böyle olduğu halde, bir kimse hatâ ile, gayr-i kasdî bir günâh işler, yahut günâh olduğunu bile bile daha büyük bir günâha bulaşır, sonra da kendini temize çıkarmak için, işlediği günâhı, yahut suçu, suçsuz olan başka birinin üstüne yıkarsa, bundan daha büyük bir günâh ve bundan daha büyük bir iftira olamaz. Nitekim bu âyetlerin nüzulüne sebep olan Ubeyrik oğulları hâdisesi bunun en açık misalini teşkil eder. Medîne'de yaşayan ve Ubeyrik oğulları denilen bir aileden bazı kimseler, Rufâ'a İbn Zeyd'e âit bir zırh çalmışlar, hırsızlıkları anlaşılınca da, suçu biryahudînin üstüne atmışlardı. Ubeyrik oğullan müslümandı ve böyle bir suçjşlememeleri gerekirdi. Fakat bu suçu işlediklerine ve onu da bir başkasının üstüne yıktıklarına göre, on­ların gerçek manâda müslüman olduklarını kabul etmek elbette müm­kün değildir. Bununla beraber zahirde müslüman olan, fakat içlerinde küfür besleyen kimselere münafık denildiği ve Hazreti Peygamberin Medîne döneminde bunların, müslümanları bir hayli meşgul ettikleri de bilinen hususlardandır. Hırsızlık hadisesiyle ilgili olarak nakledilen ha­berlerde de görüldüğü üzere, zırhı çaldığı anlaşılan Ubeyrik oğul­larından Buşeyr'in yahut Tu'ma'nın sonradan müslümanlardan ayrılıp müşriklere katılması da, münafıkların, kalblerinde îmandan çok küfrü yaşattıklarını gösteren delillerden biridir. Binâenaleyh bu gibi kimseler­den hayırlı bir amel, yahut hayırlı bir iş beklemek beyhudedir. Bazan samimi bir müslümanın da bilmeyerek, iradesi dışında bir hatâ yapması mümkündür. Ancak bu hatâyı yapan müslüman, aklı başına gelip de yaptığı işin çirkinliğini farkettiği zaman pişmanlık duyar ve Allah'tan af ve mağfiret diler; aynı hatayı bir daha yapmamak için O'nun yardımını ister. Oysa yukarıda üzerinde durduğumuz hâdisede zırhı çalan Buşeyr, yaptığı hırsızlık ortaya çıktıktan sonra dahi Allah'tan af ve mağfiret dilemeyi düşünmemiş, aksine önce yaptığı işi inkâr etmiş, sonra da onu başkalarının üstüne atarak günâh üstüne günâh işlemiştir. Hattâ o derece büyük günâh işlemiştir ki, bu günâh, kendisinin gerçek kimliğini ortaya çıkarmasına bile vesile olmuştur: Buşeyr, müslümanlar arasında yaşayan bir münafık iken, sonradan yüzündeki nifak perdesini çıkarmış ve müşrik kimliğini ortaya koymuştur. Bu gün bile Buşeyr tipi ne kadar çok İnsan vardır! Hem müslüman olduğunu söyler, hem de ya utanarak ve sıkılarak, yahutta yakalandığı zaman başına geleceklerden korkarak başkalarının hakkını üzerine geçirmeye çalışır. Yakalandığı zaman da, pişkinlik içinde masum olduğunu ileri sürüp suçu başkalarının üstüne yıkmaya çalışır. Fakat kalblerinde îmandan eser bulunmadığı için, işledikleri günâh yüzünden Allah'a karşı ne utanç duyarlar, ne de O'nun ıkabından korkarlar.

113.     Eğer sana Allah'ın fazl u inayeti ve rahmeti   olmasaydı, o hâinlerden bir gurup seni bile

|şaşırtmaya kalkışırdı. Halbuki onlar, ancak kendilerini şaşırtırlar ve sana hiçbir şeyle za­rar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve bilmediğin şeyleri de öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki fazl u inayeti çok büyüktür.

