- 4 -
Mushaf’taki
sıralanışına göre 4, sûre, nüzûl sırasına göre 92, uzun sûreler kısmının da
üçüncü sûresidir. Âyetlerinin sayısı 176 dır. Medine’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın
Rasûlüne ve onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul
buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Muhterem
arkadaşlar, Allah izin verirse bu haftadan itibaren kulluk kitabımızın dördüncü
sûresini birlikte okumaya, birlikte tanımaya başlayacağız. Allah izin verirse
her hafta çok kısa şerhlerle beş on hadis okuyacağız ve bu sûreden de
okuyabildiğimiz kadar âyetler okuyarak benim hesabıma göre mayıs ayına kadar
Nisâ’yı bitirmeye çalışacağız.
Sizlerden
istediğim bu sûreyi mutlaka en az iki tefsirden o-kuyup geleceksiniz ve burada
derse katılacaksınız. Allah için okumadan gelmemeye çalışın. Sadece dinleyici
konumunda olmayın. Ayrıca kendi çalışıp geldiğiniz ve bir de benden
dinlediğiniz bu sûreyi hanımınız ve çocuklarınızın dışında en az üç gruba
anlatmanızı isteyeceğim. Geçen sene bu iş biraz gevşek gitti, sizler de ben de
bunun farkındayız. Ama bu sene Allah izin verirse bunu biraz daha sıkı tutacağız.
Herkes gruplarını oluşturacak ve imkân buldukça inşallah sizi dinlemeye ben de
gelmeye çalışacağım.
Sonra yine bir başka hususu şöyle
belirteyim. Ders bittikten sonra yine Allah için eğer burada oturacaksanız
başka bir şey konuş-mayın. Ya hiç konuşmadan susun, ya da sadece okuduğumuz
âyetler üzerinde konuşun. Buradaki konuşmalarımız sadece okuduğumuz bölümün
daha iyi anlaşılması adına olsun. Değilse ders bittikten sonra seçime, geçime,
paraya, pula, dükkana, tezgaha veya eylemsel konuşmalara öyle bir dalıyoruz ki
bu âyetler unutuluyor ve olduğu yer-de kalıveriyor Allah korusun. Bu gerçekten
çok tehlikeli bir durumdur bizim için. Ya okuduğumuz bu âyetlerin etkisi
kafamızdan silinmeden hemen buradan kalkıp gidelim, ya da bu âyetlerin daha
iyi anlaşılmasına yönelik şeyler konuşalım. Eğer konuşacağımız başka şeyler varsa
Allah’ın gecesi gündüzü mü bitti? Başka bir zaman oturup onları da konuşalım.
Kaldı ki bunlarsız onların konuşulup anlaşılması da, çözüme kavuşturulması da
mümkün olmayacaktır, bunu da biliyoruz.
İki hafta
önce buradaki oturumumuzda her arkadaşın belirleyeceği gruplar konusunda
anlaşmaya varmıştık. Aradan iki hafta geçti. İnşallah her arkadaş hafta içinde
kaç gruba ders yapacaksa şu andan itibaren onu bildirsin. Önümüzdeki haftaya
kadar bu iş netleşmiş olmalıdır. Bunu başka hiçbir gâyeyle değil sadece Allah
için yapmak zorunda olduğumuzun şuuruyla hareket edelim inşallah.
Sûrenin âyetlerini okumaya başlamadan
önce sûreyle alâkalı genel bir kaç söz söyleyelim. Arkadaşlar, Nisâ sûresi
Medineli bir sûredir. Medine’de inmeye başlayan sûre Medine’de Müslümanların yeni
başladıkları bu hayatlarında İslâmî bir cemiyet yapısını inşa etmeyi, İslâm
cemaatının temellerini en güzel bir biçimde oluşturmayı hedefleyen bir sûredir.
Yeryüzünde denge unsuru olarak çıkarılan, tüm in-sanlığın kendisini örnek
alacağı, tüm insanlık problemlerinin kendisine havale edileceği, insanlığın
kendisine bakarak sapma noktalarını anlayabileceği, gelmiş geçmiş ümmetlerin
en hayırlısı olan bu İslâm ümmetinin yeryüzünün en mukaddes emânetini
yüklenebilmesi için, mükellefiyetlerinin, sorumluluklarının neler olduğunu? Bu
ümmeti bekleyen tehlikelerin neler olduğunu en güzel bir şekilde ortaya koyarak
ümmeti geleceğe hazırlayan bir sûre. Medine’deki İslâm cemiyetini içinden
kopup geldiği Mekke cahiliye toplumunun pisliklerinden arındırmayı,
Müslümanların oradan getirip üzerlerinde taşıdıkları cahili-yenin izlerini,
kalıntılarını silmeyi ve İslâm’ın kendisine özgü şahsiyetini oluşturmayı hedefler.
Rabbimiz bu sûresinde uzun uzun hıristiyan, yahudi, müşrik ve münâfıkların
bozukluklarını, sapmalarını, kokuşmuş düşünce ve inanış yapılarını anlatarak
Müslümanların onlar gibi olma-malarını öğütler.
Sûrede
cahiliyenin toplumda var olan fakirlik problemine, yetimlik problemine bakış
açıları, kadınlara bakış açıları, kadınlara zulmedişleri, kadınları mîrastan
mahrum edişleri, temizlik ve pislik anlayışları, pis olanları temiz olanlara
tercih edişleri, fâizi ve tüm haram yollardan, bâtıl yollardan kazanmayı helâl
kabul edişleri, emânet mefhumunu kaldırıp haince bir hayat yaşamaları, aile
bağlarını koparıp, akrabalık ilişkilerini bozup birbirlerine zulmedişleri
gündeme getirile-rek Müslümanların onlar gibi olmamaları öğütlenir.
Allah’ın
istediği biçimde içtimaî nizamın temelleri atılır. Toplumdaki sosyal dengeyi
ve huzuru sağlayan bu nizamın adı olan dinin tarifi yapılır bu sûrede. Toplumun
üyelerinden erkek ve kadının toplum içindeki yerleri belirlenir. Erkek ve
kadının bir bütünün tamamlayıcısı olarak her ikisinin de birbirlerine eşit
oldukları, her ikisinin de kulluk noktasında, Allah’ın emirlerine muhatap olma
noktasında eşit oldukları anlatılır. Herhangi bir konuda ihtilafa düştüklerinde
mü’min-lerin başvuracakları itaat mekanizmaları anlatılır. Yine itikadî noktada
mü’minlerin tâğutlarla münâsebeti, onlara karşı takınacakları tavır ortaya
konulur.
Sonra yine bu sûrede Mekke’de
Müslümanların zayıf oldukları bir atmosferde kendilerine pek rastlanılmayan,
ama Medine’de mü’-minlerin güçlü oldukları bir ortamda yavaş yavaş oluşmaya
başlayan münâfıkların durumları anlatılır.
Yine ibâdet
kurallarının da muamelât kurallarının da yaratıcıdan gelmesi ilkesi anlatılır
sûrede. Hayatı ikiye bölmenin ve birisinde Allah kaynaklı, ötekisinde de
başkaları kaynaklı yaşamanın şirk olduğu vurgulanır. Yine mü’minlerin
velîlerinin Allah olduğu, hayatlarına sadece Allah’ın karışması gerektiği,
Allah’tan başkalarının velâyeti altına girerek onların kendileri adına
aldıkları kararları uygulamalarının asla caiz olmadığı, ve hattâ mü’minlerin kendileri
gibi inanmayan kimselerle aile ve akrabalık bağları ne olursa olsun kesinlikle
saflarını ayırmaları emredilmektedir. Bunun için de Müslümanların İslâm’ın ve
Müslümanların hâkim olmadığı Mekke dar’ul harp konumundan İslâ-m’ın ve
Müslümanların egemen olduğu Medine dar’ul İslâm ortamına hicret etmek zorunda
oldukları ve kıyamete kadar bu hicretin Müslümanlar için geçerli olduğu vurgulanır.
Ve Medineli Müslümanlara Müslüman
oldukları halde Mekke’-den Medine’ye hicret etmeyenlerle hicret edecekleri ana
kadar dostluğun kesilmesi emredilir. Sonra yine Mekke’deki Müslümanlarla
alâkalı mus’taz’af kavramı kullanılır. Müslümanlara Mekke’deki mus’-taz’af
kardeşlerini kurtarmak üzere harekete geçmeleri öğütlenir. Sonra uzunca bir
bölüm Müslümanları malları ve canlarıyla Allah yolunda cihada teşvik eder.
Ayrıca cihad esnasında, sıcak savaş ortamında korku halinde kılınacak namazdan
söz edilir. Sonra Allah’la, Allah’ın sistemiyle, Allah’ın âyetleriyle alay edilen
bir mecliste oturma-ma emri gündeme getirilir. Sonra namazla alâkalı bir nifak
alâmeti çizilir. Sonra yine Allah’ın tüm günahları affedeceği ancak şirki affetme-yeceği
anlatılır. Sonra sûre içinde yahudiler Allah’ın gönderdiği bu son dine iman
etmeleri konusunda bir daha uyarılır. Ve nihâyet işte böyle Rabbimizin âyetleri
devam eder.
Bu kısa
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım.
Az evvel de
ifade etmeye çalıştığım gibi Nisâ sûresinin ilk bölümlerinde Rabbimiz
Medine’de özgür bir hayata kavuşmuş Müslümanların sadece Allah egemenliği
altında Müslümanca bir aile hayatının nasıl gerçekleştirileceğini, âhiret
inancına ve Allah egemenliğine bina edilen böyle bir hayatta erkeğin ve kadının
nelere dikkat edeceğini ortaya koyar. Rabbimiz ilk âyetinde “Ey
insanlar!” diyerek sözlerine başlamaktadır. Halbuki biz biliyoruz ki
Medineli âyetlerde Rabbimiz genellikle “Ey Müslümanlar” diye söze
başlıyordu. Buradan anlıyoruz ki sûrenin bu bölümünde Rabbimizin gündeme getireceği
konu sadece Müslümanları değil tüm insanlığı ilgilendiren bir konu olduğu için
böyle hitap tarzı tercih edilmiştir. Çünkü ileride farklı coğrafyalarda
yaşayan, farklı inanışlarda olan insanların birbirleriyle evlenmeleri,
hayatlarını birleştirmeleri söz konusu olabilecekti.
İleride mü’min kâfirle, kâfir ve
müşrikler de mü’minlerle karşı karşıya gelebilecekler, çeşitli ilişkiler içine
girebileceklerdi. Onun içindir ki Allah egemenliği altında yaşanacak bir
hayatın temellerini atan Rabbimiz burada insanlığın tek asıldan, tek kaynaktan
meydana geldiğini gündeme getirerek insanların Hz. Adem’le Havva’dan türediklerini
unutmadan, atalarının ve analarının tek olduğunu göz ardı etmeden, tek babanın
ve ananın evlâdı olduklarını unutmadan birbirlerine karşı merhamet ve şefkat
esasları üzerine hayatlarını bina etmeleri hatırlatılmaktadır.
Tek anadan babadan meydana gelmiş
insanlar olarak birbir-lerine karşı zalim olmamaları, birbirlerine karşı haksızlık
etmemeleri istenmektedir. Ama gelin görün ki Allah’ı tanımayanlar, Allah’ın
kitabı-nı tanımayanlar, Allah’ın bu emirlerinden gafil bir hayat yaşayanlar,
yaratılış yasasından habersiz olanlar, yaratılış konusunda Allah’ı devreden
çıkararak, Adem (a.s)’ı diskalifiye ederek kendilerinin maymundan geldiklerini
iddia edenler Rablerinin kendilerine lütfettiği ellerindeki güç ve
kuvvetlerine güvenerek Allah’a rağmen, Allah’ın âyetleri-ne rağmen kendi
kardeşlerine zulmetmektedirler.
Ama
İslâm’dan habersiz yaşayan kâfirler ve müşrikler ne yaparlarsa yapsınlar,
nasıl yaşarlarsa yaşasınlar yeryüzünde Allah’ın istediği hayatı gerçekleştirmek
mecburiyetinde olan, yeryüzünde Allah yasaları çerçevesinde denge unsuru olarak
bir hayat yaşamak zorun-da olan mü’minlere Rabbimiz nasıl bir aile yapısı
kurmaları gerektiği-ni, nasıl bir içtimaî düzen tesis etmeleri gerektiğini,
birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiğini, kadınlar olarak, erkekler olarak,
baba-lar evlâtlar olarak, ölenler doğanlar olarak, evlenenler boşananlar olarak,
babalılar yetimler olarak Allah egemenliği altında nasıl bir hayat yaşamaları
gerektiği konusunda işte Rabbimiz kitabını arz ediyor, bize âyetlerini sunuyor,
hayatın her alanıyla alâkalı yasalarını, özellikle de bu sûrede yoğun olarak
bize gönderiyor.
1. “Ey İnsanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini
var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabb'inize
hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz
Allah'ın ve akrabanın haklarına riâyetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz
hepinizi görüp gözetmektedir.”
Ey insanlar
Rabbinize takvalı olun. Rabbiniz konusunda takvalı olun. Rabbinizin koruması
altına girin. Rabbiniz için bir hayat yaşayın. Hayatınızın yasalarını
Rabbinizden alın. Yolunuzu Rabbinizin programıyla belirleyin. Rabbinizin helâl
haram sınırlarına riâyet ederek bir dünya yaşayın. Sürekli Rabbinizin
huzurunda, Rabbinizin kontrolünde olduğunuzu unutmadan, hayatınızın hesabını
O’na vereceğinizin şuuru içinde O’na lâyık bir hayat yaşayın. Aklınız,
fikriniz, kafanız, gönlünüz, geceniz, gündüzünüz hep Rabbinizle birlikte, Rabbi-nizin
rızasıyla birlikte olsun. Almanız vermeniz, küsmeniz barışma-nız, evlenmeniz
boşanmanız, hukukunuz eğitiminiz, kazanmanız, har-camanız, rızanız
hoşnutluğunuz, bağlılığınız minnetiniz hep Allah için olsun.
Öyle bir Allah ki, sizi tek bir
nefisten yarattı. Sizi babanız Adem’den yarattı. Rabbimiz önce yeryüzünde
atamız Adem’i yarattı sonra da ondan bizleri yaratmıştır. Geçen seneki
derslerimizde Bakara’yı tanımaya çalışırken Adem (a.s) in yaratılışını görmüştük.
Ve ondan da
zevcini yaratmıştır Allah. Ondan Havva anamız yaratılmıştır. Ve her ikisi
birden insan cinsinin bir bölümünü teşkil ederek bir bütünü tamamlamışlar ve
böylece Allah’ın dilemesiyle her ikisi de varlık dünyasına çıkmışlardır.
Acaba
buradaki “ondan” da eşini, Havva’yı yaratmıştır ifadesini nasıl anlayacağız? Bu
konuda bir açıklamada bulunalım inşallah.
İlk
insan ve ilk peygamber Âdem (a.s)'in eşi, beşeriyetin anası ve ilk kadın. Hz.
Havva'nın ne zaman ve nasıl yaratıldığı hakkında muhtelif rivayetler bulunmakla
birlikte, bu konuda tam anlamıyla net ve kesin bir bilgiye sahip değiliz. Şu
kadar var ki, Hz. Âdem (a.s)'den (veya Adem ile aynı maddeden) yaratılmış olduğunu,
işte bu sûrede ifade edilen "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan,
ondan eşini var eden ve her ikisinden pek çok erkek ve kadın türeten Rabbinize
karşı gelmekten sakının " ayetlerinden öğreniyoruz.
Âyetlerden
anlaşılan ya Hz. Havva'nın, Hz. Âdem’le aynı mad-deden yani (nefis) den
yaratılmış olduğu ve önce Hz. Adem (a.s)'in bilahare Hz. Havva'nın var
edildiğidir. Ya da "... ve eşini de ondan var eden Allah'tır"
ifadesini, Havva'nın Âdem'den, Âdem'in vücudunun bir uzvundan yaratıldığını
anlamaya çalışıyoruz.
Dikkat
edilirse Kur'an-ı Kerîm; "Sizi bir tek nefisten yaratan O'-dur" ifadesiyle,
bütün insanların bir tek nefisten yaratıldığını, Hz. Havva'nın da
"ondan" yani o nefisten yaratıldığını kast etmekte olduğu
anlaşılacaktır. Âyetteki "ondan" maksat, Âdem (a.s) olabileceği gibi,
Âdem'in yaratılmış olduğu asıl madde de olabilir. Yani nefis de olabilir.
Doğrusunu en iyi bilen hiç şüphesiz Allah'tır.
Havva'nın
malum bir tek nefis'ten yaratıldığı kesin olmakla birlikte, yaratılış keyfiyeti
hakkında, Kur'an-ı Kerîm'de daha fazla bir açıklama bulamıyoruz. Ancak bazı tefsirlerle
birtakım zayıf hadislerde, Tevrat'ın ifadelerine benzer nakiller görmekteyiz
ki, muhtemelen bu rivayetler İsrâiliyattan alınmadır. Bu konuda İbn-i Kesîr'in
tefsirine aldığı rivayet aşağı yukarı şu mealdedir:
İblis
(malum suçundan dolayı) Cennet' ten çıkarıldıktan sonra, Âdem (a.s) Cennete
yerleştirilir. Kendisiyle teselli olacağı bir eşi olmaksızın, yalnız başına bir
müddet orada dolaşır. Bir ara uykuya dalıp uyanınca başucunda, Allah'ın,
kaburga kemiğinden yarattığı bir kadın görür. "Sen nesin?" diye
sorar. Kadın: "bir kadın" diye cevap verir. Daha sonra kadına niçin
yaratıldığını sorar. Kadın, "benimle teselli olman için" diye cevap
verir.
Bu
arada melekler onları görür ve Âdem'in bilgisini ölçmek için kadının kim
olduğunu sorarlar. Âdem (a.s), onun Havva olduğunu söyler. Neden O'na bu ismi
verdiğini sorduklarında; "çünkü o, canlı bir şeyden yaratıldı" diye cevap
verir
(İbnu
Kesîr, "Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm", I, 112)
Buhârî'nin
nakline göre ise, Peygamber (s.a.s);
"Kadınlara iyilikle muamele
edin, zira kadın kabur-ga kemiğinden yaratılmıştır"
Başka
bir rivayette:
"Kaburga kemiği
gibidir" kaburga kemiğinin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu düzeltmeye
çalışırsan kırılır, kendi haline terk edersen, devamlı eğri kalır. O halde kadınlara
karşı iyi davranın"
(Buhârî,
Enbiyâ, 1)
Tavsiyesinde
bulunmuştur. Müslim'in rivayetinde ".... onu düzeltmeye çalışırsan
kırılır, onun kırılması talakıdır" ibaresi vardır.
Gerek
İbn Kesîr'in tefsirine aldığı, gerekse Buhârî'nin Sahihinde geçen her iki
rivayet de İslâm Âlimlerinin bir kısmı tarafından tenkide uğramıştır. Daha önce
de geçtiği gibi, Kur'an bu hususta sustuğu için, bizim bazı zayıf rivayetlere
dayanarak ileri geri konuşmamız doğru olmayacaktır. Hele hele bazı kimselerin
yaptığı gibi Hz. Havva'nın Hz. Âdem ile nikahlarının kıyılması esnasında
Cebrâil'in ve diğer bazı meleklerin şahit olduğu, cennet'ten kovulduktan sonra
Âdem'in, dünyanın filanca yerine, Havva'nın da falanca yerine indirildikleri,
seneler sonra Mekke'de buluştukları, Âdem'in" ayağım yere vurmakla Zemzemin
fışkırdığı, Havva'nın bu su ile ilk hayızından temizlendiği, Hz. Âdem'den iki
yıl sonra vefat edip aynı yere defnedildiği rivayetlerine itibar edilmez,
uydurma bilgilerdir.
Hz.
Âdem ile Havva'nın, cennet'ten niçin çıkarıldıkları Kur'an'-da zikredilmektedir.
Kur'an'da açıkça ifade edildiği gibi Cenâb-ı Allah, Hz. Âdem ile Havva'ya
cennette istedikleri meyvelerden istedikleri ka-dar yiyebileceklerini, ancak
bir tek ağaca yaklaşmamalarını emrettiği halde şeytan onları kandırıp ağaca
yaklaşmalarına vesile olmuş, neticede her ikisi de cennetten çıkarılmışlardır.
"Şeytan, oradan ikisinin de
ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı..."
(Bakara,
36) ayetinden ilk önce iğva edilenin Havva olduğunu asla ifade etmez; aksine
her ikisinin de birlikte aldatıldıklarını ifade eder.
"Şeytan, ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: Rabbinizin sizi bu ağaçtan alıkoyması
melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir"
(A'râf,20)
âyeti ise buna daha açık bir delildir. Hattâ:
"Şeytan, O'na vesvese
vererek ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını göstereyim mi?' "Bunun üzerine
ikisi de o ağacın meyvesinden yedi, ayıp yerleri görünüverdi..."
(Tâhâ,120,
121 âyetlerinin zahirine bakarak, şeytanın Hz. Âdem'i öncelikle kandırdığı
sonucunu çıkarmak mümkündür.
İsrailî
rivayetlere itibar ettiğimiz takdirde, kadının toplumda hukuk ve ahlâk yönünden
düşük bir konuma girdiğini de kabul etmiş oluyoruz. Halbuki İslâm hiçbir din ve
ideolojinin kendinden üstünlüğünü kabul etmediği gibi, kadına gerçek değeri
kendisinin verdiğini her vesileyle ispat etmiştir. Tahrifata uğramış dinlerin
ve putperestliğin kadını aşağılık bir varlık kabul edip, insanlığın başına
gelen belâların te-mel etkeni saydığı ve bu yüzden sakınılması gereken aldatıcı
bir tuzak ve pislik kaynağı, erkeğin yanında sözü bile edilemeyecek bir mahluk
şeklinde telakki ettiği bir dönemde İslâm, kadının gerçek yerini belirlemiş,
ona gereken değeri vermiştir. Kur'an, kadının Hz. Âdemle aynı nefisten
yaratıldığını vurgulayarak; gerek yaratılış, gerek hukuk ve gerekse toplum
açısından aynı değerde olduklarını, yaratılış bakımından iki cins arasında
bulunan bazı farklılıkların biri diğerini ta-mamlayan iki parça arasındaki farktan
öteye gitmediğini beyan eder.
Ve
ikisinden de birçok erkek ve kadınlar yaratan, çıkaran Allah’tır. İkisinden
birçok oğullar ve kızlar yaratan Allah’tır. Kadınlar ve erkekler olarak hepiniz
aynı kökten, aynı asıldan gelmektesiniz. Hepinizin menşei birdir. Hepiniz aynı
yaratılış yasasına tabi Allah’ın kullarısınız. İçinizde yaratılış noktasında,
kulluk noktasında ayrıcalık sahip-leri yoktur. Hepinizi sizin kendi
iradelerinizin dışında mutlak egemen olan bir irade dünyaya getirmiştir.
Varlığınızı Rabbinize borçlusunuz.
İşte böyle bir Rabbe kulluk edin,
böyle bir Rabbi dinleyin, böyle bir Rab için hayat sürün. Çünkü bu Rab sizi var
eden, sizin hayatı-nızı başlatandır. Sizler varlığınızı ve varlığınızın
devamını ona borçlu-sunuz.
Öyleyse yaratıcılıkta kaynağın
tekliği, yaratıcının tekliği hayat programının da tekliğini gerektirir. Hayatta
uygulanacak anayasanın tekliğini gerektirir. Öyleyse ey kullarım, sadece bana
kul olun ve sadece benim anayasam istikâmetinde bir hayat yaşayın buyuruyor
Rabbimiz.
Eğer şu
anda insanlar farkında olmadıkları bu gerçeği bir anlasalar, varlıklarının
gerçek sahibinin Allah olduğunu bir kavrasalar, mutlaka hayatlarında minnet
duyacakları varlığın Rableri olduğunun bilincine ulaşacaklar ve ondan gelen
hidâyete tabi olacaklar. Eğer şu anda yaratıcıları olan Rablerinin varlığından
ve o Rablerinin kendilerine gönderdiği hidâyet hediyesinden habersiz yaşayan,
onun için de düşüncesini, yasalarını soy ayırımı, ırk ayırımı, renk ayırımı
tefrikası üzerine oturtmaya çalışan şu modern cahiliye bu gerçeği bir anlasa o
da tüm gücüyle tek rubûbiyet gerçeğine bağlanmak için can atacak ama ne yazık
ki tüm bu gerçeklerden habersiz oldukları için tarih boyunca ırklara ayrı
bakmışlar, renklere ayrı bakmışlar, toplumlara ayrı bakmışlar, kadına ayrı,
erkeğe ayrı bakmışlar ve hep şer kaynağı olmaya devam etmişlerdir.
Buradan anlıyoruz ki bu
cahiliyenin ortaya attığı tekâmül nazariyesi herzeden başka bir şey değildir.
Yine yaratılış konusunda etkili kabul ettikleri tabiat, toplum gibi yorumları
zırvadan başka bir şey değildir. Çünkü akıl ve şuurdan mahrum olan şu tabiatın,
kendisine hük-meden insan gibi akıllı, iradeli, düşünen bir varlığı yaratması
mümkün değildir.
Allah
Adem’i yaratmış, ondan Havva’yı ve her ikisinden de erkekleri ve kadınları
yaratmıştır. Yâni Rabbimiz tüm yeryüzü ailesini bir tek aileden başlatmıştır.
Böylece tüm yeryüzü insanlığı tek aileden gelme tek ailedir. Cemiyetin temelini
tek aile teşkil etmektedir. Böyle değil de Rabbimiz başlangıçta bir anda pek
çok aileler, pek çok kadınlar ve erkekler yaratabilirdi. Ama eğer böyle dileseydi
o zaman insanlar arasında akrabalık bağları olmayacaktı. Onun için Rabbimiz
tek babanın, tek ananın evlâtları olarak yarattı bizleri ve bakın önce
rubûbiyet bağına sonra da bu akrabalık bağlarına dikkat çekti. İlk zamanlar bu
rubûbiyet ve akrabalık bağları çok kuvvetliydi. Adem’in çocukları her iki bağa
da dikkat ediyorlardı. Ama sonradan bu iki bağın ikisi de sarsıldı. Zaten
rubûbiyet bağının sarsılması arkasından öteki bağların da sarsılmasını
kaçınılmaz hale getirecektir.
Şimdi
düşünün ki, bir evdeki ailenin tamamı, bir ülkedeki insanların ya da tüm
dünyadaki insanların tamamı Adem’dir ve Havva’dır. O zaman nasıl oluyor da
Adem’le Havva birbirlerini tamamla-yarak gâyet geçimli bir şekilde Allah için
bir hayat yaşadıkları halde şu anda bir aile içindeki Adem’le Havva, bir
şehirdeki Adem’lerle Hav-va’lar, bir dünya içindeki Adem’lerle Havva’lar aynı
hayatı yaşayamı-yorlar? Sebep nedir ki bir aile içindeki Adem’le Havva
geçimsiz? Sebep nedir ki bir köydeki Adem’ler Adem’lerle, Havva’lar Havva’larla,
Adem’ler Havva’larla uyumsuz? Neden şu anda dünyada Adem’ler Havva’lar birbirleriyle
kanlı bıçaklı? Neden bu insanlar arasındaki kav-ga? Neden birbirlerini yemeye
çalışıyor bu insanlar? Bir düşünüverseler insanlar hepsinin bir aile olduklarını,
hepsinin bir babadan anadan gelme kardeşler olduklarını o zaman aralarındaki
bu kavgaların ne kadar anlamsız olduğunu anlayacaklar.
Rablerinin Allah olduğunu,
Rableri tarafından bir tek asıldan yaratıldıklarını anlayacaklar ve Rablerinin
hayat programına yönelecekler ve artık kendi aralarındaki bu kavgalara son
verecekler, insan gibi bir hayat yaşamaya yönelecekler. Kendilerinden bir
ailenin fertleri olarak sulh isteyen, barış isteyen, sükûnet isteyen Rablerinin
şu âyetlerine bir kulak verseler anlayacaklar bunu, ama maalesef insanlar
Rablerinden de Rablerinin bu âyetlerinden de gafil bir hayat yaşadık-ları
sürece bu derbederlikleri sürüp gidecek.
Adını
kullanarak birbirlerinize dileklerde bulunduğunuz Allah’-tan ittika edin.
Adına birbirinize dileklerde bulunduğunuz; “Allah aşkına, Allah hatırına” diye
birbirinizden bir şeyler istediğiniz Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayınız.
Allah’ın sizin hayatınıza koyduğu sınırlara riâyet ederek bir hayat yaşayınız.
Allah’ın her an sizi gördüğü, gözettiği şuuru içinde ona lâyık bir hayat
yaşayınız. Rahîmlere de riâyet ederek bir hayat yaşayınız. Akrabalık bağlarını
koparmamaya, akrabalık hukukuna riâyet etmeye çalışınız.
Akrabalık
hukuku, akrabalık bağları İslâm’da çok önemlidir. Belki İslâm’ın sonradan
bozulmuş, saptırılmış şekli olan öteki dinlerde de akrabalık bağlarına riâyet
anlayışı vardır. Ama bunun tamı tamına Allah’ın istediği şekli sadece
Müslümanların arasında olduğu bir gerçektir. Müslümanlardan başka hiçbir din
ve yolda da Allah’ın istediği sıla-i rahîm dediğimiz akrabalık bağlarının titiz
bir şekilde korunduğuna, riâyet edildiğine şahit olamıyoruz bugün.
Müslümanların dışında hiçbir toplumda bunu görmek mümkün değildir. Bu
Rabbimizin bize bir lütfudur tabi. Ekonomik kaygılarımız, sosyal dertlerimiz,
altın gümüş kaygılarımız olmadan, birbirimizden hiçbir şeyi kıskanmadan Allah
rızası işin akrabalarımızı ziyaret ediyoruz, onlarla birlikte yiyip içiyoruz ve
onlarla birlikte bir hayat yaşıyoruz.
Muhakkak ki
Allah sizi görüp gözetmektedir, sizin üzerinize gözetleyicidir. Yaptığınız her
şeyi Allah görmektedir. Öyleyse ey Müs-lümanlar, yaptıklarınızı buna göre
yapın, hayatınızı Allah için yaşayın, Yaşadığınız hayatın belirleyicisinin
Allah olduğunu unutmadan yaşayın. Allah’ın size sunduğu bu sûreyi buna göre
dinleyin.
2. “Yetimlere
malarını verin. Temizi murdara değiş-meyin, onların mallarıyla kendi
mallarınızı karıştırarak yemeyin, çünkü bu büyük bir suçtur.”
Hz. Adem’le
Havva’dan meydana gelen oğullar ve kızların meydana getirdiği toplumlarda,
dünyada insanların en büyük problemlerinden birisi de yetimler konusudur. Yetimlik
ve bir de bununla birlikte fakirlik problemi toplumun en büyük problemleridir.
Bu iki problemin toplum tarafından kıyamete kadar ortadan kaldırılması mümkün
değildir. Çünkü ne yaparsanız yapın Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasası gereği
zengin de olacaktır, fakir de olacaktır. Ve yine nasıl tedbir alırsanız alın
toplumda babasını, anasını küçük yaşta kay-beden yetim çocuklar hep var
olacaktır.
Allah’tan
başka hiç kimsenin bu iki problemi çözmesi, ortadan kaldırması mümkün değildir.
Allah’ın yeryüzüne koyduğu bir yasa olarak kıyamete kadar bu devam edecektir.
Toplumda niye insanlar ölüyor? Niye yetimler kalıyor? Niye fakirlik oluyor?
Niye fakirler bulunuyor? Bu konuda yaratan ve yarattıklarına yasa belirleyeni
sorgulama hakkına sahip değiliz. Allah bu hayatı böylece takdir buyurmuştur de-menin
ve onun takdirine teslim olmanın ötesinde yapabileceğimiz bir şey yoktur.
Evet yeryüzünde koyduğu bir yasa olarak
Rabbimiz kimimizi zengin, kimimizi fakir, kimimizi analı babalı, kimimizi yetim
imtihan ediyor. İster zengin olalım isterse fakir, ister analı babalı, ister
ana baba şefkati içinde büyüyelim, isterse ana baba şefkat ve merhametin-den
mahrum büyüyelim fark etmez bize düşen Rabbimizin takdirine razı olmak ve
imtihan içinde olduğumuzu unutmamaktır.
Üstelik biz bu imtihanda kendi
başımıza da değiliz. Yâni imtihanımız kendimizle sınırlı değildir. Zenginsek fakirle,
fakirsek zengin-le, yetimsek analı babalılarla, analı babalıysak yetimlerle
imtihana çekilmekteyiz. Yâni hem kendimizle, kendi dünyamızla bir imtihanın için-deyiz
hem de dış dünyamızla bir imtihanın içindeyiz.
Rabbimiz yaşadığımız hayatta
böyle bir kanun belirlemişse tüm dünya birleşse de; efendim toplumumuzda fakirler
ve yetimler bulunmasın, biz artık içimizde fakir ve yetimleri görmek
istemiyoruz, çocukları henüz küçükken hiçbir ana ve babanın ölmesini
istemiyoruz deseler de, bütün güç ve kuvvetlerini ortaya koysalar da bunu ortadan
kaldırmaları asla mümkün olmayacaktır. İnsanlık tarihinin herhan-gi bir
döneminde herhangi bir coğrafyasında buna bugüne kadar çare bulunmuş değildir,
kıyamete kadar da bulunamayacaktır.
Yetimlere
mallarını verin. Büyüyüp rüşt çağına geldiklerinde yetimlerin mallarını geri
verin. Hani hepiniz Adem’in çocuklarıydınız ya. Hepiniz aynı ailenin üyeleriydiniz
ya. Hani aynı ananın, aynı baba-nın çocukları olarak birbirlerinize
zulmetmeyecek, birbirlerinize karşı şefkat ve merhametle davranacaktınız ya.
İşte yetim kardeşlerinizle bir imtihana tabi tutulduğunuz zaman onların
haklarını korumalı, onlar için, onların geleceği için önemli bir değer ifade
eden mallarını da haksız yere yememelisiniz. Kendi kıymetsiz ve değersiz
mallarınızla onların kıymetli ve değerli mallarını değiştirmeye kalkışmayın.
Veya pisi temizle
değiştirmemelisiniz. Buradaki pis ifadesi yetimin malının pisliğini ifade
etmez. Yetimin malı aslında temizdir ama, bu mal yetimin vasisisinin, velîsinin
mülküne geçmişse o zaman pis olacaktır. Sahibi olan o yetim için helâl olan,
temiz olan bu mallar haksız yere onu alanlara pis ve haram olacaktır. Sahibi
için tertemiz olan bir mal onu çalana haramdır, pistir. İşte Rabbimiz buyurur
ki o yetimlerin mallarını haksız yere kendi tertemiz mallarınızın içine katarak
o tertemiz mallarınızı da pis hale getirmeyin. Helâl mallarınızı yasak yollarla
pisliğe bulaştırmayın.
Veya yetimlerin o tertemiz
mallarını kendi mallarınızın içine katarak pisleştirmeyin. Yâni bu tür
yamukluklara tevessül ederek tertemiz hayatınızı kirletmeyin buyuruyor
Rabbimiz. Böylece Medineli mü’minleri cahiliyenin pisliklerinden arındırmayı
hedefliyor Allah. Tüm cahili sistemlerde vardır bu. Yetimlerin, güçsüzlerin,
sosyal ve siyasal barınağı, dayanağı olmayan, dayısı olmayan veya elinde sosyal
bir dayanağı, çeki, senedi olmayan garibanların mallarını haksız yere ye-mek
tüm cahili sistemlerde vardır. Bunu halledecek olan tek yol takvadır. İşte
Rabbimiz Müslümanları bu konuda takvalı olmaya dâvet ediyor.
Ve o yetimlerin mallarını da kendi
mallarınızın içine katarak, karıştırarak yemeyin. Çünkü gerçekten bu büyük bir
suçtur, büyük bir vebaldir, günahtır.
Demek ki
yetimlerin mallarını onların velîleri, vasileri titizlikle korumak, muhafaza
etmek zorundadırlar. Yetimlerin mallarını ayrı, kendi mallarını ayrı
değerlendirmek zorundadırlar. Yetimlerin mallarını zerre miktar bile olsa zayi
etmemek, onları haksızlığa uğratmamak zorundadırlar.
Dikkat
ederseniz bu genel yasaların, bu hukukî yasaların insanları bağlamasından öte,
Rabbimizin sûresinin başında bu hususa dikkat çekerek konuya girişi gerçekten
çok önemlidir. Rabbimiz sûresinin başında bir kere hayatı takva üzerine bina
etti. Tüm hayatınızda Allah’la birlikte olun, hayatınızı Allah için yaşayın,
hayat programınızı Rabbinizden alın, Rabbinizin koruması altına girin, hayatınızı
Allah’a sorarak yaşayın, Allah’ın helâllerini helâl, haramlarını da haram bilin
buyurduktan sonra hayatın başlangıcını da Adem’le Havva’ya bağlayarak
kardeşliğimizi de hatırlattı. Sonra da bir gün sen, ya da bir Müslüman kardeşin
zayıf, fakir, yetim bir duruma düşebilirsiniz buyurarak bu konuya karşı
dikkatler çekildi ve kalpler şefkat ve merhametle dolduruldu, aile bağları
kuvvetlendirildi. Sonra da aynı ailenin üyeleri olarak yetim kardeşlerimizin
malları konusu güdeme getirildi. Hiç kimsenin haksız yere bir yetim kardeşinin
malına yaklaşmaması emredildi.
Yetimlerin
mallarıyla alâkalı konunun gündem maddesi yapıl-masından sonra şimdi de
yetimlerin evlenme konusu gündeme getirilecek. Bir Müslümanın yetim kardeşlerinin
mallarına göz dikip o mallara sahip olabilmek için o yetimlerle evlenmeyi
düşünmesi, yahut o yetimlerin güzelliğine göz dikerek onlarla evlenmeyi düşünmesi,
ya da o yetimlerin mallarına göz dikerek onların başkalarıyla evlenmelerini
engellemeye çalışması gibi yanılgıların da giderilmesini isteyecek Rabbimiz.
Bir toplumda nasıl ki anası babası başında olan kız çocuk-ları bu tür
haksızlıklara uğramadan evlenebiliyorlarsa, nasıl ki başka birileri onları güçsüz
zannedip kendi sömürülerine alet edemiyorlarsa, aynen onlar gibi İslâm
toplumunda yetim kız çocukları da birilerinin menfaatlerine, sömürülerine terk
edilmemelidir. Bu yetimlerin de tıpkı analı babalılar gibi vasileri, velîleri
tarafından hakları korunmalıdır. İşte toplumda var olan bu yanlışı düzetmek
üzere Rabbimiz şöyle buyuruyor:
3. “Eğer, velîsi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle
onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka
kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz; şâyet, aralarında adâletsizlik
yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz ile
yetinmelisiniz. Doğru yoldan sapmamanız için en uygunu budur.”
Hz Aişe
anamızın ifadesine göre bu âyet cahiliye döneminde toplumda yaygın olan kötü
bir alışkanlığı kaldırmak üzere gelmiştir. O dönemde koruyucuları olmadığından
onların mallarına sahip olabilmek için velîleri yetim kızlarla kendilerine
mehir de vermeden evleniyorlardı. İşte bu âyet gelince Müslümanlar çok korktular.
Eğer
yetimlere karşı âdil davranıp davranamamaktan, yetimler hakkında adâleti
gerçekleştirip gerçekleştirememekten korkuyorsanız, eğer mahiyetinizdeki yetim
kızlarla evlendiğiniz zaman onlara karşı âdil davranamayacağınız konusunda bir
endişeniz varsa. Ne gibi bir adâletsizlik korkusu? İşte az evvel ifade ettiğim
gibi konularda bir endişeniz varsa. Meselâ velâyetiniz altında, elinizin
altında olmalarından dolayı, onlara onların misillerinin hakkı olan mehirlerini
verme-meyi düşünme gibi veya onların mallarına sahip olma gibi, onların kendinizden
başkalarıyla evlenmeleri haline mallarının başkalarına gitmesini istememek
gibi, onların güzelliklerine göz dikerek onları sö-mürmek gibi, yahut fiziksel
yönden hoşunuza gitmeyecek kadar çirkin olmalarına rağmen sırf mallarına
konmak için kendileriyle evlenip, yarın öbürsü gün onları değer verilmeyecek
bir konuma itecekseniz, yâni onların sizden beklediği hakları olan ilgiyi,
alâkayı, veya cinsel hukuklarını ihlâl edecekseniz, bu konularda onlara karşı
adâleti yerine getiremeyeceğinizden bir endişeniz, bir korkunuz varsa o zaman onlarla evlenmekten vazgeçin de:
Beğendiğiniz, hoşunuza giden öteki
kadınlardan ikişer, üçer, dörder helâl olanlardan evlenebilirsiniz. Bu sizin
hakkınızdır. Elinizin altındaki o gariban yetimlerin haklarını, hukuklarını
çiğneyerek onlara zulmetmeyi bir tarafa bırakın da Rabbinizin size helâl
kıldığı öteki kadınlardan Rabbinizin sınırladığı sayıya kadar, bazen iki,
bazen üç, ba-zen de dörde kadar varan bir sayıyla evlenme iznine, hakkına sahip-siniz
diyor Rabbimiz. Yâni siz sizin karşınızda haklarını koruyamaya-cak,
ezilebilecek bir durumda bulunan, elinizin altında olmalarından ötürü haklarını
gözetme konusunda âdil davranamayacağınız o yetimlerle evlenmekten vazgeçin de
sizin karşınızda ezilmeyecek, haklarını koruyabilecek durumda olan, sizin de
haklarına riâyet edebileceğiniz kadınlarla evlenin.
