1. Sûrenin Nazil Olduğu Yer ve Zaman
Kur'an-ı Kerîm'in dördüncü sûresi olup 176 âyetten
müteşekkildir. Sûre, bütün âyetlerinin Medîne döneminde nazil olması
doiayısıyle Medenîdir. Buhar? 'nin rivayet ettiği bir haberden öğrendiğimize
göre, Hazreti Âişe, Nisa sûresinin, Hazreti Peygamberle evli olduğu sırada
nazil olmaya başladığını söylemiştir ki, onun Medine'ye hicret ettikten sonra
birinci senede Hazreti Peygamberle evlendiği göz önünde bulundurulursa, onun
bu sözünü, sûrenin Medine'de nüzulünü gösteren bir delil olarak kabul etmek
gerekir.
Nİsâ sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in Mümtehıne sûresinden
sonra nâzii olmuştur. Mümtehıne sûresinin nüzulü ise, 6 ncı hicrî senede
vukubulan Hudeybiye musalâhasının hemen ardına rastlar. Buna göre sûrenin Hudeybiye
ile Tebuk gazvesi arasında nazil olduğu anlaşılır. Sûreye "kadınlar"
manâsına gelen "nisa" adının verilmesi, sûre içinde yer alan ahkâm
âyetlerinin çoğunun kadınlarla ilgili olması dolayısıyledir. [1]
Bakara sûresi gibi bu sûre de, nazil olduğu dönemde
kendisine ihtiyaç duyulan pek çok ahkâm ile gelmiş ve genç İslâm Devletinin
hukukî teşekkülüne Bakara'dan sonra yeni katkılar getirmiştir. Yetimler, aklı
zayıf olanlar, hısımlık ve akrabalık, eş tahdidi, miras, zina, evlenilmesi haram
olan kadınlar, haksız ve bâtıl olarak cana ve mala dokunul-maması, fizik
itibariyle kadının zayıf yaratılmış olması, karı koca arasındaki ihtilâflar,
emanetlerin ehil ellere teslimi, düşman karşısında savaş ve savunma ve bunlarla
ilgili yeni hükümler, İslâm toplumunu
İslâm ön :esi câhiliye başıbozukluğundan ve çöl
kanunlarından kurtarmış vı ona çağ değiştiren modern bir yön vermiştir. Çünkü
bu hükümler ve bunların çevresinde teşekkül etmeye başlayan hukuk,
çadırlarından sadece karın doyurmak için yağmacılığa çıkan çöl Arabının,
Arabistan'ın sert ve katı iklimine denk düşen mizacından değil, fakat insanı
yarattığı ilk günden itibaren yeryüzünün halifesi yapmayı murad eden Allahu
Ta'âlânın mutlak iradesinden çıkıyor ve bu halifeye kıyamete kadar mahlûkatın
en şereflisi ve en hayırlısı olma sıfatını kazandırıp onu koruyacak bir biçimde
vahiy yolu ile son Peygamberine öğretiliyordu. Bu itibarla onlar, ne sadece çöl
Arabını terbiye etmek için ve ne de sadece belli bir dönem için değil, fakat
bütün insanlık için ve onun şerefini kıyamete kadar korumak için peygamberler
silsilesinin son halkasını teşkil eden Muhammed (s.a.s.) tarafından getirilmiş
ve bütün insanlara tebliğ edilmiştir.
Nisa sûresi, ahkâm âyetleri yanında, sûrenin nazil
olduğu sıralardaki ehl-i kitabın ve münafıkların durumunu beyan eden âyetlere
de yer vermiştir. Zira bu sıralarda ehl-i kitabın müslümanlara eziyeti Bakara
ve Âl-i Imrân sûrelerinin nazil olduğu sıralardakine oranla daha çok artmış
bulunuyordu. Bu sebepledir ki Kur'ân-ı Kerîm'in, Nisa sûresinde ehl-i kitaba
karşı daha sert bir dil ile hitabettiği ve müslümanlara da onlara karşı aynı
şekilde şiddet kullanmak hususunda emirler verdiği görülür. Oysa Bakara ve Âl-i
Imrân sûrelerinde müslümanlar ehl-i kitaba karşı yumuşak davranmak ve eziyetlerine
sabretmekle emrolunmuşlardı; çünkü müslümanlar, bu sûrelerin nazil olduğu
sıralarda, Nisa sûresinin nâzi! olduğu zamana oranla daha zayıf idiler ve ehl-i
kitaba karşı koyabilecek güce henüz sahip olmamışlardı.
Nisa sûresi, insanlara yöneltilen "ittika"
emriyle başlamış ve Allahu Ta'âlâ "ey insanlar! Sizi tek bir nefisten
yaratan Rabbınızdan sakının" buyurmuştur. Bu emir ile, bundan önceki Âl-i
Imrân sûresinin bitiminde yer alan "Allah'tan sakının" emri
arasındaki benzerlik, birbirini takip eden İki sûre arasındaki bağlantının en
güzel delilini teşkil eder. Nasıl Bakara süresiyle Âl-i Imrân sûresi arasındaki
ittisale delâlet eden benzerlikler her iki sûrede de var ise, Âl-i Imrân
süresiyle Nisa sûresi arasında da ittisale delâlet eden benzerlikler görmek
mümkündür. Birisinin "ittikâ" emriyle sona ererken, diğerinin yine
"ittikâ" emriyle başlaması bunlardan biridir. Bunun gibi, her iki
sûrede de, yahudîve hıristiyanlardan her birine deliller getirilerek
davalarının çürütülmesinde, savaşla ilgili bir beyanın ardından münafıkların
zikredilmesinde, savaşla ilgili ahkâma yer verilmesinde, Âl-i Imrân sûresinde
Uhud gazvesiyle ilgili hâdiseler ve ahkâmı teferruâtıyle anlatıldıktan sonra,
Nisa sûresinde de aynı gazveye kısaca işaret edilmesinde, Uhud'tan sonra
cereyan eden Hamrâ'u'l-Esed gazvesinden her iki sûrede de söz edilmesinde, iki
sûre arasındaki ittisalin delillerini görmek mümkündür. [2]
Nisa sûresinin faziletleriyle ilgili olarak, Kur'ân-ı
Kerîm'in bazı sûrelerinde olduğu gibi Hazreti Peygamberden herhangi bir hadîs
gelmemiştir. Bununla beraber aralarında Nisa sûresinin de bulunduğu yedi uzun
sûre ile ilgili olarak Ahmed İbn Hanbel'in Müsned (VI.73, 82)'inde yer alan
"Kur'ân'ın yedi uzun sûresini iyi bilen kimse hıbr (âlim) dir" şeklindeki
hadîs, gerek ihtiva ettiği ahkâm yönünden ve gerekse alınabilecek ibret ve
hikmet yönünden, aynı fazileti diğer altı sûreyle birlikte paylaştığını
gösterir.
Rahman veRahîm Olan Allah'ın Adiyle
1. Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, yine
ondan eşini meydana getirip her ikisinden bir çok erkek ve kadınlar türeten
Rabbınızdan sakının. Kendi (adı) ile birbirinizden istediğiniz Allah 'tan ve
akrabalık (bağlarını koparmak) tan sakının. Allah, şüphesiz, sizin üzerinizde
hakkıyle gözeticidir.
Allahu Ta'âlâ Nisa sûresini, bütün insanlara hitap Üe,
bir olan ve ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmeye ve O'ndan sakınmaya davet
ederek açmıştır. Onlara hitap ederken, dikkatlarını kendi kudretinin
hudutsuzluğuna çekmiş ve onları tek bir nefisten, eşini de ondan yarattığını,
sonra da bütün insanları, kadın olsun erkek olsun hepsini de bir çift insandan
varettiğini haber vermiştir. Buna göre bütün insanlar bir tek babadan ve bir
tek anadan türemişlerdir; bu itibarla hepsi de, gerek neseb yönünden ve gerekse
insanlık yönünden biribirinin kardeşidirler. O halde kardeşlerden kuvvetli
olanın zayıfa, zengin olanın da fakire yardım etmesi gerekir; tâ ki insan
toplumunun binası tamamlansın ve her ferd, bu binanın çatısı altındaki şerefli
yerini alsın. İşte bir babadan ve bir anadan türeyen insanın bu neticeye
ulaşması için tek bir şart vardır: Allah'tan sakınmak; yahut başka bir ifade
ile ittikâ etmek, veya takva sahibi olmak.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Nisa sûresi de,
Bakara sûresi gibi pek çok ahkâm ile. gelmiş ve ilk hukuk devletinin önemli
temel taşlarından birini oluşturmuştur. Eğer bu taş ve bunun gibi diğer temel
taşlarını oluşturan ahkâm yüklü sûreler peşpeşe indirilmemiş olsalardı, ne bir
hukuk devleti teşekkül eder, ne de böyle bir devlet idaresine tâbi olacak bir
toplum vücut bulurdu. Zira İnkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçektir ki,
kaynağı hukuk olmayan bir devlet idaresi altında gerçek bir toplum asla vücut
bulmaz. Toplumun olmadığı bir yerde de, ferdler arası insanlık bağlarından söz
etmek elbette mümkün değildir.
Gerçek bir insan toplumunun vücut bulması, hukuka
dayalı sağlam bir devlet idaresinin vücuduyla mümkün olduğuna göre, Kur'ân-ı
Kerîm'in örnek bir İslâm toplumu için her şeyden önce hukuka dayalı sağlam bir
devlet idaresini gaye edinmesi çok tabiî olmak gerekir. O halde bu gayenin
gerçekleşmesi, hukukun esasını teşkil eden ahkâmın vaz'ı ile, ferdlerin bu
ahkâma tâbi olmaları gerektiğini onlara duyurmakla mümkün olur. İşte
insanlığın başlangıcından itibaren en ilkelinden en mütekâmil şekline kadar
örnek bir toplum vücuda getirmek için, Allahu Ta'âlâ tarafından vazedilen
ahkâmın insanlara teblîği ile onların bu ahkâma uymaları, yine Allah tarafından
seçilen ve yetiştirilip terbiye edilen peygamberleri vasıtasıyle sağlanmıştır.
İnsanlar ne zaman bu ahkâma uymuşlarsa, kuvvetli olanları zayıflarına, zengin
olanları da fakirlerine yardım eden örnek bir toplum vücut bulmuş, ne zaman
Allah'ın ahkâmından uzaklaşıp onlara sırt dönmüşlerse, toplum, ferdleri
birbirini tanımayan, fakat her fırsatta birbirini boğazlayıp öldüren bir
İnsan sürüsü haline gelmiştir.
İşte bu açıklamanın ışığında Nisa sûresinin ilk
âyetine bakacak olursak, onda hemen ardından gelecek olan ahkâm âyetlerine
uymayı gerektiren açık ve kesin bir ihtarın var olduğunu görürüz. Allahu Ta'âlâ
bütün insanlara hitap ederek buyurmuştur ki: Ey insanlar! Allah'tan korkun ve
birbirinizi kardeş bilip birbirinize yardım ederek örnek bir toplum olun. Bunun
için de, Allah'ın emir ve nehiylerine uyun. İşte bu manâya delâlet edebilecek
âyetinde Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur. [3]
1. Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, yine
ondan eşini meydana getirip her ikisinden bir çok erkek ve kadınlar türeten
Rabbınızdan salanın. Kendi (adı) üe birbirinizden istediğiniz Allah 'tan ve
akrabalık (bağlarını koparmak) tan sakının, Allah, şüphesiz, sizin üzerinizde
hakkıyle gözeticidir.
1 Ey insanlar! Sayısız ihsanı ile ve çeşitli
nimetleriyle sizi mah-lûkatın en üstünü kılan ve size yeryüzünde müstesna bir
mevki veren, ayrıca sizi tek bir nesebte ve tek bir asılda birleştirerek
birbirinizin akrabası ve kardeşi yapan Rabbınızdan sakının; O'ndan korkun.
Âyet-i kerîmedeki hitap, ibarenin zahir manâsından da
anlaşıldığı gibi bütün insanlaradır. Bazı müîessirler, İbn Abbâs'tan gelen bir
rivayete dayanarak "insanlar" sözüyle Mekke halkının kasdedildiğini,
Allahu Ta'âlânın "ey insanlar!" buyurarak Mekke halkına hitap
ettiğini ileri sürmüşlerse de, usûlcü müfessirlere göre hitap umumîdir ve bütün
mükellefleri şâmildir, ki doğru olan.görüş de budur. Çünkü Allahu Ta'âlâ ittikâ
(sakınma) emrini, insanları tek bir nefisten yaratmış olması sebebine
dayamıştır. Yani buyurmuştur ki: "Ey insanlar! Madem ki sizi tek bir
nefisten yarattım; hiç yoktan size hayat verip dünyanın sayısız nimetlerini sizin
istifadenize sundum ve sizi mahlûkatın en şereflisi kıldım; o halde Rabbınız
olarak benden sakının; emirlerime karşı gelmekten korkun". Görüldüğü gibi
bu manâda gelen âyet-i kertmenin ilk ibaresinde ittikâ için zikrolunan sebep
umumîdir; sebebin umumî olması hükmün de umumî olmasını gerektirir. Nitekim
Allah'tan ittikâ, sadece Mekke halkına hâs olması gereken bir davranış
değildir; fakat bütün insanlar tek bir nefisten yaratılmış olmaları itibariyle
Allah'tan sakınmak zorundadırlar. O halde hitap belirli bir zümreye değil,
fakat bütün insanlaradır.
Âyet-i kerîmede, bütün insanların kendisinden
yaratıldığı beyan olunan "tek nefis"in kim olduğu konusu, müfessirler
arasında ihtilaflı bir konu olarak görülür. Her ne kadar müfessirlerin büyük
çoğunluğu, bu "tek nefis"in Âdem olduğunu ileri sürmüşlerse de,
âyet-i kerîmede bu husus açıkça beyan edilmemiştir ve bu görüşü benimseyenler,
müslümanların sahip oldukları genel inanca dayanırlar. Bu inanca göre
yeryüzündeki ilk insan Âdem'dir ve bütün insanların babasıdır. Buna rağmen bazı
müfessirler, yukarıdaki âyet-i kerîmenin, Âdem'in bütün insanların babası
olduğuna delâlet eden bir nas olmadığını, bazı milletlerin Âdem adını bile
işitmediklerini ve bunların kendileri için başka babalar isimlendirdiklerini
ileri sürmüşlerdir. Yine bu müfessirlere göre Âdem'e ulaşan neseb, yahudîlerden
alınmış olan bir nesebtir; çünkü beşeriyet İçin böyle bir tarih düzenleyen
kavim yahudîlerdir. Müslümanlar ise, yahudî tarihini tasdîk etmekle mükellef
değillerdir. Her ne kadar yahudîler bu tarihi Mûsâ (a.s.)'ya ve dolayısıyle
Tevrat'a dayamakta iseler de, Tevrat'ın Mûsâ (a.s.)'ya indirildiği şekilde
muhafaza edilmediği bir gerçektir ve bu yüzden Tevrat'taki haberlere inanmak
doğru değildir, demektedirler.
Müslümanlar, şüphesiz, yahudîler tarafından tahrif
edilmiş ve aslı ortadan kaldırılmış plan Tevrat'ın haberlerine inanmak zorunda
değillerdir. Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara sûresinin 30 uncu
âyetinde ve bunu takip eden diğer âyetlerde, Allahu Ta'âlânın "Ben yeryüzünde
bir halîfe yaratacağım" dedikten sonra, Âdem'i yaratıp ona mahlûkatın
isimlerini nasıl öğrettiğini, meleklerin ona nasıl secde ettikleri halde
iblisin kibirlenip secde etmekten kaçtığını ve böylece Rabbının emrine karşı
gelip kâfirlerden olduğunu, sonra nasıl Âdem'e ve eşine cennette diledikleri
gibi yaşayıp nimetlerinden bol bol yemelerini, fakat bir ağaca yaklaşmaktan
sakınmalarını emrettiğini, onların ise, nasıl şeytanın iğvasına kapılarak bu
emre itaatsizlik ettiklerini ve bu yüzden cennetten çıkarılıp yeryüzüne
indirildiklerini apaçık beyan etmiştir ki, bütün bunlar, müslümanların,
insanların ilk babalarının Âdem olduğu hususundaki inançlarının Tevrat'a değil
Kur'ân'ın bu âyetlerine dayandığını göstermeye yeterlidir. Hattâ bu kıssanın
sonunda yer alan 38 ve 39 uncu âyetlerde, Âdem ve eşinin yeryüzüne
indirildikten sonra kendilerinin ve zürriyetlerinin takip edecekleri yola da
işaret edilerek şöyle denilmiştir: "(Onlara şöyle) demiştik: Hepiniz
cennetten inin. (Bundan sonra) size benden bir rehber gelir de kimler benim
rehberime uyarsa, artık onlar için hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da
onlar değildir. Âyetlerimizi inkâr edip yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem
ateşinin dostlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır".
Allahu Ta'âlâ bütün insanları tek bir nefisten, eşini
de ondan yaratmıştır. Müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre eşten murad
Havva'dır. Yine bu müfessirlere göre Allah, Havva'yı Âdem'in sol eğe kemiğinden
uyurken yaratmış ve böylece Âdem'in bir erkek olarak ona meyletmesini ve
yakınlık göstermesini sağlamıştır. Çünkü insanın kendisine âit bir organa,
yahut kendisinden olan bir parçaya yakınlık göstermesi kadar tabiî bir şey
olamaz. Nitekim A'raf sûresinin 189 uncu âyetinde de aynı hususa işaret edilmiş
ve şöyle buyurulmuştur: "Sizi tek bir nefisten yaratan, kendisiyle sükûn
bulması için yine aynı nefisten eşini vücuda getiren O'dur". Ancak
Havva'nın Âdem'in sol eğe kemiğinden o uyurken yaratıldığı hususunda Kur'ân'ın
hiçbir sûresinde açık bir nas mevcut değildir. Bu sebepledir ki bazı müfessirler,
âyet-i kerîmenin "eşini de ondan yaram" ibaresine "eşini de o
nefisten, yani Âdem'den, Âdem'in sol eğe kemiğinden yarattı" manâsında
değil, fakat "eşini de o nefsin cinsinden, yani insan cinsinden
yarattı" manâsında tefsîr etmişlerdir. Bu müfessirlere göre arapçada ondan
manâsına gelen minhâ ibaresindeki min harfi cinse delâlet eder ve Kur'ân'ın
muhtelif sûrelerinde yer alan benzer ibareler bu manâda kullanılmıştır. Meselâ
Rûm sûresinin 21 inci âyetinde "size kendi nefsinizden kendisiyle huzura kavuşabileceğiniz
eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması
O'nun delillerindendir, Nahl sûresinin 72 nci âyetinde
"Allah, sizin için kendi nefislerinizden eşler yaratmış ve kendi
eşlerinizden size oğullar ve torunlar vermiş, sizi temiz azıklarla donatmıştır",
Şûra sûresinin 11 inci âyetinde "göklerin ve yerin hiç yoktan var edicisi,
kendi nefislerinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Sizi bu
şekilde çoğaltmaktadır", buyurulmuştur. Keza bu kabilden Tevbe sûresinin
128 inci âyetinde de "size, kendi nefsinizden, sıkıntıya uğramanız kendisine
ağır gelen, size düşkün, mü'minlere karşı müşfik, merhametli bir peygamber
gelmiştir" denilmiştir ki, bu âyetlerin hepsinde de min harfi cinse
delâlet etmek üzere kullanılmıştır ve sizin kendi cinsinizden manâsına gelir.
Havva'nın Âdem uyurken onun sol eğe kemiğinden
yaratılmış olduğu hususundaki görüşler, yukarıdaki âyeti tefsîr etmek
maksadıyle ileri sürülmüştür ve Kur'ân'la herhangi bir ilgisi yoktur.
Müfessirlerin bu görüşü Tevrat'tan aldıklarına ve kısmen de Hazreti Peygamberin
hadisiyle desteklediklerine şüphe yoktur. Tevrat'ın Tekvin sifrinde (bâb 2/21)
şu ibareler yer almıştır:"... Ve Rab Allah, Âdem'in üzerine derin uyku
getirdi; ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle
kapadı; ve Rab Allah Adem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu
Âdem'e getirdi. Ve Âdem dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden
ettir; buna nisa denilecek; çünkü o insandan alındı. Bunun için insan anasını
ve babasını bırakacak ve karısına yapışacaktır ve bir beden olacaklardır".
Müfessirlerin yukarıdaki âyet-i kerîmeyi tefsîr
ederken Tevrat'ın bu haberinden faydalandıklarına şüphe yoktur. Zira Havva'nın,
Âdem uyurken onun sol eğe kemiğinden alınan bir parçadan yaratıldığını
belirten yegâne kaynak Tevrat'tır. Bununla beraber Hazreti Peygamberden sahîh
olarak rivayet edilen ve Buhârî'nin[4] 'inde ve diğer sahîh hadîs kitaplarında yer
alan bir hadîste şöyle denildiği görülmektedir: "Kadınlar hakkında
birbirinize hayrı tavsiye ediniz. Zira kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır.
Kemiğin en eğri yanı yukarısıdır. Eğer onu düzeltmeye kalkarsan kırarsın;
bırakırsan eğri kalır. Kadınlara iyilik ve hayır dileyin". Muhtelif
sahabîterden bazı değişik ibarelerle fakat aynı manâda rivayet olunan bu
hadîsin sıhhatinden şüphe etmemiz mümkün değildir. Ancak Hazreti Peygamberin
hangi maksatla söylediğini tam olarak bilemediğimiz bu sözün Havva'nın
yaratılış kıssasını bir nebze de olsa teyid ettiği görülmektedir. Bununla
beraber işin doğrusunu mahlûkatı hiç yoktan yaratan yalnız Allah bilir.
AllahuTa'âlâ, insanları bir tek nefisten yarattıktan
ve eşini de ondan, veya onun cinsinden meydana getirdikten sonra, bu ikisinden
pek çok erkek ve kadınlar türetmiştir. Nahl sûresinin 72'nci âyetinde de beyan
olunduğu üzere, Allah, insanlar için kendi içlerinden eşler yaratmış ve bu
eşlerden de oğullar ve torunlar vererek hepsini temiz yiyeceklerle
rızıklandırmıştır. Allah'ın insanoğluna ihsan ettiği bu lütuf devam edip
gitmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir, O halde insanoğlunun
Allah'ın bu lütfuna karşılık, O'na karşı gelmekten ve O'nu Rab olarak
tanımamaktan sakınması, O'ndan korkması gerekir. Akıl, mantık ve özellikle
insan olarak yaratılmış olmanın şeref ve gururu bunu gerektirir. Her gün insanoğlunun,
Allah'ın adını zikrederek ve "Allah aşkına, yahut Allah adına"
diyerek bir yakınından veya bir komşusundan bir şeyler isteyip durduğu halde,
Allah'ın emirlerine uymak ve nehiyierinden sakınmak söz konusu olunca, O'nu
unutması ve sanki O'na meydan okurcasına ve sanki O'ndan korkmadığını
isbatlarcasma O'nun emir ve nehiylerini umursamaması nasıl mümkün olur? Keza
Allah bütün insanları tek bir nefisten yaratmış, aralarında, hem soy birliği,
hem de kan birliği vücuda getirerek bazısını bazısınmhısım ve akrabası
kılmıştır. O halde insanoğlunun, Allah'ın tesis ettiği bu akrabalık bağlarını
koparıp atması nasıl mümkün olur? O'ndan sakınması gerekmez mi?
Dikkat edilecek olursa, âyet-i kerîmede ittikâ
(Allah'tan sakınma) emri iki defa tekrar edilmiş, birincisinde nRabbınızdan
sakının", ikincisinde ise, "Allah'tan sakının" buyurulmuştur.
Rab, Allahu Ta'âlânın şefkat ve merhametiyle terbiye ve ihsan sıfatlarına,
Allah ismi ise, O'nun heybet ve azametiyle kahredici sıfatlarına delâlet eder.
Böylece denilmiş olmaktadır ki: Ey insanoğlu! Rabbın seni yaratarak terbiye
etmiş ve sana hudutsuz nimetleriyle ihsanda bulunmuştur. Bu itibarla O'na
muhalefet etmekten sakın. Yok eğer O'nun emirlerini dinlemez, O'na karşı
gelirsen, O'nun kahredici azâbıyle karşılaşırsın. Şunu iyice bil ki: Allah,
senin ne yaptığını ve neyi yapmak isteyip de yapamadığını
gözet-leyip.durmaktadır. Bu itibarla yaptığın ve yapacağın hiçbir şeyi O'ndan
gizleyemezsin. O, öyle bir murakıptır ki, amellerinde senin ihlâs sahibi olup
olmadığını bilir ve karşılığını ona göre verir. Bu itibarla O'ndan sakın. [5]
2. Yetimlere mallarını verin ve kötüsünü (onlara
vererek) iyisiyîe değiştirmeyin. Onların mallarım, kendi mallarınıza karıştırıp
yemeyin. Zira bu büyük bir günâh olur.
3. Eğer yetim kızlar hakkında âdil davrana-mamaktan
korkarsanız, (onların yerine) sizin için uygun olan kadınlarla ikiye, üçe ve
dörde kadar evlenin. Eğer (aralarında) adaletli davranamamaktan korkarsanız,
bir tane ile, yahut elinizin alnndakiyle yetinin; bu, haksızlık etmemeniz için
daha elverişlidir.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Nisa sûresinin ilk
âyeti, Allahu Ta'âlânın emirelerine karşı gelmekten sakınmayı ve Allah'tan
korkmayı emreden temel manâ ile gelmiştir. Bu emir, bütün mahlûkatı hiç yoktan
vareden ve kendisinden başka yaratıcı bulunmayan Allahu Ta'âlânın, mahlûkatın
en şereflisi kıldığı ve yeryüzüne halife yaptığı insana yönelttiği bir emirdir
ve diğer bütün emirlerin temelini teşkil eder: "Sizi bir tek nefisten
yaratan Allah'tan korkun"! İnsan, ancak Allah'tan korktuğu zaman O'ndan
sakınır ve O'nun emirlerine karşı gelmekten çekinir. Kalbİerinde Allah
korkusuna yer vermeyenler ise, O'nun emir ve nehiylerine kulak asmayan, helâl
ile haramı birbirinden ayırt etmeyen kimselerdir. Bunlar, amellerinin
karşılığını mutlaka görecekler ve Allah'ın kahredici azâbıyle cezalarını
çekeceklerdir. Çünkü kim ne yaparsa yapsın, hepsi de O'nun bilgisi içindedir;
çünkü hiç kimse O'nun murakabesi dışında değildir.
İşte Allahu Ta'âlâ, Nisa sûresinin ilk âyetiyle bir
tek nefisten yarattığı insanlara bu ihtarı yaptıktan ve emirlerine karşı
gelmekten sakınmaları hususunda onları uyardıktan sonra, sûrenin en önemli
özelliklerinden olan ahkâm âyetleriyle ilgili ilk emirlerin beyanına geçmiş ve
şöyle buyurmuştur: [6]
2. Yetimlere mallarını verin ve kötüsünü (onlara
vererek) iyisiyîe değiştirmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza karıştırıp
yemeyin. Zira bu, büyük bir günâh olur.
3. Eğer yetim kızlar hakkında âdil davranmamaktan
korkarsanız, (onların yerine) sizin için uygun olan kadınlarla ikiye, üçe ve
dörde kadar evlenin. Eğer (aralarında) adaletli davranamamaktan korkarsanız,
bir tane ile, yahut elinizin altındakiyle yetinin. Bu, haksızlık etmemeniz
için daha elverişlidir.
2 Umumî manâdaki ittikâ emrinden sonra galen ve
üzerinde titizlikle durulması gereken emirlerin ilki, yetimlerle ve onların
haklarıyle ilgilidir. Yetim, henüz bulûğ çağına girmeden babası ölmüş ve bir
büyüğün velayet ve vesayetine girmiş küçük çocuğa verilen bir addır. Allahu
Ta'âlâ bu âyet-i kerîmede, yetimlerin mallarını koruma altında tutan ve fakat
bulûğ çağına girdikleri halde o malları yetimlere vermek istemeyen velilere
hitap etmiş ve onları bir takım çirkin davranışlardan menetmiştir. Zira bu
veliler, vermek istemedikleri yetim mallarını kendi mallarıyle karıştırıyorlar,
sonra da onları, kendi mallarını yermiş gibi yiyorlardı. İşte bu çirkin
davranışları dolayısıyle nazil olan yukarıdaki âyet-i kerîme, yetim mallarını
ellerinde tutan velilerin, yetimin bulûğ çağına girmesinden sonra mallarını
yetime vermelerinin vâcib olduğuna delâlet eder. Bulûğ çağına girmemiş
yetimlere ise, mallarının verilmemesi hususunda İslâm uleması ittifak
etmiştir. Nitekim biraz ileride, 6ncı âyette de görüleceği üzere, Allahu Ta'âlâ
yetimlere mallarının verilebilmesi için olgunluğu şart kılmış ve şöyle
buyurmuştur: "Nikâh çağma gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer onları
aklı başında görürseniz mallarını kendilerine verin". Aklı başına gelene
kadar yetime malının verilmemesi, onu iyi bir şekilde sarfedemiyeceği ve ziyama
sebep olacağı endişesinden kaynaklanır.
Ayet-i kerîmede bir kısım mal habîs, bir kısım mal da
tayyib kelimeleriyle tavsif edilmiş ve velilere habîs malı tayyib malla
değiştirmemeleri emrolunmuştur. Habîs mal ile, veliye haram olan yetim malı,
tayyib mal ile de velinin helâl olan kendi malı kasdedilmiş ve böylece velilere
denilmiştir ki: Ey veliler! Ey vasîler! Bulûğ çağına girmiş ve aklı başına
gelmiş olan yetimlere mallarını verin. Onların size haram olan mallarını kendi
helâl malınızla değiştirmeyin; keza onların size haram olan matlarını kendi
helâl malınızla karıştırıp hepsini de kendi malınızmış gibi yemeyin. Zira
bundan daha büyük bir günâh düşünülemez.
Bazı rivayetlerden öğrenildiğine göre, Gatafan
kabilesinden bir adam, ölen biraderinin yetim kalan oğlunu himayesi altına
almıştı. Çocuk bulûğ çağına girince, malını amcasından istemiş, fakat o, malı
ona vermeye yanaşmamıştı. Sonunda her ikisi de Hazreti Peygambere
başvurmuşlardı ki, Allahu Ta'âlâ bu âyeti indirmiştir. Çocuğun amcası âyet-i
kerîmeyi duyunca "Allah'a ve Rasûlüne itaat ettik. Büyük günâhtan da
Allah'a sığınırız" diyerek malını çocuğa teslim etmiş, Hazreti Peygamber
de, "kim nefsinin cimriliklerinden korunur ve Rabbına itaat ederse, Allah
da onu cennetine sokar" buyurmuştur. [7]
3 Yetimlerle ilgili bu hükmün beyanından sonra, Allahu
Ta'âlâ, yine yetimlerle ilgili olan, fakat daha çok kadınları alâkadar eden bir
başka hüküm vazetmiştir. Bu hüküm, birden fazla kadınla evlenecek olan erkekler
için eş tahdidiyle ilgilidir ve bu hususta Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: Ey
veliler! Velisi olduğunuz yetim kızın malı ve güzelliği hoşunuza gidip de
onunla evlenmek istediğinizde, onun malını yemiş olma korkusuna kapılırsanız,
Allah size, velisi bulunduğunuz kızla evlenmeyi şart koşmamıştır. Aksine başka
kadınlardan dörde kadar evlenerek yetim kızları bırakmanızı istemiştir. O
halde, âdil davranamayacaksanız hoşunuza giden başka kadınlardan iki, üç ve
dörde kadar evlenin. Bu kadınlar arasında da âdil hareket edememekten
korkarsanız, ya bir kadınla, ya da sahip olduğunuz cariyelerle yetinin.
Buhârî [8] ve Müslim[9] tarafından nakledilen
bir hadîsten öğrendiğimize göre, Urve İbnu'z-Zubeyr, teyzesi Hazreti Âişe'ye
"eğer yetim kızlar hakkında âdil davranamamaktan korkarsanız, (onların
yerine) sizin için uygun olan kadınlarla ikiye, üçe ve dörde kadar evlenin.
Eğer (aralarında) adaletli davranamamaktan kor-karsanız, bir tane ile, yahut
elinizin altındakiyle yetinin. Haksızlık etmemeniz için bu daha
elverişlidir" âyetinin tefsîrini sorduğu zaman Âişe (r.&h.) şu cevabı
vermiştir: Ey kardeşimin oğlu! Âyetteki yetâmâ (yetimler) dan murad, velisinin
velayet ve vesayeti altındaki kız olup velinin malına da ortaktır ve onun malı
ve güzelliği velisinin hoşuna gider. Bu yüzden de mehrinde adalet etmeksizin ve
başkasının o kıza verdiği kadar mehir de vermeksizin onunla evlenmek ister.
İşte bu âyetle, o çeşit velilerin, velayetleri altındaki kızlarla, adaletli
davranmadıkça ve mehirlerini en yüksek miktarda vermedikçe nikâhlanmaları
menedilmiş, onlara, kendilerine helâl olan başka kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir.
Urve'nin bildirdiğine göre Âişe daha sonra şöyle demiştir:
Kadınlar hakkındaki bu âyet nazil olunca, halk,
Rasûlullahtan sorup fetva istemeye başlamış, Allahu Ta'âlâ da şu âyeti
indirmiştir: "Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: Allah,
onlar hakkında fetva vermektedir: (Velileri olduğunuz halde) kendileri için
yazılmış (bir hak olan miras)'ı kendilerine vermediğiniz, (güzel olmaları ve
çok malları bulunması halinde) kendileriyle evlenmek istediğiniz, (fakat
çirkin iken ve malı olmaması halinde evlenmek istemediğiniz) yetim kızlar
hakkında, (keza miras hakkını vermediğiniz) küçük çocuklar hakkında ve
yetimlere adaletli davranmanız hakkında bu Kitap'ta okuyageldiğiniz (âyetler,
bu fetvalardan) dir. Hayır olarak her ne yapmışsanız, şüphesiz Allah onu
hakkıyle bilendir".
Hazreti Âişe'den gelen ve Müslim'in[10] 'inde yer alan bir
başka rivayete göre "eğer yetim kızlar hakkında âdil davranmamaktan
korkarsanız..." âyetinin nüzul sebebi şudur: Bir erkeğin yanında bir yetim
kız vardır ve bu erkek onun velisi ve mirasçısıdır. Yetim kızın malı var, fakat
o erkekten başka onu koruyacak ve ona arka çıkacak hiç kimsesi yoktur. Ancak
adam malının başkasına gitmemesi için o kızı evlendirmez; ona zarar verir ve
kötü muamele eder. İşte bu gibileri hakkında Allahu Ta'âlâ "eğer yetim
kızlar hakkında âdil davranmamaktan korkarsanız sizin için uygun olan
kadınlarla ikiye, üçe ve dörde kadar evlenin11 buyurmuştur. Bununla demek
istemiştir ki, "bakın size neleri helâl kıldım. Bu sebeple zarara soktuğun
şu kızcağızı bırak".
İslâmıyetten önceki câhiliye devrinde, Araplar
arasında yaygın olan bir âdete göre, bir adam, velayet ve vesayeti altındaki
kızın üzerine maşlahını attığı zaman, "bu kız benimdir" demek olur ve
artık bundan sonra hiç kimse evlenmek için o kıza tâüb olamaz, onunla
evlenemez-di. Veli olan kimse, kız güzel olur da onunla evlenmek isterse, kıza,
emsali arasında verilmesi gerekli olan mehri vermediği gibi, kızın malını da
kendi malı arasında dilediği gibi sarfedebilmek için onunla evlenir, ona hiçbir
şey vermezdi. Eğer kız güzel olmazsa, bu takdirde velisi hem onu kendine
nikahlamaz, hem de kızın malını elden çıkarmamak için onun başkasıyle
evlenmesine izin vermezdi. Araplar arasındaki çapulculuk âdetinin tabiî bir neticesi
olan bu yolla bir adam on-on beş kızın vesayetini elinde bulundurur, dilerse
bunların hepsi ile de mehirlerini vermeden evlenebilir, fakat her hal u kârda
onların mallarına dilediği gibi sahip çıkabilirdi. Çirkinlikleri sebebiyle
evlenmediklerini de, bir an önce miraslarına konmak için çeşitli işkenceler
altında ağır işlere koşarlardı. İşte yukarıdaki âyet-i kerîme, câhiliye
devrinin bu zâlim âdetini ortadan kaldırmak İçin indirilmiştir. Allahu Ta'âlâ
bu âyetinde veli ve vasilere, velayet ve vesayetleri altında bulunan yetim
kızlarla evlenmek istedikleri takdirde, malı bulunsun veya bulunmasın, güzel
olsun veya olmasın, maruf ölçüler dahilinde mehirlerini vererek evlenmelerini
ve onlara karşı âdil davranmalarını emretmiştir. Eğer âdil davranamayacakları
hususunda içlerinde bir endişe olursa, bu takdirde onlarla evlenmek de haram
olur. Bu sebepledir ki Hazreti Ömer'in, bu emir ve nehyin tatbiki sadedinde,
yetim velilerine şu cebrî emri verdiği rivayet olunmuştur: Velâyetinizdekİ
yetim kızlar güzel ve mal sahibi oldukları takdirde, onları başkalarıyle
evlendirin. Eğer böyle değillerse, onları kendinize nikahlayın.
Allahu Ta'âlâ, yukarıdaki âyetiyle câhiliye devrinin
biraz önce anlattığımız çirkin âdetini ortadan kaldırmak için velilerin ve
vasîlerin velayetleri altında bulunan kızlarla, ancak kendilerine mutlak
surette âdil davranmak ve mehirlerini de maruf ölçülere göre ödemek şartıyle evlenebilecekleri
şartını getirirken, bu şartı gerçekleştirmenin güçlüğü ve hattâ imkânsızlığı
sebebiyle, onlara başka kadınlarla evlenmelerini emretmiş, daha mühimmi,
evlenecekleri kadın sayısını tahdit ederek iki, üç ve en fazla dört kadınla
evlenebileceklerini bildirmiştir.
Teaddûd-i zevcât adiyle şöhret kazanan İslâm'ın birden
fazla kadınla evlenme ruhsatını, tahdîd~i zevcât adiyle isimlendirmek gerekir.
Zira İslâm'dan önce hiçbir din bir erkeğin evlenebileceği kadın sayısı hakkında
tahdid edici herhangi bir hüküm getirmemiş, Özellikle birden fazla kadınla
evlenmek isteyen erkekler için vazettiği kadınlar arasında adaletin sağlanması
şartıyle, erkeği bir kadınla evlenme mecburiyetinde bırakmamıştır. Nitekim
yukarıda da açıkladığımız gibi, İslâm'dan önceki câhiliye döneminde veliler,
vasîler, velayetleri altında bulundurdukları yetim kızlardan, gerek
güzellikleri ve gerekse malları dolayısıyle ister on olsun, ister on beş olsun,
diledikleri kadarıyle evlenebiliyorlardı. Şüphesiz bu âdet, sadece velîlere hâs
da değildi; hali vakti yerinde olan her erkek dilediği kadar kadınla
evlenebiliyor ve bu evlilik hiç kimse tarafından yadırganmıyordu. Gerek Tevrat
ve gerekse İncil de çok kadınla evliliği tahdit etmediği, yani belirli bir sayı
ile sınırlandırmadığı için, yahudîler ve hıristiyanlar da diledikleri kadar
kadınla evlenebiliyorlardı. Netice İtibariyle, İslâm geldiği zaman, hangi
milletten ve hangi dinden olursa olsun, bütün insanları, evlilik hususunda
hiçbir kayda ve hiçbir hududa tâbi olmaksızın diledikleri gibi yaşayan ve hattâ
hayvanlardan da farkı bulunmayan birer varlık halinde bulmuştu. Oysa insan,
erkeğiyle kadırnyle yeryüzünün halifesi olmak için yaratılmıştı ve sahip olduğu
şeref, üç beş günlük geçici bir süflî hayata feda edilemezdi. İslâm, insanın bu
şeref ve kerametini korumak için onun sosyal hayatını bir nizam ve intizam
altına almış, kadın erkek münâsebetlerine belirli
hudutlar içerisinde bir düzen getirirken, evlenecek
olan erkeği de başıboşluktan kurtarmış ve ona, bazı şartlara bağlı kalmak
kaydıyle ancak dört kadını nikâhı altında toplayabileceğini bildirerek, onun
daha fazla kadından elini ayağını çekmesini sağlamıştır. İslâm'a göre aile
saadetinde asıl, tek kadınla evliliktir. Nitekim âyet-i kerîmede eğer iki, üç,
yahut dört eş arasında âdil davranamamaktan korkarsanız, içinize bu hususta bir
zan veya şüphe düşerse, yalnız bir tane ile, yahut sahip olduğunuz cariyelerle
yetinin denilmiş olması, bunun en açık delilini teşkil eder; zira eşler
arasında adaletin sağlanması, basit bir şekilde g eçiştirii i veri lecek bir iş
değildir. Nitekim yine bu sûrenin 129 uncu âyetinde Allahu Ta'âlâ bununla
ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Çokarzu etseniz bile (eşleriniz olan)
kadınlar arasında âdil davranmaya asla gücünüz yetmez". Eşler arasında
âdil davranılmaması halinde, Allahu Ta'âlânın birden fazla kadınla evlenmek
İçin verdiği ruhsatın yine de geçerli olduğunu ileri sürmek elbette mümkün
değildir. O halde hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, bu ruhsat, hayat
şartlarının gerektirdiği bir takım zaruretlerden doğmuştur ve tıpkı seferde
namazın kısaltılması, su bulunmayınca teyemmümle namaz kılınması, hastalık veya
yolculuk halinde orucun terkedilmesi gibidir ki, bunlara yol açan şartlar
ortadan kalkınca ibadetler de normal şekline döner. O halde Allahu Ta'âlâ
erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine izin verdiği zaman, insan için bir
takım zaruretlerden kaynaklanan bu iznin ona bazı faydalar ve kolaylıklar
sağladığını da kabul etmek gerekir. Buna göre birden fazla kadınla evlenen
erkeği, bu evliliğe sevkeden zaruretleri ve onun bu evlilikten ne gibi fayda
ve kolaylıklar elde ettiğini, bir kaç madde içerisinde zikretmek mümkündür:
1) Erkeğin bir kadınla evlendikten sonra en büyük
arzusu, soyunun devamını sağlayacak bir çocuk sahibi olmaktır. Ancak evlendiği
kadının kısır çıkması ve çocuğunun olmaması halinde, erkeğin bu arzusunu
gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bu durumda kadının boşanmak yerine kocasının
yanında yine onunla evli kalarak erkeğin başka bir kadınla evlenmesinde
şüphesiz her ikisi için de fayda vardır.
2) Kadının erkekten daha çabuk yaşlanması ve erkeğin
yeteri kadar evlâd sahibi olmaması, buna karşılık bir başka kadının ve ondan
olacak çocuklarının nafakasını da karşılayabilecek maddî gücü bulunması halinde
ikinci bir evlilikte fayda mülahaza edilir.
3) Erkeğin
mizaç ve yaratılış itibariyle birden fazla kadına ihtiyaç duyması ve bu
ihtiyacını karşılayamaması, yahut kadının hastalıklı olması veya hayız
süresinin uzun sürmesi halinde, onun başka bir kadınla evlenmesi ihtiyacını
doğurur. Çünkü bu gibi durumlarda erkek iki hal çaresinden birini tercih etmek
zorunda kalır: Kadına olan ihtiyacını karşılamak için ya ikinci bir kadınla
evlenir; yahutta dînini, parasını ve sağlığını heba etmek pahasına zina İşler.
Şüphesiz bu durum, erkeğin nikâhlı karısı için üzerine bir eş gelmesinden daha
hayırlı bir iş değildir.
4) Uzun süren, yahut sık sık vukubulan savaşların,
toplum içerisinde erkek sayısının büyük ölçüde azalmasına, buna karşılık
kadınların, erkeklerin bir kaç misli fazla kalmasına yol açtığı bilinen
gerçeklerdendir. Bu durumda kadınların çok az bir kısmı evlenme imkânı
bulabilse bile, büyük bir kısmı bu imkândan mahrum kalır. Bu ise, hiç şüphesiz,
hem bir çok işyerinde kadınların çalışmasını gerektirirken, hem de onları
iffetlerini korumak için zorlu bir mücadeleye girişmek zorunda bırakacaktır.
Bu gibi durumlarda evlenmemiş kadınların evli olanlara oranla daha az şansa
sahip oldukları bir gerçektir. Kısaca ifade etmek gerekirse, İslâm'ın erkeğe
birden fazla kadınla evlenme ruhsatı vermesi, kadın erkek her cinsin zarurî
ihtiyaçlarını karşılamak ve her birinin kendi iffetini korumasına yardımcı
olacak imkânı kendisine sağlamak içindir. Ancak onlara bu imkân sağlanırken,
erkeğin bu evliliği istismar etmesine de fırsat verilmemiş, birden fazla
kadınla evlendiği takdirde kadınları arasında adaletle davranmasını, ihmal
edilmemesi gereken bir şart olarak vazetmiştir. Yerine getirilmesi çok güç
ol.an bu şarta kim uyamamaktan korkarsa, bu takdirde bir kadınla evlenir;
aralarında âdil davranılması vâcib olmayan mülkiyeti altındaki cariyelerden de
faydalanır. Tek bir kadınla evlenmek, sahibi olduğu cariyelerden de faydalanmak,
âdil davranamamaktan korkan erkeğin zulümden uzak kalması için hiç şüphesiz
daha elverişlidir.
4. Kadınlara
mehirlerini gönül rahatlığcyle verin. Eğer o mehirden hoşnudlukla size bir şey
bağışlarlarsa, onu da rahat rahat yeyin.
5. Allah'ın sizi gözetici kıldığı mallarınızı aklı ka
olanlara vermeyin. (Bununla beraber) o maldan onlara da yedirin, giydirin ve
onlara iyi söz söyleyin.
6. Nikâh çağma gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer
onlan aklı basında görürseniz, mallarını kendilerine verin. Onlan, büyümeleri
(ve geri almaları korkusu) ile, israf ve acele ederek yeyip elden çıkarmayın.
Zengin olan kimse, (yetimin malını yemekten sakınıp) iffetli davransın; fakir
olan kimse de, maruf ölçüler içinde yesin. Onlara mallarını geri verdiğiniz zaman
yanlarında şâhidler bulundurun. (Kontrol edip) hesap sormak yönünden Allah
yeter.
Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde yetim
velilerine hitap ederek, koruma altında bulundurdukları yetim mallarını, bulûğ
çağına giren yetimlere vermelerini, bu malları kendi mallarıyle karıştırıp
yememelerini, bunun büyük bir günâh olduğunu hatırlatarak emrettikten ve
velileri, velayetleri altında bulunan yetim kızlarla mallarına ve
güzelliklerine tamaan ve maruf ölçülere göre mehirlerini vermeden evlenmekten
menettikten, onların yerine, aralarında âdil davranmak şartıyle dörde kadar hür
kadınla evlenmeleri, aksi halde bir kadınla yetinmeleri tavsiyesinde
bulunduktan sonra, yukarıdaki âyetlerinde, yine kadınlarla ve yetimlerle ilgili
ahkâma yer vermiş ve eş olarak seçilen kadınlara maruf ölçüler içerisinde
mehirlerinin verilmesini, eğer kadınlar mehirlerinin bir kısmından kendi
rızalarıyle vazgeçerlerse, bunda bir beis olmadığını, keza daha önce de
belirtildiği gibi, yetimlere akılları başlarında olduğu takdirde mallarının
verilmesini, yetimler büyüyüp de mallarını geri alacakları korkusuyle onların
bir an evvel yenilip tüketilmeye kal-kışılmamasını, yetimlere malları
verilirken, bunun şâhidler huzurunda tesbit edilmesini ve bütün bu işler
yapılırken her şeyi gözetip bir gün hesabını mutlaka soracak olan Allah'ın
unutulmamasını emretmiş ve buyurmuştur ki:'[11]
4. Kadınlara mehirlerini gönül rahathğıyle verin.
Eğer o mehirden hoşnudlukla size bir şey bağışlarlarsa, onu da rahat rahat
yeyin.
4 Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmeyle evlenmekte olan
erkeklere hitap etmiş ve buyurmuştur ki: Aranızda mehir tesmiye edip kendinize
nikahladığınız kadınlara, birbirinize bağlılığınızın ve muhabbetinizin nişanesi,
kuvvetli rabıtanın delili ve Allah'tan bir atıyye veya bir hediyye olmak üzere
mehirlerini verin. Hem de bu mehirleri seve seve ve gönül hoşnudluğu ile verin.
Zira kararlaştırılmış olan mehir artık kadının hakkıdır ve bu hakkın sahibine
iadesi şarttır.
Bir erkeğin kadının malına göz dikmesi ne derece onun
erkeklik şân ve şerefine aykırı düşerse, kadına verilmesi gereken mehiri vermekten
imtina etmek de aynı derecede şeref kırıcı bir davranış olur. Oysa bir çok
toplumlarda erkekler, kadınlara verdikleri mehirle yetinmeyip onun yanında,
çeşitli yiyecek, giyecek ve takılar da vermeyi âdet edinmişlerdir ki, bu,
erkeğin evlendiği kadın için takdir ettiği değerin
yüceliğini gösterir.
Fakat ne olursa olsun, ey zevçler ve ey veiiler, siz
her şeyden önce bir farîza olmak üzere kadınlara mehirlerini veriniz de eğer
onlar gönüllerinden ve hoşnudluk içinde sizin verdiğiniz mehirden bir kısmını
veya tamamını size geri çevirirlerse, onu rahatlıkla yemekten de çekinmeyiniz. [12]
5. Allah 'm sizi gözetici kıldığı mallarınızı aklı kıt
olanlara vermeyin. (Bununla beraber) o maldan onlara da yedirin, giydirin ve
onlara iyi söz söyleyin.
6. Nikâh çağma gelinceye kadar yetimleri deneyin.
Eğer onları aklı başında görürseniz, mallarını kendilerine verin. Onları,
büyümeleri (ve geri almaları korkusu) ile, israf ve acele ederek yeyip elden
çıkarmayın. Zengin olan kimse, (yetimin malını yemekten sakınıp) iffetli
davransın; fakir olan kimse de, maruf ölçüler içinde yesin. Onlara mallarını
geri verdiğiniz zaman, yanlarında şâhidler bulundurun, (Kontrol edip) hesap
sormak yönünden Allah yeter.
5 Âyet-i kerîmeyle bütün ümmete ve özellikle mallarını
aklı kıt olup tasarruf ehliyeti bulunmayanlara veren kimselere hitap edilmiş ve
denilmiştir ki: Bulûğ çağına giren bütün yetimlere mallarını ve evlendiğiniz
kadınlara mehirlerini verin. Ancak bunlardan birisi aklı kıt olur ve vereceğiniz
malı maruf ölçüler içinde tasarruf etme ehliyetinden mahrum bulunursa, malı
ziyan etmemesi için, aklı başına gelinceye kadar malı ona vermeyin.
Hitabın yetim velilerine ve malın da aklı kıt olanlara
âit olmasına rağmen, âyet-i kerîmede "mallan" denilmek yerine
"mallarınız" denilmesi, malın zayi olması halinde velinin kendi
malından aklı kıt yetime infak etmek zorunda kalması dolayısıyledir. Zira veli,
yetimin velayetini, onun gözetim ve denetimini üzerine aldığı gibi, malının gözetimini
de aynı şekilde üstlenmiştir ve her ikisinden de o sorumludur. Bu itibarla onun
malı, velinin kendi malı gibidir ve bu malın zayii de velinin kendi malının
zayii manâsındadır. Hiç şüphesiz tasarruf ehliyetine sahip olmayan velinin
kendi çocuklanyle eşleri de bu manâ içerisinde mütalâa olunmalıdır. Zira aklı
başında olmayan bir çocuğa babası ve yine aklı başında olmayan bir kadına eşi
tarafından mal emanet edilmesi, bu malın ziyama göz yumulması demek olur ki,
âyet-i kerîmeyle menolunan davranış da budur.
Âyet-i kerîmede mal, "kıyam" olarak
isimlendirilmiş ve "Allah, malı size kıyam kıldı" denilmiştir. Kıyam,
kendisiyle kaim olunan şey demektir. İnsanlar, hayatlarını ancak mal ile
sürdürebildikleri için "hayat onunla kaimdir" denilmiştir. Binâenaleyh
kim malını sefihlere, yani aklı kıt olanlara verip israf ettirir ve zâyiine
sebep olursa, hayatın kıvamını da yitirmiş olur. Oysa aklı başında olan ve
iktısad etmesini bilen kimseler, malı nemalandırırlar ve daha çok artmasını
sağlarlar. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, malını israf etmeden harcayan
müslümanları övmüş ve . meselâ Furkan
sûresinin 67 nci âyetinde "Allah'ın hâs kullan, sarfettik-leri zaman ne
israf ederler, ne de cimrilik ederler; bunun ortası vasat olur"
buyurmuştur. Buna karşılık mallarını saçıp savuranlar çok sert bir şekilde
kötülenmişlerdir. İsrâ sûresinin 27 nci âyetinde bu gibiler hakkında şöyle
denilmiştir: "Saçıp savuranlar, şüphesiz
şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise, Rabbına karşı pek
nankördû.
Kur'ân-ı Kerîm'de iktisadı emreden, buna karşılık
cimriliği de meneden âyetlerin ve Ha2reti Peygamberden rivayet edilen aynı manâdaki
hadîslerin çokluğu ve bir hayli yekûn tutması, İslâm dîninin bir ikti-sad dîni
olduğunu gösterir. İşte malların aklı kıt olanlara verilmesini meneden
yukarıdaki âyet-i kerîmeyi de İslâm'ın bu iktisad anlayışı içerisinde
değerlendirmek gerekir. Zira malında iyi tasarruf sahibi olması mümkün
görülmeyen aklı kıt (sefih) kişinin, malını saçıp savurması, iktisad
anlayışıyle kaabil-i telîf değildir ve böyle olduğu içindir ki mal sahibi aklı
kıt kimselere mallarının verilmesini Allahu Ta'âlâ menetmiştir.
Bununla beraber akılları kıt da olsa böyle kimselerin
de yeyip içmeye ve giydirilmeye ihtiyaçları vardır. Yahut evlenme çağına
geldiklerinde evlenmeleri, ev bark sahibi olmaları gerekir. Bu gibi durumlarda
onların velayetlerini üzerlerinde bulunduran veliler, maruf ölçüler içerisinde
mallarının kazancından onları rızıklandırırlar. Onların kendi mallarının
kazancından veya gelirinden nzıkiandırılmaları, anamalın zaman içerisinde
tükenip gitmemesi içindir. Zira aklı kıt olanlar hayatta kaldıkları sürece
rızıklandırılmaya muhtaçtırlar ve onların ne kadar yaşayacaklarını da
Allah'tan başka kimse bilmez.
Veliler, velayetlerini üzerlerinde bulundurdukları
küçük çocukları ve aklı kıt olanları, güzel sözler, vâz ve nasihatlarla da
hoşnut etmelidirler. Meselâ küçük çocuklara, "bu mal senindir; ben onun
sadece koruyucu-suyum; büyüdüğün zaman sana verilecektir" denilmesi, çok
defa onların hoşuna giden sözlerdendir. Aklı kıt olanlara İse, nasihat ederek
mallarını İsraf etmemelerini, israfın fakirlik ve halka muhtaç olmak gibi kötü
bir netice doğuracağını anlatarak iyiyi, güzeli ve doğruyu telkînde bulunmanın
aklî arızanın giderilmesinde fayda sağlayacağına şüphe yoktur.
Allahu Ta'âlâ, yetimlere mallarının verilmesini mücmel
olarak emrettikten sonra, bu malların nasıl ve ne zaman verileceğini beyan
etmiş ve şöyle buyurmuştur: [13]
6 Ey veliler! Yetimleri, evlenebilecekleri yaş olan
bulûğ çağına girinceye kadar deneyin. Eğer bulûğ çağına girdikten sonra
onlarda bir gelişme görür ve onları aklı başında bulursanız mallarını
kendilerine verin. Bulûğ çağına girmiş olmalarına rağmen kendilerinde gelişme
ve olgunluk göremezseniz, onları denemeye devam edin. Fakat büyüyüp de akılları
başlarına gelecek ve mallarını bizden alacaklar diye israf ederek ve onların
büyürrieleriyle yarışırcasına o malları yiyip bitirmeye kalkışmayın. Nitekim
bazı veliler vardır, yetim mallarından menfeatlanır-lar. Yetimin büyüdüğünü ve artık kendi mallarına
kendisinin sahip
olmak isteyeceğini farkedince, "aman şu mal elden
çıkıp gitmeden önce onunla şu işimi de göreyim" diyerek alelacele onu
harcarlar. Sakın böyle bir şey yapmaya kalkışmayın.
Veliler içinde zengin olup da yetimin malından hiçbir
şeye muhtaç olmayanlar, o maldan sakınıp iffetlerini korusunlar. Fakir olan ve
yetimin malından geçimlerini temin etmeyi uman veliler ise, o malı korumak ve
gelirini artırmak için gayret sarfetmelerinin ve vakit ayırmalarının karşılığı
olmak üzere, yetim malından maruf ölçüler içinde ve israfa kaçmadan yesinler.
Câri olan bir âdettir ki, yetim çok defa velisinin evinde ailenin bir ferdi
olarak kalır ve veli, kendi çocuklarıyle birlikte onun bakılıp büyütülmesi ve
terbiye edilmesiyle meşgul olur. Velinin kendi çocukları için yaptığı yiyecek
ve giyecek masrafı yanında yetim için yapılan bir masrafın da bulunması çok
tabiîdir. Eğer veli zengin ise, yetimin malından bir şeyler almaya ihtiyacı
yoktur. Fakat veli fakir ise ve kendi çocuklarının ihtiyaçlarını bile
karşılamaktan âciz ise, bu takdirde zengin olan yetimin malından israfa
kaçmadan ve maruf ölçülerle sarfetmesinde bir beis yoktur.
Ey veliler! Velayetini üzerinizde bulundurduğunuz
yetim bulûğ çağma erişir ve rüşdünü isbat ederse, siz de onun malını kendisine
iade etmeye karar verirseniz, bu işi, şâhid huzurunda yapın; malı sizden teslim
aldığını, şâhidle tesbit edin. Bu, sizin İçin elbette daha hayırlıdır.
Malın yetime teslimini şâhid huzurunda tesbit etme
işi, Şafiî ve Mâlikî mezheblerine göre vâcib, Hanefî mezhebine göre mendûbtur.
Vâcib olduğuna göre, terki halinde mahkemeye müracaatla hâkimin kararına
uyulur. Mendûb olması halinde, şahidin terkinden bir şey lâzım gelmez. Ancak
Allah, herkesi murakabe edip durmaktadır. Binâenaleyh kimin neyi gizlediğini ve
neyi açıkladığını hakkıyle bilir ve ona göre hesabını görür. Âyet-i kerîmede
şâhidle ilgili emirden sonra Allah'ın murakıb olarak yeter olduğunun beyanı,
şahidin terki dolayısıyle mahkemeye müracaat edildiğinde malla ilgili dâvada
hâkim yanılsa ve hak zayi olsa bile, Allah katında onun zayi olmayacağına ve
sahibine mutlaka iade olunacağına delâlet eder. Zira şâhidlere ve hâkimlere
gizli olan şeyler Allah'a asla gizli olmaz. [14]
7. Ana
babaların ve yakın akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından erkekler için
bir hisse vardır. Keza ana babaların ve yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlar
için de bir hisse vardır ve bunlar, bırakılan mal az da olsa çok da oha belirli
hisselerdir.
8. (Mirasta
hissesi olmayan) akrabalar, yetimler ve yoksullar, taksim sırasında hazır
bulunduklarında, mirastan onları da rı-züdandınn ve onlara güzel söz söyleyin,
(gönüllerini alın).
9.. Arkalarında küçük çocuk bıraktıkları takdirde,
onların geleceğinden endişe duyacak olanlar, (yetimler hakkında da aynı) endişeyi
duysunlar; Allah 'tan sakınsınlar , ve
doğru söz söylesinler.
10. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler,
muhakkak ki karınlarını ateşle doldurmuş olurlar ve cehennemi boylarlar.
Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde yetim
mallarının yenmesini haram kıldıktan, bu malların, bulûğ çağına girdiklerinde
yetimlere verilmesini emrettikten, keza kadınların mehirlerinin yenmesini,
yahut onlarla mehirsiz evlenilmesin! nehyettikten sonra, yukarıdaki
âyetlerinde, yine yetimlerle ilgili olarak şu hususu zikretmiştir: Velilerin
yetimler için muhafaza ettikleri miras malı, erkek ve kadın arasında müşterek
bir maldır; yani miras kalan mâlda erkeğin hakkı olduğu gibi kadının hakkı da
vardır. Câhiliye devrinde kadınlara ve küçük çocuklara miras bırakmıyorlar,
"kargı ile saldıran ve ganimet kazanan kimseler vâris olur"
diyorlardı. Daha sonra Allahu Ta'âlâ, miras taksimi sırasında orada bulunan ve
fakat vâris olmayan akraba, yetim ve yoksullara da mirastan bir şeyler verip
güzel sözlerle gönüllerini almalarını, velilerin kendi öz çocuklarını
düşündükleri kadar yetimleri de düşünmelerini ve onlar için de aynı endişeyi
duymalarını emretmiş ve nihayet yetim malını haksız yere yiyenleri en büyük
azâb ile tahdit ederek karınlarının cehennem ateşiyle doldurulacağını haber
vermiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [15]
7 Ana babaların ve yakın akrabaların (miras olarak)
bıraktıklarından erkekler için bir hisse vardır. Keza ana babaları ve yakın akrabaların
bıraktıklarından kadınlar için de bir hisse vardır ve bunlar, bırakılan mal, az
da olsa, çok da olsa belirli hisselerdir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, câhiliye devrinin
insanları, kadınlara ve çocuklara miras olarak hiçbir şey bırakmıyorlar,
"miras, ancak at sırtında savaşa katılıp ganimet alan erkeklere
verilir" diyorlardı. Rivayet olunduğuna göre, Ensardan Evs İbn Sabit vefat
etmiş ve geride bir eşle iki kız ve bir küçük oğlan bırakmıştı. Onun ölümü
üzerine amca oğulları Suveyd ve Arfece adlarında iki kişi vasî olarak onun
bütün mallarını almış, eşine ve çocuklarına hiçbir şey bırakmamışlardı. Bunun
üzerine kadın, Hazreti Peygambere gelmiş ve: "Yâ Rasûlallah! Evs İbn Sabit
öldü ve geride üç küçük çocukla beni bıraktı. Ben onun eşiyim. Benim onlar için
şadedecek hiçbir şeyim yok. Gerçi babaları onlara iyi bir mal bırakmıştı, ama
Suveyd ve Arfece ona el koyup bana ve çocuklara hiçbir şey bırakmadılar."
diye şikâyet etmiştir. Hazreti Peygamber Suveyd ve Arfece'yi çağırtıp meseleyi
sorunca, onlar: "Yâ Rasûlallah! Çocuğu ata binemez, düşmana karşı
dövüşemez; meşakkate katlanamaz" demişler, bundan sonra da Allahu Ta'âlâ
"ana babaların ve yakın akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından
erkekler için bir hisse vardır. Keza kadınlar için de bir hisse vardır."
âyetini indirmiştir.
Bu âyet-i kerîmeden açıkça anlaşılmaktadır ki, ana
baba, yahut yakın akrabalar vefat ettikleri zaman, ister kız olsun ister erkek
olsun ister büyük olsun ister küçük olsun, bıraktıkları mal ister az olsun
ister çok olsun, yetimlerine o maldan belli miktarda bir hisse veya bir hak
vardır; bu hisse veya hak, herhangi bir yetim için ne artırılır, ne de ek-[16]
8. (Mirasta
hissesi olmayan) akrabalar, yetimler ve yoksullar, talsim sırasında hazır
bulunduklarında, mirastan onları da mıhlandırın ve onlara güzel söz söyleyin,
(gönüllerini alın).
9. Arkalarında küçük çocuk bıraktıkları takdirde,
onların geleceğinden endişe duyacak olanlar, (yetimler hakkında da aynı)
endişeyi duysunlar, Allah 'tan sakınsınlarve doğru söz söylesinler,
10. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, muhakkak
ki karınlarını ateşle doldurmuş olurlar ve cehennemi boylarlar.
8 Ölen bir kimsenin geride bıraktığı mal, yahut bulûğ
çağına girmiş olan yetimlerin mallan, yahutta vasıyyet malları, vârisler,
yetimler ve va-sıyyet olunanlar arasında taksim edilirken, bunların mala vâris
olmayan yakınları, yetimler veya yoksullar taksimde hazır bulunacak olurlarsa,
hiç gayret sarfetmeden ve güçlük çekmeden kendilerine mirastan hisse düşenler,
bunlara da gönüllerinden koptuğunca bir şeyler versinler. Aynı zamanda onlara
güzel sözler söyleyip gönüllerini alsınlar. Zira insanoğlu mala karşı çok
zayıf yaratılmıştır. Akrabalarından bir kısmının meşakkatsiz mirasa konup mal
sâhib! olmalarına rağmen kendilerine hiçbir şeyin isabet etmemesi, İçlerinde
hasedlik damarlarının kabarmasına sebep olabilir. Bunu önlemek ve onları da
hoşnud etmek, kendilerine mirastan hisse düşen akrabalara aittir. Hiç şüphesiz
Allah'ın ihsanı ile mirastan mat sahibi yaptığı vârislerin, muhtaç olan
akrabalara, yetimlere ve yoksullara karşı cimrilik edildi hiçbir şey
göstermemeleri hoş karşılanabilecek bir davranış değildir. Âyet-i kerîmedeki
"onları da rı-zıklandırın" emri, bazt müfessirlere göre vücûb ifade
eder; yani bu emre uymak ve mirasın taksimi sırasında orada bulunan ve fakat
miras alamayanlara bir şeyler vermek miras alanların üzerine vâcibtir. Bazı
mü-fessirler ise, bunun mendûb olduğunu söylemişlerdir. Hattâ miras âyetleri
nazil olduktan sonra bu emrin miras âyetleriyle neshedilmiş olduğunu söyleyen
müfessirler bile olmuştur. Anoak çoğunluğun görüşü, âyetin muhkem olduğu
istikametindedir ve doğru olan görüş de budur. Zira miras âyetleri, ölen bir
kimsenin vârislerini ve bu vârislere mirastan isabet eden hisseleri tesbit eder
ve mirasın bunlar arasında hisselerine göre taksimini emreder. Bu âyet-i kerîme
ise, taksimi sırasında hazır bulunup da vereseden olmayan bazt akrabalara,
yetimlere ve yoksullara da bir şeyler verilmesini emretmiş olsa bile, onları
vâris
olarak tayin etmez ve asıl vârislere ortak kılmaz. Bu
itibarla âyet-i kerîmeyi mensûh saymaya gerek yoktur. Nitekim Buhârî [17] nin İbn Abbâs'tan
naklettiği bir habere göre bu âyet, mensûh değil, muhkemdir. [18]
9 Allahu Ta'âlâ, miras taksimi sırasında mecliste
hazır bulunan, fakat vereseden olmayan akraba, yetim ve yoksullara da az bir
şeyler verilmesini ve güzel sözlerle gönüllerinin alınmasını emrettikten sonra,
bunu takip eden âyetinde, ölümleri halinde miras bırakacak olan kimselere,
mallarını yabancılara vasıyyet yolu ile tüketip vârislerini aç ve çıplak
bırakmamaları için ihtarda bulunmuştur.
Âyet-i kerîmenin tefsîriyle ilgili değişik görüşler
ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden birine göre, Allahu Ta'âlâ yetim velilerine
hitap ederek şöyle buyurmuştur: Siz, ölümünüzden sonra kendi öz çocuklarınızın
aç, çıplak ve zayıf kalmalarından korkuyorsanız, velisi olduğunuz yetimler için
de aynı korkuyu içinizde taşıyın ve onların, ileride, bulûğ çağına girdikten
sonra aç, çıplak ve zayıf kalmamaları için elinizde bulundurduğunuz mallarını
heder etmeyin.
İbn Abbâs'tan rivayet olunan bir haberde de şöyle
denilmiştir: Ayet-i kerîme, ölümü yaklaşmış bir adam hakkındadır. Başka bir
adam, bu adamın, vârislerine zarar verecek şekilde malını başkalarına vasıyyet
ettiğini işitir. Bunun üzerine Allahu Ta'âlâ, onu işiten adama Allah'tan
korkmasını ve ölmek üzere olan adamı doğruya yöneltmesini emreder. Bunun için
de kendi vârislerine bakmalı ve onların zayi olmasından korktuğunda onlara ne
yapılmasını istiyorsa, diğer adamın da kendi vârislerine aynı şeyi yapması için
onu uyarmalıdır.
Buhârî[19] ve Müslim[20] 'in rivayet ettikleri bir hadîste Sa'd İbn
Ebî Vakkâs şunları anlatır: Veda haccında yahut Fetih sırasında Mekke'de hasta
iken Hazreti Peygamber beni ziyarete geldi ve "Allah Sa'd İbn Afrâ'ya
rahmet etsin" diye duâ buyurdu. Ben: "Yâ Rasûlallah! Malımın hepsini
vasıyyet etmek istiyorum" dedim. "Hayır öyle yapma" buyurdu. Ben
"yarısını vasıyyet edeyim?" dedim. "Hayır" dedi.
"Malımın üçte birini vasıyyet edeyim?" dedim. Rasûlullah: "Evet,
üçte biri; üçte biri de çoktur ama, olur. Ey Sa'd! Senin, vârislerini zengin
bırakman, halka ellerini açıp dilenecek derecede fakir bırakmandan daha
hayırlıdır.Ey Sa'd! İnşallah sen, daha uzun süre yaşarsın. O zaman senin,
aileni geçindirmen de bir sadakadır. Hattâ eşinin ağzına kaldırdığın bir lokma
bile sadakadır. Ey Sa'd! Temenni ederim ki, Allah seni bu hastalıktan kaldırır
da, müslümanlar senin gazandan faydalanır, düşmanlar da zarar görür. Rasûlullah
(s.a.s.) böyle buyurduğu zaman, Sa'd İbn Ebî Vakkâs'ın vâris olarak tek bir
kızı vardı. Ancak bu hastalıktan sonra daha uzun seneler yaşamış ve pek çok
çocuğu olmuştur. 10 Allahu Ta'âlâ, daha sonra yetim malını haksız yere yiyenler
hakkındaki tehdidini şiddetlendirerek bir daha tekrarlamış ve bu gibilerin,
karınlarını ateşle doldurmuş olacaklarını haber vermiştir. Filhakika Nisa sûresinin
ilk âyetinde bütün insanlara hitabederek "Rablarından sakınmalarını"
emrettikten sonra, ikinci âyetinde yetimlere mallarını verin ve
kötüsünüiyisiyle değiştirmeyin" buyurmuş; yine aynı âyet içinde
"onların mallarını kendi mallarınıza karıştırıp yemeyin. Zira bu, büyük
bir günâh olur" demiş, 9 uncu âyette de "arkalarında küçük çocuk
bıraktıkları takdirde, onlardan endişe duyacak olanlar, yetimler hakkında da
aynı endişeyi duysunlar" diye emretmiş ve nihayet bu âyet-i kerîmede,
yetim malı yiyenlerin, karınlarını ateşle doldurmuş olacaklarını bildirmiştir.
Ebû Hureyre'nin Hazreti Peygamberden rivayet ettiği bir hadîste de, yetim malı
yemek, helak edici yedi büyük günâhtan biri olarak zikredilmiştir. Müslim[21] rivayetine göre
Hazreti Peygamber bu hadisinde şöyle buyurmuştur: "Helak edici yedi şeyden
çekininiz". Yâ Rasûlallah! Onlar nedir? denildi. Rasûlullah: "Allah'a
şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı olmak dışında Allah'ın haram
kıldığı bir hayatı öldürmek, yetim malı yemek, riba yemek, düşmana hücum
sırasında savaştan kaçmak, zinadan masun olup hatırından bite geçmeyen mü'min
kadınlara zina isnad etmek" buyurdu. [22]
11. Allah, (mirasın taksimi hususunda) size,
çocuklarınızla ilgili (şu hükümleri) emreder: Erkeğe kadının İH katı kadardır.
Eğer kadınlar ikiden fazla iseler, ölünün bıraktığı (terike)'nm üçte Vâsi
(onlara) dir. Eğer kadın bir tek ise, yansı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana
babadan her biri için, tercenin altıda biri vardır. Eğer ölenin çocuğu yoksa ve
anası, babası ona
vâris olmuşlarsa, üçte biri anaya aittir. Eğer ölenin
kardeşleri varsa, anası için altıda bir hisse vardır. (Bütün bunlar) ölenin
vastyyet ettiği miktarın çıkmasından ve borcun ödenmesinden sonra (ba-hyye
üzerinden)dtr. Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangilerinin fayda yönünden
size daha yakın olduklarını bilemezsiniz. Bunlar, Allah tarafından farz
kılınmış hükümlerdir. Allah, şüphesiz, ilim ve hikmet sahibidir. 2. Eğer
zevcelerinizin çocuğu yoksa, onların terkettikleri (miras)'nin yarısı sizindir.
Eğer varsa, terkettüderinin dörtte biri size aittir. Bunlar, vasıyyet ettikleri
çıktıktan ve borç ödendikten sonra (kalan mal üzerin-den)dir. Eğer sizin
çocuğunuz olmamışsa, terkettüderinizin dörtte biri, zevceler içindir. Eğer
çocuğunuz varsa, terkettiğinizin sekizde biri onlara aittir. Bunlar da, vasıyyet
ettikleri çıktıktan ve borç ödendikten sonra (geride kalan için)dır. Eğer bir
erkeğe, veya bir kadına, (anası babası ve çocukları olmaksızın) kelâle olarak
vâris olunursa ve onun bir erkek, yahut bir faz kardeşi bulunuyorsa, onlardan
her-birine altıda bir hisse vardır. Eğer onlar bundan daha çok iseler, hepsi
de, üçte bir hisseye ortaktırlar. Keza bu taksim de, (mirasçılara zarar
vermeyecek şekilde) vasıyyet olunan çıktıktan ve borç ödendikten sonra (kalan
mal üzerinden)dv. Bunlar, Allah tarafından size vasıyyet edilen (hüküm)lerdir.
Allah, her şeyi hak-fayle bilendir; Halimdir. 13. Bunlar, Allah'ın (kulları
için koyduğu) hududlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Oda onu,
içinde daimî kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere sokar; bu
da en büyük kurtuluştur. 14. Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ve
O'nun kanunlarını tecavüz ederse, O da onu, içinde
daimî kalacağı ateşe sokar. Onun için zelil edici bir azâb vardır.
Allahu Ta'âlâ, daha önce tefsîr ettiğimiz "ana
babaların ve yakın akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir hisse
vardır. Keza ana babaların ve yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlar için
de bir hisse vardır." mealindeki âyetinde miras hükmünü mücmel olarak zikretmiş,
yukarıdaki iki uzun âyetinde ise, mirasın ahkâm ve feraizini beyan ile,
câhiliye devrinde Arapların, kadınları ve küçük çocukları mirastan meneden
tevarüs sistemini ve tevarüsle ilgili diğer câhiiî âdetleri iptal etmiştir.
Câhiliye devrinde irs için belli başlı üç sebep vardı:
1) Neseb: Bu, sadece ata binen, savaşa katılıp
düşmanla dövüşen ve ganimet alan erkekler içindi. Küçük çocuklar ve kadınlar
hiçbir surette mirastan faydalanamıyorlardı.
2) Tebenni veya evlâd edinme: Bir adam dilerse bir
başkasının oğlunu evlâd edinebiliyor ve onu kendine vâris kılabiliyordu. Ancak
İslâm, Ahzâb sûresinin ilk âyetiyle, çocuğun, kendi sulbünden olmadığı yabancı
bir adama isnadıyle evlâd edinilmesini hükümsüz kıldığı gibi, onunla ilgili
câhili miras âdetini de iptal etmiştir.
3) Ahid veya andlaşma: Kan bağı bulunmayan iki kişi
arasında "benim kanım senin kanın; senin kanın benim kanım; ben
öldürülürsem sen kanımı taleb edersin; sen öldürülürsen ben kanını taleb
ederim. Ben ölürsem sen bana vâris olursun; sen ölürsen ben sana vâris
olurum" denilerek yapılan andlaşmalar, câhiliye devrinde iki kişinin
birbirine vâris olmasını sağlıyordu. Bu çeşit bir veraset âdeti, ancak miras
âyetlerinin gelmesiyle iptal olunmuştur.
İslâm'ın başlangıcında ve miras âyetleri henüz nazil
olmazdan önce veraset, hicret ve mu'âhât esasına göre tesbit edilmiştir.
Muhacir, uzak da olsa ancak başka bir muhacire vâris oluyor, fakat muhacir
olmayan bir yakın, muhacir olana vâris olamıyordu. Keza Hazreti Peygamberin
kardeşlik (mu'âhât) tesis ettiği iki kişiden biri de diğerine vâris olabiliyordu.
İslâm'ın başlangıcında tatbik edilen bu miras sistemini o zaman için tabiî
karşılamak gerekiyordu. Çünkü birbirinin vârisi olması gereken yakın
akrabaların çoğu müşrik idi. Müslümanlar ise, hem sayıca az, hem de fakir
idiler. Bu sebeple aralarında yardımlaşmaya ve biribirlerine destek olmaya
ihtiyaçları vardı. Özellikle evlerini barklarını, mallarını mülklerini Mekke'de
bırakarak Medîne'ye hictet eden müslümanlar, buna daha çok muhtaç idiler.
Hazreti Peyamber bu hususları gözönünde bulundurarak müslümanları güçlendirecek
ve aralarındaki birliği kuvvetlendirecek bir veraset sistemi tatbik etmeye
başlamıştı ki, çok geçmeden, Allahu Ta'âlâ, neseb, sıhriyyet ve velayet esasına
dayanan feraiz ahkâmını inzal buyurmuş ve daha önceki tatbikatı neshetmiştir.
Bu arada İslâm ulemasının çoğu, anaya babaya ve yakın akrabaya mal vesayetini
farz kılan Bakara sûresinin 180 inci âyetinin de sonradan nazil olan miras
âyetleriyle neshedildiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak biz, bu âyetin tefsirinde,
onu mensûh saymaya gerek bulunmadığını açıkladığımız için, burada konunun
yeniden ele alınmasına lüzum görülmemiştir.
Miras âyetlerinin nüzul sebeplerine gelince, Ebû Dâvûd[23] Tirmizî[24] ve İbn Mâce[25] 'nin Câbir İbn
Abdullah (r.a.)'tan naklettikleri bir hadîsten öğrendiğimize göre, Sa'd
İbnu'r-Rabî'ın karısı, Rasûlullah (s.a.s.)'a gelmiş ve yâ Rasûlallah! Bunlar
Sa'd İbnu'r-Rabî'ın kızları. Babaları Uhud'ta seninle birlikte dövüşmüş ve
şehîd olarak öldürülmüştü. Onun ölümü üzerine amcaları bu iki kızın mallarını
aldılar ve onlara hiç mal bırakmadılar. Mallan olmadığı için de evlenemiyorlar,
demiştir. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: Bu hususta Allah
hükmünü verecektir. Bundan sonra Allahu Ta'âlâ "Allah size (miras hakkında)
çocuklarınızla ilgili olarak şu hükümleri emreder" âyetini inzal
buyurmuştur. Hazreti Peygamber de kızların amcasına haber göndermiş ve
"Sa'd'ın İki kızına malının üçte ikisini, kızların anasına ve sekizde
birini ver. Geri kalanı ise, senindir" buyurmuştur. Haber verildiğine göre
bu, İslâm'da miras malının ilk taksimidir.
Müslim[26] Ebû Dâvûd[27] Tirmizî[28] ve İbn Mâce[29] 'nin rivayet
ettikleri bir hadîste Câbir İbn Abdullah şöyle demiştir: Hasta olduğum bir
sırada Hazreti Peygamberle Ebû Bekir, Benû Seleme yurdundaki evimde beni
yürüyerek ziyarete geldiler. Peygamber beni bir şey anlamaz derecede baygın
bulmuştu. Bunun üzerine su isteyip abdest aldı; sonra abdest suyundan bir
miktar üzerime serpti. Ben hemen ayıldtm ve "yâ Rasûlallah! Malım
hususunda nasıl hareket edeyim?" dedim. Bunun üzerine "Allah size
(miras hakkında) çocuklarınızla ilgili olarak şu hükümleri emreder..."
âyetmâzil oldu.
Âyet-i kerîmedeki hitap umumî olup ümmetin bütün
mükelleflerine yöneliktir. Çünkü ölüden kalan malı taksim ve vasıyyet ahkâmını
tatbik edecek olanlar da kendilerinden başkası değildir. Âyet-i kerîmede, önce
çocukların mirası zikredilmiştir. Bunun sebebi,
insanların çocuklarına olan büyük sevgileri ve bağlılıklarıdır. Nitekim Hazreti
Peygamber de kızı Fâtıma hakkında şöyle demiştir: "Fâtıma benden bir
parçadır".[30]
11. Allah, (mirasın taksimi hususunda) size çocuklarınızla
ilgili (su hükümleri) emreder; Erkeğe
kadının üd katı kadardır. Eğer kadınlar, ikiden fazla iseler, ölünün bıraktığı
(terike)nın üçte ikisi (onlara)dir. Eğer kadın
bir tek ise, yansı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana
babadan herbiriiçin terikenin altıda biri vardır. Eğer ölenin çocuğu yoksa ve anası,
babası ona vâris olmuslarsa, üçte biri anaya aittir. Eğer Ölenin kardeşleri
varsa, anası için alada bir hisse vardır. (Bütün bunlar) ölenin vasıyyet ettiği
miktarın çıkmasından ve borcun ödenmesinden sonra (bahyye üzerinden)dır. Siz
babalarınızdan ve oğullannızdan hangilerinin fayda yönünden size daha yalan
olduklarını bilemezsiniz. Bunlar, Allah tarafından farz kılınmış hükümlerdir.
Allah, şüphesiz, ilim ve hikmet sahibidir. [31]
12. Eğer zevcelerinizin çocuğuyoksa, onların
terkettikleri (miras)nin yansı sizindir. Eğer ço-i,
cuğu varsa, terkettiklerinin dörtte biri size aittir. Bunlar, vasıyyet
ettikleri çıktıktan ve borç ödendikten sonra (kalan mal üzerindenjdır. Eğer
sizin çocuğunuz olmamışsa, terkettikle-rinizin dörtte biri, zevceler içindir.
Eğer çocuğunuz varsa, terkettiğinizin seldzde biri onlara âittir.Bunlar da,
vasıyyet ettikleri ' çıktıktan ve borç ödendikten sonra (geri kalan için)dır.
Eğer bir erkeğe, veya bir kadına, babası
ve çoculdan olmaksızın (kelâle olarak) vâris olumtrsa ve onun bir erkek, yahut bir
faz kardeşi bulunuyorsa, onlardan her birine altıda bir hisse vardır. Eğer
onlar, bundan daha çok iseler, hepsi de, üçte bir hisseye ortaktırlar.Keza bu
taksim de, (mirasçılara zarar vermeyecek şekilde) vasıyyet olunan
çıktıktan ve borç ödendikten sonra (kalan mal
üzerinden)dtr. Bunlar, Allah tarafından size vasvyyet edilen
(hüküm)lerdirAllah, her şeyi hakhyle bilendir; Halim 'dir. [32]
11 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Aliahu Ta'âlâ,
miras ahkâmının beyanına, ilk defa çocukların mirastaki haklarını zikretmekle
başlamış ve "Allah, miras hususunda evlâdınızla ilgili olarak şu hükümleri
uygulamanızı emreder" buyurmuştur. Hiç şüphe yoktur ki, evlâd denildiği
zaman, ister erkek olsun ister dişi olsun, ister küçük olsun ister büyük olsun,
bir ana babanın çocukları anlaşılır. Torun da denilen evlâd çocukları hakkında
ulema arasında tam bir görüş birliği yoktur. Şâfiîlere göre, bunlar mecazî
manâda evlâd mefhûmu içine girerlerse de, Hanefîler, eğer ölünün kendi
sulbünden evlâdı kalmamışsa, evlâd lafzının hakiki manâda kullanılabileceğini
söylerler. Bununla beraber erkek evlâd çocuklarının, babaları varken vâris
olmasalar bile, babaları yok iken, asabe veya ashab-ı feraizden olarak, onların
yerine kaim olduklarında hiçbir ihtilâf yoktur. Zira neseb ancak erkek evlâd
ile vücud bulur.
Âyet-i kerîmenin mirasla ilgili ilk hükmü, erkek ve
dişi evlâd hakkındadır ve Allahu Ta'âlâ, erkeğin mirastaki nasibini veya
hissesini, dişinin nasîbinin iki katı olarak beyan buyurmuştur. Dikkat edilecek
olursa bu beyan, "kadının nasîbi, erkeğin nasîbinin yarısı kadardır"
denilerek ifade edilmemiş, fakat "erkeğin nasîbi, kadının nasîbinin iki
katı kadardır" denilmiştir. Bu ifade, kadının mirasının maruf ve mukarrer
olduğuna, erkeğin mirasının ise, kadının mirasına göre tayin ve tesbit
olunduğuna delâlet eder ki, bununla, câhiliyye devrinde kız evlâdı mirastan
mahrum bırakan âdetin, mutlak surette iptal edildiği gösterilmiştir.
Erkek evlâdın miras hissesinin, kız evlâdın miras
hissesinden bir kat fazla oluşundaki hikmet, erkeğin, hem kendisine hem de
eşine infak etmek zorunda oluşudur. Bu durumda erkeğin, hem kendisi hem de eşi
için iki nafakaya ihtiyacrvardır. Kadın ise, evlenmeden önce eğer malı varsa,
nafakası kendisine aittir ve tek bir nafakaya muhtaçtır; evlendikten sonra
ise, nafakası kocasına aittir.
Dinden çıkan ve kâfir olan bir kimse eviâd mefhumu
içerisinde yer almış olsa bile, Hazreti Peygamberin beyaniyle iki ayrı dîne
mensûb olanlar birbirine vâris olamazlar. Kısacası din ayrılığı irse manidir.
Keza ana babadan birisini kasden öldüren kaatil de,
evlâd mefhumu içerisinde yer almış olmasına rağmen, sünnet ve icma ile bundan
çıkmış ve miras hakkını kaybetmiştir.
"Eğer kadınlar ikiden fazla iseler, ölünün
bıraktığı (terike)nın üçte ikisi (onlara)diru. Âyet-i kerîmenin evlâdlar
hakkındaki mirasla ilgili ikinci hükmü, kız evlâdın ikiden fazla olması ve bir
erkek kardeşin bulunmaması halidir ki, bu durumda mirasın üçte ikisi ölen ana
veya babanın kız evlâdlarınmdır.
"Eğerkadın birtekise, yarısı onundur". Bu,
âyet-i kerîmenin evlâdla ilgili üçüncü miras hükmüdür. Eğer ölen ana veya
babanın bir tek kızı varsa, bu takdirde kıza düşen miras, kalan malın
yarısıdır.
Âyet-i kerîmenin baştarafında yer alan evlâdlarla
ilgili üç hüküm, kısaca özetlenecek olursa, denebilir ki, eğer ölen ana veya
babanın
1) kız ve erkek evlâdları varsa, erkek evlâdın
hissesi, iki kız evlâdın hissesi kadardır; yahut kız evlâdın hissesinin iki
katıdır.
2) Bir tek kızları varsa, mirasın yarısı onundur
3) İkiden fazla kızları varsa, kalan malın üçte
ikisini alırlar.
Âyet-i kerîmede, ölen ana veya babanın yalnız iki kızı
varsa, bunlara düşen hisse zikredilmemiş, bu sebeple de ihtilâf konusu
olmuştur. İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre, her iki kız evlâda, bir kız
evlâdın hissesi olarak mirasın yarısı verilir. Fakat çoğunluğun görüşü, ikiden
fazla kız evlâdın hissesi olan üçte iki istikametindedir.
Ölü ana veya babanın yalnız erkek evlâdı bulunması
halinde, eğer erkek bir ise, mirasın tamamını alır. Birden fazla erkek
kardeşler ise, mirası aralarında mütesaviyen paylaşırlar.
"Ölenin çocuğu varsa, ana babadan her biri için
terikenin altıda biri vardır".
Aliahu Ta'âlâ, ölenin evlâdıyle ilgili miras ahkâmını
beyan ettikten sonra, ölene yakınlıkları itibariyle evlâddan sonraki sırayı
alan ebeveynin, yani âna ve babanın mirastaki durumlarını zikretmiştir. Buna
göre, eğer ölenin çocukları varsa, ana babadan herbiri terikenin altıda birini
alır. Geri kalanını ise, çocukları, erkek veya kadın olmalarına göre, daha önce
anlatılan esaslar dahilinde paylaşırlar. Çocuk, tek bir erkekse, geri kalanın
tamamını, bir erkek bir kadın ise, erkek, kadının aldığının iki katını, tek
kadın ise, yarısını, ikiden fazla kadın ise, üçte ikisini alırlar.
"Eğer ölenin çocuğu yoksa ve anası babası ona
vâris olmuşlarsa üçte bir anaya aittir. Ölenin kardeşleri varsa, anası altıda
bir alır".
Ana baba ile ilgili diğer bir miras' hükmü, hiç çocuğu
olmayan ölüye vâris olan ana baba İle, kardeşleri bulunan ölüye vâris oian
anaya babaya düşecek olan mirasla ilgilidir. Eğer ölenin kendi sulbünden oğlu,
veya oğlunun oğlu ve ilh. yoksa ve ona yalnız anası babası vâris olmuşlarsa,
terikenin üçte birini ana alır; gerisi babaya aittir. Bu taksim,"erkeğin
nasîbi, iki kadının nasibi kadardır" hükmü gereğince bire iki esasına
dayanır. Yani ölenin anası mirastan üçte bir hisse alırken, babası geri kalan
üçte iki hisseye sahip olur. Ana babanın mirastan eşit hisse almaları, ancak
ölenin evlâdı olması halindedir. Yukarıda da açıklandığı gibi, ölenin evlâdı
olması halinde ana babanın her biri eşit olarak altıda bir hisse alırlar.
Geride kalanı evlâdındır.
"Ölenin kardeşleri varsa, anası altıda bir
alır".
Eğer ölenin iki ve daha fazla kardeşleri varsa, bu
kardeşler kendileri mirastan hiçbir hisse alamasalar bile, ananın üçte birlik
hissesinin altıda bire düşmesine sebep olurlar. Bu kardeşler, ister erkek
olsunlar, ister kız olsunlar, ister ana ve babaları bir olsun, ister ayrı
olsun, neticeyi değiştirmez. Çünkü kardeşlerin nafakası babaya aittir. Ananın
mirastan alacağı üçte birlik hissenin, ölenin kardeşleri bulunması halinde
altıda bire düşmesiyle, babanın mirastan alacağı hisse artmakta ve bu artışla
da kardeşlerin nafakası sağlanmış olmaktadır.
Yukarıda zikredilen mirasla ilgili bütün bu hükümlerin
tatbiki, ölenin borcu ödendikten ve vasiyyeti yerine getirildikten sonra mümkün
olur.Binâenaleyh ölünün varsa borcu ödenmeden, yahut vasıyyet etmişse vasiyyeti
yerine getirilmeden malı verese arasında taksim edilmez. Aksi halde vereseden
hiç kimse ölenin borcunu üstlenip ödemez. Âyet-i kerîmedeki tertibe göre önce
vasıyyet sonra da borç zikredilmiş ise de, miras malının mirasçılar arasında
taksiminden önce vârislere vâcib olan iş, önce ölenin borcunu eda etmektir.
Allahu Ta'âlâ, önce çocukların, sonra da ana ve
babaların mirastaki haklarını ve bunlarla ilgili ahkâmı beyan ettikten sonra,
bir cümle-i muterıza olmak üzere "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan
hangilerinin fayda yönünden size daha yakın olduklarını bilemezsiniz"
buyurmuştur. Binâenaleyh Allah, mirastan kime ne takdir etmişse, bunların
hepsi, hak sahiplerinin menfeatınadır. Bu itibarla hiç kimse, câhiliye devrinde
olduğu gibi ölünün malını, menfeatının yalnız kuvvetlilerde olduğunu düşünerek
çocuk ve kadınları da hesaba katmadan yalnız kuvvetli olanlara veremez. Mirası
kendi arzuları istikametinde dağıtarak Allah'ın farz kıldığı hükümlere sırt
çeviremez. Hiç kimse şüphe etmemelidir ki, bunlar gerçekten Allah'ın farz
kıldığı hükümlerdir ve Allah, bu hükümlerle amel edip etmemek hususunda hiç
kimseyi muhayyer bırakmamıştır.
Hiç şüphesiz Allah, insanların hangi şeylerde
menfeatları bulunduğunu bilir ve hikmeti neyi gerektiriyorsa onu öyle yapar.
Allahu Ta'âlâ, karabette asıl olan ve nesebin ana
direğini teşkil eden evlâd ile ana ve babanın miras ahkâmını beyan ettikten
sonra, karabette ikinci sırayı alan karı-koca ile ilgili feraizi zikrederek
şöyle buyurmuştur: [33]
12 "Eğer
zevcelerinizin çocuğu yoksa, onların terkettikleri (miras) nin yarısı
sizindir1'.
Evli olduğunuz karınızın, sizden veya daha önce evli
olduğu kocasından olma kız veya erkek bir çocuğu yoksa, onun ölümü halinde
geride bıraktığı malın yarısı size aittir. "Eğer onların çocuğu varsa,
ter-kettiklerinin dörtte biri size .Terikenin geri kalanı ise, farz sahibi,
asabe ve zevil erhamdan olan akrabalarınındır. Tabiatiyle miras malının bu
esaslar üzerinde taksimi, zevcelerinizin vasıyyet ettikleri miktar ile
borçlarının eda edilmesinden sonra kalacak miktar üzerinden olacaktır. Bu
itibarla vârisler, ancak vasıyyet ve borç için ayrılacak miktarın fazlasını
alabileceklerdir. Yukarıda da işaret edildiği gibi, borç vasıyyetten önce gelir
ve ancak borç ödendikten sonra vasıyyet hükmü yerine getirilir.