113 Allahu Ta'âlâ, bu âyetinde, yukarıdan beri üzerinde durulan konu ile ilgili olarak Peygamberine hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur: Ey Muhammedi Allah seni kavmin içerisinden seçip büyütmüş ve bütün insanlara ışık tutman ve doğru yolu göstermen için seni peygamber olarak terbiye edip yetiştirmiştir. Üzerindeki fazl u inayetiyle seni büyük küçük her çeşit hatâdan ve günâhtan masun kılmış ve bütün insanlara uyulması gereken örnek bir insan olarak göstermiştir. İşte şimdi de Allah, yine üzerindeki fazla inayetiyle ve rahmetinin çokluğu ile seni büyük bir hatâya düşmekten ve hâinlerin yardımıyle başka hâinleri müdâfa etmekten korumaktadır. Eğer Allah'ın fazl u inayeti ve hudut­suz rahmeti olmasaydı, işledikleri günâhlarla nefislerine hıyanet eden o kimseler, asıl suçlular hakkında vereceğin hükümde seni yanıltırlar, hak­tan ve adaletten uzaklaştırarak bâtılın müdafii ve hâinin koruyucusu yaparlardı. Bunu da, yalancı şâhidlerle suçluyu temize çıkararak, suç­suz yahudîyi de suçlayarak kolayca başarabilirlerdi. Sen de onların iddia ve iftiraları karşısında bir müslümanın herhangi bir yahudîye nis-betle hakka daha yakın olduğunu düşünerek zahire göre hüküm verir ve suçluyu beraet ettirirdin. Fakat bunların hiçbiri olmamış ve hâinler seni yanıltmadan ve sen suçlunun beraetine hükmetmeden Rabbın vahiyle gerçeği sana haber vermiş ve seni böyle bir hatâya düşmek­ten alıkoymuştur. Kısacası Allah'ın fazl u inayeti ve rahmetiyle hâinler seni şaşırtıp hak yoldan ayıramamışlar ve hiçbir surette sana zarar verememişlerdir. Aksine onlar, İslâm'ın hidayet ettiği doğru yoldan uzaklaşarak kendi kendilerini şaşırtmışlar ve kendilerine zarar vermişler­dir.

Ey Muhammedi Rabbının en büyük fazlı, hiç şüphesiz sana Kitab ve hikmeti indirmesi ve bilmediğin şeyleri öğretrnesidir. Bu hudutsuz nimetlerle seni teyid etmesi ve bütün İnsanlara son Peygamber olarak göndermesi dolayısıyledir ki, senin, Rabbına en çok şükreden kul olman gerektiği gibi, senin gibi bir Peygambere tâbi olması itibariyle ümetinin de şükür hususunda senden geri kalmaması gerekir.

114,   Bir sadakayı, yahut bir iyiliği, yahutta in­sanlar arasını düzeltmeyi emredenlerinki dışında, gizli gizli konuşup fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Her fam bun­ları sırf Allah'ın rızasını kazanmak mak~ sadvyle yaparsa, ona büyük mükâfat vere-ceğiz.

115.   Her kim, kendisine, doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder ve mü'minlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, onu girdiği yolda bırakır ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir yerdir.

Allahu Ta'âlâ, bir yandan Ubeyrik oğullanyle ilgili konuya bu âyet­lerinde de devam ederken, bir yandan da toplumları, boş ve faydasız olan, üstelik son derece zararlı bulunan bir davranışa karşı uyarmış ve onu bazı istisnâlarıyle haram kılmıştır. Bu davranış, toplum içerisinde in­sanların üçer beşer kişilik guruplar meydana getirerek kendi aralarında gizli gizli konuşmaları, fısıldaşmaları, müzakere ve müşaverelerle bir takım plânlar hazırlamalarıdır. Genellikle başkalarının aleyhine tezahür edebilecek olan bu çeşit guruplaşmalar, toplantılar, gizli müzakere ve müşavereler, toplumun bölünüp parçalanmasına ve toplum ferdleri arasına kin ve düşmanlık tohumları atılmasına sebep olur;  çok geçmeden de, herkes tarafından sebebi ve menşei anlaşılamayan bir huzursuzluk ve tedirginlik toplum üzerine bir kâbus gibi çöker.