Siz kendiniz böyle yaparken, o
elinizin altındaki yetimleri de karşılarında ezilmeyecek kimselerle evlendirin.
Sizler velîleri olarak, sahipleri olarak o yetimlere analı babalı kızların
sahip oldukları gücü sağlayarak, onların asla ezilmeyecekleri bir şekilde
ezilmeyecekleri kimselerle evlenmelerini sağlayın diyor Rabbimiz.
Ama eğer bir kadınla evlendiniz, sonra
ikinci kadını aldığınız-da, alacağınızda, ya da iki kadınla evlendiniz de
üçüncüyü almaya kalkıştığınızda, dördüncüyü almaya karar verdiğinizde, bu
kadınlar a-rasında adâleti gerçekleştirememekten korkuyorsanız, aralarında
âdilce davranmayı beceremeyecekseniz, şahsiyetinizde bir kopukluk, hayatınızda
bir eksiklik, kulluğunuzda ters yönde bir zaaf, bir etkilen-me, bir eksiklik,
bir acziyet meydana gelecekse veya ekonomik duru-munuzda bir sarsılma, bir
sıkıntı meydana gelecekse, veya bedeninizde, bedenî gücünüzde bir yetersizlik,
bir zafiyet, bir iktidarsızlık söz konusu olacaksa o zaman da tek kadınla
yetinmeniz sizin için daha hayırlı olacaktır.
Yahut da sağ ellerinizin sahip
olduğu câriyelerle yetinmeniz sizin için daha iyi olacaktır. Allah yolunda Allah’ın
dininin ikâmesi ve Allah kullarının cennete kazandırılması adına giriştiğiniz
bir savaşta elde ettiğiniz câriyelerle yetinmeniz sizin için daha hayırlı olacaktır.
Yâni gerçekten hürre Müslüman
kadınların hukukuna riâyet e-demeyeceğiniz konusunda bir endişeniz varsa o
zaman bir kadınla ve de elinizin altındaki câriyelerle yetinerek bir hayat
yaşamadan yana olun. Kendinizi zor bir duruma düşürecek, kulluğunuzu negatif
yönde etkileyecek, âhiretinizi kaybettirecek badirelere düşmekten uzak durun
diyor Rabbimiz. Bakın zaten âyetin devamında Rabbimiz bunun sebebini şöyle açıklıyor:
İşte bu
durum sizin sapmamanıza, sapıtmamanıza ve azgınlı-ğa düşmemenize, günahlara
yakalanmamanıza, kullukta falsolar yap-mamanıza daha elverişli, daha yakındır
diyor Rabbimiz. Evet bu âyet evliliği dörtle sınırlandırmadır, ya da adâletle
hükmetmek kayd u şartıyla dörde kadar evlenmeye ruhsattır, bu şarttan hareketle
kadınları arasında adâleti gerçekleştiremeyecek olanların evlenmesi yasaktır
gibi çeşitli anlayışlar vardır. Şimdi o konulara girmek istemiyorum.
Buraya
kadar üç âyet tanıdık. Bu üç âyetinde Rabbimiz önce kendi rubûbiyetini gündeme
getirerek işte böyle bir Rab hatırına, böyle bir Rabbin yasası olarak bizlerden
akrabalık bağlarına riâyet etme-mizi, bir ailenin evlâtları olarak birbirimize
karşı merhamet ve şefkatle davranmamız gerektiğini, sonra yine ana baba bir
kardeşlerimiz olan yetimlere karşı, gerek malları konusunda gerekse onların
evlendirilerek cinsel arzularının doyuma ulaştırılması konusunda bizden kulluk
istiyor Rabbimiz. Toplumda kendi kendine malını koruyamayan, kendi kendine
kendi cinsel gereksinimini sağlayabilecek bir durumda olmayan yetimlerin,
garibanların da huzurunu sağlamamızı istiyor. Kendimizi düşündüğümüz kadar
onları da düşünmemizi ve İslâm toplumun-da bu noktada ihtiyaçları giderilmemiş,
huzuru sağlanmamış bir tek kadının bile olmaması gerektiğini anlatıyor.
Bu âyetlerden anlıyoruz ki İslâm
toplumunda erkekse kadın nî-metinden, kadınsa erkek nîmetinden mahrum, nikâhsız
bir tek fert bile olmamalıdır. Bir tek kadın kocasız, bir tek erkek de kadınsız
olma-malıdır. Allah bunu istiyor Müslümanlardan. Bunlar öyle toplumda
uygulanması mümkün olmayan ütopik şeyler değildir. Medine’de bu âyetlerin
indiği dönemde her şeyleriyle Rablerinin emirlerine teslim olmuş sahâbe toplumu
arasında bu âyetlerin aynen Allah’ın istediği biçimde hayata geçirildiğini,
Allah’ın istediği biçimde pratikte uygulan-dığını biliyoruz. Rasulullah Efendimiz
döneminde toplumda kocası ölüp de boşta kalan, kendi haline terk edilmiş bir
tek kadın bile yoktur. Mutlaka bir Müslüman onu hemen nikâhı altına alarak
yarasını sarıyor, huzurunu sağlıyordu. Savaş anlarında, savaş toplumlarında
bunu daha bir belirgin görüyoruz. Savaşta kocasını kaybetmiş kadınlar veya
kocalarıyla geçinemeyerek ayrılmış, boşanmış kadınlar gerekse Rabbimizin bu
ayetlerinin teşvikiyle, gerekse erkeklerin bu konudaki duyarlılıkları sebebiyle
hemen iddetleri biter bitmez Allah’ın helâl kıldı-ğı dairede evleniyorlardı.
Demek ki
İslâm toplumunda Müslümanlar bu Allah yasalarıyla öyle bir hayat programı
uygulayacaklar ki o toplumda bir tek Müslüman bile mal özgürlüğünden mahrum
edilmediği gibi, yine bir tek insan cinsel yönden mağdur edilmeyecektir.
Toplumun tüm üyeleri Allah’ın kendilerine helâl kıldığı tüm meşru nîmetlerden
meşru dairede istifade edebilecektir. Toplumda birilerinin istifade ettiği
nîmetlerden ötekiler kesinlikle mahrum bırakılmayacaktır.
Şimdi buna göre bir ülke düşünün,
bir şehir, bir köy, bir dünya düşünün ki orada yaşayan insanlardan kimileri
tok, kimileri aç, kimileri paralı, kimileri parasız, kimileri evli, kimileri
evsiz, kimileri ekonomik doyumun zirvesinde, kimileri açlık ve yokluk derdiyle
namusunu bile tehlikeye düşürecek durumda. Veya bırakın bir şehri, bir dünyayı
aynı evde, aynı alenin içinde bile kimileri tok yatarken kimileri açlık içinde
kıvranmaktadır. Hattâ aynı ailenin, aynı evin bir odasında lüks içinde
yaşayanlara mukabil öbür odasında yaşayanların açlıktan kıvranmaları durumunda
bu ailelerin ne adar huzur içinde olduklarını söyleyebiliriz?
Toplumun en küçük birimi olan bu
aileyi biraz daha büyütün, meselâ bir mahallede, bir şehirde, bir ülkede, bir
dünyada insanlardan kimileri, evlerden kimileri korkunç bir israf hayatının
içinde, meselâ bir akşam yemeğinde fakir bir ailenin bir aylık yiyeceğini
yiyor, ekonomik gücünü hangi zevkinin, hangi keyfinin peşinde nasıl tüketeceğinin
hesabını yaparak besin hastalığına tutulmuşken aynı şehrin, aynı mahallenin
aynı ülkenin bir başka evinde bir başkası açlıktan, yokluktan kıvranıyorsa bu
ne kadar İslâmî, ne kadar insanca bir hayattır varın siz düşünün.
Aynı mahallede birilerinin
çocukları yiyecek kuru ekmek bile bulamazken birilerinin çocuklarını elinde pastayla
sokağa salmaları ne kadar insanca bir davranıştır siz düşünün. Tabi aynen
ekonomik ilişkilerdeki bozukluklar gibi cinsel ihtiyaçların giderilmesinde de
bu tür dengesizlikler varsa o toplumda huzur sükun yoktur. Aynı ailenin fertlerinden
kimileri, aynı mahallenin, aynı şehrin, aynı ülkenin insanların-dan kimileri
cinsel doyuma ulaşma imkânına sahip olurlarken birileri-nin önü kapalıysa, bu
konuda problemlerini çözüme ulaştıranlar kendilerini düşündükleri kadar öteki
kardeşlerinin önünü açma adına, onların bu problemlerine çözüm bulma adına bir
çabanın içine girmiyor-larsa bu insanlar ne kadar Müslümandır? Bu toplum ne kadar
İslâmî-dir? Ve bu toplumda ne kadar huzur vardır siz düşünün.
Allah’ın kendilerine helâl
kıldığı evlenme nîmetinden mahrum bırakılmış bir kadının ya da bir erkeğin
bulunduğu bir mahallede oturan Müslümanlar ne kadar huzurlu olabilecekler? O
mahallede ne kadar huzur olacak da? Böyle erkek ve kadınların bulunduğu bir
köyde, bir şehirde ne kadar huzur olabilecek de? Gerek ekonomik gerek cinsel
problemleri bulunan ve Allah adına kardeşlerinden bu problemlerinin çözümü
konusunda yardım bekleyen mutsuz ve huzursuz insan-ların yaşadığı bir ortamda
insanlar ne kadar mutlu olabilecekler de?
İşte bu âyetleriyle bizlere
seslenen Rabbimiz biz Müslümanların bu âyetleri çok iyi anlayıp sorumluluklarımızı
yerine getirmemizi istiyor. Değilse ben kurtuldum, ben bu ihtiyaçlarımı
sağladım, başkalarının canı çıksın mantığıyla hareket etmeye kalkarsanız,
mahallenizdeki mü’minlerin problemlerine çözüm getirme adına, onların yaralarını
sarma adına bir gayretin içine girmezseniz unutmayın ki sizin huzurunuzu da
alıverecek Allah. Almamış mı? Olmamış mı? Diyesim geliyor. Kaçmamış mı huzurlarımız?
Daha büyükleri de gelebilir Allah korusun. Siz insanların, kardeşlerinizin
huzurunu sağlamaya çalışın ki Allah da sizi daha iyi, daha mutlu bir hayata
ulaştırsın inşallah.
Bundan sonra
yine kadınlarla alâkalı mehir konusunu günde-me getirecek Rabbimiz. Kendi
rubûbiyetine ve insanlığın akrabalık bağlarına dikkat çektikten sonra bakın
şöyle buyuruyor:
4.
“Kadınlara mehirlerini cömertçe verin, eğer ondan gönül hoşluğu ile size bir şey
bağışlarlarsa onu afiyet-le yiyin.”
Kadınlara
mehirlerini güzel bir şekilde, gönül hoşnutluğu, gönül rahatlığıyla verin.
Veya nıhleh dindarlık anlamına da gelir. Öyley-se dininizin, dindarlığınızın
gereği olarak kadınlara mehirlerini verin diyor Rabbimiz. Buradaki hitap hem o
kadınları Allah’ın emriyle nikâh-layan kocalaradır, hem de o kadınların
velîlerinedir. Çünkü cahiliye döneminde velîleri kızlarının mehirlerini onlara
vermeyip kendileri alıyorlardı. Rabbimiz kadınlara böyle bir hak tanıyor.
Allah yasaları gere-ği bu onların haklarıdır. Allah’a inanmış mü’min
erkeklerin kadınlarla evlilik akdi icra ederlerken dikkat etmeleri gereken bir
yasadır bu. Allah’tan bir hak olarak kadınların mehirleri verilecek, ama eğer
kendi istekleriyle kadınlar mehirlerinin bir kısmını kocaları olarak size bağışlarlarsa
o zaman da onu afiyetle yiyin diyor Rabbimiz.
Daha önce
cahili toplumlarda kadının bu kişisel hakkı çeşitli şekillerde çiğnenmekteydi.
Meselâ kadının babası veya velîsi evlendirdiği kişiden aldığı mehri o kadına
vermeyerek hakkını yiyordu. Veya bazen iki kızın velîleri karşılıklı
birbirlerine kız alıp vererek adına “Şigar” dedikleri bir değiş tokuş
muamelesiyle kızların mehirlerini kendi aralarında gasp ediyorlardı. Böyle
cahili anlayışlardan vazgeçin. Yemeyin kadınlarınızın haklarını. Mehirlerini
zorla kadınlarınızdan alarak onların ekonomik haklarını kaldırmayın.
Ama eğer onlar o mehirlerinin bir
kısmını gönül rızasıyla size bağışlarlarsa, ya da tamamını bağışlarlarsa o zaman
onu gönül huzuruyla, hiç çekinmeden yiyebilirsiniz buyuruyor Allah.
Burada
anlıyoruz ki kadının ekonomik özgürlüğünün varlığına dikkat çekerek bu ekonomik
özgürlüğünün zedelenmemesini emrediyor Rabbimiz. Yâni temelde kadının mal mülk
sahibi olma hakkı vardır. Gerek kocasından aldığı bu mehir, gerekse babasından
intikal et-miş mîrasını hiçbir zaman kocasının elinden alması, kendi mallarının
içine katarak onu bu mallarından mahrum bırakması caiz değildir. Çünkü erkek
nasıl mal mülk sahibi olabiliyor, malında tasarruf yetkisi-ne sahip oluyorsa
aynı haklar kadın için de söz konusudur.
Hattâ bir ailede kadının malı
mülkü olduğu halde evin ihtiyaçlarını karşılama noktasında kadın değil erkek
harcama yapmak zorundadır. Kadının böyle bir sorumluluğu yoktur. Ailenin yükü
erkeğin üzerindedir. Ama tabi malı varken bir kadının evin ihtiyaçlarını karşıla-ma
notasında sıkıntı çeken kocasını zor bir duruma düşürmesi de dü-şünülemez.
Elbette o da malından harcamada bulunacaktır, ama mecburiyeti olmadığı için
yaptığı bu harcama onun adına infak sevabı olarak yazılacaktır.
5. “Allah'ın
sizi koruyucu kılmış olduğu mallarınızı, beyinsizlere vermeyin, kendilerini
bunların geliriyle rı-zıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.”
Mallarınızı
onu doğru dürüst kullanmaya ehil olmayan sefihlere vermeyin. Servetleri israf
ederek kullanılmaması, harcanmaması gereken yerlerde harcayarak, israf ederek
toplumun sosyal, ekonomik ve ahlâkî yapısını bozacak sefihlere mallarınızı
teslim etmeyin. Rabbinizin size dünya hayatınızı Onun istediği bir güzellik
içinde sürdürmeniz adına lütfettiği o mallarınızı hayrını şerrini, faydasını
zararı-nı, menfaatini zararını bilemeyen sefihlere vermeyin diyor Allah.
Burada
anlatılan sefihlerden kasıt az evvel bahsi geçen, malları konusunda dikkatli
olmamız istenen yetimler olabileceği gibi toplumda fayda ve zarar
mekânizmasını işletemeyecek durumda olan tüm insanlardır. Tüm erkekler ve
kadınlardır.
Veya burada anlatılan sefihler
kadınlarınız ve çocuklarınızdır deniyor. Toplumda israf ederek, harcanmaması
gereken yerlerde mal harcayarak içtimaî dengeyi bozacak herkestir. Böyle
durumda olan kimselerin velîleri onlara gerek kendi mallarını gerekse başka
malları vermeyecektir. Tamam kişinin özel mülkiyet hakkı vardır, bunu kimse-nin
ihlâl etmesi caiz değildir, onların hayati ihtiyaçları söz konusu olduğu zaman
harcayabilirler, ama kişi toplumun ekonomik düzenini, kültürel yapısını ve
ahlâkî anlayışlarını bozacak kadar ileri gitmişse İslâm toplumunda ona izin verilmez.
Hattâ böyle savurgan kişilerin
mallarına sadece temel ihtiyaçlarına harcanmak kayd u şartıyla devlet el kor.
Buna hacr denir. Çocukluktan, delilikten, akıl ve din noksanlığından, ya da
iflas durumundan ötürü devlet kişinin tüm mallarına el koyar.
Küfür toplumlarında, cahiliye
toplumlarında olduğu gibi İslâm toplumunda kişiye malı konusunda sınırsız
yetki verilmez. Meselâ adam malını nerelerde ve nasıl kullanırsa kullansın, bu
tasarrufunun topluma ne tür zararları olursa olsun mutlak tasarruf hakkı
tanımaz İslâm. Böyle hayrını, şerrini bilemeyerek malını israf eden kişinin
tüm ferdi mülkiyet haklarından mahrum eder. Böyle sefihlerin mallarında tasarruf
hakkı toplumundur.
Veya âyetin
bir başka mânâsı da ailenin reisi olan erkeklere diyor ki Rabbimiz, malını
tut, malın senin elinde olsun, karıyın ve çocuklarının ihtiyaçlarına harcayan
sen ol. Böylece onların hem Rablerine karşı, hem de kendinize karşı itaatlerini
sağlamış olursunuz. Her şeyi ellerine veriverirseniz onlar ne sizin meşru
dairedeki isteklerinize, ne de Rablerine karşı sorumlu oldukları görevlerini
yerine getirmeme konusunda cesaret bulabilirler.
Onları örfe uygun bir şekilde
güzellikle rızıklandırıp doyurun, giydirip kuşatın ve kendilerine de güzel söz
söyleyin, maruf söz söyleyin. Ona Allah’ın istediği biçimde malın kazanç, ikt
O zaman buradaki velîler onların en yakın
akrabaları olan velîleri olabileceği gibi Allah yasalarını bilen, Allah
âyetlerinin bilincinde olan, Rabbimizin mala ilişkin bizden istediklerine
muttali olmuş vahyi tanıyan akıllı Müslümanlar da olabilecektir. Bunlar böyle
kimselerin mallarında tasarruf hakkına sahip olacaklardır.
Meselâ işte
görüyoruz, adam daha almadığı, daha hak etme-diği gelecek maaşına güvenerek
belki de bazen o maaşının iki, üç, beş misli miktarda borçlanarak taksitle çok
lüzumsuz bir şeyler alarak hem kendini, hem de çoluk çocuğunu çok kötü bir
duruma düşürebil-mektedir. Kapitalist tüketim ekonomisinin ürünü olarak İslâm
dışı şeyler yapabilmektedirler. Aklı başında din bilenlerin buna engel olmaları
gerekir.
Veya adam ay başında maaşı alıyor
ama ayın ikisinde cebinde metelik kalmıyor. Kumara harcıyor, oyuna harcıyor,
lüzumsuz şeylere harcıyor ve anında tüketiyor parasını. Aslında böyle
kimselerin elinden alınacak malları ve kendilerine Müslümanca bir harcamanın
yolları iyice anlatıldıktan sonra vereceksin. Böyle bir toplumda kime yapılacak
bu diyor insan içinden. Böyle İslâmî olmayan, sosyal, ekonomik ve ahlâkî
yapılanması, her şeyi İslâm’a ters olan bir toplumda bunu yapmak çok zordur,
biliyorum. İslâmî bir otoritenin olmadığı böyle bir toplumda kim kimi dinleyebilecek
de?
Doğrusu toplumun fertlerinin
tümüne, topyekün insanlara Allah’ın dinini bilen kimseler tarafından bu konuda
ciddi bir eğitim verilerek insanların kalplerine, zihinlerine bunu
yerleştirebilirsek belki bu problem o zaman çözülebilecektir. O zaman toplumda
israfın önü alınabilecektir. O zaman insanlar kendi mallarında sınırsız bir
özgürlüklerinin olmadığını, toplumun diğer fertlerine karşı sorumlu olduklarını
anlayacaklar ve bu tür ahlak dışı tasarruflardan va geçebileceklerdir. Evet,
bunu önce böyle israfçı kimselerin velileri yapacak, sonra da toplumun bütün
fertleri yapmaya çalışacaktır.
6.
“Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar deneyin; onlarda olgunlaşma görürseniz
mallarını kendilerine verin; büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf
ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan, iffetli olmağa çalışsın, yoksul olan
uygun bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, yanlarında
şahit bulundurun. Hesap sormak için Allah yeter.”
Nikâh
çağına, evlenme çağına geldiklerinde yetimleri bir deneyin. Bulûğ çağına,
namaz ve oruç gibi dinî mükellefiyetlerle sorumlu olma çağına, ya da evlenme
çağına ulaştıkları zaman, evlenme durumuyla karşı karşıya geldikleri zaman
onları bir imtihana tabi tutun. Namaz kılma, oruç tutma çağına ulaşmışlar mı
ulaşmamışlar mı? Evlilik çağına gelmişler mi gelmemişler mi? Bu işin
sorumluluğunu yüklenebilecek duruma ulaşmışlar mı ulaşmamışlar mı? Veya onlar
acaba kendi mallarına sahip olabilecek bir duruma, bir çağa gelmişler mi,
gelmemişler mi? Durumlarına bir bakın, bir gözden geçirin onları.
Eğer
onlarda bir rüşt, bir olgunluk, sorumluluk yüklenme kapasitesi görmüşseniz,
kendilerinden emin olmuşsanız o zaman hemen kendilerine sizin emânetinizde olan
mallarını verin. Onlar büyüyecekler de mallarına sahip olacaklar, mallarını
bizim elimizden alacaklar diye sakın onlara ait olan malları israfla çarçabuk,
alelacele yiyip bitir-meden yana olmayın. Böyle bir endişeyle onların
mallarını boşa gidermeye kalkışmayın. Siz de Allah’ın emâneti olan o
kardeşlerinizin mallarını koruyun, muhafaza edin. Böyle elinin altında yetim
malı bulunan mü’minlerden kim ki:
Zenginse, durumu iyiyse yetimin malını
hafif tutsun, ondan fazla harcamasın da kendi malından fazlaca harcasın. Ya da
sizden böyle malî durumu iyi olanlar mahiyetindeki yetimlerin malları konusunda
iffetli davransın. Mala düşkün bir tavır sergilemesin, tok davransın,
ihtiyaçsız davransın. Ama yanında yetim malı olup ta fakir olan, ihtiyaçlarını
karşılama konusunda sıkıntı çeken kimse de:
Maruf ölçüler içinde, örfe uygun olarak
o yetimin malından az biraz yiyebilir. Tabi mahiyetinde yetim malı bulunan o
fakir kişi hem kendi ihtiyaçlarını, hem de mahiyetindeki yetimin bakımını
üzerine aldığı için onun malından az biraz yeme hakkına sahip oluyor. Lâkin
durumu iyi olan zenginler o mallar konusunda afif davranmak zorundadırlar.
Yetimin malına göz dikmemek zorundadırlar.
Evet onları
imtihan edip de rüşte ulaştıklarını anladığınız takdirde hemen onların
mallarını kendilerine verin. Ve mallarını kendilerine verirken de:
Onlara karşı şahitler tutun, şahitler
bulundurun. Mallarını kendilerine teslim ederken teslim ettiğinize dair şahitler
bulundurun diyor Rabbimiz. Sakın ha bu benim yeğenimdir, bu benim kardeşimin
çocuğudur, bu benim amcamın oğludur, dayımın çocuğudur. Onun bendeki mallarını
kendisine teslim ederken şahide ne gerek var? Birbiri-mize güvenimiz yok mu?
diyerek gevşek iş yapmaya kalkışmayın. Sonunda her türlü dedikodulara,
fitnelere fırsat vermeyin buyuruyor Rabbimiz. Çünkü siz ne kadar da samimi olursanız
olun, ne kadar da yaptığınız iş konusunda kendinize güvenirseniz güvenin
insanlar sizin yaptıklarınızı yanlış anlayabilirler. Onlara mallarını teslim
ederken şahit tuttuğunuz zaman hem o şahitler, hem diğer insanlar hem de o yetimler
bilirler ki babalarından kendilerine intikal eden malları gerçekten emniyet
altındaymış, koruma altındaymış, kendilerine hiçbir adâletsizlik yapılmamış,
hiçbir haksızlığa uğratılmamışlar. Malları çarçur edilip kendileri fakir bir duruma
düşürülmemişlerdir.
Unutmayın
ki hesap görücünüz Allah’tır. Hesap görücü olarak Allah yeter. Kendi kendinize
bir düzen dolap içine girerek yaptığınız haksızlıklar konusunda kılıflar hazırlayarak
tüm çevreyi atlatmayı becermiş olsanız da unutmayın ki Allah sizi görmektedir.
Allah tüm yaptıklarınıza şahittir ve hesap görücü olarak yetmektedir. İşte tüm
hayatımızda, tüm yapıp ettiklerimizde Allah bu hesap görücülüğü ile toplumu
murakabesi altına alıyor. Gerek az evvel anlatılan evlilik konusunda, gerek
mal mülk konusunda, gerek mehir konusunda, gerek yetimler konusunda her konuda
kendisinin gözetimi ve kontrolü altında bir hayat yaşadığımızı unutmamamızı,
bunu çok iyi anlamamızı, yaptıklarımızın tümünü kendisine lâyık bir şekilde
muhsinler olarak yapmamızı istiyor Rabbimiz.
Bundan
sonra ölen bir kimsenin arkasından uygulanması gereken sistemin ne olduğunu?
Ya da ölmüş bir kimsenin geriye bırak-tığı mîrasının nasıl paylaşılacağını? Varislerinin
kimler olduğunu ve bu varislerin hisselerinin nasıl belirlenmiş olduğunu
anlatmaya başla-yacak Rabbimiz.
7. “Ana
babanın ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Ana babanın ve
yakınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar, az veya çok, belirli
bir hissedir.”
Erkekler
için, erkek çocuklar için ana ve babalarının ve akra-balarının bıraktıkları
mîrasta, malda belli bir nasip, belli bir hak vardır. Ve yine kadınlar için,
kız çocuklar için ana ve babalarının ve akraba-larının bıraktıkları malda az
ya da çok belli bir nasip vardır. Bu nasip az ya da çoktur, ama mutlaka bir pay
vardır. Ölmüş ebeveynden ya da akrabalardan kendilerine intikal eden mal az da
olsa çok da olsa fark etmiyor, çünkü Rabbimiz mutlaka aralarında belli bir pay,
belli bir nasip vardır buyurarak az olduğu zaman da çok olduğu zaman da ay-nı
yasanın uygulanmasını emrediyor Müslümanlara.
İşte bu farz kılınmış bir paydır, Allah
tarafından yazılıp belirlenmiş bir nasiptir, bir taksimdir. Bu Allah’ın koyduğu
bir yasadır, bir takdiridir. Medine’de Allah egemenliği altında bir hayat
yaşayan Müslümanların bu yasaya riâyet etmelerini emrediyor Rabbimiz. Daha
önce yaşadıkları cahiliye döneminde, cahili bir hayatın içinde, Mekke toplu-munda
yaşanan hayatta insanlar güçsüz gördükleri kadınlara ve çocuklara hakları olan
mîraslarını vermiyorlardı. Ancak savaşabilecek güce sahip olanlar, ya da
ailenin ekonomik yükünü üslenebilecek durumda olan kimseler hakları olan
mîrası alabilir diyorlardı. Mîras bunların hakkıdır diyorlardı. Meselâ ölmüş
bir kişinin geriye bıraktığı mallarına en yakın akrabaları, babaları,
kardeşleri, dayıları, amcaları, veya dayı ve amca çocukları sahipleniyorlar,
ölen kimsenin küçük yaştaki çocuklarını ve kadınlarını bu mîrastan mahrum bırakıyorlardı.
Nitekim İslâm’ın ilk yıllarında
vuku bulan bir savaşta kocasını kaybetmiş bir kadın, bir şehid hanımı
Rasulullah Efendimize gelerek şehid kocasının mallarına sahiplenen ve kendisini
o mîrastan mahrum bırakan akrabalarını şikâyet etmiş ve bunun üzerine işte bu
âyet nâzil olmuştur.
İşte bu
âyetleriyle Rabbimiz mü’minlerin iman edip uygulamaları gereken mîras yasasını
belirlemiştir. Artık bundan sonra ister erkek ister kadın olsun mü’minler Allah’ın
takdir buyurduğu bu yasaya göre hareket etmek zorundadırlar. Allah kendilerine
mîrastan ne takdir buyurmuşsa, ne kadar bir pay vermişse ancak o kadarını
almaya hakları vardır. Hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’mine kadın Allah’ın
kendilerine tanıdığı hakkın ötesine bir hak arayışına gidemez.
Yâni ne erkek ne de kadın sahip
olduğu siyasal ve ekonomik gücüne güvenerek Allah’ın kendisine takdir etmediği
bir payı karşısın-dakinden zorla alma hakkına sahip değildir. Allah nasıl
takdir buyur-muşsa öylece hareket etmek ve Allah’ın taksimine razı olmak zorun-dadır
herkes. Bu Allah’a imanın bir gereğidir. Çünkü Allah’a iman Allah’tan gelenlere
imandır. Allah’a iman Allah’ın hayata karıştığına imandır. Allah’a iman
Allah’ın bizim hayatımızı düzenlemek üzere gön-derdiği yasalara imandır.
Öyleyse ben Allah’a inandım dediği halde, ben Allah’a teslim olan
Müslümanlardanım dediği halde Allah’ın yasalarına teslimiyet göstermeyen kişi,
kendi hevâ ve heveslerine göre, ya da bir kısım tâğutların yasalarına göre
hareket etmeye kalkışırsa o zaman bu kişi iman iddiasında kendi kendini kandıran
bir kişidir ve bu yaptığının cezası da yarın Allah huzurunda çok şedit olacaktır.
Ama kim de bu konuda Allah’ın yasalarına teslim olur, Allah’ın istediği biçimde
bir mîras yasası uygularsa onun mükafatı da elbette cennet olacaktır.
8.
“Taksimde, yakınlar, yetimler ve düşkünler bulunursa, ondan onlara da verin,
güzel sözler söyleyin.”
Eğer
mîrasın taksim edildiği ortamda o mîrastan hak sahibi, pay sahibi olmayan
yetimler, miskinler, garibanlar hazır bulunurlarsa, mîrastan pay sahibi
olmadıkları halde böyle bir vacibin uygulandığı, böyle bir Allah yasasının yerine
getirildiği, böyle Allah rızasının kazanılmaya
çalışıldığı bir ibâdet eyleminin icra edildiği bir yerde, Allah adına
paylaşılan bir malın, bir mîrasın yanı başında, orada, o ortamda, o atmosferde
böyle kimseler bulunurlarsa icra edilen o ibâdete şahit olmalarından ötürü
onlara da bir şeyler verilerek gönülleri hoş edilirse bu gerçekten bu çok iyi
olacaktır. Gerek ölenin akrabası olmakla birlikte mîrastan hak sahibi olmayan
fakirler, yetimler, miskinler, gerekse hiç akrabalığı olmayan garibanlar.
Demek ki
ölen kişinin mîrasını taksim maksadıyla malları or-taya döküldüğü zaman o
ortamda fakir akrabalar ve yetimler de bulunabilecektir. Ölen kimsenin
yıllarca biriktirdiği, gözünün nûru, gönlünün süruru gibi baktığı, sakladığı o
mallar ortaya dökülünce elbette fakir fukaraya da bir şeyler infak edilecektir.
Onları da o
mallardan rızıklandırın. Rızıklandırıp bir şeyler veremeyeceğiniz kimselere de
maruf söz söylemeyi ihmâl etmeyin. Hiç olmazsa güzel sözlerle onların gönüllerini
almayı ihmâl etmeyin buyuruyor Rabbimiz. Çünkü o ortamda bulunan bu insanların
gerçekten ihtiyaçları olup ta sizden bir şeyler umabilirler. Meselâ toplumda
dede yetimi diye bilinen kimseler. Babaları daha önce ölmüş olduğu için de-delerinin,
ninelerinin mallarından pay sahibi olma haklarını kaybetmiş kimseler. Babaları
yahut anaları daha önce ölmemiş olsalardı şimdi onların da bu mallardan, bu
mîrastan hakları olacaktı. Ama kendi ellerinde olmadan Allah’ın bir imtihanı
gereği babaları yahut anaları erken öldüğünden dedelerinden yahut ninelerinden
kendilerine intikal edecek o mîrastan mahrum olmuşlar. Başlarında babaları
yahut anaları olmuş olsaydı belki de o yetim çocuklar şimdi zengin bir hayatın
içinde olacaklardı. İşte bu tür kimselere de mîrastan güzel bir pay ayırarak
gönüllerini alabilirseniz sizin hakkınızda çok hayırlı olacaktır. Değilse hiç
olmazsa güzel söz söyleyerek onların yüzlerini güldürmeye çalışın diyor
Rabbimiz. Yâni bu işi insanların vicdanlarına havale ediyor, böyle bir
mecburiyetlerinin olmadığını, ama yaparlarsa çok büyük bir mükafat kazanacaklarını
anlatıyor Allah.
9.
“Arkalarında cılız çocuklar bıraktıkları taktirde, bundan endişe edecek
olanlar, haksızlık yapmaktan korksunlar ve Allah'tan sakınsınlar; dürüst söz
söylesinler.”
Kendilerinden
sonra arkalarında zayıf zürriyetler bırakanlar, güçsüz kuvvetsiz nesiller
bırakanlar korksunlar. Onlardan gerçekten korkuyorlar. İnsanlar ölüp
giderlerken eğer arkalarında küçük, zayıf, güçsüz yetimler bırakıp gitmekten
korkuyorlar. Acaba şimdi ben bunları bu halde bırakıp giderken bu yavrularımın
hali nice olur? Onlara benden sonra kim bakar? Kim kollar? diye korkuyorlar.
İşte Allah buyuruyor ki sizler nasıl ki böyle küçük yaşta, güçsüz kuvvetsiz
yetim çocuklar bırakıp giderken korkup onların üzerlerine titrediğiniz gibi
kendileri küçük yaştayken babaları ölmüş o yetimler konusunda da Allah’tan
korkun. Kendilerininkileri düşündükleri gibi akrabalarının, ya da başkalarının
yetimlerini de düşünsünler de mal taksimi esnasında güçleri yettiği kadar
onları da vererek sevindirsinler.
Allah’tan
korksunlar, Allah’la yol bulsunlar, Allah’ın dediklerini yapsınlar, Allah’ın
hatırını kazanmayı hedeflesinler de onlara doğru söz söylesinler. O yetimleri
kendi yetimleri yerine koysunlar da doğru dürüst karar versinler. Çünkü hasbel
kader o ölen kendisi ve o çocuk-lar da kendi çocukları olabilirdi. Veya yarın
aynısının kendi çocukları-nın da başına gelebileceğini asla unutmadan karar
vermelidir. Hani Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir
hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyuruyordu:
“Sizden biriniz kendisi için,
kendi nefsi için sevip istediklerini mü’min kardeşleri için de sevip istemedikçe
mü’min olamaz”
İşte Rabbimiz kulları adına razı
olup gönderdiği bu sistemi oturturken gönderdiği bu âyetleriyle, içimizle dışımızla
bizi kuşatan bu talimatlarıyla, bir taraftan bizi vicdanlarımızla bir
hesaplaşmaya çağırıyor, bir taraftan da sürekli kendisinin kontrolü atında bir
hayat yaşadığımız bize hatırlatılıyor. Öyleyse anlıyoruz ki, bizler dünyada
yalnız değiliz. Yaşadığımız hayatı yalnız yaşamıyoruz. Yetimlerle, fakirlerle
birlikte yaşıyoruz bu hayatı. Kendimizi düşündüğümüz kadar, kendi ekonomik ve
cinsel ihtiyaçlarımızı düşündüğümüz kadar dışımızdaki kardeşlerimizin
ihtiyaçlarını da düşünerek Kur’an’ın bizden istediği bir hayatı yaşayalım
inşallah. Birileri ağlarken biz gülmeden yana, birileri açken biz tok yatmadan
yana, birileri sıkıntı içinde kıvranırken biz zevk ü safa içinde bir hayat
yaşamadan yana olmayalım inşallah.
10.
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış
olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.”
Rablerinin
kendilerine yol göstermek üzere gönderdiği bunca âyetleri yok farz ederek,
görmezden, duymazdan gelerek haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler, Allah yasalarını
çiğneyerek yetimlerin mallarına uzananlar, kendilerini güçlü, kuvvetli görerek
toplumda sosyal ve siyasal dayanağı olmayan garibanların mallarını yiyip, haklarını
gasp edenler başka değil karınlarına ateş doldurmaktadırlar. Rabbim korusun
yetimlerin, garibanların mallarını haksız yere yemek karınları ateşle
doldurmakla eş değerdedir.
Evet haydi şimdi insanların
mallarını yiyebilirseniz yiyin bakalım. Bunlar garibandır, bunların toplumda
haklarını koruyabilecek güçleri yoktur, ellerinde çekleri, senetleri yoktur,
bunlar ticaretten anla-mazlar, bunlar mal mülkten anlamazlar diyerek
insanların mallarını yemek, unutmayın ki karınları ateşle doldurmak anlamına
geliyor. Dayanabilecekseniz yarın bu ateşe buyurun yiyin.
Bakın böyle şedit bir tehditle
karşı karşıya gelen sahâbe-i kirâm efendilerimiz yetimlerin malları konusunda o
kadar korkup ürktüler ki hattâ yetimlerle birlikte oturup kalkmaktan bile
çekinir hale geldiler. O kadar ki Müslümanlar onların mallarına el sürmekten
bile korktular. Yetimlerle beraber olmaktan, onlarla birlikte yaşamaktan yiyip
içmekten, onların mallarıyla ve işleriyle ilgilenmekten çok korktular. Gelip
Allah’ın Resûlüne bu konuda onlara karşı nasıl davranacaklarını sordular. Bunun
üzerine Rabbimiz onlara Bakara sûresinin 220. âyetini indirdi.
"Peygamberim
bir de sana yetimlerden soruyorlar. De ki onlar hakkında ıslahta bulunmak
(mallarını korumak) sizin için daha hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız onlar
sizin din kardeşlerinizdir."
(Bakara 220)
Onlarla ilgilenmek, onların
durumlarını düzeltmek, onların eğitimleriyle, ahlâklarıyla ilgilenmek, onları
ıslah etmek daha iyidir. Çünkü yetimler toplumun yanında Allah’ın
emânetleridirler. Müslümanların görevi bu emânete emânetin sahibi olan
Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Onlarla yakın ilişki içine girmekten
korkan Müslümanlara Rabbimiz buyurdu ki onlar sizin din kardeşlerinizdir. Onlarla
ilişkiye girip onların dünya ve âhiret işlerini ayarlamanız sizin hakkınızda
daha hayırlıdır buyurarak Müslümanları bu konuda teşvik ediyordu. Onları
aranıza alır, onlarla birlikte yaşarsanız, onların mallarını kendi mallarınızın
içine katar ve onların da kazanmalarını sağlarsanız, yâni onların işleriyle
ilgilenirseniz sizin hakkınızda bu çok hayırlıdır, çünkü bilesiniz ki onlar
sizin din kardeşlerinizdir buyuruyor Rabbimiz.
Ama
yetimlerin mallarını yiyenler, yetimlere haksızlık yapanlar karınlarını ateşle
doldurmakla birlikte bir de üstelik:
Yarın
Saire, cehenneme de yaslanacaklardır. Cehenneme sallayıverecek Rabbimiz
onları. Dayanabilecekseniz haydi yiyin insanla-rın mallarını. Bundan sonra
Rabbimiz mîras âyetlerini gündeme getirmeye başlıyor. Müslümanların
uygulamaları gereken mîras yasalarını belirleyecek Allah. Müslümanca bir
hayatın, Allah egemenliğinde yaşanacak bir hayatın tüm yasalarını belirleyen
Rabbimizdir. İşte mîras yasasıyla alâkalı bakın Rabbimiz şöyle buyurur:
11. “Allah
çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer
kadınlar ikinin üstünde ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır; şâyet bir ise
yarısı onundur. Ana babadan her birine, ölenin çocuğu varsa yaptığı vasiyetten
veya borcundan arta kalanın altıda biri, çocuğu yoksa, anası babası ona varis
olur, anasına üçte bir düşer. Kardeşleri varsa, altıda biri annesinindir; babalarınız
ve oğullarınızdan menfaatçe hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz.
Bunlar Allah tarafından tespit edilmiştir. Doğrusu Allah bilendir, Hakîm olandır.”
Allah size
vefatınızdan sonra geriye bıraktığınız mallar konu-sunda hak sahiplerine
haklarını ulaştırmanız gereken paylarını açıklayarak şöylece emrediyor, şöylece
söz veriyor: Erkekler için iki dişi hissesi vardır. Çocuklarınız konusunda
Rabbiniz erkeğe iki dişi hissesi takdir etmiştir. Evet demek ki mîrasta erkek
çocuğu iki kız çocuğu payı alacaktır. Ve işte mîrasın bölüşümünde ilk önemli yasasını
Rab-bimiz böylece belirliyor. İlk yasa budur.