Allahu Ta'âlâ, zevcelerin miras ahkâmını beyan
ettikten sonra, usûl ve fürûdan hiçbir akrabası bulunmayan, yani anası ve
babası olmadığı gibi evlâdı da bulunmayan, fakat kelâle yönünden kendisine
vâris olunan erkek veya kadının miras hükmünü zikrederek şöyle buyurmuştur:
"Eğer bir erkeğe, veya bir kadına, babası ve
çocukları olmaksızın (kelâle yönünden) vâris olunursa ve onun bir erkek, yahut
bir kız kardeşi bulunursa, onlardan her birine altıda bir hisse vardır".
Kelâle, başı yanlardan kuşatan ve 'taç" manâsına
gelen "ikliP den müştak bir kelime olup, usûl ve fürû dışındaki
yakınlardan vâris olan kimselerdir. Rivayet olunduğuna göre Ebû Bekr
es-Sıddîk'a kelâle hakkında sorulduğu zaman şu cevabı vermiştir: "Bu
konuda kendi görüşümü söylüyorum. Eğer doğru olursa Allah'tandır; yanlış olursa
benden ve şeytandandır. Allah ve Rasûlü bundan uzaktır. Kelâle, oğlu ve babası
olmayan kimsedir. Ömer İbnu'l-Hattâb da halife olunca, aynı konuda, "benbû
Bekr'in kelâle hakkındaki bu görüşüne muhalefet etmekten utanırım"
demiştir. Kelâlenin tarifiyle ilgili olarak seleften ve haleften nakledilen
görüş bu olduğu gibi, dört imamın görüşü de budur. Buna göre, babası ve çocuğu
bulunmayan bir erkek veya kadının ölümü halinde, onun aynı anadan erkek veya
kızkardeşi ona vâris olurlarsa, her birine altıda bir hisse düşer.
"Eğer kardeşler daha çok iseler, hepsi de üçte
bir hisseye ortaktırlar. Keza bu taksim de, mirasçılara zarar vermiyecek
şekilde vasıyyet olunan çıktıktan ve borç ödendikten sonra (kalan mal
üzerinden) dır".
Ölen erkek veya kadının, babası ve oğlu olmadığı halde
aynı anadan olma erkek veya kız daha çok kardeşleri varsa, bunların hepsi,
mirasın üçte birini aralarında eşit olarak taksim ederler. Mirasın geri kalanı
ise, farz sahibi ve asabe olan diğer vârislere aittir. Ancak daha önce de
hatırlatıldığı gibi, bu taksimin de yapılabilmesi için, ölünün, önce
borçlarının ödenmesi, sonra da vârislere zararı dokunmayacak şekilde vasıyyet
edilmiş olması gereken malın vasıyyet edilenlere verilmesi ve vasıyyetin
yerine getirilmiş olması lâzımdır. Vârislere zararı dokunmıyacak bir vasıyyet
ise, yukarıda 9 uncu âyetin tefsirinde zikrettiğimiz Sa'd İbn Ebî Vakkâs'ın
bir hadîsinden de anlaşıldığı gibi, Hazreti Peygamber tarafından üçte bir ile
tahdit edilmiş, hattâ bir adamın ölümünden önce malının üçte birini vasıyyet
etmesi bile çok görülmüş olmasına rağmen buna izin verilmiş, fakat üçte birden
fazlası vârisler için zarar sayılmıştır. İbn Abbâs'tan rivayet olunan bir
habere göre, zarar vermek kasdıyle mal vasıyyet etmek kebâirden, yani büyük
günâhlardandır.
Ebû Dâvûd [34]İbn Mâce[35] ve Ahmed İbn Hanbei[36] 'in naklettikleri bir
Ebû Hureyre hadîsinden öğrendiğimize göre, Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Bir adam yetmiş sene süreyle hayır ehlinin işlediği ameli işler. Fakat
vasiyette bulunduğu zaman, vasıyyetinde adaletten sapar da amel defterini şer
ile kapar ve cehenneme girer. Bir adam da yetmiş yıl süreyle şer ehlinin
işlediği ameli işler. Fakat vasıyyetinde âdil davranır ve amel defterini
hayırla kapatır da cennete girer". Hadîsin râvisi Ebû Hureyre, bundan
sonra şöyle demiştir: Siz isterseniz Allahu Ta'âlânın şu âyetlerini okuyun:
"Bunlar, "Allah'ın hududlandır... ilh."
İşte bütün bunlar, Allah'ın size vasıyyet kılıp
emrettiği hükümlerdir. Binâenaleyh bu vasıyyeti yerine getirmek ve mucibince
amel etmek, elbette ihmal edilmemesi gereken bir görevdir. Çünkü Allah, sizin
için neyin daha iyi olduğunu ve menfeatınızın nerede bulunduğunu çok daha İyi
bilir. Bununla beraber emirlerine muhalefet etmeniz halinde, sizi cezalandırmak
için acele etmez. Belki tevbe edip doğru yolu bulmanız için size mühlet verir.
Bu itibarla sizin de kızdığınız veya hoşlanmadığınız bir akrabanıza zarar
vermek için malınızı hadsiz hesapsız vasıyyet etmenize, yahut kadınları ve
çocukları verasetten mahrum bırakmanıza rıza göstermez. [37]
13 Bunlar, Allah'ın (kullan için koyduğu)
hu-dudlardır. Kim Allah 'a ve Peygamberine itaat ederse, O da onu, içinde daimî
kalacakları (ağaçlan) altından ırmaklar akan cennetlere sokar; bu da en büyük
kurtuluştur.
14 Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ve O 'nun
kanunlarını tecavüz ederse, O da onu, içinde daimî kalacağı ateşe sokar. Onun
için zelil edici bir azâb vardır.
13 Bunlar, yukarıdan beri zikredilen yetim malları,
evlilik, ahkâmı ve mirasla ilgili hallerdir ki, hepsi de, Allah'ın uyulmasını
emrettiği.terkin-den de nehyettiği hududlardır. Bir şeyin hududu, onu diğer bir
şeyden ayıran sınır çizgisidir ki, Allahu Ta'âlâ şerîat ahkâmını hududla
isimlendirmiş ve bu hududa riayet edilmesini emretmiştir. Binâenaleyh kim bu
hududu tecavüz ederse, Allahu Ta'âlânın vazettiği sınır çizgisini aşmış,
dolayısıyle O'nun emrine uymamış olur. Zira Allah'a itaatin şartı, O'nun,
Peygamberi vasıtasıyle vazettiği hududlar çerçevesi içinde kalmak ve onları
tecavüz etmemektir. Rasûlüne itaatin şartı da, onun, Rabbından din olarak
getirdiği her şeye uymaktır. Bu sebepledir ki, Rasûle itaat, Allah'a itaatin
aynıdır. Nitekim bu sûrenin 80 inci âyetinde Allahu Ta'âlâ "kim Rasûie
itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" buyurmuştur ki, bu, Allah'a itaat
etmiş olmak için, Peygamberinin Allah katından getirdiği her şeye uymanın şart
olduğuna delâlet eder. Filhakika Peygamber bize, Allah'ın bizim hakkımızda
kendisine vahyettiği dünya ve âhırette bize sadece faydası olan şeyleri
emretmiştir.
Âyet-i kerîmede Peygambere itaatin Allah'a itaatla
beraber zikredilmesi, insanın, aklına ve mantığına rağmen hiçbir zaman
vahiyden müstağni kalamıyacağına ve hidayet
için dîne mutlaka
muhtaç olduğuna işaret içindir. İnkârı mümkün olmayan bir gerçektir ki,
insanlar hangi asırda yaşamış olurlarsa olsunlar, tek başına akıl, milletlerin
hidayetinde hiçbir rol oynayamamış, dînin yardımı olmaksızın hiçbir millet
medeniyet yarışında üstün bir başarı sağlayamamıştır. Bütün medeniyetlerin
esası, peygamberlere uymak ve hidayetleriyle amel etmektir. Manevî kalkınma
olmazsa, çöküntü çok çabuk başlar ve kısa zamanda maddî kalkınmadan eser
kalmaz. O halde müslümanlar, medeniyet yarışını kazanmak ve maddî kalkınmada
devamlılık sağlayabilmek için Peygamberin Allah katından getirdiği dîne uymak
ve dolayısıyle Allah'a itaat etmek zorundadırlar. Bu, aynı zamanda âhırette
kazanacakları yüksek derecenin de şartıdır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, âyet-. i
kerîmede "kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, O da onu, içinde dâîmî
kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere sokar; bu da en büyük
kurtuluştur" buyurmuştur. Biz, Allahu Ta'âlânın âhırette mü'minler için
hazırladığı en büyük mükâfatın, ağaçlan altından ırmaklar akan cennetler
olduğuna ve bu cennetlerde ebedî kalacaklarına
îman ederiz. Fakat bunlar, gayb âlemine ait yerler
olması itibariyle, onların nasıl olduklarını bilemeyiz ve onlardan söz
edemeyiz. Ancak hiç şüphe yoktur ki, Allah'a ve Rasûlüne itaat edenlerin
cennette sahip olacakları ebedî hayat, onlar için en büyük kurtuluştur, [38]
14 Buna rağmen "kim Allah'a ve Peygamberine isyan
ve O'nun kanunlarını tecavüz ederse, O da onu içinde daimî kalacağı ateşe
sokar. Onun için zelil edici bir azâb vardır". Bu, Allah'a ve Peygamberine
isyan edenlerin cezasıdır. Bu ne büyük bir cezadır).
Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyet-i kerîmede cennet
ehlinden söz ederken, cemi (çoğul) sigasıyle "içinde daimî kalacakları
(hâlidîne fîhâ)... cennetlere sokar" buyurmuş; fakat bu âyet-i kerîmede cehennem
ehlini müfred sigasıyle "içinde daimî kalacağı (hâilden fıha) ateşe
sokar" demiştir. Bu, cennet ehlinin cennet nimetlerinden beraberce ve
biribir-leriyle dostluk ve ahbablık kurmuş bir ümmet olarak faydalandıklarına
işaret içindir. Çünkü refah ve mutluluk içinde yaşayan insanların en belirgin
özellikleri, birbirleriyle kaynaşarak bu refah ve mutluluklarını beraberce
kutlamaları ve günlerini şen ve şakrak, bayram havası içinde geçirmeleridir.
Buna karşılık işledikleri büyük suçun cezasını çeken insanlar yalnızdırlar;
küskündürler ve umutsuzdurlar. Gördükleri azâb, hepsini de kendi derdine
düşürmüş, bir başkasıyle ilgilenme imkânı bırakmamıştır. Bu sebepledir ki
onlar, birarada bulunsalar bile bir toplum vücuda getiremezler.
Âyet-i kerîmenin zahirî manâsından anlaşılan şudur ki,
Allah'a ve Peygamberine isyan ve hududunu tecavüz eden kimse kâfirdir ve
ebediyyen cehennemde kalacaktır. Ancak mesele, müslümanlar arasında ihtilaflı
bir meseledir ve bu ihtilâf, ehl-i sünnetten Eş'ariyye mez-hebiyle ehl-i
bid'attan Mutezile mezhebi arasındadır. Mutezileye göre mürtekibul kebîre, yani
büyük günâh sahibi, cehennemde ebedîdir. Ehl-i sünnete göre ise, büyük günâh
işleyen kimse, kâfir olarak ölmedikçe cehennemde ebedî değildir. Böyle
kimseler, Allahu Ta'âlânın Nisa sûresinin 115 inci âyetindeki "Allah,
yalnız kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındaki günâhları ise,
dilediği kimse için bağışlar1' kavl-i şerîfi gereğince iki şıktan hâli
değillerdir:
1) Ya Allah onların günâhlarını bağışlar ve hiç azâb
etmeden onları cennetine sokar.
2) Ya da günâhları kadar cezalandırır; sonra cennetine
sokar.
Bu âyet-i kerîme, mü'min olan kimsenin, büyük günâh
işlese bile kâfir sayılmıyacağmı açık bir şekilde göstermektedir. Ancak günâh
işleyen bu kimsenin, günâha yaklaşımının, meselenin hallinde büyük önemi
bulunduğunu da gözden uzak tutmamak gerekir. Nitekim öyle kimseler vardır ki,
nefislerinin şehevî arzularına mağlûb olarak ilâhî emirleri unuturlar,
nehiyler ve valdler, kalblerinden çıkıp gider ve günâh işlerler. Fakat bir
süre sonra ilâhî emirler ve nehiyler hafızalarında canlanmaya başlar. Önceleri
karanlıkta parıldayan zayıf bir ışık gibi iken giderek kuvvetlenir. İnsanın onu
günâh işlemeye sevkeden şehevî arzuları tamamen sükûn bulduğu zaman, o da
kendisinin, kendisini çepeçevre kuşatacak bu ışığın ortasında bulunduğunu
farkeder. İşte o zaman nedamet duyguları bütün benliğini kaplar; Rabbına tevbe
eder; O'ndan af ve mağfiret diler. Kendisini günâh işlemeye sevkeden nefsine
levm edip onu kötüler. İşte Allahu Ta'âlânın af ve mağfiretine mazhar olarak
cennetine girecek olan günahkâr mü'minler bunlardır. Bunlar büyük günâh işleyip
Allah'a ve Peygamberine isyan eden, aynı zamanda Allah'ın hududlarını tecavüz
ederek ebedî cehennem azabına müstehak olan kâfirlerden farklıdırlar. Bunlar,
büyük günâh işlemiş olsalar bile, işledikleri günah üzerinde direnmezler;
yaptıkları kötülüğün farkına varıp nedamet duyarlar ve ondan tevbe ederler.
Nitekim Allahu Ta'âlâ daha önce tefsîr ettiğimiz Âl-i Imran sûresinin 135 inci
âyetinde bu gibileri hakkında şöyle buyurmuştur: "Bunlar, bir kötülük
işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlarlar da
günâhlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günâhları Allah'tan başka kim
bağışlar? Bunlar, işledikleri kötülük üzerinde bile bile ısrar da
etmezler".
Bir kısım insanlar böyle oldukları halde, diğer bazı
kimseler de vardır ki Allah'ın haram kıldığı bir fiili, onun haram olduğunu
bile bile ve fakat umursamazlık içinde ve cüretle irtikâb ederler. Şehvetleri
sükûn bulmuş olsa bile, akılları, yeniden işleyeceği o kötülüğün plân ve
prog-ramlarıyle meşgul olur ve onu, evvelkinden daha kolay işlemenin yollarını
araştırır. Allah'a tevbe etmek ve O'ndan af ve mağfiret dilemek aklına
gelmediği gibi, irtikâb ettikleri günâhları kat kat artırırlar. Öyle ki, bu
günâhlar, kendilerini çepeçevre kuşatır da, onlar hayatlarından memnun,
günâhlarına günâh katmakla meşguldürler. Böyleleri, Allahu Ta'âlânın, Bakara
sûresinin 81 inci âyetinde tarif ettiği kimse gibidirler: "Kim bir günâh
kazanır ve suçu çepeçevre kendisini kuşatırsa, işte böyleleri cehennem ehlidir;
onlar orada ebedî kalacaklardır".Bunlar, arasıra tevbe edip Allah'tan af
ve mağfiret dileseler bile, bu davranışlarında samimi değillerdir; çünkü bu
işten fariğ olunca, ilk yapacakları iş, önceden tasarladıkları haramı gönül
rahatlığı içinde irtikâb edebilmektir. İşte bunlar, Allah'a ve Rasûlüne isyan
eden ve isyanında direnen kimselerdir. Gerçek îman ile böyle bir direnişin
birarada bulunması mümkün değildir. Bu itibarla kimin günâhları çepeçevre
kendisini kuşatır ve o bu günâhlar üzerinde direnir, onları terketmek
istemezse,o kimseye mü'min demek doğru olmaz. O, Allah'a ve Pemgamberine isyan
ve O'nun hududlarını tecavüz eden ve bu yüzden ebediyyen cehennemde kalacak
olan kimselerdendir. "Onun için zelil edici bir azâb vardır.'* İnsan
olarak yaratılmış olmasına rağmen İnsanlık şeref ve haysiyetine İhanet ettiği
ve Allah'ın haram kıldığı en çirkin günâhlarla onu zelil ettiği için âhırette
de aynı zillete mahkûm olacak ve bu yüzden göreceği ruhanî azâb, bedeninin
ateşte yanmasıyle göreceği cismanî azâbtan daha şiddetli olacaktır.
Aliahım! Bizi, sana ve sevgili Peygamberine âsî olan
ve hududlarını tecavüz eden kullar olmaktan koru. Bizi, dünya ve âhırette zelil
etme. Cehennem azabından koru bizi, yâ Rabbî! Âmin. [39]
15 Kadınlarınızdan fuhşu ütikâb edenlere karşı, kendi
içinizden dört şâhid getirin. Eğer •şâhidlik ederlerse, ölüm onları alıp
götürünceye, yahut Allah onlar için bir yol açıncaya kadar onlan evlerde tutun.
16. İçinizden fuhşu irtikâb eden (kadın ve erkek)
leri,eziyetle cezalandırın. Eğer tevbe eder ve duzelirlerse, ikisine de eziyet
etmekten vazgeçin. Zira Allah, tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır.
17. Allah katında (makbul olan) tevbe, bilmeden
kötülük işleyip de, hemen akabinde tevbe edenlerinfddir. İşte, Allah'ın
tevbelerini kabul ettiği kimselerde bunlardır. Allah, (her şeyi) hakfayle
bilendir;, hikmet sahibidir.
18. Yoksa (makbul olan) tevbe, kötülükleri
işleyenlerin, sonra içlerinden birine ölüm geldiği zaman, "işte şimdi
tevbe ettim" diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi değildir. İşte
böyleleri için biz, elim bir azâb hazırladık.
Bundan önceki âyetlerde kadınlarla ilgili bazı
hükümler getirilmiş ve bu hükümlerle kadınlara âit bazı haklar beyan edilmişti.
Bu birkaç âyetle getirilen hükümler üzerinde biraz dikkatle durulacak olursa,
şu husus apaçık görülür ki, İslâm dîni, kadına, sahip olması gereken haklar
yönünden, erkekle aralarında hiçbir ayırım yapmadan ve onunla eşdeğerde olmak
üzere insanlık tarihindeki gerçek yerini vermiş, erkeği de.onun haklarına
riayet etmek ve onları korumakla görevlendirmiştir. Nitekim sûrenin daha ilk
âyetlerinde insanları bir tek nefisten yarattığını, kadını da erkeğe eş olmak
üzere aynı cinsten meydana getirdiğini beyan ettikten sonra, erkekleri,
velayetleri altında bulunan yetim kızlarla mallarına tamaen evlenmekten
menetmiş, içlerinde böyle bir endişe bulunduğu takdirde, aralarında âdil
davranmak şartıyle dörde kadar başka kadınlarla evlenebileceklerini bildirerek,
onlara, evlendikleri kadınlara mehirlerini cömertçe vermelerini, onların gönül
rızasıyle bağışladıkları dışında, bu mehirlerden hiçbir şey yememelerini de emretmiştir.
Daha sonra, ana babaların veya akrabaların ölümü
halinde, onlardan miras olarak kalan malda kadınların da hakları bulunduğunu
özellikle belirterek câhiliye devrinin kadın aleyhine olan tatbikatına son
vermiş, sonra da ölen kimselerin yakınlık derecelerine göre, kadına ve diğer
vârislere düşecek miras hisselerini beyan etmiştir.
Özet olarak zikrettiğimiz bu hükümler, Kur'ân-ı
Kerîm'in ve tabiatıyle İslâm dîninin, kadını hiçbir surette erkekten
ayırmadığını, dahası, erkeği, kadının haklarını korumakla görevlendirdiğini
gösteren delillerdir. İşte, yukarıdaki fuhuş irtikâb ederek büyük günâh işleyen
kadınlardan söz eden âyetleri de bu manâ içerisinde değerlendirmek gerekir.
Biraz önce de açıkladığımız gibi, Allahu Ta'âlâ, kadınlara iyi davranılmasını
ve haklarının korunmasını emretmiştir. Bu, onlar için bir ihsandır; iyiliktir.
Bu ihsan, dünyada, bazan sevab ile olduğu gibi, bazan da, Allah'a karşı isyan
etmiş olan bir kimseyi, zor kullanarak ve ceza vererek isyanından vazgeçirmeye
çalışmakla da olur. Çünkü dînin aslı, adalet ve insaf ölçüleri içinde kalarak
ifrat ve tefrite düşmemektir. Bu da ancak âsîyi isyanından vazgeçirmekle
sağlanır. Bilinen bir gerçektir ki, Allah'a karşı isyanın en büyüğü ve en
çirkini zinadır. Bu fiil, özellikle kadında daha da büyüyüp çirkinlesin Çünkü
kadınların sebep olduğu fitne daha çok ve veled-i zinasını tevris yönünden daha
tehlikelidir. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, kadınlarla ilgili hükümler
meyanında şöyle buyurmuştur: [40]
15. Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı,
kendi içinizden dört şâhid getirin. Eğer şâhidlik ederlerse,Ölüm onları alıp
götürünceye yahut Allah onlar için biryol açıncaya kadar onları evlerde tutun.
16. içinizden
fuhşu irtikâb eden (kadın ve erkek) leri eziyetle cezalandırın. Eğer tevbe eder
ve duzelirlerse, ikisine de eziyet etmekten vazgeçin. Zira Allah, tevbeleri
kabul edici ve bağışlayıcıdır.
15 Bu âyet-i kerîmesiyle Allahu Ta'âlâ, müslümanlara,
önce fuhuş işleyen kadınların bu fiilleri işlediklerini dört şâhid ile
isbatlamalarını emretmiştir. Fuhuş, son derece kötü ye çirkin olan bir fiil
veya iş hakkında kullanılmış bir kelimedir. Bütün İslâm uleması, bu kelimenin,
âyet-i kerîmede zina karşılığı kullanıldığı görüşünde birleşmişlerdir. Buna
göre, âyet-i kerîmedeki ilk ibarenin manâsı şöyle oiuf: Evli olduğunuz
kadınlardan kim zina işlerse, buna şâhidlik edecek dört erkek şâhid getirin.
Zina işleyen kadınların bu fiillerine şâhidlik edecek
dört şâhid istenmesi, bu fiili işlediklerinin yakînen bilinmesi ve âyet-i
kerîmede işaret olunan cezaların tatbik edilebilmesi içindir. Zina işlediği
kesinlikle tesbit edilemeyen kadına zina isnadı büyük bir iftiradır ve ayrı bir
suç sayılır.
Zinaya şâhidlik edecek dört şahidin erkek olması
gerekir. İbn Şihâb ez-Zuhrî'den nakledildiğine göre, Hazreti Peygamberin ve
ondan sonraki iki halifenin sünneti, haddi gerektiren suçlarda kadın sahicilerin
şehadetlerinin kabul edilmemesidir. Bunun hikmeti, kadınların, ister fuhuş
olsun, ister başka bir cürüm veya suç olsun, bu gibi çirkin fiillerin
işlendiği, keza bu fiilleri işleyenlerin değişik şekillerde cezalandırıldığı
yerlerden uzak tutulmaları, kalblerindeki rikkatin yok edilmemesi ve cezaya
sebep kılınmamaları içindir.
Eğer dört şâhid, kadınların zina işlediklerine
şâhidlik ederlerse, hem tedbir hem de ceza olmak üzere evlerinde hapsedilmeleri
gerekir. Hapis sırasında, ya ölüm gelir, onları bu dünyadan alır götürür;
yahutta Allah, onların evden çıkmalarını sağlayacak başka bir âyet ve başka bir
hüküm getirir. Âyetin bu ibaresi, hapsin, zina işleyen kadınlar için bir ceza
sayılsa bile, daha çok bir tedbir olduğuna ve onların, aynı suçu bir daha işlemelerini
önlemek gayesine matuf bulunduğuna delâlet eder. İşlenen fiilin cezası ise, bu
âyetle tesbit edilmemiş demektir. Nitekim bu âyetin nüzulünden sonra Hazreti
Peygamberin şöyle buyurduğu Müslim[41] tarafından Ubâde
İbnu's-Sâmit tarikiyle rivayet edilmiştir: "Benden alınız; benden alınız.
İşte Allah kadınlar için bir yol açtı: Bekâr bakire ile zina işlediğinde cezası
yüz değnek ile bir yıl sürgün, bakire olmayanların cezası İse, yüz sopa ve
taşla recimdir".
Bazı ulemaya göre bu hadîs, âyet-i kerîmede Allah
tarafından açılacağına işaret edilen yolun beyanıdır. Kur'ân âyetinin hadîsle
neshine cevaz verenler de, âyetin bu hadîsle neshedildiğini ileri sürmüşlerdir.
Diğer bazılarına göre ise, bu âyeti, Nûr sûresinin 2'nci âyeti neshetmiştir; bu
âyette şöyle buyurulmuştur: "Zina eden kadınla zina eden erkekten her
birine yüzer değnek vurun11.
Kanaatımızca âyet-i kerîmeyi mensûh saymaya gerek
yoktur. Zira had cezası ne hadîsle ve ne de Nûr sûresinin âyetiyle
kaldırılmıştır. Hapis ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kadınların aynı
suçu bir daha işlememeleri için bir tedbirdir.
Âyet-i kerîmede dikkat edilmesi gereken önemli bir
husus vardır: Kadınların evde hapsedilmeleri ve dışarı çıkmalarına engel
olunması, ancak zina işleyen kadınlara aittir ve aynı fiili tekrar işlemelerini
önlemek içindir. Buna rağmen namuslu kadınların sırf taassub doiayisıyle
kocaları tarafından eve hapsolunmaları ve ihtiyaç için de olsa dışarı
çıkmalarının engellenmesi caiz değildir. [42]
16 Allahu
Ta'âlâ, zina işledikleri dört kişinin şâhidliğiyle sabit olan kadınlarla ilgili
hükmü beyan ettikten sonra, yine zina işledikleri sabit
olan kadın ve erkeklerin cezalarını zikretmiş ye
onların eza ile cezalandırılmalarını emretmiştir. İbn Abbâs'tan rivayet
olunduğuna göre, âyette emredilen ezadan maksat, zina edenlerin sözle kınanıp
azarlanmaları ve dövülmeleridir. Şu var ki bu ezanın mahiyet ve miktarı
açıklanmamış, beyanı Hazreti Peygamberin sünnetine bırakılmıştır. Ancak çok
geçmeden yukarıda zikrettiğimiz Nûr sûresinin 2 nci âyeti ve Hazreti
Peygamberin hadîsi, zina eden kadın ve erkeklerin cezasına açıklık getirmiş ve
bu husustaki tatbikata belirli bir yön vermiştir. Buna göre, zina eden
evlenmemiş kadın ve erkeklerin cezası, yüz değnek ile bir yıl sürgün, evli veya
dul kadın ve erkeklerin cezası ise, yüz değnek ile ölünceye kadar taşlanmak,
yani recimdir.
Allahu Ta'âlâ, zina ettikleri sabit olan kadın ve
erkeklere ceza olmak üzere eziyet edilmesini emrettikten sonra, bunların zinayı
terketmeleri, pişmanlık duyup tevbe etmeleri ve hallerini düzeltmeleri halinde
onlardan el çekilip eziyetten vazgeçilmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Eğer fevbe eder ve düzelirlerse, ikisine de eziyet etmekten vazgeçin.
Zira Allah, tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır". O, tevbeleri kabul
edip günahkârları bağışladıktan sonra, artık sizin için onlara ceza vermek
doğru olmaz; size yaraşmaz. Bu itibarla siz de onlara eziyet etmekten, kötü söz
söylemekten vazgeçin. Ancak şunun da bilinmesi gerekir ki: [43]
17. Allah katında (makbul olan) tevbe, bilmeden kötülük
işleyip de, hemen akabinde tevbe edenleruüddir. İşte Allah'ın tevbelerini kabul
ettiği kimseler de bunlardır, Allah, (her şeyi) hakktyle bilendir; hikmet
sahibidir. * 18. Yoksa
(makbul olan) tevbe, kötülükleri işleyenlerin, sonra içlerinden birine ölüm
geldiği zaman, "işte şimdi tevbe
ettim" diyenlerin ve kâfir olarak
ölenlerin tevbesi değildir. İşte böyleleri için biz, etim bir azâb hazırladık.
17 Allahu Ta'âlâ, bundan önceki âyet-i kerîmesinde,
zina işleyen kadın ve erkeklerin, işledikleri bu fiilden pişmanlık duyup tevbe
ettikleri ve hallerini düzelttikleri takdirde, onlara eziyet etmekten
vazgeçilmesini emretmiş, bu âyet-i kerîmesinde de, tevbenin vaktini ve kabul
şartlarını açıklayarak, ancak vaktinde ve şartlarına uygun olarak yapılan
tevbenin makbul olduğunu bildirmiştir.
Makbul olan tevbenin vakti, işlenen çirkin îiilin
hemen akabidir. Yani o fiil işlendikten kısa bir süre sonra tevbe edilmelidir
ki, hem aynı günâhın tekrar işlenmesi önlenmiş olsun, hem de ne zaman geleceği
bilinmeyen ölümün önüne geçme ihtimali bulunsun. Çünkü insan, kendisine ölümün
ne zaman geleceğini bilemez; fakat bilinen ve muhakkak olan bir şey vardır ki,
o da her geçen günün, insanı biraz daha ölüme yaklaştırdığıdır. Binâenaleyh
insan, o sayılı günler tükenip ölüm kapıyı çalmazdan önce günâhından tevbe
etmelidir ki, "daha vakit var" deyip dururken tevbe edemeden ölümün
pençesine düşmesin.
Makbul olan tevbenin şartlarına gelince, bu da,
işlenen kötülüğün bilmeden işlenmesidir. Allah'a isyan edip günâh işleyen
herkese câhil, işlediği fiile de cehalet denilmiştir. Nitekim Yûsuf sûresinin
33 üncü âyetinde Yûsuf (a.s.)'un Rabbına yönelttiği duasında şöyle dediği
görülür: "Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyleder
ve câhillerden olurum". "Keza Allahu Ta'âlâ Nuh'a şöyle
hıtabetmiştir: "Bilmediğin şeyi benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı
nasihat ederim" (Hûd sûresi, 46). Günâh işleyen âsîlere câhil denilmesinin
sebebi, sahip oldukları aklı ve sevab ve ıkab hakkındaki bilgilerini kullanamamalarıdır.
Eğer bunları kullanmış olsalardı, işledikleri fiilin kötülüğünü, bu fiilin
kendilerine hiçbir fayda getirmeyeceğini, aksine onu işlemekle Allah'a isyan
etmiş olacaklarını anlamakta güçlük çekmezler ve ondan uzak dururlardı. Ne var
ki bu câhiller, şehvetlerinin galeyana gelmesi halinde akılları başlarından
gider; hakkı hakikati unutup, boyunlarına takılmış şehvet ipinin peşinde
sürüklenir giderler. Ancak şehvetleri sükûn bulup akılları başlarına döndüğü
zaman, yaptıklarından pişmanlık duyup Allah'tan af ve mağfiret dilerler.
"İşte, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği kimseler bunlardır". Bunlar,
her ne kadar cehalet içinde günâh işlerlerse de, çok geçmeden Allah'a tevbe
ederler ve günâhın içlerine yerleşip kök salmasına fırsat vermezler. Günâh
üzerinde ısrar etmezler. Allah, şüphesiz, kullarından kimin tevbesinin Nasûh
tevbesi, kimin tevbesinin de yalan tevbe olduğunu bilir. Keza onların zayıf
olan taraflarını da bilir ve bu yüzden düştükleri günâh çukurundan onları
tevbeleriyle kurtarır ve onlara fazilet kazandırır. Eğer tevbeler kabul
edilmese ve günâhlar da bağışlanmasa idi, insanların günâhtan kurtulmaları ve
yeniden insanlık şeref ve faziletini kazanmaları için teşvik edici hiçbir unsur
bulunmaz, aksine insanlar günâh üstüne günâh işlerlerdi. İşte bu da, Allah'ın,
kullan hakkındaki tevbe ile ilgili sayısız hikmetlerinden biridir. [44]
18 Allah katında tevbeleri makbul olmayan kimselere
gelince, bunlar, ölüm kendilerine gelinceye kadar günâhın her çeşidine dalıp
çıkan, ölüm kapılarını çalınca da, âhıreti hatırlayıp "işte asıl şimdi
tevbe ettim" diyenlerdir.
Bundan önceki âyet-i kerîme ile, bu âyet-i kerîmede
dikkat edilmesi gereken iki önemli husus vardır. Birincisi şudur: Allahu Ta'âlâ
bir önceki âyetinde, tevbeleri makbul olan kimselerden söz ederken
"Allah'ın, kabulünü kendisine vâcib kıldığı tevbe" manâsında bir
ibare zikretmiştir. Bu ibareyle ilgili olarak şunu hemen belirtmek gerekir ki,
bu tevbenin kabulü, Allah için zoraki olan, yahut O'nu zorlayan bir şey
değildir. Allah, şüphesiz, zorlanmaktan münezzehtir. O, dilediğini yapar;
dilemediğini yapmaz. Yapmadığını O'na yaptıracak hiçbir güç, hiçbir kuvvet
yoktur. Bununla beraber, âyetteki bu ibareden anlaşılan manâ odur ki, Allahu
Ta'âlâ, bilmeden işlediği bir günâhtan hâlis niyetle, veya samimi kalble tevbe
eden kulunun tevbesini kabul etmekten asla çekinmez. O, böyle bir tevbenin
kabulünü kendi kendine vâcib kılmıştır.
Allahu Ta'âlâ makbul olan tevbeyi bir önceki âyette bu
manâda tavsif ettiği halde, kabul edilmeyecek tevbe hakkında aynı kesin
ifadeyi kullanmamış ve meselâ "bu tevbenin reddini kendime vâcib
kıldım" dememiştir. Bu, ölüm yakalarına yapışıncaya kadar günâh
işleyenlerin tevbelerinin asla kabul edilmeyeceğini beyan manâsında değil,
fakat bu günahkârların, hiçbir zaman sahîh ve kabule lâyık tevbe etmediklerini
beyan manâsındadır.
Âyet-i kerîmelerde üzerinde durulması gereken ikinci
önemli husus, tevbeleri kabul edilen günahkârlardan sözedilirken "bilmeden
kötülük işleyen kimseler" denildiği halde, tevbeleri makbul olmayan kimselerden,
"kötülükleri işleyenler" şeklinde söz edilmesidir. Birinci âyette bir
tek "kötülükle karşılık, ikinci âyette çoğul olarak "kötülükler"
denilmesi, belli bir kötülüğün müteaddit defalar tekrar edildiğini ve bu
kötülüğe alışıldıktan sonra onu diğer kötülüklerin takip ettiğini gösterir. Bu
ise, günâh üzerinde ısrar etmekten ve günâhları günâh işleyeni çepeçevre
kuşatmış olmaktan başka bir manâya gelmez. Bakara sûresinin 81 inci âyetinde
"kim bir günâh kazanır ve suçu çepeçevre kendisini kuşatırsa, işte
böyleler! cehennem ehlidir11 denilmiştir. Ömrünün sonuna kadar kötülük işleyip
de ölüm kapısını çalınca tevbe etmeyi düşünebilen, fakat bu haldeyken tevbesi
kabul edilmeyen kimseler hakkında da Allahu Ta'âlâ aynı akıbeti haber vermiş ve
"işte böyleleri için biz, elîm bir azâb hazırladık' buyurmuştur. Suçu
kendisini çepeçevre kuşatan kimsenin akıbetini haber veren Bakara sûresinin
biraz önce zikrettiğimiz âyetiyle, işlediği günâh yüzünden tevbesi kabul edilmeyen
kimsenin akıbetini gösteren yukarıdaki âyet-i kerîme arasındaki benzerlik,
günahkârlar arasındaki benzerliğin bir neticesidir. Nitekim yukarıdaki âyet-i
kerîmede, ölümüne kadar günâh işlemeyi sürdüren, ölüm alâmetleri belirince de
"işte asıl şimdi tevbe ettim" diyen kimselerle kâfir olarak ölen kimseler
arasındaki benzerliğe de işaret edilmiş ve her ikisinin de tevbelerinin kabul
olunmadığı ve her ikisi için de elîm bir azâb hazırlandığı belirtilmiştir. [45]
19. Ey îman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız ve
apaçık bir fuhuş irtikâb etmedikçe (mehir olarak) verdiklerinizin bir kısmını
alıp götürmeniz için onlan sıkıştırmanız size helâl değildir. Onlarla iyi geçinin;
eğer onlardan hoşlanmazsanız, (biliniz H) bir şeyden hoşlanmamanız ve Allah'ın
da o şeyde pek çok hayır takdir etmiş olması pek mümkündür.
20. Bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz, ve
onlardan birine de (mehir olarak) pek çok mal vermişseniz, ondan hiçbir şey
geri almayın. (Kadına) hem iftira ederek, hem de apaçık günâh yükleyerek o şeyi
geri alır mısınız?
21. Hem birbirinizle o derece kaynaşmış olduğunuz ve
onlar sizden o derece kesin bir teminat aldıkları halde, onu nasıl geri alırsınız.
Allahu Ta'âlâ, bundan önceki âyetlerinde, müslümanları
yetimlerle ve yetim mallarıyle ilgili câhiliye âdetlerinden menettikten, hakir
görüldükleri için mirastan hisse alamayan kadın ve çocukları hak sahibi yaparak
onlara insanlık şeref ve itibarını yeniden kazandırdıktan, ancak kadınların bu
şeref ve itibarını mahveden ve büyük suç ve günâh sayılan fuhuş veya zina
irtikâb etmeleri halinde takip edilecek yolları gösterdikten ve bu münâsebetle
tevbenin de önemini beyan ettikten sonra, yukarıdaki âyetleriyle, yine
kadınların haklarını korumak ve câhiliye devrinin zillet ve hakarete varan
tatbikatından onları kurtarmak için müslümanlara hitabetmiş ve şöyle
buyurmuştur: [46]
19. Ey îman edenler! Kadınlara zorla vâris olmana ve
apaçık bir fuhuş irtikâb etmedikçe (mehir olarak) verdiklerinizin birhsmını
alıp götürmeniz için onları sıkıştırmanız size helâl değildir. Onlarla iyi
geçinin; eğer onlardan hoşlanmazsanız, (biliniz ki) bir şeyden hoşlanmamanız
ve Allah'ın da o şeyde pek çok hayır takdir etmiş olması pek mümkündür.
19 Buhârî[47] ve Ebû Dâvûd[48] 'un İbn Ab-bâs'tan
naklettikleri bir haberden öğrendiğimize göre, câhiliye devrinde bir adam öldüğü
zaman, velilerinin, ölen adamın karısı üzerinde herkesten fazla hakkı olurdu.
Bazıları isterlerse onunla evlenir, isterlerse onu başkasıyle evlendirir, yahut
onu hiç evlendirmez, evlenmesine de engel olurlardı.
Başka bir haberde de şöyle denilmiştir: Câhiliye
devrinde Medine'deki bir âdete göre, bir adam öldüğü zaman malına vâris olan
kişi, karısına da vâris olur, eğer onunla evlenmeyi dilerse, ölenin vermiş
olduğu mehirden başka mehir vermeden onunla evlenir;
dilerse onu başkasıyle evlendirir, mehirini de kendisi alır, fakat kadına ondan
hiçbir şey vermezdi. Aynı zamanda ölenden miras kalan malı kendisine vermesi,
yahut bir an önce ölüp elindeki malın kendisine kalması için kadına baskı
yapar, eziyette bulunurdu.
Bu haberler, İslâmiyetten önce kadının nasıl bir hayat
sürdüğünü ve erkeğin yanında nasıl bir mevkie sahip bulunduğunu göstermeye
yeterlidir. O, bu dönemde sadece bir maldı. Değeri ise, hırsları ve şehvetleri
tatmin edebildiği ölçüde idi. Tıpkı beğenildiği zaman giyilen, biraz
örselenince çıkarılıp atılan bir elbise gibi... Bu itibarla o, hırs ve şehvetleri
tatminden başka hiçbir işe yaramaz, dolayısıyle onun aile ve toplum içinde
hiçbir hakkı ve hiçbir salahiyeti bulunmazdı.
İşte İslâm, ilk ışıklarını yaymağa başladığı zaman,
tek bir nefisten yaratılmış olan insana eş olsun, onun derdiyle dertlenip
neşesiyle neşe bulsun diye yine onun cinsinden meydana getirilen kadın böyle
görünüyordu. Oysa kadının erkekten hiçbir farkı yoktu. Belki bazı yönlerden
zayıf yaratılmıştı; fakat insan olarak erkek kadar şerefi ve itibarı
bulunuyordu. Ancak geçen zaman içinde, nefislerini hırs ve şehvetin esaretine
teslim eden insanlar, kadınları da nefislerinin oyuncağı haline getirmiş ve
böylece onların yaratılışından sahip oldukları şeref ve itibarı yok etmişlerdi.İslâm,
yok edilen bu şeref ve itibarı onlara yeniden iade etmiştir. Nitekim âyetlerini
tefsîr etmeye çalıştığımız bu sûre, adından da anlaşılacağı üzere kadınlara
tahsis edilmiş ve içerisinde kadın haklarını koruyan pek çok ahkâm
zikredilmiştir. İşte bu âyet-i kerîme de bunlardan birini ihtiva etmektedir.
Ailahu Ta'âlâ buyurmuştur ki: "Ey îman edenler! Kadınlara zorla vâris
olmanız size helâl değildir11. Müslümanlara yöneltilen bu hitaptan açıkça
anlaşılmaktadır ki, Ailahu Ta'âlâ câhiliye devrinde câri olan bir âdete
uymaktan onları menetmiş ve demiştir ki: Ey Allah'a ve Rasûlüne îman edenler!
Kadın haklarını hiçe sayarak, sanki onlar mal yahut köle imiş gibi, kendinize
onları miras kılmaya ve onlar da buna rıza göstermedikleri halde, zorla ve
tehditle onları dilediğiniz gibi kullanmaya kalkışmayın. Onlar ne mal ne de
köledir. Bu sebeple onları zorla kendinize miras kılmanız, size asla helâl
değildir.
Keza kocaları ölmüş kadınları, kendilerine
kocalarından kalmış mal-îara sahip olmak için, zorla ve tehditle elinizin
altında tutmanız, malları size miras kalsın diye, onlar istemeseler bile zorla
onları nikâhınız altına almanız, aynı şekilde size haram kılınmıştır.
"Apaçık bir fuhuş irtikâb etmedikçe (mehir
olarak) verdiklerinizin bir kısmını alıp götürmeniz İçin, onları sıkıştırmanız
da size heiâl değildir."
Keza evlenip mehirlerini verdiğiniz kadınlarınızdan
hoşlanmadığınız ve kendilerini terketmeyi düşündüğünüz, yahut başka sebepler
yüzünden onlardan ayrılmaya karar verdiğiniz takdirde, onlara verdiğiniz me-hirlerin
bir kısmını almak için onları sıkıştırmanız ve onlara eziyet etmeniz de helâl
değildir.
Ancak kadınlardan, zina, hırsızlık ve bunun gibi
apaçık fuhuş işleyenler olursa, o zaman kocalarının onlara verdikeleri
mehirleri geri alabilmeleri için onları sıkıştırmalarında ve onlara eziyet
etmelerinde bir beis yoktur. Şu var ki, onların fuhuş işledikleri açık ve kesin
bir şekilde anlaşılmış olmalıdır. Zira bazı kocalar, karıları hakkında yanlış
bir zanna, yahut kötü bir şüpheye düşerler ve onlara işlemedikleri bir kötülüğü
is-nadla iftirada bulunurlar ki, bu büyük bir zulümdür. Bu itibarla kadınlar,
cezalandırılmalarını gerektiren ağır bir suç işlemedikçe, onlara verdiğiniz
mehirleri geri almak, yahut kendilerine düşen mirası ele geçirmek maksadıyle
onlara baskı yapmanız, eziyet etmeniz ve onları çeşitli şekillerde
sıkıştırmanız size asla helâl değildir.
"Onlarla iyi geçinin" ve onlara iyi muamele
edin. Onlar da size karşı iyi davransınlar. Eşler arasında iyi geçim, ancak
karşılıklı olarak biribir-lerinin haklarına saygı göstermek ve biribirlerine
karşı iyi davranmakla mümkün olur. Nitekim Rûm sûresinin 21 inci âyetinde
"Size kendi nefsinizden kendisiyle huzura kavuşabileceğiniz eşler yaratıp
aranıza sevgi ve merhamet koyması Allah'ın delillerindendir" buyurulmuştur
ki, bu âyet-i kerîme, aile hayatının sadece sevgi ve merhamet temelleri üzerine
kurulması gerektiğini açık bir şekilde gösterir.
Bununla beraber kadınlarınızın ahlâklanndaki bir ayıb,
yahut kendi ellerinde olmayan bir yaratılış bozukluğu, yahut bir çok kadında
olduğu üzere ev işlerini gerektiği şekilde yapamamaları, yahutta sizden başka
bir erkeğe meyledip size karşı oları görevlerini yerine getirmemeleri sebebiyle
ttonlardan hoşlanmazsanız, (bilesiniz ki), bir şeyden hoşlanmamanız ve Allah'ında
o şeyde (sizin için) pek çok hayır takdir etmiş olması pek mümkündüf.Bu
takdirde onları sıkıştırmakta ve onlardan ayrılmakta acele etmemeniz, fakat
sabır göstermeniz sizin için daha hayırlı olur. Çünkü nefsin hoşlanmadığı öyle
şeyler vardır ki, din yönünden insan için çok iyi ve çok faydalıdır. Meselâ
denebilir ki, erkeğin hoşlanmadığı ve ayrılmaya karar verdiği karısı, kocasına
verdiği son derece hayırlı bir evlâd sayesinde onun gözünde yücelir ve kıymet
kazanır. Keza erkeğin sabretmesi ve karısına iyi muamele etmesi sayesinde
kadının hali düzelir ve kocasına yaptığı hayat arkadaşlığı sayesinde, beraberce
dünyanın en mutlu günlerini geçirirler. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, Bakara
sûresinin 216 ncı âyetinde "bir şey sizin hakkınızda hayırlıdır
da, siz onu kötü görürsünüz; bir
şey hakkınızda
şer olduğu halde, ondan hoşlanırsınız. Bunu siz
bilemezsiniz de Allah bilir" buyurmuştur.
Netice olarak İslâm, kadınlara karşı iyi
davranılmasını, eşleri onlardan hoşlanmasalarbile, kendilerinde hayır bulunacağı
ümidiyle sabretmelerini ve büyük kötülük işlemedikçe onlara eziyet
edilmemesini emretmiş, eğer mutlaka onlardan ayrılmak gerekirse, bununla
ilgili olarak da şöyle buyurmuştur: [49]
20. Bir eşin
yerine başka bir eş almak isterseniz ve onlardan birine de (mehir olarak) pek
çok mal vermişseniz, ondan hiçbir şey geri almayın. (Kadına) hem iftira
ederek^ hem de apaçık günâh yükleyerek o şeyi geri alır misina?
21. Hem birbirinizle o derece kaynaşmış olduğunuz ve
onlar sizden o derece kesin bir teminat aldıkları halde, onu nasıl geri
alırsınız?
20 Biraz önce de işaret edildiği gibi, bazı halleri
dolayısıyle karılarından hoşlanmasalar bile, onlarda yine de hayır bulunacağı
ümidiyle sabretmeleri ve hoşnudsuzluklarını onlara karşı iyi davranarak
hoşnudluğa çevirmek için gayret sarfetmeleri, erkekler için elbette denenmesi
gereken ilk ve en hayırlı davranıştır. Bununla beraber eğer hoşnudsuzluk ve
tahammülsüzlük son hadde ulaşır ve artık sabır mümkün olmazsa, erkek, apaçık
bir fuhuş irtikâb ettiği veya bir kötülük işlediği sabit olmadığı halde
karısından ayrılmaya ve onun yerine başka bir eş almaya karar verebilir. İşte,
Allahu Ta'âlâ, yine kadının hakkını korumak ve onun herhangi bir surette zarar
görmesine engel olmak için, erkeklere hitap etmiş ve demiştir ki:
Hoşnudsuzluğunuzun son hadde ulaştığı ve sabrınızın tükendiği eşlerinizi
bırakmaya ve onların yerine başka eşler almaya karar verirseniz, onlara mehir
olarak ne kadar çok mal vermiş olursanız olun, sakın o maldan hiçbir şey geri
almayın. Hattâ kendilerine henüz vermediğiniz mehirden bir miktar mal varsa,
borçlu olmanız dolayısıyle bunu onlara vermeniz gerekir. Çünkü hiç günâhla-, rı
olmadığı halde, onları sadece kendi arzunuz ve kendi menfeatınız için terkeden
ve onların yerine başka eşler almayı düşünen sizsiniz. Yoksa onlara iftira
ederek ve günâh yükleyerek mi verdiğiniz mehiri geri alacaksınız? Zira
bazıları, karılarını boşamak istedikleri zaman, onlara fuhuş isnad etmeyi,
mehirlerini bu iftira ile onlardan kolayca geri almayı âdet haline getirmişlerdir. [50]
21 Fakat siz böyle bir şeyi nasıl yaparsınız?
Birbirinizle evlendiğiniz zaman, kalbleriniz birbirinize karşı sevgi ve şefkat
duygularıyle dopdolu idi. Bir yastığa beraberce baş koymuştunuz. Kısacası siz
ikiniz tek bir vücud gibi olmuştunuz. Ayrıca eşleriniz sizden, umursamazlık edemeyeceğiniz
kesin bir söz de almışlardı ve bu söz, sizi birbirinize bağlayan nikâh akdi
sırasında alınmıştı. Bu söz, bir çok müfessirin ittifakla zikrettikleri Bakara
sûresinin 229 uncu âyetindeki Allahu Ta'âlâ-nın kadınlar adına erkeklerden
aldığı sözdü ve nikâhın şartı olarak erkeklere şöyle denilmişti: "Ya
bilinen usûlde tutmak, ya da iyilikle salıvermek." İyilikle salıvermenin
manâsı, elbette eşlerinizi boşadığınız zaman, onlara verdiğiniz mehiri geri
alabilmek için fuhuş isnad ve if-tiralarıyle onları korkutmak ve nefislerini
sizden mehir karşılığı satın almalarını temin etmek değildir. Fakat iyilikle
salıvermek, kocaları tarafından terkedildikleri için, hayatta yemiş oldukları
en büyük darbenin acısını onlara hissettirmiyecek şekilde onların güzellikle
ayrılmalarını sağlamak manasındadır. Siz onları, işte bu şartla nikâhınız
altına aldığınız halde, şimdi, verdiğiniz mehiri geri almak için nasıl olur da
onlara işkenceyi reva görürsünüz? [51]
22.
Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin. Ancak geçmişte olan
müstesna (Bu yüzden size bir vebal yoktur). Bu, bir fuhuş, çirkin bir davranış
ve kötü bir âdet idi
23. Analarınız,
kızlarına, hzkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kulan,
lazkardeş fazlan, sizi emziren (süt) analarınız, sütkardeşleriniz, kanlarınızın
anaları, kendileriyle zifafa grdiğiniz kanlarınızdan olup yanınızda
büyüttüğünüz üvey fazlarınız, -eğer analanyle zifafa girmemiş iseniz, (üvey
faztannızla evlenmenizde) bir beis yoktur- kendi sulbünüzden gelen
oğullarınızın eşleri (ile evlenmeniz) ve iki fazkardeşi (nikâhınız altında) birleştirmeniz
size haram kılınmıştır. Ancak (bunlar haram kılınmazdan önce) geçen geçmiştir.
(Bu yüzden üzerinize bir vebal yoktur). Allah, şüphesiz çok bağışlayıcı, çok
esirgeyicidir.
Allahu Ta'âlâ, bundan önceki âyetlerinde ve sûrenin
baştarafların-da, yetim kızların nikâhından söz etmiş ve erkeklerin, velisi
oldukları yetim kızlarla evlendikleri takdirde, onlara karşı âdil
davranamamak-tan korkarlar ve sırf malları için evlenmiş olmaktan endişe
duyarlarsa, onların yerine başka kadınlarla evlenebilecekleri hükmünü getirmiş,
bir kaç âyet öncesinde de, erkeklerin bir eşin yerine başka bir eş almak istediklerinde,
boşadıkları eşlerine, evlenirken mehir olarak pek çok mal vermiş olsalar bile,
bu maldan hiçbir şeyi geri almanın helâl olmadığını beyan etmiştir.
Zikrettiğimiz bu örneklerden, Nisa sûresinin daha ilk âyetlerinden itibaren
evlenen erkek ve kadınlardan ve bazı evlilik hükümlerinden söz edildiği
anlaşılınca ve bir âyette, erkeğin, aralarında âdil davranmak şartıyle dön:
kadına kadar nikâhı altında birleştirebileceğine işaret edilerek alabileceği
kadın sayısı özellikle açıklanınca,
evlenmek isteyen bir erkeğin,
hangi kadınlarla evlenebileceğinin ve hangi
kadınlarla evlenemeyeceğinin bilinmesi, yahut başka bir ifadeyle hangi
kadınların erkeğe helâl, hangi kadınların da
haram olduğunun öğrenilmesi zaruri bir ihtiyaç haline
gelir; ta ki ilk defa evlenecek olan, yahut eşini bazı sebepler dolayısıyle
başka bir eşle değiştirmeyi düşünen erkek, kendisine haram olan bir kadınla
evlenmek durumuna girmiş olmasın. Zira kim anasıyle, yahut kızkardeşiyle
evlenir de onunla karıkoca hayatı yaşar? Fakat haram olan sadece ana ve kardeş
değildir; onların yanında başka kadınlar da vardır ve onlarla da evlenmek, ana
ve kızkardeş kadar haramdır. Haram olan kadınlar arasında en ufak bir ayırım
yapılamayacağına göre, hepsi de erkek için anası gibidir; yani onların haram
oluşu, anasının haram oluşundan farklı değildir.
İşte, Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyet-i kerîmelerin
devamı olarak, evlenecek olan erkeklerin bilip öğrenmelerinde zaruret bulunan
haram kadınları bu âyet-i kerimelerinde açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [52]
22. Babalarınızın
evlendikleri kadınlarla evlenmeyin. Ancak geçmişte olan müstesna (Bu yüzden
size bir vebal yoktur). Bu, bir fuhuş,çirkin bir davranış ve kötü bir âdet idi
22 Babaların evlendikleri kadınlarla oğullarının
evlenmelerini şiddetle meneden bu âyetin bundan sonra zikredilecek olan haram
kadınlarla ilgili âyetten ayırt edilmesi ve bu iki âyette zikredilen
kadınların hepsinin de haram kılınmış olmasına rağmen baba karısının müstakil
bir âyette ayrıca ele alınması, âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi, bir
erkeğin babasının evlendiği kadınla, yani üvey anasıyle evlenmesinin ne kadar
çirkin bir iş ve ne kadar iğrenç bir fuhuş olduğunu belirtmek içindir. Bazı
haberlerden öğrendiğimize göre, câhiliye devrinde, bir adam Öldüğü zaman, o
adamın oğlu, geride bıraktığı karısına herkesten fazla hak sahibi olur, dilerse
onu kendisine nikâh eder, dilerse başka-siyle evlendirirdi. Kısacası ölen
adamın karısı oğluna miras kalırdı. En-sarın sâlih kişilerinden biri olan Ebû
Kays İbn Eslet ölünce, oğlu Kays, ölenin geride bıraktığı karısıyla evlenmek
İstemiş, fakat kadın ona şu cevabı vermişti: "Ben seni oğlum olarak
görüyorum. Sen, kavminin sâlih kişilerinden birisin. Ben, bu meseleyi Allah'ın
Rasûlüne bir danışacağım". Bundan sonra kadın Hazreti Peygambere gelmiş
ve ona: "Ebû Kays öldü; fakat kavminin sâlih kişilerinden biri olan oğlu
benimle evlenmek istiyor; halbuki ben onu oğlum sayıyorum. Buna ne
dersin?"
demiş, Hazreti Peygamber de ona şöyle buyurmuştur:
"Evine dön. Her halde Allah senin hakkında bir şey indirir". Bundan
sonradır ki Allahu Ta'âlâ "babalarınızın evlendikleri kadınlarla
evlenmeyin" âyetini indirmiştir.
Şüphesiz âyetin nüzul sebebini tek bir hâdiseye
bağlamak doğru değildir. Çünkü daha önce de çeşitli vesilelerle belirttiğimiz
gibi, câhiliye devrinde kadının maldan veya köleden farkı yoktu. Ölen bir
adamın malı onun erkek olan yakınlarına miras kalır, karısı ise, bu maldan hiç
faydalanamadığı gibi, bizzat kendisi de diğer mal ve köleler gibi vârislere
miras olarak verilirdi. Tabiatıyle ölenin yetişkin olan oğlu, bu vârislerin
başında gelir ve öz anası olmayan babasının diğer kanlarının mâliki olurdu.
İslâm geldiği zaman Araplar arasında bu âdet çok yaygındı. Bu sebeple âyet-i
kerîmenin nüzulüne, yukarıda zikrettiğimiz Ebû Kays hâdisesi kadar diğer benzer
hâdiselerin de sebep olduğuna şüphe yoktur. Nitekim tefsîrlerde sebeb-i nüzul
olarak zikredilen başka isimlere de rastlamak mümkündür. Meselâ babasının
karısıyle evlenen el-Esved İbn Halef, babasının karısı Fâhıte Bintu'l-Esved
İbni'l-Muttalib ile evlenen Safvân İbn Umeyye İbn Halef ve babasının karısı
Muleyke Bint Hârice ile evlenen Manzûr İbn Reyyâb bunlardandır.
Allahu Ta'âlâ, Araplar arasında câri olan bu âdeti
müslümanlara menetmiş, "anca/c geçmişte olan müstesna" buyurmak
suretiyle, bu âyetin nüzulünden önce babalarının eşleriyle evlenenlerin, bu
fiillerinden dolayı sorumlu tutulmayacaklarını beyan etmiştir. Bu beyan, böyle
bir evlenmenin ne derece çirkin ve şeni bir fiil olduğunu göstermeye
yeterlidir. Bununla beraber Allahu Ta'âlâ bu çirkinliği ayrıca belirtmiş ve
bunun "bir fuhuş, çirkin bir davranış ve kötü bir âdet olduğunu zikretmiştir.
Zira akl-ı setîm sahibi olan hiç kimse bu fuhuşu irtikâb etmez. İrti-kâb edenin
ise, ne aklı ve ne de dîni vardır.
Bir erkeğe evlenmesi haram olan diğer kadınlara
gelince, Allahu Ta'âlâ, bunları şöyle sıralamıştır: [53]
23. Analarınız, kızlarınız, hzkardeşleriniz,
hala-lannız, teyzeleriniz, erkek kardeş kalan, siziemziren(süt) analarınız,
sütkardeşleriniz, kartlarınızın anaları, kendileriyle zifafa girdiğiniz
kanlarınızdan olup yanınızda büyüttüğünüz üvey kızlarınız, -eğer anala-nyle
zifafa girmemiş iseniz, (üvey kızlarınızla evlenmenizde) bir beis yoktur-
kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleri (ve evlenmeniz) ve iki hzkardeşi
(nikâhına altında) birleştirmeniz size haram kılınmıştır. Ancak (bunlar haram
kılınmazdan önce) geçen geçmiştir. (Bu yüzden üzerinize bir vebal yoktur).
Allah, şüphesiz, çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.
23 Âyet-i kerîmede, kendileriyle evlenilmesi haram
olan kadınlar, başlıca üç gurupta zikredilmiştir. Birincisi, neseb yoluyla
evlenilmesi haram olan kadınlardır ki, bunlar da üç kısımda ele alınmıştır:
1) Usûl
yönünden, yani ana tarafından nikâhı haram olan kadınlardır. Âyet-i kerimede
"analarınızla evlenmeniz size haram kılındı" buyurul-mak suretiyle
buna işaret edilmiştir. Ana sözü içerisinde cedde denilen baba anaları ve ana
anaları da dâhildir.
2) Fürû
yönünden, yani erkeğin çocukları yönünden evlenilmesi haram olan kadınlardır.
Âyet-i kerîmede ''kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" buyurulmak
suretiyle, erkeğin kendi sulbünden gelen kızları ve diğer evlâdının kızları
murad edilmiştir.
3) Havaşi
denilen ve erkeğin yan akrabaları olan kadınlar yönünden evlenilmesi haram
kılınanlardır. Bunların bir kısmı yakın akrabalar olup, erkeğin ana-baba bir
veya ana, yahut baba ayrı kızkardeşlerdir. Allahu Ta'âlâ bunlara
"kızkardeşlerinizle evlenmeniz size haram kılındı" buyurarak işaret
etmiştir.
Uzak olan yan akrabalar ise, erkeğin ana ve babasının
yakın yan akrabaları, yani kızkardeşleriyle kız ve erkek kardeş kızlarıdır.
Âyet-i kerîmede birincilere "halalarınız ve teyzelerinizle evlenmeniz
size haram kılındı", ikincilere de "erkek ve kızkardeş kızlarıyla
evlenmeniz size haram kılındı" buyurularak işaret edilmiştir.
Âyet-i kerîmede birinci gurupta zikredilen ve neseb
yönünden kendileriyle evlenilmesi haram kılınan kadınlar bunlardır.
İkinci gurup, emzirme yoluyla evlenilmesi haram olan
kadınlardır ki, bunlar, sütanalarıyle onların kızları, yani anayı emen erkeğin
süt kız-kardeşleridir. Allahu Ta'âlâ bunlara "sizi emziren analarınız ve
sütkardeşlerinizle evlenmeniz size haram kılındı" buyurarak işaret
etmiştir. Ancak âyet-i kerîmede yalnız sütana ile sütkardeş zikredilmiş ise de,
bunların da birinci gurupta neseb yoluyla haram kılınanlar gibi yedi çeşit
kadın olduğu hususunda icmâ hâsıl olmuştur. Zira Hazretİ Peygamberden sahîh
olarak rivayet edilen ve Buhârî [54]
ve Müslim[55] de de yer alan bir
hadîste "nesebten haram olan sütden
de haram olur" denilmiştir.
Buna göre âyet-i kerîmede zikredilen sütana asıl, kızkardeş ise fer'dir ve
bunlarla bütün usûl ve fürû'a1 işaret edilmiş olmaktadır.
ı
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, emzirmekten
dolayı bir kadının haram olması, emzirme işinin maruf olan vakit ve süresi
içinde yapılmasına bağlıdır. Zira Allahu Ta'âlâ Bakara sûresinin 233 üncü
âyetinde "analar, emzirmeyi tamamlatmak isteyen kimseler için, çocuklarını
iki tam yıl emzirirler" buyurmuştur. Müslim [56]
tarafından nakledilen bir hadîsinde ise, Hazreti
Peygamber "bir yahut iki kere emmek haram kılmaz" buyurmuştur ki, bu,
emzirme işinin gerçek manâda vukubulması gerektiğini göstermektedir.
Âyet-i kerîmede kendileriyle evlenilmesi haram kılınan
kadınlardan üçüncü gurupta zikredilenler İse, sıhrî hısımlık yoluyla haram
olanlardır, bunlar:
1) Eşlerin
anaları, yani kayın validelerdir ki, âyet-i kerîmede "karılarınızın
analarıyle evlenmeniz size haram kılındı" buyurularak zikredilmiştir. Bu
tahrim, cedcteyi, yani kayın validenin anasını da şâmildir,
2) Eşlerin
başka kocadan olan ve yanlarında getirip büyüttükleri kızlarıdır. Ancak erkeğe
üvey kızının haram olması, eşiyle zifafa girmiş olmasına bağlıdır. Eğer erkek,
evlendiği kadınla zifafa girmemiş ise, o kadının kızıyle evlenmesinde bir
mahzur yoktur. Kızıyle evlendikten sonra da, artık onun anası kendisine haram
olur. Âyet-i kerîmede buna "kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan
olup yanınızda büyüttüğünüz üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı.
Eğer analarıyle zifafa girmemiş iseniz, (üvey kızlarınızla) evlenmenizde bir
beis yoktur" sözleriyle işaret edilmiştir.
3) Erkeğin kendi sulbünden olan oğullarının eşleridir.
Binaenaleyh bir erkek, kendi oğlunun kansıyle, yani geliniyle evlenemez.
Evlenmesi kendisine haram kılınmıştır. Oğul lafzı, erkeğin oğlunun oğlu ile
kızının oğlu olduğu kadar, yukarıda zikrettiğimiz sütkardeş oğlunu da şâmildir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, erkeğe, oğullarının, torunlarının ve emzirme ile
hâsıl olan oğul eşleri haram kılınmıştır; onlarla evlenemez. Âyet-i kerîmede
buna "kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleriyle evlenmeniz size
haram kılındı" sözüyle işaret edilmiştir.
Burada dördüncü gurup olarak zikredilebilecek olan,
ancak arızî bir sebeple haram kılınan, bu sebep ortadan kalkınca tahrimi de
sona eren bazı kadınlar vardır ki, bunlar, baldız da denilen eş kardeşleridir.
Allahu Ta'âlâ bunlar hakkında "iki kız kardeşi nikâhınız altında birleştirmeniz
size haram kılındı" buyurmuştur. Buna göre bir erkek, ister her ikisini de
nikâhı altına alarak, ister birisini nikahlayıp diğerine câriye gibi sahip
olarak iki kızkardeşe aynı zamanda koca
olamaz. Bu tahrim;kadın İle onun halasını veya teyzesini bir nikâh
altında birleştirmeyi de şamildir. Çünkü iki kızkardeşin bir nikâhta
birleştirilmesine engel olan illet, kadınla halası veya teyzesinin
birleştirilmesinde de mevcuttur ki, bu da, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği
akrabalık bağlarının koparılması manâsına gelir. Bu hususta bilinmesi gereken
kaide şudur: İki kadından birisinin erkek olduğu bir an için farzediise,
birbiriyle evlenmeleri haram olan iki kardeşin, kadın olması halinde bir
erkeğin nikâhı altında birleşmesi de haram olur. Ancak âyet-i kerîmeyle iki
kızkardeşin bir erkeğin nikâhı altında birleştirilmeleri haram kılınmazdan önce
bu şekilde evlenmiş olanlar bundan sorumlu değillerdir. Bu itibarla onları
muaheze etmeye gerek yoktur. Zira Allah, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.
İnsanın bilmeden işlediği günâhlardan dolayı onu muaheze etmez. İbn Abbâs'tan
gelen bir haberden öğrendiğimize göre, câhiliye devrinde Araplar, Allah'ın
haram kıldığı bu evlilik şekillerini biliyorlar ve onlar da haram sayıyorlardı.
Yalnız babalarının evlendikleri eşlerle evleniyor ve iki kızkardeşi bir arada
alabiliyorlardı. Allahu Ta'âlâ, bu âyetlerinde, diğer evlilik şekilleri
meyanında bu iki evliliği de haram kılınca "geçen geçmiş, olan
olmuştur" buyurarak, bu evliliklerin, haram kılınmazdan önce vukubulması
halinde, evlilerin sorumlu tutulmayacaklarını da beyan buyurmuştur. Şu var ki
haram kılındıktan sonra böyle bir evliliğin devam etmesi de artık mümkün
değildir. Nitekim Ebû Dâvûd [57]ve İbn Mâce[58] nin rivayet ettikleri
bir hadisten öğrendiğimize göre, câhiliye devrinde iki kizkardeşle evli olan
Fîrûz ed-Deylemî'ye müslüman oiunca Hazreti Peygamber, "hangisini dilersen
onu boşa" buyurmuştur. [59]
24. (Savaş
esiri olarak) mülkiyeti elinize geçmiş olan (kâfir câriye kadın) lar dışında,
kocası bulunan diğer bütün kadınlar da, Allah'ın üzerinize yazılı farzı olarak
size haram kılınmıştır. Bunların dışındakiler ise, namuslu bir şekilde ve
zinadan kaçarak, mallarınızla (mehrini verip evlenmek için) arzu etmeniz size
helâl kılınmıştır. (Evlenümesi size helâl kılınan kadınlardan) kendisiyle
evlenip faydalandığınıza, takdir olunan ücret (mehir) lerini verin. Mehrin
takdir edilmesinden sonra, aranızda gönül nzastyle (yeni bir miktar üzerinde)
anlaşmanızda size bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakhyle bilendir;
mutlak hüküm sahibidir.
25. İçinizden
her kim, hür müslüman kadınlarla evlenmeye maddî gücü yetmezse, mülkiyetiniz
altında bulunan mü'min cariyelerinizden alsın. Allah, sizin îmanlarınızı çok
daha iyi bilir. Sizler birbiriniz-densiniz. O halde namuslu olmaları, zina
etmemeleri ve gizli dost edinmemeleri halinde, onlan sahiplerinin izniyle
kendinize nikahlayın; maruf ölçüler içinde mehir-lerini de onlara verin.
Evlendiklerinde, eğer fuhuş irtikâb ederlerse, kendilerine, hür kadınlara
tatbik edilen cezanın yansı verilir. (Cariyelerle evlenmek hususundaki) bu
hüküm, içinizden meşakkate kat-lanmayıp (zinaya sapmaktan) korkan kimseler
içindir. Fakat (cariyelerle evlenmek yerine, iffetli yaşayıp) sabretmeniz
sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde haram olan kadınları
zikrettikten, bunlarla evlenmenin, iki kızkardeşi birleştirme dışında,
ebediyyen haram kılındığını beyan buyurduktan sonra -iki kızkardeşin bir erkeğe
eş olarak birleştirilmesi arızî bir haldir ve haram olan budur; fakat eşin
ölümü, yahut boşanması halinde, erkeğin diğer kizkardeşle evlenmesi haram
değildir- yukarıdaki ilk âyetinde, hem haram kılınan kadınlar konusunu
tamamlamak, hem de erkeğin evlenebileceği kadınlara işaretle geçımli bir aile
yuvasının kurulmasını sağlamak maksadıyie mehir meselesine yeniden dönmüş ve
evlenecek erkeklere bu konuda bazı tavsiyelerde bulunmuştur.
İkinci âyetinde ise, maddî imkânsızlıklar sebebiyle
evlenmeye gücü yetmeyenlere, cariyelerle yetinmelerini, sahiplerinin izniyle
namuslu bir cariyeyi eş edinmelerini ve maruf ölçüler içinde mehirlerini
vermelerini tavsiye etmiş, buna rağmen evlendikten sonra, yine de fuhuş irtikâb
eden cariyeye tatbik edilecek cezayı göstermiş, fakat sabretmesini bilen
erkeklerin, câriye ile evlenmekyerine sabretmelerinin kendileri için daha
hayırlı olduğunu belirtmiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [60]
24. (Savaş esiri olarak) mülkiyeti elinize geçmiş olan
(kâfir câriye kadın) lar dışında, kocası bulunan diğer bütün kadınlar da,
Allah'ın üzerinize yazılı farzı olarak size haram kılınmıştır. Bunların
dışındakiler ise, namuslu bir şekilde ve zinadan kaçarak, mallarınızla (mehrini
verip evlenmek için) arzu etmeniz size helâl kılınmıştır. (Evlenilmesi size
helâl kılınan kadınlardan) kendisiyle evlenip faydalandığınıza, takdir olunan
ücret (mehir)lerini verin. Mehirin takdir edilmesinden sonra, aranızda gönül
nzasıyle (yeni bir miktar üzerinde) anlaşmanızda size bir vebalyoktur. Şüphesiz
id Allah, her şeyi hakkıyle bilendir; mutlak hüküm sahibidir.
24 Allahu Ta'âlâ, bundan önceki âyetlerinde, evlenecek
olan erkeğe bazı kadınları haram kılmış ve onları teker teker zikrederek
bunlarla evlenilemeyeceğini beyan buyurmuşla Erkeğin anası, kızları,
kızkar-deşleri, halaları, teyzeleri, erkek ve kızkardeş kızları, sütanası, sütkardeşleri,
kayın validesi, üvey kızları, gelinleri, eşiyle birlikte baldızı, erkeğe haram
olan kadınlardır.
Allahu Ta'âlâ yukarıda haram kıldığı bu kadınlara, bu
âyetinde bir tip kadını daha eklemiş ve bu durumda olan kadınlarla da
evlenmenin haram olduğunu, yahut evlenmek isteyen erkeklere bu kadınların da
haram kılındığını beyan buyurmuştur. Bunlar, evli olan ve kocaları bulunan
kadınlardır ki, bunların başka bir erkekle daha evlenmeleri mümkün değildir.
Kısacası, bir kadın iki kocalı olamaz.
Âyet-i kerimede evli olan bu kadınlar muhsanât
kelimesiyle zikredilmişlerdir. Muhsan, evli manâsına geldiği gibi, iffetli
manâsına da gelir ve kökü, sıkı, şiddetli korunan yer manâsındaki fr/sn'dır. Bu
manâda evli kadın, kocasının himayesine sığınmış ve iffetini korumuş muhsan bir
kadın olur. Binâenaleyh böyle bir kadın, evlenecek olan erkeğe haram
kılınmıştır.
Ancak evli olan bazı kadınlar vardır ki, bunlar,
zikredilen bu hükmün dışındadırlar. Bunlar, kâfir bir ülke halkıyle yapılan din
savaşında esir düşen kadınlardır ki, evli olsalar bile, esaretle evlilikleri kalkar
ve helâl olurlar. Müslim,[61] Ebu Dâvûd[62] Tirmizî[63] ve Nesâ'î [64]'nin çeşitli
isnadlarla Ebû Sa'îd el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir habere göre, Rasûlullah
(s.a.s.) Huneyn gününde Evtas mevkiine bir gurup asker göndermişti. Bu askerler
düşmanla karşılaşmış ve savaş yapmışlardı. Sonunda düşmana gâlib gelerek bir
çok esir ele geçirmişlerdi. Bu esirler arasında kadınlar da vardı ve müşrik
erkeklerle evli idiler. Bu yüzden de müslüman erkekler evli kadınlarla
münâsebette bulunmayı günâh saymışlar ve onlardan uzak durmuşlardı. İşte bundan
sonradır ki Allahu Ta'âlâ "(savaş esiri olarak) ele geçirdiğiniz kadınlar
müstesna, kocası bulunan diğer bütün kadınlar, Allah'ın üzerinize yazılı farzı
olarak size haram kılındı" âyetini indirmiştir.
Bu âyet, hiç şüphesiz, daha önce zikredilen ve bizim
de biraz önce tekrar sıraladığımız haram kadınlara bir ilâve getirmiş, hür ve
evli müslüman kadınların da haram olduklarını ve bunlarla da ev-ienüemeyeceğini
beyan etmiştir. Ancak harp esiri müşrik kadınları evli olsalar bile bu hükümden
ayrı tutmuştur. Binâenaleyh bunlar câriye hükmündedirler ve câriye olarak
kullanılırlar. Müslüman olduktan ve ıddetsürelerini tamamlayıp karınlarında
çocuk olmadığı da anlaşıldıktan sonra, sahipleri tarafından evlendirilebilirler.
İşte zikredilen bu cariyeler istisna edilirse, muhsan
olan ve evli bulunan bütün hür kadınlar haram kılınmıştır. Bu itibarla bunlar
da, ananız, kızınız, kızkardeşiniz, sütananız ve sütkardeşiniz gibi, kendileriyle
evlenmeniz haram olan kadınlardandır. Bu sayılanlar dışında kalan diğer bütün
kadınlar ise, evlenmeniz için size helâl kılınmıştır. Binâenaleyh bunlardan
dilediğinizle, zina işlemeden ve gayr-i meşru yollara başvurmadan, namusluca
evlenebilirsiniz. Ve tabiatiyle evlenirken, aranızda takdir ettiğiniz mehiri
vermeyi de ihmal etmezsiniz. Eğer bu mehirin başlangıçta uygun takdir
edilmediği kanaatına varırsanız, eşinizle birlikte ve onun gönül rızasıyle onu
yeniden ayarlamakta bir beis yoktur. Netice itibariyle mehir, sizden eşiniz
için bir güvencedir. Eğer o size .güvenirse ve siz onun için gerçekten
güvenilir bir kimse iseniz, takdir olunan mehiri azaltmak veya tamamen ondan
vazgeçmek mümkündür. Bu, eşinizin hakkıdır. Bu haktan vazgeçmek de yine ona
aittir.
İşte bütün bu hükümler, sizin, ailenizin ve
dolayısıyle toplumun iyiliği için Allah tarafından vazedilmiş hükümlerdir.
Çünkü sizi yaratan ve dolayısıyle sizin lehinize ve iyiliğinize olan şeyleri en
iyi bilen O'dur. Eğer bazı kadınlarla evlenmenizi size haram kılmışsa, bunda
sizin, ailenizin ve dolayısıyle cemiyetin iyiliği söz konusu olduğu için haram
kılmıştır. Ancak siz, bu iyiliğin ne olduğunu, yahut bu harama uymayıp
dilediğiniz bir haram kadınla evlenseniz, nasıl bir kötülüğe yol açmış
olacağınızı bilemezsiniz. Bunu yalnız Allah bilir. O, hikmet sahibidir. İlminin
gereği hüküm koyan yalnız O'dur. [65]
25. İçinizden herkim, hür müslüman kadınlarla
evlenmeye maddî gücü yetmezse, mülkiyetiniz altında bulunan mü 'min
cariyelerinizden alsın. Allah, sizin îmanlarınızı çok daha iyi bilir. Sizler birbüinizdensiniz.
O halde namuslu olmaları, zina etmemeleri ve gizli dost edinmemeleri halinde,
onlnn sahiplerinin izniyle kendinize nikahlayın; maruf ölçüler içinde
mehirlerini de onlara verin. Evlendiklerinde, eğer fuhuş irtikâb ederlerse,
kendilerine, hür kadınlara tatbik edilen cezanın yansı verilir. (Cariyelerle
evlenmek hususundaki) bu hüküm, içinizden meşakkate katlanmayıp (zinaya
sapmaktan) korkan kimseler içindir. Fakat (cariyelerle evlenmek yerine, iffetli
yaşayıp) sabretmeniz, sizin için daha hayalıdır. Allah çok bağışlayıcı, çok
merhametlidir.
25 Müslüman bir erkeğin, yukarıda sayılan haram
kadınlar dışında, kendisine helâl olan iffetli, hür, mü'min kadınlardan biriyle
evlenmesi en tabiî hakkıdır. İslâm'ın tercihi, iffetli, hür, mü'min kadındır.
Çünkü vakar ve şerefin manâsını en iyi böyle olan kadınlar bilir ve bunları ne
pahasına olursa olsun koruyacak olanlar, yine onlardır. Bununla beraber hür bir
kadınla evlenmek fazlaca bir masrafı gerektirir ve erkeğin bu masrafı
karşılayacak malî gücü bulunmazsa, o zaman mü'min bir câriye almasında
herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü câriye için fazla mala ihtiyaç yoktur ve
herkes buna güç yetirebilir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, maddî imkânsızlık
sebebiyle hür bir kadınla evlenemeyen bir erkeğin, daha elverişli olması
dolayısıyle bir câriye ile evlenmesi, onun için bir zül olmamalıdır ve bundan
utanç duymamalıdır. Netice itibariyle hepsi de mümindir ve hepsi de
birbirin-dendir. Allahu Ta'âlâ'nın Tevbe sûresinin 71 inci âyetinde buyurduğu
gibi "mü'min erkekler ve mü'min kadınlar biribirlerinin
dostlarıdırlar". Bazan öyle mü'min cariyeler olur ki, îmanlarıyle bazı hür
kadınlara üstün gelirler. Ancak herkesi sahip oldukları îmanla en iyi Allah
bilir. Bu itibarla mü'min bir cariye ile evlenmenizde hiçbir mahzur yoktur.
Zina etmeyen, gizli dost edinmeyen ve iffetini korumasını bilen bir cariyeyi,
evlenmek üzere sahibinden isteyin. Onun izniyle kendinize nikahlayın. Maruf
ölçülere göre cariyeye mehirini de verin. Bununla beraber evlendiğiniz bu
cariye fuhuş irtikâb edecek olursa, ona verilecek ceza, hür kadınların fuhuş
irtikâb etmeleri halinde onlara verilen cezanın yarısıdır. Bu ceza, Nûr
sûresinin 2 nci âyetinde yüz değnek olarak beyan edilmiştir. Allahu Ta'âlâ bu
âyetinde şöyle buyurmuştur: "Zina eden kadın ve erkekten herbirine yüzer
değnek vurun". Buna göre hür kadın zina ettiği zaman yüz değnekle
cezalandırıldığı halde, evli olan cariyeye bunun yarısı, yâni elli değnek
vurulur.
Şunu da unutmamak gerekir ki, hür kadınla evlenmeye
gücü yet-miyen erkeğin, mü'min olan bir câriye ile evlenmesine izin verilmesi,
hür bir kadınla evlenememesi halinde, karşılaşabileceği büyük sıkıntıya
dayanamayıp zina etmek suretiyle bu sıkıntısını izale etmeye kalkışmaması
içindir. Bir erkeğin zina gibi büyük günâh işleyerek kendini tatmin etme
yolları araması yerine, mü'min bir câriye ile evlenmesi ve kendini günâhtan
koruması elbette daha hayırlıdır. Buna rağmen eğer siz, evlenmediğiniz halde,
bekârlığın her çeşit sıkıntısına katlanır ve zinayı bu sıkıntılardan kurtuluş
için başvurulacak bir çare değil de, Allah'ın haram kıldığı büyük günâhlardan
biri olarak bilir, ona asla başvurmaz ve sabrederseniz, mü'min bir cariyeyi eş
olarak almak caiz olsa bile, onunla evlenmeyip sabretmeniz sizin için çok daha
hayırlıdır. Çünkü bu, hem iradenizi terbiye etmek yönünden size büyük faydalar
sağlar; hem de ileride doğacak çocuklarınız ve genişleyecek aileniz yönünden
maruz kalacağınız bir takım endişe ve üzüntülerden korur. Zira câriye, ne
olursa olsun, yine de bir mal mertebesinde olacak, siz bunu kendisine
hissettirmeseniz bile, o yine de bu duygu altında yaşayacak, ileride doğacak
çocukları da aynı duyguya sahip olarak, kendilerini dâima zillet altında
bulacaklardır. Bu ise, ahlâkın bozulmasına ve toplum içinde menfi tesir icra
etmesine sebep olacaktır. Bu da ancak sizin bir câriye ile evlenmek yerine
sabretmeniz ve günâhtan sakınmanız sayesinde önlenebilecektir. Mamafih Allah,
çok bağışlayıcıdır ve çok merhametlidir. Eğer sabredemezseniz ve günâha
düşmekten de korkarak bir câriye ile evlenirseniz, bundan dolayı Allah sizi
bağışlar ve muaheze etmez. [66]
26. Allah, size (hükümlerini) açıklamak ve sizden öncekilerin hak yoluna sizi irşad edip
tevbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sahibidir.
27. Allah,
sizin tevbelerinizi kabul etmek istiyor; şehvetlerinin peşinde koşanlar ise,
sizin doğru yoldan iyice sapmanızı istiyorlar.
28. Keza
Allah, sizin sırtınızdaki (ağıryükîeri) hafifletmek istiyor; zira insan, zayıf
(ve güçsüz) yaratılmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'in en önemli özelliklerinden ve şeriat
vaz'ında ihmal etmeden takip ettiği yollardan biri, herhangi bir mesele ile
ilgili olarak insanları bağlayıcı bir hüküm getirdiği zaman, bunun sebep ve
hikmetini de açıklamış olmasıdır. Bu özellik, İslâm dîninin akla ne derece önem
verdiğini gösteren delillerden birini teşkil eder. Çünkü sebep ve hikmeti
gösterilmeden vazedilen bir hüküm, insanları çok defa kararsızlığa sev-keder ve
o hükmün tatbiki ile elde edilecek faydanın, yahut ihmal edilmesi halinde karşılaşılacak
zararın ne olduğu hususunda hiçbir kanaat hâsıl etmez. Oysa vazedilen bir
hükmün beyan edilen sebep ve hikmeti, insanları bu sebep ve hikmet üzerinde
durup düşünmeye ve bu hükmün tatbik edilememesi halinde kaybedilecek fayda ve
menfeatın büyüklüğünü ölçmeye sevkeder.
Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde nikâh ahkâmını
zikrettikten sonra, kalbleri mutmain kılmak, nefisleri sükûna kavuşturmak ve
ahkâma taaluk eden amellerin akıbetini göstermek için bu ahkâmın sebep ve
hikmetlerini şöyle beyan buyurmuştur: [67]
26. Allah, size (hükümlerini) açıklamak ve sizden
öncekilerin hakyoluna sizi irşad edip tevbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah
her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sahibidir.
27. Allah, sizin tevbelerinizi kabul etmek istiyor;
şehvetlerinin peşinde koşanlar ise, sizin doğru yoldan iyice sapmanızı
istiyorlar.
28. Keza Allah,
sizin sırtınızdaki (ağır yükleri) hafifletmek istiyor; zira insan, zayıf (ve
güçsüz) yaratılmıştır.
26 "Bu ahkâmın, yahut bunları meydana getiren
emir ve yasakların, helâl ve haramın, hikmeti nedir? Bunlar bize ne gibi
faydalar sağlamıştır? Allah, bizden önce gelip geçmiş peygamberlerin
ümmetlerini de, bu veya buna benzer ahkâm ile mükellef tutmuş mudur? Bize
olduğu gibi, onlara da bazı kadınlarla evlenmeyi haram kılmış mıdır? Bu ahkâm,
evlenme konusunda bizim işimizi kolaylaştırmış mıdır, yoksa güçleştirmiş
midir?"
İşte nikâh ahkâmı ile ilgili âyetlerin nüzulünden
sonra, sanki bu çeşit sorular sorulmuş gibi, Allahu Ta'âlâ bu soruları
cevaplandırmış ve buyurmuştur ki:
Sizin iyiliğinize ve menfeatınıza olan şeyleri size
beyan etmek ve sizden önce gelip geçmiş peygamberlerin ve sâlihlerin yoluna
sizi hidayetle onların gidişatına uymanızı sağlamak için, Allah size bu ahkâmı
indirmiş ve sizi bu ahkâm ile mükellef tutmuştur. Her ne kadar Allahu Ta'âlânın
Mâide sûresinin 48 inci âyetindeki "sizin her biriniz için bir şeriat ve
bir yol vazettik" sözünün de delâlet ettiği gibi, zamanın ve cemiyetlerin
değişmesiyle bu şeriatlar ve yollar da değişmiş olsa bile, hepsinin de tek bir
gayede, yalnız beşeriyetin iyiliğine yönelen gayede birleştiğine şüphe yoktur.
Hepsinde de diyanet, Allah'ın vahdaniyeti ve çeşitli şekillerde de olsa O'na
ibadettir. İşte bu inanç ve amellerin neticesindedir ki insanlar, nefislerini
çeşitli pisliklerden ve çirkinliklerden temizlerler; kötü söz ve fiillerden
uzaklaşarak ahlâklarını güzelleştirirler.
İşte Allahu Ta'âlânın ahkâm vaz'ı ile helâl ve haramı
beyan etmesinin en önemli sebeplerinden biri budur. Binâenaleyh bunda insanlar
için sadece hayır vardır ve sadece onların iyiliği ve menfeatı söz konusudur.
Ayrıca Allahu Ta'âlâ, bu ahkâm ile, kullarının
tevbelerini kabul etmeyi de murad etmiştir. Zira daha önce atalarının yolundan
giderek zararlı nikâh yapan bir çok kimse, bu ahkâmın vaz'ından sonra bilmeyerek
de olsa yaptığı bu işten rücû edecek ve Allah'a tevbe ve istiğfarda
bulunacaktır. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede "Sizden
öncekilerin hak yoluna sizi irşad edip tevbeierinizi kabul etmek
istediğini" beyan buyurmuştur. Bu, Allahu Ta'âlânın günahkâr kullan
üzerindeki rahmet ve mağfiretinin ne kadar geniş olduğunun apaçık delilini
teşkil eder.
Şunu da unutmamak gerekir ki, Allahu Ta'âlânın, sadece
kullarının hayrına olmak üzere vazettiği bu ahkâm, O'nun, bütün kâinatı
çepeçevre kuşatan ilminden ve hikmetinden kaynaklanmakta ve bu yüzden İslâm
fıtratı üzerine yaratılmış olan insanın iyiliğine ve menfeatina uygun
düşmektedir. Zira Allah, her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sahibidir. [68]
27 Allah, sizin
tevbeierinizi kabul etmek istiyor". Bir evvelki âyette yer alan ibarenin
tekid maksadıyle gelen tekrarı olduğu ileri sürülmüşse de, birincisinin,
muharrematla, yani kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlarla ilgili olduğu
akla daha uygun gelmektedir. Bu manâda Allahu Ta'âlâ, daha önce bâtıl ve
zararlı nikâhla haram kadın alanların bu nikâhlarından rücû ve tevbe etmeleri
için bu ahkâmı vazetmiştir. Buna göre birinci tevbe, muharrematla ilgili ahkâm
âyetlerine sebep olarak zikredilmiş ve şöyle denilmek istenmiştir; "Allah,
sizin için zararlı olan bu çeşit evliliklerden rücû etmeniz, tevbe ve
istiğfarda bulunmanız ve bir daha böyle bir evlilik yapmamanız için size bu
ahkâmı şeriat kılmıştır."
Bu âyet-i kerîmedeki ikinci tevbe ibaresi ise, bir
cümle başlangıcı olup, şehvet düşkünlerinin bizi doğru yoldan ayırıp
uzaklaştırma gayretlerine karşılık, nefislerimizi terbiye edip kalblerimizi
düzeltmek için hiçbir zaman elden bırakmamamız gereken tevbeye delâlet
etmektedir. Nitekim "Allah sizin tevbeierinizi kabul etmek istiyor"
buyurulduktan sonra, hayatımızın sonuna kadar karşılaşabileceğimiz şehvet düşkünlerinin
isteklerinden söz edilerek "oysa şehvetlerinin peşinde koşanlar, sizin
doğru yoldan iyice sapmanızı /steme/rted/r/erdenilrniştir.
Şehvetlerinin esiri olup ona tâbi olanlar ve sadece
onun peşinde koşanlar, hayvanı hırslarını tatminden başka bir şey düşünmeyen,
doiayısıyle helâl ve haram tanımayan fâsıklar ve fâcirlerdir. Bazı tefsîr
haberlerinden öğrenildiğine göre bunlar yahudîler, hıristiyanlar ve
mecusîlerdir. Bunlar aynı babadan olan kızkardeşleri, kız ve erkek kardeş
kızlarını helâl sayıyorlardı. Allah bunları haram kılınca, "siz, teyze ve
halayı haram saydığınız halde, bunların kızlarını helâl görüyorsunuz. Kız ve
erkek kardeş kızlarını da helâl sayıp onlarla evlenin" demişler, Allahu
Ta'âlâ da "şehvetlerinin peşinde koşanlar, sizin doğru yoldan iyice
sapmanızı istiyorlar" âyetini indirmiştir. [69]
28 Allah,
kulları İçin daima kolaylığı murad etmiş ve müteakip ayetinde de görüldüğü
gibi, "Allah, sırtınızdaki ağır yükleri hafifletmek istiyor"
buyurmuştur. Nitekim tıbben de sabit olduğu üzere yakın akraba evliliğini
haram kılmış, fakat zaruret halinde bir câriye ile evlenilmesine izin
vermiştir. Bu sebeple İslâm dîni, hiçbir zaman insanları zora koşan bir din
olmamış, aksine her hususta onlara daima kolay olan yolu göstermiştir. Yeter
ki bu yol, insanı maddî ve manevî zarara uğratacak bir yol olmasın. Çünkü
insanın zararına olabilecek her şey, dînin aleyhine neticelenecek bir davranış
olarak tesbit edilmiş, keza dînin aleyhine olabilecek her davranıştan da,
insanın hem dünyevî, hem de uhrevî zarar göreceği açık bir şekilde
gösterilmiştir.
Bununla beraber "insan zayıf yaratılmıştır.
Nitekim kadınlara karşı olan aşın derecedeki meyline engel olamamakta, onlardan
faydalanmak hususundaki ağır baskıya tahammül edememektedir. Oysa Allah,
kendileriyle evlenilmesinde insanlar için büyük zarar bulunan kadınlar dışında
diğer bütün kadınları erkeklere helâl kılmış, bu kadınlarla evlenebileceklerini
açıklıkla beyan etmiştir. Buna rağmen erkeğin kadına olan düşkünlüğü yüzünden,
özellikle dînin zayıfladığı ve Allah korkusunun ortadan kalktığı toplumlarda
zina yaygınlaşmış, hattâ o dereceye ulaşmıştır ki, insanlar, neredeyse kendi
nesillerinden şüphe eder hale gelmişlerdir. Erkekler.başkalarının karılarını kandırmak
için başvurdukları çeşitli hileleri, başkalarının kendi karılarını kandımak
için kullandıklarını bilmez görünmektedirler. Erkeğin kadın karşısındaki
zayıflığının çeşitli yollardan istismar edilmesi ise, ayrı bir konudur. Bu
istismarda kadın, onun karşısına baş aktrist olarak çıkarılmakta ve bütün
benliği elinden alınarak sırf kadın için yaşayan iradesiz bir mahlûk haline
getirilmektedir.
Nesilleri dejenere eden ve insanı insan olmaktan
çıkararak hayvan derecesine indiren bu hayat tarzı, insanlara din duygusunu ve
Allah korkusunu aşılamak dışında acaba başka hangi terbiye sistemiyle düzene
sokulabilir? i
Sûre: 4 (Nisa) [70]
29. Ey iman-edenleri Karşılıklı gönül rızasına dayanan
ticaret malı müstesna, mallarınızı aranızda battlyollarla yemeyin ve birbirinizi
(haksız yere) öldürmeyin. Şüphe yoktur ki Allah, size karsı çok merhametlidir.
30. Her kim
bunu düşmanlık ve zulüm mak-sadıyle yaparsa, onu ateşe sokacağız. Bu da Allah
'a göre çok "kolaydır.
31. Eğer
nehyolunduğunuz büyük günâhlardan sakınırsanız, biz de sizin kusurlarınızı
örter ve sizi şerefli bir makama sokarız.