Âyet-i kerîmede sözü edilenler, yukarıda tefsîrini yaptığımız âyet­lerde kendilerinden söz edilen Ubeyrik oğulları ve onların yandaşlarıdır. Buşeyr'in veya Tu'ma İbn Ubeyrik'in hırsızlığı ortaya çıktıktan ve mesele Hazreti Peygambere aksettirildikten sonra bunlar bütün gece boyunca toplanmışlar ve meseleyi müzakere ederek suçun inkârı ile başka birinin üstüne atılması için plânlar hazırlamışlardır. Nitekim 108 inci âyette Al-lahu Ta'âlâ bu tertiplerine işaret ederek "bunlar hainliklerini insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki O, razı olmayacağı bir sözü onlar geceden düzüp kurarlarken onlarla beraberdir, Allah, onların yaptıklarını ilmiyle çepeçevre kuşatmıştır." buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı gibi, yukarıdaki âyette Allahu Ta'âlânın hayırsız olarak tavsif ettiği gizü konuşma ve fısıldaşmalar, örneği Ubeyrik oğullarının hırsızlığı örtbas ederek suçu bir yahudîye yüklemek için aralarında yaptıkları toplantıda görülen gizli konuşma ve fısıldaşmalardır ki, bunlar, insanlardan gizlense bile Allah'tan gizlenemez. Allah, ilmiyle her şeyi çepeçevre kuşatmıştır. O halde insanlardan gizli olarak yapılan ve onların hayrına olabilecek hiçbir hedefe yönelmeyen toplantılar, müzakere, müşavere ve münâkaşaların hiçbirinde hayır yoktur. Allahu Ta'âlânın hoşnud olmadığı bu gibi davranışlardan şiddetle kaçınmak ve Allah'ın koyduğu bir hududu tecavüz etmemek her müslümanın üzerine vâcibtir. Bununla beraber eğer bu gibi toplantılar, müzakere ve müşavereler, insanların hayrına yöneltilir ve sadece hayırlı neticelerin istihsali için yapılırsa, bunda elbette bir kötülük yoktur. Bu konuyla ilgili olarak Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur:

114. Bir sadakayı, yahut bir iyiliği yakutta insan­lar arasını düzeltmeyi emredenlerinki dışında, gizli gizli konuşup fısıldanmalarının çoğunda hayır yoktur. Her kim bunları sırf Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyle yaparsa, ona büyük mükâfat vereceğiz:

115.Her kim,' kendisine doğru yol apaçık belli ol­duktan sonra Peygambere muhalefet eder ve mü'minlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, onu girdiği yolda bırakır ve cehen­neme sokarız. Orası ne kötü bir yerdir.

114 Nefislerine hainlik edenlerin, geceden düzüp kurarak insanlar­dan gizledikleri Allah'ı hoşnud etmeyecek sözlerin hiçbirinde hayır yoktur. Çünkü İslâm, çatısı altında toplanan bütün müslümanları biri-birinin kardeşi yapmış ve biribirine kopmaz bağlarla bağlamıştır. Din­leri, inançları, duygu ve düşünceleri bir ve aynı olan ferdlerin oluşturduğu toplumlarda insanların biribirleri aleyhine tertiplere girmele­ri ve gizli faaliyetlerde bulunmaları olacak işlerden değildir. Bununla be­raber eğer İslâm toplumunda üç beş kişi biraraya gelip gizli gizli fısıl-daşır ve başkaları aleyhine bir takım plânlar hazırlayıp bunların tatbik yollarını araştırırsa, bunları, İslâm toplumuna nifak sokmaya çalışan kimseler olarak tavsif etmekte hiçbir mahzur yoktur. Nitekim Tu'ma İbn Ubeyrik, hırsızlığı ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra müslümanlardan ayrılarak müşriklere katılmış ve böylece müslümanlar arasında kaldığı sürece hangi duygu ve düşünceler içinde vakit geçirmiş olduğunu bütün açıklığıyle gözler önüne sermiştir.