Erkek çocukların iki kız hissesi
almasıdır. Rabbimizin bu konu-da ilk bildirdiği farz hüküm budur. Bir ana, ya
da baba vefat ettiği zaman geriye bıraktığı çocuklardan erkekler ve kızlar
varsa kız çocuk-ları bu terekeden bir hisse alırlarken erkek çocukları iki
hisse alacak-lardır.
Eğer geride sadece bir tek erkek
evlât olup başka hiçbir kardeşi yoksa o zaman mîrasın tamamını bu erkek evlât
alır. Sadece iki kız çocuğu varsa mîrasın üçte ikisi bunlarındır.
Şâyet o kadınlar, yâni ölen ana veya
babanın geriye bıraktıkları kız çocukları ikiden fazla ise o zaman onlar için
terekenin üçte ikisi vardır. Mîrasın üçte ikisi onlarındır. Tabi bu durum erkek
çocuğu ol-madığı zaman geçerlidir. Ölen kişinin arkasına bıraktığı erkek çocuk-ları
yoksa sadece kız çocukları varsa ve de bu kız çocukları iki ya da ikiden
fazlaysa onlara terekenin tamamının üçte ikisi verilecektir. Ve onların
hisseleri kendilerine verildikten sora geriye kalan üçte birlik hisse de öteki
varisler arasında paylaştırılacaktır.
Ama geriye sadece bir tek kız çocuğu
kalmış ise o zaman da mîrasın yarısı onundur. Bu durumda geriye kalan terekenin
kimlere nasıl paylaştırılacağı gerek bu âyetlerde gerekse başka âyetlerde açıklanacaktır.
Eğer ölen kimsenin geriye bıraktığı
erkek ve kız çocukları varsa ve ölen kimsenin anne ve babası da sağsa o zaman o
ölen kişinin anne ve babasından her birisine altıda bir hisse vardır. Eğer
ölen kim-senin geriye bıraktığı sadece bir tek kız çocuğu varsa terekenin yarısını
bu kız çocuğu alır, altıda birini anne, altıda birini de baba alır. Geriye kalanı
ise asabe olarak baba alır.
Ama ölen kişinin erkek ve kız çocukları
olmayıp ta ana ve babası varsa, ana ve babası kendisine varis olmuşsa o zaman
malının üçte biri anasınındır. Bu durumda ölen kişinin geriye bıraktığı başka
mîrasçısı, başka varisi yoksa geriye kalan üçte iki de babasına ait olacaktır.
Bunun yasası da ayrıca belirlenmiştir. Evet ölen kimsenin ço-cukları yok da
varis olarak sadece anne ve babası varsa terekenin üçte biri ananın üçte ikisi
de babanındır.
Eğer ölen kimsenin kardeşleri varsa o
zaman annesine altı da bir verilir. Evet ölen kimsenin erkek ve kız kardeşleri
varsa o zaman dikkat ederseniz annesinin mîrastan payı biraz azalıyor.
Kardeşler yokken üçte bir alırken bu defa kardeşler olunca altı da bire düştü.
Aslında bu kardeşleri kendilerine bir şey alamazlar ama onlara bakmakla
sorumlu olması hasebiyle kalanı babaya geçirirler. Eğer ölenin erkek kardeşleri
birden fazlaysa durum böyledir. Yok eğer kardeşi bir taneyse o zaman annenin
payı üçte birden altı da bire düşmez. Yine anne üçte bir alır. Neden sonra?
Bütün bu mîrasla ilgili haklar yine
Allah yasalarına göre yapa-bileceği, yapması uygun olan bir vasiyetten veya borçtan
sonra sabit olacaktır. Evet ölen kimse eğer meşru bir vasiyette bulunmuş veya
borçlu olarak vefat etmişse o zaman borcu ödendikten ve vasiyeti yerine
getirildikten sonra erkek evlâdın, kız evlâdın, bir kızın, iki ve ikiden fazla
kızın, ananın, babanın mîrası böylece taksim edilecektir. Ölen kimsenin
vasiyetleri yerine getirilip, borçları ödenmedikçe mîrası paylaşılamaz.
Yine âyetin tertip sırasından anlaşıldığından
ziyade Resûlul-lah efendimizin uygulamasına göre önce borç geliyor. Borçları
öde-necek, sonra vasiyetleri yerine getirilecek, daha sonra da mîras
paylaştırılacaktır.
Hz Ali Efendimizin beyanına göre
Rasulullah Efendimiz ölen kişinin borçlarının ödenmesini vasiyetinin önüne
geçirmiştir. Onun için biz de borcu vasiyetin önüne aldık. Tabi vasiyet
konusunda da Rasu-lullah Efendimizin sınırlandırması vardır. Vasiyet malın üçte
birini geç-meyecek ve de varislere vasiyette bulunulmayacaktır.
Buhârî ve
Müslim’de Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir ha-dislerinde şöyle buyurulur:
Sahâbeden Hz. Sa’d Rasulullah’a gelerek: Ya Rasulallah malımın üçte ikisini
vasiyet edeyim mi? Buyurdu. Allah’ın Resûlü: Hayır! Buyurdu. Bu defa Sad: O
halde yarısını vasiyet edeyim mi? deyince Rasulullah: Hayır! Buyurdu. Peki üçte
birine ne dersin ey Allah’ın Resûlü? Evet üçte birini, ama o da fazladır. Senin
varislerini varlıklı bırakman, onları başkalarına avuç açar bırakmandan daha
hayırlıdır buyurdu. Bir de artık
Nisâ sûresindeki mîras âyeti-nin gelişinden sonra ölenin varislerine bir şeyler
vasiyet etmesine gerek kalmamıştır, çünkü mîras âyetiyle varislerden kimin ne
kadar alacağı belirtilmiştir. Artık varislere vasiyet yoktur. Bunun için Allah’ın
Resûlü Veda Hutbesinde şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak biliniz ki!
Cenâb-ı Hak her bir hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra varise
vasiyet yoktur."
(Tirmizi:
Vesaya, 5)
Yine İbni
Mâce’de rivâyet edilen başka bir hadislerinde Allah’ın Resûlü:
"Diğer
varisler izin verip razı olmadıkça hiçbir varis için vasiyet caiz olmaz."
(İbni Mâce:
Vesaya, 6)
Demek ki
bir vasiyetin yerine getirilebilmesi için üç şart vardır. Birincisi, bu vasiyet
geriye bıraktığı malın üçte birini geçmeyecek, ikincisi varislere yapılmış
olmayacak, üçüncüsü de vasiyet meşru yerlere yapılmış olacaktır. Vasiyet gayri
meşru yerlere yapılmışsa Bakara sûresinin beyanıyla bu vasiyet yerine
getirilmez. Kendisi vasi tayin edilmiş kişi bunu düzeltmekle mükelleftir.
Meselâ adam ölmeden önce birisini vasi tayin etmiş ve benim malımdan şu
kadarını filan meyhaneye verin demiş. Veya İslâmi duyarlılığı olmayan filan
müesseseye verin demiş. Vasi bunu yerine getirmek zorunda değildir. Bırakın yerine
getirerek böyle bir günaha ortak olmayı bilakis onu engellemekle mükellaftir.
Bir de
burada ölen kişinin arkasında borç bırakıp gitmesi konusunda da bir şeyler
söylemek isterim. Borçlanmaktan ve borçlu ölmekten çok sakınmalıyız. Bu konuda
Resûl-i Ekrem efendimizin çok şedit hadisleri vardır. Meselâ Buhâri’de rivayet
edilen bir hadislerinde buyurur ki; “Borçtan ve günahtan Allah’a sığınırım”.
Bir başka hadislerinde de; “Küfürden ve borçtan Allah’a sığınırım” buyurmaktadır.
Dikkat ederseniz günahla borç, küfürle borç özdeşleştiriliyor. Allah’ın Resûlü
böyle buyuruyor, ama bizim toplumda sanki bu hadislere nazire atasözleri
uydurulmuştur. Meselâ; “borç yiğidin kamçısıdır” gibi sözlerle bu hadisler
kamufle edilmeye çalışılıyor. Kim ne derse desin, borçtan ve borçlanmaktan
azami derece kaçınmak zorundayız. Çünkü yine Buhâri’de beyan edildiğine göre
Allah’ın Resûlü borçlu kimselerin cenaze namazlarını kıldırmamıştır.
Bu konuda üç uygulama görüyoruz.
Bir defasında peygamberimizin huzuruna bir caneze getirildi ve; “ey Allah’ın
Resûlü şu akrabamızın cenaze namazını kıldırırmısınız” dendi. Allah’ın Resûlü;
“Bunun borcu varmıydı” buyurdu, dediler ki; “evet, borcu var ya Resûlal-lah”.
Bunun üzerine buyurdu ki; “Peki borcunu ödeyecek kadar arkasında bıraktığı malı
var mı?” Dediler ki; “hayır, yok. Bunun üzerine bu-yurdu ki; “Arkadaşınızın
namazını kılın, ben borcu olan bir kşinin namazını kılmam” dedi. Eh haydi buyurun,
borçlanın öyleyse. Borçlanın da cenaze namazınız Resûlullah tarafından
kıldırılmasın. Borçlanın da peygamberin salatından, duasından, rahmet
okumasından mahrum kalın.
Bir başka uygulama da şöyledir:
Yine bir defasında Resûl-i Ekrem’in huzuruna bir cenaze getirildi ve namazını
kıldırmasını istediler. Allah’ın Resûlü onun borcunun olup olmadığını sordu.
Borcu var dediler. Geriye borcunu ödeyecek kadar bir malının olup olmadığını
sordu, yok dediler. Peki içinizde onun borcunu tekeffül edecek birisi var mı
şeklindeki sorusuna da akrabalarından birisinin; evet, onu ben üstleniyorum
demesi üzerine onun namazını kıldırmıştır.
Yine Buhâri’de anlatılan bir
başka uygulamada da borçlu ölüp geriye borcunu ödeyecek miktar mal bırakan bir
mü’minin cenazesini kıldırdığı anlatılmaktadır.
Öyleyse bütün bu uygulamalardan
anlıyoruz ki borçlanmaktan sakınacağız, borçlu ölmekten kaçınacağız. Bir de
bundan şunu anlı-yoruz ki ölen kişinin cenaze namazını kılmadan önce cemaate,
orada bulunanlara, onu tanıyanlara bunu soracağız. Ey cemaat, bu adamı
tanıyormuydunuz? Müslümanmıydı? Namaz kılarmıydı? Müslümanlarla berabermiydi?
Borcu varmıydı? İçinizde bu adamdan alacağı olan varmıydı? Bütün bunlar sorulup
hakkında iyi şehadetler alındıktan sonra onun cenazesini kılmalı ve ona rahmet
okumalıyız. Sünnette uygulama böyledir.
Ama bizde, nereden girdi, nasıl
girdi bilmiyorum da, adamın namazı kılındıktan, hakkında salâvat okunduktan
sonra soruluyor. Ey cemaat bunu nasıl bilirsiniz diye. Geçmiş olsun. Namazı
kılınmış, işi bitmiş ondan sonra soruyoruz. Önce ne idiği, nasıl olduğu
bilinmeden kendisine rahmet okunuyor, namazı kılınıyor, sonra da deniliyor ki;
“ey cemaat bu adamı nasıl bilirsiniz?” Bir ara bir cenaze için demişler ki iyi
biliriz. O arada onun cenaze namazını kıldıran imam o kalabalığın arasından
geçerken birisi demiş ki; ya bu adam o kadar iyi, o kadar hoş bir insandı ki
hiç kimseyle küs değil di, herkesle barışıktı deyince, eyvah diyor hoca efendi.
Ne var, ne oldu diyorlar. Eğer ben bu adamın böyle olduğunu önceden bilmiş
olsaydım vallahi cenaze namazını kıldırmazdım diyor. Çünkü bir insanın dostu da
olmalı elbette düşmanı da. Bir adamın herkesle arası iyi olamaz.
Evet,
zinhar borçlanmamaya çalışacağız. Pekiyi hiç mi borçlanmayacağız? Hiç mi
istisnası yoktur bunun? Bu sözlerin sahibi olan peygamber efendimiz hiç mi
borçlanmamış? Evet, bir defasında ailesini doyurabilmek için bir yahudiden
ekmeklik arpa unu ödünç almış, ama karşılığında ona zırhını rehin bırakmıştır.
Tamam, biz de eğer ailemizin karnını doyurcak bir şey bulamamışsak karşılığında
bir şeyimizi rein bırakmak şartıyla borçlanalım. Ama ben bugün bu şekilde ciddi
bir ihtiyaçtan dolayı borçlanan kimseleri göremiyorum. Bugün insanlar açlıktan
dolayı değil de köşe dönme arzusundan dolayı borçlanıyorlar. Ve maalesef insanlar
bugün ellerine geçirdikleri kartlarla henüz kazanmadıkları, henüz ellerine
geçirmedikleri maaşlarını harcamaya ve borçlanmaya çalışıyor.
Ben bu
hadisleri okuyunca da diyorlar ki; eh ne yapalım, bu hayat böyledir, bu
toplumun ticari yapılanması böyledir, bu piyasa böyle yürüyüyor, borçlanmadan
ticaret yapamayız. Böyle diyenlere ben de diyorum ki; arkadaş, eğer piyasa
İslâm’a yön verecekse benim diyecek bir sözüm yoktur, çünkü ben piyasayı
bilmem, ama eğer İslâm piyasayı düzenleyecekse, İslâm piyasaya yön verecekse
işte ben biliyorum ki İslâm böyle diyor.
Babalarınız ve oğullarınız, bunların
hangisinin size menfaati daha yakındır bunu sizler bilmezsiniz. Bunlardan
hangisinin size fayda açısından daha yakın olduğunu sizler bilemezsiniz. Yâni babaların
da oğullar gibi, oğulların da babalar gibi ölen kişinin mîrasında hakkı vardır.
Öyleyse varislerden kimilerini kimilerinden üstün tutma gibi, bir kısmını
kayırıp, bir kısmını mahrum bırakma gibi bir yanlışa düşülme-melidir. Yâni
arkanızda bıraktıklarınızın hangisinin sizin için hayırlı, hangisinin hayırsız
olduğunu bilmediğiniz için varislerinizden kimilerine vasiyette bulunarak
kimilerini mallarınızdan mahrum bırakmayı dü-şünmeyin. Ne bilirsiniz? Belki de
sizin o mahrum bıraktığınız sizin için yarın daha hayırlı olacaktır.
Veya Allah’ın bu yasalarına göre
meselâ babaya anaya oğul-lardan daha az mîras takdir edildi diye onlar daha az
saygı gösterile-cek, daha az sevilecek bir konumda görülmemelidir. Yâni ana
baba ve çocuklarınızın derini mirastan paylarına göre takdir etmeye kalkış-mayın.
Mirastan çok alanlara çok değer vermeye, az alanlara da az değer vermeye
kalkışmayın buyuruyor.
Veya vasiyette bulunarak malının
bir kısmından siz varislerini mahrum bırakan kimseler mi, yoksa vasiyette bulunmayarak
malının tamamını size mîras bırakanlar mı sizin hakkınızda daha hayırlıdır
bunu siz bilemezsiniz diyor Rabbimiz. Böylece sanki bunu sizden çok daha iyi
bilen Rabbiniz babalarınızın vasiyetlerini güzel bir şekilde yerine getirin
tavsiyesinde bulunmaktadır.
İşte bunlar Allah’ın farizalarıdır.
Bunlar Allah’ın belirlediği yasalardır ve Allah ezelden beri Alîm ve Hakîmdir.
Allah ilim ve hikmet sahibidir. Bilgisi ve hikmeti tam olandır. Öyleyse Allah
niçin böyle hük-metmiştir? Erkeğe mîrastan niye kadının iki hissesini takdir buyur-muş?
Babanın hissesi, ananın hissesi neden böyle olmuş? Evliliği niye böyle
belirlemiş? Mîrası niye böyle tespit etmiş? Yetimlerin malları konusunda niye
böyle hükümler indirerek onları koruma altına almış? Bu yetimler niye var
hayatta? Çocukları böyle küçük yaştayken bu ba-balar niye erken ölüyorlar?
Toplumda neden fakirler var? Neden kadınlar var? Neden erkekler var? Neden bir
erkeğin dörde kadar kadınlarla evlenmesine müsaade ediliyor da kadınlara aynı
hak tanınmamış? Neden kadınlar erkeklerden mehir alıyorlar da erkekler kadınlardan
alamıyorlar? Neden? Neden? Neden?
Hiç kimse hiçbir konuda Allah’ı
sorgulama hakkına sahip değildir. Her konuda Müslümanın diyeceği bir tek söz
vardır, o da: “Se-mi’na ve eta’na” Sözüdür. Ya Rabbi işittik ve itaat ettik. Duyduk
ve uyduk ya Rabbi. Duyduk senin yasalarını ve aynen kabul edip uygulamaya
koyulduk, gereğini yerine getirmeye koyulduk. Ama bizim bu tavrımıza karşılık
sen de bizim ufak tefek kusurlarımızı falsolarımı-zı görmeyiver ya Rabbi. Bizi
bağışlayıver ya Rabbi. İşte Müslümanın tavrı budur bu Allah yasaları
karşısında. Çünkü Allah en bilendir, bilgisi tam oladır ve yaptığı her şeyi biz
kimilerini anlayamasak ta belli bir hikmetle yapandır.
12.
“Karılarınızın çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir, çocukları
varsa, bıraktıklarının ettikleri vasiyetten veya borçtan artakalanın dörtte
biri sizindir. Sizin çocuğunuz yoksa ettiğiniz vasiyet veya borç çıktıktan sonra
bıraktıklarınızın dörtte biri karılarınızındır; çocuğunuz varsa,
bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadına kelale
yolu (çocuğu ve babası olmadığı halde) varis olunuyor ve bunların ana bir erkek
veya bir kız kardeşi bulunuyorsa, her birine edilen vasiyetten veya borçtan
artakalanın altıda biri düşer; ikiden çoklarsa, üçte birine, zarara
uğratılmaksızın ortak olurlar. Bunlar Allah tarafından tavsiye edilmiştir.
Allah bilendir, Halimdir.”
Eğer sizin
hanımlarınız ölmüşler de geriye çocuk bırakmamışlarsa o zaman hanımlarınızın
geriye bıraktıkları terekelerinin yarısı sizindir.
Eğer onların geriye bıraktıkları
çocukları varsa vasiyetleri ve borçları ödendikten sonra terekelerinin dörtte
biri sizindir. Evet ölen bir kadının eğer çocukları yoksa onun malından kocası
iki de bir alacak, ama eğer ölen kadının çocukları varsa o zaman da dörtte
birini alacaktır.
Sizin terk ettiğiniz mallarınızda da
kadınlarınızın dörtte bir hakları vardır. Eğer sizin arkaya bıraktığınız çocuklarınız
yoksa. Evet ölen erkeklerin eğer çocukları yoksa o zaman hanımları kaç tane
olursa olsun, bir, iki, üç, dört fark etmez onların hepsine dörtte bir hisse vardır.
Eğer ölen erkeğin arkada bıraktığı karısı bir tane ise o malın dörtte birini
alır, eğer kadın iki ise o zaman o dörtte biri ikisi arasında paylaşılır, üç
ise üçe, dört ise dörde bölünür.
Eğer sizin arkanıza bıraktığınız
çocuklarınız varsa o zaman terekelerinizde vasiyetleriniz yerine getirildikten
ve borçlarınızda ödendikten sonra hanımlarınızın sekizde bir hisseleri vardır.
Eğer bir
erkek ve kadın ölür de ona “Kelale” olursa. Kelale geriye ne çocuk ne de ana baba
bırakmadan ölen kimseye denir. Yâni eğer mîras bırakan erkek ya da kadın,
çocuğu, ana babası olma-yan bir kimse olursa. Yâni eğer ölen bir erkek veya
bir kadının usul ve furûu olmayıp da, yâni babası anası, ila nihaye babasının
babası, anasının anası ve oğlu kızı, oğlunun oğulları, kızının kızları yok da
ken-disine zayıf bir derece ile bir erkek veya kız kardeşi varis bulunursa o
zaman bunlardan her birisine mîrastan altı da bir hisse vardır. Ama eğer böyle
ölene varis olan kardeşler ikiden fazla iseler malın üçte birinde ortaktırlar
bunlar.
Tabi bu kardeşler anne payı
aldıklarından erkek kız farklılığı olmayarak aralarında eşit olarak
paylaşacaklardır. Ama yine ölenin vasiyeti yerine getirilip borçları ödendikten
sonra bu iş geçerli olacaktır. Zarara uğratılmaksızın onlara hakları
verilmelidir. Buradaki zarara uğratılmaksızın ifadesinden şunu anlıyoruz.
Vasiyet varislerin haklarına tecavüz etmemelidir ve de hiç kimse ölen kimsede
gerçekten bir alacağı olmadığı halde alacak iddiasında bulunarak varislere
haksızlık yapmamalıdır.
Veya ölen kişi ölmeden önce
çocuklarım yoktur, malım böyle uzak akrabalarıma kalmasın diye fazlaca
vasiyette bulunup onlara zarar vermeye kalkmasın. Allah Alîm ve halimdir.
Allah yaptığınız her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır. Allah
merhametlidir. Sizin adınıza aldığı kararları da, bilgisi de rahmetinin eseridir.
13. “Bunlar
Allah'ın yasalarıdır. Allah'a ve Peygamberine kim itaat ederse onu içlerinden
ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş
budur.”
İşte bunlar Allah’ın hudududur.
İşte bunlar, bu mîras âyetleri Allah’ın hudududur. Rabbimiz işte böylece mîras
taksimini bize arz ederken bu konudaki hududunu da çizmiş oluyor. Haram helâl
hudu-dunu, aile hukukunun hududunu, kılık kıyafetin hududunu, kazanma ve
harcama hududunu, kadın erkek ilişkileri hududunu, tüm hayatın hududunu tespit
etme hakkı sadece Allah’a aittir. Bu konuda Rabbi-miz hiç kimseye yetki vermemiştir.
Sadece kitabında açıklamadığı ve açıklanmasını kendisine bıraktığı konularda
Rasulullah Efendimiz söz söyleme yetkisine sahiptir. O zaman Rabbimizin
verdiği yetkiyle onu da dinlemek zorunda olacağız elbette. Resulsüz bir kitap,
Resulsüz bir din kabul edemeyeceğimize göre onun direk Allah’tan aktardıklarına
evet dediğimiz gibi, kendisinden söylediklerine de evet diyeceğiz.
Öyleyse hem bu konuyu gündeme getiren,
bu konunun yasasını koyan Kur’an âyetlerini, hem de bu âyetlerin vermediği detayı,
ve-ya bu âyetlerin uygulamasını, pratiğini, yahut da bu âyetlerde günde-me
getirilmeyip de Rabbimizin bir tür vahiyle Rasulullah Efendimize açtığı,
bildirdiği ve bize de öylece bildirmesini istediği Rasulullah Efendimizin
beyanlarını, sünnetini, uygulamasını da içine almak kayd u şartıyla Allah’ın
hududu kabul ediyor ve öylece iman ediyoruz.
Evet hudûdullah deyince hem bu âyetler, hem de
bu âyetlerin tamamlayıcısı, açıklayıcısı olarak Rasulullah Efendimizin
bildirdiği, uy-guladığı yasalar da gündeme gelecektir. Çünkü Rabbimiz genel yasaları
belirler ama onun detaylarını, iç tüzüklerini peygamberine bırakır. Evet işte
bunlar Allah’ın hudutlarıdır ve:
Kim de bu konuda, her konuda Allah ve
Resûlüne itaat edip gönülden bağlanırsa, Allah ve Resûlünün bu yasalarına
riâyet ederse, Allah ve Resûlünün mîras hukukuyla amel ederse, mîrasını böylece
taksim ederse:
Rabbi onu
zemininden ırmaklar akan cennetlerine idhal buyurur. Evet Allah ve Resûlüne
iman eden, Allah ve Resûlünün hayatına karıştığına inanan, Allah ve Resûlünün
belirlediği bir hayat programını yaşayan, malı konusunda, hayatı konusunda
Allah ve Resûlünü söz sahibi kabul eden, Allah ve Resûlünün kendisi adına
seçimini seçim kabul eden kimseler için Rabbimiz altlarından bal ırmakları, süt
ırmak-ları, şarap ve su ırmakları akan cennetler hazırlamıştır. Gözlerin
görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve hayallerin bile ihata edemeyece-ği
güzellikte razı olacakları, razı edilecekleri cennetler onları beklemektedir.
Elbette dünyada Allah’tan razı olan, Allah’ın yasalarından razı olan, Allah’ın
hayat programından razı olan ve Allah için bir hayat yaşayan mü’minleri
Rabbimiz da orada razı edecektir.
Ve onlar
orada, o cennetlerde ebediyen kalıcıdırlar. Ve işte budur en büyük başarı.
İşte budur en büyük kurtuluş. Evet kim ki Nisâ sûresinin bu âyetlerinde
Rabbimizin belirlediği mîras hukuku, mîras yasaları doğrultusunda, Rasulullah
Efendimizin uyguladığı bir mîras taksimi doğrultusunda hareket eder de anası,
babası, karısı, kocası, oğlu, kızı, gelini, kayınpederi, kayınvalidesi vefat
ettiğinde sadece Allah yasalarına baş vurur ve öylece mîrasını taksim ederse
bilesiniz ki cennet onu beklemektedir.
14. “Kim
Allah'a ve Peygamberine baş kaldırır ve yasalarını aşarsa, onu, temelli
kılacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azab onadır.”
Ama kim de
Allah ve resûlüne isyan ederse, hayatını Allah ve Resûlüne sormadan yaşarsa,
Allah ve Resûlüne rağmen, Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetine rağmen kendi
hevâ ve heveslerine uyar-sa, ya da hayatta Allah ve Resûlünden başka yasa
belirleyiciler kabul ederek onların yasalarını uygulamaya kalkışırsa, ben mîras
konusun-da Allah ve Resûlünü dinlemiyorum derse, Allah ve Resûlünün hatırını
bir dünya menfaatine satarsa, üç kuruşluk bir dünya menfaati için Allah ve
Resûlünün kendisine takdir ettiğine razı olmayıp hududu aşarsa, azgınlık
yaparsa:
Allah onu da öyle bir nara, öyle
dayanılmaz, öyle çılgın bir ateşe sokar ki o da ebediyen, hiç çıkmamacasına orada
kalıverir. Ve onun için orada mühiyn bir azap, alçaltıcı, aşağılayıcı, onu
insanlıktan çıkarıcı bir azap vardır unutmayalım. Evet Rabbimiz bir mîras yasası-nı
anlattıktan sora burada bir değerlendirmede bulunuyor. Cenneti ve cehennemiyle
bir uyarıda bulunuyor. Rabbimizin belirlediği tüm hayat kuralları için geçerli
bir uyarıdır bu. Genelde tüm hayat programı, özelde de burada gündeme
getirilen mîras yasasıyla alâkalı bir değerlendirme yapıp öteki âyetlere geçelim
inşallah.
Siz bilirsiniz diyor Allah. Ben
sizi cennet ve cehennemimle uyardım. İsterseniz kul olduğunuzu, benim tarafımdan
yaratıldığınızı, varlığınızı ve varlığınızın devamını bana borçlu olduğunuzu
unutmadan yaratıcınızın yasalarını uygulayarak bir hayat yaşayıp cennete
gidersiniz, dilerseniz de kendinizin tanrılığınızı iddia ederek, kendi hevâ ve
heveslerinize göre, ya da hayatın yasalarını Allah’tan daha iyi bildi-ğine
inandığınız bir kısım azgın tâğutların istedikleri biçimde bir hayat yaşayarak
cehenneme gidersiniz. Dilediğinizi tercih edebilirsiniz. Ama unutmayın ki
yaşadığınız hayatın hesabını bana ödeyeceksiniz diyor Rabbimiz. İtaat edene
ebedî cennet, isyan edene de ebedî cehennem vardır. Bu konuda hiçbir mâzeret de
geçerli değildir. Çünkü insanlar her konuda sadece Rablerine karşı sorumludurlar.
Toplum şöyle istiyor diye,
âdetler böyledir diye, yasalar bunu gerektiriyor diye insanın şu veya bu
şekilde Allah yasalarını çiğneyerek birilerinin hakkını yemesi, birilerine
zulmetmesi, birilerinin malını çalıp çırpması asla ona mâzeret hakkı tanımaz.
Çünkü işte Allah her şeyi âyetleriyle açıklıyor. Ne yapalım toplum düzeni
böyledir. Ne yapalım bu yönetim biçiminde böyle düzenlemişler. Ne yapalım yöneticilerimiz
böyle karar vermişler. Bu kararın suçluları da onlardır diyerek hiç kimse bir
mâzeretin arkasına saklanamaz. Suçu hiçbir zaman başkalarının üzerine atıp bu
işten kurtulamaz. Biz hesabımızı Allah’a yalnız başımıza vereceğiz. İşte şu
anda ölmüş bir yakınımızın, tek ba-şına Allah’ın huzuruna gitmiş bir
akrabamızın mîrasının başındayız. Bu bize ibret olmalı değil mi? O değil de biz
olamaz mıydık mîrası paylaşılan? Ya da yarın biz olmayacak mıyız?
Öyleyse niye yamukluk yapmaya
çalışıyoruz? Niye bir kısım sudan mâzeretlerin arkasına saklanarak Allah yasalarını
diskalifiye yolları arıyoruz? Halbuki Allah ne demişse, Rasulullah nasıl buyurmuşsa
bir Müslüman ona teslim olup boyun bükmek zorundadır. Allah ve Resûlünün
hükmüne karşı inandım diyen insanların muhayyerlik hakkı yoktur. Bu konuda
birbirimizi uyaralım da dünyamızı da âhire-timizi de berbat etmeyelim inşallah.
İşte dünyanın yasası belli. Şu anda uğrunda kavga verdiğimiz bu mülk dün bir
başkasının elindeydi. Bugün bizdedir. Ama unutmayın ki yarın bizler de bir
başkalarına devredip gideceğiz. Bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz aile
içindeki kadın erkek ilişkilerinden, kadın erkek hukukundan söz edecek. Aile içinde
Allah yasalarına göre hareket etmeyen, Allah yasalarını çiğneyen, Allah’ın
istemediği bir hayatı yaşayan kimselerle alâkalı kararlarını, hükümlerini,
yasalarını anlatmaya başlayacak. Aile bireylerinin bu yasalar istikâmetinde
bir hayat yaşayarak Rablerine kulluk ortamı içinde bir aile yapısı
oluşturmalarını isteyecek.
15.
“Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu ispat edecek aranızdan dört şahit
getirin, şahâdet ederlerse, ölünceye veya Allah onlara bir yol açana kadar evlerde
tutun.”
Kadınlarınızdan Allah’ın çizdiği hududu
aşıp fuhşiyyat yapan, aşırılık yapan, kötülük yapanlar olursa onların aleyhinde
dört şahit tutun. Buradaki fuhşiyyat Allahu âlem zina anlamınadır. Bir kadının
yapabileceği aşırılığın en kötüsü, kocasından başka birisiyle gayri meşru
cinsel ilişki kurmasıdır. Evet kadınlarınızdan bu kötülüğü yapanlar olursa,
onun aleyhinde dört şahit tutun diyor Rabbimiz. Yâni kadının böyle bir şey
yaptığını dört şahitle belgeleyin. Kadının böyle bir şey yapıp yapmadığı
konusunda onu bizzat gören dört şahit olmadıkça karar vermeyin. Eğer bu dört
şahit onun hakkında zaman aşımı olma-dan hemen derhal, sıcağı sıcağına şahitlik
ederlerse, o zaman:
Ölüm
kendilerine gelene kadar veya Allah kendilerine bir yol açana kadar evlerinizde
hapsedin, evlerinizde tutun. Evet böyle kadınlar evlerde hapsedilecekler. Tabi
bir baskıyla birlikte bu kötü fiili tekrar işlemesine izin vermeyerek eve
hapsedilmelidirler. Çünkü zina gerçekten çok kötü bir suçtur. Zina bir toplumun
temel direği olan, belkemiği olan ailelerini mahveden bir fiildir. Ailelerde,
ailelerden mey-dana gelen toplumlarda huzur ve güven namına hiç bir şey bırakmaz
zina.
Şu anda
istediği kadar birileri toplumda zinayı suç olmaktan çıkarıp toplumu zinacı
yapmaya gayret etse de, zina nesli telef eden çok kötü bir pisliktir. Düşünün,
bir kadın bir erkekle bir yerlerde tesadüfen buluşacaklar. Belki ömür boyu o
kadın o erkeği bir daha göremeyecektir. Şimdi böyle bir kadın o erkekten çocuk
yapmayı düşünebilir mi? Hangi kadın böyle tesadüfen buluştuğu bir erkekten
çocuk yapma riskine atar kendisini? Hiç tanımadığı o erkeğin çocuğunu kar-nında
taşıyacak dokuz ay, meşakkatle doğuracak, emzirecek, büyütecek, eğitecek. Bu
mümkün değildir. Kedisinin de, çocuğunun da sorumluluğunu üslenecek, nikahla
meşru bir şekilde üzerine sorumluluk alacak bir kocadan ancak böyle çocuklar
düşünebilir. Onun içindir ki evliliklerin azaldığı, zinanın yaygınlaştığı kâfir
toplumlarda nesil de bit-miştir.
Evet, işte böyle kadınların
işledikleri bu kötülüğü devam ettirerek toplumun salâhını dinamitlemelerine
izin vermemek için evlerinize hapsedin buyuruyor Rabbimiz. Onları evlerinizde
tutun ve hiç kimsey-le karşı karşıya getirmeyin. Kimseyle görüştürmeyin. Ta ki
Allah onlar hakkında bir hüküm gönderene, bir yol açana kadar.
Bu
âyetlerden sonra inen âyetlerinde Rabbimiz yeni hükümler indirerek onlar
hakkında yolunu açmıştır. Nûr sûresinin 2. âyeti ve zina suçunu işleyen evli
erkeklerle evli kadınların taşlanarak recm edil-meleri yasası belirlenmiş oldu.
Eğer zina eden erkek ve kadın bekar kimselerse onlara da yüz değnek vurulması
emredilmiştir.
Evet Rabbimizin bu konuda
indirdiği âyetler ve bu âyetlerin nasıl anlaşılacağı konusundaki Rasulullah
Efendimizin pratikteki uygulamalarıyla Allah’ın onlar için açtığı yol da beyan
edilmiş oldu. Böylece İslâm’ın ilk yıllarında zinakâr kadınlara uygulanacak
cezayı ihtiva eden bu âyet de sonraki âyetlerle neshedilmiştir diyoruz.
Eğer tabi bu çirkin suçu
işleyenler câriye ya da kölelerden olursa onlara da 50. değnek vurulacağı konusunda
Rasulullah efendimizin pratik uygulamalarıyla yasallaşmıştır.
Şu anda
olduğu gibi dünya üzerinde zinakârlar hakkında Al-lah’ın belirlediği bu
yasaların uygulanma ortamının bulunmadığı za-manlarda böyle suç işleyenler
evlerde hapsedilecek ve bu eylemi tekrar tekrar işleyerek toplumun ahlâkî
dengesini sarsmasına izin verilmeyecek. Daha sonra bakalım Rabbimiz bu konuda
nasıl yollar açacaksa, o yollara tabi olup gideceğiz.
(Bir soru
soruldu. Pekiyi koca karısının zina ettiğini gördü, ama o anda dört şahit
çağırıp bunu belgeleyemedi. Şahitleri çağırmaya gidince berikiler de o ortamı
değiştirip kamufle etmeyi becermişlerse durum ne olacak? Adam bunu nasıl
belgelecek? Böyle bir kadından nasıl ayrılacak?)
Arkadaşlar,
böyle bir durumda da lian âyeti, lanetleşme usulü gündeme gelecektir. Koca
mahkemede, kadı huzurunda karısının zina ettiğini, bunu gözleriyle gördüğünü
yeminle iddia ettikten sonra, eğer ben yalan söylüyorsam Allah bana lânet etsin
der. Bu sefer kadı hanıma döner ve; bak kocan böyle diyor, ne dersin bu konuda
der. Kadın eğer bu isnadı kabul etmişse mesele kalmaz. Kadın ecmedilir ve bu
evlilik sona erdirilir. Ama eğer kadın bu isnadı reddetmişse, o zaman ona da
lanetleşme yemini ettirilir. Vallahi ben böyle bir şey yapmadım, bu bana yapılmış
bir iftiradır der ve en sonunda da; eğer ben yalan söylüyorsam Allah benim
belamı versin der. Bu durumda kadın recimden kurtulmuş olur ama kadı bu
evliliği sona erdirir. Çünkü eğer koca karısından kurtulmak için böyle bir
iftiraya baş vurmuşsa, zaten bu evlilikte bir hayır kalmamıştır. Karısına bu
büyük iftirayı yapabilecek bir noktaya gelmiş koca karı arasında hiçbir şey
kalmamıştır. Yok eğer gerçekten onun zinasına gözleriyle şahit olmuşsa, artık
böyle bir kadınla beraberliği mümkün olmayacaktır.
16.
“İçinizden zina eden iki kimseye eziyet edin, tev-be edip düzelirlerse onları
bırakın. Doğrusu Allah tevbe-leri daima kabul eder ve merhamet eder.”
Eğer sizin
içinizdeki erkeklerden iki kişi bu suçu işlemişlerse, erkeklerden iki kişi
kendi aralarında ya da kadınlardan iki kişi bu kötü fiili işlemişlerse veya
âyetin bir başka mânâsı da sizden zina fiilini işleyen erkek ve kadından her
ikisine de eziyet edin, onları sıkıştırıp ce-za verin buyuruyor Rabbimiz. Selef
âlimlerimizden kimileri 15. âyetin evliler hakkında, bu âyetin de bekar olan
erkek ve kadınlar hakkında olduğunu söylemişlerdir.
Evet bunlara ceza verilecek, ama
anlaşılan o ki bu ceza size kalmış gibi bir mânâ çıkıyor buradan. Ve onun içindir
ki İslâm hukukunda bu tür kimselere nasıl bir ceza verileceği konusunda farklı
yorumlar vardır. Bazıları işte Lût (a.s) un
toplumunun bu tür ahlâksızlarının üzerlerine taş yağdırılmasından hareketle
bunların taşlanarak öl-dürülmesinden yana bir hüküm ileri sürerlerken,
kimileri sürgüne tabi tutulmaları, kimileri farklı usullerle öldürülmeleri
gerektiğini savunmuşlardır.
Ama
erkeklerden ve kadınlardan her kim de tevbe ederler ve Allah’la da barışırlar,
ıslah olup durumlarını düzeltirlerse, yâni biz bun-dan sonra artık ebediyen bu
kötülüğü bir daha işlemeyeceğiz diyerek bu fuhşiyyattan vaz geçtiklerini
ortaya koyarak samimi bir tevbeyle, samimi bir imanla Rablerine yönelirlerse artık
onlardan vazgeçin, onlardan yüz çevirin, onları serbest bırakın ve onların
dönecekleri Müslümanlıklarında, yaşayacakları Müslümanca bir hayatlarında
onları destekleyip yardımcı olun. Bilesiniz ki Allah tevbeleri çokça kabul
eden, dönüşleri kabul eden, yönelişlere karşılık verendir. Allah size karşı çok
merhametlidir acıyan ve affedendir. Allah tüm kullarına tev-be kapılarını açık
tutandır, el verir ki insanlar hangi boyutta günah işlemiş, hangi yasayı çiğnemiş
olurlarsa olsunlar o günahlarının tümünü affedebilecek büyüklükte, merhametli
bir Rableri olduğuna inanıp dönüş yapsınlar, tevbe etsinler, Rablerine sığınıp
af dilemeyi bilsinler. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz tevbenin ne olduğunu,
nasıl olduğunu ve tevbeleri kabul edilecek insanların kimler olduğunu şöylece
açıklıyor:
17. “Allah,
kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi
üzerine almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul eder. Allah Bilendir,
Hakîm olandır.”
Tevbeleri
kabul edilecekler, bir cehalet sebebiyle, bilmeyerek bir kötülük işliyorlar,
ama bilerek değil ve de bu kötülüğe devam da etmiyorlar, hemen arkasından, en
kısa bir zamanda kötülükten dönenlerin bu dönüşlerini kabul ediyor Rabbimiz.
İşte Rabbimizin kabul edeceği tevbe budur.
Herkim ki
bir bilgisizlik, bir cehalet sonucu bir kötülük yapar, bir günah işleyecek olur
da hemen arkasından tevbe eder ve durumu-nu düzeltirse, cehaletle günaha
gittiği bir anda hemen kıblesini değiştirir ve Allah’a dönerse bilesiniz ki ben
böyle yapanlar hakkında rahmeti kendi üzerime yazdım, onu affederim buyuruyor
Rabbimiz.