Allahu Ta'âlâ, Nisâ sûresinin ilk âyetlerinden
itibaren bazan yetimlerden, bazan akrabadan, bazan da kadınlardan sözetmiş,
bazan velayet ve vesayet, bazan veraset, bazan da nikâh ve evlilik sebebiyle
bunlar arasındaki münasebet ve muamelelere değinmiş, fakat mal denilen ve
insanın dünyadaki yegâne geçim kaynağını teşkil eden can yongasını, insanlar
arasındaki bu münâsebet ve muameleleri düzenleyen en önemli unsurlardan biri
olarak zikretmeyi de ihmal etmemiştir. Sûrenin daha ikinci âyetinde, yetimlere
mallarının verilmesini velilerine emrederken, velileri.bu malları kendi
mallarıyle karıştırıp yemekten menetmiş, bunu takip eden âyette, yetim kızlarla
mallan için evlenmekten endişe duyan velilere, dörde kadar evlenebilmeleri
için izin vermiş, dördüncü âyette, yine mal olarak onlara mehirlerini cömertçe
vermelerini emretmiştir. Beşinci âyetteyine maldan sözedilmiş, aklı kıt olanların
mallarını korumakla görevli oian veli veya vasîlere, malların heder edilmemesi
için sahiplerine verilmemesi, daha sonraki âyette de akılları başlarına
gelinceye kadar denenmeleri, eğer onlarda iyilik görülürse mallarının
verilmesi, fakat mal elden gidecek diye sahiplerine verilmeden saçılıp
savrulmaması da emredilmiştir. Malların sahiplerine verilirken bunun şâhidle
tesbit edilmesi hususundaki emir de, yine bu âyette yer almıştır. Bunu takip
eden âyetler ise, onbeşinci âyete kadar miras âyetleri olup, bunların da
vârisler arasındaki mal taksimiyle ilgili olduğu apaçıktır.
Nisa sûresinin başından itibaren kısaca işaret
ettiğmiz şekilde maldan sözedilmesi, onun insan hayatında ne derece büyük
önemi olduğunu göstermek içindir, Nitekim beşinci âyette bu öneme bilhassa
işaret edilmiş ve mal ''Allah'ın insanı kendisiyle kaim kıldığı bir unsut'
olarak zikredilmiştir ki bunun zahir manâsı, insanın ancak mal ile hayatta
kalmasının sağlanması elemektir. Kısacası ins,an, mal ile yaşar; bazan mal için
yaşar; bazan da mal için ölür veya öldürülür. İnsan hayatı mala bağlı olunca,
mal karşısındaki davranışlarımızın düzenlenmesine de elbette gerek vardır.
İşte bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, sûrenin bu âyetlerinde mala tekrar
dikkatleri çekmiş ve şöyle buyurmuştur: [71]
29. Ey îman edenler! Karşılıklı gönül rızasına dayanan
ticaret malı müstesna, mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin ve
birbirinizi (haksız yere) öldürmeyin. Şüphe yoktur ki Allah, size karsı çok
merhametlidir.
30. Her kim bunu düşmanlık ve zulüm mak~ sadıyle
yaparsa, onu ateşe sokacağız. Bu da Allah 'a göre çok kolaydır.
29 Âyet-i kerîme, sahip olduğu mânânın önemine
dikkatleri çekmek için mü'minlere hitap ile başlamış, evlenmek için yakın
akrabadan olan bazı kadınların haram kılınışı gibi, bu âyet-i kerîmede de,
malların, gönül rızası olmadıkça batıl yollarla yenilmesi haram kılınmıştır.
Malın batıl yolla yenilmesi, dîne veya şerîata aykırı yollarla yenilmesi
demektir ki, bu yollar, gasb, hırsızlık, hıyanet, kumar, riba ve buna benzer
gayr-i meşru iktisab yollarıdır ki, bir malı sahibinin izni ve rızası olmadan
karşılıksız almak ve ona el koymak manâsına gelir.
Âyet-i kerîmede dikkati çeken bir husus, malın, ona
sahip olan ferdlere değil, fakat mevcut malın sahibi bütün müslümanlarmış gibi
herkese izafe edilmesidir. Başka bir ifadeyle, âyette "birbirinizin
mallarını batıl yollarla yemeyin" denilmek yerine, "mallarınızı batıl
yollarla yemeyin" denilmiştir. Bu, İslâm'da ferdlerin, hak, hukuk ve
menfeat yönünden biribirlerinin kefili olduklarını ve biribirlerinden sorumlu
bulu^ duklarını hatırlatmak içindir. Bu manâda her ferdin sahip olduğu malf
sanki ümmetindir; bütün müslümaniarındır. Binâenaleyh bir kimse, diğer bütün
müslümanların da hakkı olan elindeki malı batıl yollarla yemeyi kendisine mubah
görürse, başkalarına da kendisinin hakkı bulunan maldan aynı batıl yollarla
yemelerini mubah saymış olur ki, malda, hiç kimsenin böyle bir tasarrufa hakkı
yoktur. Kısacası hiç kimse, "bu mal benimdir" diyerek azını da çoğunu
da ve hattâ hepsini de kumar masasına koyamaz. Eğer korsa, diğer müslümanlar
da, içinde hakları bulunan bir malın batıl yolla yenilmesine göz yumdukları
için bundan sorumludurlar:
Âyette malın bütün müslümanlara izafe edilmesiyle
hatırlatılmak istenen diğer önemli bir husus da, mal sahibinin, elindeki
maldan, muhtaç olanlara bir miktar vermesinin vâcib olması, bu hususta asla
cimrilik etmemesidir. Muhtaç olana bir miktar mal vermekle, ona, nihayet hakkı
olan bir şeyden vermiş olmaktadır.
Âyet-i kerîmenin delâlet ettiği bu manâ çerçevesi
içinde İslâm'ın malla ilgili olarak vazettiği bir iki kaideye şöyle işaret
etmek mümkündür:
1) Ferdin malı,
bir bakıma ümmetin malıdır; şu şartla ki, o malın mülkiyet, elde bulundurma ve
nemalandtrma hakkı ile bu hakkın muhafazası o ferde aittir. Bunun
yanındajslâm, zengin ve orta halli sayılabilecek bütün müslümanları, fakir ve
muhtaç olan bütün insanlara ellerinde bulundurdukları maldan yardım etmekle
görevlendirmiş ve bu görevi, ihmal edilmemesi gereken bir ibadet haline
getirmiştir. Bu sebepledir ki İslâm ülkesinde, ister müslüman olsun, ister gayri
müslim olsun, aç ve çıplak tek bir ferdin bulunmaması gerekir.
2) Ferdlerin
sahip oldukları mal bütün ümmetin malı olarak görülse bile, İslâm, muhtaç da
olsa hiç kimseye, sahibinin izni ve rızası olmadan onun malından almasına göz
yummamıştir. Aksi halde bu, toplum içinde yağmacılığa yol açar, ferdlerin ahlâk
ve âdabından eser kalmazdı.
Netice olarak diyebiliriz ki, İslâm'da mal, kendisinde
bütün müslümanların hakkı bulunan, ancak mülkiyeti ve tasarrufu ferdlere âit
olsa bile batıl yollarla yenilmesi herkese haram
olan bir hayat kaynağıdır.
Malın gasb, hırsızlık, hıyanet, kumar, hile, riba ve
bunun gibi batıl yollardan ele geçirilmesi ve yenilmesi haram olmakla beraber,
karşılıklı gönül rızasına dayanarak alınan ve meşru ticaret yollarıyle
kazanılıp
elde edilen
malın yenilmesi herkese helâldir.Ticaret, şüphesiz kâr maksadıyle yapılan bir
alışveriştir. Üçe aldığını, içine hile karıştırmadan, üzerine koyduğu meşru
nisbetteki kâr payı ile birlikte dörde veya beşe
satan bir kimse ticaret yapmış ve helâl
kazanç sağlamış olur.
Binâenaleyh yenilmesi helâl olan mal da, işte bu yolla
kazanılan maldır.
Ancak âyet-i kerîmede işaret olunan çok önemli bazı
noktalar vardır ki, bunları asla gözden uzak tutmamak gerekir:
1) Ticaret
malının helâl olması ve helâl olarak yenilmesi, alışverişin, aliciyle satıcı
arasında gönül rızasına dayalı olarak neticelenmesine bağlıdır. Alışverişe
hile, yalan ve malın kusurunu alıcıdan gizleme gibi batıl işler karıştırıldığı
takdirde, bu ticaret, batıl yolla mal yahut kazanç sağlamak manâsına gelir ki,
haramdır.
2) Ticaret,
batıl yolla mal yemeye en yakın -olan işlerden birisidir. Bu itibarla ticaretle
kazanç sağlayanların ticaretlerinde çok dikkatli olmalan gerekir.Bir malın
gerçek değerini tesbit etmek, satışa arzedilinceye kadar insan gücü de dâhil
olmak üzere o mal için yapılan masrafı da hesab ederek satış fiatını bulmak,
hile ve yalana başvurmadan onun reklâmını yaparak müşteri celbetmek, hemen
hemen imkânsız gibi görünen işlerdendir. Bu sebepledir ki pek çok kimse, bir
şeyi satın almaya kalkıştığı zaman, o şeyin başka bir yerden daha ucuz fiatla
alınabileceği inancına sahip olur ki, insanın bu inançta yanıldığı hemen hemen
hiç görülmemiştir. Bu, her satıcının, aynı kalitede de olsa mallarını aynı
ölçüler içinde değerlendirmemesinden ileri gelen bir farklılıktır. Bir satıcı,
malına makul ölçüler içinde fiat takdir ederken, diğeri daha fazla kazanç
sağlamak maksadıyle aynı mala daha fazla değer biçer. Böyle bir malın alım
satımı, aliciyle satıcı arasında rızaya dayalı bir ticaret olması dolayısıyle
helâl sayılsa bile, satıcı yönünden daima tehlikeli olabilecek bir yanının da
bulunduğunu unutmamak gerekir. Zira hiç kimse, gönül rızasiyle de olsa, fahiş
fiatla mal alan bir kimsenin aldatılmış olmadığından her zaman emin olamaz.
Allahu Ta'âlâ, canın yongası olan malın batıl yolla
telef edilmesini haram kıldığı gibi, canın kendisini telef etmeyi de aynı
şekilde haram kılmış ve "birbirinizi haksız yere
ö/dürmey/n"buyurrnuştur. Âyet-i kerîmenin zahiri her ne kadar intihar
manâsında "kendinizi öldürmeyin" şeklinde gelmişse de, bu ifade,
ümmetin vahdetini göstermekve aralarındaki yardımlaşmayı belirtmek içindir.
Nitekim Müslim[72]
tarafından nakledilen bir hadîsinde Hazretİ Peygamber "mü'minler tek bir
adam gibidir. Eğer başı ağrırsa, vücudun diğer uzuvları ateş ve uykusuzlukla
ona iştirak ederler"buyurmuştur ki, buna göre bir mü'minin haksız yere
diğer bir mü'mini öldürmesi, kendisini öldürmesi gibidir. Âyet-i kerîmedeki
ibarenin bu manâda zikredildiği hususunda bütün mûfessirler müttefiktirler.
Buna göre diyebiliriz ki, Kur'ânn Kerîm, insan öldürmeyi, insanın kendisini,
hattâ bütün insanları öldürmesi manâsında değerlendirmiş ve bu değerlendirmeyi
yaparken de, ne din, ne ırk, ne milliyet ve ne de cins ayırımı yapmamıştır.
Allahu Ta'âlâ bu konuyla ilgili olarak Mâide sûresinin 32 nci âyetinde şöyle
buyurmuştur: "Kim bir kimseyi bir kimse veya yeryüzünde fesad çıkarma
karşılığı olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur".
Bir insanın başka bir insanı öldürmesiyle kendini
öldürmesi arasında hiçbir fark olmadığı anlaşıldıktan sonra, intihar için
söylenebilecek fazla bir şey kalmamaktadır. Zaten âyet-i kerîmenin üzerinde durduğumuz
İbaresi, aynı zamanda bu manâya da delâlet etmekte ve "kendinizi
öldürmeyin" denilerek intihar kesinlikle haram kılınmış olmaktadır. Hangi
fiil olursa olsun, Allah tarafından haram kılınmış olmasına rağmen,
bir toplum içerisinde işlenir ve giderek
yaygınlaşırsa, bu, o toplumda Allah inancının zayıfladığına, buna karşılık
küfür ve ilhad hareketlerinin arttığına delalet eder. Bu bakımdan intihar
hâdisesini de, sebepleri farklı olsa bile, işlenen diğer haram fiiller
arasında değerlendirmek gerekir.
Allah, kullarını, biribirlerinin mallarını batıl yolla
yemekten, biribirle-rini ve kendilerini haksız yere öldürmekten menetmekle,
onların hem mallarını, hem de canlarını ve kanlarını korumuş, aynı zamanda
onlara, biribirlerini sevmenin ve biribirlerine merhamet duyguları içinde
yardım etmenin bir insanlık ve hattâ bir kardeşlik görevi olduğunu öğretmiş olmaktadır.
İşte bu, Allah'ın kullarına karşı olan hudutsuz merhametinin bir delilidir ki,
âyet-i kerimede de buna işaret ederek: "Şüphe yoktur ki, Allah, size karşı
çok merhametlidir." buyurmuştur. [73]
30 İşte, Allah'ın kullarına karşı ortaya koyduğu bu
sonsuz merhametine ve bu merhametin bir eseri olarak onlara, mallarını ve
canlarını koruma yollarını gösterip bu yolu onlar için kolaylaştırmış olmasına
rağmen, kim haddi tecavüz eder ve hakkı olmayan malı gasbedip onu batıl yolla
yerse ve haksız yere bir cana kıyarsa, onun cezası cehennem ateşinden başka
bir şey değildir.
Âyet-i kerîmedeki "düşmanlık" manâsını
verdiğimiz udvân kelimesi "hakkı tecavüz etmek", yahut "bir işi
haksız yere yapmak" manâlarında tefsîr edilmiştir. Hakkın tecavüzü veya
bir işin haksız yapılması, kasda mebni olarak yapılan fiillerdir; yani bir işi
yapan kimse, o işin hakkı tecavüz olduğunu ve onu haksız yere yaptığını
yakînen bilir ve bunu da bile bile yapar. Âyet-i kerîmedeki zulüm kelimesi de,
haksız yere işlenen fiile müteallik olarak kullanılmıştır ve bu fiili işleyen
kimsenin yapılması helâl olan fiili araştırmadan, helâl olmayan fiili
işlemesidir. Âyet-i kerîmedeki va*îd veya cehennem ateşiyle tehdit, hem udvân
hem de zulmün birarada bulunmasıyle işlenen haram fiillerin failleri hakkında
vâki olmuştur. Yani bir kimse haddi tecavüz eder ve bunu da sırf zulüm olsun
diye yaparsa, gideceği yer cehennem ateşidir. Onu bu fiilinden dolayı ateşe
atıp cezalandırmak ise, Allah için çok kolaydır. Zaten Allah için bir şeyin zor
veya kolay olması hiçbir zaman düşünülemez. Çünkü O, her ne yapmayı murad
ederse, iradesinin o şeye taalluk etmesiyle o şey hemen olur. Hiçbir şey, O'nun
yapmayı murad ettiği şeyi yapmasına engel olamaz. [74]
31. Eğer nehyolunduğunuz büyük günâhlardan sakınırsanız,
biz de sizin kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir makama sokarız.
31 Allahu Ta'âlâ, kulların hukukuna taalluk eden büyük
günâhlardan batıl yollarla mal yemeyi ve haksız yere adam öldürmeyi
nehyet-tikten ve bunun faillerini cehennem ateşiyle tehdit ettikten sonra, bu
âyet-İ kerîmeyle, zararı son derece büyük olan bütün kebairden nehyet-miş ve
bunlardan sakınanlara cenneti vadetmiştir.
Büyük günâh manâsına gelen kebairin hangi günâhları
içine aldığı ve sayısının kaç olduğu hususunda tam bir görüş birliği yoktur.
Bununla beraber Hazreti Peygamberden sahîh olarak rivayet edilen bir hadîsine
istinaden bu günâhların yedi çeşit olduğu ileri sürülmüştür. Buhâ-rî[75] Müslim [76]ve Ebû Dâvûd[77] tarafından nakledilen
bu hadîsinde Hazreti Peygamber: "Helak edici yedi günâhtan çekinin"
buyurdu. "Yâ Rasûlallah! Onlar nedir?" denildi. Ra-sûlullah:
"Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı olmak müstesna
Allah'ın haram kıldığı bir insanı öldürmek, yetim malı yemek, riba yemek, savaş
günü savaş meydanından kaçmak ve zina fiili hatırından bile geçmeyen mü'min
kadınlara zina isnad etmektir" diye buyurdu.
Ancak Hazreti Peygamberden gelen diğer bazı
hadîslerde, başka fiillerin de kebair olarak zikredildiği görülmektedir. Buhârî[78] Müslim[79] ve Ebû Dâvûd ta[80]rafından nakledilen
bir hadîste şöyle denilmiştir: Bir kimse "Yâ Rasûlallah! Allah katında
hangi günâh en büyüktür;" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Seni yaratmış
olduğu halde Allah'a şirk koşmandır" buyurdu. "Sonra
hangisidir?" dedi. "Seninle yemek yemesinden korkarak çocuğunu
öldürmendir" buyurdu. "Sonra hangisidir?" diye sordu.
Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Komşunun hanımı ile zina
işlemendir". Hadîsi rivayet eden Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) şunu da ilâve
etmiştir: "Bunu takiben Aziz ve Celil olan Allah, bunları tasdik olarak şu
âyeti indirmiştir:" (Rahman'ın kulan...) Allah ile beraber başka bir
ilâha yalvar mayanlar, hak yolla olmadıkça Allah'ın haram kıldığı nefsi
öldürmeyenler ve zina eîmiyenlerdir. Kim bunları yaparsa, günâhının cezasını
bulur". (Furkan sûresi, 68).
Müslim (Sa/7/ft, 1.91 )'i_n rivayetine göre Ebû Bekr
şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.)'in yanında bulunuyorduk. "Büyük
günâhların en büyüğünü size haber vereyim mi?" buyurdu. (Bunu üç defa
tekrarladı; sonra da devamla:) "Allah'a şirk koşmak, anaya babaya eziyet
etmek ve yalan yere şehadet etmektir (yahutta yalan söylemektir)".
Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta iken doğrulup oturdu ve bunu o kadar çok tekrarladı
ki, biz "keski sussa" dedik.
Zikrettiğimiz bu hadîslerden de anlaşıldığı gibi,
büyük günthlar (Kebair) İle ilgili olarak Hazreti Peygamberden değişik
haberler nakledilmiştir ye bunlarda zikredilen kebairin sayısı yediden
fazladır. Bu yüzdendir ki, "kebair yedi tanedir" diyen bir kimseye
İbn Abbâs: "O yetmişe daha yakındır. Şu var ki, ısrarla birlikte küçük
günâh, istiğfarla birlikte de büyük günâh yoktur" cevabını vermiştir.
Filhakika bütün günâhlar, nefse arız olan bir gazab
veya şehvet sebebiyle irtikâb olunur. Eğer şahıs, dîni sağlam, Allah'tan
korkan ve haramını helâl saymayan bir kimse ise, işlediği bu günâhtan dolayı
nadim olur; Allah'a tevbe eder; Allah da onun tevbesini kabul edip günâhını
bağışlar. Böylece ortada günâh kalmaz. Fakat şahıs işlediği günâhı umursamıyan,
günâh üstüne günâh işleyen ve günâhı kendisini çepeçevre kuşatan bir kimse
ise, işlediği günâhlar küçük de olsa, bunlar üzerindeki ısrarı dolayısıyle
büyük günâh sayılır ve bunun cezasını dünya ve âhırette çeker. Bundan dolayıdır
ki Hazreti Peygamber, yukarıda zikrettiğimiz hadîslerinde de görüldüğü gibi,
kebair denilen büyük günâhları belli bir sayı ile tahdid etmemiş, fakat bir
sebep zuhur ettiği ve itiyaç hâsıl olduğu zaman, muhatabın durumuna göre,
bunlardan bir kaçını zikretmiştir.
İşte kim, sözünü ettiğimiz bu çeşit büyük günâhlardan
çekinir ve onlara hiç bulaşmazsa, Allah da onun, ihtiyarı dışında işlediği,
fakat aklı başına gelip de nadim olduğu ve tevbe ettiği küçük günâhlarını örter
ve kendi yanında yüksek ve şerefli bir makama oturtur. Bu makam, ağaçları
altından ırmaklar akan ve nimetleri sayılmakla bitmeyen cennetlerdir. [81]
32. Allah'ın, bazınızı bazınıza göre üstün kd-dığı
şeyleri temenni etmeyin. Erkekler için kendi kazandıklarından bir hisse, kadınlar
için de kendi kazandıklarından bir hisse vardır. Allah'tan, O'nun lütfunu isteyin.
Allah, şüphesiz, her şeyi hakkıyle bilendir.
Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde, mü'minleri batıl
yollarla biribir-lerinin mallarını yemekten ve biribirlerini haksız yere
öldürmekten menederek bunların faillerini cehennem ateşiyle tehdit ettikten ve
böylece âkibeti vahîm olan günâhlardan zahiren temizlenme yollarını
gösterdikten sonra, batınî amellerini de temizlemek ve iç temizliklerini dış
temizliklerine uygun kılmak maksadıyle onları, kendilerinde olmayan bir takım
şeyleri temenni etmekten de meneylemiştir. Çünkü temenni, insanın sahip
olmadığı şeylere sahip olma arzusudur ki, bir çok kimsede hased ve
kıskançlığın neticesi olarak tezahür eder. Âyet-i kerîmede temenninin
menedilişi de bu yüzdendir.. Ancak bütün temenni ve arzuların bu âyetle
menedildiğini düşünmek de doğru değildir. Çünkü insan temenni ederken İçi
çeşitli duygularla dolu olur ve temennisini bu duyguların tesiri altında dile
getirir. Meselâ "Allahım! Bana da şunu ve şunu ihsan et!"der. Böyle
bir dilek veya temenni elbette âyet-i kerîme ile menedilmiş değildir. Fakat
insanın bazan da şöyle dediği görülür; "Ah şunda olan bende olsaydı!"
İşte bu ve benzeri temennilerdir ki, insanın kıskançlık damarlarının kabarmış
olduğuna ve böyle bir kıskançılığın da, daha önce haram kılınan batıl yolla mal
yemeye ve haksız yere adam öldürmeye sebep olabileceğine delâlet ederler. Bu
sebeple Allahu Ta'âlâ bu çeşit temennileri menetmiş ve buyurmuştur ki: [82]
32. Allah'ın, bazınızı bazınıza göre üstün kıldığı
şeyleri temenni etmeyin. Erkekler için kendi kazandıklarından bir hisse,
kadınlar için de kendi kazandıklarından bir hisse vardır. Allah'tan, O'nun
lütfunu isteyin. Allah, şüphesiz, her şeyi hakkıyle bilendir.
32 Âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak bazı haberler
rivayet edilmiştir. Tirmizî [83] ve Ahmet İbn Hanbel in
[84]naklettikleri bir
haberden öğrenildiğine göre, Hazreti Peygamberin zevcesi Ümmû Seleme, bir gün
"yâ Rasûlallah! Erkekler Allah yolunda savaşıyorlar (ve şehîd düşüyorlar);
biz ise savaşmıyoruz? Sonra bize mirasın yarısı veriliyor?" diyerek
şikâyet yollu bir söz söylemişti. İşte bunun üzerine Allahu Ta'âlâ bu âyeti
indirmiştir.
Diğer bir rivayette Ümmü Seleme yerine bazı
kadınların, Hazreti Peygambere cihaddan söz ederek "ne olurdu Allah, bize
gazayı farz kılsaydı da, erkeklerin kazandıkları ecri biz de kazansaydık?"
dedikleri, bunun üzerine bu âyet-İ kerîmenin nazil olduğu zikredilmiştir.
Üçüncü bir rivayete göre de, mirasla ilgili olarak
"erkeğe kadının iki katı kadardır âyeti nazil olunca, erkekler:
"Mirasta olduğu gibi ecir ve sevabta da kadınlara keski üstün
kılınsaydık" demişler, kadınlar da: "Keski dünyada mirastan nasîbimiz
erkeklerin nasîbinin yarısı kadar olduğu gibi, âhırette üzerimize yüklenecek
vebal de, erkeklere yüklenecek vebalin yarısı kadar olsaydı" diye temenni
etmişlerdir. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. İbn Abbâs ise, temenni
kelimesini hasedlik ile tefsîr etmiş ve "hiç kimse fulan kimseye verilen
mal, nimet ve güzel kadın keski bende olsaydı" demesin; zira bu hased
olur. Fakat "Allahım! Onun gibisini bana da ver" desii}, demiştir.
Zikrettiğimiz bu rivayetlerden, âyet-i kerîmeyle
ilgili olarak zahir olan manâ şudur ki, Allahu Ta'âlâ, erkek ve kadın her
birine bir takım mükellefiyetler, veya görevler vermiş, erkeklere hâs olan
görevler için kadınların, kadınlara hâs olan görevler için de erkeklerin
iştirak edemiyecek-leri ecir ve sevablar takdir etmiştir. Binâenaleyh erkeğin
işlediği amelden dolayı sadece erkeğin, kadının işlediği amelden dolayı da sadece
kadının kazanacağı ecir ve sevablar vardır ve hiçbiri diğerine hâs olan amel ve
ecrini kendisi için temenni edemez. Buna göre âyet-i kerîmedeki hitap umumîdir
ve hem erkekleri, hem de kadınları şâmildir. Erkekler kadın olmayı ve
kadınların amellerini işlemeyi temenni ede-miyecekleri gibi, kadınlar da erkek
olmayı ve erkeklerin amellerini işlemeyi temenni edemiyeceklerdir. Çünkü
Allahu Ta'âlâ, erkek ve kadın, her birini kendilerine hâs amelleri işlemeye
elverişli bir varlık olarak yaratmış, fakat erkekleri kadınların amelleri için
elverişli kılmadığı gibi, kadınları da erkeklerin amelleri için elverişli
kılmamıştır. Bu itibarla nasıl erkekler kadınlar gibi çocuk doğurup onun
büyütülmesi ve terbiye edilmesiyle uğraşmayı temenni edemezlerse, kadınlar da,
güç ve kuvvete, aynı zamanda meşakkate dayanan savaş ve şâir işlerde erkekler
gibi olmayı temenni edemezler.
Bununla beraber erkek ve kadın her biri.kendilerine
hâs amellerde Allah'ın yardımını temenni ederler. Bu amelleri gerçekleştirmede
güç ve kuvvet dileyip ecir ve sevabını artırmasını isterler. Böylece her biri,
Allah'ın yardımıyle kendi amellerinde daha çok başarılı olurlar ve Allah'tan
daha çok ecir ve sevab kazanırlar. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ â-yet-i
kerîmesinde "Allah'tan, O'nun lutfunu isteyin" buyurmuştur. O'nun
lutfunu, ihsan ve in'âmını istemekle O'nun dolu hazineleri hiç tükenmez.
"Allah, şüphesiz, her şeyi hakkıyle ö//emtfr."İstidadlanna ve
çalışmalarına göre, kimin kimden daha üstün olduğunu en iyi bilen ve bu üstünlüğü
ölçüsünde ona ecr ve sevabını artıracak olan şüphesiz Allah'tır. Bu itibarla
hiç kimse kimsenin üstünlüğüne hased etmeden,yalnız Allah'ın lütfunu istemeli,
bunun İçin de İstidadı istikametinde çalışıp gayret sarfetmelidir. Bu
sebepledir ki Allah, temenniyi ve batıl yollarda gayret sarfedip kazanç
sağlamayı menetmiş ve "erkekler için kendi kazandıklarından bir hisse,
kadınlar için de kendi kazandıklarından bir hisse vardıı" buyurmuştur.
Böylece erkek ve kadın her ikisini de temenni yerine amel ile fazilet aramaya
irşad etmiş, erkekler gibi kadınlara da kazanmayı farz kılmıştır. [85]
33. Ana babanın ve yakın akrabanın bıraktıkları mala
(vâris olsunlar diye, kadın ve erkek) her biri için vârisler kıldık; yeminlerinizle
bağlandığınız kimselere de hisselerini verin. Şüphe yoktur ki Allah, her şeye
şâhidtir.
a önceki
âyetlerin konusu mal olduğu gibi, bir önceki âyetin konusu da mal olmuş ve
nüzul sebebinden söz ederken de işaret ettiğimiz gibi, miras hususunda
erkeklerin kadınlara üstün kılınışı, erkek ve kadınlar arasında birtakım
temennilere yol açmış, bu da âyet-i kerîmeyle yasaklanmıştır. Çünkü temenni,
insanın, kendisinde bulunmayan, fakat başkasında olan bir şeyi arzulaması
manâsına gelir; bu ise, çok defa hased olarak tezahür eder. Nitekim her zaman
görülen ve bilinen hususlardandır ki, insanların en çok hasedlenip temenni
ettikleri şey, başkalarında olup da kendilerinde bulunmayan mal olmuştur.
Geliri olmayan, yahut mal kazandırmayan mevkie hased eden çok azdır. Dünyadan
elini ayağını çekmiş âlim ve zâhid olan kimselere ve onların ilimlerine ise,
başka bir sebep olmadıkça hased eden hemen hemen hiç çıkmaz. Bundan dolayıdır
ki, yukarıdaki âyet-i kerîmelerden asıl maksat mal ve malın meşru kazanç
yollarını göstermek olduğuna göre, Allahu Ta'âlâ, önce malın batıl yollarla
kazanılıp yenmesini menetmiş, sonra başkalarında.bulunan fazlalığın, hasede ve
tecavüze yol açması dolayısıyle temenni edilmesini yasaklamıştır. Daha sonra,
erkek ve kadın her ikisinin de kendi jstidadları çerçevesi içinde nasîbleri
bulunduğunu, bunun da amel ile elde edilebileceğini bildirerek servet sahibi
olmanın yollarını göstermiş ve nihayet malın, bir de miras yolu ile elde
edildiğini beyan için buyurmuştur ki: [86]
33. Ana babanın ve yalan akrabanın bıraktıkları mala
(vâris olsunlar diye, kadın ve erkek) her biri için vârisler kıldık;
yeminlerinizle bağlandığınız kimselere de hisselerini verin. Şüphe yoktur ki
Allah, her şeye şâhidiir.
33 Âyet-i kerîmenin tefsirinde farklı görüşler ileri
sürülmüştür. Bazılarına göre ilk ibarenin manâsı, "kadın erkek her kişi
için terkettiği malda vârisler vücuda getirdik" şeklindedir. Bu manâda
âyet-i kerîmede zikredilen ana baba ve yakın akraba, "bu vârisler
kimlerdir?" sorusunun cevabını teşkil eder.
Diğer bazı müfessirlere göre de âyetin ilk ibaresi,
"ana baba ve yakın akrabanın bıraktığı her şey için vârisler meydana getirdik"
manâsın-dadır.
İbarenin diğer bir ifade şekli de şöyle gelmiştir:
"Kendilerini vâris kıldığımız herkes için, ana babanın ve yakın akrabanın
bıraktığı malda bir nasîb vardır".
Âyet-i kerîmenin ikinci ibaresi, yeminlerinizle
bağlandığınız kimselere de hisselerini verin" manâsındadır. Bu ibare de,
ilk ibare gibi değişik yönlerden tefsîr edilmiştir. Fakat her şeyden önce onun
getirdiği hüküm, bazı müfessirlere göre mensûhtur; bazılarına göre de mensûh
değildir. Onun mensûh olduğunu ileri sürenler, ibareyi değişik yönlerden şöyle
tefsîr etmişlerdir:
1) Câhiliye devrinde bir adam, akrabası olmayan başka
bir adamla "benim kanım senin kanın; benim barışım senin barışın; benim
savaşım senin savaşın; sen bana vâris olursun, ben sana vâris olurum; sen benim
diyetimi ödersin, ben senin diyetini öderim" diyerek aralarında yemine
dayalı bir akid yaparlar ve bu akde son derece bağlı kalırlardı. Buna
"müvalâtakdP1 denirdi. Bu akid gereğince âkidlerden biri ölünce de diğeri
onun bıraktığı malın altıda birine vâris olurdu. İşte bu âyet-i kerîmeyle akde
bağlı kalınması ve miras hususundaki anlaşma gereğince, diğer vârisler
meyanında ölenin yeminle bağlandığı kimseye de hissesinin verilmesi
emredilmiştir. Ancak İslâm'ın bidayetinde teyid edilen bu hüküm, daha sonraları,
Enfal sûresinin 75 inci âyetindeki
"Allah'ın Kitabına göre hısımlar (miras
konuşunda) biribirlerine daha yakındırlar hükmü ile neshedilmiştir.
Ancak âyet-i kerîmenin tefsîriyle ilgili bu görüş,
bazı müîessirlerin itirazına uğramış ve özellikle onun, biraz önce
zikrettiğimiz Enfal sûresinin 75 inci âyetiyle neshedilmiş olması
reddedilmiştir. Zira konunun bu âyetle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Nisa sûresi
Enfal sûresinden sonra nazil olmuştur. Yani tefsirini yaptığımız âyetin
nüzulü, hem Nisa süresindeki miras âyetlerinden, hem de Enfal sûresinden
sonraki bir döneme rastlar ve dolayısıyle onun daha önce nazil olmuş bir âyetle
neshedilmiş olması mümkün değildir.
Esasen, ashab-ı feraiz, asabe ve zevi'1-erham
sınıflarının hiçbirinden mirasçı bulunmadığı takdirde, Hanefîlere göre,
müvalât akdiyle mi-rascılık, İslam'dan sonra da devam etmektedir.
2) İkinci bir
akid şekli, bir adamın yabancı, birini oğul edinmesi sonucu biribirlerine
vâris olmalarıdır ki, bu da mensûhtur.
3) Medine'ye
hicretle birlikte Hazreti Peygamberin Ensar ile Muhacirler arasında yaptığı
muâhât (kardeşlik) akdidir ki, bu akid de tevarüs sebebi olmuştur.
Zikrettiğimiz her üç akid de tevarüse sebeb sayıldığı
için, âyet-i kerîmede kendilerine hisselerinin verilmesi emredilmiştir. Ancak
daha sonraları miras sebebinin yalnız akrabalık olduğu bildirilince âyetin
mensûh olduşuna hükmedilmiştir.
Ayet-i kerîmeyi mensûh saymayanlar ise,
"yeminlerinizle bağlandığınız kimseler" ibaresini "ana baba ve
yakın akraba" ya matuf kılmışlar ve âyeti "ana baba ve yakın akraba
ile akid yaptığınız kimselerin bıraktıkları mala vârisler kıldık. Hepsine de
hisselerini verin" manâsında tef-sîr etmişlerdir. Bu müfessirlere göre,
âyet-i kerîmedeki akid kelimesinden murad nikâh akdi olup zevç ve zevce
kasdedilmiştir. Bazı müfessirler ise, bu akdi velâ akdi olarak isimlendirmişler
ve azâd edilen bir kölenin, onu âzâd eden efendisine vâris olduğuna işaret
etmişlerdir ki, her iki şekilde de nesih söz konusu değildir.
Açıklamaya çalıştığımız bu izah tarzlarından da
anlaşıldığı gibi, Arap dilinin değişik uslûb ve kaideleri, daha önemlisi
Kur'ân'a hâs îcaz sebebiyle, âyet-i kerîme nasıl manâlandırılırsa
manâlandırılsın, ondan anlaşılan husus şudur ki, meşru yollarla kazanılan mal
bir kişinin elinde kümelenip kalmamakta, fakat yine meşru bir şekilde ve
veraset yoluyle başkalarına dağılarak intikal etmektedir. Kendilerine miras
yoluyle mal İntikal etmiş olan kimseler ise, o malı kendi kazançlarıyle
birleştirerek kendi vârislerine devretmektedirler. Böylece mal, devr-i dâim ile
bir elden çıkıp birçok verese eline geçmek suretiyle her birinin ondan faydalanması
sağlanmış olmaktadır. Bu, Allahü Ta'âlânın kullarına lütuf ve ihsanının
çokluğundandır. [87]
34. (Bazı
hususlarda) Allah'ın erkekleri kadınlardan üstün yaratması ve erkeklerin
mallanyle (kadınlara) nafaka temin etmeleri doiayısıyle, erkekler kadınlara hâkimdirler.
İyi kadınlar, (kocalarına) itaat eden, Allah'ın korunmasını emretmesi
dolayısıyle de (kan koca arasındaki evliliğe ait) gizlilikleri koruyan kadınlardır.
İtaatsalıklanndan korktuğunuz kadınlar ise, onlara vâz u nasihatta bulunun;
(fayda etmezse) yataklarında yalnız bırakın; (onun da faydası olmazsa,
usulünce) on-lan dövün. Eğer size itaat ederlerse, artık başka yol aramayın.
Şüphe yoktur ki Allah, çok yücedir; çok büyüktür. [88]
35. Kan koca arasındaki bir geçimsizlikten endişe
ederseniz, (bu geçimsizliği onadan kaldırmak için, onlara) erkeğin ailesinden bir
hakem, kadının ailesinden de bir hakem gönderin. Eğer iki taraf da, (bu anlaşmazlığı
) ıslah etmek isterse, Allah da onları muvaffak kılar. Şüphe yoktur ki Allah,
her şeyi hakkıyle bilendir; her şeyden haberdârdır.
Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde, erkek ve kadınları,
biribirlerine üstün kılındıkları şeylerden hasede varacak dilek ve temennilerde
bulunmaktan menederek onları rızık hususunda yalnızca el emeği ve alın terinden
oluşan kendi amellerinin kazancına dayanmaya irşad ve bu kazanç yanında onları
lütuf ve keremiyle miras malından da hak sahibi yaptığını beyan ile mirastan
hak sahiplerine haklarının verilmesini emrettikten sonra, miras ve cihad gibi
bir takım hususlarda erkeğin kadına olan üstünlüğü ile ilgili olarak bu âyet-i
kerîmelerde tezahür eden fıtrî farklılığın sebebini açıklamıştır.
Filhakika miras âyetlerinde de gördüğümüz gibi, biri
erkek diğeri kız iki kardeş bir mala vâris oldukları zaman, erkeğin mirastan
payı, iki kadının miras payları kadardır ki, bu, kadının, erkeğin aldığı
mirasın yarısı kadar hakka sahip olduğuna delâlet eder. Aynı zamanda bu, miras
hususunda erkeğin kadına üstün kılınışının da bir delilidir. Keza erkek, hazim,
azim ve kuvvet yönünden kadına nisbetle üstün yaratılmış, bu yaratılışın
sağladığı üstünlük sebebiyle cihad ona farz kılınmış, savaş alanında vurmak,
vuruşmak ve vurulup öldürülmek onun görevi olmuştur. Evinin reisliği, caminin
imamlığı, müezzinliği ve hatipliği, mahkemenin şâhidliği ona verilmiş, ananın
doğurduğu evlâd ona nisbet edilmiştir. Tarih boyunca genel olarak, nebiler,
veliler, şeyhler dervişler onlardan çıkmış dünyanın idarecileri yine onlar
olmuştur. Bütün bunlar neden? Neden kadın değil de erkek? İşte, Ailahu Ta'âlâ,
ilk akla gelen bu sorunun cevabını vermiş ve buyurmuştur ki: [89]
34. (Bazı hususlarda) Allah'ın erkekleri kadınlardan
üstün yaratması ve erkeklerin malla-nyle (kadınlara) nafaka temin etmeleri
do-layısıyle erkekler kadınlara hâkimdirler, iyi kadınlar, (kocalarına) itaat
eden, Allah'ın korunmasını emretmesi dolayısıyle de (kan koca arasındaki
evliliğe âit) gizlilikleri koruyan kadınlardır. Itaatsızlüdanndan korktuğunuz
kadınlar ise, onlara vâz u nasihatta bulunun; (fayda etmezse) yataklarında yalnız bırakın;
(onun da faydası olmazsa, usulünce) onları dövün. Eğer size itaat ederlerse,
artık başka yol aramayın. Şüphe yoktur ki, Allah, çok yücedir; çok büyüktür.
34 Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmeye, ejkeklerin kadınlar
üzerine hâkim olduklarını beyan ile başladıktan sonra, bu hâkimiyeti iki sebebe
dayamış ve bunların ne olduklarını açıklamıştır. Bu sebepler üzerinde durmadan
önce, şu hususu özellikle belirtmek gerekir ki.erkeğin kadın üzerindeki bu
hakimiyetini ve bu hakimiyetin bir Kur'ân âyetiyle tesbitini, zâlim ve ceberut
bir insanın, zayıf ve çaresiz bir varlık karşısında dilediğine hükmedebilmesi
için Allah tarafından verilmiş bir ruhsat olarak değerlendirmek asla mümkün
değildir. Zira, İslâm, hiç kimsenin hiç kimseye zulm ile hükmetme hakkını
vermemiştir. Âyet-i kerîmede "erkekler, kadınlar üzerine
kavvâmdırlar" denilmiş ve kavvâm kelimesi türkçe meallerde hâkim
kelimesiyle ifade edilmişse de, bu kelimenin dilediği gibi hükmetmek manâsıyle
herhangi bir ilgisi yoktur.
Kavvâm, fail veznindeki kâim'in mübalâğası olup bir
işe kıyam eden demektir ki, âyet-i kerimedeki manâsıyle kadınların işlerine
bakıp idare eden, aklı, gücü, kuvveti ve azmiyle onları koruyan erkekler
hakkında kullanılmıştır. Müşfik bir hükümdarın, teb'asına, yahut bir çobanın
mer -adaki koyunlarına karşı davranışları nasıl olması gerekirse, bir erkeğin
eşi olan kadın karşısındaki davranışı da bundan farklı olmamalıdır. Bir
çobandan, gütmesi için kendisine emanet edilen koyun sürüsüne karşı şefkatten,
kurt ve şâir tehlikesinden onları koruyup huzur içinde karın doyurmalarını
sağlamaktan başka ne beklenir? Hangi çoban değneğini koyunlarının sırtında
kırmaya kalkışır? İşte bu manâda erkekler kadınların çobanıdırlar; onları
doyurmak, işlerini idare etmek ve tehlike karşısında onları korumakla
görevlidirler. Ancak bu görevin ifasında bir tarafın şerefini yücelten, diğer
tarafın şerefini düşüren hiçbir özellik yoktur. Zira Allah, erkeğe bu yönden
bir fazilet ihsan etmiş ve kadını bundan mahrum bırakmışsa, kadına ihsan
edilen bir başka faziletten de erkek mahrum kalmıştır. İki âyet önce üzerinde
durduğumuz Allahu Ta'âlânın şu sözünü bu münâsebetle yeniden hatırlamakta fayda
vardır:" Allah'ın bazınızı, bazınıza göre üstün kıldığı şeyleri temenni
etmeyin.
Erkekler için kendi kazandıklarından bir hisse,
kadınlar için de kendi kazandıklarından bir hisse vardır."Bu manâyı,
halen tefsirine çalıştığımız âyet-i kerimenin ilk ibaresinde de görmek
mümkündür. Allahu Ta'â-fy'erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler"
buyurdukan sonra, "Allah'ın bazılarını bazılarına üstün yaratması
dolayısiyle" diyerek bu hâkimiyetin ilk sebebini de zikretmiştir. Her ne
kadar sebep bildiren bu ibaredeki hum zamiri, erkeklerin kadınlara üstün
kılındığına delâlet ederse de, bu manâ açık ve kesin bir ibare ile ifade
edilmemiş, fakat kadınların da bazı hususlarda üstün kılındıklarına delâlet
etmek üzere "Allah'ın bazılarını bazılarına üstün yaratması sebebiyle
erkekler kadınlar, üzerine hâkimdirler denilmiştir.
Erkeklerin kadınlar üzerine kavvâm veya hâkim
olmalarının birinci sebebi fıtrîdir; yani yaratılışla ilgilidir. Allah,
yaratılıştan erkeklere güç ve kuvvet vermiş, büyük meşakkat ve felâketler
karşısında onları sabırlı ve mütehammil kılmıştır. Oysa çok iyi bilinmektedir
ki, erkeklerin sahip oldukları bu güç ve kuvvet, sabır ve tahammül, kadınlara
aynı ölçüde verilmemiş, bu yüzden de kadınlar.cihad gibi ağır ve güç işlerle
mükellef tutulmamışlardır.
Hâkimiyetin ikinci sebebi kesbîdir; yani kazançla
ilgilidir. Şu da bilinen bir gerçektir ki, erkekler.kazanç sağlamak hususunda
kadınlardan daha güçlü ve daha müteşebbistirler. Bu sebepledir ki, malından
kadına infak etmek ve o, evinin işini sürdürürken onun geçimini sağlamak
erkeğin görevi olmuştur. Diğer bir husus da, kazanç işinin evin dışında
sürdürülen işlerden olmasıdır. İslâm, kadını, her zaman evinin kadını ve
çocuklarının mürebbiyesi olarak görmüştür. Erkek, fıtrî olarak güç, kuvvet ve
mücadeleci bir ruh ile bezenmişken.kadına yine fıtrî olarak erkekten çok
farklı özellikler, yahut faziletler ihsan edilmiştir. Onun hâmile kalması,
çocuğunu doğurması, emzirip doyurması, büyütüp yetiştirmesi ve terbiye edip
hayırlı bir insan yetiştirmesi, kısacası ana olması, kadının sahip olduğu faziletlerin
başında gelir. Bunlar, kadını.rikkatli, şefkatli, merhametli kılan ve onun
başka türlü olmasına da imkân tanımayan faziletlerdir. Bu sıfatlar, şüphesiz
erkeklerde de bulunur; onlar da şefkatli ve merhametli olabilirler; fakat
onların, sert ve haşîn bir yaratılışa sahip olmaları, bu sıfatların onlarda
kadınlarınkinin derecesine ulaşmadığını gösterir. Burada şunu da belirtmek
gerekir ki, erkek olsun kadın olsun, bütün insanlar fıtratları üzere doğarlar;
ancak bu fıtrat aldıkları terbiye ile değişebilir; bozulabilir. Bu itibarla
toplum içinde erkekleşmiş kadınlar, yahut kadınlaşmış erkekler görmek, her
zaman mümkündür.
Allahu Ta'âlâ, erkeklerin kadınlar üzerine hâkim
olduklarını ve bu hâkimiyetin fıtrî ve kesbî olmak üzere iki sebebe dayandığını
beyan ettikten sonra, kadınların, kocalarının riyaseti altındaki ev
hayatlarından söz ederek bunların iki kısım olduklarına ve her birine nasıl
muamele edilmesi gerektiğine işaretle Hiyi kadınlar, kocalarına itaat eden,
Allah'ın korunmasını emretmesi dolayısiyle de (karı koca arasındaki evliliğe
ait) gizlilikleri koruyan kadınlardır1' buyurmuş, sonra da itaatsiz kadınların
durumunu açıklamıştır. Allahu Ta'âlânın Sâlihât diye isimlendirdiği iyi kadınlar,
Önce kocalarına itaat eden kadınlardır. Erkeğin, evin reisi olması dolayısiyle
ona itaat etmek kadının aslî görevlerinden biridir. Bu görev mehir üzerinde
anlaşıp nikâh akdinin yapılmasiyle başlar ve ölünceye kadar devam eder. Çünkü
mehirde ve nikâhta, kadın için erkeğin hâkimiyetini kabul ile, onun riyaseti
altına girmeye rıza gösterme manâsı vardır. Erkeğin hâkimiyetini ve riyasetini
kabul etmek ise, ona itaat etmeyi gerektirir. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ,
kadınlara, kocalarına itaat etmelerini emretmiş ve bunu, sâlihât-ı nisvandan
olmanın şartlarından biri
saymıştır.
Kocalarına itaat yanında iyi kadın olmanın diğer bir
şartı da, onların yokluğunda, karı koca münâsebetlerine ve aileye taalluk edip
de saklanması gereken, Allah'ın da sakladığı ve saklanmasını emrettiği sırları
saklamaktır. Nesâî[90] ve Ahmet İbn Hanbel [91]tarafından nakledilen
bir Ebû Hureyre hadîsinde, Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kadınların en hayırlısı, baktığı zaman seni mesrur eden, emrettiğin zaman
sana itaat eden ve senin yokluğunda malını ve nefsini senin için koruyan kadındır".
Rasûlullah (s.a.s.) bu hadîsi buyurduktan sonra, bu âyet-i kerîmeyi okumuştur.
Kocalarına itaat etmeyen, kafa tutan ve isyankâr
davranışlarda bulunan ikinci kısım kadınlara gelince, Allahu Ta'âlâ, bunlar
hakkında da şöyle buyurmuştur: "İtaatsızllklarından korktuğunuz kadınlar
ise, onlara vaz u nasihatta bulunun; (fayda etmezse) yataklarında yalnız
bırakın; (onun da faydası olmazsa, usulünce) onları dövün".
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, erkeğin kadın üzerine
kavvâm olarak yaratılmış ve evine reis olarak seçilmiş olması, ona itaat edilme
hakkını kazandırmış ve kadın, kocasına itaatla emrolunmuştur. İlâhî emirler
başka bir anlam için kullanıldığına bir karine bulunmadığı zaman, genellikle
vücûb ifade eder ve mutlaka yerine getirilmesi gerekir. Emre uymayanlar ise,
suç İşlemiş birer günahkâr olarak dünyada ve âhırette Allah'ın ıkabına maruz
kalırlar.
Kadının kocasına itaat etmesi bir emr-i ilâhi olduğuna
göre, bu emre uymayan ve kocasına itaat etmeyen kadın da cezayı haketmiş olur
ki, işte Allahu Ta'âlâ, ayet-i kerîmenin bu ibareleriyle itaatsiz kadınlar İçin
ceza yollarını göstermiş olmaktadır.
Kocasına karşı itaatsiz olan ve ona kafa tutan kadın
için kocasının takip edeceği üç yol vardır:
1) Vâz u
nasihat: Koca için başvurulacak ilk yol, kadın üzerinde tesir edebilecek ve onu
itaatsızlığından vazgeçirip kocasına karşı itaatkâr bir kadın olmasını
sağlayacak vâz u nasihatta bulunmaktır. Bazı kadınlara Allah'ın ıkabından ve
gazabından söz ederek, bazılarını dünyanın kötü âkıbetleriyle tehdit ederek, bazılarını
da güzel sözler ve hoşlanacağı hediyelerle sevindirerek nasihatlarda bulunmanın
müessir olduğu ve itaatsızlıktan vazgeçtikleri bilinen hususlardandır.
2) Yataklarında
yalnız bırakmak: İtaatsiz kadınlara nasihatin fayda etmemesi halinde,kocaları
için başvurulacak ikinci yol, onları yataklarında yalnız bırakmak, yâni
onlardan bir süre uzaklaşmaktır. Kadının evinde yalnız kalması,çok defa
kendisini, bunun sebebini araştırmaya ve bu yalnızlıktan kurtulma çareleri
aramaya sevkeder.
3) Usulünce
dövmek: İtaatsiz kadınları yataklarında yalnız bırakmanın da fayda sağlamadığı
görülürse, kocaları için başvurulacak üçüncü yol, onları usulünce dövmektir.
Ancak bu dövme, can acıtmak, yahut can yakmak için başvurulan bir hareket
değil, fakat düşünmeye ve kocalarından böyle bir harekete maruz kalmanın
sebeplerini araştırmaya sevkeden bir uyarı olmalıdır.
Kur'ân-ı Kerîmin bu emri, hiçbir zaman medeniyet dışı
bir çare olarak mütalâa edilemez.Zira âyet-i kerîmede de görüldüğü gibi,
kadını kocasına karşı kafa tutmaktan vazgeçirmek için başvurulacak başka bir
çare artık yoktur. Eğer can yakmayacak bir iki tokat onu bu davranışından
vazgeçirirse, aile kurtulmuş olur. Fakat bunun da faydası olmazsa, o zaman
kadına yol vermek, yâni onu boşamak gerekir ki, bu hiçbir zaman arzu edilen bir
netice değildir.
Şunu da hatırdan çıkarmamak gerekir ki, Kur'ân-ı
Kerîm, aileyi kurtarmak için kocanın karısını dövmesini son çare olarak
gösterirken dövme işinin itiyad haline getirilmesini de asla murad etmiş
değildir. Ömür boyu koca karısını dövsün; kadın da dayağı yeyip otursun; bu elbette
olacak iş değildir. İslâm, asla böyle bir evliliği tasvib etmemiştir. Bu
sebepledir ki, usulünce dövme fiili, bundan önce başvurulması istenen çareler
gibi bir çaredir: Nasihat gibidir; yatağında yalnız bırakmak gibidir.
Tirmİzî tarafından nakledilen bir hadîsten
öğrendiğimize göre, bir kadın, kendisine tokat atan kocasını şikâyet etmek ve
kısas istemek için Hazreti Peygambere gelir ve hâdiseyi anlatır. Hazreti
Peygamber kısasa karar verirse de, Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmeyi indirir.
Bunun üzerine kısastan vazgeçilir. Hazreti Peygamber buyurur ki: "Biz, bir
şey istedik; Allah da başka bir şey istedi. Muhakkak ki Allah'ın istediği daha
hayırlıdır."
Yukarıda zikredilen çarelerden herhangi birisiyle eğer
kadın itaatsızlıktan vazgeçecek olursa, artık başka bir yol aramaya gerek yoktur
."Şüphesiz Allah, çok yücedir; çok büyüktür". Binâenaleyh O'nun
yüceliği ve büyüklüğü, kocaların kadınlarına olan yücelik ve büyüklüğüyle asla
mukayese edilmez. Bu itibarla O, kimlerin karılarına karşı müşfik
davrandıklarını, kimlerin de kavvâm ve hâkim olduklarını ileri sürüp onlara
zulmettiklerini hakkıyle bilir ve herkesi hakettiği yerine oturtur, [92]
35. Karı koca
arasındaki bir geçimsizlikten
endişe
ederseniz, (bu geçimsizliği ortadan kaldırmak için, onlara) erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden de bir hakem
gönderin. Eğer iki taraf da (bu anlaşmazlı ıslah etmek isterse, Allah da onları
muvaffak
kılar.
Şüphe yoktur ki Allah, her şeyi hakkıyle bilendir; her şeyden hakkıyle haberdârdır.
35 Karı koca arasındaki geçimsizlik, bazan kadının
evlilik görevlerini yerine getirmemesinden, yahut kocasına itaatsızlıktan,
bazan da kocanın karısına zulmetmesinden ve bu zulmün devamından ileri gelir.
Eğer geçimsizliğin sebebi kadın ise, koca, bir evvelki âyet-i kerîmede
açıklanan yollara başvurarak geçimsizliği ortadan kaldırmaya çalışır. Fakat
geçimsizlik koca yönünden geliyorsa ve karısına karşı haksız davranışlarını
sürdürmekte ısrarlı görünüyorsa, aile yuvasının yıkılmaya yüz tutmuş olduğunu
anlamakta güçlük çekilmez. Geçimsizliğin kadının itaatsızlığından ileri gelmesi
ve kocasının başvurduğu nasihat, yatağında yalnız bırakma ve usulünce dövme
gibi tedib yollarının fayda sağlamaması halinde de durum aynıdır. Bu noktada
her ikisinin de yolları ayrılacak ve her biri kendi yoluna gidecektir. İşte
Allahu Ta'âlâ son bir çare olmak üzere, bu duruma gelmiş olan karı kocalara ve
akrabalarına hitab ederek aralarını ıslah etmek üzere iki taraftan birer hakem
seçilmesini emretmiştir. Eğer her iki tarafta, gerçekten aralarının düzelmesini
ve yuvalarının yıkılmaktan kurtulmasını isterlerse, gayretlerini o yönde
yoğunlaştırırlar; Allah da, onlara bu işte yardımcı olur. Fakat niyetleri
yuvayı dağıtmak olursa, Allah, buna da engel olmaz. Zira O, kimin ne yaptığını
bildiği gibi, ne yapmak istediğini ve niyetinin ne olduğunu da bilir. O, hiçbir
şeyden gafil değildir. Ve hatta karı koca arasında vukubulan ve boşanmaktan
başka çarenin bulunmadığı sanılan geçimsizliklerin, çok defa basit sebeplere
dayandığını ve bu
sebeplerin
izalesiyle geçimsizliğin ortadan kalkacağını ve yuvanın kurtulacağını da
bilir; karı kocayı ve yakınlarını, bunu kolayca anlayabilecek tecrübeli
hakemlere başvurmak hususunda irşad etmesi de bundandır. [93]
36. Allah'a ibadet edin ve hiçbir şeyi O'na ortak
koşmayın. Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak
komşuya, yanındaki arkadaşa, yolda kalmışa ve elinizin altındaki (köle, câriye,
hizmetçi, işçiyb.) lere iyilik edin. Şüphe yoktur fd Allah, kendini beğenen ve
kibirlenen kimseleri sevmez..
'37. İşte o kimseler, hem cimrilik ederler, hem de
insanlara cimriliği emrederler ve Allah'ın lütf u kereminden kendilerine verdiği şeyi gizlerler. Biz, o kâfirler
için zelil edici bir azâb hazırladık.
38. Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde,
mallarını insanlara gösteriş olsun diye dağıtanlar ise, Allah, onları da sevmez.
Her kimin dostu şeytan olursa, kötü bir dost (edinmiş) olur,
39. Allah'a ve âhiret gününe îman etmiş ve Allah'ın
kendilerininzıklandırdığışeyden de (Allah yolunda) sarfetmiş olsalardı, bu,
aleyhlerine mi olurdu? Allah, onla
hakkyla bilendir.
Nİsâ sûresinin başından itibaren tefsîr ettiğimiz
âyetlerin hemen hepsi, yetimlere, hısım ve akrabaya müteallik ahkâm ve nizamına
tahsis edilmiş, bu ahkâm ve nizamın ağırlığı ise, mal ve evlilik meseleleri üzerinde
toplanmıştır. Daha ilk âyette, insanların bir tek nefisten, ondan da eşinin
yaratıldığına işaret edildikten sonra, insanların bu çiftten meydana
getirildikleri zikredilmiştir. Bunu takip eden âyetlerde ise, yetimlere
mallarının verilmesi, yetim kızlarla mallan yüzünden evlenmek yerine dörde
kadar kadın alınması, eş olarak seçilen kadınlara mehillerinin tam olarak
verilmesi, aklı kıt olanlara, ziyan olmaması için mallarının verilmemesi,
büyüyüp mallarını alacakları endişesiyle yetim mallarının heder edilmemesi,
ölen kimsenin geride bıraktığı malın vârisler arasında taksimi, vârisler ve
hisseleri, fuhuş irtikâb eden kadınlar ve fuhuşun cezası, tevbe ve şartları, miras
yolu ile kadın alınmaması, baba karıları ve ev-lenilmesi haram olan diğer
kadınlar, evlenmeye gücü yetmeyenler, batıl yollarla malların yenilmemesi,
erkek ve kadının birbirinden farklı ve birbirinden üstün yaratılması ve
nihayet erkeklerin kadınlar üzerine hâkim olmaları gibi konular üzerinde
durulmuştur. Dikkat edilecek olursa bütün bu konular, insanların dünyada en
çok meşgul oldukları, uğrunda bazan hayatlarını, bazan da servetlerini feda
ettikleri dünya nimetleriyle ilgilidir. Ancak her şey dünyadan ve dünya
nimetlerinden ibaret değildir. Bunların hepsi geçicidir. Asıl hayat, ebedî
olan âhiret hayatıdır ve insan, dünyada iken âhiret hayatını da düşünmek ve
kendisine peygamberler ve sâlih kişiler yanında bir yer kazandıracak olan iyi
ameller işlemek zorundadır. Bu amellerin, onun âhiret hayatını mamur edeceğinden
hiç şüphelenmemek gerekir. İşte Allahu Ta'âlâ, sûrenin başından beri şahıslarla
ilgili yukarıda sıraladığımız ahkâmı beyan ettikten sonra,
hem bu ahkâma uyulmasını kolaylaştırmanın, hem de
âhıret hayatını mamur etmenin yollarını göstermiş ve şöyle buyurmuştur: [94]
36. Allah 'a ibadet edin ve hiçbir şeyi O 'na ortak
koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın kom§uya, uzak
komşuya, yanındaki arkadaşa, yolda kalmışa ve elinizin altındaki (köle,
câriye, hizmetçi, işçi vb.) lere iyilik edin. Şüphe yoktur ki Allah, kendini
beğenen ve- kibirlenen kimseleri sevmez.
36 Allah'a ibadet, O'nun heybetini azametini ve mutlak
hükümranlığını nefse iyice yerleştirerek ve bunu her an içte duyup hissederek
O'na boyun eğmektir. O'na boyun eğmenin en belirgin alâmeti, O'nun
emrettikleriyle amel etmek, nehyettiklerinden de sakınmaktır. Mutlak hükümranlığın
yalnız Allah'a mahsus olduğuna ve O'ndan başka hükümran bulunmadığına inanmak
tevhîd akîdesinin esasını teşkil eder. Her kim bir başkasının O'na bu
hükümranlıkta ortak olduğuna itikad ederse müşrik olur. Hiçbirisinde hayır
olmasa bile müşrik ile münkiri birbirinden ayırdetmek gerekir. Zira, şirk, her
şeyden önce Allah'ın varlığına îman etmeyi gerektirir. Allah'a iman etmeden
O'na şirk koşmak mümkün değildir. Bu sebepledir ki, müşrik, Allah'ın varlığına
ve ulûhiyetine iman eden, fakat bu uiûhiyette bir başkasını O'na ortak kılan
kimseye denilmiştir. Münkir ise, Allah'ın varlığım ve ulûhiyetini inkâr eden,
O'nun varlığına hiç inanmayan kimsedir. Bu itibarla Allahu Ta'âlâ, ulûhiyetinde
ve hükümranlığında başkasının kendisine ortak kılınmasını nehyettiği zaman, bu,
ulûhiyetinin ve hükümranlığının inkârını evleviyetle nehyet-miş olur.
Kur'ân-ı Kerîm, Arap müşriklerinden sözederken,
bunların bazı özelliklerini de anlatmıştır. Onların şirki, Allah katında
kendilerine şefaatçi olacaklarına inandıkları bir takım putlara ibadet
etmekti. Nitekim Yûnus sûresinin 18 inci âyetinde buna işaret edilerek şöyle
denilmiştir: "(O müşrikler) Allah'ı bırakarak, kendilerine zararı da
faydası da dokunmayan şeylere ibadet ederler ve "bunlar, Allah katında
bizim şefaatçilerimiz-dir" derler. (Ey Muhammedi Onlara) de ki: Siz,
göklerde ve yerde olup da Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber
veriyorsunuz? Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir ve çok
yücedir". Zûmer sûresinin 3 üncü âyetinde, yine Allah'ı inkâr etmekle
birlikte putları O'na ortak koşan Araplardan sözedilmiş ve şöyle denilmiştir:
"Bilesiniz ki, hâlis din
Allah'ındır. O'ndan başkasını "biz onlara, ancak
bizi Allah'a daha çok yaklaştırdıkları için ibadet ediyorut' diyerek dost
edinenler ise, Allah, onların ihtilâf ettikleri hususlarda, aralarında elbette
hüküm verecektir. Elbette Allah, kâfir yalancı olan kimseye hidayet
etmez".
Kur'ân-ı Kerîm, kendilerine peygamber gönderilmiş ve
kitap verilmiş olmasına rağmen, kitap ehlinin de şirke düştüğünü ve
hıristiyanla-rın Isâ (a.s.)'ya, bazılarının da onun anası Meryem'e ibadet
ettiklerini haber vermiştir. Tevbe sûresinin 31 inci âyetinde şöyle
denilmiştir: "Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem'in
oğlu Mesih'i kendilerine Rab edinmişlerdir. Halbukhonlar da tek bir ilâha
ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmuşlardır. Zira O'ndan başka ilâh
yoktur. O, onların şirk koştuklarından münezzehtir".
Kitap ehli, şüphesiz hahamlarını ve râhiblerini ilâh
olarak tavsîf etmemişlerdir; fakat hahamların ve râhiblerin helâli haram,
haramı da helâl kılmalarını kabul edip onlara tâbi olmuşlar ve böylece onları
kendilerine Rab edinmişlerdir. Bugün de müslümanlar arasında zaman zaman
ortaya çıkan şeyhlerin ve dedelerin kendilerine karşı gösterilen aşırı
derecedeki bağlılık sebebiyle şirke âlet edildikleri görülmektedir.
Müslümanların bu gibi durumlarda çok dikkatli davranmaları ve içlerine hiçbir
surette şirk kırıntısı düşürmemeleri gerekir. Aksi halde şirk ile birlikte ne
namaz, ne oruç ve ne de başka herhangi bir ibadet kabul olunur.
Allahu Ta'âlâ, kendisine ibadet edilmesini emr, şirk
koşulmasını da nehyettikten sonra, "anaya babaya iyilik ediniz"
buyurmuştur. Anaya babaya iyilik, onları hoşnud edecek her hususta hiçbir
kusur işlemeden onlara iyi muamelede bulunmaktır. Onlara gerektiği şekilde
hizmet etmek, onlarla konuşurken sesi yükseltmemek, onlara sert ve haşin davranmamak,
onların hoşnudluğunu kazanmaya çalışmak, güç yettiğince onlara infak etmek ve
bu infakı gönül hoşnudluğu ile yapmak, bu iyiliklerin başında gelir. Burada şu
hususu belirtmek gerekir ki, anaya babaya iyilik etmenin belli bir kaidesi
yoktur. Ancak anası babası olan her ferdin, onlara nasıl iyilik edebileceğini,
onların hangi davranışlardan hoşnud olabileceklerini araştırarak tesbit etmesi
belki daha faydalı olur. Fakat her şeyden önce kişinin, anasına babasına
mutlaka iyilik etmek gerektiğine samimiyetle inanmış olması şarttır. Kur'ân-ı
Kerîm, İsrâ sûresinin 23 ve 24 üncü âyetlerinde yol göstermiş ve demiştir ki:
"Rabbın, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi ve anaya babaya iyilik
etmenizi emretmiştir. Eğer onlardan biri, yahut her ikisi de senin yanında
ihtiyarlığa erişirse, onlara üf bile deme; onları azarlama; onlara
güzel söz söyle. Onlara merhametten Heri gelen tevazu
kanadını indir ve "Rabbım! Onların küçükken bana bakıp terbiye ettikleri
gibi, sen de onlara merhamet et de",
Allahu Ta'âlâ, anaya babaya iyiliği emrettikten sonra,
İnsana yakınlık bakımından ikinci sırayı alan akrabayı zikretmiş ve onlara da
iyilik edilmesini emretmiştir. Ancak anaya babaya yapılacak iyilikle akrabaya
yapılacak iyilik arasında fark olması tabiîdir. Anaya babaya karşı vâcib olan
ihtiram ve tekrirn, bir akrabaya karşı elbette vâcib değildir.
Akrabadan sonra İyilik edilmek üzere zikredilenler
yetimler ve fakirlerdir. Kur'ân-ı Kerîmde bu gibi makamlarda yetimlerin daima
zikredilmesi, onlara ne kadar çok ihtimam gösterilmesi gerektiğine delâlet
eden hususlardan biridir. Filhakika yetimler, kuvvetli ve gayretli bir yardımcıdan
mahrum olmaları dolayısıyle işleri en çok ihmale uğramış ve çaresiz kalmış
kimselerdir. Babaları bulunmadığı için tahsil ve terbiyeden de mahrum kalan bu
çocuklar,.kendilerine ihtimam gösterecek bir kimsenin bulunmaması halinde, bir
taraftan cehaletleri, bir taraftan da bozulan ahlâklarıyle, hem diğer çocuklara
kötü örnek olurlar; hem de toplumun başına belâ kesilirler.
Yetimlerle birlikte ihtimama ve yardıma muhtaç diğer
bir zümre de, miskinler, yâni çalışıp kazanmaktan âciz kalmış ve karnını
doyurma imkânı bulamamış kimselerdir. Bunların halleri de yetimler gibi
düzeltilmedikçe, toplumun düzelmesi mümkün değildir. Bunların fakir kalmaları,
çok defaya zayıflıkları ve çalışma gücüne sâhnip olamamaları, ya tembellikleri,
ya herhangi bir felâket sebebiyle mallarını yitirmeleri ya da içki ve kumar
gibi kötü alışkanlıkları sebebiyle mallarını yiyip israf etmeleri gibi çeşitli
sebeblere dayanır. Fakat hangi sebeble fakir kalmış olurlarsa olsunlar,
hepsinin de çeşitli yönlerden yardıma muhtaç oldukları bir gerçektir. Malını
içki ve kumarda tüketen insana mal yardımı yapılmasa da, onun içki ve kumardan
kurtarılıp kendi hayatını kendi kazanabilir bir hale getirilmesi bile, ona
yapılabilecek iyiliklerin en büyüğüdür.
Allahu Ta'âlânın iyilik edilmesini emrettiği bir başka
gurup, yakın ve uzak komşulardır. Komşuluk, İslâm'da akrabalık çeşitlerinden
biri sayılır. İnsan, bazan neseb yönünden akrabası olan bir kimse ile, çok
uzaklarda yaşaması dolayısıyle, nadiren görüştüğü, bazan hiç görüşmediği ve
hatta bazan onu hiç tanımadığı halde, yakın bir komşusu, kendisine böyle bir
akrabadan daha yakın olur. Komşular arasındaki bu yakınlık, aralarındaki
dayanışmanın ve yardımlaşmanın kuvvetlenip artmasına vesile olduğu gibi,
birbirlerinin dert ve sıkıntılarını kısmen de olsa hafifletmede, bazan da
tamamen ortadan kaldırmada büyük ölçüde yardımcı olur. Bu sebepledir ki Allahu
Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmede
komşuların,
yakın da olsa uzak da olsa, birbirlerine iyilik etme tavsiyesinde bulunmuştur.
Şunu da unutmamak gerekir ki, komşuları birbirlerine iyilik eden bir şehir
halkı içertside tek bir kişinin dahi bu iyilikten mahrum kalması mümkün
değildir.
Hazreti Peygamberden komşu ve komşuluk hakkında
muhtelif hadîsler rivayet edilmiştir. Buhârî[95]
ve Müslim [96]de yer alan bir
hadîsinde şöyle demiştir: "Cibril, komşu hakkına riayet olunması hakkında
o kadar çok vasiyet edip durmuştur ki, sonunda onun komşuyu komşuya mirasçı
kılacağını zannettim". Yine Buhârî[97]
ve Müslim[98] de bulunan başka bir
hadîsinde, komşu hakkının azametine ve kudsiyeîine delâlet etmek üzere Abdullah
İbn Mes'ûd'tan şu haber nakledilmiştir: "Rasûtullah (s.a.s.)'a Allah
katında en büyük günâhın hangisi olduğunu sordum. "Seni yaratmış olduğu
halde, Allah'a bir şerîk (ortak) uydurmandır" dedi. Bu, muhakkak ki en
büyüktür. Sonra hangisi, dedjm. "Sonra, seninle birlikte yemesinden
korktuğun çocuğunu öldürmendir" dedi. Sonra hangisi dedim. "Sonra,
komşunun halilesi (zevcesi) ile zinalaşmandır" buyurdu".
Âyet-i kerîmede, kendisine iyilik edilmesi
istenenlerden bir diğeri "yanındaki arkadaş" olarak zikredilen
kimsedir ki, bununla ilgili olarak üç farklı görüş ileri sürülmüştür. İbn
Abbâs'tan gelen bir rivayete göre, bu, yol arkadaşıdır. İbn Mes'ûd'tan gelen
rivayette ise, bunun, hayat arkadaşı olarak da ifade edilen "eş"
olduğu belirtilmiştir. Bir başka görüşte de, bu, insanın devamlı sohbetinde
bulunan sâlih kişidir. Kanaatımızca, âyet-i kerîmede sâhibu'l-cenb olarak
zikredilen bu tabirin manâsını daraltmaya ve ona sadece eş yahut yol arkadaşı
manâsı vermeye hiç gerek yoktur. Daha şümullü olarak, eş, yol arkadaşı, iş
arkadaşı, masa arkadaşı, sıra arkadaşı ve bunun gibi insanın herhangi bir
vesile ile beraber bulunduğu herkesi bu manâ içerisinde değerlendirmek daha
doğru olur. Buna göre, bu durumda olan her arkadaş, birbirine karşı sorumludur
ve birbirine iyilik etmekle mükelleftir.
Allah'ın iyilik edilmesi tavsiyesinde bulunduğu diğer
bir gurup, misafir veya yolcu olan, yahut yolda kalan kimselerdir. Bunlar bir
iş veya zaruret dolayısıyle seyahat ederler ve seyahatları boyunca yakınları
veya aileleriyle irtibatta bulunamazlar. Binâenaleyh bu gibi kimselere yardım
etmek, parasızlık sebebiyle yolda kalmışlar veya yiyecek bula-rnamışlarsa,
onlara yardım elini uzatmak her müslümanın görevidir.
Nihayet iyilik edilmeye müstehak olan başka bir gurup
da, el altında bulunan yani hali vakti biraz daha iyi olan müslamanların idaresi
altında hayatlarını sürdüren, köle, cariye, hizmetçi ve işçi gibi kimselerdir
ki, sahiplerinin verdiği yiyecek ve giyecekle karın doyurup giyinirler.
Köle ve cariyeler için yapılabilecek en büyük iyilik,
hiç şüphesiz onları âzâd edip hürriyetlerine kavuşturmaktır. Bununla bareber
köle olsun, işçi veya hizmetçi otsun, hepsi İçin yapılabilecek başka iyilikler
elbette vardır.Hazreti Peygamber, bu gibilere, hane halkından biri ve bir
kardeş gibi muamele edilmesini emretmiştir. Buhârî [99]Müslim [100]Ebu Dâvûd [101]ve Tirmizi [102]tarafından
nakledilen bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: "Onlar, sizin kardeşleriniz ve
hizmetçilerinizdir. Allah onları sizin elinize emanet etmiştir. Kimin eli
attında kardeşi bulunursa, ona yediğinden yedirsin; giydiğinden giydirsin.
Onlara kendilerine ağır gelecek yük yüklemeyiniz. Eğer yüklerseniz, o iş
üzerinde onlara yardım ediniz."
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Allahu Ta'âlâ,
ana babadan başlamak üzere bir toplumu teşkil eden her çeşit insanı,
birbirlerine iyilik yapmakta görevlendirmiş ve böylece birbirinin sevinciyle
sevinen, derdiyle de dertlenip ona çare arayan ferdlerin oluşturduğu bir toplumun
vücûd bulmasını murad etmiştir. İnanan ve Allah'ın telkin ve tavsiyelerine
hâlis kalb ile kulak verip onlara uyan insanların böyle bir toplum vücûda
getirmeleri elbette olmayacak bir iş değildir. Buna rağmen toplum içinde eğer
kendini beğenen ve kibirlenen kimseler bulunur ve bunlar kendilerinden başka
hiç kimseyi düşünmezlerse, toplum ferdle-rini birbirine bağlayan iyilik
halkalarının kopması çok tabiîdir. Bu halkaları koparanlar, şüphesiz bunun
vebalini de yüklenmiş olacaklardır. Böyle kimseler, kibirleri dolayısıyle ilâhi
sıfatları inkâr etmiş oldukları gibi, Allah'a da lâyıkıyla İbadet edemezler.
Çünkü büyüklük ve yücelik sadece Allah'a hâs olan sıfatlardır; kibirlenen
kimse ise, Allah'a hâs olan bu sıfatlardan kendisini O'na ortak kılarak
gadabına müstehak olur. Allah böyle kimseleri asla sevmez. Bu sebepledir ki O,
kibirlenen kimseleri, Kur'ân-ı Kerîmde sık sık uyarmış ve akıbetlerinin
cehennem ateşi olduğunu haber vermiştir. İsrâ sûresinin 37 nci âyetinde şöyle
buyurmuştur: "Yeryüzünde kurula kurula yürüme; zira sen, hiçbir zaman
yeri yaramaz, boyca da dağlara erişemezsin". Müslim[103]
tarafından rivayet edilen bir hadîsinde Hazreti
Peygamber de şöyle buyur-muştur: "Kalbinde zerre miktarı kibir olan kimse
cennete giremez".[104]
37. İşte o kimseler, hem cimrilik ederler, hem de
insanlara cimriliği emrederler ve Allah 'm lütf u kereminden kendilerine
verdiği şeyi gizlerler. Biz, o kâfirler için zelil edici bir azâb hazırladık.
38. Allah'a ve
âhtretgününe inanmadıkları halde, mallarını insanlara gösteriş olsun diye
dajptanlar ise, Allah onları da sevmez. Her kimin dostu şeytan olursa, kötü bir
dost (edinmiş) olur.
39. Allah'a ve
âhvret gününe iman etmiş ve Allah'ın kendilerini nzıklandırdığı şeyden de
(Allah yolunda) sarf etmiş olsalardı, bu, aleyhlerine mi olurdu?Allah, onlan
hakhyle bilendir.
37 Allahu Ta'âlâ, kendini beğenen ve kibirlenen
kimseleri sevmediği gibi, cimrilik edenleri, başkalarına cimriliği tavsiye
edenleri ve Allah'ın lütf u kereminden kendilerine ihsan ettiği şeyleri
başkalarından gizleyenleri de sevmez. İbn Abbas'tan gelen bir rivayetten öğrendiğimize
göre bir gurup yahudî, Ensardan bazı müslümanlara gelir ve "mallarınızı
boş yere dağıtmayın. Bir gün onların elinizden çıkıp, fakir düşmenizden
korkuyoruz. Malınızı dağıtmakta acele etmeyin. İleride ne olacağını
bilemezsiniz." diyerek nasihatta bulunurlardı. Bunun üzerine Allahu Ta'âlâ
bu âyetleri indirmiştir.
Bazı ilk müfessirlerin de şöyle dedikleri rivayet
olunmuştur: "Bu âyet-i kerîmede sözü edilen cimriler, Allah düşmanı ehl-i
kitaptır. Bunlar, Allah'ın üzerlerindeki hakkını cimrilik edip gizlemişlerdir.
Ellerindeki Tevrat ve İncil, İslâm'ı ve Muhammed (s.a.s.)'i haber verdiği
halde, bunu halka duyurmamışlardır."
Bu iki habere istinaden bazı müfessirler âyet-i
kerîmeyi, haberi mah-zuf mübtedâdan ibaret müstakil bir cümle olarak mütalâa
etmişler ve ona "cimrilik edip insanlara da cimriliği emreden ve Allah'ın
kendilerine ihsan ettiği malı gizleyenler için şiddetli bir azâb vardır manâsı
vermişlerdir. Oysa âyet-i kerîmenin, bir evvelki âyette sözü edilen ve haklarında
"şüphe yoktur ki Allah, kendini beğenen ve kibirlenen kimseleri
sevmez" denilenlerden bedel veya onlara sıfat olduğu açıktır ve
"Allah, kibirlenen kimseleri sevmediği gibi cimrilik edenleri de
sevmez" rnanâ-sındadır. Âyet-i kerîmenin manâsı bu olunca, biraz önce
zikrettiğimiz İbn Abbâs haberi de âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak gerçeğe
uygun düşmemektedir. Çünkü madem ki bu âyet bir evvelki âyetten bedeldir,
veya o âyette zikri geçen kibirli kimselerin sıfatıdır; o halde bu, iki âyet
arasında bir manâ bağlantısının da bulunduğuna ve evvelki âyetin bu âyetle
tamamlandığına delalet eder. Buna göre, âyet-i kerîmede sözü edilen cimrilik,
İbn Abbâs'ın haberinde söz konusu olan mal cimriliğinden İbaret değil, fakat bir evvelki
âyette Allahu Ta'âlânın tavsiye ettiği "İhsan" cimriliğidir. Çünkü
Allahu Ta'âlâ o âyet-i kerîmede anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara,
yakın ve uzak komşuya, yandaki arkadaşa, yolcuya, köle, câriye, işçi ve
hizmetçi gibi el altında bulunanlara "ihsan"ı, yani iyiliği tavsiye
etmiş, kendini beğenip kibirle-nenleri ise, sevmediğini beyandan sonra, işte bu
kibirlenen kimselerin, Allah'ın tavsiye ettiği "ihsan" hususunda
cimrilik ettiklerini, hattâ bununla da yetinmeyip, başkalarını da aynı
cimriliğe teşvik ettiklerini bildirmiştir. Eğer anaya babaya, akrabaya,
yetimlere ve diğerlerine ihsanda bulunmanın, veya iyilik etmenin, sadece onlara
mal intak etmek demek olmadığı, fakat selâm vermenin,güzel söz söylemenin, iyi
muamele etmenin, kısacası onları hoşnud edecek ve rızalarını kazandıracak her
türlü davranışta bulunup ihtiyaçlarını gidermenin de ihsandan sayıldığı gözönünde
bulundurulursa, Allah'ın sevmediği o kibirli kimselerin bu hususlarda cimrilik
ettikleri, başkalarına da bunu telkin etmeye çalıştıkları anlaşılır.
Cimrilerin, Allahu Ta'âlânm lütf u kereminden
kendilerine verdiği şeyi gizlemelerini de, açıklamaya çalıştığımız bu manâ
içerisinde değerlendirmek gerekir. Buna göre, diyebiliriz ki, bir evvelki
âyette sözü edilen mütekebbirler, bir taraftan cimrilik edip etrafındakilere
de cimrilik etmelerini tavsiye ve telkin ederlerken.bir taraftan da Allah'ın
fadl u kereminden kendilerine İhsan ettiği mal gibi, ilim gibi bir çok
nimetleri başkalarından gizlerler; cimrilik edip onlara hiçbir şey
göstermezler. İşte kibirlenen, cimrilik eden ve Allah'ın kendilerine ihsan
ettiği sayısız nimetlere şükretmeyip nankörlük eden bu gibi kimseler için hem
eza verici, hem de zelil edici bir azâb hazırlanmıştır. Bu azâb, onların
büyüklük taslayıp cimrilik ve nankörük etmelerinin cezasıdır. Allahu Ta'âlânm
âyet-i kerîmede bu cezaya müstehak olanları kâfir olarak isimlendirmesi, bu
ahlâkın ve bu amellerin, şükreden bir mü'minden değil, fakat nankör bir
kâfirden sâdır olması dolayısıyledir. [105]
38 Allahu Ta'âlâ.kendini beğenip kibirlenen kimselere
işaretle, bunların bir kısmının cimrilik edip başkalarına da bu yolda
telkinlerde bulunduklarını, aynı zamanda onlara ihsan ettiği sayısız nimetleri
başkalarından gizlediklerini beyan ettikten sonra, büyüklük taslayanların bir
başka çeşidine işaret etmiş, bunların da, Allah'a ve âhıret gününe hak-kıyle
inanmadıkları halde, mallarını sırf gösteriş olsun diye dağıtanlar olduklarını
açıklamıştır. Buna göre kendini beğenip kibirlenenler iki kısma ayrılmış
olmaktadırlar: Bir kısmı, cimrilik edenler ve Allah'ın üzerlerindeki fazlını
gizleyenler; ikinci kısmı ise, Allah'ın kendilerine ihsan ettiğiI
sayısız nimetlere şükretmek, yahut Allah'ın kulları
üzerindeki hakkını! kabul ve itiraf ettiklerini göstermek için değil, fakat
sırf gösteriş yapmak; ve başkalarını aldatmak için mallarını
dağıtanlardır.
\
Filhakika riyakâr olanlar ve başkalarını aldatmak için
mal dağıtan-; lar da kibirli olan insanlardır. Çünkü halka bol bol mal
dağıttıkları zaman bütün arzuları.kendilerini hayırsever bir insan olarak
tanıtmak ve büyüklüklerini bu temel üzerine bina ederek halka öylece kabul
ettirJ mektir. Bu bakımdan mütekebbir olup da mürailik edenlerin şerri;
mütekebbir cimrilerin şerrinden daha azdır. Âyet-i kerîmede mütekebbir
cimrilerin, mütekebbir mürailerden önce zikredilmesinin sebebi de budur. Ne var
ki mûraîlerin de bir bakıma cimri olduklarını unutmamak gerekir. Çünkü bunlar,
mal dağıttıkları zaman, malın asıl hak sahiplerinin eline geçmesi hususunda
hiçbir ön fikre sahip değillerdir ve bunu araştırmak lüzumunu da duymazlar.
Onlar, mallarını yalnız kendilerini yüceltecek ve ünlerine ün katacak yerlerde
dağıtırlar ve büyüklüklerini ancak böyle yerlerde isbatlamaya çalışırlar.
Müraîler, mal dağıtımında, Allah'ın rızasını
kazanmaktan başka bir şey düşünmeyen gerçek mü'minlerin elde edecekleri ecir ve
sevaba güvenmek yerine, halk arasında kazanacakları medih ve senaya güvenirler;
onlara nazaran Allah, halk yanında daha hafif ve önemsizdir. Bu gibi
durumlarda Allah'ı hiç hatırlamazlar bile. Bu sebepledir ki, böyle kimseler,
Allah'a ve âhıret gününe gerçek manâda îman etmiş kimselerden sayılmazlar.
Allah'ı bilmezler ve tanımazlar; kâinatın Allah tarafından yaratıldığı onları
hiç ilgilendirmez. Allah ismir ağızlarından sadece kalıplaşmış ve halk diline
girmiş bazı cümleleri tekrarlarken çıkar. Bunun dışında Allah'ı zikretmek, akıllarına
hiç gelmez. Hâlis mü'min ile müraî arasındaki en-barizfark, mü'minin infak
ettiği malı, sol elinin bile haberi olmayacak şekilde vermesi ve zaruret hâsıl
olmadıkça bundan hiç kimseye söz etmemesi; müraînin ise, verdiği malı abartarak
ve herkese anlatarak övünç vesilesi yapması ve bununla büyüklenmesidir.
Kendilerini beğenip büyüklük taslayanları, ya
cimrilik, ya da mürailik etmeye sevkeden yegâne âmil şeytandır; çünkü bunlar,
Allah'ı değil şeytanları dost edinmişler ve onların vesveselerine tâbi olmuşlardır.
Nitekim Bakara sûresinin 268 inci âyetinde şeytanın vesvesesine işaret edilerek
şöyle denilmiştir; "Şeytan sizi fakirikle korkutur ve size cimriiiği
emreder1'. Bu âyet-i kerîmeden, her müslümanın ders alması ve kendisini ifsad
edecek dost ve arkadaşlardan uzak kalması gerekir; çünkü kötü arkadaş, iyi
insanı yoldan çıkarır. İyi arkadaş ise, iyi yolda insanın daima yardımcısıdır. [106]
39 Halbuki kendini beğenip kibirlenen vş şeytanın
vesveselerine kulak vererek cimrilik yahut mürailik eden kimseler, Allah'a ve
âhıret gününe gerektiği şekilde îman etmiş ve Allah'ın kendilerine İhsan ettiği
maldan yine Allah yolunda sarfetmiş olsalardı ne zarar görürlerdi? îmanın
onlara elbette hiçbir zararı dokunmazdı. Aksine îmanları sayesinde, hem
cimrilik ve müraîlik gibi tefessüh etmiş ahlâk biçimleriyle insanlık şeref ve
haysiyetlerini yitirmemiş, hem de ebedî olan âhıret hayatını kazanmış
olurlardı. Oysa Allah'a ve âhıret gününe inanmamakla, hem dünya, hem de âhıret
hayatlarını yitirmişler ve kurtuluşu bulunmayan bir azaba müstehak
olmuşlardır. Burada sözünü ettğimiz îman hiç şüphesiz, sahîh ve geçerli olan
îmandır. Yoksa câhliyye devrinde Arapların sahip oldukları îman değildir. Zira
İslâm'dan önce Arapların çoğu, Allah'a, göklerin ve yerin Allah tarafından yaratıldığına
ve öldükten sonra dirilmeye inanıyorlardı. Buna rağmen müşrik idiler ve
kendilerini Allah'a yaklaştıracağına ve şefaatçi olacağına inandıkları bir
takım putlara ibadet etmekten de geri kalmamışlardı. Keza ehl-i kitap olan
yahudîler ve hıristiyanlar da Allah'a ve âhıret gününe inanıyorlardı. Fakat bu
inançlarına şirk bulaştırmaktan kurtulamamışlardı. O halde ne İslâmiyetten
önceki Arapların ve ne de yahudî ve hıristiyanların îmanlarına sahîh îman
nazariyle bakmak asla mümkün değildir. Bu İtibarla biz, insana hiçbir surette
zararı dokunmıyacak bir îmandan söz ederken sahîh olan ve eseri, insanın
düşünce ve davranışlarında görünen hâlis îmanı kasdediyoruz. Ancak böyle bir
îmandır ki insanı dünya ve âhıret saadetine kavuşturabilir. Bunun sırrı da, bu
âyetlerin ilkinde gördüğümüz "Allah'a ibadet edin ve hiçbir şeyi O'na
ortak koşmayın*1 emrindedir. Bu emir, aynı zamanda gerçek îmanın da ölçüsünü
teşkil eder; çünkü îmanı olmayan kimsenin Allah'a ibadet etmesi mümkün olmadığı
gibi, ibadet etmeyen kimsede îmanın varlığından söz etmek de mümkün değildir.,
Şüphesiz herkesi düşünce ve davranışlarıyle en iyi
bilen Allah'tır. Kimin cimrilik ettiğini, kimin başkalarını aldatmak maksadiyle
mal dağıttığını ve kimin de Allah rızası için infak ettiğini hakkıyle bilir ve
herkese amelinin karşılığını verir. Binâeneleyh gerçek mü'minin, Allah rızası
için infak ettiği malı ilân edip herkese duyurmasına gerek yoktur. Çünkü Allah,
onun ne infak ettiğini ve niyetinin ne olduğunu hakkıyle bilir. Ancak Allah'a
inancı olmayan kimselerdir ki, müraîlik ederek dağıttıkları matın karşılığını
Allah'tan beklemek yerine halktan beklerler ve yaptıkları işi her fırsatta ilân
etmeye çalışırlar. [107]
40.Allah şüphesiz, zerre kadarhaksızlıkyap-maz.
(Yapılan) bir iyilik olursa, onunkar-şüığını kat kat artırır ve ayrıca kendi katından
son derece büyük mükâfat verir.
41.Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de (ey
Muhammed) bunlara şâhid gösterdiğimiz zaman, o kâfirlerin halteri nasıl
olacaktır?
42. İşte o gün,küfredenler ve Peygambere âsî olanlar,
kendilerinin yerle bir olmasını temenni ederler ve Allah'tan hiçbir söz
gizleyemezler,
Allahu Ta'âiâ, önceki âyetlerinde, kendilerini beğenip
kibirlenen kimselerin sıfatlarını açıkladıktan, bunların bir kısmında cimrilik,
bir kısmında da müraîlik olarak tezahür eden kötü davranışlarını beyan ettikten
ve bu davranışların hüsranla neticelenecek olan acı akıbetlerini haber
verdikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, kullarından Allah'ın bu telkin ve
tavsiyelerine uyup onlarla amel edenlerin hiçbirine zerre miktarı da olsa
zulmetmiyeceğini, herkese hakkını en hassas ölçüler içinde vereceğini, iyilik
edenlerin mükâfatlarını ise, kat kat artıracağını beyan etmiş, sonra, küfredip
peygamberlerine karşı gelenlerin âhırettekı durumlarına işaret ederek bunların
önce küfürlerini inkâra kalkışacaklarını, fakat birbiri arkasına aleyhlerine
şâhidlik edenlerin çıkması üzerine yerle bir olmayı ve hallerinden de hiçbir
şeyi gizlememiş olmayı temenni edeceklerini haber vermiştir. Allahu Ta'âlâ
şöyle buyurmuştur: [108]
40. Allah, şüphesiz, zerre kadar haksızlık yapmaz.
(Yapılan) bir iyilik olursa, onun karşılığını kat kat artırır ve aynca kendi
katından son derece büyük mükâfat verir.
40 Allahu Ta'âlâ, amel sahibi kullarından hiçbirinin,
amel karşılığı olarak hak ettiği ecir ve sevabından, az veya çok, hiçbir şey
noksan-laştırmaz. Kazancı zerre miktarı da olsa onu sahibine öder. Keza hiç
kimseyi hak etmediği bir ukubetten dolayı da cezalandırmaz.
Bilinen bir gerçektir ki ameller, yahut fiil ve
davranışlar, insanın duygu ve düşüncelerinin dışa aksetmiş tezahürleridir.
İçinde bal olan bir testi sirke sızdırmıyacağı gibi, sirke ile dolu bir
testiden de bal sızmaz. Bunun gibi, nefsinin şehevî arzularına esir olmuş bir
insanın bütün duygu ve düşünceleri, bu arzuların gerçekleştirilmesi
istikametinde toplandığı zaman, o insanın bütün amelleri de, onun duygu ve
düşüncelerinde planlandığı şekilde tezahür eder ve nefsin arzularını
gerçekleştirme gayretine düşer. Bu bakımdan sevab ve ikab, insanın iç
dünyasından sızan bu amellere terettüb eder ve sızıntının cinsine ve derecesine
göre insan ya sevab kazanır, ya da ıkaba maruz kalır. Allah ve Peygamber inancı
ile terbiye edilmemiş bir nefsin, insanın duygu ve düşüncelerinde, dînin
gerektirdiği istikamette bir tesir icra etmesi mümkün olmadığı için, o insandan
Allah'ın rızasına muvafık amellerin sâdır olması da mümkün değildir. Bu
itibarla insan, kendisinden sâdır olan bu amellerden sorumlu tutulur ve
amelinin karşılığı olan ceza ile cezalandırılır. Bu ceza, insanın işlediği
suçun üstünde, onun hak etmediği bir ceza olamaz; çünkü insanın duygu ve
düşüncelerini ve bunların tezahürü olan amellerini en iyi bilen Allah, zâlim
değildir ve insanı hak etmediği bir ceza ile cezalandırmaz. Ancak insanın hak
etmediği bir ceza ile cezalandırılmayacağı ifadesini, kötü amellerin cezasız
kalacağı manâsında yanlış anlamamak gerekir. Zilzâl sûresinin 7-8 inci
âyetlerinde de buyurulduğu gibi "kim zerre miktarı hayır işlerse onun
karşılığını görür-, kim zerre miktarı şer işlerse, o da onun karşılığını
görür." Binâenaleyh Allah bazı suçları bağışlamadığı takdirde, her insanın
işlediği kötülüğün karşılığını görmesi mukadderdir. Şu var ki, onun göreceği
bu karşılık, ameileriyletıak ettiğinden zerre miktarı da olsa fazla değildir.