Kur'ân-ı Kerîm, muhtelif sûrelerinde gizli yapılan toplantılardan ve bu toplantılardaki gizli görüşmelerden söz etmiş ve ne derece gizlemiş olurlarsa olsunlar, Allah'ın her şeyi bildiğini ve ilmiyle her şeyi çepeçevre kuşattığını haber vererek münafıkları yaptıklarından dolayı şiddetle kötülemiştir. Mücadele sûresinin 7 inci ayetinde, gizli konuşanların hiçbir şeyi Allah'tan gizleyemeyecekleri manâsında, şöyle buyurulmuştur: "Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini bilmiyor musun? Üç kişinin hiçbir gizli konuşması yoktur ki, Allah dördüncüleri olmasın. Beş kişinin hiçbir gizli konuşması yoktur ki, Allah altıncıları olmasın. İster bun­dan daha az, ister daha çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsun­lar, O onlarla beraberdir; sonra da kıyamet günü kendilerine yaptıkları­nı haber verecektir. Allah, her şeyi hakkıyle bilendir".

Mücadele sûresinin bunu takip eden 8 inci âyetinde, münafıklar­dan söz edilerek, gizli toplantılardan ve gizli görüşmelerden menolun-dukları halde, bu işi yine de nasıl sürdürdükleri ve gizli konuşmaların­da neler söyledikleri Allahu Ta'âlâ tarafından Peygamberine haber verilmiş ve şöyle buyurulmuştur: "Gizli toplantılardan menolunup da, sonra menolunduklan şeye tekrar dönerek, günâh, düşmanlık ve Pey­gambere karşı gelmek hususunda gizli gizli konuşanları bilmiyor musun? Sana geldikleri zaman, seni, Allah'ın seni selâmladığı bir şekilde selâm­lıyorlar. Kendi kendilerine de şöyle diyorlar: Söylediklerimizden dolayı Allah'ın bize azâb etmesi gerekmez mi? Girecekleri cehennem onlara yeter. Ne kötü gidiştir ol".

Aynı sûrenin müteakip iki âyetinde ise, Allahu Ta'âlâ, müslümanla­rı kötülük üzere gizli konuşmalardan menederek iyilik ve takva üzerinde konuşmalarını tavsiye etmiş, sonra da gizli konuşmaların menediliş se­bebini açıklamıştır: "Eyîman edenler! Gizli konuştuğunuz zaman, günâh için, düşmanlık için ve Peygambere karşı gelmek için konuşmayın; iyilik ve takva için konuşun. Kıyamet günü huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun (Günâh ve düşmanlık için) gizli buluşup görüşme, îman eden­lerin üzülmesi için şeytandandır. Oysa şeytan, Allah'ın İzni olmadan hiç­bir şekilde zararlı olamaz. Bu itibarla mü'minler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar".

Mücadele sûresinden naklettiğimiz bu âyetlerle, gizli toplantıların ve bu toplantılarda yapılan gizli görüşmelerin ne manâya geldiği daha açık bir şekilde anlaşılmış olmaktadır. Buna göre, müslümanlar arasına fitne sokmak, korku salmak, meşru idareyi devirmek, yahut toplumun belli bir kesimini tedirgin etmek, bir aileye veya bir şahsa eziyette bu­lunmak gibi çeşitli sebeplerle yapılan gizli toplantılar, müzakere ve müşavereler, Allahu Ta'âlânın hoşnud olmadığı davranışlardandır ki, biraz önce zikrettiğimiz âyet-i kerîmede de beyan edildiği üzere bunlar, müslümanları üzmek ve onlara sıkıntı vermek için şeytan tarafından tahrik edilen işlerdendir.