Mü'min bir günahı ancak bir
bilgisizlik sonucu, bir gaflet sonu-cu işleyebilir. Yâni ya onun isyan olduğunu
bilmeyerek, ya işleyeceği o isyanın sonucunda, o günahın sonucunda başına
gelecekleri bir an unuttuğundan dolayı günah işler, ya da isyanı taate tercih
ederek bir isyanda bulunabilir ki bu da ayrı bir cehalettir.
İşte bu durumda hemen kendine
gelir gelmez tevbe eden, günahtan vazgeçen, yönünü, kıblesini değiştiren, ve
bir daha bu duruma düşmeme konusunda kesin kararlı olan mü'minleri
affedeceğini bildiriyor Rabbimiz.
Ama dikkat
ediyorsanız âyet-i kerîmede "min gariyb" ifadesi
kullanılmaktadır. Yâni işlenen günahın hemen arkasından tevbe edilmelidir.
Meselâ adam günahı işler işler de artık o kötülüğü işleye-meyecek bir çağa
geldikten sonraya tevbesini geciktirmemelidir. Öyle yaşlanmış ki artık o
amelleri işleme imkânı kalmamıştır. Ne zina edebilecek, ne içki içebilecek, ne
de başka günahları işleyebilecek dermanının kalmadığı bir çağa gelince tevbe
etmeye kalkıyor adam. Eh zaten istesen de yapamayacaksın onları. Kimi
kandırıyorsun da? Öy-leyse tevbelerimizi geciktirmemeliyiz, Rabbimizle aramızı
açmamalı-yız ve her an Rabbimizle diyalog halinde olmalıyız.
Evet, Sizden
her kim ki bir bilgisizlik, bir cehalet sonucu bir kötülük yapar, bir günah
işleyecek olur da hemen arkasından tevbe eder ve durumunu düzeltirse, cehaletle
günaha gittiği bir anda hemen kıblesini değiştirir ve Allah dönerse bilesiniz
ki ben böyle yapanlar hakkında rahmeti kendi üzerime yazdım buyuruyor Rabbimiz.
Demekki
mü'min bir günahı ancak bir bilgisizlik sonucu, bir gaflet sonucu işleyebilir.
Yâni ya onun isyan olduğunu bilmeyerek, ya işleyeceği o isyanın sonucunda, o
günahın sonucunda başına gelecekleri bir an unuttuğundan dolayı günah işler, ya
da isyanı taate tercih ederek bir isyanda bulunabilir ki bu da ayrı bir cehalettir.
İşte bu durumda hemen kendine gelir gelmez tevbe eden, günahtan vazgeçen,
yönünü, kıblesini değiştiren ve bir daha bu duruma düşmeme konusunda kesin
kararlı olan mü’minleri affedeceğini bildiriyor, Rab-bimiz.
Evet işlenen günahın akabinde hemen tevbe edilecek ve bir
daha o günaha dönmeme kararı verilecek. Bu konuda Rasûlullah’ın pek çok hadisi
vardır.
"İşlediği
bir günahın akabinde tevbe eden (Pişman-lık duyarak, bir aha dönmeme azmi
içinde olan, kişi günah işlememiş gibidir."
(İbni
Mâce)
Bir adam gelip Rasûlullah’a: Ya Rasûlullah bir kul bir günah
işlese sonra tevbe etse Allah affeder mi? dedi. Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“Bir kul günah işledi, tevbe
etti. Affedilir. Yine günah işledi yine tevbe etti, yine affedilir. Yine günah
işledi, tevbe etti yine affedilir. En son Rasûlullah şöyle buyurdu. “Hattâ
şeytan melül mahsur oluncaya, ümidini kesinceye kadar”
(Hakim)
Anladınız
değil mi? Hattâ bir başka hadislerinde de Resûl-i Ekrem Efendimiz samimi
olarak, içiyle dışıyla Tevbe edip o günahla ilişkisini kestiği halde dayanamayarak
aynı günahı günde yüz defa işlemiş olsa bile Rabbimizin affedeceğini haber
vermektedir. Adam ger-çekten samimi bir şekilde o günahla ilişkisini kesmiştir,
Tevbe etmiştir ama bir saat sonra dayanamayarak aynı günahı işlemiş olsa bile,
böylece aynı günahı günde yüz defa işlemiş olsa bile Rabbimiz onun tevbesini kabul
edecektir. Ama samimiyetle o günahla ilişkisini kesip onu hayatından atması
şartıyla.
Meselâ adam
içki içiyor, her içişinin sonunda Tevbe ettim di-yor, ama o günah unsuruyla
tümden ilişkisini kesmiyor. Yani onu hayatından söküp atmıyor. Yani Tevbe bir
daha içmeyeceğim diyor ama hâlâ içki şişeleri buzdolabında duruyor. Veya adam
bir kadınla zina ediyor, her birleşmenin sonunda tevbe ya Rabbi, bir daha yapmayacağım
diyor, ama o kadını evinden dışarıya atmıyor, onunla ilişkisini kesip atmıyor,
yarın öbürsü gün tekrar yapacak. Böyle değil tabii. O günah unsurlarını
hayatından söküp atacak, tümüyle ilişkisini kesecek, işte o zaman Allah onun
tevbesini kabul edip affedecektir.
Bakın âyetin bundan sonraki bölümü o hususu anlatır:
18.
“Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine geldiği zaman: "Şimdi tevbe
ettim" diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir. İşte
onlara elem verici azab hazırlamışızdır.”
Yoksa
günahları işleyip işleyip de:
Kendilerine ölüm gelip çatınca da:
İşte şimdi
ben tevbe ediyorum. Ben şimdi günahlardan dönü-yorum diyen kişinin tevbesi
kabul değildir. Ya da gençliğinde, zinde-liğinde, sağlığında günahlar peşinde
koşup koşup da artık ihtiyarlayıp, veya
sağlığını kaybedip de bu günahları işleyemeyecek bir duruma gelen ve işte
şimdi tevbe ettim diyen bir kimsenin tevbesi kabul gör-meyecektir.
Evet ölüm kendisine geldiği bir
zamana kadar tevbesini geciktiren bir kimsenin tevbesi kabul edilmeyecektir.
Bir de:
Kendileri kâfir olarak ölenler için de
tevbe yoktur. Demek ki
Günah
işleyen, bu günahlarını sürdürür, mayın tarlasında geziyormuş gibi günah
işlemeyi alışkanlık haline getirir ve böyle günahlar peşinde bir hayat sürerken
nihâyet kendisine ölüm gelip çatınca da tevbe etmeye kalkışan bir kişinin
tevbesi kabul değildir diyor Rabbimiz. Ama can çekişme zamanı gelmeden tevbe
edip dönenlerin tevbelerinin ka-bul edileceği ümit edilir. Yâni imandan sonra,
tevbeden sonra salih a-meller işleyebileceği bir zaman içinde iman eden, tevbe
eden kişininki kabuldür diyoruz.
Tevbe
yönelmek demektir. Tevbe kişinin hayat programını de-ğiştirmesi demektir. Tevbe
kişinin kıblesini değiştirmesi, küfürden, şirkten, isyandan Allah’a kulluğa yönelmesi
demektir. Kim bunu gerçekleştirirse Allah da ona yönelir ve onun dönüşünü kabul
buyurur. Kendisine yönelenin yönelişini dikkate alır ve ona mukabele eder. Onun
için kendisine tevbe edene Allah da tevbe eder sözünün mânâsı işte budur. Zira
böyle yanlıştan dönenler, bilinç tazelemesinde bulunanlar için Allah sınırsız
bağış ve merhamet sahibidir. Allah karşısında böyle bir öz eleştiri yapanlara
karşı Allah sınırsız örtücü ve affedicidir. Sanki onun yaptıklarının tümünü
silici ve hiç yapmamış gibi kabul edicidir. İşte bunu vaadediyor Rabbimiz bu
âyetinde.
Evet tevbe konusu da işte böyle. Bundan sonra
Rabbimiz nikâh konularını anlatmaya başlayacak. Bakın 19. âyetinde Rabbimiz
şöyle buyurur:
19. “Ey
İnananlar! Kadınlara zorla mîrasçı olmaya kalkmanız size helâl değildir. Apaçık
hayasızlık etmedikçe onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için
onları sıkıştırmayın. Onlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan
hoşlanmıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış
olabilir.”
Ey iman
edenler, kadınlara zorla varis olmaya kalkışmanız size helâl değildir. Cahiliye
döneminde kadının durumu gerçekten yürekler acısıydı. Sıradan mîras olarak
devralınan bir eşyadan, bir maldan farksızdı kadın. İnsanlar yakınlarından
birisi vefat ettiği zaman o-nun geriye bıraktığı karısının üzerine bir örtü
atarak, ölen bu akrabamın malına varis olduğum gibi karısına da varis oluyorum
diyerek o kadın üzerinde hak sahibi oluyordu. Dilediği takdirde ona mehir vermeden
evlendiği gibi, dilediği zaman da onu başkasıyla evlendirip mehrini kendisi
alıyordu. İşte âyet-i kerîmede bu yasaklanıyor.
Veya yine adam karısından
hoşlanmadığı halde, onunla doğru dürüst zevciyet ilişkisi kurmadığı halde sırf
onun malına varis olabilmek için onu zorla nikâhı altında tutardı. İşte âyet-i
kerîme bunu da menediyor. Ey iman edenler sizler artık böyle yapmayın. O
kadınlar istemedikleri halde zorla onların mallarına bu şekilde varis olmanız size
helâl olmaz diyor Rabbimiz. Kendileri sizinle evlenmeyi istemedik-leri halde
bir eşya alır gibi onları zorla almaya kalkışmayın buyurulu-yor.
Çirkin bir
hayasızlık, bir fahşa, bir fuhuş işlemedikleri sürece onlara verdiklerinizin
bir kısmını geri almak için onlara baskı yapmanız da size helâl değildir.
Buradaki
fahişeden, fuhuştan, hayasızlıktan kasıt zina olabileceği gibi, kocaya karşı
itaatsizlik, serkeşlik, geçimsizlik veya kocanın anasına babasına karşı kötü
davranmak, geçimsizlik yapmak, onları incitip rahatsız etmek gibi anlamlara da
gelmektedir. İşte böyle zina etmiş yahut serkeşlikte bulunarak itaatten çıkmış
bir kadına verdiğiniz mehri geri almak, yahut onu buna razı edene kadar
sıkıştırmak, ya da hulu’ yoluyla boşanıncaya kadar onu sıkıştırmak hakkınızdır.
(Kadın için
zikredilen bu fahişe kelimesi üzerine bir soru soruldu)
İslâm
şerîatının yasakladığı çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış. Fahşâ;
Dünyada had cezasını, ahirette ise azâbı gerektiren şeydir. Sınırı aşan her
şey; söz ve cevapta taşkınlık etme; çok çirkin olan zina olayı. Allah'ın yasakladığı
her şey, konuşurken ve cevap verirken haddi aşan erkek ve kadın ve alışılagelen
ölçüyü aşan şeydir. Hakîkate ve normal ölçülere uymayan her işe fâhişe denilir.
Bu kelime, cehâletin bir çeşidi olup, hilmin karşıtıdır.
Fâhişe
kelimesi, Kur'an-ı Kerîm'de on üç yerde geçmektedir. Ayrıca dört yerde de
çoğulu olan "fevâhiş" zikredilmektedir. Âl-i İmrân sûresi 135. ayette
fena bir iş olarak nitelenmiştir. İbn Abbâs'tan gelen bilgiye göre, hurma satan
birine güzel bir kadın geldi. Kadın, alışverişini yaptıktan sonra, adam onu
kucaklayarak öptü. Ancak hemen bu davranışına pişman oldu ve Hz. Peygamber'e
gelip durumu anlattı. Bu olay üzerine söz konusu ayet indi.
(Vahidi,
Esbâbu'n-Nüzûl, 105).
Fahşâ
ve fâhişe kelimesi, Nisâ sûresinin bu âyetinde zinadan kinaye olarak
kullanılmıştır. Ayrıca buradaki fahşâ sözcüğünün ''Kadının serkeşlik etmesi,
kocasına asi olması ve geçimsizlik yapması" anlamlarına geldiği; buna göre
kocanın onu isterse evinde tutacağı, isterse kendisinden boşanabileceği ve
bunun helâl bir davranış olduğu; İbn Abbâs'ın rivâyetine göre de "buğz ve
serkeşlik etme" anlamlarına geldiği açıklanmıştır.
Diğer
bir rivâyete göre de, söz dinlememek ve bununla birlikte isyan etmek
anlamındadır. Yine âlimlerimizden pek çoğuna göre söz konusu ayette geçen fâhişe
kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına, aba babasına eziyette bulunması
anlamındadır. Ayrıca fahişe kelimesinin çoğul sekli olan "fevâhiş"
ile had cezasını gerektiren şeylerin kastedildiği rivâyet edilmiştir
(En'âm,151;A'râf,33;).
Evet, kadının
kocasına karşı itaatsizliği, kocanın anne ve babasına karşı itaatsizliği
sıkıştırma ve hattâ boşama sebebidir. Bir kadın kocasının anasına babasına
bakmaz, onlara karşı itaatsiz bir tavır sergilerse kocası onu boşayabilir.
İbrahim aleyhisselâm’ın eşiğini beğenmedim buyurarak oğlu İsmail’e karısını
boşattığını, sahabe-i kiram efendilerimizden de böyle evlatlarına anımlarını
boşattıklarını biliyoruz.
Kimileri
feminist bir yaklaşımla, batıdaki felsefelerden etkilenerek; efendim, bir kadın
kocasının ailesine bakmakla yükümlü olmadığı gibi, çocuklarını emzirmekle bile
mükellef değildir demeye çalışıyorlar. İnşallah bu konuda kısa bir açıklama
yaparak inancımı ortaya koyayım.
Bir kadının
iki tür görevi vardır. Bunlardan birincisi kazaen görevleridir ki bunları
bizzat Allah belirlemiştir. Namaz, oruç, hacc, zekat, tesettür gibi görevleri.
İkincisi de diyaneten görevleridir ki bunları belirleme yetkisini Allah
kocasına vermiştir. Meselâ gece saat üçte evinize m
Aynen bunun
gibi bir kadının kocası; hanım sen benim anama babama bakmak, hizmet etmek
zorunda değilsin, ben onlara bakacak birilerini bulurum demişse, görevsizlik çıkarmışsa
o kadın onun anasına babasına bakmak zorunda değildir. Ama hanım, benim anama
babama bakmak zorundasın demişse, ona böyle bir görev alanı açmışsa, o kadın
kocasının babasına anasına bakmak zorundadır.
Veya koca;
hanım, sen benim çocuklarımı emzirmek zorunda değilsin, ben onları emzirecek
süt anne buldum demişse, kadının sorumluğu yoktur. Ama koca; hatun, benim
çocuklarımı emzirmek zorundasın demişse onun çocuklarını emzirmek kadının
diyaneten görevidir. Benim bildiğim din böyle der. Ama batı tipi bir aile
yaşamadan yana olan, ana baba, dede nine ve akrabalardan ayrı bir hayat yaşamaya
özenen, materyalistçe hayatını başkalarıyla paylaşmamayı arzu eden kadınlar
için öteki anlayışlar daha kolay geliyor.
Bakara
sûresinde de anlatıldığı gibi birbirleriyle geçinemedikleri bir durumda
kadının kendisini boşaması için kocasına bir şeyler vermesi de caizdir. Kadının
isteğine dayanan bu tür boşanmalarda koca hem karısına verdiği mehri alabildiği
gibi hem de daha fazlasını da alması mümkündür.
Sabit Bin
Kaysın hanımı Allah’ın Resûlüne gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü kocamla bir arada
hayat sürmem mümkün değil! Allah’a yemin ederim ki onun ne ahlâkını ne de
dinini beğenmiyor değilim. Fakat İslâm’dan sonra küfre dönmek ve kâfir olmak da
istemiyorum! Evimin bahçesinden kocamın bir kaç kişiyle birlikte gelmekte olduğu-nu
gördüm! Onlar içinde kocamı rengi en siyah, boyu en kısa ve yüzünü de en çirkin
olarak gördüm! Onu bir türlü sevemedim!” dedi. Bu sırada karısının bu sözlerini
dinleyen Sabit Bin Kays: "Ya Rasulallah! ben malımın en iyisi olan bahçemi
mehir olarak ona verdim! Eğer beni istemiyorsa bahçemi geri versin ben de onu
boşayayım!" dedi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü o kadına şöyle buyurdu:
" Kocanın dediklerine ne dersin? "Kadın evet daha fazlasını da veririm!
deyince Allah’ın Resûlü ikisini birbirinden ayırdı."
(Buhârî,
Nesei)
Eğer böyle
bir kadın kocasına belli bir fidye vererek onu kendini boşamaya ikna ederse
bunun adına İslâm fıkhında hulu denir. Ve kocanın razı olması şartıyla bu boşanma
geçerlidir.
Onlarla iyi geçinin, kadınlarınızla
güzellikle geçinin. Onlara sevgi gösterin. Onlara iyi davranın. Muhabbet edin
onlarla. Konuşurken hep yüzlerine bakın. Yüzlere tebessümle bakın. Çokça
yanlarında, yakınlarında olmaya çalışın. Güzel söz söyleyerek onların gönüllerini
hoş edip yüzlerini güldürün. Sürekli onların yanlarında bulunmaya, onlarla
sohbet etmeye, latife yapmaya, ihtiyaçlarını en güzel biçimde temin etmeye
çalışın. Onları insan görün. Onların size nasıl davranmalarını istiyorsanız
siz de onlara öylece davranmaya çalışın. Kalplerini kırmayın. İzzet-i
nefislerini incitmeyin, kırıp dökmeyin onları. Hanımı Hz. Ayşe’yi memnun
edebilmek için onunla koşu yapan Ra-sulullah Efendimiz:
“Sizin en hayırlınız kadınlarına karşı
hayırlı olanınızdır”
Buyurmaktadır.
Yine Rasulullah Efendimiz başka bir
hadislerinde:
“Dünyadaki hizmetçileri yüzünden
cennetteki hizmetçileri kaybedenlere yuh olsun!”
Dünyadaki hizmetçilerini adam
yerine koymayarak, onları hayvan görerek, onlara zulmederek, burunlarından
getirerek öbür taraftaki hûrilerini kaybedenlere yuh olsun. Peki kimdir bizim
dünyadaki hizmetçilerimiz? Kadınlarımız, çocuklarımız, işçilerimiz,
memurlarımız vs.
Evet Allah’ın Resûlü diyor ki
dünyada hizmetçileri, çocukları, işçileri ve kadınları sebebiyle cenneti
kaybedenlere yuh olsun. Kadınlarına zulmettikleri için, hizmetçilerine
zulmettikleri için, kadınlarına, hizmetçilerine zemin hazırlamadıkları için,
kadınlarını, hizmetçilerini insan görmedikleri için, onları hayvan gördükleri
için, kadir kıymet bil-medikleri için cenneti kaybedenlere yuh olsun! Halbuki
cennette nice hizmetçiler onları bekliyorlardı. Yuh olsun ki orayı onlar yüzünden
kaybettiler onlar. Öyleyse kadınlarımızı insan bilelim, onlara insanca muamele
edelim ki onlar sebebiyle cenneti ve oradaki hizmetçilerimizi kaybedenlerden
olmayalım.
Evet
kadınlarınızla iyi geçinin, onlara iyi davranın.
Eğer
onlarda fuhşiyatın dışında, açık bir hayasızlığın dışında hoşlanmadığınız bir
şey varsa, hoşunuza gitmeyen bir durum varsa, çirkinlikleri, fiziki
güzelliklerinin olmaması, dış görünüşlerinin hoşunuza gitmemesi gibi veya bazı
huylarının hoşunuza gitmemesi gibi bir durum olursa hemen onları boşamaya
kalkışmayın. Belki Allah onu hakkınızda çok daha hayırlı kılar. Umulur ki kerih
gördüğünüz, beğen-mediğiniz şeyde Allah size pek çok hayır verir.
Yâni belki hanımınızın o
durumundan hoşlanmazsınız da ona iyilik yapmanızdan, onun bu kusurunu görmezden
gelmenizden, onu korumanızdan, onun yemesini, içmesini ve cinsel ihtiyaçlarını
en güzel bir biçimde gidermenizden
ötürü Allah size hem dünyada hem de âhirette pek çok hayırlar lütfedecektir
bilir misiniz?
Eğer kadınlarınızın fizikleri,
fiziki güzellikleri hoşunuza gitmi-yorsa bile unutmayın ki her şey fiziki
güzellikten ibaret değildir. Sonra bunun Allah’ın bir takdiri olduğunu bilmiyor
musunuz? Yaratılış bizim elimizde olan bir şey değildir. O kadının size
verebileceği fizik güzelliğinin dışında çok daha güzel şeyleri vardır. Din
güzelliği, namus güzelliği, ahlâk güzelliği, itaat güzelliği, sizi haramlara
gitmekten kurtarma, dininizin yarısını size bahşetme, size huzur ve sükun bahşetme
güzelliklerinin yanında, size salih evlâtlar verme güzellikleri de vardır.
Evet sizler kadınlarınızın bazı
yönlerinden hoşlanmıyor olsanız bile ama Allah’ın rızasını kazanma konusunda
onları sever, onlarla iyi geçimden yana olursanız bilesiniz ki Allah size başka
yönlerden, başka yerlerden hesap edemeyeceğiniz boyutta bereketler, zenginlikler,
mükafatlar verecektir. Öyleyse Rabbinizin bu nasihatlerini iyi dinleyin.
Kadınsanız kocalarınıza ihanet etmeden, kocaysanız kadınlarınıza insanca
muamele ederek Rabbinizin size vaâdettiği mükafatları kaçırmamaya çalışın.
Ama buna
rağmen, kadın da koca da Allah’ın yasalarına riâyet ettikleri halde, birbirlerine
insanca davranmaya çalıştıkları, birbirlerinin hukukuna Allah’ın istediği
şekilde azami riâyet etmeye gayret ettikleri halde her ikisi de anlamışlarsa ki
bu hayat birlikte gitmeyecek. Kadın da koca da anlamışlar ki bu evlilik
Allah’ın istediği biçimde devam etmeyecek. Bu beraberlik her iki tarafın da
kulluklarını menfi yönde etkileyecek bir duruma gelmişse o zaman elbette ayrılmak
da Allah’ın bir yasası olacaktır. İşte böyle bir durumda kalıp da:
20. “Bir eşin
yerine başka bir eş almak isterseniz, birincisine bir yük altın vermiş olsanız
bile ondan bir şey almayın. İftira ederek ve apaçık günaha girerek ona verdiğinizi
geri alır mısınız?”
Önceki
eşinizi bir başka zevceyle değiştirmek isterseniz, bir eşinizin yerine bir
başka eş almak isterseniz, yâni nikâhınız altındaki zevcenizi bir başka
zevceyle değiştirmek isterseniz. Arkadaşlar, burada anlatılan hitap evlenme
sınırını sonuna kadar kullanmış, yâni dörde kadar evlenmiş erkekleredir.
Değilse bir tek kadınla evli olan bir kimse ikinci bir hanım almak istediğinde
elbette bu ilk hanımını boşamak zorunda değildir. Dört hanımı var adamın ve
bunlardan birisiyle anlaşamadılar, onu boşayıp da onun yerine bir kadın daha
almak isterse.
Veya tabii bir kadını var da
onunla anlaşamamış, onu boşayıp da yerine yine bir kadınla evlenmek isterse. Bu
hakkı da vardır adamın. Arkadaşlar, İslâm toplumunda evlenmek nasıl bir haksa
boşanmak ta Allah’ın izin verdiği bir haktır. Eğer karı koca anlaşamamışlar-sa,
kullukları ters yönde etkilenmeye başlamışsa o zaman elbette Allah’a kulluk
önce geldiği için, en son düşünmeleri gerekse de boşan-maları haktır.
Anlaşamamış insanların böyle birbirlerine işkence çektirerek kulluklarını
tehlikeye atmaları da caiz değildir. Böyle bir durum-da Allah yasalarıyla
evlenen taraflar yine Allah yasalarıyla boşana-caklardır. Bakara, Nisâ ve diğer
sûrelerde anlatıldığı gibi eğer bir kadınla bir erkeğin birlikte yaşamaları
mümkün olmayacak bir duruma gelmişse her iki tarafın da boşanma hakları vardır.
Bunu kadın da talep edebilir,
erkek de onu boşamak isteyebilir. Ama ne boşanmayı talep eden kadın bu
talebini gerçekleştirirken, ne de boşamayı gerçekleştiren koca bu eylemi
gerçekleştirirken asla birbirlerini kötülemeyeceklerdir. Çünkü her şeyden önce
kardeştirler bunlar. Her iki taraf da birbirlerinin Müslüman kardeşidir.
Kardeşler olarak, tamam geçinememiş olabilirler, birbirlerini anlayamamış olabilirler,
karı koca olarak birbirlerine tahammül edememiş olabilirler, nor-maldir bu, ama
bundan sonraki hayatlarında onlar kardeşler olarak bir hayat yaşayacaklar.
Kâfirlerin karşısına birlikte çıkacaklar, Allah’ın emirlerini birlikte ikâme
kavgası verecekler. Onun için kardeş olduklarını asla unutmayacaklar,
birbirlerini kırıp geçirmeyecekler.
Bir hanımın
yerini bir başka hanımla doldurmak istediğinizde önceki hanımınıza, yâni
boşadığınız hanımınıza kantar kantar mehir de vermiş olsanız sakın onları geri
almaya kalkmayın. İftira ederek, olmadık iddialarda ve isnatlarda bulunarak,
açıkça günaha girerek o hanımınıza verdiğini geri almak mı istiyorsunuz? Alır
mısınız onu ondan geriye? Yakışır mı bu size? Allah’a karşı yapabilir misiniz
böyle bir şeyi? Çünkü onlar sizden sağlam bir teminat aldılar. Kendilerini size
teslim ederlerken sizden Allah adına sağlam bir nikâh akdi, sağlam bir evlilik
bağı, sağlam bir mehir sözü ve garantisi almışlardı. Allah namı hesabına onları
nikâhlayıp kendinize almıştınız. Allah adına nikâh kıymıştınız.
Aslında bu bir araya gelmeniz
nikâhsız olsaydı ölümle cezalandırılacak bir iş yapmış olacaktınız. Yâni eğer
sizler bu cinsel arzularınızı böyle bir nikâh akdi olmadan gidermiş olsaydınız
öldürülmüş olacaktınız. Öyle değil mi? Bir tek birleşmenizin bile sizi ölüme
götürebileceği bir eylemi aylar yıllar birlikte serbestçe yaptınız. Bunu hiç
düşünmüyor musunuz?
Evet boşanan tarafların
aralarındaki karılık kocalık ilişkileri bit-miştir, ama İslâm kardeşlik
ilişkileri hâlâ devam etmektedir. Öyleyse üç kuruşluk menfaat devşirebilmek
için bu kardeşliğin zedelenmemesine azami dikkat etmek zorundayız. Bakın şu andaki
kardeşlik an-layışıy ile Resûl-i Ekrem Efendimiz dönemindeki kardeşlik anlayışı
a-rasında mukayese yapabilmek için burada o dönemden bir örnek vereyim.
Allah’ın Resûlü Medine’de kölelik
anlayışını yıkmak için bir devrim gerçekleştirmeyi düşündü. Allah’ın Resûlü
toplumda ciddi devrimler gerçekleştirirken kahramanları hep yakın
akrabalarından seçmiştir. Meselâ faizi kaldırma devrimini önce amcası Abbas’ın
faiz alacaklarını silerek gerçekleştirmiştir. Köleliği yıkma devrimini
gerçekleştirirken de yine kahramanları yakın akrabalarından seçti. Halasının kızı
Zeynep ile kölesi Zeyd efendimizi evlendirmeyi, böylece hür bir kadını bir
köleyle evlendirerek kölelik müessesesine bir darbe vurmayı hedefledi. Durumu
Zeynep annemize ve ailesine açınca önce onlar bunu çok garip karşıladılar.
Nasıl olur? Asil ve hür bir kadın bir eşyadan farksız olan bir köleyle nasıl
evlenebilir diye şaşırdılar. Çünkü o dönemde bu gerçekten çok garip bir şeydi.
Hür bir kadının bırakın böyle bir köleyle evlenmesini, tükürüğünü bile o köleye
reva görmezlerdi. Bu hadise üzerine Ahzâb sûresindeki âyet nzil oluyordu.
“Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman,
inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah'a ve
Peygambere baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.”
(Ahzâb
36)
Allah ve Resûlü bir konuda bir
hüküm vermiş, bir hükümde bu-lunmuşsa o konuda, Allah ve Resûlünün karar
verdiği o işte mü’min erkek ve kadınlara seçim hakkı yoktur. Allah ve Resûlü
bir konuda hüküm vermişse artık inanmış erkek ve kadınların o konuda bir görüş
belirtmeleri, bir tercihte bulunmaları söz konusu değildir.
Evet mü’min olduktan sonra hiç
kimsenin hiç bir konuda seçim hakkı yoktur. Ama mü’min oluncaya kadar iki seçim
hakkımız vardır. Allah ve Resûlünü de seçebiliriz, Allah ve Resûlü dışındaki
bir dünyayı da seçebiliriz. Allah ve Resûlüne iman ve teslimiyeti, Allah ve Resûlünün
istediği bir hayatı yaşamayı da seçebiliriz, keyfimize göre bir hayat yaşamayı
da seçebiliriz. Mü’min olmayı da, kâfir olmayı da seç-me hakkımız vardır. Ama
iman ettikten sonra, ben mü’minim dedikten sonra, ben inandım dedikten sonra
hiç bir mü’min erkek ve kadın için Allah ve Resûlünün seçtiği karar karşısında
itiraz etme, görüş bildirme, yargılama, sorgulama hakkı kalmamıştır. Allah ve
Resûlünün alternatifi bir karara, bir hükme, bir yola gitme hakları kalmamıştır.
Evet
anladık değil mi? Allah ve Resûlüne iman edinceye kadar, Allah ve Resûlünü
seçinceye kadar bu irademiz elimizdedir. Dilediğimizi seçebiliriz. Ama
tercihimizi Allah ve Resûlünden yana kullandıktan, müslüman olduktan sonra
artık Allah ve Resûlünün bizim hakkımızda vermiş olduğu bir kararının dışında
bir karar verme hakkımız da, yetkimiz de yoktur. Allah ve Resûlü ne diyorsa,
bizim için neyi seçmişse olduğu gibi kabul edip teslim olmak zorundayız. Artık
bu benim hoşuma gitmiyor, bunu benim mantığım almıyor, buna benim aklım
yatmıyor deme hakkımız da yetkimiz de yoktur.
“Hiç birinizin gönlü, arzusu, hevesi benim
getirip tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça mü’min olmuş olamazsınız.”
(Buhârî)
Yine bir başka hadislerinde Allah’ın Resûlü
şöyle buyurur:
“Sizden biriniz beni nefsinden, ailesinden, çocuklarından
ve tüm insanlardan çok sevmedikçe mü’min olamaz.”
(Buhârî, İbni Mâce)
“Üç şey kimde bulunursa, o gerçek imanın tadına
ermiştir. Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmesi, sevdiğini Allah için
sevmesi, hidâyeti bulduktan sonra küfre dönmekten, ateşe düşmek kadar korkması”
(Ahmed İbni Hanbel Müsnedi)
Hz. Ömer Efendimiz der ki; “Allah ve Resûlünün
kötü gördüğü bir şeyi iyi gören mü’min değildir.” Hz. Ali Efendimiz de buyurur
ki; “Her kim ki Allah ve Resûlüne muhabbet iddia ettiği halde, Allah ve
Resûlüne muvafık hareket etmezse bu iddiası batıldır.
Kim ki Allah ve Resûlüne isyan eder,
Allah ve Resûlünün seçimine alternatif seçimler arayışı içine girerse o kimse
apaçık bir şekilde Allah yolundan sapmış ve sapıtmış demektir. Evet Allah ve Resûlüne
inandığını iddia ettikten sonra, Allah ve Resûlünü tercih ettikten, müslüman
olduktan sonra kim ki Allah ve Resûlüne isyan ederse artık onun Allah ve
Resûlüyle hiçbir bağı kalmamış, net bir şekilde İslâm’dan uzaklaşmış demektir.
İşte bunun pratik örneğini sahâbeden Zeyd ve Zeynep’te görüyoruz. Zeyd
Rasûlullah efendimizin evlâtlığı, Zeynep te onun karısıdır. Rasûlullah
efendimiz evlâtlığı olan Zeyd’le hâlâsının kızı olan Zeyneb’i evlendirmek ister.
Tabii bir köleyle asil, soylu bir
kadını evlendirerek Allah’ın Resûlü toplumdaki kölelik anlayışına en büyük
darbeyi indirmek istiyor. Onun içindir ki o günün geleneklerine göre gerçekten
bu çok zor bir evlilikti. Ama İslâm gelenekleri yıkacak, kardeşliği
pekiştirecek, İnsanlar arasındaki sınıf farklılığını bitirecekti. İşte böyle
bir eylemi Allah’ın Resûlü ilk önce kendi akrabaları arasında gerçekleştiriyordu.
Soylu kadın Zeynep bundan çekinir. Ben Zeyd’den daha soyluyum, onu kendime
lâyık görmüyorum der. Rabbimiz işte bu âyetiyle uyarır onu ve velîsini. Ben
müslümanım diyen hiçbir kimse Allah ve Resûlünün seçimine itiraz edemeyecektir.
Rabbimizin bu âyetini duyar duymaz hemen Zeynep ve ailesi Rasûlullah’ın
seçimine teslim olurlar ve bu evlilik gerçekleşir.
Birkaç yıl evli kalırlar, ama bir
türlü aralarında geçim olmaz ve boşanırlar. Belki de Resûlullah Efendimizin hatırına
bir köleyle evlen-meye razı olması sebebiyle Rabbimiz Zeynep annemizi
peygamberi-mizle evlendirerek ödüllendirmek ister. İşte benim asıl diyeceğim
şuy-du: Zeynep annemiz peygamberimizle evlenirken onu istemeye dünürcü olarak
kim gidiyor biliyor musunuz? Zeyd efendimiz. Resûlullah efendimiz diyor ki;
Zeyd git Zeynebi bana iste. Zeyd efendimiz boşadığı peygamberimize istemeye
gidiyor. Zeyneb annemiz diyor ki, ben hamur yuğuruyordum, Zeyd geldi, bana
arkasını dönerek selâm verdi ve dedi ki; Zeynep Resûl-i Ekrem seninle evlenmek
için beni gönderdi, üç gün düşünmeni ve karar vermeni söyledi, rica ediyorum peygamberle
evlenmeyi kabul edersen sevinirim dedi ve gitti diyor. Dikkat ediyor musunuz?
Zeyd efendimiz boşadığı kadını bir başkasına istemeye dünürcü gidiyor. Şimdi içimizden
birisi bunu yapabilir mi? Bırakın onu bir başkasına istemeye gitmeyi, onunla
evlenmek isteyenleri öldürmeye kalkanları görüyoruz. Ne oluyor yahu?
Karılığınız kocalığınız bitmiştir ama unutmayın ki kardeşliğiniz devam ediyor.
Onu zedelemeye ve birbirinize düşman kesilmeye ne hakkınız var?
21. “Nasıl
alırsınız ki siz birbirinize katılmıştınız ve onlar sizden sağlam bir teminat
almışlardı.”
Düşünün,
bir erkek bir kadınla evlendi, bir araya geldiler, birbirlerine yakın oldular,
birbirlerine katıp karıştılar, aralarında hiç bir engel kalmayacak biçimde
birleştiler, yakınlaştılar, bir ruh tarafından idare edilen iki beden oldular,
o onun kocası, o da onun karısı oldu, birlikte bir hayatı, birlikte soluklarını
paylaştılar. Böylece sarmaş dolaş birlikte günler, geceler, aylar, yıllar
geçti. Sevgilerinin meyvesi olarak çocukları oldu, ya da olmadı. Ama beraber
oldular, beraber yaşadılar. Birbirleriyle böylesine içli dışlı oldular. Birlikte
cinsel ihtiyaçlarını giderip güzel günler yaşadılar. Birlikte unutulmaz,
silinmez hatıraları oldu.
Ama işte nedense sonradan olmadı,
anlaşamadılar, araya bir kısım tatsızlıklar girdi ki bu tatlılıklarına galebe
çaldı. Olmasa iyiydi ama huzursuzlukları huzurlarından üstün geldi de
birbirlerine daha fazla acı çektirmemek, birbirlerine hayatlarını zindan edip
kan kustur-mamak için güzellikle ayrılmayı, boşanmayı kafalarına koydular.
İşte bu durumda koca daha önce o kadınına mehir olarak kantar kantar altın ve
gümüş vermiş de olsa artık onun zerresini bile ondan almaya çalışmamalıdır,
hakkı yoktur buna. Onu o bir zamanlar birlikte geçirdiği güzel günler hatırına
hanımına bırakacak ve o kadın da istediği gibi onu harcama imkânına sahip olacaktır.
Bakın
Rabbimiz konunun önemine dikkatlerimizi çekmek üze-re buyuruyor ki, ona iftira
ederek ve kendiniz de apaçık bir günaha girerek verdiğinizi almaya mı çalışacaksınız?
Bir Müslüman olarak ya-kışır mı bu size? Rabbimiz böyle diyerek biz kullarını
uyarıyor ama gelin görün ki şu anda bizim toplumda gerek kadın, gerekse erkek
olarak Rablerinin bu uyarılarını tanımadan, Rablerinin kitabından habersiz bir
hayat yaşayan insanlar Allah korusun maddeye tapınırcası-na tavırlar
sergiliyorlar. Gerek kadın tarafı, gerekse erkek tarafı üç kuruşluk mal için
birbirlerine olmadık zulümlerde bulunuyorlar. Mehiri vermemek için erkek tarafı
kadına olmadık iftiralar, olmadık hakaretler yapıyorlar. Kadın tarafı da bu
mehiri alabilmek için veya bazen fazladan
bir şeyler koparabilmek için koca tarafına olmadık şeyler söylüyorlar.
Halbuki Allah bu dedikoduların
kökünden silinmesini murad ediyor. Her iki tarafa da emirlerde bulunarak
birlikte yaşanan o güzel günlerin zehir edilmemesini emrediyor. Her iki tarafa
da kardeş olduk-larını hatırlatarak böyle yamukluklara tevessül etmemelerini
öğütlüyor Rabbimiz. Sizler her şeyden önce kardeşsiniz, dünyada kardeşler
olarak komşu olabileceğiniz gibi yarın cennette yine komşular olarak birlikte
bir hayatta yaşayacaksınız. Öyleyse niye bu ilişkilerinizi Allah’ın istemediği
bir şekilde bozmaya çalışıyorsunuz? Tamam bu evliliği yürütemeyerek ayrıldınız,
bu sizin hakkınızdır, bu suç değildir. Ge-çimsizlik de ayrılmak da suç
değildir, ama boşanırken ve boşandıktan sonra birbirinize yaptığınız bu yamuklukların
tamamı suçtur. Böyle bir-birinize yaptığınız iftiralarla, bühtanlarla,
dedikodular ve günahlarla İslâm toplumunu ve kardeşlik hukukunu zedeleme
eylemlerinizin yarın cezasını çekecek, bunun hesabını vereceksiniz buyuruyor
Rabbimiz.
Demek ki
koca karısının mehrini mutlaka vermek zorundadır. Ona daha önce kantar kantar
mehir vermiş de olsa. Arkadaşlar, bu kantar kantar ifadesi gücü yetenlerin, malî
imkânları iyi olanların kadınlara yüksek mehir vermelerinin cevazını anlatır
deniyor. Gerçi Hz. Ömer Efendimiz bir ara bunu yasaklamayı düşünmüş. Toplumun eko-nomik
ve ahlâkî dengesini bozduğu, toplumda fakirlerin evliliklerinin zorlaştığı,
zorlaştırıldığı endişesiyle kadınlara fazla mehir vermeyi yasaklamayı, ya da
buna bir sınır getirmeyi düşünmüş, ama sonradan mescitte hutbe esnasında bir
kadının işte bu âyeti hatırlatarak kendisini uyarması sonucunda bundan vazgeçmiştir.
22.
“Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin, geçmişte olanlar artık
geçmiştir çünkü bu bir fuhuş ve iğrenç bir şeydi, ne kötü bir yoldu!”
Cahili,
şirk ve küfür toplumlarında insanlar babalarının hanımlarıyla evlenirlerdi.
İslâm öncesi Mekke ve diğer tüm cahili toplumlar-da bu yaygındı. Şu anda
yeryüzündeki müşrik toplumlarda, vahye dayanmayan, vahiyden habersiz bir hayat
yaşayan toplumlarda da bu tür cahili uygulamaların varlığını biliyoruz. Ama bu
kitabın ve bu âyetlerin geldiği dönemde evlâtların üvey anneleriyle evlenmeleri
yaygındı. Baba öldüğü anda hemen büyük evlât, küçük evlât hangisi güç-lüyse,
hangisi erken davranırsa anasının sahipliğini iddia eder ve onunla evlenirdi.