İyi olanlara ve İyilik edenlere gelince, hiç şüphe
yoktur ki, bunların kazancı çok daha kârlıdır. Çünkü yaptıkları iyiliğin
karşılığı olan ecir ve sevabtan az da olsa eksiltilmek bir yana,
kazandıklarının kat kat fazlasına nail olurlar. Nitekim Allahu Ta'âlâ, En'âm
sûresinin 160'ıncı âyetinde
bunlardan söz ederek şöyle
buyurmuştur: "Kıyamet günü
Rabbına)
kim iyilikle gelirse, onun için iyiliğin on misli (ecir) vardır, Kim de
kötülükle gelirse, o, sadece misliyle cezalandırılır. Onlara asla haksızlık
edilmez". Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, iyilik edenlere, hak
ettiklerinin on misli fazlasıyla verilen ecir, amellerinin karşılığı, olan ecir
değil, fakat Allah'ın fazi u kereminden onlara ihsan ettiği büyük atıyyedir;
aynı zamanda mü'min kulları üzerindeki sonsuz rahmetinin de şaşmaz delilidir. [109]
41. Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de (ey
Muhammed) bunlara şâhid göster-diğimiz zaman, o kâfirlerin halleri nasıl olacaktır?
42. işte o gün, küfredenler ve Peygambere âsi olanlar, kendilerinin yerle bir olmasını
temenni ederler ve Allah'tan hiçbir söz izleyemezler.
41 Her insanın, kıyamet günü.zerre miktarı da olsa,
amellerinin karşılığını mutlaka alacağına, hiçbir hata ve hiçbir kaza olmadan
ve hiçbir haksızlığa uğratılmadan hesabının adaletli bir biçimde görüleceğine
göre, şu insanların ve özellikle Allah'ını tanımamış, emirlerine kulak asmamış,
nehiylerinden sakınmamış, Peygamberini de hiç umursamamış şu mücrimlerin hali
acaba nice olacaktır? Allah'ın huzurunda toplanıldığı, hesapların görülmeye başlandığı,
her ümmete gönderilen peygamberin ortaya çıkıp, kendilerine tâbi olmaları
gereken ümmetleri aleyhine, son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.s.)'mn da kendi
ümmetine şâhidlik ettiği gün, bu mücrimler kendilerini nasıl kurtaracaklardır?
Kur'ân-ı Kerîm, peygamberlerin kendi ümmetlerine
şehadet edeceklerini bu âyet-i kerîmeyle apaçık beyan etmiş olmasına rağmen,
insanlar bu şehadetten ne kadar gafil görünmektedirler! Buhârî [110] 'nin Abdullah İbn
Mes'ûd'tan gelen bir hadîsinde İbn Mes'ûd şu hâdiseyi anlatmıştır: Bir gün
Nebiy (s.a.s.): "Haydi bana Kur'ân oku" diye buyurdu. Ben: "Yâ
Rasûlallah! Kur'ân sana nazil olduğu halde, onu ben sana nasıl okurum?"
dedim. Rasûlullah: "Ben, Kur'ân'ı başkasından dinlemeyi severim! buyurdu.
Bunun üzerine Nisa sûresini okumaya başladım. "Her ümmetten bir şâhid
getirdiğimiz ve seni de (ey Muhammed) bunlara şâhid gösterdiğimiz zaman, o
kâfirlerin halleri nasıl olacak-ö/?"âyetine gelince "sus" dedi.
O zaman gördüm ki, gözlerinden yaş dökülüyordu".
Bu şehadet, Allah'ın bütün insanları peygamberleriyle
birlikte topladığı gün, akaidlerinin, ahlâklarının ve amellerinin,
peygamberlerinin akaid, ahlâk ve amelleriyle mukabele edilmesinden, veya
karşılaştırılmasından ibarettir. Kimin akaidi, ahlâk ve ameli tâbi olduğu
peygamberin akaidine, ahlâkına ve ameline uygun düşerse kurtuluşa erer; buna
rağmen kimin kalbi kin ve düşmanlık ateşiyle dolu ve amelleri kalbinden
aksetmiş kötülük örneklerinden ibaret ise, bu gibileri, peygamberlerin
kendilerinden tebriye ettikleri ve "onlar bizden değil" dedikleri kimselerdir.
Bunların akıbeti hüsrandır.
Her peygamber kendi ümmetine şâhidlik edeceğine göre,
son Peygamber Muhammed (s.a.s.) de kendi ümmetine şâhidlik edecek ve
diğerlerinde olduğu gibi, sîretleri Peygamberlerinin sîretine aykırı düşen
yeryüzünün felah bulmamış kabadayıları.teker teker ayıklanıp geçmiş
ümmetlerdeki benzerlerinin yanında yerlerini alacaklardır.
Hazreti Peygamberin kendi ümmetine, bu ümmetin de
diğer ümmetlere şâhidlik edeceği, Bakara sûresinin 143 üncü âyetinde de belirtilmiş
ve şöyle denilmiştir: "Nitekim insanlara şâhid olmanız, Peygamberin de
size şâhid olması için biz sizi orta (vasat) bir ümmet kıldık'. Bu âyet-i
kerîmenin tefsirinde de açıkladığımız gibi, müslümanlar, ifrat ve tefrite
düşmeyen, her şeyde mutedil olan, hak ve adaletten ayrılmayan ferdlerden
müteşekkil bir ümmet olarak tavsif edilmiş ve bu sıfatlarıyle diğer ümmetlere
şâhidlik etme mazhariyetine erişmişlerdir. Hazreti Peygamber de böyle bir
ümmete şâhid olmuştur. [111]
42 Her insanın zerre kadar da olsa, işlediği amellerin
karşılığını alacağı, hesabının hiçbir haksızlığa uğratılmadan adaletli bir
biçimde görüleceği, yaptığı işleri inkâra kalkışsa, bütün uzuvlarının kendi
aleyhine şâhidlik edip kendisini yalanlayacağı, dahası, tâbi olmakla emro-lunduğu
peygamberin de kendisi aleyhine şâhidlik edeceği o kıyamet gününde,
müşriklerin, kâfirlerin, münafık ve müraîlerin halleri nasıl olacaktır?
Kendilerini, yine kendi elleriyle hazırladıkları bu kötü akıbetten nasıl
kurtaracaklardır? Heyhat! Ne bir kurtarıcı var, ne de bir yardımcı! İşte o
zaman kendilerini acı pişmanlığın son raddesine ulaşmış bulacaklar ve
"yer yarılsaydı da içine düşseydim; üzerimi de toprak örtsey-di ve ben
yerle bir olsaydım", yahut Nebe' sûresinin son âyetinde de işaret edildiği
gibi 'keski daha dünyada iken toprak olsaydım" diye temennide
bulunacaklardır. Bu pişmanlık temennisine devam edecekler ve Allah'ın önünde,
dünyada iken yaptıklarını inkâra kalkışıp yalan söylememiş olmayı da
isteyeceklerdir. Zira En'âm sûresinin 22-24 üncü âyetlerinde onların kıyamet
günü yalan söyleyecekleri ve şirklerini inkâr edecekleri açıkça beyan edilmiş
ve denilmistir ki: "O gün onların hepsini toplayacağız; sonra da Allah'a
şirk koşanlara diyeceğiz ki: Hani iddia etmiş olduğunuz o ortaklarınız nerede?
Fakat onlar, Fiabbımız olan Allah'a yemin ederiz ki, biz şirk koşanlardan
değildik, demekten başka bir çare bulamıyacaklardır. Bak, kendilerine karşı
nasıl da yalan söylemişler ve şirk olarak uydurmuş oldukları şeyler
kendilerinden nasıl uzaklaşıp gitmiştir".
Müşriklerin Allah'ın huzurunda yalan söylemeleri ve
şirklerini inkâr etmeleri, ya ibadet ettikleri putların Allah katında
kendilerine şefaatçi olacaklarına inanmaları ve bunu şirk saymamaları, ya da
yalanlarının kendilerini azâbtan koruyacağını sanmaları sebebinden kaynaklanıyordu.
Fakat sebep ne olursa olsun onlar yalan söylüyorardı ve dünyada yaptıklarının
cezasını mutlaka çekeceklerdir. İşte onların bu yalana başvurmalarından sonra,
peygamberlerinin çıkıp da, itikadlarının kendi itikadlarına, ahlâklarının kendi
ahlâklarına ve amellerinin de kendi amellerine uygun olmadığına şâhidlik etmesi
üzerine, dünyada iken Allah ve Peygamber tanımayan o mücrimler, pişmanlık
içinde dövünecekler ve "keski toprak beni örtseydi de yerle bir olsaydım
ve keski yerle bir olsaydım da çirkin amellerimi Allah'tan gizlemek için yalan
söylemeseydim" diyeceklerdir. Fakat faydası ne?
Rabbımız! Bizi sevgili Peygamberimiz Muhammed
(s.a.s.)'in yolundan ayırma ve bizi huzurunda çaresiz kalıp kötü amellerini
inkâr eden kullarından eyleme! Âmin. [112]
43. Ey îman edenler! Ne söylediğinizi bilmeyecek
kadar sarhoş iken ve -yolcu olmanız dışında- cünüb iken gusletmedikçe namaza
yaklaşmayın. Hasta yahut yolcu
olduğunuz,
yahut biriniz abdest bozmaktan geldiği, yahutta kadınlarla münâsebette
bulunduğunuz ve su da bulamadığınız takdirde, temiz bir toprağa teyemmüm edin;
sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi mesnedin. Şüphe yoktur ki Allah, çok
affedici, çok bağışlayıcıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif sûrelerinde ibadetin sık
sık emredildiği, özellikle namaz üzerinde durularak onun insanlara olan
faydasından bahsedildiği bilinen hususlardandır. Filhakika namaz, dînin bütün
emir ve nehiylerini yerine getirmede insanın en büyük yardımcısıdır. Çünkü yine
bilinen bir gerçektir ki, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'deki emir ve nehiyle-rine
uymak ve Hazreti Peygamberin yolunda gitmek hususunda namaz kılan müslümanlar,
namaz kılmayanlardan daha titiz ve daha dikkatlidirler. Bu sebepledir ki
Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin 153'üncü âyetinde "ey îman edenler!
Sabrederek ve namaz kılarak Allah'tan yardım dileyin" buyurmuştur. Ankebût
sûresinin 45 inci âyetinde, namazın faydasına işaret edilerek "namaz kıl;
muhakkak ki namaz, fuhuştan ve kötülükten alıkor*1 denilmiş, Meâric sûresinin
19-22 nci âyetlerinde de, sadece namaz kılanların birtakım kötü huylardan uzak
kalabilecekleri belirtilerek şöyle buyurulmuştur: "Muhakkak ki insan çok
harîs yaratılmıştır. Başına bir kötülük gelince feryad eder. İyilik dokunduğu
zaman da cimrilik edip onu başkalarından kıskanır. Yalnız namaz kılanlar ve namazlarına
devam edenler böyle değildir."
Namazın Kurıân-ı Kerîmde sık sık emredilmesi, nasıl
olursa oisun onun belirli vakitlerde ve belirli rikâtlarla ifa edilmesi
manâsında değildir. Çünkü müslümanlar sadece namaz kılmakla değil, fakat
namazı ikame etmekle emrolunmuşlardır. Namazın ikamesi ise, âdâb ve erkânına
riayet ederek onu en mükemmel şekilde kılmak demektir ki, Allahu Ta'âlânın
onunla murad ettiği manâ hâsıl olsun ve insanlar için ondan beklenen fayda
tahakkuk etsin. Bu da ancak ubudiyyetini idrak etmiş olan bir kulun kendisinden
başka ilâh olmadığına inandığı Allahu Ta'âlânın huzurunda huşu içinde boyun
eğmesiyle mümkün olur.
İşte Allahu Ta'âlâ, daha öncekf âyetlerinde, kendisine
ibadet edilmesini ve hiçbir şeyin O'na hiçbir surette şirk koşulmamasını
emrettikten ve anaya babaya, akrabaya, yetimlere ve diğerlerine iyilik
edilmesi tavsiyesinde bulunduktan sonra, gerek bu emir ve nehiylerin ve gerekse
dînin diğer gereklerinin en iyi bir şekilde yerine getirilmesi için, mü'minlere
namazı yeniden hatırlatmış ve onun da gerçek manâda
ikame edilebilmesi İçin mü'minlerin maddî ve manevî
pisliklerden uzak.tam bir huşu içinde bulunmalarını sağlamak maksadıyle şöyle
buyurmuştur: [113]
43. Ey îman edenler! Ne söylediğinizi bÜmeyecek kadar
sarhoş iken ve yolcu olmana dışında, cünüb iken gusletmedikçe namaza yaklaşmayın.
Hasta yahut yolcu olduğunuz, yahut biriniz abdest bozmaktan geldiği, yahutta
kadınlarla münâsebette bulunduğunuz ve su da bulamadığınız takdirde, temiz bir
toprağa teyemmüm edin; sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Şüphe
yoktur fa Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır.
43 Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeyle, bütün
müslümanlara hitap etmiş ve onları, önce sarhoş iken namaza yaklaşmaktan, sonra
da cünüb iken namaz kılmaktan menetmiştir. Buna göre âyet-i kerîmenin ana
konusunun namaz olduğu ve bu konunun sarhoşluk ve cünüblük olmak üzere İki
yönden üzerinde durulduğu anlaşılmaktadır.
Müslümanlar, önce, ne söylediklerini bilmeyecek kadar
sarhoş iken namaza yaklaşmaktan menolunmuşlardır. Çünkü bu halde iken insanın,
Allah'a duâ ve münacatında ve O'nu zikrinde huşu ve hudû içinde bulunması ve
dolayısıyle yukarıda açıkladığımız şekilde namazı ikame etmesi mümkün değildir.
Ancak burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, sarhoş iken namaza yaklaşmanın
menedilmesi, sarhoş edici içkinin haram kılınmasından öncedir. Bu âyet, sarhoş
iken namaza yaklaşılmasını menetmiş olmakla beraber içkiyi tamamen haram
kılmamış, ancak içki içilmesini de son derece tahdit etmiştir. Çünkü sarhoş
iken namaz vaktinin girmesinden korkan müslümanlar, bütün gün boyunca içmekten
çekiniyorlardı. Bu sebeple içmek İçin en uygun zaman yatsıdan sonraki sabaha
kadar geçen süre idi; fakat bu süre de uykuya aitti.
Âyet-i kerîmenin nuzûl sebebiyle İlgili olarak Ebû
Dâvûd[114] ve Tirmizî (St/nen,V.238) Alî İbn Ebî
Tâlib'ten şu haberi naklet-mişlerdir: "Abdurrahman İbn Avf bizim için
yemek hazırlamış; bizi yemeğe davet etti ve bize hamr içirdi. İçki tesirini
göstermeye başlamıştı ki namaz vakti geldi. Beni öne geçirdiler. Namazda Kul yâ
eyyuha:l-kâ~ firûn sûresini yanlış okudum. Bunun üzerine bu âyet nazil
oldu".
Âyet-i kerîmenin nüzulü, sarhoş edici içkinin haram
kılınmasına doğru atılmış ikinci adımı teşkil eder. İlk adım, Bakara sûresinin
"sana içkiyi ve kuman soruyorlar. De ki: İkisinde de insanlar için hem
büyük günâh, hem de faydalar vardır; fakat günâhları faydalarından daha büyüktür" mealindeki 219 uncu
âyetiyie atılmıştr. Üçüncü ve son adım ise, Mâide sûresinin içkiyi pislik
olarak tavsif eden ve müslamanlara ondan kesinlikle sakınmayı emreden 90 inci
âyetiyie atılmış ve böylece insanları felâkete sürükleyen bu pislik kesin
olarak haram kılınmıştır. Bu sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerîmin pislik olarak
tavsif ettiği ve müslümanla-ra kesinlikle haram kıldığı bir şey hakkında,
"az içilir ve sarhoş olunmazsa zarar vermez ve haram sayılmaz" gibi
keyfî mütalâalar, Allah'ın haram kıldığını helâl kılmak manâsına gelir ve
Allah'a şirk koşmak demektir. Eğer Allah bir şeyi pislik olarak tavsif etmiş ve
onu haram kılmışsa, artık onun çoğu da azı da pisliktir ve az olmakla bu
pislik, ne pislik olmaktan ve ne de haram olmaktan çıkar.
Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede, müslümanları ne
söylediğini bilmeyecek kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayı menettikten sonra, gusletmedikçe
cünüb olarak namaz kılmayı da menetmiştir. Ancak burada "yolcu olmanız
dışında" ibaresiyle belirtilen bir istisna hali vardır ki, mescidden
geçmedikçe gusletme imkânı bulamıyanlar için, cünüb iken mescidden geçişe izin
verilmiş, fakat namaz için gusül şart kılınmıştır. Tarihten bilinen bir
gerçektir ki, pekçok fakir sahabî, evleri barkları olmadığı için Mescid-i
Nebevîde ikamet ediyor, bazı sahabîlerin evleri de Mescid'e bitişik bulunuyor
ve bu evlerin duvarlarından Mesdd'e açılan bir kapıdan veya menfezden girip
çıkıyorlardı; dolayısıyle yolları da Mescid'den geçiyordu. Âyet-i kerîme, cünüb
olanlara evlerinden çıkışta Mescid'ten geçmelerine izin vermiş, fakat cünüb
olarak Mescid'de oyalanmaya, yahut oturmaya, namazın mukaddematından sayıldığı
için gusletmedikçe cevaz vermemiştir.
Gusül, cenabetten arınmak maksadıyle bütün vücudu
yıkamak demektir. Aslı nazafet ve taharet olan guslün sağlık yönünden büyük
faydası olduğu hiçbir surette inkâr edilemez. Guslü gerektiren halin vukuu ile
meydana gelen asabî gerginlik ve heyecanın vücuda yaptığı tesir ile bunun sebep
olduğu zayıflık ve gevşeklik ancak su ile giderilebilir.
Bazı mülâhazalarla gusle itiraz eden ve meselâ
"ben akşam tertemiz yıkandım. O akşamın sabahı da gusletmemi gerektiren
bir hal üzere uyandım. Akşam yıkandığım için sabahleyin tekrar yıkanmama gerek
yoktur" diyen bir kimseye, "eğer guslün hikmeti sadece temizlenmek olsaydı,
akıl yolu ile meselenin çözümü, sadece tenasül uzvunun yıkanmasına bağlı
kalırdı. Oysa Allah, sadece tenasül uzvunun değil bütün vücudun yıkanmasını
emretmiştir. Binâenaleyh her dînî emir ve nehyin hikmetini akılla bulmak mümkün
değildir" demek gerekir. Nitekim bazı mazeretler sebebiyle su ile
yıkanmanın mümkün olmadığı hallerde teyemmüme ruhsat verilmesi ve teyemmümün
emredilmesi, gusüldeki şerl hikmetin sadece su İle temizlenmek olmadığına
delâlet eder; zira teyemmüm ile maddî
temizliğin gerçekleşmiş olduğunu
ileri sürmek
elbette mümkün değildir. Teyemmüm ile ilgili olarak Allahu Ta'âlâ şöyle
buyurmuştur: "Hasta, yahut yolcu olduğunuz, yahut abdest bozmaktan
geldiğiniz, yahutta kadınlarla münâsebette bulunduğunuz ve su da bulamadığınız
takdirde temiz bir toprağa teyemmüm edin; sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi
meshedin".
Âyet-i kerîmenin bu ibarelerinden şu husus açıkça
anlaşılmaktadır ki.cenabet dolayısıyle gusletmek, yahut namaz kılmak için
abdest almak gerektiği zaman, insan, su kullanması kendisine zarar verecek
şekilde hasta, yahut güçlüğünü hissedeceği bir yolculukta olursa, yahut
gusledecek veya abdest alacak su bulamazsa, teyemmüm eder. Yani üzerinde pislik
bulunmayan temiz bir toprak araştırır ve orada abdesti temsilen yüzünü ve
ellerini mesheder.
Buhârî [115]ve Müslim [116]tarafından nakledilen
bir hadîsten öğrenildiğine göre, teyemmüm âyeti, Hazreti Peygamberin
Benu'l-Mustahk, veya Mureysî seferinde nazil olmuştur.Hazreti Âişe bu hadîsi
şöyle anlatmıştır: Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bazı seferlere çıkmıştık.
Beydâ, yahut Zâtu'l-Ceyş'e vardığımızda gerdanlığım koptu. Onun bulunması için
Rasûlullah (s.a.s.) ve onunla beraber olanlar durdular; orada su da yoktu.
Halk Ebû Bekr'e giderek: "Şu Âişe'nin yaptığını gördün mü ya? Rasûlullah'ı
ve halkı su bulunmayan bir yerde durdurdu. Yanlarında da hiç su yok"
diyerek şikâyet ettiler. Rasûlullah (s.a.s.) başını dizime koyup uyuduğu bir
sırada Ebû Bekr yanıma geldi ve : "Rasûlullah (s.a.s.)'ı ve halkı su
bulunmayan bir yerde ve yanlarında da su yokken yollarından alıkoydun"
diyerek beni azarladı ve eliyle de böğrüme vurmaya başladı. Rasûlullah (s.a.s.)'ın
başının dizimde olması hareket etmemi de önlüyordu. Sabah olunca Rasûlullah
(s.a.s.) uyandı. İşte o zaman Allahu Ta'âlâ teyemmüm âyetini İndirdi. Herkes
de teyemmüm etti. Useyd İbn Hudayr, bu hâdise üzerine şöyle demişti: "Ey
Ebû Bekr ailesi! Bu, sizin ilk bereketiniz değildir". Gideceğimiz zaman
üzerine bindiğim deveyi kaldırdık; gerdanlığı altında bulduk.
Teyemmüm, İslâm dîninin Allah'a ibadeti farz kılarken
insanları hiçbir zaman zora koşmadığını, onlar için daima kolay olanı ve
faydası bulunanı seçtiğini gösteren en güzel örneklerden biridir. İbadet,
insanın Rabbını daima hatırında tutmasını ve O'na kulluğunu düşünce ve
dav-ranışlarıyle isbat etmesini sağlayan bir yaşayış biçimidir. Allah, işte bu
yaşayış biçiminde insandan hiçbir zaman nefsine eziyet etmesini istememiş,
ancak bu ibadetten vazgeçmesine asla müsamaha göserme-miş olmasına rağmen onu
kolaylaştıracak yolları göstermeyi de hiç ihmal etmemiştir. İşte bu sebepledir
ki âyet-i kerîmenin sonunda "şüphe yoktur ki Allah çok affedici, çok
bağışlayıcıdır11 buyurmuştur, Bu
ibaredeki
"af kelimesi, A'raf sûresinin 199 uncu âyetindeki huzi'l-afve ibaresinde
gördüğümüz gibi, kolaylık manâsına gelir. Buna göre ibarenin manâsı,
"Allah, çok kolaylaştırıcı ve-sarhoşken bilmiyerek âyeti yanlış okumanız
da dâhil- çok bağışlayıcıdır" demek olur.
[117]
44. Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanları
görmüyor musun? Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de doğru yoldan sapmanızı
istiyorlar.
45. Allah, skin düşmanlarınızı çok daha iyi bilir.
Allah, gerçek b'ir dost olarak yeter; ve Allah, gerçek bir yardımcı olarak
kâfidir.
46. Yahudi
olanlar, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştiriyorlar
ve dillerini eğip bükerek, dîne de saldırarak, "işittik, isyan ettik;
işitişitemez olasf ve "râmâ" diyorlar. Halbuki onlar, "işittik ve itaat ettik; dinle ve
bize de bak" deselerdi, bu, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru
olurdu. Fakat Allah, küfürleri dolayısıyle onları lânetlemiştir. Bu sebeple
onlar çok az inanırlar.
47. Ey kendilerine kitap verilmiş olanlar! Bir takım
yüzleri belli belirsiz edip arkalarına döndürmeden, yahut "sebt"
halfana lanet ettiğimiz gibi onları lânetlemezden önce, nezdinizde bulunan
(Tevrat) 'ı tasdik etmek için indirdiğimiz (Kur'ân)'e îman edin. Allah'ın emri
mutlaka yerine gelecektir.
Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde pek çok ahkâm
zikrettikten ve bu ahkâm ile amel edenlere bol sevab va'dedip onları
terkedenleri şiddetli azâb ile tehdit ettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde,
Allah'ın ahkâmını terkedip kitaplarını tahrif eden, doğru yolu bırakıp dalâlete
yönelen milletlerden örnekler vermiş ve bununla, sûrenin başından beri
zikrolunan ahkâma muhatap olanları uyararak, Allah'ın daha önce gelip geçmiş
bazı kavimleri gözetip koruduğu gibi, onların da gözetip koruyucusu olduğuna
dikkatlerini çekmiştir. Filhakika geçmiş kavimlerden öyleleri vardır ki,
bunlar, Allah'ın peygamberleri vasıtasıyle kendilerine tebliğ edilen emir ve
nehiylere sırt çevirmişler, Allah da onları, amellerinin karşılığı olarak
dünyada rezil ve rüsvay etmiş, âhırette de lâyık oldukları akıbete uğratmak
üzere yakalarına yapışmıştır. Onları Allah'ın azabından kim kurtarabilir?
Geçmiş kavimlerin iyi veya kötü akıbetlerini kıssalar
halinde anlatmak ve onları yaşayan milletlerin ibret nazarlarına sermek, Kur'ân-ı
Kerîmin en önemli özelliklerinden biridir. Tâ ki Allah'a ve âhıret gününe
gerçek manâda inanmış olan mü'minler, geçmiş kavimlerle ilgili Allah'ın va'd ve
vaadini işittikten sonra, onların kötü akıbetlerine düşmemek için bundan
gereken dersi alsınlar ve Allah'ın ahkâmına daha büyük bir titizlikle
sarılsınlar. Zaten Kur'ân-ı Kerîmde geçmiş kavimlerin kıssalarına bol miktarda
yer verilmesinin ve sık sık tekrarlanmasının başlıca sebebi de budur: Yaşayan
milletleri uyarmak ve onlara ders vermek.
Ancak şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, Allah'ın
Peygamberi vasıtasıyle tebliğ edilen ahkâmına, nefsin ıslahını sağlayacak bir
biçimde uymak ve onların özüne inebilmek lâzımdır. Ahkâmın sadece zahiriyle
yetinmek ve onların ruha nüfuz etmesine imkân vermeden
sadece şekliyle ilgilenmek, nefsin ıslahına hiçbir
surette yardım etmez ve bununla da din kaim olmaz. İşte Allahu Ta'âlâ, şekle
dayanan gusül ve teyemmüm gibi amellerin, kalbler temizlenmedikçe insanlara
hiçbir fayda sağlamıyacağını ve hallerinin kendilerinden önceki milletlerin hallerinden
farklı olmıyacağını göstermek için, kendilerine kitap verilen bu milletlerden
söz ederek şöyle buyurmuştur: [118]
44. Kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olanları
görmüyor musun? Sapıklığı satın alıyor-iarve sizin de doğruyoldan sapmanızı
istiyorlar.
45.Allah, sizin düşmanlarınızı çok daha iyi bilir.
Allah, gerçek bir dost olarak yeter; ve Allah, gerçek bir yardımcı olarak
kâfidir.
44 Altahu Ta'âlâ, Hazreti Peygambere ve dolayısıyle
bütün müslü-manlara hitap ederek dikkatlerini çekmiş ve civarlarında yaşayan
kitap ehlinden özellikle yahudîleri işaret ederek buyurmuştur ki;
Ey Muhammedi Kendilerine peygamberlerim vasitasıyle
kitap indirdiğim veböyleceilâhîkitaptan kendilerini nasîbdâreylediğim
şuyahu-dîlere hiç ibret nazariyle bakmıyor musun ve geçmişlerini hiç incelemiyor
musun? Kendilerine indirdiğim bu kitap, onlar için mahzâ hidayet olduğu halde,
onu tebdil ve tağyir edip hidayetini nasıl engellediler? Onlar kendileri için
hidayet yerine dalâleti seçtiler ve en büyük kötülüğü işlediler. Fakat şimdi,
işledikleri bu büyük kötülükler serisine birini daha eklemek istiyorlar:
Kendileri dalâleti tercih edip ona yöneldikleri gibi, ey mü'minler, sizin de
hidayet'ten ayrılıp dalâlete düşmenizi istiyorlar! Bunun için de her türlü
hileye başvuruyorlar. Ellerinden gelse sizi dîninizden tamamiyle ayırıp kendi
sapık yollarına sevkedecekler.
Filhakikayahudîler, Allah'ın kendilerine Mûsâ (a.s.)
vasitasıyle kitap İndirdiği bir kavim idi. Fakat bu kavim, kitapları olan
Tevrat'ı müslüman-ların Kur'ân'ı hıfzettikleri gibi hıfzetmemiş, yazdıkları
gibi yazmamışlardır. Bu sebeple kitabın önemli bir kısmı zayi olup gitmiştir.
Geri kalanını da yahudî hahamlar, maddî menfeat ve çıkar sağlamak için tağyir
etmişler ve Allah'ın kendilerine haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da
haram saymışlar, böylece ilâhî kitaptan geride hiçbir şey bırakmamışlardır.
Buna rağmen ellerinde yine de dînî mahiyette bazı ahkâm ve ibadet şekilleri yok
değildir, ve bunlara sıkı sıkıya sarılmış görünürler; ancak bunlar, hahamların
ve yahudî din âlimlerinin Tevrat'a soktukları yabancı unsurlardır ve Tevrat'la veya Mûsâ (a.s.)'nın
asıl sözleriyle hiçbir ilgisi yoktur.
Allahu Ta'âlâ, yahudîlerin bu acaib hallerine ve
müslümanlar aleyhine giriştikleri idlâl hareketlerine müslümanların dikkatini
çekmiş, sonra da şöyle buyurmuştur: [119]
45 Allah, sîzin düşmanlarınızı şüphesiz sizden daha
iyi bilir. Onlar sizin yüzünüze gülüp çeşitli hile ve desiselerle sizi îmandan
ve Kur'ân-dan ayırmaya ve dalâlete düşürmeye çalışırlarken, siz onları kendinizden
zannedip onlara yakınlık gösteriyorsunuz. Münafıklar hakkındaki düşünce ve
tavırlarınız da böyle değil mi idi? Oysa onlar, sizin düşman-larınızdır ve sizi
Allah'ın hak yolundan ayırıp kendi batıl yollarına sevket-mek istemektedirler.
Bu itibarla sizin için onlarda hiçbir hayır yoktur.
Sizin için hayırlı olan şeye irşad ve düşmanlarınıza
karşı yardım etmek hususunda Allah size yeter. Allah yardım ettikten sonra da
hüsrana uğrayacak olanlar yalnız düşmanlarınızda.
Burada şunu unutmamak gerekir ki, Allah'ın mü'minlere
yardımı, mü'minlerin, bu yardımın gerçekleşmesini sağlayacak olan esbaba tevessül
etmeleriyle mümkündür. Düşmana karşı durabilecek maddî ve manevî silâhlarla
mücehhez bir kuvvet hazırlamadan ve düşmanın karşısına dikilmeden Allah'ın
yardımını beklemek beyhudedir. İslâm'ın daha başlangıcında müslümanlar maddî
güce yeterince sahip olmasalar bile, birlik ve beraberlik içinde bulunmaları
ve bu birliği manevî güçle takviye etmeleri sayesinde, İslâm'a ve müslümanlara
müşriklerden daha büyük bir tehlike teşkil eden yahudîleri ve münafıkları
tesirsiz hale getirebilmişler ve kısa bir süre sonra da Arap Yarımadasını
bunlardan temizlemişlerdir. Bu, elbette Allah'ın yardımıyle gerçekleşmiştir;
ondan önce de Allah'a tam îman ve güvenle... Fakat bugün, müslümanlardaki o
birlik ve beraberlik bozulmuş, güç ve kuvvet yok olmuş; biraz var olsa bile,
düşmana karşı değil, fakat biribirlerine karşı ve biribirlerini öldürmek için
sarfedilip kullanılmakta... Allah'a olan îman ve güven zayıflamış... Ve
müslümanlar, işte bu halde iken, kıyamete kadar Allah'ın lanetine uğramış olan
bir kavim, müslümanların zayıflığından istifâde ederek onların yerlerini ve
yurtlarını gasbetmiş, dünyanın gözü önünde onları vuruyor, kırıyor ve
öldürüyor. Bunun bir gün elbette sonu gelecek ve bu lanetlenmiş kavim, eski
Mısır'daki zillet hayatına yeniden dönecektir. Bunun için müslümanların birlik
ve beraberlikten, sonra tam bir îman ve güvenle Allah'a dayanmaktan başka
hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü Allah, daima mü'minlerie beraber olmuş ve
daima onlara yardim etmiştir. Yahudiler ise, daima 0'nu.n lanetine
uğramışlardır. Çünkü: [120]
46. Yahudî olanlar, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri,
yerlerinden kaldırıp değiştiriyorlar ve dillerini eğip bükerek, dîne de
saldırarak ''işittik, isyan ettik; işit isitemez olası" ve
"râmâ" diyorlar. Halbuki onlar, "işittik ve itaat ettik; dinle
ve bize de bak" deselerdi^ bu kendileri için daha hayırlı ve daha doğru
olurdu. Fakat Allah, küfürleri dolayısıyle onları lânetlemiş-tir. Bu sebeple
onlar çok az inanırlar.
46 Âyet-i kerîme, yukarıdaki "kendilerine
kitaptan bir nasfb verilmiş olanları görmüyor musunTâye\\y\e> onu takip eden
ve bir cümlei muterize olarak yer alan "Allah, sizin düşmanlarınızı çok
iyi bilir" âyetini beyan için gelmiştir. İşte, kendilerine kitaptan bir
nasîb verildiği halde, sapıklığı bir takım maddî çıkarlar uğruna tercih eden,
müslümanları da hak yoldan uzaklaştırıp dalâlete sevketmek isteyen ve
dolayısıyje müs-iümaniarın sadece düşmanı olan bu kimseler yahudîlerdir. İşte
bu yahudîler, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu kitaptaki sözleri tahrif
etmişler ve onlara, Allah'ın murad ettiği manâ dışında kendi hevâ ve heveslerine
uygun, maddî çıkar sağlayıcı manâlar vermişlerdir. Kitabı tahrifleri, ya kelimelerin
yerlerini değiştirmek, veya onları kitaptan tama-miyle çıkarıp atmak, yahutta
onları uzak bir manâ ile tevil ederek asıl manâlarından uzaklaştırmak suretiyle
gerçekleşiyordu. Tevrat ve İncil üzerinde ilmî araştırma yapanlar, hem bu
tahrifleri, hem de kitaplara sonradan ilâve edilen metinleri açık açık ortaya
koymuşlardır. Bu sebepledir ki , bu gün ne yahudîlerin elinde Musa'ya verilen
gerçek Tevrat, ne de hıristiyanların elinde îsâ'ya indirilen hakiki İnci!
vardır. Her ikisi de tahrif edilmiş, veya başka metinlerle değiştirilmiş
kitaplardır.
İşte, kitaplarını tahrif etmiş ve böylece Muhammed'in
son peygamber olarak gönderileceğini müjdeleyen haberleri de kitaplarından çıkarıp
atmış olan yahudîler, bu Peygamberin gelişinden sonra ona İnanmak yerine cephe
almışlar, bir zamanlar kendi peygamberlerine yaptıkları gibi onu öldürüp
ortadan kaldırmanın yollarını aramışlardır. Hazreti Peygambere karşı gelirken,
aslında onu Peygamber olarak göndermiş olan Allah'a karşı geldiklerini
anlamıyacak kadar gözlerini kin ve düşmanlık bürümüş olan bu kâfirler, fırsat
buldukça Hazreti Peygambere hakaret etmekten geri kalmıyorlar ve
"sözlerini işittik; fakat
sana
itaat etmiyoruz"mariâsında "işittik ve isyan ettik" diyorlar,
sonra da hakaret olsun diye "sen de işit, ey isitemez olası", yahut
"işit, ey sözü dinlenmeyesi" manâsına gelen edebsizlik alâmeti sözler
söylüyorlardı. Ayrıca dillerini eğip bükerek ve dîne de saldırarak, ona
"sözü dinlen-miyecek adam, ahmak" yahut "çobanımız"
manâsına da gelebilecek râınâ kelimesiyle hitap ediyorlardı. Oysa bu kelimeyi
müslümanlar, "bizi dinle", "bizi gözet" manâsında
kullanıyorlar ve râınâ yâ Rasûlallah diyorlardı. Bu hitapta hiçbir kasıt ve
hiçbir kötülük yoktu. Kelime, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi,
"gözetmek" manâsında murâât'tan geliyordu. Yahudîler ise,
müslümanların bu kelimeyi kullandıklarını görünce, onlar da sözde aynı kelimeyi
kullanmaya başlamışlar, fakat hakaret olsun diye onu kullanırken dillerini eğip
bükmüşler ve kelimenin aslı ruûnet imiş gibi, "sözü dinlenmiyecek
adam" manâsında râınâ diye hitap etmişlerdir. İşte yahudîler kelimeyi bu
manâda kullanmaya başladıktan sonradır ki, Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin 104
üncü âyetiyle müslümanları da bu kelimeyi kullanmaktan menetmiş ve şöyle
buyurmuştur : "Ey îman edenler! (Peygambere) râınâ demeyin. Unzurnâ deyin
ve (onu) dinleyin. . Kâfirler için elîm bir azâb vardır.
Halbuki yahudîlerin böyle mi yapmaları gerekirdi?
Kendileri ehl-i kitaptan idiler. Yukarıda da açıklandığı gibi, Allah onlara da
kitaptan bir nasîb vermişti. Asırlar boyu birbirini takip eden peygamberler
onlardan, onların kendi içlerinden gönderilmişti. Dolayısıyle peygamberin ve kitabın
ne demek olduğunu ve onlara nasıl davranılmak gerektiğini elbette
biliyorlardı. Binâenaleyh kitaplarının müjdelediği ve geleceğini haber verdiği
son Peygamber gelmişti. Ona hakaret etmek yerine "işittik ve itaat ettik;
dinle ve bize de bak" diyebilirlerdi. Eğer böyle demiş olsalardı, elbette
kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olan bir yolu seçmiş olurlardı. Fakat
onlar bu yolu seçmediler. Hazreti Peygambere hakaret etmeyi ve küfrü yeğ
tuttular. Allah da onları bu küfürleri dolayısıyle lanetledi. Artık onların
doğru yolu bulmaları ve îman etmeleri ne kadar zordur. Halbuki onlar kendi
kitaplarına ve peygamberlerine tam ve kâmil bir îmanla îman etmiş olsalardı, bu
îman, onları kendi kitaplarını ve peygamberlerini teyid için gelen asıl kitaba
ve onu getiren son Peygambere de îman etmelerini sağlardı. Fakat onların îmanı
tam bir îman değildir ve çok az inanırlar.
Âyet-i kerîmenin son ibaresindeki istisnayı bazı
müfessirler yu'minûne fiilindeki zamire atfederek ibareye "onlardan ancak
çok azı îman eder" manâsı vermişlerdir ki, bu manâ da yanlış değildir.
Nitekim yahudîlerin büyük çoğunluğu îman etmemiş, ancak içlerinden çok azı
İslâm'a girmiştir. [121]
47. Ey kendilerine kitap verilmiş olanlar! Bir tam
yüzleri belli belirsiz edip arkalarına döndürmeden, yahut "sebf halfana
lanet ettiğimiz gibi, onları lânetlemezden önce, nez-dinizde bulunan (Tevrat)
'ı tasdik etmek için indirdiğimiz (Kur'ân)'e îman edin. Allah'ın emri mutlaka
yerine gelecektir.
47 Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde
"kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olanlar" sözüyle zikrettiği,
bir evvelki-âyetinde ise, kimliklerini açıkladığı kitap ehline bu âyetinde
hitap etmiş ve onları gerçek manâdaki îmana davet ederek şöyle buyurmuştur:
Ey ehl-i kitap! Ey kendilerine ilâhî kitap verilmiş
olan yahudîler! Elinizdeki Tevrat'ta bulunan ve tevhîdin esası, şirkin terki,
nübüvvet ve ri-saletin isbatı, büyük küçük bütün kötülüklerden ve günâhlardan
sakınılması, kısacası, gerçek ilâhî dînin bütün îman esaslarıyle ilgili olan
her hususu teyid ve tasdik etmek üzere gönderilen Kur'ân'a îman ediniz. Şunu
hatırınızdan asla çıkarmayınız ki, Allah'ın peygamberleri vasıta-sıyle
gönderdiği kitaplar arasında hiçbir ihtilâf yoktur. Hiçbiri bir diğerine
muhalif değildir. Her kitap, kendinden önce gönderilen kitapları teyid ve
tasdik için gönderilmiştir. Bu kitaplar arasında nasıl ihtilâf olsun ki,
hepsinin de menşei bir ve aynıdır. Hepsini de, insanlar arasındaki nizam ve
intizamı ve bütün insanların tek bir ilâha ibadetini sağlamak için Allah
indirmiştir. Nitekim Enbiyâ sûresinin 25 inci âyetinde şöyle buyurmuştur:
"(Ey Muhammedi) Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, benden
başka ilâh yoktur; bana ibadet edin, diye vahyet-miş olmayalım". Bu âyet,
bütün peygamberlerin kavimlerine yalnız tevhîd esasına dayalı bir din teblîğ
etmiş olduklarını göstermekle beraber, bütün kavimler bu esasa bağlı
kalmamışlar, bir taraftan kendilerine gönderilen kitapları tahrif ederken, bir
taraftan da hahamlarını, râhiblerini, Meryem oğlu îsâ'yı ve Meryem'i
kendilerine Rab edinmişler, onların haram kıldıklarını haram saymışlar ve
böylece Allah'a şirk koşmuşlardır. Oysa hepsi de tek bir ilâha ibadet etmekle
emrolunmuşlardı.
Ey yahudîler! Eğer Tevrat'a gerçekten îman
ediyorsanız, onu tasdik için gönderilen Kur'ân'a îman ediniz. Hem de yüzlerin
belli belirsiz hale getirilip arkalarına döndürülmek, yahut sebt ashabının
lanetlendiği gibi lanetlenmek suretiyle lâyık olduğunuz cezaya çarptırılmadan
önce îman ediniz. Eğer îman etmez, veya faydası olmayacak bir vakte tehir
ederseniz, bilesiniz ki, Allah'ın irade ettiği her şey ânında mutlaka
gerçekleşir. YâSîn sûresinin 82 nci âyetinde de
buyurulduğu gibi, Allah "bir şeyin olmasını istediği zaman, O'nun işi, ona
ol demekten ibarettir; o da hemen olur*.
Âyet-i kerîmedeki ubir takım yüzleri belli belirsiz
edip arkalarına döndürmeden..." ibaresi, müfessirler arasında değişik
şekillerde tefsîr edilmiştir. Bazılarına göre bu ibarenin manâsı, yüzlerde
bulunan göz, ağız ve burun gibi uzuvların silinip dümdüz edilmesi ve böylece
kafa arkaları gibi olmasıdır.
Bazılarına göre, bir daha hiç ıslah olmayacak şekilde
dalâletlerine geri döndürülmeleri ve ebediyyen dalâlet içinde kalmaları;
bazılarına göre de, yahudîlerin müslümanlara karşı giriştikleri iğrenç
oyunlarda mağlûb ve perişan olarak geri döndürülmeleridir.
Âyet-i kerîmede zikredilen "sebt ashabı"
ise, Bakara sûresinin 65 inci âyetinde kendilerinden söz edilen yahudîlerdir.
Bunlar, Cumartesi gününün hürmetini ihlâl ederek haddi aştıkları için zelil
edici en büyük azaba uğratılmışlardı. Bu âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ şöyle
buyurmuştur: "Cumartesi günü içinizden haddi aşanların durumunu şüphesiz
bilirsiniz. Hani onlara horlanan maymunlar olunuz demiştik".[122]
48. Allah, kendisine şirk koşulmasını asla affetmez;
bunun dışındaki (günah) leri ise, dilediği kimseler için bağışlar. Her kim
Allah'a şirkkoşarsa, çok büyük bir gjinâh irtikâb etmiş olur
49. Kendi
kendilerini temize çıkaran kimseleri görmüyor musun? Oysa yalnız Allah
dilediklerini temize çıkarır. Onlar, bir ip kırıntısı kadar bile haksızlığa
uğramazlar.
Bak,
(kendilerini temize çıkaranlar), Allah adına nasıl yalan uyduruyorlar? Bu, apaçık
bir günâh olarak onlara yeter.
Allahu Ta'âlâ, kendilerine kitap verilmiş olan
yahudîleri, kitaplarındaki kelimelerin bir kısmını değiştirerek, bir kısmını
kitaptan kamilen çıkararak, bir kısmına da değişik manâlar vererek yaptıkları
tahrifata ve dillerini bozup "râınâ" diyerek Hazreti Peygambere karşı
yeltendikleri hakarete işaretle, onları bu yüzden lanetledikten ye yüzler
silinip yok edilmeden ve "sebt ashabı"nın lanetlendiği gibi. Allah'ın
lanetine uğramadan önce, ellerinde bulunan Tevrat'ı tasdik için gönderilen
Kur'ân'a inanmaya onları davet ettikten, ayrıca, işledikleri bu cürmün küfür
olduğunu ve kâfirlerin bu küfürlerinden dolayı mutlaka cezalandırılacaklarını
belirttikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, şirk ve küfür ile şâir günâhlar
arasında bir ayırım yapmış ve şirki hiçbir surette affet-miyeceğini, diğer
günâhları ise, dilediği kimseler için bağışlayacağını beyan buyurmuştur. Konu
şirk, küfür ve günâh olunca, Allahu Ta'âlâ müteakip âyetlerinde, yine
yahudîleri kasdederek, küfürlerine rağmen kendilerini nasri günâhtan tezkiye
ettiklerine müslümanların dikkatini çekmiş ve bunun büyük bir yalan olduğunu,
böyle bir yalanın ise, onlara apaçık bir günâh olarak yettiğini belirtmiştir.
Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [123]
48. Allah, kendisine şirk koşulmasını asla affetmez;
bunun dışındaki (günâh) leri ise, dilediği kimseler için bağışlar. Her fdm
Allah'a sirk koşarsa, çok büyük bir günâh irtikâb etmiş olur.
48 Şirk, kısaca ifade etmek gerekirse, Allah'a
ulûhiyetinde ve rubu-biyetinde ortaklar ihdas etmek ve işlerin oluşunda bu
ortakların rolüne ve tesirine inanmaktır. Şirkin bu basit tarifi gözönünde
bulundurulursa, onun, halk arasında yaygın olan ve Allah'tan başka bir şeye
ibadet etmekten ibaret sanılan manâdan çok daha geniş bir manâya sahip olduğu
anlaşılır. Filhakika Allahu "Ta'âlânın Tevbe süresindeki
"yahudîler,UzeyrAllah'ın oğludur, dediler; hıristiyanlar da, Mesîh
Allah'ın oğludur, dediler... Allah'ı bırakıp hahamlarını, râhiblerini ve Meryem
oğlu Mesih'i Rab edindiler. Oysa tek bir ilâha kulluk etmekten başka bir şeyle
emrolunmamışlardı" mealinde gelen
30-31 inci âyetleri yahudî ve hıris-tiyanların,
hahamlarına ve râhiblerine ibadet etmemiş olmalarına
rağmen, onların haram kıldıklarını haram, helâl
kıldıklarını da helâl kabul ettikleri için onları müşrik olarak tescil
etmiştir. Bu bakımdan kim Allah'ın haram kıldığı bir şey hakkında
"helâldir" derse, hüküm vaz'ı yönünden Allah'a şerîk (ortak) çıkmış
olur. Kim de bu kişinin "helâldir" hükmünü kabul eder ve ona uyarsa,
onu kendisine Rab edinmiş ve dolayısıyle Allah'a şirk koşmuş sayılır. İşte bu,
Allah'a rububiyetinde şirk koşmaktır. Çünkü tahrîm ve tahiîl (haram kılmak ve
helâl kılmak) yahut kısacası hüküm vazetmek, Rab olan Allah'a mahsustur.
Allah'ın dışında yaratıcı güçler ihdas ederek onlara inanmak ve onlara kulluk
etmek İse, Allah'a ulûhiyetinde şirk koşmak manâsına gelir. İşte, Allahu Ta'âlâ
yukarıdaki âyet-i kerîmesinde, ister ulûhiyet yönünden olsun, ister rubûbiyet
yönünden olsun, Allah'ın tevhîdine aykırı olan ve şirk adı verilen bu inanç ve
davranış sahiplerini hiçbir surette bağışlamıyacağını açık bir şekilde beyan
buyurmuş ve "Allah kendisine şirk koşulmasını asla affetmez"
demiştir.
Şirk, hiç şüphesiz günâhların en büyüğüdür. Buhârî [124]ve Müslim[125] 'in rivayetlerinden
öğrendiğimize göre, Abdullah İbn Mes'ûd şöyle demiştir; Rasûlullah (s.a.s.)'a
Allah katında en büyük günâhın hangisi olduğunu sordum. "Seni yaratmış
olduğu halde Allah'a bir ortak uydurmanda" buyurdu. Bu muhakkak ki en
büyük günâhtır. Sonra hangisidir, dedim. "Sonra seninle beraber yemesinden
korktuğun çocuğunu öldürmendir" buyurdu. Sonra hangisidir, dedim.
"Sonra komşunun hanımı ile zinalaşmandır" buyurdu.
Allahu Ta'âlâ da Lokman sûresinin 13 üncü âyetinde,
Lokman'ın oğluna verdiği nasihati şöyle zikretmiştir: "Ey oğulcuğum! Sakın
Allah'a şirk koşma; zira şirk en büyük zulümdür'1.
Din, hiç şüphesiz, hem insanlarla Allah arasındaki,
hem de insanlar arasındaki düzeni sağlamak için bizzat Allah tarafından
vazedilmiş bir kanunlar manzumesidir ve Allah'ın değişmez sünnetinin bir
gereğidir. Çünkü Allah, ister canlı olsun ister cansız olsun, yarattığı hiçbir
şeyi başıboş bırakmamış, her ne yaratmış ise, onun takdir olunan süre içinde
varlığını devam ettirebilmesi için hareketlerini bir nizam ve intizama sokmayı
murad etmiştir. Şu var ki, insanlar dışındaki diğer varlıkları kendi
kanunlarına uymaya ve hiçbir sapma göstermeden bu kanunlar çerçevesi içinde
hareket etmeye icbar etmişse de, akıl ve irade ile mücehhez kıldığı insanı, bu
kanunlar çerçevesinde hareket edip etmemek hususunda serbest bırakmış, fakat
aklını ve iradesini kullanmayıp kanunlara uymadığı takdirde suç işlemiş
olacağını ve bu yüzden cezalandırılacağını özellikle bildirmeyi de ihmal
etmemiştir. Bu bakımdan dünya insan için bir imtihan yeridir. Aklını ve iradesini
kullanabilen bu imtihandan başarılı çıkar. Dînin gayesi de, bu başarının
sağlanması İçin insan nefsini temizlemek, ruhunu arındırmak ve aklını
geliştirip yükseltmektir. Şirk ise, dînin aksine, nefsi de, ruhu da, aklı da
çökerten, süflîleştiren ve yok eden bir özelliğe sahiptir. Bütün rezillikler,
ferd ve toplum olarak insanlığı ifsad eden bütün özellikler ondan neş'et eder.
Allahu Ta'âlâ, İsrâ sûresinin 70 inci âyetinde, insanı
şerefli ve üstün bir varlık olarak yarattığını bildirmiş ve şöyle buyurmuştu:
"Biz, Âdem oğullarını yücelttik; onları karada ve denizde taşıdık;
kendilerine en temiz şeylerden rızıklar verdik ve yarattıklarımızın çoğuna
üstün kıldık?1. İşte, insanın sahip olduğu bu şeref ve haysiyetin yalnız
Allah'a ibadet etmek ve yalnız O'na kul olmakla korunabileceği gözönünde
bulundurulursa, insanın kendisi gibi bir mahlûku Rab veya ilâh edinmesi ve ona
kul köle olması kadar insan şeref ve haysiyetini yok edici bir şeyin olmadığı
anlaşılır. İşte bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ şirki en büyük zulüm ve en büyük
günâh olarak tavsîf etmiş ve onu hiçbir surette bağışlamıyacağını açık ve kesin
bir ifadeyle belirtmiştir.
"Şirkin dışındaki günâhları ise, Allah dilediği
kimseler için bağışlar". Ancak şunu unutmamak gerekir ki, Allah'ın şirk
dışındaki günâhları bağışlaması, günâh sahibinin usulünce tevbe edip Allah'tan
mağfiret dilemesine bağlıdır.Tevbe etmeden ve işlediği kötülüğün kirini ve pisini
iyilikle temizleyip gidermeden günâhların bağışlanması, Allah'ın sünnetine
aykırıdır. Nitekim bu sûrenin 17-18 inci âyetlerinde bu husus açıkça beyan
edilmiştir. Allahu Ta'âlâ bu âyetlerinde buyurmuştur ki: "Allah katında
makbul olan tevbe, bilmeden kötülük işleyip de, hemen akabinde tevbe
edenlerinkidir... Yoksa tevbe, kötülükleri işleyen-lerin,sonra içlerinden
birine ölüm geldiği zaman da, işte şimdi tevbe ettim, diyenlerin ve kâfir
olarak Ölenlerin tevbesi değildir. İşte böyleleri için biz elîm bir azâb
hazırladık". Bu âyet-i kerîmeden de açıkça anlaşıldığı gibi, Allahu
Ta'âlâ, şirk ve küfür hariç, insanın, muvahhid olarak ve iradesi dışında
işlediği, sonrada Rabbının bağışlaması için tövbe ve istiğfar ettiği günâhını
bağışlar. Buhârî [126]ve Müslim [127]'in rivayet ettikleri
bir hadîsten öğrendiğimize göre, Ebû Zerr el-Gıfârî şunları anlatmıştır: Bir
gün Hazreti Peygamberin yanına gitmiştim. Uyuyordu ye üzerinde beyaz bir elbise
vardı. Sonra tekrar gittim; yine uyuyordu. Üçüncü defa gittiğimde uyanmış
buldum ve yanına oturdum. Bana dedi ki; "Hiç bir kul yoktur ki LÂ İLAHE
İLLA'LLAH deyip de bu hal üzere öldüğünde cennete girmesin". Bunun üzerine
Hazreti Peygambere şöyle dedim: Zina işlese ve hırsızlık yapsa da mı? Hazreti
Peygamber: "Zina işlese ve hırsızlık yapsa da..." buyurdu. Ben: Zina
işlese ve hırsızlık yapsa da mı? diye tekrarladım. Rasûlullah (s.a.s.) :
"Zina işlese ve hırsızlık yapsa da..." diye
cevap verdi. Üçüncü defa da aynı cevabı verdikten sonra, dördüncüde şöyle
buyurdu: "Ebû Zerr'in burnu toprakta sürtülse bile (bu böyledirj".
Bu hadîs de göstermektedir ki, LÂ İLAHE İLLA'LLAH
diyerek tevhîd ehlinden olduğunu isbat eden günahkâr bir mü'min de cennete girecektir.
Ancak onun cennete girişi, ya günâhının cezasını çektikten sonra olacaktır ya
da günâhından tevbe ve istiğfar ettikten ve tevbesi Allah tarafından kabul
edildikten sonra doğrudan doğruya cennete girecektir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, şirk.nefisleri ifsad
etmesi dolayısıyle, dünya ve âhırette üzerine ıkab terettüb eder ve Allah bu
ıkabı asla bağışlamaz. Diğer günâhlar ise, nefsi ifsadı şirk derecesine
ulaşmadığı için, bağışlanması Allah'.ın meşiyyetine bağlıdır. Allah dilerse
bağışlar; dilerse günâhın ağırlığı derecesinde sahibini cezalandırır.
Allahu Ta'âlânın şirki bağışlamamasınm başlıca sebebi
onun Allah'a karşı en büyük yalan ve iftira olmasındandır. Zira kim, gökleri ve
yeri tek başına icad edip yaratan, ezelden beri kendisiyle kaim olan ve varlığı
hiçbir şeyin varlığına bağlı olmayan, varettiği her şeye kendi tak-. dir ve
iradesiyle bir nizam ve intizam veren Allah'a, gerek halk ve icadında ve
gerekse teşriinde ortaklar ihdas edip bu ortakların ulûhiyet ve rububiyetlerine
itikad ederse, Allah'a karşı en büyük yalanı, en büyük günâhı irtikâb etmiş
olur. Böyle bir yalan ve böyle bir iftira nasıl bağışlanır? ip[128]
49 Kendi kendilerini temize çıkaran kimseleri görmüyor
musun ? Oysa yalnız Allah dilediklerini
temize çıkarır. Onlar, bir ip kırıntısı
kadar bile haksızlığa uğramazlar.
50. Bak (kendilerini temize çıkaranlar), Allah adına
nasıl yalan uyduruyorlar. Bu, apaçık bir günâh olarak (onlara) yeter.
49 Allah'ın kendilerine indirdiği kitabın bazı
sözlerini değiştirerek, bazısını kitaptan kamilen çıkararak, bazısını da gerçek
manâları dışında tevil ederek tahrifat yapan, hahamlarını ve din âlimlerini
erbab (rablar) edinerek onların haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını da
helâl bilen ve böylece Allah'a şerîkler ihdas ederek en büyük günâhı ve en
büyük zulmü irtikâb eden şu yahudîlere hayret etmemek mümkün müdür? İşledikleri
bunca büyük günâha ve içinde bulundukları küfre rağmen, görüyor musun nasıl da
kendilerini tezkiye edip Allah'ın günahsız hâlis kulları olduklarını iddia
ediyorlar?
Filhakika bu âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi,
ehl-i kitap ve özellikle yahudîler, Arap müşriklere karşı ikide bir övünüyorlar
ve kendilerini Allah'ın milleti ve hâs kullan olarak tanıtıyorlardı. Nitekim
Mâide sûresinin 18 inci âyetinde de bu konu ile ilgili olarak şöyle
denilmiştir: "Yahudîler ve htristiyanlar, biz Allah'ın oğullan ve
sevgilileriyiz, demektedirler. (Ey Muhammedi Onlara) de ki: Öyle ise Allah
günâhlarınız yüzünden size niçin azâb ediyor"? Yahudî ve hıristiyanların
övünmeleri sadece bu sözlerden ibaret değildir. Kur'ân-ı Kerîm, onların buna
benzer başka sözlerini de zikretmiştir; meselâ Bakara sûresinin 80'inci
âyetinde: "Demişlerdir ki: Sayılı günler dışında bize asla ateş dokunmıyacaktır";
yine Bakara sûresinin 111 inci âyetinde yahudî yahut hıristiyan olanlardan
başkası asla cennete giremez, demişlerdir. Bu, onların kuruntularıdır..."
buyurulmuştur. İşte, yahudîlerin buna benzer övünmeleri ve kendilerini
günahsız, tertemiz insanlarmış gibi görmeleri sebebiyledir ki, Allahu Ta'âlâ,
onların bu hayret edilecek pişkin edepsizliklerine müslü-manların dikkatini
çekmiş ve insanları dilediği takdirde ancak Allah'ın tezkiye edebileceğini,
bunun da onların işledikleri hayırlı amellere bağlı olduğunu haber vermiştir.
Zira nefsin tezkiyesi, hayrı ve bereketi çok, tertemiz bir nefis haline getiren
amel ile olur. Zekâ ve zekâtın aslı, uzamak, büyümek ve gelişmek manâsına
gelir. Nefis tezkiyesi ise, onun hayır ve faziletlerinin çoğalması, artması
manâsındadır; bu artma da, ancak şerr olan, yani kötü sayılan bütün amellerden
sakınmak ve yalnız hayırlı amel işlemekle gerçekleşir. İşte Allah, tezkiye
edeceği nefsin bu amellerine bakar ve sonra tezkiye eder.Yoksa ey yahudîler,
sizin "biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz", "bize hiç
cehennem ateşi dokun-mıyacak", "biz cennet ehliyiz" gibi sözler
söylemeniz ve kendinizi bu sözlerle tezkiye edip temize çıkarmanız, size
hiçbir fayda sağlamıyacaktır. Siz yalnız kendi amellerinize bakınız; hayrınız
mı çok, yoksa şerriniz mi ağır basmış.Jşte, yahudîler ve diğerlerinin Önce
böyle bir nefis muhasebesi yapıp kendilerini tanımaları, sonra da kendilerinde
övünecek bir taraf bulabilmişlerse, onun mükâfatını Allah'tan ummalı idiler.
Zira Allah, hiç kimseye, önemsiz görülen ve hiç değer verilmeyen bir ip
kırıntısı kadar bile zulmetmez. Yani her ne hayır işlemişse, onun karşılığı
olan ecri zerre kadar da olsa eksiltmeden, fakat fazlasıyle verir. Her ne kötülük
de işlemişse.onun karşılığı olan cezayı da zerre kadar artırmadan verir. Bu
itibarla Necm sûresinin 32 nci âyetinde de buyurulduğu gibi: "Rabbtnın
bağışlaması, şüphesiz çok geniştir. Sizi topraktan yaratmış ve analarınızın
karnında bir cenin iken size şekil vermiş olması itibariyle sizi en iyi O bilir.
Bu sebeple kendinizi siz temize çıkarmayın. O, sakınan kimseyi daha iyi
bilir".[129]
50 Şu yahudîlere bak, kendi kendilerini tezkiye ederek
ve kendilerinin Allah'ın hâs milleti, oğulları ve sevgilisi olduklarını ileri
sürerek nasıl da Allah'a iftira ediyorlar! Oysa Allah onlara karşı hiçbir
surette farklı muamelede bulunmamış, insanlar hakkındaki sevab ve ıkabla ilgili
sünnetini onlar lehine asla değiştirmemiştir. Allah'a şirk koşan, yahut
günâhları kendilerini çepeçevre kuşatan milletlere muamelesi n© ise bunlara da
muamelesi diğerlerinden farklı olmıyacaktır. Onların Allah'a yönelttikleri bu
iftira bile, apaçık günâh işlemiş olmalarına ve bunun cezasını ağır bir
şekilde görmelerine yetecektir.
51. Kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olanları
görmüyor musun? Hurafelere, ve putlara inanıyorlar, diğer küfredenler hakkında da "bunlar, imân
edenlerden daha doğru bir yoldadırlar" diyorlar.
52.İşte böylelerine Alah lanet etmiştir. Allah'ın
lanet ettiği kimse ise, artıkonuniçin asla bir yardımcı bulamazsın.
53.- Onların yeryüzü
hükümranlığından bir nasîbleri mi var? Eğer öyle ise, insanlara çekirdek
üzerindeki bir kırıntıyı bile vermezlerdi
54. Yoksa
onlar, Allah'ın fazl u kereminden insanlara verdiği şeylerden dolayı onlara
hased mi ediyorlar? Oysa biz, ibrahim ailesine de kitap ve hikmeti vermiştik.
(Bunlardan başka) büyük bir hükümranlık da vermiştik
55. Nitekim onlardan bir kısmı ona inanmış, bir kısmı
da ondan yüz çevirmişti; bu da onların kaynayan cehenneme girmelerine yeter.
56.
Âyetlerimizi inkâr edenleri mutlaka ateşe sokacağız. DerÜeri pişip
döküldükçe, azabı iyice tadmalan için, onları başka de-rilerle değiştireceğiz.
Allah, şüphesiz Azîz'dir, Hakîm'dir.
57. îman edenler ve iyi iş işleyenler ise, onları,
(ağaçları) altından ırmaklar akan, içinde daimî kalacakları cennetlere
sokacağız. Onlar için orada tertemiz eşler vardır. Onlan koyu gölgeliklere
sokacağız.
Muhtelif tefsirlerde yer alan bir haberden
öğrenildiğine göre, yahu-dî ileri gelenlerinden Ka'b İbnu'l-Eşref Mekke'ye
geldiğinde Kureyş, kendisine: "Kavmiyle ilişkisi kesilmiş şu ebter adamı
görüyor musun? Kendisinin bizden daha hayırlı olduğunu iddia ediyor; oysa biz,
Ka'be'ye hizmet edip hac işleriyle ilgileniyor ve hacılara su
dağıtıyoruz," demişlerdi. Bunun üzerine Ka'b İbnu'l-Eşref de onlara şu
cevabı vermişti: "Öyle ise siz ondan daha hayırlısınız". İşte bundan
sonradır ki Kureyş hakkında Kevser sûresi, Ka'b İbnu'l-Eşref hakkında da yukarıdaki
âyetler nazil olmuştur.
Keza tefsirlerde yer alan ve İbn İshak tarafından
nakledilen [130]başka
bir haberde şöyle denilmiştir: "Kureyş, Gatafan ve Benû Kurayza'dan
müslümanlara karşı kışkırtıcılık yapanlar, Huyey İbn Ahtab, Selâm İbn
Ebi'l-Hukayk, Ebû Ammâr, Havk İbn Âmir, Hevze İbn Kays idiler. Bunlardan son
üçü Ebû VâiPden, diğerleri ise, Benu'n-Nadîr'den idiler. Bunlar Kureyş'e
geldiklerinde, Kureyşliler: Bunlar yahudî âlimleri, ilk kitabı bilen
kimseler... Onlara bizim dînimiz mi, yoksa Muhammed'in dîninin mi daha hayırlı
olduğunu soralım, dediler ve sordular. Onlar da: Sizin dîniniz onun dîninden
daha hayırlıdır ve siz ondan ve ona tâbi olanlardan daha doğru yoldasınız diye
cevap verdiler. Bundan sonradır ki Allahu Ta'âlâ "kendilerine kitaptan
bir nasîb verilmiş olanları görmüyor musunuz?' âyetini indirdi.
Yukarıda zikrettiğimiz iki haberden birincisi, hem
Kevser sûresinin, hem de yukarıdaki âyetlerin nüzul sebebi olarak
gösterilmiştir. Bu, muhtemelen râvilerin veya müfessirlerin benzer haberler
arasında karıştırma yapmalarından ileri gelmiş bir hatadır. Zira Kevser sûresi,
bilindiği gibi, Mekke'de, müşriklerin Hazreti Peygambere "ebter"
demeleri sebebiyle nazil olmuştur. Yukarıdaki âyetlerin yer aldığı Nisa sûresi
ise, Medenîdir ve Hazreti Peygamberin Medîne'ye hicret etmesinden ve
yahudîlerle karşı karşıya gelmesinden sonra cereyan eden olayları konu
almıştır. Binâenaleyh yukarıdaki âyetlerin de, Medîne'de ve Ahzâb gazvesinden
sonra, veya bu gazve sırasında nazil oldukları düşünülürse, onların, daha
önceleri Mekke'de nazil olan Kevser sûresi âyetleriyie aynı sebebe
dayandırılmasının yanlış olduğu kolayca anlaşılır
Gerçek olan şudur ki, bu âyet-i kerîmeler, biraz önce
de işaret ettiğimiz gibi Ahzâb gazvesinden sonra, veya bu gazve sırasında,
yahu-dîlerin müslümanlarla olan andlaşmalarını bozup müşriklerle anlaşmaları
ve onları müslümanlar üzerine kışkırtmaları üzerine nazil olmuştur. Nitekim ilk
âyetin manâsından da anlaşılacağı üzere bu kışkırtma yahu-dîlerin müşriklere
"siz, îman etmiş olan Muhammed ve ona tâbi olanlardan daha doğru bir yol
üzerindesiniz" diyerek şirki îmandan üstün göstermek suretiyle
gerçekleştirilmiştir. Yahudilerin, hem de kitap sahibi olan bir kavmin böyle
bir davranışı, hayretin de ötesinde, insanı şaşkınlık içinde bırakacak bir
dalâlet, bir sapıklık örneğidir. İşte Allahu Ta'âlâ, insanda şaşkınlık
uyandıran bu mel'anete bir soru edatıyle işaret ederek buyurmuştur ki:
57. Kendilerine kitaptan bir nasîb verümiş olanları
görmüyor musun ? Hurafelere ve putlara inanıyorlar, diğer küfredenler hakkında
da
1 444 ! |
|
KUR'AN-I KERİM MEAL ve TEFSİRİ Cüz: 5 |
i |
|
"bunlar, îman edenlerden daha doğru bir yol- |
tğâ |
İH |
dadırlar" diyorlar. |
H |
|
52. İşte
böylelerine Allah lanet etmiştir. Allah'ın |
|
|
lanet ettiği kimse ise, artık onun için asla bir |
m |
|
yardımcı bulamazsın. |
51 Âyet-i
kerîme ile Hazreti Peygambere ve dolayısiyle müslüman-lara hitap edilmiş ve
kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olan yahu-dîlerin hayret verici ve
şaşkınlık uyandırıcı hallerine dikkatleri çekilerek "Ey Muhammed!
Kendilerine kitaptan bir nasîb verilmiş olan şu yahu-dilerin hurafât ve putlara
inanarak kitaplarının kendilerine hidayet etmesini nasıl önlediklerini görüyor
musun?" denilmiştir.
Âyet-i kerîmedeki, bizim "hurafe" olarak
manâ verdiğimiz "cibt" kelimesi, müfessirler tarafından sihir,
sâhir, put, fal ve teşe'ume ve bunların insanlar üzerindeki tesirine inanmak
manâsında tefsîr edilmiştir ki, hepsi de vehim ve hurafe manâsına gelir. Keza
"put" sözü ile ifade ettiğimiz "tağût" kelimesi de, şeytan
manâsına geldiği gibi, insanın tuğyanına ve hak yoldan çıkmasına sebep olan bir
mabuda ve ibadet edilen her mahlûka delâlet eder ki, bu manayı en iyi ifade
edecek olan kelime, kanaatımızca yine "put" kelimesidir. Buna göre,
hidayet bulmaları için kendilerine kitaptan bir nasîb, yahut kısaca
kendilerine kitap verilmiş olan yahudîlerin, bu kitapla hidayet bulmak yerine,
bir takım hurafât ve putlara inandıkları ve böylece hak yoldan tamamiyle
uzaklaştıkları bu âyet-i kerîmeyle bir defa daha tescil edilmiş olmaktadır.
İşte hurafât ve putlara inanarak hak yoldan uzaklaşan bu kavim, peygamberlerinin
nübüvvetine ve kitaplarının hakkıyyetine inanan mü'min-lere karşı müşriklere
yardım etmişler ve bu kâfirler hakkında demişlerdir ki: Müşrikler, Muhammed'e
inanan ve onun peşinden giden mü'minlerden daha doğru yol üzerindedirler.
52 Yahudîler, müşrikler hakkında ileri sürdükleri bu
sapık görüşleriyle, küfür ehlinin îman ehline göre hakka daha uygun, Allah'ı
ve Peygamberini tekzîb edenlerin dîninin, onları tascltk edenlerin dîninden
daha âdil ve daha doğru olduğunu kabul etmiş oluyorlardı. İşte açıklanan bu
halleri dolayısıyle Allahu Ta'âlânın kendilerine lanet ettiği kimseler
bunlardır; yani küfrü îmandan, kâfiri mü'minden daha üstün ve hakka daha uygun
gören yahudîlerdir. Ve Allah, her kime lanet etmişse, artık o kimse için hiçbir
yardımcı bulamazsın. Zira hiç kimse, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki sünnetini
değiştiremez. Bu sünnet, hurafâta ve putlara inanan kimselerin nasîbi olmak
üzere ebedî hüsrandır. Yahudîler de bunu hak etmişlerdir.
Bu âyet-i kerîme, Allahu Ta'âlânın bazı milletlere
lanet etmesinin sebebinin, hurafelere, batıla ve putlara îman etmeleri ve bu
îmanın gereğine uymaları olduğuna ve Allah'ın ancak bundan sakınan mü'min-lere
yardım ettiğine, bunun tabiî bir neticesi olarak da, mağlûb milletlerin hurafât
ve putlara gâlib milletlerden daha yakın olduklarına delâlet eder. Filhakika
Allah, hiçbir zaman gerçek mü'minlerden yardımını esirgememiş, kâfirlerin
akıbeti ise, daima hüsran olmuştur. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Rûm sûresinin 47 nci
âyetinde bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur : "(Ey Muhammed!)
Senden önce de kendi kavimlerine peygamberler göndermiştik de onlara apaçık
deliller getirmişlerdi. Fakat suç işleyenlerden intikam almıştık.
Zira'mü'minlere yardım etmek üzerimize borç idî"
Allahu Ta'âlâ, yahudîleri, hurafât ve tağûta îman
etmeleri ve müşriklerden üstün görmeleri sebebiyle tevbih edip üzerlerine olan
lanetini açıkladıktan sonra, onları cimrilikleri ve hırsları yüzünden tevbih
edip suçlamış ve şöyle buyurmuştur:
53. Onların yeryüzü hükümranlığından bir na-stbleri mi
var? Eğer öyle ise, insanlara çekirdek üzerindeki bir kırıntıyı bile
vermezlerdi
54. Yoksa
onlar, Allah'ın fazl u kereminden insanlara verdiği şeylerden dolayı onlara
hased mi ediyorlar? Oysa biz, ibrahim âüesine de kitap ve hikmeti vermiştik.
(Bunlardan başka) büyük bir hükümranlık da vermiştik.
55.Nitekim onlardan bir kısmı ona inanmış, bir hsm\ da
ondan yüz çevirmişti; bu da onların kaynayan cehenneme girmelerine yeter.
53 Âyet-i kerîme, inkâr ve tevbihe delâlet eden bir soru
edatıyle gelmiş ve Allahu Ta'âlâ, her ne kadar yahudîlere kitaptan bir nasîb verilmiş
olsa bile, hükümranlıktan hiçbir nasîbleri bulunmadığını, zira hükümranlık
nasîblsrini küfürleri ve isyanları sebebiyle yitirdiklerini beyan manâsında
"yoksa onların yeryüzü hükümranlığından da bir nasîbleri mı var?'
buyurmuştur. Hayır; onların kitaptan bir nasîbleri olsa bile,'yeryüzü
hükümranlığından hiçbir nasîbleri yoktur. Bunu, hurafât ve tağûta îman etmeleri
yüzünden tamamiyle kaybetmişlerdir. Zaten kendilerine mülk ü saltanattan da bir
pay verilmiş olsaydı, hemen cimrilik yoluna girerek, bu mülkün bütün
menfeatlarını kendilerine 'tahsis ederler ve başkalarına bir çekirdek kırıntısı
bile göstermezlerdi. İşte tıynetleri bu
olan yahudîlerin, kendilerine o mülkün verildiği ve
birbiri arkasına gelen peygamberlerin kendilerinden seçildiği geçmiş günleri
hatırlayıp da, aynı günleri tekrar yaşamanın ve son gelecek peygamberin de yine
kendilerinden seçileceğinin hayali içinde iken, bekledikleri bu peygamberin
Araplar arasından zuhur etmesi ve geçmişte peygamberlerle gelen o mülk ü
saltanatın artık bir daha gelmiyecek olması, onlara nasıl ağır gelmesin ve
onların hasedlik damarlarını nasıl kabartıp çatlatmasın?
54 Nitekim yahudîler, bir taraftan kendileri için
yeryüzü hükümranlığı tevehhüm ederken, bir taraftan da kendilerinden olmayan
bir kimsenin peygamber olarak bütün gönülleri fethettiğini görüyorlar, vehim
ve gururla karışık hased duygusunun sebep olduğu şaşkınlık içinde her çeşit
iftiraya başvurarak İslâm'a ve müsiümanlara küfrediyorlardı. Kendileri kitap
ehlinden olmalarına rağmen hurafât ve tağûta îman ederek Allah'a karşı en büyük
iftirayı yaptıkları halde, Allah'a, peygamberlerine ve kitaplarına hakkıyle
îman etmiş olan müslümanları ayıblıyorlar ve onları müşriklerle mukayese
ederek, müşriklerin onlardan daha hayırlı olduklarını ve daha doğru yol
üzerinde bulundukularını iddia ediyorlardı. Bu, gurur ve hasedden kaynaklanan
bir hezeyan idi. Kendilerinden başka bir milletten peygamber gelmesini ve bir
başka milletin kendilerinden üstün ve hattâ kendileri seviyesinde olmasını
çekemiyorlardı. İşte onların bu hali dolayısıyle, Allahu Ta'âlâ, bir evvelki
âyette onların yeryüzü hükümranlığını inkâr ettikten sonra, bu âyetinde bütün
davranışlarının hasedden kaynaklandığını göstermiş ve bunu isbat makamında
yoksa onlar, Allah'ın fazI u kereminden insanlara verdiği şeylerden dolayı
onlara hased mi ediyorlar?' buyurmuştur. Buna göre iki âyetin birleşik manâsını
şöyle ifade etmek de mümkündür; "Onların yeryüzü hükümranlığından bir
nasîbleri mi var; yoksa onlar, Allah'ın fazI u kereminden insanlara verdiği
nimetlerden dolayı hased mi ediyorlar"? Evet. Onların yeryüzü
hükümranlığından artık hiçbir nasîbleri yoktur. Fakat bütün bu davranışları,
içlerini doldurup katılaşmış olan hasedleri yüzündendir.
Âyet-i kerîmedeki Allah'ın fazi u keremiyle
nimetlendirdiği "insanlar" dan murad, Hazreti Peygamber ile ona tâbi
olan müslümanlarchr. Allah'ın onlara ihsan ettiği "nimet" ise,
yahudîlerin hased damarlarını kabartan nübüvvet ve yeryüzü hükümranlığıdır.
Yukarıda da açıkladığımız gibi, geçmiş devirlerde birbiri arkasına gönderilen
peygamberler yahudîlerden seçilmişken ve bu peygamberler devrinde hükümranlık
yahudîlerin elinde iken, onların hurafât ve tağûta îman etmeleri ve Allah'a
şirk koşmaları yüzünden Allah'ın ebedî lanetine uğramışlar ve hem nübüvveti,
hem de yeryüzü hakimiyetini yitirmişlerdir. Bundan sonra nübüvvet de hakimiyet
de Araplara ve müsiümanlara intikal etmiştir. İşte yahu-dîleri müsiümanlara
karşı hased etmeye ve içlerini kin ve düşmanlık duy-gularıyle doldurmaya
sevkeden hâdise budur. Hased, bir insanın içine düştüğü zaman, o insanda bütün
iyilik duygularını yok eden ve onu insan olmaktan uzaklaştıran kötü bir
ahlâktır. Çünkü hâsid başkasında gördüğü üstünlüğün ve fazlalığın kendisinde de
bulunmasını istemekle yetinmez, fakat kendisinde bulunmasını isterken
başkasındakinin de yok olmasını ister ve onu bizzat yokedecek yollara
başvurmaktan da geri kalmaz. İşte, yahudîlerin müsiümanlara karşı müşriklerle
birleşmeleri, müşrikleri müslümanlardan üstün görmeleri, Hazreti Peygamberi
öldürmeye teşebbüs etmeleri ve buna benzer diğer faaliyetleri, hepsi de
hasedleri yüzündendir.
Halbuki onların Arapları küçümsemek ve nübüvveti
onlara lâyık görmemek için haklı sayılabilecek hiçbir sebepleri yoktu. Diğer
taraftan nübüwet,onlardan ilk defa Muhammed (s.a.s.)'e verilmiş bir şey de
değildi. Zira Araplar, İbrahim'in oğlu İsmail soyundan geliyorlardı ve onların
da İbrahim soyundan geien ve peygamber olan bir ataları vardı. İsmail, İsrail
lakabiyle tanınan Yakûb'un babası İshak ile kardeşti ve yahudîlere İsrail
oğulları denilmesi de Yakûb soyundan gelmiş olmalarındandır.
Yukarıdaki âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ İbrahim
ailesine kitap ve hikmetle birlikte büyük bir hükümranlık verildiğini beyan
buyurmuştur. Bunun Dâvûd ve Süleyman peygamberler zamanında gerçekleşen hükümranlık
olduğunda şüphe yoktur. Fakat bu âyet-i kerîmede yine İbrahim ailesinden olup
da İsmail soyundan gelen Muhammed (s.a.s.)'e verilen Kitap, hikmet ve hükümranlığa
da işaret edildiğini düşünmeye engel hiçbir şey yoktur. Yahudîler hurafât ve
tağûta îman ederek Allah'a isyan etmişler ve yeryüzü hükümranlığını
yitirmişlerdir. Bundan sonra da bu hükümranlığın İsmail oğullarına geçmesi çok
tabiîdir. İşte bu sebepledir ki, yukarıdaki âyette, nübüvvetin İsmail soyundan
gelen Muhammed (s.a.s.)'e verilmesiyle bunu takip edecek bir hükümranlığın da
Muhammed (s.a.s.) ümmetine âit olacağına dair açık ve kesin bir müjde vardır.
Nitekim bu müjde âyeti nazil olduğu zaman, müslümanlar henüz Medîne'de kurulmuş
bir şehir devletine sahip idiler. Hicrî 6 ncı senenin sonlarına doğru
müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında Hudeybİye andlaşması yapıldığı
sıralarda İslâm Devleti birkaç yüz mil karelik bir yer işgal ederken beş sene gibi
kısa bir müddet içinde Avrupa kıtası kadar bir sahaya yayılmış ve bütün
Arabistan'ı, Cenubî Irak'ı ve Filistin'i kaplamıştır. Bundan 15 sene sonra,
Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında, İslamiyet Batıda Endülüs (İspanya)'e girmiş,
Doğuda ise, Ceyhun nehrini geçmiş, Çin topraklarına ulaşmıştır. 30 sene gibi
kısa bir süre içerisinde iki kıt'ayı birleştiren böyle bir imparatorluğun
zuhuru, insanlık tarihinin başka hangi döneminde görülmüştür? Nübüvvetle
birlikte Araplar eliyle başlatılan bu cihan hâkimiyeti, kısa bir süre sonra,
Türklerin İslâmiyeti kabul etmeleriyle içinde bulunduğumuz asrın başına kadar
sürdürülmüştür. Bu hâkimiyeti asırlarca önce yitirmiş olan yahudîler ise,
Allah'a isyan etmenin ve peygamberlerinden kimini öldürüp kimini yalanlamanın
cezası olarak dünyanın dört bir yanında dağınık bir halde kâh itilip kakılarak,
kâh alaya alınarak zelil ve makhûr bir hayat yaşamışlardır. Bugün Filistin'de
müslüman topraklarını işgal ederek hıristiyanların dayardımıyle bir devlet
kurmuşlardır. Bu devletin kuruluşunda Osmanlı idaresinden kurtulmak ve kendi
başlarına hükümran olmak isteyen ve bu maksatla Ortadoğuyu işgale kalkışan
hıristiyan devletlerle işbirliği yapan o bölge Araplarının büyük rolü olduğunu
unutmamak gerekir. Oysa Osmanlı hükümdarları, yıkılıp tarihten silinme pahasına
da olsa, yahudîlere Filistin'de bir karış toprak vermemişler, bu konudaki bütün
teklif ve teşebbüsleri reddetmişlerdi.
Yahudîler, bugün Filistin'de ele geçirdikleri
hükümranlığı zulümle sürdürmektedirler. Bu hükümranlık devamlı mı olacaktır,
yoksa bir gün yine sona erip yahudîler alışık oldukları zillet hayatına geri mi
döneceklerdir? Bu hususta elimizde dayanabileceğimiz hiçbir delil yoktur. Ancak
Allah'ın yahudîleri ilelebed lanetlediğine ve mü'minlerin yardımcısı olduğuna kesin
inancımız vardır. Şu da vardır ki, bu yardımın gerçekleşmesi, Allah'ın
değişmeyen sünnetine uygun olarak cereyan eder ve mü'minlerin Allah'ın
yardımına muhtaç ve aynı zamanda lâyık olduklarını gerekli esbaba sarılarak
isbat etmeleri, kısacası gerçek mü'min olmaları ve İslâm düşmanlarıyle yılmadan
mücadele etmeleri gerekir. Nitekim Allah, Uhud savaşında da müslüman okçuların
zayıflık göstermeleri ve ganimet peşine düşmeleri sebebiyle onlardan yardımını
kesmişti de, onlara mağlubiyet acısını taddırmıştı. Fakat nihaî zafer yine
Allah'ın yardımıyle mü'minlerin olmuştu. Bu sebeple bazan mü'min-lere
taddırılan mağlubiyet acısı, can ve mal kaybı, buna karşılık kâfirlere verilen
zafer, mü'minleri ümidsizliğe düşürmemeli, fakat Allah'ın yardımını
kazanabilmek için gerekli hazırlığı yapmalıdırlar. İşte o zaman, Allah'ın
mü'minlere olan zafer va'di yine gerçekleşecek ve yeryüzü hükümranlığı yine
mü'minlerin olacaktır.
55 Nitekim işte Allah, İbrahim ailesinden olup da
İsrail soyundan gelen bazı seçilmişlere kitap, hikmet ve hükümranlık verdiği
halde, onların halklarından bir kısmı, belki de pek çoğu peygamberlerine ve
onlara verilen kitaplara îman etmemiş, aksine hurafâta
ve tağûta inanarak Allah'a karşı en büyük zulmü ve en büyük küfrü
işlemişlerdir. Bu yüzden onlar hem Allah'ın lanetine uğramışlar, hem de
hükümranlıklarını yitirmişlerdir. Âhırette ise.küfürleri ve bu küfürde ısrar
ederek Allah'ın son Peygamberine hasedle ona karşı gelmeleri, alev alev yanan
cehennemde ebediyyen kalmalarına yeter. Bu akıbet, şüphesiz sadece yahudîler
için değil, fakat Allah'ın kitap, hikmet ve yeryüzü hükümranlığı verdiği
İbrahim (a.s.) soyundan gelen Muhammed (s.a.s.)'in ümmetinden bütün münkirler
için de söz konusudur. Bu sebepledir ki Kur -ân-ı Kerîm, gelip geçmiş kavimlerin
başlarından geçmiş bütün olayları gel- cek kavimlere özlü bir şekilde hikaye
etmiştir. Tâ ki bu kavimler, hikâye edilen bu olayları düşünsünler ve onların
hangi davranışlarından cezalandırılıp hangi davranışlarından
mükâfatlandırıldıklarını tesbit ederek kendi davranışlarıyle karşılaştırsınlar
ve akıbetlerinin ne olacağını kendileri bulup tedbirlerini alsınlar. Nitekim
Allahu Ta'âlâ, bunu takip eden âyetlerinde böyle bir neticeye işaretle
buyurmuştur ki:
56. Ayetlerimizi inkâr edenleri mutlaka ateşe sokacağız.
Derileri pişip döküldükçe, azabı iyice tadmalan için, onlan başka derilerle
değiştireceğiz. Allah, şüphesiz Azız'dir, Hakîm'dir.
57. iman
edenler ve iyi iş işleyenler ise, onlan,
(oğaçlan) altından ırmaklar akan, içinde dâimî
kalacakları cennetlere sokacağız. Onlar için, orada tertemiz eşler vardır.
Onları koyu
gölgeliklere
sokacağız.
56 Allah'ın âyetlerini inkâr edenlerin felah bulmaları
ve kurtuluşa ermeleri asla mümkün değildir. Allah, bu münkirler İçin âhırette
alev alev yanan ateşler hazırlamıştır. İnkâr edenlerin cezası bu alevli ateşe
atılmakla başlıyacak ve ateşte devam eden bir azâbla dünyada yaptıklarının
karşılığını göreceklerdir. Dünyadaki bilgimize ve görgümüze göre, ateşte yanan
bir şeyin akıbeti yok olmaktır. Eğer bu şey, insan veya hayvan gibi canlı bir
varlık ise, canlılığını ve duyarlılığını yitirmediği sürece yanmanın sebep
olduğu büyük acıyı ve ıztırabı duyar. Fakat baygınlık yahut ölüm, canlılığın
ve duyarlılığın kaybolmasına sebep olduğu için, bayılan veya ölen bir kimsenin
yanmaktan ileri gelen acıyı duyması mümkün değildir. Ancak bu hal.dünyaya hâs
olan bir haldir ve ölüm, hiç bitmiyecek olan bir acıdan kurtuluşun yegâne
çaresi sayılır. Fakat âhıret hayatı ebedî bir hayattır ve bu hayatın ne
kesintisi ve ne de
sonu
vardır. Eğer o da dünya hayatı gibi sonu bulunan bir hayat olsaydı, dünyada
iken Allah ve peygamber tanımayan, helâl ve harama itibar etmeyen bir kâfirin
cehennem azabı, birkaç dakika içinde yanıp kül olmaktan ibaret kalır, bu ise.o
kâfir için azâbtan bir kurtuluş sayılırdı.
Âyet-i kerîme, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için
hazırlanan cehennem azabını haber vermiş, aynı zamanda bu azabın ebedî
olduğunu ve hiçbir zaman sonunun gelmiyeceğini değişik bir ifade ile beyan
etmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulmuştur ki: "Derileripişip döküldükçe,
azabı iyice tadmalan için, onian başka derilerle değiştireceğiz."
İnsan vücudu, kendisinde meydana gelen bir arızayı
tedavi edip iyileştirecek bir özelliğe sahip olarak yaratılmıştır. Hepimiz
biliriz ki, insanın herhangi bir yerinde bir yanık meydâna gelirse, bu yanık
bir süre sonra yeni bir deri ile kapanır ve iyileşir. Bu iyileşme süresi içinde
duyulan yanık acısı ise, yanığın derecesine göre değişebilir. Âhıretteki yanık
acısının ise, âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi, kâfirlerin bunu iyice
tadmalan için çok daha şiddetli olacağı ve devamlı süreceği anlaşılmaktadır.
Zira yanan deri yanıp kül olmakla iş bitmiyecek, fakat vücut, yanan derinin
yerini süratle tedavi edip yeni deri ile kaplarken, ateş, onu da kısa zamanda çepeçevre
kuşatacak ve bu hal durmaksızın ve büyük acısı da hiç kesilmeksizin devam edip
gidecektir. Allah, hiç şüphesiz Azîz'dir; va'd ve va'îdini yerine getirmeye
kaadir olup, hiçbir şey O'nu, yapmayı murad ettiği şeyden vazgeçiremez. O, aynı
zamanda Hakîm'dir; yaptığı her şeyi hikmetine uygun olarak yapar.
57 Allah'a îman edip Peygamberin yolundan giden ve
sâlih amel işleyen mü'minlere gelince, bunlar, İçinde ebedî kalacakları cennete
girecekler ve onun nimetlerinden dilediklerince faydalanacaklardır. Mü'minlerin,
cennetin sayısız nimetleriyle ulaştıkları büyük mutluluk, kendilerine ihsan
edilecekfizikîve ahlâkî kusurdan âzâde eşlerle tamam olacaktır. Rahatsız edici
sıcağı ve soğuğu bulunmayan gölgelikler ise, cennette mü'minlere ihsan edilen
nimetlerin ne kadar tam ve mükemmel olduğunun bir işareti olarak
değerlendirilebilir. Bunların hepsi de Allah'ın, sâlih amel ile îmanlarını
teyid eden mü'minlere va'didir. Bu va'd, kıyamet günü mutlaka gerçekleşecek ye
mü'minler hak ettikleri mükâfata nail olacaklardır. Çünkü Allah, asla
va'dinden dönmez.
58. Allah size, emanetleri ehline vermenizi, insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla
size ne güzel ögjit veriyor. Şüphe yoktur ki Allah, her§eyi hakkıyle işiten,
hakkıyle görendir.
59. Ey îman
edenler!Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de
itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhıretgününeinandığınız
takdirde, onu Allah'a ve Peygambere arzedin. Bu, netice itibariyle daha
hayırlı ve daha güzeldir.
Üç dört âyet öncesinde, yahudîlerden söz edilirken,
onların yeryüzü hükümranlığından bir nasîbleri olduğu vehimlerinin nasıl reddedildiği,
vaktiyle İbrahim ailesine ve dolayısıyle İsrail oğullarına kitap, hikmet ve bir
de büyük bir hükümranlık verilmiş olsa bile, onların, bu hükümranlığı Allah'a
isyan etmekle nasıl yitirdikleri bütün açıkhğıyle gözler önüne serilmiş, sonra
da Allah'a isyan ederek küfür işleyenlerin ve Allah'ın âyetlerini inkâr
edenlerin, cehennem ateşinde yanarak dünyadaki kötü amellerinin -karşılığını
nasıl acı bir şekilde görecekleri anlatılmış ve müslümanların bunlardan ibret
almaları sağlanmıştı. Bir evvelki âyet-i kerîmede de, îman eden ve salih amel
işleyen mü'minlerin cennette nail olacakları büyük ve hudutsuz mükâfat beyan
edilmiş, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde ise, mü'minlere bu mükâfatı kazandıracak
olan amellerden en büyük ve en önemli iki tanesi zikredilerek, birinin
emanetlerin ehline verilmesi, diğerinin de, insanlar arasında adaletle hükmedilmesi
olduğu açıklanmıştır.
Emanetlerin ehline verilmesi ve insanlar arasında
adaletle hükme-dilmesi, milletlerin hükümranlık şartlarının başında gelir. Bir
ülkede emanetler ehline verilmediği ve insanlar arasında adaletle
hükmediimediği takdirde, o ülkenin yeryüzündeki hükümranlığını devam
ettirebilmesi mümkün değildir. Bu bakımdan yukarıdaki âyet-i kerîmelerin, yahudîlerin
yeryüzü hükümranlığından bir nasîbleri olduğu vehmini reddederek, onların
sadece Allah'ın fazi u kereminden müslümanlara verdiği nimetlere hased
ettiklerini açıklayan âyetlerin hemen akabinde gelmiş olması, yahudîlerin Allah
tarafından lanetlenmelerine ve hükümranlıklarının ellerinden alınmasına sebep
olan en önemli unsurun, onların emanetleri ehline vermemeleri ve insanlar
arasında adaletle hükmetmemeleri olduğunu gösterir. Kısaca ifade etmek
gerekirse, yahudîlere kitap, hikmet ve hükümranlık verilmiş olmasına rağmen,
onlar emanetleri ehline vermedikleri ve insanlar arasında'adaletle
hükmetmedikleri için Allah'ın lanetine uğramışlar ve sahip oldukları bu büyük
nimetleri yitirerek yeryüzünün en zelil ve makhûr yaratıkları haline
gelmişlerdir. Âhırette de onların bu cezası sonsuza kadar devam edecek ve
ateşin azabını iyice tadmaları için kül haline gelip yok olmaksızın ebediyyen
yanacaklardır.
İşte bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, yahudîlerin bu
akıbetine işaret ettikten sonra; mü'minlere hitap ederek emanetleri ehline
vermelerini ve insanlar arasında adaletle hükmetmelerini emretmiştir:
58. Allah size, emanetleri ehline vermenizi, insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman da, adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla
size ne güzel öğüt veriyor. Şüpheyoktur ki Allah, her §eyi hdkkcyle işiten,
hakkıyle
görendir.
58 Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmesiyle bütün
mü'minlere, emanetlerin ehline verilmesini ve insanlar arasında hükmedildiği
zaman, adaletle hükmedilmesini emretmiştir. Binâenaleyh bu emrin yerine
getirilmesi her mü'min ve müslümanın boynuna borçtur. Bu emri umursamayan
veya ihmal eden Allah'a karşı gelmiş olur; dünyada ve âhırette bu davranışının
cezasını görür.
Emanet, muhafazası için insana bırakılmış olan ve
vakti geldiğinde sahibine iade edilmesi gereken her şeye delâlet etmek üzere
kullanılan bir isimdir. Buna göre, eğer bir kimse arkadaşına geri almak üzere
bir kitap bırakmış ise, bu kitap o arkadaş üzerinde bir emanettir ve vakti
gelince bu emanetin sahibine iade edilmesi gerekir.
Kitap sahibi ile kitabı emaneten üzerinde bulunduran kimse arasında kitabın
iadesi hususunda sözlü veya yazılı bir anlaşma ister bulunsun ister
bulunmasın, hak dâima sahibine aittir. Emanetin sahibine verilmemesi, hıyanet
denilen bir davranışın ortaya çıkmasına sebep olur ve bu davranışın faillerine
hâin denir.
Emanet, muhafaza edilmesi için insana tevdi edilmiş
bir hak olunca, bu hakkın bir kısmının Allah'a, bir kısmının diğer insanlara,
bir kısmının da insanın kendi nefsine âit olduğu, tabiî bir netice olarak
ortaya çıkar.
1) Allah'ın
insana tevdi ettiği, insanın da Allah'a eda etmek zorunda bulunduğu emanetler,
O'nun, Hazreti Peygamber vasıtasıyla bütün insanlara duyurduğu emir ve
nehiylerdir. Binâenaleyh her mü'minin, Allah'ın kendisine tevdi ettiği bu
emanetleri, emirlere hiç kusursuz uyarak, nehiylerden de titizlikle kaçınarak
eda etmesi, yani Allah'ın kendi üzerindeki hakkını Allah'a vermesi gerekir.
Biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, hakkın sahibine verilmemesi hıyanetliktir
ve bu hakkı vermeyen kimse, emanete hıyanetlik etmiş olur. Bu ise, Allah'a
karşı hıyanetlik etmek demektir.
2) İnsan
üzerinde bulunan başkalarına âit emanetlerin de keza sahiplerine iade edilmesi
gerekir. Bu emanetler veya haklar, herhangi bir kimsenin bir başkasına muhafaza
etmesi için bıraktığı bir mal olabilir; yahut borç olabilir. Fakat bunların
yanında belki daha önemlileri, birinin diğer birine tevdi ettiği bir sır da
olabilir ve bu sırrın hiçbir surette İfşa edilmemesi gerekir; keza birinin bir
başkasını aldatmaması, hâkimin maznuna, âmirin memura, idarecinin idaresi
altındakilere âdil davranmaları ve buna benzer ifa edilen bütün İş ve
görevler, İnsanlar üzerinde bulunan çeşitli emanetlerin sahiplerine
verilmesinden ibarettir; bu işlerden herhangi birinin ifa edilmemesi, emanete
hıyanetten başka bir manâya gelmez.
Buhârî [131]ve Müslim [132]'in rivayet ettikleri
bir hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Haberiniz olsun ki,
her biriniz bir çobandır ve her biriniz idaresi altındakilerden mes'ûldür:
Halkın idaresini elinde tutan lider, bir çobandır ve idare ettiği insanlardan
mes'ûldür. Erkek, ev halkı üzerine bir çobandır ve idaresi altmdakilerden mes'ûldür.
Kadın, kocasının evi ve çocukları üzerine bir çobandır ve onlardan mes'ûidür.
Hizmetçi, efendisinin malı üzerine bir çobandır ve ondan mes'ûldür. Haberiniz
olsun ki her biriniz bir çobandır ve idaresi altındakilerden mes'ûldür."
Allahu Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif sûrelerinde
emanetin önemine işaret etmiştir.
Meselâ Ahzâb sûresinin 72 nci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Biz, emaneti göklere, yere ve
dağlara sunduk; bunu yüklenmekten çekindiler ve endişeye düştüler de onu insan
yüklendi. O da çok zâlim ve çok câhil idr. Mü'minlerin belirgin sıfatlarının
zikredil-diği Mu'minûn sûresinin 8 inci âyetinde "onlar, emanetlerine ve
sözlerine riayetkardırlar" denilmiş, Enfal sûresinin 27 nci âyetinde de,
mü'minlere hitapla Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmemeleri emredilmiş, aksi
halde bunun emanete hıyanet demek olduğu açıklanmıştır. Allahu Ta'âlâ şöyle
buyurmuştur: "Ey îman edenler! Allah'a ve Rasûle hainlik etmeyiniz. Yoksa
kendi emanetlerinize bile bile hıyanet etmiş olursunuz."
Hazreti Peygamber de bir hadîsinde, emanete hıyanet
eden kimseyi münafık olarak isimlendirmiştir. Buhârî [133]ve Müsİim [134]tarafından nakledilen
bu hadîsinde şöyle buyurmuştur: "Dört şey vardır ki, kimde bulunursa o
hâlis münafık olur. Kimde bunlardan bir parça olursa, onu terkedinceye kadar
onda münafıklıktan bir parça kalmış demektir. Bu dört şey: Kendisine bir şey
emanet olunduğunda hıyanet eder; bir şey söylediği zaman yalan söyler;
ahdettiği zaman ahdinde durmaz; husumet ettiği zaman da haktan ayrılır".
3) İnsanın kendisi üzerinde bulunan nefsine âit
haklara gelince, bunlar da birer emanettir ve insan bunlardan da nefsine karşı
sorumludur. Meselâ insanın kendisi için dîninde ve dünyasında yalnız iyi ve
faydalı olan şeyleri seçmesi, dünyasına ve âhıretine zarar verecek amellerden
sakınması, vücuduna zararı dokunacak veya hastalık sebebi olacak her şeyden
uzak durması, emanete riayetin birer örneğidir.
Buhârî [135]ve Müslim [136]'in naklettikleri bir
hadîsten öğrendiğimize göre, Hazreti Peygamberin ashabından olan Abdullah İbn
Amr İbni'l-Âs, gündüzleri devamlı oruç tutar, geceleri de devamlı Kur'ân okuyup
hatim indirirdi. Ailesi onun bu halinden Hazreti peygambere şikâyette
bulununca, Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) ona şöyle buyurmuştur: "Bir gün oruç
tut, bir gün ye. Sonra uyu ve kalk, Unutma ki, vücudunun senin üzerinde hakkı
vardır; gözünün senin üzerinde hakkı vardır; eşinin senin üzerinde hakkı vardır;
ziyaretçilerinin de senin üzerinde hakları vardır". Bu hakların hepsi de
insana muhafaza etmesi için tevdi edilmiş birer emanettir ve bu emanetlerin
ehline, yani sahiplerine verilmesi Allah'ın emri gereğidir. Bu emri kulak ardı
edip de Allah'a karşı hâin olmayı kim ister?
Allahu Ta'âlâ emanetleri sahiplerine vermeyi
emrettikten sonra ebed müddet hükümranlığın diğer bir şartı olmak üzere,
İnsanlar arasında adaletle hükmetmeyi aynı emrin şümulü içerisinde
zikretmiştir. "Adalet mülkün temelidir" sözünün esası da budur. Mülk,
hükümranlık demektir. Buna göre adalet olmaksızın mülkü veya hükümranlığı idame ettirmek mümkün değildir. Adalet ise,
Arapçada eşitlik manâsına gelir. İki kişi arasında âdil davranmak, ikisine de
haklarını vermek demektir. Adaletin zıddı, cevr ve zulümdür ki, iki kişi
arasında eşit davranılması gerekirken birini diğerine tercih etmek ve ona
hakkını vermemek manâsına gelir.
Kur'ân-ı Kerîm'de adaleti emreden ve önemini belirten
pek çok âyet yer almıştır. Nahl sûresinin 90 inci âyetinde: "Allah,
adaletli olmayı, iyilik etmeyi ve yakınlara vermeyi emreder" denilmiş,
Hucurat sûresinin 9 uncu âyetinde de, biribirleriyle dövüşen iki mü'min
guruptan söz edilerek şöyle buyurulmuştur: "(Tecavüz eden) eğer Allah'ın
emrine dönerse, aralarını adaletle düzeltin ve âdil davranm. Allah, şüphesiz
âdil davrananları sever". Mâide sûresinin 8 inci âyetinde, Allahu Ta'âlâ
mü'minlere hitap ederek şöyle buyurmuştur: "Ey îman edenler!... Adaletli
olun; zira bu, takvaya daha yakındır". Keza Nisa sûresinin 135 inci
âyetinde: "Ey îman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana-babanız
ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şâhidlik eden kimseler
olunuz. Zira Allah, zengin de olsa fakir de olsa (sizin aleyhlerine şâhidlik
ettiğiniz kimselere) daha yakındır. Adaletli davranmak için nefsin heveslerine
uymayın", En'âm sûresinin 152 nci âyetinde de "ölçüyü ve tartıyı
adaletli yapın. Biz insana, ancak gücünün yettiğini teklif ederiz. Söylediğiniz
zaman akraba da olsa âdil davranın." buyurmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan ve çeşitli konularda dâima
adaletli olmayı ve adaletli davranmayı emreden bu âyetler, adaletin bir gereği
olan emanetin sahibine verilmesiyle birlikte milletlerin yegâne varoluş sebebinin
apaçık beyanından İbarettir. Bundan dolayıdır ki Allahu Ta'âlâ, âyet-i
kerîmedeki emanetlerin edasıyla insanlar arasında adaletle hükmedilmesi
hususunda "Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor" buyurmuştur.
Bundan, aklını kullanamayan beyinsizlerden başka kim şüphe edebilir? Zira Allah'ın,
dünya ve âhırette kullarının yalnız iyiliğine, kurtuluşuna ve saadetine olacak
şeyler dışında öğüt vermesi düşünülebilir mi? Bu sebepledir ki bütün
mü'minlerin Allah'ın emirlerine ve öğütlerine titizlikle riayet ederek
.üzerlerinde bulunan Allah'a, insanlara ve kendi nefislerine âit emanetleri eda
etmeleri ve özellikle adalet terazisini elinde tutarak adalet dağıtanların,
zengin fakir, yerli yabancı, soylu soysuz, hatırlı hatırsız gözetmeden insanlar
arasında âdil davranmaları ve adaletle hükmetmeleri gerekir. Zira Allah,
kimlerin emanetleri eda ettiklerini ve kimlerin etmediklerini hakkıyle gördüğü
gibi, kimlerin de adaletli hüküm verdiklerini hakkıyle işitir.
Allahu Ta'âlâ, emanetlerin ehline verilmesini ve
insanlar arasında adaletle hükmedilmesini emrettikten sonra, bütün müslümanlara
hitapla Allah'a, Peygamberine ve ulu'l-emre' itaat etmelerini istemiş ve şöyle
buyurmuştur:
59. Ey îman edenler! Allah 'a itaat edin. Peygambere
ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa
düşerseniz, Allah'a ve âhıretgününe inandığınız takdirde, onu Allah 'a ve
Peygambere arzedin. Bu, netice itibariyle daha hayırlı ve daha güzeldir.
59 Daha önce de açıklandığı gibi, kendilerine kitaptan
bir nasîb verilmiş olanlar, ellerinde kitap olduğu halde hurafât ve tağûta
îman etmişler ve böylece Allah'a karşı en büyük zulmü işlemişlerdi. Müşriklerin
tağûtu, putları ve kâhinleri idi. Kâhinler onlar için hüküm vazediyor, onlar
da kâhinler tarafından vazedilen bu ahkâma uyuyorlar ve onlarla amel ediyorlardı.
Yahudiler de müşriklerden farklı davranmıyor-lardı. Ellerinde kitap ve bu
kitapta Allah'ın ahkâmı bulunmakla beraber, yahudî ileri gelenleri, yahut
reisleri, yahudîler İçin kendi heva ve hevesleri istikametinde hüküm
vazediyor, yahudîler de "bu reisler Tevrat'ı bizden iyi bilirler"
diyerek onlara tâbi oluyorlardı. Böylece yahudîler, reislerini, kendileri için
ahkâm vazeden, dilediklerini helâl, dilediklerini de haram kılan rablar
edinmişlerdi. İşte yahudîlerin isyanlarının ve tuğyanlarının sebebi bu idi.
Allahu Ta'âtâ, bu âyet-i kerîmeyle mü'minlere hitap
etmiş ve onların müşriklere ve kitap ehline benzememeleri ve onlar gibi tuğyan
etmemeleri için Allah'a, Rasûlüne ve ulu'l-emre itaat etmelerini emretmiştir.
Allah'a itaat, Allah'ın Kitab'ına itaattir; Kitab'a
itaat İse, hiç şüphesiz, Kitab'ın içinde yer alan Allah'ın ahkâmı İle amel
etmektir. Allah'ın Rasûlüne itaat da, bu Rasûlün, Allah'ın Kitab'ını insanlara
beyan etmekle görevlendirilmiş olması esasına dayanır. Nitekim Allahu Ta'âlâ,
Nahl sûresinin 44 üncü âyetinde"... Sana da (Ey Muhammedi) insanlara,
kendilerine indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik?9, 64 üncü âyetinde
de "ö/z sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara
açıklaman için ve inanan kimselere hidayet ve rahmet olmak üzere indirdik"
buyurmuştur. Hazreti Peygamberin Kur'ân karşısındaki mevkii Kur'ân'ın
açıklayıcısı olması dolayısıyledir ki Allahu Ta'âlâ, Allah'a itaattan sonra
Rasûlüne de itaati emretmiştir.
Ancak âyet-i kerîmede dikkat edilmesi gereken biF
husus vardır ki burada konu itibariyle önemle işaret edilmeye değer. Allahu
Ta'âlâ âyet-i kerimede "Allah'a itaat edin; Resule de itaat edin"
buyurmuş ve itaatle ilgili emri iki defa tekrarlamıştır; yahut başka bir
iadeyle âyette "Allah'a ve Rasûle itaat edin" denilmemiştir. Bundan
anlaşılan manâ, Rasûl'e itaatin tekrar ile teyid ve tekididir. İslâm dîni
tevhîd dînidir ve Allah'tan başkasına emir, nehiy ve ahkâm vaz'ı tanımaz.
Bununla beraber dînini tebliğ etmekle görevlendirdiği peygamberlerinin ismetini
tekeffül etmiş ve onların dînin beyanı ile ilgili kavil ve fiillerine itaati
mü'minlere farz kılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'a ve Rasûlüne itaati emreden
pek çok âyet yer almıştır. Bunlardan bazısı şöyledir: "Allah'a ve Rasûle
itaat edin; eğer yüz çevirirseniz, muhakkak ki Allah kâfirleri sevmez"
(Âl-i Imrân sûresi, 32). "Eğer mü'min kişiler iseniz^Allah'a ve Rasûlüne
itaat edin'1 {Enfal sûresi, 1). Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmede îman, itaata
şart kılınmış, böylece Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyen kimselerin mü'min
o-lamayacakları gösterilmiştir. "Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ki, rahmet
olunasıniz" (Âl-i Imrân sûresi, 132).
Hazreti Peygambere itaatin lüzumu, onun, Kur'ân-ı
Kerîm'i beyanına duyulan ihtiyaç ile çok daha iyi anlaşılır. Zira Allahu Ta'âlâ,
meselâ namaz kılmayı emretmiş, fakat namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının
sayısını, rükû ve sücûdunu, vakitlerini beyan etmemiş, bunların beyanını
Hazreti Peygambere bırakmıştır. Zekât, hac ve buna benzer diğer ibadetlerle
ilgili ahkâm da böyledir. Kur'ân-ı Kerîm'de mücmel olarak gelen emir ve
nehiyler, Hazreti Peygamber tarafından beyan edilmemiş olsaydı, bunların
tatbiki müslümanlar için mümkün olmazdı. Bu sebepledir ki, Hazreti Peygamber,
hem kendisine indirilen Kur'ân âyetlerini müslümanlara teblîğ etmekle
görevlendirilmiştir; hem de teblîğ ettiği âyetleri tebyîn etmekle, yani
açıklamakla görevlendirilmiştir. Hazreti Peygamberin Kur'ân âyetlerini
açıklaması, kendi heva ve hevesi istikametinde değil, fakat Allahu Ta'âlânın
irşadı ile olmuştur. Nitekim Necm sûresinin 3'üncü âyetinde, "ö, kendi
heva ve hevesinden konuşmaz. (Ondan her ne sâdır olmuşsa), bu, kendisine
vahyolunan vahiyden başka bir şey değildir" buyurulmuştur ki, bu, Hazreti
Peygamberin dîne taalluk eden beyanlarının, yahut başka bir ifadeyle sünnetinin
vahiy mahsûlü olduğunun apaçık delilini teşkil eder. Ebû Dâvûd [137]tarafından nakledilen
bir hadîsinde de Hazreti Peygamber, "bana, Kitab ve bir de onunla
birlikte onun gibisi verildi" buyurmuştur. Ona Kitab'la birlikte verilen
de vahiy mahsûlü olmak yönünden Kitab'a benzeyen bu şeyin sünnet'ten başka bir
şey olması mümkün değildir.
Âyet-i kerîmede mü'minlerin itaatla emrolundukları
üçüncü kaynak, kendilerinden olan emr'dir. Emir sahipleri manâsına gelen
ulü'l-emr ile, hüküm istinbatına muktedir ulemâ ve idarecHer kasdedilmiştir.
İslâm uleması, mü'min olan ulu'l-emr'in Kur'ân'a ve sünnete muhalif olmayan
emir ve nehiylerine itaatin vâcib olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak Kur'ân'a
ve sünnete aykırı olan ve mü'minleri günah işlemeye sevkeden ulü'l-emre itaat
olunmaz. Buhârî Sahîh, 105-106 [138]ve Müslim [139]tarafından nakledilen
bir hadîsinde Hazreti Peygamber, "Allah'a karşı masıyette itaat yoktur.
İtaat ancak maruftadır" buyurmuştur. Yine Buhârî [140]tarafından nakledilen
bir hadîs de şöyledir: "Emir sahiplerinin emirlerini dinlemek ve masıyetle
emro-lunmadıkça onlara itaat etmek -hoşuna gitsin veya gitmesin- müslüman
kişinin üzerine vâcib bir haktır. Masıyetle emrolunduğu zaman da, onları
dinlemek ve onlara itaat etmek yoktur". Hazreti Peygamberin bu hadîsleri,
âyet-i kerîmedeki"... sizden olan emir sahipler? ibaresinin delâlet
ettiği manâyı da teyid eder. Zira Allahu Ta'âlâ, âyetinde mü'minlerden olan
emir sahiplerine itaati vâeib kılmıştır; çünkü böyle olan emir sahiplerinin
Kur'ân'a ve sünnete muhalif emirler vermeleri ve mü'minleri günâh işlemeye
sevketmeleri mümkün değildir.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, âmirlerin
herhangi bir sebeple İslâm'a aykırı düşen ve müslümanı Allah'a karşı günâh
işlemeye sevkeden emirlerine itaat zorunluluğunun olmaması, âmirlere karşı
ayaklanmayı gerektirmez. Âmirin günâh işlemeye sevkeden emri île âmire karşı
isyan etmek arasında hiçbir münâsebet yoktur. Zira İslâm, fitneye sebep
olabilecek hiçbir davranışa cevaz vermez. İslâm'a göre günâh işlemeye teşvik
eden idareciler hakkında takip edilecek en doğru yol, onları meşru yollarla
işbaşından uzaklaştırmaktır.
Herhangi bir meselenin halli için ne Kur'ân'da ve ne
de sünnette hükme delâlet edecek bir nass bulunmazsa, bu takdirde ulü'l-emrin
bu meseledeki görüşüne bakılır. Eğer ulü'l-emr.onun hailinde İttifak ve icma
etmiş, bir görüş birliğine varmışsa, ulü'l-emrin bu görüşüne uymak ve onunla
amel etmek bütün müslümanlara vâcib olur. Fakat ulü'l-emr arasında ihtilâf
hâsıl olur ve meseleye bir çözüm getirilemezse, bu takdirde tercih edilen
görüş veya hükümlerin Allah'a ve Rasûlüne arzedil-mesi gerekir. Bir görüşün
veya hükmün Allah'a ve Rasûlüne arzı, onun Kitab ve sünnete uygunluğunun
araştırılması demektir. Bu araştırma neticesinde eğer Kitab'a veya sünnete
uyduğu anlaşılırsa, onun doğruluğuna hükmedilir ve onunla amel olunur. Eğer
Kitab'a veya sünnete uygun olmadığı neticesine varılırsa, onun doğru bir görüş
veya hüküm olmadığı anlaşılır ve terkolunur.
Bu açıklamalardan sonra şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır
ki, bu âyet-i kerîme, İslâm dîninin dört aslını beyan etmiştir. Bunlardan birincisi
Kur'ân ve onunla amel etmektir ve Allah'a itaat etmek manâsına gelir. İkincisi,
Hazreti Peygamberin sünneti ve onunla amel etmektir ki, Rasûl'e itaat manâsına
gelir. Üçüncüsü, âlimlerden ve liderlerden oluşan ulü'l-emrin icma'ı olup bu icmâ ile amel
etmektir ve ulü'l-emre itaat etmek manâsına gelir. Dördüncüsü ise, ihtilaflı
meselelerin, Kur'ân ve sünnetteki umumî ahkâm ve kaidelere arzı olup uygun
düşenlerle amel etmektir. Âyet-i kerîmede buna, "eğer herhangi bir şeyde
anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Peygambere arzedin" emriyle işaret
edilmiştir.
Ancak şunu unutmamak gerekir ki, gönlünün arzu ettiği
bir neticeye ulaşmak yerine Allah'ın hükmüne razı olanlar ve dünya
nimetlerinden çok âhıret hayatının mükâfatına ilgi duyanlar, yalnız
mü'minlerdir. İhtilaflı meselelerde tercih ettikleri hüküm, dürjyevî
menfeatlarına ne derece uygun düşerse düşsün, Allah'ın rızasını kazanmak ve
âhıret mükâfatına nail olmak için o hükmü yalnız mü'min olanlar terkeder ve
yalnız Allah'ın hükmüne rıza gösterirler. Nitekim âyet-i kerîmede, Allahu
Ta'âlâ, ihtilaflı görüş veya hükümlerin Allah ve Rasûlüne arzını Allah'a ve
âhıret gününe îman şartına talîk ederek "eğer bir şeyde anlaşmazlığa
düşerseniz, Allah'a ve âhıret gününe inandığınız takdirde, onu Allah'a ve
Peygambere arzedin" buyurmuştur ki, bunun manâsı, Allah'ın ve Peygamberin
. hükmüne uymak yerine kendi arzuları istikametinde hareket edenlerin mü'min
olarak isimlendirilemeyecek olmalarıdır. Daha açık bir ifade ile, kim ihtilaflı
meselelerin hallinde Kitab ve sünnete başvurur, onların hükmüne rıza
gösterirse, o mü'mindir; kim de bundan imtina eder ve onların hükmüne gerek
duymazsa, o mü'min ismine lâyık olmaz.
Fakat bilseler, ihtilaflı meseleyi Allah'a ve Rasûlüne
arzetmek ve onların hükümlerinden hoşnud olmak, kendileri için çok daha
hayırlıdır. Çünkü Allah, kullarının hayrına olan şeyi kullarından daha iyi
bilir ve bu sebeple Kitab'ında ve Rasûlünün dilinde yalnız kullarının iyiliğine
ve menfeatine olan şeyleri getirmiştir. Bu itibarla Kitab ve sünnet,
müslümanlar arasındaki ihtilâfın sona erdirilmesi ve fitnenin önlenmesi
bakımından başvurulabilecek yegâne hakemdir. Aynı zamanda bu başvuru, Allah'a
ve Rasûlüne itaatin da bir gereğidir. Nitekim Allahu Ta'âlâ, bu âyetin başında
mü'minlere hitap ederek "Allah'a itaat edin; Rasûlüne ve sizden olan emir
sahiplerine de itaat edin" buyurmuştur. Bu itaat, hiç şüphesiz ihtilaflı
meselelerde de onların hükmüne rıza göstermeyi gerektiren bir itaattir. Bu rıza
gerçekleşmeden itaatin hasıl olması mümkün değildir.
60. Sana
indirilen (Kur'ân) 'e ve senden önce indirilen (kitap)'lere inandıklarını iddia
eden (şu münafık) kimseleri görmüyor \ musun ? Aslında
(fesad ve dalâlet kaynağı olan) tağûtu inkâr etmekle emrolundukları halde, yine
de onun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Şeytan da onları, (dönüşü
olmayan) uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.
61. Onlara,
"Allah 'm indirdiği (Kur'ân) ne ve Peygambere gelin" denildiği zaman,
o münafıkların, senden yüz çevirip kaçtıklarını da görürsün.
62. Fakat
kendilerine, kendi ellerinin sebep olduğu bir musibet gelip çattığı zaman, nasû
da "iyilikten ve arabulmaktan başka bir şey istemedik" diye Allah '-a
yemin ederek sana geliyorlar.
63. İşte böylelerinin
kalblerinde ne olduğunu Allah (çok iyi) bilir. Bu sebeple onlardan uzak dur;
onlara nasihat et ve kendileri hakkında onlara tesirli söz söyle.
Daha önceki âyetlerinde Allahu Ta'âlâ, yahudîlerden
söz ederek, onların nasıl huraîat ve tağûta îman etmek suretiyle Allah'a karşı
en büyük zulmü işlediklerini ve bu şirkleri ve isyanları sebebiyle âhırette
nasıl acı bir azâb ile cezalandırılacaklarını anlattıktan sonra, yahudîlere ve
müşriklere benzememeleri için mü'miniere, emanetleri ehline vermelerini,
adaletle hükmetmelerini, sonraki âyetlerinde de Allah'a ve Rasûlüne her hususta
ve her şeyde; ulü'l-emre de ittifak ve icma ettikleri hususlarda itaat
etmelerini, aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda ise, ihtilaflı meseleleri
Allah'a ve Rasûlüne arzetmelerini emretmiş, bunun da mü'minler için çok daha
hayırlı olduğunu beyan buyurmuştu.
Bu açıklama ile hurafât ve tağûia inanan, yahudîlerin
kütür halleriyle, Allah'a ve Rasûlüne itaat eden ve her hususta Allah'ın ve
Rasûlünün hükümlerine 'boyun eğen mü'minlerin îman halleri gözler önüne
serildikten sonra, yukarıdaki âyet-i kerîmelerinde Allahu Ta'âlâ, yahudîlerin
temsil ettikleri küfürle müsiümanların temsil ettikleri îman arasında
bocalayan, ağızlarıyle mü'min olduklarını iddia ettikleri halde, amelleriyle
küfür işleyen üçüncü bir taifeden söz etmiş ve müslümanla-ra, çeşitli fiil ve
davranışlarıyla mü'minlerden tamamiyle farklı olan, fakat hurafât ve tağûta
inanmaları yönünden yahudîlere benzeyen ve münafık denilen bu taifeyi
tanıtmıştır.
Müfessirler, bu âyet-i kerîmelerin nüzulü ile ilgili
çeşitli sebepler zikretmişlerdir. İbn Abbâs'tan gelen bir habere göre, Ebû
Bereze el-Es-lemî, yahudîler arasında ihtilâf ettikleri meselelerde hüküm veren
bir kâhin idi. Müslüman olduklarını söyleyen bazı kimselerin de hüküm için Ebû
Bereze'ye başvurmaları üzerine, Allahu Ta'âlâ yukarıdaki üç âyeti indirmiştir.
Yine İbn Abbâs'tan gelen başka bir habere göre, İslâm
iddiasında bulunan el-Cellâs İbnu's-Sâmit ve arkadaşlarıyla müslümanlardan bir
gurup arasında beliren bir anlaşmazlık sebebiyle müslümanlar el-Cellâs ve
arkadaşlarını ihtilâfın halli için Hazreti Peygambere başvurmaya davet
etmişler, el-Cellâs ve arkadaşları ise, onlara câhiliyye kehanetini
göstermişlerdir. Bunun üzerine" bu âyetler nazil olmuştur.
Başka bir haber de şöyle gelmiştir: Bir yahudî ile bir
münafık arasında bir husumet çıkmıştı. Yahudî münafığa "meselenin halli
için senin Peygamberine gidelim. Zira bilinen bir gerçektir ki o, verdiği
hükümlerde rüşvet almaz" demiş, fakat münafığın itirazı üzerine Cuheyne
kabilesinden bir kâhine gitmeye karar vermişlerdir. Bundan sonra bu ayetler
nazil olmuştur.
Âyetlerin nüzul sebebi olarak nakledilen bu haberlerin
her birinde, birbirinden farklı
hâdiselerin zikredilmiş olması, bunlardan herhangi birini asıl sebep olarak gösterme
imkânını vermese bile, aralarındaki müşterek noktanın, müslüman olduklarını
ileri süren bazı kimselerin Hazreti Peygamberin hükmünden yüz çevirmeleri
olduğu anlaşılır ki, bu da âyetlerin nüzulü için yeterli bir sebep teşkil eder.
Buna göre âyette kendilerinden bahsedilen kimseler, zahiren müslüman olan,
fakat küfürlerini kalblerinden söküp atamayan münafıklardır ve bunlar, küfürleri
sebebiyle Hazreti Peygamberin huzurunda muhakeme olmaktan kaçıp kendi
tağûtlarına başvurmuşlardır. Allahu Ta'âlâ da bunlar hakkında şöyle
buyurmuştur:
60. Sana
indirilen (Kur'ân) 'e ve senden önce indirilen (kitap)'lere inandıklarını iddia
eden (şu münafık) kimseleri görmüyor musun? Aslında (fesad ve dalâlet kaynağı
olan) tağûtu inkâr etmekle emrolunduklan halde
yine de onun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Şeytan da onları,
(dönüşü olmayan) uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.
60 Allah'.ın Hazreti Peygambere indirdiği Kur'ân-ı
Kerîme ve daha önce gelip geçmiş peygamberlere indirdiği Tevrat ve İncil gibi
kitaplara inandıklarını söyleyen, keza dînin inanılması gereken diğer esaslarına
da îman ettiklerini ileri süren, buna rağmen îmana aykırı işler yapan insanlara
şaşmamak mümkün müdür? Zira Allah'ın kitaplarına ve peygamberlerine gerçek
manâdaki îman, Allah'ın bu kitaplarda vazettiği ve peygamberleri vasıtasıyla
kullarına duyurduğu ahkâma uymayı ve bu ahkâm gereğince amel etmeyi gerektiren
îmandır. Eğer bir kimse, Allah'ın kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm'e inandığını ileri
sürüp de Kur'ân ahkâmı ile amel etmekten çekiniyor ve onu umursamıyorsa, o
kimsenin kalbinde varolduğunu ileri sürdüğü îmanın, kâmil îman olduğu kabul
edilebilir mi? Bunu kabul etmek elbette mümkün değildir, Zira istisnasız bütün
insanlar, yeryüzünde varoldukları ilk günden itibaren tek bir ilâha ibadet
etmek ve O'ndan başka ilâh tanımamak hususunda uyarılmışlardır. Kendilerine
birbiri arkasına gönderilen peygamberler, Allah'ın, kendisinden başka ilâh
olmadığı, bu itibarla yalnız kendisine ibadet etmeleri ve tağûttan sakınmaları
hususundaki emrini bütün insanlara duyurmuşlardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm,
daha müslümanların karşısına tağûtu rab edinen yahudîlerin çıkmadıkları Mekke
döneminde nazil olan Nahl sûresinin 36 ncı âyetinde bu hususu açık bir şekilde
belirterek şöyle buyurmuştur; "Biz her ümmete, yalnız Allah'a ibadet
etmeleri ve tağûüan sakınmaları için bir peygamber gönderdik?'. Keza tağûttan
sakınmanın gereğine işaret edilen Bakara sûresinin 256 ncı âyetinde de şöyle
denilmiştir: "Kim tağûtu inkâr eder, Allah' a inanırsa, kopması mûmkûn
olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur".
51 inci âyetin tefsîrini yaparken de açıkladığımız
gibi, lağût" kelimesi, şeytan manâsına geldiği gibi, insanın isyanına ve
hak yoldan çıkmasına sebep olan her çeşit mabuda ve İbadet edilen her mahlûka
delâlet eder ki, ona put demek de mümkündür. Buna göre, Kur'ân-ı Kerîm'e
inandıklarını söyleyen bazı kimselerin, aralarında beliren bir takım
anlaşmazlıkların hallinde, Kur'ân'ın hükmüne uymak yerine, kendi çıkarlarını
koruyacak olan bazı kimselere başvurdukları anlaşılmaktadır ki, âyet-i kerîmede
hükümlerine başvurulan bu kimseler tağût adiyle zikredilmişlerdir. Bunlara
tağût denilmesi, Allah'ın hükmü yerine, Allah'a ortak koşulan bu kimselerin
hükmüne itibar edilmesi sebebiyledir. Tağûta başvuranlar ise, Allah'ın
kitaplarına inandıkları iddiasında bulunan kimselerdir ki, inandıklarını
söyleyip de küfür işleyen böyle kimselere "münafık" denildiği
malûmdur. İşte âyet-i kerîmede sözü edilenler, bu münafıklar ve onların,
hükümlerine başvurdukları tağûtlandır. Binâenaleyh şeytan kadar zararlı olan bu
tağûtların başlıca gayeleri, insanları bâtıla davetle içlerine şerri
yerleştirmek ve böylece hak ile aralarında derin uçurumlar meydana
getirmektir. Ancak böyle olduğu zamandır ki, onları devamlı olarak dalalette bırakabilirler
ve hak olan yoldan onları uzak tutabilirler. İşte tağûtlara inanan ve onların
önünde muhakeme olmayı Allah'ın hükmüne tercih eden münafıklar, şeytanların bu
tuzağına düşmüş olan kimselerdir. Bu sebepledir ki:
61. Onlara "Allah'ın indirdiği (Kur'ân)'ne ve
Peygambere gelin." denildiği zaman, omünâ-fıklannsendenyüz çevirip
kaçtüdannı dagö~ rûrsün,
61 Hazreti Peygambere indirilen Kur'ân'a ve daha
önceki Peygamberlere indirilen diğer kitaplara İnandıklarını söyleyip de inkâr
etmeleri gereken tağûtun önünde muhakeme olunmak isteyen münafıkların nifak
alâmetleri bu âyet-i kerîmeyle açıklanmış ve onların, Allah'ın Ki-tab'ındaki
hükmü ile Rasûlünün hükmünden nasıl yüz çevirip tağût-larının hükmüne
sığındıkları açık bir şekilde gösterilmiştir. Allahu Ta'âlâ buyurmuştur ki:
îman ettiklerini ileri sürüp de tağûtları önünde muhakeme olunmak isteyen bu
münafıklara: "Allah'ın indirdiği Kurân'a gelin; onunla amel edelim ve
aramızdaki anlaşmazlığı onun hükmü ile halledelim. Keza Rasûlullah (s.a.s.)'a
gelin; onun aramızda vereceği hükme razı olalım." denildiği zaman,
onların nasıl senden yüz çevirip uzaklaştıklarını ve senin hükmüne, yahut
Kur'ân'ın hükmüne razı olmadıklarını görürsün. Bununla beraber, bu münafıklar
hem câhil ve beyinsiz, hem de tuttukları sapık yolun müdâfaasını yapamayacak
kadar korkak ve sebatsızdırlar. Allah'ın ve Rasûlünün hükmünden yüz çevirip kaçarlar.
62.Fakat kendilerine, kendi ellerinin sebep olduğu
bir musibet gelip çattığı zaman, nasıl da"iyilikten ve ara bulmaktan başka
bir şey is temedik." diye Allah 'a yemin ederek sana gelirler.
63.işte böylelerinin kalblerinde ne olduğunu Allah
(çok iyi) bilir. Bu sebeple onlardan uzakdur; onlara nasihat et ve kendileri
hakkında onlara tesirli söz söyle.
62 Eğer bu münafıklar gerçekten akıllarını
kullanabilselerdi, kabul etmiş göründükleri İslâm'a sımsıkı yapışırlar ve
varlığını ileri sürdükleri îmanın gereği ne ise, onunla amel ederler ve bundan
kendileri için gerekli olan istifadeyi sağlayabilirlerdi. Çünkü aklını
kullanabilen kimse, düşünür ve bilirdi ki, Allah'ın Kitab'ındakİ hükümlerini ve
Rasûlullah (s.a.s.)'ın hükümlerini terkederek tağûtların hükümlerine devamlı
boyun eğmek, olacak bir iş değildir ve tercih edilen bu yolun sebep olacağı bir
felâket, veya başına getireceği bir musibet, bir gün onu, içine düştüğü bu
felaketten ve başına gelen bu musûbetten kendisini kurtarması için Allah'ın
Rasûlüne başvurmak zorunda bıraktığı ve böylece îman iddiasının yalandan başka
bir şey olmadığı ortaya çıktığı zaman, hali nice olacak ve kendisini bu
yalandan nasıl kurtaracak? Hiç şüphe yoktur ki, her kötü amele terettüp eden
kötü sonuçlar vardır ve her birinin gizlenmesi mümkün olmayan zararlı
akıbetleri bulunur. Bu sebepledir ki, kötü amel sahiplerinin kendi elleriyle
İşledikleri bu amellerin zararlı âkıbetleriyle karşılaşmaları halinde, bir
yardımcı ve bir kurtarıcıya sığınmaktan müstağni kalmaları mümkün değildir.
İşte münafıkların hali de budur. îman ettiklerini söyleyip dururken Allah'ın
Kitab'ına ve Rasûlüne davet olununca, onlardan yüz çeviren, fakat nifakları,
veya îman iddialarındaki yalanları ortaya çıkınca da özür dilemek için
Peygambere koşturan bu münafıkların hali ne olacaktır? Hazreti Peygamber onlara
karşı nasıl davranacaktır? Şüphesiz onlar, Hazreti Peygambere gelip onu kandırmaya çalışırlar ve Allah'a
yemin ederek sadece iyilik için ve sadece kendileriyle hasımları arasını ıslah
etmek için tağûta başvurduklarını ve bundan zarar görmediklerini söylerler.
Tağûta başvuruşları-nı da, hasımlarının ısrarına hamlederek kendilerini bundan
tebriye etmeye çalışırlar.
63 Fakat bunlar ne söylerlerse söylesinler, hepsi de
münafıkların sözüdür ve söyledikleri hiçbir şey kalblerindekinin ifadesi
değildir. Onların kalbleri Allah'a ve Peygamberine karşı küfürle, mü'minlere
karşı da kin ve nefretle doludur. Fırsat bulunca bunları açığa vururlar;
amelleri, Allah'a ve Rasûlüne karşı küfür, mü'rrîînlere karşı da kin ve
düşmanlık eseri olarak tezahür eder. fakat bu amellerinden zarar göreceklerini
hissettikleri zaman, mü'minlere yanaşırlar ve "biz sapasağlam
mü'min-leriz; her ne yapmışsak, sırf ortalığı düzeltmek için yaptık"
derler. Fakat Allah, onların kalblerinde ne olduğunu ve neyi gizlemeye
çalıştıklarını elbette bilir. Bu itibarla ey Muhammedi Onlardan yüz çevir, uzak
dur. Zira senin onlara yüz vermemen ve onlardan uzak durman, onlar için uyarıcı
bir ders olur da "her halde hakkımızda, bizim halimizi ve kalbimizin
içindekileri açıklayan bir sûre indi" zannederek belki intibaha gelirler.
Çünkü Tevbe sûresinin 64 üncü âyetinde de açıklandığı gibi, "münafıklar,
kalblerinde olan nifakı haber verecek bir sûrenin indirilmesinden
korkarlardı". Eğer onlar bu hallerinde devam ederler ve münafıklığı
terketmezlerse, onlara kötü hallerini açıklayarak vâz u nasihatta bulun.
Kendileri hakkında, zamana ve zemine göre durmadan değişen inanç ve itikadları
hakkında, bu inanç ve itikadın tezahürü olarak kendilerinden sâdır olan
karışık ameller hakkında ve bu amellerin dünya ve âhırette kendilerine hiçbir
fayda sağlamayacağı hakkında onlara, içlerine kadar işleyip kalblerini
titretecek söz söyle.
64. Biz,
gönderdiğimiz her bir peygamberi, ancak Allah'ın izniyle itaat olunması için
gönderdik. Halbuki onlar kendilerine zulmettiklerinde, sana gelip Allah'tan
mağfiret dileselerdi ve Peygamberde onlar için (Allah'tan) mağfiret dileseydi,
herhalde A'lah'ı, tevbeleri çok kabul edici ve çok bağışlayıcı olarak bulurlardı.
65. Fakat hayır! Rabbtna yeminler olsun id, onlar,
aralarında çekiştikleri şeyler hakkında seni hakemyapıp, sonra da verdiğin
hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet göstermedikçe
îman etmiş olmazlar.
66. Faraza biz
onlara, "kendinizi Öldürün", ,
yahut "yurdunuzdan çıkın." diye yazıp farz
kûsaydık, onlardan çok azı müstesna, o (farz)nu
yapmazlardı Eğer onlar, kendilerine öğüt verilen şeyi yapsalardı, kendileri
için elbette daha hayırlı ve {îmanla? rında) daha sağlamlaştıncı olurdu.
67. Bu
takdirde de biz onlara, kendi tarafımızdan pek büyük bir mükâfat verirdik.
68. Ve onlan
dosdoğru yola iletirdik.
69. Herkim
Allah'a ve Peygambere itaat ederse, iste böyleleri, (kıyamet gününde), Allah'ın
kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdirler.
Onlar ne iyi arkadaştırlar.
70. İşte bu,
Allah'tan bir lütuftur. Her şeyi hakhyle bilici olarak Allah yeter.
Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, Allah'a ve
Rasûlüne itaati emrettikten, buna rağmen mü'min olduklarını ileri sürdükleri
halde, Allah'ın ve Rasûlün hükümlerine boyun eğmek yerine, inkâr etmeleri
gereken tağûtlara inanan ve onların önünde muhakeme olup onların hükümlerine
tâbi olan münafıkların halini açıklayıp onları kötüledikten sonra, yukarıdaki
âyetlerinde de delil olmak üzere, Peygambere itaatin neden vacip olduğunu, buna
karşılık itaattan yüz çevirip tağûtlarının peşinden koşan ve onların verdikleri
hükümlere tâbi olan münafıkların, neden Allah'ın, Peygamberinin ve bütün
mü'minlerin buğzuna müste-hak olduklarını açıklamıştır.
Bu âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre, Hazreti
Peygambere itaatin vücûbuna delil, Allah tarafından gönderilen her peygamberin,
yine Allah'ın emriyle itaat edilmek için gönderilmiş olmasıdır. Münafıkların
buğza müstehak olmalarının delili ise, Allah'ın Hazreti Peygambere itaat
edilmesi hususundaki emrine rağmen ona itaat etmemeleri ve onun hükmüne rıza
göstermemeleridir.
Bununla beraber Allahu Ta'âlâ, münafıklara yine de bir
kurtuluş yolu göstermiş ve tağûta itaattan vazgeçerek tevbe ettikleri ve hulûsu
kalb ile Allah'tan mağfiret diledikleri, Hazreti Peygamberin de, onların
mağfiret dileklerine katılarak onlar için Allah'tan aynı dilekte bulunduğu
takdirde, onları bağışlayacağını bildirmiştir. Ancak bunun da şartı, Hazreti
Peygamberin hükümlerine tam bir teslimiyet ve îmanla rıza göstermektir. Bu
olmadıkça onların doğru yolu bulmaları ve kurtuluşa ermeleri mümkün değildir.
Şu var ki münafıkların çoğu yine de Allah'ın emrine uymayacak, Peygamberin
hükmüne rıza göstermeyeceklerdir. Bu, şüphesiz kendilerine, yine kendilerinin
yaptıkları zulümden başka bir şey değildir. Halbuki onlar Allah'ın emirlerine
uymuş olsalardı, bu, kendileri için çok daha hayırlı olurdu. Çünkü Allah'ın,
Allah'a ve Rasülüne itaat edenler için hazırladığı mükâfatı, geçici dünya
nimeti için feda
etmek,
tabiî karşılanabilecek bir iş değildir. Bu mükâfat, Allah'ın gerçek mü'minier
için hazırladığı bir lütuf olmak üzere kıyamet günü peygamberler, sıddîklar,
şehîdler ve sâlihlerle beraberliktir ki, Allah'a ve Rasûlüne kusursuz itaat
etmenin karşılığıdır.
İşte, açıklamaya çalıştığımız bu manâlar içinde gelen
bu âyetlerin ilkinde Allahu Ta'âlâ buyurmuştur ki:
64.Biz, gönderdiğimiz her bir peygamberi, ancak Allah
'w izniyle itaat olunması için gönderdik. Halbuki onlar, kendilerine
zulmettiklerinde, sana gelip Allah 'tan mağfiret dileseler-di ve Peygamber de
onlar için (Allah'tan) mağfiret dileseydi, herhalde Allah'ı, tevbeleri çok
kabul edici ve çok bağışlayıcı olarak bulurlardı.
65.Fakat hayır! Rabbına yeminler olsun ki, onlar,
aralarında çekiştikleri şeyler hakkında seni hakem yapıp, sonra da verdiğin
hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet
göstermedikçe îman etmiş olmazlar.
64 Münafıkların Hazreti Peygamberin hükmüne rıza
göstermemeleri sebebiyle Allahu Ta'âlânın onlara karşı zikrettiği Peygambere
itaatin lüzumu ile ilgili delili açık ve kesindir. Aklını kullanabilen hiç
kimse, Allah'ı ve Allah'ın ulûhiyyet ve rububiyyetini inkâr etmedikçe, bu
delili ve bu delilin gereği olarak Peygambere itaatin lüzumunu reddedemez.
Çünkü Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede buyurmuştur ki: Biz, yeryüzünde ilk insanı
yarattığımız günden itibaren birbiri arkasına gönderdiğimiz bütün
peygamberleri, sünnetimizin hiçbir zaman değişmeyen hükümleri uyarınca
gönderdik. Hiçbir peygamberin gönderilişinde sünnetimize aykırı düşen bir taraf
olmamıştır. İşte peygamberler hakkında hiç değişmemiş olan bizim bu sünnetimiz,
onların, gönderildikleri kavimlere yalnız İtaat olunmak üzere gönderilmiş
olmalarıdır. Eğer biz, kendilerine peygamber gönderdiğimiz kavimlere Msize
gönderilen peygambere ister itaat edin, ister etmeyin" demiş olsaydık,
peygamber göndermenin hiçbir hikmeti ve hiçbir faydası kalmaz, biz de abesle
iştigal etmiş olurduk. Oysa biz, yarattığımız hiçbir şeyi ve tabiatiyle insanı
da başıboş bırakmadık ve hepsi için bir yol, bir yön ve yörünge tayin ettik.
Sonra da insanlara takip etmeleri gereken yolu göstermeleri için peygamberler
gönderdik ve onlara "bu peygamberlere itaat edin" diye emrettik.
Binâenaleyh peygambere itaat bizim emrimiz gereğidir ve insan İçin onlara
itaattan başka bir yol yoktur. Buna rağmen kim peygambere itaat-tan yüz çevirir
ve onun hükmüne rıza göstermezse, bizim emrimizden çıkmış, bize karşı gelmiş
olur. İşte Allah'a, kitaplarına ve peygamberlerine îman ettiklerini ileri
süren, fakat fiilleri bu sözlerine uymayan münafıkların hali budur. Bizim
"Peygambere itaat edin" emrimize kulak asmayarak onun hükmüne rıza
göstermemişler ve hükümlerine başvuracak başka kimseler aramışlardır. Halbuki
onlar, Peygamberimizden yüz çevirerek işledikleri büyük günâhın ve nefislerine
yaptıkları ağır zulmün hemen akabinde pişmanlık duyup Allah'tan mağfiret
dile-selerdi, keza Peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, Allah onların
tevbelerini herhalde kabul ederdi. Çünkü Allah'ın rahmeti çok geniştir ve her
şeyi kaplamıştır.
Âyet-i kerîmede münafıkların bağışlanması için Hazreti
Peygamberin de onlara Allah'tan mağfiret dilemesi, günâhlarının sadece kendi
nfislerine zulmetmek olmayıp, hükmünden yüz çevirmiş olmaları do-layısıyle
Hazreti Peygambere de eziyet etmeleri sebebine dayanır. Zira aralarında hüküm
vermek hususunda yegâne hak sahibi Hazreti Peygamberdir ve onun hükmünden yüz
çevirmekle bu hakkı tecavüz etmişlerdir. Bu tecavüz, münafıkların,
davranışlarından pişmanlık duymaları halinde Hazreti Peygamberden de özür
dilemelerini gerektirir. İşte Hazreti Peygamberin onlar için Allah'tan mağfiret
dilemesi de, ancak onların özür beyanından, Hazreti Peygamberin de onları
bağışlamasından sonra mümkün olabilir.
65 Şu var ki, münafıkların Allah'tan mağfiret
dilemeleri, onların kalbler'ıni dolduracak sağlam ve sahîh bir îmanın oluşuna
bağlıdır. Bu îman olmadıkça ne onların mağfiret dilemeleri mümkündür; ne de
münafıklık alâmeti olarak Allah'tan mağfiret dileseler bile, mağfiret
olunmalarına İmkân vardır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin hükmünden
yüz çeviren münafıkların, her şeyden önce tam bir îman sahibi olmalarına
işaret etmiş, fakat gerçek manâda îman etmiş olmak için de, kendilerinde üç
hasletin veya üç üstün özelliğin bulunması gerektiğini kendi üzerine yemin
ederek bildirmiştir. Bu üç haslet, yahut üç üstün özellik şunlardır:
1) Aralarında çıkan herhangi bir ihtilâfın veya
husumetin giderilmesi için hakkın tebeyyün etmemesi ve bir hakeme başvurmaya
lüzum görülmesi halinde mutlaka Hazreti Peygambere başvurmalıdırlar. Hazreti
Peygambere başvururken içlerinde herhangi bir zorlama hissetme-meliler, aynı
meselenin hallinde bir tağûta da başvurabilecekleri düşüncesine kafalarında
yer vermemelidirler.
2) Hazreti
Peygamberin, meselenin haili için verdiği hükme içlerinde hiçbir sıkıntı veya
ezinti duymadan rıza göstermeli ve hiç tereddüt etmeden o hükümle amel
etmelidirler. Zira gerçek mü'min, Hazreti Peygamberin hükmü ile gönlü
ferahlanan kimsedir. Çünkü hak olan, doğru olan hüküm onun hükmüdür; iyilik ve
mutluluk onunladır.
3) Hazreti
Peygamberin hükmüne rıza gösterdikten sonra, ona tam bir teslimiyetle boyun
eğmelidirler. Zira bazı kimseler, hükmün doğru olduğunu bildikleri halde onu
kabul etmek istemezler; kabul etmemekte direnirler. Hazreti Peygamberin
hükümlerine karşı böyle bir direniş i-nançsızlık alâmetinden başka bir şey
değildir.
İşte, âyet-i kerîmede zikredilen bu özellikler, bir
insanda bir araya geldiği zaman, o insanın gerçek manâda mümin olduğuna
hükmedilir. Münafıklar da ancak bu özelliklere sahip olarak Allah'tan mağfiret
diledikleri takdirde, Allah'ın affına mazhar olurlar,
Hazreti Peygamberle ilgili olarak âyet-i kerîmenin
delâlet ettiği bir manâ daha vardır ki, önemi dolayısıyle burada ona da işaret
etmek gerekir. Daha önceki âyet-i kerîmelerde de gördüğümüz gibi, Allahu
Ta'âlâ, Hazreti Peygambere itaati emretmiş, sonra da mü'min olduklarını
söyleyen, fakat Hazreti Peygamberin hükümlerine rıza göstermeyip tağûtlarına
başvuran ve onlardan hüküm isteyen münafıkları şiddetle kötülemiştir. Bundan
anlaşılan manâ şudur ki, Hazreti Peygamber, verdiği bütün hükümlerinde masum ve
hükümleri de haktır. Şu var ki onun hükmü davanın zahiri itibariyledir. Başka
bir ifadeyle, dava kendisine nasıl intikal ederse ona göre hüküm verir.
Meselelerin sırrını ise, yalnız Allah bilir. Bu sebepledir ki Hazreti Peygamber,
Buhârî [141], Müslim
[142]ve diğer
imamların naklettikleri bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Sizler davanızı
bana arzediyorsunuz. Bazınız delillerini bana daha düzgün ifade eder; ben de
ondan işittiğim bu düzgün İfadeye göre hüküm veririm. Böylece kimin lehine
kardeşinin hakkından kesip hükmetmiş isem, sakın bunu üzerine almasın. Ben, zahire
göre verdiğim bu hükümle onun için ateşten bir parça kesmiş olurum".
Allahu Ta'âlâ, îmanın, ihtilaflı konularda Hazreti
Peygamberin hükmüne başvurup tam bir teslimiyetle ona boyun eğmedikçe gerçek
bir îman olmayacağını beyan ettikten sonra, bu konuda pek çok kimsenin kusurlu
davranışına ve îmanındaki zayıflığa işaret ederek şöyle buyurmuştur:
66. Faraza
biz onlara, "kendinizi öldürün", yahut yurdunuzdan çıkın" diye
yazıp farz takaydık,
onlardan çok azı müstesna, o(farz)nu yapmazlardı.
Eğeronlar, kendilerine öğüt verilen şeyi yapsalardı, kendileri için elbette
daha hayırlı ve (îmanlarında) daha sağlamlastırıcı olurdu.
67. Bu takdirde de biz onlara, kendi tarafımızdan pek
büyük bir mükâfat verirdik.
68. Ve onlan dosdoğru yola iletirdik.
66 Âyet-i kerîmede sözü edilenler, yine münafıklar ve
münafıklar gibi hareket eden kimselerdir. BinâenaTeyh pek çok kimse vardır ki,
bunlar hayatlarını mü'min ve müslüman olarak sürdürürler de, Allah'ın bir emri
işlerine gelmediği zaman, o emrin gereği ile amel etmezler. Bu durumda,
bunların davranışlarıyla münafıkların davranışları arasında hiçbir fark kalmaz
ve bunlar da münafıkların tâbi oldukları hükme tâbi olurlar.
Aslında Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeyle bize gerçek
mü'minin nasıl olduğunu veya nasıl olması gerektiğini beyan etmiştir. Bu beyana
göre hakîki mü'min, iyi olsun kötü olsun, zor olsun kolay olsun, bütün
emirlerinde Allah'a ve Rasûlüne itaat eden kimsedir. Hattâ bu emir, İnsanın
kendini öldürmesi veya evini barkını, yuvasını yurdunu terkedip başka bir
ülkeye göç etmesi şeklinde bile olsa, hâlis mü'minin, Allah'ın ve Rasûlünün bu
emrine tereddüt göstermeden uyması gerekir. Fakat âyet-i kerîmede Allahu
Ta'âlânın da beyan ettiği ve açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi, mü'min
olduklarını ileri süren insanlara "kendinizi öldürün", yahut
"yurdunuzdan çıkın" diye bir emir verilmiş olsaydı, bu insanların
acaba ne kadarı böyle bir emre itaat eder ve gönlünde Rabbına itaat etmiş
olmanın huzurunu duyardı? Oysa bilinen bir gerçektir ki, hoşa gitmeyen ve nefse
ağır gelen emirlere itaattan kaçmak sadece münafıkların İşidir. Zira münafık,
heva ve hevesine uygun düşmesi halinde Allah'a ibadet eder; bundan kendisine
bir iyilik dokununca da hoşnud olur ve içi rahatlar; fakat bir eziyet veya
sıkıntı ile karşılaşacak olursa, hemen yüz çevirir ve tabiatıyle hem dünyasını
hem de âhıretini ziyan eder. İşte hali böyle olan bir insanın, Allah'ın
"kendini öldür", yahut "yurdunu terket" emrine uyması ve
Allah'a itaat etmesi nasıl mümkün olur?
Halbuki bu insanlar, Allah'ın emrettiklerini yapsalar,
nehyettikleri-ni de terketselerdi, bu, kendileri için elbette çok daha hayırlı
ve îmanın kalblerinde yerleşmesi bakımından çok daha tesirli olurdu. Çünkü
insanın dinde kuvvet kazanması, ahlâk ve fazilet sahibi olması ve nefsini bir
takım dünya nimetlerine taalluk eden evham ve korkulardan arın-dırabilmesi,
ancak ihlâs ile yapılan güzel ameller sayesinde mümkün olabilir. Bunu bir misal
ile açıklamak istersek diyebiliriz ki; Allah yolunda mal sarfetmek, en güzel
îman alâmetlerinden ve insanı Allah'a en çok yaklaştıran yollardan biridir.
İnsan malını Allah yolunda sarfettikçe imanını en yüksek mertebeye ulaştırır ve
içinde bu îmanın hazzını ve zevkini duymaya başlar. Ancak varlıklı bir kimse,
bütün bunları bilir ve fakat malını Allah yolunda sarîetmekten korkarsa,
cimrilik bütün benliğini kaplar, malından eksilecek cüzi bir miktarla malının
tamamiyle yok oluvereceği korkusu İçinde ömrünü tüketir. Malını Allah yolunda
sarfederek îmanını kuvvetlendiren mü'minin iç huzuruna ve gönül rahatlığına,
malı giderse fakir düşeceği korku ve endişesiyle ömür tüketen cimride asla
rastlanmaz. Keza aynı cimride, eli açık ve gönlü zengin ol?n mü'minin ulaştığı
o yüksek îmanın kırıntısı bile bulunmaz.
İşte biz, zikrettiğimiz bu misalin benzer
neticelerini, Allahu Ta'âlânın yapılmasını emrettiği bütün amellerde görürüz.
Çünkü Allah, yapıldığı zaman insanların îmanlarını kuvvetlendiren ve onlara
ahlâk ve fazilet kazandıran iyi ameller emretmiş, fakat îmanı yok eden ve
insanı ahlâk ve faziletten yoksun bırakan bütün kötü amelleri işlemekten de
menet-mistir. Binâenaleyh kim Allah'a İtaat eder ve O'nun emrettiği amelleri
işlerse, hem îmanı artar, hem de üstün ahlâk ve fazilet kazanır. Fakat kim de
Allah'ın emirlerine kulak asmazsa, hem îmanını yitirir, hem de O'nun emirlerine
uymakla kazanacak olduğu ahlâk ve faziletten yoksun kalır. İşte, insanın bu
kesin akıbeti göz önünde bulundurarak Allah'a itaat etmesi ve O'nun emir ve nehiylerine
uyması gerekir.
67-68 Böyle yaptığı takdirde, hem Allah katında
hudutsuz bir mükâfata nail olur; hem de Allah onu dosdoğru yola, sırat-ı
müstekîme iletir. Bu sırat-ı müstekîm, öyle bir yoldur ki, Allah bu yola yalnız
kendisine ve Rasûlüne itaat edenleri hidayet eyler. Bu yol, Fatiha sûresinde de
işaret edildiği gibi, ne Allah'ın gazabına uğramışların ve ne de dalâlette
kalmışların yoludur; fakat bu yol, "Rabbımız! Ancak sana ibadet eder ve
ancak senden yardım isteriz." diyen ve Allah'ın hudutsuz nimetlerine nail
olap gerçek mü'minlerin yoludur.
69. Her kim Allah 'a ve Peygambere itaat ederse, işte
böyleîeri, (kıyamet gününde), Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler,
sıd-dîkîar, şehîdler ve sâlihlerte beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.
70. İşte bu,
Allah'tan bir lütuftur. Her şeyi hak-layle bilici olarak Allah yeter.
69 Bir evvelki âyet-i kerîmede zikredilen o sırat-ı
müstakîm, bu âyet-i kerîme ile işaret edilen dört sınıf insan gurubunun
üzerinde seyrettikleri yegâne hak yoldur ki, o da, Allah'ın kendilerine nimet
verdiği peygamberlerin, sıddîkların, şehîdlerin ve sâlihlerin yoludur. Binâenaleyh
kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, onun da hidayet olunacağı ve üzerinde
seyredeceği yol, işte bunların yoludur. Bu yolda onlarla beraber bulunacak ve
onların refiki olacaktır.
Bu dört sınıf insanın hepsi de îmanın zirvesine
ulaşmış, fakat bazı özellik ve sıfatlarla birbirinden ayrılmış, Allah'ın en
sevgili kullarıdır.. Ancak bunların başında yer alan peygamberler, şüphesiz
diğerlerinin sahip oldukları özelliklerin en üstün derecesine sahiptirler;
çünkü onlar, Allah tarafından seçilmiş ve özel bir görev için terbiye edilip
yetiştirilmişlerdir.
Peygamberlerden sonra ikinci sırayı alanlar,
sıddîklardır. Bunlar, kelimeyi sıdk (doğruluk)'tan alan müfessirlere göre, söz
ve fiillerinde sıdkın ağır bastığı, kendilerinden hiçbir surette yalana veya
riyaya benzer bir söz veya davranışın sâdır olmadığı kimselerdir. Kelimeyi
fascff/c'tan alan müfessirlere göre ise, sıddîklar, kavimleri içerisinde
peygamberleri ilk tasdîk edenler ve ömürleri boyunca onların yanında yer alıp,
dînin yayılmasında onların birer parçası gibi hareket edip onlarla birlikte
üzülen ve onlarla birlikte sevinen kimselerdir. Peygamberlerine aşırı
derecedeki bağlılıkları ve îmanları sebebiyle mertebeleri peygamberlik
mertebesine en yakın kimseler olarak bilinirler. Nitekim peygamberler de
sıddîktırlar; şu var ki onlar, sıddîklardan farklı olarak başka sıfatların da
sahibidirler.
Şehîdler ise, bazan apaçık delillerle dînin sıhhatine
şâhidlik edip yayılmasına ve Allah isminin yücelmesine çalışan, bazan da malı
ile, canı ile ve kılıcı ile Allah için ve dîni için mücadele eden kimselerdir.
Bu itibarla âyet-i kerîmede geçen şehîd kelimesini, sadece savaşta kâfir
tarafından öldürülen kimse olarak dar manâ ile ifade etmek doğru bir tefsîr
şekli değildir. Nitekim şehîd kelimesinin Allah yolunda kâfir tarafından
öldürülen kimse manâsında kullanılmış şekline, Kur'ân-ı Kerîm'in hiçbir
sûresinde rastlanmaz. Bununla beraber fail manâsında şehîd kelimesine pek çok
âyette yer verilmiş ve hepsinde de şâhidlik etmek manâsında kullanılmıştır.
Buna göre şühedâ, adaleti ayakta tutarak Allah'tan başka ilâh olmadığına
şâhidlik ve dînin zaferi içjn ilmiyle, maliyle ve caniyle mücadele eden
kimselerdir.
Sâlihlere gelince, bunlar da ömürlerini Allah'a itaat
ederek geçiren, mallarını da Allah'ın rızasını kazanmak için sadeden ve böylece
hem nefisleri, hem de amelleri salâh bulan kimselerdir.
İşte, Allah'a ve Rasûlüne itaat eden mü'minlerin
beraber bulunacakları kimseler bunlardır. Hangi akıl sahibi, Allah katında bu
kadar yüksek derecelere ulaşmış kimselerin yol arkadaşlığını kaçırmak ister? Bu
nasıl ve ne büyük bir şereftir ki, Allahu Ta'âlâ, peygamberlerin, sıddîkların,
şehîdlerin ve sâlihlerin refakatini yalnız kendisine ve Rasûlüne itaat eden
mü'minlere tahsis etmiştir?
70 Allah'a ve Rasûlüne itaat edenlere tahsis edilen bu
şeref, elbette Allah'ın onlara ihsan ettiği eşi bulunmaz bir lütuftur. Çünkü
insan, hem dünyada onlardan birisinin mertebesine erişmek ve hem de âhırette onların
refakatinde bulunmak gibi büyük bir saadete başka türlü nasıl erişebilir?
Allah'ın, kendisine ve Rasûlüne itaat eden mü'minleri
amellerinin karşılığı olan sevab ile mükâfatlandırması, sonra da kendisinden
bir lütuf olmak üzere bu mükâfatını yukarıda zikredilen dört sınıf yüksek
dereceli kullarının refakatıyle artırması, O'nun her şeyi ihata eden ilmi
itibariyledir. Çünkü O, kimin ne yaptığını ve yaptığıyle neye müstehak
olduğunu hakkıyle bilir ve ilminin gereği olarak müstehak oluduğu akıbeti ona
verir. Bu İtibarla hiç kimsenin ameli ve amelindeki niyeti, Allah'ın ilmi
dışında değildir; hiç kimse yaptığını ve düşündüğünü Allah'ın İlminden
kaçıramaz.
71. Ey îman
edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alın ve ya gurup gurup çılan; ya da
topluca harekete geçin.
72. İçinizde
muhakkak ağır davranan bir kimse bulunacaktır. Eğer size bir musibet gelirse, *
Allah bana lütfetti de onlarla birlikte (bu belâda) bulunmadım9 der.
73. Size
Allah'tan bir fazl u inayet ulaşınca da, sanki sizinle kendisi arasında hiçbir
yalanlıkyokmusgibi, "keşke onlarla beraber olsaydım da, ben de (onlar
gibi) büyük bir basan kazansaydmf der.
74. (Buna
göre) âhırete karşılık dünya hayatını satanlar, Allah yolunda savaşsınlar.
Her kim Allah yolunda savaşırsa, ister öldürülsün, ister gâlib gelsin, ona
büyük bir mükâfat vereceğiz.
75. Size ne oluyor da Allah yolunda ve ney Rabbımızl
Halkı zâlim olan bu şehirden bizi çıkar; bize kendi nezdinden bir sahip gönder;
yine kendi nezdinden bize bir yardımcı veı* diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar
için savaşmıyorsunuz?
76. Oysa İman
edenler, Allah yolunda, küfredenler de batıl inançları uğrunda savaşırlar. O
halde siz (ey mü'minlerf) şeytanın dostlarıyla savasın. Şüphe yoktur ki
şeytanın hilesi zayıftır.
Allahu Ta'âlâ, Nisa sûresinin başından, Allah'a ibadet
etmeyi, hiçbir şeyi O'na şirk koşmamayı, anaya babaya, yakın akrabaya ve yetimlere
iyilik etmeyi emrettiği 36 ncı âyetine kadar yetimlerden, akrabadan,
evlilikten, aile içi münâsebetlerden ve miras hukukundan bahsetmiş, daha
sonraki âyetlerinde ise, bazı ibadet ahkâmını, ibadette Mâsı, akrabaya,
yetimlere, yoksullara ve toplumun diğer insanlarına yapılması gereken muamele
şekillerini zikretmiş, bu arada kendilerine bir kitap verilmiş olmasına ve bu
kitapla takip etmeleri gereken yolun gösterilmiş bulunmasına rağmen, kitap
hükümlerini kendi heva ve heveslen istikametinde değiştiren yahudîler misal
gösterilerek müslümanların onlara benzememelerini, emanetleri ehline
vermelerini, Allah'a, Rasûlüne ve kendilerinden olan ulü'l-emre itaat
etmelerini, ihtilâf edilen meselelerde Allah'a ve Rasûlüne başvurmalarını ve
bilhassa münafıklar gibi Rasûlün hükümlerinden yüz çevirip tağûtların
hükümlerine boyun eğmekten şiddetle kaçınmalarını emretmişti. Hiç şüphesiz
müslümanlar, Allah'ın bu emirlerine uydukları ve O'nun vazettiği ahkâm ile amel
ettikleri zaman, aralarındaki münâsebetler salâh bulur, işleri düzelir, iyi ve
faydalı işlerde ferdleri güven içinde biribirine yardım eden, biribirinin
hakkını koruyan ve bunun tabiî bir neticesi olarak da sulh ve selâmet içinde
yaşayan bir toplum vücuda gelmiş olurdu. Zaten dînin en önemli gayelerinden
biri de bu idi: Ferd, aile ve toplum olarak bütün insanların, biribirlerinin
hakkına saygı göstererek birlik ve beraberlik içinde ve fakat Allah'ın ve
Rasûlünün hududunu tecavüz etmeden, tam bir güvenle hayatlarını sürdürmek...
Ancak bir ferd, kendi başına, zikrettiğimiz bu nizama
ne kadar saygılı ve riayetkar davranırsa davransın, bazan aynı derecede saygılı
ve riayetkar davranmayan ve hattâ onun nizamına tamamiyle karşı olan bir başka
ferdin tecavüzüne ma'ruz kalmaktan kendini kurtaramamiştır. İnsanlık tarihi,
bunun aynen aileler ve toplumlar için de vâki olduğunu gösteren örneklerle
doludur. Binâenaleyh birtoplumun veya bir milletin, Allah'ın irşad ettiği nizam
içerisinde dahilî güvenini sağlamış olmasıyla her şeyin halledilmiş olduğunu
düşünmek mümkün görülmemektedir. Çünkü o toplum, kendine, dînine veya nizamına
düşman bir başka toplumun saldırısından hiçbir zaman emin ve korkusuz
değildir. Bu ise, o toplumu, her an düşmanın saldırısına uğrayacakmış gibi
hazırlıklı olmak ve saldırı halinde kendini, dînini ve nizâmını korumak zorunda
bırakan başlıca sebebi teşkil eder.İşte, Allahu Ta'âlâ, yukarıda da İşaret
ettiğimiz gibi, daha önceki âyetlerinde müsiümanların hukuk nizamını sağlayacak
ahkâm ile bazı ibadet ahkâmını beyan ettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde bu
nizamı yıkmaya müteveccih dış düşmanlara karşı, gerektiğinde savaşmak için
kuvvet bulundurmak hususunda müslûmanları uyarmış ve özellikle bu kuvvet içinde
bulunacağı muhakkak olan zayıf îmanlı kişilerin veya münafıkların sebep
olabilecekleri büyük zararlara da dikkatleri çekerek şöyle buyurmuştur:
71. Ey îman
edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alın veya gurup gurup çıhn; yahutta topluca
harekete geçin,
72. içinizde muhakkak ağır davranan bir kimse
bulunacaktır. Eğer size bir musibet gelirse, "Allah bana lütfetti de
onlarla birlikte (bu belâda) bulunmadım," der.
73. Size
Allah'tan birfazl u inayet ulaşınca da, sanki sizinle kendisi arasında hiçbir
yahnlık yokmuş gibi, "keski onlarla beraber olsaydım da, ben de (onlar
gibi) büyük bir başarı kazansaydım" der.
71 Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede mü'minlere hitap
ederek buyurmuştur ki: Ey mü'minler! Kendilerini yakından tanıdığınız,
sayılarını, güçlerini ve kuvvetlerini iyi bildiğiniz düşmanlarınızın her an
size saldıra-bileceğini göz önünde bulundurarak dîninizi, canınızı, malınızı ve
vatanınızı korumak için gerekli bütün hazırlıklarınızı yapın; hiçbir şeyi ihmal
etmeden bütün tedbirinizi alın. Düşman ne kadar bir kuvvetle saldırıya
geçerse, siz de en azından onun kadar bir kuvveti hazır bulundurun. Düşman ne
çeşit silahlara sahip ise, siz de en azından onun sahip olduğu silâhlan tedarik
edin. Savaş, karşılıklı vuruşmak olduğuna göre, galibiyet, hiç şüphesiz silâhlı
kuvvet üstünlüğünün ve elde edilecek savaş bilgisinin tabiî bir neticesi olmak
gerekir. Allah elbette mü'min-lerin yardımcısıdır; fakat bu yardımın, Allah'ın
sünnetine aykırı olarak gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu itibarla "Allah
nasıl olsa yardım eder" diyerek tedbirde kusur etmeyin.
Âyet-i kerîmede yer alan ve herhangi bir düşman
saldırısına karşı dâima hazırlıklı olmayı gerektiren bu ilâhî emir, hangi
devirde olursa olsun, bir milletin varlığını devam ettirebilmesi için ne çeşit
bir hazırlık yapılması gerekiyorsa o hazırlığın yapılmasını âmirdir.
Binâenaleyh.
İslâm, zâtı itibariyle saldırgan bir din olmasa ve
mensuplarına saldırgan olmayı menetse bile, düşmana karşı hazırlıklı olma emri
içerisinde, düşmanın saldırısını beklemeden onu kendi ininde yok etme gayesinin
bulunduğunu da unutmamak gerekir. Çünkü savunma savaşını kabul ettiği takdirde
mağlubiyeti kesin görünen bir ordunun, taarruzla galibiyet elde etmesi, harp
tarihinde örneğine çok rastlanan olaylardan biridir.
Düşmana karşı hazır olma emri içerisinde, düşmanın
maddî ve manevî bütün mukavemet güçleriyle, yolları, nehirleri ve dağlan da
dâhil olmak üzere ülkesinin bütün stratejik mevkilerinin bilinmesi de dâhildir.
Bunların bilinmesi ise, kuvvetli bir istihbaratteşkilâtının varlığına bağlıdır.
Bu teşkilâtın emri altında çalışan gizli elemanlar, bir savaş halinde düşmanın
kullanabileceği en modern silâhlardan düşman askerinin sahip olduğu moral
gücüne kadar her çeşit bilgiyi toplayıp kendi teşkilâtlarına aktarmak
zorundadırlar. Tâ ki onlar da, en azından düşmanların sahip oldukları silâh ve
teçhizatı tedarik etsinler ve düşman karşısında zayıf kalmasınlar.
Düşmanın sahip olduğu silâhın aynına, yahut daha
üstününe ve daha fazlasına sahip olmak, ya o silâhları satın almakla, yahutta
ülke içinde onları îmal etmekle mümkündür. Onların ülke İçinde imali, şüphesiz
daha avantajlı ve daha garantilidir. Bu da, âyet-i kerîmedeki "düşmana
karşı hazırlıklı olma" emrinin bu manâda anlaşılmasını zarurî kılar. Buna
göre meselâ, en modern bir silâhın imali için fizik, kimya ve benzeri ilim ve
teknolojiden hangisi gerekiyorsa onu tahsil etmek veya o sahada mütehassıs
elemanlar yetiştirmek, ilâhî emrin şümulü içine girer. Kısacası düşmana karşı
tedbirli ve hazırlıklı olmak, herhangi bir savaş halinde galibiyete ulaşabilmek
için her yönden ondan üstün durumda bulunmak demektir, Bu hazırlık tamam
olduktan ve düşmana karşı gerekli üstünlüğün devamı sağlandıktan sonra, artık
herhangi bir savaş sırasında ordunun sevk ve idaresi kumandanların insiyatifine
bırakılır ve duruma göre, düşman üzerine ya gurup gurup saldırıya geçilir,
yahut topluca hareket edilir; yahutta diğer savaş taktikleri uygulanır. Âyet-i
kerîmedeki "topluca harekete geçin" emrinde, "gerektiğinde
düşmana karşı, kadın erkek, yaşlı genç, milletçe savaşın" manâsı-vardır.
Çünkü bazı savaşlar, milletin ölüm kalım savaşı olur ve düşman karşısındaki bir
hezimet, ağır bir mağlûbiyete ve milletin tarih sahnesinden silinmesine yol
açar. Bu gibi durumlarda milletçe savaşmaktan ve mağlûbiyet acısını tadmak
yerine, ya zafere, ya da şehadet mertebesine ulaşmaktan daha zevkli bir şey
tasavvur olunamaz. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede, mü'minlere
duruma göre hareket etmelerini ve düşmana karşı, ya gurup gurup, ya da toplu
halde çıkmalarını emretmiştir.
72 Bununla beraber her zaman olduğu gibi, mü'minler
arasında yine îmanı zayıf olanlar ve münafıklar bulunacak ve savaş emri karşısında
çeşitli bahanelerle savaştan kaçmaya ve savaşın getirdiği güçlüklerden
kurtulmaya çalışacaklardır. Aslında bunlar, İslâm'dan ve İslâm ehlinden
hoşlanmayan, fakat ellerinde bulunmayan sebeplerle İslâm içinde ve müslümanlar
arasında kalmış kimselerdir. Bu sebeple neticesini ve kendi çıkarlarına uygun
düşüp düşmeyeceğini bilmedikleri işlere girişmeyi ve hele bunu müslümanlarla
birlikte yapmayı hiç istemezler. Bütün temennileri İslâm'ın ve müslümanların
yok olmasıdır. İşte, tıynetleri bu olan münafıklar, İslâm'ı ve İslâm yurdunu
düşman tasallutuna karşı korumak ve düşman tehlikesini ortadan kaldırmak için
savaşa çıkan mü'minlere katılmak istemezler ve katılmamak için bahaneler bulurlar;
ağır davranırlar. Şayet mü'minlerin başına bir musibet gelir, düşman karşısında
hezimete uğrarlarsa, bu münafıklar, savaşta mü'minlerle birlikte hazır
bulunmamayı, Allah'ın kendilerine bir nimeti sayarlar ve buna sevinip
şükrederler.
73 Fakat savaş,
mü'minlerin galibiyetiyle neticelenir ve mü'minler Allah'ın lütf u inayetiyle
bazı ganimet malları da ele geçirmiş olurlarsa, münafıklar, buna da üzülürler
ve mü'minlerle birlikte savaşa katılmamanın pişmanlığını duyarak "keski
mü'minlerle beraber olsaydım da, ben de onlar gibi böyle bir üstünlük elde
etseydim" derler. Bunu da, sanki kendileriyle mü'minler arasında hiçbir
bağ ve hiçbir yakınlık yokmuş gibi söylerler. Halbuki kendileri için de arzu
ettikleri böyle bir zaferin kazanılmasında mü'mîn olarak mü'min kardeşlerine
yardım elini uzatmaları ve onlarla birlikte düşmana karşı Allah için
savaşmaları gerekmez mi idi? Mü'minler kardeş değiller mi idi? Mü'minler
biribirlerinin velileri değiller mi idi? Mü'minler tek bir vücûdun uzuvları
gibi değiller mi idi? Ne var ki îmanı zayıf olan kimselerin bunları düşünmeleri
mümkün değildir. Zaten kendileriyle mü'minler arasında bir yakınlık ve bir
îman bağı bulunduğuna inanmış olsalardı, böyle bir temennide bulunmazlardı.
Allahu Ta'âlâ, savaşa katılmamak için ağır davranan
zayıf îmanlı kişilerin halini açıkladıktan sonra, onlara nefislerini bu büyük
günâhtan temizlemenin yolunu göstererek şöyle buyurmuştur:
74. (Buna göre), âhırete karşılık dünya hayatını
satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Herkim Allah yolunda savaşırsa, ister
öldürülsün, ister gâlib gelsin, ona büyük bir mükâfat vereceğiz.
75. Size ne oluyor da Allah yolunda ve ney Rabbımız
Halkı zâlim olan bu şehirden bizi çıkar; bize kendi nezdinden bir sahip
gönder; yine kendi nezdinden bize bir yardımcı ver/" diyen zayıf erkek,
kadın ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?
76. Oysa îman edenler Allah yolunda, küfredenler de,
batıl inançları uğrunda savaşırlar. O halde siz (ey mü 'minler!) şeytanın
dostlanyla savasın. Şüphe yoktur ki şeytanın hilesi zayıftır.
74 îmanı zayıf, olanlar, yahut münafıklar, Allah
yolunda savaşa katılmanın önemini idrak edecek kimseler değillerdir. Ölmek
yahut öldürülmek korkusu bütün benliklerini kapladığı için Allah yolunda
savaşın manasızlığına inanırlar ve hayatta kalıp dünya nimetlerinden istifade
etmeyi, ölüp gitmekten hayırlı sayarlar. Bu sebepledir ki böyleleri, âhıretin
ebedî saadetini dünyanın geçici nimetleri mukabilinde satıp elden çıkaran ve
ticaretleri zararla kapanan bedbahtlardır. Bunların düşman tehlikesi karşısında
İslâm için ve müslümanlar için savaşa katılmaktan geri kalmaları, yahut ağır
davranmaları işte bu yüzdendir. Fakat münafıkların, yahut îmanı zayıf olanların
savaştan geri kal-malanyla her şey bitmiş, veya bitecek değildir. Zira Allah
yolunda, Allah'ın gösterdiği hak yolda, bu yolun zaferi için, îlây-ı
kelimetullah için, Islâmî davetin yayılması için, canla başla çalışan, İslâm
ülkesine, İslâm Dînine ve İsiâm milletine saldırarak hepsini yok etmek isteyen
düşmanlara karşı canıyla ve malıyla savaşacak olan gerçek mü'minler vardır.
Bunlar, geçici dünya nimetleri mukabilinde ebedî âhıret hayatını satın almak
isteyen bahtiyarlardır. Münafıklar savaştan geri kalsalar bile, işte bu
mü'minler Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda ve Aİlah için savaşırsa,
ister bu savaşta düşman kurşunu ile öldürülsün, ister düşmana karşı gâüb
gelerek nihaî zafere ulaşsın, Allah onun bu amelini muhakkak değerlendirecek ve
ona en büyük mükâfatı verecektir. Onun ne ölümü ve ne de Allah yolundaki
savaştan sağ ve salim olarak zaferle
çıkışı, Rabbından hak ettiği o büyük mükâfatı almasına
engel olmayacaktır. O halde kim Rabbından böyle bir mükâfata nail olmak
isterse, Allah yolunda savaşmaktan geri kalmasın.
75 Gerçek böyle olunca, siz ey savaştan kaçanlar!
Allah için ve Allah yolunda savaşmak için hiçbir özrünüz olmadığı halde neden
savaşmıyorsunuz? Şirkin yerine tevhîdi, şerrin yerine hayrı, kasvet ve zulmetin
yerine rahmet ve adaleti hâkim kılmak varken, sizi bundan alıkoyan nedir? Neden
İslâm ve müslüman düşmanlarının elinde kalmış ve zayıf düşmüş din kardeşleriniz
olan erkek, kadın ve çocukları o zâlimlerin elinden kurtarmak için
savaşmıyorsunuz? O din kardeşleriniz ki, hicret zamanı hicret etme imkânı
bulamamışlar ve zâlim Mekkeli müşriklerin eline düşmüşlerdi. Müşrikler de
onları dinlerinden döndürüp müşrik yapabilmek için her türlü işkenceyi onlara
reva görüyorlardı. İşte o mazlumlar böyle bir işkence altında "Rabbımız!
Bizi bu şehirden çıkar ve zâlim Mekke halkının zulmünden kurtar. Bize bir sahip
ve bir yardımcf gönder!" diye niyaz ederken, siz Allah için ve bu
mazlumları kurtarmak için neden savaşa katılmıyorsunuz?
Bu âyetlerin ve Kur'ân-ı Kerîmde yer alan savaşla ilgili
diğer âyetlerin de apaçık delâlet ettiği gibi, İslâm'da savaşın farz
kılınışının başlıca sebebi din hürriyetinin olmaması ve din düşmanlarının,
kâfirelerin ve müşriklerin dîni ortadan kaldırmak istemeleri ve buna engel
olmaya çalışan müslümanlara akla gelmedik zulüm ve işkenceyi reva görmeleridir.
Nitekim Bakara sûresinin 190-193 üncü âyetlerinde bu husus açıkça beyan edilmiş
ve şöyle buyuruimuştur: "(Ey mü'minler!) Sizinle savaşanlarla siz de
savaşın; fakat aşın gitmeyin; zira Allah, aşın gidenleri asla sevmez. Onları
bulduğunuz yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne
öldürmekten beterdir. Onlar Mes-cid~i Haram'da sizinle savaşmadıkça, siz de
onlarla savaşmayın; eğer sizinle savaşırlarsa, onları öldürün. İşte kâfirlerin
cezası budur. Fakat savaştan vazgeçerlerse siz de onları bırakın. Şüphesiz
Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Fitne bitinceye ve din sın" Allah
için olun-caya kadar onlarla savaşın. Eğer bundan vazgeçmezlerse, siz de onlardan
elinizi çekin; zira zâlimlerden başkasına düşmanlık gerekmez".
İşte İslâm'ın savaş hakkındaki görüşü budur ve
müslümanları savaşa teşviki, bu âyet-i kerîmelerin tesbit ettiği hududlar
çerçevesi içindedir. Gerçek bu olduğu halde, İslâm'ın kılıç ve kuvvet zoru ile
yayıldığını ileri süren câhillere ve İslâm düşmanlarına ne demeli?!
Savaş, haddizatında kötü olan bir iştir ve akl-ı selîm
de kötü olan böyle bir İşi tecviz etmez. Bununla beraber eğer toplumları
savaştan
daha
kötü olan başka bir şey, meselâ fitne, yahut şer tehdit eder ve bunu da
savaştan başka bir şeyle ortadan kaldırmak mümkün olmazsa, işte o zaman, hakkı
ve adaleti korumak ve insanları zulmün, fitne ve şerrin pençesinden kurtarmak
için savaş kaçınılmaz olur.
76 Bu sebepledir ki mü'minler savaştıkları zaman,
savaştan daha kötü bir şey olan fitneyi ve zulmü ortadan kaldırmak, buna
karşılık hakkı ve adaleti yerleştirip hâkim kılmak için savaşırlar. Kâfirler
ise, tağût yolunda savaşıp batıl inançlarını yaymaya çalışırlar. Eğer mü'minler
savaşmayacak olsalardı, tağüt galip gelir, aklı ve ahlâkı ifsad eden batıl
inançlar yeryüzünü kaplar, zulüm bütün insanları kasıp kavururdu. Bu itibarla
ey mü'minler, şeytanın dostları olan kâfirlerle savaşın! Savaşın ki, tevhîdin
yerini şirk, hayrın yerini şer, rahmet ve adaletin yerini kasvet ve zulmet
almasın. Zaten şeytanın hilesi zayıftır. Zira o, kendi dostlarına batılı,
zulmü ve şerri süslü gösterip hayrın bunlarda olduğunu telkin etmiştir. İşte
onun hilesi budur. Halbuki Allahu Ta'âlânın sünnetinin gereği olarak hak ile
batıl, iyi ile kötü karşı karşıya geldiği zaman, hak batıla, iyi kötüye dâima
galebe çalar ve zıddını yok eder. İşte bu sebepledir ki, şeytanın hilesi dâima
yok olmaya mahkûmdur. Mü'minin kâfire galebesi de işte böyledir.
77. Kendilerine "ellerinizi (düşmanlıktan) çekin;
namazı dosdoğru hhn ve zekâtı verin* denilen kimseleri görmüyor musun ?
Üzerlerine savaş yazılıp farz kılınınca, onlardan, (düşmanları olan)
insanlardan Allah'tan korkar gibi korkan, hattâ daha çok korkan bir gurup
"Rabbımız! Bize savası niçin farz kıldın? Bizi yafan birza-mana kadar
geciktiremez mi idin?" demişlerdir. (Ey Muhammedi Onlara) de ki-
"Dünyanın (insana) faydası çok azdır; âhıret, (Allah'tan) sahnan kimseler
için daha hayırlıdır. (Orada) ip kırıntısı kadar
bile haksızlığa uğramazsınız1'.
78. "Nerede olursanız olun, hattâ tahkim edilmiş
kalelerde olsanız bile ölümyine de size erişir". Eğer onlara bir iyilik
isabet ederse, "bu Allah'tandır" derler. Eğer bir kötülük isabet
ederse "bu da sendendir" derler. (Ey Muhammedi Onlara) de kt
"Hepsi de Allah'tandı*". Bu kavme ne oluyor ki hiç söz anlamıyorlar.
79. Sana
iyilik olarak isabet eden şey, Allah'tandır; sana kötülük olarak isabet eden
şey de kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şâhid olarak
Aüah buna yeter.
Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, mü'minlere,
düşmana karşı hazırlıklı olmalarını ve savaş için gerekli tedbirleri
almalarını, savaş sırasında, duruma göre ya gurup gurup saldırmalarını,
yahutta topluca hareket etmelerini emrettikten, bu arada îmanı zayıf olan bazı
müslü-manların ve münafıkların ölüm korkusu ile savaşa katılmamak için nasıl
ağır davrandıklarını; bunların, savaşta müslümanların başına bir felâket gelse,
kendilerinin bu savaşa katılmamakla ne büyük isabet ettiklerini ileri sürmekten
ve memnun olmaktan çekinmeyeceklerini, buna rağmen müslümanlar Allah'ın
yardımıyla bir zafer kazansalar, onlarla beraber bulunup da bu zaferden
nasîblerini alamamaktan da üzüntü duyacaklarını beyan ettikten ve nihayet
âhıret hayatını dünya hayatına karşılık satın almak isteyen mü'minlerin öldürülseler de gâlib
gelseler de Rabla-rı katında nail olacakları büyük mükâfata işaretle, Allah
için, zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmalarını emredip zaten
mü'minlerin Allah yolunda, kâfirlerin ise, tağûtları uğrunda savaştıklarını
beyan ettikten sonra, bunu takip eden âyetlerinde, aralarında îman yönünden
zayıf olanların ve münafıkların da bulunduğu müslümanların halini açıklamaya
devam etmiş, özellikle bunlardan bir kısmının acaip davranışlarına akıl
erdirmenin güçlüğüne dikkatleri çekmek için "şunların haline bak! Allah'ın
emrine karşı nasıl da ters davranıyorlar." manâsına gelebilecek bir
istifham edatıyle yine zayıf îman sahiplerinden sözet-miştir. Zira tarihen
bilinen bir gerçektir ki, câhiliye devrinde Arap kabileleri ve özellikle Evs
ve Hazrec, biribirlerine karşı içlerinde sanki hiç yok olmayacak bir kin ve
düşmanlık duygusu besliyorlar ve biribirleriyle hiç durmadan dövüşüyorlardı.
Öldürülen insanın ve dökülen kanın haddi hesabı yoktu. Ancak İslâm,
aralarındaki bu savaşa son vermiş ve özellikle Hazreti Peygamberin Medine'ye
hicretinden sonra kabîieler sulh ve sükûna, düşmanlığı terke, buna mukabil
Allah'ın varlığına ve birliğine îmana, yalnız O'na ibadet edilmesine, nefis
tezkiyesine ve güzel ahlâka davet olunmuşlardır. Savaş ise, ancak zorunlu
hallerde, düşmanların, müslümanların dînlerini, canlarını ve mallarını tehdit
etmeleri halinde emredilmiş ve bütün müslümanlara farz kılınmıştır. İşte asıl
acaiplik de bundan sonra ortaya çıkmıştır: İslâm, savaşan kabilelere, düşmanlıktan
elçekip savaşa son vermelerini, sadece namaz kılıp zekât vererek Allah'a
ibadet etmelerini, ancak gerektiğinde düşmanla savaşmalarını emredip savaşı
farz kılınca, bazı îmanı zayıf olan kişiler, sanki daha önce câhiliye
dönemlerinde savaşanlar kendileri değillermiş gibi, zaruret halinde savaş
emrinden ve savaşın farz kılınışından sonra sızlanmaya başlamışlar ve bunu hoş
karşılamamışlardır. İşte Allahu Ta'âlâ, hayret istifhamiyle başladığı bu âyetlerinde
savaştan yan çizen bu zayıf îmanlı kişilerin halini beyan için buyurmuştur ki:
77, Kendilerine "ellerinizi (düşmanlıktan) çekin;
namazı dosdoğru küm ve zekâtı verin" denilen kimeseleri görmüyor musun?
Üzerlerine savaş yazılıp farz kılınınca, onlardan, (düşmanları olan)
insanlardan Allah'tan korkar gibi korkan, hattâ daha çok korkan bir gurup
"Rabbımız! Bize savası niçin farz kıldın? Bizi yakın bir zamana kadar
geciktiremez mi
idin?"
demişlerdir. (Ey Muhammedi Onlara) de ki- "Dünyanın (insana) faydası çok
azdır; âhıret, (Allah'tan) sakınan kimseler için daha hayırlıdır. (Orada) ip
kırıntısı kadar bile haksızlığa uğramazsınız".
77 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi âyet-i kerîmenin
başında yer alan istifham, bazı zayıf müslümanların davranışlarındaki acaiplige
dikkatleri çekmek içindir ve hitap da, aralarında îmanın kalblerine nüfuz
etmediği bazı zayıf kişilerle münafıkların da bulunduğu bütün müslü-manlaradır.
NesâT [143]'nin
İbn*Abbâs tarîkıyle rivayet ettiği bir hadîsten öğrenildiğine göre ash'abtan
Abdurrahman İbn Avf ve arkadaşları Hazreti Peygambere gelerek "yâ
Nebiyya'Hah! Biz müşrik olduğumuz devirlerde daha aziz idik. Fakat îman edince
zelil olduk" demişler, Hazreti Peygamber de onlara şöyle cevap vermiştir:
"Ben af ile emrolundum. Müşriklerle savaşmayınız". Allahu Ta'âlâ
müslümanlara Mekke'den Medîne'ye hicret izni verip de onlara savaşı emredince
bazıları bundan el çektiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indirildi.
Bu ve benzeri rivayetlerden de anlaşılacağı üzere
Mekke devri, İslâm'ın ilk olarak zuhur ettiği ve Hazreti Peygamberin, yakın
akrabalarından başlayarak mekkelileri İslâm'a davetle görevlendirildiği bir dönemdir.
Bu dönemde Mekkelilerin bir kısmı inanmış ve İslâm'a girmiş, büyük bir kısmı
ise, müşrik olarak kalmayı İslâm'a tercih etmişti. Ancak gün geçtikçe
müslümanların artması ve Mekke dışından da taraftar bulması, müşrikler için
bir endişe kaynağı olmaya başlamış ve bu endişe, İslâm'ın kuvvetlenmesiyle
orantılı olarak şiddetlendikçe şiddetlenmişti. Nihayet bunun çaresi, İslâm tarihinden
de bilindiği gibi tehdit ve işkencede bulunmuş ve müşrikler, müslümanları
İslâm'dan döndürmek ve Allah'ın dînini daha doğmadan yok etmek için onlara akla
gelmedik işkenceyi reva görmüşler, bazılarını da İşkence altında öldürmüşlerdi.
İşte bu dönemde, müslümanların sayıca az ve kuvvetçe zayıf olmaları dolayısıyla
müşriklere karşı durmaları ve onlarla silâhlı bir mücadeleye girişmeleri mümkün
değildi. Böyle bir mücadele, hiç şüphesiz, başta Hazreti Peygamber olmak üzere
bütün müslümanların ve dolayısıyla İslâm'ın yok olmasıyla neticelenirdi. Oysa
Allahu Ta'âlâ dînini diğer " bütün dinlere gâlib kılmayı murad ettiği
zaman bunu gerçekleştirecek bütün vesaili de hazırlamayı elbette ihmal etmez.
Nitekim bu maksatladır ki Mekke'de nazil olan âyetlerinden hiçbirinde
müşriklerle savaştan söz etmemiş, aksine hiçbir hâdiseye sebep olmayacak
şekilde onlardan uzak durulmasını emretmiştir. Tabiatıyla insan nefsini
en mükemmel bir şekilde terbiye eden namaz ve zekât
gibi ibadetlerin ifası da, bu emirlerin başında geliyordu.
İşte müşrikler karşısında müslümanların zayıf
oldukları Mekke döneminde, bu durumu zillet telakkî ederek müşriklerle
dövüşmeyi ve şerefle ölmeyi arzu eden müslümanların bulunması çok tabiîdir.
Hattâ bunların arasında, Nesâl rivayetinde de gördüğümüz gibi, cennetle tebşîr
olunanlardan Abdurrahman İbn Avf ve Sa'd İbn Ebî Vakkâs gibi bazı büyük
sahabîlerin bulunmuş olmasında da herhangi bir garabet yoktur. Ancak yukarıda
da işaret ettiğimiz gibi, İslâm'ın kuvvetlenmeye ihtiyacı olduğu bir dönemde,
onu kuvvetlendirecek olan müslümanların, Allah yolunda ve din uğrunda da olsa
ölüme gitmelerinde hiçbir fayda bulunmadığı için Hazreti Peygamber onların
savaş isteklerine müsbet karşılık vermiyor, onları sabra ve affa davet
ediyordu.
Şüphesiz İslâm'a ve müslümanlara büyük zarar veren
Mekkeli müşriklere karşı gerçek mü'minlerin gönüllerini dolduran savaş arzusu,
onların Mekke'de kaldıkları sürece devam ettiği gibi, hicretten sonra Medîne'de
de devam etmiş olmalıdır. Çünkü mü'minleri yurtlarından ve yuvalarından eden
müşrikler ortadan kalkmadıkça, İslâm için ve müs-lümanlar için gerçek bir
huzurdan söz etmek mümkün olmayacaktır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin
"(ey mü'minler!) Sizin için hoş olmasa bile savaş size farz kılındı."
mealindeki 216 ncı âyetini indirdiği zaman, hicretten iki yıl geçmiş
bulunuyordu. Geçen bu iki yıl içinde İslâm daha çok yayılıp kuvvetlenmiş,
müslümanlar da sayıca çoğalmışlardı. O derecede ki, aralarında, menfeatlerini
İslâm'ın geleceğinde görerek müslüman olan, fakat kalblerini bir türlü İslâm'a
ısındıramayan münafıklar bile türemişti. Bunlar İslâm'ın getirdiği her türlü
kolaylıktan istifade ediyorlar ve maddî menfeatler sağlayarak mal mülk sahibi
oluyorlardı. Bu sebeple dünyaya İyice bağlanmışlardı ve fakat dünya için de olsa
ölmeyi asla temenni etmiyorlardı. İmanı zayıf olanların durumu da münafıkların
durumundan farklı değildi. Hayatın çeşitli nimetlerinden faydalanmak varken
ölüme sebep olabilecek herhangi bir davranışı manâsız buluyorlar ve bu çeşit
davranışlara karşı koyuyorlardı. Bu sebeple İslâm'ın savaşa izin vermeyen
görüşüne katılıyorlar ve onu candan destekliyorlardı. Ölüm korkunç bir şeydi
ve ondan korkuyorlardı.
Medîne döneminde de müşriklerin müslümanlara
saldırıları sona ermiş değildi. Fakat bu sefer karşılarında Mekke'dekinden çok
daha farklı bir müslüman topluluk vardı ve bu topluluk, hududları Medîne
hu-dudlarını aşmasa bile müşrik saldırılarına karşı koyabilecek kuvvetli bir
devlete sahipti. İşte bu durumda müslümanların gerek müşrikler karşısında ve gerekse diğer saldırgan
İslâm düşmanları karşısında suskun ve hareketsiz kalmaları için artık hiçbir
sebep yoktu. İslâm'ın yayılmasına ve Allah isminin duyurulup yüceltilmesine
engel olacak ne varsa ortadan kaldırmak ve tabiatiyle her şeyden önce
mütecavizlere hak ettikleri dersi vermek gerekirdi. Ve nitekim öyle de oldu.
Allahu Ta'âlâ, yukarıda da işaret ettiğimiz Bakara sûresinin 216 ncı âyetiyle
ilk olarak savaşı müslümanların üzerine farz kıldı. Bu âyet-i kerîmede savaş
farz kılınmakla birlikte, onun hoşlanılacak bir şey olmadığı da açıkça belirtiliyor
ve şöyle buyuruluyordu: "(Ey mü'minler!) Sizin için hoş olmasa bile savaş
size farz kılındı; fakat oiabilirki, bir şey sizin hakkınızda hayırlıdır da,
onu kötü görürsünüz; bir şey de, hakkınızda şer oidüğu halde ondan
hoşlanırsınız. (Bunu) siz bilemezsiniz de Allah bilir".
Allahu Ta'âlâ savaşı müslümanlar üzerine farz
kıldıktan sonra, îmânları kalblerinde iyice yerleşmiş olanlar, hiç şüphesiz
Allah'ın bu emrine uymuşlar, canlarıyla ve mallarıyla Allah için din uğrunda
savaşarak Allah'ın rızasını kazanma yolunu tutmuşlardır. Buna rağmen vaktiyle
ya yağmacılık için, ya intikam için ya da kabile taassubu sebebiyle baskınlar
düzenleyip kan dökenler, Allah'ın "ellerinizi düşmanlıktan çekin; namazı
dosdoğru kılın ve zekâtı verin" emrine muhatap olup da özellikle İslâm'ın
kolaylıklarından faydalanarak mal mülk sahibi olan ve dünya hayatına iyice
ısınan zayıf imanlı kişiler ve münafıklar, savaş emri karşısında büyük bir
korkuya kapılmışlar ve "Rabbımız! Bize savaşı niçin farz kıldın? Yakın bir
zamana kadar bizi geciktiremez mi İdin?" demeğe başlamışlardır. Bunlar,
Allahu Ta'âlâya "savaş emrini biraz tehir edemez mi idin?" derken iki
şeyden korkuyorlardı. Biri, savaş emrine uymamaları halinde Allah'ın
ıkabından, kısacası Allah'tan, diğeri, savaşa katıldıkları takdirde ölümden
veya savaşta kendilerini öldürecek olan insanlardan... Bu sebepledir ki Allahu
Ta'âlâ âyet-i kerîmede, bunların, insanlardan Allah'tan korkar gibi
korktuklarını, hattâ savaşa katılmamak için "Rabbımız! Bize savaşı niçin
farz kıldın? Onu biraz daha geciktiremez mi idin?1 derken, öldürülme
korkusunun Allah korkusundan daha ağır bastığını haber vermiş, sonra da,
peygamberine onları uyarması için şöyle buyurmuştur: Ey Muhammedi Onlara de ki:
Sizin savaş emrinin tehir edilmesi hakkındaki isteğinizin sebebi, ölüm
korkusundan ve dünyanın geçici lezzetine kendinizi fazla kaptırmış olmanızdan
başka bir şey değildir. Halbuki sizi dünyaya bağlayan nimetler ve bunlardan
aldığınız lezzet, âhıret hayatında mü'minlere sunulacak nimetlerle mukayese
edilemeyecek kadar az ve değersizdir. Ancak şunu hiçbir zaman unutmayın ki,
âhıretin ebedî olan bu nimetlerine, sadece Allah'tan korkanlar ve nefislerinin
şirk ile ve kötü ahlâk ile kirlenmesine
yol açacak sebeplerden uzak durabilenler nail olurlar.
Bu itibarla kendinizi kontrol edin ve sık sık nefis muhasebesi yapın; şunu da
iyice bilin ki, âhırette sadece amellerinizin karşılığını göreceksiniz; hayır
ise hayır; şer İse şer... Ve orada, bir hurma çekirdeği üzerindeki lif parçası
kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Ölüm korkusuna gelince, savaştan
kaçmakla ölümden kurtulacağınızı zannetmeyin; çünkü:
78. Nerede olursanız olun, hattâ tahkim edümi§
kalelerde olsanız bile, ölüm yine de size erişir". Eğer onlara bir iyilik
isabet ederse "bu, Allah'tan'dır" derler. Eğer bir kötülük isabet
ederse "bu da sendendir" derler. (Ey Muhammedi Onlara) de kk
"Hepsi de Allah 'tandır". Bu kavme ne oluyor ki hiç söz anlamıyorlar.
79. Sana iyilik olarak isabet eden sey, Allah'tandır;
sana kötülük olarak isabet eden şeyde kendindendir. Biz seni peygamber olarak
gönderdik. Şâhid olarak Allah yeter.
78 Dünya, içinde yaşayan varlıklarla birlikte sonradan
olmuş bir yerdir. Sonradan olan her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonu
vardır. Dünya üzerinde yaşayan insanın tâbi olduğu kanun da bundan farklı
değildir. Kendisine verilen hayatı yaşamak için dünyaya gelir. Üç beş sene az,
veya üç beş sene çok yaşadıktan sonra da bu dünyadan göçer gider. Bu sebepledir
ki ölüm, İnsanın dünyada yaşadığı hayatın sona ermesinden ibarettir. Bu sonun
gelmesi mukadder olunca, ne ondan kaçış mümkündür, ne de ondan kaçılabilecek
bir yer. Hattâ bu yer, surlarla ve askerlerle korunan muhkem bir kale bile
olsa, oraya saklanmak-la ölümden kurtulamazsınız. Ölüm orada da size erişir. Şu
var ki ölümün insana geleceği vakit belli değildir ve bu vakti Allah'tan başka
kimse bilmez. Bu sebepledir ki, savaşa katılan pek çok kimse yara bile almadan
geri döner de, muhkem kalelere sığınan nice kimseler, savaş yüzü görmeseler
bile, ölümün pençesinden kendilerini kurtaramazlar. Bu da gösteriyor ki, savaş,
hiçbir zaman mutlak bft ölüm sebebi değildir. O halde ey müslümanlar! Allah'ın
rızasını ve âhiret saadetini kazanmak için neden hakkı müdafa etmiyor ve şerrin
yayılmasına göz yumuyorsunuz? Neden din düşmanlarıyla savaşmaktan çekiniyor ve
savaş sırasında öldürülmekten korkuyorsunuz? Bu, akılda bir kıtlığa, dinde ve
îm-îmanda bir zayıflığa delâlet etmez mi? Hiç şüphe etmeyin ki, dünya sevgisi
ve Ölüm korkusu ile Allah için.din ve âhiret için hak yolda savaşmaktan
kaçanlar, kalblerine îmanın nüfuz etmediği kimselerdir, münafıklardır.
Allahu Ta'âlâ, Peygamberi vasıtasıyla, savaşı kerih
görüp ölüm korkusuyla ondan kaçanların ve böylece dünyada daha uzun seneler
yaşayıp nimetlerinden dilediklerince istifade edeceklerini zannedenlerin
kalblerindeki marazı veîmanlarındaki zayıflığı beyan ettikten sonra, aynı
insanların yine akıl kıtlığı ile kalblerindeki marazdan ileri gelen diğer hallerini
açıklamış ve buyurmuştur ki: uBu kimseler, kendilerine bir iyilik isabet
ederse, "bu Allah'tandır" derler. Eğer bir kötülük isabet ederse,
"bu da sendendir" derler*'.
Âyet-i kerîmede sözü edilen bu kişilerin, kendilerine
isabet etmesi halinde Allah'a izafe ile "bu Allah'tandır" dedikleri
iyilik, kendilerine hoş ve tatlı gelen bir takım maddî menfeatlardır. Mal mülk
bolluğu, bir savaşın kazanılması ve bu zaferle gelen bol ganimet, kısacası
refah içinde geçen bir hayat, bunlara göre bir hasene (iyilik) dır. Ancak bu
iyiliğin Allah'a izafe edilmesi ve "bu, Allah'tandır." denilmesi,
şuurlu bir tevhîd inancının neticesi değil, fakat kendilerinde vâki olan bir
gururun neticesidir. Çünkü bu neticeyi kendileri istihsal etmişler, Allah da
onlara mükâfat olmak üzere ikramda bulunmuştur. Binâenaleyh "bu,
Allah'tandır." dedikleri zaman, kendilerini Allah'ın hâs kulları olarak görürler
ve ikramını da buna delil gösterirler.
îmanı zayıf olanların ve münafıkların, iyiliği Allah'a
izafe etmelerinin bir sebebi de, Hazreti Peygamberin vesile olduğu böyle bir
iyiliğin kendilerine isabetinde, onun rolünü ve tesirini inkâr esasına
dayanır. Çünkü onlar, bu iyilik dolayısıyla Allah'a şükretmiş görünürken,
Peygambere teşekkür etmekten kendilerini kurtulmuş addederler. Buna mukabil
kıtlığa uğramak, tabiî âfete maruz kalmak, malını mülkünü yitirmek ve bir
yakınının ölüm acısını tadmak gibi çeşitli felâketlerden biriyle karşılaşsalar,
bunun sebebini Hazreti Peygamberde ararlar ve "bu kötülük de senden"
derler. Kötülüğü, Hazreti Peygambere inanıp onun peşinden gitmenin ve onun
dînine tâbi olmanın neticesi sayarlar. Nitekim hicretten sonra Medîneli
yahudîler ve münafıklar, halka isabet eden bazı kötülükleri Hazreti Peygamberin
uğursuz gelişiyle İzah etmeye kalkışmışlardır.
İşte, Allahu Ta'âlâ, inançsızların ve münafıkların bu
çeşit iddialarına karşı Peygamberine şöyle buyurmuştur: Ey Muhammedi Onlara de
ki: İyilik olsun, kötülük olsun, insanların başına gelen her şey Allah'tandır
ve O'nun esbab ve müsebbebat nizamı içinde değişmeyen sünnetinin bir neticesidir.
Eğer başınıza bir kötülük gelirse, onu siz davet eder ve amellerinizle geliş
sebeplerini siz hazırlarsınız; Allah da sizin bu isteğinizi geri çevirmez.
İyilik de böyledir. Kısacası her şeyin bir sebebi ve hikmeti vardır. Hepsi de. Allah'ın
koyduğu bir düzen içerisinde cereyan eder. Fakat bu insanlara ne olmuş ve
akıllarına nasıl bir musibet gelmiştir ki, ne kendi söylediklerinin manâsını
düşünüyorlar ve ne de kendilerine söyleneni anlıyorlar? Onlar bu anlayışlarını
yitirdiklerine göre, Allah'ın Peygamberi vasıtasıyla indirdiği Kur'ân'ı,
Kur'ân'ın esrarını ve dolayısıyla esbab ve müsebbebât hakkındaki Allah'ın
sünnetini de anlamaları mümkün değildir. Zaten bunu anlamış olsalardı, başlarına
gelen her kötülüğün kendi günâhlarının cezası olduğunu bilirler ve kendi
cinayetlerini başkalarına isnad etmeye kalkışmazlardı.
79 Kısacası, ey Muhammed ve ey mü'min! Senin
yeryüzünde faydalandığın her şey, hayatını sayesinde idame ettirdiğin hava,
su, gıdanı temin ettiğin çeşitli hayvanlar ve nebatlar ve hoşlanıp elde etmek
için peşine düştüğün her çeşit iyi ve güzel şeyler, Allah'ın sana birer lütfü
ve ihsanıdır. Başına gelen çeşitli kötülükler ise, onlar da senin kesb u
ihtiyarındır. Çünkü Allah sana güç ve kudret vermiştir ve sen bu güçle
dilediğin ameli işlersin; ayrıca sana akıl da ihsan etmiştir; bununla da,
işleyeceğin ameller arasında sana faydası dokunacak olan amelleri seçer ve
onları işlersin. Eğer bu amellerin seçiminde iradeni yanlış istikamette
kullanır ve yanlış seçim yaparsan, kötülüğü kendi başına kendin celbetmiş
olursun. Bu sebepledir ki insan, kendisine nelerin faydalı ve nelerin zararlı
olduğunu bilip öğrenmek zorundadır. Bunu bildiği takdirde, gücünü kendisine
fayda sağlayacak amellerin ifasında sar-feder ve iyilik bulur; aynı zamanda
kendisine zararı dokunacak olan kötülüklerden de nefsini korumuş olur.
Bu açıklamaya göre, netice olarak şu iki hususun
bilinmesinde fayda vardır:
1) İyi olsun
kötü olsun her şeyin Allah'a isnad edilmesi ve meselâ "başına her ne
gelirse Allah'tandır" denilmesi, her şeyin Allah tarafından yaratılması,
esbab ve müsebbebâtla ilgili kanun ve nizamın yalnız Allah tarafından
vazedilmesi dolayısıyledir. Başka bir-ifade ile, insanın güç sarfederek yapmak
istediği iyi veya kötü her fiili yaratanın Allahu Ta'âlâ olması dolayısıyladır
ki "her şey Allah'tandır" denir.
2) Buna rağmen
amellerin iyi veya kötü neticelerinin bazan da insana isnad edilmesi, kesb ve
ihtiyarının ona alt olmasındandır. Meselâ hangi çeşit olursa olsun bütün
hastalıkları yaratan ve sebepleriyle ilgili süneni vazeden Allahu Ta'âlâdır.
Fakat iyi gıda almamak, yahut aşırı derecede yemek, soğukta kalmak, yahut
aşırı derecede sıcakta bulunmak ve yorulmak gibi insan vücuduna tesiri olacak
sebeplerden biri veya bir kaçıyla hastalığı celbeden insanın kendisidir. Bu
sebepledir ki insan,başına her ne kötülük isabet ederse etsin bunun sebebini
kendinde aramalı ve nerede kusur işleyip o kötülüğü celbettiğini
soruşturmalıdır. Şunu da unutmamalıdır ki, Allah'a itaat, sayısız kötülükleri
insandan defeden başlıca çaredir. Çünkü Allah insana dâima iyilikleri
celbede-cek, buna karşılık kötülükleri ondan defedecek yollan ve amelleri emretmiştir.
Esas bu olunca, bazı inançsızların ve münafıkların Hazreti Peygamberi bir
takım kötülüklerin sebebi olarak göstermelerindeki kasıt kolayca anlaşılır.
Zaten Allah onu bir peygamber olarak göndermiştir. Onun görevi dîni teblîğ ve
tebyîndir. Buna şâhid olarak da Allah yeter.
80. Her kim o Peygambere itaat ederse Allah'a itaat
etmiş olur. Her lam de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.
81. .(Sana) "emrin haşüstüne" derler. Senin
yanından ayrıldıkları zaman da, onlardan bir gurup, (zihinlerinde) senin söylediğinden
başka bir görüşle geceler. Allah, (onların zihinlerinde) kurdukları şeyleri
yazar. Bu sebeple sen onlardan yüz çevir ve Allah 'a güven. Allah, vekil olarak
sana yeter.
82. Onlar
Kur'ân'ı hiç düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah 'tan başka birisinden gelmiş olsaydı, onun içinde pek çok çelişki
bulurlardı.
Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, Allah'a ve Rasûlüne
itaat etmeyi emrettikten ve bu itaatin, dînin aslı olduğunu beyan ile itaat
edenlerin kazanacakları sevabı ve halkın itaat hususunda îman kuvveti yönünden
çeşitli derecelerini, zayıfların ve münafıkların hallerini açıkladıktan, bu
arada Allah yolunda savaşı emrederek bu emir karşısında özellikle îmanı zayıf
olanların ve münafıkların ölüm korkusu ile savaştan nasıl geri kaldıklarını,
halbuki ölümden kaçmakla ondan kurtuluşun mümkün olmadığını, keza îmanı zayıf
olanların ve münafıkların kendilerine bir iyilik, veya bir menfeat isabet
edince bunu Allah'a nisbet ettiklerini, başlarına bir kötülük gelince de, bunu
Peygamberden bildiklerini, halbuki onun Allah tarafından dînini teblîğ etmekle
görevlendirilmiş bir Peygamber olduğunu beyan ettikten ve buna bizzat şehadette
bulunduktan sonra, yukarıdaki ayetlerinde, Peygambere itaatin lüzumuna tekrar
işaret ederek, bu itaatin Allah'a itaat manâsına geldiğini bildirmiş, sonra
yine bazı îmanı zayıf olanların ve münafıkların bir çeşit hallerine işaret etmiş
ve buyurmuştur ki:
80. Her kim o Peygambere itaat ederse Allah'a itaat
etmiş olur. Her kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.
80 Hiç
şüphe yoktur ki, Peygambere itaat, Allah'a itaat etmiş olmanın başlıca
ölçüsüdür. Çünkü Peygamber, kelimenin de delâlet ettiği gibi Allah'ın
Peygamberidir, yani Allah tarafından gönderilen bir elçidir. Binâenaleyh onun,
îman, ibadet, ahlâk ve şâir ameller hakkında peygamber olarak emrettiği, yahut
bunların korunması için mefasidden nehyettiği her şey Allah'tandır; Allah'ın
emri ve Allah'ın nehyidir. Bu itibarla kim Peygamberin îman, ibadet, ahlâk ve
şâir amellerle ilgili olarak verdiği emirlere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş
olur. Zira Allah insanlara doğrudan doğruya bir şeyi ne emreder ve ne de
nehyeder. Ancak O, emirlerini ve nehiylerini, yine insanlar arasından seçtiği
ve bizzat terbiye edip yetiştirdiği peygamberleri vasıtasıyla insanlara
duyurur, Allah, insanlara duyurulmasını istediği emir ve nehiylerini
peygamberlere vahiy yolu ile belletir; peygamberler de Allah'ın kendilerine
vahyettiği bu emir ye nehiyleri insanlara tebliğ ederler. O halde mü'minlerin görevi, kendilerine
tebliğ edilen bu
emir ve nehiylere uymak ve
onlara
İtaat etmektir. Bunlara itaat ise, elbette Allah'a itaat
etmekten başka bir manâya gelmez.
Ancak Peygamberimizin dînî hükümlerin aslı ile ilgili
olmayıp, uygulama ile ilgili bazı sözleri, Allahu Ta'âlânın mü'minlere itaatini
farz kıldığı şeylerden değildir; çünkü bunlar din veya şeriattan sayılmaz.
Nitekim Hazret! Peygamber "ben de sizin gibi bir beşerim" buyurduğu
bir hadîsiyle bunu açıklamış bulunmaktadır. Bununla beraber onun dîne taalluk
eden beyanları, Kur'ân'ın beyanı mahiyetindeki emir ve nehiyleri, Allah'ın
vahyine müstenid olması dolayısıyle itaati vâcîbtir. Zira Allahu Ta'âlâ
Peygamberini, hem kendisine inzal ettiği Kur'ân-ı Kerîm'in teblîği, hem de
tebyîni İle görevlendirmiş ve Nahl sûresinin 44 üncü âyetinde "biz sana,
kendilerine gönderileni insanlara açıklayasın diye Zikr (Kur'ân)'i İndirdik', 179
uncu âyetinde de "biz sana Kitab'ı, halka ihtilâfa düştükleri şeylerde
açıklayasın diye inanan kavimler için hidayet ve rahmet olarak indirdik."
buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmelerde açıklamak manâsında tebyîn kelimesi
kullanılmıştır ve bazı sünnet münkirlerinin ileri sürdükleri gibi tebyîn,
teblîğ manâsında değildir ve hiçbir zamanda arapçada bu manâda
kullanılmamıştır. Bu kelimenin manâsı beyan etmek, izah etmek, açıklamaktır ki
Hazreti Peygamberin bir görevi de budur. Bu, tıpkı mahkemede bir hâkimin herhangi
bir kanun maddesini açıklaması, sonra da açıklanan bu maddeye göre hüküm
vermesi gibidir. Nitekim Hazreti Peygamber de Kur'ân-ı Kerîmdeki namaz kılmayı
emreden, fakat nasıl kılınacağını açıklamayan âyetleri bizzat kendisi namaz
kılmak suretiyle açıklamış, sonra da müslümanlara, Buhârî [144]'nin bir rivayetinde
de gördüğümüz gibi "namazı benim kıldığım gibi kılınız" buyurmuştur.
Eğer Hazreti Peygamber Kur'ân'daki ' namaz emrini açıklamamış olsaydı,
müsKimanlar nasıl namaz kılarlar ve bu emrin gereğini nasıl yerine
getirirlerdi?
Burada önemli bir hususa daha işaret etmekte fayda
vardır. Hazreti Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık tekrar edilen namazla
ilgili emri tesadüfî olarak eğilip doğrulmalar ve yüzü yere koyup kaldırmalar
şeklinde açıklamamış, yahut namazı aklına nasıl gelmişse öyle kılmamıştır.
Buhârî [145]Müslim
[146]ve diğer Sünen
sahiplerinin rivayetlerinden öğrendiğimize göre, Cebrail (a.s.) Hazreti
Peygambere imamlık yaparak beş vakit namaz kıldırmış ve ona namazın hasıl
kılınacağını öğretmiştir. Cebrail, Hazreti Peygambere vahiy getiren melektir ve
Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı muhtelif aralıklarla yalnız onun tarafından
getirilmiştir. Yukarıdaki haber ise, Cebrail'in Hazreti Peygambere yalnız
Kur'ân getirmediğini, fakat ona çeşitli vesilelerle dînini öğretmek için
geldiğini gösterir. Nitekim sahih hadîs kitaplarında onun Hazreti Peygambere
gelerek îman, İslâm ve ihsan hakkında bilgiler verdiğini, namaz kılınışını
öğrettiği gibi abdest alınışını da öğrettiğini gösteren haberler görmek
mümkündür. Bütün bunlar Hazreti Peygamberin, Rabbı tarafından Kur'ân dışında,
fakat Kur'ân'a paralel ve Kur'ân âyetlerini açıklayıcı bilgilerle donatılıp
yetiştirildiğini gösteren delillerdir. Hazreti Peygamberin sahip olduğu Kur'ân,
yahut daha geniş manâsıyla "din" bilgisi, elbette onun kafasında bir
sır olarak kalmamış, fakat o da bunları bir peygamberlik görevi olarak ashabına
öğretmiştir. Nitekim Kur'ârvı Kerîm buna şehadet ederek Âl-i Imrân sûresinin
164 üncü âyetinde şöyle buyurmuştur: "Allah, kendilerine, içlerinden, âyetlerini
onlara okuyan, onları (maddî ve manevî pisliklerden) temizleyen ve onlara
Kitap ve Hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, mü'minlere şüphesiz büyük
lütufta bulunmuştur. Oysa önceden onlar, apaçık bir sapıklık içinde
bulunuyorlardı." Ayet-i kerîmede Hazreti Peygamberin, daha önce apaçık bir
sapıklık içinde bulunan kavmine Kitap ve Hikmeti öğrettiği beyan edilmiştir ki,
bir çok ulemanın ifadesine göre Kitap'tan murad Kur'ân'dır; Hikmet ise,
Kur'ân'ın tefsîri veya beyanı mahiyetinde olan ve pek çok hikmeti muhtevi
bulunan Hazreti Peygamberin sünnetidir. Binâenaleyh Hazreti Peygamber, bir
taraftan kendisine nazil olan âyetleri müslümanlara teblîğ etmiş, bir taraftan
da, gerek itikad, gerek ibadet ve gerekse ahlâk olarak bu âyetlerin gereğini
bizzat tatbik ederek ve açıklayarak müslümanlara öğretmiştir. Bu öğretim
neticesinde geniş bir sünnet külliyatının vücut bulduğunu aklı başında olan hiç
kimse inkâr edemez. İnkâr edenler ise, ya aklı kıt olanlardır, ya da inancı
zayıf olanlar, veya müslüman maskesi altında İslâm'a ve Kur'ân'a kasdı
bulunanlardır.
Sünnet, Kur'ân-ı Kerîmdeki Allah'a ve Rasûlüne itaati
emreden âyetler sebebiyle Hazreti Peygamber daha hayatta iken büyük önem
kazanmış ve müslümanlar, Kur'ân yanında bir de sünnet öğrenmek için bütün imkânlarını
kullanmışlardır. Bu sebepledir ki sahabe arasında Kur'ân ve tefsirine, helâl ve
haram bilgisine ilgi duyup bu konuların mütehassısı olan kimseler yanında,
sünnet sahasında da onu iyi bilen sahabîler yetişmiştir. Sünnetin gerek sahabe
arasında ve gerekse sahabeyi takip eden nesiller arasında kazançjığı bu değer,
hiç şüphesiz, Allah'ın Peygambere itaati emreden âyetlerinin çok tabiî olan bir
neticesi idi. Zira Peygambere itaatin, onun Kur'ân'la ilgili tebliğlerine ve bu
tebliğlere ait açıklamalarına uymaktan başka bir manâda anlaşılması mümkün
değildi. Bu ise, hiç şüphesiz, Allah'a itaat etmek manâsına geliyordu; çünkü
Hazreti Peygamberin gerek Kur'ân'la ilgili tebliğleri ve gerekse bu, tebligata
taalluk eden beyanları vahye dayanıyordu. Bir
vahiyden yüz çevirmek ise, bir rnüslümanın
yapabileceği işlerden değildir. Netice olarak kısaca şunu diyebiliriz ki,
Allah'a itaatin yolu Peygamberden geçer. Peygambere itaat etmeden Kur'ân'a ve
dolayısıyle Allah'a itaat etmek asla mümkün değildir.
Bununla beraber Allah'a itaat manâsına gelen
Peygambere itaat-tan yüz çeviren olursa, işte böyleleri için Allahu Ta'âlâ
Peygamberine hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur; Eğer sana itaattan yüz çeviren
olursa, sen onları elbette itaata zorlayacak değilsin. Bu, senin peygamberlik
görevlerinden değildir. Zaten zorlamakla bir neticeye de ulaşamazsın. Biz seni
onlara zorlayıcı olarak değil, fakat iyi amel sahiplerine sevâb ve
mükâfatlarını müjdeci, kötü amel sahiplerine de, korkunç akıbetlerinin
habercisi olarak gönderdik. Bu itibarla sen onları davranışlarından dolayı
uyar; sonrasını da bize bırak. Biz kıyamet günü onlar hakkındaki hükmümüzü hiç
haksızlığa uğratmadan elbette veririz.
81. (Sana) "emrin başüstüne" derler. Senin
yanından ayrıldıkları zaman da, onlardan bir gurup, (zihinlerinde) senin
söylediğinden başka bir görüşle geceler. Allah, (onların zihinlerinde)
kurdukları şeyleri yazar. Bu sebeple sen onlardan yüz çevir ve Allah'a güven.
Allah vekil olarak sana yeter.
80- Onlar Kur'ân 'ı hiç düşünmüyorlar mı? Eğer o,
Allah'tan başka birisinden gelmiş olsaydı, onun içinde pek çok çelişki
bulurlardı.
81 Allahu Ta'âlâ, daha önce sözünü ettiği kimselerle,
yani "kendilerine , ellerinizi düşmanlıktan çekin, namazı dosdoğru kılın
ve zekâtı verin", denilip.de üzerlerine savaş farz kılınınca,
düşmanlarından Allah' tan korkar gibi korkup "Rabbımız, savaşı bize niçin
farz kıldın?" diyerek savaştan kaçanlara tekrar dönmüş ve hallerini
anlatmaya devamla buyurmuştur ki:
Ey Muhammedi İşte böyleleri, sen bir emir verince,
"emrin başüs-tüne" diyerek verdiğin emri yerine getirmeye hazır
olduklarını ifade etmekte asla tereddüt göstermezler. Fakat senin yanından
ayrılıp da evlerine döndükleri ve özellikle gece olup da yataklarında kendi
düşünceleriyle başbaşa kaldıkları zaman, zihinlerinde, senin gündüz
söylediklerinden tamamiyle farklı bir düşünce oluştururlar. Münafıklar kadar
îmanı zayıf olan ve kalblerinde maraz bulunan kimselerin de yaptıkları ve
zihinlerinde kurdukları bu ters
düşünceleri Allah elbette
yazmaktadır. Bu itibarla onlardan yüz çevir ve
uzaklaş; onların yaptıklarına İtibar etme ve üzerinde de durma. Allah'a güven
ve onların işini O'na bırak. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Bu sebeple
yaptıkları her şeyi bilir ve amellerinin karşılığı ile onları cezalandırır. O,
bunu yapmaktan âciz değildir ve yapmasına da hiçbir şey engel olamaz.
İnancı zayıf olanların geceleyin zihinlerinde
kurdukları şeyin Allahu Ta'âlâ tarafından yazıldığına dâir âyet-i kerîmede yer
alan ifade iki manâya muhtemildir. Birincisi, bu âyet-i kerîmede olduğu gibi
kitapta, yanî Kur'ân-ı Kerîm'de yazılarak hallerinin açığa çıkarılması ve
gözler önüne serilmesi, ikincisi de, yaptıklarının amel defterine yazılması ve
âhırette bununla cezalandırılmalarıdır. Bu iki manânın doğrusunu şüphesiz eh
iyi Allah bilir.
82 Allahu Ta'âtâ, münafıkların ve îmanı zayıf
olanların Hazreti Peygamberin emirleri karşısındaki tutum ve davranışlarını
gözler önüne serdikten sonra, onları bu türlü davranışlara sevkeden âmilin,
Kur'ân üzerinde tedebbür ve teemmül etmemeleri, yani onun, kalblerinde sır
olarak kurdukları düşünceye kadar her şeyi haber vermesinden ibret almamaları
olduğuna işaret ederek buyurmuştur ki:
Bunlar, Kur'ân üzerinde akıllarını biraz toplayıp hiç
düşünmüyorlar mı? Onun, Râblarından gelmiş bir hak ve mahza hidayet olduğunu,
mü'minler hakkındaki va'dinin, münafıklar ve kâfirler hakkındaki vaadinin
mutlaka gerçekleşeceğini, kıyamet hakkında her ne söyle-mişse, bunların hak ve
hakikat olduğunu anlamıyorlar mı? Kalblerinde sır olarak sakladıkları
düşünceleri doğru olarak açıklaması ve gözleri önüne sermesi Kur'ân hakkında
onlara bir fikir vermiyor mu?
Fakat hayır! Davranışları açıkça gösteriyor ki, Kur'ân
üzerinde düşünmüyorlar. Kur'ân âyetleri ve ibretâmiz kıssaları üzerinde durup
onlardan ibret almaya ve yollarını hakka yöneltmeye yanaşmıyorlar.
Halbuki zihinlerini meşgul eden dünya nimetlerinin
tatlı ve câzib, fakat aldatıcı hayallerinden zaman zaman sıyrılıp Kur'ân'ı
düşünseler ve söyledikleri üzerinde yeterince dursalardı, onun, insanları
iyiye, doğruya ve güzele, kısacası hakka yönelttiğini ve yalnız hayrı emredip
serden sakındırdığını anlarlar, ve onun talimatından yüz çevirmez ve onu tebliğ
eden, tatbikatıyle ve açıklamalarıyle onu anlamalarına yardımcı olan Hazreti
Peygambere karşı münafıklık etmezler, ona karşı gelmezlerdi.
Kur'ân üzerinde durup düşünmeleri, onlara şu gerçeği
de açık ve kesin bir şekilde gösterir ve öğretirdi ki, bu Kitap, yalnız Allah
katından gelmiştir; başka türlü olması mümkün olamayacağı gibi, ona herhangi
bir insan sözü de karışmamıştır; hattâ Hazreti
Peygamberin kendi sözü bile...
Eğer bazı münkirlerin ileri sürdükleri gibi, Kur'ân,
Allah'tan başka herhangi bir mahlûktan gelmiş olsaydı, hakkı tasvirinde
Kur'ân'a benzer bir kitabı getirmeye Allah'tan başka hiç kimsenin gücü ve kudreti
yetmeyeceği İçin, onda pek çok ihtilâf ve zikredilmemiş pek çok hak ve hakikat
bulurlardı. Eğer o, ileri sürdükleri gibi, Muhammed'in veya bir başkasının sözü
olsaydı, kendi zamanından asırlarca önce gelip geçmiş kavimlerin, bunlara
gönderilen peygamberlerin, savaşların, barışların ve bunlarla ilgili çeşitli
meselelerin kıssalarını, hattâ kendi zamanında, gıyabında cereyan eden
hâdiselerin, münafık olsun kâfir olsun, yahudî olsun hıristiyan olsun çeşitli
inançlara sahip insanların kafalarında dolaşan düşüncelerin, veya içlerinde
gizledikleri sırların beyanını Muhammed'in ya başkasının sözleri arasında
bulmak nasıl mümkün olurdu?
Eğer Kur'ân, Muhammed'in veya bir başkasının sözü
olsaydı, onda bu derece muntazam itikad esasları, ibadet, ahlâk ve âdâb kaideleriyle
kusursuz bir hukuk sistemi bulunabilir miydi? Eğer Kur'ân Allah sözü olmasaydı,
yaratılıştan, kâinatın sıfat ve çeşitlerinden, güneş, ay ve yıldız gibi gök
cisimlerinden, bunların hareketlerinden, gece ile gündüzün oluşundan,
rüzgârlardan, denizlerden, nebatlardan ve hayvanlardan, hasılı canlı ve cansız
varlıklardan, bu kadar ihatalı ve akıllara durgunluk verici bir uslûb ile kim
söz edebilirdi? Özellikle Allahu Ta'âlânın sıfatlarını, âhıreti, kıyameti,
hesabı, cennet ve cehennem ahvalini kim bilebilirdi?
Kur'ân-ı Kerîm, Hazreti Peygamberin hayatında ortaya
çıkan haller ve vukubulan hâdiseler itibariyle bazan âyet âyet, bazan da bir
kaç âyet veya küçük bir sûre olmak üzere kısım kısım nazil olmuş ve nüzulü 23
sene sürmüştür. Her âyet, veya âyetlerden bir gurup nazil oldukta, Hazreti
Peygamber, vahiy kâtiplerine o âyetlerin hangi sûreye ve hangi âyetten sonra
yazılacağını söyler, vahiy kâtibi de onları Hazreti Peygamberin emrettiği
şekilde yazardı. Hazreti Peygamber okuma yazma bilmezdi. Bu sebeple bir âyetin
yazılmasını emrettiği zaman, daha önce yazılmış olan sahîfede son yazılan âyete
bakmaz, fakat âyetin ilgili olduğu sûreye hangi âyetleri yazdırdığını hıfzından
bilirdi. Değişik hal ve vak'alarla ilgili âyetlerin herhangi bir sıra gözetilmeden
değişik zamanlarda ve değişik sûrelerden nazil olmasına rağmen, Hazreti
Peygamberin işaret ettiği yere yazılmasından sonra iki âyet arasındaki manâ
bütünlüğünün tamamlanması, Kur'ân-ı Kerîm'in ayrı bir mucisesine delâlet eder.
Eğer bu âyetler
birer Allah kelâmı olmasaydı, kim böyle bir mucizeyi ortaya koyabilirdi?
Netice olarak denebilir ki: Yukarıda bir kaçına örnek
olarak işaret ettiğimiz özellikler üzerinde düşünmek bile, insanı hak olan yola
irşad etmeye yeterlidir. İnsan bunları düşündüğü zaman, şunu kesinlikle anlar
ki, bu Kitap, Allah katından gelmiş, insan fıtratına uygun, mahza hidayet olan
ve insanı dünya ve âhıret saadetine hazırlayan eşsiz bir rehberdir.
83. Onlara güven, yahut korku verici bir haber geldiği
zaman, onu hemen yaymışlardır. Halbuki o haberi Peygambere ve mü'min-lerden
olan emir sahiplerine götürselerdi, onlardan, (kendi ihtisastan dâhilinde)
hüküm çıkaranlar, onu bilirler (ve daha iyi değerlendirirler) di Allah 'm sizin
üzerinizdeki fazi u inayeti ve merhameti olmasaydı, çok azınız müstesna,
(hepiniz de) şeytana uyardınız.
Bundan önceki âyetlerin ağırlıklı olarak üzerinde
durduğu, yahut söz konusu ettiği kişiler zayıf îman sahipleri ve münafıklar
olmuştur. Bunların, özellikle savaş emri karşısında, dünya tutkusu ve ölüm korkusu
ile savaştan nasıl kaçtıkları anlatılmış, fakat savaştan kaçmanın ölümden
kurtuluş çaresi olmadığı, zira nerede olurlarsa olsunlar ölümün kendilerini
yine de yakalayacağı onlara hatırlatılmıştır. Bunu takip eden âyetlerde, yine
aynı yaratılışta olan kişilerden söz edilmiş ve bunların, kendilerine isabet
eden şeyin hoşlarına gidecek bir menfeat veya bir iyilik olması halinde, bunu
Allah'a, zarara uğramaları halinde de Hazre-ti Peygambere nisbet eden marazı
halleri anlatılmış, sonra da hem iyiliğin, hem de kötülüğün, insanın kesb u
ihtiyariyle Allah'tan olduğu açıklanmıştır.
Daha sonraki âyetlerin konusu, yine zayıf îman
sahipleriyle münafıklardır. Peygambere itaatin Allah'a itaat manâsına geldiği
beyan edildikten sonra, îmanı zayıf olan kişilerin ve münafıkların, Hazreti
Peygamberin yanında iken ona "emrin başüstüne" diyerek itaata âmâde
olduklarını belirtirlerken, yanından ayrıldıktan sonra ona zıt fikirlerle
geceledikleri açıklanmış ve Peygamberin bunlardan uzak durması emredilmiştir.
Yukarıdaki âyet-i kerîmede kendilerinden söz
edilenler, kim oldukları belirtilmeksizin yine "onlar" denilerek
zikredilemiştir ki, bundan, onların daha önceki âyetlerde kendilerinden söz
edilen zayıf îmanlı kişilerle münafıklar oldukları neticesini çıkarmak çok
tabiîdir. Nitekim bazı tefsîrlerde korku ve emniyete taalluk eden bazı
haberlerin münafıklar ve zayıf kişiler tarafından kasıtlı olarak ifşa edilip
yayıldığı göz önünde bulundurularak bu görüşe yer verilmiştir. Bununla beraber
herhangi bir zümre kasdedilmeksizin bütün müslümanlann söz konusu edilmiş
olması da ihtimal dahilindedir. Zira korku ve emniyet haberlerinin yalnız
münafıkları veya zayıf kişileri değil çoğu zaman herkesi ilgilendirdiği ve
çeşitli sebeplerle her yerde konuşulduğu da bir gerçektir. Mesele bu yönden ele
alındığı zaman, pek çok müslümanın onu konuşması, bazan zararı dokunacak
derecede ona dalması ve dedikodusunu yapması da olağan sayılmak İcabeder. Şu
var ki, münafıkla münafık olmayan halktan birinin meseleyi ele alışlarındaki
niyet birbirinden çok farklıdır. Her ikisinin de bir haberi ifşa edip yaymakla
îka edecekleri zarar aynı olsa bile, münafık özellikle bu zararı ve hattâ daha
büyüğünü îka için bu işi yaparken, halktan olan kişi, zarar vereceğini bilmeden
sırf merakını mucib olması ve mahiyetini veya sırrını daha iyi anlama arzusu
dolayısıyla bunu yapar. Netice olarak âyet-i kerîmede bazı kimselerin halkın ve
devletin emniyetiyle ilgili haberleri, ilgililere danışmadan yaydıkları
belirtilerek bunun zararına işaret edilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
83.Onlara güven, yahut korku verici haber geldiği zaman,
onu hemen yaymalardır. Halbuki o haberi Peygambere ve mü'minlerden
olan emir sahiplerine götürselerdi, onlardan (kendi
ihtisastan dâhilinde) hüküm çıkaranlar, onu bilirler (ve daha iyi değerlendirirler)
di Allah 'm sizin üzerinizdeki fazl inayeti olmasaydı çok azınız müstesna
(hepiniz de) şeytana uyardınız.
83 Korku ve güvenlik, umumiyetle savaş zamanlarında
ortaya çıkan ve düşman karşısında elde edilecek bir zafer, yahut uğranılacak bir
hezimet sebebiyle halkın maruz kaldığı psikolojik iki haldir. Cephede savaşan
iki kuvvetten birinin galibiyeti, diğerinin mağlûbiyeti, yahut düşman mevzileri
ve bu mevzilere yerleşmiş düşman kuvvetleri hakkında bilgi toplamak için
çıkarılmış bir keşif kolunun sızma hareketleri ve düşman karşısındaki durumu,
devletin savaşla ilgili çeşitli kararları, hâsıiı savaş halinde iken yürütülen
bütün hareketler ve bütün faaliyetler, cephe gerisinde ve faaliyet dışında
kalanlar için daima merak konusu olan işlerdendir. Bu merak, ilgisi olsun veya
olmasın, herkesi, cereyan eden hâdiseler hakkında bir şeyler öğrenmeye
sevkeder. Hattâ böyle zamanlarda haber peşinde bile koşmaya gerek kalmaz; çünkü
her yönden birbiri arkasına çeşitli haberler gelir.
Ancak bu haberler arasında, devletin ve milletin
güvenliğiyle yakından ilgili olan ve dolayısıyla yorumlanmaması ve
yayınlanmaması gereken, özellikle de düşman eline geçtiği takdirde zarara
sebebiyet verebilecek olan haberlerin bulunması çok tabiîdir. Bu çeşit
haberlerin manâ ve mahiyetini bilip anlamadan onları yorumlamak, yahut halk
arasında yaymak çok büyük tehlikelere yol açabilir. Hattâ bazan yalan olan bir
haber bile, halkın paniğe kapılmasına ve daha tehlikeli durumların ortaya
çıkmasına sebep olabilir.
Allahu Ta'âlâ, asırlarca önce Hazreti Peygambere
indirdiği bu âyet-i kerîmeyle, kritik durumlarda aslını araştırmadan ve doğru
olup olmadığını anlamadan haber yaymanın tehlikesine işaret etmiş ve
müs-lümanları bundan menederek böyle bir haberle karşılaşıldığında nasıl
hareket edilmesi gerektiğini beyanla buyurmuştur ki:
Bir takım kimseler, kendilerine ulaşan korku veya
emniyete müteallik bir haberi, doğru olup olmadığını, yahut yayılmasında zarar
bulunup bulunmadığını araştırmadan yayacaklarına, onu Peygambere ve emir
sahiplerine, yani yetkililere sorup danışsalardı, onlar şüphesiz ihtisas ve
tecrübeleri dolayısıyla bu haberin mahiyetini bilirler ve ondan çıkarılacak
hükme göre nasıl hareket etmek gerektiğini onlara anlatırlardı.
Allahu Ta'âlânın korku ve emniyete müteallik
haberlerin gelişi güzel yayılmasıyla ilgili bu ikazı, asırlar öncesi olduğu
kadar bugün de Önemini aynen muhafaza etmektedir. Nitekim doğruluğu
araştırılmadan yayınlanan bir gazete haberinin bazan ne büyük felâketlere yol
açabileceği herkes tarafından kabul edilen ve ilgililerce tedbir alınması
istenen bir vakıadır.
Allahu Ta'âlânın, korku ve emniyete taalluk eden
haberlerde örneği görüldüğü gibi, insanın hayatta karşılaşabileceği diğer bir
çok hususlarda ona hidayet etmesi, yol göstermesi ve nasıl hareket edilmesi gerektiği
hususunda talimat vermesi, O'nun kullarına olan fazi u inayetinden ve
rahmetinin bolluğundandır. Eğer Allah'ın hidayeti ve fazi u rahmeti olmasaydı,
ey müslümanlar, çoğunuz şeytanın vesvesesine Kapılır da, Peygambere, yanında
iken "emrin başüstüne" deyip yanından ayrıldıktan sonra başka
düşüncelerle geceleyen, yahut kendisine ulaşan bir haberi, eğrisini doğrusunu
araştırmadan yayan kimseler gibi olurdunuz. Binâenaleyh Allah'a ve Rastilüne
itaat, insanı bu gibi pislik ve çirkinliklerden koruyan yegâne çaredir. Allah'a
ve Rasûlüne İtaat etmeyen kimse ise, kendisini şeytanın ellerine teslim etmiş
olan kişidir. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Nûr sûresinin 21 inci âyetinde şöyle
buyurmuştur: "Ey îman edenler! Şeytanın adımlarına ayak uydurmayın. Her
kim ona ayak uydurursa, bilsin ki o, hayasızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer
üzerinizde Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbiri as/â
temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır; Allah, hakkıyla
işiten, hakkıyie bilendir."
84. Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlu
tutulacaksın. îman edenleri de teşvik et. Ola ki Allah, kâfirlerin şiddet ve
kuvvetini önler. Zira Allah, kuvvet yönünden de, ceza yönünden de çok şiddet-
Allahu Ta'âlâ müslümanlara, dışarıdan gelecek düşman
tehlikesine karşı her yönden hazırlıklı olmayı ve düşmana karşı hakkı ve
adaleti korumak için Allah yolunda savaşmayı emrettikten, ancak aralarında bulunan
bazı zayıf îmanlı kişilerin ve münafıkların savaş karşısındaki isteksiz
hallerini, ölüm korkusu ve dünya tutkusu ile ondan kaçışlarını açıkladıktan, bu arada Allah'a ve
Rasûlüne itaati da emrederek Rasûle itaatin Allah'a itaat etmek manasına
geldiğini, kim itaat ederse ancak kendisi için itaat etmiş olacağını, yüz
çevirenlere İse, Peygamberin bekçi olarak gönderilmediğini beyanla savaş emrini
teyid ettikten sonra, mezkûr beyanına paralel olarak buyurmuştur ki:
84. Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlu
tutulacaksın. îman edenleri de teşvik et. Ola ki Allah, kâfirlerin şiddet ve
kuvvetini önler. Zira Allah, kuvvet yönünden de, ceza yönünden de çok
şiddetlidir.
84 AllahuTa'âlâ, Hazreti Peygambere hitap ederek
buyurmuştur ki: Ey Muhammedi Düşmanlarına karşı üstünlük ve zafer kazanmak
istiyorsan, Allah'ın emrine uyarak onlarla savaş. Zira sen, "savaşı
üzerimize niçin farz kıldın?" deyip de ölüm korkusu ve dünya tutkusu ile
savaştan kaçanlardan, yahut "emrin başüstüne" deyip de başka
düşüncelerle geceleyenlerden değil, ancak kendi nefsinden ve kendi amellerinden
sorumlusun. Şunu da unutma ki, Allah'a karşı gelen kimsenin isyanı, O'na itaat
edene hiçbir surette zarar vermez. Bu İtibarla sen, müslüman-ları Allah yolunda
savaşmaları için teşvik et; onları heveslendir. Fakat hiçbir surette onları
savaşa zorlama; zorlayarak ve tehdit ederek savaş alanına sürme. Senin teşvik
ve teşci etmen sayesinde savaşa daha başka bir şevkle katılırlar da, İslâm'ı ve
müslümantarı düşman kuvvetlerinin tasallutundan ve onlara zarar vermelerinden
korurlar. Keza senin müslümanları düşmanla savaşa teşvik ve teşci etmen,
mü'minlerin savaş için önceden hazırlıklı olmalarını sağladığı gibi, düşman
üzerinde caydırıcı bir rol de oynar ve onların müslümanlar üzerine
saldırmalarını, gerek can ve gerekse mal yönünden onlara zarar vermelerini
önler.
Şu da var ki, kâfirlerin kuvveti ve şiddeti,
mü'minleri korkutup Allah'ın Rasûlüne itaattan uzaklaştırmasın. Zira asıl
kuvvet ve şiddetin sahibi, mü'minlere zafer va'deden, kâfirleri ise hezimete
uğratacak olan Allah'tır. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, O'nun zafer va'di,
hezimete yol açan sebeplerden sakınan, fakat zafere götürecek esbaba sabır ve
sebatla yapışan hak ehli içindir.
85. Her kim
güzel (ve hayırlı) bir işe yardımcı olursa, onun bu işte nasibi bulunur. Kim de
kötü bir işe yardımcı olursa, onun da bu işte nasibi vardır, Allah, her şeye
hakkıyla kaadirdir.
86. Bir selâm
ile'selâmlandığıntz zaman, ondan daha güzeliyle selâm verin; yahut aynıyla
mukabele edin. Şüphe yoktur ki Allah, her şeyin hesabını hakkıyla görendir.
87. Allah'tan
başka üâh yoktur. O sizi, vukuunda hiçbir şüphe, bulunmayan kıyamet günü,
muhakkak toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?
Bir evvelki âyet-i kerîmede yer alan savaşla ilgili
emrin muhatabı, tefsirinde zikrettiğimiz gibi, Peygamberin bizzat kendisidir ve
Allahu Ta'âlâ bu âyette "ey Muhammedi Kâfirlerle Allah yolunda savaş; zira
sen, ancak kendinden sorumlusun" buyurmuş, sonra da mü'minleri, aynı
şekilde kâfirlerle savaşmaları için teşvik etmesini Peygamberine emretmiştir.
Bu emirden anlaşılan manâ odur ki, Hazreti Peygamber, Rabbı tarafından nasıl
tek başına peygamberlik göreviyle görevlendirilip yakın akrabasından başlamak
üzere kendi kavmini, sonra da bütün insanları İslâm'a davet etmekle
emrolunmuşsa, bu âyet-i kerîmede de, yine tek başına kalmış olsa bile, kâfirlere
karşı Allah yolunda savaşmakla emro-lunmuş, ayrıca bunun sorumluluğu da
kendisine hatırlatılmıştır. Nitekim Hazreti Peygamber, tek başına yüklendiği
peygamberlik görevini hak-kıyle yerine getirerek kavminin sert ve şiddetli
tepkisine rağmen İslâm'ı teblîğ edip onları dalâletten hidayete, zulmetten nura
çıkardığı gibi, savaş alanlarında da kâfirlere karşı savaşmaktan geri kalmamış,
hattâ bir seferinde ashabı hezimete uğradığı halde, kendisi dimdik ayakta durabilmiştir.
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde ise, söze şefaatle
başlanmış ve "güzel bir şefaatle şefatte bulunursa, ondan kendisine bir
nasîb (sevâb)
vardır"
denilmiştir ki, mealimizde bu cümle "herkim güzel (ve hayırlı) bir işe
yardımcı olursa onun bu işte nasîbi bulunur." şeklinde ifade edilmiştir.
Şefaat, bir şeyi çift kılmak, yahut bir şeye kendi
mislini zammetmek, eklemek manâsına gelen şefi'den isim olup, bir kimseye
yardımcı olarak katılmak demektir. Şefaatin bu manâsı göz önünde bulundurulursa,
bu âyet-i kerîmenin kendinden önceki âyetle, yâni Hazreti Peygambere Allah
yolunda savaşı emreden ilâhî hitapla bağlantısını anlamak kolaylaşmış olur.
Zira Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmede buyurmuştur ki:
85. Her kim güzel (ve hayırlı) bir i§e yardımcı
otursa, onun bu işte nasîbi bulunur. Kim de kötü bir ise yardımcı olursa, onun
da bu iste nasîbi vardır. Allah, her şeye hakhyle kaadir-dir.
85 Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan manâ odur ki: Ey
Muhammedi Sen, tek başına Allah yolunda kâfirlere karşı savaşla emrolundun. Bu,
şüphesiz güzel bir şefaattir; çünkü Allah yolunda kâfirlere karşı savaşmak,
hakka yardım ve onu teyid etmektir. Binâenaleyh bundan sonra kim senin yanında
yer alır ve Allah yolunda kâfirlere karşı seninle birlikte savaşırsa, hakka
yardımda ve onu teyidde sana yardımcı çıkmış ve dolayısıyle hakkın batıla gâlib
gelmesi halinde, kazanılan zaferde, şan ve şerefte ve ele geçirilen ganimette
hisse sahibi olmuş olur. Bu, elbette güzel ve hayırlı bir işe yardım eden
kimsenin dünyadaki mükâfatıdır. Onun âhırette kazanacağı mükâfatın ise haddi
hesabı yoktur. Buhârî [147]ve Müslim [148]'in naklettikleri bir
hadîsinde Hazreti Peygamberin, ihtiyaç sahibinin, biri nezdindeki işine
yardımcı olup onu sonuçlandırmanın insana kazandıracağı ecre de işaret ettiğini
açıkça görmek mümkündür. Hadîsi rivayet eden Ebû Mûsâ (r.a.) der ki: Rasûlullah
(s.a.s.)'a bir ihtiyaç sahibi geldiği zaman, o, meclisteki ashabına döner ve:
"Bu işin görülmesi için şefaat ve delalet ediniz ki, ecirlere nail
olasınız. Gerçi Allah, Peygamberinin şefaati üzerine istediğine
hükmedecektir" buyurdu.
Hazreti Peygamberin bu hadîsinden de anlaşıldığı gibi
şefaat, bir işin olması, yahut istenilen bir şeyin kabulü İçin, iş veya istek
sahibine yardımcı olmak manâsındadır ve bu manâ, Hazreti Peygamberin, hakkın
batıla gâlib gelmesi için kâfirlerle yaptığı savaşta ona yardımcı olmak
şeklinde yukarıda yaptığımız açıklamaya da uygundur. Buna göre â-yet-i
kerîmenin, hem Hazreti Peygamberin, hakkın galebesi için kâfirlerle yaptığı
savaşlarda ona yardım etmek hususunda mü'minleri teşvik yönünden özel, hem de güzel
ve hayırlı işlerde iş sahiplerine yardımcı olmak yönünden umumî iki manâsı
bulunduğu anlaşılır ki, her iki manâda da, güzel ve hayırlı işlere yardımcı
olanlar için, hem dünyada, hem de âhırette bu işlerden nasîbler, veya ecir ve
mükâfatlar vardır.
Buna rağmen kim kâfirlerin yanında yer alır ve onlarla
birlikte sana karşı savaşırsa ey Muhammed, bâtılın galebesi için kâfire yardım
etmiş olacağından, bu da kötü bir şefaattir ve doğacak olan kötü sonuçtan
elbette o sorumludur; çünkü bunda onun da hissesi vardır ve vebali ona aittir.
Yahut daha umumî manâsıyle, kim kötü olan bir işin sonuçlanmasında yardımcı
olursa, bunda onun da hissesi vardır ve hem dünyada hem de âhırette bunun
cezasını mutlaka çekecektir. Çünkü Allah, her şeyi yapmaya kaadirdir. O'nun,
güzel ve hayırlı bir işe şefaat eden veya yardımcı olan kimseleri dünya ve
âhırette ecir ve sevâbla mükâfatlandırması, yahut kötü bir işe yardım edenleri
de cezalandırması, değişmeyen sünnetinin gereğidir. Kullarının iyi ve kötü
amelleri neyi gerektiriyorsa, Allah onu yapmaktan âciz değildir.
Allahu Ta'âlâ, insanlar arasında yakın ilişki ve
kuvvetli bağların doğmasına vesile olan şefaat yollarını mü'minlere
gösterdikten ve onları güzel ve hayırlı işlerinde biribirlerinin yardımına
koşmaya teşvik ettikten sonra, nefislerini kin ve hased gibi kötü duygulardan
temizlemek, onlara dînin emrettiği en güzel terbiyeyi vermek ve aralarında
gerçek manâda bir kardeş sevgisini yerleştirmek için selâm kurallarını beyan
etmiş ve şöyle buyurmuştur:
86. Bir selâm üe selâmlandığmu zaman, ondan daha
güzeliyle selâm verin; yahut ayniyle mukabele edin. Şüphe yoktur ki Allah, her
şeyin hesabını hakhyle görendir.
86 Selâm vermek veya selâmlaşmak, aslı tahıyye olup
âyeti kerîmede de bu kelime kullanılmış ve "bir tahıyye "e
tahıyyelendiğiniz zaman,ondan daha güzeliyle tahıyyede bulununuz."
buyurulmuştur. Tahıyye, lugatta, mülk ve uzun ömür manâlarında kullanıldığı
gibi, duâ ve sena manâsında da kullanılmıştır. Arapların hayyâke'llahu (Allah
sana uzun ömürler versin) sözü, karşılaşan iki kişiden birinin diğerine iyi
dilek ve temennisine delâlet eden bir duâ olarak şöhret kazanmıştır. Bunun
gibi, "Allah gecenizi hayırlı etsin", yahut "Allah sabahınızı
hayırlı etsin" ve benzeri duâ ve tahıyyeler de halk arasında
kullanılagelmiştir.
Ancak İslâm dîni bir sulh ve selâmet dîni, bir îman
dîni olduğu için, en güzel tahıyye olarak "selârrî'ı mü'minlere telkîn ile
biribirlerine Allah'tan selâmet dilemeyi emretmiştir. Meselâ Allahu Ta'âlâ,
İbrahim sûresinin 23 üncü âyetinde "îman edenler ve sâlih amel işleyenler,
Rablarının izniyle içinde daimî kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan
cennetlere sokulurlar. Oradaki tahıyyeleri selâmdır."; Nûr sûresinin 61
inci âyetinde"... Evlere girdiğiniz zaman, Allah katında iyi ve mübarek
bir tahıyye olmak üzere kendinizden olan içeridekllere selâm verin.";
Ahzâb sûresinin 44 üncü âyetinde de "O'na kavuştukları gün meleklerin
onlara tahıyyeleri selâmdır. Allah onlar için kusursuz bir mükâfat hazırlamıştır."
buyurmuştur.
Allahu Ta'âlâ tefsirini yaptığımız bu âyet-i
kerîmesiyle de bize selâm ile tahıyyede bulunan birine, ondan daha güzeliyle,
yahut ayniyle mukabele etmemizi üzerimize vâcib kılmıştır. Buna göre, eğer
birisi bize es-selâmu aleykum (Allah'ın selâmı üzerinize olsun) demişse, bizim
ona cevab olarak vereceğimiz selâm, ondan daha güzel olmalıdır. Bu güzellik de
ona bazı sözler ilâve etmek suretiyle sağlanabilir: Ve aleykumu's-selâm ve
rahmetu'llahi ve berekâtuh. (Allah'ın selâmı, rahmeti ve berekâtı sizin
üzerinize olsun.) gibi. Bazan bu güzelliği, yalnız söz ilâvesiyle değil, aynı
zamanda ses tonunu değiştirerek sağlamak gerekir. Çünkü ilk selâmı veren kimse,
sözlerini belli belirsiz, alçak ve kısık oir sesle, sanki gönülsüz bir şekilde
söylemiş olabilir. Ona cevap veren kimsenin ise, yüksek sesle ve İçten gelen
bir istekle mukabele etmesi, selâmı daha çok güzelleştiren bir cevap olur.
Selâma ayniyle mukabele ise, ilk selâm verenin
sözlerine ilâvede bulunmaksızın onu aynen iade etmek manâsındadır. Buna göre,
es-selâmu aleykum diyen bir kimseye, ve aleykumu's-selâm diye cevap verilir.
Müslümanların biribirlerini tahıyyeleri, veya
biribirleri hakkındaki en güzel duâ ve senaları selâm olduğu içindir ki, bu
kelime, İslâm'a delâlet eden ve müslümanla kâfirin biribirinden ayrılmasını
sağlayan bir unvan olmuştur. Nitekim Allahu Ta'âlâ, bu sûrenin 94 üncü âyetinde
şöyle buyurmuştur: "Ey îman edenler! Allah yolunda savaş için sefere
çıktığınızda, (dövüşeceğiniz kimse hakkında) teenni ile hareket edin (aceleye
kapılmayın). Size selâm veren kimseye, dünya hayatının malına ta-mâan "sen
mü'min değilsin" deyip (onu öldürmeye kalkışmayın." Daha sonra da
üzerinde duracağımız gibi, bu âyet-i kerîmeden anlaşılan açık ve kesin manâ
şudur ki, kalbinde îman olan kimseyi karşılaştığınız zaman size verdiği Allah'ın
selâmından anlayabilirsiniz; zira îmandan yoksun olanlar bu selâmı vermekten
uzaktırlar. Bu bakımdan selâm, mü1-minlerin alâmet-i farikaları, yani onların,
başkalarından ayırt edilmelerini
sağlayan
en belirgin özellikleridir. Bununla beraber şunu da unutmamak gerekir ki,
müslüman olmayan birisi eğer Allah'ın selâmını yerecek olursa, ona ayniyle
mukabele edip selâmına cevap vermek, İslâm'ın âdâbındandır. Tefsîrlerde
zikredilen bir haberden öğrendiğimize göre İbn Abbâs, "Allah'ın halkından
biri sana selâm verecek olursa, mecusî bile olsa, ona mukabele et. Zira Allah
"bir selâm ile selâmlandığınız zaman, ondan daha güzeliyle selâm verin;
yahut ayniyle mukabele edin" buyuruyor" demiştir ki, İbn Abbâs'ın bu
görüşü, İslâm ulemasının üzerinde ittifak ettiği bir görüştür.
Filhakika Hazreti Peygamber devrinde yahudîler
müslümanlara selâm veriyorlar, müslümanlar da onlara mukabelede bulunuyorlardı.
Ancak Hazreti Peygamberin müslümanlara yahudîler selâm verdikleri zaman, onlara
sadece aleykum demekle yetinmelerini emretmesi, onların Hazreti Peygambere
selâm verirken selâmda tahrifat yapmaları ve es-sâmu aleyke (ölüm senin üzerine
olsun) demeleri sebebiyledir. Bu temenniye ve aleykum demekle verilen cevap
"sizin üzerinize de o olsun" manâsına geliyordu. Fakat onlar doğru
dürüst selâm verdikleri zaman, ne Hazreti Peygamber ve ne de sahabîlerden
herhangi biri, buna ayniyle mukabele etmekten hiçbir zaman geri kalmamışlardır.
Zira hiç kimse, İslâm âdabının, müslüman olmasalar bile insanlar arasında
yayılmasına ve onların da bu âdâbla edeblenmelerine engel olmayı düşünmüyordu.
Fakat Hazreti Peygamber devrinden uzaklaşıldıkça ve islâmî düşünceye taassub
hâkim olmaya başladıkça, müslümanlar, kendi yaptıklarını müslüman olmayanlara
menetme yolunu tutmuşlar ve meselâ Kur'ân'a bakmalarına, yahut Kur'ân
âyatlerinin yazılı olduğu bir kitabı okumalarına engel olmaya çalışmışlardır.
Böylece dîni ve dînin mukaddes saydığı şeyleri muhaliflerinden koruduklarını ve
mukaddesata hürmet etmiş olduklarını zannetmişlerdir. Bu ise, müslüman olmayanların
İslâmî gerçekleri bilip öğrenmelerine fırsat bırakmamıştır. Oysa açıkça bilinen
bir gerçektir ki, hıristiyanlar, kendi dinlerini, örf ve âdetlerini yayabilmek
için kitaplarını parasız dağıtmakta ve müslümanları kendilerine yaklaştıracak her
çareye başvurmaktadırlar. Bu sebepledir ki bu gün İslâmî örf ve âdetler
hıristiyanlar arasında değil, fakat hıristiyanlarm pek çok örf ve âdeti
müslümanlar arasında yayılıp kabul görmüştür. İslâm'a uymayan, yahut İslâmî
olmayan daha bir çok tatbikat, yabancı din mensuplarından alınıp benimsenmiş
ve tabiatiyle bunların İslâm'daki karşılığı olan tatbikat ise, terkedilip
unutulmuştur.
İnsanların biribirlerine hayırlı duâ etmelerine vesile
olan ve bu sebeple biribirlerini tanımalarını, kalblerinin biribirine
ısınmasını ve aralarındaki birlik ve bağlılık duygularının kuvvetlenmesini
sağlayan selâm'ın
İslâm'daki büyük önemi dolayısıyledir ki, Kur'ân-ı
Kerîm'den sonra Haz-reti Peygamberin'hadîslerinde de ondan sık sık söz edilmiş
ve mü'min-lere onun âdâb ve erkânı öğretilmiştir.
Müslim [149]tarafından rivayet
edilen bir hadîsinde Hazre-ti Peygamber, selâmın mü'minler arasında
yaygınlaştırılmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "îman etmedikçe
cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de tam manâsıyla îman etmiş
olamazsınız. Birbirinizi sevmeniz için ben size bir yol göstereyim mi? Aranızda
selâmı ifşa
ediniz".
Buhârî[150] ve Müslim [151]tarafından rivayet
edilen bir hadîsinde de Hazreti Peygamber, müslümanm müslüman üzerindeki beş
hakkından birinin selâm vermek olduğunu bildirmiştir: "Müslümanm müslüman
üzerindeki hakkı beştir..." Bir rivayette de şöyle denilmiştir: "Beş
şey vardır ki, müslümanm diğer bir müslüman kardeşine karşı bunları yerine
getirmesi vâcibtir. Bunlar: Selâmı alıp mukabele etmek, aksırana duâ etmek,
davete icabet etmek, hastayı ziyaret etmek, cenaze arkasından gitmek".
Buhârî [152]ve Müslim [153]tarafından nakledilen
başka bir hadîsinde ise, Hazreti Peygamber, selâm vermeyi, İslâm'ın en hayırlı
işlerinden biri olarak tanımlamıştır. Abdullah İbn Amr'in rivayetine göre bir
adam, Hazreti Peygambere "İslâm'ın en hayırlı işi hangisidir?" diye
sorduğu zaman, Hazreti Peygamber: "Yemek yedirirsin; tanıdığına ve
tanımadığına selâm verirsin." buyurmuştur.
Selâm vermenin âdabına gelince, yine Buhârî [154]ve Müslim [155]'in rivayet ettikleri
bir hadîsten öğrendiğimize göre, bir binek üzerinde giden kimse, yaya yürüyene,
yaya yürüyen oturana, sayıca az olanlar çok olanlara, küçük büyüğe selâm
verir. Bir rivayette Hazreti Peygamberin küçük çocuklara selâm verdiği
belirtilmiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki, selâm, İslâm'ın ihmal
edilmemesi gereken önemli hasletlerinden biridir. Müslümanlar, aralarındaki
kardeşlik bağını en güzel biçimde selamlaşma ile kuvvetlendirebilirler ve
esasen bu bağın korunmasından da sorumludurlar. Bu sebepledir ki, Allahu Taâlâ,
onları diğer amellerinde olduğu gibi selamlaşmalarında da murakabe eder ve
kıyamet günü bütün amelleriyle birlikte onun hesabını da mükelleflerden sorar.
87. Allah 'tan
başka ilâh yoktur. O sizi, vukuunda hiçbir şüphe bulunmayan kıyamet günü muhakkak toplayacaktır. Allah'tan daha
doğru sözlü kim vardır?
87 Kıyametin
vukuundan şüphe etmek mümkün müdür? Allah birdir ve O'ndan başka ilâh yoktur.
Binâenaleyh var olan her şeyi dilediği şekilde yaratan, dilediği hükme bağlayan
ve dilediği sonuca ulaştıracak olan yalnız O'dur. Nitekim işte O, insanları da
yaratmış ve hareketleri için belli kurallar vazederek onlara bu kurallara
uymalarını emretmiştir. Eğer bir yerde bir âmir varsa ve bu âmir, memurlarının
uymasını istediği bir takım kurallar da koymuşsa, onların bu kurallara
uymalarını sağlayacak, uymayanlar
olursa onları da cezalandıracak bir ceza müessesesinin bulunması çok tabiîdir
ve reddedilemeyecek kadar açık ve kesindir. İşte bu basit misalden hareketle
diyebiliriz ki, kâinatın tek yaratıcısı ve yegâne hâkimi ve âmiri olan Allah,
insanları yarattıktan sonra, peygamberleri vasıtasıyla onlara uymaları gereken
ahkâmını bildirmiş, sonra da kıyamet gününden onları haberdâr ederek, o gün,
istisnasız herkesi toplayacağını, ahkâmına uyanları mükâfatlandırıp karşı
gelenleri en acı bir şekilde cezalandıracağını söylemiştir. Allah'ın sözünden
kim şüphe edebilir? Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
Allah'ın varlığına ve birliğine îman ile, âhırete,
âhırette yeniden dirilmeye ve hesaba îman, dînin en önemli iki rüknüdür. Bütün
peygamberler, gönderildikleri kavimlere önce bu iki îman esasını tebtîğ
etmişler ve bu iki esasın gerektirdiği şekilde amel etmeleri için onları
uyarmışlardır. Bu iki rüknün önemi dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'de de bir takım
ahkâm serdinden sonra bazan her ikisinin, bazan birinin, bazan da diğerinin
zikredilmesini ve hattâ sık sık bunlara yer verilmesini anlamak güç değildir.
Çünkü biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, Allahu Ta'âlâ tarafından vazedilen-
ve Peygamberi vasıtasıyla insanlara teblîğ olunan bu ahkâmın hikmet-i vücûdu,
kendileriyle amel etmek ve onlar sayesinde doğru yolu bulmaktır. İşte Kur'ân-ı
Kerîm'de bu ahkâmın zikrinden sonra dînin en önemli İki rüknü olan tevhîde ve
âhırette ba'se, hesab ve cezaya yer verilmesi, bu ahkâm ile amel edilmesini
temin ve teşvik gayesine matuftur. Zira Allah'ın varlığına ve birliğine inanan,
âhıret gününe, o günde yeniden dirilmeye ve dünyada işlenen amellerin hesabının
mutlaka görüleceğine îman eden kimsenin, Allah'ın uyulmasını emrettiği ahkâma
sırt çevirmesi elbette mümkün değildir. İşte bu manâda Allahu Ta'âlâ,
insanlara canlarını ve mallarını Allah yolunda cömertçe sarfetmelerini
gerektiren savaş emrini verdikten ve savaşla ilgili bazı ahkâmı serdettikten
sonra, mü'minlerin Allah yolunda savaşmalarını ve savaş ahkâmına uymalarını
sağlamak üzere dînin bu iki önemli rüknünü hatırlatmış ve Allah'ın emir ve
nehiylerinden gafil olmamalarını ihtar ederek demiştir kfc Allah'tan başka
ibadet edecek hiçbir ilâh yoktur. Bu itibarla O'na ibadette, emir ve
nehiylerine boyun eğmekte kusur etmeyin. Zira dünya ve âhıretteki
mutluluğunuz, ruh ve akıl yönünden gelişip olgunlaşmanız, kendiniz gibi bir
beşere ubudiyetle kut ve köle olmaktan kurtulmanız, ancak Allah'a ibadet ve
itaat etmenizle mümkün olur. Âhıreti düşünün; orada mutlaka toplanacak ve
hesaba çekileceksiniz. Bunda hiçbir şüphe yoktur; çünkü bu, Allah sözüdür ve
O'ndan daha doğru sözlü bir kimse yoktur. O halde Allah'ın ahkâmından yine yüz
çevirir misiniz?
88. Size ne
oluyor ki, münafıklar hakkında, Allah onları kazandıkları (günâhlar) yüzünden
tepetakla etmişken, (ihtilâfa düşüp) üdgurup oluyorsunuz. Allah 'm sapıklığa
düşürdüğü kimseleri, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz?Allah'ın sapıklıkta
bıraktığı kimse için (kurtuluşa) asla bir yol bulamazsın.
89. Onlar
küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu
etmektedirler. Bu itibârla onlar, Allah yolunda hicret etmedikçe, onlardan
(herhangi bir) dost edinmeyin. Eğer (hicret etmekten) yüz çevirirlerse,
bulduğunuz
yerde onlan tutun ve öldürün. Onlardan ne bir
dost ve ne de bir yardımcı edinin.
90. Ancak
sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlara, yahut sizinle veya
kendi kavimleriyle dövüşmek (iste-medUderin)den göğsü daralıp size katılanlara
dokunmayın. Eğer Allah dileseydi, onlan da sizin üzerinize musallat eder, onlar
da sizinle dövüşürlerdi Yok eğer sizden uzaklaşırlar, sizinle dövüşmezler ve
banşı size bırakırlarsa, bu takdirde Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol
açmamıştır.
91. (Bununla
beraber) diğer bazılarını da, sizden ve kendi kavimlerinden emin olmak ister
bulacaksınız. Fitne için her davet olunuşlannda,onun içine başaşağı dalarlar.
Bu sebeple (böyleleri), sizden uzak durmazlar; barışı size bırakmazlar ve ellerini
de çekmezlerse, onlan bulduğunuz yerde tutup öldürün. İşte böylece sizi, onlara
karşı (ve onların öldürülmeleri hususunda) açıkça yetkili kılıyonız.
Bundan önceki âyetlerle başlatılan savaş ahkâmının bu
âyetlerde de devam ettiği Ve mü'minlerin bazı davranışları dolayısıyla tevbih
ve emirlere muhatab kılındıkları görülmektedir. Âyet-i kerîmelerde söz konusu
edilenler, müslümanlığınt ilân edip de nifak peşinde koşan münafıklarla
mü'minlere karşı dostluk ve yardım gösterisinde bulunup aleyhlerinde faaliyet
gösteren müşriklerdir. Âyet-i kerîmelerin nüzul sebebi olarak birbirinden
farklı muhtelif haberler rivayet edilmiştir. Bu-hârî [156]ve Müslim [157]'in Zeyd İbn Sabit
tarîkıyle rivayet ettikleri bir haberden öğrendiğimize göre, Hazreti Peygamber
Uhud savaşı için yola çıktığında, yanında bulunanlardan bir gurup, savaşmaktan
vazgeçerek geri dönmüştü. Hazreti Peygamberin ashabı geri dönenler hakkında iki
guruba ayrılmış, bir kısmı "bunları öldürelim" derken, diğer bir
kısmı da, buna karşı çıkmış ve öldürülmelerini istememişti. Bu ihtilâf üzerine
"size ne oluyor ki, münafıklar hakkında İhtilâfa düşüp iki gurup
oluyorsunuz?' âyeti nazil olmuştur.
Tefsirler sebeb-i nüzul hakkında başka haberler de
zikrederler. Bunlardan bazıları şöyledir:
1) Âyet-i
kerîme, müslüman olarak Medîne'ye, Hazreti Peygambere gelen bir kavim hakkında
nazil olmuştur. Bu kavim Medine'de bir süre kaldıktan sonra Hazreti Peygambere
gelip sahraya çıkmak üzere ondan izin istemişler, kendilerine izin verildikten
sonra da Medîne'den ayrılmışlar ve müşriklerle birleşmişlerdir. Müslümanlar
arasında bunların durumu münâkaşa konusu olmuş, bazıları, "eğer müslüman
olsalardı bizimle birlikte burada kalırlar, bizim sabrettiğimiz gibi
sabrederlerdi" demişler, bazıları da onların müslüman olduklarını,
durumları iyice anlaşılmadıkça onların küfre nisbet edilmemeleri gerektiğini
ileri sürmüşlerdir. Müslümanlar arasındaki bu ihtilâf âyet-i kerîmenin
nüzulüne sebep olmuştur.
2) Âyet-i
kerîme, Mekke'de müslüman olduklarını ileri süren, fakat müslümanlara karşı
müşriklere yardım eden bir kavim hakkında nazil olmuştur. Müslümanlar bu kavmin
durumunu münâkaşa edip iki guruba ayrılınca Allahu Ta'âlâ bu âyeti
indirmiştir.
3) (Hazreti Âişe'ye iftira) hâdisesini çıkaranlar
hakkında nazil olmuştur.
Müfessirler arasında câri olan âdete göre sebeb-İ
nüzul, bir âyetin nüzulünden önce veya nüzul sırasında cereyan eden hâdiseleri
toplamak ve bu hâdiseler arasında tefsîr yönünden âyete en uygun olanını
seçmek suretiyle tesbit olunur. Bu sebeple herhangi bir âyetin nüzul sebebi
olarak nakledilen hâdise, çok defa o hâdiseyi ilk olarak değerlendiren ve
âyetle hâdise arasında bir bağlantı kuran ilk müfessirin anlayışından oluşur ve
bir âyet hakkında ileri sürülen esbâb-ı nüzulün çokluğu ve hattâ zikredilen
hâdiseler arasında yakın bir benzerliğin bazan bulunmayışı bile bu yüzdendir.
Ancak burada şu hususa işaret edebiliriz ki, âyet-i kerîmelerin biribirine
delâlet eden manâlarından da anlaşılacağı üzere, sözü edilen ve bulundukları
yerde öldürülmeleri em-rolunan münafıklar, Medîne'de müslüman oldukları halde,
Hazreti Peygamberi ve müslümanları sık sık meşgul ve rahatsız eden, kendilerinden
Bakara sûresinde söz edilen ve haklarında Munâfikûn adiyle bir de sûre
indirilen münafıklar değildir. Bunlar, müslümanlara yakınlık gösteren, fakat
müşriklerle birlikte hareket eden ve yine müşrik olan bir zümredir. İşte Allahu
Ta'âlâ bunları kasdederek mü'minlere hitap etmiş ve buyurmuştur ki:
88. Size ne oluyor ki, münafıklar hakkında, Allah
onlan kazandıkları (günâhlar) yüzünden tepetakla etmişken, (ihtilâfa düşüp) iki
gurup oluyorsunuz. Allah'ın sapıklığa düşürdüğü kimseleri ıut doğru yola mı
iletmek isliyorsunuz? Allah'ın sapıklıkla bıraktığı kimse için (kurtuluşa) asla
bir yol bulamazsın.
88 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi âyet-i kerîmedeki
hitap bütün mü'minlere olmakla beraber, tevbih, münafıklar üzerinde münâkaşa
edip ihtilâfa düşen müslümanlara yöneliktir. Daha önceki âyet-i kerîmelerde
savaş ahkâmından söz edilmiş ve konu, Allah'tan başka, kendisinden korkulan,
huşu duyulan ve kendisi için, ahkâmı terkedilebile-cek olan bir ilâhın
bulunmadığı hususundaki açık ve kesin beyanla noktalanmıştı. Yukarıdaki âyet-İ
kerîmeler ise, kendinden önceki âyetlerle irtibatını sağlayan ve istifham-ı
inkârîyi diğerlerinden ayıran bir fâ harfiyle gelmiş ve denilmiştir ki: Ey
mü'minler! Madem ki Allahu Ta'âlâ size kendi yolunda savaşmanızı emretmiş,
savaştan kaçanları ve "savaşı neden bizim üzerimize farz kıldın?"
diyenleri tehdit etmiş ve madem ki Allah'tan başka itaat olunacak, emir ve
nehiyleri kendisi için terkedilebilecek bir ilâh yoktur, o halde size ne oluyor
da münafıklar hakkında ihtilâfa düşüp iki guruba ayrılıyor ve bölünüyorsunuz? O
münafıklar ki, Allah'a ve Peygamberine inanmamış müşrikler olmalarına rağmen,
size, sizin kuvvetli ânınızda dostluk gösterisinde bulunuyorlar; zayıf ânınızda
ise, size düşmanlık besliyorlar ve diğer müşriklerle birlikte aleyhinize
faaliyet gösteriyorlar. Siz ise, bir kısmınız onların dostluğuna güvenerek
onlarla dost kalalım diyorsunuz. Bir kısmınız da, onlara düşman muamelesi
yapılmasını istiyorsunuz. Halbuki onları Allah haktan uzaklaştırmış ve
tepetakla etmişken, yani onlar size dost görünüp de ters yüz edip müşriklere
yönelmiş ve şirke dalmışken, siz onlar hakkında nasıl böyle tefrikaya
düşüyorsunuz? Allah'ın sapıklığa düşürdüğü kimseleri siz doğru yola mı
İleteceksiniz?
Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede kendilerinden söz
edilen münafıkların, tepetakla edilişlerini ve sapıklıkta bırakmışlarını
kendisine isnad etmiş ve onları kendisinin tepetakla ettiğini ve sapıklıkta
bıraktığını bildirmiştir. Bu, şüphesiz Allah'ın kullarını zora koşması veya
onlara zulmetmesi manâsında değildir. Tepetakla olanlar ve sapıklıkta
kalanlar, elbette kendi amelleriyle kendilerini böyle bir akıbete hazırlamışlar,
Allah da onları lâyık oldukları bu neticeye ulaştırmıştır. O halde kendi
günâhları kendilerini çepeçevre kuşatmış olan ve bu günâh yığınından kurtulmak
için en ufak bir harekette de bulunmayan bu münafıkları hiç kimse zulmetten
nura, yahut dalâletten hidayete çıkaramaz. Hiç kimse onları hakka ulaştıracak
bir yol bulamaz. Zira hak için tek bir yol vardır ve o da, Allahu Ta'âlânm
strat-ı müstakîm olarak yalnız mü'minleri hidayet ettiği yoldur. Bu yolun
sağında ve solunda ise, sadece bâtıla giden pek çok yollar vardır ve her kim bu
yollardan birine sülük ederse, sülük ettiği bu yolda ilerlediği ölçüde haktan
uzaklaşır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, En'âm sûresinin 153 üncü âyetinde buna işaret
ederek şöyle buyurmuştur: "Bu, hiç şüphesiz benim dosdoğru yolumdur; bu
itibarla ona uyun; diğer yollara uymayın. Aksi halde sizi O'nun yolundan
ayırır". Allah'ın doğru yolu, insanın bütün amellerini akl-ı selîmine
vurarak hak olduğuna, halde ve İstikbalde menfeatinin kendisinde bulunduğuna
kaani olduğu amellere tâbi olmakla tebeyyün eder. İnsanın bu yoldan uzak
kalmasının belli başlı sebepleri ise, taklid, gurur ve geçici menfeat-larına
kanarak üzerinde bulunduğu yolun en mükemmel yol olduğu hususundaki yanlış
zannı ve bu zan üzerindeki inad ve ısrarıdır. Böylece hakkı batıldan, gerçek
menfeati zarardan ayırt edebilecek olan aklı da devre dışı bırakarak batıla
saplanan insan, Allah'ın dosdoğru yolundan uzaklaşmış olur ve hiç kimse onu bu
yoldan ayırıp hak yola sokamaz.
İşte, bazan müslümanlara dost .görünseler bile,
aslında onların en büyük düşmanları olan ve üzerinde bulundukları Allah'ın
gerçek dîninin de tamamiyle ortadan kalkmasını cân u gönülden arzulayan kâfir
münafıkların hali budur.
89. Onlar küfür işedikleri gibi, sizin de küfür isleyip
kendileriyle bir olmanızı arzu etmektedirler. Bu itibarla onlar, Allah yolunda
hicret etmedikçe, onlardan (herhangi bir) dost edinmeyin. Eğer (hicret
etmekten) yüz çevirirlerse, bulduğunuz yerde onlan tutun ve öldürün. Onlardan
ne bir dost ve ne de bir yardımcı edinin.
89 Ey mü'minler! İşte sizin dostluklarına güvenip size
yardım edeceklerini umduğunuz ve hidayette olduklarını düşündüğünüz bu münafıklar,
sadece kendi Rüfürleriyte hemhal olan ve başkalarının inancıyle ilgilenmeyen
kâfirlerden değildirler. Bunlar, sizin îmanınızdan, ve İslâm'ınızdan dolayı
size düşman olan ve bütün benlikleriyle sizin de îmandan ve İslâm'dan koparak
kendi yollarına girmenizi, kısacası, sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı
isteyen kâfirlerdir. Bütün arzuları, sizinle birlikte, üzerinde bulunduğunuz
İslâm'ın ortadan kalkması ve yeryüzünden silinmesidir.
İşte, İslâm'a ve müslümanlara karşı davranışları bu
olan münafıklar, hicret edip sizinle birlik olmadıkça onların müşriklere karşı
size yardım etmeleri İçin onlardan dost edinmeyin. Çünkü gerçek mü'min, Peygamberi
ve onunla birlikte olan mü'minleri tehlike İçinde bırakmaz ve âciz kalmadıkça
onlara hicret etmekten vazgeçmez. Fakat haklarında ihtilafa düştüğünüz işte bu
münafıklar, hicrete kaadir oldukları halde hicret etmemişlerdir. Bu da onların
nifaklarının en açık delilidir.
Âyet-i kerîmede söz konusu edilen hicret, bazı
müfessirler tarafından, Hazreti Peygamberin Buhârî
[158]tarafından
da rivayet edilen "muhacir, Allah'ın nehyettiği şeylerden hicret eden
kimsedir." ha-dîsiyle tefsîr edilmiştir ki, bu manâ, günahkâr mü'minleri
de şâmildir; zira nice mü'min ve müslüman kişiler vardır ki, bunlar, îmanları
kemal mertebesine ulaşmadığı için Allah'ın nehyettiği pek çok günâhtan el
çekmezler ve dolayısıyle muhacir sayılmazlar. Buna rağmen İslâm, böyle
kimselere kâfir denilmesine asla rıza göstermemiştir.
"Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost
edinmeyin" sözü ile Medine'de oturan münafıkların kasdedilmediği açıktır.
Zira Hazreti Peygamber bunlardan hiçbirinin öldürülmesine izin vermemiştir.
Buna göre hicret ile kasdedilen manânın, îman edip müslümanlara katılmak ve onlarla
birlikte müşriklere karşı Allah yolunda savaşa çıkmak olduğu anlaşılır. O halde
bu âyeti kerîmede Allahu Ta'âlânm nfıü'minlere yönelttiği emir şöyle
açıklanabilir: Ey mü'minler! Aslında müşrik olup da size dost görünen, fakat size karşı
müşriklerle birlikte olan kimseler, îman e-dip size katılmadıkça onlardan dost
edinmeyin. Eğer îmandan ve hicretten yüz çevirirlerse, bulduğunuz yerde onları
tutup öldürün. Onlardan ne bir dost ve ne de bir yardımcı edinin.
Allahu Ta'âlânın bu açık ve kesin emriyle Medîne'de
yaşayan münafıkların kasdedildiğini ileri sürmek mümkün görülmemektedir.
Tarihen sabittir ki, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, eğer bu emirle
kas-dedilenler Medîneli münafıklar olsaydı, Hazreti Peygamber Rabbının bu
emrini yerine getirmekte asla tereddüt göstermez, en azından onların lideri ve
kışkırtıcısı olan Abdullah İbn Ubeyy'i öldürtür, böylece diğerlerine geçerli
bir gözdağı vermiş olurdu. Oysa bilinen bir gerçektir ki, bu adamın nifakına
tahammül edemeyen Ömer İbnu'l-Hattâb, onu Öldürmek için Hazreti Peygamberden
izin istediği zaman, Allah'ın Rasû-lü (s.a.s.), "Peygamber ashabını
öldürtüyor" dedirtmemek için ona İzin vermemiştir. Hattâ bu meşhur münafığın
ölümünde, onun namazını kıldığı ve defnedilirken oğlunun isteği üzerine
cenazesine sarılmak üzere gömleğini verdiği malûmdur. Şu var ki Allahu Ta'âlâ,
sevgili Peygamberinin, bu münafığın namazını kıldırmasından hoşnud olmamış ve
bununla ilgili olarak, Tevbe sûresinin 84 üncü âyetini indirmiştir. Bu âyette
buyurulmuştur ki: "Onlardan ölen bir kimsenin namazını sakın (bir daha)
kılma ve kabri başında da durma. Zira onlar, Allah'ı ve Rasölû-nü inkâr
etmişler ve fâstk olarak ölmüşlerdir".
Bu açıklamadan sonra şu husus açıkça anlaşılmış
olmaktadır ki, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde kendilerinden söz edilen
münafıklar, müs-lümanlara dost olan ve onlarla dosluk ve yardım anlaşmaları
yapan kâfirlerdir. Ne var ki müslümanlar onların dostluklarına güvenip onlara
yöneldikleri zaman, onlar yüz çeviriyorlar, müslümanlar ahidlerine sâdık
kaldıkları halde, onlar bunu bozuyorlardı. Bu davranışları ise, şüphesiz,
müslümanlara zarar vermek gayesine matuf İdi ve İslâm, elbette bunu müsamaha
ile karşılayamazdı. Nitekim Allahu Ta'âlâ, münafıklık eden bu kâfirlere karşı
en sert tedbiri zikretmiş ve bulundukları yerde tutulup öldürülmelerini
emretmiştir.
Ahidlerini bozan kâfirlere karşı İslâm'ın bu sert
muamelesi, onun nazarında ahde sadakatin önemini gösteren bir ölçü olarak da
değerlendirilmek gerekir. Nitekim bu âyet-i kerîmedeki emr-i ilâhî gereği bulundukları
yerde öldürülmeleri gerek'en bu münafık kâfirlerden bazısı, eğer müslümanlarla
aralarında ahid bulunan bir kavme sığınacak olurlarsa, bunlar, öldürülmekten
kendilerini kurtarmış olurlar. Çünkü bunları öldürmeye kalkışmak, ahidli kavme
karşı ahdi bozmak manâsına gelir ki, İslâm buna hiç bir surette izin
vermemiştir. Nitekim Aliahu Ta'âlâ, müteakip âyette, anlaşmalı kavme
sığınanları, öldürme emrinden istisna ederek şöyle buyurmuştur:
90. Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme
sığınanlara, yahut sizinle veya kendi kavimleriyle dövüşmek (istemediklerinden
göğsü daraltp size katılanlara dokunmayın, -Eğer Allah düeseydi, onları da
sizin üzerinize musallat eder, onlar da sizinle dövüşürlerdi- Yok eğer sizden
uzaklaşırlar, sizinle dövüşmezler ve barısı size bırakırlarsa, bu takdirde
Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol açmamıştır.
90 Müfessirlerin büyük çoğunluğu, öldürülmekten
istisna edilenlerin küffar olduğu hususunda hemfikirdirler. Zira müslümanlarla
savaşanlar ve onları buldukları yerde öldürenler kâfirlerden başkası değildi.
Kâfirlerin müslümanlara karşı davranışları bu olunca, Allahu Ta'âlâ da bazı
istisnalarla kâfirlere aynı muamelenin yapılmasını, yani onların da
bulundukları yerde tutulup öldürülmelerini emretmiştir.
Âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı gibi, bazı kâfirlerin
öldürülmekten istisna edilmeleri, başlıca iki sebebe dayanır:
1)
Müslümanlarla aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınmış olmaları. Bu
sığınma, sığınan kâfirlerin de anlaşma hükümlerine ister istemez tâbi
olmalarını ve sığındıkları kavim gibi müslümanlara zarar vermekten, veya
onları öldürmekten sakınmalarını gerektirir. Bu husus, İslâm dîninin, İslâm'a
ve müslümanlara zararı dokunmayan kimselere ve özellikle kâfirlere karşı ne
kadar müsamahalı ve ne kadar barışsever bir din olduğunun apaçık delilini
teşkil eder.
2)
Müslümanlarla, yahut kendi kavimleriyle dövüşmek istememeleri sebebiyle
göğüslerinin daralması ve sulh yapmaktan başka çare kalmadığını anlayarak
müslümanlara gelmeleri. Daha açık bir ifadeyle, müslümanlarla savaşmaktan
vazgeçmeleri, öldürülmekten istisna edilmelerinin ikinci sebebidir. Bunlar,
hem müslümanlarla olan anlaşmalarını bozmamak için dövüşmezler; hem de
dövüşecekleri kimseler, kendi kavimlerinden oldukları için onlarla dövüşmeyi
ağır bulurlar. Bunlar, müslüman olmasalar ve barış halinde müslümanlar lehine
hareket etmeseler bile, onların aleyhinde de olmadıkça ve onlara zararları
dokunmadıkça, bunu, müslümanların ve İslâm'ın lehine bir durum olarak mütâlâa
etmekte elbette hiçbir sakınca yoktur. Nitekim Allahu Ta'âlâ, bunda
müslümanların lehine bir durum olduğuna delâlet etmek üzere "eğer Allah
dileseydi, onları da sizin özerinize musallat eder, onlar da sizinle
dövüşürlerdi:* buyurmuştur. Binâenaleyh kâfirlerin, yukarıda
açıklanan iki sebeple müslümanlara kötülük etmekten ve
onları öldürmekten el çekmeleri, Allah'ın müslümanlar üzerindeki rahmetinin
bir neticesidir. Kâfirler müslümanları öldürmekten el çekince, müslümanlann da
kâfirlerle savaşmalarına gerek kalmaz. Bu husus, Allahu Ta'âlânın, daha önce
tefsirini yaptığımız Bakara sûresinin 190-192 nci âyetlerin-deki emirlerine de
tamaman uygundur. Bu âyetlerde şöyle buyurmuştur: "(Ey mü'minler!) Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; fakat aşırı gitmeyin; zira Allah
aşırı gidenleri asla sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün; sizi
çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne öldürmekten beterdir... Fakat
savaştan vazgeçerlerse, siz de onları bırakın. Şüphesiz ki, Allah çok
bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Fitne bitinceye ve din sırf Allah için oluncaya
kadar onlarla savaşın. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, (siz de onlardan
elinizi çekin); zira zâlimlerden başkasına düşmanlık gerekmez". Bakara
sûresinin bu âyetle-rinde gördüğümüz manâyı, şu anda tefsîr ettiğimiz âyet-i
kerîmede de aynen görmek mümkündür. Nitekim bu âyetinde de Allahu Ta'âlâ şöyle
buyurmuştur: "Yok eğer sizden uzaklaşırlar, sizinle dövüşmezler ve barışı
size bırakırlarsa, bu takdirde Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol açmamıştır".
Yani yukarıda zikrettiğimiz iki istisna sebebinden biriyle kâfirler size
sataşmaktan ve sizinle savaşmaktan el çeker ve barışı size bırakırlarsa ve
sizde" de buna karşı tam bir güven hâsıl olursa, Allah da sizin için
onlarla savaşmaya ve onları öldürmeye bir yol açmamıştır; kısacası onlarla
savaşmanıza izin vermemiştir.
91. (Bununla beraber) diğer bazılarını da, sizden ve
kendi kavimlerinden emin olmak ister bulacaksınız. Fitne için her davet
olunurlarında, onun için başaşağı dalarlar. Bu sebeple (böyleleri) sizden uzak
durmazlar; barısı size . bırakmazlar ve
ellerini de çekmezlerse, onla rı bulduğunuz yerde tutup öldürün. İste
böylece sizi onlara karsı (ve onların öldürülmeleri
hususunda) açıkça yetkili kılıyoruz.
91 Kâfirler arasında başka bir gurup daha vardır ki,
İslâm'la ve müs-lümanlarla savaşmazlar; diğerleri gibi İslâm'ın ve müslümanlann
yeryüzünden silinmesi için gayret sarfetmezler; müslüman da olmamışlardır.
Fakat mü'minler ile kâfirler arasında mütşreddittirler ve her iki guruba da
yakınlık gösterirler. Müslümanların yanında müsülmanlar-dan, kâfirlerin yanında
da kâfirlerden olurlar. Böylece kendilerini her iki tarafın yanında da emniyette
hissederler. Onların bütün düşünceleri, canlarının ve mallarının selâmetidir.
Ne var ki onlar, gerek İslâm'a yakınlık göstermek ve gerekse savaşı terketmek
ve sulh anlaşmaları yapmak suretiyle kendilerini müslümanlar yönünden emniyete
almak isteseler bile, müşriklerin davetine icabet edip fitneye karışmaktan ve
müslüman-larla savaşlarında onlara yardım etmekten kendilerini alamazlar.
İşte bu gibileri hakkında da, Allahu Ta'âlânın hükmü
açık ve kesin olup bu hususta mü'minlere şu emri vermiştir: Eğer onlar da
sizden uzak durmazlar ve sizi kendi başınıza bırakmazlar, sulh ve sükûnu
İslâm'ın ve müslümanlann nef'ine yarayacak şekilde düzenlemenize engel olmaya
ve müşrikler safında sizinle dövüşmeye devam edecek olurlarsa, onları
bulduğunuz yerde tutup öldürün. Tecrübe ile sabit olmuştur ki, böylelerinin en
iyi ilâcı budur. Onların öldürülmeleri hususunda size açık ve kesin deliller
verdik ve sizi buna tam yetkili kıldık.
Âyet-i kerîmenin bu son ibaresi, bir evvelki âyet-i
kerîmenin sonunda yer alan ibarenin tam karşıtıdır. Zira o âyet-i kerîmede
"sizden uzak dururlar, sizinle dövüşmezler ve barışı size bırakırlarsa, bu
takdirde Allah, sizin için onlar aleyhine bir yol açmamıştır"; yani
onlarla dövüşmenize ve onları öldürmenize izin vermemiştir, buyurduğu halde, bu
âyet-İ kerîmede, müslümanlardan uzak durmayanların, onlarla dövüşenlerin ve
barışı onlara bırakmayanların öldürülmelerini müslümanlara emretmiş ve bu
hususta onlara apaçık deliller ve tam yetki vermiştir.
92. Bir
mü'minin bir mü'minihata dışı öldürmesi olmaz. Eğer bir kimse, bir mü'mini
hatâen öldürürse, (cezası), mü'min bir köle âzâd etmek ve öldürülenin ailesine
-o ailenin sadaka olarak bağışlamaması halinde- teslim edilen bir diyettir.
Eğer ölen, mü'min olduğu halde size düşman bir kavimden ise, bu takdirde
(ceza), mü'min bir köle âzâd etmektir. Eğer sizinle onların arasında andlaşma
bulunan bir kavimden ise, öldürülenin ailesine teslim olunan bir diyet ve
mü'min bir köle azadıdır. Fakat kim (bunu) bulamazsa, (cezası), Allah
tarafından tevbesinin kabul edilmesi için üd aypespeşe oruç tutmaktır. Allah
her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sahibidir.
93. Her kim
bir mü'mini kasden öldürürse, cezası, içinde daimî kalacağı cehennemdir. Allah
ona gazab etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük birazâb hazırlamıştır.
Yukarıdan beri konunun savaşla, ölümle ve öldürmekle
ilgili olduğu açıktır. Allahu Ta'âlâ mü'minlere Allah yolunda savaşı emredip
İslâm ve müslüman düşmanlarıyle savaşmanın Allah'a ve Rasûlüne İtaatin bir
gereği olduğunu beyanla îmanı zayıf olanların ve münafıkların ölüm korkusuyle
savaştan nasıl kaçtıklarını, halbuki ölümden kaçmakla ondan kurtuluşun mümkün
olmadığını açıkladıktan, müslümanlara yakınlık gösterip kâfirlerle işbirliği
yapan ve onlarla birlikte müslümanlara karşı savaşan kâfir münafıkların
bulundukları yerde tutulup öldürülmelerini, ancak bunların, müslümanlarla
anlaşmalı bir kavme sığınıp savaştan el çekmeleri veya müslümanlara iltihak
etmeleri halinde onlara dokunul-mamasını emrettikten sonra, yukarıdaki
âyetlerinde, öldürülmesi şer'an
helâl
olmadığı halde hatâen ve kasıdlı olarak öldürülen kimseler hakkndaki hükmünü
beyanla buyurmuştur ki:
92. Bir mü'minin bir mü'mini hatâ dışı öldürmesi
olmaz. Eğer bir kimse, bir mü 'mini hatâen öldürürse, (cezası), mü'min bir
köle âzâd etmek ve öldürülenin ailesine-o ailenin sadaka olarak bağışlamaması
halinde- teslim edilen bir diyettir. Eğer ölen, mü'min olduğu halde size
düşman bir kavimden ise, bu takdirde (ceza), mü'min bir köle âzâd etmektir.
Eğer sizinle onların arasında andlaşma bulunan bir kavimden ise, öldürülenin
ailesine teslim olunan bir diyet ve mü 'min br köle azadıdır. Fakat kim (bunu)
bulamazsa, (cezası), Allah tarafından tevbesinin kabul edilmesi için iki
aypespeşe oruç tutmaktır. Allah her şeyi hakkıyle bilendir; hikmet sahibidir.
92 Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmenin başında, bîr
mü'minin bir mü'mini öldürmesini nehyetmiş ve böyle bir fiilin, bir mü'minin
mü'minlik sıfatına hiçbir surette yakışmayacağını açık ve kesin bir uslûb ile
beyan buyurmuştur. Bir öldürme fiilinin nefyi, çok defa şöyle bir ibare ile
ifade edilir: Bir mü'min bir mü'mini öldürmez. Fakat âyet-i kerîmede öyle bir
ifade kullanılmıştır ki, bununla sadece öldürme fiili nefyedilmemiş, fakat bu
fiil nefyedilirken, bilhassa mü'minin sıfatına dikkat çekilerek bu sıfatta
olan bir kimseden böyle bir fiilin sâdır olmayacağı vurgulanmıştır. Bu manâda
Allahu Ta'âlâ buyurmuştur ki: Bir mü'minin bir mü'mini öldürmesi olacak şey
değildir. Çünkü onun sahip olduğu sıfat, yahut kalbini dolduran îman, ona bu
fiili işleme imkânı vermez. Çünkü kalbte îman olduğu sürece nefsin asıl hâkimi
ve hükümranı odur; insan iradesi, yalnız onun taht-ı tasarrufunda ve yalnız
onun sevk u idaresindedir. Bu sebeple insandan iradesi dâhilinde sâdır olacak
her fiil, işlenecek her amel, îmanın kontrolünden geçmek ve tabir caizse, ondan
vize almak zorundadır. Eğer bir fiil, veya bir amel, îmana aykırı düşüyorsa,
onun insandan sâdır olmaması için, îman, onu vücuda getirecek olan bütün
uzuvları uyarır ve onun vücut bulmasına engel olur. İşte bu sebepledir ki, bir
mü'min bir mü'mini asla öldürmez. Çünkü îmânın bu konudaki düsturu, Allahu
Ta'âlânın şu sözü olmuştur: nKim bir nefis, veya yeryüzünde bir bozgunculuk karşılığı olmaksızın bir
kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur." (Mâide sûresi,
32).
Bununla beraber, insan iradesine dayanmayan ve sadece
el ve ayak gibi insan uzuvlarından birinin hatalı bir hareketiyle, yahut hatalı
bir düşünce ile öldürme fiilinin vukubulduğu da bir gerçektir. Bu gibi durumlarda
ne îmanın irade üzerinde ve ne de iradenin uzuvlar üzerinde hiçbir rolü ve
tesiri yoktur. Yahut böyle bir tesir söz konusu olsa bile, yanlış bir zandan
kaynaklanmış ve uzuvlar, yanlış zanna dayalı iradenin emrini yerine getirmiş
olurlar. Meselâ bir savaşta bir mü'min diğer bir mü'mini öldürmez. Fakat bir
mü'min, karşısına çıkan birinin kâfir olduğunu zannederek onu öldürürse ve o da
kâfir değii bir mü'min ise, yanlış bir zanla bir mü'mini öldürmüş olur.
Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede bir mü'minin bir mü'mini
bilerek ve isteyerek öldürmesini nefyetmiş, fakat hataya ve yanlış zanna dayalı
öldürme fiilini bu nefiyden istisna eylemiştir. Buna göre, bir mü'min bir
mümini asla öldürmez; ancak bir müminin de insan olması ve hatadan salim
bulunmaması sebebiyle bir mümini hataen öldürmesi olağandır. Şu var ki, bir mü'minin
bir mü'mini hatâ ile de olsa öldürmesi, onun tedbirdeki kusuruna delâlet eder
ve bu kusur da cezayı gerektirir. Bu sebepledir ki hiç kimse, insanın hatâ ve
nisyan (unutkanlık) ile malûl olduğunu ileri sürerek hatâsının sebep olduğu bir
öldürme suçundan kendisini tebriye edemez. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Bakara
sûresinin son âyetinde, mü'minlere talîm ettiği duada "Rabbımtz! Unutmuş,
yahut hata yapmışsak, bizi bu yüzden muaheze etme!.." buyurmuştur ki, bu,
unutan, yahut hatâ yapan kimselerin bu yaptıklarından dolayı muaheze edileceklerine,
yani cezalandırılacaklarına delâlet eder. İşte bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ,
bir mü'minin bir mü'mini ancak bir hatâ neticesi öldürmüş olabileceğine işaret
ettikten sonra, bu hatâya ve dolayısıyle ölüme yol açan tedbirsizlik,
dikkatsizlik ve benzeri kusurlar sebebiyle bir mü'mini öldüren kimsenin
cezasını zikretmiş ve "eğer bir kimse, bir mü'mini hatâen öldürürse,
(cezası), mü'min bir köle âzâd etmek ve ölenin ailesine -o ailenin sadaka
olarak bağışlamaması halinde- teslim edilen bir diyettir." buyurmuştur.
Buna göre, hatâ ile kaatil olan bir mü'minin cezası:
1) Mü'min bir köle âzâdı ile,
2) Ölenin ailesine ödeyeceği diyetten ibarettir.
1) Mü'min köle âzâdı: Köle âzâdı, ortadan kaldırılan,
veya yok edilen mü'min hür bir insanın yerine, yine mü'min hür bir insan ikame
etmek manâsındadır. Çünkü kölelik, yokluğun değişik bir ifadesidir. Köle olan
bir insana var olan bir insan nazariyle bakılmaz; varlığı hesaba katılmaz. Bu
bakımdan köle ile yokluk eşittir; birbirinin aynıdır. Bir köleyi âzâd etmek ve ona hürriyetini
bağışlamak ise, bir insan icad etmek ve insanlık âlemine bir insan bağışlamak
veya bir insan kazandırmak demektir. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, ceza
olarak mü'min bir! köle âzâd edilmesini emretmekle, öldürülüp ortadan
kaldırılan, veya yokj edilen bir mü'minin telâfisini istemiş olmaktadır. Bu,
hata ile bir mü'min1 öldürmenin keffareti olup Allah'ın kaatil üzerindeki
hakkıdır ve bu hak-' kın sahibine elbette ödenmesi gerekir.
2) Ölenin ailesine ödenmesi gereken diyet: Kaatilin
Allah'tan başkasına ödemek zorunda olduğu bir hak da, maktulün ailesine aittir.
Çünkü kaatil, hatâ ile de olsa bu âilenirvbir ferdini öldürmüş ve o aileye
büyük zarar vermiştir. Binâenaleyh bu ailenin kaatilden maktulün demini taleb
etmesi, yahut tazminat istemesi çok tabiîdir. Kaatil her ne kadar bir köle âzâd
etmişse de, bununla ancak Allah'ın hakkını ödemiş olmakta, fakat ailenin
zararı karşılanmış olmamaktadır. İşte kaatilin, maktulün ailesine de ödemek
zorunda olduğu bu tazminata hukuk dilinde diyet denilmişir. Âyet-i kerîmede
diyet nekre olarak zikredilmiştir ki, bundan, maktulün âilesince kabul
edilebilecek bir miktar mal veya para anlaşılır. Bununla beraber sünnet,
Araplar arasında maruf ve makbul olan ölçülere göre bunu tayin ve tesbit
etmiştir. Buna göre, hatâen öldürülen hür bir müslümanın diyeti, yaşları
muhtelif yüz devedir. İcma da bunun üzerinde vâki olmuştur. Maktulün ailesi
rıza gösterdiği takdirde, yüz deve yerine onların kıymetini ödemek de
mümkündür. Kadının diyeti İse, erkeğin diyetinin yarısı kadardır. Çünkü erkeğin
öldürülmesiyle hasıl olan zarar, kadının öldürülmesi halinde hasıl olacak
zarardan daha büyüktür.
Müfessirler, âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzulü hakkında
iki ayrı hâdiseye işaret ederler. Birincisi, Ayyaş İbn Ebî Rabî'a'nın kâfir
zannederek Haris İbn'Yezîd el-Âmirî'yi öldürmesidir. Ayyaş, Ebû Cehil'in ana
bir kardeşi idi ve müslüman olmuştu. Ebû Cehil İse, azılı bir kâfir idi. Âmir
İbn Luey oğullarından Haris İbn Yezîd ile birlikte kardeşi Ayyâş'a müslüman
olması dolayısıyle işkence ederdi. Bu sebepten Ayyaş, Hâris'e karşı içinde bir
kin besliyordu. Ancak sonraları Haris de müslüman olmgş ve hicret maksadıyle
yola çıkmıştı. Bir rivayete göre bu hicret sırasında Harre'de, bir rivayete
göre de Mekke fethinde Ayyaş ile Haris karşılaşmışlar; Hâris'in müslüman
olduğunu bilmeyen Ayyaş onu öldürmüş, sonra da Hazreti Peygambere olan
hâdiseyi haber vermişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indirilmiştir.
Sebeb-i nüzul olarak zikredilen ikinci hâdise ise, Ebu'd-Derdâ
ile ilgilidir. Ebu'd-Derdâ, bir kâfiri öldürmek için kılıcını çekip üzerine
yürüdüğü zaman, adam LÂ İLAHE İLLA'LLAH demiş, fakat Ebu'd-Derdâ,
onun, bu sözü ölüm korkusuyle söylediğini düşünerek
onu öldürmüştür. Ancak bundan büyük üzüntü duymaya başlayınca da, Hazreti
Peygambere giderek hâdiseyi anlatmış ve "onun ölüm korkusuyle bu sözü
söylediğini düşündüm" demesi üzerine Hazreti Peygamber" onun kalbini
mi yardın?" buyurmuştur. İşte bundan sonra da bu âyet nazil olmuştur.
Bir mü'minin hatâ ile öldürülmesi halinde kaatilin,
maktulün ailesine diyet ödemesi, Allahu Ta'âlânın bu âyet-i kerîmedeki hükmü
gereğince vâcibtir. Ancak Allahu Ta'âlâ, araya bir ölüm ve öldürme olayı girmiş
olsa bile, bir hatâ sebebiyle mü'minler arasındaki kardeşlik duygularının k»n
ve düşmanlığa dönüşmemesi ve kırgınlığın ilânihaye devam edip gitmemesi için
diyetin kaldırılabileceğini, ancak bunun da, maktulün ailesinin kaatili
bağışlamasıyle mümkün olabileceğini bir istisna ile beyan buyurmuş ve bu
bağışlamayı da, maktul ailelerini affa teşvik ve tergîb etmek maksadıyle
"sadaka" olarak isimlendirmiştir.
"Eğer ölen, mü'min olmakla beraber size düşman
bir kavimden ise, bu takdirde (ceza), mü'min bir köle âzâd etmektir".
Mü'min olduğu bilinen ve müslümanlar arasında yaşayan bir kimsenin yanlışlıkla
öldürülmesi halinde, kaatilin, keffaret olarak mü'min bir köle âzâd etmesi ve
maktulün ailesine diyet vermesi gerektiği beyan edildikten sonra, düşman bir
kavme mensûb olarak öldürülen bir mü'minle ilgili hüküm zikredilmiştir. Yukarıda
nüzul sebebi olarak işaret ettiğimiz hâdisede adı geçen Haris İbn Yezîd, bunun
bir örneğini teşkil eder. Zira Haris, Hazreti Peygamberin ve mü'minlerin
düşmanı olan ve onlarla savaş halinde bulunan Kureyş'e mensub idi. iman etmiş,
fakat hicret etmemişti. Bu sebeple müslümanlar onun îman ettiğini
bilmiyorlardı. Ayyaş İbn Ebî Rabî'a da onu bu yüzden ve hicret için Mekke'den
çıktığı bir sırada öldürmüştü. İşte Haris gibi dâr-ı harbte îman eden ve fakat
îman ettiği bilinmeyen bir kimse öldürüiürse ki o da hatâen öldürülmüş
demektir; kaatile sadece keffaret gerekir; yani mü'min bir köle âzâd eder;
fakat diyet gerekmez; çünkü diyeti alacak olan maktulün ailesi, dâr-ı
harb-tedir ve müslümanlara karşı savaş halindedir. Onlara diyet vererek
kuvvetlendirmek ve müslümanlara karşı savaşlarında onlara yardımcı olmak
elbette olacak işlerden değildir.
Eğer öldürülen kimse, müslümanlarla aralarında anlaşma
bulunan bir kavme mensûb olursa, bu takdirde maktulün ailesine verilmek üzere
bir fidye İle mü'min bir köle âzâdı vâcib olur. Zira aralarında sulh anlaşması
yapmış olan iki kavmin, karşılıklı olarak biribirlerinin haklarına saygı
göstermeleri gerekir. Dolayısıyle ne müslümanlar diğerlerinin, ne de diğerleri
müslümaniarın canlarına ve mallarına, bu anlaşma
gereğince dokunamazlar. Buna rağmen bir anlaşmalı veya
bir zımmî, bir mü'min tarafından öldürüiürse, bir mü'min öldürülmüş gibi,
maktulün ailesine teslim edilecek bir hak olmak üzere diyet verilir ve Allah'ın
hakkına karşılık keffaret olmak üzere de mü'min bir köle âzâd edilir. Mü'minin
diyetinde işaret ettiğimiz gibi, burada da diyet nekire olarak zikredilmiş ve
verilecek malın tesbiti maktulün ailesine bırakılmıştır. Zira bazı kavimlerde
deve geçerli bir mal olduğu halde, diğer bazı kavimlerde altın veya gümüşün tercih
edildiği ve diyet olarak onların taieb olunduğu bilinmektedir.
Gayr-i müsiimlerin diyeti hakkında Hazreti
Peygamberden gelen rivayetler arasındaki ihtilâf sebebiyle, fakîhler arasında
da değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ahmed İbn Hanbel'in [159]Tirmizî[160], Nesâî [161]ve İbn Mâce
[162]nin değişik
ifadelerle rivayet ettikleri bir hadîsinde Hazreti Peygamber, kâfirin
diyetinin, müslimin diyetinin yarısı kadar olduğunu beyan etmiştir. Keza Ebû
Dâvûd [163]'un
rivayetinde de "muâhedin diyeti, hürrün diyetinin yarısıdır."
denilmiştir.
Zuhrî, Sufyân es-Sevrî, Zeyd İbn Alî ve Ebû Hanîfe
gibi bazı imamlar ise, âyet-i kertmenin zahirine bakarak zımmînin diyetinin,
müslümantn diyeti gibi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim âyet-i kerîmenin
baştarafında, bir mü'minin bir mü'mini hatâen öldürmesi halinde, cezasının,
mü'min bir köle âzâd etmek ve bağışlanmadığı takdirde diyet ödemek olduğu
ifade edilmiştir. Eğer öldürülen, müslümanlarla anlaşması bulunan bir kavimden
olursa, bunun cezası da, diğerinde olduğu gibi, maktulün ailesine diyet vermek
ve mü'min bir köle âzâd etmektir. Görüldüğü gibi her iki halde de zikredilen
ceza şekli aynıdır. Şu farkla ki, birincisinde, yani bir mü'minin bir mü'mini
öldürmesi halinde zikredilen ilk ceza köle âzâdı olduğu halde, ikincisinde ilk
zikredilen ceza şekli diyet olmuştur. Bu takdim ve tehirin, mü'minlerle ilgili
hususlarda Allah hakkının, halkın hukukundan önce geldiğini göstermek için
yapıldığı düşünülebilir. Nitekim yine birinci halde, öldürülen bir mü'minin
diyetinden kaatilin bağışlanmasıyle vazgeçilebileceğine İşaret edildiği halde,
bir anlaşmalının öldürülmesi halinde kaatilin bağışlanmasından söz
edilmemiştir. Çünkü affetmek veya bağışlamak mü'minlerin işidir ve Allahu
Ta'âlâ da, onlara yaraşan bu işte, onları teşvîk ve tergîb maksadıyle âyet-i
kerîmede bu istisnayı zikretmiştir.
Allahu Ta'âlâ, hatâ ile bir mü'mini, veya bir
anlaşmalıyı öldüren bir mü'minin cezalarını beyan ettikten sonra, fakirliği
dolayısıyle köle âzâd etmeye gücü yetmeyen kimselere, araya oruçsuz geçecek tek
bir gün bile sokmamak şartıyle iki ay devamlı oruç tutmayı vâcib kılmıştır.
Eğer arada oruç
tutmadığı bir gün olursa, hiç oruca başlamamış gibi sayıldığı için yeniden
başlar ve kesiksiz iki ayı tamamlar.
Bu hüküm, bir mü'minin dikkatsizlik ve tedbirsizlik sebebiyle
yol açtığı ölüm olayından tevbe edip nefsini temizlemesi içindir. Çünkü Allah,
mü'min kullarının işledikleri bir günâh veya bir hatadan dolayı tevbe
etmelerini ve kendisi de onların tevbelerini kabul etmeyi ister. Bu, O'nun
kulları üzerindeki rahmetinin çokluğundandır. O, şüphesiz herkesin nefsinde ne
olduğunu, bir hata yapmışlar veya bir günâh işlemişlerse, onu nasıl ve ne
maksatla işlediklerini ve onun kirinden ve pisliğinden nasıl temizleneceklerini
hakkıyle bilir ve onları doğru yola iletecek en güzel ve en mükemmel hükümleri
vazeder; çünkü O hikmet sahibidir. Bu itibarla kim O'na itaat ederse, nefsini
her çeşit pislikten temizlemiş ve kendisini dünya ve âhıret hayatının
saadetine ulaştıracak olan doğru yolu bulmuş olur.
Allahu Ta*âlâ, ancak bir hatâ neticesinde
işlenebilecek olan öldürme olayını ve böyle bir olaydan sonra kaatil olan bir
mü'minin üzerine vâcib olan keffaret ve diyet cezalarını beyan ettikten sonra,
bir mü'min tarafından hiç işlenmemesi gereken kasıtlı öldürme fiilini zikretmiş
ve buyurmuştur ki:
93. Her
kim bir mü 'mini kasden öldürürse, cezası, içinde daimî kalacağı cehennemdir.
Allah onagazab etmiş, onu lanetlemiş ve
onun için
büyük
bir azâb hazırlamıştır.
93 Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bir mü'minin
bir mü'mini kasden öldürmesi olacak işlerden değildir; çünkü bu şekildeki bir
öldürme fiili îmana aykırıdır. Nitekim Allahu Ta'âlâ bundan önceki âyetinde
hatâ ile bir mü'mini öldüren mü'min için keffaret zikredip tevbe kapılarını
açmış olduğu halde, kasden adam öldüren kimse için keffaret zikretmediği gibi,
onu kâfirden farksız olarak en şiddetli azâb ile tehdit etmiş ve akıbetinin,
ebediyyen içinde kalacağı cehennem olduğunu açıklamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in
muhtelif yerlerinde kasden adam öldürmenin Allah'a şirk koşmak ile yanyana ve
aynı ayarda iki büyük günâh olarak zikredilmesi de bunun en açık delilini
teşkil eder. Meselâ Furkân sûresinin 68 nci âyetinde şöyle buyurmuştur:
"(Rahman'ın gerçek kullan), Allah ile beraber başka bir ilâha
yalvarmayanlar, hak yolla olmadıkça Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyenler
ve zina etmeyenlerdir. Kim bunları yaparsa, günâhının cezasını bulur".
Kasden adam öldürmenin tahrîmi hakkında Hazreti
Peygamberden pek çok sahîh hadîs de nakledilmiştir. Buhârî [164]ve Müslim [165]"in naklettikleri
bir hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü insanlar
arasında verilen ilk hüküm, kan dâvaları hakkındadır".
Yine Buhârî [166]ve Müslim [167]'in rivayetlerine
göre Hazreti Peygamber "helak edici yedi şeyden çekininiz" buyurmuş;
"onlar nedir, yâ Rasûlaliah?" denilince şu cevabı vermiştir:
"Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı müstesna Allah'ın
haram kıldığı bir hayatı öldürmek, yetim malı yemek, riba yemek, düşmana hücum
sırasında savaştan kaçmak, zinadan masun, hatırından bile geçmeyen mü'min
kadına zina isnad etmek".
Ahmed İbn Hanbel [168]ve Nesâî [169]'nin Muâviye
tarîkıyle rivayet ettikleri bir hadîsinde de Hazreti Peyamber şöyle
buyurmuştur: "Mümkündür ki Allah bütün günâhları bağışlar; yalnız kâfir
olarak ölen adamla, bir mü'mini kasden öldüren adamın günâhları müstesna;
(onları asla bağışlamaz)".
Başta İbn Abbâs olmak üzere seleften bir gurup, gerek
Kur'ân-ı Kerîm'deki bazı âyetlere ve gerekse Hazreti Peygamberden rivayet
edilen sahîh hadîslere dayanarak, kasden mü'min öldüren bir kimsenin tevbesinin
hiçbir surette kabul edilmeyeceği görüşünü benimsemişlerdir. Bunlara göre bir
müşrik veya bir kâfir, şirkinden ve küfründen tevbe etse, bunun tevbesi kabul
edilir; fakat bir mü'mini öldüren kimsenin tev-besi Allah indinde asla makbul
değildir. Çünkü bir müşrik veya kâfir, küfür halinde iken işlediği bütün
günâhları haram kılan bu şeriata inanmamıştı. O sadece atalarından gördüğüne
inanıyor ve nefsinin kendisine emrettiği fiilleri işliyordu. Kendisinde haram
ve helâl fikri belirmemişti. Bu bakımdan işlediği bu fiillerde bir bakıma
mazur sayılabilirdi. Fakat Peygambere ve Peygamberin teblîğ ettiği vahiylere
inanmaya başlayınca, üzerinde bulunduğu yolun küfür ve dalâlet olduğunu anlamış
ve tevbe ederek bu yoldan ayrılıp hak yola girmiştir. Artık bundan sonraki
bütün amelleri, girdiği bu yolun gereklerine ve Allah'ın rızasına uygun sâlih
ameller olmak zorundadır. Ve böyle olduğu zaman da, o mü'minin. îman etmezden
önceki bütün kötü amelleri affedilir ve hiç günâh işlememiş bir kimse gibi
olur.
Allah'a, Peygambere ve Kitab'a inanan, haramın
helâlin, emir ve nehyin ne olduğunu ve dolayısiyle kasden bir mü'min öldürmenin
hürmetini bilen, yahut bilmesi gereken bir kimsenin durumu, yukarıdakin-den
farklıdır. Eğer böyle bir kimse, Allahu Ta'âlânın, bir insan öldüren kimsenin
bütün insanları öldürmüş gibi olacağı hususundaki açık ve kesin hükmüne rağmen
ve bütün bunları bile bile, yine de kasden bir adam öldürürse, artık onun için
bir mazeret bulmak mümkün değildir.
İşte bu sebepledir ki, onun, işlemiş olduğu bu büyük
ve ağır cürümden tevbe etmesi Allah indinde makbul değildir; kâfir gibi
cehennemde ebedîdir.[170]
Bazıları, kasden adam öldürenin cehennemde ebedî
kalacağı hususundaki Allahu Ta'âlânın hükmünü ağır bularak âyet-i kerîmede
ebedîlik manâsına gelen hulûd kelimesini, uzun süre cehennemde kalış manâsında
tevil etmişlerdir. Bu manâya göre sürenin bir sonu vardır ve bu süre sona
ulaşınca, kaatil mü'min cehennemden çıkacaktır. Ancak ibareleri açık ve kesin
olan âyet-i kerîmenin bu manâda tevili, başka â-yetlerde başka tevillere yol
açacağı için bu görüş fazla taraftar bulmamıştır. Bazılarına göre de, Allahu
Ta'âlâ, âyet-i kerîmeyle, kasden bir mü'min öldüren kimsenin hak ettiği cezayı
beyan buyurmuştur. Eğer dilerse bu ceza ile cezalandırır; dilerse bağışlar.
Nitekim daha önce tefsîrini yaptığımız Nisa sûresinin 48 inci âyetinde de
Allahu Ta'âlâ, şirk dışındaki bütün günâhları bağışlayacağını buyurmuştur. Bu
âyet-i kerîme şöyledir: "Muhakkak ki Allah kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz. Bunun dışındaki günâhları ise, dilediği kimse için bağışlar".
Ancak mü-fessirlerin İbn Abbâs'tan naklettikleri bir haberden öğrendiğimize
göre, bu âyet, şu anda tefsîr ettiğimiz âyetten altı ay önce nazil olmuştur ve
son nazil olan âyet tarafından tahsis olunmuştur. Yani Allahu Ta'âlâ şirk
dışındaki günâhları dilediği kimse için bağışlar. Fakat O'nun şirkle birlikte
bağışlamayacağı bir günâh daha vardır, o da kasden adam öldürmektir. Nitekim
yukarıdaki âyetinde Allahu Ta'âlâ, bir mü'mini kasden öldüren kimsenin cezasını
ebediyyen içinde kalacağı cehennem
olarak tayin etmiştir ki, yine
Buhârî [171]'nin İbn
Abbâs'a dayanarak verdiği bilgiye göre, bu âyet,
öldürme fiilinin cezasını tayin eden en son ayettir.
94. Eyîman edenler!' Allahyolunda savaş için sefere çıktığınızda,
(dövüşeceğiniz kimse hakkında) teenni ile hareket edin; (aceleye kapılmayın).
Size selâm veren kimseye, dünya hayatının malını arzuluyarak "sen mü'min
değsin" deyip (onu öldürmeye kalkışmayın); zira Allah katında pek çok
ganimetler vardır. Önceden siz de
böyle idiniz de Allah size iyilikle bulundu. Onun için
dikkatli davranın. Allah, şüpsizin yaptıklarınızdan hakla beraberdır.
Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, bir mü'minin
diğer bir mü'mini öldürmesinin asla olmaması gereken işlerden olduğunu, buna
rağmen yine de böyle bir şey vukubulursa, bunun ancak bir hatâ neticesinde
olabileceğini, eğer kasden öldürürse, tevbesi kabul edilmeyecek bir suç
işlemiş olması dolayısıyle içinde ebediyyen kalacağı cehennem azâbıyie
cezalandırılacağını beyan etikten sonra, bu âyet-i kerîmesinde, İslâm'ın
yayılmaya, müslümanların seferler düzenleyip müşriklerle sık sık karşılaşmaya ve savaşmaya başladıkları
sırada,
hatâ
ile öldürme olaylarının vukubulabileceği hususunda müminleri uyarmış ve
olayların nasıl meydana gelebileceğini de, İslâm selâmına işaret ederek bir
örnekle açıklamıştır.
Filhakika İslâm'ın yayılmaya başladığı Medîne
döneminde hiçbir Arap beldesi ve hiçbir Arap kabilesi kalmamıştı ki orada
müslüman olmamış, yahut gönlünü İslâm'a kaptırmamış üç beş kişi bulunmasın.
Ancak bunlar sayıca az oldukları ve kavimlerinin şerrinden korktukları
İçin,müslüman olduklarını, veya İslâm'a meyillerini gizlemek zorunda
kalıyorlardı. Müslümanlarla müşrikler arasındaki savaş devam ettiği sürece,
bunların endişe içinde yaşadıkları da bir gerçekti. Evlerini barklarını
terkedip müslümanlara katılamıyorlar, müşrikler arasında da rahat edemiyor ve
huzur duyamıyorlardı. Hattâ bir müslüman keşif birliği veya sefer heyetiyle
karşılaştıkları zaman, ne yapacaklarını ve nasıl hareket edeceklerini
bilemiyorlardı. İşte bu gibi durumlarda dikkatli davranmak ve teenni ile
hareket etmek diğer müslümanlara düşüyordu ki, âyet-i kerîmede de bu meseleye
yer verilmiş ve müslümanlar davranışları yönünden uyarılmışlardır. Zira müşriklerle
karşılaşan ve çarpışmaya giren bir sefer heyeti veya keşif kolu, müşrikler
arasında bulunan Mekkeli bir müslümanı da öldürebilirdi.
Bir çok âyet-i kerîmede olduğu gibi, bu âyet-i
kerîmede de, onun nüzulüne sebep olan bazı hâdiselerin izlerini açıkça görmek
mümkündür. Buhârî [172]ve Tirmizî [173]'nin İbn Abbâs'tan
gelen rivayetlerinde, Benû Suleym'den bir adam koyunlarını otlatırken,
Rasûlullah (s.a.s.)'in ashabından bir gurupla karşılaşmış ve onlara selâm
vermiştir. Fakat onlar, adamın kendilerinden korktuğu için selâm verdiğini
düşünerek üzerine atılmışlar ve onu öldürmüşler; koyunlarını da Hazreti
Peygambere götürmüşlerdir. Bunun üzerine Allahu Ta'âlâ bu âyeti indirmiştir.
Buhârî [174]'nin İbn Abbâs'tan
naklen "Nebiy (s.a.s.) Mikdâd'a şöyle demişti: Kâfirler arasında yaşayıp
da îmanını gizleyen bir adam, îmanını açığa vurduğunda sen onu öldürüyorsun.
İşte bir zamanlar Mekke'de iken senin îmanını gizlemen de böyle idi."
diyerek kısaca İşaret ettiği hâdisenin cereyan tarzı da müfessirler tarafından
anlatılmıştır. Hadîsin evveli şöyledir: Hazreti Peygamber, aralarında
Mikdâd'ın da bulunduğu bir sefer heyeti çıkarmıştı. Bunlar, üzerine çıkarıldıkları
kavme vardıkları zaman, onları dağılmış buldular. Yalnız orada pek çok malı
olan bir adam kalmıştı. Bu adam onları görünce, Çşhedu en /â ilahe illa'llah
dedi. Buna rağmen Mikdâd onu öldürdü. Hazreti Peygamber ise, bunu öğrenince
"lâ ilahe İlla'llah diyen bir kimseyi nasıl öldürürsün?" diyerek
Mikdâd'ı azarlamış, Allahu Ta'âlâ da bu âyeti indirmiştir.
Ahmed îbn Hanbel [175]'in rivayet ettiği
başka bir hadîste Abdullah ibn Ebî Hadred şunları anlatmıştır: Rasûlullah
(s.a.s.) bizi, aralarında Ebû Katâde ve Muhallem İbn Cuşâme'nin de bulunduğu
bir i müfreze ile göndermişti. Yolda Âmir İbnu'l-Azbat el-EşcaT ile
karşılaştık. Bize selâm verdi. Fakat Muhallem üzerine yürüyüp onu öldürdü. Geri
dönüp olanları Hazreti Peygambere anlattık. Bunun üzerine hakkımızda
Kur'ân'dan bu âyet indirildi.
Görüldüğü gibi bir âyetin nüzulü hakkında ayrı ayrı
hâdiseler ve bu hâdiselere sebep olan ayrı ayrı şahıslar zikredilmiş ve hepsi
de o âyetin nüzul sebebi olarak gösterilmiştir. Anqak şunu unutmamak gerekir
ki, bir âyetin nüzulünden önce birbirine benzer olayların vukubulması tabiî
karşılanması gereken bir husustur. Çünkü olmaması gereken ve hemen hemen hiç
olmayan, yahut nadiren olan bir şeyi yasaklamaktan çok, olmaması gerektiği
halde sık sık olan bir şeyi yasaklamak, yahut bu hususta ilgilileri uyarmak,
elbette çok daha tabiî bir şeydir. Zaten Hazreti Peygamber de, bu gibi
hâdiselerin sebep olduğu bir âyet nazil olduğu zaman, bu âyeti ashabına okuyup
teblîğ ediyor, bu hâdiselerde adı geçen kimseler de, âyet-i kerîmede sözü
edilen hâdiseyi anlamakta güçlük çekmiyor ve âyet-i kerîmeyi kendi
hadiseleriyle yorumlayarak "bu âyet bizim hakkımızda nazil oldu"
diyorlardı. İşte çeşitli nüzul sebepleri bulunan bu âyet-i kerîmede Ailahu
Ta'âlâ buyurmuştur ki:
94. Ey îman edenler! Allah yolunda savaş için
sefere çıktığınızda, (dövüşeceğiniz kimse hakkında) teenni ile hareket edin; (aceleye kapılmayın).
Size selâm veren kimseye,dünya hayatının malını arzuluyarak "sen mü'min değilsin" deyip (onu
öldürmeye
kalkışmayın);
zira Allah katında pek çok
ganimetler
vardır. Önceden siz de böyle idiniz de Allah size iyilikte bulundu. Onun için dikkatli davranın. Allah, şüphesiz,
sizin yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.
94 Allahu Ta'âlâ bütün mü'minlere hitap ederek şöyle
buyur-' muştur: Ey îman edenler! Ey Allah'ın varlığını, birliğini tasdik edip
Peygamberinin yolunda gidenler! Emirlerine uyup nehiylerinden sakınan
müslümanlar! Allah'ın ismini yüceltmek ve dînini yükseltmek için müşriklere
karşı sefere çıktığınız zaman, öldürülmesinde tereddüde düştüğünüz kimseler
hakkında acele etmeyiniz. Karşınıza gelen kimsenin, Allah'a, Rasûlüne ve size
karşı kılıç çekmiş bir müşrik olduğuna kesin kanaat getirmedikçe onu
öldürmeyiniz. Hele size selâm veren ve böylece kendisinin de sizden ve sizin
milletinizden, sizin dîninizden olduğunu izhar ederek kılıcını indiren ve size
teslim eden kimselere "sen gerçek mü'min değilsin" diyerek ve malına
da tama ederek öldürmeye kalkışmayın. Eğer hedefiniz mal ise, unutmayın ki
Allah katında hesab edemeyeceğiniz kadar çok mal vardır. Eğer 0 dilerse, sizi
mala gar-keder. Fakat siz, öldüreceğiniz adamın mü'min mi, yoksa kâfir mi olduğuna
bakmadan, sadece ganimet elde etmek için öldürecek olursanız, asıl Allah'tan
kazanacağınız en büyük ganimeti kaçırmış olursunuz. Onun için dikkatli
davranın ve size selâm veren kimseyi öldürmeyin. İslâm'ın bidayetinde siz,
Mekke'de müşrikler arasında yaşarken aynı durumda değil miydiniz? Size selâm
veren kişinin, dînini ve kalbindeki îmanını kendi kavminden sakladığı gibi siz
de kendi kavminizden saklamıyor muydunuz? Kalbinizdekinin ne olduğunu açığa
vurmaksizın sadece dilinizdeki kelimeyle kanınızı ve canınızı koruduğunuzu
nasıl unutursunuz? İşte bu, Allah'ın size en büyük lütfü, en büyük iyiliği idi.
O halde zanla hareket etmeyin. Karşılaştığınız kişinin zahirî hali, onun
îmanına yahut küfrüne delâlet etmek için yeterlidir. Nitekim Mekke'de İslâm'ınızın
başında iken zahirî haliniz size kâfi gelmiş ve onunla canınızı ve malınızı
müşriklere karşı korumuştunuz. Onun için dikkatli davranın ve kâfir öldürüyorum
diyerek bir mü'minin canına kıymayın. Şunu da hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın ki, Allah sizin yaptıklarınızdan haberdârdır ve bu yaptıklarınızı
hangi maksat ve ne niyetle yaptığınızı hakkıyle bilir. Size selâm vBren bir
mü'mini "mü'min değildir" diyerek, fakat aslında onu malına tamâan
öldürdüğünüzü O'ndan gizleyemez-siniz. O her şeyden haberdârdır.
Kısaca açıklamaya çalıştığımız bu âyet-i kerîme,
müslümanları yönlendirmek bakımından, İslâm dîninin, adına lâyık olduğu veçhile
nasıl bir sulh ve selâmet dîni olduğunu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde
ortaya koymaktadır: Size selâm veren bir kimseye "sen mü'min
değilsin" diyemez, onu öldüremezsiniz. Dînî mahiyette de olsa, birtakım
meselelerde size muhalefet eden kıble ehlinden hiç kimseyi tekfîr edemez, onun
katline cevaz veremezsiniz. Kılıç, sadece İslâm'a ve müslümanlara açıktan cephe
almış, onlara savaş ilân etmiş ve onları yok etmek için faaliyete geçmiş kâfir
ve münafıkların hakkıdır. Onlarla savaşa girdiğiniz zaman, yalnız İslâm'ın ve
müslümanların zaferi için dövüşebilirsiniz. Fakat sırf ganimet elde etmek,
yahut maddî kazanç sağlamak için savaşamaz, veya savaş kışkırtıcılığı
yapamazsınız. İşte İslâm'ın bu talim ve telkini sebebiyledir ki, müslümanlar
hâkim oldukları
her
yerde sulh ve selâmeti de hâkim kılmışlar ve oraları birer cennet köşesi haline
getirmişlerdir. Yine bu sebepledir ki, müslümanların yabancı devlet ve
milletlerle anlaşması ve sözleşmesi sulh ve selâmet için olduğu gibi onlarla
savaşı da yine sulh ve selâmet için olmuştur. Şimdi müslümanların gayeleri ve
gayretleri böyle olduğu halde, sadece ticaret için, zengin olmak için, kısacası
kan emmek ve sömürmek için anlaşma bozan, savaş açan, zayıf ülkeleri işgal eden
ve insanlarını hayasızca öldüren yahudî ve hırıstiyan devletlerin o azgın
dav-ranıştarıyle müslümanların davranışlarını mukayese edebilir misiniz? Eğer
yine de mukayese etmeyi dilerseniz, kendinize engel olmayın ve 'aralarındaki
farkı kendi gözlerinizle görüp kendi aklınızla idrak edin.
95. Mü'minlerden, özür sahibi olmaksızın oturanlarla,
Allah yolunda mallarıyla canlarıyle
cihad edenler bir olmazlar.
Allah, mallanyle
ve canlarıyle cihad edenleri, oturanlara, derece itibariyle üstün kılmıştır.
Gerçi Allah hepsine de cenneti va
'detmiştir ve fakat mücahidleri, büyük mükâfat yönünden oturanlara üstün kılmıştır.
96. (Bu büyük mükâfat,) kendisinden (bir lütuf olarak
bir takım) dereceler, bağışlama ve merhamettir. Zira Allah çok bağışlayıcı ve
çok merhametlidir.
Allahu Ta'âlâ, selâm veren, yahut şehadet kelimesini
tekrarlayan kimselerin öldürülmesine karşı mü'minleri uyarıp dikkatsiz
davrananlara
ihtarda
bulunduktan sonra, yukarıdaki âyetlerinde, Allah yolunda cihada çıkmanın
faziletini zikretmiş, canını ve malını bu yolda sarfeden-lerin, Rabları katında
nail olacakları büyük mükâfatın mahiyetini açıklamıştır.
Müslümanların, sâlih ameller karşısında canlılıklarını
koruyacak, rağbetlerini artıracak ve onları bu amelleri işlemeye teşvik edecek,
buna karşılık, tembellikten, uyuşukluktan ve oturup kalmaktan uzak durmalarını
ve nefret etmelerini sağlayacak âyetlerle amelî ahkâma taalluk eden âyetleri
birbiri arkasına ve karışık bir şekilde zikretmek, Kur'ân-ı Kerîm'in önemli
özelliklerinden biridir. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerîmelerde bu özelliğin
güzel bir örneğini görmek mümkündür. Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde
savaşla ilgili bazı ahkâmı zikrettiği gibi, bundan sonraki âyetlerinde de yine
savaşla ilgili diğer bazı ahkâmı zik-redecektir. İşte bu ahkâm âyetleri
arasına, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, âmâl-i sâlihadan olan cihadın
faziletlerini yerleştirmiş ve Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle cihada çıkanların
ve savaşanların nail olacakları büyük mükâfatları beyan etmiştir. Bunda,
şüphesiz, mü'min-ler yönünden son derece büyük faydalar vardır. Çünkü bir
taraftan savaşla ilgili ahkâmın zikredilmesi, bir taraftan da ahkâmın taalluk
ettiği savaşın faziletlerinden söz edilmesi, hem bu ahkâmla ilgili hedef ve
şartların daha kolay ve daha İyi öğrenilmesini ve dolayısıyle onlara daha çok
riayet edilmesini sağlar; hem de mü'minin amelî sahadaki canlılığını artırarak
cihada çıkmasında ve Allah yolunda caniyle maliyle savaşmasında büyük rol
oynar. İşte düşman ile savaşa çıkan bir orduda îman ile Kur'ân-ı Kerîm'in
teşvik edici bu unsurları biraraya geldiği zaman, Allah'ın izniyle o ordunun
önünde durabilecek hiçbir güç tasavvur olunamaz. Bu sebepledir ki, savaşan ordulara
Kur'ân'ın öğretilmesi, onların zırhlı araçlarla bir kaç kat daha donatılması
mesabesindedir. Allahu Ta'âlâ buyurmuştur ki:
95. Müzminlerden, özür sahibi olmaksızın
oturanlarla, Allahyolunda mallanyle ve canlarıyle cihad edenler bir
olmazlar. Allah, mallarıyle ve
eanlanyle cihad edenleri oturanlara, derece itibariyle üstün kılmıştır. Gerçi
Allah hepsine de cenneti va 'detmiştir ve fakat mücahidleri, büyük mükâfat
yönünden oturanlara üstün kılmıştır.
96. (Bu büyük mükâfat,) kendisinden (bir lütuf
olarak bir takım) dereceler, bağışlama ve merhamettir. Zira Allah çok bağışlayıcı ve çok
merhametlidir.
95 Gerek cimrilikleri ve mala karşı aşırı derecedeki
hırsları ve gerekse nefislerine ve rahatlarına düşkünlükleri sebebiyle Allah
yolunda cihada çıkmayıp evlerinde oturanlarla, hem mallarını mülklerini ordunun
teçhizatı için cömertçe sarfeden, hem de Allah isminin yüceltilmesi ve islâm
dîninin yükseltilmesi için kanını ve canını aynı cömertlikle feda edenler hiç
bir olurlar mı? Bunlar elbette bir değillerdir ve aralarında büyük fark vardır.
İslâm ülkesini, müslümaniarı, müslümanların dinlerini, canlarını ve mallarını
düşman tasallutundan koruyanlar da, şüphesiz, savaş zamanı evlerinde oturanlar
değil, fakat Allah için ve Allah yolun-da savaşanlar, mallarını ve canlarını bu
uğurda sarfedenlerdir. Eğer bunlar da evlerinde oturup Allah yolunda cihada
çıkmamış olsalardı, yeryüzü, tağûtu ilâh edinmiş şirk ve küfür ehlinin
istilâsına uğrar, cihad gerçekleştirilmediği sürece de onları yeryüzünden
temizlemek mümkün olmazdı. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin 251 inci
âyetinde bu manâya delâlet eden bir ifade ile şöyle buyurmuştur:"... Eğer
Allah'ın, insanlardan bazısını diğer bazısıyle savıp yok etmesi olmasaydı,
yeryüzü muhakkak fesada uğrardı".
Cihada çıkmaktan imtina edip evde oturanlar, âyet-i
kerîmede de işaret edildiği gibi, özürlü oldukları için cihada çıkmayanlar
değil, fakat hiçbir özürleri bulunmadığı halde, dünyaya ve dünya malına harîs
olmaları sebebiyle cihadı kendileri için tehlikeli sayanlardır. Zira mü'minler
arasında, âmâ, eli ayağı tutmayan, yahut şifa bulmaz bir illete yakalanmış olan
nice özürlü kimseler vardır ki, bunlar da diğer mü'minlerle birlikte cihada
çıkmaya ve Allah yolunda canlarını feda etmeye can atarlar da özürleri bu isteklerini
yerine getirmelerine engel olur. işte bu gibileri de Allah katında cihada
çıkmış mü'minlerle bir ve aynı derecededirler. Allah, bunların hepsini de,
derece itibariyle, sebepsiz ve özürsüz yere cihada çıkmayanlardan, daha açık
bir ifadeyle Allah yolunda cihad etmekten kaçanlardan üstün kılmıştır.
Binâenaleyh Allah, hem Allah yolunda mallarıyle canlarıyle cihad edenlere, hem
de cihadı arzu etmelerine rağmen özürleri sebebiyle cihada çıkmayanlara en
güzel akıbeti, yani cenneti va'detmiştir. Büyük ecir ve mükâfat yönünden de
mücahidleri ve özürlü olup cihad edemiyenleri, özürsüz oldukları halde cihaddan
kaçanlara üstün kılmıştır. Allahu Ta'âlânın mücahidlere va'dettiği bu cennette,
onlar için son derece büyük mükâfatlar da vardır. Ancak nedir bu mükâfatlar?
96 Bu mükâfatlar, onların dünyadaki sâlih amellerinin
karşılığı olarak, Allahu Ta'âlânın onları yükselttiği bir takım derecelerle,
günâhlarının bağışlanması ve bunlara ilâveten Allah'ın onlara tahsis ettiği
rahmettir.
Mü'min olarak cennete girecek olan insanların, dünyada
olduğu gibi cennette de birbirinden farklı derecelere sahip olacakları,
Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif âyetlerinden kolayca anlaşılabilmektedir. Meselâ
İsrâ sûresinin 21 inci âyetinde Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: "Bak,
(mü'min olsun kâfir olsun, insanları rızık yönünden) nasıl bazısını bazısından
üstün kılmışızdır. Oysa âhırette daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler
vardır".
İnsanların âhırette sahip olacakları bu dereceler; hiç
şüphesiz, onların dünyada iken amel, îman ve çeşitli faziletler yönünden sahip
oldukları derece ve üstünlükler itibariyledir. Zira heFkes tarafından bilinen
bir gerçektir ki, yeryüzünde pek çok mü'min ve müslüman bulunmasına rağmen,
bunlar, amel, îman ve fazilet yönünden biribirlerinin dengi değillerdir ve hiç
kimse de onların eşit olduklarını iddia edemez. Birisi îmanını takva
derecesineulaştırmış, ömrünü ibadetle ve insanlara yardım etmekle geçirir; bir
başkası, yine kusursuz olsa bile diğerinin îmanı îmanî heyecanına sahip
değildir ve ibadetlerini sıradan işler kabilinden yapar. Hâsılı hepsi de amel
ve îman yönünden birbirinden farklı derecelerdedirler. İşte, dünyada iken
farklı derecelerde olan bu insanların, âhırette Allah indinde sahip olacakları
derecelerin de birbirinden farklı olması ve bazısına çok daha üstün derecelerin
verilmesi çok tabiîdir. Allah yolunda mallarıyle ve canlarıyle cihad edenler
de, işte bu üstün derecelere sahip olacak kimselerdendirler. Bu, onlara
dünyadaki amellerinin karşılığı olarak Rabları tarafından tahsis olunmuş bir
mükâfattır. Bundan başka yine mükâfat olarak, onların dünyada iken işlemiş
oldukları bütün günâhları bağışlanacak ve bunlara ilâveten Allah'ın fazi u
rahmetine nail olacaklardır. Zira Allah, çok bağışlayıcıdır; çok merhametlidir.
O, bu sıfatları itibariyle mağfirete veya bağışlanmaya müstehak olanlara karşı
bağışlayıcıdır; rahmetine müstehak olanlara karşı da, son derece merhametli
olup, onlara kendi lütfü ile bol bol ihsanda bulunur.
97. Melekler,
canlarını alacakları nefislerine zulmeden kimselere: "Ne iste idiniz? (Dîninizle
ne derece meşgıl oldunuz?)" derler. Onlar: "Biz, yeryüzünde
(kâfirler sebebi ile dînin gereklerini yapmaktan) âciz kalan
kimselerdik." diye cevap verirler. (Melekler de:) "Allah 'm arzı
geniş değil mi idi İd; oraya hicret etseydinizT derler. İşte bunların
barınacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir yerdir.
98.
Erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan, (kâfirler yüzünden hicret
etmekten gerçekten) âciz kalıp da bir çareye gücü yetmeyenler ve bir yol
bulamayanlar böyle değildir.
99. İste
böylelerini Allah'ın affetmesi mümkündür. Allah, çok affeden, çok bağışlayandır.
100. Allah yolunda kim hicret ederse, gidecek bir çok
yer ve genişlik bulur. Her kim de evinden Allah'a ve Rasûlüne doğru muhacir
olarak çıkarda, sonra ölüm ona yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'ın üzerinedir.
Allah, çok bağışlayıcı, -çok merhametlidir.
Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde, Allah yolunda
mallarıyle ve can-larıyle cihad edenlerin, hiçbir özürleri olmadan cihaddan
geri kalanlara üstünlüklerini beyan ettikten ve mücahidlerin dünyadaki bu
amellerinin karşılığı olarak âhırette kazanacakları büyük mükâfatı açıkladıktan
sonra, yukarıdaki âyetlerinde, müslüman olan, fakat müşriklerin yanından
ayrılmayan, İslâm'a ve müslümanlara hiç yardımları dokunmayan, kendilerine bu
hususta bir şey söylendiği zaman da, kâfirler arasında yaşadıklarını, onlara
karşı mukavemet edemediklerini ve bundan âciz kaldıklarını ileri süren başka
bir kavmin halini zikretmiştir. Aslında bu kavmin kendisi için ileri sürdüğü
mazeretinde haklı olduğunu kabul etmek elbette mümkün değildir. Zira
müslümanlara düşen iş, kâfirler arasında oturup kendilerini mazur göstermek
değil, fakat kâfirlerin yaşadıkları beldeden İslâm'ın gereklerini rahatça
yerine getirebilecekleri İslâm ülkesine hicret etmektir. Fakat onlar, hicrete
güçleri yettiği halde bunu yapmamışlar, müşrikler arasında oturup mazeret beyan
etmeyi, İslâm ülkesine hicret edip müslümanlarla birleşmeye tercih
etmişlerdir.
Yukarıdaki hicretle ilgili âyetler, savaş ahkâmının
siyakı içinde nazil olmuştur. Zira bu âyetlerin nazil olduğu sıralarda Arap
ülkesi iki kısma ayrılmış bulunuyordu. Birisi dâru'l-hicre de denilen İslâm
ülkesidir ki, müslümanların Mekke'den hicret edip güven içinde yerleştikleri
Medine'dir. Diğeri ise, İslâm'ın doğuşundan sonra müslümanlara rahat vermeyen
ve onların evlerini barklarını terkedip gitmelerine sebep olan, müşriklerin
oturduğu dâru'ş-şirk veya dâru'l-harb de denilen Mekke...
İslâm ülkesi olan Medine'de müslümanlar kadar müslüman
olmayanlar da hür ve serbest idiler. Medine'ye diledikleri gibi girip
çıkabi-liyorlardı. Onlardan hiçbirine birşey söylenmiyor, hiçbiri rahatsız edilmiyordu.
Müşriklerin ülkesinde ise, müslümanlar müşrik tehdidi altında yaşıyorlar ve
dinleri yüzünden eziyet ediliyor, işkence görüyorlardı. Eğer bir müslümanın
müşrikler arasında kuvvetli bir tanıdığı yoksa, yahut bir hamiden yoksun ise,
başına gelmedik felâket kalmıyordu. Tabiatiyle bu durumda olan bir müslüman da,
dînin gereklerini yerine getiremiyor, müşriklerin yanında gerçek bir müslüman
gibi hareket edemiyordu. İşte bu sebepledir ki, dâru'ş-şirkte, müşrikler
arasında yaşayan bir müslümanın hicret etmesi ve o yerden ayrılması
gerekiyordu; bu, üzerine vâcibti. Dîninde hür olması ve nefsinden emîn
bulunması için, müşrik saldırıları karşısında Hazreti Peygambere ve
müslümanlara yardım edebilmesi için, dînî ahkâmı yerinde ve nazil olduğu sırada
doğru bir şekilde öğrenip onlara uyabilmesi için dâru'Mslâma hicret etmesi
lâzımdı. İlk büyük hicret böyle vâkî olmuştu. Fakat bu hicretten sonra daha pek çok müşrik
hidayet bulmuş ve İslâm'ı din olarak seçmişti. Bunlardan bir kısmı gücü ve
kuvveti sayesinde Mekke'den ayrılma imkânı bularak hicret etmiş, büyük bir
kısmı da orada kalmıştı. Orada kalanlar da gurup guruptu. Bazısı hicret etmeye
gücü yetmediği için îmanını ve İslâmını gizleyerek orada oturuyor; bazısı
gücüne ve kuvvetine güvenerek îmanını ve İslâmını açığa vuruyor ve hicret
edecek gününü bekliyor; bazısı da, hicrete güce yettiği halde, îmanındaki za'f
dolayısıyle ailelerinin yanından ayrılmak istemiyor, müşriklerle beraber
yaşamayı müslümanlarla bir olmaya tercih ediyordu. İşte, yukarıdaki âyet-i
kerîmeler, bu son gurupta zikrettiğimiz îmân-larındaki za'f dolayısıyle
hicretten imtina eden ve müşriklerle beraber bulunan kimseler hakkında nazil
olmuştur.
Buhârî [176]'nin muhtasar olarak
İbn Abbâs'tan naklettiğine göre, müslümanlardan bir gurup, müşriklerle beraber
bulunuyor ve bu, özellikle savaş zamanında Hazreti Peygambere müşriklerin
sayıca çok görünmelerine sebep oluyordu. Bazan atılan bir ok onlardan birine
isabet edip öldürüyor, yahut vurulup öldürülüyordu. İşte bu sebeple Allahu
Ta'âlâ bu âyet-i kerîmeyi indirmiş ve buyurmuştur ki:
97. Melekler, canlarını alacakları nefislerine zulmeden
kimselere: "Ne iste idiniz? (Dîninizle ne derece meşgul oldunuz?)"
derler. Onlar: "Biz, yeryüzünde (kâfirler sebebiyle, dînin gereklerini
yapmaktan) âciz kalan kimselerdik." diye cevap verirler. (Melekler
de:)" Allah 'm arzı geniş değil miydi ki; oraya hicret etseydiniz?1
derler, iste bunların barınacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir.
97 Buhârî'nin yukarıda zikrettiğimiz muhtasar haberi,
tefsirlerde daha geniş bir şekilde yine İbn Abbâs'tan şöyle nakledilmiştir:
Âyet-i kerîmenin sebeb~i nüzulü: Mekke halkından bazı kimseler müslüman
olmuşlardı. Ancak bunlar müstüman olduklarını gizliyorlardı. Müşrikler onları
Bedir günü beraberlerinde getirmişlerdi. Bazıları savaş alanında yaralanıp
ölünce, onları tanıyan müslümanlar "bunlar, müslüman idiler; buraya zorla
getirilmişler; onlar için mağfiret dileyin." demişlerdi. Bunun üzerine bu
âyet nazil olmuştur. Müslümanlar, müşriklerle Bedir'e gelen ve orada yaralanıp
ölen Mekkeli müslümanlar hakkında nazil olan bu âyeti, Mekke'de kalan diğer
müslümanlara yazmışlar ve Mekke'de kalmaları için kendilerinden hiçbir
mazeretin kabul edilmeyeceğini bildir-
mislerdi. Bunun üzerine Mekkeli müslümanlar Mekke'den
çıkmışlarsa da, arkalarından yetişen müşrikler onları kandırıp geri dönmelerini
sağlamışlardı. Bunun üzerine Ankebût sûresinin şu 10 uncu âyeti nazil olmuştur:
"İnsanlar arasında Allah'a îman ettik diyen kimseler vardır. Fakat Allah
uğrunda eziyet olundukları zaman, insanların eziyetini Allah'ın azabı gibi
tutarlar". Müslümanlar bu âyeti de Mekke'dekilere yazmışlardı. Mekkeli
müslümaniarın buna üzülmeleri üzerine de, Nahl sûresinin 110 uncu âyeti nazil
olmuştur: "Eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra savaşan ve sabreden
kimseler için Rabbın, onların bütün bu fiillerinden sonra çok bağışlayıcıdır;
çok merhametlidir". Kendilerine bu âyet de yazılınca, Mekke'den çıkmışlar,
arkalarından yetişen müşriklerle de savaşmışlardır. Bunlardan kimi kurtulmuş,
kimi de öldürülmüştür.
İbn Abbâs'tan rivayet edilen ve birbirine bağlı
hadisleri aksettiren bu haber, üç ayrı sûrede yer alan üç ayrı âyetin de nüzul sebebi
olarak zikredilmiştir. Buna göre Ankebût ve Nahl sûrelerindeki son iki âyetin
de, Nİsâ sûresinin bu âyetinden sonra ve Medine'de indirilmiş olması gerekir.
Allahu Ta'âlâ bu âyetinde kâfirleri engel göstererek
dînin gereklerini yerine getiremediklerini söyleyen ve böylece özür beyan eden
zayıf inançlı müslümaniarın halini açıklamıştır. Bu müslümanlar, sebeb-i
nüzulde zikredilen ve müşriklerle birlikte Bedir'e kadar gelmiş olan
Mek-kelilerdir. Ancak âyet-i kerîmenin manâsını, bin küsur sene önce cereyan
etmiş bir hâdiseyle sınırlayan ve ona olup bitmiş nazariyle bakan kimselerin
büyük hataya düşmüş olacakları muhakkaktır. Zira âyet-i kerîmenin manâsı
umûmîdir ve her devirde çeşitli sebepler bahane ederek dînin gereklerini yerine
getirmekten imtina eden kimseler hakkındadır. İşte bu manâ içerisinde Allahu
Ta'âlâ, eziyet edilmek korkusuyle veya başka sebeplerle dînin gereklerini
yerine getirmeyen müsiümanları, nefislerine zulmeden kimseler olarak
nitelendirmiştir. Çünkü bunlar, din hürriyetlerinin bulunmadığı bir yerde,
zulüm ve zillet altında kendi rızalarıyle oturmakta ve bundan kurtulmak için de
hiçbir gayret sarfetmemektedirler. Eğer bir kimse, zâlimin kendisine yaptığı
zulme rıza gösterirse, kendi nefsine zulmetmiş olur. İşte, Allahu Ta'âlâ
Mekke'de müşrikler arasında kendi rızalarıyle yaşayan müsiümanları, bu manâda
nefislerinin zâlimi olarak zikretmiştir.
Melekler, nefislerinin zâlimi olan bu kimselerin
ecelleri gelip de onların ruhlarını kabzettikleri zaman, onlara "dîninizle
ilgili ne yaptınız ki? Müslüman oldunuz, fakat müşriklerin arasında oturup
onlar gibi hareket ettiniz, onlar gibi yaşadınız." derler. Fakat onlar,
müşrikler
arasındaki
durumlarını ileri sürerek "biz, bu durumumuzla âciz ve zayıf kılınmış bir
kavimiz. Bu halde iken dînimizin vâciblerini yapamıyorduk." diye mazeret
beyan ederler. Ancak melekler, onların bu özür beyanında haklı olmadıklarını
belirtecek bir şekilde "Allah'ın arzı geniş değil mi? Dîni vecibelerinizi
îfa edebileceğiniz bir yere hicret edemez mi idiniz? Nitekim sizden öncekiler
de, bir kısmı Habeşistan'a, bir kısmı da Medine'ye hicret etmişlerdi."
derler. İşte bunlar, aslında âciz ve zayıf olmadıkları, istedikleri takdirde
Mekke'den çıkıp başka bir yere gidebilecek kudrete sahip bulundukları halde,
kendilerini âciz ve zayıf addedip yerlerinden kımıldamamışlar, müşriklerle
beraber yaşayıp dîni vecibelerini yerine getirmemekten de hiç endişe
duymamışlardır. Bu yüzden îmandan çok küfre yakın düşmüşlerdir. İşte bunların
kıyamet günü gidecekleri yer cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir yerdir.
Âyet-i kerîme, Mekke'deki müslümanlar hakkında nazil
olduğu halde, bunların cehennem azabı ile cezalandırılacak olmaları,
müfessir-ler arasında değişik şekillerde tefsîrlerin ileri sürülmesine yol
açmıştır. Bazılarına göre bunlar, İslâm'ı izhar eden, fakat aslında münafık
olan kimselerdir. Bu sebeple gidecekleri yer cehennemdir. Bazılarına göre,
hicret etmeleri gerekirken hicret etmedikleri için cehennemle tehdit
olunmuşlardır; çünkü hicret, islâm'ın sıhhati için şarttır. Hicrete kudreti
olan kimse, İslâm'ın gereklerini sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmek için
hicret etmek zorundadır. Diğer bir görüş de, bu gibi durumlarda umumiyetle
fukahânın dayandığı görüştür; o da şudur: Bunlar, yine de müslüman olmuş
kişilerdir. Her büyük günâh işleyen müslüman gibi bunlar da cehennem azâbıyle
cezalandırılabilirler. Allah dilerse, suçları ölçüsünde ontarı cehennemde
bırakır; sonra çıkarır; dilerse, dilediği kimse için günâhını bağışlar.
Âyet-i kerîmeden istihraç edilmesi gereken hüküm şudur
ki: Bir kimsenin, bulunduğu ülkede bir takım sebeplerle islâm'ın gereklerini
hak-kıyle yerine getirememesi, yahut bu gerekleri yerine getirmesinin engellenmesi
halinde, o ülkeden hicret etmesi, üzerine vâcibtir. Buna rağmen o kimse,
tamamiyie kâfirlerin yaşadığı bir ülkede bulunsa ve dîninin gereklerini
serbestçe yerine getirse, o ülkeden hicret etmesine gerek kalmaz. Aksine o
ülkede kalarak kendi yaşayışıyle İslâm'ın güzelliklerini ülke halkına gösterip
tanıtması ve onlara örnek olması tercih edilir.
Bir kimsenin bulunduğu ülkede, bir takım sebeplerle
İslâm'ın gereklerini yerine getirememesi halinde o ülkeden hicret etmesi
üzerine vâcibtir; ancak o kimsenin hicrete gücü yetmezse ne yapacaktır? Allahu
Ta'âlâ, müteakip âyette de bunu beyan etmiş ve buyurmuştur ki:
98. Erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan, (kâfirler
yüzünden hicret etmekten gerçekten) âciz kalıp da bir çareye gücü yetmeyenler
ve bir yol bulamayanlar böyle değildir. j
99. İşte
böylelerini Allah'ın affetmesi mümkündür. Allah, çok affeden, çok
bağışlayandır.
98 Dinlerinin
gereğini kâfirlerin baskısı sebebiyle yerine getiremeyenlerin, bulundukları
ülkeden hicret etmeleri üzerlerine vâcib olduğu halde bundan imtina edenlerin,
yahut başka bir ifade ile, dînin gereklerini yapamasatar bile kâfirler
arasında onlarla beraber oturmayı, hicretin yorucu ve sıkıntı verici çeşitli
güçlüklerine tercih edenlerin akıbeti, bir evvelki âyet-i kerîmede de
gördüğümüz gibi cehennemdir. Ancak bu hüküm ve bu hükmün delâlet ettiği akıbet,
dâru'ş-şirk veya dâru'l-harb de denilen kâfirler ülkesinden ayrılmaya ve hür
bir ülkeye hicret etmeye gücü yeten, bunu gerçekleştirmeye maddî ve manevî her
çeşit imkânı bulunan kimseler içindir. Fakat ister erkek olsun, ister kadın
veya çocuk olsun, yaşlılık, fakirlik, hastalık ve bunun gibi insanın bir yerden
diğer bir yere gitmesine engel olabilecek her çeşit bedenî arızası olan kimseler
bu hükmün dışmdadırlar. Çünkü asıl özürlüler bunlardır. Özürleri sebebiyle
hicret edemezler ve hicret etmeye bir yol bulamazlar.
99 İşte hicret
etmekten gerçekten âciz olan ve hicret etmek için hiçbir çare bulamayan bu
gibi kimseleri Allah'ın affetmesi ve dâru'l-küfrde ikametlerinden dolayı
muaheze etmemesi mümkündür.
Dikkat edilecek olursa, Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede
hiçbir gücü ve kudreti bulunmadığı için hicret edemeyen ve bu yüzden müşrikler
arasında ikamet etmek zorunda kalan kimselerin affı hususunda kesin bir ifade
kullanmamış, fakat ümid ve temenni manâsında "böylelerini Allah'ın
affetmesi mümkündür." buyurmuştur. Bunun gayesi, bu gibi durumlarda
hicretin son derece büyük olan önemine işarettir. Çünkü insanın, alışık olduğu
bir yeri ve oranın insanlarını terketmesi çok güçtür. Bu güçlüğe bir de
hastalık, yaşlılık, yahut fakirlik gibi yukarıda işaret ettiğimiz engeller
eklenecek olursa, onun daha da ağıriaştığı ve insanın tahammül gücünü aşan bir
dereceye ulaştığı görülür. Bununla beraber hicret edecek olan insanın bu
güçlüğü dâima gözünde büyüttüğünü ve belki de yapabileceği bir işi, hiç
yapamayacakmış gibi bir duyguya kapılıp acizlik gösterdiğini de unutmamak
gerekir. Çoğu zaman da kapıldığı bu duyguda ve davranışında samimidir. Nitekim
yapamayacağını zannettiği bu işe her nasılsa teşebbüs edip de onu başarıyle tamamladığı zaman şaşkınlık içinde kalır
ve bunu nasıl başardığını kendi kendine sorar. İşte insanin, gerçekten
başaramayacağına inanıp da yapmaya hiç teşebbüs etmediği, halbuki teşebbüs etse
belki de başarabileceği böyle bir işten dolayı affedilme şansı azalabilir. O
halde insan, yapılması gereken bir işin önemi üzerinde durup düşünmeden, kendi
durumunu da gözönünde bulundurup onu iyice ölçüp tartmadan "ben bunu
yapamam" diyerek kendisini o işten geri çekmemelidir. Özellikle dînî
vecibelerin hürriyet içinde yapılamadığı ve kâfir baskısının son derece şiddetli
olduğu yerlerden uzaklaşarak rahat ve hür bir ülkeye göçetmek bir müslümanın
üzerine vâcib olunca, hemen bir mazeret bulup bu işten sıyrılmak ve dînî
vecibeleri yerine getiremese bile o ülkede ikamete devam etmek kolay olacak
bir iş değildir. Çünkü Allah, o kimsenin İleri sürdüğü mazeretin sahih olup
olmadığını, hicrete gücü yetip yetmeyeceğini hakkıyle bilir. Eğer gerçekten
buna gücü yet-meyecekse onu, kâfirler arasındaki ikametinden dolayı muaheze
etmez; fakat mazereti dolayısıyle orada ikametini bağışlar. Çünkü bağışlamak,
affetmek ve kullarına karşı merhametli davranmak yalnız O'nun işidir. O'ndan
başka gerçek manâda affedici ve bağışlayıcı yoktur.
100. Allah yolunda kim hicret ederse, gidecek bir çok
yer ve genişlik bulur. Her kim de evinden Allah'a ve Rasûlüne doğru muhacir
olarak çıkarda, sonra ölüm onayetişirse, artıkonun mükâfatı Allah'ın
üzerinedir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
100 Allahu Ta'âlâ, dâru'ş-şirkte ikamet eden ve bu
yüzden çeşitli baskılar altında dînî vecibelerini gerektiği şekilde yerine
getiremeyen, buna rağmen hali vakti de yerinde olduğu halde bulunduğu yeri
terket-meyen ve çeşitli bahaneler veya mazeretler ileri sürerek hicretten imtina
eden müslümanları cehennem azâbıyle tehdit ettikten sonra, bu âyet-i kerîmesinde,
Allah ve Rasûlü yolunda hicret edenlerin nail olacakları büyük mükâfatı
zikrederek aynı durumda olan müslümanları hicret hususunda teşvik ve terğîb
etmiştir. Binâenaleyh her kim Allah yolunda hicrete niyet edip evinden çıkarsa,
hayalinde büyüttüğü bir çok güçlüğün ortadan kalktığını, "yapamam"
diyerek karşısında çekingen durduğu şeylerin kolaylaşıp adetâ kendiliğinden
gerçekleştiğini ve "nereye gideyim?" diyerek evinden çıkmaya cesaret
edemezken, önündeki ufkun genişlediğini görecek ve içini dolduran hicret korku
ve sıkıntısı, yerini huzur ve güvene
terkedecektir. Çünkü Allah, âyet-ikerîmede de işaret edildiği gibi,
niyetinde samimi olanların yolunu genişletip işini kolaylaştırır ve ona
rahatlık verir. Âyet-i kerîmede sözü edilen genişlikten maksat, bir yolcunun
yolculuğu sırasında karşılaşabileceği maddî ve manevî her çeşit güçlüğün ve
meşakkatin derece derece hafifletilmesi ve ona yaşama kolaylığı verilmesidir.
Buna rağmen Allah ve Rasûlü yolunda hâlis niyetle
muhacir olarak evinden çıkan bir müslümana yolda iken emr-i hak gelecek olursa,
artık onun ecri Allah'ın üzerinedir. Evinden çıkarken Allah'ın rızasını kazanmak,
hayatta iken Rasûlüne yardım, vefatından sonra da sünnetini ihya ve ikame etmek
niyetiyle çıkan, fakat bunları gerçekleştiremeden hicret yolunda vefat eden
müslüman, niyet ettiklerini gerçekleştirmiş gibi Allah'ın büyük ecr u sevabına
nail olur. Zira hulûs ile hicret niyeti, bu ecir ve sevaba müstehak olmaya
yeterlidir. Buhârî
[177], Müslim [178]ve diğer Sünen ve
Müsned sahiplerinin Ömer İbnu'l-Hattâb'tan rivayet ettikleri bir hadîsinde
Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ameller niyetlere göre hesabedilir
ve her kişi için yalnız niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah'a ve
Rasûlüne müteveccih ise, hicreti Allah'a ve Rasûlünedir. Fakat kimin hicreti
de kavuşmak istediği bir dünya nimetine veya evlenmek istediği bir kadına
müteveccih ise, onun hicreti hicret ettiği şeyedir". Bu hadîs-i şerîften
anlaşılan manâ odur ki, insanın, ister sevâb yönünden ı olsun, ister ıkab
yönünden olsun, kesbi veya kazancı, hem kalbi, hem dili ve hem de el, ayak gibi
bazı uzuv-larıyle hâsıl olur. Hadîsin özünü teşkil eden niyet ise, bu üç
kısımdan biridir ve çok defa müstekıl bir ibadet hükmünde olduğu halde, diğerleri
ona ihtiyaç gösterir. Hazreti Peygamberin "ameller niyetlere göre
hesabedilir." sözünde bu manâ açık bir şekilde ifade edilmiştir. Filhakika
sadakanın insana sevâb kazandırması, sadece birisine eliyle kendi malından bir
şeyler vermesiyle gerçekleşmez; çünkü bazı kimseler, bazan birilerine bir
şeyler veriyorlarsa, bu, Allah'ın rızasını kazanmak için değil, fakat halkın
dikkatini kendi üzerlerine çekmek ve halk arasında "fakir babası"
olarak tanınmak heves ve arzusundan kaynaklanabilir. O halde adamların
niyetleri gerçek manâda sadaka vermek ve Allah'ın rızasını kazanmak değildir ve
böyle bir davranış da onlara elbette sevâb kazandırmaz. İşte hicret de bunun
gibidir. Hazreti Peygamberin hadîsinde de belirtildiği gibi, "kimin
hicreti Allah'a ve Rasûlüne müteveccih ise", yani kim Allah'a tam manâsıyle
itaat etmek, Rasûlüne dînin teblîğinde yardımcı olmak, gazalarında onun safında
İslâm'ın müdafaasında bulunmak ve sünnetini ihya ve ikame etmek için hicret
ederse, "onun hicreti, gerçek manâda Allah'a ve Rasûlünedir". Niyeti
böyle olduğu içindir ki Allah'ın af ve mağfiretine ve hudutsuz mükâfatına nail olur. Çünkü kullarının geçmiş
günâhlarını yalnız Allah bağışlar. O, kulları hakkında çok merhametlidir.
Müfessirler, âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak İbn
Abbâs'tan rivayet edilen, fakat ismi tam tesbit edilemediği için bazıları
tarafından Damra İbn Cundub, bazıları tarafından Cundub İbn Damra, yahut Ebû
Damra ez-Zurakî, Damra İbnu'l-Ays veya el-Ays İbn Damra gibi değişik isimlerde
zikredilen şahsın hicretiyle ilgili haberini verirler. Bu habere göre,
"erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan, âciz kalıp da bir çareye gücü
yetmeyenler ve bir yol bulamayanlar böyle değildir." âyeti nazil olunca,
Mekke'de oturan ve hastalıklı bir kimse olan Cundub İbn Damra, oğullarına şöyle
demişti: "Ben bu âciz ve'çaresiz kişilerden değilim. Beni buradan çıkarın.
Burada bir gece daha kalmam". Onu bir yatak üzerinde Mekke'den çıkarmışlar
ve Medîne yolunu tutmuşlardı. Ancak Ten'ım denilen yere geldikleri zaman Cundub
İbn Damra vefat etmişti. İşte bu hâdiseden sonradır ki "Her kim de Allah
ve Rasûlüne doğru evinden muhacir olarak çıkarsa..." âyeti nazil olmuştur.
Hicret, lugatta terk manâsına gelir. Bir şeye hicret,
başka bir şeyden o şeye intikal demektir. Şerîat dilinde ise, Allah'ın
nehyettiği şeyi ter-kedip ondan uzaklaşmaktır. İslâm'da hicret iki şekilde
vukubulmuştur. Birincisi dâru'l-havf denilen ve can güvenliği bulunmayan yerden
dâru'l-emne, yâni güven içinde oturulabilecek yere intikaldir ki, İslâm'ın
Mekke'de zuhurundan sonra, müşrikler yüzünden can güvenliği kalmayan
müslümanların Mekke'den Habeşistan'a, daha sonra yine Mekke'den Medîne'ye
hicretleridir. İkincisi, dâru'l-küfrden, yâni küfrün hâkim olduğu yerden dâru'l
îmana, yâni mü'minlerin hakim oldukları yere hicrettir. Hazreti Peygamberin
Medîne'ye yerleşmesinden sonra, kâfirlerin hâkim oldukları diğer yerlerde
müslüman olan kimselerin Hazreti Peygambere hicret etmeleri buna misal olarak
zikredilebilir. Başlangıçta Medîne, ilk İslâm beldesi olduğu için hicret,
yalnız oraya hâs idi ve Mekke'nin fethine kadar devam etmişti. Mekke'nin
fethinden sonra İse, Medine'ye hâs oluşu sona ermiş, fakat onun umumî manâsı,
yâni dâru'l-küfrden dâru'l-îmana intikal manâsı baki kalmıştır. İşte bu manâda
Hazreti Peygamber, Buhârî [179]ve Müslim [180]'in de naklettikleri
bir hadîsinde "Mekke fethinden sonra artık hicretyoktur; fakat cihad ve
niyet bakîdir. Binâenaleyh sefere davet olunduğunuzda seferber olunuz."
buyurmuştur.
Hicret hakkında nazil olan âyetlerden ve Hazreti
Peygamberden rivayet olunan hadîslerden anlaşıldığına göre, hicretin
müslümanlar üzerine vâcib oluşu başlıca üç sebebe dayanır. Bu sebeplerden ikisi
ferdlerle, biri de toplumla ilgilidir.
1) Bir ülkede
dînî ve şahsî hürriyetin olmaması, o ülkeden hicret etmek için ilk ve en önemli
sebeptir. Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde de gördüğümüz gibi din hürriyetinin
olmadığı ve kişinin dîninin gereklerini yapamadığı bir ülkede ikamet etmesi
caiz değildir. Böyle bir yerde müslüman, kâfirler tarafından kandırılmaya
çalışılır ve dînini terke zorlanır. Hazreti Peygamber, Ebû Dâvûd [181]tarafından nakledilen
bir hadîsinde "müşrikle bir arada bulunan ve onunla beraber oturan kimse,
onun gibidir." buyurmuştur.
2) İslâm'ı
öğretecek âlim bir müslümanın bulunmadığı yerlerde, müslüman olan kimselerin
dinlerini öğrenmek ve ahkâmını tatbik etmek maksadıyle hicret etmeleri
üzerlerine vâcib olur.
3) Toplumla
ilgili olan sebebe gelince, İslâm'ın korunması ve müslümanların dînî
vecibelerini yerine getirmelerinin sağlanması için görevli bir cemaatın
bulunması vâçibtir. Eğer bu cemaat zayıf olursa, İslâm düşmanlarının İslâm'a ve müslümanlara yönelik
saldırılarını, ve zararlarını önlemek çok defa mümkün olamaz. Eğer bu durum,
çok uzak bir ülkeye de olsa hicreti gerektiriyorsa, bu hicret mutlak surette
vâcib olur. Aksi halde İslâm düşmanlarının İslâm'a ve müslümanlara
saldırılarına ve zararlarına müslümanlar rıza göstermiş olurlar.
Zikrettiğimiz bu sebeplerin her üçü de Mekke'nin
fethinden önce bol bol mevcuttu. Fakat Allah Mekke'nin fethini müslümanlara
müyesser kılıp da İslâm şirke gâlib gelince ve insanlar dalga dalga İslâm'a
girmeye başlayınca, bu sebeplerin hepsi de ortadan kalkmıştır. Yukarıda işaret
ettiğimiz Hazreti peygamberin "Mekke fethinden sonra artık hicret yoktur,
fakat cihad ve niyet bakîdir." hadîsi de bunun en açık delilini teşkil
eder. Bununla beraber, şunu da unutmamak gerekir ki, herhangi bir asırda bu
sebepler yeniden zuhur edecek olursa, hicret, müslümanların üzerine yine vâcib
olur.
101. Yeryüzünde
(savaş için) sefere çıktığınız zaman, küfredenlerin size kötülük etmelerinden
endi§eye düşerseniz, namazı kısaltmanızda size bir günâh yoktur; zira kâfirler,
sizin için apaçık bir düşmandır.
102. İçlerinde
bulunup da onalara namaz kıldırdığın zaman, bir gurup da seninle beraber
namaza dursunlar; silâhlarını da (yanlarına) alsınlar. Secde ettiklerinde arkanıza
geçip (düşmana karşı orada) bulunsunlar. Sonra namazı kümamış olan diğer gurup
gelsin ve seninle beraberküsm-lar; onlar da tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar.
Küfredenler, sizin silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfd olmanızı ve siz bu haldeyken
birdenbire baskın yapmayı arzu ederler. Eğeryağmursize bir rahatsızlık verirse,
yahut hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Fakat
yine de tedbirinizi alm.Şüphe yoktur ki Allah, kâfirler için zelil edici bir
azâb hazırlamıştır.
103. (Savaş
halindeyken) namazı ifa ettiğinizde, yine de Allah'ı ayakta, oturarak ve
yatarken zikredin. (Savaş tehlikesinden
kurtulup) huzura kavuştuğunuz zaman da, namazı
dosdoğru falın, zira namaz, mü'minler üzerine, vakti belli olarak farz
kılınmıştır.
Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde rnüslümanlan Allah
yolunda mallarıyle ve canlarıyle cihada davet edip mücahidlerin cihada çıkmayanlara
üstünlüğünü açıkladıktan ve müşrikler arasında oturup dînî vecibelerini yerine
getirmeyen müstümanlar üzerine de, Allah ve Rasûlü için hicreti vâcib kılarak
hicretten imtina edenleri cehennem azâbıyle tehdit, hicret edenlere ve hicret
sırasında ölenlere de büyük mükâfatlar va'dettikten sonra, yukarıdaki
âyetlerinde, gerek cihad ve gerekse hicret sırasında seferîolan müslümanların
ibadetlerini nasıl ifa edeceklerini bildirmiş ve bu konudaki ahkâmı beyan
etmiştir.
İslâm'ın en önemli ibadetlerinden biri, hiç şüphesiz
namazdır. Namaz, kulun, kendisini yaratan Rabbının huzuruna çıkışı ve kulluğunu
O'na arzıdır. Namaz kılmaktan imtina eden insan, bir bakıma Allah'a kul olmayı
nefsine yediremeyen insan demektir. Halbuki insanoğlu ancak Allah'a kul olmakla
kendisini, kendisi gibi bir beşere, yahut yerde veya gökteki herhangi bir cisme
ibadet etmekten ve ona ku! ve köle olmaktan kurtarabilir. Allahu Ta'âlâ,
Zâriyat sûresinin 56 inci âyetinde "ben cinleri ve insanları sadece bana
ibadet etmeleri için yarattım" buyurmuştur. Bu açık ve kesin beyan,
insanoğlunun fıtratında, ibadet etmeye ve kul olmaya karşı bir temayülün
bulunduğunu gösterir. Bu temayül dolayısıyledir ki insan, her an ibadet etmeye
hazır ve her yerde ibadet edebileceği kendisinden üstün bir varlık bulmaya
kaadir bir yaşayışın içindedir. Bununla beraber onun fıtratında bulunan bu
temayülün, kendi cinsinden olan bir varlığa, yahut başka bir mahluka
yöneltilmesi ve ona kul ve köle olması, hem İslâm'a, hem de insanlık şeref ve
haysiyetine taban tabana zıt düşen bir davranıştır; çünkü Allah, insanoğluna
büyük şeref bahşetmiş ve onu bütün yaratıklara üstün kılmıştır. Böyle bir
varlığın, kendi seviyesindeki, veya daha aşağı seviyedeki başka bir varlığa
ibadet etmesi, ona kul ve köle olması, aklın kabul edeceği bir iş değildir.
İşte bundan dolayıdır ki insan, yalnız Allah'a kulluk etmeli ve yalnız O'nun
önünde eğilmelidir.
Allah'a kulluk etmenin en güzel ifadesi, O'nun önünde
durmak, O'na eğilmek ve insanlık şeref ve haysiyetinin başlıca timsali olan
alnı ve burnu O'nun huzurunda toprağa sürmektir; kısacası namaz kılmak, secdeye
kapanmaktır. Bu sebepledir ki namazın İslâm dîninde ayrı bir önemi vardır.
Hazreti Peygamber, Müslim
[182]tarafından
nakledilen bir hadîsinde "muhakkak ki, insan ile şirk ve küfür arasında namazın
terki bulunmaktadır." buyurarak bu öneme işaret etmiştir. Bu hadîsle ifade edilmek istenen manâ şudur:
İnsanın şirke veya küfre düşmesine, yahut müşrik veya kâfir olmasına namaz
engel olur. Kişi namazı terkettiği zaman, kendisiyle şirk ve küfür arasındaki
bu engel kalkmış olur da, artık onu şirke veya küfre düşmekten hiçbir şey
alıkoyamaz.
Namazın İslâm dînindeki bu büyük önemi dolayısıyle,
hasta olsun, sağlam olsun, yahut müsafir olsun mukîm olsun, (kadınların belli
halleri dışında) hiç kimsenin namazı terketmesine, veya bir başka zamana
bırakmasına izin verilmemiştir. Meselâ hasta olanın, orucunu iyileştiği zaman
tutması, yahut yaşlı ve güçsüz olanın oruç tutmak yerine fidye ödemesi
mümkündür; fakat namazını iyileştiği zaman kılması, yahut onu fidye veya başka
bir şeyle ödemesi mümkün değildir. Keza müsafir olan, orucunu müsafirliği sona erdiği
zaman tutabilir de, namazını müsafirlikte terkedemez. Zekât ve hac ibadetleri
ise, yalnız hali vakti yerinde olan kimseler içindir. Kısacası namaz, vakti
girdiği zaman her yerde ve her türlü hal ve şartlarda, hasta sağlam, genç
İhtiyar herkes tarafından ifa edilmesi gereken bir ibadettir. Bununla beraber
Allahu Ta'âlâ, namazın terkine hiçbir surette cevaz vermemiş olsa bile, gerek
müsaf ire ve gerekse savaşan askere bazı kolaylıklar getirmiş ve namazlarını
kısaltarak kılmalarını dînî bir hüküm olarak vazetmiştir. İşte bu â-yet-i
kerîmelerde seferî halde iken namazın- nasıl kısaltılacağını daha doğrusu
cephede düşmanla savaşırken vakit namazlarının nasıl kılınacağını açıklayan
hükümler zikredilmiştir. Allahu
Ta'âlâ buyurmuştur ki:
101.Yeryüzünde (savaş için) sefere çıktığına zaman,
küfredenlerin size kötülük etmelerinden endişeye düşerseniz, namazı
kısaltmanızda size bir günâh yoktur; zira kâfirler, sizin için apaçık bir
düşmandır.
101 Âyet-i kerîmenin zahirî manâsı açıktır ve Allahu
Ta'âlâ mü'min-lere hitap ederek şöyle buyurmuştur: Ey mü'minler! Evinizden veya
yurdunuzdan çıkıp yola koyulduğunuz zaman, size düşman olan kâfirlerin,
özellikle siz namazda rükû veya secde halinde iken, sizin sağınızı, solunuzu
veya arkanızı görmemenizden istifade ederek üzerinize saldırmalarından ve sizi
öldürmelerinden endişe duyup korkuya kapılacak olursanız, namazlarınızı kısaltarak
kılmanızda sizin için bir vebal yoktur; böyle kıldınız diye günâh işlemiş olmazsınız.
Zira kâfirler sizin apaçık düşmanlarınızda ve size kötülük edebilmek için sizi
kollayıp dururlar ve üzerinize saldırmak için meşgul bir ânınızı beklerler.
Âyet-i kerîmenin bu açık manâsı, kısaltmanın ancak bir
düşman tehlikesi olduğu zaman yapılabileceğine, bunun dışında kısaltmanın sözkonusu
olmadığına delâlet eder. Düşman tehlikesi umumiyetle harp halinde iken ortaya
çıkar; bununla beraber mutlaka harp halinde olmak da şart değildir. Yolda iken
soyguncu, bozguncu ve benzeri yolkesiciler de insan hayatını tehdit edebilirler
ve bunlara karşı da tedbirli davranmak gerekir. O halde kısaca belirtmek
gerekirse, bir müslümanın, yolculuğu sırasında hayatını tehlikeye düşürecek
bir saldırıdan endişeye düşmesi halinde namazlarını kısaltarak kılmasında
hiçbir günâh yoktur.
Ancak âyet-i kerîmede kasr olarak geçen ve bizim de
kısaltma manâsını verdiğimiz kelime üzerinde İhtilâf olunmuş, bazıları
kelimeyi, namazın rek'at sayılarının azaltılması ve dört rek'at yerine iki
rek'at kılınması manâsında tefsir ederken, diğer bazıları, namazın sıfat veya keyfiyyetinin
hafifletilmesi manâsında tefsir etmişlerdir. Buna göre, bir gurup, imama uyarak
rükû ve secdesiyle bir rek'at kıldıktan sonra arkaya çekilirken, arkada
muhafız görevi yapan diğer gurup onun yerini alır ve aynı imama uyarak rükû ve
secdesiyle bir rekat da o kılar. Böylece imam iki rekâtla namazını
tamamlamışken, ona ayrı ayrı uyan cemaatlar birer rekât kılmış olurlar.
Sonradan her ferd, ayrı ayrı birer rekât daha kılarak namazlarını tamamlarlar.
Namazın açıkladığımız bu şekliyle sıfat ve keyfiyetinin hafifletilerek ve
dolayısıyle bu yönden kısaltılarak kılınması, bundan sonra zikredilen 102inci
âyetin hükmüdür. Nitekim bu âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygambere
hitaben şöyle buyurmuştur: "İçlerinde bulunup da onlara namaz kıldırdığın
zaman, bir gurup da seninle beraber namaza dursunlar; silâhlarını da yanlarına
alsınlar. Secde ettiklerinde, arkanıza geçip düşmana karşı orada bulunsunlar.
Sonra namazı kılmamış olan diğer gurup gelsin ve seninle beraber
kılsınlar".
Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, "yeryüzünde
sefere çıktığınız zaman, küfredenlerin size kötülük etmelerinden endişeye
düşerseniz, namazı kısaltmanızda bir günâh yoktur." âyeti mücmel olarak
gelmiştir. Bu âyette her ne kadar korku ânında namazın kasredilerek, yani
kısıltılarak kılınmasında bir günâh olmadığı belirtilmiş ise de, bu kasrın veya
kısaltmanın ne şekilde olacağı beyan edilmemiş, açıklanmamıştır. Fakat müteakip
âyet, mücmel ve gayr-i mübeyyen olan bu âyeti beyan etmiş, korku namazının
nasıl kılınacağını açıklamıştır. Bu bakımdan ikinci âyet, birinci âyetin
beyanıdır ve bu şekliyle kılınan namaz salâtu'l-havf \ (korku namazı) olarak
bilinir.
J
Buhârî [183]tarafından nakledilen
bir haberde İbn Ömer! şunları anlatmıştır: "Rasûlullah (s.a.s.) ile
birlikte Necid tarafına savaşa gitmiştim. Düşmanla karşılaşınca saflarımızı
düzenlemiştik ki, Rasûlul-ı lah (s.a.s.) bize namaz kıldırmak için kalktı. Bir
kısmımız onunla birlikte: namaza dururken, bir kısmımız da düşmana doğru
yöneldi. Rasûlullah' (s.a.s.) kendisine uyanlarla birlikte rükûya varıp iki
defa secde etti. i Sonra ona uyanlar hemen ayrılıp namaz kılmayanların yerine
geçtiler; diğerleri de Hazreti Peygamberin arkasında namaza durdular. Rasûlul-i
lah (s.a.s.) rükûa varıp iki defa secde etti ve selâm verdi. Sonra bir rekât1
kılanların her biri kendisi için rükûa varıp iki secde daha ederek namazlarını
tamamladılar".
j
Eğer düşman tehlikesi daha büyük olursa, yahut asker
kılıç kılıca veya süngü süngüye dövüşüyorsa, namazın terkine yine cevaz veril-!
memiştir. Nitekim Bakara sûresinin 239 uncu âyetinde Allahu Ta'âlâ şöyle
buyurmuştur: "Eğer bir tehlikeden korkmuşsanız, yaya veya bir şeye binmiş
olarak da namazı kılın".
Buhârî [184]nin yine İbn Ömer'den
rivayet ettiği bir hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eğer
tehlike daha da artarsa ve düşman daha.çok olursa, yaya veya binmiş olarak (îma
ile namazı) kılsınlar".
Üzerinde durduğumuz âyet-i kerîmenin zahirine göre
bizce sahîh olan manâ ve tefsîri böyle olmakla beraber, bazı imamlar ve
müfessir-ler, âyet-i kerîmedeki kasr (kısaltma) kelimesini, namazın yukarıda
açıkladığımız sıfat ve keyfiyeti yönünden değil, fakat kemmiyeti, yani rekâtının
sayıları yönünden tefsîr etmişler ve âyet-i kerîmenin manâsını da yalnız korku
zamanına değil, fakat hiçbir korkunun bulunmadığı sulh zamanına da teşmil
ederek yolculuk halinde iken dört rekâtın ikiye indirilmesine delil
kılmışlardır. Kısacası, bu imamlara göre müsafir namazı denilen ve dört rekât
kılmaları gerekirken müsafir olanların iki rekât kısaltarak kıldıkları namazın
dayanağı, bu âyet-i kerîmelerle Hazreti Peygamberin müsafir olarak kıldığı
kısaltılmış namazlar olmuştur. Oysa Kur'-ân-ı Kerîm'de dört rekâtlı namazların
iki rekât kısaltılarak kılınan misafir namazı hakkında hiçbir hüküm yoktur. Bu
husustaki hüküm, Hazreti Peygamberin mütevatir olarak nakledilen sünnetine
İstinad eder. Zira Hazreti Peygamber, Medîne'den ne zaman müsafir olarak
çıkmışsa, geri dönünceye kadar dört rekâtlı namazları iki rekât olarak
kılmıştır. Onun, müsafirliği sırasında dört rekâtı tam olarak kıldığı hiçbir
sahîh
haberle sabit olmamıştır. Buna rağmen pek çok haber,
Hazreti Peygamberin bütün yolculuklarında namazlarını kısalttığını gösterir.
İbn Mâce [185]'nin rivayet ettiği
bir haberden öğrendiğimize göre, Umeyye İbn Abdillah İbn Hâlid, Abdullah İbn
Ömer'e: "Biz, Kur'ân'da, hazarda ve korku ânında kılınan namazın hükmünü
buluyoruz da, yolculukta kılınan namaz hakkında hiçbir şey bulamıyoruz?"
dediğinde, Abdullah İbn Ömer ona şu cevabı vermiştir: "Biz hiçbir şey
bilmezken Allah bize Muhammed (s.a.s.)'i gönderdi. Şimdi biz, Muhammed
(s.a.s.)'den nasıl hareket ettiğini görmüş isek öyle hareket ediyoruz".
Buhâr [186]ve Müslim [187]Abdullah İbn Ömer'den
şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Nebiy (s.a.s.) ile birlikte Minâ'da
namazları iki rekât olarak kıldım. Keza Ebû Bekr, Ömer ve hilâfetinin
başlarında Osman ile de İki rekât olarak kıldım. Sonra Osman namazı dörde itmam
etti".
Keza Buhârî [188]ve Müslim [189]tarafından nakledilen
başka bir hadîste Enes İbn Mâlik şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) ile
birlikte Medîne'den Mekke'ye doğru yola çıktık. Medine'ye tekrar dönünceye
kadar namazları hep ikişer rekât kıldı". Hadîsin râvisi Yahya İbn İshak
der ki: Enes'e "Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'de ne kadar kaldı?" diye
sordum. "On gün." dedi.
Zikrettiğimiz ve zikrinden sarfınazar ettiğimiz bütün
rivayetler, Hazreti Peygamberin ve halîfelerinin seferi oldukları zamanlarda
dörder rekâtlı namazları ikişer rekât kılarak kısalttıklarını gösterir. Yalnız
üçüncü Halîfe Osman İbn Affân'ın hilâfetinin sonlarında Minâ'da namazını dört
rekâta tamamladığı zikredilmiştir ki, onun bu davranışına karşı bazı itirazlara
delâlet eden haberler geldiği gibi, bunu çeşitli yönlerden tevil eden
rivayetler de nakledilmiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki, tefsîr ettiğimiz âyet-i
kerîme, içerisindeki "küfredenlerin size kötülük etmelerinden endişeye
düşerseniz..." ibaresinin de delâlet ettiği gibi, yalnız düşman tehlikesinin
bulunduğu, can ve mal güvenliğinin ortadan kalktığı korkulu anlarda namazın
sıfat ve keyfiyetine müteallik kasr ile kılınmasına izin vermiştir ve bu yüzden
kılınan namaza da salâtu'l-havf (korkulu anlarda kılınan namaz, veya kısaca
korku namazı) denilmiştir. Bu itibarla âyet-i kerîme, güven içinde yapılan
yolculuklarda dört rekâtlı namazın kısaltılarak iki rekât kılınmasıyle ilgili
tatbikatın delil ve kaynağı değildir. Bu tatbikatın kaynağı, Hazreti
Peygamberin sünnetidir; çünkü yukarıda Örneklerini gördüğümüz haberlerden
anlaşıldığı gibi, Hazreti Peygamber, güven içinde yaptığı bütün seyahatlarda
dört rekâtlı namazları kısaltarak iki rekât kılmıştır ve bu sünnetinin dayanağı
da tefsir ettiğimiz bu âyetler
olmamıştır; esasen olması da şart değildir. Çünkü biz
biliyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm, ibâdetlerin çoğunun keyfiyyetini bize beyan
etmemiş, fakat bunların beyanını sünnete bırakmıştır. Nitekim namaz kılmayı emretmiş,
münferid olarak rükû ve secdeden bahsetmiş, fakat bir vakit namazının nasıl
kılınacağını açıklamamıştır. Keza Cum'a namazıyle hac ve zekât da böyledir.
Bunların tatbikatını bize mütevatir sünnet öğretmiştir. Tefsîr ettiğimiz bu
âyet-i kerîmede bahis konusu olan salatu'l-havf \ bir istisna teşkil eder.
Çünkü Allahu Ta'âlâ bu âyette, yeryüzünde sefere \ çıktığınız zaman,
küfredenlerin size kötülük etmelerinden endişeye i düşerseniz, namazı
kısaltmanızda size-bir günâh yoktur/1 buyurarak havf i namazına işaret ettikten
sonra, müteakip âyette bu namazın nasıl kılı-: nacağını açıklamış ve şöyle buyurmuştur: '
102. İçlerinde bulunup da onlara namaz kıldırdığın
zaman, bir gurup da seninle beraber namaza dursunlar, silâhlarını da
(yanlarına) alsınlar. Secde ettiklerinde arkanıza geçip (düşmana karsı orada)
bulunsunlar. Sonra namazı kılmamış olan diğer gurup gelsin ve seninle beraber
kılsınlar; onlar da tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Küfredenler, sizin,
silahlarınızdan ve eşyanızdan gafû olmanızı ve siz bu halde iken birdenbire
baskın yapmayı arzu ederler. Eğer yağmur size bir rahatsızlık verirse, yahut
hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Fakatyine
de tedbirinizi alın. Şüphe yoktur Allah,
kâfirler için zelil edici bir azâb hazırlamıştır.
103, (Savaş
halinde iken) namazı ifa ettiğinizde, yine de Allah'ı ayakta, oturarak ve
yatarken zikredin. (Savaş tehlikesinden kurtulup) huzura kavuştuğunuz zaman
da, namazı dosdoğru kılın. Zira namaz, mü'minler üzerine, vakti belli olarak
farz kılınmıştır.
102 Bu âyet-i kerîme.bundan önce, namazı kısaltmanın
meşruiyyeti hakkında mücmel olarak gelen âyetin ve dolayısıyle zaruret halinde
başvurulan kısaltmanın keyfiyetinin beyanıdır. Başka bir ifadeyle, Allahu
Ta'âlâ, bir evvelki âyetinde, herhangi bir düşman tehlikesi altında kalındığı bir sırada kılınacak olan
vakit namazında kısaltma yapmanın meşru olduğunu bildirmiş, bu âyetinde de,
meşru olan bu kısaltmanın nastl yapılacağını açıklamıştır. Peygamberine hitaben
buyurmuştur ki: Ey Muhammedi Savaş halinde veya herhangi bir tehlike ânında,
mü'minler arasında bulunduğun bir sırada onları namaza çağırdığında, iki guruba
ayrıldıktan sonra, bu guruplardan biri senin ardında namaza durup sana uyarken,
diğer gurup da namaz kılanların arkasında yönlerini düşmana doğru dönüp
saldırı ihtimaline karşı namaz kılanları korusunlar. Seninle beraber namaza
duranlar, namaz sırasında silâhlarını yanlarına almayı ihmal etmesinler. Zira
âni bir düşman saldırısında onlar da düşmana karşı savaşmak zorunda
kalabilirler.
Sana uyup namaza duranlar secde ettikleri zaman,
arkada size gözcü olanların yerlerini alsınlar. Daha önce gözcülük yapıp namaz
kılmayanlar da, gelip seninle namazlarını kılsınlar. Tedbirlerini almayı ve
silâhlarını yanlarında bulundurmayı da unutmasınlar. Zira düşmanlarınız, sizin
silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâîil olmanızı temenni ederler; tâ ki, siz bu
gaflet içinde iken âni bir baskın yapıp sizi kılıçtan geçir-sinler! Onlara
böyle bir fırsat vermemek için çok dikkatli olsunlar.
Âyet-i kerîmede birinci gurubun namazından söz edilirken
sadece "silâhlarını da yanlarına alsınlar" denildiği halde, ikinci
gurubun namazından söz edilirken "tedbirlerini ve silâhlarını
alsınlar" denilmiş ve tedbirin artırılmasına işaret edilmiştir. Bunun
sebep ve hikmeti, birinci gurubun saf olup namaza duruşunun, düşman üzerinde,
müslüman-ların savaşa hazırlandıkları zannını uyandırması ve bu halde iken
saldırı ihtimalinin azlığı, buna rağmen bu gurubun secde edip geriye çekilmesinden
ve onun yerine diğer gurubun geçmesinden sonra da, onların namaz kıldıklarının
anlaşılıp saldırıya geçme arzusunun artmasıdır. Çünkü ibadet, müslümanların
düşman saldırısından meşgul olmalarına ve gafil bulunmalarına sebep olur. Bu
ise, onların tehlikeye karşı daha fazla uyarılmaları ihtiyacını doğurur. Bu
sebepledir ki, ikinci guruba birinci guruptan daha fazla tedbirli olmaları
ihtar edilmiştir.
Namaz kılarken silâhın üstte bulunması, şüphesiz onu
taşıyan asker için bir güçlük sebebidir. Bu güçlük, taşınan silâhın ağırlığına
ve cinsine göre değişir. İlk devirlerin ok ve yayı ile hançer ve kılıcı, bu
günün ateşli silâhlarına nisbetle daha hafif olsa bile, hepsinin de namaz
sırasında rükû ve secdeye uygun düşmeyen bir duruşu olabilir. Bununla beraber,
düşmana gafil avlanmamak için namaz sırasında silâhların üstte bulundurulmasında
elbette büyük faydalar vardır. Ancak silâhlara zararı dokunabilecek yağmurda,
yahut silâh taşınamayacak derecedeki
hastalık hallerinde, düşmana karşı gerekli tedbirleri
almak şartıyle silâhların namaz esnasında bırakılmasında hiçbir mahzur, hiçbir
günâh yoktur. Bütün bunlar, müslümanların, düşman karşısında zor duruma
düşmemeleri için alınması gereken zarurî tedbirlerdir. Zira düşman uyumaz ve
müslümanları gafil avlamak için her fırsattan istifade etmeye çalışır. Buna
rağmen müslümanların düşman karşısında gerekli tedbirleri almaları, savaşın
bütün sıkıntılarına sabır ve salat ile göğüs germeleri ve zaferin bütün
esbabına tevessül etmeleri halinde, Allah'ın kâfirler için zelil edici bir azâb
hazırlaması muhakkaktır. Bu azâb, dünyada müslümanların, Allah'ın emir ve
nehiylerine uymalarıyle, kâfirler üzerine gâlib gelmeleri ve zafer kazanmaları
şeklinde tezahür eder. Nitekim Allahu Ta'âlâ Tevbe sûresinin 14 üncü âyetinde
bunu teyiden şöyle buyurmuştur: "Kâfirlerle savaşın ki: "Allah sizin
ellerinizle onlara azâb etsin; onları zelil etsin; onlara karşı size yardımda
bulunsun ve mü'minlerin gönüllerini ferahlandırsın".
Havanın yağmurlu olması veya hastalık halinde
silâhların namaz sırasında bırakılabileceği hususundaki ruhsat, Buharı [190]nin İbn Abbâs'tan gelen
haberine göre Abdurrahman İbn Avf hakkında nazil olmuştur; çünkü o sırada
Abdurrahman yaralı idi.
103 İşte ey mü'minler, yukarıda açıklandığı veçhile
düşman karşısında korku namazını edâ edip tekrar görevinizin başına döndükten
sonra, yine Allah'ı zikretmeye devam edin. İster ayakta olun, ister otururken,
ister yattığınız yerde Allah'ı zikretmekten asla vazgeçmeyin. O'nun, dînine
yardım edenlere dünyada zafer, âhırette de ecir ve sevâb va'dettiğini
hatırlayın ve her ne halde olursanız olun, O'nu hamd ile tekbîr ve duâ ile
anın. Düşman tehlikesi ortadan kalkıp da huzur avdet edince ve kalbleriniz
sükûn bulunca, namazınızı kısaltmadan tam olarak kılın. Zira namaz, mü'minler
üzerine vakitleri belli olarak farz kılınmış bir ibadettir. Bu itibarla onu, düşmanla
boğaz boğaza savaşırken bile ihmal edemezsiniz. Biraz önce de işaret edildiği
gibi, tehlike ânında onu bütün erkân ve âdâbıyle tam olarak belki eda
edemezsiniz; tehlike, sizin onu mükemmel bir şekilde edâ etmenize engel
olabilir; fakat yine o tehlike ne kadar büyük olursa olsun, namazı terketmenize
sebep olamaz. Tehlikenin büyüklüğü yanında sizin durumunuz da namazın erkânından
olan rükû ve sücûdu yapmanıza elverişli olmayabilir: Ayağa kalkamayacak kadar
hasta ve halsiz, kımıldayamayacak şekilde yaralı olabilirsiniz. Bu gibi haller
bile, sizin namazı terketmeniz için bir sebep teşkil etmez. Çünkü namaz,
vakitlendirilmiş olarak üzerinize farz kılınmıştır. Her vaktin namazı yalnız o
vakte aittir. Namazını terkettiğiniz
bir vakit geçtikten sonra, o size artık bir daha geri
dönmez; çünkü o vaktin yerini başka bir vakit alır ve siz de yeni giren o
vakitten sorumlu olursunuz. Bu itibarla hangi durumda olursanız olun, üzerinize
gelen vaktin namazını edâ edin. Ayakta iseniz ve oturmanız düşman sebebiyle sakıncalı
ise, ayakta; oturuyorsanız ve kalkmanızda sakınca varsa oturarak; yaralı olarak
yatıyor ve hiç kımıldayamıyorsanız yattığınız yerde başınızın hareketiyle îma
ile, giren vaktin namazını kılın. Yürüyerek veya at sırtında düşman takibinde
iseniz, yürürken veya at sırtında namazınızı edâ edin; namazı edâ edilmemiş
bir vakti heba etmeyin.
Namazın sabah, öğlen, İkindi, akşam ve yatsı olmak
üzere beş ayrı vakte hâs olarak farz kılınmasının iki önemli sebep veya hikmeti
vardır. Birincisi, tekbir, teşbih ve duâ gibi çeşitli zikir ve şükür
şekillerini ihtiva eden bu önemli ibadetin muhafaza edilmesidir. Eğer namaz
belirlenmiş beş vakit yerine günün belirsiz bir vaktine tahsis edilmiş olsaydı,
pek çok kimse, zamanı belli olmayan bu ibadete ihtimam göstermez ve neticede
namaz unutulup giderdi. Bir hareket veya davranışın bir insanda alışkanlık veya
âdet haline gelebilmesi için, onun belirli, kısa aralıklarla ve inanç
içerisinde yapılıp tekrarlanması gerekir. Bu alışkanlık kazanıldıktan sonra
ondan vazgeçmek mümkün değildir.
Namazın belirli ve kısa aralıklarla günün beş vaktinde
farz kılmışının ikinci hikmeti, insanın namaz sayesinde Rabbını dâima zikretme
fırsatına sahip olması ve namazın, insana Rabbını unutturacak ve nefsinin arzu
ve istekleri peşinde koşturacak kadar zaman bırakmamasıdır. Nitekim hiç
kimsenin inkâr edemeyeceği kadar açık bir gerçektir ki, zikrinde ve fikrinde
Allah olan bir İnsandan kötü olabilecek herhangi bir amelin sâdır olması mümkün
değildir. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Ankebût sûresinin 45 nci âyetinde
"Kitap'tan sana vahyolunanlan oku; namazı da kıl; zira namaz,
hayasızlıklardan ve kötülüklerden korur. Allah'ın zikri muhakkakki çok büyük
bir iştir. Allah, yaptıklarınızı bilir" buyurmuştur ki, namazın insanı
çeşitli kötülüklerden alıkoyması, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, onun
zihinlerde Allah inancını dâima taze ve canlı tutması sebebiyledir. Netice
olarak diyebiliriz ki, beş vakit namaz, mü'mine muhtelif vakitlerde Rabbını
hatırlatması ve gaflete düşüp kötülüğe dalmaması, yahut iyilikte kısır
kalmaması için farz kılınmış bir ibadettir.
104. (Düşman) kavmi takip etmekte gevşeklik
göstermeyin. (Savaş yüzünden) siz acı duyuyorsanız, şüphesiz düşmanlarınız da
sizin acı duyduğunuz gibi acı duyuyorlar. Bununla beraber siz, Allah'tan, onların
ümid edemeyecekleri şeyleri ümid ediyorsunuz. Allah, her şeyi hakJayle
bilendir; hikmet sahibidir.
Bundan önceki âyet-i kerîmeler, hep savaşla ve savaşta
vuku-bulabilecek hâdiselerle ilgili idi. Çünkü bu âyetlerinde Allahu Ta'âlâ,
müslümanlan, dinlerini ve dünyalarını korumak için Allah yolunda can-larıyle ve
mallarıyle cihada çıkmalarını emretmiş; cihada çıkanların kıyamet günü nail
olacakları büyük mükâfatı açıklarken, özürsüz olarak cihaddan geri kalıp
evlerinde oturanların ise, mücahidlerle bir ve aynı derecede olamayacaklarını
beyan etmişti. Bu arada müşrikler arasında oturup da dînî vecîbelerini yerine
getiremeyen müslümanlar üzerine hicreti vâcib kılmış, özürsüz olarak hicretten
imtina edenlerin akıbetlerini de cehennem olarak bildirmişti.
Söz, hep savaş ve hicret gibi, müslümanların
hayatlarıyie yakından ilgili olan ve devamlı hareketi gerektiren korku ve
tehlike dolu bir konuya intikal edince, akla gelmesi pek tabiî olacak bir
soruya da cevap vermiş ve sözü edilen korku dolu tehlikeli hayat içerisinde
namaz ibadetinin nasıl ve ne şekilde yapılacağını açıklamayı da ihmal
etmemişti. Zira namaz, insanın hangi hal ve şart içerisinde bulunursa bulunsun,
ihmal etmemesi gereken bir ibadettir.
Yukarıdaki âyet-i kerîmede, Allahu Ta'âlânın savaş
konusuna tekrar döndüğünü görüyoruz. Bu âyetinde müslümanlara, müşriklerle
karşılaşmakta zaaf göstermemelerini ve onlardan korkmamalarını emretmiştir.
Zira asıl korkmaları gerekenler, müslümanlar değil, müşriklerdir. İşte, Allahu
Ta'âlâ bu âyet-i kerîmesinde, asıl korkması gerekenlerin neden müslümanlar
değil de müşrikler olduğunu beyan etmiş ve buyurmuştur ki:
104.
(Düşman) kavmi takip etmekte gevşeklik göstermeyin. (Savaş yüzünden) siz
acı
duyuyorsanız, şüphesiz düşmanlarına da sizin acı
duyduğunuz gifci acı duyuyorlar. Bununla beraber siz, Allah'tan, onların
ümid edemeyecekleri şeyleri ümid ediyorsunuz.
Allah, her şeyi hakfayle bilendir; hikmet sahibidir.
104 Allahu Ta'âlâ, tehlike ânında ve korku halinde
vakti giren namazın nasıl kılınacağını açıklayıp hem bu ibadetin yapılış
şeklini öğrettikten, hem de onun önemini bu vesile ile bir defa daha
gösterdikten sonra, yine mü'minlere hitapla buyurmuştur ki: Ey mü'minler!
Düşman saldırısına karşı tedbirinizi alıp silâhlarınız da üzerinizde olduğu
halde, namazınızı yukarıda tarif edildiği veçhile edâ ettikten sonra, gevşeklik
gösterip düşmanın hatt-ı harekâtını takip etmekten vazgeçmeyin ve tedbirinizi
elden bırakmayın. Onların size saldırmasına fırsat bırakmadan da, siz onlara
saldırın ve onları tesirsiz hale getirmek için vargücünüzle çalışın. Namazdan
sonra, ilk saldıran siz olun ki, azminiz kırılmasın; gücünüz zayıflamasın. Zira
askeri savaşta uyanık ve zinde tutan şey, düşmana hücumdur. Mevziye çekilip
düşmanın hücumunu beklemek ve sadece müdâfa savaşına rıza göstermek, nefse
korku verir ve onu zayıflatır; bu da mağlubiyeti kolaylaştırır.
Savaş, yani ölmek veya öldürmek, elbette insana ağır
gelen, nefse korku ve acı veren bir iştir ve her insanın bu acıyı duyması
tabiîdir. Nitekim karşınızdaki düşmanlarınız da, sizin gibi beşer olmaları
itibariyle aynı acıyı duymaktadırlar. Fakat şunu unutmamalısınız ki, hak olan
dînin müdafileri onlar değil, sizlersiniz. Onlar ise, bâtıl olan bir
yoldadırlar. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibadet eden ve yalnız
O'ndan yardım dileyip yalnız O'na sığınan onlar değil, sizlersiniz. Onlar ise
müşriktirler; kâfirdirler ve Allah'ı tanımazlar. Siz biliyorsunuz ki Allah,
kendi yolunda savaşanlara, mallarıyle ve canlarıyle cihad edenlere iki şey
va'detmiştir: Zafer, yahut şehadetle cennet. Mü'minler de yalnız bu iki şey
için savaşırlar: Ya zafer kazanmak, ya da şehîd düşüp cennete gitmek. Mü'min bu
iki gaye ile savaştığı zaman, artık savaşta ümidsiz-lige düşmesine, korkmasına,
sabır ve sebatı elden bırakmasına hiçbir sebep yoktur. Binâenaleyh siz,
düşmanla savaşırken Allah'ın bu iki va'dinden birini ümid ederek
savaşıyorsunuz. Bu iki hedeften birine mutlaka ulaşacaksınız. O halde sizin
için yeise kapılmak ve ümidsizliğe düşmek hiç olmaması gereken bir haldir.
Halbuki düşmanlarınız sizin gibi değillerdir. Onlara ne bir zafer ve ne de
şehidlik mertebesi ve cennet va'dedilmiştir. Bu sebeple onların savaştan ümid
ettikleri sonuç,
sadece
canlarını kurtarıp sağ ve salim evlerine dönebilmektir. Bunun dışında bir
ümidleri yoktur. Bu ise, onların yeise kapılmalarını ve ümidsizliğe
düşmelerini kolaylaştırır. Sizin saldırılarınızla bu ümidsizlik daha da artar
ve onları mağlubiyete daha çok yaklaştırır. O halde ey mü'minler, düşman
karşısında sabır ve sebat gösterin. Allah'ın va'di çok yakındır.
O'nun her şeyi kuşatan ilminin, hudutsuz hikmetinin ve
sabit sünnetinin gereği olarak zafer dâima mü'minlerin hakkıdır. Çünkü
mü'minler, hakkın batıla gâlib gelmesi için O'nun çizdiği yolda yürüdükleri ve
O'nun gösterdiği esbaba yapıştıkları sürece Allah'ın va'dettiği zaferin
kâfirler için olması asla mümkün değildir.
105. Hiç
şüphesiz, biz Kiiab'ı sana insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde
hükmetmen için hak ile indirdik Sakın hâinlerin müdafii olma.
106. Allah'tan
mağfiret dile; şüphe yoktur la Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
107. Kendi
nefislerine hainlik eden kimseler için de mücadele etme. Allah, şüphesiz,
hainliği âdet edinmiş günahkârları sevmez.
108. (Bunlar,
hainliklerini) insanlardan gizlerler de Allah 'tan gizlemezler. Halbuki razı
olmayacağı bir sözü, onlar geceden düzüp
kurarlarken, onlarla beraberdir.
Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) çepeçevre
kuşatmıştır.
109. İşte siz,
öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında hâinler için mücadele ettiniz, (onları
korudunuz); fakat kıyamet günü Allah'a karşı onları kim müdâfa edecek; yahut
kim onlara vekil olacak?
110. Her kim
bir kötülük işler, yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan mağfiret dilerse,
Allah'ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur.
111. Kim bir
günâh kazanırsa, onu ancak kendisi için kazanmış olur. Allah, her şeyi hakkıyle
bilendir, hikmet sabidir.
112. Kim de
kasıtsız bir hatâ işler, yahut bir günâh kazanır, sonra da onu bir suçsuzun
üstüne atarsa, o, elbette bir iftira ve apaçık bir günâh yüklenmiş olur.
113. Eğer sana Allah'ın fazl u inayeti ve rahmeti
olmasaydı, o hâinlerden bir gurup seni bile şaşırtmaya kalkışırdı. Halbuki
onlar, ancak kendilerini şaşırtırlar ve sana hiçbir şeyle zarar veremezler.
Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve bilmediğin şeyleri de öğretmiştir.
Allah 'm senin üzerindeki fazl u inayeti çok büyüktür.
Alİahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, çeşitli söz ve
davranışlarıyle münafıkların ahvalini ve bir savaş halinde takınacakları tavrı
zikrederek sözü savaşa getirdikten ve savaş halinde bir mü'mini kâfir zannıyle
öldürmek, seferî halde ve savaş sırasında namaz kılmak, Allah yolunda
savaşırken şehîd düşmek, kâfir ülkesinde dînin gereklerinin rahatça yerine
getirilememesi halinde o ülkeden hicret etmek gibi savaşla ilgili çeşitli
ahkâmı beyan ettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde tekrar münafıklara dönerek,
onların, bir takım hükümlerinde Hazreti Peygamberi nasıl yanıltmak
istediklerini ve kendisine hak ile indirilmiş bir kitap varken, onun nasıl
bâtıl ile hükmetmesi İçin yalana başvurduklarını akıl sahiplerinin gözlen önüne
sermiştir.
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerin nüzul sebebi olarak
bütün müfessir-ler, Tu'ma İbn Ubeyrik'in bir zırh çalması üzerine nazil olduğu
görüşünde birleşmişler, fakat hâdisenin cereyan tarzını beyanda ihtilâf
etmişlerdir. Bir görüşe göre, Ensardan Tu'ma İbn Ubeyrik adında biri bir zırh
çalmıştır. Ancak onun çaldığı anlaşılıp da zırh kendisinden istenince,
hırsızlığını inkâr etmiş ve onu bir yahudînin çaldığını ileri sürmüştür. Bu
itham,yahudîlerleTu'ma'nın ailesi arasında şiddetli bir husumetin doğmasına
sebep olmuş, bunun neticesinde de Tu'ma ailesi, Hazreti Peygambere giderek
yahudî hakkında şikâyette bulunmuştur. Hazreti Peygamber, muhtemelen bazı
Tu'ma taraftarlarının da Tu'ma lehine sahicilik etmelerinden sonra hüküm vermek
üzere iken Alİahu Ta'âlâ bu âyetleri indirmiş ve hem Tu'ma'nın münafıklığını
gözler önüne sermiş, hem de Peygamberini delilsiz bir dâvada yanlış hüküm
vermekten korumuştur.
Diğer bir görüşe göre Tu'ma zırhı çalmamış, fakat zırh
bir yahudî tarafından ona emaneten bırakılmış, geri İstendiği zaman da, onu
birisinin evine gizleyerek inkâr etmiştir. Mesele Hazreti Peygambere İntikal
edince de bu âyetler nazil olmuştur.
Tirmizî [191]'nin Katâde
İbnu'n-Nu'mân'dan gelen bir rivayetine göre, Ubeyrik oğulları denilen bir
ailede Bişr, Buşeyr ve
Mubeşşir
adında üç kardeş vardı. Bunlardan Buşeyr, münafık bir kimse idi ve Hazreti
Peygamberin ashabını hicveden şiirler yazar, sonra da bu şiirleri bazı Arap
şâirlerine nisbet ederdi. Aile, gerek câhiliye devrinde ve gerekse İslâm
devrinde yoksul ve muhtaç bir aile idi. Aslında Medine'deki halkın yiyeceğini
de hurma ve arpa teşkil ediyordu. İçlerinde hali vakti yerinde olanlar ise,
Şam'dan gelen ticaret kervanlarından kendileri için has un alırlar ve onu
yerlerdi.
Bir gün Şam'dan yine böyle bir kervan gelmiş ve Rufâ'a
İbn Zeyd un alarak kilerine koymuştu. Kilerde zırh, kılıç ve buna benzer
silâhlar da bulunuyordu. Hâdiseyi anlatan Katâde der ki: Amcam Rufâ'a unu alıp
kilere koyduktan sonraki günün sabahında bana geldi ve: "Ey yeğenim,
tecavüze uğradık; kilerimiz delindi; yiyeceğimiz ve silâhımız çalındı.
Araştırdık, soruşturduk; bize "Ubeyrik oğullarının bu gece ateş
yaktıklarını gördük. Herhalde sizin yiyecekler için yakılmıştır." denildi.
Ubeyrik oğullarına sorduk, onlar da "vallahi olsa olsa bunu Lebîd İbn Seni
yapmıştır." dediler. Halbuki Lebîd, içimizde İslâm'ı sağlam, sâlih bir
kişi idi. Hakkında söylenenleri işitince kılıcını çekip Ubeyrik oğullarına
geldi ve "ben mi çaldım? Allah'a yemin ederim ki, ya bu hırsızlığı ortaya
çıkarırsınız, ya da bu kılıç işinizi görür!" dedi. Onlar da Lebîd'e
"senin bu işle ilgin yok; çekil git." dediler ve onu uzaklaştırdılar.
Araştırmaya devam ettik ve bu işi Ubeyrik oğullarının yaptığından şüphemiz
kalmadı. Ey yeğenim! Şimdi bu durumu Hazreti Peygambere gidip anlatsan diyerek
olanları birbir nakletti. Ben de amcamın bu isteği üzerine Allah'ın elçisine
varıp durumu anlattım ve "yiyecekler kalsın, ama silâhı bari geri
versinler", dedim. Hazreti Peygamber de meseleye bakacağını söyledi.
Ubeyrik oğullan hâdisenin Hazreti Peygambere aksettirildiğini haber alınca
mahalle halkından bazı adamları ve bazı yakınlarını harekete geçirerek Hazreti
Peygambere gönderdiler. Bunlar Hazreti Peygamberin huzurunda Ubeyrik
oğullarının mûdafasını yaparak onların dindar ve sâlih kişiler olarak
bilindiklerini, hırsızlık iddiasının ise, delilsiz isbatsiz bir iftira olduğunu
ileri sürdüler. Hazreti Peygamber de bu şahidlerin ifadesine göre Ubeyrik
oğullarının suçsuzluğuna inanmıştı ki, çok geçmeden Allahu Ta'âlâ bu âyetleri
indirdi. Âyetlerin inmesiyle çalınan silâh da Hazreti Peygambere getirildi.
Ubeyrik oğullarından Buşeyr ise, İslâm'dan çıkıp müşriklere katıldı.
Ayetlerin nüzulüne sebep olan hâdise, müfessirler
tarafından nasıl naklederse edilsin, zahir olan gerçek şudur ki, herhangi bir
mesele hakkında hüküm vermek durumunda olan kimselerin titizlikle üzerinde
durmaları gereken husus, verilecek olan hükümlerde, zerre kadar da olsa hak ve
adalet çerçevesi dışına çıkılmaması ve hak sahiplerinin hükümlerden zarar
görmemeleridir. Bunun için, hükme mesned teşkil eden hâdisenin iyice
incelenmesi ve ona sebep olan kişiler üzerinde titizlikle durularak hak
sahiplerinin kesinlikle belirlenmesi gerekir. Bu belirlenmeden verilecek her
hükmün, haklı olan bir kişinin aleyhine tecelli edebileceğini de hatırdan
çıkarmamak lâzımdır. Nitekim 65 inci âyetin tefsirinde Hazreti Peygamberin
Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadîsini zikretmiş ve hükmün, çok
defa, şahidlerin şehadet-leri ve meselelerin düzgün bir şekilde ortaya,
konmamasıyle tezahür ettiğini belirtmiştik. Hazreti Peygamber de bu hadîsinde
buyuruyordu ki: "Sizler dâvanızı bana arzediyorsunuz^Bazınız delillerini
daha düzgün ifade eder; ben de ondan işittiğim bu düzgün ifadeye göre hüküm
veririm. Böylece kimin lehine kardeşinin hakkından kesip hükmetmiş isem, sakın
bunu üzerine almasın. Ben, zahire göre verdiğim bu hükümle, onun için ateşten
bir parça kesmiş olurum".
Bir münafığın yalancılığı ve etrafına topladığı yalancı
şâhidler, dâvayı lehine çevirip hırsızlığını örtbas edebilir; fakat lehinde
tezahür eden bu hüküm, aslında kendisi için ateşten bir gömlek olup âhırette
cehennem ateşine dönüşür. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, âyetlerinde şöyle
buyurmuştur:
705. Hiç şüphesiz, biz Kitab'ı sana, insanlar arasında
Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için hak ile indirdik. Sakın
hâinlerin müdafii olma.
106. Allah'tan
mağfiret; şüphe yoktur ki Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
107. Kendi nefislerine hainlik eden kimseler için de
mücadele etme. Allah, şüphesiz, hainliği âdet edinmiş günahkârları sevmez.
108. (Bunlar,
hainliklerini) insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki O, razı
olmayacağı bir sözü, onlar geceden düzüp kurarlarken onlarla beraberdir.
Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) çepeçevre kuşatmıştır.
109. İşte siz,
öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında hâinler için mücadele ettiniz, (onları
korudunuz); fakat kıyamet günü Allah'a karşı onları kim müdâfa edecek; yahut
kân onlara vekil olacak?
105 Allahu Ta'âlâ bu âyet-İ kerîmesinde Peygamberine
hitap etmiş ve buyurmuştur ki: Ey Muhammedi Kur'ân'ı sana, insanlar arasında
hak ve adalet çerçevesi içinde, Allah'ın sana bildirip öğrettiği ahkâm ile
hükmedesin diye indirdik. Zira bu Kitap, Rabbından hak olarak gelmiştir ve
içerisinde yalnız hak olan vardır. Binâenaleyh ister yahudî olsun, ister mesîhî
olsun, ister müslüman veya mecûsî olsun, kimin hakkında hüküm verirsen, yalnız
hak ile hükmet; adaletten ayrılma. Tu'ma veya Buşeyr gibi münafıkların çeşitli
yalanlarına kanarak hâinlerin müdafii olma; onlara arka çıkma.
Allahu Ta'âlânın bu âyet-i kerîmedeki hitabı, tıpkı
Mâide sûresinin 48 inci âyetindeki hitabı gibidir. Şu farkla ki, yukarıdaki
âyetlerde sözü edilenler genel manâda münafıklar olduğu halde, Mâide sûresinin
âyetinde ehl-i kitaptır. Allahu Ta'âlâ bu âyette şöyle buyurmuştur: "(Ey
Muhammedi) Bu Kitab'ı sana, kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara
karşı bir şâhid olmak üzere hak ile indirdik. Binâenaleyh aralarında Allah'ın
indirdiğiyle hükmet; sana gelen haktan (yüz çevirip) onların hevâ ve
heveslerine uyma".
Yukarıdaki zikrettiğimiz sebeb-i nüzul olan
hâdiselerin ışığında, âyet-i kerîmeden anlaşılan manâ şudur ki, herhangi bir
dâvada taraflar arasında hüküm vermek durumunda olan kimse, dâva konusu oian
meseleyi iyice incelemeden ve onun özüne tam manâsıyle vakıf olmadan, sadece
taraflardan birinin güzel konuşmasına ve delillerini ustalıklı kullanıp
kendisini hasmından daha kuvvetli göstermesine al-danarak onun lehine hüküm
vermekte acele etmemelidir. Zira Ubeyrik oğulları gibi öyle münafıklar vardır
ki, bunlar bazan peygamberleri bile yanıltırlar ve bir kimsenin hakkının, hak
sahibi olmayan bir muhasıma verilmesine sebep olurlar. Bu ise, Hazreti
Peygamberin daha önce işaret ettiğimiz hadîsinde zikredilen ateşten bir parça,
veya ateşten bir gömlek olur ve ona sahip çıkanın sırtına.geçer.
Âyet-i kerîmedeki "Kitab'ı sana, insanlar
arasında Allah'ın sana bildirdiği ile hükmetmen için hak ile indirdik."
ibaresinin delâlet ettiği manâya istinaden bazı müfessirler, Hazreti
Peygamberin bütün hükümlerinin vahye dayalı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Zira
âyet-i kerîmede yer alan ve "Allah'ın sana bildirdiği (veya gösterdiği)
ile hükmet," manâsına gelen bi-mâ erâfllahu ibaresi, Hazreti Peygamberin
verdiği her hükümde Allah'tan kendisine gelen bir bilgi bulunduğuna delâlet
eder ki, bu bilginin vahiyden başka bir şeyle izah edilmesi mümkün değildir.
Nitekim Ömer İbnu'l-Hattâb (r.a.)'m da bu manâyı teyiden şöyle dediği rivayet
olunmuştur: "Hiç kimse, Allahu Ta'âlânın bana bildirdiği şekilde
hükmettim, demesin; zira bu, sadece
Peygambere aittir. Biz ise, ancak kendi re'yimizle
hükmederiz; bu da ilim değil zandır".
Bazı usûlcüler ise, âyet-i kerîmedeki bu ibarenin iki
manâya muh-temil bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Birincisine göre
"Allah'ın sana bildirdiği ile hükmet" ibaresi, "Allah'ın
Kur'ân'da sana nassını bildirdiği ile hükmet." manâsındadır ki, Hazreti
Peygamber, Kur'ân'da yer alan bir nassa göre hüküm verdiği zaman, hiç şüphesiz
hükmü vahye dayanmış olur. İbarenin ikinci manâsı, "Kur'ân'ın muhtelif
hüküm ve delilleri ışığında, Allah'ın, senin re'y ve içtihadın vasıtasıyle sana
gösterdiği yolda hükmet." demek olur ki, bu takdirde Hazreti Peygamberin,
hakkında nas bulunmayan meselelerde kendi ictihadiyle hüküm verdiği anlaşılır.
Hazreti Peygamber, hiç şüphesiz, bir takım meselelerde
kendi ictihadiyle de hüküm vermiş ve hattâ içtihadında hataya düşüp
düşmeyeceği ihtilaflı bir konu olarak münâkaşa edilmiş olsa bile, bazı ictihadlannın
vahiyle tashih edildiği gözönünde bulundurularak, ictihad-lannda bazan hatâ
yapabileceği bile ileri sürülmüştür.
Ancak bütün bu münakaşalar bir yana, yukarıdaki âyet-i
kerîme, kanaatımızca ictihadla ilgisi bulunmayan, yahut başka bir ifadeyle içtihadı
konu edinmeyen, fakat Allah'ın kendisine indirdiği Kur'ân'la hükmetmesini
Rasûlüne emreden bir manâda gelmiştir. Binâenaleyh Allahu Ta'âlâ Hazreti
Peygambere Kur'ân ile hükmetmesini emrettikten sonra, Rasûlünü, düşmesi
muhtemel büyük bir hatâya karşı uyarmış ve hâinler için suçsuz kimselere hasım
olmamasını istemiştir. Zira Hazreti Peygamber Ubeyrik oğullarının İslâm'ına ve
yalancı şâhidlerin sözlerine güvenerek neredeyse onların suçsuzluğuna, fakat
asıl suçsuz olan yahudînin veya diğerlerinin zırhı çalan kimseler olduklarına
hükmedecekti. Bu ise, işlediği hırsızlık dolayısıyle gerçek manâda suçlu olan
ve bu yüzden nefsine karşı hıyanet etmiş sayılan bir münafığın suçsuz kimselere
karşı avukatlığını yapmak manâsına gelebilecek bir İşti ve büyük bir vebali
gerektiriyordu.
106 Nitekim Allahu Ta'âlâ Peygamberine, Kur'ân'la
hükmetmesini ve hâinlerin müdafii olmamasını emrettikten sonra, insanlar
arasında hüküm verirken, düzgün konuşan, sahte deliller ve yalancı şâhidlerle
kendilerini hak sahibi gibi gösteren kimselere meyletmiş olmaktan dolayı da
onun Allah'tan af ve mağfiret dilemesini istemiştir.
Yukarıda da açıkladığımız gibi, herhangi bir dâvada
muhasım olan taraflar arasında hüküm vermek durumunda olan bir kimsenin, kesin
olmayan delillere ve bilhassa zahire göre hüküm vermesi halinde hatâya
düşme ihtimali çoğalır ve bu hatâ da, hakkın sahibine
ulaşmasına engel olabilir. Bu ise, hüküm veren kişi için vebali ve dolayısıyle
Allah'tan af ve mağfiret dilemesini gerektiren bir iş olur. Âyet-i kerîmenin yukarıda
zikrettiğimiz nüzul sebeplerinden de anlaşılacağı üzere, Ubeyrik oğullan
tarafından çalınan bir zırh, dâva konusu olarak Hazreti Peygambere aksettirilmiş,
o da, Ubeyrik oğullarının müslüman olmalarını ve şâhidlerin de onlar lehinde
şâhidlik etmelerini gözönünde bulundurarak onların suçsuz oldukları hususunda
bir kanaata sahip olmuştu. Ancak bu kanaatini bir hüküm olarak açıklamadan ve
Ubeyrik oğullarının suçsuz olduklarını ilân etmeden, Allahu Ta'âlâ bu âyetleri
indirmiş ve Rasûlünü büyük bir hataya düşmekten alıkoymuştur. Bununla beraber
yine de Ubeyrik oğullarının suçsuzluğu hususunda yanlış bir kanaata varmış
olmasından dolayı Allah'tan af ve mağfiret dilemesini emretmiştir ki bu, hak
tevziinde adalete verilmesi gereken önemin derecesini gösterir.
Bazı müfessirler, Allah'tan af ve mağfiret dileğini,
Hazreti Peygamberde bulunması muhtemel bazı eğilimleri gözönünde bulundurarak
açıklamaya çalışmışlardır. Bu ihtimallerden birincisi, Hazreti Peygamberin,
Tu'ma İbn Urbeyrik'in müslüman olması dolayısıyle onun yönüne meyletmiş
olmasıdır. İkinci ihtimal, Tu'ma taraftarlarının Tu'ma lehinde şâhidlik
etmeleri ve onları yalanlayacak hiçbir delilin bulunmaması dolayısıyle, zırhı
çaldığı ileri sürülen yahud? aleyhine hükmetmeyi düşünmüş olmasıdır. Üçüncü ihtimal
de, istiğfar emrinin Hazreti Peygamberin kendisi için değil, fakat Tu'ma'yı
müdâfa eden ve onun suçsuzluğunu ileri sürerek beraetini isteyen Tu'ma
taraftarları için olmasıdır. Zira bunlar Tu'ma'nın suçsuzluğunu ileri sürerek
onun lehinde şâhidlik etmekle büyük bir günâh işlemişlerdir. Allahu Ta'âlâ da
Peygamberine onlar için istiğfar etmesini emretmiştir. Bu üç ihtimalden ilk
ikisi, Hazreti Pegyamberin Tu'ma lehinde bir kanaata sahip olması yönünden
gerçeğe daha yakın görünürse de, üçüncü ihtimal, ibarenin siyak ve sibakından
anlaşılan manâya daha uzak görünmesi itibariyle hiç vârid değildir. Zira âyet-i
kerîmede, Hazreti Peygamberin başkaları için mağfiret dilemesi gerektiğine
delâlet edecek hiçbir işaret yoktur. Buna karşılık suçlu olduğu halde aleyhine
hiçbir delil bulunmayan Tu'ma'nın müslüman oluşu ve arkadaşları tarafından da
müdâfa edilişi, Hazreti Peygamberin hatalı olarak onun lehinde bir kanaata
varmasının başlıca sebepleri olmuştur. Allahu Ta'âlâ Peygamberini İşte bu hatâ
sebebiyle istiğfara davet etmiş, sonra da Allah'ın çok bağışlayıcı ve çok
merhametli olduğunu beyanla yine Peygamberine şöyle buyurmuştur:
107 İrtikâb
ettikleri ağır suçtan ve kazandıkları büyük günâhtan dolayı nefislerine
hıyanet eden kimseleri müdâfa edip onlar için mücadeleye kalkışma. Onların
avukatı ve hıâmisi olma.
Nefse hıyanet, Allah'ın insana tevdi ettiği emaneti
Allah'a iade etmemesi ve böylece nefsi aldatması ve işlediği ağır suç ve
kazandığı büyük günâhla onu ıkaba ve dolayısıyle zarara maruz bırakmasıdır. Bu
sûrenin "Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor."
mealindeki 58 inci âyetini tefsîr ederken de açıkladığımız gibi, emanet,
muhafazası için insana bırakılmış olan ve vakti geldiğinde sahibine iade
edilmesi gereken şeylerdir. Bir insanın üzerinde bulunan başkasına âit herhangi
bir mai, ona tevdi edilmiş bir emanet olduğu gibi, Allah'ın, Peygamberi
vasıtasıyle kullarına duyurduğu bütün emir ve nehiyler de birer emanettir ve
insan bunlara uyduğu takdirde bu emanetleri eda etmiş olur. Keza insanın kendi
üzerinde bulunan nefsine âit bazı haklar da vardır ki, bunlar da birer
emanettir ve insan, nefsine karşı bunlardan sorumludur. Meselâ insanın kendisi
için dîninde ve dünyasında iyi ve faydalı olan şeyleri yapması, dünyasına ve
âhıretine zarar verecek şeylerden de sakınması gerekir. Eğer bunlara riayet
etmez ve nefsinin gerek dünyada ve gerekse âhırette ıkaba maruz kalmasına
sebep olacak ameller işlerse, nefsini aldatmış, ona hıyanet etmiş olur. Oysa
Allah, hıyaneti itiyad haline getirenleri asla sevmez. Zira bunlar, dünyada ve
âhırette kendilerine zararı dokunacak olan amelleri işlemekten çekinmezler ve
Allah'ın ıkabından korkmazlar. Keza insan nefsini tezkiye edip yüceltmek için
gönderdiği emir ve nehiylerine uymak yerine bunlara karşı çıkarlar, haramını
helâl, helâlini de haram kılarak en büyük zulmü işlerler.
108 Fakat ne garibtir ki, Allah'ın emanetine
hıyanetle nefislerine zulmeden bu hâinler, işledikleri bu günâhları
insanlardan gizlerler ve yaptıklarını "aman kimse görüp duymasın."
diyerek gizlilik içinde yaparlar da, Allah'tan gizlemezler, gizlemek lüzumunu
duymazlar. Yaptıklarını insanlardan gizlemeleri, ya onlardan korkmaları, ya da
utanmaları do-layısıyledir. Fakat bu hâinler, Allah'a karşı işledikleri ağır
suçtan ve büyük günâhtan dolayı, Allah'tan ne korkarlar ve ne de utanırlar.
İşte onlarda görülen bu davranış, Allah'a olan îmanlarının çok zayıf ve çok
noksan olmasından kaynaklanır. Eğer onlar Allah'a tam manâsıyle îman etmiş
olsalardı, Allah'ın her an kendileriyle beraber bulunduğunu, yaptıklarını ve
yapacaklarını ilmiyle çepeçevre kuşattığını
bilirler ve günâh üzerinde ısrar etmek yerine, iradeleri dışında
işledikleri bir tek günâh yüzünden bile bin kere pişmanlık duyup Allah'tan af
ve mağfiret
dilerlerdi.
Fakat onlar böyle yapmamışlar, günâh üstüne günâh İşleyerek Allah'ın menettiği
çok çirkin bir yola sülük etmişlerdir. Bu yolun sonunda, yaptıklarının
karşılığını elbette göreceklerdir.
109 Ailahu Ta'âlâ, yukarıdaki âyetlerin ilkinde
Hazreti Peygambere hitapla "biz, Kitab'ı sana insanlar arasında, Allah'ın
sana gösterdiği şekilde hükmetmen İçin hak ile indirdik." buyurarak onu,
işledikleri bir hırsızlık suçu ile nefislerine hainlik eden ve hıyanetlerini de
inkâr ile kendilerini temize çıkarmaya çalışan hâinleri müdâfa etmekten
sakındırıp koruduktan ve bunların, suçlarını nasıl insanlardan gizleyip
Allah'tan gizlemediklerini beyan ettikten sonra, suçluları asıl koruyan ve
onların müdâfasını yaparak suçu bir yahudîye veya bir başkasına yüklemeye
çalışan kimselere hitap ederek şöyle buyurmuştur:
Ey o hâinlerin avukatlığını ve hâmiliğini yapan
kimseler! İşte siz bütün gücünüzle ve bütün maharetinizle o hâinleri müdâfa
edip onların suçsuz olduklarına herkesi inandırmaya çalıştınız. Bir çok kimseyi
de inandırdınız. Öyle ki, aranızda bulunan ve dâvanıza bakan Peygamberi bile
neredeyse buna inandıracaktınız. Dünya hayatında, delil yokluğundan da istifade
ederek suçunu inkâr eden bir çok suçluyu koruyup onların suçsuz olduklarına
herkesi ikna edebilirsiniz. Yâ âhırette?! Âhırette de bunu yapabilir misiniz?
Suçluyu da suçsuzu da bütün âmelleriyle bilen, her şeyi ilmiyle kuşatan, hasmı
da hâkimi de yalnız Allah olan o mahkeme-i kübrâda bu hâinlerin avukatlığını
kim yapacak? Kıyamet günü, herkesin iyi kötü bütün amellerini gözleri önüne serdiği
zaman, bugün müdâfasını yaptığınız o hâinleri, o gün Allah'a karşı kim müdâfa
edecek? Hayır; hiç kimse kıyamet günü onların müdâfasını yapamayacaktır.
İnfitâr sûresinin 19 uncu âyetinde de beyan edildiği üzere, "o gün, hiç
kimsenin hiç kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir yalnız
Allah'ındır". Bu itibarla hiç kimse, dünyada olduğu gibi rüşvetle, veya
şunun bunun tavsiye ve telkîni ile, haksız da olsa, kendi lehine hüküm
çıkartabileceğini zannetmesin. Orada herkes yalnız kendi yaptıklarıyle alınacak
ve yalnız kendi yaptıklarının karşılığını görecektir. Bununla beraber, ey
nefislerine hıyanet edenler, vakit yine de geçmiş ve her şey bitmiş değildir;
zira:
110. Her kim bir kötülük işler, yahut nefsine zulmeder,
sonra da Allah'tan mağfiret dilerse, Allah 'ı çok bağışlayıcı, çok merhametli
bulur.
111. Kim bir
günâh kazanırsa, onu ancak kendisi için kazanmış olur. Allah, her şeyi hakkıyle
bendir, hikmet sahibidir.
112. Kim de
kasıtsız bir hatâ işler, yahut bir günâh kazanır, sonra da onu bir suçsuzun
üstüne atarsa, o, elbette bir iftira ve apaçık bir günâh yüklenmiş olur.
110 Evet; hiç kimsenin hiç kimseye yardım edemeyeceği,
her nefsin yalnız kendi derdiyle uğraşacağı o kıyamet günü emir yalnız
Allah'ındır ve o gün herkes kendi yaptıklarından hesap verecek ve yalnız kendi
yaptıklarının karşılığını görecektir. Fakat o gün henüz gelmemiştir ve gelmesi
de pek yakındır. Bu itibarla dünya hayatında işledikleri büyük kötülükler ve
kazandıkları ağır günâhlarla nefislerine zulmedenler için dünyada her şey
bitmiş değildir. Zira kim büyük olsun küçük olsun bir kötülük işler, yahut
işlediği bir günâhla nefsine zulmeder, sonra da bu günâhtan dolayı Allah'tan af
ve mağfiret dilerse, günâhı ne kadar büyük olursa olsun, Allah onun bu dileğini
geri çevirmez, kullarına karşı merhametinin çokluğu dolayısıyle onun günâhını
bağışlar. Yukarıdaki â-yet-i kerîme buna delâlet ettiği gibi, Hazreti
Peygamberde, Ahmed İbn Hanbel [192]ve Sünen sahiplerinin
Ebû Bekr es-Sıddîk'tan rivayet ettikleri bir hadîsinde şöyle buyurmuştur:
"Günah işleyen hiçbir kul yoktur ki, güzelce abdest alıp dosdoğru İki
rekât namaz kıldıktan ve günâhı dolayısıyle Allah'tan af ve mağfiret
diledikten sonra, Allah onun günâhını bağışlamasın". Binâenaleyh kim bir
günâh işleyip başkasına kötülüğü dokunur, yahut nefsine zulmetmiş olursa, her
şeyin bittiğini ve kurtuluş yolunun da kapandığını zannedip ümidsizliğe
düşmesin ve şunu hiçbir zaman unutmasın ki, Allah, insanın dünya yüzünde kalmış
olduğu hayatı boyunca bu kapıyı ona hiç kapamaz ve mağfirette bulunmak için
onun mağfiret dilemesini bekler. Mağfiret dilediğini görünce de ona mağfiret
eder.
Kulun, Rabbı tarafından mağfiret olunduğunu, yahut
başka bir ifade ile günâhlarının O'nun tarafından bağışlandığını anlaması ve
bunu bizzat kendi üzerinde hissetmesi, hiç de imkânsız bir olay değildir. Her
günahkâr kul bunu deneyebilir ve Rabbı tarafından mağfiret olunmanın veya
bağışlanmanın hudutsuz zevkine varabilir. Bunun için, nefse ağır gelen bir yük
altına girmeye de hiç gerek yoktur. Her günahkâr, Rabbı tarafından
bağışlanacağı inancı içinde ve hulûsu kalb ile Allah'tan mağfiret dilesin ve
buna bir süre devam etsin. Eğer nefsinde, daha önce büyük bir arzu ve iştiyak
ile işlediği kötü amellere ve haram fiillere karşı
bir nefret ve tiksintinin, buna karşılık hayırlı
amellere karşı büyük bir arzu ve iştiyakın belirdiğini hissedecek olursa, bu,
Rabbı tarafından bağışlandığının en kuvvetli ve en belirgin delilini teşkil
eder. Allah'ın mağfiretine mazhar olan bir kulun, bunu bizzat kendi nefsinde
hissetmesinden daha zevkli ne olabilir? Böyle bir netice, hiç şüphesiz, Allahu
Ta'âlânın kulları hakkında çok merhametli ve çok bağışlayıcı olmasındandır.
Görüldüğü gibi âyet-i kerîme, işlediği kötülükle ya
başkasına, ya da kendi nefsine zarar veren günahkâra, günâhtan kurtuluş yolunu
göstermiştir ki, bu yola sülük olunduğu takdirde hedefe ulaşmaktan şüphe etmek
için hiçbir sebep yoktur. Yeter ki kul, günâhından kurtulmak hususunda istekli
ve bu isteğinde samimi olsun..
111 Kulun kendi günâhından kurtulmaya istekli olması
veya olmaması, elbette yine kendisini ilgilendiren bir husustur. Çünkü günâhı
işleyen ve işlediği anda ondan zevk alan veya aldığını zanneden yine
kendisidir. Fakat aldığını zannettiği bu zevk, nefsi aleyhine bir vebal ve
dolayısıyle bir zarardan ibarettir. Nitekim pek çok kimse vardır ki, işlediği
suçun suç olduğunu bilmediği ve onaterettüb eden cezadan da habersiz olduğu
için, işlediği kötü amelden kazançlı çıktığını düşünür ve bundan zevk alır.
Halbuki o, işlediği amelle cezasını dünya ve âhırette mutlaka çekeceği bir
günâh kazanmıştır ve bağışlanmadığı takdirde bu acı akıbetten kurtulması asla
mümkün değildir.
Allah'ın insanlar için ve insanların sadece
menfeatlanmaları için bir takım hükümler koyması, sonra da onları bu hükümlere
uymakla mükellef kılması, O'nun her şeyi çepeçevre kuşatan hudutsuz ilminin
tabiî bir neticesidir. Hiç kimse O'nun bu ilmini inkâr etmedikçe, vazettiği
ahkâmın insanlara zararlı olduğunu, yahut en azından hiçbir faydası
bulunmadığını, yahutta zamanı geçmiş ve tatbik kabiliyeti kalmamış bir takım
sözlerden ibaret olduğunu iddia edemez. Keza Allah'ın, bu ahkâmı vazettikten
sonra onlarla amel etmeyen, veya onlara karşı çıkıp dil uzatan kimseler için
de, zararı yine kendilerine dokunacak kötü akıbetler hazırlaması da, O'nun
hikmeti gereğidir. Çünkü Allah, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır; aynı zamanda
hikmet sahibidir.
112. Bir evvelki âyet-i kerîmede de beyan edildiği
üzere, büyük veya küçük, bilerek veya bilmeyerek kim bir günâh işlerse, bu
günâhın vebali kendisine aittir. Hiç kimseye bir başkasının işlediği günâhın
vebali yüklenmez. En'âm sûresinin 164 üncü âyetinde de ifade olunduğu üzere
"herkesin kazandığı sadece kendisine aittir. Hiçbir günahkâr
nefis,başkasının günâhını yüklenmez" Böyle olduğu halde, bir kimse hatâ ile,
gayr-i kasdî bir günâh işler, yahut günâh olduğunu bile bile daha büyük bir
günâha bulaşır, sonra da kendini temize çıkarmak için, işlediği günâhı, yahut
suçu, suçsuz olan başka birinin üstüne yıkarsa, bundan daha büyük bir günâh ve
bundan daha büyük bir iftira olamaz. Nitekim bu âyetlerin nüzulüne sebep olan
Ubeyrik oğulları hâdisesi bunun en açık misalini teşkil eder. Medîne'de yaşayan
ve Ubeyrik oğulları denilen bir aileden bazı kimseler, Rufâ'a İbn Zeyd'e âit
bir zırh çalmışlar, hırsızlıkları anlaşılınca da, suçu biryahudînin üstüne
atmışlardı. Ubeyrik oğullan müslümandı ve böyle bir suçjşlememeleri gerekirdi.
Fakat bu suçu işlediklerine ve onu da bir başkasının üstüne yıktıklarına göre,
onların gerçek manâda müslüman olduklarını kabul etmek elbette mümkün
değildir. Bununla beraber zahirde müslüman olan, fakat içlerinde küfür besleyen
kimselere münafık denildiği ve Hazreti Peygamberin Medîne döneminde bunların,
müslümanları bir hayli meşgul ettikleri de bilinen hususlardandır. Hırsızlık
hadisesiyle ilgili olarak nakledilen haberlerde de görüldüğü üzere, zırhı
çaldığı anlaşılan Ubeyrik oğullarından Buşeyr'in yahut Tu'ma'nın sonradan
müslümanlardan ayrılıp müşriklere katılması da, münafıkların, kalblerinde
îmandan çok küfrü yaşattıklarını gösteren delillerden biridir. Binâenaleyh bu
gibi kimselerden hayırlı bir amel, yahut hayırlı bir iş beklemek beyhudedir.
Bazan samimi bir müslümanın da bilmeyerek, iradesi dışında bir hatâ yapması
mümkündür. Ancak bu hatâyı yapan müslüman, aklı başına gelip de yaptığı işin
çirkinliğini farkettiği zaman pişmanlık duyar ve Allah'tan af ve mağfiret
diler; aynı hatayı bir daha yapmamak için O'nun yardımını ister. Oysa yukarıda
üzerinde durduğumuz hâdisede zırhı çalan Buşeyr, yaptığı hırsızlık ortaya
çıktıktan sonra dahi Allah'tan af ve mağfiret dilemeyi düşünmemiş, aksine önce
yaptığı işi inkâr etmiş, sonra da onu başkalarının üstüne atarak günâh üstüne
günâh işlemiştir. Hattâ o derece büyük günâh işlemiştir ki, bu günâh,
kendisinin gerçek kimliğini ortaya çıkarmasına bile vesile olmuştur: Buşeyr,
müslümanlar arasında yaşayan bir münafık iken, sonradan yüzündeki nifak
perdesini çıkarmış ve müşrik kimliğini ortaya koymuştur. Bu gün bile Buşeyr
tipi ne kadar çok İnsan vardır! Hem müslüman olduğunu söyler, hem de ya utanarak
ve sıkılarak, yahutta yakalandığı zaman başına geleceklerden korkarak
başkalarının hakkını üzerine geçirmeye çalışır. Yakalandığı zaman da, pişkinlik
içinde masum olduğunu ileri sürüp suçu başkalarının üstüne yıkmaya çalışır.
Fakat kalblerinde îmandan eser bulunmadığı için, işledikleri günâh yüzünden
Allah'a karşı ne utanç duyarlar, ne de O'nun ıkabından korkarlar.
113. Eğer
sana Allah'ın fazl u inayeti ve rahmeti
olmasaydı, o hâinlerden bir gurup seni bile
|şaşırtmaya kalkışırdı. Halbuki onlar, ancak kendilerini şaşırtırlar ve sana hiçbir
şeyle zarar veremezler. Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve bilmediğin
şeyleri de öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki fazl u inayeti çok büyüktür.
113 Allahu Ta'âlâ, bu âyetinde, yukarıdan beri
üzerinde durulan konu ile ilgili olarak Peygamberine hitap etmiş ve şöyle
buyurmuştur: Ey Muhammedi Allah seni kavmin içerisinden seçip büyütmüş ve bütün
insanlara ışık tutman ve doğru yolu göstermen için seni peygamber olarak
terbiye edip yetiştirmiştir. Üzerindeki fazl u inayetiyle seni büyük küçük her
çeşit hatâdan ve günâhtan masun kılmış ve bütün insanlara uyulması gereken
örnek bir insan olarak göstermiştir. İşte şimdi de Allah, yine üzerindeki fazla
inayetiyle ve rahmetinin çokluğu ile seni büyük bir hatâya düşmekten ve
hâinlerin yardımıyle başka hâinleri müdâfa etmekten korumaktadır. Eğer Allah'ın
fazl u inayeti ve hudutsuz rahmeti olmasaydı, işledikleri günâhlarla
nefislerine hıyanet eden o kimseler, asıl suçlular hakkında vereceğin hükümde
seni yanıltırlar, haktan ve adaletten uzaklaştırarak bâtılın müdafii ve hâinin
koruyucusu yaparlardı. Bunu da, yalancı şâhidlerle suçluyu temize çıkararak,
suçsuz yahudîyi de suçlayarak kolayca başarabilirlerdi. Sen de onların iddia
ve iftiraları karşısında bir müslümanın herhangi bir yahudîye nis-betle hakka
daha yakın olduğunu düşünerek zahire göre hüküm verir ve suçluyu beraet
ettirirdin. Fakat bunların hiçbiri olmamış ve hâinler seni yanıltmadan ve sen
suçlunun beraetine hükmetmeden Rabbın vahiyle gerçeği sana haber vermiş ve seni
böyle bir hatâya düşmekten alıkoymuştur. Kısacası Allah'ın fazl u inayeti ve
rahmetiyle hâinler seni şaşırtıp hak yoldan ayıramamışlar ve hiçbir surette
sana zarar verememişlerdir. Aksine onlar, İslâm'ın hidayet ettiği doğru yoldan
uzaklaşarak kendi kendilerini şaşırtmışlar ve kendilerine zarar vermişlerdir.
Ey Muhammedi Rabbının en büyük fazlı, hiç şüphesiz
sana Kitab ve hikmeti indirmesi ve bilmediğin şeyleri öğretrnesidir. Bu
hudutsuz nimetlerle seni teyid etmesi ve bütün İnsanlara son Peygamber olarak
göndermesi dolayısıyledir ki, senin, Rabbına en çok şükreden kul olman
gerektiği gibi, senin gibi bir Peygambere tâbi olması itibariyle ümetinin de
şükür hususunda senden geri kalmaması gerekir.
114, Bir
sadakayı, yahut bir iyiliği, yahutta insanlar arasını düzeltmeyi
emredenlerinki dışında, gizli gizli konuşup fısıldaşmalarının çoğunda hayır
yoktur. Her fam bunları sırf Allah'ın rızasını kazanmak mak~ sadvyle yaparsa,
ona büyük mükâfat vere-ceğiz.
115. Her kim,
kendisine, doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder ve
mü'minlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, onu girdiği yolda bırakır ve
cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir yerdir.
Allahu Ta'âlâ, bir yandan Ubeyrik oğullanyle ilgili
konuya bu âyetlerinde de devam ederken, bir yandan da toplumları, boş ve
faydasız olan, üstelik son derece zararlı bulunan bir davranışa karşı uyarmış
ve onu bazı istisnâlarıyle haram kılmıştır. Bu davranış, toplum içerisinde insanların
üçer beşer kişilik guruplar meydana getirerek kendi aralarında gizli gizli
konuşmaları, fısıldaşmaları, müzakere ve müşaverelerle bir takım plânlar
hazırlamalarıdır. Genellikle başkalarının aleyhine tezahür edebilecek olan bu
çeşit guruplaşmalar, toplantılar, gizli müzakere ve müşavereler, toplumun bölünüp
parçalanmasına ve toplum ferdleri arasına kin ve düşmanlık tohumları atılmasına
sebep olur; çok geçmeden de, herkes tarafından sebebi ve
menşei anlaşılamayan bir huzursuzluk ve tedirginlik toplum üzerine bir kâbus
gibi çöker.
Âyet-i kerîmede sözü edilenler, yukarıda tefsîrini
yaptığımız âyetlerde kendilerinden söz edilen Ubeyrik oğulları ve onların
yandaşlarıdır. Buşeyr'in veya Tu'ma İbn Ubeyrik'in hırsızlığı ortaya çıktıktan
ve mesele Hazreti Peygambere aksettirildikten sonra bunlar bütün gece boyunca
toplanmışlar ve meseleyi müzakere ederek suçun inkârı ile başka birinin üstüne
atılması için plânlar hazırlamışlardır. Nitekim 108 inci âyette Al-lahu Ta'âlâ
bu tertiplerine işaret ederek "bunlar hainliklerini insanlardan gizlerler
de Allah'tan gizlemezler. Halbuki O, razı olmayacağı bir sözü onlar geceden
düzüp kurarlarken onlarla beraberdir, Allah, onların yaptıklarını ilmiyle
çepeçevre kuşatmıştır." buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı
gibi, yukarıdaki âyette Allahu Ta'âlânın hayırsız olarak tavsif ettiği gizü
konuşma ve fısıldaşmalar, örneği Ubeyrik oğullarının hırsızlığı örtbas ederek
suçu bir yahudîye yüklemek için aralarında yaptıkları toplantıda görülen gizli
konuşma ve fısıldaşmalardır ki, bunlar, insanlardan gizlense bile Allah'tan gizlenemez.
Allah, ilmiyle her şeyi çepeçevre kuşatmıştır. O halde insanlardan gizli olarak
yapılan ve onların hayrına olabilecek hiçbir hedefe yönelmeyen toplantılar,
müzakere, müşavere ve münâkaşaların hiçbirinde hayır yoktur. Allahu Ta'âlânın
hoşnud olmadığı bu gibi davranışlardan şiddetle kaçınmak ve Allah'ın koyduğu
bir hududu tecavüz etmemek her müslümanın üzerine vâcibtir. Bununla beraber
eğer bu gibi toplantılar, müzakere ve müşavereler, insanların hayrına
yöneltilir ve sadece hayırlı neticelerin istihsali için yapılırsa, bunda
elbette bir kötülük yoktur. Bu konuyla ilgili olarak Allahu Ta'âlâ şöyle
buyurmuştur:
114. Bir sadakayı, yahut bir iyiliği yakutta insanlar
arasını düzeltmeyi emredenlerinki dışında, gizli gizli konuşup
fısıldanmalarının çoğunda hayır yoktur. Her kim bunları sırf Allah'ın rızasını
kazanmak maksadıyle yaparsa, ona büyük mükâfat vereceğiz:
115.Her kim,' kendisine doğru yol apaçık belli olduktan
sonra Peygambere muhalefet eder ve mü'minlerin yolundan başka bir yola tâbi
olursa, onu girdiği yolda bırakır ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir
yerdir.
114 Nefislerine hainlik edenlerin, geceden düzüp
kurarak insanlardan gizledikleri Allah'ı hoşnud etmeyecek sözlerin hiçbirinde
hayır yoktur. Çünkü İslâm, çatısı altında toplanan bütün müslümanları
biri-birinin kardeşi yapmış ve biribirine kopmaz bağlarla bağlamıştır. Dinleri,
inançları, duygu ve düşünceleri bir ve aynı olan ferdlerin oluşturduğu
toplumlarda insanların biribirleri aleyhine tertiplere girmeleri ve gizli
faaliyetlerde bulunmaları olacak işlerden değildir. Bununla beraber eğer İslâm
toplumunda üç beş kişi biraraya gelip gizli gizli fısıl-daşır ve başkaları
aleyhine bir takım plânlar hazırlayıp bunların tatbik yollarını araştırırsa,
bunları, İslâm toplumuna nifak sokmaya çalışan kimseler olarak tavsif etmekte
hiçbir mahzur yoktur. Nitekim Tu'ma İbn Ubeyrik, hırsızlığı ortaya çıktıktan
kısa bir süre sonra müslümanlardan ayrılarak müşriklere katılmış ve böylece
müslümanlar arasında kaldığı sürece hangi duygu ve düşünceler içinde vakit
geçirmiş olduğunu bütün açıklığıyle gözler önüne sermiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, muhtelif sûrelerinde gizli yapılan
toplantılardan ve bu toplantılardaki gizli görüşmelerden söz etmiş ve ne derece
gizlemiş olurlarsa olsunlar, Allah'ın her şeyi bildiğini ve ilmiyle her şeyi
çepeçevre kuşattığını haber vererek münafıkları yaptıklarından dolayı şiddetle
kötülemiştir. Mücadele sûresinin 7 inci ayetinde, gizli konuşanların hiçbir
şeyi Allah'tan gizleyemeyecekleri manâsında, şöyle buyurulmuştur:
"Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini bilmiyor musun? Üç
kişinin hiçbir gizli konuşması yoktur ki, Allah dördüncüleri olmasın. Beş
kişinin hiçbir gizli konuşması yoktur ki, Allah altıncıları olmasın. İster bundan
daha az, ister daha çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, O onlarla
beraberdir; sonra da kıyamet günü kendilerine yaptıklarını haber verecektir.
Allah, her şeyi hakkıyle bilendir".
Mücadele sûresinin bunu takip eden 8 inci âyetinde,
münafıklardan söz edilerek, gizli toplantılardan ve gizli görüşmelerden
menolun-dukları halde, bu işi yine de nasıl sürdürdükleri ve gizli konuşmalarında
neler söyledikleri Allahu Ta'âlâ tarafından Peygamberine haber verilmiş ve
şöyle buyurulmuştur: "Gizli toplantılardan menolunup da, sonra menolunduklan
şeye tekrar dönerek, günâh, düşmanlık ve Peygambere karşı gelmek hususunda
gizli gizli konuşanları bilmiyor musun? Sana geldikleri zaman, seni, Allah'ın
seni selâmladığı bir şekilde selâmlıyorlar. Kendi kendilerine de şöyle
diyorlar: Söylediklerimizden dolayı Allah'ın bize azâb etmesi gerekmez mi?
Girecekleri cehennem onlara yeter. Ne kötü gidiştir ol".
Aynı sûrenin müteakip iki âyetinde ise, Allahu Ta'âlâ,
müslümanları kötülük üzere gizli konuşmalardan menederek iyilik ve takva
üzerinde
konuşmalarını
tavsiye etmiş, sonra da gizli konuşmaların menediliş sebebini açıklamıştır:
"Eyîman edenler! Gizli konuştuğunuz zaman, günâh için, düşmanlık için ve
Peygambere karşı gelmek için konuşmayın; iyilik ve takva için konuşun. Kıyamet
günü huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun (Günâh ve düşmanlık için) gizli
buluşup görüşme, îman edenlerin üzülmesi için şeytandandır. Oysa şeytan,
Allah'ın İzni olmadan hiçbir şekilde zararlı olamaz. Bu itibarla mü'minler
yalnız Allah'a güvenip dayansınlar".
Mücadele sûresinden naklettiğimiz bu âyetlerle, gizli
toplantıların ve bu toplantılarda yapılan gizli görüşmelerin ne manâya geldiği
daha açık bir şekilde anlaşılmış olmaktadır. Buna göre, müslümanlar arasına
fitne sokmak, korku salmak, meşru idareyi devirmek, yahut toplumun belli bir
kesimini tedirgin etmek, bir aileye veya bir şahsa eziyette bulunmak gibi
çeşitli sebeplerle yapılan gizli toplantılar, müzakere ve müşavereler, Allahu
Ta'âlânın hoşnud olmadığı davranışlardandır ki, biraz önce zikrettiğimiz âyet-i
kerîmede de beyan edildiği üzere bunlar, müslümanları üzmek ve onlara sıkıntı
vermek için şeytan tarafından tahrik edilen işlerdendir.
Bununla beraber müslümanların biraraya gelip müzakere
ve müşavere ettikleri ve hattâ bazan fısıldaşarak konuştukları başka işler de
vardır ve Allahu Ta'âlâ bunları diğerlerinden ayırmış, bunlar hakkında
toplantı yapıp gizli görüşmelerde bulunmanın hiçbir mahzuru bulunmadığını
beyan etmiştir. Âyet-i kerîmede istisna edilen bu toplantı ve fı-sıldaşmalar,
sadaka vermeyi, iyilik etmeyi ve insanlar arasını düzeltmeyi emreden
kimselerin, bunları gerçekleştirmek maksadıyle yaptıkları toplantı ve
fısıldaşmalardır ki, zaten bu gibi iyilikleri tantana ile ve herkese ilân
ederek yapmakta da hiçbir hayır yoktur.
Allahu Ta'âlânın istisna ettiği ve gizlilik içinde
yapılmasına rıza gösterdiği bu üç hayırlı iş, yani sadaka vermek, iyilik etmek
ve insanlar arasını düzeltmek, hepsi de akla gelebilecek diğer bütün hayırları
ve iyilikleri şâmildir ve dolayısıyle yapılacak olan her iyiliğin gizlilik
İçinde yapılmasında, gerek iyiliği yapanlar yönünden ve gerekse iyiliğe
muha-tab olanlar yönünden hiçbir mahzur yoktur ve belki gizli yapılmasında daha
çok hayır vardır. Nitekim âyet-i kerîmede zikredilen üç hayırlı- işin başında,
ihtiyacı olan bir kimseye sadaka vermek gelir. Bilinen bir gerçektir ki,
sadakanın izharı, yani herkesin gözü önünde verilmesi, sadakayı alacak olan
kimse için rencide edici ve eza verici bir davranıştır. Oysa hiç kimse, maddî
yardımda bulunduğu bir kimseye bu yardım yüzünden eziyet etmek istemez. Nitekim
Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin 271 inci âyetinde şöyle buyurmuştur:
"Eğer sadakaları aşikâre
verirseniz,
bu, iyidir; fakat onu gizleyip de fakirlere verirseniz, sizin için daha
hayırlıdır. Hazreti Peygamber de Buhârî [193]ve Müslim [194]tarafından nakledilen
bir hadîsinde, sadaka veren ve sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek
şekilde gizleyen kimsenin kıyamet günü Allah'ın kendi gölgesinden başka gölge
bulunmayan bir zamanda, kendi gölgesinde barındıracağını müjdelemiştir. Bir
muhtaca verilen sadakanın gizlenmesinde ne derece büyük hayır varsa, sadaka ile
ilgili emrin de gizli olmasında aynı büyüklükte hayır vardır. Keza bazı muhtaç
kişilere yardım maksadını güden gizli toplantıları ve bu toplantılarda yapılan
gizli görüşmeleri de aynı çerçeve içinde mütalâ etmekte hiçbir mahzur yoktur.
Zira muhtaç bir kişiye alenî yapılan yardım o kişi için ne derece rencide edici
olursa, yardım maksadıyle yapılacak alenî toplantıların da aynı derecede ve
hattâ daha çok rencide edici olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. İşte bu
sebepledir ki Ailahu Ta'âlâ bu â-yet-i kerîmesinde gizli konuşup fısıldaşmalann
çoğunda hayır bulunmadığını beyan buyururken sadaka emrini bundan istisna
etmiştir.
İstisna edilen diğer bir husus, marufun, yani iyiliğin
emridir. Böyle bir emir, hiç şüphesiz, hatası, çirkin davranışları ve dîne
aykırı hareketleri görülen kimselere yöneltilir ve kendilerinden bu kötü
davranışları terketmeleri ve doğru yola girmeleri istenir. Ancak insanlar
arasında böyle bir emre muhatab olup da onu sükûnetle karşılayan kaç kişi
çıkar? Özellikle emreden, emre muhatab olanın akranı olursa, emirlerinin
karşısındakini rencide etmeyeceğinden emin olabilir mi? Hele bu emirler
herkesin gözü önünde verilirse, tepki ile karşılanmaması mümkün müdür? Zira bu
gibi durumlarda emri alan, çok defa kendisine tahakküm edilmek istendiğini
düşünür ve eğer bu emir alenî olur ve herkesin gözü önünde verilirse, buna
isyan eder ve emrin gereğini hiç yerine getirmez.
Nihayet insanların arasını bulmak, dargınlıkları
ortadan kaldırmak ve küsleri barıştırmak için girişilen faaliyetlerin de alenî
yapılmak yerine gizli yapılmasında hayır vardır. Zira insanların kendi
şahıslarına taalluk eden ve tamamiyle Özel olan hallerin ortaya dökülüp teşhir
edilircesine didiklenmesi, elbette hiç kimsenin hoşuna gitmez. Hoşa gitmeyen
yöntemlerle neticeye ulaşmak ise, çok defa mümkün olmadığı gibi, sonradan
düzeltilmesi hiç mümkün olmayan kötü neticeler doğurması da çok muhtemeldir. Bu
itibarla bu işlerin de gizlilik İçerisinde yapılmasında elbette büyük faydalar
vardır. Âyet-i kerîmede de bunun diğerlerinden istisna edilmesi bu yüzdendir.
İşte, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gizli
yapılmasında daha çok hayır bulunan bu üç davranışı, kim Allah'ın rızasını
kazanmak için yapar ve kim bu maksatla toplantılar tertip edip müşavere ve
müzâkerelerde bulunursa, Allah ona büyük ecir ve mükâfatlar verecektir. Çünkü
yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu fiiller, bütün hayırları ve iyilikleri
şâmildir ve her kim bunları veya bunlardan birini hayırla neticelenecek şekilde
gerçekleştirmeye girişirse, ruhunu en yüksek fazilete ulaşacak derecede
yükselterek Allah'a yaklaştırmış ve O'nun en büyük ecir ve sevabına hak
kazanmış olur. Bu da ancak İhlasla tahakkuk eder. Yoksa bazı büyüklük taslayanlann
ve sağda solda "biz fulâna şu kadar sadaka verdik.", "biz
fulâna şu iyilikte bulunduk.", "biz şöyle ettik; böyle ettik."
diyerek böbürlenen kimselerin riyaya bulaşmış amelleriyle gerçekleşecek
işlerden değildir.
115 Allahu Ta'âlâ, Allah'ın razısını kazanmak
maksadıyle insanların iyiliğine koşan ve bunun için toplantılar yapıp müzakere
ve müşaverelerde bulunan kimselere hudutsuz mükâfat ve güzel akıbet
va'dettikten sonra, sırf kötülük için toplantılar yapıp gizli plânlar
hazırlayan ve bununla halkı hak yoldan uzaklaştırmayı gaye edinen kimselerin
kötü akıbetlerini beyan etmiş ve buyurmuştur ki: Her kim, hak yol olan İslâm
bütün delil ve huccetleriyle zahir olduktan ve onun zuhuru ile bâtıl ortadan
kalktıktan sonra, yine de İslâm'dan yüz çevirerek Peygambere muhalefet eder ve
mü'minlerin hiç sapmadan takip ettikleri Kur'ân ve Sünnet yolundan sapar, başka
bir yol takip ederse, biz de onu kendi arzu ve isteğiyle tercih edip seçtiği
batıl yolunda şeytanlarıyle başbaşa bırakır, sonra da varacağı cehenneme
ulaştırırız. Orası ne kötü bir menzil, ne kötü bir yerdir.
Âyet-i kerîmede, insanın kendisine sevab veya günâh
kazandıran, yahut kendisini cennete veya cehenneme ulaştıran amelleri hakkında
Allah'ın değişmez sünnetinin apaçık beyanını görmemek mümkün değildir. Buna
göre insan, amel olarak her ne işlerse, bunu hür ve müstakil iradesiyle ve
kendi ihtiyariyle işler. Onun işlemiş olduğu iyi veya kötü amellerde, onu bu
amelleri işlemeye icbar eden ilâhî kudretin hiçbir rolü ve tesiri yoktur. Kim
hak yolu seçer ve o yolda gitmek isterse, Allah onu o yolda bırakır. Fakat kim
de o yoldan sapar ve bâtıla yönelirse, ona da engel olmaz. Bu, Allah'ın
değişmeyen sünnetinin bir gereğidir. Şu var ki Allah, dilerse, günahkâr
kullarından dilediğinin şirk dışındaki günâhlarını bağışlar. Ancak şirk
koşanları asla bağışlamaz. Nitekim bundan sonraki âyetlerinde bu konuya yer
vermiş ve Allah'a şirk koşanların bağışlanmamalarının bazı sebeplerini
zikretmiştir.
[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[2] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[3] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[4][4][4] Sahîh IV.103
[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[6] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[8] Sahih, IV.176
[9] Sahîh, IV.2313
[10] Sahîh 1V.2314
[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[12] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[13] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[14] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[15] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[16] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[17] Sahîh V. 177
[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[19] Sahîh, III. 186
[20] Sahîh, III. 1250
[21] Sahîh, 1.92'in
[22] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[23] Sünen, II. 109
[24] Sünen, IV. 414
[25] Sünen, II, 162
[26] Sahîh, III. 1235
[27] Sünen, II. 107
[28] Sünen, V. 234
[29] Sünen, II. 163
[30] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[31] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[32] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[33] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[34] Sünen, II. 102
[35] Sünen, II. 156
[36] Müsned, II. 278
[37] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[38] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[40] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[41] Sahîh, 111.1316
[42] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[43] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[44] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[45] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[46] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[47] Sahîh, V.178
[48] Sünen, 482
[49] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[52] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[54] Sahîh, 111.149
[55] Sahîh, 11.1067-1073
[56] Sahîh, 11.1074
[57] Sünen, 1.519
[58] Sünen, 1.601
[59] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[61] Sahih, 11.1079
[62] Sünen,\A97
[63] Sönen, III.438
[64] Sünen, VI.110
[65] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[66] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[67] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[68] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[69] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[71] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[72] Sahîh, IV.200
[73] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[74] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[75] Sahîh, III.95,
[76] Sahîh I.92
[77] Sünen, 11.104
[78] Sahih, VI.14
[79] Sahîh, 1.91
[80] Sünen, I. 539
[81] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[82] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[83] Cami, V.237
[84] Müsned, VI.322
[85] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[86] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[87] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[88] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[89] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[90] Sünen, VI.68
[91] Müsned II. 251
[92] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[93] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[94] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[95] Sahih, Vli.78
[96] Sahîh, IV«2025
[97] Sahîh, VII.75
[98] Sahîh, 1.90
[99] Sahîh, III. 123
[100] Santo, III. 1283
[101] Sünen, tf. 632
[102] Sünen, IV. 36
[103]
Sahîh, I. 93
[104] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[105] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[106] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[107] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[108] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[109] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[110] Sahîh, V. 180
[111] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[112] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[113] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[114] Sünen, II. 292
[115] Sahîh, I. 86
[116] Sahîh, 1.279
[117] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[118] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[119] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[120] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[121] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[122] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[123] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[124] Sahîh, VII. 75
[125] Sahîh, 1.90
[126] Sahih, VIII. 43
[127] Sahîh, I. 95
[128] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[129] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[130] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, II. 561-562
[131] Sahîh, Vlll.104
[132] Sahîh, 111.1459
[133] Sahîh, 1.14
[134] Sahîh, I.78
[135] Sahîh, H.244-245
[136] Sahîh, 11.813
[137] Sünen, II.505
[138] Sünen, II.505
[139] Sahîh, III. 1469
[140] Sahîh, VIII. 105-106
[141] Sahth, VII1.212
[142] Sahîh, 111.1337
[143] Sünen, Vl.3
[144] Sahîh, l.155
[145] Sahîh, 1.132; IV.81; V.17
[146] Sahîh, I.425
[147] SaWfyll.118
[149] Sahîh, I. 74
[150]sahîh,\\.7O
[151] Sahîh, IV.1704
[152] Sahîh, I.9, 13; VII. 128
[153] Sahîh, 1.65
[154] Sahîh,\f\\A27
[155] Saft/77,IV.1703
[156] Sahih, V.181
[157] Sahîh, IV.2142
[158] Sahîh, I. 9
[159] d Müsed, II. 180
[160] Sünen, IV. 25
[161] Sünen, VIII. 45,
[162] Sünen, II. İ42'
[163] Sünen, II. 500
[164] Sahîh, VIII. 35
[165] Sahîh, III. 1304
[166] Sahfh, III. 195
[167] Sahîh, I. 92
[168] Müsned, IV-99
[169] Sünen, VII. 81
[170] Din İşleri
Yüksek Kurulu'nun notu:
Yukarıda müellif
tarafından da belirtildiği üzere, İbn Abbas ve onun görüşüne katılanlara göre
bir müslümanı kasden öldüren kişinin tevbesi kabul edilmez, o kişi ebedi olarak
cehennemde kalır. Ancak cumhurun (İslâm bilginlerinin çoğunluğunun) görüşü
böyle değildir. Selef ve haleften İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre Cenab-ı
Hak, kasden cana kıymış olan kişinin tevbesini de, dilerse kabul eder; bu kişi
samimiyetle nedamet duyarak tevbe eder, İyi işler yaparak Cenab-ı Hakk'ın
rızasını kazanırsa, diğer büyük günah işleyen kimseler gibi, onu affeder.
Netikim; Zümer Sûresi'nin 53 üncü âyetinde: "Ey günahta aşın giderek
kendilerine kötülük yapmış olan kullarım. Allah'ın bağış ve merhametinden
ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir."
buyrulmuştur. Bu âyet-i kerime, Cenab-ı Hakk'ın diterse bütün günahtan
bağışlayacağını ifade etmektedir. Nisa Sûresi'nin daha önce geçen 48'İnci ve
ileride gelecek 116 inci âyetlerinde ise: "Allah kendisine şirk koşulmasını
asla affetmez. Bunun dışındaki günahtan ise, dilediği kimseler İçin bağışlar.'
buyrulmaktadır. Bu âyetler, şirkten başka bütün günahlann, affedilebileceğini
beyan etmektedir. Kasden cana ktyma cürmü de bu hükme dahildir.
Buharî (Sahîh. IV. 149)
ve Müslim (Sahîh, III. 2118)'in naklettlikleri bir hadis-İ şerifte de,
Israiloğulları'ndan yüz kişiyi Öldürmüş olan bir kişinin bile tevbesinin kabul
edildiği haber verilmektedir.
Şüphesiz, bir müslümanı
öldürmekte sakınca görmeyen, yani cana kıymayı helâl sayarak bir müslümanı
öldüren kimsenin tevbesi -bu inancı kendisini küfre düşürdüğü için,- kabul
olmaz. Fakat, cana kıymanın haram olduğunu kabul ve itiraf ettiği halde, her
nasılsa bu suçu İşlemiş olan kimse, aynı hükme tâbi değildir. Ayeti kerimedeki
"ebedilik" kaydı ise, cehennemde devamlı kalacağını değil; -Allah
affetmediği takdirde,-uzun müddet ceza göreceğini ifâde etmektedir. Nitekim
"kalbinde zerre kadar İmanı olan herkesin, -cezasını çektikten sonra-
cehennemden çıkacağı" pek çok hadis-İ şerifte (Buharî, 1,11; VIII.201-202;
Müslim, 1.182-164) açıklanmıştır.
[171] Sahîh, V. 82
[172] Sahth, V. 182
[173] Sönen, V. 240
[174] Sahîh, VIII. 35
[175] Müsned, VII. 11
[176] Sahîh, V. 183
[177] Sahîh, 1.20
[178] Sahîh, ili. 1515 Sahîh, ili. 1515
[179] Sahîh, III. 300
[180] Sahîh, III. 1487-1488
[181] Sünen, II. 84
[182] Sahih, I. 88
[183] Sahih, I. 226
[184] Sahîh, I. 226'
[185] Sünen, 1. 330
[186] Sahîh, II. 34
[187] Sahîh, I. 482
[188] Sahîh, II. 34
[189] Sahîh, I. 481
[190] Sahîh, V. 184
[191] Sünen, V. 244
[192][192] Müsned, I.2
[193] Sahth, II. 116
[194] Sahîh, II.