Bununla beraber müslümanların biraraya gelip müzakere ve müşavere ettikleri ve hattâ bazan fısıldaşarak konuştukları başka işler de vardır ve Allahu Ta'âlâ bunları diğerlerinden ayırmış, bunlar hakkın­da toplantı yapıp gizli görüşmelerde bulunmanın hiçbir mahzuru bulun­madığını beyan etmiştir. Âyet-i kerîmede istisna edilen bu toplantı ve fı-sıldaşmalar, sadaka vermeyi, iyilik etmeyi ve insanlar arasını düzelt­meyi emreden kimselerin, bunları gerçekleştirmek maksadıyle yaptıkla­rı toplantı ve fısıldaşmalardır ki, zaten bu gibi iyilikleri tantana ile ve her­kese ilân ederek yapmakta da hiçbir hayır yoktur.

Allahu Ta'âlânın istisna ettiği ve gizlilik içinde yapılmasına rıza gös­terdiği bu üç hayırlı iş, yani sadaka vermek, iyilik etmek ve insanlar arası­nı düzeltmek, hepsi de akla gelebilecek diğer bütün hayırları ve iyilikle­ri şâmildir ve dolayısıyle yapılacak olan her iyiliğin gizlilik İçinde yapılmasında, gerek iyiliği yapanlar yönünden ve gerekse iyiliğe muha-tab olanlar yönünden hiçbir mahzur yoktur ve belki gizli yapılmasında daha çok hayır vardır. Nitekim âyet-i kerîmede zikredilen üç hayırlı- işin başında, ihtiyacı olan bir kimseye sadaka vermek gelir. Bilinen bir ger­çektir ki, sadakanın izharı, yani herkesin gözü önünde verilmesi, sada­kayı alacak olan kimse için rencide edici ve eza verici bir davranıştır. Oysa hiç kimse, maddî yardımda bulunduğu bir kimseye bu yardım yüzünden eziyet etmek istemez. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Bakara sû­resinin 271 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Eğer sadakaları aşikâre verirseniz, bu, iyidir; fakat onu gizleyip de fakirlere verirseniz, sizin için daha hayırlıdır. Hazreti Peygamber de Buhârî [193]ve Müs­lim [194]tarafından nakledilen bir hadîsinde, sadaka veren ve sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek şekilde gizleyen kimsenin kıyamet günü Allah'ın kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan bir zamanda, kendi gölgesinde barındıracağını müjdelemiştir. Bir muhtaca verilen sadakanın gizlenmesinde ne derece büyük hayır varsa, sadaka ile ilgili emrin de gizli olmasında aynı büyüklükte hayır vardır. Keza bazı muhtaç kişilere yardım maksadını güden gizli toplantıları ve bu toplan­tılarda yapılan gizli görüşmeleri de aynı çerçeve içinde mütalâ etmekte hiçbir mahzur yoktur. Zira muhtaç bir kişiye alenî yapılan yardım o kişi için ne derece rencide edici olursa, yardım maksadıyle yapılacak alenî toplantıların da aynı derecede ve hattâ daha çok rencide edici olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. İşte bu sebepledir ki Ailahu Ta'âlâ bu â-yet-i kerîmesinde gizli konuşup fısıldaşmalann çoğunda hayır bulun­madığını beyan buyururken sadaka emrini bundan istisna etmiştir.

İstisna edilen diğer bir husus, marufun, yani iyiliğin emridir. Böyle bir emir, hiç şüphesiz, hatası, çirkin davranışları ve dîne aykırı hareket­leri görülen kimselere yöneltilir ve kendilerinden bu kötü davranışları terketmeleri ve doğru yola girmeleri istenir. Ancak insanlar arasında böyle bir emre muhatab olup da onu sükûnetle karşılayan kaç kişi çıkar? Özellikle emreden, emre muhatab olanın akranı olursa, emir­lerinin karşısındakini rencide etmeyeceğinden emin olabilir mi? Hele bu emirler herkesin gözü önünde verilirse, tepki ile karşılanmaması müm­kün müdür? Zira bu gibi durumlarda emri alan, çok defa kendisine ta­hakküm edilmek istendiğini düşünür ve eğer bu emir alenî olur ve her­kesin gözü önünde verilirse, buna isyan eder ve emrin gereğini hiç yerine getirmez.