İşte Rabbimiz bu âyetiyle böyle bir şeyin caiz olmadı-ğını ortaya koyuyor. Bu
yasaktır. Babalarınızın nikâhladığı kadınlarla, yâni üvey annelerinizle
evlenmeyin.
Ama geçen de geçmiştir, geçenler
konusunda da sorumlu değilsiniz, Allah onu size affetmiştir. Ama şu andan
itibaren, Rabbinizin bu yasasına muttali olduğunuz andan itibaren sakın böyle
bir şeyi yapmaya kalkışmayınız.
Âyetin
nüzûl sebebiyle alâkalı İbni Kesir şöyle bir hadîse nakleder. Ensâr’dan bir
zât vefat edince oğlu onun hanımıyla evlenmek istedi. Kadın dedi ki, ben seni
oğlum yerinde görüyorum. Sen Kerîm bir zatın oğlu Kerîm bir kimsesin. Şimdi ben
Rasulullah Efendimizin yanına gideceğim ve bu konuyu kendisine soracağım dedi.
Ve Rasu-lullah’ın yanına gelerek durumu kendisine sordu. Ey Allah’ın Resûlü,
kocam vefat etti ve onun oğlu benimle evlenmek istiyor. Halbuki ben onu kendi
oğlum makamında gördüm ve durdum. Şimdi bu durumda bana ne dersin? Bu konuda
hüküm nedir? dedi ve hemen arkasından âyet nâzil oldu. Rabbimiz babalarınızın
nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin, bu Allah’ın gazabını celbeden, Allah’ı kızdıran
büyük bir fahşa-dır buyurdu.
Evet, bu gerçekten çok çirkin bir
hayasızlık ve de öfke duyulan bir iğrençliktir, çok kötü bir yoldur. Allah
kullarına böyle ahlâk dışı yolları yasaklamıştır. Böyle bir evlenmeye yasak
koymuştur. Çünkü bu büyük bir fahşadır.
Daha
önceki âyeterde faşa ile fuhuş ile alakalı epey bir şeyler demeye çalışmıştım.
Burada da biraz söz edelim. Fuhuş dediğimiz kötülükler günümüzde özellikle
Allah bilgisinden, vahiyden uzak yaşayan toplumlarda oldukça yaygın hale
gelmiştir. Bu gibi yerlerde İslâm’ın ‘fahşa-fuhuş’ dediği çirkinlikler
kanıksanıyor, ayıp sayılmıyor; hattâ çok normal, sıradan davranışlar olarak
kabul ediliyor.
Fuhuş
özellikle batı toplumlarında geniş bir sektör haline gelmiştir. Bu sektörde mekanların
yanında, bütün yazılı ve görsel basın ve en son teknoloji bile kullanılıyor. Bu
konuda üretilen ürünler çok rahatlıkla kitlelere ulaştırılıyor. Evlilik dışı
ilişkiler yaygın olduğu gibi, erkek ve kadının evlenmeksizin beraber yaşaması
artık sosyal bir olgu olarak kabul görüyor. Bunun yanında aynı cinsler
arasındaki ilişkiler, hatta evlilikler bile normal karşılanıyor. Bu ülkelerde
fuhuş’un sergilendiği mekanlar ise sayılamayacak kadar çoktur.
Mü’minler
izzet ve şereflerini, haysiyet ve insanlıklarını, aile ve nesillerini; çağımızın
bu hayasız hastalığından ancak İslâm’ın getirdiği ölçülere uyarak, onları ahlâk
haline getirerek koruyabilirler. Kişiyi bütün toplumlarda –bu kadar bozulmaya
rağmen- küçülten, değerini düşüren, yüksek makamlara çıkmasına engel olan ve
kötü tanınmasına sebep olan fuhuş olayı, aslında İblis’in bir çağrısıdır ve
tuzağıdır. Aklı başında olan insanlar bu ezelí düşmanlarının böylesine kurnaz
ve tehlikeli oyunu karşısında uyanık olmak, onun çirkin davranışları sevimli
gösterme tuzağına düşmemek zorundadırlar.
İslâm,
evlilik dışı ilişkilere fuhuş dediği gibi, bütün çirkin, bayağı, adi, iffet ve
haya dışı çirkinliklere de ‘fahşa’ demekte ve hepsini müslümanlara uygun
görmeyerek yasaklamaktadır. Müslümanlar İslâm’ın getirdiği iffet ahlâk evlilik
ve aile hayatı ölçülerine uyarak bu ha-yasızlıklardan korunabilirler. Önceki
âetlerinde de Rabbmiz mü’min-leri temizlemeyi, onları Mekke cahiliye ortamından
üzerlerinde taşıyıp getirdikleri cahiliye izlerinden, kalıntılarından
temizlemey murat buyur-duğunu haber vermişti. Müslümanları kendi emirleri ve
yasaları doğrultusunda tertemiz bir hayata ulaştırmayı hedefediğini haber vermişti.
Öyleyse bizler Rabbimizin bizim için, bizim temizlenmemiz için gönderdiği helâl
haram yasarına riayet ederek, O’nun yasalarını çiğnemeden bir hayat yaşamak
zorundayız. O zaman dünyamız da güzel olacak, âhiretimiz de güzel olcaktır. Bundan sonra öteki evlenme yasaklarını
anlatmaya başlıyor.
23.
“Sizlere analarınız; kızlarınız, kız kardeşleriniz, halâlarınız, teyzeleriniz,
kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt
anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe
girdiğiniz kadınlarınızın yanınızda kalan üvey kızlarınız ki onlarla gerdeğe
girmemişseniz size bir engel yoktur, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi
bir arada almak sûretiyle evlenmek, geçmişte olanlar artık geçmiştir size haram
kılındı. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Kendileriyle evlenilmeleri haram olanlar da
bakın şunlardır. Muharremat olanlar şunlardır ki; bunların ilk yedisi neseben
haram olanlar, sonrakiler de sebeben haram sayılanlardır. Rabbimiz önce neseben
haram olanları, sonra da süt akrabalığı dolayısıyla ve sıhrî arabalık sebebiyle
haram olanları anlatıyor. İşte bu zikredilenlerin dışındakilerin bize helâl
olduğu açıklanıyor. Ancak meşru yollarla, helâl yollarla olmak kayd u şartıyla.
Mehirleri verilerek, nikâh akdi gerçekleştirilerek ve de dörtten fazlaya
taşmayarak, câriyelerle yetinerek, zinaya gitmemek kayd u şartıyla. Rabbimizin
haramlarını haram, helâllerini de helâl bilmek kayd u şartıyla.
1-
Annelerinizle evlenmeniz size haram kılındı. Anneleriniz ve ila nihaye
annelerinizin anneleriyle evlenmeniz haramdır. Nineleriniz, babalarınızın
anneleri, annelerinizin anneleri. Bir de annelerin üvey ya da öz olması da
durumu değiştirmeyecektir. Üvey anneler de aynen öz anneler gibi haramdır. Bir
önceki âyette onu demeye çalışmıştım.
2-
Kızlarınız size haram kılındı. Kızlarınız ve ila nihaye kızlarınızın kızları
da haramdır. Kendi kızlarınız haram olduğu gibi, oğullarınızın kızları,
kızlarınızın kızları da haramdır.
3 Kız
kardeşlerinizle evlenmek haram kılındı. Kız kardeşe-leriniz ve ila nihaye kız
kardeşlerinizin kızları. İster ana baba bir, isterse ana bir, veya baba bir
kardeşiniz olsunlar fark etmez.
4-
Halâlarınızla evlenmeniz size haram kılındı. Babalarınızın kardeşleri olan
halâlarınız da size haramdır. Bunlar da ister ana baba bir, ister ana, ya da
baba bir kardeşleri olsunlar size haramdırlar.
5- Teyzeleriniz
size haram kılındı. Annelerinizin kardeşleri de size haramdır. Bunlar ister ana
baba bir, isterse ana ya da baba bir kardeşleri olsunlar fark etmeyecektir.
6- Erkek
kardeşlerinizin kızları haram kılındı. Bunlar da aynıdırlar.
7- Kız
kardeşlerinizin kızları haram kılındı. Bunlar da öyledir.
İşte buraya
kadar anlatılanlar neseben haram olanlardır. Bundan sonrakiler de sebeben
haram olanlardır.
8- Sizi
emziren süt anneleriniz size haram kılındı. Çünkü bir erkek yahut kız çocuğunu
emziren kadın aynen onun öz annesi gibidir. O kadının kocası da emenin babası
gibidir. O çocuğun öz babası, öz annesi ile alâkalı hükümlerin aynısı bunlar
için de geçerlidir. Binaenaleyh bir kişi nasıl ki öz babası ve annesiyle
evlenemiyorsa süt annesi ve süt babasıyla da evlenmesi haramdır. Allah’ın
Resûlü bir hadislerinde şöyle buyurur: “Kanın haram kıldığını süt de haram kılar.”
Burada detaya girmek istemiyorum,
ama fıkıh kitaplarında bu haramlığın gerçekleşmesi için emilen süt miktarı ve
emme çağıyla alâkalı farklı görüşler vardır. Meselâ İmam Ebu Hanife ve İmam Mâlike
göre orucu bozacak kadar bir miktar emmişse bu haramlığın gerçek-leşmesi için
yeterlidir derlerken, imam Şâfiî de en az beş kez emme şartını getirir. Emme
çağıyla alâkalı da kimileri sütten kesilmeden önceki emme geçerlidir, çünkü
çocuğun sütten kesilmesinden sonraki emmeleri tıpkı su içmeye benzer ki bu
haramlık gerçekleşmez derlerken, kimileri iki yaşına kadar ki emmelerin geçerli
olduğunu, bu çağdan sonraki emişlerin geçerli olmadığını söylemişlerdir. İmam
Ebu Hanife de iki buçuk yaşına kadarki emmelerin geçerli olduğunu söylemiştir.
Hz. Ayşe annemiz de bu emme işinin herhangi bir yaşla sınırlandırılmasının
olmadığını, ne zaman emerse emsin bu yasağın gerçekleşeceğini söyler.
9: Süt kız
kardeşleriniz size haram kılındı. Evet kişinin gerek kendisiyle birlikte aynı
anda süt emdiği o kadının çocuğu, gerekse kendisinden önce yahut sonra o
kadının süt emzirdiği tüm çocukları onun süt kardeşleridirler ve onlarla
evlenmesi kendisine haram olur.
10:
Hanımlarınızın anneleri haram kılındı. Evet kişinin hanımının annesi ona
haramdır. Kişi hanımıyla nikâhlandığı andan itibaren, isterse onunla gerdeğe
girmemiş, cinsel ilişkide bulunmamış da olsun, nikâh akdi gerçekleştirildiği
andan itibaren o karısının annesi o kişiye haramdır.
11-
Kendileriyle gerdeğe girip cinsel ilişki kurduğunuz kadınlarınızdan dünyaya
gelmiş olup sizin elinizin altında, koruyuculuğunuz altında bulunan üvey
kızlarınız size haram kılındı. Çünkü anneleriyle zifaf onları kişiye haram
kılar. Bu kişinin karısının kızları ister kendi evinde büyümüş, korunma altına
alınmış olsun, isterse başka yerlerde bulunsun fark etmeyecektir. Ama
kendileriyle cinsel ilişkide bulunmadığınız kadınlarınızın kızlarıyla
evlenmenizde bir sakınca yoktur. Yâni kendileriyle nikâh kıyılmış ama gerdeğe
girilmemiş, cinsel ilişkide bulunulmamış kadınların kızlarıyla evlenmenizde
bir sakınca yoktur. Tabi bunlar o kadının başka kocalarından olma çocuklarıdır.
Rebaib o kadının başka kocasından olma çocuğunun adıdır.
12- Kendi
sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları da size haram kılındı. Sizin kendi
çocuklarınızın eşleri. Evlâtlıkların bundan ayrı tutulması için Rabbimiz kendi
sulbünüzden olan çocuklarınız eşleri ifadesini kullanmıştır. Evlâtlıkların
eşleri bunun dışındadır. Nitekim Rabbimiz evlâtlığı Zeyd’in boşadığı karısı
Zeynep’le Rasulullah Efendimizi evlendirmiştir. Ahzâb sûresi bunu anlatır.
13- İki kız
kardeşi aynı anda nikâh altında birleştirmeniz de size haram kılındı. Eğer
Rabbimizin bu yasası gelmeden önce böyle iki kız kardeş birlikte nikâhlanmışsa
bunlardan birisi boşanacaktır. Ancak cahiliyede geçen geçmiştir. Allah’ın bu
yasaları size ulaşmadan öncekileri Allah affedecektir.
24. “Evli
kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Mâliki bulunduğunuz câriyeler müstesna,
bunlar, Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunlardan başkasını,
zinadan kaçınıp, iffetli olarak, mallarınızla istemeniz size helâl kılındı.
Onlardan faydalandığınıza mukabil kararlaştırılmış olan mehirlerini verin;
kararlaştırılandan başka karşılıklı hoşnut olduğunuz hususta size bir sorumluluk
yoktur. Allah Bilendir, Hakîm'dir.”
Sağ
ellerinizin sahip olduğu câriyelerinizin dışında kadınlardan evli ve hür
olanlarla evlenmek de yasaktır. Evet evli, muhsana kadınlarla evlenmek de
yasaktır. Nikâh altındaki kadınları nikâhlamak haramdır. Ancak savaş esiri olarak
ele geçirdiğiniz evli kadınlardan kocaları savaş alanının dışında olanlarla
cinsel ilişkiye girmenizde size bir sakınca yoktur.
Fakat savaşta esir alınan bu evli
kadınların kocaları da kendileriyle birlikte esir alınmışsa imam Ebu Hanife’ye
göre bunların kocalarıyla evlilikleri devam ettiğinden cinsel ilişki yasaktır. İmam
Mâlik ve Şâfiî’ye göre de bunların evlilikleri sona ermiştir ve o kadınlarla
cinsel ilişki caizdir.
(Bir soru
soruldu. Bu cariyelerle cinsel ilişkinin cevazından söz ettiniz. Acaba bu
cinsel ilişki onlarla kıyılacak bir nikah akdinden sonra mı olacak, yoksa
nikahsız mı? Burayı anlayamadım. İzah edermi-siniz?) Bu konuda detaya girmeye
imkanımız yok. Ancak şu kadar söyleyelim ki cariye ile nikahsız ilişki caizdir.
Onların efendileri nikahsız bir şekilde onlarla cinsel ilişkiye geçebilirler.
İşte
bunlar, bu anlatılanlar size haram olanlardır. Bu sayılanların dışında
kalanlar da size helâl kılınmıştır. Zinadan kaçınıp iffetli bir şekilde
yaşamanız kayd u şartıyla, Rabbinizin bu yasalarına riâyet et-meniz kayd u
şartıyla, diğer kadınlarla evlenmeniz size helâl kılınmış-tır. Mallarınızdan
mehirlerini vererek bu helâl kadınlarla evlenebilir-siniz.
(Tekrar cariye ile ilgili soru
soruldu)
Arkadaşlar, bu konuda çok detaylı
bilgiye gerek duymuyorum. Çünkü kılıcı kınına sokmuş, Allah için bir savaşı
göze alamayacak ka-dar cimrileşip bencilleşmiş bir toplumun bu tür nimetlerden
mahrum olması kaçınılmazdır. Ebu Zerr efendimiz der ki; “her cinsten pek çok
cariyesi olmayıp da kılıcı eline almayana şaşarım.”
Müslümanların
giriştikleri cihat sırasında esir edilen kadın ve kızlar. Başkasının mülkü olan
köle kadın. "Câriye" sözcüğü denizin üzerinde akıp giden gemiye
denir. Câriyeler de efendilerinin emir ve hizmetleri çerçevesinde hareket
etmeleri sebebiyle bu ismi almışlardır. Câriyeliğin kaynağı, savaş esiri
kadınlardır. Savaş sonrasında tıpkı erkek esirler hakkında olduğu gibi kadın
esirler de ya karşılıksız olarak, ya fidye karşılığı serbest bırakılırlar veya
köle olarak gazilere dağıtılırlar. Hiç şüphesiz bu alternatiflerden biri tercih
edilirken, karşı tarafın elindeki müslüman esirlerin durumu ve İslâm'ın
maslahatı gözetilerek tercih yapılır.
Câriyelerin
işgal ettikleri mevki ve tesir köle ve azatlıların mev-ki ve tesirlerinden
aşağı değildir. Bu esirler kim olursa olsun cihada katılan müslüman askerler
arasında paylaştırılacak ganimetlerdendir. Câriyelik, kölelik gibi, insanın
yeryüzündeki mevcudiyeti kadar eskidir. Tarih boyunca kendisinde bir kuvvet ve
kudret gören, bir başkasını hizmetinde kullanmış ve ona tahakküm etmiştir.
Bunda kadınla erkeğin farkı yoktur. Köleler gibi câriyelerin de alınıp satılması
tabii olarak insanlığın geçirdiği sayısız merhaleden sonra başlamış olması
gerekir. Bir zamanlar câriyelerin talim ve terbiyesi pek kazançlı bir iş
olduğundan, bu yolla para kazanmak isteyen kişi esir pazarına gider, zekâ ve
istidat sahibi bir câriye satın alır, ona şiir ve edebiyat, şarkı ve çalgı,
Kur'an okumak, ev idaresi gibi şeylerden birini öğrettikten sonra aldığı
fiyatın birkaç katına satardı. Bu câriyelerden bazıları, hanendelik, şiir veya
edebiyatta fevkalâde maharet sahibi olmalarından dolayı çok pahalı
satılırlardı.
Köleler
gibi câriyeler de sahipleri tarafından azat edilirlerdi. Esir azat etmek, İslâm
nazarında önemli bir sevap olarak kabul edildiği için, müslümanlar köle ve
câriyelerini azat ederlerdi. Azat edilen câriye veyahut köleye, efendisi
tarafından ıtıknâme yani özgür olduğuna dair bir belge verilirdi. İçlerinden bu
ıtıknâmeleri muska gibi boyunlarına takanlar vardı. Câriyeler iyi muamele
görürlerdi. Sert efendilere tesadüf eder ve memnun olmazlarsa, diğer birine
satılmasını teklif eder; arzusu yerine getirilmediği takdirde kaçarak kendini
sattırırdı. Bununla birlikte kıskançlık yüzünden hırpalananlar da olurdu.
Ayrıca câriyelere "halâyık" denirdi.
İslâm
hukukunda câriyeler diğer kadınlardan farklı bir statüye tabidirler. Efendileri
nafakalarını ödemek ve iffetlerini korumak mecburiyetindedirler. Onlara iyi
davranılması da Kur'an'da emredilmektedir. Müslümanlar onların hukuklarına
riayet edecekler, onlara yediklerinden yedirecekler, içtiklerinden içirecek,
giydiklerinden giydirecek yani onları koruyup gözeteceklerdir. Onların
yaralarını sarıp özgürleşmelerine, Allah’a kul olmalarına yardımcı olacaklardır.
İşte Nisâ sûresinin bu âyeti ve bundan sonra gelecek âyetleri uzun uzun bu ko-nuyu
anlatacak.
Efendileri,
yediklerinden onlara yedirir, giydiklerinden giydirirler. Azat edilmeleri söz
konusu edilmemiş olan câriyeler alınıp satılabilirler. Ancak azat edilmeleri
efendilerinin ölümüne bağlı olanlar, azat edilmeleri karşılığında kendilerinden
bir bedel talep edilmiş olanlar ya da efendilerinden çocuk getirmiş olup
"Ümmü Veled" statüsünü kazanmış olanlar alınıp satılamazlar.
İslâm
gerek kölelerin, gerek câriyelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları konusunda
teşvikte bulunmuş, ayrıca bir çok suça kefaret olarak azâd edilmelerini
öngörerek hürriyetlerine kavuşmaları için gerekli yolları çoğaltmıştır.
Unutmayalım
ki câriyelik ve kölelik, İslâm’ın çıkardığı bir hadise değildir. İslâm’ın
yeryüzüne geldiği dönemde dünyanın her yerinde var olan bir hadiseydi. Tabii ki
tüm dünyada yaygın olan böyle bir mü-esseseyi peygamber efendimizin dünyanın
küçücük bir şehri olan Me-dine’de bir sözüyle kaldırması da mümkün olmayacaktı.
Bir de savaşılan ve erkekleri öldürülmüş bu kadınların o haliyle
salınıverilmesi toplum içinde ahlâksızlığın yayılmasına da sebep olacaktı. Ve
İslâm köleliği ve cariyeliği ortadan kaldırmak için büyük mücadeleler vermiştir.
Evet, İslâm adına müslüman olmayan toplumlarla yapılan savaşların ortaya
çıkardığı bir kurum olup, bugün için kendiliğinden ortadan kalkmış
bulunmaktadır. Bunun için bu konuda teferruata girmek gereksizdir.
Onlardan
hangi şeyle veya ne kadar istifade etmişseniz tespit ettiğiniz şekilde onların
mehirlerini kendilerine veriniz. Dikkat ederseniz Rabbimiz ısrarla mehir
konusunu gündeme getirerek söz verip kararlaştırdığınız mehirlerini kadınlara
verin buyuruyor. Bu miktarın belirlenmesi konusunda demin bir şeyler
söylemiştik. Şüphesiz kadınların diledikleri kadar mehir isteme hakları vardır.
Ama elbette içinde yaşadığımız toplumun gerçeklerini ve az evvel söylediğim
gibi Hz. Ömer Efendimizin döneminde de kadınlara verilen bu hakların
hiçbirisini zayi etmeden şunu söyleyelim. Yaşadığımız toplumun ekonomik
yapısını göz önünde bulundurarak evliliği zorlaştırmaya ve insanları zinaya itmeye
hiçbir zaman hakkımız yoktur.
Şu anda gerek yeni evlenmek durumunda
olan kızlar ve erkekler, gerek kocası ölmüş olup da evlenmek isteyen dul
kadınlar, gerek hanımı vefat etmiş ve evlenmek isteyen dul erkekler, böyle
birtakım zorluklar içinde bırakılarak, evlenebilme yolları kapatılarak, evlenemedikleri
için zinaya ve ahlaksızlıklara itilmemelidir. Hepimiz buna azami dikkat
etmeliyiz. Ne yapıp yapıp toplumun tüm üyeleri olarak, bu tür insanları,
sonunda ateşe gidecekleri, cehenneme gidecekleri bir ameli işlemekten, zinaya
düşmekten korumak zorundayız. Bunun için de toplumumuzda evlenmek ne kadar
kolaylaştırılabiliyorsa o kadar kolaylaştırmamız, evliliğin önünü o kadar
açmamız lâzımdır. Zorlaştırmaktan ziyâde kolaylaştırmamız lâzımdır. Bu konuda
toplumda herkese görevler düşmektedir.
Bilhassa maddî durumu iyi olan
zenginlerimiz oğlanlarını evlendirirlerken, kızlarını verirlerken benim nasıl
olsa her şeye gücüm yeter diyerek büyük masraflar ederek, büyük meblağlara
ulaşan harcamalar yaparak belki toplumda şu anda ekonomik güçleri olmadığı
için evlenemeyen on tane gencin evlenebilecekleri paralar harcayarak düğün yapmamalıdırlar.
On kişinin evlenebileceği bir meblağı bir kişinin evlenmesine harcamaya hiç
kimsenin hakkı yoktur.
Hem öyle, hem de toplumda
düğünleri böyle pahalılandırarak gücü olmayan garibanların işini zorlaştırmaya
da hakkımız yoktur. Kolaylaştırabildiğimiz kadar bunu kolaylaştırıp
garibanların önünü açmalıyız. Kız babası mıyız? istemeye gelenlere elimizle
buyurun diyebil-meliyiz. Kız anası mıyız? Aman ha, ben dul mu evlendiriyorum?
Ben kız gelin ediyorum. Ben kızımı bir kere evlendiririm, oğlumu bir kere evlendiriyorum,
onun için anlı şanlı düğün yapmalıyım, şunlar şunlar olmadan ben kız çıkarmam.
Şunlar şunlar olmadan ben oğlan evlendirmem diyerek toplumun ahlâkî dengesini,
ekonomik dengesini boz-mayalım.
Öyleyse düğünleri, evlilikleri
zorlaştırmayalım. Kendimizin dışındaki garibanları da düşünelim. Her şeyden önce
çevreye hava atmaktan ziyâde Rabbimizin rızasını kazanmayı düşünelim. Unutmayalım
ki oğlumuzun, kızımızın evlenmesine harcayacağımız çok fazla paralarla
çevremize hava atmak yerine o paraları evlenemeyen gençlere harcamamız
Rabbimizin rızasını kazanmamıza sebep olacaktır.
Eğer imkânlarınız varsa bu
imkânlarınızı başkalarının evlenmelerine harcayın ki Rabbiniz sizden razı olsun.
Eğer iki yatağımız, iki yorganımız varsa, birtakım yastık alma imkânımız varsa
nice gariban-lar var ki onlara bu bile yetmektedir. Gelin kendiniz kolaylıkla
evlen-meden yana olduğunuz gibi başkalarının da kolaylıkla evlenmelerini sağlayın.
Hayatınız, yaptıklarınız Allah’ın rızasını kazanmadan yana olsun. Toplumda
evlilikler kolaylaştırılsın, boşanma da kolay olsun. Mehir sebebiyle,
düğünlerde harcanacak çok çok paralar sebebiyle, alınacak eşyaların çokluğu sebebiyle
aileler parçalanmasın, garibanlar yıllarca evsiz, barksız kalmasınlar.
Erkekler ve kadınlar ıstırap ve sıkıntı içinde bir hayat yaşamasınlar inşallah.
(Burada mehirle ilgili bir soru
soruldu)
Son
okuduğumuz âyetlerde bu konu ısrarla gündeme getirildi. Bu konuda çok şey
söylediğime inanıyorum. Ama madem ki hâlâ soruluyor, biraz daha bilgi verelim
inşallah.
Mehir,
evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağ; evlilikte kadının nikâh akdi
veya cinsel temasla hak kazandığı mal veya meblağ anlamında bir terimdir. Kitap,
Sünnet ve fıkıh literatüründe mehir kelimesi yerine, eş anlamda;
"sadûk", "saduka","nıhle", "farîza",
"ecr" "hıbâ" "ukr" "alâik"
"tavl" ve "nikâh" kelimeleri de kullanılır. İslâm
Hristiyanlıkta olduğu gibi kadının erkeğe verilmek üzere para biriktirilmesini
(drahoma) değil de; aksine, erkeklerin kadınlara rağbetinin bir sembolü olsun
diye hediye kabilinden bir meblağın ona verilmesini emretmiştir.
Mehir
kadına değil, erkeğin üzerine vaciptir. Dâru'l-İslâm'da bir kadınla cinsel
temas, ya had cezasını gerektirir, ya da mehir hakkını doğurur. Bu, kadına
saygının bir sonucudur.
Abdullah
b. Abbas (r.a) tan rivayet edildiğine göre, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenirken
Rasulullah (s.a.s) kendisine;
"O'na bir şey ver"
dedi. Ali: "Bende bir şey yok" deyince de; "Hutamî zırhını verebilirsin"
buyurdular.
Bir
kadınla evlenmek isteyen bir sahabeye Allah'ın elçisi mehir vermesini bildirdi.
Evinden de eli boş dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak" deyip,
yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur'an-ı Kerîm bildiğini
sordu ve sonunda şöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiğin Kur'an karşılığında verdim"
(Şevkânî,
Neylü'l-Evtâr, VI, 170).
Bu
konudaki ayet ve hadislerden şu sonuca varılmıştır. Resu-lullah (s.a.s),
mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vacip olmasaydı, bunu
göstermek için arada bir onu terk ederdi. Diğer yandan, sahabe devrinden bu
yana İslâm bilginleri mehir üzerinde ic-ma etmişlerdir.
Aile
yuvasıyla ilgili görevlerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için eski
çağlardan beri kadınla erkek arasında bir görev bölümü yapılmıştır. Erkek, evin
dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için
kazanç sağlar. Kadın da evin yönetimi, yemeğin hazırlanması, çocukların bakım
ve terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil,
erkeğin görevidir. Me-hir ve bütün kapsamıyla nafaka bu yükümlülükler arasındadır.
Bu görev bölümü erkekle kadının yaratılışına ve ilâhî sünnete de uygundur.
Erkek daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha yatkındır.
Mehir,
nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek
nikâh geçerli olur ve kadın emsal mehire hak kazanır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurulur:
"Kendileriyle cinsel temasta
bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tayin etmediğiniz kadınları boşamış-sanız,
bunda üzerinize bir sakınca yoktur"
(Bakara,
2/236).
Bu
ayette, cinsel birleşmeden veya mehir tespitinden önce ka-dını boşamanın
geçerli olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün
olduğuna göre, ayet, akit sırasında mehirin konuşulmasının ne bir rükün ve ne
de bir şart olmadığına delâlet eder.
Ukbe
b. Âmir (r.a)'ın naklettiği şu hadis de yukarıdaki anlamı destekler. Hz.
Peygamber bir adama: "Seni filanca kadınla evlendireyim mi?" demiş;
erkeğin; "evet" demesi üzerine, kadına hitaben; "Seni filanca
erkekle evlendirmeme razı oluyor musun?" diye sormuştu. Kadının da
"evet" demesi üzerine, onları evlendirdi. Herhangi bir me-hir belirlenmeksizin
evlilik gerçekleşti. Bu erkek vefatı sırasında şöyle dedi: "Rasulullah
(s.a.s), beni filanca kadınla evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir
şey de vermedim. Ona mehirim olarak Hay-ber'deki hissemi veriyorum". Kadın
bu hisseyi almış ve yüz bin lira karşılığında satmıştır
(Zühaylî,
el-Fıkhu'l-İslâmî).
Yalnız
Malikîler mehiri, nikâhın bir rüknü olarak kabul ederler.
Ebû
Hanîfe'ye göre, mehirin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır.
Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaşık iki kurbanlık koyun bedelidir.
Hırsızlıkta, had cezasının uygulan-masını gerektiren en az miktar bir dinar
altın para olup, mehirde buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın para, on
dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi. İmam Malik'e göre
mehirin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi hırsızlık n
(Buhârî,
Nikâh, 34-51)
Satışı
veya kullanılması yasak olmayan her şey mehir olarak verilebilir. Menkul ve
gayrimenkul mallar, ziynet eşyası, hayvanlar, misli şeyler ve hatta menkul veya
gayri menkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasındadır. Ancak İslâm'ın
yasak ettiği şeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüş hayvan etleri mehir
olamaz. Bu gibi şeyler mehir yapıldığı takdirde, nikâh akdi mehirsiz yapılmış
sayılır ve ka-dın emsal mehire hak kazanır.
Kur'an-ı
Kerîmi veya helâl ve haramdan bazı dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp
sayılmaması fakihler arasında tartışılmıştır. İlk Hanefî müçtehitlerine göre,
Kur'an ve fıkıh öğretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kılınan kadınları
belirleyen ayetteki; "mallarınızla istemeniz." (Nisâ,24) ifadesi buna
engeldir. Kur'an öğretimi ve benzeri ameller taat niteliğinde olup, kişi bunları
Allah'a yaklaşmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müçtehidine göre, bunun
için iş akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadın emsal mehire hak
kazanır. Çünkü bu, mal olarak karşılığı bulunmayan bir yararlanmadır.
Sonraki
Hanefî fakihleri ise, Kur'an-ı Kerîm öğretimi ve diğer dini hizmetlerin;
şartların değişmesi ve geçim için insanların çok meşgul olması gibi sebeplerle
olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karşılığında yapılabileceğine fetva verdiler.
Delil; Hz. Peygamber'in bildiği Kur'an-ı eşine öğretmesi karşılığında bir
erkeği evlendirmesidir. İlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te'vil ederek,
mehirsiz evlendirmenin Hz. Peygamber'e mahsus bir muamele olduğunu söylemişlerdir
(Bülûğu'l-Merâm,
Terc. III, 247)
25.
“Sizden, hür mü'min kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse, ellerinizdeki
mü'min câriyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı çok iyi bilir.
Birbirinizdensiniz, aynı soydansınız. Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları
ve gizli dost tutmamış olmaları halinde, velîlerinin izniyle evlenin ve örfe
uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde zina edecek olurlarsa,
onlara, hür kadınlara edilen azabın yarısı edilir. Câriye ile evlenmedeki bu
izin, içinizden, günaha girme korkusu olanlaradır. Sabretmeniz sizin için daha
hayırlıdır. Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Rabbimiz
bundan önceki âyetlerinde bir Müslüman erkeğin evlenmesinin yasak olduğu
kimseleri anlatmıştı. Evlenilmesi haram olanlar sayıldıktan sonra da işte
bunların dışındakilerle meşru dairede mehirlerini verdikten ve kendileriyle
nikâh akdini de gerçekleştirdikten sonra dilediklerinizle evlenebilirsiniz
buyurulmuştu. İşte bakın bu âyette de Rabbimiz hür kadınlarla onlara onların
istedikleri mehirlerini vererek evlenmeye güç yetiremeyenlerin de sağ ellerinin
altında bulu-nan Müslüman câriyelerle evlenmelerini, onlarla yetinmelerini tavsiye
ediyor.
Yâni anlıyoruz ki Rabbimiz İslâm
toplumunda yaşayan insanların içinde nikâhsız bir tek kimsenin bile bulunmasını
istemiyor bir, bir de savaşlarda esir alınan ve sonradan Müslüman olmuş
câriyelerle evlenmeye teşvik ediyor. Savaşlarda esir alınmış, evlerinden, yurtlarından
uzak kalmış olsalar da ama fıtratları aynen yerinde duran, fıtratları gereği
kendileri de evlenmeye mecbur olan, kendilerinin de mutlaka cinsel ihtiyaçları
giderilecek olan bu câriyelerle evlenilerek sosyal hayatın dengesinin
kurulmasını istiyor Rabbimiz.
Allah böyle
istiyor. Rabbimiz istiyor ki toplumda hiçbir hür mü’-mine kadın nikâhsız ve
yalnız kalmayacak, mutlaka evlendirilecek. Böyle hür bir mü’mine ile evlenemeyecek
durumda olanlar da mü’-mine câriyelerle evlenecek. Hiç kimse ne yapayım benim
evlenmeye gücüm yetmiyor diyemeyecek. Çünkü gerek kadın, gerek erkek böyle
cinsel ihtiyacı giderilmeden toplumda yalnızlığa itilmemelidir. Böyle bir
kimsenin bozulan ruh ve beden dengesinin toplumun dengesini bozmasına asla
izin verilemez.
Şunu unutmamak lâzımdır ki böyle
cinsel ihtiyacı sağlanamayan erkek ve kadınların bulunduğu bir toplum
bunalımlar toplumu olacaktır. O topumda hiçbir zaman huzur ve sükun
olmayacaktır. İşte bunun içindir ki Rabbimiz tarafından toplumda böyle bir tek
insan kal-mamacasına savaş esiri olup da mü’mine olan câriyelerle evlenilmeye
teşvik edilirken, mü’mine olmayanların da efendilerine verildikten sonra onların
mutlaka evlendirilmeleri emredilmektedir.
Bir
kısmınız bir kısmınızdandır. Yemenizde, içmenizde, giyin-menizde kuşanmanızda,
sosyal hayatı yaşamanızda, evlenmenizde, boşanmanızda, hukukunuzda, görevlerinizde,
sorumluluklarınızda bir-birinize farklılığınız yoktur. Hepiniz eşitsiniz.
Sadece aranızda takva yönünden bir üstünlüğün ötesinde birbirinize bir
üstünlüğünüz alçaklığınız yoktur. Onun içindir ki sakın Müslüman câriyeleri alçak
görmeye kalkmayın. Sonradan iman etmiş bir câriye takvası ve teslimiyeti gereği
üst seviyeye mensup hür bir kadından üstün bir konuma gelebilir. Sizin
imanlarınızı Allah bilmektedir. İman yönünden kimin üstün kimin alçak olduğunu
en iyi bilen Allah’tır.
Öyleyse o
câriyeleri küçük görmeyin de onları ehillerinin, sahiplerinin izniyle
nikâhlayın. Dikkat ederseniz burada câriyelerin nikâhlanmasında onların
velîlerinin izni gündeme geliyor. Velîlerinin izni olmadan câriyelerle nikâhlanmanın
caiz olmadığı konusunda âlimlerimizin farklı görüşleri vardır. Kimi
âlimlerimiz, velîlerinin izni olmadan da kızcağız kendi nikâhını akdeder
derlerken âlimlerimizin ekseriyeti ise velînin izni olmadan mutlak mânâda
nikâhın sahih olmayacağını iddia ederler. Kızın babası, anası, amcası, dayısı
gibi velîsinin izni ol-madan onunla nikâh akdi caiz değildir derler.
İffetli yaşamaları, gizlice dost
tutmamaları, dost edinmemeleri, zinaya uzanmamaları kayd u şartıyla onlarla, o
câriyelerle evlenin, ya da onları evlendirin. Onlar hakkındaki bu ifadeler
genel mânâda bugün Müslümanların evlilik hayatlarına bir açıklık getirmemizi
zorunlu kılıyor. Şu anda bizim toplumda ekonomik kaygılarımızdan dolayı, eğitim
yapılanmalarımızdan dolayı ailelerin erkek ve kız çocukları ailelerinden ayrı
ve uzakta bir hayatı yaşamak zorunda kalmışlardır. Baba, ana bir şehirde, kız
ya da oğlan tahsil için gittiği başka bir şehirde. Veya baba ekonomik
kaygılarla çocuklarını terk etmek, ya uzaklara gitmek ya da aynı şehirde ama
çoluk çocuğundan habersiz bir durumu yaşamaktadır. Böylece velîlerinden uzakta
kalan erkek ve kız çocukları velîlerinin haberleri bile olmadan evliliklerini
kendileri kararlaştırıyorlar. Ama çoğu zaman erkekler ve kızlar verdikleri bu
kararı nikâhla yasallaştırmadan birbirleriyle gayri İslâmî görüşme ihtiyacı
hissediyorlar. Yanlarında mahremleri olmadığı halde, yanlarında arkadaşları
olsa da zaten onlar da aynen berikilerin işlediği yasağı çiğneyen kimseler
olmaları hasebiyle aslında yok sayılırlar.
İşte bir pastahanede, kahvehanede
buluşup görüşürlerken, nihâyet bu durumdan rahatsız olarak bir an evvel evlenelim
diyorlar, ve fakat ne kızın, ne de oğlanın ana ve babalarının haberleri olmadan
kendi kendilerine bir nikâh akdediyorlar. Gerçekten garip bir evlenme-dir bu.
Cinsel birleşmede de bulunamıyorlar, ayrı ayrı evlerde, ayrı ayrı yurtlarda
kalıyorlar, sanki sadece görüşmek, buluşmak üzere kıyılmış bir nikâhla devam
ediyorlar. Sonra, taraflardan, bilhassa oğlan tarafının, oğlanın ailesinin bu
adaya veya bazen da kız tarafının karşı
çıkması sonucu veya uzun bir süre birlikte gezip tozduktan sonra oğlanın ben
artık bu işten hoşlanmamaya başladım, benim hoşuma gitmemeye başladı diyerek
kızdan uzaklaşmaya çalışması veya erkek evet dediği halde, kız evet dediği
halde ailelerinin baskıları sonucu birisinin bu işten vazgeçmesi, ya erkeğin
kızı, ya da kızın erkeği terk et-mesi gerçekten çok kötü bir durumdur.
Böyle
durumda olanlara şunu tavsiye edelim. Sakın kendi ken-dinize nikâh kıymayın.
Zaten siz istediğiniz kadar bu nikâha nikah deyin, velîlerinizin haberi ve
izni olmadığı sürece bu nikâh da nikâh değildir. Nikâhımız var diye beraber
olduğunuz zaman içinde sürekli Allah’ın yasalarını çiğnemeye devam
ediyorsunuz. Böyle kendilerine nikâh şahitleri de bulsalar, sözde nikâhlıyız
da deseler fiili olarak bu kimseler nikâhsızdırlar. Böyle tarafların kendilerini
hem nikâhlı, hem nikâhsız bir durumda bunalımlara atmalarının hiçbir anlamı
yoktur. Evleneceklerse doğru dürüst ailelerini de bu işten haberdar ederek, ve
de böyle ayrı ayrı yerlerde, yurtlarda yaşamaktan, toplumun gözünde ne evli ne
bekar, utana utana, sıkıla sıkıla bir stres yaşamaktan, rahat bir şekilde
cinsel doyuma ulaşamamaktan da kurtulup bir araya gelerek, doğru dürüst karı
koca olmaları doğrusudur.
Değilse sonuç çoğu kez kızın
alacağı bir yara ile bu iş bitecek ve ömür boyu bunun mutsuzluğunu, bunalımını
yaşamak zorunda kalacaktır. Şüphesiz her şeyin en güzelini, en doğrusunu Allah
bildiği için onun emirlerine teslim olmak, sonunda bu tür tehlikelerden bizi
emin kılacaktır.
Bir de şu
anda bizim toplumda son zamanlarda yaygınlaşmaya başlayan bir yanlış
uygulamadan da söz edelim burada. Nişanla aralarında evlenme kararı alınmış kız
ve erkek çocukları arasında mahremiyet kalksın da rahat görüşsünler diye
düğünden önce nikâhları kıyılıyor. Bu da çoğu zaman tehlikeli olmaktadır.
Çünkü eğer bu nişanlılık dönemi uzun sürecekse, uzun süren bu nişanlılık dönemlerinde
onların birlikte bir izdivaç hayatı yaşamaları lâzımdır. Yâni normal olarak
karı koca olmaları gerekecektir.
Yok eğer aralarında böyle bir
birleşme olmayacak ve bu nikâh sadece birlikte gezmeleri için yapılıyorsa,
gerçekten bu son derece yanlış bir şeydir. Çünkü hem oğlan hem de kız ne evli
ne bekar, ne nikâhlı ne nikahsız bunalımlara gireceklerdir. Bu bunalımlar
sonucu eğer taraflar birbirlerinden ayrılmak durumuyla karşı karşıya kalırlarsa
o zaman işler daha zor bir duruma gidecektir. Onun için bu tür tehlikeli
işlerden sakınmak zorundayız.
Âyetin evvelinde Rabbimiz bizlere
câriyelerle evlenmemizi tavsiye buyurmuştu. Burada da eğer muhsanat olduktan
sonra, yâni bu câriyeler evlenip de muhsana durumuna geldikten sonra, yâni
kocalarının koruması altına girdikten sonra veya başından böyle bir nikâh
geçtikten sonra eğer bir fuhuş yoluna girerler, zina ederlerse onlara da hür
kadınlara verilen cezanın yarısı verilecektir. Böylece bu ceza onların sosyal
hukuklarına da uygun olacaktır. Çünkü hür bir kadın, hem ailesi hem de kocası
tarafından korunmuş olduğu halde, câriye bu korunma unsurlarından sadece bir
tanesiyle korunmaktadır. Onun aile barınağı ve korunağı yoktur. İşte bu sebeple
ona uygulanacak zina cezası hür bir kadına uygulanacak cezanın yarısıdır.
İşte bu câriyelerle evlenme izni
içinizden şehvetinin galebe çalıp da günahlara düşme, zinaya gitme ve böylece
bozulma tehlikesiyle karşı karşıya bulunanlar içindir. Değilse eğer
sabrederseniz, yâni câriyelerle evlenmezseniz bu sizin hakkınızda daha hayırlı
olacaktır. Eğer cinsel ihtiyaçlarınızın giderilmesi konusunda kendinizi tutar
ve sabrederseniz bu sizin için hayırlara sebep olacaktır.
Nitekim Rasulullah Efendimiz evlenme çağına geldikleri
halde evlenemeyen kimselere oruç tavsiye ediyordu. Biliyoruz ki oruç tüm
günahlara karşı, tüm şehvetlere karşı bir vicadır, bir kalkandır. İster genç
olsun, ister yaşlı, ister erkek olsun, isterse kadın bir Müslümanın hiçbir zaman
Allah’ın gazabını celp edecek, Allah’ın yasalarını çiğneyecek bir duruma
düşmemesi gerekmektedir. Bunun için de şehvetinin galebe çalması karşısında
durumu müsait olanların haramlara düşmemek için hemen evlenmeleri tavsiye
edilmektedir.
Böyle bir durumdaki mü’minlerin
hemen evlenmeleri vaciptir. Eğer hür bir kadınla mehirini vererek evlenebilecek
durumda değilse bir câriyeyle evlenmesi vaciptir. Çünkü daha önce de dediğimiz
gibi toplumda câriyelerin de nikâh altına alınarak zinadan uzak tutulması
gerekmektedir. Ama tabi mü’min câriyeler ötekilere tercih edilecektir. Ama
bununla birlikte eğer sabreder ve zinaya düşmekten kendinizi alıkoymayı
becerebilirseniz o câriyelerle evlenmenizden daha hayırlıdır buyuruyor
Rabbimiz. Kendimiz Rabbimizin bu emirlerine uygun hareket ettiğimiz gibi, gerek
evlenmelerine yardımcı olarak, gerek evlenmelerinin önünü açarak, gerekse
onlara haramlara düşmemesini tavsiye ederek yardımcı olmak zorundayız.
26. “Allah
size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul
etmek ister. Allah Bilendir, Hakîmdir.”
Allah sizi
en güzel bir hayata sevk ederek, sizi size haram ve helâl yollarını göstererek
en güzel bir evlilik hayatına, kendi koyduğu yasalarla, yasal yollarla erkek ve
kadın olarak sizlerin en kolay ve en güzel bir biçimde cinsel ihtiyaçlarınızı
giderme yolunu gösterecek. Allah size bunun genel kanunlarını açıklayacak. Rabbinizin
size burada beyan buyurduğu yasalar Hz. Adem’den ve Havva’dan bu yana sürüp
gelen ve kıyamete kadar da değişmeyecek olan yasalardır.
Allah size bu yasalarını
anlatarak daha önce içinde doğup büyüdüğünüz cahiliye pisliklerinden arındırıp
sizden öncekilerin güzel yollarına, hoşnut olduğu şeriatlerine uymaya dâvet
ederek yaptığınız yanlışlardan yapacağınız tevbelerinizi, dönüşlerinizi kabul
etmek istiyor. Sizi, sizden daha çok seven, sizi, sizden daha çok düşünen Rab-biniz,
sizin adınıza belirlediği tüm yasalarında, yaptığı tüm işlerinde, size
ulaştırdığı tüm sözlerinde Alîmdir, Hakîmdir, hikmet sahibidir. Sizin
bilmediğiniz menfaatlerinizi, zararlarınızı Rabbiniz size bildirmek ister.
Rızasının nerede olduğunu, dünyada mutluluğa, âhirette de cennetine nasıl ulaşacağınızı
bildirmek ister. Sizden önce sizin şu an-da yaşadığınız kulluğu Allah
kontrolünde en güzel biçimde yaşamış, size örneklemiş peygamberlerin
izledikleri yolları, yöntemleri size göstererek, onların gittiği yere sizin de
gitme imkânı bulmanızı ister.
27. “Allah
sizin tevbenizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir
sapıklığa girmenizi ister.”
Rabbiniz
sizin tevbe etmenizi, yoluna girmenizi isterken beri tarafta şehvetlerine
yanlar, şehvetlerinin peşinde Allah’a kulluktan çıkan şehvetperestler, kendi
şehvetlerini, kendi hevâ ve heveslerini Allah dini yerine, Allah yasaları
yerine ikâme etmeye çalışanlar, yahudi ve hıristiyanlar, müşrik ve münâfıklar,
dinsizler, zinacılar, Allah yasalarını beğenmeyenler işte bu âyetleriyle
Rabbinizin size beyan buyurduğu gerek mîras yasalarını, gerek evlenme
yasalarını reddederek tıpkı kendileri gibi sizin de Allah yolundan uzaklaşmanızı,
büyük bir sapıklığa düşmenizi, kâfir olmanızı isterler. Unutmayın ki yeryüzünde
kâfirler sizi kâfir yapana kadar uğraşacaklardır. Kâfirin yeryüzünde bir tek
derdi var. O da ne yapıp, yapıp sizi kâfirleştirmektir. Sizi adâletten, Allah’a
kulluktan uzaklaştırıp dalâlete, zulme ve sapıklığa düşürmektir.
Allah’ın
arzusu sizin Müslüman olmanız, günahlarınızdan tev-be edip Rabbinize dönmeniz,
Rabbinizin istediği biçimde evlenerek cinsel arzularınızı tatmin etmeniz, Allah’ın
istediği bir şekilde hayat yaşayarak cennete gitmenizdir. Allah sizin için
bundan yanadır. Sizin için bunu dilemektedir. Ama şehvetlerine tabi olanlar ise
Allah yasalarını kaldırıp yerine ikâme etmeye çalıştıkları yasalarıyla sizi
saptırmak isterler.
Allah ne güzel yasa koyuyor.
18-20 yaşlarında evlenmek ne güzel bir nîmettir. İstedikleri bir çağda yeme içme
ihtiyaçlarını temin ettikleri gibi aynı kolaylıkta cinsel ihtiyaçlarını da
temin etmeleri ne güzel bir yol. Ama düşünün 25-30 yaşlarına geldikleri halde
Allah’ın belirlediği biçimde evlenmeyerek sapık yollarla bu arzularını tatmin
eden ve kulluktan çıkan insanların durumları ne kadar da acı değil mi? Çünkü nikâhsız
bir hayat insanları cehenneme sürükler. Dünyada da cehennemi bir hayat,
âhirette de cehennemi bir hayat bu insanları beklemektedir. Allah yolunu, Allah
yasalarını bırakıp ta iblisin yasalarına teslim olanların durumu budur.
28. “İnsan
zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister.”
Allah sizin
ağır yüklerinizi hafifletmek istiyor. Çünkü sizi yara-tan Rabbiniz çok iyi
biliyor ki sizler zayıf yaratılmışınızdır. Rabbiniz emir ve yasaklarında, sizin
hayatınıza koyduğu yasalarında, sizin için belirlediği şeriatinde, hayat
programında sizin yüklerinizi indirmeyi murad ediyor.
Öyle değil mi? Rabbimizin
belirlediği yasalarında evlilik kolay, boşanmak kolay, mehir kolay, hayat
kolay, yeme kolay, içme kolay, her şey kolay. İşte evlenemeyecek durumda
olanlara tanınan câriye serbestisi de bu kolaylıklardan birisidir.
Allah biliyor ki insan kadınlar
karşısında zayıftır. İnsan şehvet-lerine karşı, şehevi arzularına karşı
zayıftır. İnsanın bu durumunu bilen Rabbimiz ona uygun bir din göndererek
yükünü hafifletmiştir. Öy-leyse bizler de Rabbimizin bu dinini çok iyi
değerlendirmek ve bu din istikâmetinde bir hayat yaşamak zorundayız.
29. “Ey
İnananlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan
ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet
eder.”
Ey mü’minler
mallarınızı aranızda haram yollarla yemeyiniz. Haram yollar bellidir.
Fâizinden rüşvetine, hırsızlığından aldatmacası-na, borç alıp vermemekten
borcunu tehire, ondan ihanete, vermeye almaya dikkat etmemeye varıncaya kadar
haram yollarla birbirinizin mallarını yemeyin.
Ey iman
edenler sakın ha mallarınızı bâtıl yollarla yemeye kalkışmayın. Mallarınızı
haksız yollarla yemeye kalkışmayın. Ancak karşılıklı rıza ve anlaşmaya dayanan
ve yasaları Allah ve Resûlü tarafından belirlenmiş ticaret sonucu yemeniz
bunun dışındadır. Tabi nasıl ticaret yapılacağı da belirlenmiştir. Anlaşarak ve
yasayı da delmeden, yasayı da çiğnemeden, Allah ve Resûlünün yasakladığı, riba,
fâiz, ihtikar gibi yasa dışı yollara gitmeden gönül rızasıyla yapılan ticaret
sonucu yenenler helâldir. Değilse Allah ve Resûlünün yasakladığı haram
yollara girerek, efendim işte biz ikimiz de bundan razıyız, alan da razı veren
de razı diyerek İslâmî olmayan bir kısım yollarla insanların birbirlerinin
mallarını yemeleri de yasaktır.
Bir de
nefislerinizi öldürmeyin. Ya intihar edip kendi canlarını-za kıymayın veya
yukarısıyla irtibatlı söyleyecek olursak haksız ve haram yollardan
birbirlerinizin mallarını yiyerek hem dünyada hem de Ukba’da kendi sonlarınızı
hazırlamayın. Veya haksızlık yaparak, toplumdaki ekonomik dengeyi
dinamitleyerek sonunda kendinizin de toplumunuzun da yıkılışını hazırlamayın.
Allah yasalarını çiğneyerek ken-di kendinizi cehenneme atmayın.
Unutmayın ki mal mülk hayatın
tamamı değildir. Tamam, evlenmek için mal mülk lâzımdır, mehir için lâzımdır,
yemek içmek ve güzel bir hayat yaşamak için mal mülk lâzımdır ama bunun için de
haram yollara gitmeye, Allah yasalarını çiğnemeye gerek yoktur. Unutmayalım
ki Rabbimizin bu dünyada bize takdir ettiği mutlaka bize ulaşacaktır. Kendi
kendimize ihtiyaç felsefeleri belirleyerek, kendi kendi-mize hayat
standartları belirleyerek ve bu hayatı gerçekleştirebilmek için, bu evliliğe
ulaşabilmek için de işte şu kadar ekonomik güce ihtiyaç vardır, şöyle yapmalı,
böyle kazanmalı diyerek kendi kendimize hayatımızı zorlaştırıp zindan etmeye
hakkımız yoktur. Kendi kafamızdan belirlediğimiz bir geçim standardı, kendi
kafamızdan belirlediğimiz bir evlilik standardı, bir mehir anlayışı, bir eşya
anlayışı, bir yeme içme anlayışı, bir giyim kuşam anlayışı belirlemeye
kalkışırsak elbette Allah’ın istediği normal bir çalışma temposu ve kazanma yoluyla
bunu gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır.
O zaman elbette aman ne yapıp
yapalım da şu kadar parayı kazanalım diyecek, bir ömür boyu bunun için çırpınacak,
helâl olmayan yollara tevessül edecek ve hayatımızı zehir zindan edeceğiz.
Öyleyse gelin ey Müslümanlar, evlenme standartlarımızı, ev kurma stan-dartlarımızı,
geçim standartlarımızı, mehir standartlarımızı, yeme iç-me, giyinme kuşanma standartlarımızı
belirleme konusunda örneğimiz, önderimiz Hz. Muhammed (a.s)’ı örnek alalım. O
ne demişse, nasıl yaşamışsa, ne kadarıyla iktifa etmişse, ne kadarına izin vermiş-se
böyle bir hayatı yakalayıp hem dünyamızı, hem de âhiretimizi güzelleştirelim.
Onun tanıdığı, izin verdiği ruhsat istikâmetinde bir hayat yaşayalım da
dünyamızı da âhiretimizi de berbat etmeyelim.
Bir bakın şu insanlara, bir bakın
kendinize, ekonomik insan olup çıktık yahu! Gecemiz gündüzümüz, aklımız fikrimiz,
kalbimiz, gözümüz, kulağımız, düşüncemiz her şeyimiz paraya endeksli. Paradan
başka bir şey düşünemez olmuşuz. Hakkımız yok buna ya! Biz dünyaya bunun için
gelmedik. Dünyaya ve dünyalıklara kul köle olmak yerine, dünyaya ve
dünyalıklara efendilik makamında Allah’a kul köle olmaya geldik biz buraya.
30. “Bunu kim
aşırı giderek haksızlıkla yaparsa, onu ateşe sokacağız. Bu, Allah'a kolaydır.”
Hal böyle
iken kim de Allah’ın belirlediği hududu aşarak böyle yapmaya kalkışırsa,
Allah’ın sınırlarını çiğneyerek bir hayat yaşamaya kalkışırsa, Allah’ın dinini
bırakır da kendi kendine belirlediği bir dünyayı yaşamaya kalkışırsa, yâni
gerek Allah’ın anlattığı bu konularda gerekse tüm hayat programında Allah’a
sormadan bir hayat yaşama-ya kalkışırsa biz onu ateşe göndereceğiz buyuruyor
Rabbimiz. Yâni düşünün ki bir adam Allah yasalarını görmezden gelerek kendi
kendi-ne belirlediği bir hayatı, kendi kendine hedeflediği bir dünyayı gerçekleştirebilmek
için helâl haram yasalarını dinlemeden, sanki dünyaya sadece ekonomi için
gelmiş gibi, Allah’ın kendisinden beklediği öteki kulluk görevlerini görmezden
gelerek gecesini gündüzüne katarak ekonomik bir insan olup çıkmışsa biz onu
ateşe göndereceğiz diyor Rabbimiz. Bu konuda hiçbir mâzeretimiz yoktur.
Efendim ben bu hayat programımla
zekât verecek konuma gelmeye çalışıyorum, ben dükkanımda şu kadar işçi
çalıştırıyorum, yıllık, Müslümanlara şu kadar dağıtıyorum diyerek Allah’ın istemediği
bir hayatı yaşayan, Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye çalışan kişi kendi
kendine ne kadar da fetvalar bulursa bulsun Allah’ın ateşine git-mekten asla
kurtulamayacaktır. Eğer dünyalık elde edeceğiz diye Allah’ın bizden istediği
öteki görevlerimizi ihmâl edecek bir duruma düş-müşsek, kitap ve sünnetten
uzaklaşmış, çocuklarımızın dinî hayatıyla ilgilenemeyecek bir duruma düşmüş,
mutfak masraflarımız Rasulul-lah’ınkinden 30-40 misli fazla, günlük gecelik
harcamalarımız 5-10 garibanın normal harcamasına denkse Allah için düşünmek zorunda-yız.
Bizim için örnek olarak gönderilmiş olan Rasulullah Efendimizin ölçülerini
unutmadan yaşamak zorundayız.
31. “Size
yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi
şerefli bir yere yerleştiririz.”
Evet
günahların büyüklerinden sakınıldığı sürece Rabbimiz kusurlarımızın
örtüleceğini, ufak tefek işlenen günahların sıfırlanacağını anlatıyor. Bu
konuda Resûl-i Ekrem efendimizin pek çok hadisi vardır. Bunlardan bazılarını
okumaya çalışayım inşallah.
Aynı
ifadenin geçtiği hadislerden bir kısmında ise Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur: Abdullah b. Mes'ud anlatıyor: Ra-sûlullah'a "Allah indinde en
büyük günah nedir?" dedim. "Seni yaratan Allah'a şirk koşmandır."
buyurdu. "Bu gerçekten pek büyük, bundan sonra nedir?" dedim.
"Seninle beraber yemek yemesinden, tüketici olmasından korkarak evlâdını
öldürmendir." dedi. "Ondan sonra nedir?" dedim. "Ondan
sonra komşunun hanımı ile zina etmendir" buyurdu.
Yine
Abdullah b. Mesud'dan değişik bir senetle aynı hadis rivayet edildikten sonra
şu ayetin nazil olduğu ilâve edilmiştir. "Allah'ın (halis) kulları o
kimselerdir ki, Allah'tan başka ilâha dua etmezler; Allah'ın haram kıldığı
nefsi öldürmezler; meğer ki hakla ola. Zina da etmezler. Her kim de bunları
yaparsa ağır cezaya çarptırılır. "
(Furkân,
25/68).
Abdurrahman
b. Ebû Bekir, babasından, şöyle dediğini rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.s.)'ın
yanında idik. Üç defa şöyle buyurdu: "Size büyük günahların en büyüğünü
haber vereyim mi? Allah'a Şirk koşmak, anaya babaya itaatsizlik etmek ve
yalancı şahitliği yapmak.."
(Buharî,
Edeb 6; İman, 16)
Başka
bir hadiste, büyük günahlar, "el-Mubîkât: helâk edici" kelimesiyle
ifadelendirilerek şöyle buyurulmuştur: "Yedi helâk edici Şeyden
kaçının." Bunlar nedir ya Rasûlallah diye sorulunca: "Allah'a şirk
koşmak; sihir yapmak; Allah'ın haram kıldığı halde bir kimseyi haksız yere
öldürmek; yetim malı yemek; faiz yemek; düşmana hücum anında harpten kaçmak:
namuslu, kendi halinde mümin kadınlara zina iftirası atmaktır" buyurdular.
Diğer bir hadiste ise: "Büyük günahlar dokuzdur: Allah'a şirk koşmak;
haksız yere adam öldürmek; temiz bir kadına kötülük isnat etmek; zina yapmak;
düşmana hücum esnasında firar etmek; sihirbazlık; yetim malı yemek; müslüman
ana babaya asî olmak; emredilenleri yapmamak ve yasakları yapmak sûretiyle
aileye karşı doğruluğu terk etmektir. " Diğer hadislerde yukarıdaki
maddelere faiz yemek, hırsızlık ve şarap içmek de ilâve edilmiştir. (Buhârî,
Vasâya 23; Müslim, İman 141-146)
Kebâir
kelimesiyle ifade edilmediği halde, yukarıdaki hadislerde bildirilen fiillerin
dışında bir çok suçlar daha vardır ki, onlar İslâm âlimlerince, ayet ve
hadisler doğrultusunda, büyük günah kabul edilmiştir: Bilerek ve kasten İslâm'ın
şartlarını terk etmek; içki içmek; kumar oynamak; hırsızlık yapmak; adaletten
ayrılmak gibi. İslâm âlimlerinden bir kısmı genel hatlarıyla "büyük
günah"ları şöyle tarif etmişlerdir: İbn Abbâs'a göre: "Allah'ın yasak
ettiği her şey büyük günahtır.
Ayrıca büyük ve küçük günah
arasındaki fark şudur: Allah'ın cehennem, gazap, lânet veya azap gibi
ifadelerle sona erdirdiği her günah büyüktür. Diğerleri küçüktür." Hasan
Basrî de buna yakın bir ifade kullanmıştır. Ebû Amr İbn Salâh'a göre:
"Büyük ismi verilecek şekilde büyük olan ve mutlak surette büyüklükle
vasıflanan her günah büyüktür." Buna göre büyük günahların bazı alâmetleri
vardır. "Şer'i cezayı icap ettirmek; cehennem azabıyla tehdit olunmak;
yapana fâsık denil-mek; lânet olunmak."
Hepsi
bu kadar olmamakla birlikte aşağıda sıralayacağımız suçlar, İslâm'da büyük
günahlar olarak kabul edilmiş ve bunlardan bir kısmına İslâm hukukuna göre bazı
cezalar takdir edilmiştir: "Allah'a şirk koşmak, içki içmek, kumar
oynamak" (Bakara,219); haram aylarda harp etmek (Bakara,217); bakmakla
yükümlü olduğu yetimin malını kendi malına katarak O'nun rızası olmaksızın
yemek (N
“Bir
kul beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, malının zekâtını verir ve yedi büyük haramdan da sakınırsa ona
cennetin bütün kapıları açılır ve o kul dilediği kapıdan girer” (Nesâî,
İbni Hıbban’dan)
Buyurmaktadır. Bu yedi büyük günahla alâkalı olarak da
şunlar sayılır: Zina, içki, sihir, iffetli bir mü’mine zina iftirası, haksız
yere bir Müslümanı öldürmek, fâiz yemek, savaşta düşman karşısından kaçmak.
Tabi büyük günahlar bunlarla sınırlı değildir, başka hadis-lerde başkalarının
da sayıldığını biliyoruz. Tabi kimileri buna karşı gel-mekte ve itiraz
etmektedir. Efendim Allah’a karşı işlenen günahın büyüğü küçüğü olmaz, günahın
kime karşı işlendiği önemlidir filan demeye çalışıyorlarsa da hadislerde geçtiği
için böyle diyoruz. Hadislerde kebair diye bir kavram vardır. Tabi bu büyük
günahlar bir tek hadiste sıralanıp anlatılmamış. Değişik hadislerde Resûl-i
Ekrem efendimiz bu günahlardan söz etmiş ve bizleri bunlardan uzak durmaya
çağırmıştır. İşte Kur’an’da da Rabbimiz bu âyetinde genel bir ifadeyle
kebairden (büyük günahlardan) sakınmamızı, bunun neticesi olarak da ufak tefek
kusurlarımızın bağışlanacağını ve kerim bir makama, cennete ulaşacağımızı haber
veriyor.
(Kebâir konusunda sorular
soruldu)
Az evvel demeye çalıştım, ama
anlaşılmamış. Sorularınızı bir daha maddeleştirerek şunları söyleyelim
inşallah: 1: Bunu ben demedim. Bu kavramı Allah kullanıyor. Tanımında da farklı
değerlendirmeler var. Kimi âlimlerimiz azabı büyük olan günahlar
anlamına gelir demişler. Bu kelime, ‘kebir’, (büyük, büyüklük taslama)
kelimesinden türemiştir. Allah’ın emirlerine karşı gelme, aykırı davranma,
büyük suç anlamlarına gelen günah kavramı, iki kısma ayrılarak değerlendirilmiştir.
Bu yanlış fiillerin bir kısmına ‘büyük günah-kebâir’, bir kısmına da ‘küçük
günah-seğâir’ denmiştir. Günahları bizzat Kur’an-ı Kerim, Sünnet ve selef
alimleri ‘kebâir’ diye isimlendirmişlerdir. Bakın Necm sûresindeki âyette de
“lemem” kavramı geçmektedir.
“O (güzel davrana)nlar ki günahın büyüklerinden
ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız (küçük hatalar) le-mem işleyebilirler.
Şüphesiz Rabbinin affı geniştir....”
(Necm.32)
Dikkat
ederseniz bu âyette kebâir karşıtı olarak ‘lemem’ kelimesi kullanılmaktadır.
‘Lemem’; bir şeye yakın olmak, toplamak, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak
şartıyla yapmak anlamlarına gelen ‘lemm’ kökünden türemiştir. Buna göre
‘lemem’; ısrarlı ve devamlı tekrar edilmeyen hatalar ve günahlardır. Demek ki
‘kebâir’, bağımsız bir günah çeşidi olmaktan çok, ısrarlı ve sürekli bir
şekilde yapılan, vazgeçilmeyen, pişmanlık duyulmayan günahlardır. Çoğunluğun
görüşüne göre ısrarla işlenilen bir küçük günah, küçük olmaktan çıkar kebâir
olur. Aynı kelimeyi Peygamberimiz de kullanmıştır. Ebu Hurey-re’nin (r.a)
anlattığına göre O şöyle buyurmuştur:
“Beş vakit namaz ve cuma namazı
diğer cuma namazına, bir Ramazan diğer Ramazan’a kefârettirler. Büyük günah
(kebâir) işlenmedikçe aralarındaki (küçük) günahları affettirirler.”
(Müslim,
Taharet/14)
Abdullah
b. Mes’ud anlatıyor: Rasûlullah’a, ‘Allah’ın katında en büyük günah
hangisidir?’ diye sordum. “Allah seni yarattığı halde O’-na bir şeyi şirk
(ortak) koşmandır.” buyurdu. Ben: ‘Bu şüphesiz büyüktür, sonra hangisi?’ dedim.
Şöyle buyurdu: ‘Seninle birlikte yemek yiyeceği korkusuyla çocuğunu
öldürmendir.’ ‘Sonra hangisi?’ dedim. Şöyle dedi: ‘Komşunun hanımıyla zina
etmendir.’
(Müslim,
İman/141)
2:
İkinci soruya gelince, insan, beşer olduğu için devamlı hata yapabilir, yani
günah işleyebilir. Günah işlemek onun yaratılışında vardır. Allah, insanın bu
karakterini bildiği için, elçiler ve kitaplar gönderip insanı uyarmıştır. Günahları
gösterip onlardan sakındırmıştır. Bütün günahların insana ve topluma zararlı
olduklarını söylemeye gerek yoktur. Korkusuzca işlenen günahlar insanın kendi
hayatında ve içerisinde yaşadığı toplum hayatında mutluluğu yok eder. İslâm,
bir takım davranışların hata olduğunu bildiriyor ve onların yapılmasını ya-saklıyor.
Bu aynı zamanda bir denemedir. İnsanlar bu denemeden geçerlerse, mükâfat veya
ceza alabileceklerdir. Günahsız olanlar yalnızca melekler ve peygamberlerdir.
İnsan hata edebilir ve günah işleyebilir. Onun yapması gereken günah işlememeye
çalışmaktır. Günah işlediği zaman da, tevbe ve istiğfar etmek, günahta ısrar
etme-mektir.
3: Az
evvel de ifade ettiğim gibi büyük günahlarının hangileri olduğu konusunda
farklı görüşler vardır. Bunların sayısını sınırlamak oldukça zordur. Farklı
hadislerde farklı rakamlar verilmektedir. Günahın büyüklüğü biraz da işlenilen
ortama göre ortaya çıkabilir. Ayrıca küçük günahta ısrar etmek onu büyük günah
haline getirir. ‘Kebâir’; üzerinde tehdit (korkutma) gerçekleşen veya şeriat
tarafından bir ceza takdir edilen yahut ta açıkça yasaklanmış günahlara denir
şeklinde de tanımlanmaktadır. Alimlerin çoğuna göre oruç, namaz, abdest gibi
ibadetlerle affedilebilecek günahlara küçük günah denilir. Mesela, kabul
edilmiş bir hacc, o yıl işlenilen günahlara kefarettir, Cuma namazı bir
haftalık günahlara kefarettir, şehidlerin kanları bütün günahlarını siler gibi.
Ancak öyle günahlar vardır ki bunları hiç bir ibadet silemez. Meselâ adam
öldürme günahını başka hiç bir ibadet affettiremez. Katil olan kimse onun
cezasını çekmeli, bedelini ödemelidir. Bu tür günahlara ancak şeriatın uygun
gördüğü cezalar karşılık olabilir.
Büyük
günahları kimileri 17, kimileri 70, kimileri 100, kimileri daha çok
saymışlardır. Büyük günahların kaç tane olduğundan daha önemlisi İslâm’ın
davranışlara getirdiği ölçülerdir. Hakkında kesin delil ile yasak olan şeyi
yapmak günahtır ve insana vebal kazandırır. İster büyük olsun ister küçük olsun
günahları çekinmeden işlemek, insandaki takva duygusunun (Allah’a karşı
sorumluluk bilincinin) azlığındandır. Şüphesiz, büyük günahların en büyüğü
Allah’a şirk koşmaktır. Şirk koşanın ‘küfre düşeceği açıktır. Diğer büyük
günahları işleyenlere ‘fasık’ denilmiştir. Onlar günahın haramlığını inkâr
etmedikleri müddetçe müslümanlardır ve onlar için tevbe kapısı açıktır.
32. “Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı
şeyleri özlemeyin. Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara da
kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan bol nîmet isteyin. Doğrusu Allah her
şeyi bilir.”
Yine
ekonomik hayatla alâkalı bir yasa koyuyor Rabbimiz. Bakın buyurur ki sakın ha
sakın Rabbinizin bir kısmınıza fazla olarak vermiş olduğu, farklı olarak vermiş
olduğu, bir kısmınızı diğerlerinize tercih ederek üstün kıldığı, gerek ekonomik
hayatta, gerekse erkek ve kadın olarak sizlere verdiklerini temenni etmeyin.
Birinize Rabbiniz fazladan bir şey vermişse niye Rabbim ona verdi de bana vermedi?
demeyin. Kardeşlerinize Allah tarafından verilmiş mallara arzu ve kıskançlık
duyarak göz dikmeyin. Bu durum önceki âyetlerde yasaklanan insanların haksız
yere insanların mallarını yemelerini ve birbirlerini haksız yere öldürmelerini
doğuracaktır. Bugün insanlar arasında zuhur eden pek çok hastalıkların kaynağı
budur. Yeryüzünde ilk kan da bu yüzden akıtılmıştı. Adem’in oğullarından Kabil
habil’i bunun için öldürmüştü.
Allah herkesi
eşit yaratmamıştır. İnsanlara farklı özellikler vermiştir. Kimisi erkek kimisi
kadın, kimisi zengin kimisi fakir, kimisi güzel kimisi az güzel, kimisi güçlü kimisi
zayıf, kimisi boylu kimisi kısa. Bu fıtrî farklılıkları ortadan kaldırmaya da,
bunlara itiraz etmeye de hakkımız ve gücümüz yoktur. Kimimizi babalı analı
imtihan ederken, kimimizi yetim imtihan ediyor.
Bu Allah’ın yeryüzünde koyduğu
bir yasadır. Öyleyse insanın kendisine verilmeyeni elde etmek için karşısındakine
savaş açması Allah’ın takdirine karşı gelmesi anlamına gelir. Öyleyse insanlar
birbirlerini, erkekler kadınları, kadınlar da erkekleri onlara verilenler
konusunda kıskanarak birbirlerine savaş açmamalıdırlar. Biz niye erkekler gibi
yaratılmadık? Niye onlar gibi güçlü değiliz? Niye cihada iştirak edip şehâdetle
şereflenemiyoruz? Gibi iddialarla Allah’ın takdirine karşı gelmenin anlamı
yoktur. İşte şu anda görüyoruz. Kadın hakları adı altında uluyuşlarıyla pek çok
kadın bu yüzden mürted olmaktadırlar. Halbuki:
Kadınların kazandıklarından kendilerine
bir nasip vardır, erkeklerin kazandıklarından da kendilerine bir nasip vardır.
Herkesin kazandıklarından kendisine bir nasip vardır. Kadın erkek herkes ameline
göre, yaşadığı hayatına göre ve çalışması nisbetinde bir karşılık verecektir.
Kadın erkek herkesin durumuna göre sorumlulukları ve görevleri vardır. Öyleyse
kadınlar kendi görevleri, kendi sorumluluklarıyla uğraşsınlar, erkekler de
kendilerininkiyle meşgul olsunlar. Başkalarının durumuna özlem duymasınlar.
Başkalarının imtihan konularına göz dikmek yerine isteyeceklerini sadece
Allah’tan istesinler. Çünkü Allah’ın fazlı geniştir. Birilerimize fazla bir
şeyler veriliyor diye, birilerimize bize verilmeyenler veriliyor diye
diğerlerimiz onları kıskan-mayalım, haset etmeyelim. Kendimizi içinde
bulunduğumuz toplumda kendimizden üstün olanlarla kıyaslamayalım.
Elbette birilerine göre bize
verilenler azdır ama birilerine bakış da fazladır. Öyleyse gelin ey
Müslümanlar, birilerine göre malımız az diye bizimkine nazaran malı fazla olanların
mallarına göz dikmeyelim. Allah’ın takdirine itiraz etmeyelim.
İsteyeceklerimizi Allah’tan isteyelim. Allah her şeyi en iyi bilendir. Kime ne
vereceğini, kime ne kadar vereceğini, kime hangi soruları göndereceğini, kimi
neyle imtihan edeceğini, kimi kime üstün kılacağını en iyi bilendir Allah.
Unutmayalım ki kime ne
verilmişse, kimden ne esirgenmişse bu bir imtihan konusudur. Ne çok verilenler
sevinsin, ne de az verilen-ler dövünsün. Ne çok verilenler imtihanı kazandı da
onun için verildi, ne de az verilenler imtihanı kaybettiler de onun için az
verildi. Kimin kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli olacak. Hem dün çok
zengin olanların bugün çok fakir, fakir olanların da zengin bir konuma
getirildiklerini de görmekteyiz. Öyleyse böyle kalplerimizde kinin, çeke-mezliğin
ve nefretin hâkim olduğu bir hayatı asla yaşamayalım. Bakın Resûl-i Ekrem
Efendimiz Riyazus Salihin’de yer alan bir hadislerinde bu hususu anlatırken
şöyle buyuruyor:
“Dünya konusunda hep kendinizden
aşağıda olanlara bakınız, sizden üstün olanlara bakmayınız. Bu elinizde olan
nimeti hor görmemenize en uygun yoldur”
Bizden
üstün olanlar, bizden aşağı olanlar… Bizden daha çok verilenler, bizden daha
çok huzurlu gibi görülenler, bizden dünyası çok, malı çok, dünyadan kendisine
ayrılan payı bizden daha fazla olanlar, bizden daha az olanlar var. Biz de
bizden daha aşağı olanlara bakıverelim. Ne fark eder? Niye üstümüzdekilere,
niye bizden fazla verilenlere bakacakmışız? Rahatımızı kaçırmak mı istiyoruz?
Ne kârımız olacak da? Bize hiçbir faydası olmayacak böyle bir bakışa neden
teşebbüs edelim? Bizden daha az olanlara bakacağız, böylece Allah’ın bizde
olan, elimizde olan nimetlerini hor görmeyeceğiz. Nelere sahip olduğumuzu daha
iyi anlamış, görmüş olacağız. Benim aylık gelirim şu kadar, eh onu da
bulamayanlar var ya. Ben yılda şu kadar et yiyebiliyorum, eh onu da
bulamayanlar var ya. Benim elbisemin kalitesi, eh onu da bulamayanlar var ya.
Benim evimin tefrişi, ısınma ya da barınma şeklim, eh onu da bulamayanlar var
ya desek ne kadar rahat olacağız değil mi? Yâni kendimizden daha aşağıdakileri
gördükçe egosunu tatmin edecek; “oh olsun size! Sizler benden aşağıdasınız!
Mahvolun, kahrolun!” mu diyeceğiz? Hayır, ama Allah’ın bize verdiği nimetleri
hor görmeyecek, o nimetlerle kulluk yapmaya çalışacağız Rabbimize. Aa! Meğer
bende onlardan daha çokmuş, ben de birazını bu kardeşlerime vereyim
diyebilecektir o zaman kişi.
33. “Ana
babanın ve yakınların bıraktıklarından her birine varisler kıldık. Kendileriyle
yeminleştiğiniz kimselere hisselerini veriniz. Doğrusu Allah her şeye şahittir.”
Anne
babanın ve yakınların geride bıraktıklarından her birine, biz mîrasçılar
kıldık. Evet önceki âyetlerde de demeye çalıştığımız gibi ölen kişinin
varislerini tayin eden Rabbimizdir. Kimin kimden ne kadar mîras alacağını
Rabbimiz bildiriyor.
Yine
yeminlerinizle, yahut sözlerinizle bağladığınız, yahut nikah akidlerinizle
bağladığınız, yahut daha önceleri evlâtlık kaldırılmadan önceki dönemlerde
kendinize evlâtlık edindiğiniz, evlâtlık aldığınız kimseler için de onların nasiplerini
verin.
Anlayabildiğimiz
kadarıyla bu âyet eskiden Araplarda var olan bir geleneğin kaldırılmasıyla
alâkalıdır. Eskiden Araplar birbirleriyle dost olurlar ve birbirlerinin
mallarına varis olurlardı. Manevî bir kardeş manevî kardeşine, manevî bir evlât
manevî babasına, manevî bir baba manevî evlâdına varis olurdu. Ama işte bu
sûredeki miras âyetiyle kimlerin varis olacakları ortaya konunca onlara da bir
şeyler verilmesini istiyor Rabbimiz. Yani ey müslümanlar, vefatınızdan sonra
geriye bıraktığınız mallarınıza bunlar varis olamayacaklarına göre hayatta iken
onlara bir şeyler verin. Çünkü kişinin hayatta iken, ölp de malı Allah’ın
belirlediği varislerine intikal etmeden önce dilediklerine verme yetkisi
vardır.
Yine bu âyetlerin gelişinden önce
ensâr ve muhacir Müslümanlar birbirlerine varis oluyorlardı. İşte bu âyetleriyle
Rabbimiz artık eski anlayışları kaldırıp mîrasın sadece Allah’ın belirlediği
varisler arasında geçerli olduğunu ortaya koyuyordu. Kişi hayatta iken istediği
kimselere malını verebilme hakkına sahip olmakla birlikte öldüğü andan itibaren
sadece malını anne, baba, dede, nene, evlât, kavim, kar-deş, birbirlerine
akrabalık bağı olan varisleri alacaklardır. Bunların bir-birlerine nasıl varis
olacakları? Mîrastan ne miktar pay alacakları Allah tarafından belirlenmiştir.
Şüphesiz ki
Allah, bilendir, haberdar olandır. İşte akrabaların, anne ve babaların,
oğulların, kızların birbirlerine karşı nasıl mîrasçı olacakları açıklandıktan
sonra, hukukî durum ortaya konduktan sonra işin kendisi tarafından gözetim
altında olduğunu anlatıyor Rabbimiz. Unutmayın ki Allah her şeyi bilmekte ve
her şeyden haberdar olmaktadır. Unutmayın ki her an Rabbinizin gözetimi
altında bulunmaktasınız. Rabbiniz yaptıklarınız konusunda yarın sizi hesaba
çekecektir. Öyleyse mîras konusunda ve tüm hayat programınız konusunda, evlilik
konusunda, boşanma konusunda, birbirlerinize davranışlarınız konusunda
Allah’ın dinine uygun hareket edin. Allah gözetiminde olduğunuzu unutmayın.
Yaptıklarınızı Ona lâyık yapmaya çalışın. Yarın yaptıklarınızın tümünden hesaba
çekileceğinizi bilerek bir hayat yaşayın.
34. “Allah'ın kimini kimine üstün
kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı er-
kekler kadınlar üzerine kavvamdırlar. İyi kadınlar, gönül-den
boyun eğenler ve Allah'ın korunmasını emrettiği, kocasının bulunmadığı zaman
da koruyandır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin,
yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Size itaat ediyorlarsa
aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah Yücedir, Büyüktür.”
Allah’ın
bazısını bazısına (Cihad, imamet ve mîras gibi konu-larda) üstün kılması
sebebiyle, bir de erkekler mallarından aile fertlerine harcama yaptıkları için,
erkekler kadınlar üzerinde kavvamdırlar. Erkekler kadınlar üzerinde
hâkimdirler.