Nihayet insanların arasını bulmak, dargınlıkları ortadan kaldırmak ve küsleri barıştırmak için girişilen faaliyetlerin de alenî yapılmak yerine gizli yapılmasında hayır vardır. Zira insanların kendi şahıslarına taalluk eden ve tamamiyle Özel olan hallerin ortaya dökülüp teşhir edilircesine didiklenmesi, elbette hiç kimsenin hoşuna gitmez. Hoşa gitmeyen yön­temlerle neticeye ulaşmak ise, çok defa mümkün olmadığı gibi, son­radan düzeltilmesi hiç mümkün olmayan kötü neticeler doğurması da çok muhtemeldir. Bu itibarla bu işlerin de gizlilik İçerisinde yapılmasın­da elbette büyük faydalar vardır. Âyet-i kerîmede de bunun diğerlerin­den istisna edilmesi bu yüzdendir.

İşte, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gizli yapılmasında daha çok hayır bulunan bu üç davranışı, kim Allah'ın rızasını kazanmak için yapar ve kim bu maksatla toplantılar tertip edip müşavere ve müzâkerelerde bulunursa, Allah ona büyük ecir ve mükâfatlar verecektir. Çünkü yukarı­da da işaret ettiğimiz gibi bu fiiller, bütün hayırları ve iyilikleri şâmildir ve her kim bunları veya bunlardan birini hayırla neticelenecek şekilde ger­çekleştirmeye girişirse, ruhunu en yüksek fazilete ulaşacak derecede yükselterek Allah'a yaklaştırmış ve O'nun en büyük ecir ve sevabına hak kazanmış olur. Bu da ancak İhlasla tahakkuk eder. Yoksa bazı büyüklük taslayanlann ve sağda solda "biz fulâna şu kadar sadaka ver­dik.", "biz fulâna şu iyilikte bulunduk.", "biz şöyle ettik; böyle ettik." diyerek böbürlenen kimselerin riyaya bulaşmış amelleriyle gerçek­leşecek işlerden değildir.

115 Allahu Ta'âlâ, Allah'ın razısını kazanmak maksadıyle insanların iyiliğine koşan ve bunun için toplantılar yapıp müzakere ve müşavere­lerde bulunan kimselere hudutsuz mükâfat ve güzel akıbet va'dettikten sonra, sırf kötülük için toplantılar yapıp gizli plânlar hazırlayan ve bu­nunla halkı hak yoldan uzaklaştırmayı gaye edinen kimselerin kötü akıbetlerini beyan etmiş ve buyurmuştur ki: Her kim, hak yol olan İslâm bütün delil ve huccetleriyle zahir olduktan ve onun zuhuru ile bâtıl or­tadan kalktıktan sonra, yine de İslâm'dan yüz çevirerek Peygambere muhalefet eder ve mü'minlerin hiç sapmadan takip ettikleri Kur'ân ve Sünnet yolundan sapar, başka bir yol takip ederse, biz de onu kendi arzu ve isteğiyle tercih edip seçtiği batıl yolunda şeytanlarıyle başbaşa bırakır, sonra da varacağı cehenneme ulaştırırız. Orası ne kötü bir men­zil, ne kötü bir yerdir.

Âyet-i kerîmede, insanın kendisine sevab veya günâh kazandıran, yahut kendisini cennete veya cehenneme ulaştıran amelleri hakkında Allah'ın değişmez sünnetinin apaçık beyanını görmemek mümkün değildir. Buna göre insan, amel olarak her ne işlerse, bunu hür ve müs­takil iradesiyle ve kendi ihtiyariyle işler. Onun işlemiş olduğu iyi veya kötü amellerde, onu bu amelleri işlemeye icbar eden ilâhî kudretin hiç­bir rolü ve tesiri yoktur. Kim hak yolu seçer ve o yolda gitmek isterse, Allah onu o yolda bırakır. Fakat kim de o yoldan sapar ve bâtıla yöne­lirse, ona da engel olmaz. Bu, Allah'ın değişmeyen sünnetinin bir gereğidir. Şu var ki Allah, dilerse, günahkâr kullarından dilediğinin şirk dışındaki günâhlarını bağışlar. Ancak şirk koşanları asla bağışlamaz. Nitekim bundan sonraki âyetlerinde bu konuya yer vermiş ve Allah'a şirk koşanların bağışlanmamalarının bazı sebeplerini zikretmiştir.

 



[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[2] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[3] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[4][4][4] Sahîh IV.103

[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[6] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[8] Sahih, IV.176

[9] Sahîh, IV.2313

[10] Sahîh 1V.2314

[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[12] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[13] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[14] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[15] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[16] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[17] Sahîh V. 177

[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[19] Sahîh, III. 186

[20] Sahîh, III. 1250

[21] Sahîh, 1.92'in

[22] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[23] Sünen, II. 109

[24] Sünen, IV. 414

[25] Sünen, II, 162

[26] Sahîh, III. 1235

[27] Sünen, II. 107

[28] Sünen, V. 234

[29] Sünen, II. 163

[30] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[31] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[32] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[33] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[34] Sünen, II. 102

[35] Sünen, II. 156

[36] Müsned, II. 278

[37] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[38] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[40] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[41] Sahîh, 111.1316

[42] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[43] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[44] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[45] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[46] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[47] Sahîh, V.178

[48] Sünen, 482 

[49] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[52] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[54] Sahîh, 111.149

[55] Sahîh, 11.1067-1073

[56] Sahîh, 11.1074

[57] Sünen, 1.519

[58] Sünen, 1.601

[59] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[61] Sahih, 11.1079

[62] Sünen,\A97

[63] Sönen, III.438

[64] Sünen, VI.110

[65] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[66] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[67] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[68] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[69] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[71] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[72] Sahîh, IV.200

[73] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[74] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[75] Sahîh, III.95,

[76] Sahîh I.92

[77] Sünen, 11.104

[78] Sahih, VI.14

[79] Sahîh, 1.91

[80] Sünen, I. 539

[81] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[82] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[83] Cami, V.237

[84] Müsned, VI.322

[85] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[86] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[87] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[88] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[89] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[90] Sünen, VI.68

[91] Müsned II. 251

[92] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[93] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[94] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[95] Sahih, Vli.78

[96] Sahîh, IV«2025

[97] Sa­hîh, VII.75

[98] Sahîh, 1.90

[99] Sahîh, III. 123

[100] Sa­nto, III. 1283

[101] Sünen, tf. 632

[102] Sünen, IV. 36

[103] Sahîh, I. 93

[104] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[105] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[106] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[107] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[108] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[109] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[110] Sahîh, V. 180

[111] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[112] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[113] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[114] Sünen, II. 292 

[115] Sahîh, I. 86

[116] Sahîh, 1.279

[117] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[118] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[119] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[120] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[121] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[122] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[123] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[124] Sahîh, VII. 75

[125] Sahîh, 1.90

[126] Sahih, VIII. 43

[127] Sahîh, I. 95

[128] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[129] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[130] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, II. 561-562

[131] Sahîh, Vlll.104

[132] Sahîh, 111.1459

[133] Sahîh, 1.14 

[134] Sahîh, I.78

[135] Sahîh, H.244-245

[136] Sahîh, 11.813

[137] Sünen, II.505

[138] Sünen, II.505

[139] Sahîh, III. 1469

[140] Sahîh, VIII. 105-106

[141] Sahth, VII1.212

[142] Sahîh, 111.1337

[143] Sünen, Vl.3

[144] Sahîh, l.155

[145] Sahîh, 1.132; IV.81; V.17

[146] Sahîh, I.425

[147] SaWfyll.118

[148]

[149] Sahîh, I. 74

[150]sahîh,\\.7O 

[151] Sahîh, IV.1704 

[152] Sahîh, I.9, 13; VII. 128

[153] Sahîh, 1.65

[154] Sahîh,\f\\A27

[155] Saft/77,IV.1703

[156] Sahih, V.181

[157] Sahîh, IV.2142

[158] Sahîh, I. 9

[159] d Müsed, II. 180

[160] Sünen, IV. 25

[161] Sünen, VIII. 45,

[162] Sünen, II. İ42'

[163] Sünen, II. 500

[164] Sahîh, VIII. 35

[165] Sahîh, III. 1304

[166] Sahfh, III. 195

[167] Sahîh, I. 92

[168] Müsned, IV-99

[169] Sünen, VII. 81

[170]  Din İşleri Yüksek Kurulu'nun notu:

Yukarıda müellif tarafından da belirtildiği üzere, İbn Abbas ve onun görüşüne katılanlara göre bir müslümanı kasden öldüren kişinin tevbesi kabul edilmez, o kişi ebedi olarak cehennemde kalır. Ancak cumhurun (İslâm bilginlerinin çoğunluğunun) görüşü böyle değildir. Selef ve haleften İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre Cenab-ı Hak, kasden cana kıymış olan kişinin tevbesini de, dilerse kabul eder; bu kişi samimiyetle nedamet duyarak tevbe eder, İyi işler yaparak Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanırsa, diğer büyük günah işleyen kimseler gibi, onu affeder. Netikim; Zümer Sûresi'nin 53 üncü âyetinde: "Ey günahta aşın giderek kendilerine kötülük yapmış olan kullarım. Allah'ın bağış ve merhametinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." buyrulmuştur. Bu âyet-i kerime, Cenab-ı Hakk'ın diterse bütün günahtan bağışlayacağını ifade etmektedir. Nisa Sûresi'nin daha önce geçen 48'İnci ve ileride gelecek 116 inci âyetlerinde ise: "Allah kendisine şirk koşulmasını asla affetmez. Bunun dışındaki günahtan ise, dilediği kimseler İçin bağışlar.' buyrulmaktadır. Bu âyetler, şirkten başka bütün günahlann, affedilebileceğini beyan etmektedir. Kasden cana ktyma cürmü de bu hükme dahildir.

Buharî (Sahîh. IV. 149) ve Müslim (Sahîh, III. 2118)'in naklettlikleri bir hadis-İ şerifte de, Israiloğulları'ndan yüz kişiyi Öldürmüş olan bir kişinin bile tevbesinin kabul edildiği haber verilmektedir.

Şüphesiz, bir müslümanı öldürmekte sakınca görmeyen, yani cana kıymayı helâl sayarak bir müslümanı öldüren kimsenin tevbesi -bu inancı kendisini küfre düşürdüğü için,- kabul olmaz. Fakat, cana kıymanın haram olduğunu kabul ve itiraf ettiği halde, her nasılsa bu suçu İşlemiş olan kimse, aynı hükme tâbi değildir. Ayeti kerimedeki "ebedilik" kaydı ise, cehennemde devamlı kalacağını değil; -Allah affetmediği takdirde,-uzun müddet ceza göreceğini ifâde etmektedir. Nitekim "kalbinde zerre kadar İmanı olan herkesin, -cezasını çektikten sonra- cehennemden çıkacağı" pek çok hadis-İ şerifte (Buharî, 1,11; VIII.201-202; Müslim, 1.182-164) açıklanmıştır.

 

[171] Sahîh,  V. 82

[172] Sahth, V. 182

[173] Sönen, V. 240

[174] Sahîh, VIII. 35

[175] Müsned, VII. 11

[176] Sahîh, V. 183

[177] Sahîh, 1.20

[178] Sahîh, ili. 1515 Sahîh, ili. 1515

[179] Sahîh, III. 300

[180] Sahîh, III. 1487-1488

[181] Sünen, II. 84

[182] Sahih, I. 88 

[183] Sahih, I. 226

[184] Sahîh, I. 226'

[185] Sünen, 1. 330

[186] Sahîh, II. 34

[187] Sahîh, I. 482

[188] Sahîh, II. 34

[189] Sahîh, I. 481

[190] Sahîh, V. 184

[191] Sünen, V. 244

[192][192] Müsned, I.2

[193] Sahth, II. 116

[194] Sahîh, II.