Dikkat
ederseniz sûrenin başında Rabbimiz bizim hepimizin bir erkek ve dişiden
yaratıldığımızı anlatmıştı. Sonra yine Rabbimizin izniyle evlenme hakkına sahip
kılındığımız ortaya konulmuştu. Aslın-da birbirlerine haram olan erkek ve
kadının Allah’ın belirlediği biçimde nikâh bağıyla bir araya geldikleri
takdirde helâl yollarla birbirlerinden istifade edebileceklerini, helâl
yollarla birlikteliklerini sürdürebilecekle-rini anlatmıştı. Evet nikâhla, Allah’ın
istediği biçimde hayatlarını birleştirmiş bir kadın ve erkek huzur içinde
birlikte yaşayabilecekleri, birlikte Allah’a kulluklarını
gerçekleştirebilecekleri, birlikte cenneti kazanabilecekleri bir aile yapısı
oluşturmuşlardır. Allah onlara sevgilerinin mey-vesi olarak nûr topu evlâtlar
da verecektir.
İşte elbette şimdi bu kadından,
erkekten ve çocuklardan müteşekkil bu aile yapısında, bu aile düzeninde Allah’ın
istediği düzenin sağlanabilmesi ve Allah’a Allah’ın istediği kulluğun en güzel
bir biçim-de icra edilebilmesi için bir reise ihtiyaç olacaktır. Zira toplum
olarak yaşamak zorunda olan insan gruplarının en küçük biriminden en büyük birimine
kadar intizamın sağlanabilmesi için mutlaka bir reisleri, bir idarecileri
olacaktır. Hani Rasulullah Efendimiz iki kişi de olsanız yola çıkmışsanız
mutlaka biriniz imam olsun buyuruyordu ya. Toplum için nasıl bu gerekliyse,
toplumun en küçük birimi olan aile için de bu gereklidir. Mutlaka aile
fertlerinden birinin reis olması gerekecektir.
Öyle değil
mi? Şu anda yeryüzünde hangi toplum neye ina-nırsa inansın Rabbimizin koyduğu
bu genel yasanın dışına çıkama-maktadır. Rabbimiz insanların fıtratları gereği
bunu bir sisteme bağlamıştır. İslâm’ın dışındaki toplumlarda da mutlaka bir
reise bağlanma yasası var, ama onlar bu reisi seçme ve bu reise bağlanma
konusunda kendilerince bir düzen oluşturmuşlar. Kendilerince koydukları kurallarla
seçtikleri bir idarecinin, bir kralın, bir hükümdarın buyrukları altında
yaşamak zorundadırlar.
İşte devlet, toplum, kabile,
aşiret gibi toplumsal olguların en küçük birimi olan aile için de aynı yasa
geçerlidir. Bir ailede de mutlak sûrette bir reis olacak, bakın bu âyetinde de
Rabbimiz buyuruyor ki ailede erkekler kadınlar üzerinde kavvamdırlar,
reistirler. Bu tayini, bu tespiti bizzat Rabbimiz yapmıştır. İşte bakın bu
âyetinde de Rabbimiz buyuruyor ki ailede erkekler kadınlar üzerinde
kavvamdırlar, reistirler.
Tabi şu
anda dünyada bunun tartışması sürmektedir. Vahyi tanımayan ve feminizm
hareketlerinden etkilenen dünyada şu anda erkek kadın eşitliği üzerinde
ısrarla durulmaktadır. Yürüyüşler yapılıyor, tartışmalar yapılıyor, hak
arayışları sürüp gidiyor. Kâfir dünyanın düşünceleri İslâm dünyasına taşınmak
isteniyor. Müslümanlar da kâfir dünyanın bu hareketlerinden etkilenerek kadın
ve erkeği Allah’ın ve peygamberin yerli yerine oturttuğu konumundan, makamından
farklı konumlara çekme ihtiyacı hissediyorlar.
Dikkat
ederseniz sûrenin başında Rabbimiz insanlığın atası olarak bir Adem’den ve
hemen arkasından da Adem’e bir eşten söz etti. Adem’e bir Havva’dan söz edildi.
Yâni yaratılan bu Adem’in yanı başında bir de Havva var. Bir kadın var. Çünkü
Adem için Havva’sız bir hayat, hayat değildir. Havva Adem’i, Adem de Havva’yı
tamamlar. Ne Adem’siz Havva, ne de Havva’sız Adem düşünülemez. Bunun içindir
ki kesinlikle İslâm kadınla erkeği karşı karşıya getirmez. İslâm kadınla
erkeği böyle karşı karşıya getirmediği gibi asla kadın erkek e-şitliği, kadın
erkek eşitsizliği gibi zırvaları da gündeme getirmez. Hiçbir zaman konu etmez
bunu. İslâm’a göre böyle bir problem yoktur. Yâni kadın erkeğe eşit midir? Değil
midir? Nasıl eşit olur? Nasıl olmaz? Zerre kadar bunu problem etmez İslâm. Zira
bu iki varlığı ayrı düşünmez İslâm. Bu ikisi bir varlıktır. Bu iki varlığı
ayrı ayrı düşündüğünüz zaman, ayrı ayrı hiçbirisi bir değer ifade etmez yâni.
Meselâ yüz tane Adem insan
değildir Havva’sız. Veya yüz tane Havva da insan değildir Adem’siz. Bu ikisini
karşı karşıya getirmek yerine bu ikisini birlikte düşünmek zorundayız.
Hadîselere
kitap ve sünnetin gözlüğüyle bakmak zorunda olan bizler kesinlikle küfrün kendi
içinde yaşadığı çelişkilerini İslâm’a taşımamalıyız. Bu konuyla alâkalı kâfir
dünyanın çıkmazlarını İslâm’ın meselesiymiş gibi İslâm’a sokmamalıyız. İslâm’a
göre kadın ve erkek ayrı ayrı varlıklardır ama ikisi birden insandır. Yalnız
başına ne erkek insandır ne de kadın insandır. İkisi birlikte insandır. İşte
problemi böylece çözümlemek zorundayız. Erkek ve kadını karşı karşıya getirmek
İslâm’ın ve Müslümanların problemi değildir.
Meselâ bakın bir şehre yüz bin
tane erkek yerleştirin, eğer orada kadın yoksa onlar öldükten sonra hayat
bitecektir orada. Öyley-se orada insan yoktur demek zorunda kalacağız. Aksi de
böyledir tabii. Yâni sanki kadınla erkek bir bütünün parçaları gibidir. Bir
bütünün ikiye parçalanmış ve sonra da fonksiyonel olarak birleşmesi gibidir.
Allah’ın da zaten erkeğin yanı başında hemen kadını da yaratmasının hikmeti de
buradadır. Başka bir âyetinde Rabbimiz:
"Onda sükûnete eresiniz diye içinizden
eşler yaratması da Onun âyetlerindendir."
(Rum: 21)
Onunla
hayat bulasınız diye buyururken bu iki parçanın birbi-rinin tamamlayıcısı
olduğunu anlatır. Hayat bulmak. Yâni bin erkek-ten bir insan dünyaya
getirebilir misiniz? Veya bin kadından bir canlı çıkarabilir misiniz? İşte
meseleye böyle bakmak zorundayız ve küfür dünyasının şirk dünyasının, Allah’ı
tanımadan, vahye müracaat etmeden problemlere çözüm getirmeye kalkışan
kâfirlerin ürettiklerini İslâm’a taşımanın hiç mi hiç anlamı yoktur bunu
böylece bilelim inşal-lah. Müslümanların böyle bir problemleri yoktur.
Kadın ve
erkeğin birlikte oluşturabilecekleri bir aile düzeninde ne kadın olmasa erkek
yalnız başına bir ailedir, ne de erkek olmasa kadın tek başına bir ailedir.
Neden bu böyledir? Çünkü Allah öyle buyuruyor. Kiminizi kiminizin üzerine
üstün kıldık, kiminizi kiminize kav-vam kıldık.
Bu üstün
kılınma, kavvam kılınma, reis kılınma konusunu biraz açalım. Arkadaşlar, bu
erkeğin kadınlar üzerine üstün kılınması, kav-vam kılınması erkeğin cennete gideceği,
ya da önce cennete gidece-ği anlamına gelmiyor. Reislik durumuyla, önderlik
haliyle erkek cennete gidecek, kadın gidemeyecek anlamına değildir bu. Peki nedir
bu kavvam? Erkekler kadınlar üzerine kavvamdırlar. Peki nedir bu kav-vam oluş?
Zalimdir! Despottur! Ezicidir! Aşağılayıcıdır! Horlayıcıdır! Üsttedir!
Alttadır! Yandadır! Kenardadır! değil. Ya ne? Hani İslâm’ın toplumun nüvesi
dediği aile var ya, bunu bir birim kabul eder ya İslâm toplumda, işte o ailede
erkeğe bir fonksiyon yükler ya İslâm, işte bu anlamadır kavvam. Yâni rol
anlamına, şeref anlamına, kahır anlamına ve görev anlamınadır bu kavvam.
Yâni kadınlar üzerinde bekçi ve
muhafız anlamınadır bu kav-vam. Yâni kadınlar üzerinde hizmetçi olmadır bunun
mânâsı. Kadın-ları eğitme, onları yetiştirme ve ateşten koruma görevidir.
Kadınların hayatına karışma ama onların Allah’ın emâneti olduklarını bilmedir
kavvam. Veya onlardan sorumlu olma görevini üstlenmedir. Bakın bu kelime Nisâ
sûresinde bir daha kullanılır:
"Ey iman edenler! Hak üzere durup
adâleti yerine getirmeye çalışan kavvamlar olun!"
(Nisâ: 135)
Yâni ey
iman edenler, siz de toplumda bulunduğunuz konum-da, bulunduğunuz makamda
kavvamlar olun! İnsanlara, hayvanlara, bitkilere, hattâ taşlara cansız
cemadatlara karşı kavvamlar olun. Onlar nerede kullanılmalıysa, hangi konumda
tutulmalıysa onları o makamda tutarak kavvamlar olun! buyurulmaktadır.
Öyleyse
erkeklerin kadınlar üzerine kavvam oluşunu böyle an-lıyoruz. Hani Rasulullah
Efendimizin: “Seyyid’ül kavmi hadimu-hum” hadisinin muhtevası çerçevesinde
anlıyoruz bunu. Değilse ka-dın erkek İslâmî sorumluluk noktasında aynı
konumdadırlar. Allah’ın kendilerinden istediği emirler, farzlar ve haramlar
hususunda insan olarak kadının erkekten hiçbir farkı ve eksikliği yoktur. Kur’an’ın
ifade-sine göre zina eden, hırsızlık yapan bir kadın, bunları yapan erkek
gibidir. Her ikisine de aynı had cezası uygulanır. Yine saliha bir kadın salih
bir erkek gibidir. Yaptıkları karşılığında her ikisine de hazırlanan cennet
aynı cennettir. Erkeğin namazının, orucunun, sadakatinin ve iffetinin karşılığı
kadınınkinin karşılığından faklı değildir.
Yâni kullukları ve sorumlulukları
açısından kadın ve erkek birbirine eşittir. Lâkin aile içindeki müşterek sorumluluklarına
gelince Rabbimiz her birine ayrı ayrı roller biçmiştir. İşte Rabbimiz tarafından
kendilerine biçilen bu rol gereği olarak erkeğe şahsi ve malî konumundan ötürü
bir imtiyaz vermiştir. Riyasete, imamete, reisliğe lâyık kılınmıştır.
Öyle değil
mi? Şu anda toplumda toplum üzerine reis olanların cennete gitmeleri, ya da
cennete önce gitmeleri diye bir durum söz konusu değildir değil mi? Kim Allah’a
daha iyi kulluk ederse, kim daha muttaki olursa ister reislerden olsun, isterse
tebaadan olsun, ister ailenin reisi olan erkek olsun, isterse kadın, çoluk
çocuk olsun cennete gidecek olan odur. Hattâ bir köle, bir câriye Allah’a en
güzel bir kulluk yapar da ötekilerden önce cennete gider. Kadın kocasından daha
güzel kulluk yapar, kocasından daha muttaki bir hayat yaşar da ondan önce cennete
gider.
Öyleyse bu üstünlük hiçbir zaman
o anlama bir üstünlük değil-dir. Erkeğin kadın üzerine böyle kavvam oluşu
cennet üzerinde böyle yasal bir hak kazanması anlamına değildir. Bu konuda
kimsenin kimseye bir üstünlüğü, bir önceliği yoktur. Veya bu şeref ve fazilet olarak
erkeklerin kadınlar üzerine bir üstünlük değildir.
Ancak Allah
hayatı böyle istemektedir. Hayatın yoğun işleri erkekler üzerindedir. Sosyal
hayatta çalışıp çabalayıp kadınının ve çocuklarının nafakasını, geçimini sağlama
görevi erkek üzerindedir. Gerek kendi rızkını, gerekse kocasının ve
çocuklarının rızkını temin yükünü, ailenin geçimini sağlama yükünü Allah
kadına yüklememiştir. Fiziki güçlülükleri ve dayanıklılıkları sebebiyle,
durumlarına ve kapasitelerine göre Rabbimiz bu yükü erkeklere yüklerken
kadınlara da durumlarına göre erkeklerin asla yapamayacakları bir görevi yüklemektedir
ki o da çocuk doğurma ve analık fonksiyonlarını icra etme işidir. Veya hayatta
bir erkeğin dünya hayatına bağlanmasını, dünya hayatında doyuma ulaşıp sükuna
ermesini sağlama görevidir.
İyi kadınlar, saliha kadınlar gönülden
Allah’a itaat eden, kocalarının meşru isteklerine itaat eden, kendileri üzerindeki
Allah’ın belirlediği Allah’ın haklarına hukuklarına, kocalarının haklarına
hukuklarına riâyet eden kadınlardır. Saliha kadınlar, Rasulullah Efendimizin
bir hadislerinde de beyan buyurdukları veçhile:
“En iyi kadın, gördüğünüzde sizi
hoşnut eden, emirlerinizi dinleyen, evde olmadığınız zaman sizin malınızı ve
kendi namusunu koruyan kadındır.”
Allah ve Resûlünün beyanları
gereği kadın kocasının meşru arzularına itaat edecek. Ama unutmayalım ki
Allah’a itaat kocaya itaatten önceliklidir. Allah’a itaat eden kocaya itaat
edilir. Karısından Allah’ın istediklerini isteyen kocanın istekleri yerine
getirilir. Allah’ın emirlerine aykırı isteklerde bulunan kocaya itaat yoktur.
Allah’a isyan konusunda hiçbir beşere itaat yoktur. Allah’a isyan konusunda
kocanın arzularına, emirlerine itaat kadını günahkâr yapar. Meselâ kadının
tesettürünü, namazını, orucunu engelleyen, onu günah işlemeye teşvik eden bir
kocanın bu emirlerine karşı çıkmayan kadın günahkârdır. Ancak nafile
ibâdetlerden engelleme hakkı vardır kocanın.
Demek ki saliha kadın, en iyi
kadın Allah’ın haklarına, kocasının haklarına riâyet eden ve Allah onların
kendilerini ve haklarını nasıl korumuşsa kendileri de gizliyi, görünmeyeni
koruyan kadınlardır. Gizliyi koruyan, gaybı koruyandır o kadınlar. Yâni
kocaları yanlarındayken onların haklarını koruyup onlara Allah’ın istediği gibi
davrandıkları gibi, kocalarının olmadığı ortamlarda da korunması gerekenleri korur-lar.
Allah’ın haklarını korurlar, ırzlarını, namuslarını korurlar, kocaları-nın
mallarını korurlar, kocalarının sırlarını korurlar. Allah’ın kendilerini
muhafaza edip koruduğu gibi onlar da bunları muhafaza edeceklerdir. Allah’ın
kendilerini koruduğu gibi onlar da kendilerini koruyacaklardır.
Sürekli
Allah’ın emirlerine, yasaklarına riâyet ederek, Allah’ın hukukunu gözeterek
Allah’ın koruması altında olacaklardır. Allah’ın hukukuna riâyet ederek
Allah’ın koruması altında olan kimseyi Allah korur. Ama Allah’ın yasalarını
çiğneyerek, Allah’ın emirlerine ters düşerek Onun korumasından çıkan kimseden
Allah korumasını kaldırıverir. Bir kadın Allah’ın yasak kıldığı birtakım
yerlere gider, birtakım ilişkiler içine girerse Allah da onu korumasından
çıkarıverir ve böyle bir kadının kendisini koruması da mümkün değildir artık.
Onun başına her türlü belâ gelir.
Eğer kadınların nüşûzundan korkarsanız.
Nüşuz yükselmek, havalanmak demektir. Allah’ın bu takdirine, bu kavvamlık, bu
reislik yasasına, bu itaat emrine karşı gelerek kendilerine kavvam olan kocalarına
karşı yükseklik, üstünlük taslamalarından, başkaldırmalarından, kocalarının meşru
dairedeki emirlerini yerine getirmeme konusunda yüz çevirmelerinden,
diretmelerinden, serkeşlik yapmalarından, itaatten çıkmalarından korkarsanız.
İşte nüşuz budur.
Onların
size karşı itaatsizliklerini görürseniz, Allah’ın hukuku-nu, sizin hukukunuzu
korumaları konusunda veya Allah’ın korumasını istediği hem sizin hem de kendilerinin
ırz ve namuslarını korumaları konusunda bir korkunuz varsa. Tabii bütün bu
konularda erkek de serkeşlik yaparsa aynı durum onun için de geçerlidir. Aynı
yanlışı yapan erkekse o zaman aynı şeyler onun için de yapılacaktır. Peki ne
yapılacakmış böyle bir durumda?
Onlara vazedip öğüt verin. Evet böyle
durumdaki kadın ve erkeklere ilk önce yapılacak şey onlara önce öğüt verip
uyarmaktır. İşte bu, bu durumdaki kadınları ve erkekleri bu hastalıktan kurtarmak
için Rabbimizin tavsiye buyurduğu ilk tedavi yöntemidir. Onlara Allah’tan
korkmaları, Allah’ın yasalarına saygılı olmaları hatırlatılarak nasihatte bulunulacak.
Eğer bu yöntem fayda vermişse ikinci usule adım atılmayacaktır. Ama bu
birincisi kâr etmezse o zaman ikinci kademede:
Onların yataklarını ayırın. Evet
onların yataklarının ayrılması söz konusu olacak. Allah diyor ki yatakta onlardan
uzak durun. Aynı odada, aynı yatakta yatmakla birlikte onlarla cinsel ilişkide
bulunulmayacak. Aynı yatakta sırtınızı dönüp yatın, onlarla konuşup, oynaşıp
sohbet etmeyin. Dikkat ederseniz yataklarınızı ayırın, yahut da yatak-larınızdan
uzak durun denmemiş de, yataklarınızda onlardan uzak durun denmiş. Aynı yatakta
kadınla ilgilenmemek psikolojik olarak ona çok ağır gelecektir. Bu durum onun
ağırına gidecek ve uslanacaktır. Eğer bu yöntem de kâr etmemişse o zaman
üçüncü kademede Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Sünnette iz bırakmamak, yüzüne vurmamak
ve takbih edip izzeti nefsini kırıp dökmemek kayd u şartıyla kadının dövülebileceği
sınırlandırılmıştır. Ama unutmamalıyız ki bu dövme işi üçüncü merhalede
olacaktır. Birinci ve ikinci merhalede Rabbimizin anlattığı yöntem uygulanmadan
direkt dövmek caiz değildir. Bir suç işleyince hemen dövmeye kalkışmak caiz
değildir.
Bugün kâfir
ve müşrik dünya Müslümanları sorgularken diyor-lar ki bu Müslümanlar vahşi
insanlardır, kaba ve barbardırlar bunlar. Çünkü bu Müslümanlar hanımlarını dövüyorlar.
Bu din de onun müntesipleri de işte böyle vahşi insanlardır demeye
çalışıyorlar. İslâm’ın kadınlar için de erkekler için de ayrı cezaları vardır,
meselâ ölüm cezaları vardır diyerek İslâm’ı ve Müslümanları çok kötü bir şekilde
karikatürize etmeye çalışıyorlar hainler. Böylece Allah’ın dinini gönüllerden
düşürmeye çalışıyorlar. Halbuki kimse kimseyi dövmemelidir, kimse kimseyi
öldürmemelidir, kimse kimseye vurmamalı, haksızlık etmemelidir diyorlar. Halbuki
kendileri sürekli dövüyorlar, sürekli öldürüyorlar ve zulmediyorlar alçaklar.
Şu anda tüm dünyaya çok çağdaş
ülkeler diye takdim ettikleri Amerika’sını, Almanya’sını, İngiltere’sini, Rusya’sını
herkes biliyor. Demokrat dedikleri, insancıl dedikleri, adâletin, eşitliğin,
insanlığın be-şiği dedikleri ülkeleri gözlemleyin. Gerek sosyal hayatlarında, gerek
caddelerinde, gerek hapishanelerinde, nezarethanelerinde polislerin, askerlerin
nasıl zalimce davrandıklarını göreceksiniz. Tüm dünyanın gözleri önünde nasıl
insanları öldürdüklerini, nasıl zulmettiklerini, nasıl yargısız infazların
yapıldığını görürsünüz. Bunlar sadece televizyon-lardan ve filmlerinden
intikal edendir. Bir de içlerine gidip de bizzat işlenenleri görseniz aklınız
durur.
Üç merhale
anlatıyor Rabbimiz. Ama tabii bunların üçünün de aynı anda yapılması
gerekmeyebilecektir. Yâni birinci merhalede sonuç alınmışsa ötekilere gerek
kalmayacaktır. İşte bunlar bizi bizden iyi bilen, bizi bizden daha çok düşünen,
bize bizden daha merhametli olan Rabbimizin bizim mutluluğumuz için koyduğu
yasalarıdır. Ve bu, bir iman meselesidir. İster bunlara aynen iman eder mü’min olursunuz,
isterse reddeder kâfir olursunuz. Bu sizin probleminizdir.
Bize gelince biz aynen Rabbimizin
dediklerinin doğruluğuna iman ediyoruz. Kâfir ve müşrik dünya karşısında asla
komplekslere kapılmadan Rabbimizden gelenlerin hak olduğuna iman ediyoruz.
Kur’an ve sünnet doğrultusunda bir eğitimden geçmemenin, Allah’ı ve peygamberi
tanımamanın verdiği cehalet ve sıkıntı ile kâfir ve müşrik dünyanın saldırıları
karşısında Müslümanlığımızdan eziklik duyanlardan olmayalım inşallah.
Yâni kâfir ve müşrik dünyanın empoze
etmeye çalıştığı efendim, işte İslâm’da kadın hakları şöyledir, erkek hakları
böyledir, mîras şöyledir, evlenme boşanma böyledir diyerek yaptıkları alçakça
saldırılar karşısında aşağılık duygusuna kapılarak Allah’ın kitabını ve Resûlünün
sünnetini değiştirmeye hiçbir zaman hakkımızın olmadığını bilelim. İşte çok
rahat baş vuran herkesin anlayabileceği biçimde Kur’an nasları ortadadır.
Peygamberimizin uygulamaları ayan beyan ortadadır.
Öyleyse başka yerlerde hak
aramaya, hukuk aramaya gerek yoktur. Tıpkı Allah düşmanı bu yahudi ve
hıristiyanların yaptıkları gibi Allah’ın kitabını ve peygamberin sünnetini
tahrif etmeye kimsenin hakkı yoktur. Zaten bunların tek dertleri budur.
İsterler ki sizler de kendileri gibi kitabınızı değiştirip, peygamberinizin yolunu
tahrif edip kendileri gibi sapıklığa düşesiniz, kendileri gibi kâfir olasınız.
Eğer aldığınız bu tedbirler,
uyguladığınız bu yöntemler sonu-cunda o kadınlar uslanıp ta size itaate,
Allah’ın yasalarına iaate yönelirlerse artık onlar üzerine bir yol aramayın.
Yâni artık onlara eziyet et-meyin, onlara iyi davranın. Unutmayın ki Allah Âlî
ve Kebirdir. Allah çok yüce ve çok büyüktür.
Arkadaşlar
âyetin sonunda gelen bu ifadeler, Allah’ın günde-me getirdiği bu isimleri, bu
sıfatları gerçekten erkeklere çok büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Hanımlarına
karşı haksız yere zulmeden, onlara insanca davranmayan erkeklere çok büyük bir
tehditte bulunuyor Rabbimiz. Burada kendisinin çok âlî, çok yüce ve büyük
oluşunu hatırlatması erkeklere şunu ihsas ettirmesi içindir: Ey erkekler! Ey kocalar!
Eğer şu anda Rabbinizin yaratışı gereği, Rabbinizin takdiri gereği fiziksel
yönden kadınlardan üstün olduğunuz için onlara zulmetmeye kalkışırsanız,
unutmayın ki Rabbinizin size Kâdir oluşu, sizin onlara kadir oluşunuzdan daha
yücedir. Rabbinizin size güç yetirme-si, sizin onlara güç yetirmenizden daha
üstündür. Onun için sakın ha Allah’ın size verdiği gücünüze kuvvetinize
güvenerek kadınlarınıza zulmetmeye, hayatlarını burunlarından getirmeye
kalkışmayın. Allah’-ın bu tehdidinden korunmak için onlara insanca muamele
edin. Onların da insan olduklarını unutmayın.
Unutmayın
ki şu anda siz o kadınların üzerindeyseniz, sizin üzerinizde de Allah vardır.
Efendileri olarak kadınlarınızdan Allah’a ve kendinize itaat isteyen sizler
kendi efendiniz olan Allah’a ne kadar itaat ettiğinize bir bakın. Sizler
efendiniz olan Allah’a nasıl davrandığınıza bir bakın da efendisi olduğunuz
kadınlarınızdan kendinize o tür davranışlar bekleyin. Unutmayın ki sizler
efendinize ne kadar itaat ediyorsanız kadınlarınız da size ancak o kadar itaat
edeceklerdir.
Öyleyse
kadınlarından, çocuklarından kendilerine itaat bekleyen babalar ve kocalar,
efendileri olan Allah’a itaatlerini artırmalıdırlar ki berikilerden itaat
beklemeye hakları olsun. Bir de sizler efendinize karşı kusurlar işleyip de
özür dileyip tevbe ettiğiniz zaman, efendinizin size olan af ve mağfiret
tavrına bakın da sizler de efendisi olduğunuz kadınlarınızın özürlerini,
kusurlarını aftan yana, örtmeden yana olun. İşte Rabbimiz anlayabildiğimiz
kadarıyla bunları diyor bu âyetinde bize.
Bundan
sonraki âyetinde Rabbimiz her türlü tedbire baş vur-malarına rağmen yine de
aralarında anlaşma sağlanamamış bir aile probleminin çok güzel bir çözüm
önerisini anlatacak:
35.“Karı kocanın arasının açılmasından
endişelenirseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem
gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur. Doğrusu
Allah her şeyi bilen ve haberdar olandır.”
Eğer karı
kocanın aralarının açılmasından korkarsanız. Yâni diyelim ki bir kadınla
kocası kendi aralarında anlaşamayarak problemli bir duruma düştüler.
Birbirlerini çekemeyecek, birbirlerine tahammül edemeyecek bir duruma
geldiler. Birliktelikleri birbirlerine huzur ve sükun yerine ıstırap verecek
noktaya geldi ve işin en önemli yönü, bu beraberlikleri Allah’a kulluklarını
ters yönde etkilemeye başladı. İşte böyle bir durumda bu problemi çözecek
Allahça bir çözüm yolu, bir imkân var. Ama onu söylemeden önce bir noktaya
dikkat çekeyim inşallah.
Arkadaşlar, genelde bizim
toplumda bu konudaki Allah ve Resûlünün tavsiyeleri pek uygulanmaz. Bizim toplumda
Allah ve Resûlünün emirleri bilhassa bu karı koca kavgalarında en sonda
hatırlanır. Karı koca aralarında bir kavga, bir anlaşmazlık baş gösterdiği anda
bunu hemen kendi ailelerine aktarıp birbirlerine olmadık hakaretlerde
bulunmaya, birbirlerine zulüm etmeye başlarlar. Bu çok yanlış bir şey-dir.
Bakın Rasulullah Efendimiz bir hadislerinde buyurur ki:
“Kadın veya erkek kesinlikle
birlikte yaşadıkları karı koca hayatını, cinsel ilişkilerini kimseye anlatmasın.”
Evet bu böyledir. Bu iş
mahremdir. Ama görüyoruz ki karı koca arasında şu veya bu şekilde bir
anlaşmazlık çıkmışsa, yâni erkek ve kadın olarak Allah’ın istediği bir hayatı
gerçekleştirmek üzere kurdukları sıcak bir aile yuvasında güzel güzel yaşayıp
giderlerken bir problemleri çıkmışsa. Neden çıkar bu problemler? Neden bozulur
bu sıcak ilişki? Eh olabilir, Müslüman bir toplumda da, Müslüman bir ailede de
bu olabilir, hayat budur, insanlar budur. Böyle problemler çıktığı zaman da
insanlar iki tür yanlış yapıyorlar. Birincisi az evvel ifade etmeye çalıştığım
gibi bu konuda Allah’ın çözüm önerisine bakmadan hemen birbirlerine veryansın
etmeye başlıyorlar.
Bazen bunun tamamen aksine karı
koca aralarındaki bu problemleri yutmaya, içlerine atmaya ve hiç kimseye
açmamaya çalışıyor-lar. İçlerinde bir sır olarak kalıp gidiyor. Bu da çok
yanlıştır. Çünkü iki tarafın da problemleri çözüme kavuşturulmadan bir sır olarak
kendi içlerinde kalınca probleme çözüm de bulunamıyor. Koca bir problemin
içinde, kadın bir yanlışın ve çözümsüzlüğün içinde, erkek kendi kendine
problemi büyütüyor, kadın kendi kendine handikaplara giriyor. Ne erkek kendi
velîsine, kendi büyüklerine, dostlarına açıyor, ne de kadın velîsine veya Müslümanların
velîsine açıyor. Kendi kendile-rine, kendi aralarında çözüm bulsalar neyse,
ama onu da yapamıyor-lar, sonra problem büyüyor, büyüyor, bir haftalık
evliliklerinde az olan, ama bir aylık olduklarında çoğalan, bir senelik olduklarında
had safhaya ulaşan problem bu sefer öyle bir noktaya geliyor ki artık çözüm-lenemez
hale geliyor. Kadın ayrılıktan dem vurmaya, koca boşanma-dan bahsetmeye
başlıyor.
Yâni belki ilk günlerde çok basit
çözümlenebilecek bir proble-mi sır haline getiriyorlar, kimseye açmıyorlar ama
sonunda problem büyüye büyüye ailenin dağılmasına sebep oluyor. Bu gerçekten
çok kötü bir şeydir. Buna hiçbirimizin hakkı yoktur. Çünkü bu sadece ferdi bir
olay değildir. Unutmamalıyız ki bu tür bozukluklardan İslâm toplumu, İslâm
ailesi yara almaktadır. Toplumu yaralamaya, toplumu rencide etmeye kimsenin
hakkı yoktur.
Öyleyse gelin ey Müslümanlar, bu
konuda Rabbimiz ne diyor? Bu konuda örneğimiz nasıl bir yol tarif ediyor ona
bir bakalım. Gelin çok mahrem olmayan ki elbette onları da anlatabilecek
akrabalar bulunur problemlerimizi İslâm’ın anlatmaya müsaade ettiği bir biçimde
ki bunu Rasulullah Efendimizin uygulamalarından, sahâbenin hayatından öğreneceğiz
onların anlatabildikleri kadarıyla problemlerimiz en küçük şeklindeyken anlatabileceklerimize
anlatalım ve Rabbimizin şimdi okuyacağım çözüm önerisine havale edelim
inşallah.
Böyle bir problem anında erkek
tarafından bir hakem seçin, kadın tarafından da bir hakem seçin. Her iki
taraftan da birer hakem seçip gönderin. Bu hitap aralarında problem bulunan
karı kocaya, onların ailelerine, velîlerine olduğu gibi aynı zamanda tüm Müslümanla-radır
da. Eğer onların aralarına giren bu anlaşmazlıktan dolayı birbirlerine düşmanlık
ederek ayrılmalarından, boşanmalarından korkarsa-nız o zaman her iki taraftan
da birer hakem gönderin diyor Rabbimiz. Karı kocanın tensip edecekleri, ya da
ailelerinin kabullenecekleri, görevlendirecekleri birer aracı gönderin.
Eğer bu hakemler samimi bir niyetle
arayı düzeltmeyi murad ederlerse Allah da onların aralarında başarı sağlayacaktır.
Yâni eğer bu aracıların her ikisi de samimi bir niyetle karı kocanın aralarını
ıslah etmeyi düşünürlerse, buna sa’y ederlerse Allah da onların bu samimi
niyetlerinden ve hasbi çabalarından ötürü karı kocanın arasını bulacaktır,
kalplerini birbirlerine kaynaştıracak, aralarına sevgi ve muhabbet koyacaktır.
Veya bunun bir başka mânâsı eğer
bu hakemleri seçerken, gönderirken karı koca samimi bir niyetle aralarının
ıslahını murad ederlerse, barışmayı, bir araya gelmeyi arzu ederlerse Allah
onların kalplerini birleştirip barışmalarında başarı lütfedecektir. Veya âyetin
bir başka mânâsı da, eğer bu hakemlerden her ikisi de bu konuda âdil davranmayı
ve tarafları birleştirmeyi niyetlerine alırlarsa Allah her iki hakemin de
kalplerini birleştirecek, yâni onları sözbirliği ettirecektir ve arzulanan şey
gerçekleşene kadar Allah onların yardımında olacaktır.
Evet iki
hakem seçilecek ve bu iki hakem durumu araştıracaklar. Her iki tarafa da,
kadına da, erkeğe de nasihat edecekler. Her iki tarafa da sorumlulukları,
hakları ve görevleri hatırlatılacak. Cennet ve cehennem anlatılacak. Karı koca
arasında Allah’ın koyduğu hukuklar anlatılacak ve her iki tarafın da bunlara
uyması istenecek. Yâni gerçekten şu anda öyle bir toplum içinde yaşıyoruz ki
ne erkeklerimiz Allah’ın erkek hukukundan haberdar, ne de kadınlarımız kadın
hukukundan haberdar. Ne erkeklerimiz Allah yasalarını biliyorlar ne de kadınlarımız.
Gerçekten garip bir toplum. Kadınlarımız ve erkeklerimiz doğru dürüst bir aile
yaşantısını bile bilmiyorlar. Bir aile içinde gusül, abdest, namaz gibi
Müslümanlığın olmazsa olmaz vecibelerinden bile habersiz bir toplum içindeyiz
şu anda.
Yâni böyle bir toplum içinde
belki erkek karısından Allah’ın ve peygamberinin istemediği şeyleri isteyerek
ona zulmediyor. Veya belki de kadının erkeğinden beklediklerinin İslâm’la uzak
ve yakından hiç bir ilgisi yoktur.
Veya meselâ erkeğin karısından
istedikleri çok meşru şeylerdir de ama kadıncağız İslâmî bir eğitim almadığı
için, İslâm’ın temel kaynaklarından habersiz büyüdüğü, ailesinden, ya da
geleneklerden öğrendiği, ya da içinde bulunduğu toplumun kendisine empoze
ettiği değer yargılarıyla kocasının son derece meşru isteklerine şiddetle
karşı çıkmaktadır.
Veya aynı durumda karısının kendisinden
beklediği son derece meşru bir hakkına karşı erkek erkekliğinin gururuna
kapılarak, kazaklık mı? Yoksa süveterlik mi? diyorlar, işte öyle yaparak veya
ailesinden, toplumundan aldığı İslâm dışı bilgilerle kadının en haklı isteklerine
karşı geliyor. Ama kadınlarımız da erkeklerimiz de birlikte bir vahiy eğitimine
teslim olurlarsa, kadın da erkek de kendi haklarını ve sorumluluklarını bilecek
noktaya gelirlerse o zaman bu problemler elbette azalacaktır.
Ama yine de
birtakım problemler çıkacak olursa o zaman da işte bu hakem hadîsesine
başvurulacaktır. Böylece eğer kadın ve erkek birleşmeyi murad ederler ve de
kadın ve erkeğin birer parçası konumunda olan bu akraba hakemler samimiyetle
onların arasını ıslah etmeyi düşünürler ve buna sa’y ederlerse Allah yardımcı
olacaktır. El-bette bu hakemler durumu araştıracaklar, karı kocadan her ikisini
de dinleyecekler, hangi tarafın suçlu olduğunu veya suçsuz olduğunu
anlayacaklar, problemin derinine inerek ne olduğunu ortaya çıkaracaklar ve bir
karar verecekler. Onun içindir ki bu hakemler akrabalardan seçiliyor. Zira
onların iç hallerine muttali olabilecek olanlar onların akrabaları olacaktır.
Evet hakemlerin araştırmaları
sonucu verdikleri karar her ki taraf için de bağlayıcı olacaktır. Gerek bu
karı kocanın yeniden birleştirilmeleri konusunda, gerekse artık bu evlilikte
bir hayır kalmadığı kanaatine varmaları halinde boşanmaları konusunda
verdikleri karara her iki tarafın da uyma zorunluluğu vardır.
Meselâ araştırmaları sonucunda
eğer bu hakemler erkeğin suçlu olduğunu tespit etmişlerse hemen o kadını ondan
ayırırlar ve erkeğe o kadına nafaka ödemesini emrederler. Yok eğer suçlunun
kadın olduğunu tespit etmişlerse o zaman o kadını kocasına itaate zorlarlar,
aksi takdirde onu nafakadan mahrum ederler. Eğer karı koca olarak taraflardan
herhangi birisi bu hakemlerin kararına uymayacak olursa, karara uyan uymayana
varis olurken, uymayanın uyana veraseti geçersiz hale gelir.
Unutmayın
ki Allah karı kocadan her iki tarafın da birbirlerine nasıl davrandıklarını,
hangi niyeti taşıdıklarını bildiği gibi, hakemlerden her birinin de ne
istediğini, nasıl bir niyet taşıdığını, onları birleştirmek için mi? Yoksa ayırmak
için mi sa’y ettiğinden haberdardır. Karı kocadan ve hakemlerden hangisinin
zalim, hangisinin âdil olduğunu bilmektedir Allah.
36.
“Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara,
yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa,
yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. Allah, kendini
beğenip öğünenleri elbette sevmez.”
Bu bölümde
Allah’ın bu kadar âyetini duyan kullarına Rabbi-mizden genel bir dâvet, bir
çağrı geliyor. Ey kullarım! Haydi öyleyse Allah’a kulluk yapın. Hayatınızın tümünde,
24 saatinizin tamamında, evlenmenizde, boşanmanızda, mîrasınızda,
alışverişinizde, hukukunuzda, eğitiminizde, yemenizde, içmenizde,
giyinmenizde, kuşanmanızda, sevmenizde, küsmenizde, itaatinizde, isyanınızda,
kadınlığınız-da, erkekliğinizde, babalığınızda, evlâtlığınızda sadece Allah’ı
dinleyin. Sadece Allah’ın yasalarını uygulayın. Sadece Allah’ın gösterdiği
gibi hareket edin. Allah’a hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, hiçbir kurumu, hiç bir
müesseseyi ortak koşmayın. Hayatınızı parçalamadan yana olmayın. Hayatınızı
parçalara ayırıp o parçalardan bir bölümünde Allah’ın, öteki bölümlerinde de
başkalarının yasalarını uygulayarak şirke düşmeyin. Namaz konusunda Allah’ı,
hukuk konusunda başkalarını dinleyerek şirke düşmeyin. Oruç konusunda Allah’ın
yasalarını, kılık kıyafet konusunda başkalarının yasalarını uygulayarak müşrik
olmayın.
Anaya
babaya karşı da muhsin davranın. Anaya ve babaya karşı ihsanda bulunmak, muhsin
davranmak ana baba karşısında Allah karşısında olma şuurunu taşımak demektir.
İhsan neydi? İhsan Allah’ın her an bizi gördüğü şuuru içinde olmaktı değil mi?
Yâni kişinin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır
ihsan.
Öyleyse bakın burada hem anaya
babaya itaat isteniyor bir anlamda, ama ana babaya itaat ederken, itaat ortamında
da Allah karşısında olma şuurunu kaybetmememiz isteniyor. Onlar bizden bir şey
isterken Allah huzurunda olduğumuzu unutmayacağız. Bu işi yaparken Allah kontrolünde
olduğumuzu hep hatırımızda canlı tutaca-ğız. Yâni ya Rabbi! Sen bana anana
şöyle davran dedin diye yapıyo-rum bunu! Babana böyle yap dedin diye böyle
yapıyorum! diyerek hem Allah huzurunda olacağız, hem de onlara itaat edeceğiz.
Yâni anamız babamız bizden bir
şey istedikleri zaman o anda Allah huzurunda olma şuuru içinde önce Rabbimize
dönüp bir soracağız. Ya Rabbi! Şu anda babam, anam benden bir şey yapmamı isti-yorlar.
Ne yapayım? Nasıl davranayım? Sen bunların benden istedik-lerinden razı mısın?
Eğer Allah razıysa tamam yapacağız. Allah huzurundayız ya. Her şeyimizle onun
kontrolü altındayız ya.
Ama eğer onların bizden
istedikleri Allah’ı gücendirecek, kızdıracak veya gazabını gerektirecek noktaya
ulaşmışsa da o zaman onlara itaat etmeyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz.
Anamız babamız da olsalar dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah
huzurundayız ya. Allah kontrolündeyiz ya. Ne yapacaksak, nasıl yapacaksak onun
rızasını aşmayacak şekilde yapmak zorunda olduğumuzu asla unutmayacağız.
İşte ihsan budur. İşte Muhsin
budur. Ana baba karşısında Allah huzurunda olduğunun bilincinde olmak. Biz tüm
hayatımızda, zamanın tümünde, mekanın tamamında hep Allah huzurunda, Allah murakabesinde
bulunmaktayız. Bir an bile bizden gafil değildir o.
Dikkat
ediyorsanız itaat değil, ihsan isteniyor bizden. Âyet-i kerîmede anaya babaya
itaat edin denmiyor da ihsanda bulunun deniyor. Yâni ananız babanız karşısında
Allah huzurunda olduğunuzu u-nutmayın deniyor. Bir kere varlık sebebiyle anamız
babamız itaate lâyıktır. Çünkü annemiz babamız bizim sebebi vücudumuzdur. Yâni
an-nemiz babamız bizim varlığımıza sebep mi? Tamam onlara itaat edeceğiz. Bunun
için anamızın babamızın iyi bir Müslüman olmaları şart değildir. Onlar bizim
babamız anamız mı? Tamam onlara itaat şarttır. Bu mutlak bir ölçüdür. Çünkü
onların itaate hak kazanmaları bizim a-namız babamız olmalarıdır. Bunun için
iyi bir Müslüman olup olmamaları önemli değildir.
Ama eğer anamız babamız bizden
Allah’ın istemediklerini istemeye kalkışmışlar ya da bizi Allah’a isyana, Allah’a
şirk koşmaya zorlamışlarsa o zaman Allah huzurunda olma şuuru içinde onları dinlemeyecek,
onlara itaat etmeyeceğiz. Ama bizi şirke düşürmeyecek, bizim Müslümanlığımızı
etkilemeyecek, bizi Allah’la çatışır hale getirmeyecek dünya işlerine gelince
dünya işlerinde de onlarla iyi geçineceğiz. Dediklerini gücümüz nisbetinde
yapmaya çalışacağız. Çünkü bakın Lokman sûresi der ki:
“Eğer anan bana seni körü körüne bana şirk
koşmaya zorlarlarsa onlara itaat etme. Ama dünya işlerinde de maruf veç hile
onlarla geçin.”
(Lokman: 15)
Evet dünya
işlerinde onlarla iyi geçineceğim ama itaat derken benden şirk isterlerse o
zaman ben yan çizeceğim, yok kabul edeceğim, dinlemeyeceğim, duymayıvereceğim,
anlamayıvereceğim, unutuvereceğim. Ama ısrar ederlerse engel koyacağım. Çünkü
ben o anda Allah huzurundayım, önce Rabbimin hatırını düşüneceğim. Onları
putlaştırarak, Allah’a ters düşen arzularını yerine getirerek Rabbimi küstürmeyeceğim.
Yâni anam, babam illa da bizim dediğimiz olacak diyerek enaniyetlerini
putlaştırma noktasına vardırmışlarsa o zaman onları dinlemek şöyle dursun,
onların bu zulümlerine engel olmaya da çalışacağız. Çünkü onların bu hareketleri
kendilerini Rab makamında görmelerinden ötürü bir zulümdür.
Öyle olunca da artık burada konu
anneye babaya itaat konusu değil, annenin babanın kötülüğüne engel olma konusudur.
Evet ana balarımıza karşı iyi davranmamızı istiyor Rabbimiz. Onlarla birlikte
onların hukukuna riâyet ederek Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşamamızı
istiyor.
Allah korusun da şu anda içinde
yaşadığımız toplum tıpkı kâfir dünyada olduğu gibi sadece karı kocanın birlikte
yaşadıkları bir aile ti-pine dönüştü. İslâmî aile tipi dağılıp ana baba ile
ilgi hemen hemen kesildi. Kadın ve erkek tıpkı yahudi ve hıristiyan dünyada
olduğu gibi ana babayla irtibatlarını kesip, hattâ çocuklarıyla bile ilgilerini
koparıp materyalistçe bir hayat yaşamaya, hayatlarını kimseyle paylaşmama-ya
başladı. Hattâ kimileri, kimi karı kocalar materyalist bir felsefeyle
birbirlerine bile tahammül edemeyerek, birbirleriyle bile irtibatlarını ke-serek
yine batıda olduğu gibi, müşrik aile düzeninde olduğu gibi ayrı ayrı bir hayatı
yaşıyorlar.
Gelin ey Müslümanlar, Rabbimizin
bize en uygun olarak gönderdiği yasalarına kulak verelim. Rabbimizin istediği
bir hayatı yaşamaya çalışalım. Anne babayla, dede nineyle, çoluk çocukla, karı
kocayla mutlu bir hayat yaşayalım. Akrabalarımızla ilgimizi kesmeyelim.
Kâfirce, materyalistçe bir anlayışla akrabalarımızı çok kötü bir durum-da
bırakmayalım. Asla kâfirler gibi ben merkezli bir hayat yaşamaya-cağız. Benim
ekonomik gücüm var, benim siyasal gücüm var, benim hocalığım, hacılığım var,
benim çevrem, kredim var, benim kimseye eyvallahım yoktur, ben kendi dünyamı
yaşarım, diyerek kendi kendimize bir hayat yaşamadan yana olmayacağız. Bizim yaşadığımız
hayatta babamız olacak, anamız olacak, dedemiz olacak, ninemiz olacak,
çocuklarımız olacak, hattâ fakir fukara garibanlar olacak. Bir ek-meğimiz
varsa, yarım ekmeğimiz varsa onlarla birlikte yemek zorundayız.
Akrabaya karşı da ihsanda
bulunun. Akrabaya iyilikte bulunmak ta aynı mânâlara gelmektedir. Malla,
lisânla, bilgiyle onları cennete götürmeye çalışın demektir. Akrabalarınızı
kendi hallerine bırak-mayın ve sürekli onlarla görüşerek hak yolda olmalarını
sağlayın demektir. Onlara emr-i bil’ma’ruf yaparak, kitap sünnet duyurarak,
onlarla ilgiyi kesmeyerek onları cennet yolunda tutun demektir. Onları Allah
dinine aboneler yapın demektir. Onları cehennemden koruyabilmek için elinizden
geleni arkanıza bırakmayın demektir.
Yetim ve miskinlere de ihsanda
bulunun. Yâni sûrenin evvelinde de ifade buyurulduğu gibi yetim ve miskinler
karşısında da Allah huzurunda olduğunuzu unutmayın. Onlara davranışlarınızı
huzurunda bulunduğunuz Rabbinizin istediği gibi ayarlayın. Onlara karşı yaptıklarınız
da Allah’a lâyık şeyler olsun. Onlara karşı Rabbinizi küstürecek tavırlardan
kaçının.
Yâni yetimlere, toplumda analı
babalı olanlar gibi bir dünyada yaşatılmaları konusunda ihsanda bulunun. Sanki
toplumda kendilerini analı babalılar gibi hissedecekleri bir hayat sunup
yaralarını sarmadan, işlerini görmeden yana olun. Miskinlerin de toplumda
paralı pullu olanlar gibi yaşatılmalarını sağlamak üzere ihsanda bulunun onlara.
Yediğinizden yedirip giydiğinizden giydirip onların huzurlarını sağlamaya ve
onları kendi hayat standartlarınıza çıkarmaya gayret edin di-yor Rabbimiz.
Yâni eğer yetimleri analı
babalılar gibi yaşatamayacak olursak kendimiz yetimler gibi bir hayat yaşamaya,
fakirleri de paralılar gibi bir hayata ulaştıramazsak kendimiz fakirler gibi
bir hayat yaşamaya yönelmek zorundayız. Çünkü unutmayın ki bizler onlara karşı
yaptıkları-mız konusunda Allah huzurundayız. Allah ne yaptığımızı her an gör-mektedir.
Yakın komşuya, uzak komşuya,
yanınızdaki arkadaşa, yolcu-ya ve elinizin altında bulunan kimselere de iyilik
edip ihsanda bulunun.
Yakın komşu, ya kapı dibi
komşudur, ya da akrabalığı olan komşudur. Uzak komşu da ya evi uzak olan komşudur,
ya da akrabalığı olmayan komşudur. Yakın arkadaş ya kişiye en yakın olan, en
yakın hayat arkadaşı olan eşidir, ya da yolculukta arkadaş olan kişidir veya
kendisinden ilim öğrenilen, kendisinden ilim öğrendiğimiz ve kendisine ilim
öğrettiğimiz kimsedir. Veya bir ilim meclisinde kendisiyle birlikte
oturduğumuz kimsedir. Uzak komşu hakkında kimileri kişinin yahudi ve
hıristiyan olan, kâfir olan komşularıdır da demişler. İşte komşularımızla
ilişkilerimizde de muhsin davranıp Allah huzurunda olduğumuzu unutmayacağız.
Evet
Rabbimizin beyanıyla:
1- Akraba olan mü’min komşuya,
2- Akraba olmayan mü’min komşuya,
3- Kâfir komşuya ihsanda
bulunacağız. Müslüman ve akraba olan komşunun komşusu üzerinde üç hakkı vardır.
İslâm kardeşliği hakkı, akrabalık hakkı ve komşuluk hakkı. Müslüman olup da akrabalığı
olmayan komşunun da iki hakkı vardır. Bir din kardeşliği hakkı, iki komşuluk hakkı.
Kâfir olan komşunun da komşusu üzerinde sadece komşuluk hakkı vardır. İşte
bütün bu haklara riâyet ederek onları cennete kazandırma kavgası vermek zorundayız.
Komşu hukuku ve komşunun
tanımıyla ilgili sorular soruldu)
Tamam, biraz daha söz edelim bu
konuda. Çünkü gerçekten komşularımıza karşı Allah’ın istediği davranma ve ihsan
konusunda bugün hepimiz çok yaya ve yavanız. Ailemizden sonra en
yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. İyi veya kötü günlerimizde
şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında
yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme
birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik
hakkına sahip olma (şûf'a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların
kaynağım teşkil etmiştir. Komşu deyiminin kapsamı ile ilgili olarak Hz. Ali
(r.a) çevrede "sesi işitilenlerin" komşu olduğu görüşündedir. Hz.
Aişe (r.a) da her taraftan kırk evin komşu olduğunu ve bunların komşuluk
hakkına sahip bulunduklarını bildirmiştir. Ayrıca, komşu tabiri, hiç bir ayırım
yapılmadan, müs-lüman-kâfir, âbid-fâsık, dost-düşman, yerli-m
(Tecrid-i
Sarih Tercümesi, XII, 130)
Hz.
Peygamber: "Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye
ederdi. Bu sıkı tavsiyeden, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim"
(Buhârî,
Edeb, 28)
"Şerrinden
komşusunun güveninde olmadığı kimse gerçek mü'min olamaz"
(Buhârî,
Edeb, 29)
“Mü'minin,
kendi nâil olduğu nimetlere diğer mü'min komşularının da nâil olmasını, kendisi
için istemediği şeyleri mü'min komşusu için de arzu etmemesi esastır”
(Buhâri,İman,5)
Bu prensipten hareket edilince komşu komşuyu rahatsız
ede-mez. Burada, herkese uygulanabilen objektif bir ölçü sunulmuştur. Görüntü
yaparak veya balkon, saçak vb. yapılarla komşunun arsasına taşarak zarar veren
kimse, aynı davranış kendisine yapılsa razı ol-mayacaksa, kalbine danışarak
doğruyu bulabilecektir. Allah Resulü bu ölçüyü Vâb
(Dârimi,
Büyû', 2)
Komşusunun,
kendisinde ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahabeye Hz. Peygamber (s.a.s)
şöyle cevap vermiştir: "Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse cenazesini
kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım edersin.
Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden yüksek
tutma ki, onun rüzgârını kesmeyesin. Ya senin ne pişirdiğini bilmesin, ya da
pişirdiğinden ona da ver"
(Y.Kandehlevi,
Hayâtü's-Sahâbe, III, 1068).
Bu
hadisin ışığında komşularımıza karşı yerine getirmemiz gereken görevlerimizin
neler olduğuna gelince: Komşularımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmalı,
onlarla karşılaştığımızda selamlaşmayı, hâl hatır sormayı, neşe ve kederlerini
paylaşmayı ihmal etmemeliyiz. Sağlık ve
hastalıklarında, üzüntü ve sevinçli anlarında, düğün ve bayramlarda kendilerini
ziyaret etmek, onlardan biri vefat etmek, onlardan biri vefat ederse
yakınlarına başsağlığı dilemek, kendilerine destek olmak, cenazenin
kaldırılmasında yardımcı olmak, dâvetlerini kabûl etmek, çocuklarını kendi çocuklarımız
gibi sevmek, koruyup gözetmek de komşuluk görevlerindendir. Peygamberimiz:
"Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna iyilik etsin"
(Buhârî,
Edeb, 31)
Allah
katında dostların en iyisi arkadaşına, komşuların en iyisi de komşusuna en iyi
davrananıdır"
(Buhârî,
İman, 31)
Komşularımıza
ikramda bulunmak dâ ahlâkî görevlerimizdendir. Rasûlullah (s.a.s):
"Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna ikramda bulunsun" demiştir.
(Buhârî,
Edeb, 31)
Yine
Peygamber "Ya Ebâ Zerr! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çoğalt ve komşularını
da unutma," tavsiyesinde bulunmuş, ayrıca "Komşusu açken tok olarak
yatan kimse bizden değildir"
(Müslim,
iman, 74)
Fakir
ve muhtaç komşuların yardımına koşmak, gerekirse onlara maddi yardımda
bulunmak, ödünç para vermek, çalışabilecek durumda olanlara, geçimlerini sağlayacak
bir iş sağlamak müslüma-nın görevidir. Kimsesiz ve yaşlı komşularımızın,
işlerini takip etmek, yapmak veya yaptırma da çok güzel bir davranıştır.
(Ebû Dâvud, Zekât, 25)
“İbnü’s
sebil” de yolcu olan m
“Eğer bir beldeye iner de o
beldedekiler size m
“M
Elimizin
altındaki kölelerimize, câriyelerimize, hizmetçilerimize, memurlarımıza,
işçilerimize de muhsin davranacağız. Onlara yediğimizden yedirecek,
giydiğimizden giydirecek, güçlerinin yetmeyeceği yükler yüklemeyecek, doyumsuz
olmayacak, kulluklarına yardımcı olacak, cennet yollarını açacak, cehennem
yollarına barikatlar koyacak, bize yönelik hizmetleri aksamış olsa da, işimiz
bozulsa da onları Müslümanlaştırma derdini ön plana alacağız. Onların
müslümanca eğitimleri için imkânlar hazırlayacağız.
Âyetin
devamında, Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez. Evet kim de
kibirlenip yanındakileri insan görmeyecek, onlara zulmedecek, tepeden bakacak
olursa, bilesiniz ki Allah asla onları sevmez. Allah böyle şımarıkları, böyle
müstekbirleri asla sevmez.
37.
“Onlar cimrilik ederler, insanlara cimrilik tav-siyesinde bulunurlar, Allah'ın
bol nîmetlerinden kendile-rine verdiğini gizlerler. Kâfirlere aşağılık bir
azap hazırla-mışızdır.”
Cimrilik
yapıyorlar. Allah’ın kendilerine verdiklerini, babalarından, analarından,
akrabalarından, arkadaşlarından, komşularından, fakirlerden, yetimlerden, m
Cimrilik,
bencillik öyle kötü bir hastalıktır ki, onun bulunduğu yerde ne kardeşlik, ne
dostluk, ne cemaat, ne yardımlaşma mümkün değildir. Eğer kalplerden hayır yapma
düşüncesi silinir, cimrilik yayılırsa hiçbir meşru hizmet görülmez. Cimriliğin
hakim olduğu bir ortamda cihad da yapılmaz. Cimriliğin hakim olduğu bir ortamda
ne kadının kadınlık görevlerini yapması, ne de babanın babalık görevlerini
yerine getirmesi mümkün değildir.
Bunun
içindir ki Kur’an-ı kerimdeki infak ve paylaşmayı tavsiye eden âyetlerin hemen hemen
hepsinde cimrilikten sakındırdığını gör-mekteyiz. Bakın Teğâbûn sûresinin 16. âyetinde bu
hususu anlatırken Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Allah'a karşı gelmekten gücünüzün yettiği kadar
sakının, buyruklarını dinleyin, itaat edin; kendinizin iyiliğine olarak
mallarınızdan sarf edin; nefsinin tamahkârlığından korunan kimseler, işte onlar
saadete erenlerdir.”
(Teğâbûn
16)
Gücünüz yettiği kadar,
becerebildiğiniz kadar Allah’tan ittika edin. Takatiniz kadar Allah konusunda
takvalı olun. Allah’ın koruması altına girin. Allah’la yol bulun. Yolunuzu
Allah belirlesin. Hayatınızı Allah için yaşayın. Kendinizi Allah’ın beğenisine
harcayın. Eşinizi, oğlunuzu, kızınızı, malınızı Allah’ın istediği yerlerde
kullanın. Sahip olduklarınızın tümünü Müslümanlık yolunda tutun. Allah’ın helâl
ve haram sınırlarına riâyet edin. Allah’ın dur dediği yerde durun. Gücünüz nispetinde
Allah’tan ittika edin.
Dinleyin. İşitin, kulak verin
Allah’ın kitabına. Kulak verin Resû-l’ün
dâvetine. İtaat ediniz, okuyunuz, duyunuz, öğreniniz Allah’ın âyetlerini,
peygamberin dâvetini, sonra da uygulamak üzere itaat ediniz. İşitmeden,
duymadan itaat ettik diyenlerden olmayınız. İnfak ediniz. Hayatınızı paylaşmadan
yana olunuz. Allah’ın size verdiklerini Müslümanlara bol bol dağıtmadan yana
olunuz.
İşte böyle yaparsanız, bilesiniz
ki bu nefisleriniz için hayır olur. Kim ki nefsinin cimriliğinden korunursa,
kim cömert olur, özveride bulunur, kardeşlerini kendi yerine koymayı
becerebilirse, kendisi muhtaç olduğu halde kardeşlerine verebilirse işte felaha
erenler, kurtuluşa erenler onlardır.
Kim ki sadece kendi menfaatini
düşünmez, sadece kendi dünyasını, kendi zevklerini düşünmeyip Müslüman
kardeşlerini de düşünürse, Rabbinin bir imtihan sebebiyle kendisine
verdiklerinden Müslüman kardeşlerinin evine de gitmesini isterse, kendi
zevkinden, kendi arzularından, kendi rahatından fedâkârlık yapmayı
becerebilirse, işte dünyada da ukbâda da kurtulanlar onlardır.
Rabbimiz,
Allah’ın kitabına ve Resûl’ünün sünnetine kulak veren, oradan aldığı emir ve yasaklara
riâyet eden, kendi nefsini cimrilik hastalığından kurtarıp sahip olduklarını
Müslüman kardeşleriyle paylaşmanın kavgasını veren kimseler kurtulanlardır,
diyor. Yine Âl-i İm-rân sûresinde de şöyle buyurulur:
“Allah'ın
bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için
hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilâkis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları
şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrası
Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır.”
(Âl-i
İmrân 180)
Müslim’de
Cabir (r.a) dan Resûl-i Ekrem efendimiz de şöyle buyurur: “Aman cimrilikten son derece
sakının, zira sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir. Cimrilik, onları kan
dökmeğe ve haramı helâl tanımaya, sılayı rahmi kesmeye, akrabalarıyla alâkayı
kesmeye sürüklemiştir.”
“Cimriler,
aldatıcılar, hainler cennete giremezler.”
(Hakim, Ebu Hureyre’den)
“İki haslet vardır ki bunlar asla bir
mü’minde top-lanmaz. Cimrilik ve kötü huy.
(Tirmizî, Ebu Said’den)
“Cimrilikle iman bir kalpte toplanmaz”
(Nesâî)
Dikkat ediyor musunuz ifadeye?
Cimrilikle iman bir mü’minin kalbinde birlikte bulunamaz buyuruyor Allah’ın
Resûlü. Bir mü’min kalbinde iman varsa cimriliğe yer bırakmaz, cimrilik varsa
da imana yer bırakmaz. Gerçekten çok müthiş bir ifade.
Harcanması
gereken malı sarf etmekten kaçınmak, para ve malı çok sevdiğinden dolayı,
başkasına bir şey vermekten çekinmek. Dinimiz, başta zekât olmak üzere bazı
malî harcamalarda bulunmamızı emretmiştir. Aile bireylerinin bakımı,
akrabaların görülüp gözetilmesi de bu emirler arasındadır. Çevremizdeki
yoksullara imkân ölçüsünde malî yardım ise bir insanlık görevidir. Parası ve
malı olduğu halde bir insan bu görevlerini yapmaz ve malını sarf etmekten
çekinirse, cimrilik yapmış demektir.
Cimriliğin
başlıca sebebi aşırı mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur.
Peygamberimiz: "Çocuk, cimrilik ve korkaklık sebebidir" buyurmuştur.
Aşırı mal hırsı ve cimriliği yüzünden durmadan mal biriktiren ve tükenir endişesi
ile hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı kendilerine zindan eden cimriler
vardır. Halbuki mal Allah'ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa
Allah onu artırır. Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve
aşağılık kişiler olarak görülür.
Rasûl-i
Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır:
"Her sabah gökten iki melek
iner. Birisi: -İlâhi İnfak edene karşılığını ver; diğeri: -Allah'ım! Cimrilik
edene de telef ver (malını yok et), diye dua ederler."
(Riyazü's-Salihin,
I, 253).
"...Cimri kişi Allah'a uzak,
Cennet'e uzak, insanlara uzak ve Cehennem ateşine yakındır"
(Tirmizî,
Birr, 40).
Cimriler
hakkında söylenen sözler, cimrilerin insanlar arasındaki durumunu, çok güzel
anlatmaktadır. Bişr b. el-Haris, cimriler hakkında şöyle demiştir: "Cimrinin
yüzüne bakmak, insanın kalbini katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak müminler
için belâdır"
Yahya
b. Muaz da şöyle demiştir: "Kötü kimseler olsalar bile, cömertler
için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı
herkesin kalbinde yalnız nefret vardır." İbnu'l-Mutez'in cimrilik
hakkındaki görüşü de şudur: "İnsan malına cimrilik ettiği nispette
şerefinden kaybeder."
Mallarını
kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ'nın kendilerine
verdiği nimeti harcamamakla sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya
sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü,
Allah'ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da
hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir.
Servet, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıdır. Allah (c.c.), serveti dilediğine verir,
dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O'dur. Cimriler, bu şuura eremeyen
insanlardır.
Beşer
nefsi zayıftır, muhteristir. Ancak Allah'ın koruduğu kimseler bundan
müstesnadır. Ancak imanla kendilerini mâmur edenler, bu cimrilik cehaletinden
temizlenebilir, yeryüzünün zaruretlerinden kurtulabilir, menfaate karşı
duydukları hırs kaydından vazgeçebilirler. Çünkü iman sahipleri, Allah’tan,
maldan da üstün bir şey umabilirler. Bu umulan şey Allah'ın rızasıdır. Mümin
kalp; mal ile değil, iman ile mutmain olur; Allah yolunda infak etmekle fakir
düşeceğinden kork-maz. Kendi hiç bir şey değilken Allah onu meydana getirmiş,
vücut, göz, kalp, l
Ama
kalp gerçek imandan yoksun olunca, infak etmeye veya sadaka vermeye teşebbüs
ettiği zaman, her defasında, nefsinde bir cimrilik duygusu dalgalanmaya başlar,
fakir düşeceğinden korkar. Böylece infak etmekten vazgeçer. Sonra onun hayatı
emniyetsiz ve istikrarsız bir korku ve ihtiras cehennemi haline gelir. Allah'a
söz verdiği halde ahdine ihanet eden, verdiği söze vefa göstermeyip Allah'a karşı
yalan söyleyen, hiç bir zaman kalbini münafıklıktan kurtaramaz.
Evet,
ölçülü hareket etmek İslâm nizamının temel esaslarından birisidir. Aşırı müsrif
davranmak da cimri davranmak kadar dengeyi bozar. İslâm, dengenin bozulmamasını
öngörür: "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz
olma. Yoksa pişman olur açıkta kalırsın." (İsrâ,29) Ayet-i Celilede
cimrilik, ellerini boy-nuna bağlıyan bir insan gibi tasvir ediliyor. İsraf ise,
elini son haddine kadar açıp elinde ve avucunda ne varsa dağıtmak şeklinde
ifade ediliyor.
Cimri
insanın da, müsrif insanın da varacağı netice aynıdır. Cimriliğin de israfın da
sonu pişmanlık duygusudur. Her şeyin en iyisi orta hallisidir. Orta yol, iman
ahlâkı ile küfür ahlâkının sınırıdır: Cimrilik cehaletten gelen kara bir
lekedir. İsraf ise şeytanın işini yapmaktır. Müsrifler şeytanın kardeşleri
olarak tanıtılmaktadır. Cimrilik kelimesinin Kur'an'daki diğer bir karşılığı
katur kelimesidir. Bu kelime, Türkçe'deki hasis kelimesini karşılamaktadır.
Anlamı, eli sıkı, yahut çok cimri demektir. Kur'an'da, kişinin elindeki şeyleri
çarçur etmesi demek olan israfın zıddı olarak kullanılmıştır. "Ve onlar ki
harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; harcamaları bu
ikisinin arasında dengeli olur." (Furkan,67).
Cimrilik
konusu, Allah'ın çok kötülediği bir haslettir. İman eden bir kimse asla cimri
davranıp mal yığmaz. Tamahkâr davranmaz. Nefsinin cimriliğinden kendini
kurtarır. Cimriliğin ve tamahkârlığın son derecesi olarak Kur'an'da bir kelime
daha vardır. Bu kelime şih, şuh veya şihh'dir. Kelime güçlü bir kötüleme
anlamında tamahkârlık ve cimrilik demektir. "O halde gücünüz yettiği kadar
Allah'tan korkun. (O'nun öğütlerini) dinleyin. İtaat edin. Kendi iyiliğinize olarak
harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden (şuhhe nefsihi) korunursa işte onlar,
kurtuluşa erenlerdir." (Tegabün,16).
Bu
ayete göre, cimrilik, nefsin kendisinde bulunan bir belâdır. Nefsi, bu belâdan
ancak iman kurtarır. Allah'a ve âhiret gününe inanan insan, infak ederek
nefsindeki bu cahilî lekeyi temizler, bu belâdan kurtulur. Cimrilik belâsından
kurtulamayan insan İslâmî bir hayata aşina olamaz. İslâmî hayata alışkın
olmayan cimriler, Allah'ın rahmet hazinelerine sahip olsalar bile, biter
korkusuyla cimrilik ederler. Halbuki Allah'ın hazineleri bitmez ve tükenmez.
"De ki, Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız tükenir korkusuyla
yine de cimrilik ederdiniz. Hakikaten insan çok cimridir." (İsrâ,100). Bu
cümle ile cimriliğin son haddi dile getiriliyor. Allah'ın rahmeti, her şeyi
kaplamıştır. Onun ne bitmesinden ne de eksilmesinden endişe edilebilir.
Evet, onlar cimrilik yapıyorlar ve de:
Allah’ın kendilerine fazl u kereminden lütfettiği nimetleri gizli-yorlar,
nimeti üzerlerinde göstermiyorlar. Halbuki Allah, bir kuluna hangi nimeti
vermişse o kulunun üzerinde o nimetin eserinin görülme-sini sever buyuruyor
peygamberimiz. Eğer üzerinizde Allah’ın ilim nimeti varsa, Allah size kitap ve
sünnet bilgisi lütfetmişse, bulunduğunuz ortamlarda onu göstermek, onu ortaya
koymak zorundasınız. Bilginizi ona muhtaç müslümanların istifadesine sunmak
zorundasınız. Her bir ortamda Allah o nimeti sizin üzerinizde göstermenizi
sever. Eğer bir mecliste insanlar attan, avrattan, fiyattan, murattan, marktan,
dolardan, saptan, samandan konuşuyorlar ve siz de orada Allah’ın size verdiği
ilmi ortaya koyup onların gündemlerini Müslümanlaştırma gayreti içine
girmemişseniz bu nimeti gizliyorsunuz demektir.
Veya İslâmî bir hizmet için insanların sizden maddi yardım istemeye
geldikleri bir ortamda kırk dereden kırk su getirerek, borcum, derdim, çekim,
senedim, yandım, bittim diyerek Allah’ın sana fazlından lütfettiği imkânlarını
gizlemeye kalkarsan Allah’ın gazabını hak e-diyorsun demektir. O anda
üzerindeki Allah nimetini ortaya koymak ve göstermek zorundasın.
38.
“Mallarını insanlara gösteriş için sarf edip, Allah'a ve âhiret gününe
inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne fena
arkadaşı vardır!”
Mallarını
insanlara gösteriş olsun diye infak ediyorlar. Allah tarafından Allah’ın
istediği bir hayatı yaşayarak Allah’ın rızasını ve cenneti kazanmak için
verilmiş o mallarını onu verenin yolunda harcaya-rak Müslümanca bir hayat
yaşamaları gerekirken insanlar için, toplum için yaşıyorlar. Toplumun değer
yargılarına göre bir hayat yaşıyorlar. Toplum istedi diye mal harcıyorlar. Rububiyeti
ona ehil olmayanlara, ibadeti ona lâyık olmayanlara sunmaya çalışıyorlar. Allah
korusun bu gizli şirktir. Yaptıkları amellerinde sadece Allah’ın rızasını
gözetmeyerek kendi kendilerini helâke sürüklemeye çalışıyorlar. Böyle
riyakârların cehenneme gideceklerini anlatan pek çok hadis var. Bu sahih hadislerden
bir tanesi de, bu ümmetten günahkârlar arasında cehenne-me gidecek üç grubu
bildiren hadistir. Bunlar riyâ için cihad yapan, riyâ için Kur’an okuyan ve
yine riyâ için mal harcayanlardır.
Bazıları
yaptıkları ibadetlerinde Allah’tan hiçbir mükâfat beklemeden sadece insanlar
duysunlar, bilsinler ve görsünler diye yaparlar. Sadece insanlar kendisine
cömert desinler diye mal harcarlar. Kimsenin görmeyeceği bir ortamda, yani
kendilerine bir övgü sağlamayacak bir durumda zırnık bile vermezler. Gerçekten
bu çok kötü bir şirktir.
Bazıları da hem
insanlar bilsin, görsün, hem de Allah sevap versin diye yaparlar. Yani yaptığı
ibadetten gösterişin yanında bir de Allah rızası niyeti taşırlar. Hadis-i
kutsilerde böyle kendisine başkalarının ortak edildiği ibadetleri Rabbimizin
asla kabul etmeyeceği ortaya konulmaktadır. “Ben ortaklıktan müstağniyim”
buyuruyor Rabbimiz.
İnsanı riyakârlığa
sevk eden sebepler bildiğim kadarıyla üçtür. Bunlardan birincisi; övülmeyi
sevmek, ikincisi zemmedilmekten korkmak, üçüncüsü de insanların elinde olan
şeylere tama etmektir. Bu-hâri’de rivayet edilen bir hadislerinde Resûl-i Ekrem
efendimiz buyurur ki; “Kim gaza eder de, gazasından maksadı bir deve yuları
olursa, onun için o gazadan sadece niyet ettiği vardır.”
Allah’a
da, âhirete de iman etmiyorlar. Zaten Allah’a ve ahire-te, âhiretin hesabına
kitabına inanmayan bir kimseden başkası da beklenemez. Böyle yaşayanlar bir
kere mecburen şeytanla dost olmak zorundadırlar. Hayatlarını Allah için değil
de insanlar için, toplum için yaşayanların değişmez dostları şeytanlardır.
Çünkü şeytan kendi dünyasında Allah’la giriştiği kavgada kendine bir hak tanımış
ve ben Allah için bir hayat yaşamayacağım, Allah’ın istediği bir hayatı değil,
kendi istediğim bir hayatı yaşayacağım, hayatıma Allah’ı karıştırma-yarak kendim
belirleyeceğim diyerek, Allah’a kafa tutarak Adem’e secde emrini yerine getirmemişti.
Allah’ın emrine boyun bükmemiş, Allah’a teslim olmamıştı.
Allah’ın emrine
teslim olmayan mutlaka kendi emrine teslim o-lacaktır. Allah yasalarını
beğenmeyen mutlaka kendi hevâ ve heves-lerini din kabul edecek, hayat programı
kabul edecektir. İşte böyle Rabbi ile kavgaya tutuşan şeytan elbette kıyamete
kadar kendi tanrılığının kavgasını sürdürecek, insanları Allah’a kulluktan
koparıp, tıpkı kendisi gibi kendi hevâ ve heveslerine göre bir hayat yaşamaya
sevk edecekti. Gelin ey insanlar dinlemeyin o Allah’ı. Kimmiş o Allah? Neden
dinleyecekmişsiniz onu? Bu dünyada hayat programlarınızı kendi kendinize
yaparak, kendi keyfinize göre özgürce bir hayat yaşamak dururken, özgürce
istediğiniz her şeyi yapmak dururken neden Allah’ın emirlerine boyun büküp
onun kulu kölesi yapacaksınız kendinizi?
Allah
diyor ki, siz bilirsiniz. İsterseniz Rabbinizi dinlemeyip şeytanı dinleyin.
Rabbinizin istediği hayatı değil de şeytanın gösterdi-ği hayatı yaşayın. Ama
unutmayın ki kimi şeytan böylece aldatmışsa, kimi ayartıp bana kulluktan koparıp
kendisine kul köle edinmişse, kim şeytanı dost edinmişse bilsin ki o ne kötü
bir dosttur? Bilsin ki o insanı cehenneme götürücü, kendi ebedî azap mahalline
götürücü bir dosttur.
İnsanlar
mallarını şeytanların gösterdiği yollarda değil Allah’ın gösterdiği yollarda ve
Allah için harcamalıdırlar. Eğer mal harcamada değer yargısı olarak insanlar Allah’ın
değer yargılarını değil de toplumun, ya da şeytanın değer yargılarını kabul
etmişlerse bu işten hiçbir hayır göremeyeceklerdir. Ama bana bu hayatı, bu
ömrü, bu imkânları, bu malları veren Allah’tır. Öyleyse ben de bu ömrümü, bu
ekonomik gücümü Allah için harcayacağım diyen kişi yaptığı harcamalarının
karşılığını görecektir.
39.
“Bunlar Allah'a, âhiret gününe inanmış, Allah'ın verdiği rızklardan sarf etmiş
olsalardı ne zararı olurdu? Oysa Allah onları bilir.”
Ne
olurdu, keşke bunlar şeytanı dinlemeyerek Rablerini dinleselerdi de, Allah’a
ve âhiret gününe iman ederek Allah’ın kendilerine verdiği mallarını Allah
yolunda, Allah’ın istediği şekilde infak etselerdi aleyhlerine mi olurdu? Ne
kaybederlerdi böyle yapsalardı? Zaten o mallar Allah’ın değil miydi? Sonunda
onlar ölecek ve o malları Allah’a kalmayacak mıydı? Göklerin ve yerin mîrası
sonunda Allah’a kalmayacak mıydı? Öyleyse niye tutuyorlar o malları ellerinde?
Niye harca-mıyorlar Allah yolunda onları? Mezara mı götürecekler? Sonunda
onları hesaba çekecek olan Allah değil miydi? Allah onların yaptıklarını en iyi
bilen değil miydi?
Ne
oluyor bu insanlara? Kimin adına yaşıyorlar hayatlarını? Kimin adına
harcıyorlar mallarını? Niye iman etmiyorlar Allah’a? Niye yaşadıkları bu
hayatlarını Allah’a ve âhirete iman esasına bina etmiyorlar? Niye hayatlarında
Allah’ı hüküm mercii kabul etmiyorlar? Niye harcamalarını harcadıklarını Allah’ın
verdiği bilinci içinde yapmıyorlar? Bu malları kendilerinin mi yoksa? Bu ne
bozuk bir anlayış böyle?
40.
“Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz, zerre kadar iyilik olsa onu kat
kat artırır ve yapana büyük ecir verir.”
Gerçek
şu ki, Allah kullarına zerre kadar haksızlık yapıp zulmetmez. Kulunun zerre
ağırlığınca bir iyiliği varsa onu kat kat artırır ve kendi yanından çok büyük
bir ecir verir. Gerçekten Allah kullarına karşı çok merhametlidir. Rabbimizin
kullarıyla ilişkisi rahmet esasına dayanmaktadır. Allah kullarına yönelik
ilişkilerinde kendisine rahmetini yazmıştır.
Ama unutmayalım ki
onun gazabı da vardır. Ceza da verebilir kullarına. Hiçbir güç ve kuvvet ona
karşı gelip, onunla çatışma içine giremez. Bu kadar Kahhâr, bu kadar Cebbâr, bu
kadar güç kudret sa-hibi olduğu halde rahmeti bol olan Rabbimiz kullarının
amellerini değerlendirirken onlara zerre kadar zulmetmiyor. Zerre ağırlığınca
bile onlara haksızlık yapmıyor.
Ne kullarının
amellerini zayi etmek şeklinde, ne işlemediklerinden ötürü onlara ceza vermek
şeklinde, ne birilerinin suçunu bir başkasına yüklemek şeklinde, ne de birileri
sebebiyle birilerine zulmetmek şeklinde kimseye zerre kadar bir haksızlık
yapmaz Allah. Herkesin imanı neyse, ameli neyse, nasıl bir hayat yaşamışsa, iyi
ya da kötü zerre kadar da olsa kim ne yapmışsa onu mutlak sûrette değerlendirmeye
tabi tutar Allah. Mü’minlerin işledikleri zerre ağırlığınca bir hayırları karşılığında
onlara mükafatlarını verirken, kâfirlerin de zerre kadar bir günahlarının cezasını
verecektir.
Ama iyilik yapanların
iyiliklerinin karşılığını kat kat verirken, Kur’an’ın başka yerlerinden
öğreniyoruz ki o iyiliği yaparken kişinin ta-şıdığı niyetin derecesine göre
bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen
da sonsuz mükafat verir.
Evet iyiliğin
katsayısı böyle iken kötülüklerin katsayısı da sadece bire birdir. Bir kötülük
işleyene sadece bir kötülük yazılmaktadır. Hattâ bir kötülük yapmaya niyetlenip
de Allah korkusundan ötürü onu işlemekten vazgeçenlere bir iyilik yazılmaktadır.
Yine bir iyilik yapmaya niyet edip de onu yapamayanlara da bir iyilik sevabı
yazılmaktadır. Yine iyiliklerimiz kötülüklerimizi giderdiği halde kötülüklerimiz
iyiliklerimizi gidermemektedir. Rabbimiz hep bizim lehimizde takdirde bu-lunuyor.
Bakın kütüb-i
sitte’nin tamamında rivayet edilen bir hadislerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz
şöyle buyuruyor: “Kim gönül hoşnutluğu ile helâlinden bir sadaka verirse, hemen onu Rahmân
sağ eline alır. Verilen bu sadaka bir hurma bile olsa, Rahmân’ın elide büyüyüp
çoğalır, nihayet dağ gibi olur; tıpkı sizden birinin atını veya buzağısını
büyütmesi gibi”
(Rûdâni 2/24)
Evet, unutmayalım ki İslâm’da determinizm yoktur. Yani bir milyon lira
infak eden bir milyonluk sevap kazanır, bir milyar veren de bir milyarlık sevap
kazanır diye bir şey yoktur. İslâm’da oran önemlidir. Meselâ benim cebimde bir
milyonum var, onun beş yüz bin lirasını bir fakire infak ediyorum. Benim
alacağım sevaba ulaşabilmesi için bir trilyonu olan kişinin beş yüz milyarını
infak etmesi gerekmektedir. Bakın Hz Ali efendimizin rivayet ettikleri bir
hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır:
“Resulullaha üç grup
geldi. Onlardan biri: “Benim yüz dinarım vardı, onunu tasadduk ettim” dedi.
Öbürü: “Benim on dinarım vardı, birini tasadduk ettim” dedi. Diğeri de: “Benim
benim tek bir dinarım vardı, onun on da birini tasadduk ettim” dedi. Bunun
üzerine peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü
her bireriniz malının onda birini sadaka olarak vermiştir.”
41.
“Her ümmete bir şahit getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bunlara şahit
getirdiğimiz vakit durum-ları nasıl olacak?”
Evet
bütün ümmetler kendilerinin şahitleri olan peygamberleriyle geldikleri ve ey
peygamberim seni de kendi ümmetine, tüm insanlığa şahit olarak getirdiğimiz
zaman haliniz nice olacak? İnsanların halleri nasıl olacak o zaman? Evet her
ümmeti, her topluluğu şahitleriyle beraber getirdiğimiz, seni de onların
üzerine şahit olarak getirdiğimiz zaman nice olur haliniz?
Eğer
şu anda yaşadığımız hayatta bunun bilinci içinde olur, Rabbimizi razı edecek
bir dünya yaşarsak inşallah o günde Rabbimiz bizi utandırmaz. O gün herkes
şahitlerle birlikte Allah’ın huzuruna getirilecek. O gün öyle sıkıntılar, öyle
dehşetler olacak ki kâfirler isterler ki: