Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Adaletsizlik Çok Evlenmeye Manidir
Mehrin Ehemmiyeti, Başlığın Haramlılığı
Sefihler Tasarrufdan Menedilir
Yetimlere Malları Ne Zaman Teslim Edilir
Velisi Yetimin Malından Ne Kadar Yiyebilir
Velisi Yetimi Yararı İçin
Dövebilir
Tefsir-İ Bi'l Me'sûr (Rivayet Tefsiri)
Varis Olmayan Akrabaya Yetim Ve Fakirlere Terekeden
Verilen Pay
Ölümle Pençeleşene Kötü Telktnde Bulunanın Hali
Mirasçıları Zengin Bırakmak Daha İyidir
Mirasdan Erkek Ve Kız Çocuklara Nekadar Düşer?
Ölünün Ana Ve Babasına Düşen Pay
Günahkâr Sadece Bir Günahından Tevbe Edebilir
Boşanma Sebebi Koca İse Mehibi Geri Alamaz
Eşler Başbaşa Kalırsa Mehir Lâzım Gelir Mi?
Müslümanlar İçin Nikâhı Haram Edilen Kadınlar
İslâm'da Nikâhda Etkisi Olan Süt Ne Kadar Olmalıdır
Zina İle Olan İlişki Evlenmekde Etki Yapar Mı?
Kur'an'da Muhsına Tabirinden Ne Kasdedilir?
Para Karşısı Birleşme Olan Mut'a Nikâhı Haramdır
Mut’a Nikâhı Kaç Defa Helâl Edildi?
Günahlar Küçük Ve Büyük Olmak Üzere İki Kısımdır
Eşler Arasında Hakemlik Müessesesi
Kadına Dokunma Abdesti Bozar Mı?
Hz. Peygamber'in Vasıflarını Değiştirenler
Kur'an Eski Kitabların Nesini Tasdik Eder?
Nefsi Tezkiye Etmek Doğru Değildir
Kâfirler İçin Cehennem Azabı Ebedidir
Müslümanların İhtilâfını Kîm Halleder?
Peygamberce İtaat Etmek Farzdır
İslâm'da Düşmana Karşı Tedbir Almak
Müslümanın Esaretten Kurtarılması
Resûlüllah'a İtaat Allah'a İtaattir
Dine Girmezden Önce Zorlama Yoktur
Müslümanların Sırlarını Yaymak
Ağır Teklifi İnsan Ancak Nefsine Yapar
Müslümanlarla Sözleşme Yapana Dokunulmaz
Ehli Sünnete Göre Katilin Tevbesi Kabul Olunur
Savaşta Tesbit Yapılmadan Kimseye Dokunulmaz
Zorla İslama Sokulanın İmanı Sihhatlidir
Allah Yolunda Cihadın Fazileti
Yolculukta Namazın Kısaltılması
İnsan Allah'ı Her Durumda Anabilir
Haksız Olarak Hiç Kimse Müdafaa Edilemez
Yanlış Yolda Olan Müdafaa Edilmez
Günahdan Ciddi Dönüş Yapanın Tevbest Kabuldür
Bühtan İle Gıybet Arasındaki Fark
İslâmda Barıştırmanın Ehemmiyeti
Yalan Söylemek Ne Zaman Ruhsatlıdır?
İnsanlar Arasındaki Sulh Hangi Hususlarda Olur
Hz. Peygambere Muhalefet Etmenin Hükmü
İcmai Ümmetin Delil Olduğunu Tesbit Eden Âyet
Yüzde Yüz Kâfir Olana Adını Vererek Lanet Etmek Caizdir
Fizyonomiyi Bozmak Haram Mıdır?
İblisin İnsanlara Ümid Vermesinin Manası
Niçin İbrahim'e (A.S.) Allah'ın Dostu Denildi?
Cimrilik En Korkunç Hastalıktır
Hangi Konuda Kadınlar Arasında Adalet Sağlanamaz
Allah Katından Gelen Bütün Kitablara Îman Etmek
Kalbde Îman Yerleşmezse Ne Olur?
Müjde Bazan Alay Etmek Manasında Kullanılır
Kâfirler Hiç Bîr Mü'mini Mağlûb Edemezler
Münafıkın Azabı Kâfirin Azabından Daha Şediddir
Allah Kime Niçin Teşekkür Eder?
Gıybetin Haramlılığını Getiren Âyet
Teşvik İçin İyiliği Açığa Vurmak Caizdir
Bir Peygambere İnanmamak Küfürdür
İslâmın Bir Tek Maddesine İnanmamak Hepsini İnkâr
Etmekdir
Hz. İsa'nın Göklere Kaldırılmasına Dair Eserler
Salb - Asmak - Meselesinde Görüşler
İslâm Dini Hiç Bir Zaman Muhala Yapışmayı Emretmez
Hıristiyanların Asılma Ve Feda Etme Meselesi
Putperestlikten Gelmedir
İncil'lere Güvenmeme Delilleri:
İbnu-Kesir'den Bu Âyetle İlgili Hadisler Nakledelim:
Medine döneminde nazil olmuştur. 176 Âyettir.[1]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile başlarız
(1) Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve o nefisten eşini de yaratan ve ikisinden pek çok erkek ve kadın yaratıp meydana getiren Rabbinîz(in azabın) dan sakınınız. Adı ile biribirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah (Azabın) dan ve akrabaların haklarını gözetmemekten sakınınız. Şüphesiz ki, Allah sizin üzerinizde murakabe edicidir.
(2) Yetimlere mallarını veriniz. Helâli, haram ile değiştirmeyiniz. Yetimlerin mallarına malınızı katıp yemeyiniz. Şüphesiz ki, böyle yapmak büyük bir günahdır.
(3) Eğer yetim (kız) larla evlendiğiniz takdirde onlar) a haksızlık yapmaktan korkarsanız hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dört'e kadar evlenebilirsiniz. Eğer birden fazla kadınların aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tanesi ile Veya sağ elinizin mülk edindiği (cariye) ile yetininiz. Doğru yoldan kaymamanız için hakikate en yakın olanı budur.
(4) Kadınlara nikâh bedellerini (mehirlerini) müşkilât çıkar-maksızm isteyerek veriniz. Eğer onlar mehirlerinden bir kısmım kendiliklerinden size bağışlar iseler, onu âfiyetlee ve yumuşaklıkla ye-yiniz.
(5) Sakın beyinsizlere Allah'ın sizin için geçim kaynağı olarak verdiği mallarınızı vermeyiniz. Ancak onlara o mallardan yediliniz ve giydiriniz. Onlara güzel söz söyleyiniz.
(6 Yetimler evlenme çağma varıncaya kadar onlan deneyiniz. Eğer onlardan olgunluk görürseniz onlara mallarını veriniz. Yetimlerin mallarını büyüdüğünde (Elinizden) alır korkusu ile israf ederek acelece yemeyiniz. Kim ki, zengin ise onların malından yemeyip iffetli olmaya çalışsın. Kim ki, yoksul ise, örfe göre (çalıştığında yetim malından) yesin. Yetimlere mallarını verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurunuz. Hesap sormak yönünden Allah kâfidir. [2]
Bu sûreye en-ntsa (Kadınlar) sûresi demenin nedeni kadınlar hakkındaki hükümlere yer vermesindendir. Âyetlerinin (175) veya (176) olduğunda ihtilâf vardır.
Birinci Âyeti, bütün insanlara hitap etmek suretiyle îslâmın cihanşümul bir din olduğuna işaret eder.
Bütün insanlık âleminin Adem (A.S.)den geldiğini kaydetmek suretiyle insanların kökende bir olduklarına işaret etmekle beraber üstün ırk fikrini de yıkar. Dolayısıyle üstünlüğü takvaya bağlar; insanların annesi olan Havva'nın da diğer insanlar gibi, Adem'den yaratılmış olduğunu kaydeder. Hadisde, «Havva Adem'in bir kaburgasından yaratıldı» denmektedir. Keyfiyet, bizce malûm olmadığı için, Âyetten Allah neyi murad etmişse, öyle îman eder geçeriz.
«Allah'ın ve akrabanın haklarını gözetmemekten kaçınınız.» Bu Ayeti Celîle'de akraba hakkı Allah'ın hakkıyle beraber gelmiştir. Akraba hakkının ne derece mühim olduğunu belirtmek için Hadisde: «Akrabalık arşa asılıp, «Dikkat edilsin beni gözeteni Allah hedefine vardırsın, gözetmeyip keseni de Allah hedefine vardırmasın» demiştir.» diye varid olmuştur.
«Yetimlere mallarını veriniz.» Yâni baliğ oldukları zaman mallanın kendi tasarruflarına bırakınız.
Yetim, o kimsedir ki, babası ölmüş ve kendisi bulûğ çağma varmamıştır. Kelimenin manası yalnızlık demektir. Âyeti Celîle'de bulûğ çağına varana da yetim demek daha önceki durumlarından ötürüdür. Bir de bulûğ çağına gelir gelmez gecikmeksizin hemen mallarının teslim edilmesine teşvik içindir. Yani daha onlardan yetimlik ismi kalkmazdan önce olgunluklarını görürseniz hemen mallarını teslim ediniz demektir.
Rivayete göre «Gatafan» kabilesinden bir kişinin elinde yetim yeğenine aid büyük bir servet bulunuyordu. Çocuk baliğ; olunca malını istedi. Amca vermek istemedi. Böylece yukardaki Âyet indi. Amca da Âyeti dinledikten sonra, «Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne itaat ettik. Büyük günahdan Allah'a sığınıyoruz.» deyip malı teslim etti.
«Helâli verip haramla değiştirmeyiniz.» Yani helâl malınızı yetimlerin haram malı ile değiş tokuş yapmayınız. Veyahut yetimlerin malını korumak gibi, şerefli bir emri o malları çarçur etmek suretiyle, meydana gelen pislikle değiştirmeyiniz!...
(3) «Eğer yetim kalan kızlarla evlendiğinizde adaletli davranmıya-cağınızdan korkarsanız başka dilediğiniz kadınlarla evleniniz.»
İslâmın başlangıcında kişi bazan güzel ve zengin bir yetim kızı görünce, tamahkârlıktan onunla evlenirdi. Çoğu kez bir kişinin nikâhında bu türden bir kaç kadın toplanırdı. Ve onların hukukunu gözetmekten aciz kalırdı. Bunun üzerine bu Âyet nazil oldu.
«... İki, üç ve dörder olmak üzere, diğer kadınlardan uygun gördüğünüzle evleniniz.»
Bu Âyeti Celîlenin manâsı, birden fazla evlenmek istiyene, mezkûr adede kadar nikâh edebilmek için izin ve ruhsatın verildiğini bildirdi.
«Eğer adaleti sağlamamaktan korkarsanız o zaman bir ile yetininiz..»
(1403 - 26 Cemaziyyü âhir - Hicrî ve 11.4.1983 Milâdî tarihe tesadüf eden) Zamanımızda atom gibi, bütün beşeriyeti tehdit edici silâhlarla yanyana ve o orandaki anarşik ortamlarda yaşayan insanoğlu eğer, bütün bunlara rağmen birden fazla evlenmelerde adaleti gerçekten sağlayabiliyorsa, zaman ve zemini buna elveriyorsa dörde kadar ruhsat verilmiştir. Fakat ille bu nisabı doldurun diye bir emir yoktur.
«Veya sahip olduğunuz ile yetinmelisiniz.» Burada sahip bulunduğumuzdan maksat harbler neticesinde tutsak edilmiş ye fıkıhî kaynaklarda belirtilen şartlar dahilinde cariye edinilmiş kadınlardır.
«Az kadınlarla iktifa etmek veya bir tane ile yetinmek veya cariye edinmek zulme kaymamanıza daha elverişlidir.»
Âyeti Celîle, aile efradının çoğalmamasının, adalete daha yakın veyahut da çok kadınla evlenmemenin zulme kaymamaya daha elverişli olduğunu belirtiyor. Zira ikinin külfeti, birden daha fazladır, «iki yüzüncü Hicrî yıldan sonra en hayırlınız yükü az olanınızdır.» Hadîsi unutulmamalıdır.
(4) «Kadınlara mehillerini istiyerefc veriniz.» Yani mehirleri geciktirmeden, canü gönülden veriniz. Zira kadın mehrini istediği halde erkek vermezse, nefsini menedebilir. Hattâ bazı Hadislerde mehri vermemek durumundaki ilişki zinaya benzetilmiştir. Tabiî ki, kadının istemesine rağmen vermemezlik yapılırsa böyledir!..
«Eğer kadınlar kendiliklerinden mihrin bir kısmım size bağışlarsa onu zahmetsiz gelmiş helâl bir mal olarak yiyiniz.»
Bu Âyeti Celîle, baskı neticesinde bağışlanan mehrin yenmesinin haram olduğunu ifade ettiği gibi, istiyerek bağışlanan mehirler de alınmaz diyenlerin de yanlış kanaat taşıdıklarını sergiler...
(5) «Sakın mallarınızı sefihlere vermeyiniz.» Bu hitap, velileredir. Yani ey veliler bakmak ile mükellef bulunduğunuz çocuklar reşid olmadıkça veya aklî dengesi bozuk olan yakınlarınız iyileşmedikçe, onlara ait olan ve sanki sizin malınız imiş gibi, korunmasıyle mükellef bulunduğunuz mallan, onlara teslim etmeyiniz. Etmeyiniz ki, onlar da zayi etmesinler.
Bu kimselerin malları velilerin tasarrufunda bulunduğu için, bu mallar velîlerin mallan olarak gösterilmiştir. Başka bir tefsire göre Âyetin manâsı şöyledir: «Ey akil ve baliğ bulunan kişiler! Allah'ın size vermiş olduğu servetinizi aklî dengeleri sizinkiler gibi gelişmemiş hanımlarınıza, çocuklarınıza verip sonradan bana birşey versin diye ellerine muhtaç olmayınız. Hayatınızın teminatı mesabesinde bulunan servetinizi onlara verip onları kendinize hâkim kılmayınız.»
«O servetinizi onların rızık kapısı ve giyim kaynağı yapınız.»
Ticaret yapmak suretiyle ihtiyaçlarını gidermeye çalışınız. «(Dinen) güzel olan sözleri onlar için söyleyiniz.» Bu Âyet, güzel ve çirkin aklen değil, dinen tesbit edilir.» hükmünü getirmiştir. Yani nice şey vardır ki, akıl ona güzel der. Oysa o, dinen çirkindir. Ve âklen nice çirkin şey vardır ki, dinen güzeldir. Tabiî ki biz bu akıldan, gelişmemiş ve eğitilmemiş akıllan kastediyoruz. Dinle çelişmeyen akıl ise, aklı selimdir. Din akla değil, akıl dine uymak mecburiyetindedir.. Derinleşme neticesinde görülüyor ki, dince güzel, akılca çirkin sayılan, gerçekte dinin saydığı gibidir. Demek oluyor ki, din ile akıl burada çatışmış değildir. Belki akıl sathî ve basit hareket etmiştir. Sonunda da dine uymuştur!.. [3]
(6) «Yetimleri deneyiniz. Tâ ki, evlenme çağına vardıkları zamana kadar. Eğer o zaman onların reşid olduğunu görürseniz mallarını kendilerine teslim ediniz.»
Baliğ olmazdan Önce yetimin din hususunda elverişli olup olmaması, teslim aldığı malın güzelce kullanılıp kullanılmaması, velisi tarafından gözetim ve denetim altına alınır. Bu görevi İslâm velisine vermiştir. .
Ebu Hanife «Kendisine tasarruf edebilecek miktarda mal vermek suretiyle denenir.» demiştir.
Evlenme çağından maksat, baliğlik ve erginlik zamanıdır. Şafiîlere göre bu zamana, ya ihtilâm olmak veya onbeş seneyi tamamlamakla varılmış olur. Zira Rasûlüllah, «Çocuk onbeş seneyi doldurduğu zaman, sevablan ve günahlaı defterine yazılmaya başlanır, cezayı gerektiren bir suç işlerse, ceza tatbik edilir.» buyurmuştur.
Ebu Hanife'ye göre buluğ haddi, onsekiz seneye dayanmaktadır «Çünkü böyle bir insan evlenmeye yaraşır.» demiştir.
Eğer velayet altındakiler baliğ olmasına rağmen, reşidlik sıfatına haiz değillerse, mallan kendilerine teslim edilemez.
Ebu Hanife'ye göre reşid olmadığı takdirde baüğlik yaşma yedi yaş daha eklenir. Buna rağmen reşid olmasa dahi malı kendisine teslim edilir.
Yetimi büyüten ve malını elinde tutan, eğer zengin ise,, bu işi Allah rızası için yapsın. Yetime yaptığı hizmet karşılığını yetimin malından almasın. Eğer fakirse, zaruri ihtiyaç kadar ve çalışmasının normal ücreti kadar yetimin malından alabilir.
Rivayete göre birisi Hz. Peygamber'den, «Benim evimde bir yetim büyütülmektedir. Onun malından yiyebilir miyim?» diye sorunca cevabı, «Normal bir şekilde, maun kökünü kazıtmadan ve o malı öz malına siper yapmadan ye!» olmuştur.
«Yetimlerin mallarını teslim ettiğiniz zaman onların teslim aldığına dair şahitler edininiz.» Böylece itham edilmenizi daha iyi ortadan kaldırmış ve herhangi bir husumetin ve tazminatın kapısını da kapatmış olursunuz.
Âyeti Celîlenin zahiri, delâlet eder ki, kayyımın iddiaları ancak delille geçerli olur. Şafiîler ve Malikîler bu kanaattadırlar. Hanefîler ise, bunun tam aksini savunurlar. Ve Âyetteki emrin vücup için olmadığını kabul ederler. Bu meselede, Hanefî mezhebi, topluma daha elverişli olmakla beraber, ihtiyatlı davranmak, Malikî ve Şafiî'lerin görüşüdür. [4]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(1) Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve o nefisten eşini de yaratan ve ikisinden pek çok erkek ve kadın yaratıp meydana getiren Rabbinizin azabından sakınınız...»
Bu âyet hakkında gelen yorumlar:
İbn Deriş (veya Dureys), Fedail'inde, Muaz, Nasih'inde İbn Abbas tarikıyla rivayet ettiler:
«Nisa sûresi Medine'de yani hicretten sonra nazil oldu.»
İbn ul Munzir, Katade'den rivayet etti:
«Nisa sureti Medenîdir. Yani hicretten sonra nazil olmuştur.»
Buhari, Âişe validemizden rivayet etti:
«El Bakara ve En Nisa sûreleri nazil oldukları zaman, ben Peygamberin yanındaydım, yani Peygamberle evlenmiştim.»
Ahmed, İbn Dureys, Muhammed bin Nasr, Âişe validemizden rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü: «Kim ki, yediyi (yani Nisa Sûresinin içinde olduğu yedi sûreyi) alırsa (yani hıfzederse) o, büyük âlimdir» dedi.
Beyhakİ, Vasile bin Esk'a'dan, Resûlullah'tan rivayet etti: «Tevrat'a karşılık, bana Nisa dahil yedi uzun sûre ve MÎİN (yani âyetleri yüz ve yüzden yukarı olan) sûreler verildi. El Mesan, (yani âyetleri yüzün altında olan) ve El Mufassal sûreleri de fazladan verildi.»
Ebu Ya'Ia ve İbn Huzeyme Enes'ten rivayet ettiler:
Allah'ın Resulü bir gece hastalandı. Sabahlayınca denildi ki: «Ey Allah'ın Resulü, hastalığın belirtisi üzerinde görülmektedir.»
Buyurdular:
«Allah'a hanıdolsun, gördüğünüz gibi, sıhhata kavuşmuşuitıdur. Yedi uzun sûreyi okudum.» (Şifa maksadıyla okumuştur.)
İmam Ahmed, Huzeyfe'den rivayet ediyor:
«Resulü! lan ile beraber bir gece kaldım. Cenab-ı Peygamber yedi rekâtta yedi uzun süreyi okudu.» (Bu durum, kişinin tek başına kıldığı namazına aiddir. Cemaatla kılınan namazlarda tahfif daha iyidir.)
Abdurrezzak, Peygamber ailesinin bazılarından rivayet etti: Bu fert, Resûlüllah ile beraber gecelediğini ve Cenab-ı Peygamberin kalkıp ihtiyacını giderdikten sonra su kırbasını getirip İki elini üç defa yıkadıktan sonra abdest alıp bir rekâtta yedi uzun sûreyi okuduğunu rivayet ediyor.
Hakim, İbn Müleyke'den o da İbn Abbas'tan dinledi: «Bana En Nisa sûresini sorunuz. Ben küçük iken Kur'an'ı okudum.»
İbn Ebi Şeybe, (El Musennef'te) îbn Abbas'tan rivayet ediyor: «Nisa sûresini okuyup terekenin paylarından başkasını hacbedeni (düşüreni) hacbedilmeyenlerdeiı ayırd eden, feraiz ilmini öğrenmiştir.»
Abdurrezzak, Ma'merden, îbn Mesut'tan rivayet ediyor:
Nîsa sûresinin beş âyeti vardır. Bütün dünyadan daha fazla bana sevimli gelirler:
1- Eğer nehy edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız sizin için günahlarınızı keffaretlendiririz.
2- Eğer bir hasene ise, Allah onu katmertestirir (kat, kat nr.)
3- Şüphesiz Allah kendisine ortak koşmayı affetmez. Ondan başkasını dilediğine affeder.
4- Kim ki, bir kötülük işler veya nefsine zulmederse sonra Ce-nab-ı Hak (tan af talebinde bulunursa, Allah'ı çokça affedici ve merhamet edici olarak bulacaktır.
5- Şüphesiz Allah zerre miskali kadar dahi zulmetmez. (Bu be-şinci âyet bahsi edilen Abdurrezzak'ın rivayetinden düşmüştür. Fakat ondan önceki bir rivayetten alıyoruz. Biline)
Bu hadisi İbn Cerir rivayet etmiştir.
Salih el-Mürri, Katade'den, İbn Abbas'tan rivayet ediyor: Nîsa sûresinde sekiz âyet inmiştir. Bu ümmet için güneşin üzerinde doğup battığı her şeyden daha hayırlıdırlar. Daha önce saymış olduğumuz beş âyetle beraber şu âyetlerdir:
1- Allah, size açıklamayı ve sizden öncekilerin yollarına sizi hidayet etmeyi ve sizin tevbenizi kabul etmeyi irade ediyor. Allah çokça bilen ve hikmet sahibidir.
2- Allah sîzin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlere tabi olanlar ise, büyük bir kayışla kaymanızı istiyorlar.
3- Allah sizden tahfif etmeyi kastediyor. İnsan zayıf olarak yaradılmıştır.
Âyette bahsedilen bir tek nefisten maksad, Adem (A.S.) dir. O nefisten yaradılmış ise, Havva (A.S.) dır. Havva, Adem'in sol veya en kısa kaburgasından yaratıldı. Adem uykuda iken arkadan bu işlem yapıldı. Adem (A.S.) uyandığı zaman Havva'yı (A.S.) gördü ve hoşuna gitti. Ona ünsiyet peydan etti, Havva da Adem ile ünsiyet peydah etti.
İbn Ebi Hatim, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor: «Kadın, erkekten yaradı İmiş tır. Erkeğe karşı olan iştiyak onda kılınmıştır. Erkek topraktan yaratılmıştır. Toprağa karşı olan iştiyakı da erkekte kılınmıştır. Binaenaleyh kadınlarınızı koruyunuz.»
Hadisi sahihte «Şüphesiz kadın bir kaburgadan yaratıldı. Şüphe-ts siz kaburga içinde en eğrisi, en yukansıdır. Eğer o kaburgayı düzeltil meğe gidersen kırarsın. Eğer ondan lezzetlenirsen onda eğrilik olduğu y halde lezzetlenirsin.»
Allah, Adem ve Havva'dan birçok erkek ve kadın yarattı. Onların sınıflarının, nitelikleri, renkleri ve lügatleri ayrı ayrı olduğu halde, on-lan aktari âleme (dünyanın değişik kıtalarına) dağıttı. Sonra hepsi onun huzurunda neşrolunacaklardır.
Abd bin Hümeyd ve İbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler: Nefsi vahidden maksad, Adem'dir. (A.S.) O nefisten zevcesini (eşini) yarattı. Yani Havva'yı Adem'in uykuda olduğu halde en kısa kaburgasından (keyfiyeti bizce malûm olmayan bir tarzda) yarattı. Adem (A.S.) uyandı. Nepti lugatıyla kadın mânâsına gelen «ESA» tâbirini kullandı.»
Abd bin Humeyd, İbn Amaden rivayet ediyor: «Havva, Adem'in (A.S.) sol kaburgalarının en altı olan arka kaburgasından yaratılmıştır.)» [5]
Bu rivayetlerden de anlaşıldığına göre âyette bahsedilen tek nefisten maksat Adem'dir. (A.S.) Ö nefisten meydana gelen eşinden maksat Havva'dır. (A.S.) Fakat Havva'nın Adem'den nasıl meydana geldiğini, onun ilmini ve keyfiyetini Allah'a havale eder, Adem'i (A.S.) topraktan yaratmaya, kadir olan Allah, Havva'yı, Adem'in kaburgalarından, nefsinden yaratmaya kadir olduğuna îman ederiz. Bu âyet üzerinde son zamanlarda yapılan ilmi araştırmalar neticesinde, fosiller üzerinde yapılan tetkikler, kazılardan, meydana çıkan neticeler muvacehesinde, bir çok itirazlar vaki olmuştur. Fakat bu itirazları yapanlar ya gerçekten Allah'ın kudret sıfatını takdir etmekten acizdirler veya Kur'an'ın metnine değil de yorumlarına yönelen itirazları, Kur an'ın nefsine yöneltmişlerdir. Kur'an'ın tabirinde «nefs-i vahid» vardır. O nefsi vahidden maksadın ne olduğunu rivayetler beyan etmektedir. Tefsirler onun Adem (A.S.) olduğunda ittifak etmektedirler. Kur'an'ın tabirinde «o nefsi vahidden eşini Allah yaratmıştır» denilmektedir. O yaratmanın keyfiyeti hakkındaki yorumlar, açıklamalar yine tefsirlerden gelmektedir. Eğer Kur'an'ın gerçek metnine bakılırsa, yorum ve tefsirler bir tarafa bakılırsa, ilmî araştırmalar neticesinde gerçekten elde edilmiş bir takım veriler var ise, onlar asla ve kat'a Kur'an'la çar pışamazlar. Kur'an'a ters düşmezler. Çünkü Kur'an ne Adem'in varoluş tarihini vermektedir, ne de Havva, Adem'in hangi azasından ne şekilde yaratılmış olduğunu vermektedir. Hatta Kur an-ı Kerim, Adem'in ismini bile tasrih etmemektedir. Fakat cumhuri ulemânın, (Kur an müfessirlerinin yüzde yüzünün) ittifakıyle «nefsi vahid»den Adem'in kastedildiği sabit olduğundan bundan kaymanın da cumhurun icmaına muhalefet olduğundan dolayı felâket ve delâlet olsa gerektir.
El tmamiyye ve sofular taifesi bizim meşhur Adem'imizden önce birçok Adem'in olduğunu söylemişlerdir. Alûsi, Ruh-ul-Meanİ'sinde şunları söylüyor:
İmami'lerden «Caimul Ehbar» sahibi 15. fasılda uzun bir haber nakletmektedir. Bu fasılda Cenab-ı Hak babamız Adet 'den önce 30 Adem'i yarattı. Bir Adem'den diğer Adem'e kadar bin senelik bir zaman vardır. O oiuz Adem'den sonra dünya elli bin sene harab olarak kaldı. Sonra elli bin sene tamir edildi Sonra bizim babamız Adem yaratıldı,
İbn Babeveyh, Kitabüt-Tevhid'İnde Sadık'tan uzun bir hadisi rivayet ediyor. Onun bir parçası şöyledir:
Ey okuyucu, umulur ki, sen bizden başka beşerin yaratılmamış olduğuna kanaat ediyorsun. Evet, yaratılmıştır. Allah'a yemin ederim, bir milyon Adem yaratılmıştır. Siz onların en sonuncusu olan Adem'in zürriy e tindensiniz.»
El Meysem, Nehcül Belağa üzerinde yazmış olduğu büyük şerhinde Muhammed bin Ali el Bakır'dan naklederek diyor:
Babamız olan Adem'den (A.S.) önce bir milyon veya daha fazla Adem'ler gelip geçmiştir.
Şeyhi Ekber Muhiddin Bin Arabi, Fütuhat'ında zahirinden şu an laşüan bir İbareyi naklediyor:
Bizim Adem'imizden kırk bin sene önce bir Adem var idi îbn Badeveyh'in. (el Hasais) adlı kitabının hamişinde birçok Adem'in mevcudiyetini ifade eden ibareler kullanılmıştır. Çünkü orada Es Sadık'tan rivâyeten: «Allah'ın on iki bin âlemi vardır. O âlemlerin her birisi yedi kat gökten ve yedi kat yerden daha geniştir. Bu âlemlerin hiç birisi kendisinden başka âlem olduğuma vakıf değildir.»
demektedir.
Bu meselede gerek Futuhati MekkS, gerek başka kitablarda başka nakiller de vardır. Zeynul Arab'ın da fâkihlerden naklettiği gibi fâ-kihlerin fetvasına göre birçok Âdem'in oluşuna inanan bir kimse dinden çıkar, şeklindedir.
Evet, gerek İmamiyye'den (şia'dan) gerekse sofulardan bu hususta gelen nakillerin tetkik ve tahkiki neticesinde hiç bir asla dayanmamakta oldukları görülmektedir. Bir takım felsefi ve hayali nakiller oldukları ortaya çıkar. Kesinkes şudur ki, Adem'i Allah, (C.C.) topraktan yaratmıştır. Onun nefsinden eşi Havva'yı yaratmıştır. Onlardan bir çok erkekler ve birçok kadınlar meydana getirmiştir. Beşer soyu onlardan gelişip çoğalmıştır. Adem (A.S.) hangi tarihte gelmiştir? Yani kaç milyon sene önce gelmiştir? Bunu Allah'ın ilmine havale ediyoruz. Tarih belirtmek, ne Kur'an'ın metninde, ne de sıhhatli hadislerin metninde vardır. Tarih belirtilmesi Tevrat ve Tevrat'ın şerhlerinden aktarılmış fikirlerdir. Yani Yahudi kaynaklardan gelen fikirlerdir. Yoksa İslâmın ana kaynaklarında böyle birşey yoktur.
İnsanın diriliğine kaynak olan nefsin hakikatinde İslâm âlimleri ihtilâf etmişlerdir. Bazıları «o, bedenin sonra gelenlerinden biridir, başlı başına birşey değildir, belki, o hayattır» demişlerdir. Cumhur, nefsin bir cevher olduğunu söylüyor. Başka bir gurub «Nefis maddidir, yani maddedir» diyor. Başka bir gurup da «Maddeden soyuktur» demektedir. Başka bir görüşte ise «Nefis, bedenin bir parçasıdır» denilmektedir. Diğer bir fikirde ise «Bedene konulmuş bir fikirdir» denilmektedir.
Ruh konusunda da bu ihtilâflar cereyan etmiştir: Bazıları «Ruh, nefsin ta kendisidir», bazıları «Ruh, nefsin gayrisidir» demiştir. Bazıları «Ruh ve nefsin hakikatini bilmek için deşmekten, derinliklere dalmaktan kaçınmak gerekir» demiştir. Ruhun hakikati hakkında beyan ve açıklama getirmenin caiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bütün bu fikirler, müslüman âlimlerin, kelâmcüann, felsefecilerin ve tasavvufçu-ların kelâmlarıdır. Hiç birisi diğerini görüşünden dolayı tekfir etmemistir. Eş'ari kelâmcılarımn dahisi Kadi Ebu Bekir el Bakilani «Ruh cismin arazlarından bir arazdır, o hayattır» demişse de bu, garip fikirlerden addedilmiştir.
İmam Malik'ten «Ruhun bir sureti vardır, tıpkı cesedin sureti gibi» diye rivayet edilmiştir.
İbn Kayyım el Cevzi, Ruhun tarifinde ehli sünnet mezhebi üzerinde hakikatini şerh ederek şöyle demektedir:
«Ruh, mahiyet bakımından şu hissedilen cisme muhalif olan bir cisimdir. Ruh, nuranî, ulvi, lâtif, diri ve hareketli bir cisimdir. Su gülde, yağ zeytinde, ateş kömürde nasıl yürüyorsa, o da, insanın iskeletin-deki azalarında o şekilde yürür. İskeletteki azalar bu latif cisimden gelen eserleri kabul etmeye elverişli oldukça bu gelen eserler ona faide verir. (Yani his, irade ile olan hareket gibi eserler ona faide verir) Ne zaman ki, galiz parçaların istilâsından ötürü bu İskelet azaları fesada uğrarsa, bu eserler ve etkenlerin etkisini kabul etmez hale gelirse, o zaman Ruh bedenden ayrılıp Ruhlar âlemine katılır.»
«Sana ruhtan sorarlar: De ki: Ruh Rabbimin eınrindendir. Size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir.» (İsra: 85).
Bu âyeti celîle bizim katımızdaki ilmin az olduğunu ve onunla Ruhun hakikatini bilmekte geri kaldığımızı ifade ediyor.
Fakat bazı âlimler «Bu âyet hiç bir zaman ruhun hakikati bilinmez» diye bir mânâ getirmemektedir» diyorlar.
İnsandaki ruh ve nefsin manasını açıklayan ve yaklaştıran en yakın misal cereyandır. Maddeci alim ki, «Ruh, ancak hayat denilen arazın adıdır» diyor, o, cesedi bataryaya benzetiyor. O batarya özel konumu ile içine konulan maddeler vasıtasıyla cereyan üretiyor, o maddelerden birisi çıkarılırsa, üretme kabiliyetini kaybeder. İşte hayat da böylece bedende üretiliyor. Fakat sebebi mizaçların terkibi ve özel bir şekilde birleştirilmesidir. O terkib ortadan kalktı mı hayat da kalkar.
Ruhların müstakil olduğuna inanan kimse ise, cesedi cereyanla giden bir araca benzetiyor. Bu araç, cereyanla gider ve gelir. Cereyan da cereyanı üreten fabrikadan o araca akar. Bu araç, parçalarında, aksamında özel bir durumda oldukça o cereyanı kabul edecek halde olur. Ve vazifesini yerine getirir. O parçalar ve aksamların başlıcalanndan bazıları kaybolur veya özel durumu bozulursa cereyan ondan ayrılır ve bir daha da cereyanı kabul eımez hale gelir. Bütün bunlara rağmen maddecilerin inancına göre cereyan maddede meydana gelen bir arazdır, bir kuvvettir. Haddi zatında onun varlığı yoktur. Yakın bir zamandan beri maddeciler dönüş yapıp bu maddelerin var edicisi cereyandır derler. Cereyan bizzatihi vardır, diğer maddeler de onunla var olur. Maddecilerin bu İddiasına en yakın görüş ruhçuların şu iddiasıdır: Ruh, insanın sabit olan hakikatidir, İskeletin varlığı onunladır. Muntazaman olan varlığını ve hayat ile ilgili olan durumlarını ruh koruyor. Ruh ondan ayrıldı mı o münhal hale gelir, basitliğine dönüş yapar. Bu inançlarını zahiri sebebler vasıtasıyla söylüyorlar. Fakat bütün emirler, gerçekten Allah'a dönüşür. Cereyan hakkındaki bu yeni görüş vahdeti vücudculann mezhebine yakın bir görüştür. Sofulardan, vahdeti vücudu savunanların meşrebine pek yakındır. Çoğu kez de vahdeti vücud inancına götüren bir merdiven haline gelir.
«Allah'tan ve akrabalıktan sakınınız...»
Bu âyet hakkında gelen eserler:
İbn Cerir ve tbn Ebi Hatim, Mücahid'den rivayet ettiler: Bu âyetin mânâsı: «Allah adına ve Rahim adına senden istiyorum diyenin sözünü kırmaktan (isteğini vermemekten) sakınınız, demektir» dedi.
îbn Cerir, Hasan'dan rivayet etti:
Bu âyetin mânâsı: Kişinin «Sana Allah'ın adı ve rahim (akrabalık) Üe yemin verdiriyorum» sözünü kırmaktan sakınınız demektir.» Hasan, bu âyet-i celîleyi okuduğu zaman buyurdu: «Allah'ın adıyla senden birşey istenildiği zaman ver. Sılayı rahim senden istenildiği zaman onu da yap (yerine getir)». Hadisi, İbn Ebi Hatim, Hasan'dan rivayet etmiştir.
tbn-i Cerir, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
Âyetin mânâsı: «Birbirinizden adıyla (birşeyler) istediğiniz Allah tan korkunuz, rahimleri kesmekten sakınınız.» demektir.
Abd bin Humeyd, İkrime'den. o. da İbni Abbas'tan, Allah'ın Resû-lü'nden rivayet etti:
Cenab-ı Hak, bu âyette «Rahimlerinizin gereğini yerine getiriniz. O, dünya hayatında sizin için daha uzun yaşamayı ve âhirette de sizin için daha hayırlı olmayı gerektirir.»
Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den rivayet ettiler:
Bize denildi ki, Allah'ın Resulü:
«Allah'tan korkunuz. Rahimleri gözetiniz. Bu, dünyada sizin için daha kalıcı, âhirette daha hayırlıdır.» buyurdu.
Abdurrezzak, Kattade'den rivayet etti:
Allah'ın Resulü, «Ayetin mânâsı: Allah'tan korkunuz, sılayı rahmi yapınız, demektir» dedi.
İbn Cerir, îbn Cüreyc tarikiyle rivayet ediyor: İbn Abbas «Ra himlerden de korkunuz» şeklinde âyette takdir yapmıştır.
îbn Cerir, îkrime'den rivayet eder:
«Rahimlerin gereğini kesmekten sakınınız, demektir âyetin mânâsı.»
İbn Cerir, Mücahid'den rivayet ediyor:
«Allah'ın sizin üzerinizde rakib olması'nm mânâsı; koruyucu olması demektir.»
İbn Cerir, İbn Zeyd'den rivayet ediyor: «Allah'ın sizin üzerinizde rakib olması'nın mânâsı; sizin amellerinizi murakabe eder, onları bilir ve tanır, demektir.»
İbn Ebi Şeybe ve Ebu Dâvud, İbn Mesut'tan rivayet ettiler: Cenab-ı Peygamber, bize namaz ve ihtiyaç hutbelerini öğretti. Namazın hutbesine gelince, o, teşehhüddür. İhtiyaç hutbesine gelince, o da, şöyledir: «Şüphesiz hamd Allah'a mahsustur. Ona hamdediyor ve ondan yardım taleb ediyor ve ondan af diliyoruz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınıyoruz* Allah, kime hidayet ederse, onu sapıtan yok, kimi dalalete götürürse, onu hidayete getiren yok. Şahidlik ederim, Allah'tan başka mabud yoktur. Şahidlik ederim ki Muhammed, Allah'ın kulu ve Resulüdür.» Cenab-ı Peygamber bunu dedikten sonra Allah'ın kitabından üç âyet okudu. Birisi,
«Takvanın hakkıyla Allah'tan ittika ediniz. Ancak müslümanlar olarak ölünüz» (el-Bakara: 132) âyeti, ikincisi, «Birbirinizden adıyla (birşey-ler) istediğiniz Allah'tan ve rahimden korkunuz. Şüphesiz ki Allah sizin üzerinizde rakibtir.» Üçüncüsü, «Allah'tan korkunuz ve dosdoğru bir söz söyleyiniz. Sizin için amellerinizi islâh edecektir, günahlarınızı affeyleyecektir» (Ahzap: 70) âyetidir. Peygamber: «Bunları okuduktan sonra ihtiyacını Allah'a arzet» dedi.
(2) Yetimlere mallarını veriniz...»
Bu âyetin yorumunda gelen eserler:
İbn Eti Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet etti: Gatafan kabilesinden bir kişinin yanında yetim olan yeğenine ait bol bir mal vardı. Yetim, baliğ olunca malını amcasından istedi. Amcası vermeyince yetim malını vermeyen amcasını, Resûlüllah'a şikâyet etti.. Bunun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu.
Ayetin muhatapları, yetimlerin mallarına bakmakla mükellef olan vasileridir.
(2) Yetimlere mallarını veriniz. Güzeli (Helâli) habise (Harama) değişmeyiniz.»
Yani malınızın helâlini halkın size haram olan maliyle değiştirmeyiniz. Yani helâl olan malınızı israf edip de yetimlerin (veya halkın) size haranı olan mallarından yemeyiniz.»
Abd bin Humeyd ve îbn Cerir, ve Beyhâki, Mücahid'den rivayet ettüer:
«Temizi, pis ile değiştirmeyiniz.» mânâsı: helâli haram ile değiştirmeyiniz. Size takdir edilen helâl rızık elinize gelmedi diye, haram rızkı yutmaya kalkışmayınız.
«Onların (yetimlerin) mallarını mallarınıza katıp yemeyiniz.» Yani mallarınızla beraber onların mallarını da yemeyiniz. Yani karıştırıp hepsini birden yemeyiniz. «Şüphesiz ki, bu büyük bir HÛB'dur» yani büyük bir günahtır.
İbn-ul-Munzir, Said bin Museyyib'ten rivayet ediyor: «Temizi, habisle değiştirmeyiniz»in mânâsı; zayıf hayvanı verip semiz hayvanı almayınız, demektir. Yani değiş tokuşda dahi hile ve şüpheden kaçınınız. İbn Cerir, Zühri'den benzerini rivayet etmiştir...
İbn ul Munzir, İbrahim'den rivayet etti:
«Katıklı parayı verip katıksız parayı almayınız, demektir.» [6]
İbn Cerir, Süddi'den rivayet etti:
Ayetin iniş zamanında durum şöyle idi: İnsanlardan birisi yetimin koyunlarından semizini alır, onun yerine zayıf koyununu koyardı. «Bir koyun aldım, bir koyun Terdim» diye kendini kandırmaya çalışırdı.. Katıksız dirhemi alır, onun yerine katıklı bir dirhem atardı. «Bir dirhem aldım, bir dirhem veriyorum» derdi. İşte Cenab-ı Hak: «Bunu yapmayınız» demek istiyor, bu âyette...
İbn Cerir, İbn Zeyd'den rivayet ediyor:
«Cahiliyyet döneminde, ne kadınlara ne de küçük çocuklara miras verilirdi Mirasın tamamını en büyük kardeş alırdı. Binaenaleyh onun kazancından olan nasibi helâldi. Fakat bu aldığı nasib ise, habis (haram) dır.»
İbn ul Munzir, Katade'den rivayet etti: Ayetin mânâsı: «Onların mallarını, mallarınızla beraber yemeyiniz demektir.»
İbn Cerir, Hasan Basri'den rivayet ediyor:
Bu âyeti celîle, yetimlerin mallan hakkında nazil olduğu zaman, halk, onların mallarını mallarına katmaktan kaçındı. Yetimin vâsisi onun malını kendi malından ayırdı. Bu durum da halka gayet ağır geldi. Gelip peygambere bu durumu şikâyet ettüer. Cenab-ı Hak bunun üzerine şu âyeti celîleyi inzal buyurdu;
«Senden yetimleri soracaklardır. De ki onlar için ıslah daha hayırlıdır. Eğer onların malı ile mallarınızı karıştırırsanız onlar sizin kardeşlerinizdir.» (el-Bakara: 220). Yani Allah'tan korkunuz, fakat mallarını mallarınıza karıştırınız ve aralarını daima gözetiniz.»
İbn Cerir «hûb» kelimesini, günâh mânâsına almıştır. İbn Ebi Hatim, «hûb» kelimesini, zulüm mânâsına almıştır.
Et-Tastî, (Mesail)'inde İbn Abbas'tan rivayet ediyor: Nafi bin Ezrek, İbn Abbas'tan «hûb» kelimesinin mânâsını sordu. Ibn Abbas, «(hûb) Habeş diliyle günah demektir» diye cevap verdi.
Nafi, «Araplar bu kelimenin bu mânâya geldiğini bilirler mi?» diye sordu. îbn Abbas, Hûb'un bu mânâya geldiğini şair el-A'şa'nın bir şiirini okuyarak delil getirdi.
(3) Eğer (velisi bulunduğunuz) yetim kızlarla evlendiğiniz takdirde onlara haksızlık yapmaktan korka rs an iz o yetimlerle değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz...»
Bu âyet hakkında gelen eserler:
İbn Kesir, «Herhangi birinizin eli altında bir yetim kız var ise, onu nikâh ettiği takdirde mihri mislini vermeyeceğinden korkuyorsa, onu bırakıp başka bir kadın nikâh etsin. Çünkü başka kadınlar çokça vardır. Allah kadınların darlığım vermemiştir» şeklinde âyeti tefsir etti.
Buhari, Âişe validemizin tankıyla rivayet ediyor: «Bir kişinin emri altında yetim bir kız vardı. O yetim kızı nikâh etti. Aynı kişinin bir hurma bahçesi vardı. O yetim kızı, onun için elinde tutardı. Onun herhangi bir sevgisi kişinin kalbinde yoktu. Cenabı Hak, bu âyeti, o hususta indirdi.» Ravi: «Sanıyorum ki, o yetim kız o hurmalığında ve maunda, o kişinin ortağı idi.» dedi. Buhari, Urve bin Zübeyr tarikıyla rivayet ediyor:
Halam Âişe'den bu âyetin mânâsını sordum.
«Ey kızkardeşimin oğlu, bu âyette bahsedilen, o yetim kızdır ki, velisinin eli altındadır. Onun malında ona ortaktır. Bu yetim kızın hem malı, hem de güzelliği velisinin hoşuna gider. Onun sıdakında (Meh-rinde) adaleti gözetmeksizin onunla evlenmek ister. Başkasının vereceği mehri vermek istemiyor. Bunun için Cenab-ı Hak, onları nikâh etmeyi de, adaletsizlik yapmayı da yasakladı. Ve onlarla evlenil-diği takdirde mehirlerinin en yüksek guruptan verilmesini veya bunlardan başka kişinin hoşuna giden diğer kadınlarla evlenmesini emretti» dedi.
Urve diyor ki, Âişe validemiz buyurdu:
— Halk bu âyetin sonunda Resulü Ekrem'e gelip fetva istediler.
Cenab-ı Hak bunun üzerine: «Kadınlar hususunda senden fetva isterler» âyetini (Nisa: 176) indirdi.
İbn Ebi Şeybe, (El Musannaf) ında İkrime'den rivayet etti: Kureyşli kişi evli olurdu ve aynı zamanda himayesinde yetimler de bulunuyordu. Malını harcar, bitirdikten sonra (nikâh etmek bahanesiyle) yetimlerin malına yönelirdi. Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi indirmek suretiyle bu tür davranışı yasakladı..
İbn Cerir, îkrime'den rivayet ediyor:
Eskiden (İslâm gelmezden önce) kişi, iki, dört, beş, altı, on kadınla evlenirdi. Başka birisi «filânın evlendiği gibi benim de evlenmeme ne manî vardır» der ve elinin altındaki yetimin malına yönelirdi ve onunla evlenirdi. Cenab-ı Hak, böylece dördün üstünde evlenmekten onları menettiği gibi yetimin malını bu yolda sarfetmelerini de yasakladı.»
İbn Cerir, El Ûfi tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etti: İslâmdan önce kişi yetimin malıyla dilediği kadınları getirirdi. Cenab-ı Hak bu âyetle bu durumu yasakladı.
Said bin Mansur ve İbn Cerir, Said bin Cübeyr*den rivayet ettiler: Allah, Muhammed'i Peygamber olarak gönderdiğinde halk cahili-yet adetinin üzerindeydi. Ancak onlara birşey emr veya yasak edilirse onu yaparlardı. Resûlüllah'a sık sık gelip yetimlerin durumlarını sorarlardı. O zaman evlenilen kadınların adedi için bir hudud yoktu. Böylece Cenab-ı Hak, bu âyeti celîleyi indirdi ve istediği kadınlarla evlenmek isteyen kişiye yetimlerin malında adaletsizlik yapmaktan korktuğunuz gibi kadınlar hususunda da adaletsizlikten korkunuz, dedi. Ve onlar, en yüksek tavan dört olmak üzere bu hususta durduruldular.»
îbn Cerir, İbn Abbas tarikıyla rivayet ediyor:
Cahiliyet döneminde kimsenin nikâhında olmayan on kadını nikâh eden oluyordu. Bu hususta perva edilmemekteydi. Fakat yetimin durumu üzerinde titizlikle durulurdu. Onlar dinleri hususunda yetimlerin durumunu araştırırlardı. Fakat cahiliyet döneminde nikâh etmekte oldukları kadınların durumunu sormazdılar. Bunun için Cenab-ı Hak, hem onu hem de bunu birlikte zikreyledi.»
İbn Ebi Hatim, Muhammed bin Ebi Musa el Eş'ari tarikıyla îbn Abbas'tan rivayet etti:
«Eğer zinadan korkarsınız kadınlardan hoşunuza gideni nikâh ediniz. Yani yetimlerin mallan hususunda adaletsizlik yapacağız diye, korktuğunuz gibi, evlenmediğiniz takdirde nefislerinizin zinaya girmesinden de korkunuz.»
Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler: «Eğer yetimlerin velisi olmaktan çek iniyorsanız, inanarak ve tasdik ederek onların mallarını yemekten kaçınıyorsanız, zinadan da bu şekilde kaçınınız. Helâl bir nikâh ile kadınları iki, üç veya dört olarak nikâh ediniz.»
İmam Şafii, İbn Ebi Şeybe, İmam Ahmed, Tirmizi ve İbn Mace, îbn Ömer'den rivayet ettiler:
Ğilan bin Seleme es-Sakafi müslüman olduğu zaman nikâhında on kadın vardı. CenatM Peygamber ona: «On kadından dördünü seç, gerisinden ayrıl» buyurdu.
İbn Ebi Şeybe ve (Nasih)inde İbn Has, Evs bin Haris'ten rivayet ettiler:
«Müslüman olduğum zaman sekiz karım vardı. Resûlüllah'a gelip haber verdim. Buyurdular: «Onlardan dört tanesini seç, gerisini boşa». Ben de öyle yaptım.» [7]
İbn Ebi Şeybe, Muhammed bin Sirin'den rivayet etti: Hz. Ömer: «Köleler için kaç kadının helâl olduğunu bilen var mı?» diye sorunca kişinin birisi kalktı, «Ben bilirim, iki kadın helâldir» dedi. Hz. Ömer bu sözü dinledikten sonra sükût etti.
İbn Ebi Şeybe ve Beyhâki, Hakem'den rivayet ettiler: Allah Resûlü'nün eshabı, «Köleye, iki kadından fazlasının helâl olmamasında ittifak ettiler.» [8]
(3) Eğer birden fazla kadınların aralarında adaletsizlik yapmaktan korkardanız, bir tanesiyle veya sağ elinizin mülk edindiği (cariye) ile yetininiz...»
Bu âyet hakkında gelen eserler:
Abd bin Humeyd ve tbn Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «Eğer dört kadınla evlendiğiniz takdirde adaletsizlikten korkarsa-nız üçle evleniniz. Aksi takdirde iki ile, aksi takdirde bir ile. Eğer biri hakkında dahi adaletsizlikten korkardanız o vakit cariyelerle iktifa ediniz.»
îbn Cerir, Rebi'den benzerini rivayet etti...
îbn Cerir, Dahhak'tan rivayet ediyor:
«Eğer cinsi ilişki ve sevgide adaletsizlikten korkarsanız dörtten üçe, üçten ikiye, İkiden bire ininiz.»
İbn Cerir ve îbn Kbi Hatim, Süddi'den rivayet ettiler:, «Sağ elinizin mülk edindiği'nden maksad, cariyelerdir.»
îbn-ul-Munzir, îbn Abbas'tan rivayet etti:
İnsanlar, cariyeler hususunda aded belirtmeksizin gidebilirlerdi. Yani bir kişinin yanında yüz cariye olabilirdi. Sonra Cenab-ı Hak, kadını annesiyle beraber, aba ve ecdadın nikâh ettiği kadınları, evlâtların nikâh ettiği kadınları, iki kızkardeşini bir araya toplamayı, süt kardeşlerini bir araya getirmeyi, süt anne ile evlenmeyi, evli kadınla ikinci kez evlenmeyi haram kıldı. Allah, bunu hem hür kadın için hem de cariye için haram kıldı.»
İbn ul Munzir, îbn Ebi Hatim ve îbn Hibban, Âişe validemizden rivayet ederler:
Ayetteki «enlâ teûlu» zulüm etmemenize daha yakındır demektir.
Said bin Mansur ve îbn Ebi Şeybe İbn Abbas'tan rivayet ettiler: «En La Taulü» meyletmemeniz manasınadır.»
. îbn Ebi Hatim, Zeyd bin Eslem'den rivayet etti:
«Bunun mânâsı; nafakasıyla muhatab olduğunuz kimselerin çoğalmamasına en yakın yoldur» demektir.
îbn Ebi Hatim, Süfyan bin Uyeyne'den rivayet etti:
«Âyetteki «en la taulûn'nun mânâsı: fakir olmamanıza daha yakın ve daha doğru yoldur demektir.» [9]
(4) Kadınlara nikâh bedellerini, (mehirlerini) müşkülât çıkarmaksızın isteyerek veriniz...»
Bu âyet hakkında gelen eserler:
Said bin Mansur ve İbn Cerir, Ebu Salih'ten rivayet ettiler: Kişi, (kadının velisi) herhangi bir kadını evlendirdiği zaman, mehrini alırdı. Kadının haberi olmadan o mehri yerdi. Cenab-ı Hak böyle yapmayı onlara yasakladı ve «kadınların nikâh bedellerini, (mehirlerini) müşkülât çıkarmaksızın isteyerek veriniz» âyetini indirdi..
İbn Cerir, El Hadramî'den rivayet etti:
«Halk kızkardeşlerini değiş tokuş yaparlardı. İyi bir mehir vermezlerdi Bunun için Cenab-ı Hak «Kadınlara nikâh bedellerini, (mehirlerini) müşkülat çıkarmaksızın isteyerek veriniz» âyetini indirdi»
Aişe validemiz «nihle» vacib demektir, dedi.
îbn Cerir, îbn Cüreyç'ten rivayet etti: «Nihle», belirtilmiş bir farz demektir, dedi.
İbn Cerir, îbn Zeyd'den:
«Nihle», Arap kelâmında vacib demektir. Yani Cenab-ı Hak, onları, ancak vacib olan bir mehir ile nikâh ediniz, der. Binaenaleyh hiçbir kimse için peygamberden sonra vacib olan bir Mehir olmadan herhangi bir kadını nikâh etmek yetkisi yoktur.» diye rivayet edildi..
Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den rivayet ettiler: «nîh-le» farz manasınadır.»
Ahmed, Cabir bin Abdullah'tan rivayet etti:
Allah'ın Resulü buyurdu: «Eğer bir kişi bîr kadına iki avuç dolusu yemeği mehir olarak verirse, o kadın onun için helâl olur.»
îbn Ebi Şeybe, İbn Ebi Lebibe'den, o da dedesinden rivayet etti: Allah'ın Resulü: «Bir tek dirhem ile bir kadının nefsini nikâh kıymak suretiyle kendisine helâl eden bir kimseye, o kadın helâldir» dedi. Yani mehrin azlığına hudud yoktur. Fakat on dirhemden aşağı düşmesinin mekruh olduğu fıkıh kitablannda kaydedilmektedir. Fazlasının hududu çizilmemiştir. Anlaşmaya bırakılmıştır. Ancak aşırılık her yerde olduğu gibi Mehirde de mekruhtur...
İbn Ebi Şeybe, Anır bin Rebi'den rivayet etti: «Bir kişi bir kadına mehir olarak bir çift nalın verdi ve Resulü Ekrem de bu nikâhı geçerli saydı.»
İbn Ebi Şeybe, Zeyd bin Esleme'den rivayet etti: «Kim ki, kadının meh rini yürütmek niyetinde olduğu halde kadını nikâh ederse o, kıyamet gününde Allah katında zâni sayılır.»
İbn Ebi Şeybe Ümmü Seleme'den rivayet etti: «Dediler; bir kadının mehrinden ve çalışan bir işçinin ücretinden daha şiddetli bir hak yoktur.»
Abd bin Humeyd ve İbn
Cerir, Said bin Cübeyr'den rivayet ettiler:
(4) Eğer onlar nıehirlerinden bir kısmım kendiliklerinden size bağışlar iseler, onu, afiyetle ve yumuşaklıkla yeyiniz» âyeti kocalar hususunda nazil olmuştur. Yani kadın, mehrini kocasına bu şekilde bağışlayabilir.
îbn Cerir ve îbn Ebi Hatim, Ali bin Talha tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet eder:
Bu âyet; kadına zarar vermeksizin ve herhangi bir hile de ortada olmaksızın kadın kendiliğinden mehrini bağışlarsa, o mehir kocası için helâl olur ve yiyebilir hükmünü getirdi...
İbn Cerir, Hadrami'den rivayet ediyor:
Bazı kimseler hanımlarına vermiş oldukları mehir hususunda herhangi bir şeyi geri kabul edip yemekten kaçındıkları gibi, bunu günah da sayarlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Eğer onlar mehirierinden bir kısmını kendiliklerinden size bağışlar iseler, onu afiyetle ve yumuşaklıkla yeyiniz» buyurdu. [10]
(5) Sakın ha, beyinsizlere, Allah'ın sizin için geçim kaynağı olarak verdiği mallarınızı vermeyiniz. Ancak onlara o mallardan yediri-niz ve giydiriniz. Onlara güzel söz söyleyiniz...»
Bu âyet hakkında gelen yorumlar:
Ali bin Ebi Talha, İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Allah'ın sana geçim kaynağı yaptığı bir şeye (mala) kastedip onu hanımına veya kızına verme. Sonra onların eline dikip bakma. Malını elinde tut. Artışım sağlayacak yollara başvur. Onların yiyeceklerini giyeceklerini veren sen ol.»
İbn Cerir, Ebu Musa tarikıyla rivayet ediyor:
«Üç sınıf vardır ki, Allah onların dualarını kabul etmez:
1- O kişi ki, kötü ahlâklı hanımı vardır, onu boşamiyor.
2- O kişi ki, malını bir sefihe vermiştir. Oysa Cenabı Hak, «Sakın ha, mallarınızı sefihlere vermeyiniz» buyurmuştur.
3- O kişi ki, başka bir kişinin üzerinde alacağı vardır, onun'alınması için ona varmıyor.»
Mücahid, «Onlara güzel söz söyleyiniz» cümlesinin yorumunda şunu söylemiştir: Yani iyilik ve silayı rahim hususunda söyleyiniz. Bu âyeti kerime aile efradına ihsan etmeyi, fiilen hacr altında olanlara giydirmeyi ve yedirmeyi, güzel söz söylemeyi ve güzel ahlâka onları alıştırmayı emreden bir âyeti celîledir. [11]
(6) Yetimler evlenme çağına varıncaya kadar onları deneyiniz. Eğer onlarda doğruluk görürseniz onlara mallarını veriniz. Yetimlerin mallarım büyüdüğünde elinizden alır korkusuyla israf ederek acelece yemeyiniz...»
Bu âyet hakkında gelen eserler:
îbn Abbas, Mücahid, Hasan, Süddi, Mukatil, «Onları deneyiniz»
«Nikâh», (erginlik) çağına vardıklarında mallarını onlara teslim edeniz.» dediler. Alimlerden bir gurup, nikâhtan maksad, baliğliktir, dediler.
Baliğlik, erkeklerde bazan rüyalarla (yani rüya görür, menisi akar) şeklinde sabit olur. Bazan da sinn (yaşlılık) ile sabit olur.
Ebu Dâvud, Hz. Ali'den rivayet ediyor:
Allah Resûlü'nden dinledim, «Hilim (buluğ) çağına vardıktan sonra, artık yetimlik hükmü kalkar.»
Başka bir hadiste Hz. Aişe'den, başka sahabelerden ve Allah'ın Resûlü'nden gelmiştir:
«Kalem (mesuliyet) üç
sınıftan kaldırılmıştır:
a) Halimiik
çağına gelmiyen veya onbcş seneyi ikmal etmiyen çocuktan,
b) Uykuda oldukça
uyuyandan,
c) İyileşinceye kadar mecnundan.»
Bu hükmü, sahihaynda sabit olan hadisten, almışlardır ve hadisi îbn Ömer rivayet ediyor:
«Küçükken (ondört yaşında iken) beni Peygamber'e arzettiler. Benim savaşa katılmama İzin vermedi. Hendek^ günü ben Peygamber'e kendimi tekrar gösterdim. Onbeş yaşında idim. Savaşa katılmama cevaz verildi.»
Bu hadis, Ömer bin Abdulaziz'İn kulağına vardığında şunları söyledi:
İşte küçük ile büyük arasındaki fark budur.
Tenasül uzvu etrafmda biten sert tüyler hususunda ihtilâf edilmiştir: Acaba bu, bulûğa delâlet eder mi etmez mi? Burada üç görüş belirtilmiştir. Üçüncü görüş, müslüman çocuklarla zimmi çocuklar arasında fark getiriyor. Müslümanlarda buluğa delâlet etmez. Çünkü onlar belki kazıtmak suretiyle bir takım işlemler yaparak bunun acelece bitmesine sebeb olmuşlardır. Zimmi çocukları ise, böyle bir işleme girişemezler. Çünkü o bittiği takdirde onların üzerine haraç yükletilir. 1 Sahih şudur ki; o tüylerin bitimi bütün çocuklar hakkında bulûğun alâmetidir. Çünkü bu tabii bir emirdir, burada bütün insanlar eşittirler. Bir takım işlemler yapmak suretiyle bitirmenin ihtimali ise, uzaktır. Sonra İmam Ahmed'in Atiyye el Kurezi'den rivayet ettiği hadis de buna delâlet ediyor. Atiye:
— Beni Kureyza kabilesinin gününde biz, Peygambere arzolunduk. Buyurdular:
«Tenasül uzvunun etrafındaki tüyleri bitmişe bakınız. Tüyü biten öldürüldü, bitmeyen öldürülmedi. Ben tüyü bitmeyenlerdendim, benim yolum tahliye edildi. (Yani öldürülmedim).»
Sünen-i Erbaa sahihleri de bunun benzerini rivayet etmişlerdir. Tirmizi, hadis hasen ve sahihtir, demiştir. Bunun böyle olmasının nedeni şudur: Muaz oğlu Saad, ihanet eden Beni Kureyza hakkında: «Savaşanlar öldürülsün, çocuklar esir edilsin» hükmünü verdi. Peygamber tatbik ettirdi. [12]
Ebu Ubeyde dedi ki:
Bize İbn Atiyye İsmail bin Ümeyye'den, o da Muhammed bin Yahya bin Hibban'dan, o da Hz. Ömer'in icraatını rivayet ederek dedi:
— Bir çocuk, şiirinde bir cariyeye zina isnad etti. Yani «onunla zina ettim» şeklinde şiir söyledi. Hz. Ömer «Ona bakınız. Tüyleri bitmiş mi» dedi. Baktılar, tenasül uzvunun etrafındaki tüyler bitmemişti. Böylece ondan had düştü.
İbn Cerir, Süddi'den rivayet etti:
Yetimlerin denemesi, onların akıllarım tecrübe etmektir. «Eğer onlardan doğruluk görürseniz» yani aklen ve fiilen yetişmiş olduklarını görürseniz «mallarını veriniz.»
İbn Ebi Hatim, MukatiTden rivayet etti:
«Yetimleri denemek hitabma mazhar olanlar onların velileri ve vasileridir...»
İbn Ebi Hatim, Muhammed bin Kays'tan rivayet etti: Nikâha varmaktan maksad onbeş yaşa varmasıdır.»
İbn Cerir, Hasan'dan rivayet etti:
Ayetteki «rüşd» den maksad, dinde salih olmak ve malını koruyabilmek demektir.
İbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet etti: «(Eğer onlarda bir rüşd görürseniz) yani dinde selah ve mallarda koruma görürseniz, demektir» dedi.
Abd bin Humeyd, İbn Abbas'tan rivayet etti: «Yetim, rüya görmek suretiyle, akılla, vekârla erginlik çağına, vardığında onun malı ona teslim edilir.» [13]
İbn Cerir, Hasan'dan rivayet ediyor:
«İsraf ve acelece onların mallarını yemeyiniz» âyetinden maksad, onların mallarında israf etmeyiniz ve acelece yiyerek tüketmeyiniz.
İbn Hatim, Said bin Cübeyr'den:
İsraftan maksad, haksız yere yemektir. bidar (acele) den maksad, onlar büyüyüp erginlik çağma gelir, benim elimden malını alır korkusuyla yemek demektir.
Buhari, Âişe validemizden rivayet ediyor:
Bu âyet yetimin velisi hakkında nazil olmuştur. Velilerden kim ki, zengin ise, iffete burunsun, yetimin malından yemesin. Kim ki, fakir ise, normal bir şekilde, yapmış olduğu hizmet oranında onun malından yesin.
Abd bin Humeyd, ve Nuhas (Nasih)inde Maksam'ın tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyorlar:
Hangi veli zengin ise, iffete bürünüp yetimin malından yemesin. Kim ki fakir ise, normal yoldan çalışması karşısında onun malından yesin. Yani yetimin malını yememek için kendisine bir ücret tayin edip de ondan yesin.
İbn-ul-Munzir, Ebi Yahya tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet etmiştir: «(Kim ki, zengin ise, o, taaffüf eylesin) âyetinden maksad, malıyla iktifa edip de yetimin malına el uzatmasın, demektir.»
İbn Cerir, Said bin Cübeyr tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor: «Kim ki fakir ise maruf ile yesin» âyetinden maksad, borç olarak yesin, demektir.»
İbn Cerir, ve İbn Ebi Hatim, Ali bin Talha tankıyla İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Kim ki fakir ise maruf ile yesin.» Yani borçlansın da ondan yesin.
Abd bin Humeyd ve Beyhâki, Said bin Cübeyr tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Yetimin velîsi, eğer zengin ise, iffete burunsun. Eğer fakir ise, yetime aid olan sütün fazlasından ve yeteceği kadar maundan alır, onu aşamaz. Setri avret edecek kadar elbise alır. Eğer zengin olursa, bila-here bunları geri verir. Eğer fakir ise, bunlar onun için helâldir.»
îbn Cerir, İbn Abbas'tan âyetin tefsirinde şunları rivayet ediyor:
«Eğer yetimin velisi zengin ise, yetimin malından yemesi, helâl olmaz. Eğer fakir ise, onun malından, borç olarak alsın. Zengin olduğu zaman, geri versin. İşte maruf yolda yemesi bu demektir.»
Abdurrezzak ve Said bin Mansur bir kaç yoldan Hz. Ömer'den rivayet ediyorlar:
«Ben, nefsimi, Allah malını (Hazine malı) hususunda, yetimin velisinin yerine koydum. Eğer zengin isem, isti'faf edip ondan yemiyorum. Eğer muhtaç isem, maruf yoldan o maldan alır, yerim. Eğer bi-lahere zengin olursam bunu geri veririm.»
îbn ul Munzir ve Tabarani, tbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Fakir, yetimin velisi ve vasisi olduğu takdirde hizmeti oranında israf etmeksizin onun malından yiyebilir.»
Malik ve Said bin Mansur, Kasım bin Muhammed tarikıyla rivayet ettiler:
Bir kişi, îbn Abbas'a gelerek şöyle dedi: «Benim himayemde yetimler vardır. Onların develeri vardır. O develerin sütünden ne kadarı bana helâldir?» diye sordu. İbn Abbas:
«Eğer o develerin kaybını arıyorsan, uyuzunu tedavi ediyorsan, onların su yalaklarını siliyorsan, onlar için çalışıyorsan nesline zarar vermeksizin ve sağmakta aşın gitmeksizin onun sütünden iç» buyurdu.
İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesei ve İbn Mâce, İbn Ömer'den rivayet ettiler.
Bir kişi, Allah Resûlü'nden sordu:
— Benim malım yok. Bir yetimim vardır. (Malının ne kadarım ye-yebilirim?)
Cenab-ı Peygamber:
«Yetiminin malından israf etmeksizin ye. Onun malından bir servet edinmeksizin, onun malıyla kendi malını korumaksızın ye.» dedi. [14]
İbn Hibban, Cabir'den rivayet ediyor:
»Bir kişi: Ey Allah'ın Resulü, himayemdeki yetimimi neyle döveyim?»
Cenab-ı Peygamber:
«Çocuğunu neyle döversen onunla vurabilirsin. Onun malıyla kendi malını koruma. Ve onun malından bir servet edinmeğe kalkışma.»
Abdurrezzak, Hasan el Arenî tankıyla rivayet ediyor:
Bir kişi: «Ey Allah'ın Resulü, yetimime (terbiye için) neyle vurayım?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:
«Çocuğuna neyle vurursan onunla» buyurdu. Kişi:
«Onun malından arada sırada yerim» dedi. Cenab-ı Peygamber: «Maruf yolda yiyebilirsin. Ancak mal yönünden bir servet edinmeksizin, malını onun malıyla korumaksmn şartı vardır» buyurdu.
Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Katade'den bu âyet hakkında şunları rivayet ettiler:
Bize denildi ki, Sabit bin Veddea'nm amcası Ensar*dan bir kişi idi. Sabit de onun yanında yetimdi. Peygambere gelip:
«Benim yeğenim yetimdir, himayemdedir. Onun malından bana ne helâldir?» sordu. Cenab-ı Peygamber:
«Malını onun malıyla korumaksızm, onun maundan servet edinmeksizin maruf yoldan onun malından yiyebilirsin» buyurdu.
Ravi der ki: «Yetimin hurmalığı olurdu. Velisi onu ıslah etmek için çalışır ve sulardı. Onun meyvesinden yerdi. Yetimin koyunları ve sığırları olurdu. Velisi, onları ıslâh eder, nafakalanyla uğraşır, onları tedavi ederdi. Onların tüylerinden, nesillerinden ve sütlerinden (yan gelirlerinden) istifade ederdi. Malın boynuna, (esasına) gelince, veliler onu yiyip tüketemezdiler.»
İbn ul Munzir, Ata'dan rivayet etti:
Beş şey vardır ki, Allah'ın kitabında, ruhsattırlar. Azimet değildirler. (Onlardan birisi) «Kim ki, fakir ise maruf yoluyla yetimin maundan yesin.» âyetidir. Bu âyetin meali: «İsterse yer, isterse yemez. (Yani bu emir ruhsattır, azimet değildir)..»
Ebu Dâvud ve îbn ul Munzir, Ata tarikıyla îbn Abbas'tan rivayet etti:
«Kim ki, fakir ise marufla yesin» âyetini, «şüphesiz yetimlerin malını zulmen yiyenler» âyeti neshetmiştir.
Ebu Davud, (Kasttı) inde Dahhak'tan benzerini rivayet etmiştir:
İbn Ebi Hatun, îbn Ebi Zennad'dan bu âyet hakkında şunu rivayet ediyor:
«Ebu Zennad, bu âyet, bedeviler ve benzerleri hakkında nazil olmuştur, diyordu.»
îbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, El Ufi tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
(6) Yetimlere mallarını verdiğiniz zaman bu hususta şahid tutunuz» âyeti, yetime malı teslim edildiği zaman şahidle verilmeyi gerektiriyor.»
İbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet etti: Cenab-ı Hak bu âyette vasilere «yetimler, bilim (buluğ) çağına vardıklarında ve siz de onların mallarını kendilerine teslim ettiğinizde, mallarını şahidlerin huzurunda teslim ediniz. Hesablayıeı olarak Allah kâfidir» buyuruyor. (Yani Allah'tan daha üstün bir şahid yoktur, sizinle onların aralarında...)
İbn Cerir, Süddi'den rivayet etti:
«Hesab yönünden Allah kâfidir» âyetinden maksad, şahid olarak
Allah kâfidir demektir. Bu esere göre, şahid tutmak bir formalitedir.
İki tarafdan hainlik yapanı şahidler olmasa da Allah bilir. Çünkü her şeyi görmektedir. [15]
(7) Ana, baba ve yalanların bıraktıkları terekeden erkeklerin hissesi vardır. Ana, baba ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da pay vardır. O terekenin az veya çoğundan bu, farz kılınmış bir paydır.
(8) Taksimde akraba,, yetim, fakirler bulunurlarsa, terekeden onlara da birseyler veriniz. Ve onlara güzel söz söyleyiniz.
(9) Arkalarında iş yapmaz ve aciz çocuklar bırakıp o çocuklardan Ötürü korkanlar haksızlık yapmaktan korksunlar. Allah (in azabın) dan sakınsınlar ve dürüst söz söylesinler.
(10) Şüphesiz ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak yiyerek ateş doldururlar. Ve gelecekte alevli bir ateşe girerler.
(11) Allah evlâtlarınız hakkında, erkeklerine, iki dişinin payı kadar pay vermenizi tavsiye eder. Eğer kız çocuklarınız ikiden fazlaysa terekenin üçte ikisi onlarındır. Eğer bir tane ise, ona yarısı düşer. Ölenin ana ve babadan herbirine, eğer çocuğu var ise, terekenin altıda biri vardır. Eğer ölenin Öz çocuğu yoksa, ana ve babası mirasçısı olursa, annesine üçte bir vardır. (Geri kalan da babanındır.) Eğer Ölenin kardeşleri varsa, terekenin altıda biri annesinindir. Bu taksimat, ölünün yaptığı vasiyetten ve öz borcunun ödenmesinden sonradır. Babalarınızdan ve evlâtlarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bu taksim biçimi, Allah'dan farz kılınmıştır (tesbit edilmiştir.) Şüphesiz ki, Allah hem bilendir, hem hikmet sahibidir. [16]
(7) Ayeti Celilede vâris ilân edilen akrabalardan maksat, akrabalık bağı miras düşecek derecede yakın olan kimselerdir.
Terekenin azında da çoğunda da Allah tarafından belirtilen vâris paylan vardır. Ve bu paylar kesindir; onlara behemahal verilmelidir.
Vâris olan zat payından vazgeçse bile, hakkı sakıt olmaz.
Rivayete göre Ensarlı Samit oğlu Evs, vefat edince arkasında hanımı «Ümmü Kuhha» ile üç kızı kaldı. Amcazadeleri Suveyd ile Arfata veya Kutade ile Arfece bütün mallarını alıp cahiliyyet döneminde olduğu gibi kadınlarını mirastan mahrum ettiler. Çünki daha önceki âdetler, kadınlar ve çocuklara miras vermezdi. Miras ancak savaşan ve düşmandan koruyana verilirdi.
Bunun üzerine «Ümmü Kuhha» Cenab-ı Peygamber'e «el-Fetih» mescidine vanp şikâyette bulundu. Rasûlüllah, «Evine git! Bakalım Allah bu hususda ne emir gönderir.» buyurdu. Bundan sonra bahsi geçen Âyet nazil oldu. Rasûlüllah mirası alan iki kişiyi huzuruna çağırıp, «Salon Evs'in malını sağa, sola dağıtmayınız. Cenab-ı Hak bu kadınlara mirasda pay koydu. Fakat onlara ne kadar düşer dîye beyan etmedi Fakat beyan edinceye kadar bekletiniz.» buyurdu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Allah size vasiyyet eder ki...» Âyetini gönderdi. Rasûlüllah malın sekizde birini ölünün hanımı olan «Ümmü-Kuhha»ya verdi. Kızlara ise, terekenin üçte ikisini verdi. Gerisi amcasının iki oğluna kaldı.
Bu Âyeti Celîle, cevabın sual vaktinden sonra verilmesinin caiz olduğuna delildir. Dinin rükünlerinden biri olan bu âyet, ana âyetlerden biridir. Zira feraiz'in kıymeti büyüktür. Hatta ilmin üçte biri veya yansıdır denilmiştir.
Rivayetlerde vardır ki: «Halkın kalbinden ilk sökülecek ilim fera-iz ilmidir!» Zira Ebu-Hüreyre (R.A.) den «Dare Kütnî»nin rivayet ettiği bir Hadisde, «Feraizi hem Öğreniniz hem öğretiniz. Zira Feraiz, ilmin yansıdır. İlk unutulacak ilim Feraiz ilmi olduğu gibi, ümmetimden kaldırılacak ilk şey de odur!..» buyrulmuştur.
Abdullah bin Mes'ud yoluyle gelen bir Hadîs de: «Kur'an'ı Öğreniniz ve halka öğretiniz. Feraiz öğreniniz ve halka öğretiniz, timi öğreniniz ve halka öğretiniz. Zira ben de ölüme mahkûm bir kimseyim. İlim de ileride kalkacaktır. Fitne belirecektir. Hatta iki kişi bir farzda ihtilâf ettiklerinde aralarındaki ihtilâf noktasını açıklayacak bir ilim sahibini bulamıyacaklardır.» şeklindedir. (Bak: Keşful-Hafa «TA» harfi.)
Ebu-Davud ve Darekütnî'nin Abdullah b. Âmr b. As'dan rivayet ettikleri bir Hadîs de de: «İlim üç şeydir. Ondan ötesi fazladır. Bunlar da: Muhkem bir Âyet veya kaim bir sünnet veyahud adaletli bir fârizedir.» buyurulmuştur.
El-Hitabî Ebu-Süleyman, «Muhkem Âyetten maksad, Allah in Kitabıdır. Muhkem olmasından maksad, mensuh olmayan Âyetlerdir. Zira mensuhla amel edilmez. Meselâ: «Dinde zorlama yoktur!» Âyetinin mensuh olduğu kabul ve sabit olduğu takdirde ki, en belirgin görüş de budur ifadesinin aksine amel edilir. Zira nâsih olan Âyetle arnel edilir, mensuhla değil. Sünneti kaime'den maksad, Rasûlüllah'dan gelen sünnetlerdir ki, bunlar da istilanı hadîsde belirtildiği şekilde sabit olan hadîslerdir.
Adaletli bir farize'den maksat, Allah Kitabında ve Resûlüllah'ın sünnetinde belirtilen paylar şeklinde yapılan taksimdir.» demiştir. Bu takdirde «adaletli» kelimesi taksimatta âdil davranmaktan gelir. Veyahut da, adaletli bir fârizeden maksat, Kur'an ve sünnetten çıkartılmış ve mânâlarından istinbat edilmiş bir taksimat demektir. Bu takdirde, «Nass» yoluyla Kur'an ve Sünnetten alınan paylara muadil, denk ve eşit demek oluyor. [17]
(10) «{Şüphesiz ki, yetimlerin mallarım zulüm yoluyle yiyenler...»
Bu Âyet, Gatafanlı Zeyd oğlu Mursad hakkında nazil oldu. Küçük yaşlı yeğeninin malına baktı. Fakat yiyip bitirdi.
Ebu-Said el-Hudrî'nin tarikiyle gelen bir Hadîsde «Resûlüllah'ın (S.A.V.), «İsrâ gecesinde, bir kavim gördüm. Develerin dudakları gibi, dudakları vardı. Bâzı melekler tayin edilmişti. Dudaklarından tutup ağızlarına ateşten taşlar koyuyor, dübürlerinden o taşlar çıkıyordu. Sordum: Ey Cebrail! Bunlar kimlerdir? Cebrail: Dünyada yetimlerin mallarını haksız yere yiyenlerdir.» dediği rivayet olunmuştur.
Kur'an ve Hadîs, yetimlerin mallarını haksız yere yemenin büyük günâhlardan olduğuna delâlet ederleri
Bu Âyeti Celîle «vaid» Âyetlerindendir. Bu Âyet, günâh ile insan küfre girer diyenlere delil olamaz. Zira Sünnet ehlinin inancına göre Bu ilâhi hüküm, ancak bir gurup asiler hakkında geçerlidir. Onlar Cehenneme girip yandıktan sonra Ölürler. (Cezalarının bitiminde dirilip çıkarlar.) Amma Cehennemin esas ehli olan kâfirler ise, onlar ne ölürler ne de dirilirler.
Ehli-Sünnetin bu görüşü, Kur'an ile Sünnetin arasını bulmaktır. Tâ ki, bu iki kaynakta bulunan haber, verildiği seklin tersine olmasın.
Ehli Sünnet devamla: «Cehennem azabı Allah'ın meşietiyle bazı asilerden sakıt olur. Zira Kur'an «Şüphesiz Allah kendisine ortak koşmayı kabul etmez. Fakat şirkten başkasını dilediği kimseler için af eder!» buyurmaktadır.» demişlerdir.
îmam-ı Müslim, «Sahih» inde Ebu-Said el-Hudrî tarikiyle şu hadîsi rivayet etmiştir: «Cehennemin esas ehline gelince, onlar cehennemde ne ölür ve ne de dirilirler. Fakat günâhlarından ötürü ateşe yakalanan bazı kimseler ise, Allah onları Öldürür. Öyle ki kömür olurlar. O zaman onların hakkında şefaat etme izni çıkar. Bu esnada onlar cemaat halinde getirilirler. Cennetin ırmaklarına atılırlar. Sonra «Ey cenneti iler! Onlara bakınız ve feyiz veriniz» denir. Selin getirdiği çer-çöpün içinde tanenin bittiği gibi biterler.» Bu esnada bir zat, «Sanki Resûlüllah bunları söylerken çöldeymiş gibiydi» demiştir.
«Taksimde akraba, yetim ve fakirler bulunurlarsa...»
Bu Âyette, dört mesele vardır: a) Varis olmayanlar, terekenin taksimatında bulunursa, ya akraba veya yetim veyahut da fakirlerden olursa, mahrum edilmemeli ve onlara terekeden bir şeyler ikram edilmelidir. Tabiî ki, tereke malı çöksa, bu yapılır. Eğer mal parçalanmayı kabul etmiyecek derecede az veya akar ise, onlardan bir şey verilmemesi için özür dilensin. Fakat azdan verilirse, ecri pek büyük olur. Nitekim Hadîsde, «Bir dirhem yüz bin dirhemi geçmiştir.» buyrulmuştur.
Îbni-Abbas, Urve bin Zübeyr ve başka sahabelere göre; Âyet muhkem Âyetlerdendir. Nesholunmamıştır. Ebu-Musa eİ-Eş'arî böyle yapmayı valisi bulunduğu «Kûfe»de emrederdi.
tbni-Abbas'dan gelen diğer bir rivayete göre, «Allah, size çocuklarınız hakkında vasiyet eder ki, erkeğe iki kız çocuğun payı kadar pay veriniz...» Âyeti Celîlesi, bahsi geçen bu Âyeti neshetmiştir. Said bin Müseyyeb, «Bahsi geçen Ayet, hem miras hem de vasiyet Âyetleriyle neshedilmiştir» demiştir. Aynı zamanda Ebu-Malik, îkrime ve Ed-Dah-hak da bahsi geçen Âyetin nesh edildiğini savundular. Fakat Âyetin nesh olunmadığını savunan taraf daha kuvvetlidir. Zira varislerin paylarına müstahak olmalarını açıkladığı gibi; terekede paylan bulunmadığı halde orada bulunanlara da birşey vermek suretiyle ortak etmelerinin müstahap olduğunu da açıklar. Îbni-Cebîr: «Bu Âyeti, halk zayi etti!» dedi. Hasan-ı Basrî: «Fakat halk cimrUeşti!» dedi Buharîde tbni-Abbas'dan rivayet ederek: «Bu Âyeti Celile muhkemdir, neshedil-memiştir!» denilmiştir.
Bir diğer rivayette İse, «Halk şu âyetin neshedildiğini sanırla Allah'a yemin ederim ki, bu âyet neshedilmemiştir. Fakat halkın tatbikatında gevşeklik gösterdiği âyetlerdendir.» denilmiştir. Bu âyette, bahsedilen yalanlar iki kısımdır. Biri vâris olan yakındır. Buna miras nzüc olarak verilir. Diğeri vâris olmayan yakındır. îşte buna iyi söz söylenir, «Kusura bakma sana verecek yetkim yoktur.» denir.
Âyetteki «Emim hayn işlemeye teşvik ve terğip eder ve mendup bir emirdir. Fara değildir. Zira farzı İfade eden bir emir olsa, terekedeki istihkak bir taraf için belli olduğu halde öbür taraf için meçhul olurdu. Böyle olması ise hikmete ters düşerdi. Münazaa ve münakaşaya yol açardı.
b) Vâris küçükse, velisinin hazır bulunanlara, «Benim bir şeyim yoktur. Bu mal yetimindir. Baliğ olduğunda sizin hakkınızı ona bildi-
demesi normal hir şey vasiyet etmemişse, durum budur. Aksi takdirde malın üçte biri kadarına baliğ olan vasiyet yerine getirilir ve geçerlidir.
c) «minhü» daki zamir kısmet manâsına racidir. Çünkü kısmetin mânâsı mal ve miras demektir. Lâfzına raci değildir. Zira, «kısmet»in lâfzı, müennes (dişi) dir. «mînhu» zamiri ise müzekker (erkek) zamiridir. Nitekim aynı tarzda «Mazlumun bedduasından kaçın. Zira o beddua ile Allah arasında perde yoktur!.» Hadîsinde de zamirin mercii zümnen geçmiştir. Buradaki «mînhu» zamiri de «davet» kelimesine değil manâsına racidir.
Yine Tank oğlu Süveyd el Cu'fî Rasûlüllah'dan şarab (içki) in durumunu sorduğunda, «O, deva değil, hastalıktır!» dedi. Ve «înnehu» zamiri şarabın lâfzına değil mânâsına gönderilmiş oldu.
d) «Onlara güzel (normal) bir söz söyleyiniz!» Said bin Cebîr: «Bunun mânâsı onlara: «Bu malı alınız. Allah size mübarek kılsın.» demektir.» demiştir.
Bâzı görüşlere göre, «Onlara nzıklannı vermekle beraber, bundan daha fazlasını vermeyi isterdim deyiniz.» demektir. [18]
(Hadislerle ve Sahabeden Nakledilen Rivayetlerle Yapılan Tefsir)
(7) Ana baba ve yakutların bıraktıkları terekeden erkeklerin hissesi vardır. Ana baba ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da pay vardır...»
Bu âyet hakkında gelen eserler:
Said bin Cübeyr ve Katade derler ki:
Müşrikler, malı büyük erkek çocuklara verirlerdi, kadınlara ve çocuklara hiç bir payı vermiyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi indirdi. Yani varisler terekenin aslında Allah'ın hükmünce eşittirler. Verasetin esasında pay sahibidirler. Cenab-ı Hakkın her birisi için takdir buyurduğu pay nisbetinde, ölüye yakınlık veya eşlik veya velilik oranında aralarında bulunan fark varsa da, terekenin aslında eşittirler.
İbn Merduveyh, tbn Herasa tarikiyle Süfyan-ı Servi'den, Abdullah bin Muhammed bin Akil'den, Cabir'den rivayet ederler:
Ümmü Kuhhe, Allah'ın Resûlü'ne gelip:
«Ey Allah'ın Resulü, benim iki kızım vardır. Babalan vefat etti. Ve onların hiçbir şeyi kalmadı. (Yani terekeden onlara hiçbir şey verilmedi) » dedi. Bunun üzerine Cenab-i Hak bu âyeti indirdi.
Ebu Şeyh, İbn Abbas'tan rivayet etti:
Cahiliyyet ehli, kızlara ve küçük erkek çocuklara terekeden bir-şey vermiyorlardı. Erkek çocuklar baliğ oluncaya kadar, mirastan mahrum kalıyorlardı. Bu meyanda Ensardan Evs bin Samit adlı bir zat vefat etti Geride iki kız, bir küçük oğlan bıraktı. Amcaoğullan gelip ase-besi olmak hasebiyle mirasın tamamını aldılar. Çocukların annesi, am-caoğullanna, «iki kızımla evleniniz» dedi. Kızların güzelliği az olduğundan amca oğullan kızlarla evlenme teklifini reddettiler. Kadın, Allah'ın Resûlü'ne vardı ve:
«Ey Allah'ın Resulü, Evs vefat etti. Küçük bir oğlan ile iki kız geride bıraktı. AmcaoğuUan olan Halid ile Arfat'a gelip terekenin tamamını aldılar. Onlara, iki kızla evleniniz, dedim. Onu da yapmadılar. Ne buyurular?»
Bunun üzerine Allah'ın Resulü, «Ne diyeceğimi bilmiyorum» dedi. İşte o esnada meseleyi açıklığa kavuşturmak için bu âyeti celîle nazil oldu. Cenab-ı Peygamber Halid ile Arfete'ye haber gönderdi:
«Salon terekeden bir şeyi kıpırdatmayınız. Çünkü benim üzerimde bu hususta bir şey indi Bana haber verildi ki, erkek çocuklara da kızlara da, terekeden pay vardır» dedi. Bu âyetten sonra: «Kadınlar hususunda senden fetva sorarlar...» âyeti sonuna kadar indi. Ondan sonra da: «Allah evlâtlarınız hususunda size vasiyyet ediyor» âyeti «Allah âlim ve halimdir» cümlesine kadar indi. Böylece Cenab-ı Peygamber terekeyi istedi. Kadına sekizde bir verdi. Geri kalanı da oğlana iki, kızlara birer pay vermek suretiyle taksim etti...
İbn Cerir ve îbn-ul-Munzir, îkrime'den, bu âyet hususunda şunu rivayet ettiler:
Bu âyet, Ümmü Külsüm binti Ümmü Kuhle (veya Kuhhe) nin Sa'-lebe bin Evs ve Süveyd hakkında nazil oldu. Bütün bu zatlar Ensar-dandüar. Birisi kocası, diğeri çocuğunun amcası idi. Kadın:
«Ey Allah'ın Resulü, kocam vefat etti. Beni ve kızını geride bırakti. Onun malından (terekesinden) hiçbir şey alamadım» dedi. Bunun üzerine çocuğun amcası:
«Ey Allah'ın Resulü, kız ata binmez, bir düşmanı uzaklaştıramaz. Daima ona infak edilir, o hiçbir şey kazanamaz» dedi. Buna cevap olarak Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyİ indirdi..»
Abd bin Humeyd ve İbn ul Munzir, Dahhaktan rivayet ettiler: «Farzedttmiş bir payndan maksad, belli bir pay yani terekeden verilen belli bir pay demektir. [19]
(8) Tereke taksim edilirken akraba, yetim ve fakirler orada bulunurlarsa, terekeden onlara da bir şeyler veriniz ve onlara güzel söz söyleyiniz...»
Bu âyet hakkında gelen yorumlar:
îbn Kesir bu âyetin yorumunda şunları söylüyor: Varis olmayan akrabalar terekenin taksiminde hazır bulunurlarsa, yetim ve miskinler oraya gelirlerse, terekeden onlara bir pay verilsin. Çünkü bu, İslâmın başlangıcında vacib idi. Bazıları da, onlara bir şey vermek müstehabtır demişler. Acaba bu hüküm mensuh mudur değil midir diye iki görüş belirtilmiştir:
a) Buhari, bize Ahmed bin Humeyd, ona Abdullah el Eşcâi, ona Süfyan, ona Şeybani, ona İkrime, ona İbni Abbas, bu âyet hususunda şunları söyledi:
«Bu âyet muhkem bir âyettir. Neshedilmemiştir.»
İbn Cerir, Mücahid tarikıyla rivayet etti:
«Bu, miras ehlinin boynunda bir vecibedir. Nefisleri buna razı oldukça bunu yapmaları lâzımdır» dedi.
îbn Mesud, Ebu Musa, Abdurrahman bin Ebi Bekir, Ebu'l Aliyye, Sabi ve Hasan Basri'den de böyle rivayet edilmiştir.
îbn Şirin, Said bin Cübeyr, Menhul, İbrahim Nehai, Ata bin Ebi Ribah, Zühri ve Yah3ra bin Yağmur, «Bunu yapmak vaciptir» demişlerdir.
îbn Ebi Hatim, İbn Sirin'den rivayet ediyor:
Ubeyde, bir terekeye sahib olduktan sonra bir koyunun kesilmesini emretti. Bu âyette belirtilenlere o koyunu yedirdi. Ve «Eğer bu âyeti celîle olmasaydı bu koyun benim malımdan olacaktı. (Yani onlara yedirmezdim)» dedi.
Rivayete göre: İmam Malik Zühri'den şunu nakletti:
«Urve, Mus'ab'ın malını taksim ettiğinde âyette belirtilen sınıflara da bîrşeyler verdi.»
Zuhri, bu âyet muhkemdir, dedi. Malik, Abdulkerim'den, o da Mü-cahid'den rivayet ediyor:
«Bu âyette belirtilen vacib olan bir baktır. Mirasçılar buna razı oldukça vermeleri lâzımdır.»
Bazı kimseler: «Eğer Ölen onlara vasiyet ederse, onlara terekeden verilir» dediler.
Abdurrahman, İbn Cüreyç, îbn Ebi Muleyke'den şunları rivayet ettüer: Ebu Bekir Sıddık'ın oğlu Abdurrahman vefat ettiği zaman, oğlu Abdullah, orada ne kadar fakir, ne kadar akraba varsa babasının mirasından onlara birşeyler verdi. Halası Aişe validemiz de hayatta idi (Buna rağmen itiraz etmedi.) Onun bu yaptığı îbn Abbas'a nakledildi. İbn Abbas: «O isabet etmemiştir. Bu âyet bunun için değildir. Bu âyet ancak vasiyyet hususundadır» dedi. Yani ölen kişi vasiyyet etmiş ise, onlara verilir. Hadisi İbn Ebi Hatim rivayet etmiştir.
b) Süfyan Servi, Muhammed bin Şaib El Kelbi'den, İbn Abbas'-tan rivayet ediyor: «Bu âyet, neshedilmiştir.»
Bu âyeti nesneden: «Allah size çocuklarınızın alacağı miras hakkında erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder» âyeti celîlesidir.
El Ûfi, İbn Abbas'tan rivayet etti:
«Bu âyette belirtilen hüküm, farzlar (yani mirasçıların payı) inmeden önceki döneme aittir. Cenab-ı Hak bundan sonra farzları indirmiştir. Her hak sahibinin hakkım belirterek vermiştir. Böylece sadaka, vefat eden kişinin belirtmiş olduğu konuya mahsusdur.» Bunları, İbn Merduveyh rivayet etmiştir.
Esid bin Asım, Said bin Museyyeb tarikıyla rivayet etmiştir.
«Bu âyet, paylan belirten âyet gelmezden önce neshedildi. Durum şöyle idi, ölen kişinin bırakmış olduğu maldan yetime, fakire ve akrabalara, taksimat anında orada bulundukları takdirde birşey verilirdi. Sonra bu âyeti, miras âyeti neshetti. Böylece Cenab-ı Hak, her hak sahibinin hakkını belirtti. Vasiyet ancak ölmek üzere olan kişinin akrabalarına yapmış olduğu miktarda kaldı.»
Malik, Zühri'den, o Said bin Museyyib'ten rivayet ediyor: «Bu âyet, mensuhtur. Nash eden miras ve vasiyyet âyetidir.»
İkrime, Ebu Şa'sa, Kasım bin Muhammed, Ebi Salih, Ebi Malik, Zeyd bin Eşlem, Dahhak, Ata, el-Hurasanî, Mukatil bin Hayyan ve Re-bia da bu âyetin mensuh olduğunu söylediler. Cumhurun ve dört imamın mezhebi de budur...
îbn Cerir, bu âyet hususunda cidden garib olan bir yorum getirmiştir. Onun hasılı şudur:
«Vasiyet malının taksiminde ölünün yakınları bulunduğu zaman, o' maldan onlara nzik veriniz. Yetimler ve miskinler, vasiyet malının taksiminde bulundukları zaman, onlara da güzel söz söyleyiniz.» Yani yakınlara mal, diğerlerine güzel sözleri veriniz..
İbn Kesir bu ibareyi naklettikten sonra: «Burada nazar vardır» dedi. Yani gözden geçirmeye değer. Zira mesnedi kestirümemektedir.
El Ûfi, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Taksimden maksad, mirasın taksimidir.»
Bu görüşü, birçok müfessir paylaşmıştır. İbn Cerir'in yukarıdaki yorumuna değil, bu mânâya binaen âyet şunu ifade ediyor: «Mirasçı olmayan akrabalardan, yetim ve fakirlerden kimseler mirasın taksimi anında hazır bulunurlarsa, onlara da, birşeyler verilsin. Çünkü onlar, pay sahihleri mirası alıp götürdüklerini görünce, canları bunu istiyor. Böylece Cenab-ı Hak, ortanca bir payın da onlara verilmesini ihsan yönünden emretmiştir. Böylece onların kırılmaları bertaraf edilmiş ve gönülleri de alınmış oluyor.» Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir âyette,
«Onun meyvesinden, mahsul verdiği anda yeyiniz ve biçim gününde hakkını veriniz.» (En'am: 141) buyurmuştur.
İhtiyaç sahibleri ve fakirler mallarına muttali olmasın diye mallarını gizlice nakledenleri de Cenab-ı Hak yererek buyurmuş:
«Hatırla o zamanı ki, onlar, sabah vakti (erken) bahçeyi devşire-ceklerine yemin ettiler.» (Kalem: 17).
ve yine Cenab-ı Hak başka bir âyette:
«Nihayet aralarında fısıldanarak çıkıp gittiler. Bugün herhangi bir fakir bağınıza girip karşınıza dikilmesin..» (Kalem: 22). «Böylece Cenab-ı Hak onlan helak etti. O, kâfirler içinde bunun benzerleri vardır.»(Muhammed: 10).
Binaenaleyh kim ki Cenab-ı Hakkın hakkı olan bir şeyi inkâra kalkışırsa, Allah onun elindeki en aziz nesne hususunda onu cezalandırır. Ve bunun için de bir Hadiste: «Sadaka, (zekât) hangi mala karışırsa, onu ifsad eder» buyurulmuştur. Yani sadakanın verilmemesi, o malın tamamen mahvolmasına vesile olur, demektir [20]
(9) Arkalarında iş yapmaz ve aciz çocuklar bırakıp o çocuklardan ötürü korkanlar haksızlık yapmaktan korksunlar. Allah'ın azabından sakınsınlar ve dürüst söz söylesinler...»
Bu âyet hakkında gelen yorumlar:
İbn Cerir ve Beyhâki, îbn Abbas'tan rivayet ederler: «Bu âyet, sekeratta bulunan bir kişinin yanında bulunup ona geride bırakmış olduğu vârislerine zarar verecek şekilde bir şeyler duyuran ve o şekilde vasiyyet etmesini sağlamaya çalışanın hakkında indi. Böylece bu âyette Cenab-ı Hak, can çekişene mirasçılarına zarar verecek vasiyyeti duyurmaya çalışanı, Allah'tan korkmaya, doğru hareket etmeye ve sevabı elde etmeye çağırıyor. Ve ölümle pençeleşen zatın mirasçılarının durumunu gözetmesini emrediyor. Kendisi ölümle pen-çeleştiğinde nasıl mirasçılarını zararda bırakmaktan korkuyorsa, bu kişinin de mirasçılarını zararda bırakmasına sebeb olmasından korksun diye uyarıyor.»
İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan rivayet ettiler:
«Burada ölümle pençeleşen bir kişi kastedilmektedir. Bu kişiye: «Malından sadaka ver. Kölelerini azad et ve Allah yolunda malından harca» deniliyor. Böylece Cenab-ı Hak ölümle pençeleşene bunları söylemeyi yasakladı. Yani sizlerden herhangi bir kimse, sekeratta olan bir hastanın yanma varırsa, ona, kölelerini azad etmek, sadaka olarak malını Allah yolunda sarfetmek hususunda telkinde bulunmasın. Ona boynundan ne borçlar vardır ve kendisinin kimlerden alacağı vardır, onu açıklamasını, mirasçı olmayan akrabalarına malından bir şeyleri vasiyyet etmesini tavsiye etsinler. Meselâ: Malın beşte birini veya dörtte birini onlara tavsiye etsin. Hülâsa: Cenab-ı Hak «Sizden herhangi bir kimse öldüğü zaman, küçük çocuklarını fakir bıraktığı takdirde çocuklarının dilenmek suretiyle halkın boynuna yük olmalarından korkmaz mı? öyleyse kendi nefsiniz ve çocuklarınız için razı olmadığınız bir şeye başkası için de razı olmayınız. Bunun için de hakkı söyleyiniz.» buyuruyor.
İbn Cerir bu âyet hususunda îbn Abbas'tan şunu rivayet ediyor:
Burada ölüp küçük çocukları geride kalan bir kişi kastedilmiştir. Bu çocuklar zayıftırlar, babalan fakir düşmelerinden, zayi olmalarından korkuyor. Korkuyor ki kendisinden sonra onlara iyilik yapılmayacaktır. Kendisinden sonra onların velisi onlara bakmayacaktır! Cenab-ı Hak, böyle zayıf ve yetim bir zürriyetin velisi onlara iyilik yapsın, onların mallarını israf etmek suretiyle onlar daha büyümeden tüketmek, bitirmek suretiyle zayi etmesin ve yemesinler» diyor.
İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
Kişi, vasiyyet yapanın yanında bulunduğu zaman, «Malını vasiyet et, çocuklarının razıkı Allah'tır» deyip adamı teşvik etmesi uygun değildir. Ancak o, ölümle pençeleşen müslümana «Nefsin için Allah'ın huzuruna bir şeyler takdim et, çocukların için de bir şeyler bırak» desin. En doğru söz de budur. Çünkü bütün malım vasiyet etmeyi emreden kimse, kendi nefsi için fakirlikten korkar. (O halde neden başkasını buna teşvik eder?)
Said bin Mansur, Adem ve Beyhakî Mücahid'den rivayet ettiler: «Kişi, ölümle pençeleşenin yanında hazır bulunduğunda: «Filan adama şu vasiyyeti yap, filan adama da şu vasiyyeti yap, şunu yap, bunu yap» der ve ölümle pençeleşeni bunlara teşvik etmek suretiyle mirasçılarına zarar verir. Cenab-ı Hak o, teşvikçileri böyle yapmaktan menetmek üzere bu âyeti celîleyi indirerek buyurdu:[21]
«Arkalarında bıraktıkları zayıf çocuklardan dolayı korkanlar, (vasiyyet edecekleri hususda da) korksunlar.»
Yani nasıl kendi mirasçılarının halini düşünüyorlarsa, böylece bunların da halini düşünsünler. Allah'tan korksunlar ve onlara doğruyu söylesinler.»
îbn Cerir, Eş Şeybânİ'den rivayet ediyor:
«Abdulmelik'in oğlu Mesleme zamanında biz Kostantiniyye'de (İstanbul'da) bulunuyorduk. Bizim içimizde Muhayriz İbn Deylemi ve Hani bin Kulşum'da bulunuyorlardı. Ahir zamanda olacakların müzakeresini yaptık. Bu hususta dinlediklerimden ötürü daraldım. Ve îbn Deyleme'ye:
«Ey Eba Bİşr, benim hiç bir çocuğumun doğmaması, beni sevindirir» dedim. O, mübarek eliyle omuzlarımın arasına vurdu ve:
«Ey kardeşimin oğlu, sakın bunu yapma. Çünkü çıkması Allah tarafından yazılan her nefis mutlaka kişinin sulbünden çıkacaktır. İster kişi istesin, ister istemesin.» dedikten sonra:
«Sana bir şey söyleyeyim mi? Eğer onu elde edersen Allah seni ondan (âhir zamanın fitnesinden) kurtarır. Sen kendinden sonra çocuk da bıraksan Allah o hususta onları da korur» dedi. Ben: «Evet bunu baıia söyle» deyince bu âyeti celîleyi okudu. (Yani bu âyetin dediğini yaparsan kurtulursun.)
Sahihayn'de sabit oldu. Allah'ın Resulü hasta yatan Sa'd bin Ebi Vakkas'ı ziyaret etti. Sâ'd:
«Ey Allah'ın Resulü, ben zenginim. Benim mirasçım olarak bir tek lazım vardır. Malımın üçte ikisini vasiyyet edeyim mi, (sadaka vereyim mi?)» diye sordu. Resulü Ekrem:
«Hayır» dedi. Sâ'd:
«O halde malımın yansını sadaka vereyim mi?»
Resulü Ekrem yine «Hayır» dedi. Sâ'd:
«O halde malımın üçte birini sadaka vereyim mi?» diye sordu. Resulü Ekrem:
«Üçte bir.. (Evet) üçte bir çoktur» buyurdular. Sonra:
«Sen mirasçılarını zengin bırakırsan onları fakir ve dilenir halde bırakmaktan daha hayırlı olur senin için» buyurdular.
Sahih'de îbn Abbas'tan gelmiştir;
«Eğer halk, malın üçte birini sadaka vermekten, malın dörtte birini vermeye intikal ederlerse, daha iyi olur. Çünkü Allah'ın Resulü «üçte bir.. (Evet) üçte bir çoktur» buyurmuştur.»
Fakihler, «ölünün mirasçıları zengin iseler ölünün malının üçte birini tamamen vasiyyet etmesi müstehabtır, eğer fakir iseler üçte birinden biraz daha azmi vasiyyet etsin» demişlerdir. [22]
(10) Şüphesiz ki, yetimlerin mallan m haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak (yiyerek) ateş doldururlar ve gelecekte alevli bir ateşe girerler...»
Bu âyet hakkında gelen eserler;
Yani yetimlerin mallarını sebebsiz olarak yedikleri zaman, ancak kıyamet gününde karınlarında alev alev yanan bir ateşi yemiş olurlar.
Sahihayn'de, Süleyman bin Bilâl'in Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir:
Allah'ın Resulü «Helak edici yedi şeyden sakınınız, (kaçınınız)» dedi. Denildi ki:
«Ey Allah'ın Resulü,
onlar nelerdir?» Buyurdular:
1- Allah'a şirk koşmak,
2- Sihirbazlık yapmak,
3- Allah'ın haram kıldığı bir nefsi haksız yerde öldürmek,
4- Riba yemek,
5- Yetimin malım yemek,
6- Hiçbir şeyden haberleri olmayan mü'min ve namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmaktır.»
İbn Ebi Hatim, Ebu Said el Hudri tarikıyla rivayet ediyor:
Biz:
«Ey Allah'ın Resulü, tsra'ya gittiğin gecede ne gördün?» diye sorduk. Buyurdular:
«Beni, Allah'ın mahlûklarından büyük bir gurubun yanına götürdüler. Hepsi erkeklerdi Her kişinin deve dudağı gibi dudağı vardı. Onların yanı başında bakıcıları vardı. Bu bakıcılar, onların çenelerini açarlar, ateşten bir kayalık getirip onların ağızlarına atarlardı. O ateş, dünürlerinden çıkıyordu. Onların horlamaları ve bağırmaları vardı. Ben:
«Ey Cebrail, bunlar kimlerdir?» diye sordum. Buyurdu: «Bunlar o, kimselerdir ki, zulmen yetimlerin mallarını yediler. Onlar ancak karınlarında ateşi yemiş olurlar ve alev alev yanan bir ateşi de boylayacaklardır» dedi.»
Es-Süddi: «Yetim malını yiyen bir kimse, kıyamet gününde ağandan, burnundan, kulaklarından ve gözlerinden alevler fışkırdığı halde haşrolunacaktır. Onu her gören «Bu yetim malını yiyen bir kimsedir» diye kendisini tanıyacaktır.»
İbn Merduveyh, İshak bin İbrahim tarikıyla Ebu Berze'den rivayet ediyor: Allah'ın Resulü buyurdu:
«Kıyamet gününde bir kavimağızlanndan ateş sıçradığı halde haşrolunacaktır.
Denildi ki:
«Ey Allah'ın Resulü, bunlar kimlerdir?»
Buyurdu:
«Bakmaz mısın, Cenab-ı Hak, «Yetimlerin malını zulmen yiyenler karınlarında ancak bir ateş yerler...» diye âyeti celîle indirmiştir.»
İbn Merduveyh, Ebu Hureyre tarikıyla rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü:
«İki zayıfın malından sakın. (Yani) kadın ile yetimin malından kaçın.»
Yani bu İki zayıfın mallarından kaçmayı size tavsiye ediyorum.
Ata bin Said tarikıyla Said bin Cübeyr, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Bu âyeti celîle, nazil olduğu zaman, yanında (himayesinde) yetim olanlar, yetimin yemeğini yemeğinden ayırdılar, içeceğini uzak tuttular. Yetimin yiyeceğinden, içeceğinden birşey artarsa onu ertesi güne bırakırdı. Yetim ya onu yer veya bozulur giderdi. Bu durum halka gayet ağır geldi. Gelip bu durumu Resûlüllah'a arzettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Senden yetimleri sorarlar. De ki: Onlar için ıslah daha hayırlıdır» âyeti celîlesini indirdi ve böylece yetimin vâsi ve velileri tekraren onların yiyecek ve içeceklerini, yiyecek ve içeceklerine kattılar. [23]
(11) Allah, evlâtlarınız hakkında erkeklerine iki dişinin payı kadar pay vermenizi tavsiye eder. Eğer kız çocuklarınız ikiden fazla ise, terekenin üçte ikisi onlarındır. Eğer bir tane ise, ona yansı düşer.»
Bu âyet hakkında gelen eserler:
Bu âyeti kerîme ve bu âyetten sonra gelen oniki numaralı âyeti kerîme ve sûrenin son âyeti feraiz ilminin temellerini teşkil ediyorlar. Feraiz ilmi bu üç âyetten alınmıştır. Bunların yanında feraiz hususunda gelen hadisler de rol oynamışlardır. Bu hadisler tıpkı bu âyetlerin tefsirleridir. Öyleyse bu âyetlerin tefsirleriyle ilgili olan hadisleri zikredelim. Meselelerin takririne, hilafın ve delillerin serdine, imamlar arasındaki hüccetlerin getirilmesine gelince, onların yeri ahkâm (yani fıkıh) kitablarıdır. Yardım edici Allah'tır. [24]
Feraiz ilmini öğrenmek hususunda, teşvik ve terğibler vardır. Bu özel feraizler yani buradaki farizeleri belirtmek feraiz ilminin en mühim meselelerindendir. Ebu Davud ve İbn Mace, Abdurrahman bin Zi-yad bin el-İfriki tarikıyla Abdullah bin Âmr'dan rivayet etmişlerdir:
İlim üç çeşittir. Bu
üçün dışında kalanlar fazladır:
1- Ya muhkem
bir âyettir.
2- Veya kaim
(âdil), bir sünnettir.
3- Veya âdil bir farizadır.»
Ebu Hureyre, Allattın Resûlü'nden rivayet ediyor: «Feraizi öğreniniz ve halka öğtetiniz. Çünkü feraiz ilmin yansıdır ve unutulur. Ümmetimden ilk kaldırılacak şey feraiz ilmidir.»
Hadisi İbn Mace zayıf bir senedle rivayet etmiştir. İbn Mes'ud ve Ebu Said'in hadisinden de rivayet edilmiş, fakat her ikisinde- de nazar vardır. [25]
İbn Uyeyne: «Feraize, ilmin yarısıdır» denilmesinin nedeni, şudur: Bütün insanların onunla müptelâ olduğu (yani bütün insanların başından geçtiği) içindir dedi.
Buhari bu âyeti tefsir ederken şunları söylüyor: «Bize İbrahim bin Musa, ona da Hişam, ona da İbn Cüreyc haber verdi ki; İbn ul Munkedir, Cabir bin Abdullah'tan, Resûlüllah'dan rivayet etti:
Ben hasta iken Resulü Ekrem beni ziyarete geldi. Ebu Bekir (R.A.) de beraberindeydi. Beni Selim kabilesi (Mahallesi) ne yürüyerek geldiler. Resulü Ekrem, beni, baygın olarak gördü. Bir su istedi, o sudan ab-dest aldı. Sonra o sudan benim yüzüme serpti. Bunun üzerine gözlerimi açtım. (Resûlüllah'ı görünce) dedim:
«Ey Allah'ın Resulü, malım hususunda ne yapmamı emrediyorsun?» Bunun üzerine bu âyeti celile indi.
Âyetin sebebi nüzulü hakkında Cabir'den gelen başka bir hadis: İmam Ahmed, Cabir tarikıyla rivayet ediyor ki, Rebi oğlu Sa'd'ın hanımı Allah'ın Resûlü'ne gelerek:
«(Kızlarım gösterdi) ve) Ey Allah'ın Resulü, bu ikisi, Sa'd'm kızlarıdır. Babalan Uhud gününde seninle beraber savaşırken şehid düştü. Amcaları mallarının tamamım aldı ve onlara hiç bir şey bırakmadı. Onların da mallan olmadıktan sonra kimse kendileriyle evlenmez»
dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber:
«Allah bu hususta hükmedecektir» buyurduktan sonra miras âyeti (yani bahis konusu olan âyet) nazil oldu. Cenab-ı Peygamber o kızların amcalarına haber gönderdi: Sa'd'ın iki kızına malın üçte ikisini, annelerine de sekizde birini vermesini emretti. «Geri kalan senin olsun» diye ilâve etti. Hadisi Ebu Dâvud, Tirmizi ve İbn Mace Abdullah b. Muhammed b. Akil tarikıyla rivayet etmiştir. Tirmizî; «Bu hadis ancak onun hadisinden bilinir» dedi. [26]
«Allah evlâdlarnuz hususunda size vasiyet eder.» Yani onlar hususunda âdil davranmanızı emreder. Çünkü cahiliyyet ehli kızları mahrum ederek bütün mirası erkek çocuklara veriyordu. Cenab-ı Hak mirasın esasında onların aralarında eşit muamele yapılmasını emretti. Fakat pay almakta iki sınıf ayırdı. Oğlana iki, kıza bir pay verdi. Yani iki kızın payını bir oğlana verdi. Bunun nedeni şudur: Erkek hanımının ve çocuklarının nafakasını vermek mecburiyetindedir. Malı korumak, ticaretteki zahmetlere katlanmak, çalışıp kazanmak ve bütün zahmetleri yüklenmek mecburiyetindedir. Böylece kadının iki mislinin ona verilmesi uygun düştü.
Bu âyetin tefsirinde Buhari:
«Bize Muhammed bin Yusuf Vernka'dan, o Ubey bin Nüceyh'ten o Ata'dan o İbn Abbas'tan rivayet etti:
Mal, erkek çocuğun idi. Vasiyyet anne ile babaya düşerdi. Cenabı Hak, bundan dilediğini nesih buyurdu. Erkek çocuğa, iki kız çocuğu kadar pay verdi. Anne ile babaya malın altıda birini (veya) üçte birini yerdi. Hanıma sekizde bir, veya dörtte bir, kocaya malın yansını veya dörtte birini verdi.»
El Üfi, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
«Allah evlâdlarınız hakkında erkeklerine iki dişinin payı kadar pay vermenizi tavsiye eder» âyetini tefsir ederken İbn Abbas şunları söy-ledi:
Allah'ın erkek çocuk ile kız çocuğa, ölünün annesine ve babasına farzettiği paylan belirten feraizler indiği zaman, halk (veya halkın bir kısmı) onu hoş karşılamadı ve dediler ki:
«Kadına dörtte bir veya sekizde bir veriliyor. Ölünün kızına malın yansı veriliyor. Küçücük oğlan çocuğa veriliyor. Halbuki bunlardan biç birisi düşmanla savaşamaz, hiç birisi ganimeti koruyamaz. Bu hükümden sükût ediniz. Umulur ki Peygamber bunu unutur. Veya biz Peygambere deriz, Peygamber bunu değiştirir.» (Bu kanaat eahiliyyetj ten yeni İslama girmiş kimselerin fikriydi. Aksi takdirde hükümleri değiştirmek Peygamberin elinde değildir). Bunun üzerine:
«Ey Allah'ın Resulü, sen kız çocuğuna, terekenin yarısını veriyorsun. Halbuki kız çocuğu ata binemez, düşman ile savaşamaz. Erkek çocuğa da miras' verilir, çocuk hiç bir şey yapamaz. Kavm, bu işi, cahi-liyyette yapıyorlardı. Mirastan, ancak düşman ile savaşan kimseye ve (baliğ) yaşlı olana verirlerdi.» dediler. (Bundan sonra âyet indi.) Hadisi îbn Ebi Hatim, ve İbn Cerir rivayet etmiştir.
(11) Eğer kız çocuklarınız ikiden fazla ise terekenin üçte ikisi onlarındır...»
Âyeti celîle hakkında bazı kimseler! «Bu âyetteki «fevka» kelimesi, tıpkı «onların boyunlarını vurunuz» (Enfal: 12) âyetindeki «fevka» kelimesi gibi fazladır» dediler. Fakat ne burada ne de öbür âyçti celîlede fevka kelimesinin fazla olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü Kur'an'da faidesiz ve fazla olan bir şey yoktur. Ve böyle bir şeyin olması da mümtenidir.
Bir de Cenab-ı Hakkın «onlar için terekenin üçte ikisi vardır» tabiri, fevka'nın fazla olmadığına delâlet eder. Eğer bu bazılarının söyledikleri doğru olsaydı «Onların ikisi için terekenin üçte ikisi olacaktır» tâbiri kullanılacaktı. Fakat iKi kıza terekenin üçte İkisinin verilmesi, ancak sûrenin en son âyetinde iki kızkardeş için verilen hükümden istifade ediliyor. Çünkü Cenab-ı Hak, o âyette, «iki kızkardeş için terekenin üçte ikisi»ne hükmetmiştir. Madem ki, iki kızkardeş terekenin üçte ikisini alırlar, ölünün öz iki kızı terekenin üçte ikisini almaya daha uygun ve daha elverişlidir.
Bir de, Cabir den rivayet ettiğimiz hadiste geldi ki, Resulü Ekrem, Rebi oğlu Sa'd'ın iki kızma terekenin üçte ikisiyle hükmetmiştir. Böylece Kitab ve Sünnet, «iki kıza terekenin üçte ikisi düşen} hükmünü tesbit ettiler. Bir de Cenab-ı Hak, «Bir tek kız ise terekesinin yansı ona aittir» buyuruyor. Eğer iki kıza da terekenin yarısı düşseydi, Ce-nab-i Hak, onu nassen ve kesin bir şekilde ifade edecekti. Madem ki, bir tek kıza, tek olmasına rağmen malın yansıyla hükmetti, bu, delâlet etti ki iki kız üçün hükmündedirler. [27]
(11) Ölenin ana ve babalarından her birine, eğer (ölünün öz) çocuğu varsa, terekenin altıda biri vardır...»
Bu âyet hakkında gelen yorumlar:
Anne île babanın miras hususunda birçok durumları vardır:
a) îkisi ölünün çocuklarıyla beraber bulunurlar. Bu takdirde onlara altıda bir pay verilir. Eğer ölenin çocukları bir kızdan fazla yok ise, o kıza terekenin yarısı verilir, anneye ve babaya altıda bir verilir. Geri kalan kısmı da, baba, asebelik yoluyla almış olur. Böylece babaya bu durumda hem pay, hem de asebelik yoluyla terekenin kalanı verilir.
b) Anne ve baba yalnız mirasa sahib olurlar. Bu takdirde malın üçte birisi anneye, gerisi de katıksız asebe yoluyla babaya kalmış olur. Böylece baba, anneye düşen payın iki mislini almış oluyor. Yani malın üçte ikisini baba, üçte birini anne almış oluyor. Eğer anne ile baba beraberinde ölenin kocası veya hanımı var ise, koca malın yansını, hanım da malın dörtte birini alıyor ise, bu hususta, anne neyi alacaktır? Alimler üç görüş belirtmişlerdir:
1) Anne geri kalan malın üçte birini alacaktır. Çünkü ereri kalan sanki mirasın tamamıdır, anneye ve babaya nisbeten, Cenab-ı Hak babaya verilenin yarısını anneye vermiştir. Böylece geri kalanın üçte birisini alır, baba da geri kalanın üçte ikisini alır. Bu görüş, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın görüşüdür ve Hz, Ali'den (K.V.) gelen iki rivayetin en sıhhatlisidir. İbn Mes'ud ve Zeyd bin Sabit de böyle demişlerdir. Bu görüş, yedi fâkıh, dört imam ve cumhur ulemanın da görüşüdür.
2) Anne malın bütününün üçte birisini alır. Çünkü Cenab-ı Hak «Eğer ölenin çocuğu yok ise, annesi ve babası ona mirasçı olurlarsa, anneye üçte bir düşer» buyurmuştur. Bu âyetin getirdiği hüküm anne ile beraber ölenin kocası veya hanımı olur veya olmaz, hükmünden daha geneldir. Bu görüş, İbn Abbas'm görüşüdür. Hz. Ali'den, Muaz bin Ce-bel'den de benzeri rivayet edilmiştir. Bu görüşe, Şureyh ve Davudi Zahiri de kail olmuşlardır. Ebu Hüseyin Muhammed bin Abdullah bin Li-ban el Basri de (El-İcaz bi İlmil-Feraiz) adlı kitabında da bu görüşü seçmiştir. Fakat burada nazar vardır. Zira bu görüş zayıftır. Çünkü âyetin zahiri, eğer terekenin tamamını elde ederse öyledir. Fakat burada koca veya hanım payını alır, gerisi kalır. Sanki o geri kalan terekenin tamamıdır. Anne ancak o gerinin üçte birini alır.
3) Annesi ve hanımı kalmış ise, (yani Ölen koca ise) anne malın tamamının üçte birisini alır. Çünkü hanım malın dörtte birini alır. Bu, on ikide üçtür. Anne sülüsü alır. Bu da on ikinin dördüdür. Böylece beş de babaya kalmış olur. Hanım ölmüş kocası kalmış ise, anne kocanın payından sonra kalan terekenin üçte birisini alır. Ta ki babadan daha fazla almamış olsun. Eğer bütün malın üçte birisini almış olursa, mesele, altıdan gelmiş olur. O vakit kocaya yansı olur, anneye de geri kalanın üçte biri olur ki bu bir paydır. Babaya da geri kalan iki pay olur. Bu görüş, İbn Sirin'den hikâye olunmaktadır. Bu görüş, daha önce geçmiş iki görüşün birleşmesinden meydana gelir. Bu da zayıftır. Sıhhatli birinci görüştür. Allah daha iyisini bilir.[28]
Anne ve babanın durumlarından üçüncü durum, anne ile baba ölünün kardeşleriyle bir arada kalırlar. İsterse bu kardeşler anne ve baba bir olsun, isterse baba bir olsun, isterse anne bir olsun, onlar, baba olduğu zaman hiçbir şeye mirasçı olamazlar. Fakat bununla, beraber anneyi üçte birden -hacib edip (düşürüp) altıda bire götürürler. Böylece ölünün kardeşleriyle beraber anneye altıda bir takdir edilir. Eğer anne ve babadan başka ölenin mirasçıları yok ise, baba geri kalan kısmı da asaba olarak alır. Cumhurun katında iki kardeşin hükmü bu meselede birkaç kardeşin hükmü gibidir. Beyhâki, İbn Abbas'ın mevlası sü'be tarikıyla İbn Abbas'tan rivayet ediyor: İbn Abbas, Hz. Osman'ın huzuruna varıp sordu:
— İki kardeş anneyi sülüsten (üçte birden) reddedemezler. Çünkü Cenab-ı Hak «Eğer kardeşleri olursa» buyuruyor. İki kardeş ise, senin kavminin lisanıyla, (yani Kureyş lisanıyla) kardeşler değildir. İkidirler yani çoğul değildirler. Hz. Osman:
«Benim, benden öncekini bozmaya gücüm yetmiyor. Bu, hüküm memleketlerde geçmiş, halk onunla mirası elde etmiş. Onu bozmaya gücüm yetmiyor.» dedi.
Fakat bu eserin sıhhatında nazar vardır. Çünkü bu eseri rivayet eden Şü'be hakkında Malik bin Enes konuşmuştur. Eğer bu, îbn Abbas'tan sıhhatli olarak gelmiş olsaydı, ancak İbn Abbas'ın özel talebeleri buna muttali olurlardı. Oysa onlardan bunun tam hilafı nakledilmektedir.
Abdurrahman bin Ebi Zerinad, Harice bin Zeyd tarikıyla babası Zeyd'den rivayet ediyor:
İki kardeşe de «kardeşler» denilir. Ben bu mesele için müstakil bir cüz, (yani küçük bir kitab) telif ettim.»
İbn Ebi Hatun; «Bize Ubeyy, ona Abdulaziz bin Muğire, Katade yoluyla benzerini rivayet etmiştir» dedi.
(11) Eğer ölünün kardeşleri olursa onun annesine altıda bir verilir...»
Bu âyet hakkında gelen eserler:
Kardeşler, anneye bu meselede zarar verirler. Yani onu üçte birden altıda bire götürürler, fakat mirasçı olmazlar. Ölünün bir tek kardeşi anneyi üçte biri almaktan mahrum edip altıda biri almaya götürmez. Ancak birden fazla olan anneyi hacb eder. İlim ehli şu görüştedirler: Kardeşler ancak annelerini üçte biri almaktan altıda biri al-maya götürürler. Babalan ise onları evlendirmekte velileridir. Babanın nafakası onların boynundadır, annenin değil. Ehli ilmin bu görüşü güzel bir görüştür. Fakat îbn Abbas'tan sahih bir senedle rivayet edilmiştir ki, İbn Abbas, şu görüşteydi: Kardeşlerin annelerinden ha-cib etmiş oldukları altıda bir onların olur. İbn Abbas'ın bu görüşü, şazz bir görüştür. îbn Cerir, tefsirinde rivayet ederek dedi:
«Bize Hasan bin Yahya, ona Abdurrezak, ona Ma'mer, ona Tavus, Tavus'a da babası, ona da İbn Abbas söylemiştir: «Kardeşlerin, annelerinden hacbetmiş oldukları altıda bir, onlarındır. Onlar o altıda biri elde etmek için, yani babalarına değil de kendilerine olmak için anneyi hacbetmişlerdir.» Bunları söyledikten sonra tbn Cerir şöyle devam ediyor:
«Bu görüş, bütün ümmetin görüşüne muhalif olan bir görüştür.» [29]
(11) Bu taksimat, ölünün yaptığı vasiyetten ve öz borcunun ödenmesinden sonradır...»
Bu âyet hakkında gelen yorumlar:
Selef ve halefin âlimleri icma etmişlerdir ki ölünün boynundaki borç, vasiyetinden önce ödenir. İnsan derin bir şekilde âyetin tetkikine girişirse, âyeti kerîmenin hulasasından bunun anlaşıldığını görür.
İmam Ahmed, Tirmizi, İbn Mace ve tefsir sahihleri, İbn İshak'ın Harise bin Abdullah el Aver'den, Ali bin Ebi Talib'ten rivayet etti:
«Sİz bu âyeti okuyorsunuz. Halbuki Resulü Ekrem, vasiyetten önce borcun verilmesine hükmetti. Ana ve baba bir olan kardeşler, baba bir olan kardeşlerle bir araya gelirlerse ana ve baba bir olanlar birbirlerinden miras alırlar. Baba bir olanı düşündürür. Kişi, ana ve baba bir olan kardeşin mirasçısı olur. Ama baba bir olan kardeşin mirasçısı olmaz.»
Bunları söyledikten sonra, Tirmizi:
«Biz ancak bunu, El Haris hadîsinden biliyoruz» diyor. El Harise hakkında ilim ehlinden bazı kimseler konuşmuştur. Ben (İbn Kesir)derim ki Harise, feraiz ilminin hafızıdır. Feraize ve hesaba ihtimam gösterirdi. [30]
(11) Babalarınızdan ve evlâtlarınızdan hangisinin size faide bakımından daha yakın olduğunu bilmezsiniz...»
Bu âyet hakkında gelen eserler:
Yani Cenab-ı Hak şunu söylüyor: Babalara ve evlâtlara pay biçtik, mirasın esasında hepsini eşit kıldık. Cahiliyet dönemindeki durumun hilâfına olduğu gibi, îslâmın başlangıcındaki durumun da hilâfına oldu. Çünkü İslâmın başlangıcında da mal, sadece erkek çocuk için idi. Anne ile babaya da vasiyet yapılırdı. Nitekim bu durum, daha Önce İbn Abbas'tan nakledildi. Evet, Cenab-ı Hak, bunu nashedip evlâtlara ve anne ile babalara her birisinin durumuna göre paylan taksim etti. Çünkü insana bazen dünyevi veya uhrevi menfaat bazen ikisi birden babasından gelir. Evlâdından gelmez. Bazen aksine olur. Bunun için Cenab-ı Hak «Babalarınızdan ve evlâdlannızdan, hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz» buyurdu. Yani faide iki taraftan da umulur ve onun için hem babalara, hem de evlâtlara pay koyarak mirasın esasında ikisini de eşit yaptık. Allah daha iyisini bilir.
(11) Bu taksim biçimi Allah'tan farz kılınmıştır...»
Bu âyet (cümle) hakkında gelen eser:
Yani mirasın taksimatı hakkında zikrettiğimiz ve vârislerin bazılarına diğerinden daha fazla verdiğimiz Cenab-ı Haktan gelen bir hükümdür. Allah (C.C.) onunla hükmetmiştir. «Allah, âlimdir, hâkimdir.» Bilir her şeyi nereye koyacağını ve herkesin müstahak olduğunu [31]
Değerli okuyucularımızın malumu olsun ki, Kur'an'ın başından beri tefsiri «Bid-Diraye»den ayrı olarak ve (Rivayet Tefsiri) başlığı altındaki eserlere dayanarak verdiğimiz tefsir, bundan böyle bdiğer tefsir kısmıyla karışık olarak verilecektir. Umarız ki, şimdiye, kadar verdiklerimiz, örnek olaraK kâfi gelecektir. Bİd-Dirâye ve Bir-Rivâye tefsir kısımları hakkında bir malûmat edinme yönünden de siz değerli okuyuculara yeterli olacaktır. Bundan böyle Allah izin verirse iki kısmı birbirine katarak ve destek yaparak aktarmaya çalışacağız. Çabalama bizden tevfîk Allah'dandır. Ey Yaradanımız! Bizi hakka, sevaba ve doğruya hidâyet et. Kalemimizin tuğyanlanyla bizi muahaze etme. Kusurlarımızı bağışla. Âmin. [32]
(12) Vasiyetleri yerine getirildikten ve borçlan ifâ edildikten sonra, eğer çocukları da yoksa, hanımlarınızın bıraktığı malın yansı, eğer çocukları varsa, dörtte biri sizindir. Vasiyetleriniz ve borcunuzun ifâ edilmesinden sonra eğer çocuğunuz da yoksa bıraktığınız malın dörtte biri, eğer çocuğunuz varsa sekizde biri eşinizindir.
Babası, annesi ve evlâdı olmadığı halde vefat eden bir erkek veya kadının erkek veya kız kardeşi varsa, vasiyeti ve borcu çıktıktan sonra onların her birine terekenin altıda biri düşer. Eğer kardeşler birden fazla iseler, hepsi (vasiyeti ve borcu çıktıktan sonra) terekenin üçde bîrinde ortakdırlar. Fakat ölü (vasiyeti veya borç göstermesiyle vârislerine) zarar vermemelidir. Böyle yapmaması AI lalı dan bir tavsiyedir. Allah (vasiyetiyle başkasına zarar vermek istiyeni ve istem iyeni) bitendir ve (acelece cezayı tatbik etnıiyen) Halimdir.
(13) İşte bunlar (yetimler, vasiyet ve miraslar hakkında bahsi geçen ahkâm) Allah'ın hududJandır. (Onları geçmek caiz değildir). Kim ki, Allah'a ve O'nun Rasûlüne itat ederse, Allah o kimseyi (ağaçlarının) altından nehirler akan cennetlere yerleştirir. O cennetlerde ebedî kalıcıdırlar. Bu, büyük zaferin tâ kendisidir.
(14 Kim ki, Allah'a ve O'nun Rasûlüne isyan eder, Allah'ın hu-dudlanm geçerse, Allah, onu ebedi kalmak üzere cehenneme sokar ve onun için alçaltıcı bir azab mevcuddur. [33]
(12) Eğer ölen kadının vârisi olabilecek oğlu veya torunları veyahut torunların çocukları varsa ister erkek, ister kadın olsun, ister hayatta kalan kocasından olsun, ister başka kocadan olsun, nekadar aşağı inerse insin o kadının terekesinin dörtte biri kocasına düşer. Ne-sebde olduğu gibi evlenmekte de erkeğin payı kadın payının iki mislidir. Yakınlık ve yönleri aynı olan her kadın ve erkek böyledir.
Kelâle» meselesinde bahsi geçen erkek ve kız kardeşten maksat, ana bir olanlardır. Bunlardan maksadın böyle olduğunu, ÜbeyyMn ve Mâlik oğlu S a'd'in «Anneden bir erkek veya kızkardeşi yarsa...» şeklindeki kıraatlan da takviye eder. Bir de sûrenin sonunda «İki kız kardeşse, malin üçte ikisini alırlar!..» denilmiştir ve anne ile baba bir olan kızkardeşlerin payı başka gösterilmiştir.
Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Ali (Radiyallahu Anhüm) «Kişi evlâtsız ve pederi hayatta yokken vefat ederse, onun vârislerine «kelâle» denir.» dediler.
Yahya bin Adem, Şerik Züheyr ve Ebul-Ahvaz'dan o, Ebi-lshak'-& tan, o da Süleyman bin Abİd'den rivayet etti: «Benim bütün gördüğüm şudur ki, selef, kelâle o kimsedir ki, öldüğünde ne öz evlâdı vardır hayatta ne de pederi.» Zira baba ile evlât kişinin iki tarafıdır. Onlar gitti mi soyu onun başında taç olur. Akrabalara Kelâle demenin sebebi şu olsa gerek: Onlar ölüyü her taraftan kapsamışlar. Fakat ne ölü onlardandır ne de onlar ölüdendir.
«Kelâle)) kelimesi «El-Kelâl» kökünden gelmiştir. Manâsı yorgunluktur. Sanki bu mirasçılar uzaktan gelmiş yorulmuştur. Nitekim şair el-A'şa kelâle kelimesini bu mânâda kullanarak demiştir ki:
«Yemin ettim ki; o devenin ne yorgunluğuna ne de yara ve be- relerine merhamet etmiyeceğim. Tâ ki, Muhammed'e yetişeyim.»
Kelâle, Kur'an'ın iki âyetinde zikredilmiştir. Biri bu âyettir. Diğeri sûrenin sonunda bulunan âyettir. Buradaki kardeşlerden maksat, anne bir kardeşler olduğunda Cumhurun ittifakı vardır. Sûrenin so- nunda bahsedilen kardeşler ise. ya anne ve baba bir veya baba bir kardeşlerdir. Zira Rabbimiz: «Eğer kadın ve erkek olmak üzere kardeşler iseler erkeğe iki kadın payı kadar pay verilir.» buyurmuştur.
Mirasçılar anneden
ötürü vâris olmuşlarsa, erkek ve kadın eşit alırlar. Zira Rabbimiz: «Eğer ondan
fazla iseler terekenin üçte birinde ortakdırlar!» buyurdu.
Feraİz ilminin hiç bir
meselesinde erkek ve kadın eşit olmamışlardır. Ancak anne bir kardeşlerin
mirasında eşit pay almışlardır. Binaenaleyh bir kadın öldüğünde kocası, annesi
ve anne bir kardeşi varsa, terekenin yarısı kocasının, üçte biri annenin,
altıda biri de anne bir kardeşinindir. Eğer anne bir İki kız veya erkek kardeşi
hayatta kalırsa, bu takdirde kocasına yarısı, annesine altıda biri, İki kız
veya erkek kardeşe ise terekenin üçte biri ortak olarak verilir. Böylece
paylar bütün terekeyi kapsar. Bütün Ashab bu görüştedir. Bu meselede anneyi
erkek veya kızkardeşle terekenin üçte birini almaktan altıda birini almaya
geriletmişlerdir.
Eğer ölen kadının kocası, anne bir kardeşleri ve anne ile baba bir kardeşi mirasçı olarak kalırlarsa, terekenin yansı kocanın olur. Anne bir kardeşlerine üçte bir düşer. Geriye kalan da anne ve baba bir kardeşe verilir. Böylece belli bir payı olan payını alır, geri kalan da asabe-ye verilir.
Eğer ölen kadın kocası, annesi, anne bir kardeşleri, anne ve baba bir kardeşi ve kızkardeşi ve baba bir erkek ve kızkardeşlerini geride mirasçı olarak bırakırsa, bu takdirde tereke şöyle paylaşılır.
«Anne bir kardeşlere terekenin üçte biri, kocaya yarısı, anneye altıda biri düşer. Anne ve baba bir erkek kardeş ile kız kardeşi, baba bir erkek ve kızkardeşi terekeden mahrum kalırlar.»
Feraiz ilminde, bu mesele «el-himariyye» ve «el-müştere-ke» diye adlandırılır. Sebebi şudur: Anne ve baba bir olan kardeş demiştir ki: «Öyle sanın ki, babamız Ur eşşekti. Acaba annemiz bir de-ğilmi ki, anne bir kardeşime pay veriyor da bana bir şey vermiyorsunuz?» Böylece onlar terekenin üçte birinde ortak oldular. Bu sebepten de ortak mânasına gelen «el-müştereke» adını aldı.
Bu İçtihad, Hz. Ömer, Hz. Osman, İbnu-Mes'ud, tabiinden Mesruk ve Şurayh'ın içtihadıdır. İmamı Mâlik, İmamı Şafii ve İshak da böyle demişlerdir.
Cahiliyyet döneminde veraset, kuvvet ve erkeklikle olurdu. Ce-nab-ı Hak bu kaideyi kaldırarak: «Erkekler için bir pay var. Kadınlar için de bir pay var.» buyurdu.
Cahiliyet ve İslâmın
başlangıcında veraset yeminleşmekle de sabit olurdu. Bundan sonra Hicret
etmekle veraset sabit oldu. Nitekim, «îman edip hicret etmiyenler gelince, hicret
etmedikçe, hiç bir yönden velayetleri size aid değildir!» buyurulmuştur.
(14) «Kim ki, Allah'a ve Onun Rasûlüne isyan edip Allah'ın hududla-nnı aşarsa, Allah onu ebedî kalmak üzere bir ateşe sokar.»
Eğer «lsyan»dan küfür kasdedilirse, ateşte ebedî kalmak tâbiri yerinde olur. Eğer isyan'dan büyük günâhlar kasdedilirse, o zaman hülûd (Ebedî kalış) tâbirinden uzun zaman kasdedümiş olur. [34]
(15) Kadınlarınızdan fahişeyi (zinayı) yapanların aleyhinde aranızdan dört, şahit tutunuz. Eğer onlar, (zina ettiklerine dair) şa-hidlik ederlerse, o kadınları ölüm silip götürünceye kadar veya Allah onlara bir yol kıhncaya kadar onları evlerde tutunuz (hapsediniz.)
(16) Sizden zina yapan iki şahsa da eziyet edip döğün. Eğer ikisi tevbe eder islâh olurlarsa, onlara eziyet etmekten vazgeçiniz. Şübhesiz ki, Allah tevbeleri fazlasiyle kabul edicidir ve esirgeyicidir.
(17) Allah'ça kabul edilen tevbe, ancak bilmiyerek kötülük işli-yenler ve az zaman sonra dönüş yapanlar içindir. İşte onlar var ya; Allah onların tövbelerini kabul ediyor. Allah bilici ve hikmet sahibidir.
(18) O kimseler ki, kötülükler işlerler. Ne zaman ki, onlardan birisine ölüm gelip çatarsa, (o zaman şöyle) der: «Ben şu anda tevbe ettim.» Onların tevbesi yoktur. (Tevbeleri makbul değildir.) Kâfir oldukları halde ölenler İçin de tevbe yoktur. İşte onlar var yâ; onlara elem verici bir azap hazırla mı sızdır.
(19) Ey îman edenler! Kadınlara zoraki bir tarzda vâris olmanız sizin için helâl değildir. Kadınlardan açık bir fahişelik (zina) görülmedikçe, mehir olarak verdiğinizin bir kısmını almak için onlan sıkıştırmanız (ye mal karşılığında boşamak istemeniz) helâl değildir. Onlarla hoş geçininiz. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (sabır ve tahammül gösteriniz.) Olabilir ki, siz bir şeyi hoş görmezsiniz, fakat Allah o şeyde bir çok hayır takdir kılar. [35]
(15) islâmın başlangıcında zina edenler ölünceye kadar veya haklarında bir vahiy gelinceye kadar hapsedilirlerdi. Bilâhare Hadîsi şerifle bu tür cezalandırma kalktı. Evlilere recîm (taşlama) ve bekârlara kırbaç vurma cezası getirildi.
«fahiş» tâbiri bu âyette zina etmek demektir. «Sizin kadınlarınızdan» tâbiri, İslâm manâsını taşıyan bir îzafe'dir, îmanlı kadınların halini beyan eder. Zira kâfire bir kadın bâzan Müslümanın soyundan olmak hasebiyle kadınlarından olur. Fakat ona bu hüküm uygulanmaz.
Zinanın şahidi dört olacaktır. Hepsi Müslümanlardan olacak. Tâ ki, ulu orta herkes ortaya çıkıp «Filân adam zina etti.» demesin. Şa-hidlerin dört oluşu meselesi, Kur'an'da olduğu gibi Tevrat ve İncil'de de vardır. Ebu-Davud, Cabir b. Abdullah'dan rivayet etti: «Yahudiler Rasûlüllah'a bir erkek ile bir kadın getirip zina ettiklerini ve cezalandırılmalarını istediler. Rasûlüllah, «Bana en âlim kişilerinizden iki tane getiriniz!» dedi. Yahudiler «Sûrıyamnın iki oğlunu Hz. Peygamberin yanına getirdiler. Rasûlüllah, onlara yemin verdirerek, «Bu iki kişinin durumları hakkında Tevrat'ta ne vardır?» diye sorunca, dediler ki, «Tevrat'ta gördüğümüze göre dört kişi şahidlik edecek ve diyecekler ki, «Biz milini sürnıedanlıkta gördüğümüz gibi, bu adamın tenasül uzvunu berikinin uzvunun içinde gördük!» İşte o zaman ikisi de Recim edilir.» Rasûlüllah, «O halde ikiniz neden onları recim etmiyorsunuz?» diye sorduğunda şöyle cevap verdiler: «Bizim kuvvet ve kudretimiz gitmiştir. Bunun için de öldürmeyi hoş karşılamıyoruz.»
Rasûlüllah şahidleri çağırdı. «Evet, kılrcın kınında olduğu gibi, bunun uzvunu kadının uzvunda gördük!» dediler. Peygamber de onlara recim tatbik ettirdi.
Zina şahitlerinin erkek olması şarttır. Adil olmaları gerektir. Zım-mî olmaları da şahitliklerini kaldırır.
tslâmın başlangıcındaki hapis cezası, bu âyeti takip eden âyetteki «eziyet ediniz!» cezasıyle neshedildi. Sonra eziyet cezası da Nur süresindeki âyetle kalktı. Bir de daha önce dediğimiz gibi, dullara tatbik edilen recim cezasiyle kalktı.
Evlerdeki hapis etme kaidesi İslâmın başında idi. Caniler çoğalınca hapishane ihdas edildi.[36]
(16) Übbade bin Samit'den gelen Hadîsde: «Benden Öğreniniz. Benden alınız. Allah o zina eden kadınların daimi hapisten kurtulmaları için bir yol gösterdi Şöyle İd, bakire bakire ile zina ederse, yüz kırbaç vurulur. Bir yıl sürgün edilir. Dulun (yani evlenenin) dul ile zinası yüz kırbaç vurulmak ve recim etmektir.» buyurmuştur. Böylece hapis ve eziyet cezalan bu ceza gelinceye kadardılar. Ondan sonra bu, tatbik edildi. Öyle ise, bu olay nesih değildir. Zira nesih ancak bir arada toplanması mümkün olmayan hükümler arasında olur. Oysa hapis, tazîr (eziyet), kırbaçlama ve recim bir arada olabilir. Fakat alimlerin en son vardıkları kanaat şudur ki, hapis kesinlikle kalkmıştır. Öbürleri recimle beraber vardırlar. (Bak: Kurtûbî tefsiri cilt 5/85).
Kattade ve Essûdî: «Eziyetin mânası, kınamak ve ayıpsamaktır!» dediler. Başka bir gurup «Küfretmek ve ayıpsamaksmn sıkıştırmaktır.» dedi. İbni-Abbas: «Dille aleyhinde konuşmak ve papuçlarla vurmaktır.» dedi.
Mücahid, «Hapis etmek ve eziyet vermek hükmünü getiren âyetler Nur süresindeki âyetle neshedilmiştir.» dedi.
Mücahid ve başka tefsirciler, «Kadınlarınızdan zina edenlere karşı içinizden dört şahit getirin...» Âyeti ister evli olsun, ister olmasın bütün kadınlar hakkında nazil olmuştur demişlerdir.
«Sizden zina edenlerin her ikisine de eziyet ediniz...» Âyeti ise, sadece erkekler hakkında nazil olmuştur. Tesnİye (iki) tâbiri evli olan erkekleri kapsadığı gibi, bekâr olan erkekleri de kapsar. O halde hapis, kadınların, eziyet ise, erkeklerin cezasıdır. Kur*an'ın lâfzı bunun böyle olmasını ister. Nass böylece bütün zinacılan kapsar. Birinci âyetteki, «Kadınlarınızdan...» ikincisinde «Sizden» tâbirleri de bu tefsiri lâfız bakımından takviye eder.
Müfessirlerden «en-nühhas» da bu tür tefsiri seçip İbni-AbbasJ-dan rivayet etmiştir. Es-Südî, Kattade ve diğer müfessirler «Birinci âyet sadece evli kadınlar hakkındadır. Mânâ bakımından evli erkekler de bu hükme girerler. İkinci âyet ise, bakire kadın ve erkekler hakkındadır» demişlerdir. Taberî bu ikinci tefsiri tercih etmiştir. Ebu-Nühhas da «Erkeği kadın hükmüne dahil edip kadın hakkında kullanan tâbirlerle ifade etmek uzak bir ihtimaldir. Hakiki mânânın kasde-dilmesi ortada iken, mecazî mânâya gitmek doğru değildir» demiştir.
Yukanda bahsi geçen ve Übbade bin Samit'în rivayet ettiği Hadîs hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Hz. Ali (R.A.) Hemedanlı «Şür-rah» adlı kadına önce yüz kırbaç vurdurmuş, sonra recmetmiştir. «Allah'ın Kitabiyle kırbaç, Peygamberin Sünnetiyle de recmettim!» demiştir.
Hasan-ı Basrî, Hasan bin Salih ve İshak Hz. Ali'nin tatbikatını savunmuşlardır.
Bir cemaat ta: «Evliye recm tatbik edilir, fakat kırbaç değil.» demiştir.
Bu görüş, Hz. Ömer'den rivayet edildi. Zührî, Nahaî, Mâlik, Sevrî, Evzaî, Şafîi, Rey ekolü (Kûfe'liler), Ahmed ve Ebu-Savr de bu görüşü desteklediler. Delilleri şudur: «Resûlüllah (S.A.V.) Maiz ile El-Gamidi-ye kabilesinden bulutlan kadım kırbaçlamadan recmetti.» Bir de Üneys'e: «Şu adamın hanımına var. Eğer zina ettiğini kabul edip itiraf da bulunursa onu recmet!» dedi. Kırbaçlamadan ise bahsetmedi. Eğer ille tatbiki gerekli olsaydı susmazdı. Emrederdi.
Daha önceki gurub, «Bu kırbaçlama hükmü Allah'ın Kitabiyle sabit olduğu için meşhurdur, bahsedilmeye ihtiyaç yoktur. Onun için sükût etti.» diye bu görüşe cevap vermişlerdir.
îkinci cevabîarı şöyle oldu: «Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüzer kırbaç vurunuz!» Âyeti bütün zinacılan kapsar, ve Hz. Ali'nin yapığı da bunun böyle olduğunu açıklar. Hz. Ali, tatbikatı, kendisinden önceki Hülefâ-i Raşidîn'den almıştır. Bunu böyle tatbik ederken de hiç karşı çıkan olmadı. Fakat kendisine «Mensuhla amel edip nâsihi terk ettin.» denildi. Bu ise apaçıktır.
Bakireye kırbaç tatbik edilmekle beraber sürgün de uygulanır. Hülefâ-i Raşidîn İbni-Ömer, Ata, Tavus, Süfyan, Malik, Îbnu-Ebi Leylâ, Şafii, Ahmed, İshak ve Ebu-Savr bu görüşteler.
Ebu-Hanife, Hammad bin Ebi-Süleyman, Muhammed bin Hasan: «Sürgün terkedildi.» dediler.
Cumhurun delili Hz. Übbade'nin bahsi geçen Hadîsi ile Ebu-Hü-reyre'nin ve Zeyd bin Halid'in Hadîsleridir. O Hadîsde; Resûlüllah, «Allah'a yemin ederim ki, aranızda Allah'ın Kitabıyla hükmedeceğim. Senin koyunların ve cariyen senindir!» dedikten sonra koyun sahibinin zina eden oğluna yüz kırbaç vurdu ve bir yıl sürgün etti. Hadîs imamları böyle rivayet ettiler.
Sürgünün kaldırıldığını savunanlar, Ebu-Hüreyre'nin «Cariyeye kırbaç vurdu!» deyip sürgünden bahsetmiyen Hadîsi ile delil getirdiler.
Abdurrazzak, Ma'mer'den o da Zührî'den o da Said bin Müseyyib'-ten «Hz. Ömer, Rabi bin Ebi-Ümeyye bin Halefi içkiden ötürü Hay-ber*e sürgün etti. O da heraklîyus'un yanına kaçıp sığındı ve din değiştirerek Hıristiyan oldu. Bu hâdiseden müteessir olan Hz. Ömer yemin ederek: «Bundan böyle hiç bir Müslümanı sürgün etmem!» dedi. O halde eğer sürgün etme Allah'ın hükmü olsaydı Ömer (R.A.) kaldıramazdı. Bütün bunlardan sonra Kur'an'daki Nass ancak kırbaçlamaktır. Nassdan fazla olan Nesihdir. Böylece «Hadîs-i Vahid» ile kesin hükmün kaldırılması lâzım gelir!
îkinci guruba şu cevab verilmiştir: Ebu-Hüreyre'nin Hadîsi hür kadınlar hakkında değil, cariyeler hakkındadır. Zira İbni-Ömer'in zina eden cariyesini kırbaçlayıp sürdüğü sabittir.
Hz. Ömer'in «Bundan böyle hiç bir Müslümanı sürgün etmem!» sözü ise, içki hususundadır. Zira Nafi İbni Ömer'den rivayet etti ki: «Resûlüllah hem kırbaç vurdu, hem de sürdü. Ebu-Bekir, vurdu ve sürdü. Ömer, vurdu ve sürdü.»
(Tirmizî «El-Camiî» adlı eserinde rivayet etti. En-Nesâî Sünen'in-de Ebu-Küreyb Muhammed bin El-Ala El-Hemedanî'den o da Abdullah bin İdris'ten, o da Übeydullah bin Ömer'den o da Nafî'den rivayet etti.)
Hülâsa sürgün meselesi Rasûlüllah'dan kesinlikle sabit olduğu için, artık hiç kimsenin bu konuda konuşma yetkisi yoktur. Sünnet kime ters düşerse onu susturur.
Burada bir noktaya işaret edip geçmek istiyorum. Hicretin bin-dörtyüz üçündeyiz. Bu asrımızda bazı kişiler ortaya atılıp hadîsi tamamen inkâr ederler. Gûyâ sözüm ona, hangi Hadîs Peygamberden gelmiştir bilinmiyormuş. Kur'an var iken artık başka bir şeye ihtiyaç yokmusmuşl Ve saire Bütün bu iddialar, şeytanî kuruntulardır. Hadîsi inkâr» dinin bir kısmını inkârdır. Kur'an'ın «Resûlüllah'a güveniniz ve getirdiğini tutunuz.» diyen emirlerine karşı çıkmaktır. Bütün ümmeti cahillikle itham etmektir. Tedvin edilmiş «Usûl-ti Hadis» ve «Usûl-ü Fıkıh» adlı ilim dallarını inkâr etmektir.
«Ey Peygamber! Sana ineni tebliğ et» (El-Maide: 67) gibi âyetleri yalanlamaktır. En korkuncu, Hadîsi inkâr etmek Kur'an'ı da İnkâr etmeye yol açar. Zira Hadîs ravîleri Kur'an'ı ezberleyip bize yetiştirenlerdir. Eğer (Haşa!) Hadîsleri uydurmuşlarsa, o zaman Kur'an'ı da uydurmuş olmazlar mı?.. Böyle bir inanca sahib olanın İSLÂM ile ne kadar alâkası vardır? Böyle bir felâkete yol açan bir görüşün İSLÂM ve Müslümanlara getireceği zarar acaba hiç düşünülmüş müdür?
Evet, uydurma, mevzu ve münker hadîsler vardır. Bunları muhaddisler teker teker tesbit etmişlerdir. Hamurdan kıl çekercesine Sahih Hadîsleri bunların aralarından çekip almışlardır. Hadîs hafızları yetiştirilmiştir. Kur'an'ı hıfzettikleri gibi yüzbinlerce Hadîsi de ezberlemişlerdir. Uydurulmuş hadîsler vardır diye, RasûIüUah'm bütün Hadîsleri nasıl terkedilir? İslâmm bir kanadı nasıl kırılmaya kalkışılır? Müseylemetü'l-Kezzab gibi sahte peygamberler uydurma âyetler söyledikleri için Kur'an terkedilir mi? Ne ise Allah hepimize hidâyet buyursun. [37]
(17) «Allah'ça kabul edilen tevbe ancak cahillikten ötürü günâh İşleyenler ve az bir zaman sonra tevbe edenler içindir...»
Bu âyetin tefsiri:
Ümmetin ittifakıyla sabit olmuştur ki, günahlardan tevbe etmek bütün Mü'minler için farzdır. «Ey Mü'minler hepiniz Allah'a (dönüş yapıp) tevbe ediniz.» (En-Nur: 31). [38]
İçkiye devam eden, zinadan tevbe edebilir. Müslümanların Mu'te-zile gurubu «Bir günâhı işlemeye devam edenin diğer günâhlardan tevbe etmesi makbul değildir!» dedi.
Fakat bu gurubun bu görüşü yanlıştır. Zira namaz kılmayanın orucu kabul değildir demek, delil ister. Fakat nerededir delil?
l'evbeyi kabul edip etmemek hususunda Allah muhayyerdir. O'na vacip olan hiç bir şey yoktur. Aklen bu böyledir. Zira vacibin şartı, va-cibedenin kendisine vacib edilenden rütbece daha büyük olmasıdır. Oysa Allah, bütün varların yaradanıdır; sahipleridir. Onları yükümlü kılandır. Filan şey Allah'a vacibdir denilmez. Fakat sözünde yalan olmayan Allah, «Kullarından tevbeyi kabul edip günâhları afyeden-dir...» (Şura: 42), «Onlar bitmediler ki, Allah kullarının tevbesini kabul eder.n (Tevbe: 104), «Şüphesiz ki ben (Azîmüş-Şan) tevbe edenlerin tevbesini çokça kabul edenim.» buyurmuştur.
Öyle ise, Allah'ın nefsine vacip kıldığını haber verdiği şeyler O'na vaciptir. Akıl hiç bir şeyin Allah'a vacip olmadığını gerektirir. Semi delillerin zahirine bakılırsa, tevbe edenin tevbesini kabul etmesi gerektir.
Ebul-Mealî ve diğer kelâm âlimleri: «Bu zahiri deliler, zanm galibi meydana getirirler. «Kesinlikle tevbenin kabulü vardır.» hükmünü vermezler.» dedi. Her şey onun fazl-u rahmetiyle ve vadiyledir.
Tevbeyi tâ ölüm zamanına kadar tehir eden fâsık ve kâfirler ile küfür üzerinde ölenlerin tevbelerinin, kabul olunmamak hususunda, eşit tutulmaları, o haldeki tevbenin önemsenmemesine işarettir. Sanki, «Bunların tevbe etmesi ve etmemesi eşittir!» denilmektedir. «Kötülük yapanlarodan maksat, Mü'minlerin asîleridir.
«Kötülükler yapanlar»dan maksat, münafıklardır. Çünkü onların küfrü katmerli ve amelleri kötüdür. «Onlar var yâ, onlara elem verici azab hazırladık..» âyeti, tevbelerinin kabul olmamasının te'kididir. Dilediği zaman onları azaba duçar eder. Çünkü azabı hazırdır. [39]
119) «Ey îman edenler! Zorla kadınlara vâris olmanız size helâl değil.»
Bu âyetin sebebi nüzulü şudur: «Kişi öldüğünde yakınları varsa, birisi çıkıp elbisesini dul kalmış kadınının üzerine atar: «Herkesden daha fazla ben bu hanımı almaya müstehakımdır.» derdi. Sonra dilerse, onunla evlenir; mehri ilk verilen mehir olurdu. İsterse, başkasıyla evlendirirdi, isterse evlenmesine mani olurdu. Tâ ki, kocasından aldığı mirası verip nefsini kurtarsın. İşte bu âyet böyle yapmaktan onları menetmiştir.
Diğer bir tefsir âlimi âyete şöyle bir manâ vermiştir:
«Kadınları irsiyet yolunda tutup istemedikleri halde onlarla evlenmeniz helâl değildir.»
Âyetteki «Lâ Tâdilû», sıkıştırma mânâsına gelen «adl» kökünden geliyor. Mânâsı, «Mehİrlerinin bir kısmını almak için onları evlenmekten menetmeyiniz.» demektir.
Açık fahişelikten maksat, naşizelik, kötü muaşeret, ve iffetsizliktir.
Ma'rûf muaşeretten maksat, fiilen insaflı davranıp tatlı söz söylemektir. «Ey Müminler! En hayırlınız aile efradına hayırlı olanınızdır!»
Hadîsi bu cümlenin bir nevî tefsiridir.
Tabiatiyle hanımdan ikrah eden koca, Allah katındaki durumunu bilmediği için sabr ve tahammül göstermelidir. Bunun için Cenab-ı Mevlâ: «Eğer kadınlardan tiksinirseniz umu d edilir ki, sizin tiksinip hoşlanmadığınız o şeyde Allah çok hayır kılmıştır!» Zira nefis bazan dince daha elverişli olandan tiksinir, bazan da bunun tersini sever. [40] .
İbni-Cerir Cabir'den rivayet etti: «Kadınlar hususunda Allah'dan korkunuz. Zira siz onları Allah'ın emanetiyle nikâh ettiniz. Nefislerini Allah kelimesiyle (nikâhla) kendinize helâl kıldınız. Sizin onların boynunda şu hakkınız vardır: Sevmediğiniz bir kimseye yataklarınızı çiğ-netmemelidirler. Eğer böyle yaparlarsa, öldürücü olmayan bir vuruşla onları doğunuz. Onların sizin boynunuzda haklan ise, normal yiyecekleri ve elbiseleridir.»
İbnül Münzir İkrime'den: "Kadının senin boynundaki hakkı, sohbetin tatlısı, normal nafaka ve giyimidir.» diye rivayet etti.
îbni Ebî Hatim MukatiFden rivayet etmiştir: «Ma'rûf muaşeretten maksat, güzelce onlarla sohbet etmektir. Eğer onlardan hoşlanmazsanız ümid edilir ki, onu boyadığınızda başkasıyle evlenir. Allah ondan ikinci kocaya bir çocuk ihsan eder ve onun evlenmesinde büyük ve bol bayır kılar.»
İbnil Munzir Ed-Dahhak'tan rivayet etmiştir: «Kişi ile eşinin araşma münakaşa ve geçimsizlik düştüğünde sabreylesin. Hemen çabukça onu boşamaya kalkışmasın! Ümid edilir ki, Allah o hanımdan ona sevindirici bir şey gösterir.»
«Kadınlar hakkında size vasiyet ederim. Çünkü kadın eğri kaburgadan yaratıldı. Kaburganın en eğrisi en üstüdür. Onu düzeltmeye çalışırsan kırarsın. Haline bırakırsan yumuşak kalır. Onlar hakkında hayrı tavsiye ederim.» (Hadîs) [41]
(20) Eğer bir eşi boşayıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz, öncekine çok mal (mehir olarak) vermiş bulunursanız da, o maldan bir şey geri almayınız. Acaba bühtan ederek ve açık günahkârlık yaparak mı onu geri alacaksınız?
(21) O, verdiğiniz (mehir) malını nasıl alırsınız ki, birbirinize katıldınız? Kadınlar (daha Önce) sizden kuvvetli bir söz aldılar.
(22) Babalarınızın nikahladığı kadınları nikâh etmeyiniz. Ancak (tslâmdan) daha önce olan (afvedilmiş ve) geçmiştir. Şüphesiz ki, o, fahiş bir işti. (Mürüvvet sahipleri katında) buğzedilen (bir hareket) tir. (Bu işi hoş görenin yolu) ne kötü yoldur.
(23) (Ey Mü'm inler! sizlere (şu bahsi gelen kadınların nikâh edilmeleri) haram kılındı: Anneleriniz, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, ki 7-kard eşlerin in kızları, size süt veren anneleriniz, sütten ötürü kızkardeşleriniz, hanımlarınızın anneleri (kayınvalideleriniz), kendileriyle cinsi münâsebette bulunduğunuz hanımlarınızdan olan ve himayenizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer üvey kızların anneleriyle (nikâh akdi yapıldıktan sonra) cinsî ilişki kurmamış iseniz, (o üvey kızlarla anneleri öldüğü veya boşandığı takdirde evlenmenizde herhangi bir) beis yoktur.
Sulbünüzden bulunan oğullarınızın (boşanmış veya dul kalmış) kanlarıyla evlenmeniz ve iki kızkardesi birlikte nikahlamanız da (size haram kılındı.) Ancak cahiliyet devrinde geçen (bu haram evlenmeler) affedilmiştir. Şübhesiz ki, Allah (cahiliyyet döneminde olanları) çok affedicidir. (Tevbe eder iseniz İslâm'da yaptıklarınıza) merhamet edicidir. [42]
(20) Eğer bir eşi boşayıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz...»
Bu âyetten önce bulunan âyette, kadının sebeb olduğu boşanma-nın hükmü geçti. Orada koca bu eşinden mehri geri alabilir, denildi. Şimdi ise, kocanın sebep olduğu ayrılmadan bahsedilmektedir. Kadının bir kötülüğü ve serkeşliği olmadan meydana gelen boşanmada kocanın mehri veya herhangi bir malı isteme hakkı olmadığı konu yapılmaktadır.
Eğer eşlerin ikisi de kötü huyluluk gösterirse ve bu sebepten ay-nlma meydana gelirse, imamı Mâlik'e göre; kocanın huysuzluğu hiç sayılır. Kadın ayrılmaya sebep olmuş kabul edilir ve mehirden bir kısmı geri alınır.
Âlimlerden başka bir gurup ise, «Kadın tek başına ayrılmaya sebep olmadıkça hiç bir şey kadından geri alınmaz.)) dediler.
Âyetin iniş sebebi şudur: Cahiliyet döneminde kişi yeni bir kadın almak istediğinde, nikâhı altında bulunan hanımını zor durumda bırakıp ona mehir olarak verdiği malı ondan geri almak ve yeni kadına bu şekilde kolaylıkla sahip olabilmek için eski hanımına zina iftirasını atardı. îşte Allah Mü'minleri bu bühtanı yapmaktan yasakladı; sakındırdı. [43]
«Eğer öncekine çok malı, mehir olarak vermişseniz...» âyeti nıe-hirde kabarıklığa kaçmanın caiz olduğunun delilidir. Zira Allah ancak helâl ile misal getirir.
Rivayete göre ikinci Halife Hz. Ömer (R.A.) bir hutbede, «Dikkat ediniz! Kadınların mehirlerinde pek aşın gitmeyiniz. Eğer aşın mehir dünyada bir şeref veya Allah katında bir takva olsaydı, muhakkak ki, hepinizden daha lâyiği Rasûlüllah olurdu. Oysa Rasûlüllah hiç bir hanımına ve hiç bir kızına oniki avkiye'den fazla mehir vermemiş ve verdirmemiştir.» demiş, bir kadm da karşısına dikilerek, «Ey Ömer! Allah biz kadınlara verir. Sen ise bizi mahrum edersin hâ! Acaba «Onlardan birine bol bir mal verirseniz ondan hiç bir şey geri almayınız.» diyen Allah değil midir?» diye itiraz edince Hz. Ömer: «Bir kadın doğruyu buldu; Ömer yanıldı!» deyip yanıldığını itiraf etmiştir.
Başka bir rivayette: «Bir kadm doğruyu buldu. Bir erkek yanıldı!»
şeklinde gelmiştir. (Hadîsi Ebu-Hatİm el-Bistî Ebi - Acfa es-Sülemî'den rivayet etmiştir.)
Hz. Ömer, Hz. Ali'nin, Hz. Fatma'dan olan kızı Ümmü-Külsüm'e mehir olarak kırkbin dirhem vermiştir.
Ebu-Davud Akebe bin Amİr'den rivayet ediyor: «Rasûlüllah bir kişiden sordu: «Falan hanımı sana nikâh etmeme razı mısın?» Kişi, «Evet!» dedi. Kadına: «Falan adamla seni evlendirmeme razı mısın?» Kadın, «Evet!» dedi. Bunun üzerine o kadını o, adama nikahladı. Kadının mehrini belirtmedi ve kadına bir şey vermedi. Bu damat «el-hudeybîyye» andlaşmasında bulunan sahabelerdendi. Hayber'de bir payı vardı. Ölüm döşeğinde bulunduğu zaman şunları söyledi: «Allah'ın Rasûlü filan kadınla beni evlendirdi Ona bir mehir tayin etmedim ve hiç bir şey vermedim. Sizi şahit tutarım İd, o kadına Hayber1-deki payımı mehri olarak verdim!»
Onun vefatından sonra kadın o payını yüz bine sattı.»
Âlimler, mehrin çokluğunda tahdid olmadığı hususunda ittifak halindedirler. Fakat en azının hududunda İhtilâfları vardır.
(21) «Verdiğiniz o mehri eşinizden nasıl alırsınız? Halbuki birbirinizle birleşip katıldınız...»
Bu âyetin açıklaması:
İbni-Abbas, Mücahid, Es-Sûdî ve bazı tefsirciler «Âyetdeki «ifda» cima demektir» dediler.
Herevî'nin nakline göre; el-kalbî, «îfda, eşlerin bir yorgan altında bir araya gelmesidir. îster cinsî ilişki olsun, ister olmasın» demiştir.
El-Ferra, «ifda, karı ile kocasının başbaşa kalıp cinsî mukare-nette bulunmasıdır.» demiştir. [44]
Acaba eşlerin başbaşa kalmasıyla mehir vacip olur mu? diye ihtilâf edilerek üç görüş belirtilmiştir:
a) Başbaşa kalmakla gerekli olur.
b) Ancak cins! ilişki olursa gerekli olur.
c) Zifaf odasında bir araya gelmekle vacip olur.
Ebu-Hanife ve arkadaşları, «Tam manisiyle eşiyle başbaşa kaldı mı ister cima olsun, ister olmasın mehir vacip olur. Boşandığı takdirde iddet beklemesi lâzımdır. Zira Ed-Dare Kutnî Sevban'dan şu Hadîsi rivayet etmiştir: «Kim ki, bir kadının peçesini kaldırır, yüzüne bakarsa, mehiri ona vacip olur.»
Hz. Ömer (R.A.), «Koca kapıyı kilitler, perdeyi çeker ve kadının avretini görürse, mehri vacip olur. Boşandığında iddet gerekir ve mirasa sahip olur!» demiştir. Aynı nakil Hz. Ali'den (K.V.) de gelmiştir.» dediler.
İmamı Mâlik, «Bir sene gibi uzunca bir zaman yanında kalırsa, aralarında ilişki olmadığını ikisi de söylerse yine de mehir gerekir.» demiştir.
İmamı Şafîi, «Böyle bir durumda mehrin yansı gerekir. Fakat boşandığında iddet çekemez.» demiştir.
«Kadınlar sizden kuvvetli bir söz ve teminat aldılar...»
Bu âyetteki teminatın ne olduğu hususunda üç görüş vardır:
1) îkrime ve Rabia'ya göre bu teminat, Hazreti Peygamberdin: «Kadınlar hususunda Allah'dan korkunuz. Çünkü onlan Allah'ın emaneti olarak almıştınız. Allah'ın kelimesi ile (nikâhla) onların nefislerini kendinize helâl etmiştiniz!» şeklindeki Hadîsidir.
2) Bu teminat, Cenab-ı Hakk'ın «Ya iyilikle tutunuz veya ihsanla boşayınız.» mealindeki âyetidir. Bu görüş, Hasan Basrî, İbni-Sîyrin, Kattade, Ed-Dahhak ve Es-Sûdî'nin görüşüdür.
3) Mücahid ve îbni-Zeyd'İn görüşüne göre o teminat, kişinin «Onunla evlendim ve akdini elde ettim.» sözüdür.[45]
(22) «Sakın hâ babalarınızın nikâh ettiği kadınları nikâh etmeyiniz!...»
Cahiliyette, kişi babasının dul kalmış karısıyle evlenirdi ki, mirası başkasına gitmesin. Kur'an bunu menetti. Bu âyet, bunu bildirir.
Rivayete göre Ensar'ın salihlerinden Ebu-Kays vefat ettiği zaman oğlu dul kalmış analığını nikâh etmek istedi. Kadın Rasûlüllah'a gelip durumu arzetti. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Tefsir âlimi «Et-Taberî» âyete şöyle bir yorum getirmiştir: «Sakın hâ babalarınızın nikâh etmesi gibi kadınları nikâh etmeyiniz.» Yani Allah (C.C.) nikâhın ne tarz olacağını beyan buyurmuş ve şartlarını açıklamıştır* Binaenaleyh babalarınızın cahil iye t dönemindeki nikâhına benzer bir tarzda nikâh kıydırmayınız. Fakat Ashab-ı Kiram (Ra-diyallahu anhüm), âyeti Taberî'nin tefsiri gibi anlamamışlardır. Onlar oğullar, üvey annelerini nikâh etmelerinin haram olduğunu bu âyetten çıkarmışlardır.
Araplar arasında bunu âdet edinen kabileler vardı. Ensann arasında bu âdet lüzumlu sayılırdı. Kureyş'de de kadının razı olmasına bağlı idi. Amr bin Ümeyye babasının vefatından sonra dul kalan ana-ğ lığını aldı. Ondan Musafir ve Ebu-Muyet adlı iki oğlu doğdu. Aynı hanım Ümeyye'den de Ebul-İs'i doğurmuştu. Böylece Ümeyye'nin çocukları hem Musafir ve kardeşinin kardeşleri, hem de amcaları olmuşlardı.
Safvan bin Umeyye bin Halef de babasının dul karısı ile evlendi.
Mansur bin Zabban da üvey annesi Müleyke dul kaldığında onunla evlendi
Cailiyyet döneminde arapların arasında kızıyla evlenen de vardı. Bu hale örnek olarak, Hacib bin Zürare ile Nadir bin Şumeyl, Kitabul-Mesalip'te zikredildiler. îşte Cenab-ı Hak Mü'minleri babalarının bu kötü gidişatından bu âyetle men etmiştir.
Ancak cahiliyyet döneminde böyle bir şey yapmışlarsa, Allah onu affetmiştir. Ancak bu âyet nazil olduğunda nikâhında böyle bir kadın olan bir kimse ayrılmalıdır. Zira îmamı Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace Feyruz ed-Deylemî'den rivayet ederler ki, Müslüman olduğunda nikâhında iki kızkardeş bir arada bulunuyordu. Rasûlüllah ona, «Hangisini istersen onu boşa, diğeri yanında kalsın!» dedi.
Abdurrazzak, İbni Ebi Şeybe, Ahmed, Hakim ve el-Beyhaki Sü-nen'inde Berra'dan rivayet ettiler: «Dayımla karşılaştım. Beraberinde bir sancak vardı. Nereye diye sordum. Rasûlüllah, beni babasının vefatından sonra dul kalan üvey annesiyle evlenen birisinin boynunu vurmaya gönderdi dedi.» [46]
(23) «Size anneleriniz haram kılındı...»
Allah'ın bu âyetinde hangi kadınla evlenilir, hangisiyle evlenilmez hükmü vardır.
Nesebden yedi, süt ve dünürlükten altı sınıfın nikâhını Allah haram kıldı. Mütevatir olan Hadîsle de yeğen ile halanın bir kişinin nikâhı altında toplanmaları haram kılındı. Âlimlerin icmaı da bunun üzerinde oldu.
Nesebden haram olan yedi kadın şunlardır: Anneler, kerimeler, kızkardeşler, halalar, teyzeler, biraderin kızları ve bacıların kızları.
Sihriyet (dünürlük) ve sütle haram olanlar: Sütanneler, sütkız-kardeşleri, kayınvalideler, üvey kızlar, öz oğulların hanımları ve bir nikâh altında toplanan iki kızkardeş, babaların nikâh ettikleri kadınlar, bir nikâh altında toplanan yeğen ile hala.
Tahavî, «Bütün bunlar kesindir ve ittifak edilen meselelerdir. Hiç birini nikâh etmek helâl değildir.» dedi.
Ancak kocaları nikâh kıymasına rağmen cinsî ilişkide bulunmayan hanımların annelerinin nikâhında ihtilâf edilmiştir. Cumhur-u selefe göre, kızın nikâhı kıyılmakla annesi haram olur. Ancak annenin nikâhı kıyılmakla kızı haram olmaz. Meğer ki cinsî mukarenet ola!.. Yani anne ile cinsî mukarenet eden kocası onu boşarsa veya anne ölürse kızıyla evlenemez. Eğer nikâhı kıydıktan sonra cinsî mukarenet olmadan kadın ölür veya boşanırsa, kızıyla evlenilir. Seîefden bazıları: «Anne ile üvey kız eşittirler. Ancak birisiyle cinsî mukarenet olursa, diğeri haram olur. Mücerred nikâh akdi, haramlıkta kâfî de- ğildir!» demişlerdir. Ancak Cumhurun görüşü daha kuvvetlidir» demistir.
Iraklılar, «Eğer anneyle zina ederse, veya öperse veya şehvetle bedenini ellerse, kızı kendisine haram olur. Onu nikâh edemez.» demişlerdir. Mâliki ve Şafiî'lere göre ancak doğru nikâh ile anneyi nikâh ederse kızıyla evlenmek haram olur. Haram ise, helâli haram kılmaz.
Amr bin Şüayb'den o da babasından ve o da dedesinden o da Re-sûlüllah'dan rivayet etti: «Kişi kadını nikâhının altına aldığında ister cinsî münâsebette bulunsun, ister bulunmasın (boşadığında veya öldüğünde) annesiyle evlenmesi helâl olamaz. Anneyi nikâh ettiğinde cinsî mukarenet olmazdan önce boşarsa, isterse kızıyla nikâh kıyabilir.» (Sahiheyn'den). [47]
Allah'ın Rasûlü «Soy ile hangi kadının nikâhı haramsa süt ile aynısının nikâhı haramdır.» dedi. Yani nasıl ki soydan olan annenin ve ninenin nikâh edilmeleri haram ise, sütten olan anne ve ninenin nikâh edilmesi de haramdır. Sütten gelen haramlık ancak çocuk iki yaşını geçmediği devrede olursa geçerlidir.
Malik'e göre bir yudum süt de kâfi gelir. Yani onunla haramlık sabit olur. îmam-ı Şafîi, beş defa süt içmekle ancak süt hükmü sabit olur dedi. Ebu Hanife iki buçuk seneyi itibar etmiştir.
Davud-ı Zahirî, ancak üç defa emmek haramlık getirir demiştir. Zira Rasûlüllah, «Bir emmiş veya iki emmiş haram kılmaz!» buyurmuştur. Hadîsi Müslim rivayet ediyor. [48]
İkinci delili Rasûlüllah'ın şu Hadîsidir: «Hem anne hem de kızının tenasül uzvuna bakan bir kimseye Allah nazar etmez!»
Zina yoluyle olan ilişki haramlığı getirir nü getirmez mi? Bu hu-susda ihtilâf edilmiştir. İlim ehlinin çoğu, «Eğer bir kadınla zina ederse, onun nikâh edilmesi bilâhere kendisine haram olmaz. Kayınvalide-siyle veya üvey kızıyle (Mazallah) zina ederse karısı kendisine haram olmaz dediler.» İkinci bir gurub, «Haram olur.» dedi. Bu hüküm İmran bin Husayn, Şabî, Ata, Hasan, Sufyan-ı Sevrî, Ahmed tshak ve Beycilerden rivayet edilmiştir. İmam-ı Mâlik de aynı fikre katılmıştır. || Irak ekolü de bu görüştedir. Hicazlıların ve Malik'in en sahih kavline bakılırsa zinanın hiç bir hükmü yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak «Kanlarınızın anneleri!...» demiştir. Zina edilen kadın kişinin eşlerinin annelerinden değildir. Kızı da üvey kızlarından değildir. İmam-ı Şafiî ve jg Ebu Savr bu görüştedirler. Zira zinadan mehir, iddetin vacip olması, miras ve çocuğun babaya iltihak edilmesi kalktığı ve hadd vacip oldu- « ğu için doğru nikâhın hükmüyle zina için hükmetmek de kalktı. Dare Kutnî Ez-Zührî'den o da Urve'den o da Aişe'den rivayet etti: «Rasû-lüllah'dan bir kadınla birisi zina ettikten sonra onunla veya onun kızıyle evlenmek isterse yapabilir mi? diye soruldu da Cenab-ı Peygamber (S.A.V.), «Haram, helâli haram kılmaz. Ancak nikâh kıymakla olan haram kılar.» buyurdu.»
Yani haram olan zina, o kadının helâl olan nikâhını veya kızının nikâh edilmesini haram kılamaz. Ancak bir kadınla nikâh neticesinde-ki birleşme onun kızıyla, evlenmeyi haram kılar.
Zina dahî böyle bir helâlliği ortadan kaldırır diyenlerin delili, Rasûlüllah'ın, Benî İsrail âbidi Cüreyç'den bahsederken, «Annesiyle zina etmenden bu çocuk dünyaya geldi!» diye kendisine nisbet edilen vele-dizina çocuktan «Baban kimdir?» sormasıdır. Çocuk, «Babam filân çobandır.» diye cevab verdi. İşte bu hadise delâlet eder ki, helâl birleşme nasıl kadının kızıyle evlenmeyi haram kılıyorsa, zina yoluyla olan birleşme de öylece kadının kızıyla ve annesiyle evlenmeyi haram kılar.
Görüldüğü gibi helâl veya haram arasında tafsilât yapmadan hükmü mutlak şekilde zikretmiştir. Başka bir Hadîsde de:
«Hem annenin hem de kızının yüz perdesini kaldıran bir kimseye Allah nazar etmez, yani yüzüne bakmaz.» buyrulmuştur.
İbni-Huveyzmendad, «İşte bunun içindir ki, kadını öpmek ve şehveti gerektiren herhangi bir harekette bulunmak fürû ve usulüne haramlığı yayar.» demiştir.
Abdülmelik el-Mâcişûn, «Zinanın suyuna hürmet yoktur.» demiştir. Yani sanki birleşme olmamış gibi muamele yapılır. Zina eden zina ettiği kadının annesiyle veya kızıyla evlenebilir. Zânî kadın, zina ettiği erkeğin babasıyla veya oğluyla evlenebilir.
«Sulbünüzden olan evlâdlarımnn zevceleri ile evlenmeniz haramdır...» Bu âyeti celîle, insanın Öz evlâdının dul kalmış veya boşanmış karısıyla evlenemez hükmünü getirdi. Oğul edinmişleri bu hükmün dışında bıraktı. Allah'ın Rasûlü oğul ettiği azadlısı Zeyd bin Haris'in boşanmış zevcesi bulunan Cahş'ın kızı Zeyneb ile evlendiğinde müşrikler, «Muhammed oğlunun kansıyle evlendi.» diye propaganda yaptılar, Bunun cevabı olarak bu hüküm geldi. Bu meselenin tafsilâtı Allah izin verirse «âL-ahzab» sûresinde gelecektir.
Bu âyet, süt oğlunun zevcesini de haram kılar. Zira Rasûlüllah: «Neseble haram olan, sütle de haram olur.» buyurdu. [49]
(24) Sağ ellerinizle (savaşarak) elde ettiğiniz cariyeler hariç nikâhlı kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı. Allah bahsi geçen kadınların size haram olduklarını yazdı. Haram kılınanların dışında kalan kadınları zinadan uzaklaşmak ve evli yaşamak maksadıyle mallarınız] a (mehir vermek) isteyip nikahlamanız sizin için helâl kılındı. Öyle ise, o kadınların hangisini nikâh edip ondan lezzet almışsam z, onların mehirlerini kendilerine (tam olarak) veriniz. (Bu Allah'ça size) bir farzdır. Mehri takdir edip belirttikten sonra aranızda (mehrin eksilmesi veya çoğaltılması için) anlaşmanızda sizin için herhangi bir günâh yoktur. Şüphesiz ki, Allah çokça bilendir ve çokça hikmet sahibidir.
(25) Sizden kim ki zenginlik (ve mal) yönünden hür ve mümin olan kadınları nikâh etmeye güç yetmezse, o ellerinizin altında bulunan Mü'min cariyelerinizden nikâh etsin. Allah imanınızı daha iyi bilendir. İnsanlar olarak birbirinizdensiniz. (Hür ve köle hepsi Adem evlâdıdır.) O cariyeleri sahihlerinin izniyle nikahlayınız. Fuhuşta bulunmadıkları, gizli dost edinmedikleri ve namuslu yaşadıkları halde o cariyelerin mehirlerini güzellikle kendilerine veriniz. Evlendikleri zaman (dan sonra) fuhuş yaparlarsa, o takdird hür kadınlar (bu işi yaptıklarında) üzerlerine lâzım olan azabın (cezanın) yarısı cariyelere lâzım gelir. Cariyelerle evlenme müsadesi, sizin için daha hayırlıdır. Allah çokça bağışlayıcı ve çokça merhamet edicidir.
(26) Allah ister ki, size açıklasın. İster ki, sizden öncekilerin yollarını size beyan etsin ve ister ki, tevbelerinizi kabul buyursun. Allah çokça bilen ve çokça hakim olandır. [50]
(24) «Nikâhlı kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı..»
Dinî harblerde tutsak ettiğiniz kadınlar hariç, evli kadınları, ister Müslümanın, ister kâfirin nikâhı altında bulunsun, nikâh etmeniz size haramdır. Dini müdafaa etmek İçin harbe gidip evli kadınları esir edersek, kocaları da «Darul-Harb»de kalırsa ve o kadınların iade edilmemesi daha yararlı görülürse, bu takdirde kâfirlerle olan nikâhlar düşer. Fıkıh kitaplarında belli olan şartlar dahilinde onları nikâh edebiliriz. Bunun hikmet ve nedenleri şunlardır: Kâfirler bir daha İslâm topraklarına saldırmasınlar. «Eğer saldinrsam benim de karım ve çocuklarım esir düşüp köleliğin boyunduruğuna girebilir!» diyebilsin. Belki de savaşa katılanların çoğu öldürülmüştür; bir kısmı da memleketini terkedip kaçmıştır. Bu takdirde kanlan geri iade edilirse, sahipsiz kalırlar. Bu düşünce ile onlara sahip çıkmak, hem onlar için hem de toplum için, hayırlıdır.
tslâm dîni savaş tutsaklarını esir etmeyi farz kılmadığı gibi, haram da kılmamıştır. Zira yok edici savaşlarda esirlerin kökleştirilmesi, tutsaklar için daha hayırlı olur. Zira savaşın tırpanına maruz kalmış bir milletin kadın ve çocuklan için sahip bulunmaktan daha hayırlı ne olabilir?
Eğer Müslümanlar tutsak iadesini daha hayırlı görürlerse, bu yetki onlara verilmiştir. Zira «Fesatlıkları defedip kaldırmak, maslahat ve yaran temin etmekten önce gelir!» kaidesi bunu gerektirir.
Eğer savaşlar sadece dünyalık ve çıkarlar için ise, böyle bir savaşın tutsaklan köle edilir mi? Bu konuda en belirgin görüş, «Hayır!» dır. «Kadınlardan...» tabiriyle işaret edildi ki, sadece iffetli ve sadece Müslüman kadınlar kasdedilmez. Evli kadınlann hepsi kasdedilir. [51]
«Îhsan» kelimesi
Kur'an'da dört manâya gelmiştir:
a) Evli kadın,
b) İffetli
kadın,
c) Hür
kadın,
d) Müslüman kadın. Burada evli kadın mânâsında kullanılmıştır.
Müslim, Ebu-Said el-Hudrî'den rivayet etti: «Avtas Savaşında kocalı kadınları esir ettik. Kocalı oldukları için onları kadın olarak kullanmayı kerih telâkki ettik. Bunun üzerine Rasûlüllah'a varıp sorduk. Bundan ötürü bahsi geçen âyet nazil oldu:
«Haram kılınanların dışında kalanlar size helâl kılındı...»
Yani âyetin lâfzından ve ifadesinden hariç kalanlar, nass ve delâlet etme yoluyla âyetin kapsamına girmiyenler, size helâl kılındı.
Delâlet yoluyle nineler, annelerin, torunlar öz kızların, hanımlığından; iki kızkardeşinin bir nikâhda toplanmasının haram olmasına göre de kadın ile halasının veya teyzesinin bir nikâhda toplanmasının haramlığı anlaşılmış oldu.
Nitekim bazı haramlar da diğer bazı âyetlerden alınmıştır. Meselâ, müşrik olan kadınlann nikâh edilmesinin hanımlığının, üç talâkla boşanan kadının başkasiyle evlenmezden önce eski kocasına varmasının haram olmasının, El-Bakara'daki âyetten alındığı gibi!...
«Onları mallarınızdan sarfederek almak, onlarla evlenmek ve zina etmemek şarttır!» [52]
Bu âyetten çalışıp kazanmanın ve kazancından mehir vermenin lüzumu anlaşılır. Mehir verip alacağınız kadınlar, sizinle siz de onlarla iktifa edip zinaya kaçmamalısınız. Çünkü yaradılışda kadının erkeğe, erkeğin de kadına varma arzusu vardır. Tâ ki, çiftleşme neticesinde döllenme olup beşer nesli devam etsin. Maslahat ister ki, her kadın belli bir kişinin akdinde olsun ki, Aile teşekkül etsin. Eşler çocuklannın terbiye ve taliminde ortaklaşa hareket etsinler!...
Bu maksat yok olunca, fıtratın isteği sadece meni suyunu dökmek olur. Bu ise, genel bir belâdır. Bütün ümmet onun ateşine yanar. Bugün Avrupa'da zina çoğaldığından ve dinin azalması sonucu olarak evlenmeler azaldığından nüfus gün geçtikçe azalmakta, büyük devletlerin himayesine sığınma mecburiyeti hasıl olmaktadır.
«El-Merağî» tefsirinin bu bölümünde, «Bu asırda Sudan, Hicaz ve Çerkez memleketlerindeki cariye ve köle edinmek âdeti, haramdır. Zira cariye edinilen o kadınlar, hür Müslümanların kızlarıdırlar. Akdi nikâhsız onların bedenlerinden istifade etmek, caiz değildir. İslâm bütün bu icraatlardan uzaktır!» demiştir.
«Evlenerek zifaf olduğunuz kadınlara takdir olunan mehirlerini tamamiyle verin!»
Bu âyetteki «Ecir» kelimesi mehir manasınadır. Zira mehir lezzetlenmenin bir nevi ücretidir.
Âlimler, nikâhda
üzerinde akdedilenin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu görüşlere
göre akit mevzuu, a) Kadının
bedenidir.
b) Uzvunun
menfaatidir,
c)
Helâlliktir. Fakat belirgin fetvaya göre, hepsi birdendir. Zira akd hepsini
ister!
[53]
Bu âyetteki lezzetlenme, sahih nikâhla olan lezzettir. Âyeti, para karşılığı olan zinaya yol verir şeklinde tefsir etmek caiz değildir. Çünkü Allah Rasûlü «Muta» nikâhını yasaklamış ve haram kılmıştır. Zira Rabbimiz «Kadınları ailelerinin izniyle nikâh ediniz!» buyurmuştur. Ailenin izniyle olan nikâh ancak serî nikâhdır. Velî ve iki şahidle olur. «Mut'a» nikâhı böyle değildir.
Cumhura göre, bu âyet, telâmın başlangıcında helâl olan Mut'a nikâhını kasdeder. Zira İbni Abbas (R.A.) âyeti, «Evlenerek belli bir zamana kadar zifaf olduğunuz kadınlara takdir olunan mehirlerini tamamiyle veriniz!» şeklindeki meali ifade eden tarzda okumuştur. Fakat Rasûlüllah sonra bu nikâhı yasaklamıştır.
Said bin Musayyib, «Bu âyeti Miras âyeti neshetti. Zira Mut'ada miras yoktur.» demiştir. Hz. Aişe ve Kasım bin Muhammed, bu mut'a nikâhının haramlığı ve nesh edilmişliği Kur'an'da vardır, demişlerdir: «Onlar ki, ırzlarım korurlar. Ancak eşlerine ve cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâlleri işlediklerinden) kınanmazlar.» (Müminun 5/6).
Mut'a ne nikâh ne de cariye edinmektir. «Ed-Dâre Kutnî».Hz. Ali'den (K.V.) rivayet ediyor:
«Basûlüllah, Mut'a nikâhını yasakladı.»
O, kadın bulamayan içindi. Nikâh, talâk, iddet ve eşler arasında miras hükmü nazil olduktan sonra bu tür nikâh neshedildi.
Hz. Ali (RA), «Ramazan orucu bütün oruçları, zekât bütün sadakaları, talâk, iddet ve miras mut'ayı neshettiler. Kurban da diğer kesimleri kaldırdı.» buyurmuştur (El-Kurtubî 5).
İbni Mes'ud «Talâk, iddet ve miras mut'ayı kaldırdı.» demiştir.
İbni Abbas ve Ata, «Mut'a, Allah'dan bir rahmet idi. Allah onunla kullarına merhamet etmiştir. Eğer Hz. Ömer'in onu yasaklaması olmasaydı, şakî bir adamdan başka kimse zina etmezdi.» dediler, diye iddia ediliyor! Acaba?! [54]
Mut'a kaç defa helâl kılınmıştır ve kaç defa nesh edilmiştir hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.
Sahihi Müslim'de, Abdullah (R.A.) dan, «Rasûlüllah'm beraberinde savaşa çıktık. Kadınlarımız beraberimizde değildi. Rasûlüllah'dan sorduk: Nefsimizi iğdiş yapalım mı? Rasûlüllah şiddetle bizi men ettikten sonra, kadını elbise karşılığında ve muayyen bir zaman için nikâh etmemize ruhsat verdi.» rivayeti yer almıştır.
Ebu-Hatim el-Bustî Sahihinde «Nefsimizi iğdiş edelim mi?» sualleri delâlet eder ki, mut'a daha önce yasaktı. Zira yasak olmasaydı, sorunun mânâsı kalmazdı. Bütün bunlardan sonra savaşda onlara mut'a ruhsatı verildi. Sonra Hayber senesi yasaklandı. Sonra Mekke Fethi senesi izin verildi. Üçüncü defadan sonra haram ilân edildi. Artık mut'a Kıyamete kadar haramdır.
İbni Arabî de «Kadınların mut'asma gelince, o, şeriatın garible-rindendir. Çünkü İslâmın başlangıcında mubah kılındı. Sonra Hayber Fethinde haram edildi. Sonra avtas savaşında mubah kılındı. Bundan sonra haram kılındı ve haramlılık üzerinde istikrar edildi.» demiştir.
kıble meselesinden başka, mut'aya benzer bir mesele Şeriatta yoktur. Zira Kıble meselesi de iki defa nesh geçirdikten sonra istikrar bulmuştur.
Mut'a hususundaki, Hadisleri toplayan bâzı âlimler; «Bu Hadîsler, mut'anın yedi defa helâl edilip haram kılındığını gerektirir. Bütün bu rivayetler Müslim ve başka kitaplarda Hz. Ali'den geldiği gibi şu da gelmiştir. «Rasûlullah Tebuk günü mut'ayı yasakladı.»
Ebu Davud'un Er-Rabi bin Sebre'den rivayet ettiği Hadîsde, «Ra-sûlüllah (S.A.V.) mut'ayı Veda Haccmda yasakladı.» denilmiştir.
Ebu Davud, «Bu hususdaki Hadîslerin en sıhhatlisi budur.» demektedir.
Rasûlüllah'm âdeti şu idi: Mut'a gibi konulan harblerinde ve toplantı yerlerinde tekrar ederdi. Halk Veda Haccı'nda toplandığında da mut'anın harami iğin ı ilân etti. Tâ ki, işitmiyen de işitsin; onun helâlliğini iddia edenin elinde her hangi bir şüphe kalmasın.
Mut'a nikâhını, bütün bunlara rağmen helâl görenin nezdinde O'nun tarifi şöyledir: «Kadın iki şahid huzurunda velisinin izniyle muayyen bir zamana kadar kişiye nikâh edilir. Aralarında miras olmayacak şartı olduğu gibi, belirtilen mehir de verilecektir.» Belirtilen müddetin bitiminde kadın kocasının nikâhından çıkar. Rahmini temizlemek için iddet bekler. O müddette olan çocuğun nikâh sahibine aîd olduğunda şüphe yoktur. Eğer gebe kalmadığı belli olursa, başkasına helâl olur.» Bu İbni Atiye'nin görüşüdür. Fakat En-Nuhas, «Bu görüşte yanlışlık vardır. Zira Mut'a nikâhında çocuk ilhak edilmez.» demiştir.
Evet Nuhas'in ibaresinden bu manâ anlaşılır. Çünkü Nuhas, «Mut'a ancak kocanın karıya şöyle demesidir: Seninle bir gün (veya benzeri) için evleniyorum. İddet çekmemek, aramızda miras olmamak, boşanma bulunmamak ve buna herhangi bir şahid şahidlik etmemek şartiyle!» demiştir.
Mut'a nikâhı zinanın ta kendisidir. İslâmda hiç bir zaman böyle bir nikâh olmamıştır. Bunun için Hz. Ömer (R.A.): «Bana mut'a ni-kâhıyle evlenen bir kişi getirilirse onu taşların altında gömerim!»
demiştir. Yani zina ettiği için recim edeceğim demek istemiştir. (Bak el-Kurtubî).
El-Mahdevî İbni-Abbas'dan, Mut'anın velîsiz ve şahidsiz olduğunu rivayet ediyor. Fakat bu rivayet zayıftır.
İbnul Arabî, «İbni Abbas, mut'a nikâhının caiz olduğunu savunuyordu. Sonra bu fikrinden caydı!» demiştir.
Böylece mut'anın haram olduğunda icma oluştu.
İmam-ı Malik'in meşhur mezhebine göre, «Mut'a ile evlenen recim edilir.»
Hülâsa mut'a nikâhını ruhsatlı kılanlar İmran bin Husayn, İbni Abbas ve bâzı sahabîlerle Ehli Beyt'ten bâzılarıdır. Diğer âlimler, as-hab, tabiin ve selefi-salih, bu âyetin neshedildiğinde ve mut'anın haram olduğunda ittifak etmişlerdi.» [55]
Nikâhda mal, mehir olduğu gibi, menfaat da mehir olur mu diye ihtilâf edilmiştir. îmam-ı Mâlik, Ebu Hanife, el-Müzenî, Leys ve Ah-med bin Hanbel menfaat mehir olamaz, dediler. Ebu Hanife «Menfaat üzerinde akdedilen nikâh caizdir. Fakat Kadına nıehrimisil verilir.» dedi.
İmam-ı Şafîi de «Menfaat üzerinde kılınan nikâh sabittir. Kadın için şart kılman menfaat yapılmalıdır. Meselâ Kur'an'dan bir sûre öğretmek karşılığında nikâh kıyılmışsa öğretilmelidir.» demiştir.
İmam-ı Şafii'nin delili, Sehl bin Sad'm Hadîsidir: «Nefsini Rasû-lüllah'a hibe eden kadın hususunda Rasûlüllah Sehl'e, «Git! Kadını sana, ezberinde bulunan Kur'an'ı öğretmek karşılığında, verdim!» dedi.»
Hz. Şuayib (A.S.) kızını mehri sekiz sene çobanlık olmak üzere Hz. Musa ile evlendirdi.
îbni Abbas (R.A.) rivayet ediyor: «Rasûlüllah bir kişiden sordu:
— Ey filan! Evlendin mi?
— Hayır. Evleneceğim, fakat mehirlik bir malım yoktur!
— Beraberinde thlâs sûresi yok mudur? (Yani ezberinde değil mi?)
— Evet, vardır.
— thlâs sûresi Kur'an'ın üçte biridir. Beraberinde Ayetel-Kürsi yok mudur?
— Evet, vardır.
— O, Kur'an'ın dörtte biridir. Beraberinde En-Nasr sûresi yok mudur?
— Evet, ezberimdedir.
— O, Kur'an'ın dörtte biridir. Beraberinde Zilzal sûresi yok mudur?
— Evet ezberimdedir.
— O, Kur'an'ın dörtte biridir. Evlen! Evlen!»
Fakat Malikî'ler, Şafiî'nin delili olan Sehl Hadisinde fazla ibare var ve bu fazlalık îmam-ı Malik'i haklı çıkarır demişlerdir. Zira o, Ha-dîsde şunlar vardır: «Rasûlüllah;
— Bu kadım kim nikâh edebilir? diye sorunca o, kişi ayağa kalkarak:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Ben nikâh edebilirim.
Rasûlüllah:
— Senin malın var mı?
Kişi:
— Hayır! Yoktur, yâ Rasûlüllah!
Rasûlüllah:
— Kuran'dan birşey okuyabilir misin?
— Evet! El-Bakara sûresi ve El-Mufassal sûresini bilirim.
Bunun üzerine Rasûlüllah:
— Onu okutmak ve Öğretmek üzere sana nikâh ettim. Allah sana nzık verdiğinde onun me lirin i verirsin.
Kişi de onunla evlendi. Bu ise, öğretmenin mehir olmadığına dair nassdır.» dediler. Fakat Ed-Dare Kutnî «Bu fazlalığı ancak Ütbe bin Es-Seken rivayet etti. Ütbe'nin rivayet ettiği Hadîslerde terk edilmiştir.» dedi. [56]
(27) Allah, tevbe etmenizi diler. Şehvetlerine uyanlar ise, sizin doğru yoldan büyük bir kayış ile (büsbütün1 eğri büğrü gidip) kaymanızı dilerler.
(28) Allah yüklerinizi (dinî yükümlülüklerinizi) tahfif etmek ister, (Zira) insan zayıf yaratılmıştır.
(29) Ey îman edenler! Mallarınızı (birbirinizin inalını) aranızda bâtıl bahanelerle yemeyiniz. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaret başkadır. Nefislerinizi (birbirinizi) öldürmeyiniz! Şüphesiz ki Allah size karşı çok bağışlayıcıdır.
(30) Kim ki, zulüm ve haddi aşmak suretiyle bunu yaparsa, Biz de onu gelecekte ateşe sokacağız. Onu ateşe sokmak Allah için kolaydır.
(31) Eğer men olunduğunuz haramların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin (diğer) kusurlarınızı örteriz. Sizi şerefli bir makama vardırırız!
(32) Sakın hâ, Allah'ın bazılarınızı, diğerine üstün kılmasını hasetle karşılamayınız. Erkekler için kazançlarında pay vardır. Kadınlar için de kazançlarında pay vardır. A Halı dan, fazlından, isteyiniz. Şüphesiz ki, Allah her şeyi hakkıyle bilicidir.
(33) Ebeveynin ve hısımların bıraktığı maldan her biri İçin mirasçı kıldık. Bir de kendileriyle sözleşme akdettiğiniz kimselere de hisselerini veriniz. Şüphe yoktur ki, Allah her şeye hakkıyle şahid bulunuyor. [57]
(27) «Şehvetlere uyanlar ise...» Bunlardan maksat, ya zina edenlerdir ya da Es-Süddî'nin dediği gibi; Yahudî ve Hıristiyanlardır. Çünkü bunlar, Asr-ı Saadette baba bir kızkardeşleri nikâh etmekte Müslümanları kendilerine uydurmaya çaba harcadılar.
İbni Zeyd, manâ geneldir demiştir. Bu söz, daha doğrudur. «İnsan zayıf yaratılmıştır!..» Yani kadmsızhğa dayanamaz. Said bin Musayyib «Seksen sene yaşadım. Bir gözüm kör oldu. Halâ ikinci gözle âşık olmaktayım. Halbuki arkadaşım (tenasül uzvunu kasdediyor) kör ve sağırdır. Buna rağmen kadın fitnesinden korkuyorum.» demiştir.
Ubbade bin Sâmit'den de benzeri rivayet edilmiştir. [58]
(29) «Ey inananlar! Mallarınızı aralarınızda bâtıl bahanelerle yemeyiniz...»
Bu âyeti cetfle, Islâm'da Ticarete meşruiyyet getirdi. Bâtıl ba-
hanelerden maksat, haksızlıktır. Bu genel ifadeye faizin her çeşidi girer. Zira en büyük haksızlık riba'dır.
Ed-Dârekutnî îbni Ömer'den rivayet etti: «Doğru söyleyen Müslüman ve emin tüccar Kıyamet gününde şehidler, sıddüdar ve Peygamberle haşrolunur.»
Malın satılması ve süslü görünmesi için tüccarın yemin etmesi, haramdır. Malını satmak için Rasûlüllah'a Salavât getirmek veya «Lâ-İlâhe illellah» demek mekruhtur.
Tüccar bir kimseyi ticaret, farzlarım eda etmekten menetmemeldir. JJamaz vakti geldiğinde ticareti bırakıp ibâdetle meşgul olması gerekir. Tâ ki, «öyle erkeklerdir ki, ticaret ve alışveriş onları Allah'ın zikrinden (ibâdetten) meşgul etmez.» âyetinin kapsamına girsin.
Ticareti hor görenlerin suratına bir şamar gibi inmektedir bu âyeti-celîle!.. Zira bâtıl bahanelerle malın yenmesi haram kılındığı halde ticaretle helâl edilmiştir. [59]
«Sakın ha nefislerinizi öldürmeyiniz!..» Bu âyet, başkasını öldürmeyi yasakladığı gibi intiharı da yasaklar. Hatta dünyaya meylederek fazla çalışıp nefsini telefetmenin de haramlığına işaret eder.
Âmr bin As (R.A.) «Zatus-Selasil» savaşında cünüp olduğunda telef olmaktan korkarak soğuk su ile yıkanmadı ve bu âyetle istidlal etti. Bilâhere Rasûlüllah onun bu istidlalini yerinde buldu. Gülerek onayladı!..
(30) «Zulüm ve saldırganlık yönünde onu yapanı yakın bir gelecekte ateşe sokarız!...» «Onu» zamiri nefsin öldürmesine râcidir. Yasaklanan nesnelerin bütününü de ifade edebilir.
«zulüm», bir şeyi yeri olmayan mevkie bırakmak demektir. Ali' nin hakkım Veli'ye vermek gibi!.. [60]
(31) «Men olunduğunuz haramların büyüklerinden sakınırsanız, sizin |§ diğer hatalarınızı örteriz!...»
Bu âyet, günâhların küçük ve büyük olmak üzere iki kısım-olduğunu isbatlar. (Tevil cemaati ile fâkihler böyle dediler.) Ve meselâ, zinadan sakınıldığı takdirde, dokunma ve öpmenin affedildiğini isbatlar.
Et-Tevbe sûresinde buna farzların edâ edilmesi şartı da eklenmiştir. Müslim Ebu Hüreyre'deıî «Beş vakit namaz, aralarında yapılan günâhların keffaretidirler. Cuma namazı diğer Cuma namazına, Ramazan, diğer Ramazana kadar olan günâhların keffaretidirler.» Evet bu ibâdetler büyük günâhlardan sakınıldığı takdirde aralarında yapılan
günâhların keffaretleridirler.» rivayetine yer vermiştir
m Ebu Hatim el-Bustî Sahih, Müsnedinde Ebu Hüreyre ve Ebu Said
el-Hudrî'den rivayet etti: «Rasûlüllah minberin üzerinde oturduktan sonra üç defa «Nefsimi yedi kudretinde bulunduran Allah'a yeminim olsun!» dedi ve durdu. Hepimiz Rasûlüllah'ın yeminine üzülerek ağladık. Bundan sonra buyurdular:
— Hiç bir kul yoktur ki, beş vakit namaz kılar, Ramazan orucu-mı tutar ve helak edici yedi büyük günâhı işlemekten kaçarsa, onun için Kıyamet günü Cennetin sekiz kapısı açılmasın! Hatta onlar ona alkış bile tutarlar.
Bunları söyledikten sonra bahsi geçen âyeti okudu. Böylece Kur'an ve doğru olan Hadis, büyük günâhlardan korunulduğu takdirde küçük günâhların affolunmasını bildirmiş oldular. Küçük günâha misal olarak harama bakma gösterilebilir.
Sünnet, korunmak hususunda bütün büyük günâhlardan korunmak gerektiğinin kaydedilmediğini açıklıyor. Ancak Allah daha iyisini bilir.
İslâm genişliktir, daraltmayınız. Kolaylıktır, zorlaştırmayıyız. [61]
İbni Abbas (R.A.), «Büyük günâh, o'günâhdır kî, Allah onun sonunu ateş veya gazab veya lanet ya da azab ile bağlamıştır.»
İbni Mes'ud, «Büyük günâhlar, Allah'ın bu sûrede otuz üçüncü
âyette saydığıdır.» demişlerdir.
Tavus, İbnu Abbas'a, «Büyük günahlar yedi midir?» diye sorunca, o: «Yetmişe daha yakındır.» cevabını verdi. Ve ekledi: «Fakat istiğfar ile beraber herhangi bir büyük günâh fenima . Nitekim İsrar ile bera-;| ber küçük günah kalmadığı gibi!...»
Yani küçük günahlarda İsrar ve tekrar onları büyük günaha dönüştürür. [62]
îbni Mes'ud, «Büyük
günahlar dörttür:
a) Allah'ın
revhinden umutsuzluktur,
b) Allah'ın
rahmetinden ümit kesmektir,
c) Allah'ın
mekrinden emin olmaktır,
d) Allah'a ortak koşmaktır.» demiştir.
İbni Ömer, «Büyük
günâhlar dokuzdur:
1) Adam
öldürmek,
2) Ri-ba
yemek,
3) Yetim
malını yemek,
4) İffetli
kadına zina isnadetmek,
5) Yalancı
şahidlik,
6) Ana
babaya karşı gelmek,
7) Savaş
cephesinden kaçmak,
8) Sihir,
9) Beyt-i Haram'da ilhad (isyan) etmek.» demiştir.
Kumar, hırsızlık, içki, selef-i şaline sövmek, hüküm verirken hak-dan ayrılmak, hevayi nefse tâbi olmak, yalan yere yemin etmek, Allah'ın rahmetinden umutsuz olmak, başkasına sövüp, annesine ve babasına sövdürmek ve yeryüzünde fesatçılık yapmak gibi, günâhları âlimler büyük günâhlardan saymışlardır. Sayısında halk ihtilâf etmiştir. şîrk, günahların en büyüklerindendir. Affedilmez. Şirkten sonra Allah'ın rahmetinden umutsuz olmak geliyor. Zira Kur*an'da Cenab-ı Hak, «Benim Rahmetim her şeyi kapsayacak kadar geniştir!» demektedir. «Ben affolmam.» diyen kişi genişi daraltmıştır. Tabiî ki, buna böyle inanırsa felâket başlar. YeLsden sonra Allah'ın vergisinden ümitsizlik mânâsını taşıyan kuntjt gelir. Kunut'tan sonra ise Allah'ın mekrinden emin olmak gelir. Günâha dalıp Allah'ın azabından emin olmak, amelsiz rahmet beklemek gelir. Daha sonra Kati (Öldürmek) gelir. Daha sonra zürriyet kesmeye yol açan Livata, sular ile soyları karıştırma manâsına olan zina, teklifin nirengi noktasını teşkil eden aklın gidericisi içki, İslâm parolasını taşıyan namaz ve ezanın terki, kanlar, mallar ve haram uzuvları helâl kılan yalana şahidlik gibi büyük günahlar takip eder.
Genel olarak deriz ki, Şeriatın büyüttüğü, teşdid ettiği veya varlıkta zararının büyük olduğunu bildirdiği her günah, büyüktür. Diğerleri küçüktür.
«Sizi şerefli bir mekâna sokarız!.»
Bu âyetin tefsiri: İmam-ı Hanbel'den Ebu Davud es-Secistanî rivayet etti; «Bütün Müslümanlar Cennete gidecektir.» deyince, sordum:
— Bu nasıl olur?
İmam:
— Allah, «Eğer men olunduğunuzun büyüklerinden sakınırsanız hatalarınızı sizin için Örteriz. Sîzi şerefli bir mekâna (Cennete) sokarız.» dedi. Peygamber de, «Şefaatimi ümmetimden büyük günah işliyenlere azık ettim.» buyurdu. Madem ki, Allah büyük günahlardan başkasını affeder, Peygamber de büyük günahlar için, şefaat eder, acaba geriye hangi günahlar kalır?
diye cevap verdi.»
îbni Abbas (R. Anh.), «Nisa sûresinde sekiz âyet vardır ki, onlar bu ümmet için güneşin üzerinde doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır:
1) «Allah size açıklamayı irade eder!...»
2) «Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister!..»
3) «Allah sizden tahfif etmek ister!.»
4) «Eğer men olunduğunuz günahların büyüklerinden sakınırsanız sizin hatalarınızı örteriz!...»
5) «Allah kendisine şirk koşmayı afvetmez. Fakat ondan başkasını dilediğine afveder..»
6) «Şübhesiz ki, Allah mıskalı zerre kadar zulmetmez.»
7) «Kim ki, bir kötülük işler veya nefsine zulmederse...»
8) «Eğer şükredip îman ederseniz, Allah sizin azabınızdan ne menfaat bekler?...»
demiştir. [63]
(32) «Allah'ın bazılarınızı diğerine üstün kılmasını hasetle karşılamayınız...»
Bu âyeti celîlenin nüzul sebebini Kattade şöyle izah eder: «Cahi-Hyyetde ne kadınlara ne de çocuklara miras verilmezdi. Miras kendilerine verilmeye başlayıp erkeğe kadının iki misli takdir edilince kadınlar «Keski bizim payımız da erkeklerinki gibi, olsaydı» dediler. Erkekler de «Dünyada kadınlardan fazla pay aldığımız gibi âhirette de onlardan üstün olmayı umarız.» diye temennide bulundular. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.»
Temenni'de kalbin meşguliyeti ve ecelin unutulması var olduğu için, Mü'minler temenniden menedilmişlerdir.
Arkadaşının halinin kendisinde de olmasını istemek olan «gıbta» da yasaklamaya girer mi, girmez mi? Bu hususta İhtilâf edilmiştir. Cumhura göre, caizdir; ve ancak iki şeyde'vardır:
1) Bir kişi ki, Allah ona Kur'an vermiştir. Kur'an ile gece ve gündüzün taraflarını diriltir.
2) Bir kişi ki, Allah ona mal vermiştir. O, malını gece ve gündüzün her saatinde Allah yolunda harcar.
Yani bu iki kişinin haline gıbta etmekten daha büyük, daha ecir |ş getirici bir gıbta düşünülemez.
İbni Atiyye, dünyahkda temenni caiz değil, fakat, salih amellerde temenni güzeldir, dedi.
Kişinin Allah'dan manevî makamlar temenni etmesi caiz; nitekim Hadîsde varid olmuştur: İsterdim ki, diriltilmiş olayım ve şehid edileyim!»
Rasûlüllah, Ebu Talip, Ebu Lehep ve Sanâdidi (reisleri) Kureyş'in îman etmesini temenni ederdi. Halbuki, îman etmiyeceklerini de bilirdi. Ve «Ey! Benden sonra gelip beni görmedikleri halde bana îman eden arkadaşlarınla olan iştiyakım! Evet, ey o, iştiyakım! Seni çağırıyorum gel hazır ol.» derdi
Bütün bunlar delâlet eder ki, temenni, içinde haset ve buğz olmadıktan sonra, caizdir. «Yoksa Allah'ın insanlara verdiğinden ötürü insanlardan haset mi ederler?»
Kişinin pazarına karşı çıkmak ve İsteklisini elinden almaya kal- II kısmak da bu kabildendir. Başkasının malı, karısı ve hizmetkârı benim \% olsa, diye temenni edilmez. Fakat «Onun gibisini Allah bana da verseydi!.» diye temenni edilebilir. [64]
«Allah'dan, faziletinden isteyiniz.»
Bu âyetin tefsiri:
Tirmizi AbduUah'dan şu Hadîsi rivayet etti: «Allah'ın Rasûlü (S.A.V.), «Allah'dan faziletini isteyiniz. Zira Allah ister ki, kulu ondan istesin. İbâdetin en üstünü ise, Allah'dan genişlik beklemektir!» buyurmuştur.»
İbni Maceh'in rivayet ettiği bir Hadîsde de «Kim ki, Allah'dan istemese, Allah ona öfkelenir!» buyuruldu.
Bu Hadis delâlet eder ki, Allah'dan istemek vaciptir. Âlimlerden bâzısı bu mânâyı nazmen ifade ederek «Eğer Allah'dan istemeyi ter-kedersen Allah gazaba gelir. Ademoğullan ise, onlardan istediğin takdirde öfkelenirler!..» demişlerdir.
Said bin Cübeyr, «Âyetin manâsı, «Allah'dan ibâdeti isteyiniz demektir. Dünyalığı isteyiniz demek değildir.» dedi.
Hz. Âişe, «Karın doymasını bile Allah'dan isteyiniz demektir.» dedi ve devamla: «Eğer karın tokluğunu da Allah müyesser etmezse, kolay olmaz.» buyurdu.
Sufyan bin Uyeyne, «Allah, versin diye. kullarına isteyiniz emrini verdi.» dedi [65]
(33) «Ana babanın ve hısımların bıraktıkları mallardan erkek, kadın her biri için vârisler gösterdik. Kendileriyle ahi ti eştiğiniz kimselere de paylanm veriniz...»
Bu âyeti celîlenin sebeb-i nüzulü şöyledir: Mekke'li muhacirler Medine'ye vardıklarında Peygamber (A.S.) onlarla Yesrib'lilerin (Me-dine'lilerin) arasında kardeşlik akdi yaptı. Bundan dolayı Ensarlı biri öldüğünde âhiretlik kardeşi olan Mekke'li onun vârisi olurdu. Yakınları miras yedisi olmazlardı. Bu âyet indiğinde o kaideyi neshetti, kaldırdı.
Selefin cumhuru: Bahsedilen hüküm, bu âyetle değil «El-Enfal» sûresinin «Rahim sahibi eri (akrabalar) birbirine vâris olmaya daha elverişlidirler!» âyetiyle nesh olunmuştur dedi. İfoni Abbas, Kattade ve Hasan-i Basrî de böyle dediler. Ebu Ubeyde «El-Nâsih Vel-Mensuh» adlı kitabında bu görüşü savundu.
Kattade, cahiliyyet döneminde insanlar, «Kanım senin kanın, yıkımım senin yıkımındır. Öcüm senin öcün, savaşım senin savaşın, barışım senin barışındır. Sen benim mirascımsm, ben de senin. Benden sen, senden de ben sorumluyum. Sen benim İçin, ben de senin için kan bedeli veririm.» şeklinde ahidleşiyorlardı.
Böylece ahidleşmiş biri öldüğünde diğeri onun servetinin altıda birini alırdı. Sonra bu kaide neshedilerek kaldırıldı.
«Mevalî» kelimesi, Mevla'nm çoğuludur. Mevlâ, hem azad eden hem de azadedilen için kullanılır. Yardımcı mânâsına da kullanılır. «Şüphesiz ki, kâfirlerin Mevlâsı (yardımcısı) yoktur.» Amcaoğlu ve komşu için de (Mevlâ» ta'biri kullanılır. Fakat tefsirine çalıştığımız bu âyette «Mevâli» asaba (mirasçı yakınlar) mânâsına gelmiştir.
«Şüphesiz ki, Allah her şeyin şahididir!» Öyleyse, sizin ahidleşme-nizi de görmüştür. Ve vefakârlığı sever... Küçük, büyük her hadiseyi de görür, ona göre ceza tatbik eder!.. [66]
(34) Erkekler kadınların koruyucusu ve bakıcısıdırlar Çünkü Allah onların bâzılarını (erkekleri) bâzılarına (kadınlara) üstün kılmıştır. Çünkü erkekler mallarından harcarlar (kadınların nafakasını verirler) Salına kadınlar itaat edicidirler. Allah'ın korumasından ötürü gÖrünmiyeni (kocalarının gıyabında ırz ve servetlerini) koruyucudurlar. Serkeşlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara nasihat ediniz. (Fayda vermezse) onları yataklarda yalnız bırakınız. (Bu da yarar getirmezse) onları döğünüz. Eğer size itaat ederlerse, artık incitmeleri için herhangi bir yola başvurmayınız. Şüphesiz ki, Allah yücedir. Büyüktür.
(35) Eğer kan ile koca arasında ayrılık olacağından korkarsa-nız,erkeğin ailesinden bir, kadının ailesinden bir hakem (arabulucu ve hüküm verici) gönderiniz. Eğer bu iki hakem barıştırmayı kasde-derlerse, Allah eşlerin araşma uyum verir. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilici ve her şeyden haberdardır.
(36) Allah'a kulluk ediniz. Hiç bir şeyi O'na ortak koşmayınız. Anaya babaya iyilik ediniz. Akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, yakın arkadaşa, yolcuya ve sağ ellerinizin mülk ettiği kölelerinize de iyilik ediniz. Şüphesiz ki, Allah kendilerini çok beğenenleri ve çok öğünenleri sevmez.
(37) Öyle öğünenler ki, hem cimrilik ederler ve hem de cimriliği halka emrederler. Allah'ın fazl-u kereminden kendilerine verdiğini saklarlar. Biz kâfirler için rüsvay edici bir azabı hazırladık. [67]
(34) Erkeklerin kadınlar üstündeki hakimiyeti, onların nafakalarını vermek, onları her türlü saldırıdan korumak iledir.
Erkekler savaşanlardır. Tarih boyunca idareci ve kumandanların ekserisi erkeklerden olmuştur. Kadının işlerine bakmak, ve kadını korumak, vazifesinin erkeğe verilmesinin nedeni, erkeğin daha güçlü oluşu, bedenî gelişme bakımından kadından daha üstün olmasıdır. Hanenin âmiri erkektir. Zira ilk plânda o sorumludur. Çocukların nafakası ondan istenir. «Hayat müşterektir» noktasından hareket edip kadının fikrini alması, aile problemlerini beraberce halletmeye yönelmesi şayanı takdirdir. Zira İslâm, kadını evin bir köşesinde bir çaput gibi telâkki etmemiştir. [68]
Bu âyet; SadbinRabia hakkında nazil olmuştur. Karısı Zeyd kızı Habibe serkeşlik yaptı. O da karısına bir sille vurdu. Zeyd Rasûlüllah*a başvurup damadını şikâyet ederek, «Ey Allah'ın Rasûlü! Kızımı ona döşektik yaptığım halde ona sille vurdu.» dedi.
Rasûlüllah, «Kocasından kısas alsın» dediğinde kadın babasiyle kısas almak için ayrıldı. İşte bu esnada bu âyet nazil oldu. Bunun üzerine Rasûlüllah: «Dönünüz. İşte Cebrail bana geldi ve şu âyeti getirdi Biz bir emri irade ettik. Allah ise, onun gayrisini irade buyurdu...» dedi.
Erkeklerin mirasda da kadınlardan fazla almasının nedeni, onların boynunda hem nafaka hem de mehir borcunun oluşudur.
Bu âyet, erkeklerin eşlerine edeb vermesinin cevazına delâlet eder. Hanımların hukuku zevciyete riayet ettikleri takdirde, kötü muameleye tabi tutulmamalannı gerektirir. Kadın ancak Allah'a isyanda kocasına uymaz. Diğer hususlarda itaat etmesi gerektir.
Erkek malından hanımın nafakasını verebildiği takdirde hâkimdir. Aksi takdirde kadın nikâhın feshi için davacı olabilir. Mâlik ve Şafii böyle dediler. Ebu Hanife, «Feshettiremez. Belki kocasının nafakasını verebilecek bir zamana kadar bekler)) dedi. Yani bu zamandan sonra fesih ettirme davasını açar.
Ebu Davud et-Teyyalisî, Ebu Hüreyre'den rivayet etti:
«Kadınların en hayırlısı o kadındır ki, ona baktığın zaman, seni sevindirir. Ona emrettiğin zaman sana itaat eder. Yanından ayrıldığın zaman ırzında ve maunda senin hukukunu korur!.»
Naşizelik yapan kadına önce nasihat edilir. Uslanmadığı takdirde yatağı terkedilir. Üçüncü mertebede döğülür.
Allah'ın Rasûlü: «Eğer bir kimseye, diğer birine secde etmeyi cm-redebüseydim, muhakkak ki kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.»
«Kocasının yatağının dışında geceleyen her kadına, sabaha kadar, melekler lanet okur dururlar.»
«Kocasının yatağından çıktığı halde geceleyen her kadına, sabaha kadar, melekler lanet okur dururlar.»
Âyetteki vuruş, kemik kırmayan ve herhangi bir yara açmayan edeblendirme vuruşudur. Çünkü düşmanlık değil, islâh kasdedilmiştir.
Sahihi Müslim'de «Kadınlar hakkında Allah'dan korkunuz. Zira onları Allah'ın emanet iyi e almış, Allah'ın kelimesi (nikâh) ile nefislerini kendinize helâl kılınışsınız. Sizin kadınların boynundaki hakkınız, istemediğiniz kimseye yatağınızı çiğnetmemeleridir. Eğer bunu yaparlarsa, kemikleri kırmayan ve ç irk bileştirici bir yara bırakmayan şekilde onları dövünüz.» buyrulmuştur.
Yani evinize gelmesini istemediğiniz yabancı kadınları ve nikâhı düşmiyen yakınlarını eve alırsa, edeblenmesi için dövünüz, demektir. Zina ettiği kimseye yatağınızı çiğnetirse dövünüz, mânâsı kasdedilme-miştir. Çünkü İslâm'da evlinin zina etmesinin haddi döğmek değil, re-cimdir. Bekârlar için kamçılanmaktır.
Cenab-ı Hak Kur'an'mda sadece bu âyette ve büyük cezalarda dövmeyi açık bir ibare ile emretmiştir.' Böylece kadınların kocalarına karşı gelmesini büyük günahlarla eşit tutmuştur. Bu cezanın tatbikini idarecilere değil kocalarına vermiştir. Kadılar ancak bir suçun tesbitini şahidlerle yaparlar. Kocalara bu teklif de yapılmamıştır. Bu da eşleri hakkında Allah'ın erkeklere güvenmesini gösterir.
Naşizelik kadının nafakası dahil bütün eşlik haklannı düşürür. Vazgeçtiğinde haklan iade edilir.
«Kamçısını duvara asıp aile efradım edeblendiren kişiden Allah razı olsun!»
Hastalık, hayiz, nifas, oruçlu olmak, Hacca gitmek kadının nafakasını düşürmez. Kocanın yolculuğa çıkması, hapse girmesi kadının nafakasını düşürmez. Bütün bu durumlarda, kadının nefsinden istifade etmiyorum diye, koca nafakasını kesemez. [69]
Eğer dövmek de kadını nâşizelikten döndürmezse, «Hakem» gönderilir. Eğer eşler Hakemlere verdikleri ifadelerinde samimi olup düzeltmeyi isterlerse, Allah aralarına sevgiyi ilkâ eder; uyum sağlanır. İki \ hakemin mutlaka eşlerin yakınlarından olmaları lâzımdır. Çünkü onlar eşlerin hallerini daha etraflıca bilirler. Ailelerinden böyle kimse bulunamıyorsa, başka iki âdil ve âlim kişi hakem tayin edilirler.
Kocanın yakını olan hakem, «Söyle bana hanımını sever misin, sevmez misin? Tâ ki, maksadını bileyim.» diye soracaktır. Koca, «Onu severim aramızı bul.» derse kabahatin onda olmadığı anlaşılır. Aksini söylediği takdirde hatalı olduğu ortaya çıkar. Kadının da hakemi, «Kocanı sever misin?» diye kadından sorar. Kadın, «Bizi ayır. İsteğini malımdan ver.» dediği takdirde, nâşizeliğin ondan olduğu anlaşılır. Eğer «Bizi ayırma. Fakat nafakamı artırmasını ve bana iyilik yapmasını tavsiye et.» derse anlaşılır ki, naşizelik ondan değildir.
Nâşizeliğin sahibini tesbit ettiklerinde, ona vâz etmeli, onu kınamalı ve sakındırmalıdırlar. Eğer nasihat neticesinde barışırlarsa, ne alâ; eğer ihtilâf gittikçe artar ve nasihat kâr etmezse, hakemler bo-şanmalanna karar verirler. Kararlan geçerlidir. İster o beldenin kadısının hükmüne uysun ister uymasın. İster eşler onlara vekâlet versinler, ister vermesin. Bu karar talâk-ı bain olur.
Başka bir görüş; «Eşler boşanma vekâleti 'vermişseler, hakem heyeti tatbik ederler. Aksi takdirde yapmazlar gidip imama durumu anlatırlar. Bu takdirde imam isterse, ayırır. Hakeme ayırma emrini verir. Bu görüş İmam-ı Şafîi, Kûfe'liler, Atâ, îbni Zeyd ve Hasanın görüşüdür. Birinci görüş ise Mâlik, Evzaî, ve îshak'ın görüşüdür. Hz. Osman, Hz. Ali, ve îbni Abbas'dan da rivayet edildi. Şafii'nin ikinci bir görüşü de şudur: «Âyetin nassmdan anlaşılır ki, hakemler kadıdırlar. Vekil ve şahid değildirler. Vekilin, Allah nizamında adı ve mânâsı vardır. Hakemin de adı ve mânâsı vardır. Madem ki, Allah her birisini ayrı ayrı beyan etmiştir o halde birisinin mânâsını diğerine vermek uygun değildir!»
Ebu Hanife, Hz. Ali'nin «Hakeme, boşama yetkisini vermem!» di- , yen kocaya, «Valan söyledin. Yemin ederim ki, kadının hakemlere verdiği yetkiyi sen de ikrar etmedikçe buradan ayrılamazsın!» sözüne is-tinad ederek «Hakemler, ancak kocanın rızasıyla onları ayırabilirler.»
dedi.
Bu âyeti eelîle «tâhktm»i isbat eder. Haricîlerin, «Allah'dan başkası tahkimi yapamaz » sözüne bakılmaz. Zira dedikleri hak bir kelimedir. Fakat onunla bâtılı kasdetmişlerdir. Allah onlan öldürsün!..
(36) «Allah'a ibâdet ediniz. Ona hiç bir şeyi ortak koşmayınız...»
Bu âyeti celîle, kulluğu, adabı muaşeret ve ahlâkın temel meselelerini derleyen bir âyettir. Âlimler âyetin, muhkem olduğunda ve içinde mensuhun bulunmadığında ittifak ettiler.
El-Kurtubî, «Eğer bu âyet inmeseydi aklı. selim de böyle hüküm ederdi.» der.
Kulluk, Allah'ın azametinin karşısında kendi iradesiyle tezeliül etmek demektir. Bunu, sadece Allah için yapmalıdır. Ihlâsa bürünmeli-dir. Zira Kur'an başka âyetlerde de ihlâsa dikkaii çekmektedir: «Dikkat edilsin ki, haJis din ancak Allah içindir...» (Enİal: 10).
«Halbuki onlar ancak Allah'a Onun dininde ihlâsli olarak ibâdet etmekle em rol im dul ar.» (El-Beyyine: 5)
Buharı de Basûlüllah (S.A.V.) den şöyle buyurduğunu rivayet ediliyor: «Allah (C.C.), «Ben azimüşşan, ortakların ortaklıktan en zenginiyim. Kim ki, bir ameli yapar, başkasını orada bana ortak yaparsa, onu şirk koşmasıyla başbaşa bırakırım.» dedi.»
Ed-Dahhak bin Kay el-Fâhrî'den rivayet edilen bir Hadîs: «Allah (C.C.), «Ben şeriklerin en hayırlısiyım. Kim ki, bana bir ortak koşarsa, o amelin tamamını ortak koşulana bırakırım.» dedi. Ey nas! Öyle ise amellerinizi halisen Allah için yapınız. Zira Allah ancak sadece kendisi için yapılan amelleri kabul eder. Sakın hâ! Bu, Allah ve yakınlık içindir demeyiniz. Bunu dediğiniz takdirde o amel yakınlığın olur. Allah onu kabul etmez. Sakın hâ! Bu amel Allah için ve sizin hatırınız içindir demeyiniz. Dediğiniz takdirde o amel sizin zatlarınıza mahsus olur. Onda Allah için hiç bir şey yoktur.»
Şirk üç mertebedir:
a)
Allahlıkta ortak koşmaktır,
b) Fiilinde
ortak koşmaktır.
(Bu ümmetin Mecûsîsi
olan kaderî taifesinin «insan fiilinin yaradanıdir » demesi gibi.)
c) İbâdetde ortak koşmak olan riyakârlıktır. İşte âyet ve hadîslerin, haramlığı üzerinde durduğu kısım budur. Bu kısım, kişinin amellerini bozar. Gizlidir, her cahil onu bilemez.
Ebu Said el-Hudrî rivayet etti: «Mesih, Deccal'dan bahsettiğimiz bir anda Rasûltillah çıkıp yanımıza geldi ve buyurdu:
— Katımda sîzin için Mesih - Deccal'dan daha korkuncunu haber vereyim mi?
Biz:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Haber veriniz.
Dedikten sonra buyurdular:
— O, gizli şirktir. Kişi namaza kalkar. Başkasının kendisine baktığını görünce namazım süslendirir.»
Vâsıtlı Şu'be ve Hüşeym Ya'lâ bin Ata'dan, o da babasından o da Abdullah bin Âmr'dan rivayet ediyor: «Allah'ın Rasûlü (S.A.V.), «Rab Teâlânın rızası ana ve babanın nzasındadır. Gazaba gelmesi de onla* nn gazabındadır.» buyurdu.»
Soyca yakın olan komşu ile uzak olan komşunun haklarını korumak ve zimmetlerini gözetmek, her Müslümanm vazifesidir.
Nevf eş-Şamî, «Yakınlık sahibi olan komşu, Müslüman komşudur. Uzak komşu ise, Yahudi ve Hıristiyan olan komşulardır.» demiştir. Binaenaleyh ister kâfir olsun, ister Müslüman, komşunun hakkını gözetmek gerektir. Bu görüş, daha doğrudur. Buharî, Aişe validemizden rivayet etti: «Durmadan Cebrail bana komşuyu tavsiye etti. Hatta o kadar ki, Allah komşuyu komşusuna vâris kılacak zannına kapıldım.»
Yine Buharî Aişe'den (R.A.) rivayet etti: «Sordum: Ey Allah'ın Resulü! İki komşum vardır, hangisine hediye vereyim?»
Buyurdular:
Hangisinin kapısı sana daha yakınsa ona hediyeni ver!»
Bu Hadîs, delâlet eder ki, duvarı bitişik olan komşu değil, kapısı daha yakın olan komşudur. Ebu Hanife, bu görüşün dışına çıkıp ancak duvarı bitişik olan komşuya verilir, dedi.
El-Evzaî, komşuluk her tarafdan, kırk haneyi kapsar, dedi. îbni Şihab da bu. görüşe katıldı.
Hz. Ali (R.A.), «Ezan sesini işiten o mescidin komşusu sayılır.» dedi. Bazıları, «Mesciddeki Kameti işiten o mescidin komşusu sayılır!» dediler. Bazıları da «Kişiyle aynı mahallede veya şehirde oturan komşudur.» demişlerdir.
Komşuların dereceleri vardır: İnsanın eşi en yakın komşusudur. Allah'ın Rastilü komşuya ikram etmeyi teşvik ederek: «Ey Eba Zerr! Çorba pişirdiğinde suyunu bolca koy ve komşularına dağıt.» diye buyurmuştur.
Komşuya verilen hediyeler, pek de az olmamalıdır. Verilen hediyeler de azımsanıp geri çevrilmemelidir. Zira Allah'ın Rasûlü (S.A.V.), «Ey imanlı kadınlar! Komşunuz kadından gelen hediye bir koyunun yanmış paçası dahî olsa, azımsamayınız!» buyurmuştur. (İmam-ı Malik El-Muvatta).
Yol arkadaşının da hakkını gözetmek lâzımdır. Et-Taberî, «Allah'ın Rasûlü (S.A.V.) ile beraber bir sahabî vardı. Her biri ayrı devenin sırtında idiler. Rasûlüllah bir ara bir ormanın içine daldı, iki çubuk kesti. Biri eğri diğeri düzdü. Düz olanı arkadaşına vermek isteyince, sahabî: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu düz çubuk sana daha yakışır.»
Resûlüllsh (S.A.V.): «Hayır! Ey filân! Günün bir saatında dahi başkasıyla arkadaşlık yapan onun arkadaşlığından sorumludur!.» diye rivayet etmiştir.
Tefsir âlimlerinden olan İbni Cüreyc, yanındaki arkadaşdan maksat, senden yararlanmak için arkadaşlığını yapan kimse demektir, demiştir.
Hz. Ali, İbni Mes'ud ve İbni Ebi Leylâ'dan rivayet edilen bir tefsire göre de «yandaki arkadaştan, nisanın eşi kasdedilir.»
Kölelerinize iyilik yapmayı Allah emretmiştir. Müslim El-Marûr bin Süveyd'den rivayet etti: «Ebu Zer (R.A.) Medine'nin üç mil uzağında bulunan «er-rabze» köyünde sürgün hayatı yaşarken yanına vardık. Sırtında bulunan kürkünün benzeri kölesinin de sırtında vardı. Sorduk: «Eğer ikisini kendine edinirsen, bir nal mi olur?»
Bunun üzerine cevab verdi: «Benim ile bir arkadaşımın arasında bir konuşma geçti. Annesi arab soyundan değildi. Onu annesinden dolayı kınadım. Gidip beni Rasûlüllah'a şikâyet etti. Rasûlüllah'a vardığımda buyurdular:
— Ey Eba Zerr! Sen öyle bir kişisin ki, sende cahiliyyet ahlâkı vardır.
Dedim ki:
— Ey Allah'ın Rasûlü! Erkeklere söven anne ve babalarına söver!
Tekrar buyurdu:
— Ey Eba Zerr! Şüphesiz ki, sen kendisinde cahiliyyet tabiatı bulunan birisin. Onlar (köleler) sizin kardeşlerinizdir. Allah onları sizin elinizin altına vermiştir. O halde yediğinizden onlara yediriniz, giydiğinizden onlara giydiriniz. Zor gelecek bir işi, onlara yükletmeyiniz. Eğer böyle bir ağır işle onları yükümlü kılarsanız, onlara yardım ediniz!
Müslim Ebu Hureyre'den, «Kölenin yiyeceği ve elbisesi hakkıdır. Ancak gücü yettiği hizmet kendisine yükletilir.» Hadîsini rivayet eder.
«Sakın ha! Benim kölem, benim cariyem, demeyiniz. Ancak benim delikanlım ve benim genç kızım deyiniz.» diye de Hadîs varid olmuştur. Böylece efendiler güzel ahlâka teşvik edilmiştir. Köleler hakkında insaflı ve merhametli davranmaları emredilmiştir. «Kölelerinin nafakasını vermemek günah olarak yeter de artar!» Hadîsi, bunların en güzel örneklerindendir. «Kölenin işlemediği bir suçun cezası kadar, döğül-meşinin keffarcti, azad edilmesidir.»
«Kölesine yalandan zinacı diyene Kıyamette seksen ceza tatbik edilir», «Kölelere kötülük yapan Cennete giremez!» Ve «Kötü ahlâk meymenetsizliktir. Kölelere güzel muamele yapmak artışdır. Sılayı rahim yapmak ömrü uzatır. Sadaka vermek kötü bir tarzda Ölmeyi uzaklaştırır.» Hadîsleri ne güzel örneklerdir.
Ebu Âmr Yusuf bin Abdulbar en-Namiri, Ebu Bekr Muhammed bin Abdullah bin Ahmed el-Amirî el-Bağdadî, kölenin Allah katında hürden daha üstün olduğunu savundular. Delilleri, îbni Ömer'in «Köle, efendisine doğruluk gösterip Babbinin ibâdetini güzelce yerine getirirse, onun iki ecri vardır.» Hadîsi gibi eserlerdir.
Hürrün daha üstün olduğunu savunanlar ise, din olsun, dünya olsun emirleri ancak müstakillen hürler yapar. Köle ise yok gibidir. Çünkü özgür değildir. Bunun için şahidlik etmek, mertebeleri kendisinden alınmıştır. Cezası hür kimselerin cezasının yarısına indirilmiştir. Bu da kıymetinin düşüklüğüne delâlet eder, dediler. Ve Ebu-Hüreyre'nin: «Allah Rasûlü, «îslâh edici köle kulun iki ecri vardır.» dedikten sonra, «Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer Allah'ın yolundaki, cihad etmek, Hacc yapmak ve annemin hizmeti olmasaydı, kesinlikle köle olarak ölmemi daha severdim» buyurdu.» Hadîsiyle hürün daha üstün olduğuna dair delil getirdiler. Çünkü Ebu Hüreyre, «Eğer Allah'ın yolunda cihad etmek olmasaydı.» demek suretiyle bu emirleri köle kendi başına müstakillen yapamadığından ötürü mertebece eksik olduğuna işaret etti. [70]
«Allah kibirli ve böbürlenen kimseyi sevmez!...» Bu iki sıfatın özellikle burada zikredilmesinin nedeni şu olsa gerek: Bu iki kötü sıfat sahibini fakir olan yakınından, fakir komşusundan ve âyette bahsi geçenlerden yüz çevirmeye zorlar. Böylece Allah'ın emrini zayi ettirir!» [71]
(37) «O kimseler ki, hem cimrilik ederler hem de herkese cimriliği tavsiye ederler...»
Bu âyet, Allah'ın rıza ve sevgisinin cimrilerden uzak olduğunu ifade eder. Zira cimri olan, bahsi geçenlere ihsan etmez. Böylece Allah'ın bu hususdaki emrini ihlâl eder.
İbni Abbas, âyeti Yahudiler hakkında yorumlamışsa da, bütün münafıklara ve cimrilere teşmil eden tefsirciler de vardır.
Cenab-ı Mevlâ (C.C.) cimri olan Mü'minlerİ sevmediğini, kâfir kullarına ise, rüsvay edici azab hazırladığını beyan etmekle iki sınıfın azaplarını belirtti. [72]
(38) Allah'a ve son güne inanmadıktan halde mallanın halka gösteriş olsun diye infak edenlere (de rüsvay eden bir azap hazırladık) Kim ki, şeytan ona arkadaş olmuşsa, artık o şeytan ne kötü arkadaştır!
(39) Acaba onlara (Yahudilere), eğer Allah'a ve son güne îman etselerdi ne olurdu? Ve Allah'ın rızık olarak kendilerine verdiğinden (Allah yolunda) harcasalardı? Allah onları pek iyi bilicidir.
(40) Şüphesiz ki, Allah zerre (küçük toz danesi) ağırlığı kadar dahî zulmetmez. Eğer zerre ağırlığı kadar bir iyilik olursa, Allah onu (sevabını) kat, kat artırır. Bir de Allah, katından büyük bir ecir verir.
(41) Acaba her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de bunların üzerinde şahit kıldığımız zaman (halleri) ne olacaktır?
(42) İşte o gün, kâfir olup Peygambere isyan edenler, isterler ki, keski toprakla yeksan olsalar. Allah'dan hiç bir söz izleyemezler.
(43) Ey îman edenler! Sakın hâ sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız; ne söylediğinizi bildiğiniz ana kadar! Cünüp olduğunuz zaman, yolcu olmanız hariç yıkanmadan namaza yaklaşmayınız. Eğer hasta olursanız veya yolculukta bulunursanız, yahut biriniz büyük tana ra t ten gelirse veya kadınlara dokunmuş iseniz, su bulamadığınız takdirde temiz bir toprak ile teyemmüm ediniz (o toprağı kullanmayı kasdediniz) o toprağı yüzlerinize ve ellerinize sürünüz. Şüphe yok ki, Allah çok affedici ve çokça bağışlayıcıdır.
(44) Kitaptan kendilerine bir pay verilenleri görmez inisin? Sapıklığı satın alıyorlar ve isterler ki, siz de o yoldan sapasınız! [73]
Tefsirimizin bu bölümünde riyayı, Allah'ın zulmetmediğini, Kıyamette her ümmetten bir şahidin Allah'ın huzuruna celbedileceğini, namaza hangi hallerde yaklaşıldığını, teyemmüm meselesini ve Yahudi âlimlerinin hakkı nasıl inkâr ettikleri gibi konuları inceleyeceğiz; üv şaAllahu Teâlâ.
Gösteriş için mallarını sarfedenlerden maksat, bütün riyakârlardır. Âyetin sebebi nüzulü hakkında tefsirlerde üç görüş yer almaktadır:
1) Yahudiler hakkındadır.
2) Münafıklar hakkındadır. (Çünkü riya bir çeşit münafıklıktır.)
3) Rasûlüllah'a düşmanlık için mallarını sarfeden Mekke müşrikleri hakkındadır.
Cimrilerle riyakârları yermekte birleştirmenin sebebi, birisi tef-rit'in öbürü ifrat'ın uçları olmalarıdır. Çirkinlikde eşittirler.
(40) «Allah zerre ağırlığı kadar zulmetmez!..» Bu âyetten maksat, Allah ne az ne de çok zulmetmez, herkesin yaptığının zerresini dahî karşılıksız bırakmaz, demektir. Nitekim başka bir âyette, «Allah insanlara hiç bir şekilde zulmetmez...» denilmiştir.
zerre, esasında, kızıl karınca demektir. Bâzıları, tartıda hiç bir değeri olmayan hafiflik demektir demiştir.
Bâzıları da zerre, hardal tanesi demektir, demişlerdir. Hulâsa zerre, eşyanın en azı ve en küçüğü demektir.
Müslim Şerîfde gelen bir Hadîsde, «Allah, hiç bir Mü'mine bir tek hasenesini almak suretiyle dahi zulmetmez. Her hasenenin karşılığını dünyada verdiği gibi, âhirette de mükâfatım verir. Kâfire gelince, Af lah için işlediği hasenat karşılığı dünya nimetlerini yer. Öyle ki, ahi rete vardığında mükâfatlandırılın ası için bir tek hasenesi bile kalmaz.» buyurulmuştur.
(41) «Her ümmetten bir şahit..» Ebul-Leys es-Semerkandî Halil bin Ahmed'den, o, ibni Meni'den, o, Ebu Kâmil'den o, Füzeyil'den, o, Yunus bin Muhammed'den, o, babasından rivayet etti; «Resûlüllah bize «Beni-Zafer»de geldi. «Benl-Zafer»de bulunan taşın üzerinde oturdu. Beraberinde îbni Mes'ud ve Muaz'ın içinde bulundukları bir gurub ashabı da vardı. Birisine (En-Nisa sûresini) okumasını emretti. Okuyucu bu âyete gelinceyedek okudu. Dinlemekte olan Hz. Peygamber, ikisı yanağı ıslanıncaya kadar ağladılar ve: «Ey Rabbim! Bu şahidliğim
aralarında bulunduklarım için tamamdır. Acaba görmediklerim için nasıl olur,» buyurdular.
Butiarî İbnu Mes'ud'dan rivayet etti: «Rasûlüllah bana, «Benim
için oku!» dedi. «Kur*an senin üzerine nazil olmuştur. Sana nasıl okuyabilirim?» diye cevap verdiğimde, «Başkasından Kur*an'ı dinlemeyi seviyorum» dedi. Bunun üzerine En-Nisa sûresini okudum. Bu âyete vardığımda «Dur!» dedi. Baktım ki, iki gözü yaşlar akıtıyor,»
Âlimler, Rasûlüllah'ın ağlaması, Kıyametin dehşetindendir, demişlerdir. Zira o gün, ümmetler tasdik mi ettiler, yalanladılar mı diye Peygamberler şahit olarak Allah'ın huzuruna getirilirler. Rasûlüllah (S.A.V.) da şahit olarak getirilir! Hâkimi Allah olan mahkemenin şahitliği kolay mı?
«Şunlardan...» maksat, Kureyş ve diğer kâfirlerdir. Âyetin mânâsı, «Her ümmetten bir şahidi getirdiğimiz ve seni de bunların aleyhinde şahit getirdiğimiz zaman bu kâfirlerin hali ne olacaktır? Acaba azab mı görecekler, yoksa nîmet mi olunacaklardır?»
Bu istifham, kınama ve yerme istifhamıdır.
Yukarıda bahsedilen Hadîsden anlaşılıyor ki, talebe, hocasına ders-
lerini arz edip okuyabildiği gibi aksi de caizdir. [74]
(43) «Ey îman edenler! Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız...»
Bu âyet, sarhoşluk hâli söylediğini anlayabilecek derecede gitmeyinceye kadar, ayyaş namaza yaklaşmasın, cünüp yıkanmadıkça namaza durmasın, demektedir.
Sarhoşluğun ve cünüplüğün namaz kılmaya mani haller olduğu ifade edilmektedir. Bu hâdise İslâmın başlangıcında vâki olmuştur. O zaman Müslümanlar biraz içkiden kaymış kafalarla namaza dururlardı. Bu âyetle böyle yapmaktan menolundular.
Ebu Davud, Ömer bin Hattab'dan (R.A.) rivayet etti: «îçkinin haramlığı indiğinde Ömer (R.A.):
«Ey Allah'ım! İçki konusunda bize şifa verici bir açıklama ihsan et» diye niyazda bulundu. Bunun üzerine El-Bakara'daki âyet nazil oldu: «(Ey Habibim!) Sana içkiyi ve kuman sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günâh hem de insanlar için bir kısım faydalar vardır. Fakat günâhları faydalarından daha büyüktür.» (Bakara: 219.)
Bunun üzerine Ömer (R.A.) çağrıldı ve âyet kendisine okundu. Ömer:
«Ey Allahım! İçki hakkında bize şifâ edici bir açıklama yap.» diye dua etti. Bunun üzerine En-Nİsa sûresinin, «Ey îman edenler sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız.» âyeti nazil oldu. Bundan sonra RasûlüIIah'in tellâlı her namaz zamanı, «Dikkat sarhoş olan nar maza yaklaşmasın!» diye çağırıyordu. Bu âyetten sonra Ömer çağrılıp âyet kendisine okundu. Ömer ellerini kaldırıp: «Ey Allahım! İçki hakkında bize şifa verici bir beyanda bulun!» diye dua etti. Bu duanın kabulü mânâsında olarak son hükmü getiren şu âyet nazil oldu: «Ey îman edenler. İçki (içmek), kumar (oynamak), ibadet için dikilen putlar ve fal oklan pisdirler. Şeytanın işidirler. Bunlardan sakınınız ki, fcurtulasınız. Muhakkak ki, şeytan içki ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan alıkoymak istiyor. Acaba artık siz bunlardan sakınmaz mısınız?» (Nisa: 90-91).
Âyeti dinliyen Ömer (R.A.) «Ey Rabhimiz! Sakındık.» dedi.»
Ed-Dehhak, bu saroşluk uyku sarhoşluğu da olabilir. Zira Rasû-lüllah (S.A.V.), «Her hangi biriniz namazda uyuklarsa, uykusu gidinceye kadar uyusun! Zira farkında olmadan af talebinde bulunayım derken kendi kendine küfür eder durur.» dedi.
Ebu Abiyde (veya Übeyde) Es-Selmanî, «Sarhoşluk halinde iken namaza yaklaşmayınız-» âyeti küçük taharete sıkışık iken namaza yaklaşmayınız demektir. Zira Hadîs-i şerif de: «Sakın hâ her hangi biriniz küçük taharete sıkışık olduğu halde namaz kılmasın!» denilmiştir.» demiştir.
Gerek Dahhak'ın gerekse Ebu Abiyde'nin tefsirleri doğrudur. Zira namaz kılandan istenen kalbiyle Allah'a yönelmek, gayriye iltifat etmemektir. Kalbin teşvişeden, uyku, küçük ve büyük taharetlere sıkışma gibi hallerden boş olması şarttır. Zira Hadîsde, «Bir tarafdan akşam yemeği hazırlandığında, bir tarafdan da namaz vakti geldiğinde. Önce yemeğe başlayım t.» diye vârid olmuştur.
İbnu Abbas, bu âyeti celilenin el-Maide sûresinin, «Namaza kalktığınızda yüzlerinizi yıkayınız!...» âyetiyle nesh edildiğini ileri sürmüştür.
Mücahid, içkinin haram edilmesiyle nesh edildi demiştir. îkrime ve Kattade de böyle demişlerdir. Fakat Dahhak ve Ebu Abiyde'nin tefsirine göre, âyet mensuh değil muhkemdir.
Ebu Hanife, «Namaza yaklaşmayınız!» daki «namaz» kelimesi bilinen ibâdettir dedi. îmam-ı Şafii namaz yerlerine yani mescidlere yaklaşmayınız demektir, dedi.
Ebu Hanife'nin delili, «Ne söylediğinizi ayırd edinceye kadar!» âyetidir. Şafiî'nin delili ise, «Eğer Allah insanların bir kısmının kötülüklerini diğerleriyle önlemeseydi, manastırlar, kiliseler, NAMAZLAR (namazların yerleri olan havralar) ve Allah adının çokça anıldığı mes-cidler tahrip edilip yıkılırdı!..» (Hacc: 40) âyetidir. Görüldüğü gibi, namaz yerleri yerine ((namazlar» kelimesi kullanılmıştır. îmam-ı Şafiî'nin bu tevilini şu âyet de destekler: «Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayınız.» (En-Nisa: 43). Zira âyet cünüp olanın mes-cidden geçmesinin caiz olduğuna ve namaz kılamayacağına delâlet eder.
Bazıları, âyetten maksat, hem namaza, hem de namaz yerine yaklaşmayınız demektir, dediler. Zira onlar ancak namaz kılmak için mescide gelirlerdi. [75]
«Eğer hasta olur, yahut bir yolculukta bulunursanız, yahut da sizden biriniz ayak yolundan gelirse veya kadınlara dokunup da bir su bulamazsa, o vakit pak bir toprağa teyemmüm edin...»
Bu âyet, teyemmüm âyetidir. Abdurrahman bin Avı hakkında inmiştir. Yaralı olduğu halde cünüp oldu. Kendisine teyemmüm etmesi ruhsatlı kılındı. Sonra âyeti celîle, bütün insanları kapsadı.
Başka bir görüş de şudur: «El-Müreysi'» savaşma giden ve su bulamayan ashab hakkında nazil oldu veya Âişe. (R.A.) validemizin gerdanlığının kopup kaybolduğu bir zamanda nazil oldu.
Gerdanlık kopma meselesi Medine'den yedi mil uzakta bulunan «Es-Sülsül» denilen yerde cereyan etti.
Ebu Davud ve Ed-Darekutnî Âmr bin Âs'dan rivayet ettiler: «Zatu Selasil savaşında soğuk bir gecede ihtilam oldum. Yıkandığımda helak olacağımdan korktum! Bunun için teyemmüm ettim ve arkadaşlarıma sabah namazım kıldırdım. Bu durumu Hazreti Peygamber'e söylediler. Resülüllah: «Ey Âmr! Cünüp olduğun halde arkadaşlarına namaz nu kıldırdın!..» diye sorunca yıkanmaktan beni alıkoyan illeti beyan ederek dedim: «Cenab- Hak'tan dinledim ki, «Sakın hâ nefislerinizi öldürmeyiniz. Şüphesiz ki, Allah sizin hakkınızda çokça merhametlidir.» buyuruyor. Bu delil getirmemi işitince Rasûlüllah, oldukça güldü. Fakat hiç bir şey söylemedi.»
Bu Hadîs, delâlet etti ki, hasta olacağım diye korkan bir kimseye de teyemmüm etmek mübahdır. îlle yüzde yüz hasta olacağını bilmesi şart değil.
Ebu Davud ve Darekutnî'nin Cabir'den rivayet ettikleri bir Hadîs-de de «Bir sefere çıktık birimize bir taş değdi ve başı kırıldıktan sonra ihtilam oldu. Arkadaşlarından «Acaba teyemmüm etmeme ruhsat var mıdır?» diye sordu. Arkadaşları, «Su kullanabileceğin için sana teyemmüm etme ruhsatı yoktur» dediler. Bunun için o adamcağız yıkandı ve yarasının azmasından öldü, Rasûlüllah'a vardığımızda bu hadiseden haberdar edildikten sonra buyurdu: «Onu öldürdüler. Allah da onları öldürsün. Bilmediklerini neden sormadılar? Cehaletin şifâsının ancak sormak olduğunu bilmezler iniydiler? Ona ancak teyemmüm kâfi gelirdi.»
Veya «Yarasının üzerine ıslak bir çap ut koyardı. Onunla mesheder ve bedeninin diğer yerlerini yıkardı.» denilmiştir.
Ebu Davud, «Hastalık ismi kimi kapsarsa ona teyemmüm etmek caizdir. Zira Rabbimiz «Eğer hasta iseniz!..» buyurdu.» demiştir.
Misafir de su bulamazsa, teyemmüm eder! İmam-ı Malik'e göre, kısa veya uzun sefer farketmez. Bâzı görüşlere bakılırsa, kişi ancak namazı kısaltmaya elverişli bir yolculuğa çıkarsa, teyemmüm ejdebilir. Bazıları da bununla beraber seferinin (Hac gibi) taat yolculuğu olmasını şart koşmuştur.
Fakat büyük tefsir âlimi el-Kurtubî bütün bunların zayıf olduğunu savundu. İmam-ı Mâlik. Ebu Hanife ve İmam-ı Muhammed'e göre, hazarda da seferde de teyemmüm caizdir. Şafii, Et-Taberî ve Leys'e göre; sıhhatli ve hazarda bulunan birisi ancak telef olmaktan korkarsa, teyemmüm edebilir...
Müslümanlar, ister baygınlıkla, ister delilik veya sarhoşlukla olsun aklı gidenin abdestinin bozulacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Uyku, abdesti bozar mı, bozmaz mı veya en azından şüphe getirir mi getirmez mi hususları tartışılmıştır.
Birinci görüşü tasvib edenlerin delili, Safvan bin Assal'ın Hadîsidir. Hübeyş oğlu Zirr (R.A.) anlatıyor: «Murad kabilesinden olan Saf-van'a vardım. Sana, mestlerin üzerine meshetmek caiz midir caiz değil midir hususunu sormak için geldim, dedim. Safvan:
— Evet! Rasûlüllah'ın gönderdiği bir askerî birlikte bulunuyordum. Bize mestlerin üzerine meshetmemizi söyledi. Fakat, abdestten sonra giymek şartıyla. Misafirlikte üç gün üç gece, mukim olduğumuzda da bir gün bir gece mestlerimizi çıkarmamamızı emretti. Ne küçük abdest bozmak, ne büyük taharet yapmak ne de uyku uyumak için çıkarmazdık.. Ancak cünüp olursak çıkarırdık.» dedi.
Görüldüğü gibi bu Hadîsde büyük, küçük taheret ile uyku eşit tutulmuştur.
Hz. Ali (R.A.) Rasûlüllah'dan (S.A.V.): «Uyku gözün ipidir. Öyle ise, uyuyan bir kimse uyandığında abdest alsın.» diye rivayet etmiştir. Bu Hadîsi Ebu Davud ve Darekutnî nakletmişlerdir.
İkinci görüşün delili Ebu Musa El-Eş/arî'den gelen Hadîsdir. Zira bu zatın kanaatma göre, ister çok olsun ister az olsun uyku abdesti bozmaz. Meğer ki yanında oturan yellenmesini haber vere... Zira Ebu Musa (R.A.), uyuduğunda bekçi dikerdi. Kendisinden herhangi bir şey çıkmadığı takdirde uyandığında kalkar abdest yenilemeden namazını kılardı.
Cumhura göre, ağır uykuya dalıp uzun uyursa, abdest gider. Zuh-ri, Rebie ve Evzaî bu görüşü desteklediler!
İmam-ı Ahmed bin Hanbel, «Uyku kalbe karışmayacak tarzda ha-fifse, abdeste zarar vermez.» demiştir.
Ebu Hanife, «Uzanarak veya ayaklarını sol tarafdan çıkarıp te-verrük ederek uyuyanın abdesti gider.» dedi.
İmam-ı Şafii, «Bağdaş kurarak uyuyana abdest gerekmez» demiştir.
Ed-Darekutni Amr bin Şuayb'in Hadîsinden rivayet etti:
«Oturarak uyuyanın abdesti kaçmaz. Yanını yere koyup uyuyanın abdesti ise bozulur!.» [76]
«Veya kadınlara dokunursanız!..» Bu âyetin mânâsı hakkında üç görüş vardır:
a) Cinsî ilişki kurmak demektir.
b) Kadının bedenine dokunmak demektir.
c) İki manâ birden demektir.
Ebu Hanife «Mülamese, burada sadece cima manasınadır. Elle dokunmak abdestsizliği gerektirmez.» demiştir. Zira ed-Darekutnî Âişe (R.A.) validemizin Hadîsinden «Rasûlüllah hanımlarından birini öptü ve abdest almadan çıkıp namaza gitti.» diye rivayet etmiştir. Urve, Âİşe validemizden sordum; «O, kadın ancak sensin?»
«Âişe validemiz gülerek, geçti.» diye rivayet etmiştir.Âişe'den bu soruyu soran Urve, Aişe validemizin yeğenidir.
İmam-ı Mâlik'e göre, şehvetsiz kadının bedeni ellenirse, abdest bozulmaz.
Ali bin Ziyad, «Kadının üzerinde kalınca bir elbise varsa, bedenini elleyenin abdesti bozulmaz. Elbise ince ise, ellemek abdesti bozar.)) dedi.
Abdulmelik bin Macişûn «Oynamak için hanımının bedenini elli-yen, ister lezzet duysun ister duymasın abdest alsın» dedi.
İmam-ı Mâlik'in son görüşü, lezzet için hanımının bedenini ellerse, abdest alması lâzımdır, tarzındadır.
İmam-ı .Şafii, «Erkeğin bedeninden her hangi bir yeri kadının her hangi bir yerine değerse, ikisinin de abdesti gider.» görüşündedir.
İbnı Mesud, İbni Ömer, Ez-Zührî ve Rabia'mn görüşü de budur.
El-Evzaî, «Elle kadının bedenîne dokunursa, abdesti bozulur. Başka azalarla dokunmak, abdesti bozmaz.» demiştir.
«Mülamese» her ne kadar iki kişinin biri birinin bedenini ellemesi demekse de, âyeti celîlede iki bedenin dokunuşması anlamındadır. Dokunuşma fiili ister bir tarafdan gelsin, isterse iki tarafdan! Zira ikisi de aynı zamanda hem dokunan hem de dokunulandır. Muhtemel ki, mufaalat siğasi, burada mücerred manâsında kullanılmış olsun. Nitekim «Akabtül-Lüsse» (Hırsıza ceza verdim) misalinde durum budur. Burada Mufaalât babından olan «akabtu», mücerredi olan (akebe) mânâsına gelmiştir. Âyette de mezid, mücerred mânâsına gelmiş olabilir!..
Ancak kadının saçma, tırnağına ve dişine dokunmak hiç bir gö-rüşde abdesti bozmaz.
Kur'an'dan anlaşılıyor ki, dokunmada iki tarafın da abdesti gider. Dokunanın da dokunulanın da.
(44) «Kendilerine kitaptan bir nasip verilen kimselere bakmaz mısın?
Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoMan sapmanızı istiyorlar...»
Bu âyet, Medine ve civarındaki, Yahudiler hakkında inmiştir. İb-ni İshak, «Tabut oğlu Zeyd oğlu Rifaa Yahudilerin büyüklerindendi. Rasûlüllah ile konuştuğunda dilini bükerek: «Ey Muhammed! Bize kulak ver ki( sana anlatalım!» dedi. Sonra İslâm'a ta'netti ve dini ayıpladı. Bunun üzerine bu âyet indi.» demiştir. [77]
(45) Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir. Allah velî (koruyucu) olarak kâfidir. Allah yardımcı olarak yeterdir.
(46 Yahudi olanlardan bir gurup vardır ki, kelimelerin yerlerini değiştirirler! «İşittik ve karşı geldik, tşit işitmez olası.» derler. Ve dillerini bükerek ve dine saldırarak raina (Bizi gözet, veya çobanımız.) derler.
Eğer onlar, «İşittik, itat ettik. Sende işit ve unzurna» (Sen de, bizi gözet) deseydiler, böyle demeleri kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat küfürlerinden ötürü Allah onlara lanet etti. Artık onlar pek azı hariç îman etmezler.
(47) Ey kendilerine kitap verilenler! Bir takım yüzleri silip de arkalarına (enselerine) çevirmezden veya Cumartesi arkadaşlarına (Cumartesi gününe hürmet etmiyen ve saygı göstermiyen Yahudilere) lanet ettiğimiz gibi, onlara lanet etmezden önce, beraberinizde bulunan Kitabı doğrulamakta olan Kuran'a îman ediniz!. Allah'ın emri olagelmiştir.
(48) Şüphesiz ki, Allah kendisine eş koşmayı affetmez. Ortak koşmaktan başka diğer günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim ki, Allah'a ortak koşarsa, muhakkak ki, o büyük bir günâh işlemiş olur.
(49) O kendilerini tezkiye edip (temize çıkarıp) duranları görüyor musun? Öyle değildir. Ancak Allah dilediğini temize çıkarır. Bunlara kıl kadar zulmedilmez.
(50) Bak onlar Allah'a karşı nasıl yalan uydurup duruyorlar. Bu uydurdukları onlara apaçık bir günâh olarak yeterdir.
(51) O kendilerine Kitaptan bîr pay verilmişleri görmüyor musun? Put ve Şeytana inanıyorlar. Kâfir olanlar için, «Bunlar, yol bakımından îman edenlerden daha doğrudurlar.» derler. [78]
(45) «Allah Mü'min kullarının düşmanlarını onlardan daha iyi bilir.»
Yani, «Ey Mü'minler cemaatı! Hiç Yahudilere yanımıza alırız diye nasihat etmeyiniz. Allah, onların kalblerinde size karşı besledikleri kini, sizden daha iyi bilir. Daha önce de bunların sizin için düşündükleri kötülüğü size haber vermişti. O halde onlardan sakınınız.»
Âyetteki veli kelimesi, başkasının durumunu idare eden, koru-yan ve muhafaza eden demektir. Yani, «Sadece Allah ile iktifa ediniz. O, sizi düşmanlarınızın şerrinden korur.» [79]
(46) Yahudilerden bir gurup Rasûlüllah'ın vasıflarım veren Tevrat âyetlerini yanlış tevil edip hedefinden saptırmaya çalıştılar. O kelimeleri kaldırıp yerine başka kelimeler koyarlardı. Meselâ, Tevrat'ta son gelen Peygamberin vasfı olarak «esmerıt riba», yani beyazla kırmızı karışık nurânî renkli, uzunluğa yakın orta boylu diye yazılı olduğu halde, onlar bunun yerine «ademü tival», yani beyazlığa siyahlık karışık kahve rengine çalar renkli, uzun boylu (!) diye yazdılar.
İbni Abbas (R. Anhüma) der ki: «Yahudiler Hz. Peygambere gelirler, bir mesele sorarlardı. Peygamber (S.A.V.) onlara cevap verirdi. Zannederdi ki, sözüne kanaat getirdiler. Oysa onun yanından çıktıklarında konuşmasını bozarak aktarırlardı.»
Yahudiler Hazreti Peygamberce karşı «îsma' gayre mesmai» ve «raina» gibi birden fazla mânâ taşıyan, kötülemeye de övmeye de elverişli olan cümleler kullanırlardı. Arkadaşlarına da «Eğer Peygamber olsaydı, bizim kendisine hakaret ettiğimizin farkına varırdı.» derlerdi. Böylece Allah, Rasûlünü onların kötü niyet ve habis kalblerine muttali kıldı. Rasûlüllah'a, «Dinledik» derler fakat arkasından «İsyan ettik.» mânâsını ifade eden «asayna» kelimesini ya gizli veya açıkta söyleyip işi hafife alırlardı.
Rasûlüllah'a karşı «isma' gayre musmai» cümlesini küfretmeyi niyet ederek kullanırlardı. Zira cümle birden fazla mânâya gelir.
«Hoşuna gitmiyen bir konuşmayı işitmiyeceğin halde işit.» mânâsına gelebilir; bu takdirde övgü olur.
«İşit; işitmez olası!» mânasında da kullanılabilir. Bu takdirde, cümle hakaret ifade etmiş olur.
«raina» cümlesi, «Bize bak da seninle konuşalım, veya konuşmanı anlıyalım.» mânâsını taşıdığı gibi, ahmaklık mânâsındaki ruunet kökünden gelmiş farz edilip hakaret mânâsını da taşıyabilir; «Ey çobanımız!» diye Hazreti Peygamber'e hakaret hitabı da olabilir.
Eğer «İşittik ve isyan ettik.» yerine «İşittik ve itaat ettik.», «İS-ma' gayre müsmein» yerine, «dinle» mânâsına gelen «îsma1» kelimesini ve hakaret mânâsına yorumlanabilecek «raina» yerine, «Bize bakınız.» mânâsını taşıyan «ünzurna» kelimesini kullansalardı, onlar için daha hayırlı ve daha doğru olurdu.
Fakat kâfirliği seçtiklerinden Allah onlan hidâyet olmaktan uzaklaştırdı.
Onlardan az bir gurup ancak îmana gelir. Veya onlar hiç bir kıymet taşımayan az bir îmana sahip olabilirler. O da bâzı âyetler ve bâzı Peygamberlere inanmalarıdır. Fakat bu tür îman asla ve kat'a fayda veremez. îman edilmesi gereken bütün hakikatlere inanmak lâzımdır. «Acaba Kitabın bir kısmına iman ediyor, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?» (El-Bakara: 85). [80]
îman eksiklik ve fazlalık kabul eder mi, etmez mi meselesi eş'arî ile maturîdî'ler arasında ihtilâf edilmiş bir meseledir. Daha önce de bu meseleye bir nebzecik temas edilmişti. Tafsilâtı kelam üminde-dir, oraya müracaat daha uygun olur.
Bâzı Peygamberlere veya bâzı âyetlere inanmaya îman adını vermek, ancak lügat bakımından doğru olur. [81]
(47) «Ey kendilerine Kitap verilenler! Sizin katınızdaki Kitabı doğruladığı halde indirdiğimiz Kurana îman ediniz!..»
Kur'an'ı Kerîm indiği devrede Tevrat da İncil de tahrife uğramışlardı. Öyle ise, Kur'an, onların sadece Allah'ın Birliği ile ilgili ve tahrif edilmemiş âyetlerini ya da asıllarını tasdik eder. Kökenlerinin ilâhî olduğunu ve fakat bilâhare bozulduğunu doğrular. [82]
«Hem biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmezden... önce îman ediniz!.»
Alimler, «Acaba hakikaten Allah yüzü ense yapıp burun, ağız, kaş ve gözleri silecek demek midir veya sapıtma ve delâletten kinaye midir diye bu âyetin mânâsında ihtilâf etmişlerdir.
Bu hususda, Übey bin Kâb, «Artık arkasında hidâyet edilmeniz bahis konusu olmayan bir tarzda sizi sapıtırız,» demektir, demiştir.
Ubey'e göre bu, bir temsildir. Eğer îman etmezlerse, ceza olarak Allah onlara bu felâketi getirecektir.
Aynı hususda Katade, «Yüzleri enselere çevirip göz, burun ve kaşları gidermezden önce iman ediniz demektir.» dedi.
îbni Abbas (R.A.), «tams kelimesinin mânâsı; gözlerin yüzden silinip enseye takılması demektir. (Böylece kişi arka, arka gider.)» demişlerdir.
Bu âyet, nazil olduğunda Yahudi âlimlerinden kâbul-ahbar, abdullah bin selâm ve bazıları âyeti dinler, dinlemez aile efradına gitmeden önce doğruca RasûlüUah'a koşup îman ettiler. «Ey Allah'ın Resulü! Sana varmazdan Önce yüzümüz ensemize çevrilebilir diye çok korktuk.» dediler.
«Acaba îman etmiyenlerin yüzleri enselerine çevrildi mi?» diye kalbe gelen sualin cevabı şudur: «Yahudi âlimleri ile onlan dinliydiler İmana geldikten sonra, Cenab-ı Hak, azabı diğerlerinden kaldırdı.»
El-Müberred, «Bu tehdit, hâlâ geçerlidir. Beklenmektedir. Kıyametten önce elbette Yahudiler de tams hadisesi olacaktır. Mesih olunmaları meydana gelecektir.» demiştir.
«Cumartesi gününe saygı göstermiyen Yahudilere yaptığımız gibi, onlara lanet etmezden Önce îman ediniz!»
Lanet etmekten maksat, ya, manen Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmak veya maymun ve domuza mesh edilip çevrilmeleri demektir. [83]
(48) Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar...»
Rivayet edildi ki, «Resûlüllah «Doğrusu Allah bütün günâhları affeder.» (Ez-Zümer: 53) mealindeki âyeti okuduğunda, ashabdan biri, «Eş koşmayı da mı?» diye sorunca, bu âyet nazil oldu.»
şirk'in affedilmiyeceği, ümmetin arasında ittifak edilen bir konudur.
Şirk dışındaki büyük günahların sahipleri Allah'ın meşietindedir. O dilerse affeder, dilerse azab eder.
Bâzı âlimler de Cenab-ı Hakk'ın «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız..» (En-Nisa: 31) âyetiyle küçük günahları ancak büyük günahlardan sakınanlar için affettiğini ve büyük günahları iş-liyenin küçüğünü affetmiyeceğini bildirdiğini söylemişlerdir.
Tevil ehlinden bazıları, bu âyeti celîle, El-Furkan sûresinin yetmiş yedinci âyeti olan en son âyetini neshetmiştir, demişlerdir.
Yani Furkan âyetinden anlaşılıyor ki, şîrk (eş koşmak) olmadıktan sonra diğer günahlara Allah perva etmez. Onları affeder. Bu âyetten de anlaşılıyor ki, şirk hiç bir zaman affedilmez. Büyük günahlar da Allah'ın meşietindedir. Ancak dilediği kulununkini affeder. Nisa Sûresinin otuzbirinci âyetinden anlaşılıyor ki, ancak büyük günahlardan sakınıldığı takdirde, küçük günahları affolunabilir.
Rasûlüllah'a, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman'a kâtiplik yapan ve Hz. Osman'a mushaf'ı yazan Zeyd bin Sabit (R.A.) «En-Nisa sûresi El-Furkan sûresinden altı ay sonra nazil oldu» dedi.
Fakat en doğru görüş şudur ki, burada bir nesh bahis konusu değil-
dir. Zira Kur'an'ın haberlerinde nesh muhaldir.
Hz. Alı (R.A.), «Benim katımda Kur'an-ı Kerîm'de «Allah, kendisi sine eş koşmayı affetmez. Ondan sonra diğer günahları dilediğine affeder...» âyetinden daha sevimli bir âyet yoktur.» demiştir. (Tirmizî «Bu Hadîs hasen ve garibdir» dedi.) [84]
(49) «Şu kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? Öyle değil, Allah dilediğini temize çıkarır.»
Kendilerini temize çıkaranlardan kasdedilenlerin, Yahudiler olduğu hususunda tevilcilerin hepsi ittifak etmişlerdir.
Bunun delili olarak Kattade ve Hasan, Ehli Kitabın, «Yahudiler ve Hıristiyanlar, bizlerAllah'ın oğullarıyız ve muhibleriyiz!» (Maide: 18), «Cennete ancak Yahudi ve Hıristiyanlar girer!» (El-Bakara: 111) sözlerini göstermişlerdir.
Ed-Dahhak ve Es-Sûddî de «Yahudilerin «Bizim günahlarımız
yoktur. Allah gündüzleyin işlediğimizi gece, geceleyin işlediğimizi gündüz affeder. Günahsızlıkta bizler çocuklar gibiyiz.» sözleridir.» dediler.
Mücahid, Ebu Mâlik ve İkrime ise: «Yahudilerin, namazda çocukların günahı yoktur, deyip, çocukları imam yapmalarıdır.» demişlerdir. Fakat bu son tevil âyetin ruhuna uzak düşer.
İbni Abbas, «Yahudilerin, ölmüş abâ ve ecdadımız bizim için şefaat ederler. Bizi tertemiz yaparlar demeleridir.» demiş, İbni Mes'-ud da «Yahudilerin birbirlerini öğmeleridir» şeklinde bir açıklamada bulunmuştur.
Bu tevillerin en güzeli îbni Abbas ile İbni Mes'ud'un tevilleridir.
Her ne kadar âyet özel bir gurub hakkında nazil olmuşsa da mânâsı umumîdir. Nefsini temize çıkarmak istiyen herkese şâmildir. Asrımızın insanı da âyetin kapsamına girer.
Abâ ve ecdada güvenip amelsiz Cennet'e gideceğini sanan, sülâleden geliyorum, deyip kendisini kurtulmuş sayan her ferdi kapsar.
Bu devirde (1404 Hicrî, 1983 Milâdî) nice aile çocukları abâ ve ecdadının şöhretine dayanarak yüzde yüz (!) kurtulacaklarını sanıyorlar. Cahil halk, «Nasıl ki, yılan yavrusu zehirsiz olamazsa, büyük bir insanın evlâdı da maneviyatsız olamaz» gibi ters bir mantıktan hareketle şöhreti dünyayı tutan bir şeyhin oğulları ve torunlarının muhakkak (!) kurtulacakları inancındadırlar. Böyle bir inanç, îslâma tersdir. Zira Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) amcası Ebu Leheb'i kurtaramadığı gibi, kendisine babalık vazifesini yapan diğer amcası Ebu Talib'i de kurtaramadı. Bu hususu iyice düşünmeden bir karara varmamak gerekiyor. Allah bizi korusun!
«O günde mal da oğullar da bir menfaat veremezler. Ancak Allah'a sağlam bir kalble gelen müstesnadır.» (Eş-Şuara: 88). Yani doğru bir inanca sahip olanın inancı ona fayda verir. îman ve inançtan başka, hiç bir şey fayda veremez. Soy ve sop dünyada kalır.
«Sûra üfürüldüğü zaman onların arasında soylar yoktur!...» (El-Mü'minun: 101).
Tefsirine çalıştığımız «Sakın hâ nefislerinizi sağlama çıkarmaya çalışmayınız!.» âyeti, kendi kendini öğene İtibar etmemeyi gerektirir. İtibar ancak Allah'ın tezkiyesinedir. Allah'ın tezkiyesi de fiillerin güzelleşmesine bağlıdır. Kişinin amelleri Kur'an ve Sünnete uyarsa Allah onu tezkiye etmiş demektir.
Esasında nefsin övgüsüne delâlet eden isimlerin çocuklara verilmesinin bile kerahati vardır. Bu hususda Sahihi Müslim'de Ata oğlu Amr oğlu Muhammed'den şu Hadis-i Şerif rivayet ediliyor: «Kızıma «BARRE» (Tertemiz) adını verdim. Ebu Seleme'nin kızı Zeyneb bana:
— Allah'ın Rasûlü bu ismi kullanmayı yasakladı. Zira bana «BARRE» adı verilmişti. Allah'ın Rasûlü, «Sakın nefislerinizi tezkiye etmeyiniz. Allah BİRR (temizlik ve iyilik) ehlini sizden daha iyi bilir.» buyurdu. Bunun üzerine ailem Rasûlüllah'dan sordular:
— O halde ona ne ad verelim?
Rasûlüllah:
— Zeyneb adını veriniz.
Diye buyurdu.»
Böylece hem Kur'an hem de Sünnet delâlet etti ki, insanın nefsini tezkiyesi yasaktır.
Başkasının seni tezkiye etmesine gelince, sende olmayan sıfatlar ile seni medhetmesi haramdır.
Sahih-i Buhari'de Ebu Bakre'nin Hadîsinde, «Bir kişi Rasûlül-lah'ın yanında anıldı. Dinliyenlerden biri onu hayırla öğdü. Rasûlüllah, ona bir kaç defa tekrar ederek:
— Rahmet olasıca, arkadaşının boynunu kestin! Eğer herhangi biriniz ille arkadaşını medhedici olursa, şöyle desin:
«Onun şöyle şöyle olduğunu sanıyorum.»
Öyle olduğunu sanıyorsa, bunu söylesin. Onun gizlisini bilen Allah, onu hesaba çekicidir. Allah'ın üzerinde hiç kimse kimseyi tezkiye edemez!..»
Böylece kişide olmayanı ona mal edip kişiyi öğmeyi Cenab-ı Peygamber yasakladı. Zira gururlanmaya vesile olabilir. Hakikaten bu mertebedeyim deyip amelleri yapmayı boşverir ve helak olur.
Kişide olanı teşvik için söylemek veya başkası ona uysun diye yaymak, medhu senaya girmez. Bunu yapanın niyeti halis ise, mes'ul olmaz. Zira Allah'ın Rasûlünü, Züheyir oğlu Hz. Kâb, meşhur «BANET SUADU» adlı kasidesinde yüzüne karşı övmüştür. Rasûlüllah da Ashabını yüzlerine karşı överek, «Tama' (Dünya istemek) anında sizler azalır, korku ve savaş anında çoğalırsınız!» buyurdu.
Yani muhatapta söylenenler varsa, söyliyenin de niyeti teşvik ve terğip ise, zarar yoktur.
Rasûlüllah'ın, «Sakın hâ! Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı öğ-düğü gibi, beni ögüp durmayınız! Deyiniz ki, Allah'ın Kulu ve Resulüdür.» Hadîsinin mânâsı, bende olmayan sıfatlan bana takmayınız, nitekim Hıristiyanlar Hz. İsa'da olmayan sıfatlan ona takıp «Allah'ın oğlu dur» dediler ve bu sözlerinden ötürü de hem kâfir oldular, hem de sapıttılar, demektir.
«Onlara da kıl kadar zulmedilmez...»
Bu âyette, «KIL» ile tefsir ettiğimiz «fetil» esasında hurma cekirdeğinin içindeki ip demektir. Bâzı tefsir âlimleri de, çekirdek ile üstündeki etin arasında bulunan ince perde demektir demişlerdir. Yani en ufak bir zulüm dahi onlara tatbik edilmez, demektir. [85]
(51) Şu, kendilerine okuyup yazmaktan biraz nasib verilenlere bakmaz mısın?...»
Bunlardan maksat, Yahudi âlimleridir. Âyet, cîbt ve tağut'a inanmalarına hayret etmenin gerekli olduğunu ifade eder. Hz. Ömer, «cibt sihir, tağuT Şeytan demektir.» demiştir.
İbni Abbas ve İbni Cübeyr, «cibt, Habeş lisanında sihirbaz, Ta-ğut kâhin demektir.» demişlerdir.
İbni Mes'ud, «Bu âyetteki cibt, Kâb bin Eşref adlı Yahudi, tağut da Huyey bin Ahtab adlı Yahudi demektir.» demiştir.
îkrime, «Cibt, Huyey bin Ahtab, Tağut Kâb bin Eşref dir. Delili de şu âyettir: «Sana indirilene ve senden önce indirilene îman ettik diye iddiada bulunanlara bakmaz mısın? O tağut'a muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onu tanımamakla emrolunmuşlarth.» (Nisa: 10) demiştir.
İbni Vahb, «tağut, Allah'dan başka ibâdet edilen her şeye denir.»
demiştir.
Başka bir görüş daha: «Allah'dan başka her tapılana bu iki isim verilir. Allah'a karşı isyan etmekte itaat edilen her şeye ad olarak cibt ve tağut denir. cibt'in aslı cibs'dir. hayır ve faydası olmayan nesne demektir.»
başka bir görüş daha: «cibt İblis, Tağut onun yolunda olanlardır.»
Katan bin Muharik babasından rivayet etti: «Allah'ın Rasûlü (S. A.V.), «Fal maksadı ile kuş uçurtmak, herhangi bir şeyi uğursuz saymak ve toprağa çizgi çizmek cibt'tendir.» Buyurdu.» (Bu Hadîsi Ebu-Davud Tahriç etti.)
Diğer bir görüş: «cibt, Allah'ın bütün haramlarına denir. Tağut insanı baştan çıkaran her şey demektir.»
«Kâfirler için, «Bunlar îman edenlerden daha doğru bir yoldadırlar.» diyorlar...»
Bu sözün sahipleri Yahudilerdir. Şöyle ki: Eşref oğlu Kâb yetmiş süvariyle beraber Uhud savaşından sonra Mekke'ye vardı. Rasûlüllah'a karşı savaşmakta Kureyşliîerle andlaşmak istiyordu. Kâb, Ebu-Süf-yan'a misafir oldu. İzzet ve ikram edildi. Yahudiler Kureyş'in meclisine vanp Hz. Muhammed'e karşı savaşacaklarına dair Mekke'lilerle andlaştılar. Bu münasebetle Ebu Süîyan, Kâb'dan sordu:
— Sen okur ve bilir bir kişisin. Biz ise okumamış ve bilgisiziz. Acaba bizim mi yoksa Muhanuned'in (S.A.V.) mi yolu daha doğrudur? Hangimiz Hakk'a daha yakındır.
Kâb:
— Allah'a yemin ederim ki, sizin yolunuz Muhammed'in (S.A.V.) yolundan daha doğrudur, diye cevap verdi.
«Yoksa onların mülkten bir nasipleri mi vardır?»
Bu âyetin tefsiri :
Allah'ın bu istifhamına, istifhamı inkâr denir. Yani Yahudiler kâinatın mülkü onların elinde imiş gibi, istediklerine hak vermeye kalkışıyorlar. Oysa onların hiç bir nasipleri yoktur. Hz. Muhammed'e tâbi olmayı kendilerine zül sayıp burunlarını yükselttiler. Neden böyle yapıyorlar? Acaba Peygamber olarak gönderdiğimiz kimseden Peygamberliğe onlar daha mı elverişlidirler? Yoksa onların mülk ve tasarruf etmekte bir paylan mı vardır? Eğer o, bedbahtların böyle bir yetkisi olsaydı, halka hiç bir şey vermezlerdi. Bütün haklarını meneder-lerdi.
Bu âyeti celîlede bahsi geçen «nakîr» kelimesi, hurma çekirdeğinin sırtındaki noktadır. Yani en ufak bir şeyi bile insanlara vermezlerdi, yetkili oldukları takdirde!..
Hz. Allah (C.C.) onların tabiatlarında bulunanı haber verdi.
Bu asırda dünyada cereyan eden hadiseler Kur'an'm bu mucizelerini doğrulayıp durmaktadır. İşte Mescid-i Aksa, bu devirde istilâcı Yahudilerin eline geçer geçmez yakıldı. Durmadan duvarlannın dibinde kazı yapıyorlar. İstilâ ettikleri Filistin'de silâhsız insanların üzerine ateş açmaktan âdeta zevk duyuyorlar. Milâdî (1982) yılında istilâ ettikleri lübnan'da Filistinlilere aid olan sabra Kampında ellibine yakın silâhsız mülteciyi öldürdüler. İhtiyar, genç, kadın, erkek demeden önlerine geleni katlettiler. Yahudiler bu karakteri tâ ecdatlarından tevarüs etmişlerdir. Amma unutmasınlar ki, Allah hiç bir zulmü karşılıksız bırakmaz. Zaman zaman ya Hz, Muhammed gibi Hakkın timsali veya Hitler gibi kan emici bir kulunu gönderir ve dalavere ile fakir ve kimsesizlere işkence ve zulmedenlerden intikam aldırır!.. [86]
(52) İşte onlar Allah'ın lanetlediği o kimselerdir. Allah kime lanet ederse, ona asla bir yardımcı bulamazsın.
(53) Yoksa, onların mülkten bir nasiplerimi vardır? Eğer bir nasipleri olsaydı insanlara hiç bir şey vermezlerdi.
(54) Acaba Allah'ın faziletinden insanlara verdiğinden ötürü ha-sed mi ediyorlar?
Muhakkak ki, İbrahim ailesine Kitap ve Hikmeti verdik. Bir de onlara büyük bir mülk (ve saltanat) verdik.
(55) İşte onlardan bir kısmı Hz. Muhamm«d'e îman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Alev yönünden Cehennem yeterdir!
(56) Âyetlerimizi inkâr edip kâfir olanları şüphesiz ki gelecekte Cehenneme atacağız. Derileri her piştiğinde azabı tadsınlar diye. O derilerden başkalarını bedenlerine giydireceğiz. Şüphesiz ki, Allah aziz (her şeye galip) ve hakim (Hikmet sahibi) dir.
(57) iman edip sâlih amelleri işliyenlere gelince onları gelecekte ağaçlan altından nehirler akan Cennetlere koyacağız. O Cennetlerde ebedî olarak kalıcıdırlar.Oralarda tertemiz eşler vardır onlar için. Biz, onları gölgesi dokunmaz bir gölgeliğe koyacağız.
(58) Şüphesiz ki, Allah, sizlere emanetleri sahiplerine teslim etmeyi ve halk arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmeyi emrediyor. Şüphesiz ki, Allah size bununla ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki, Allah (her yaptığınızı) duyucu ve görücüdür!
(59) Ey inananlar! Allah'a itaat ediniz. Rasûlullah'a ve sizden olan idarecilere itaat ediniz. Bir şeyde ihtilâfa düşerseniz Allah'a ve Ahiret gününe imanınız varsa; onu, Allah'a (Kitabına) ve Rasûlü'ne (Sünnete, Hadîse) götürünüz. Böyle yapmanız, sizin için hayırlı ve netice itibariyle de pek iyidir! [87]
(52) Lanet, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmak demektir.
Lanet okumak, ancak yüzde yüz kâfir olarak öldüğü bilinen kimseler için caizdir. Tüm kâfirlere lanet okunabilir. Kızarak bir kimseye lanet okumak haramdır. Hadîsi Şerif de: «Kişi birisine lanet okuduğunda lanet uçup gider. Eğer lanetlenmiş adam lanete müstahaksa, onun başına konar. Aksi takdirde dönüp okuyana gelir ve onun başına konar...» denilmektedir.
Katil, zâni, içkici ve kumarbaz Müslümanlara adlarını anarak lanet edilemez. Hattâ Sünnîler, Hz. Hüseyin'in (R.A.) şehadetine sebep olan ve Medine'yi ordularına çiğneten yezide bile lanet etmeyi ifrat kabul etmişlerdir. Ancak Sünnîlerden bazılarıyla tüm Şia Yezid'e lanet okumuşlardır. Fakat Yezid'in habîs olduğunda ittifak vardır.. [88]
(54) Âli İbrahim (İbrahim'in aile efradın) dan maksat, oğulları ve torunlarıdır. Onlara verilen «Kitap» Tevrat'tır. Onlara verilen «Hik-met»ten maksad, Peygamberliktir. Büyük mülkü Cenab-ı Hak Hz. Davud'a, oğlu Hz. Süleyman'a ve Hz. Yusuf'a (A.S.) verdi. Bunlar gibi, Hz. İbrahim'in torunu olan Hz. Muhammed'e de Kitab, Peygamberlik ve Saltanatı verebilirdi ve verdi de. Yani Hz. Muhammed'in Peygamberlik ve saltanatı bir arada cemetmekte selefleri vardır. Saltanat Peygamberliğin icra edilmesine mâni değildir. Hz. Peygamber'in aleyhinde bu hususta konuşan Siyonistler, kıskançlıklarından bu patlakları verirler. Mademki önceki Peygamberlerin Peygamberlik vazifeleri hükümdarlık vazifeleriyle ihlâl edilmedi, o halde Hz. Muhammed'in de Peygamberliğini icrasına, hükümdarlığı ve İslâm devletinin başında bulunması mâni olamazdı ve olmadı da.
(55) «Kitap ehlinden bir kısmı ona îman etti!..»
Bu âyetteki «Ona» zamiri ya Hz. Muhammed'e veya Aii-İbrahim hakkında söylenene râcidir. İkinci takdirde âyetin mânâsı, «Yahudilerin bâzıları Ali-tbrahim'e Kitap, Peygamberlik ve büyük bir mülkün verildiğine inanır, bâzıları da inanmaz» şeklinde anlaşılır.
Tefsir âlimleri «İnananlar, Abdullah bin Selâm ve arkadaşlarıdır, inanmayanlar da Kâb biri Eşref ve Huyey bin Ahteb'dir.» demişlerdir.
Mümkündür ki. «Ona» zamiri Hz. İbrahim'e ve «Kitabna râci olsun. Yani «Âli-İbrahim'den kimisi İbrahim'e îman etti, kimisi îman etmedi. Veya kimi «Kitabna inandı, kimi de inanmadı.» demektir. [89]
Cehennemin azabı kâfirler için ebedidir. Deriler yandıkça aynısı yenilenir. Böylece azabı tadarlar. Bâzı âlimler, «yanan derinin yerine yeni bir deri yaratılır. Fakat azabı deri değil, isyan eden nefis tattığı için bu amelîye zulm olmaz, zira deri âlet gibidir» dediler.
Allah Azizdir. Yani bunları yapmak ona ağır ve imkânsız gelemez. Zira dilediğini yapar. Hikmetinin gerektirdiği gibi, cezalandırır. «Ebe-diyyen azaba duçar etmek adaletsizlikdir» demek, adaletsiz olmaz mı? Allah sorguya çekmez mi? «Allah yaptığından sorulmaz. Amma insanlar sorulurlar!» (El-Enbiya: 23). [90]
(58) «Gerçekten Allah, emanetleri ehline vermenizi emreder...»
Bu âyet, Mekke fethedildiği gün nazil olmuştur. Sebebi, Osman bin Talha bin Abdud-Dar'dır. O, Kabe'nin kapısını kilitledi; Rasûlül-lah'ın Kabe'ye girmesine mâni olmak istedi. «Eğer onun Allah'ın Bar sûlü olduğunu kabul etseydim ona mâni olmazdım.» deyince Hz. Ali (R.A-.) onun elini bükerek .anahtarı elinden aldı. Kabe'nin kapısını açtı, Rasûlüllah içeri girip iki rekât namaz kıldıktan sonra çıktı. Hz. Ab-bas (R.A.), «Ey Allah'ın Rasûlü! Kabe'nin anahtarım bana ver. Böylece hem sikaye (Hacılara su vermek) hem de sidane (kabe anah-tardarlığını yapmak) vazifeleri bende toplansın.» diye ricada bulundu. fakat adalet ve merhametin timsali olan Hz. Muhammed'e Cenab-ı Hak anahtarı geri vermesini emredince, Hz. Ali'ye «Götür anahtarı Osman'a geri ver ve özür dile!.» diye emir verdi.
Hz. Ali anahtarı götürüp özür dileyince Osman îmana geldi. İşte o zaman Vahy geldi ki, sedanet vazifesi Kıyamete kadar Osman'ın evîâdlanna aittir. Fakat bu mübarek soy, bizim bu zamanımıza kadar yetişmemiştir.
Fakat bâzı tefsir âlimleri de Hz. Osman bin Talha daha önce Medine'ye hicret etmiş ve Müslümanlığı o zaman kabul etmiştir, diye yazarlar. İbni Ömer'in Sahiheynde (Müslim ve Buharî'de) sabit olan Hadîsi ikinci görüşü teyid eder: «Rasûlüllah fetih senesi terkisinde Usame olduğu halde kasva adlı devenin sırtında geldi. Beraberinde Bilâl ve Osman bulunuyorlardı. Deveyi Kabe'nin yanında çöktürdük-ten sonra, «Ey Osman! Bize anahtarı getir.» dedi. Osman anahtarı verdi. Kabe'nin kapısını açtı...»
Bâzı tefsir âlimleri, bu âyetteki hitap idarecileredir. Emanetlerden maksat da vazifeler ve mansıplardır. Âyetin, «Halk arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder!.» tarzındaki siyakı (akışı) da ikinci tefsiri destekler.
Yani «Ey devleti ellerinde tutan idareciler! Allah, size emrediyor ki, emanet olarak size teslim edilen idare edilenlerin haklarım harfiy-yen yerine getiresiniz. Haklarını ehil olan kimselere ancak teslim edesiniz. Aralarında hükmettiğiniz zaman adaletten ayrılmayasınız. Hissi hareketlerden, kayırma ve rüşvetle çözümlere gitmekten sakınasınız.»
Ayet, bütün emanet'leri kapsar tarzda da telâkki edilebilir. Emanetin üç kısmı da bu takdirde âyetin içeriği olur:
1) Allah'ın ibâdetlerinde emaneti gözetmektir. Bu da emrolu-nanları yapmak, yasaklananları terketmektir. Zira İbni Mes'ud (R.A.), «Oruç, namaz, zekât, gusül ve abdest dahil emanet, her şeyde lâzım.» demiştir.
2) Nefsinde emaneti gözetmektir. Dil gibi Allah'ın kendisine nî-met olarak verdiği azalarını korumaktır. Meselâ, dilini yalan, gıybet, fesatlık ve benzerlerinden korumaktır. Gözünü haramlardan, kulağını melahiden korumaktır.
3) Allah'ın diğer kullarına karşı olan emaneti, kulun, gözetilme-sidir. Kişi, emaneten kabul ettiği ve hizmetini gördükten sonra iadesini kasdederek getirdiği eşyaları yerine geri vermelidir; sahiplerine hainlik yapmamalıdır.
Ebu Hüreyre (R.A.), «Resûlüllah bana; «Ey Eba Hüreyre! Sana güvenerek emanet verene emanetini geri ver. Sakın sana ihanet edene sen ihanet etme!» buyurdu.» demiştir. (Ebu-Davud ve Tirmizî hadîsi rivayet ettiler. Tirmizî: Hadîs hasen ve garibdir dedi.)
Terazinin doğru tartılması, ölçeğin doğru kullanılması da emanetin bu üçüncü kısmına girer!.. İdarecilerin idare edilenlere tatbik ettiği adalet, ehli ilmin millete yaptığı nasihat bu kısım emanete dahildir.
Enes, «Rasûlullah*ın bize hutbe irade edip de «Emaneti yerine ge-tirmiyenin îmanı yoktur. Sözünde durmayanın dini yoktur.» demediği pek azdır.» demiştir.
((Allah onunla size ne güzel öğüt veriyor!...»
Bu âyetteki onunla zamiri emanetleri yerine getirmek ve adaletle hükmetmeye râcidir.
«ululemr»den maksat, gerek Hazreti Peygamberdin, gerekse ondan sonra gelen Müslümanların devrindeki idarecilerdir. Her kademedeki idareci bu genellemeye dahildir.
Cenab-i Hak önce idarecileri adaletli davranmaya çağırdı, sonra halka, bu âdil davranan zatlara itaat etmeyi emretti. Böylece itaat edilmelerinin Hakka bağlı kalmalarına bağlı olduğuna işaret etti.
Tefsir âlimlerinden bâzıları «Ululemr»den maksat, din bilginleridir, dediler. Çünkü Cenab-ı Hak, başka bir âyette bu tabiri din bilginleri için kullanarak buyurmuştur: «Eğer onu Rasulüllah'a ve kendilerinden olan ululemr'e götü rs ey diler, muhakkak ki, onlardan istinbat edebilenler onu bilecekti...» (En-Nisa: 83).
Bu âyet esasında Abdullah bin Huzafe es-Sehmî veya Halid bin Velid hakkında nazil olmuştur. Rasûlüllah bu zâtı bir bölük askerin kumandanı olarak cihada gönderdi. Bu askerî birlikte Hz. Ammar bin Yasir de vardı. Düşmana yaklaştıklarında düşman kaçtı. Onlardan biri Hz. Ammar'a gelip Müslüman oldu. Ammar ona emniyet verdi. Bunun üzerine kişi yurduna gitti. Hz. Halid gelip kişinin malını ganimet olarak aldı. Ammar Emir'in bu icraatına itiraz ederek: «Ben ona emniyet verdim. O, Müslüman oldu. Malını nasıl alırsın?» deyince, Hz. Halid, «Emir olduğum halde bana danışmadan teminat nasıl verirsin?» diye itiraz etti. İkisi böylece münakaşa yaptılar ve Rasulüllah'a vardılar. Rasûlüllah Ammar'ın teminatını geçerli saymakla beraber bir daha Emir'e danışmadan teminat vermekten onu menetti.
Ebu Hüreyre «(Ululemr)den hem idareci hem de âlimler kasdedi-lir.» dedi.
Bu görüş, aynı zamanda İbni Abbas'dan da rivayet, edilmiştir.
Hz. Ali (R.A.), «İmama Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek ve emaneti yerine getirmek düşer. Bunu yaptığında, idare olunanlara da onu dinlemek ve ona itaat etmek düşer.» demiştir.
Ebu Hüreyre, «Rasûlüllah, «Bana itaat eden, Allah'a İtaat etmiş sayılır. Bana isyan eden, Allah'a isyan etmiş sayılır. Emire itaat eden, bana itaat etmiştir. Emire isyan eden de bana isyan etmiştir.» buyurdu.» demiştir. (Hadîsi Müslim ve Buharî ittifakla rivayet ettiler.)
İbni Ömer:
Rasûlüllah: «Müslüman kişinin, hoşuna gitsin veya gitmesin hak olan konularda Emir'e itaat etmesi lâzımdır. Meğer ki Allah'a İsyan yapması önerilsin. O takdirde muhalefet etmesi, dinlememesi gerekir» buyurdu. (Buharî ve Müslim ittifakla rivayet ettiler.)
Meymun bin Mehran, «ülulemr»den murad, «Cihada gönderilen askerî birliklerin kumandanlarıdır» dedi. Bu görüş,, aynı zamanda İbni Abbas'dan da rivayet edilmiştir. Bu görüşün delili de âyetin müca-hid ve gaziler hakkında nazil olmasıdır.
tkrime, «Ululemmden maksat Ebu Bekir ve Ömer'dir. Çünkü Hü-zeyfe şu Hadîsi rivayet etti: «Kesin şudur ki sizin içinizde ne kadar duracağımı bilemem. Fakat benden sonra gelen iki halifeye yani Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz.» demiştir.
Diğer bir görüş: «Ululemr'den maksat, bütün ashaptır. Çünkü Hz. Ömer, «Benim ashabım yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz.» Hadîsini rivayet etti.» rezin Kitabında Hadîsi tah-riç etti.
El-Bağavî Hasan'dan o da Enes'den rivayet etti: «Resûlüllah (S.A.V.):
«Ümmetimin içinde ashabımın meselesi, yemekteki tuz meselesine benzer. Yemek hiç bir zaman tuzsuz olamaz, buyurdu.»
Hasan, «Bizim tuzumuz gitti. Acaba nasü İslah oluruz» dedi.
Büyük müfessir Et-Taberî, «Bütün bu görüşlerin en uygunu, «Ululemr»den idareciler ve emirler kasdedildi, diyen görüştür. Zira bir çok sahih haberlerde, Allah'a itat ve Müslümanlara faydalı olan konularda idarecilerine itaat etmeleri emri varid olmuştur.» dedi. [91]
(59) «Bir şeyde ihtilâfa düşerseniz onu Allah'a ve onun Rasûlü'ne gö-türünüz...»
İhtilaflı şeyleri Müslümanlar Kur*an ve Hadîs'e götürüp hallederler.
Klyas'ın Serî delil olmasını inkar edenler, bu âyeti delil gösteriyorlar. Fakat cevap olarak denildi ki; ihtilaflı bir şeyi kesin bir şeye götürmek temsil getirmekle olur. İşte bu temsil getirmek ise Kıyas'dır.
Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmeyi emretmekten sonra ihtilaflı konulan onlara götürmeyi emretmek de bu cevabı doğrular. Zira bu emr, delâlet eder ki, ahkâm üçtür:
1) Kitabla sabit olan,
2) Sünnetle sabit olan,
3) Kıyas yoluyle Kitab ve Sünnete götürmekle sabit olandır. [92]
(60) Sana ve senden Önce inene îman ettiklerini iddia edenlere bakmaz mısın? TAĞUT tarafından muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki onu tanımamakla e m rol un m 113] ardı. Şeytan ise, onları büsbütün saptırmak istiyor.
(61) Onlara, Allah'ın indirdiğine ve Rasûlü'ne gelin denildiğinde münafıkların senden büsbütün uzaklaştığını görürsün.
(62) Fakat ellerinin yaptığının cezası olarak başlarına bir felâket geldiğinde halleri nasıl olur? Sonra sana gelir, Allah'ın adiyle yemin ederek, «Biz yalnız iyilik etmek ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik» (derler.)
(63) Onlar, Allah tarafından kalblerinde olan (hastalık) bilinen kimselerdir. Bunun için onlardan yüz çevir. (Özürlerini dinleme). Onlara nasihat et. Onlara kendileri için (dokunaklı) ve anlaşılır söz söyle.
(64) Her Peygamberi, ancak ona Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettiklerinde sana baş vurup Allahdan af talep edip Peygamber de onlar için af talep etseydi, kesinlikle Allah'ın tevbeleri kabul edici ve bağışlayıcı olduğunu görürlerdi.
(65) öyle değildir. Rabbinin hakkı için, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni hakem yapmadıkça sonra da verdiğin hükümden ötürü hiç bir sıkıntı duymadan sana tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, îman etmiş olmazlar. [93]
(60) «Sana ve senden önce inene îman ettiğini iddia edenlere bakmaz mısın?...»
Bu âyetin tefsiri:
Yezid bin Züreyi' Davud bin Ebi Hind'den o da Eş-Şâbi'den rivayet etti: «Bir Yahudi ile bir münafığın arasında husumet vardı. Yahudi, münafığa, «Rasûlüllah'a varalım. O aramızda hükmetsin.» dedi. Münafık ise, Kâb bin Eşrefe gitmekte ısrar ediyordu. Tağut adını Allah Kâb'e verdi. Yani Tuğyan çıkaran bedbaht adam demektir. Fakat Yahudi İsrar edince Rasûlüllah'a geldiler. Hz. Peygamber Yahu-dinin lehinde karar verdi.
Peygamberin yanından ayrıldıklarında, münafık, «Bu hükme razı değilim. Gel Ebu Bekir'e gidelim» dedi. Ve Hz. Ebu Bekir'e gittiler. O da Yahudiye hak verince, münafık bu sefer Hz. Ömer'e gitmeyi tutturdu. Ömer'e vardıklarında, Yahudi, «Biz Allah Rasûlü'ne gittikten sonra Ebu Bekir'e gittik. İkisinin de bana verdikleri hükme razı olmadı. Bizi sana getirdi.» deyince, Ömer (R.A.), münafıktan sordu: «Doğru mudur?...» Münafık, «Doğrudur!» deyince, Hz. Ömer, «İkiniz de yavaşlanınız. Hemen gelirim» deyip içeri girdi. Kılıcım bağlayıp çıktıktan sonra öldürünceye kadar münafığa kılıç çaldı. Ve: «İşte Allah'ın ve onun Rasûlü'nün hükmüne razı olmayanın hakkında böyle hüküm veririz.» dedi. Manzarayı gören Yahudi derhal olay yerinden kaçtı ve bu âyet nazil oldu. Rasûlüllah da Hz. Ömer'e, «Haza ki, sen Fabuk'sun» dedi. Cebrail gelip «Ömer, Hak ile bâtılın arasını ayırdı.» dedi. Ve bundan ötürü de Hz. Ömer'e «Faruk» adı verildi. Âyette bahsedilen Şeytan ya İblis'dir veya Kab bin Eşref'dir. îki mânâ da ihtimal dahilindedir. [94]
Hz. Ömer münafığı öldürdüğünde, tarafdarlan gelip diyetini istediler ve «Onun diyetini istemekten maksadımız iyilik yapmak ve tarafları barıştırmaktır» diye yemin ettiler.
Bâzı tefsirciler.âyetin mânâsı, «Ey Peygamber! Hakem kılmakta senden kaçmaktan maksadımız hasımları barıştırmaktı. Yoksa senin Peygamberliğine inanmamak ve adaletten kaymandan endişe etmek değildi, demektir.» dediler.
(63) «Onlardan yüz çevir!» Yani onları cezalandırmaktan veya özürlerini kabul etmekten yüz çevir; «Onlara nasihat et!» Onları korkut demektir.
«Onlara nefislerinde tesirli olacak bir söz söyle..»
«Nefislerinde» tâbirinden maksat, gizlide ve tenhada onları etki-liyecek bir söz söyle. «Eğer kalbin izdeki münafıklığı açığa vurursanız, sizi öldürürüm» gibi bir söz...
Tefsir âlimlerinden bâzıları, «ellerinin yaptığından dolayı onlara bir musibet isabet ederse, halleri ne olacaktır.» âyeti «Mescid-i Dirann bina edenlerin hakkında nazil oldu. Allah onların münafıklıklarım açığa vurup, Mescid-i Dırar ı yıkmalarım emredince nefislerini müdafaa sadedinde RasûlüUah'a gelip yemin ettiler ki, «Biz Mescidi yapmaktan Allah'ın itaati ile Kitab'a uygunluktan başka bir şeyi kastetmedik.» [95]
(64) «Her Peygamberi, ona Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani Allah'ın ona îtat edilmesine izin verdiği için itaat olunur. Allah, kendilerine Peygamber gönderdiği kimselere, Peygambere itaat etmelerini emrettiği için itaat edilirler. Aksi takdirde Peygamberlerde beşerdirler. Vahyi olmasaydı yanılmaları mümkündü. Onlara kayıtsız ve şartsız bağlılığı ve itaati gerektiren Allah'ın izni olan Vahyi'dir. O iznin olmasını da isbatlayan Mu'cizelerdİr.
Bu âyet, işaret eder ki, Rasûlüllah'ın hükmüne razı olmayan din dışıdır. Irtidat hükmüne tâbidir. Zira her Peygamber itaat olunsun diye gönderilmiştir. O halde itaat etmiyen, Resûlüllah'ın Peygamberliğini kabul etmez demektir. İnsanların îmandan sonra Basûlüllah'a itaat etmemeleri irtidattır.
Bâzı tefsir âlimleri, «Allah'ın izni, emri demektir. Yani, «Her gönderdiğimiz Peygamber bizim emrimizle amel etsin ve bundan ötürü de itaat olunsun diye gönderilmiştir.» demektir.» demişlerdir.
(65 «Hayır! Rabbine yemin ederim seni aralarında başgösteren ihtilâf da hakem kılmadıkça... îman etmiş sayılmazlar!.»
Bu âyet, Hz. Zübeyr bin Avvam ile bir Ensar hakkında nazil olmuştur. Zira Müslim ve Buharî şu Hadîsi rivayet ettiler:
«Zübeyr ve hasmı bir bostanın sulanması hususunda ihtilâf ettikleri için RasûlüUah'a baş vurdular. Rasûlüllah Zübeyr'e, «Arazini suladıktan sonra komşuna suyu ver!» deyince, Ensarlı «Halanın oğlunu kayırdın » diye RasûlüUah'a itiraz ederek ithamda bulundu. Hz. Peygamberin yüzü kıpkırmızı kesildi. Zübeyr*e, «Hurmalarını suladıktan sonra suyu tâ duvarlara doluncaya kadar bırakma!» dedi. Bunun üzerine âyet nazil oldu. Böylece anlaşıldı ki; hüküm vermekte Ra-sûlüllah'ı itham eden kâfir olur. Fakat Ensardan olan zat nadim oldu. Rasûlüllah da onu af fetti, çünkü îmanında şüphe olmadığım ve bu sözün düşünmeden ağzından çıktığını biliyordu. Fakat Peygamber'den sonra hiç kimse, Peygamber/i itham edeni affetme yetkisine sahip olmaz.. [96].
(66) Eğer biz onların üzerine «Kendi kendinizi öldürünüz veya yurdunuzdan çıkıp hicret ediniz» diye yazsaydık (Böyle bir farzı yük-leseydik), içlerinden pek azı hariç, onu yapmazlardı. Eğer onlara edilen nasihati yapsaydılar elbette onlar için daha hayırlı ve Hak üzerinde sabit kalmaları bakımından daha faydalı olurdu.
(67) O zaman elbette tarafımızdan büyük bir mükâfatı onlara verirdik.
(68) Elbette onları dosdoğru bir yola iletirdik.
(70) İtaat edenlere edilen bu fazilet AUah'dandır. Bilici olarak Allah kâfidir.
(71) Ey îman edenler! Tedbirinizi alınız. (Düşmana karşı hazırlıklı olunuz). Bölük, bölük veya hep birden (silâhlarınızı takınarak cihada) çıkınız.
(72) Şüphesiz aranızda öylesi var ki, ağır davranır. Eğer başınıza bir felâket gelirse, der ki, «şüphesiz ki, Allah bana lütfetti. Zira onlarla beraber bulunmadım.»
(69) Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler, Allah'ın nimetine mazhar olmuş, Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaşlardır.
(73) Eğer size Allah'ın bir lûtfu isabet ederse, sanki sizinle onun arasında hiç bir sevgi yokmuş gibi, «(Ey kavim!) ne olurdu, bende onlarla beraber bul imaydı ru da büyük bir zafer elde edeydim!» der.
(74) Öyle ise dünya hayatını verip âhireti satın alanlar Allah yolunda savaşsınlar. Allah yolunda savaşarak Öldürülmüş veya galip gelmiş bir kimseye büyük.bir ecir vereceğiz. [97]
(66) «Eğer biz onlara «kendi kendinizi öldürünüz!»..» âyetinin iki mânâsı vardır:
1) Cihad etmek suretiyle ölüme hazırlanınız.
2) İsrailoğullarının yaptığı gibi, nefislerinizi öldürünüz ki, tev-beniz kabul olsun. Israüoğu Harının tevbe edip «Buzağı»ya ibâdeti terk ederek yurtlarından hicret ettikleri gibi, «Hicret ediniz!» diye emir edersek bu emri yerine getirmezler.
Ancak îmanın zevkine varmış muhlisler emrimizi tereddüt etmeden yerine getirirler. Bunlar da az bir guruptur.
Eğer Rasûlüllah'a tabî olsalar ve itaat etselerdi, bu, hem dünyalarında hem de âhiretlerinde onlara faydalı olurdu. Dinde kökleşmelerine daha iyi gelirdi. Zira bu mutabaat, ilmi elde etmeye ve şüpheyi ortadan kaldırmaya daha iteleyici olur. Amellerinin sevabını daha da yerleştirir.
Bunun neticesi olarak Allah katından onlara büyük bir ecir verilir. Onların önünde gayb kapılarını açmak suretiyle doğru bir yola hidâyet eder.
Allah'ın Rasûlü, «Bildiğiyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir!» diye buyurmuştur. [98]
(69) «Kim ki, Allah'a ve Onun Rasûlü'ne itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nimetine mazhar olanlarla beraberdirler!...»
Nimete mazhar olanları bu âyette Cenab-ı Hak dört kısma ayırıyor:
1) Peygamberlerdir. îlim ve amelleri elde etmiş, «kemal» mertebesini geçip «tekmil» mertebesine varmışlardır.
2) Sıddıklardır. Onlar ki, nefisleri, bâzan düşünce merdivenle-riyle âyetler ve delillerde yükselip, bazan da tasfiyye ve riyazâtm asansörüyle yücelip «irfan» doruğuna varır. Böylece eşyaya muttali olurlar; onların hakikatlarmı haber verirler.
3) Sonra şehitlerdir. O şehitler ki, tâata karşı olan hırslan ve Hakk'm belirtilmesindeki gayretleri, onlan İ'lâyi Kelimetullah yolunda ruhlarını feda etmeye hazırlamıştır.
4) Sonra salihlerdir. O salihler ki, ömürlerini Allah'ın tâatında ve mallarını da O'nun rızası yolunda sarfetmişlerdir.
«Bunlarsa, ne güzel birer arkadaştırlar.»
Bu taksim insanların ilim ve ameldeki dereceleri bakımındandır.
Rivayete göre Rasûlüllah'ın kölesi Sevban bir gün Hz. Peygamber'e çıkageldi. Yüzü bozulmuş ve cismi zayıf ve nahif kesilmişti. Rasûlül-lah onun bu halini sordu. Sevban:
Ey Allah'ın Rasûlü! Ben hasta değilim. Ancak seni görmediğimde sana karşı olan iştiyakım kabanr, şiddetli bir tarzda sarsılırım. Tâ ki, gelip seni görünce sükûnete kavuşurum. Sonra âhireti düşünürüm; orada seni görmememekten korkannı. Zira senin Peygamberlerle beraber yüceleceğini bilirim. Eğer Cennete girersem şüphesiz ki, derecem senin derecenden aşağı olacaktır. Eğer Cennet'e girmezsem işte o zaman seni ebediyyen göremiyeceğim.» dedi. Bunun üzerine bahsi geçen âyet nazil oldu. [99]
(71) «Ey îman edenler! Hazırlığının görün!..»
Yani uyanık olunuz ve düşmana karşı tedbirinizi alınız; düşmandan korununuz ve düşmana fırsat vermeyiniz.
Eğer denilse ki, «Madem takdir yerini bulacaktır, o halde korunmanın ne mânâsı vardır?» Cevap olarak deriz ki, «Madem hepsi Allah'ın kaza ve kaderi iledir. Korunma emri de onun kaza ve kaderin-dendir.»
«(Tek tek değil) gurup gurup veya hep birden düşmana karşı çıkıp savaşınız.» Zira Allah'ın kudreti cemaatle beraberdir. Cemaattan ayrılan, ateşe doğru ayrılmıştır.
Bu âyeti celîle, cihadın farzu kifâye olduğunu ortaya koyar. Hu-dudlar bazı kimseler tarafından korunduğu takdirde, korunma farzi-yeti diğerlerinden sakıt olur. Eğer korunma vazifesi ille bütün Müslümanların iştirak etmesini gerektiriyorsa bu takdirde Tevbe Sûresinin otuzsekizinci âyeti nazarı itibara alınır ve hepsi katılır. «Ey îman edenler! Size ne oldu ki, sîze Allah yolunda topluca savaşa çılan, seferber olun denildiğinde yere ve meskenlerinize meyledip ağırlaştınız? Yoksa âh i retten vaz geçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat âhi-retin yanında dünya hayatının zevk ve faydası pek az bir şeydir!.» (Tevbe: 38).
(72) «Gerçekten sizden Öylesi vardır ki, ağır davranır...»
Bu âyette belirtilenler, Müslümanların arasındaki münafıklardır. Hem kendileri cihada gitmiyor, hem de başkasının gitmesine mâni oluyorlardı.
«sizden» tâbiri zahirde Müslümanlardan olmalarından ileri gliyor. Yoksa gerçekten münafıklar Mü'minlerden değildir
«Sizden olduklarına dair kesinlikle Allah'a yemin de ederler. Hal- h buki onlar sizden değildirler. Fakat onlar kâfirlere yapılan muamele- | nin kendilerine de yapılmasından korktuklarından, sırf görünüşte Müslüman bir kavimdir.» (Tevbe: 56).
Münafığın, «Keski, ben de onlann beraberinde olaydım..» sözü haset bakımından söylenmiş bir sözdür. Allah'ın cezasında şüpheleri olmakla beraber ganimetten mahrum kaldıklarından ötürü esef ederler.
(74) «Kim ki, Allah'ın yolunda savaşır da öldürülürse, yahud düşmana üstün gelirse, ona pek büyük ecir vereceğiz.»
Âyetin zahiri şehit ile gazinin ecirde eşit olduklarını ifade eder. Sahihi Müslim'de «Allah yolunda cîhad etmek maksadıyla Allah'a inanarak, Peygamberlerini doğrulayarak çıkan bir kimsenin zâmini Allah olur. Ya onu Cennete sokar veya elde ettiği ecir ve ganimet ile beraber «ihata gitmek için çıktığı yurduna geri getirir.» rivayeti vardır.
Abdullah bin Amr (R.A.), «Allah yolunda gazaya (savaşa) çıkan her gazinin eline ganimet malı geçerse, âhiretteki ecrinin üçte ikisini acele olarak almışdır. Üçte birini de âhirette alacaktır. Eğer herhangi bir ganimet elde etmezlerse, ecirleri tam olarak verilir.» diye rivayet ediyor. (Müslim). [100]
(75) Size ne oluyor ki, Allah yolunda erkek, kadın ve çocuklardan meydana gelen ve «Ey Rabbimiz! Bizi şu ahalisi zâlim şehirden çıkar (kurtar). Bize katından bir kurtarıcı ve bize katından bir yardımcı kıl.» diyen güçsüz insanlar için savaşmıyorsunuz?
(76) O kimseler ki, îman ettiler, Allah yolunda savaşırlar. O kimseler ki, kâfir oldular, tağut yolunda savaşırlar. Öyle ise Şeytanın dostlarıyla savaşınız. Şüphesiz ki, Şeytanın hilesi zayıf dır.
(77) Bakmaz mısın o kimselere ki, kendilerine «Ellerinizi (savaşmaktan) çekininiz, namazı dosdoğru kılınız, zekâtı veriniz!» denilmiştir? Bilahare onlara savaş farz olunca bir kışından Allah'dan korkar gibi veya daha fazla bir korku ile halktan korkarlar. Onlar, «Ey Rabbimiz niçin bu savaşı boynumuza farz kıldın? Niçin bizleri yakın bir zamana kadar geciktirmedin?» dediler. (Ey Ha bibim!) Onlara de ki; dünyanın zevki azdır. Sakınanlar için âhiret daha hayırlıdır. Kıl kadar size zulüm edilmez.
(78) Nerede bulunursanız bulunun ölüm gelip sizi yakalar. Tahkim edilmiş kalelerde bulunsanız bilet.. Eğer onlara bir iyilik isabet ederse, «Bu, Allah'dandır.» derler. Eğer onlara bir fenalık isabet ederse, «şu felâket senin katındandır (yüzündendir.)» derler.
De ki, «Hepsi de Allah katındandır.» Acaba şu kavme ne oldu ki» bir sözü dahi anlamaya yanaşmıyorlar?
(79) (Ey Ademoğlu!) Sana isabet eden her iyilik Allah'dandır, Sana isabet eden her kötülük ise, senin nefsindendir. (Ey Habibim!) Seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Allah şahid olarak yeter. [101]
Bu âyetlerin genel bir tefsiri:
Cenab-ı Hak zayıf ve güçsüz Mü'minleri kâfirlerin elinden kurtarmayı farz kılmıştır. Bu hususda nefislerin feda edilmesi dahi lâzımdır. Esirleri ya savaşmak veya mal vermek suretiyle kurtarmak farzdır. Fakat mal ile kurtarma imkânı varsa, savaşa başvurulmama-lıdır. Zira mal daha kolayıdır[102].
İmam-ı Mâlik (R.A.), «Esirleri kurtarmak için Müslümanlara bütün mallarım vermek gerektir. Zira Allah'ın Rasûlü, «Esiri kurtarınız!» buyurmuştur. Esire, esaretten döndükten sonra haline bakılır. Eğer zengin ise mallarını harcamak suretiyle kendisini kurtaranlara ödediklerini geri verir.
Ayette bahsi geçen «Zayıflar»dan maksat, Mekke'de kalıp hicret edemiyen Mü'minlerdir. Zaten Cenab-ı Peygamberin, «Ey Allahım! Velid oğlu Velid'i, Hişam oğlu Seleme'yi, Ebi Rabii oğlu Ayyaş'i ve Mü'-minlerin mustaz'aflannı kurtar!..» du asiyi a onlar kasdedilmiştir.»
îbni Abbas, «Ben ve annem mustaz'aflardandık!» dedi.
Ahâlisi zâlim olan memleket Mekke'dir. O zaman Mekke müşrik ve azgınların diyarı idi. Zalimlikleri Allah'ın Peygamberine ve getirdiği nizama karşı çıkmak, kâinatın sahibini terkedip elleriyle diktikleri putlara tapmak, «Allah» diyenleri hor görüp ezmek, hak ve hukuku gözetmemek ve fakir ile kimsesizleri ezmekten ileri geliyordu.
Burada bahsi geçen tağut'tan maksat Şeytandır. Zira âyetin sonunda, «O halde Şeytanın dostlarıyla savaşınız. Şüphesiz ki, Şeytanın hilesi zayıf dır.» denilmektedir. Şeytanın hilesinden nıurad, hem onun hem de etbâının hîlesidir. Bu hilenin zayıflığı Bedir savaşında ortaya çıktı. Şeytan o gün müşriklere, «Hatırla o zamanı ki, Şeytan onlann yaptıklarını allayıp pulladı ve «Bugün insanlardan size galip gelecek hiç kimse yoktur. Ve şüphesiz ki, ben de size yardımcıyım...» demişti. İki ordu karşılaşınca geri çekilip «Benim sizinle hiç bir ilgim yoktur dedi.»
diye vaadde bulundu ve yalancı çıktı.
«Kendilerine; ellerinizi savaşmaktan çekiniz, namazı kılınız, zekâtı veriniz, denilmiş onlara bakmaz mısın...»
En-Neseî Sünen'inde rivayet eder ki: «Avfoğlu Abdurrahman bâzı arkadaşlanyle beraber Mekke döneminde Rasûlüllah'a gelip:
«Ey Allah'ın Peygamberi! Biz müşrik iken izzette idik. (Kimse bize zulüm edemezdi). îman ettiğimizden beri herkes bize zulmetmeye yelteniyor. (Bize savaşmak iznini ver.)» dediler. Rasûlüllah onlara:
«Ben affetmekle em rolün d um. Binaenaleyh kavimle savaşmayınız!» dedi.) Ne zaman ki, Medine'ye geldiler, Peygamber onlara cihad ve savaş emrini verdi Bu sefer ellerini savaştan çektiler. Bunun üzerine bahsi geçen âyet nazil oldu.
Mücahid, «Bu âyet, Yahudiler hakkında nazil oldu» dedi. Hasan ise, «Mü'minler hakkındadır.» demişlerdir.
Mü'minlerin Medine döneminde savaşdan kaçmalarının bir takım sebepleri vardı: Mekke'deki müşrikler yakın akrabaları idi. Savaşmamak savaşmaktan daha kolaydı. Ve saire. Mü'minlerin, Allah'dan korktukları gibi veya daha fazla düşmanlardan korkmaları, beşer tabiatının bir icabıdır. Başka bir şey değildir. Allah ve Rasûlü'ne muhalefet ise, düşünülemez. Belki de âyet münafıkların hakkında nazil olmuştur. Zira onların inancına göre, müşriklerle savaşmak ölümden daha beterdi Bu son görüşü âyetin «Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı neye farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın bir vakte kadar geri bıraksaydın?» bölümü deteyideder. Çünkü ecellerin sınırlı, nzıkların bölümlü olduğunu bilen Ashabın böyle demesi biraz akla uzaktır. Çünkü onlar âhirete varmanın dünyada kalmaktan daha hayırlı olduğunu biliyorlardı. Her ne ise bu kadarla iktifa edip, hakikati Allah'ın ilmine havale edelim.
Dünyanın metâı, dünyanın menfaatlarından ve lezzetlerinden lezzetlenmektir. Azlığı baki olmayışından ileri geliyor. Allah'ın Rasûlü, «Benimle dünyanın meselesi, bir binicinin bir ağacın gölgesinde kay lule (öğle) zamanında uyuyup istirahat ettikten sonra çekip gitmesi ve o ağacı terk etmesi gibidir.» buyurdular. [103]
(78) «Nerede olursanız olunuz, ölüm size yetişecektir...» âyeti, Uhud savaşından sonra münafıkların sarfettikleri «Bizim yanımızda olsalardı, ölmezler ve öldürülmezlerdi!..» (Âli - İmran: 156) safsatasına bir karşılıktır. [104]
«Tahkim Edilmiş Kaleler»den maksat, yeryüzündeki kalelerdir. Zira insanoğlunun en son sığmağı onlardır.
Es-Sûdî, «Bu kalelerden murad, yeryüzüne en yakın bulunan göklerde bina edilmiş burçlardır.» demiştir. İmam-ı Mâlik'ten de bu görüş nakledilmiştir. Delil olarak şu âyet gösterilmiştir: «Yemin olsun burçlar sahibi semâya!..» (Buruç: 1).
Bu kavle göre, Feleğin burçları on iki burçtur. Tahkim edilmekten maksat, yükseklik ve belirginlikleridir. Bu Burçlar büyük yıldızlardır.
Allah (C.C.), bu yıldızlan güneş ve ayın konaklan olarak yaratmıştır. Ay'ı o konaklarda yerleştirmiş ve zamanlan, onların üzerine tertip etmiştir. Bir kısmını güney burçlan ve bir kısmını da kuzey burçlan olarak takdir buyurmuştur. İnsanların maslahatlanna delil ve Kıbleye nişan, tahaccüd vakitlerinin, maişet durumlannın bilinmesi için, gündüz ve gecenin etrafını tayin etmeye sebeb ve yol yapmıştır.
«Onlara iyilik isabet ederse, bu Allah'ın katındandır. Onlara bir kötülük isabet ederse, bu senin katındandır!.»
Ayetinde bahsi geçen iyilik ve kötülük diye tercüme ettiğimiz hasene ve sayyie tâbirleri eminlik ve korku, zenginlik ve fakirlik, nîmet, fetih, ganimet ve belâ, şiddet ve katil, genişlik ve sıkıntı ile tefsir edilmişlerdir.
İbnu Abbas (R.A.), «Bu âyet Yahudi ve münafıklar hakkında nazil olmuştur. Rasûlüllah Medine'ye teşrif ettiğinde, bu iki gurup Ra-sûlüllah'ı kasdederek, «Bu adam bize geldiğinden bu yana meyveleri-
mizde ve mahsullerimizde eksiklik görüyoruz.» diye iddia ettiler » demiştir.
«Senin katındandır!»
cümlesinin mânâsı, senin tedbirsizliğinden, veya meymenetsizliğinden demektir.
«De ki; hepsi Allah'ın katındandır. » Yani, şiddet, refah, zafer ve hezimet
hepsi Allah'ın kaza ve kaderiyledir.
(79) «Sana isabet eden kötülük ise senin nefsindendir.»
Bu cümle, Hazreti Rasûl'e hitaptır. Fakat Cenab-ı Mevlâ ümmetini kasdetmiştir.
Mânâsı, «Ey insan cemaati! Size isabet eden genişlik ve bolluk Allah'ın faziletidir. Başınıza gelen kıtlık ve rızık darlığı sizin işlediğiniz günâhlardandır.» demektir.
Bu âyet ile «De ki, hepsi Allah'ın katındandır.» Âyeti arasında bir >| çelişki yoktur. Zira her şey, İCAD etmek veya yerine vardırmak bakımından Allah'ın katındandır. Ancak iyilik Allah'dan bir ihsan ve minnettir. Kötülük ise, cezalandırmak ve intikamdır. Nitekim Aişe (R.A.) validemiz buyurdu: «Her hangi bir Mü si umana bir hastalık veya yorgunluk isabet ederse, hattâ ayağına bir diken bile batarsa, ve hattâ ayakkabı bağlan koparsa, bu onun işlediği bir günahdandır. Allah'ın affettiği daha çoktur.» [105]
80 Kim peygambere itaat ederse kesinlikle o Allah'a itaat etmiş olur. Kim ki (peygamberin itaatinden) yüz çevirirse (bu durumu seni sıkmasın). Zira seni onların üzerine gözetici olarak göndermedik.
(81) (Sana) itaat (ediyoruz) derler. Yanından çıktıklarında da onların bir gurubu söylediğinin tersini geceleyin düşünür ve söyler. Allah on 1 ann gecelediklerini yazar. Sen onlardan yüz çevir. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeterdir.»
(82) «Acaba onlar Kuranı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer Kuran Allah'tan başkası tarafından olsaydı onda bir çok ihtilâf görürlerdi.»
(83) «Ne zaman ki, onlara eminlik veya korkudan bir emir gelirse, onu yayarlar. Eğer onu peygambere veya kendilerinden olan emir sa-hiblerine (ehli-hall vel ak da) o emri götürselerdi o emri onlardan is-tinbat edebilenler anlardı. Eğer Allah'ın fazl-u rahmeti sizin üzerinize olmasaydı pek azınız hariç, kesinlikle şeytana uyup giderdiniz.»
(84 «Allah yolunda savaş. Ancak kendi nefsine ağır yük yüklemek suretiyle teklif yapabilirsin. Müminleri teşvik et Olur ki, Allah o kâfirlerin tazyikini defeder. Allah şiddet yönünden de, cezalandırmak bakımından da kâfirlerden daha şiddetlidir.»
(85) «Kim ki güzel bir şefaat (yardım) da bulunursa, ona o şe-faattan bir pay vardır. Kim ki, kötü bir şefaatta (tavassutta) bulunursa ona ondan bir pay vardır. Allah her şeye kadir, koruyucu ve şah iddir.»
(86) «Bir selâmla selâmlandığınız zaman ya ondan daha güze-liyle karşılık veriniz veya aynisiyle mukabele ediniz. Allah herşeyin hesabını görücüdür.» [106]
(80) «Kim ki Resule itaat ederse o Allah'a itat etmiştir...» Çünkü hakikatte emreden ve yasaklayan Allah'tır. ResûKillah'ın görünürde emredip yasaklaması ise, Allah'ın emriyledir. Resul, ancak Allah'tan geleni tebliğ eder. Taat bizzat Resulün beşerî yönüne değildir.Ancak Resûlüllah'a yapılan taat, ona vahyi gönderen zata yapılır. Çünkü Allah'ın tâ beşeriyetin başlangıcından beri adeti ilâhîsi bizzat tecelli edip insanlara emretmek, yasaklamak değildir. Ancak Allah, vahyini anlayan peygamberler vasıtasıyla halka gönderiyor, o peygamberler de onları tebliğ ediyor. Resûlüllah'in kendiliğinden söylediği ve emrotti-ği dünyevî nesnelere gelince: Alimler bunlara «irşad« adını vermişlerdir. Bu hususta Resûlüllah'a itaat etmek Cenab-ı Hakkın farz kıldığı nesneler sınıfına girmez. Çünkü bu dünya emirler din ve şeriat sayılmaz. Meselâ Resûlü-Ekrem hurma ağacını diken bir zata «onu aşıla» buyurmuş. O zat da aşılamış ve hurma kurumuştur. Resûlüllah'a bu vaziyet arzedilince «Siz dünya emrinizi benden daha iyi biliyorsunuz [107] buyurmuştur. Meselâ: Buğday gibi daneleri ölçerek öğütmek, ölçerek hamur yapmayı emretmiştir. Bu emir, evlerde iktisadi bir tedbirdir. Müslümanların çoğu bu emri ihmal etmişlerdir. Resûlüllah zeytinyağı yemeyi ve onunla yağlanmayı emretmiştir. Bu da tamamen tatbik edilmiyor. Yani dünya hususundaki emirlerde itaat etmek müs-lümanlann boynuna bazan farz olmuyor. Ashabı kiram bir emirde şüphe ettiklerinde Resûlüllah'tan sorarlardı: «Bu Allah'ın katından mı gelmiş? Yoksa senin rey ve içtihadın mıdır?». Ve Resûlüllah «Bu, Allah'tan gelmedim dese tereddüt etmeksizin o emirde itaat ederlerdi. Eğer «Benim reyimdir» derse onlar da reylerini Resûlüllah'a arzeder-lerdi. Resûlüllah çoğu kez reyinden vazgeçer, onların reyine tâbi olurdu.
Nitekim Bedir ve Uhud savaşlarında ayni şey vaki olmuştur. Mu-katil rivayet ediyor: Resulü Ekrem şunu söylüyordu:
«Beni seven Allah'ı sevmiş olur. Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur.»
Münafıklar Resûlüllah'm bu sözünden sonra şöyle sordular:
«Bu kişinin söylediğini dinlemiyor musunuz? Bu kişi şirk yapıyor. Bize Allah'tan başkasına kulluk yapmayınız diye emir veriyor. Fakat kendisini Hristiyanların İsa'yı Babb edindikleri gibi, Rabb edinmemizi bizden istiyor!» dediklerinde Cenab-ı Hak şu âyeti indirdi: [108]
«Kim ki Resûlüllah'a itaat ederse, o, Allah'a itaat eder.»
Gerçek mânâda mü'min, sadece yaradana ibâdet eder. Yaradandan
başkasına kulluk yapmaz. Zaten yaradamn ibâdetinden çıkıp kime olursa olsun ibâdete yönelindiğinde şirk meydana gelmiş oluyor. Şirk iki çeşittir:
1- «Mahlûktan bazılarının bilinen sebeblerin ötesinde gaybta bir kuvvet ve kudrete sahibtir» kanaatini taşımaktır. Ve bu kanaattan ötürü onlardan yarar beklemek ve onların zarar vermesinden korkmaktır. Onlara baş eğmektir. İşte bu uluhiyyette şirktir. Peygamberlere ancak tebliğ ettikleri emirde itaat olunur. Peygamberlerin izinden giden ulema ve sulehaya da peygamberden aktardıkları gerçeklerin hizmetine girdikleri zaman itaat olunur. Onlarda müstakil bir kuvvet tasavvur edilerek «isterse verir, isterse alırlar. Aziz ederler. Rezil ederler» kanaati şirktir. Mânâyı harfiyle yetkinin varlığına inanmakda ise, her hangi bir beis yoktur...
2- «Mahlûkatın bazılarının helâl ve haram etme yetkisine sahib oldukları» kanaatini taşımaktır. Resulü Ekrem «Onlar âlimlerini ve rahiblerini Allah'tan başka Rabb edindiler» âyeti celîlesini Adî bin Hatim et Tâi'ye bu şekilde tefsir etti. Yani âlimler ve rahiblerin helâl ve haram etmelerinde onlara uydular. Bu da rububiyyette şirk koşmak demektir.
Mümin, insanların en azizidir. Keramet bakımından en yücesidir. Onu kul ve köle edinen zalim bir diktatöre, müstebit bir kanemiciye kulluk yapamaz. Çünkü o «ilmel-yakin» derecede bilir ki, bütün kâinat Allah'ın teshir etmiş olduğu kullandır. Allah'ın emrine baş eğerler. Dünya ve âhiret saadetinin son noktası da budur. [109]
«Kim ki peygamberin itaatinden yüz çevirirse bu durum seni sıkmasın. Zira seni onların üzerinde gözetici olarak göndermedik.»
Yani Ey Habibim Muhammed Mustafa (A.S.V.) hakikatte ve gerçekte Allah'ın taati olan taatinden yüz çeviren bir kimsenin durumu seni sıkmasın. Çünkü sen ancak müjde verici ve korkutucu bir peygamber olarak gönderilmişsin. İnsanların ensesine binmek zorla dine getirmek veya insanların fiil ve sözlerini kontrol etmek vazifesi sana verilmemiştir. Binaenaleyh insanların iman etmeleri, taatte bulunmaları, ikna edildiklerinden ve denendiklerinden sonra kendi seçenekleriyle oluyor. Zorlama yoktur. Hiç kimseyi bu hususa, dine girmezden önce zorlayamazsın. Ancak dine girdikten sonra dini terkeden mürted olur ve mürtedlerin dindeki hükmüne tâbi olur. Bu noktaya dikkat edilsin!..
Cenab-ı Hakk'ın daha önce «onlar Allah'tan korktuğu gibi veya daha fazlasıyla insanlardan korkar» diye bahsettiği gurub, Resûlülîah tarafından bir emir verildi mi «Senin emrine itaat olunun) derler, Re-sûlullah'a tam teslim olduklarını gösterirler. Fakat Resûlüllah'm yanından çıktıklarında onlardan bir gurub, gecenin karanlığında aralarında toplaşır, peygambere dediklerinin gayrisini kararlaştırırlardı. îb-ni Cerir, İbn Abbas'tan rivayet ediyor:
îbni Abbas şu âyette bahsi geçenler, Reşûlüllah'ın katında «Biz Allah'ın Resûlü'ne iman ettik}) derlerdi. Kanlanriın akıtilmasmdan, mallarının alınmasından korkarak böyle söylerlerdi. Resûlüllah'ın katından çıktıkları zaman ise tam tersine hareket ederlerdi. Böylece Ce-nab'ı Hak onlara «itab-kınanma» tevcih eyledi. «Allah onların geceleyin tasavvur ettiklerini, —kararlaştırdıklarım— yazdı» ve bu âyet ve benzerleriyle onları rezil edecektir. Evet bu cümle, Cenab'ı Hakk'ın büyük bir tehdidi ilâhîsidir. Bütün münafıkların akıbetini açık bir tarzda belirtmektedir.
«Onlardan yüz çevir.» Ayetin bu cümlesi, onların açığa vurmadıkları, gizli tuttukları söz ve davranışlarından ötürü onları cezalandırmaya da yetkin yok. Ve onların bu durumlarını kontrol altına almak gibi bir tedbire başvurmaya da ihtiyaç yoktur.» demektir. «Allah'a tevekkül kıl» cümlesi ise, emri Allah'a bırakmasını, bütün emirlerinde Allah'a güvenmesini Cenab'ı Hak peygamberinden istiyor. Allah onların şerrinden peygamberini emin kılacak ve intikamını onlardan alacaktır. Bu âyeti celîle, Cenab-ı Peygambere ilâhî bir teminattır. «Allah vekil olarak kâfidir» cümlesi, Allah'a tevekkül eden herkes için geçerli bir teminattır. Yeter ki, tevekkül eden mütereddid olmasın. Cenab-ı Hak, Reşûlüllah'ın aleyhinde gizlice kampanya açmış münafıkları cezalandırmaya- da kadirdir. Ve nitekim tarihin şehadetiyle cezalandırılmış oldukları da sabittir. Allah onların ne kadar bir cezaya müstahak olduklarını bilir. Bunu tatbik etmede hiç bir şey Allah'ı acze düşüremez. [110]
(82) «Acaba onlar Kur'anı hiç tedebbur etmezler mi?» Tedebbur'un mânâsı, hadiselerin arkasında ve neticesinde teemmül, düşünce ve fikir etmek demektir. Esasında mânâsı budur. Sonra her düşünceye ıtlak olunmuştur. İsterse bir şeyin hakikatine bakmak yönünden olsun, ister parçalarına ve daha önceki mukaddimelerine, sebeblerine bakmak olsun, ister daha sonra meydana gelen lahikalarına bakmak olsun. Hepsinde tedebbur kullanılmıştır. Bir kelâmı tedebbur etmek, ona bakmak, gaye ve maksatlarına bakıp da düşünceye dalmak demektir. Bu emir ile amel eden veya bu emre karşı çıkanların neticelerini düşünmek demektir. Kur"an-ı Kerim «O muarızlar eğer Kur'an'ı düşünerek inceleseydiler, O'nun Allah'tan geldiğini, sadık muttakilere vaad ettiklerini, münafık ve kâfirleri tehdid ettiğinin de şüphesiz olacağına kanat getireceklerdi. Ey Habibim! Eğer Kur'an Allah'ın değil senin olsaydı, onlar çeşitli sebeblerden ötürü Kur'an'da çelişkiler ve ihtilâflar göreceklerdi. Madem ki Kur'an'da herhangi bir çelişki ve ihtilâf yoktur, Öyleyse Kur'an senin değil Allah'ın kelâmıdır!» demek istiyor.
Çelişkilerin bulunmasına yardımcı olan sebebler şunlardır:
1- Hangi mahlûk olursa olsun, Kur'an'm tasvir ettiği gibi hakikatleri tasvir edemez. Hakikatleri tasvir etmeye başladı mı, mutlaka çelişkiler ve değişiklikler konuşmasında belirir.
2- Kur'an, Hz. Muhammed tarafından görülmemiş ve Hz. Mu-hammed tarafından tarihine vakıf olunmamış geçmiş hadiseleri nakletmektedir. Ve Resûlüllah'ın vefatından yüzlerce, binlerce sene sonra gelecek hadiselerden haber veriyor. Resülûllah'ın asr-ı saadetinde bulunan hadiselerden bahsediyor. Nefislerin içeriklerinden ve kalblerde örtülü olanlardan, gözle görünenler gibi haber veriyor. Nitekim bu gurubun gece karanlığında kendi aralarında kararlaştırdıkları niyetlerini ortaya serdiği gibi.
3- Hiç kimse, Kur'an'ın inanç temeli, sistemlerinin kaideleri, milletler ve kabilelerle ilgili görüşü gibi bir görüşü, ihtilafsız ve çelişkisiz olarak getirip sergileyemez.
4- Hiç kimsenin gücü yetmiyor ki, Kur'an'ın sosyal meselelerde, ümran sistemlerinde, millet ve kavimlerin tabiatlarında deliller, «Darb-ı Meselaler vererek tek bir kıssayı çeşitli ibarelerle arzederek getirdiğinin bir benzerini getirmiş olsun.
5- Hiç kimsenin gücü yetmez ki, Kur'an'ın söz fenlerinden ve ibret çeşitlerinden, yer ve gök gibi çeşitli varlıklar hakkında, getirdiğinin bir benzerini getirsin.Zira Kur'an'ı Kerim yaratmak, oluşturmak üzerinde konuşup yıldızlar ve nizamları, rüzgârlar, denizler, hayvanlar, bitkiler ve yer ile gökteki hikmetler ve alâmetler gibi kâinatın bütün sınıflarını vasıflandırmaktadır. Bütün bunlarda Kur'an'ın âyetleri birbirlerini takviye etmektedir. Aralarında çelişki olmadığı gibi mânâlarının arasında da herhangi bir ihtilâf yoktur.
6- Kur'an gaib aleminden, âhiret evinden haber verdi. Oradaki amellere karşı olan hesab, adil mükâfat veya mucazat meselelerinden haber verdi. Bütün bunlarda, birçok âyetin arasındaki uyumla beraber, ihtiyari amellerinin ruhlarda tesir etmesindeki sünnetullah yani Allah'ın adeti üzerine cari olarak geldi. Bunun hikmet ve hitabım fasletme yani tahlil edip hakikatma vakıf olmak nimetine kavuşan kimselerin nezdinde hedeflerin en yücesidir. Bir de Kur'an'ı Kerim hadiseler ve durumlara göre peyderpey nazil olmuştur. Bir veya birkaç âyet nazil olduğunda Resûlüllah onları «falan sûrenin falan yerine yazınız» diyordu. Ve Resûlüllah onu ezberliyordu. Adet şu şekilde cari olmuştu: Bir insan kendiliğinden ve nefsinden bir konuşma yaparsa, çeşitli münasebetlerde, daha önce bütün söylediklerini hatır-layamaz. Onun hatırına gelmez ki, sonunu evveline muvafık kılsın. Bununla beraber bazı âyetler savaş ve musibet anlarında iniyordu. Bazıları kavimlerin münakaşası, anında ve milletlerin arasındaki muna-zalan esnasında iniyordu. Kur'an'm üzerinde zaman aşıması Kur'an'ı yıpratmadı, berrak yönlerini daha da insanlara göstermeye vesile oldu. İlim ve irfan dairesi genişledikçe halkın Kur'an'a olan imanı daha da gelişiyordu. Zira Kur'an din ile ilim arasındaki rabıtayı kuvvetlendiriyordu. İçtimai sistemlerin oluşum durumlarıyla beraber Kur'an'ın ahkâmları daha da belirgin hale geliyordu. Hülâsa olarak deriz ki, Kur'an ve Kur'an'm özelliklerinden olanı düşünmek hidayet yoludur, hak yoludur. İnsanı Kur'an'm Allah katından geldiğine irşad eder. Onun hidayetiyle hidayetlenmenin farz olduğunu insana iletir. Kur'an haddi zatında «Fıtratı-selime» uygun, maslahat ile uyumludur, onda hem dünya, hem de âhirette insanların saadeti vardır, kanaatine insanları götürür.
Eğer muslümanlar Kur'an'ı hakkıyla teemmül etseydiler, her zamanda onun getirdiği hidayetle hidayetlenmiş olsaydılar, ne ahlâkları bozulurdu, ne de edebleri... İdarecileri de zulme meyletmez, saltanatları ortadan kalkmazdı. [111]
(83) «Ne zaman ki onlara emini i k ve korkudan bir emir gelirse onu yayarlar...» îbni Cerir Taberi, bu âyeti celîle Resülûllah'ın yanında söy-IeoUklerinin hilafım kararlaştıran bir gurub hakkında nazil oldu. Bununla beraber, tayin etmeksizin, her müslünıan topluluğu hakkında da gelmiş olabilir. Çünkü sadece bu işleri yaymak münafıkların işi değildir. İnsanlar çeşitli münasebetlerde, çeşitli gurublar içerisinde bunları ağzindan çıkarabilir. Ancak münafık yaydığını zarar versin diye, imanı zayıf olan kimse ise zarar için değil, kalbindeki kin ve buğzun saikiyle böyle şeyleri yayar. Başka bir gurub, sırları keşfetmek, haberlerin hakikatine vakıf olmak için bu haberleri yayarlar. Bu, insanlar arasında mutad bir durumdur. İnsanlar böyle şeylerle meşgul oldukları zaman çok zararı vardır. Hem meşgul olur hem de yayarlarsa zarar daha da fazlalaşır. Çünkü düşman casusları bundan haberdar olur ve müslü-manlarm aleyhinde netice verir. Genel siyaset ve durumlar da böyledir. Onlar havastan aşıp avama varmamalıdır.
Daha önce münafıkların îslâma ve müslümanlara karşı olanların cinayetlerini beyan eden Kur*an'ı Kerim, bu âyette imanı zayıf olanların cinayetlerini beyan ediyor. Sonra bu meselede en uygununu şöyle izah ediyor: «Eğer onu Peygambere veya kendilerinden' olan emir sahihlerine götürseydiler, o emri onlardan istinbat edebilenler anlardı.» Bu âyeti celîledeki «emir sahibleri», hal ve akd ehlidir ki, devletin şurasını teşkil ederler. Yani zaif imanlılar işittikleri meseleyi bunlara götürseydi bunların o meseleyi bildiklerini göreceklerdi. Çünkü böyle meselelerden hüküm çıkaranlar ancak onlardır. Onlar dikkat ile tedkik ederek gizlilere vakıf olurlar. Zira onların her gurubu milletin siyaseti ile ilgili genel meselelerinin bir kısmında ihtisas sahibidirler. Birisi malî kısımlarda mütehassıs, birisi yasama meselelerinde, birisi köprü ve yol, birisi savaş durumlarında mütehassıstır. Bütün bu meseleleri şura heyeti tetkik eder. Onlardan devlet ve millete yararlı neticeleri çıkarır ve infaz ettirir. Rasgele halk böyle meseleleri yaymama-lıdır. Çünkü bu meselelerde körü körüne yürümekte, çeşitli yönlerden müslüman topluluğa zarar vardır. «Emir sahihlerini» bazı tefsirciler, âlimlerle tefsir etmişlerdir. Bu konudaki ihtilâft «El-Menar» cilt beşten öğrenebilirsin.
Bunlardan sonra Cenab-ı Hak kullarının gerçek mânâda îman edenlerine yapmış olduğu minnetleri şöyle dile getirdi:
«Eğer Allah'ın fazl-u rahmeti sizin üzerinizde olmasaydı, pek azınız hariç, kesinlikle şeytana uyup giderdiniz.» Zira sizi Allah ve Resû-lü'nün taatine, zahir ve batında, hidayet eden Allah'dır. Gelen emirleri Resûlüllah'a ve Resûlüllah'ın müsteşarlarına götürmeyi emretmiştir. Eğer böyle bir emir olmasaydı siz şeytanın vesvesesine katılacaktınız. Nitekim Resûlüllah'a «Biz sana itaat ediyoruz» deyip de geceleyin başka plân kuran gurubun tâbi olduğu gibi... Eğer Allah'ın rahmeti olmasaydı, münafıkların uydurup getirdikleri ve fitne olsun diye tohumunu saçtıkları saçmalıklarına siz de tabi olurdunuz. Sizin azınız müstesna, sevabı bulamazdınız. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali gibi, Resûlüllah'ın penceresinden îman nurunu almış, ahkâmın iktibas yoluyla nasıl alınacağının yolunu öğrenmiş zatlar hariç, diğeriniz münafıklar fitnesine kapılıp giderdiniz.[112]
(84) «Allah yolunda savaş. Ancak kendi nefsine ağır yük yüklemek suretiyle teklif yapabilirsin. Müminleri teşvik et.» Ey Resul! Düşmana karşı muzaffer olmak istediğin an Allah yolunda, Allah'ın emrini dinleyerek savaş. Sen ancak nefsine ait olan fiillerle mükellefsin. Başkasının fiilleriyle değil. «Niçin bize savaşı farzettin» diyenlerin, «sana itaat ediyoruz» deyip de geceleyin başka plân kuranların fiilleriyle mükellef değilsin.
Bu âyeti celîle şu gerçeği getiriyor: Allah'a itaat eden bir insana başkasının günahı zarar vermez. Müminleri gerektiğinde savaşa teşvik etme vazifesi Resûlüllah'ın idi. Fakat hiç kimseyi zorla savaşa götürmek yetkisi de, peygamber dahil, hiç kimseye verilmemektedir bu âyette. Bu âyeti celîle işaret ediyor ki, kuvvet şiddetleriyle Resûlül-^ lah'ın çağrısına mukavemet eden kâfirlerle savaşmak, velev ki tek kalsa da Resûlüllah'a yüklenmiştir. Ve bu âyeti celîle ikinci bir işaret taşıyor: Resûlüllah'a kâinatta hiç kimseye verilmeyen bir kahramanlık ruhu verilmiştir. Resûlüllah'ın mübarek sîretini tetkik ettiğimizde görüyoruz ki, tek başına, bütün dünyaya, Safa tepesinde, davasını açıklamış ve mukavemet etmiştir. Ve bu mukavemet insanlr sapıklığı ter-kedinceye kadar devam etmiştir. İnsanlar ona savaş açtıklarında savaşır. Uhud'da ashabı kiram, bir an için onu bırakıp dağıldılar. Fakat o, sarsılmaz bir dağ gibi yerinde sabit kaldı.
«Olur ki, Allah bu
kâfirlerin tazyikini defeder.» Bu âyeti celîlenin getirdiği hakikatlar:
a) Resûlüllah'ın
müminlere «Harbe hazır olunuz» şeklindeki teşviki, îman saikiyle müminleri
harbe hazırlanmaya götürdüğü gibi, harbte sebat göstermeye de götürür,
b) Bir de müminlerin savaşa hazırlanmaları, kâfirleri düşmanlıklarını terketmeye mecbur eder. Çünkü savaşı terketmeye, savaşa hazırlanmaktan daha fazla hizmet edecek hiçbir şey yoktur. Ayetin işaret ettiği bu durum (1404 Hicrî, 1984 milâdî) tarihi gösteren zamanımızda da, büyük devletler arasında aynen tatbik edilmektedir. Evet bu tarihde her devlet bütçesinin yansından fazlasını silâh, araç ve gereçlere, kara, deniz ve hava kuvvetlerine sarfediyor. Onunla başka devletler arasındaki kuvvet dengesi bozulmasın diye ordular besliyor. Zira karşı devleti savaş etmeye teşvik eden beriki devletin zaafiyetidir. [113]
«Allah şiddet yönünden de cezalandırmak bakımından da kâfirlerden daha şiddetlidir.»
Rabbımız bu âyetinde «kâfirlerin kuvvetlerinden korkmaymız. Bu sizi Resûlüllah'ın taatinden, onun teşvik ettiği amelden geri bırakmasın. Kesinlikle Allah Resulüne muzaffer olacağını vaadediyor. Allah'ın azabı daha şedid, cezası daha şiddetlidir. Kâinatın yaradılışından günümüze kadar tarih ve olaylar muttakilerin muvaffak olduklarını bize gösteriyor. Bu âyet harbin gereklerine başvurmakla beraber sabır ve sebatın gerekli olduğunu, bozgun ve mağlûb elmanın sebeblerinden uzak durmanın zorunlu olduğunu bize bildiriyor. [114]
(85) «Kim güzel bir şefaatta yardımda bulunursa ona o şefaatten bir pay vardır. Kim ki kötü bir şefaatta tavassutta bulunursa ona ondan bir pay vardır. Allah herşeye kadirdir. Görücüdür ve şahiddir.»
Bu âyeti celîleyi Resulü Ekrem'in «Kim ki güzel bir yol yaparsa kıyamete kadar o yolda gidenlerin ecirleri kadar onun ecri olur. Kim ki kötü bir yol ve çığır açarsa, kıyamete kadar o çığırda gidenlerin günahı kadar o adamın defterine günah yazılır.» hadisiyle, «İnsanları hayra teşvik eden bir kimse bizzat hayrı işlemiş bir kimse gibidir»
hadisi bu âyete tefsirdirler. Bu âyet Resûlüllah'a şunu söylüyor: Tek başına savaş emrini almış olmana rağmen kim nefsini savaşta sana. feda edip yardım ederse, onun bu yardımından ötürü payı vardır. Yani muzaffer olur, şeref elde eder. Dünyada zengin olur. Bir de âhiret-teki sevabları vardır. Kim ki senin düşmanına katılır, onunla beraber sana karşı savaşırsa veya savaşa katılmamak suretiyle rnüslümanları yardımından mahrum bırakırsa, onun bu kötü hareketinin bir kısmı onun olacaktır. Dünyada rezil olacak, âhirette de ceza çekecektir. Bu âyeti edilenin hükmüne insanların birbirlerine yardım etmeleri dahildir. «Şefaat» yani yardım iki kısımdır: Güzel şefaat, kötü şefaat. Güzel şefaat, bir zararın silinmesi, mazlumun boynundan bir zulmün kal-
|dırılması, müstahak olan bir kimseye bir menfaatin yetiştirilmesi gibi şefaatlardır. Kötü şefaatlar ise, bir cezayı düşürmek hususunda tevessül etmek, bir hakkı yıkmak, müstahak olmayan bir kimseye vermek, müstahak olmayan bir kimseyi, tamşımdır diye, akrabamdır diye, hakki olmayan bir vazifeye getirmek gibi şefaatlardır. Bunun için âlimler: «Şefaati Hasene» Allah sistemi tarafından güzel sayılan şefaattir. Kötüsü ise, Allah'ın haram kıldığı ve kerih gördüğü işlerde yapılan yardımdır» dediler.
Bu âyeti celîle bize hatırlatıyor ki, adil bir hakimin katında şefaat etmek zerre kadar haksızlık yönünden faide vermez. Ancak hakkında şefaat edilenin uygunsuzluğu gizlenirse veya hakkmda şefaat edileny o istenen işin müstahakı ise o vakit olur. Şefaatçiyi razı etmek için adil bir idareci onun dediğini yapmaya kalkışmaz. Hakka ve adalete uygun değilse reddeder. Maslahatı âmmeye yani genel yarara ters düşerse, şe-! faatçı kim olursa olsun, isteği geriye redd olunur. Zalim idareci ise, şefaatler onun katında revaç bulur. Çünkü o, arkadaşlarının gönlünü kırmak istemiyor. Onları daima yanında tutmak istiyor, ve onların dediklerini ve şefaatlerini kabul ediyor. Tâ ki, zulüm ve istibdadında ona ortak olsunlar, hizmetinde de dâim kalsınlar ve kendisine ihlâsla bağlansınlar. O devlet ki, orada ulu orta şefaatler kabul olunur, ve millet şefaatçılar bulmak suretiyle her isteğini elde ederler. O devlette insan haklan zayi olur, adaletin yerini zulüm tutar. O zulüm, devletten mil- lete sirayet eder. Millet boğuşmaya başlar. Yeryüzünde fesadat yayılır. Çalışanların nizam ve sistemi bozulur. Neticede ulus tamamen yıkılır, yok olur-.. Allah «şefaati hasene» ile «şefaati seyyie»nin yollarını müminlere gösterdikten ve onlar insanlar arasında tevessül sebebleri olduğunu dedikten sonra, insanlara aralarında nasıl selâmlaşacaklarmı öğretti. Ta ki dinin edebiyle onları edeblendirsin. Onların nefislerini hased ve kinden tesviye etsin ve tahir kılsın. [115]
(86) «Bir selâmla selâm 1 andığınız zaman ya ondan daha güzeliyle karşılık veriniz veya aynisiyle mukabele ediniz. Allah herşeyin hesabını görücüdür.»
Müslümanlara «Esselâmüaleyküm» denildiği zaman «Ve aleyküm-üssclâm» derse misliyle karşılık vermiştir. «Ve aleyküm esselâm ve rahmetullahi» şeklinde cevab verirse en güzeliyle karşılık vermiştir. Selâm veren «Es-selâmu aleyküm ve rahmetullah» derse cevab veren «Ve aleyküm es-selâm ve rahmetullahi ve berakatuhu» derse en güzeliyle cevap vermiş oluyor. Yani cevab veren selâm verenin selâmından bir kelime veya daha fazla kelimelerle cevap verirse en güzeliyle cevab vermiş oluyor. Bir meclise girildiğinde orada oturanlara selâm verildiği gibi bir meclisten kalkıp gidene de selâm vermek İslâm'ın edeblerin-dendir. Selâmın yayılması müslümanlar arasında sevgi oluşturmaya vesile oluyor. Birisi düşük bir sesle «Selâmunaleyküm» dese, cevab veren sesini yükseltip gülümseyerek «Ve aleyküm üs selâm» diye karşılık verse en güzeliyle mukabele etmiş demektir. Eğer selâm alan aynı şekilde cevab verirse, benzeriyle karşılık vermiş oluyor. Bu hususta İbni Cerir, İbni Abbas'tan şu hadisi rivayet ediyor:
Resûlüllah (Sallallahü aleyhi ve sellem):
«Ey ümmetlerim! Allah'ın halkından size selâm verenlerin cevabını veriniz. Velev ki ateşperest olsun. Çünkü Cenab-ı Hak, Kur'an'ında «Bir selâmla selâmlandığınız zaman ya ondan daha güzeliyle karşılık veriniz veya ayni siyi e mukabele ediniz» buyuruyor.»
Kim ki hasmına «Selâmunaleyküm» dese, ona emniyet sözü vermiş oluyor. Yani benden sana hiçbir kötülük gelmez demek istiyor. Selâmda sünnet olan: Gelenin, oturana veya durana selâm vermesi şeklindedir. İki kişi birbirine rastlarsa yaşça, veya mertebece büyük olan selâmı başlatacaktır. Müslim ve Buhari'de şu hadis gelmiştir:
«Binici yayaya, yaya oturana, az çoğa selâm verecektir.»
Yine rivayet edilmiş ki, Allah'ın Resulü, çocukların yanından geçerken onlara selâm verirdi.
Tirmizi şu hadisi rivayet ediyor:
«Resûlüllah bir gurup kadının yanından geçerken mübarek eliyle işaret ederek onlara selâm verdi.»
Yine sahihayn (iki sahih kitab olan Buharı ve Müslim) de varid olmuştur ki, Resulü Ekrem şöyle dedi:
«Şüphesiz tslâmın en efdalı ve en hayırlı hasleti yemek yedirmek, tanıdığın ve tanımadığın kimselere selâm vermektir.»
Hakim, Resûlüllah'tan şu hadisi rivayet ediyor: «Selâmı yayınız ki sağlam kalasınız.»
Selâm vermek sünnet olduğu gibi cevabını vermek de farzdır. Ce-nab'ı Hak bu konuyu «Şüphesiz ki Allah herşeyin hesabım görücüdür, üzerinde gözeticidir» cümlesiyle bağlayarak müminlerin arasındaki bu silâha dikkati çekti. [116]
(87) Kendisinden başka mabud olmayan Allah (in hakkı için; o) şüpheden uzak olan kıyamet gününde sizi toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?»
(88) Öyleyse siz niçin münafıklar hususunda iki taraf oluyorsunuz? Oysa Allah onları kazandıklarının yüzünden terslerine döndürmüştür (tepe taklak etmiştir). Allah'ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Kimi ki Allah onu saptırmış ise, artık sen o kimseye hiç te bir yol bulamazsın.»
(89) Onlar istediler ki kendileri küfre kaydıkları gibi siz de kayasınız. Dolayısıyla eşit olasınız. İşte bundan ötürü onlar Allah yolunda hicret etmedikçe sakın ha onlardan dostlar edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları bulduğunuz yerde yakalayınız, öldürünüz. Sakın ha, onlardan ne bir dost ne bir yardımcı edinmeyiniz.»
(90) Ancak sizinle aralarında anlaşma olan bir kavme sığınmış bir kimseye dokunmayınız. Veya ne sizinle ne de kavimlerine savaşmayı göğüslerine sığdırın ay ip tarafsız olarak size gelmiş olanlara da dokunmayınız. Eğer Allah dileseydi onları size musallat ederdi. Onlar sizinle savaşırlardı. Öyleyse yakanızı bırakıp bir tarafa çekildikleri ve sizinle savaşmayıp sulha yaklaştıkları için Allah onların aleyhinde size (saldırmak için) hiçbir yol (izin) vermemiştir.»
(91) Siz başka bir gurup bulacaksınız ki, hem sizden hem de kavimlerinden emin olmak isterler. Ne zaman fitneye çevrilmiş olurlarsa, fitnenin içine batarlar. Bırakıp bir kenara çekilmezlerse, sizinle barışıp taarruzdan ellerini çekmezlerse onları nerede bulursanız yakalayın ve öldürünüz. İşte onların üzerinde size açık bir sel ahiye t verdik.» [117]
Seksen yedi nolu âyet, yani «kendisinden başka mabud olmayan Allah'ın hakkı için o şüpheden uzak olan kıyamet gününde sizi toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?» âyeti, hasrı inkâr edenler hakkında nazil olmuştur. Bu «kalkış» ya insanların kabirlerinden kalkışıdır veya hesab için Allah'a arzolunacakları kalkıştır. «Kıyamet günü»nden maksad haşr ve kabirlerden gönderilme günüdür. Buna «kıyamet» (kalkış) denilmiş, çünkü insanlar öldükten sonra kabirlerinden kalkar, Allah'a hesap verirler. «Allah'tan doğru sözlü kim vardım cümlesi, kıyameti vaadeden Allah (C.C.) vaadinden hulfet etmez. Kıyamet kesinlikle oluşacaktır, mânâsım ifade ediyor. «Öyleyse siz niçin münafıklar hususunda iki taraf oluyorsunuz?» cümlesi ne zaman ve kimler için nazil olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bazı tefsirciler Uhud savaşında Resûlüllah'a katılmayan veya katılıp da yolun yarısında geri dönüp Medine'ye giden münafıklar hakkında nazil olmuştur. Onlar Resûlüllah ve ordusunu terkedip Medine'ye döndükleri zaman ashab'ı kiramın bir kısmı Resûlüllah'a:
«Ey Allah'ın Resulü! Onları öldür. Çünkü onlar münafıktırlar.» dedi
Diğer bir kısmı:
«Onları affet. Çünkü onlar şehadet kelimesini telâffuz etmişlerdir»
dediler.
Müslim ve Buharî ittifakla Zeyd bin Sabit'ten rivayet etmişlerdir: Resûlüllah Uhud savaşına gittiğinde, onunla beraber gidenlerin bir gurubu geri döndü. Onlar hakkında ashabı kiram iki guruba ayrıldı. Bir gurup «Onları öldürelim», bir gurup «Hayır öldürmeyelim» dediler. îşte bu yeti celîle, o iki gurub hakkında nazil oldu. Ve Resulü Ekrem buyurdu:
«Medine tayyibedir. (yani güzeldir). Ateş kürüğü, demirin pas ve kirini giderdiği gibi o da insanların parasını giderir, gerçek yüzlerini gösterir (ortaya çıkarır).»
Bazı tefsir âlimlerine göre; bu âyeti celîle, Medine'ye gelip müslüman olduktan sonra ticaret eşyalarını getirsinler ve ticaret etsinler diye Mekke'ye gitmek için Resûlüllah'tan izin isteyenler hakkında geldi. Böylece çıktılar ve Mekke'de durdular, geri gelmediler. Müslümanlar onlar hususunda iki guruba ayrıldılar: Bir gurup, «Onlar münafıktır» dediler. Başka birisi: Onlar mümindir» dediler.
Başka tefsirlere göre; bu âyet, Kureyşin bazı insanları hakkında nazil olmuştur. Bunlar Medine'ye vardılar. Müslüman oldular. Sonra pişman oldular. Tenezzühe çıkıyorlarmış gibi Medine'yi terkettiler. Me dine'den uzaklaşınca Resûlüllah'a şu mektubu gönderdiler:
«Biz senden ayrıldığımız günki akidenin, (îmanın) üzerindeyiz. Fakat Medine'nin havası bize hoş gelmedi. Biz kendi memleketimizi arzu ettik. (Ve bunun için ayrıldık). Yoksa imansızlıktan değildir aynl-mamız.)»
Sonra onlar Mekke'den Şam'a gitmek üzere ticaret kervanı tertip ettiler. Bu haber müslümanlarm kulağına geldi. Müslümanların bazıları çıkıp «Onları Öldürelim, beraberlerindeki ticaret mallarım alalını. Çünkü onlar dinimizden döndüler». Başka bir gurup müslüman da «Siz, dîniniz üzerinde olan bir kavmi nasıl öldürürsünüz? Ne kadar onlar memleketlerini bırakıp gelmemişlerse de, bu onların kâfir olduklarına delil olmaz ki» diye itiraz ettiler.
Bütün bunlar Resûlüllah'in huzurunda söyleniyordu ve Resûlüllah bakar ve sükût ederdi. Ayetin gelişini beklediği için hiçbir guruba «sus» demiyordu. Bunun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu.
Başka bir görüş daha vardır. Derler ki:
«Bu âyet, Mekke'de müslüman olup Resûlüllah'in hicretinden sonra hicret etmeyenler hakkında nazil olmuştur. O müslümanlar, yani Mekke'de kalan müslümanlar müşriklere arka çıkıyorlardı. Fakat dinlerini değiştirmemişlerdi!»
Bazı görüşlere göre; münafık başı olarak bilinen Abdullah bin Ubey bin Selül hakkında nazil oldu. Bu kişi İFK hadisesinde (yani Hz. Aişe'ye yapılan iftira hadisesinde) konuştu ve Cenab-ı Hak bu âyeti nazil etti. Ayetin mânâsı şöyledir:
«Ey müminler topluluğu! Size ne olmuş ki münafıklar hakkında iki guruba ayrılıyorsunu? Bir gurubunuz onları müdafaa ediyor, bir gurubunuz onlara düşmanlık yapıyorsunuz.» Bu tefrika böylece yasaklandı. Bütün müslümanların aynı yol üzerinde, hepsinin onlardan uzaklaşması yolunda birleşmesini emretti Cenab-ı Hak. Sonra Cenab'ı Hak âyetin sonunda o, münafıkların kâfir olduğunu şöyle ilân etti:
«Allah onları kazandıklarının yüzünden terslerine döndürmüştür (tepe taklak etmiştir)... Allah'ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz?» dedi.
Yani onları gerisin geriye küfürlerine çevirdi. îrtidatlanna döndürdü. Kâfirlerin hükümlerine onları düşürdü. Evet âyet, bunların hükmünde ihtilâfa düşmenin caiz olmadığını söylüyor. Zira Resûlüllah hicret ettikten sonra müslümanlann hicreti farz olmuştu. Müşriklere arka çıkmamaları gerekiyordu. Kur'an'ı Kerimin «kazandıklarının yüzünden» ilâhî tabiri delâlet eder ki, İnsan, küfür olsun îman olsun kendi çalışmasıyla elde eder. Yani insan fiilinin haliki değil fakat kasibi-dir. Onlar îman etmedikçe ve îmanlarım da sadece Allah ve Resulü için hicret edip tesbit ve tekid etmedikçe onlara arka çıkmayınız. Eğer hicretleri başka bir garaz, başka bir gaye için olursa yine arka çıkmayınız. Kur'an'da «Allah yolu» diye tabir edilen yol, Allah'ın «Bu yoldan gidilsin» diye müslümanlara tayin ettiği yoldur. Eğer hicret etmek ve açığa vurmakla belirgin hale gelen dinden yüz çevirirlerse, diğer savaşçı kâfirler gibi onları bulduğunuz yerde tutunuz ye öldürünüz. Bu âyeti celîle, ister müşrikleri «herem» arazilerinde ve he-rem'in huduttan dahilinde, olsun ister başka yerlerde olsun, esir etmeyi ve öldürmeyi müslümanlara ruhsatlı kılmıştır, ifadesini getiriyor. [118]
Hicret üç çeşittir
Birinci hicreti; îslâmın başlangıcında Mekke'den Medine'ye müminlerin hicret etmesidir.
İkinci hicret; müminlerin Resûlüllah ile beraber Allah yolunda çıkıp halis ve sabur olarak savaştıkları hicrettir. Üçüncü hicret; müminlerin Allah'ın yasaklarından uzak kaçma hicretidir. «Mekke fethedildikten sonra artık Mekke'den Medine'ye hicret yoktur.» hadisi şerifi birinci hicret kısmını, o zamanla tahdid ediyor. Ondan sonra hicret yoktur. İsteyen Mekke'de durur, isteyen Medine'ye gelir. İsteyen istediği yerde durur, tevattun eder. Mecburi hicret artık kalkmıştır.. Ancak o günkü şartlar baş gösterirse, mesele yeniden gündeme gelir!.. [119]
(90) «Ancak sisinle aralarında anlaşma olan bir kavme sığınmış bulunan kimselere dokunmayınız.»
Bu âyeti celîlenin sebebi nüzulünde ihtilâfı ulemâ vardır. Kimisi, bu âyet Hilâl bin Üveymir El-Eslemî hakkında nazil olmuştur. Resulü Ekrem, Mekke'ye gitmek istediği anda onunla şöyle anlaştı:
«Müslümanlara yardım etmeyeceği .gibi aleyhlerine de kimseye yardım etmeyecektir. Hilâl'e dokunulmayacağı gibi, Hilâl'in yanına sığınan, ister Hilâl'in kavminden olsun ister başkasının kavminden olsun, onlara da dokunulmayacaktır.»
Başka bir rivayette bu kavimden maksad Beni Bekr bin Zeyd-Me-nat'tır. Bunlar sulh etmekde peygamberle sözleşmişlerdir. Başka bir rivayette bunlar Huzâa kabilesidir [120] Ayetin mânâsı, «kim ki sizinle sözleşme yapmış ise, onun sözleşmesine giren bir kimseye dokunamazsınız. Sanki onlar sizinle sözleşme yapmışlar gibi onlara muamele edeceksiniz.»
«Veya ne sizinle ne de kavimlerine savaşmayı göğüslerine sığdır-mayıp tarafsız olarak size gelmiş olanlara da dokunmayınız!»
Ayetin bu parçası «Beni Müdleç» kabilesi hakkında nazil oldu. Bu kavim müslümanlara savaş açmayacaklarına dair vaad verdikleri gibi beri tarafda Kureyşilere de savaş açmayacaklarına dair vaad etmişlerdi. Yani savaştan bıkmış, göğüsleri daralmıştı. Onlara da dokunamazsınız.
(91) «Siz başka bir gurup göreceksiniz ki hem sizden hem de kavimlerinden emin olmak isterler.»
Bu âyette bahsedilen kavimler, Esad ve Gatafan kabileleridir. Bazı tefsircilere göre «Benu-Abdud Dar» kabilesidir. Medine'ye geldiler. Müslüman olduklarını belirttiler. Ta ki müslümanlardan emin kalsınlar, memleketlerine dönüp gittikten sonra irtidad ettiler. İbni Abbas «Bu kavim Esad ve Gatafan kabileleridir. Medine'de bulunuyorlardı. İslâm kelimesini ve şehadet getirdiler. Tabii bunada riyakârlık yaparlardı, müslüman değillerdi. Onlardan birisi, kavmi ona «Sen neye iman ettin?» diye sorduğunda «Ben şu maymuna îman ettim, akrebe ettim. Böceklere ettim» diyordu. Resûlüllah'ın ashabına rastladıklarında onlara «Biz de sizin dininizin üzerindeyiz» diyorlardı. Ve bununla hem kavimlerinden hem de eshabtan emin olmak istiyorlardı. Fakat Allah onların durumlarını bu âyeti celîlede ifşa edince perişan oldular. Onların aleyhinde onları Öldürmek için açık bir delil vardır müslüman-lann elinde. Çünkü onların düşmanlıkları ortaya çıkmıştır. Kâ'firlikle-rinde artık şüphe yoktur. Üstelik hilebazlık yapıyorlardı. Bunun için Cenab-ı Hak müslümanları onlara musallat kılmıştır.» dedi.[121]
(92) Bir mümin diğer bir mümini öldürmez. Ancak yanlışlıkla olabilir. Kim ki bir mümini yanlışlıkla öldürürse, keffaret olarak mümin bir köleyi azad etmesi ve öldürülenin ailesine de teslim edilecek bir diyetin verilmesi farzdır. Meğer öldürülenin vârisleri o diyeti sadaka olarak bağışlamış olurlarsa... Eğer yanlışlıkla öldürülenin kendisi mümin olup size düşman olan bir kavimdense,o takdirde diyet yoktur. Sadece bir mümin köleyi azad etmek lâzımdır. Eğer öldürülen sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavimden ise, onun aile efradına teslim edilen bir diyetle beraber mümin olan bir köleyi de azad etmek keffareti öldürene lâzım gelir. Kimin ki gücü bunlara yetmiyorsa, ona peşipeşine iki ay oruç tutması farzdır. Ta ki Allah'ça tevbesi kabul edilsin. Allah bilici ve hikmet sahibidir.»
(93) Bir mümini kasten öldüren kimseye gelince: Onun cezası, (eğer öldürmeyi helâl telâkki ederek yapmışsa) orada daimi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazab etti. Allah ona lanet etti. Ve bir de ona büyük (yani dehşetli) bir azab hazırlamıştır.»
(94) Ey îman edenler! Allah yolunda savaşa gittiğiniz zaman mümini kâfirden ayırdedinceye kadar araştırma yapınız. Sakın ha, size selâm verene, dünya hayatının gelip geçici metaına göz dikerek «sen mümin değilsin» demeyiniz. Zira Allah katında birçok ganimetler vardır. Siz de daha önce öyleydiniz. Allah size nimet (ihsan) etti. Öyleyse iyice araştırınız. Ve hakikati bulunuz. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.»[122]
92. âyetin tefsiri:
İmanlı olan bir insan için imanlı olan bir kardeşini öldürmek, sânına yakışmaz. Bu âyeti celîle Ayyaş Bin Ebi Rebi' El-Mahzumi hakkında nazil olmuştur. Bu zat, Mekke'de iken, hicretten önce, Resulü Ekrem'e geldi ve müslüman oldu. Sonra müslüman olduğunu açıklamaktan korktu. Böylece Mekke'den çıkıp Medine'ye kaçtı. Medine'nin bir kalesinde gizlendi. Annesi bu durumdan şiddetli bir şekilde muztarip oldu. Ayyaş'ın ana bir kardeşleri olan Hars ile Ebu-Cehü Amrî anneleri yanına çağırdı. Ve şunları söyledi:
«Allah'a yemin ederim gidip oğlumu getirinceye kadar, herhangi bir ev bana gölgelik yapmayacak ve herhangi bir yemek yemiyeceğim ve herhangi bir içki içmeyeceğim!))
Bunun üzerine Hars ile Ebu Cehil, Ayyaş/ı aramak üzere Mekke'den çıktılar. Onlarla beraber «El-Hars» bin Zeyd bin Ebi Ünsiye de bulunuyordu. Böylece Medine'ye vardılar. Kalede bulunan Ayyaş'ın yanına gittiler. Dediler ki:
«Kaleden çık- Senin annen sen ayrıldıktan sonra herhangi bir evin gölgesinde gölgelenmedi. Yemin etmiştir ki, sen onun yanına tekrar gelmedikçe ne yiyecek, ne içecektir. Sana Allah'ın sözünü veriyoruz. Seninle dininin arasına girecek hiçbir şeye tevessül etmeyeceğiz!»
Ayyaş/a annesinin üzüntüsünü söylediklerinde ve bir de söz ve Peyman verdikten sonra Ayyaş indi, Ayyaş'ı Medine'den çıkardılar. Bağladılar. Herbirisi Ayyaş'a yüz sopa attı. Sonra onu Mekke'ye getirdiler. Annesine geldiğinde annesi Ayyaş'a:
«Sen îman ettiğin gibi inkâr etmedikçe senin bağlarını çözmeyeceğim» dedi.
Sonra Ayyaş'ı güneşte Allah'ın dilediği kadar bıraktılar. Ayyaş onların isteklerini onlara verdi. Yani dininden caydı. Bunun üzerine «El-Hars bin Zeyd» Ayyaş'ın yanına varıp:
«Ey Ayyaş! Şu üzerinde bulunduğun din eğer hidâyet ise. sen hidâyeti terkettin. Eğer delâlet ise sen zaten delâletin üzerinde idin.»
Ayyaş bu sözlerden öfkelenerek şunları söyledi:
«Ey Hars! Allah'a yemin ederim, seni tenha bir yerde bulduğum zaman öldüreceğim!»
Sonra Ayyaş müslüman oldu. Medine'ye hicret etti. El Hars bin Zeyd de ondan sonra müslüman olup Medine'ye hicret etti. El Hars Medine'ye vardığı zaman Ayyaş hazır değildi ve onun müslüman olduğunu da bilmiyordu. Ayyaş bir arada gezerken El Hars gözüne takıldı ve vurup onu öldürdü. Halk:
«Ey Ayyaş! Kör olasıca! Sen ne yaptın? El Hars müslümandı.»
Bunun üzerine Ayyaş, Resûlüllah'a başvurdu. Ve:
«Ey Allah'ın Resulü! Benimle Harsın arasında cereyan eden hadiseyi biliyorsun. Ben Harsın müslüman olduğunu bilmiyordum. Onunla karşılaştım ve öldürdüm.» deyince Allah'ın yüce Resûlü'ne, onun bu sualine cevap olarak «Hiçbir mümin diğer bir mümini öldürmeye yeti-kili değildir. Meğer yanlışlık olsun» mealindeki âyet indi. Bu âyeti ce-lîle bütün yönlerden müslümanı öldürmeyi müslümana haram kılıyor. Ancak yanlışlıkla olan müstesnadır. Eğer bir müslüman diğer bir müslümanı yanlışlıkla öldürürse, müslüman bir köle azad edecek ve öldürülenin aile efradına diyet verecektir. Vârisleri diyetten gelen malı mirastan gelen mal gibi taksim edeceklerdir. Öldürülenin borcu varsa, o maldan verilecek, vasiyeti varsa yerine getirilecektir. Eğer öldürülenin hiçbir varisi yoksa diyet «Beytul Mala» (Devlet Hazinesine) verilecektir. Diyet «Akile» tâbir edilen öldürenin akrabalarından alınır. Eğer onların malları yoksa «Beytul-Mal»dan verilir. Eğer o da yoksa kişinin malından yani öldürenin malından çıkarılır.[123]
imam Şafiî «kati (Öldürme) üç kısma ayrılır» buyurmuştur:
1) Kasten katletmek,
2) Kasta benzer bir şekilde öldürmek,
3) Ve yanlışlıkla Öldürme...
Kasten Öldürmek:
a) Adanı bir insanı öldürmekte kullanılan bir silâhla kastederek karşıdakini öldürüyor. Böyle bir öldürmede kısas vardır. Tabii ikisi de denk iseler. Veya katilin servetinden galiz bir diyet (yani en ağır diyet) çıkarılır.
b) Kasta benzer kısmına gelince: Adam, yüzde altmış yetmiş oranında, öldürülmekte kullanılmayan bir âletle karşıdaki adamı vuruyor. Hafif bir asa veya küçük bir taş atıyor. Adam da ölüyor. Bu öldürmede kısas yok. Fakat diyeti galiza, (yani çok ağır olan diyet) vardır. Bu da, öldürenin yakınlarından (Akileden) üç sene zarfında tahsil edilir.
c) Kasıtsız ve yanlışlıkla olan öldürmeye gelince: Adam öldürülenin canına kastetmiyor. Başka bir şeye kastediyor. Fakat o şeye attığı darbe öldürülene isabet ediyor ve o da ölüyor. Binaenaleyh burada kısas yoktur. Ancak hafif bir diyet vardır. Bu da üç sene zarfında öldürenin akrabalarından tahsil edilir. [124]
Hür ve müslüman olan bir kimsenin diyeti, yüz devedir. Deve yoksa yüz devenin kıymeti dirhem veya dinardan verilir. Bazıları «Deve yoksa bin dinar veya onikibin dirhem verilecektir» diyor. Ve buna delil olarak Abdullah bin Amr bin As'ın rivayetidir:
«Diyet, Resûlüllah'ın zamanında sekizyüz dinar veyahut ta sekiz bin dirhem idi.» Yine Abdullah beyanla: «Kitab ehlinin diyeti müslü-manlann diyetinin yarısıydı. Bu durum Hz. Ömer halife oluncay aka-dar devam etti. Ömer, hatib olarak kalkıp şunları söyledi:
«Develer fiyattandı. Binaenaleyh altınla muamele yapanlar, diyet olarak bin altın verecekler. Gümüşle muamele yapanlar ise oniki bin dirhem vereceklerdir. Sığır besleyenler ikiyüz sığır, koyun besleyenler ikibin koyun' vereceklerdir. Kürk ve diğer giyim eşyalarım satanlar ise, diyette ikiyüz kürk vereceklerdir.»
Hz. Ömer kitab ehlinin diyetini de terketti. Onu bahsettiği diyet listesine koymadı. Hadisi Ebu Davud rivayet etti. [125]
«Başka, bir gurub, diyette vacib olan yüz deve, veya bin dinar veya onikibin dirhemdir.» İmam Malik ve İmam Şafiî de bu görüştedirler.
«Başka bir gurup da, «yüz deve veya bin dinar veya onbin dirhem olduğunu söylüyor.» Bu söz de Sufyan-ı-Sevri'nin, İmam Azam ve talebelerinin sözüdür. Kadının diyeti ise, hür erkeğin diyetinin yansıdır. Zimmilerin diyeti müslümanın diyetinin üçte biri kadardır, eğer zim-mi kitabî ise. Eğer zimmi mecusî ise diyetin üçte biri olan sekizyüz dirhemin beşte birisi verilecektir. Bu görüş, Said bin Müseyyeb'e aittir. İmam Şafii de bu görüşe katılmıştır.
Başka bir kavim, zimmi ve sözleşen kâfirlerin diyeti müslümanın diyeti kadardır demişler ve bunu İbni Mesud'dan rivayet etmişlerdir. Bu görüş, Süfyani Sevrî'nin ve rey eshabının görüşüdür. Başka bir kavim, zimminin diyeti müslümanın diyetinin yansıdır demiştir. Bu, Ömer bin Abdulaziz'in görüşüdür. İmam Malik ve İmam Ahmed de bu görüşe kail olmuşlardır. Bu hususda asıl olan, Arar İbni Şüayib'den, o da babasından, o da babasından rivayet ettiği şu hadistir:
«Allah'ın Resulü: Zimminin diyeti hür insanın diyetinin yarısıdır.»
dedi. Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.
Yine Resûlüllah'tan gelen başka bir hadis:
Zimmilerin akilesi, müslümanların akilesinin yansıdır. Z im mil erden maksad Yahudi ve hri s Uyanlardır.»
Hadisi Nesei rivayet etmiştir [126]
«Zimminin diyeti müslümanın diyetinin üçte biri kadardım diyenler bu hadise şu cevabı verirler:
Asıl zimminin diyeti müslümanın diyetinin yansı idi. Sonra Hz. Ömer zamanında müslümanın diyeti yükseltildi. Fakat zimminin diyeti olduğu gibi kaldı. O da müslümanların son yükselen diyetinin üçte birisi kadar oluyor.
Gerek kasten, gerekse kasta benzer bir şekilde vaki olan öldürmelerde diyet ağırdır: «Hukka» üç yaşındaki develerden otuz, «ceza»lardan (yani dört yaşını doldurmuş) develerden otuz, «Halife» (yani beş yaşını doldurmuş) develerden kırk deve verilecektir.» Bu, Âmr İbni Zeyd İbn Sabit'in görüşüdür. Bu görüşü Ata ve Şafii de desteklemiştir. Çünkü Âmr İbni Şuayb babasından, o da babasından, o da Resûlüllah'tan şu hadîsi rivayet ediyor:
«Kim ki kasten bir müslüman öldürürse o, ölenin vârislerine teslim edilecektir. İsterlerse onu öldürürler, isterlerse ondan diyet alırlar. Diyet otuz Hıkka (3) otuz Cezae (4) ve kırk ta Halife (5) dir. Yani yüz deve oluyor. Bunun haricinde neyin üzerinde sulh ederlerse, o onlara verilecektir.»
Hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. «Hasen ve garib» olduğunu söylemiştir. Akabe bin Evs, ashab-ı kiram'm, birisinden rivayet ediyor:
Resulü Ekrem Fetih günü şöyle bir hutbe irad etti: «Taşla veya sopa ile veya kamçı ile kasten öldürülenin diyeti, yüz devedir. Bunların kırkı, altı yaşma girmişden dokuz yaşma girmiş olan ve cebeli bulunan «Halifeulerdir. Diğerleri öteki develerdendir.»
Başka bir rivayette:
«Dikkat edilsin, kasten veya kasta benzer bir tarzda kamçı ve sopalarla öldürülen bir kimsenin diyeti yüz devedir. Bu yüzün içinde yavruları karınlarında bulunan kırk gebeli deve vardır.»
Hadisi Nesei rivayet etmiştir.
Başka bir gurup: «Ağır diyet dört kısma taksim olunur:
a) Yirmibeş «Bintu-Mahad» yani bîr yaşındaki deve
b) Yirmibeş «Bintu-Lebûn» yani iki yaşındaki deve
c) Yirmibeş «Hıkka» yani üç yaşındaki deve
d) Yirmibeş de «Cez'a» yani dört yaşındaki devedir.»
Bu görüş, Ez-Zuhri'nin ve Rebia'mn içtihadıdır. İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel ve rey sahibleri de bu görüşe kail olmuşlardır.
Yanlışlıkla öldürülmenin diyeti ise, hafiftir. İttifakla burada beş çeşit deve alınır, dediler! Buna rağmen taksiminde ihtilâf ettiler: Bir kavme göre:
a) Yirmisi «Bintu-Mahad» bir yaşındaki devedir.
b) Yirmisi «Bintu-Lebûn» yani iki yaşındaki devedir.
c) Yirmisi: «İbnu-Lebûn» iki yaşındaki erkek develerdir.
d) Yirmisi «Hikka» yani üç yaşındaki devedir.
e) Yirmisi «Caza'» yani dört yaşındaki devedir.
Bu görüş Ömer ibn Abdulaziz ve Süleyman Bin Yesar, Ez-Zuhri ve Rebia'nın görüşüdür. İmam Malik ve İmam Şafîi de bu görüşe kail olmuşlardır. Bir kavimde «İbnu-Lebûn»ları «Bintu-Mahadnla değiştirmiştir. Yani onların yerine bir yaşındaki dişi develer verilecektir demişlerdir. Bu görüşü, Îbnu-Mesud'dan rivayet ettiler. İmam Hanbel ve Hanefi'lerin görüşüdür.
Yanlışlıkla veya kasta benzer bir tarzdaki öldürmenin diyeti: Katilin «Âkilensine (yani asabe olan erkek akrabasına) düşer..
Cani, bu diyetten hiçbir şey vermez. Yakınları verirler. Çünkü Resulü Ekrem böyle bir diyeti öldürenin yakınlarına vacib kılmıştır.[127]
Keffaret; Mümin bir köleyi azad etmektir. Bu köle, katilin servetinden çıkarılır. İster maktul müslüman, ister zimmi, ister erkek, ister kadın, ister hür, ister köle olsun. Bir köleyi azad etmeye gücü yetmeyenin keffareti arka arkaya iki ay oruç tutmaktır. Eğer bir gün kasten orucunu bozarsa yeniden başlaması gerekir. Eğer bir Özürden dolayı yani hastadır veya misafirdir, orucunu bozarsa, acaba yeniden başlaması mı yoksa bıraktığı yerden devam etmesi mi gerekir? Bu hususta ihtilâf vardır. Yeniden başlaması gerekir diyen En Nehai ve İmam Şafii'nin en belirgin kavlidir. Bina edecektir (yani tuttuklarının üzerine bina edip iki ayı dolduracaktır) diyen görüş Said bin Museyyib, Hasan Basri ve Şabi'ye aittir. (En yararlı görüşde budur.) Eğer böyle bir oruç yani keffaret orucu tutan kadın hayz ve nifas kanını görürse, nerede bırakmış ise, temizlendikten sonra, oradan devam edecektir. Çünkü hayz kadının elinde değildir. Cenab'ı Hakk'ın takdir ettiği bir şeydir. Oruç tutmaya gücü yetmeyen bir insan acaba altmış fakiri doyurma işlemine başlayabilir mi veyahut ta artık ondan sonra birşey lâzım gelmez mi? Bu hususta ihtilâf vardır.[128]
(93) «Bir mümini kasten öldüren kimseye gelince; onun cezası cehennemdir...»
Bu âyeti celîle Mikyes bin Sababe el - Kinanî'nin hakkında nazil olmuştur. Bu zat kardeşi Hişam'la beraber müslüman olmuşlardı. Sonra Hişam, ölü olarak Beni-Neccar mahallesinde bulundu. «Mikyes» Resûlüllah'a gelip hadiseyi anlattı. Resûlüllah «Beni-Fahir» kabilesinden bir kişiyi «Beni-Neccar»a gönderdi ve onlara dedi ki:
Resûlüllah size, eğer Hişam bin Sababe'nin katilini biliyorsanız onu kardeşi Mikyes'e verip o ondan kısasını alsın. Eğer katilin kim olduğunu bilmiyorsanız öyleyse kardeşinin diyetini veriniz» dedi. Fehirli olan elçi bu durumu gelip Beni-Neccar'a arzetti. Onlar da; «Allah ve Resulüne baş göz üzerine itaat ederiz. Biz onun katilini bilmiyoruz. Fakat ona diyetini veririz.» dediler. Böylece diyet olarak Mikyes'e yüz deve verdiler. Mikyes, Resûlüllah'ın elçisi olan kişi ile beraber Beni Neccar'dan Medine'ye doğru yola çıktılar. Şeytan Mikyes'e varıp ona vesvese verdi: «Sen nasıl kardeşinin diyetini kabul edersin? Bu senin ahunda bir leke olacaktır. Beraberindeki «El Fehri» kabilesinden olan kişiyi öldür. Böylece bir nefsi bir nefsin yerine öldürmüş olursun. Ve diyet de sana fazladan kalır » Bu vesveseler neticesinde habersiz bulunan «El Fehri»'yi Mikyes öldürdü. Sonra develerden birisine bindi, ve diğer develeri önüne katarak Mekke'ye doğru yoluna devam etmeye başladı. Tabii ki, dininden de caymış oluyordu. Bu hususta kardeşinin yerine bir «Fehri»'yi öldürdü ve kardeşinin diyetini de Beni Neccar kabilesi aralarında topladılar. «Hem ben intikamımı aldım, hem de bir yastığa yaslandım. Ve putlara ilk dönen ben oldum» mealindeki şiiri okudu. İşte bu âyet onun hakkında nazil oldu.[129]
Bu âyeti celîlede büyük bir tehdid vardır. İbni Abbas «Mümini kasten öldürenin tevbesi kabul olmaz» demiştir. Umulur ki, İbni Abbas burada «tehdid» yani cezanın şiddetini kastetmiştir. Çünkü İbni Abbas'ın bu hadisine mukabil aksini savunan hadis vardır. Cumhur ulema, bu azab kasten bir mümini öldürüp de tevbe etmeden ölen kimse içindir. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir âyetinde «Çünkü ben tövbe eden kimseyi çokça affediciyim» diyor. Ehli sünnetin katında bu ceza öldürmeyi helâl sayan içindir. Nitekim İkrime ve başkaları da bu hususu zikretmişlerdir. Ve nitekim bu âyetin Mikyes bin Sebabe'nin hakkında nazil olması da bunu takviye eder. Çünkü Resulü Ekrem, Mik-yes'in öldürülen kardeşinin diyetinin verilmesini emretmiştir. Onlar da diyeti vermişlerdir. Bu adam diyeti aldıktan sonra bir müslümana hücum etmiş, onu öldürmüştür. Ve mürted olarak Mekke'ye gitmiştir. Veya âyetteki «hûlûd» uzun bir müddetten kinayedir. Çünkü öldüren müslüman âsilerinin sonunda cehennemden çıkacaklarına dair olan deliller birbirini teyid ederler. Said bin Cübeyr'den rivayet ediliyor; İbni Abbas'tan sordum:
«Kasten bir mümini öldüren tevbe edebilir mi? Tevbesi kabul olunur mu?» «Hayır» dedi.
Bunun üzerine şu âyeti okudum:
«Onlar ki, Allah'la beraber başka bir ilâha ibâdet etmezler, Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zina yapmazlar, kim de bunları yaparsa günahının cezasına kavuşur. Kıyamet gününde azabı katmerleşir. Ve bu azab içerisinde ebedi kalır. Ancak tevbe eden ve iman edip de salih amel işleyen kimse müstesnadır. Çünkü bunlar nn kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir. Allah çokça bağışlayıcıdır, çokça merhametlidir.» (El Furkan 68-70).
İbni Abbas, bana:
«Bu âyet Mekki'dir. Yani Hicretten önce nazil olmuş. Medine döneminde nazil olan: «Bir mümini kasten öldüren kimseye gelince onun cezası cehennemdir» âyeti bunu neshetmiştir, dedi.»
Harise bin Zeyd diyor ki, Zeyd bin Sabit'ten dinledim:
«Kim ki bir mümini kasten öldürürse» mealindeki âyet, El Fur-kandaki âyetlerden altı ay sonra nazil oldu.»
Hadisi Ebu Davud ve Nesei rivayet ettiler. Nesei'nin bir rivayetinde de «sekiz ay sonra nazil oldu» denmektedir. Zeyd İbni Sabit der ki:
«El Furkan âyetleri nazil olduktan sonra biz onun getirdiği yumuşaklıktan hayret ederek altı ay bekledikten sonra yumuşaklığı ortadan kaldıran ve sert hükümler getiren âyet nazil oldu.[130]
Ehli-sünnete göre; katil pişman olup tövbe ederse, tevbesi kabul olunur. Kur'an ve sünnet bu görüşü takviye eder. Kufan'dan âyetler:
«Ben tevbe edip îman eden ve salih amel işledikten sonra hidayet bulan kimseler için çokça affediciyim.» (Taha: 82).
Başka bir âyet:
«Şüphesiz ki Allah bütün günahları affeder.» (Ez-Zümer: 53)
Başka bir âyet:
«Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşanı affetmez. Ondan sonrasını iyi bir kulu için affeder.» (En-Nisa: 48).
Hadislere gelince:
Cabir bin Abdullah rivayet ediyor:
— Bir göçebe Resulü Ekrem'e gelip: «Ey Allah'ın Resulü! îcabetti-ren iki şey nedir?» diye sordu.
Cenabı Peygamber:
«Kim ki, hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmadan ölürse, cennet ona vacib olur. Kim ki herhangi bir şeyi Allah'a ortak koşarak ölürse cehennem onun için vacib olur!»
Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Müslim ve Buharî arasmda ittifaklı bir hadis de Ubade bin Sa-mit'ten rivayet edilmiştir:
«Biz Resûlüllah'la beraber bir meclisteydik. Buyurdular: «Allah'a şirk koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, Allah'ın haram kıldığı nefsi hakkınız olmaksızın öldürmeyeceğine dair bana bîat ediniz!»
Diğer bir rivayette:
«Çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, uydurmuş olduğunuz bir iftirayı yapmayacağınıza, (dinde) bilinen bir şeyde bana isyan etmeyeceğinize dair bana bîat ediniz. Sizden herhangi bir kimse bu biatim yerine
getirirse, onun ecri Allah'a aittir. Kim ki bunlardan herhangi birisini yaparsa, buna rağmen, Allah da onun ayıbını kapatıp onu rezil etmezse, onun ecri Allah'a aittir. Dilerse onu affeder, dilerse ona azab eder!.. dedi. Bu emri üzerinde biz de Resûlüllah'a biat ettik.»
«El Mutezile» ve «El-Vahidiye» gurublan mezheblerinin doğruluğunu ispat etmek için bu âyete sarıldılar. Çünkü onların kanaatine göre, fasık bir kimse ebediyyen cehennemde kalacaktır. Sünnet âlimleri «Bu âyet bir kâfir hakkında nazil olmuştur. Mü si umanı öldüren IVÎikyes bin Sababe hakkında nazil olmuştur. Binaenaleyh bu âyet hususi bir hükümdür» dediler. Eğer her fâsık hemen cehennemlikse acaba Allah neden tevbe etmeyi asî kullarından istiyor?
Bazıları da «Bu âyet müslümanın öldürülmesini helâl sayan bir kimse hakkında nazil olmuştur. Çünkü «Müsiiimanı öldürmek helâldir» kanaat ve inancım taşıyan kâfir olur ve o kâfir ise o şekilde ölürse ebediyyen cehennemde kalır.»
«Kim ki bir mümini kasten öldürürse, onun cezası cehennemdir»
âyeti hakkında «Ebul Meclez» şunları söyledi:
«Cehennem, bu adamın cezasıdır. Fakat Allah dilerse, onun cezasından vazgeçer ve kimse mani olamaz.»
Hadisi Ebu Davud rivayet etti.[131]
Bazı âlimler de «Hulûd» ebedi kalmak değildir, uzun bir zaman kalmak demektir. Çünkü arapçada «Hulûd» maddesi uzun müddet mânasında da kullanılmıştır. Bundandır ki, Allah, kâfirler hakkında «Hulûd» tâbirini kullandıktan sonra hemen «Ebeden» kelimesini de beraberinde getirir. Bundan da anlaşılıyor ki, «Hulûd», ebed maddesiyle beraber gelmezse, sadece uzun bir zamanı ifade eder. «Edeb» kelimesiyle beraber kullanılırsa, kesilmez, sonu, ardı gelmez bir zaman mânâsını ifade eder. [132]
(94) «Ey îman edenler! Allah yolunda savaşa gittiğiniz zaman mümini kâfirden ayırd edinceye kadar araştırma yapınız...»
îbn Abbas: Bu âyet Beni Murre bin Avf kabilesinden bir kişi hakkında nazil olmuştur. İsmi Murdas bin Nehik idi. Fedek ahalisinden idi. Kavminden, ondan başka müslüman olan yoktu. Fedekliler «Resû-lüllah'ın akıncıları kendilerine doğru geldiklerini haber alınca, kaçtılar, o zaman akıncılar başında kumandan olarak Gâlib bin Faddal el Leysî bulunuyordu. Fedeklilerden sadece o kişi kaçmadı. Uzaktan süvarileri görünce, «Müslümanlar olmayabilirler» korkusundan koyunlarını dağın bir vadisine sürdü ve kendisi de dağa çıktı. Süvariler yanına gelince tekbir getirdiklerini duydu. «Bunlar Resûlüllah'ın ashabmdan-dır» deyip de tekbir getirdi. Ve dağdan indi. «Lâilâhe illallah Muham-medür Resûlüllah» ve «Selâmünaleyküm» dedi. Buna rağmen Usame bin Zeyd kılıcıyla ona hücum ederek öldürdü. Koyunlarını ganimet olarak sürüp getirdi. Sonra Resûlüllah'a vardılar. Hadiseyi Resûlüllah'a naklettiler. Resûlüllah bu hâdiseden engin bir şekilde rahatsız olarak üzüldü. Resulü Ekrem: «Siz onu koyunlarından ötürü mü Öldürdünüz?» diye akıncı müslümanlan kınadı. Sonra Usame Bin Zeyd'e şu âyeti celîleyi okudu: «Ey îman edenler! Allah yolunda savaşa gittiğiniz zaman mümini kâfirden ayırd edinceye kadar araştırma yapınız.»
Üsame (R.A.)
«Ey Allah'ın Resulü- Benim için Allah'tan af talebinde bulun!» diye Cenab-ı Peygambere yalvardı. Ve pişmanlık belirtti. Bunun üzerine, Usame'yi çok seven o merhamet kani yüce Resul, Usame'den sordu:
«Peki sen lâilâhe illâllah'ı ne yapacaksın?» Evet Hazreti Peygamber üç defa bunu tekrar etti. Usame:
«Resûlüllah durmadan bunu tekrar ediyordu. Öyle bir hale geldim ki, keşke hiç olmasaydım, temennisinde bulundum. Keşke bugün müslüman olsaydım diye hayıflandım» dedi.
Bu hadisenin neticesinde Resûlüllah, Usame için af talebinde bulundu. Ve Usame'ye: «Bir köle azad et» emrini verdi. Ebu-Zibyan Usame'den rivayet ediyor:
Ben Resûlüllah'ın hayıflanmasına karşılık onu teskin etmek maksadıyla öldürülenin hakkındaki kanaatimi ibraz ederek «Ey Allah'ın Resulü! O adam lâilâhe illâllah'ı silâhın korkusundan söyledi, dedim.»
Bunun üzerine Resulü Ekrem benden sordu: «Niçin onun kalbini yarmadın ki, bilesin bakalım korkusundan mı veya isteyerek mi telâffuz etti şehadet kelimesini?»
îbni Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre: «Beni Selim» kabilesinden bir kişi ashabtan bir gurubun yanından geçti. Beraberlerinde koyunları vardı. Onlara selâm verdi. Onlar birbirlerine:
«Kılıçlarınızdan emin olsun diye bu adam selâm veriyor.» dediler.
Bunun üzerine kalkıp onu öldürdüler, ve koyunlarını götürdüler. Resûlüllah'a vardıklarında Cenab-ı Hak şu âyeti celîleyi nazil etti:
«Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa gittiğiniz zaman mümini kâfirden ayirdedinceye kadar araştırma yapınız...»
Yani acelece işi bitirmeye çalışmayınız. Size İslâm tahiyyesiyle (yani İslâmın selâmıyle) selâm verenlere «Sen müslüman değilsin» demeyiniz. «Sen bu selâmı bizim kılıçlarımızdan korunmak için söyledin» demeyiniz. Yani size teslim olup itaat edip «lâilâhe illallah Mu-hammedün Resûlüllah» diyen bir kimse için, kalbinden bunu demiyor bahanesiyle öldürülmesine kalkışmayınız. Ondan izhar ettiğini kabul ediniz. Gizlisini Allah'a havale ediniz. Alimler «Müslüman ordusu bir memlekete girdiğinde orada İslâm sedirinden birisini görürse, onlara sataşmamalı ve onlara hücum etmemelidir» dediler. Çünkü İslâm «el-Muzeni» Resulü Ekrem'den şu hadisi rivayet etti:
«Cenab-ı Peygamber bir asker! birliği veya bir akıncı takımım savaşa gönderdiğinde «Bir Mescid gördüğünüz veya müezzinin ezanım eşittiğiniz [133] zaman sakın ha kimseyi öldürmeyiniz. Siz de, daha Önce öyle idiniz. Allah size minnet etti. Öyleyse iyice araştırınız ve hakikati bulunuz...» diye tavsiyede bulunurdu.
Cenab-ı Hak burada «Siz de daha önce öyle idiniz» tabiri ilâhisiyle yani size selâm vermesine rağmen siz «Sen mümin değilsin» deyip de' öldürdüğünüz adam gibi siz de daha önce kavminizden korkarak dininizi gizlerdiniz. Veya siz ilk İslama girdiğinizde şehadet kelimelerini kanınızın akıtılmaması ve malınızın alınmaması için getirdiniz. Ama sizin kalbinizde, dilinizle söyleyen var mıdır yok mudur bilinmiyordu. Cenab-i Hak îmanınızı açığa vurmak, dinde müstakim bir şekilde yürümek hususunda size minnet etti. Binaenaleyh siz de dine gelip girmek isteyenlere bu şekilde muamele ediniz. Acele edip de müminleri öldürmeyiniz. Allah sizin yaptıklarınızı bilicidir. Siz neyi niçin yapıyorsunuz yaptıklarınızla hangi hedefi güdüyorsunuz Allah bunu bilir. Binaenaleyh geçici hedeflerden dolayı katle elinizi bulaştırmayınız. İhtiyatlı davranınız.
Bazı tefsir âlimlerine göre; bu âyeti celîle «El-Mikdad» hakkında nazil olmuştur. Mikdad koyun güden bir kişiye rastladı. Onu öldürmek istedi. Kişi «Lâilâhe illallah» dedi. Bunun üzerine Mikdad onu öldürmekten vazgeçti. Fakat Usame onu öldürdü. Ve Usame onu öldürdükten sonra «O aile efradıyla ve malıyla kaçmak istiyordu» dedi. Fakat Cenab-ı Peygamber «Niçin öldürdün? Lâilâhe üiâllah'ı ne yapacaksın?» şeklinde Usame'ye serzenişte bulundu. [134]
Bu âyet, cebren imana giren bir insanın imanının sıhhatli olduğuna dair delildir. Ve yine bu âyeti celîle, müçtehid bir kimse yanılabilir, fakat yanılması da affolunur hükmünü getiriyor. Allah'a şükürler olsun!.. [135]
(95) Özürleri olmaksızın oturup savaşa katılmayan müminler ile Allah yolunda nefisleriyle, mallarıyla savaşan müminler eşit olamazlar. Allah, mal ve canlarıyla cihad eden (mümin) leri oturanlardan, derece yönünden, üstün kıldı. Savaşan müminlere de oturan müminlere de Allah en güzel sevabı (Cenneti) vaadetti. Fakat Allah cihad edenleri oturup cihada katılmayanlardan büyük bir ecir vermek suretiyle üstün kıldı.»
(96) Bu ecir Allah'tan verilen dereceler, affetmek ve merhamettir. Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.»
(97) Şüphesiz ki nefislerine zulmettikleri halde melekler tarafından ruhları alınanlardan susturmak kabilinden melekler sorar:
«Neredeydiniz?»
Onlar: «Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik».
Melekler: «Allah'ın arzı geniş değil miydi? Onda hicret edeydiniz ya», derler. İşte onlar var ya, onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir gidiş yeridir.»
(98) Ancak erkekler - kadınlar ve çocuklardan zayıf olup herhangi bir hileye güçleri yetmeyen ve hicret etmek için bir yol (çare) bulamayan biçareler müstesnadırlar.»
(99) Bunlara gelince; umulur ki Allah bunları affeder. Allah çok bağışlayıcı ve affedicidir.»
(100) Kim ki Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde birçok sığınak ve genişlik bulacaktır. Allah ve Resulü'ne gitmek için evinden muhacir olarak çıkan ve sonra kendisine ölüm yetişen kimsenin ecri kesinlikle Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.»
(101) Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman eğer o kâfir olanların size zarar vereceğinden korkarsamz namazı kısaltmanızda üzerinizde herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz ki kâfirler size apaçık düşmandırlar.» [136]
(95) Zeyd bin Sabit der ki: Doksan beşinci bulunan bu âyeti celîle ilk nazil olduğunda «Özürleri olanlar müstesnadır» hükmü yoktu. Resûlül-lah'ın yanında oturan İbni Ümmi Mektum:
«Ben ne yapacağım ya Resûlüllah! Ben iki gözden amayım.» diye sordu. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber tekraren vahyin yükü altına girdi. Peygamberin uylukları benim dizimin üzerinde idi. Dizimin parçalanmasından korktum. O kadar ağırlık verdi. Sonra vahy bitti. Cenab-ı Peygamber bana:
«Özürleri olmaksızın» diye yazmamı emretti ve ben de «gayrı ulud-derar» (özür sahibi müstesna) mealindeki kelimeyi yazdım.»
Bu âyeti çelîlede Allah yolundaki cihadın fazileti belirtilmekte ve insanlar bu cihada teşvik edilmektedir. «Cihada katılanlarla katılmayanlar bir olamazlar.» Yani katılanların derecesi pek üstündür. Meğer özür sahibleri onlardan müstesnadır. Çünkü onları cihaddan oturtan mazeretleridir.
Müslim Cabir tarikiyle rivayet ediyor:
«Biz bir gazada Resûlüllah ile beraberdik; Cenab-ı Peygamber bize: «Kesinlikle Medine'de bazı kişiler vardır ki, siz herhangi bir yolda gitmiş iseniz, herhangi bir vadiyi geçmiş iseniz onlar (niyetleriyle) sizinle beraberdirler. Fakat hastalık onları hapsetmiş, (bedenleriyle size katılamıyorlar).» »
Buhari, Enes'ten rivayet ediyor:
«Tebuk gazvesinden dönmüş geliyorduk. Resûlüllah'ın beraberinde idik. Cenab-ı Peygamber: «Kesinlikle biz bazı kimseleri Medine'de bıraktık, herhangi bir dağın yolunu ve herhangi bir vadiyi geçmişseonlar bizimle beraberdirler. Fakat özürleri onları bize katılmaktan alakoymuştur.» » buyurdu,
İbni Abbas âyetin tefsirinde:
«Bedir savaşma katılmayıp da oturanlarla kalkıp da katılanlar eşit değildir» şeklinde yorum getirmiştir.
Topallık veya bedendeki bir zafiyet, veya gözlerdeki zafiyetten ötürü cihada katılmayanlar, özür sahibi olduklarından, bu özür olmasaydı yüzdeyüz cihada katılacaklarından ötürü, âyet ve yukarıda naklettiğimiz bu hadisler onların da mücahidler kadar sevab aldıklarını tesbit ediyorlar. .
Allah tarafından hem mücahidlere hem de cihada katılmayan müminlere vaadedilen «el Husna» cennet ile tefsir edilmiştir. [137]
(96) «Bu ecir Allah'tan verilen derecelerdir» âyetindeki «dereceler» kelimesi Kattade tarafından şöyle tefsir edilmiştir:
Deniliyordu: «tslâmın derecesi vardır. îslâmdaki hicret bir derecedir. Cihad derecedir. Cihadda ölmek başka bir derecedir!..»
İbni Zeyd:
— Dereceler yedidir. Ve Cenab-ı Hak onları Beraet «Et-Tevbe» Sûresinde şöyle zikretmiştir:
«Resûlüllah'dan geri
kalmanın caiz olmayışının sebebi şudur: Çünkü onların Allah yolunda çektikleri
(1) bir
susuzluk,
(2) bir
yorgunluk,
(3) bir
açlık,
(4)
kâfirleri kızdıracak bir yeri çiğnemeleri
(5) ve düşmana
karşı bir muvaffakiyetleri yoktur ki, mukabilinde kendilerine salih bir amel
yazılmış olmasın. Çünkü Allah kendisine
(6) güzel
amel edenlerin mükâfatını zayi etmez. Onların Allah yolunda
(7) harcadıkları, küçük ve büyük bir nafaka ve geçtikleri bir vadi olmaz ki Allah yapmakta olduklarından daha güzelini kendilerine vermek için hesab-lanna yazılmış bulunmasın.» (Et Tevbe 120-121) diyor.
Müslim «Ebu Said» «el Hudri»den rivayet ediyor:
Resulü Ekrem: «Kim ki Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, Peygamber olarak Muhanımed'e razı olursa o kimse için cennet vacib olur» dedi. Ebu Said Cenab-ı Peygamberin bu sözünden ötürü sevinerek:
«Ey Allah'ın Resulü! Bunu bana bir daha tekrarlar mısın?» şeklinde ricada bulundu. Cenab-ı Peygamber bu sözü tekrarladıktan sonra buyurdu:
«Başka bir derece vardır ki, Allah ondan Ötürü kulunu cennette yüz derece yükseltir. Bu yüz derecenin her ikisi arasında yer ile gök kadar bir mesafe vardır.»
Ebu Said: .
«O nedir ki bu derecelere sebeb oluyor?»
Cenab-ı Peygamber:
«Allah yolundaki cihaddır» diye cevap verdi.
Buhari, Ebu Hureyre'den rivayet ediyor; Allah'ın yüce Resulü: «Kim ki Allah'a ve Peygamberine îman ederse, namazı kılar, zekâtı verir, orucunu tutar ve hac yaparsa, Allah üzerinde onu cennete dahil etmek hak oluyor. İster Allah yolunda cihad etsin, ister doğduğu yerde otursun.»
Bunun üzerine ashab:
«Biz senin bu hadisini halka müjde olarak iletelim mi?»
Cenab-ı Peygamber cevab olarak:
«Cennette yüz derece vardır. Allah o dereceleri Allah yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. Onlardan iki derecenin arası yer ile gök arası kadardır. Siz Allah'tan dilekte bulunduğunuz takdirde ondan en yüce Firdevsi isteyiniz. Çünkü o cennetin ortası ve en âlasıdır. Onun üzerinde Rahmanın arşı vardır. Oradan cennetin nehirleri fışkırır!» buyurdu.
Eğer; Allah, daha önceki âyette bir tek dereceyi zikretti. Fakat bu ikinci âyette «dereceler» tâbirini kullandı, dersen cevab olarak deriz ki:
Birinci derece, dünyada gazilere verilen ganimet, zafer, ve güzel şöhrettir. İkincisi ise, âhiretteki derecelerdir. Onları kastediyor Aliah-u Teâlâ-...
Bir tefsirci, birinci dereceden maksad, gazilerin Allah katındaki, mertebelerinin yükseltilmesidir. Derecelerden maksad ise, cennetteki konaklarıdır [138] dedi. Başka bir müfessir de, «Birinci âyette bahsi geçen oturanlar'dan maksad, özür sahibleridir. İkinci âyetteki oturanlardan maksad, kendilerine ihtiyaç olmayıp da geride kalabilirler, savaşa katılmayabilirler diye izin verilen kimselerdir, dedi. Bazıları da, birinci âyette bahsi geçen mücahidlerden maksad, kâfirlere karşı cihad edenlerdir. İkinci âyetteki mücahidler ise, nefsine karşı cihad verenlerdir. Bu tefsire şu hadis bina edilmiştir: «Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük.»
«Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir» cümlesi Resulü Ekrem'in şu hadisi ile vuzuha kavuşturulmuştur. İbnu Ömer (R.A.) Resûlüllah'tan rivayet ediyor. Resûlüllah ta Rabbmdan rivayet ediyor. (Yani hadisi kudsidir):
«Kullarımdan hangi kul Allah yolunda mücahid olarak çıkarsa, bu çıkıştan maksadı, benim nzamı kazanmak ise, ben ona zamin olurum. Eğer geri gönderirsem, almış olduğu ecir ve ganimetle beraber gönderirim. Eğer canını alırsam, onu affeder, onun hakkında merhamet ederim.»
Hadisi En-Nesei rivayet etmiştir.
Madem ki cihaddan bahsedilmiştir, cihad üzerinde bir kaç kelâm edelim. Ondan sonra diğer âyetlerin tefsirine geçelim.
Şüphesiz ki cihad bazan farzı ayn, bazan da farzı kifayedir. Cihadın farzı ayn olduğu zaman, düşmanın müslümanların bir memleketine girdiği zamandır. O zaman, özürsüz ise her akil ve baliğ müslüma-na o memlekette bulunuyorsa, düşmana karşı nefislerini, aile efradını ve komşularım müdafaa etmek sadedinde cihada katılmak farz oluyor. Bu hususta hür ve köle, zengin ve fakir eşittirler.. Böylece cihad hepsine farz oluyor. Amma onlardan uzakta yaşayan müslümanlara ise, gelip de orada cihad etmek farz-u kifayedir. Eğer o memleketi istilâ eden düşmana karşı oradakilerin güçleri yetmiyorsa, o vakit onlara yakın veya uzak olan müslümanlara da yardım edilmesi farz oluyor. Eğer o memleketin ahalisi saldıran düşmana yeterli ise, uzak memleketlerde oturan müslümanlara, cihada katılmak ancak ihtiyari oluyor, yani isterse gelir, isterse gelmez. Farz-u kifaye olan cihada fakirlerin ve kölelerin katılmak mecburiyetleri yoktur. Eğer kâfirler kendi memleketlerinde duruyorlarsa, imam her sene onlara gözdağı verecek, İslâm memleketlerine saldırmalarına engel olacak, vaizleri göndermelidir. Ya imam bizzat gider veya yakınlarını gönderir. Ta ki cihad ve deneme ruhu iptal olmasın.
Gücü cihada gitmeye yetmiyor, fakat gitmese de diğer müslü-manlann kâfi geldiğini bilen, bir müslümana gelince: Bu insanın oturması, cihada katılmaması uygun değildir. Fakat böyle bir insanın cihada katılması farz da değildir. Şüphesiz ki, Allah hem mücahidlere hem de cihada katılmayan müslümanlara sevab vaad etmiştir. Eğer cihad bu hususta farzı ayin olsaydı cihada katılmayanlar sevab değil, cezaya müstahak olurlardı. Allah daha iyisini bilir. [139]
(97) «Şüphesiz ki nefislerine zulmettikleri halde melekler tarafından canlan alınanlardan susturmak kabilinden melekler sorar;
«Neredeydiniz?» Onlar: «Biz yeryüzünde zaif kimselerdik...»
Bu âyeti celîle Mekke'de müslüman olup hicretin farz olduğu bir dönemde hicret etmeyen müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Kays bin El Fatiha bin Muğire, Kays bin Velid bin Muğire ve benzerleri gibi. Müşrikler Bedir savaşına çıktıklarında bu müslümanlar da onlarla beraber Bedir'e geldiler, Kâfirlerle beraber Resûlüllah'a karşı savaştılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi. Ayette bahsi geçen «can alıcı meleklerden» ölüm meleği ile yardımcıları kastolunmaktadır. Bunlar altı kişidir. Üçü müminlerin ruhlarını, üçü de kâfirlerin ruhlarını kabzeder. Hicret etmeyen o kimselerin nefislerine zulmetmeleri ya şirk ile olmuş yani tekraren putperestliğe dönmüşlerdir veya şirk memleketinden hicret farz olduğu halde, oturmaları ve durmalarıyla olmuştur. Zira hicretin farz olduğu dönemlerde hicret etmeyen bir kimsenin îmanı kabul edilmez. Mekke fethedildikten sonra bu durum neshedildi. Resûlü-Ekrem bu durumu «Fetihten sonra artık hicret yok, lâkin cihad ve niyet vardır» buyurarak o hükmü neshetti. Müslim ve Bu-harî sahihlerinde bunu rivayet etmiştir. Nefislerinize, zulmetmeleri muhtemel ki müşriklerle beraber Bedir savaşma katılmalarından ve müşriklerin cemaatini çoğaltmalarından ve onlarla beraber Bedirde öldürülmelerinden, dolayı olsun. Bunun üzerine melekler hem onların yüzlerine, hem arkalarına vurup «Siz nerdeydiniz?» yani «hangi guruptaydınız? Müslümanların gurubunda mı, müşrik kimselerin gurubunda mıydınız.» Onlar: «Biz zaif kimselerdik. Müşriklerle mukavemet edemezdik» şeklinde özür dilerlerse de özürleri makbul değildir. Hicret farz olunduktan sonra hicret etmeyenlerin hakkında bu cezalar vardır. Ancak erkek, kadın ve çocuklarrdan zaif olup da herhangi bir hileye güçleri yetmeyen, herhangi bir nafakaları ve kuvvetleri olmayan kimseler müstesnadır.
İbni Abbas'tan: «Ben ve annem bu zaif kimselerden idik.» Cenab-ı Peygamber bu zaif müslümanlar için namazında dua ediyordu, diye gelmiştir. Müslim ve Buharî'nin ittifakla Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri bir hadiste Cenab-ı Peygamber (sabahın) ikinci rekâtından başını kaldırdığında şu duayı ediyordu:
«Yarab! Velid oğlu Velid'i, Hişam oğlu Seleme'yi, Ebi Rabia oğlu Ayyaş'ı koru ve kurtar. Mekke'deki zaifleri kurtar. Yarabbi! Azabının şiddetini «mudar» kabilesi üzerine daha da şiddetlendir. Yarabbi! Hz. Yusuf'un kıtlık seneleri gibi seneler kıl onların üzerine» diyordu.
(100) «Kim ki Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde birçok sığınaklar ve genişlikler görecektir...»
İbni Abbas (R.A.) bu âyetin tefsirinde diyor ki:
— Bu âyet nazil olduğu zaman, Beni Leys'den ihtiyar bir zat, hasta olduğu halde, dinledi. Adı, «Cündab» bin «Dumre» idi ye şöyle yemin etti:
— Allah'a yemin ederim. Bu âyetin hükmünden istisna edilmiş in-sanlaFdan değilim. Benim hilem de var. Beni Medine'ye veya Medine'den daha uzak yerlere yetiştirecek kadar malım vardır. Yeminim olsun bu gece ben Mekke'de artık uyumayacağım. Beni Medine'ye doğru çıkarınız, dedi. Onu bir tahta üzerinde yola çıkardılar. Onu Ten'im'e kadar götürdüler. Orada eceli vaki oldu. Sağ elini sol elinin üzerine vurarak şöyle dua etti:
«Yarab! Şu yolculuğum senin içindir. Şu yolculuğum senin Resulün içindir. Senin Resulün neyin üzerinde sana biat etmişse, ben de onun üzerinde sana bîat ediyorum» dedikten sonra vefat etti. Onun durumu Resûlüllah'ın ashabına yetişti. Dediler ki, «Keşke Medine'ye varsaydı. Onun için sevab bakımından daha tamamlayıcı ve ecir bakımından da daha fazla olurdu.»
Müşrikler de bu duruma gülerek dediler ki: «Onun ne istediğini ne bileceksiniz?»
Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
«Kim ki evinden Allah ve Resûlü'ne muhacir olarak çıkarsa, hicret ettiği noktaya varmazdan evvel ölüm kendisine yetişirse, onun ecri Allah'ın üzerine vacib olur.» Yani hicretine karşılık olan ecir Cenab-ı Hakkın bizzat nefsine vacib ettiği bir durum oluyor. Bazı âlimler, bu âyetin hükmüne, bir taati kastedip ou tamam etmezden önce aciz kalan bir kimse dahil oluyor. Allah ona, o taat tamam olmuş gibi sevabını yazar, dedi. Bazıları da ancak işlemiş olduğu miktarın sevabını yazar, dedi. Birinci görüş daha sıhahtlidir. Çünkü âyet hicreti teşvik etmek sedadında nazil olmuştur. Hicreti kastedip fakat hicret ettiği noktaya varmayan bir kimse hicret sevabım kâmil yani tam olarak almıştır. Ve bir taati işlemeyi kastedip onu tamamlamaya gücü yetmeyen bir kimseye de. sevab tam ve kâmil olarak yazılır. [140]
(101) «Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman eğer o kâfir olanların size zarar vereceklerinden korkarsanız namazı kısaltmanızda üzerinizde herhangi bir günah yoktur. Şübhesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınız-dır.»
«Kısaltmak», rekâtlarının yarısını kılmakla olur. «Güven yoktur» tâbiri seferde namaz kısaltılmasının caiz olduğuna, farz olmadığına delâlet eder. Allah Resûlü'nün seferde namazını tamam kılması da bunu takviye eder. Aişe (R.A.)'den rivayet ediliyor:
«Resulüllah ile beraber umre ihramına girdim ve:
— Ey Allah'ın Resulü! Bazan namazımı kasrettim (kısalttım) bacan tamamladım. Bazen oruç tuttum, bazen yedim, diye sordum?
Resulüllah bana:
— Ey Aişe! Güzel yaptın, dedi.»
Ebu-Hanife «Kasr» m vâcib olduğunu savunuyor. Delil olarak Hz. Ömer'in «Sefer namazı iki rekâttır. Bu iki rekât tamamdır. Kasr falan yoktur. Peygamberinizin dili üzerinde böyle gelmiştir» sözü ile Hz. Aişe'nin «Namaz farz olduğunda iki rekât, iki rekât olarak farz-olundu» sözünü delil olarak almıştır. Binaenaleyh sefer halinde, ilk farziyet olduğu gibi muhafaza edildi. Hazar halinde artırıldı. İmam Şafii, «Bu iki hadisin zahiri âyeti kerîmeye ters düşer» dedi. Eğer ikisi de sahih ise, birinci hadis; «Kasren kılınan namaz sıhhat bakımından, yani kifayet etmek bakımından tam namaz gibidir» şeklinde yorumlanır. İkinci hadis ise; iki rekâttan fazla kılmanın cevazını ortadan kaldırmıyor. O halde âyeti «onlar dört rekât kılmaya alışmışlardır. Kalb-lerine sefer halinde kılınan iki rekât eksik ve noksandır, gelebilir. Onun için iki rekâtı onların zannına göre kısaltmak mânâsındaki «kasr» tabiriyle getirdi. Ve «Bunda sizin için bir günah yoktur» dedi. Ta ki kalbleri bunda mutmain olsun.
Namazın kasr edilmesine ruhsatlı olan seferin miktarı, Şafii'lere göre; dört «berid»tir. Her berid oniki «Mil»dir veya iki «fersah»tır. Hanefi'lere göre, altı «berid» tir. Davudi Zahiri «Kasrın caiz olması korkunun olması haline bağlıdır» dedikten sonra bu âyetle istidlal etti. Eğer korku yok ise, Davud Zahiri'ye göre namazın kasrı da kalkar. Emin olunan zamanlarda Davudi Zahire'ye göre kasr yoktur. Fakat cumhur, ister emniyet halinde olsun ister olmasın sefer halinde namazı kasretmek caizdir, dedi. Delil olarak Ya'la bin Umeyye'den rivayet edilen hadisi gösterdi:
«Ben Hz. Ömer'den: Eğer kâfir olanlar size bir fitne yapacaklarından korkarsanız namazdan kısaltmanız sizin için herhangi bir günah değildir» âyetinin mânâsını sordum ve şimdi insanlar artık emindirler, dedim. Hz. Ömer:
«Ben de senin şu anda hayret ettiğin şeye hayret ettim. Resûlüllah'tan sordum. Resûlüllah: «Bu, bir sadakadır. Allah sizlere onu ta-sadduk etmiştir. Allah'ın sadakasını kabul ediniz.» diye cevab verdi.» Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Abdullah bin Halid bin Useyd'den rivayet ediliyor ki, îbni Ömer'den:
«Sen namazı hasıl kasredersin? Oysa Cenab-ı Hak: «korku halinde, kasrederseniz size herhangi bir günah yoktur» demiştir, diye sordum?»
İbni Ömer: «Ey Yeğenim! Resûlüllah bize Peygamber olarak geldiğinde biz dalâlette idik. Bize öğretti, öğrettiklerinin arasında bize sefer halinde dört rekâtlı namazları iki rekâtlı olarak kılmak da vardır.»
diye cevab verdi. Hadisi «En-Nesei» rivayet etmiştir.
İbni Abbas:
«Resûlüllah Medine'den çıkıp Mekke'ye gitti. Alemlerin Rabbmdan başka hiçbir şeyden korkmuyordu. Buna rağmen sefer halinde iki rekât kıldı, diyor.»
Hadisi Tirmizi ve Nesei rivayet ettiler.
Cumhur ulema, «eğer korkarsanız» tâbiri şartın husulünü ifade ediyor. Şartın yok olması, meşrutun yok olmasını gerektirmez. Öyle'ise Genab-ı Hakk'ın «eğer korkarsanız» cümlesindeki, «İN» korkunun olmadığı, anda KASR ruhsatını oluşturmaz. Böyle oldu mu âyet emniyet halinden bahsetmiyor. Bu duruma göre, emniyet halindeki ruhsatın haberi vahidle sabit olması aynı zamanda Kur'an'ın sükût ettiği bir hükmü de ispatı olur. Bu ise mümteni (imkânsız) değildir. Ancak haberi vahidle âyetin delâlet ettiği hükmün hilafını ispat etmek müm-tenidir. Eğer itiraz ederek desen ki; Madem ki bu seferde namazı kısaltma hükmü hem emniyet, hem de korku halinde sabittir, o halde onu korku haline bağlamanın faidesi ne idi?
Cevab olarak derim ki; Ayet, Resulü Ekrem'in seferlerinin çoğuna göre nazil oldu. Çünkü Resûlüllah'ın seferlerinin çoğu düşman korkusundan hali değildi. Böylece Cenab-ı Hak oluşmada en galib olana göre bu şartı zikretti. Yani Peygamber seferleri çoğu kez korkudan hali olmadığı için sanki hepsinde korku varmış gibi belirtildi. [141] Evet: Sefer halinde namazın kasredilmesi ümmetin icma ile caizdir. Sefer halinde tamamlamanın caiz olup olmamasında ihtilâf vardır. Ulemanın ekserisi, seferde kasretmek vacibtir görüşündedir. Bu görüş Hz. Ömer'in, Hz. Ali'nin, İbni Ömer, Cabir ve İbni Abbas'ın görüşüdür. Hasan Bas-ri, Ömer İbni Abdulaziz, Kattade, İmam Malik, İmam Ebu Hanife de bu görüştedirler. Ve bu görüşü Aişe (R.A.) validemizin rivayet ettiği şu hadis de takviye etmektedir: «Namaz farzolunduğu zaman ikişer ikişer rekât olarak farzolundu. Sonra hazar halinde dört rekâta yükseltildi Sefer halinde ise ilk farziyet üzerinde durduruldu.» Buharı ve Müslim sahihlerinde rivayet ettiler.[142]
Bir kavim de: Sefer halinde namazın tamamlanması caizdir. Fakat kasr daha üstündür» dediler. Bu görüş, Hz. Osman, Saad İbni Ebi Vak-kas gibi sahabelerden rivayet edilmiştir. İmam Şafîi, İmam Ahmed ve bir rivayetinde İmam Malik de bu görüşün savunucusu olmuşlardır. Buna delâlet eden «El-Bağavi»nin Şafîi senediyle Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadistir: «Bütün bunları yani tamam etmeyi de kasretmeyi de Resûlüllah yaptı». Yine Aişe (R.A.) validemiz buyurdu: «Resûlüllah ile beraber umreye gittim. Medine'den Mekke'ye vardığında Resûlüllah'a: «Ey Allah'ın Resulü! Anam ve babam sana feda olsun. Yolculuk boyunca bazen namazı tamamladım, bazan kasr yaptım. Ba-zan oruç tuttum, bazan yedim» diye sordum.
Resûlüllah (Aleyhi ve alâ alini es-Salatu ves-Selâm):
«Ya Ayşe, güzel yaptın» dedi ve niye öyle yapmışsın diye beni kınamadı.»
Hadisi En Nesei rivayet etti.
Kur'an-ı Kerim'in zahirî mânâsı da buna delâlet eder. Zira Cenab-ı Hak: «(Dört rekâtlı) namazdan kısmanızda sizin üzerinizde herhangi bir günah yoktur» diye buyuruyor. «Üzerinizde herhangi bir günah yoktur.» tâbiri ancak ruhsatta kullanılır. Farz olan hükümlerde kullanılmaz. Hz. Aişe'nin «Namaz iki rekât olarak farz olundu» şeklindeki hadisi şöyle tevil edilebilir:
«Namaz önce iki rekât olarak farz olundu. Sonra hazer halinde farz olmak üzere iki rekât daha eklenildi. Fakat, yolculukta kılman namaz «İki rekât olarak kısaltılabilir.» ruhsatına tabii olarak kaldı. Öyleyse- seferde namaz tam olarak da kılınabüir. [143]
Misafir bir kimsenin namazı hakkında ihtilâf edildi: İkişer ikişer rekât olarak kılsa, acaba kasr mıdır, kasr değil midir? Bir kavme göre kasr değildir. Çünkü misafirin namazı iki rekât olarak farzolunmuştur. Öyleyse tamdır, kasr değildir. Bu durum İbni Abbas'tan, İbni Ömer'den, Cabir İbni Abdullah'tan rivayet edilmiş, Said bin Cübeyr, Süddi, Ebu Hanife de buna kaildirler. Öyle ise bu takdirde âyetteki «KASR» m mânâsı tahfiftir. Yani rükuu ve secdesi hafifleştirildi anlamınadır. Bir kavim de «Namaz kasredilmiştir. Seferi namazda asıl iki rekât değil dört rekâttır. Fakat iki de kasrolunmuş ve kısaltılmıştır.» dedi. Bu da Mücahid ve Tâvuş'un kavlidir. Şafîi ve Hanbeli buna kaildirler. [144]
İmam Şafîi, Mâlik, Ahmed ve cumhur «Ancak helâl olan bir yolculukta kasr caizdin> dediler. Bazıları «Hac yolculuğu gibi, umre veya ci-had veya herhangi bir taat yolculuğunda ancak kasr caizdir fakat günah yolculuğunda kasr caiz değildir» dediler. Ebu Hanife, Süfyan-ı Sev-rî «Günah yolculuğunda dahi kasr caizdir» dediler. Kasr mesafesi hakkında da ihtilâf vardır. Davud ve zahir ehli «en kısa yolculukta da en uzun yolculukta da kasr caizdir» dediler. Bu görüş, Hz. Enes'ten de rivayet edilmiştir. Anır îbni Dinar diyor ki: Cabir bin Zeyd bana dedi:
Ben Arafat'ta namazımı kasr yapıyorum. Ehli ilmin diğerlerine gelince... Onlar ancak uzun seferde kasn caiz görüyorlardır. Kısa seferde ise caiz görmüyorlar. Uzun seferin tahdidinde de ihtilâf vardır. Ev-zai; «Bir günlük yol olsa uzun seferdir» dedi. îbni Ömer, İbni Abbas:
«Dört «berid»lik bir mesafede hem namaz kasredilir, hem de oruç tu-tulmayabilinir» dediler. Bu «Dört berid»lik mesafe onaltı fersahtır. Bu görüşü İmam Mâlik, İmam Ahmed ve İshak paylaşmışlardır. Hasan Basri ve Zühri'nin sözü de buna yakındır. Çünkü onlar «iki günlük mesafe» demişlerdir. İmam Şafîi de bu söze kaildir. Yalnız o: «İki gecelik mesafe» yi de eklemiştir. Yani onaltı «fersah»lık yol olacaktır. her fersah üç Mildir. Böylece Haşimi Miliyle 48 mil olur. Bir mil de altıbin ziradır. Bir zira ise 24 parmaktır. Parmaklar mu'tedü olarak yanyana gelecektir. Bir parmak, yanyana konulmuş, altı arpadır. İmam Süfyan-ı Sevrî, Ebu Hanife ve Kûfe'liler «Üç günden aşağı olan bir seferde kasr namazı yoktur» dediler.[145]
Bazı âlimlere göre «eğer kâfir olanların size fitne çıkartmalarından korkarsanız» cümlesi, kendisinden sonra gelene bağlıdır, kendisinden önce geçenden ayrıdır, demişlerdir. Ebu Eyyub El Ensari'den rivayet edildi: «Namazı kasretmekte sizin üzerinize herhangi bir günah yoktur.» Ayeti bu kadar olarak nazil oldu. Bir sene sonra korku halindeki namazı Resûlüllah'tan sordular. «Eğer kâfirlerin size bir fitne yapacaklarından korkarsanız» âyeti nazil oldu.»
Bunun gibileri Kur'an'da çoktur. Bir haber evvelâ tamamiyle iniyor. Sonra onun arkasından ikinci bir haber aynı tarzda iniyor. İkinci haber görünürde birinci haberle bitişiktir. Fakat hakikatte birinci haberden ayrıdır. [146]
(102) Ey Habibim! Onların içinde bulunup namaza kalktığın zaman onlardan (yani askerlerden) bir gurup namaza kalksın ve silâhlanm kuşansınlar. Namaza duranlar secdeye vardıkları zaman diğerleri arkanızda sizi korusunlar.Namaz kılmayan başka bir güruh gelsin ve seninle beraber namazı kılsınlar.Tedbirlerini ve silâhlarım
alsınlar. Kâfirler isterler ki siz silâh ve eşyanızdan gafil olasınız ki, onlar da bir hücumla size çullansınlar. Eğer yağmurdan ötürü size bir eziyet olursa veya hasta iseniz silâhlarınızı çıkarmanızda üzerinizde herhangi bir günah yoktur. Bunlarla beraber tedbirinize alınız. Şüphe-
siz ki Allah kâfirlere rüsvay edici bir azab hazırlamıştır.»
(103) Öyleyse namazı kılıp bitirdiğiniz zaman ayakta, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken Allah'ı zikrediniz. Düşmandan emin olduğunuz zaman namazı eksiksiz kılınız. Şüphesiz ki namaz, müminlerin üzerinde vakit (leri bel)li bir farzdır.»
(104) Düşman olan kavmi takibetmekten sakın gevşeklik gös-termeyiniz. Eğer siz elem duyuyorsanız, şüphesiz ki sizin acı duyduğu-nuz gibi onlar da elem duyarlar. Üstelik siz Allah'tan onların ümid etmediklerini umuyorsunuz. Allah bilicidir ve hikmet sahibidir.»
(105) Şüphesiz ki biz sana kitabı hak ile indirdik. Ta ki Allah'ınsana gösterdiği ile insanlar arasında hükınedesin. Salan ha, hainler için mudafaacı olma.» [147]
(102) «Korku namazı ancak Resûlüllah'ın hazır bulunduğu bir dönemin Özelliklerindendir.» diyen tefsir alimi, yüz İldnci âyetin zahir ve mef-humuna yapışmıştır. Amma fakihlerin tamamı «Cenab-ı Hak bu âyetle Peygamberine korku namazının nasıl kılınacağının keyfiyetini öğretti. Ta ki Peygamberden sonraki imamlar, Peygambere bu hususta uysunlar. Çünkü onlar Peygamberin vekilleridir. Onların hazır bulunması Peygamberin hazır bulunması gibidir.» dediler. [148]
«Sen onların içinde olduğun zaman» hitabı, tıpkı zekât almak meselesinde «Onlarda olduğun zaman mallarından zekât'ı al» hitabı gibidir. «izâ» lafzının isteği subut anında subuttur. Yokluk anındaki yokluk ise kabul edilmez.
İbni Abbas'tan rivayet edildi: Müşrikler Resulü Ekrem ve ashabının öğle namazına kalkıp hep birden namaz kıldıklarını görünce «Niçin onlara namaz içinde hücum etmedik» diye hayıflandılar. Fakat müşriklerin içinden bazıları «Bırakınız, onlann bundan sonra daha sevimli, hem de anne ve babalarından daha sevimli bir namazları vardır. (Yani ikindi namazları vardır) O namaza kalktıklarında onlann üzerine şiddetli bir hücum yapalım ve onları öldürelim» dediler. Bunun üzerine Cebrail (Aleyhisselâm) geldi ve:
«Ey Muhammedi Bu namaz korku namazıdır» dedi. Ve nasıl kılındığını öğretti.
«Ebu-Ayyaş» El-Merzukî, bu âyetin nüzul sebebini şöyle anlatıyor: Biz Resûlüllah ile beraber üsfan'da (bir yerin adıdır) idik. Müşriklerin kumandanı o gün Halid bin Velid idi. Biz öğle namazını kıldık. Müşrikler «Biz müslümanların gafil bir zamanını bulduk, fakat fırsatı kaçırdık» deyip hayıflandılar. «Eğer namazda oldukları halde onlara hücum etseydik onları öldürebilirdik»} diye yakındılar. îşte bu âyet Öğle ile ikindi arasında nazil oldu. Cenab-ı Hak Peygamberine hitab ederek: «Ey Muhammedi Sen ashabının içinde olursan, onlarla beraber savaşa katılmış olursan onlann önünde namaz kıldığın zaman, onlardan bir gurub seninle beraber namaza dursun. Diğer bir gurub da düşmana karşı nöbet tutsun.»
«Onlar silâhlarını alsınlar» cümlesindeki zamir namaz kılanlara, racidir. Muhtemel ki nöbette bulunanlara raci olsun. Bu âyeti celüenin zahiri delâlet eder ki îmam iki defa namaz kılacaktır. Önce bir gurubla namaz kılıp selâm verecektir. Sonra ikinci gurub gelecektir, yine onlara imam olup namazı kıldıracak, onlara imam olacaktır. Resulü Ekrem (A.S.V.) «Batn-ı Nahl» denilen savaş meydanında böyle yapmıştır. İkinci bir görüş daha vardır: îki rekâtlı namazın her rekâtını Resûlüllah bir gurubla kıldıracaktır. Bunun keyfiyeti şudur: Birinci gurubun önünde bir rekât kılacaktır. İkinci rekâta kalkınca imam ayakta duracak, cemaat ikinci rekâtı, rükû ve secdesini yapacaklar, selâm verecekler ve düşmanın karşısına gidip nöbet tutacak. İkinci gurub gelip ikinci rekâtta Resulü Ekrem'e uyacaklar. Resûlüllah oturduktan sonra teşehhüdü uzatacak, onlar kalkacak ikinci rekâtı eda ettikten sonra Resûlüllah ile beraber selâm vereceklerdir. Bu durumda Cenab-ı Peygamber «Zatur Rika»da kıldırmıştır. İmam Azam, «İmam birinci gurubun Önünde bir rek'ât kıldıracak, o gurub selâm vermeden gidip düşmanın karşısında duracaklar. İkinci gurub gelip imam ile beraber bir rekât kılacaklar, ve bu ikinci gurub namazlarını tamam edip düşmanın karşısına nöbete gidecekler, birinci gurub gelecek, ikinci rekâtlarını kıraatsız eda edecekler ve namazlarını böylece tamamlayacak, sonra düşmanın karşısına gidecek.[149]
Ebu Yusuf ile İsmail bin Üleyye:
Korku namazı Resûlûllah'ın özelliğiydi. Resûlüllah'tan sonra hiç kimse için korku namazı kılmak caiz değildir; dediler. İmam Şafii'nin talebesi el Müzeni «korku namazı önce vardı, sonra neshedildi» dedi. Delil olarak bu âyette Allah, Peygamberine hitab ediyor. «Onlann içinde bulunduğun zaman» tâbirini kullanıyor. Ayetin zahiri delâlet eder ki, korku namazı Peygamberin kılmasına bağlıdır. Öyleyse onun özelliklerindendir. Bir de «izâ» kelimesi şartı ifade ediyor, dedi.
Cumhuru ulema ve fukahaya göre; bu hüküm Resûlûllah'ın hakkında bu âyetle sabit olduğu zaman ümmetinden olan başkaları hakkında da sabittir. Çünki Cenab-ı Hak: «Siz Peygambere ittiba ediniz» (Et-Tegabun: 12) buyuruyor. Bir de Resûlü-Ekrem «Benim namaz kıldığım gibi namaz kılınız» buyurmuştur. Bir de burada sahabenin icnıaı: «korku namazı kılınır» şeklindedir. Hz. Ali'den gelen bir rivayette, Hz. Ali Sıffin'de «HERİR» gecesinde ordusunun önünde korku namazını kıldırmiştır. Ebu Mus'el Eşari de korku namazını arkadaşlarının önünde kıldırmıştır. Huzeyfe b. Yeman, arkadaşlarının önünde Taberistan'da bu namazı kıldırmıştır. Bu adı geçen sahabelere muhalefet eden hiçbir sahabeye tesadüf edilmemektedir. «Onların içinde olduğum zaman» mealindeki âyete şöyle cevab veririz: Bu âyet her ne kadar Peygambere hltab ise onun diğer ümmetleri de bu hükme dahildirler. Tıpkı «Ey Peygamber! Siz kadınları boyadığınız zaman» (Talak: 1) mealindeki âyette olduğu gibi. Ancak bir hükümde «Bu hüküm Resûlüllah'ın özelliğidir» diye bir nass gelirse o vakit ümmet o hükmün kapsamına girmez. Meselâ: Cenab-ı Hak: «Özel olarak senindir, müminlerin değildim (Ah-zab. 50) dediği gibi. Bunun naziri şu âyettir; «Onların içinde olduğun, zaman onların mallarından bir sadaka al.» (Tevbe: 103). Madem ki bu âyette Resûlüllah muhatabtır ve Resûlüllah'tan sonra gelen imamlar da zekât almışlardır, öyleyse bahsettiğimiz âyette de durum budur. Resûlüllah evvelâ korku namazını kıldırmış, sonra arkasından gelen imamlar aynı şeyi yapmışlardır.
Mühim bir mesele!..
Savaş şiddetlendiğinde, ordular birbirlerine katıldığında, müslü-manlar yaya veya binici olarak namazlarını kılabilirler. Rükû ve secde için hangi cihet kolay ise o cihete işaret ederler. Bu, İmam Şafii'nin görüşüdür. İmam Azam'ın görüşü ise; böyle bir durumda namaz kılmazlar. Emin oldukları zaman fevtolan namazlarım kaza ederler.
«Eğer yağmurdan ötürü size bir eziyet olursa veya hasta iseniz silâhlarınızı çıkarmanızda üzerinize herhangi bir günah yoktur.»
Bu âyet savaşçılara yağmur veya hastalıktan ötürü kendilerine ağır geldiğinde silâhlan çıkarıp yanlarına bırakma ruhsatını vermektedir. Ve böylece bu âyetten anlaşıldı ki namaz içinde dahî olursa savaşta silâh takınmak vacibtir. Müstahab değildir. Çünkü müstehab olsaydı ruhsata ihtiyaç yoktu. «Yalnız tedbirinizi alınız.» Çünkü namaza dalıp gaflette kalabilirsiniz ve düşman sizi avlayabilir. İbni Abbas «Bu âyet Resûlüllah hakkında nazil oldu. Resûlüllah Beni Muharib ve Beni Envar kabilelerine karşı gazaya çıkmıştı. Öyle bir yerde inmiş, konaklamışlardı ki düşman görünmüyordu. Herkes silâhını çıkardı. Resûlüllah defi hacet için dereyi geçti. Yağmur da yavaş yavaş yağıyordu. Dere birden sel haline geldi. Sel, Resûlüllah ile ashabının arasına girdi. Cenab-ı Peygamber bir ağacın altında oturdu. Resûlüllah'ı orada Hu-res bin Hars el Muharibi adlı kâfir gördü. Ve dedi ki: «Seni Öldürmez-sem Allah beni öldürsün!» Sonra dağdan indi. Kılıcı elindeydi. Resulü Ekrem ondan habersizdir. Birden yalınkılıçlı olarak Resulün yamba-şında ona göründü. Hures kılıcını kınından çıkarmıştı: «Ey Muham-med! Şu anda seni benden kurtaracak kim var?» diye haykırdı. Resûlüllah cevaben: «Allah vardır» dedi. Sonra Cenab-ı Peygamber: «Yarab-bi! Hures bin El Hars'ın şerrinden dilediğin şeyle beni emin kıl!» Böylece Hures, Resûlüllah'a kılıcı çalmak üzere hazırlanırken omuzlarının arasına vurulan bir darbeyle yüzüstü yere yığıldı. Kılıç Hures'in elinden fırladı. Resûlüllah kalkıp kılıcı aldı, sonra şunu söyledi:
«Ey Hures! Şu anda seni benim elimden kurtaracak kim var?»
Hures:
«Hiç kimse yoktur!»
Resûlüllah (S.A.V.):
«Öyleyse Allah'tan başka Mabud olmadığına ve benim de Allah'ın abdi ve Resulü olduğuma şen adet eder misin? Eğer edersen sana kılıcını geri vereceğim.» dedi.
Hures:
«Hayır! Şehadet etmem. Fakat şehadet ederim ki, ben ebediyyen artık seninle savaşamam. Ve hiçbir düşmanın senin hakkında gözetçi-ligini de yapmayacağım.»
Böylece Resûlüllah, Hures'in kılıcını kendisine iade etti. Hures, Resulü Ekrem'e:
«Sen benden daha hayırlısın, dedi.»
Cenab-ı Peygamber:
«Evet, ben bunu yapmak hususunda senden daha haklıyım, daha
iyiyim.»
«Azab olasıca, ey Hures! Niçin Muhammedi öldürmedin?»
Diyen kavmine Hures:
«Allah'a yemin ederim, kılıçla onu parçalamaya çalışırken bilmem kim arkadan benim omuzlan mı arasına bir darbe vurdu. Yüzüstü düştüm» deyip Resûlüllah ile olan durumunu anlattı. Ve derenin seli durdu. Resûlüllah savuşup Sad'm yanına geldi. Ve Hures'le olan hâdiseyi Resûlüllah ashabına haber verdi ve bu âyeti okudu. [150]
103) «Namazı kılıp bitirdiğiniz zaman, ayakta otururken veya yanlarınızın üzerinde yatarken Allah'ı anınız.»
Allah'ı anmak «Teşbih» subhanallah demek, «Tahmid» elhamdülillah demek, «Tahlil» Lâilâhe illallah demek, «Tekbir» Alahu ekber demek suretiyle olur ve her hal-u-kârda bir müslüman Allah'ı bu şekilde anabilir ve âyet buna ruhsat verir.
Bazıları «anmak»tan maksad namazdır. Yani sıhhatli olduğunuz zaman ayakta, hasta olduğunuz zaman oturarak, sizin bedeninizde yaralar ve topallık varsa yatarak namazlarınızı eda ediniz, diyorlar. Aişe validemiz (R.A.) der ki, «Resulü Ekrem, Cenabı Hakkı her zamanında anardı.» Hadisi Müslim ve Buharı rivayet etmiştir. İbni Abbas:
«Gece - gündüz, karada, denizde, seferde - hazerde, zenginlikte -fakirlikte, hastalıkta - sıhhatte, gizlice - açıkta her hal-ü-kârda Allah'a anınız demektir, diyor.»
İbni Mesud'un kulağına geldi ki, bir kavim ayakta, oturarak, yatarak Allah'ı zikrediyorlar. Dedi ki:
«Ayetin bu hükmü, kişi ayakta namaz kılmaya gücü yetmiyorsa oturarak kılması hakkındadır.»
Cumhuru-ulema; bu âyette emredilen zikir," korku namazının arkasında getirilen zikirdir. Yani korku namazını bitirdikten sonra ayakta, oturarak, yatarak, yürüyerek, savaşarak, bütün hallerde Allah'ı anınız, demek oluyor. Savaş bittikten sonra emin olduğunuz zaman namazınızı meşhur olan zikir, rükû ve şartlara riayet ederek kılınız, demektir dediler.
Namaz belli vakitlerde kılınan bir farzdır. Onu o vakitlerden çıkarmak caiz değildir. İster korkuda, ister emniyette olsun. [151]
(105 «Şüphesiz ki biz sana kitabı Hakk ile indirdik...»
İbni Abbas:
«Bu âyeti celîle, Ensardan adı Ebu Tu'me bin Ubeyrek olan ve «Beni Zafer bin el Mars»tan bulunan kişi hakkında nazil oldu. Bu kişi komşusu Kattade bin Nu'man'ın kilerinden bir zırh çaldı. Zırh bir dağarcığın içindeydi. Dağarcıkta aynı zamanda un da vardı. Dağarcık delikti. Dağarcığı sırtlayan Ebu Tu'me'nin, haberi olmadan, dağarcıktaki un ta evine kadar döküldü. Sonra götürüp zırhı Yahudilerden Zeyd bin Semiy'nin yanında gizledi. Zirh Tu'me'nin yanında arandı. Tu'me yemin etti ki zırhı ben almadım ve ondan herhangi bir haberim de yoktur. Zırhın sahibleri:
«Biz unun izini senin kapına kadar getirdik.» dediler.
Fakat o yemin ettikten sonra yakasını bıraktılar. Unun izini ta-kibederek Yahudinin evine kadar geldiler. Yahudiden zırhı aldılar. Yahudi «Bu zırhı bana Ebu Tu'me bin Ubeyrek vermiştir» dedi. Yahudi cemaatinden bir gurub da Yahudiye şahidlik yaptı. Ebu Tu'me'nin kabilesi «Benu-Zufer» Yahudilere «gelin Resûlüllah'a gidelim» dediler. Ve Resûlüllah'a: «Bizim arkadaşımız, akrabamız Tu'me'yi müdafaa et (kolla). Aksi takdirde rezil olacak, helak olacaktır. Yahudi de kurtulacaktır. Yahudi ehli takva ve salih bir aileyi itham etti» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber, Yahudiye karşı Tu'me'yi müdafaa etmek niyetinde bulundu. Cenab-ı Hak bunu yasaklayarak bahsi geçen âyeti indirdi.
«Hainlerin müdafaasını yapma.»
Hainlerden maksad Tu'me'nin kardeşleri olan Bişr, Mübeşşir ve amcazadesi Ürve oğlu Üseyir ve Tu'me'nin kabilesidir. Onların avukatı gibi onları müdafaa etmeye kalkışma. «Rabbından af talebinde bulun. Kesinlikle Allah çokça affedicidir.»
Bu âyet indiği zaman Tu'me bin Ubeyrek hırsız olduğundan dolayı Mekke'ye kaçtı. Esad bin Şehid'in kızı Sulafe'ye misafir oldu. Hassan bin Sabit, Sülafe'nin hakkında şu şiirleri söyledi:
«O hırsızı Sad'ın kızı misafir kabul etmiştir.» «Sad'ın kızı ile beraber kuyruk derisinin mücadelesini yapıyorlar.» «Siz zanneder misiniz ki sizin yaptığınız gizli kalacaktır?» «Oysa aramızda bir Peygamber vardır. Onun nezdinde vahy vardır.»
Hassan'ın şiirlerini Sulafe işittikten sonra Ebu Tu'meye «Sen Has-san'ın şiirlerini bana hediye ettin» deyip pılı pırtısını dışan attı. Ebu Tüme böylece irtidad etti ve Hayber'e kaçtı. Sonra bir evi geceleyin delip de hırsızlık yaparken duvar üzerine yıkıldı ve mürted olarak öldü. Bu hadisi birçok lâfızlarla Tirmizi rivayet etmiştir. Arkasından «Hadisi Hasen ve Gariptir» demiştir.
Bu âyeti celîle, batıl yolda olan ve haklı olarak itham edilen bir kimsenin müdafaasını yapmanın hiçbir müslümana caiz olmadığını gözler önüne sermektedir. Ancak hakimin müdafaası yapılır. Haksızın avukatlığını yapmak zulümdür. Haksızlıktır. Bir de «Kâfir sava§ halinde değilse, onun malının hükmü müslümanın malının hükmü gibidir» hükmünü getirdi. Bir de; Resûlüllah'ın görüşünün Allah katından geldiğini ve içtihadın mutlak mânâda geçerliliğini sergiledi... [152]
(106) Ve Allah'tan affetmesini iste. Şüphesiz, ki Allah çok affedici ve merhamet sahibidir.»
(107) Sakın hâ, nefislerine hainlik yapanlar için mücadele etme. Şüphesiz ki çokça hainlik yapanı ve çokça günah işleyeni (yani bu hususta İsrar edeni) Allah sevmez.»
(108) Durumlarım insanlardan gizlerler. Fakat Allah'tan gizlemezler. Allah'ın razı olmayacağı sözleri söyleyip aralarında kararlaştırdıkları zaman, Allah onlarla beraberdir. Allah onların işlediklerini hepsini kapsayıcı bir tarzda bilicidir.»
(109) İşte siz o kimselersiniz ki onlar için dünya hayatında mücadele ettiniz. Acaba kıyamet gününde onlar için kim Allah ile mücadele edecektir? Onların üzerinde kim koruyucu olacaktır?»
(110) Kim ki kötülük işlerse, veya nefsine zulmederse, ondan sonra da af talebinde bulunursa, Allah'ı çok affedici ve merhametli olarak bulacaktır.»
(111) Kim ki bir günahı kazanırsa ,onu ancak nefsinin aleyhine kazanır. Allah her şeyi bilici ve hikmet sahibidir.»
(112) Kim ki bir hatayı ve bir günahı işledikten sonra onu bir suçsuzun boynuna atarsa o kişi büyük bir iftira ve açık bir günah yüklenmiştir.»
(113) (Ey Habibim!) Eğer Allah'ın fazl-u merhameti üstünde olmasaydı onlardan bir gurup seni saptırmaya niyetlenmişti. Halbuki onlar ancak kendi nefislerini saptırırlar. Hiçbirşeyle sana zarar veremezler. Allah sana kitab ve hikmeti indirdi. Senin bilmediğini sana öğretti. Allah'ın senin üzerindeki fazlı çok büyüktür.» [153]
«Allah'tan affetmesini iste.» Et Taberi «Bu âyetin mânâsı hainleri müdafaa ettiğinden ötürü senden sadır olan zelleden dolayı Allah'tan af taleb et demektir» der. Zira Res lü Ekrem, hainleri müdafaa etmeye niyetlenen Yahudinin elini kesmeye kastetti. Bu görüş, Peygamberler hakkında «küçük günahlar onlardan sadır olur» diyenlerin görüşüdür. İbni Atiyye «Resûlüllah'ın bu niyeti günah değildi. Çünkü Cenab-ı Peygamber ancak zahire göre müdafaa yaptı ve aynı zamanda onların suçsuz olduğuna kanaat getirmişti. Öyleyse âyetin mânâsı «ümmetinin günahkârlarına af talebinde bulun» demektir. Tefsirciler buradaki «istiğfar» teşbih yoluyla yapılan istiğfardır. Meselâ kişinin birisinin teşbih maksadıyla «Estağfirullah» demesi gibi. Bazıları da «Bu hitab Resulü Ekreme'dir. Fakat Ubeyrek'in çocukları kastolunmuş-tur» derler. Nitekim «Ey Nebi! Allah'tan kork.» Ve nitekim «Eğer şüphede isen» âyetlerinde muhatab Peygamberdir, fakat başkası kasto-lunduğu gibi. [154]
«Sakin ha, nefislerine hainlik yapanlar için mücadele etme...»
Bu âyet, Üseyir bin Urve hakkında nazil olmuştur. Zira bu kişi kavmiyle beraber yine aynı kavimden olan amcazadesi ve suçlu Tu'me için şehadet ve özürde bulundular ve haksız olarak onü müdafaa ettiler. Tu'me ve kavmi zahirde müslüman olduklarından dolayt Cenab-ı Peygamber onların şehadetlerine kanaat getirdi ve cezayı Yahudiye tatbik etmek istedi. Fakat Allah onların yalancı olduklarına dair vahy indirince af talebinde bulundu. Bazıları da «Resûlüllah'ın derecesi derecelerin en yücesidir. Onun mansıbı, mansıbların en şereflisidir. Derecesinin yüceliğinden ötürü Allah'ı kâmil bir tarzda tanıdığından dolayı tevil, veya unutkanlık veya dünya emirlerinden bir emir üzerinde ondan vaki olan bir şey mansıbına göre günah sayılır. Onun için af talebinde bulunulması telkin edildi. Nitekim denilmiştir: «Ebrann hayırlan Mukarreblerin günahları sayılıyor.» denilmiştir. Bu da onların derecelerine nisbeten böyle oluyor» dediler. [155]
«Allah onlarla beraberdir.»
«Ehli sünnet vel cemaat». «Bu beraberlik ilimle, görmekle ve işitmekledir» derler. El-Cehmiye( El Kaderiye ve El Mutezile gurublan ise «Allah her mekândadır. Zira Cenabı Hak, «Allah onlarla beraberdir» dedikten sonra sabit oldu ki Allah her mekândadır. Çünkü onlarla beraber olduğunu gayet sabit ve kesin kılmıştır» dediler. Fakat Cenab'ı Hak bu sapık güruhların dediğinden münezzehtir. Çünkü mekânda olmak, cisimlerin niteliği ve sıfatıdır. Allah ise cisim olmaktan uzaktır. [156]
«Kim ki, kötülük işlerse veya nefsine zulmederse...»
Ed Dehhak «Bu âyet, Hz. Hamza'nın katili Vahşi hakkında nazil oldu» diyor. Vahşi, önce Allah'a şirk koştu. Sonra Hamza'yı öldürdü. Sonra Resûlüllah'ın yanma gelip:
— Ey Allah'ın Resulü! Ben pişmanım. Tövbe edersem kabul olunur mu? diye tezellül edip boynunu büktü. Yalvarıp yakardı. Suçunun büyüklüğünü itiraf etti. Allah'ın kapısından başka kurtarıcı bir kapı olmadığını anladı. Peygamberi tanıdı.
Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Yani tövbe kabul olunur. Her şeye rağmen tevbe kabul olunur. Yeter ki kedi tevbesi olmasın. Yeter ki ciddiyet olsun. Bazı müfessirler «Bu âyetten maksat, bütün insanları kapsayan bir genel mânâdır» demişler. Süfyan, Ebu îshak'tan, o da El-Asved'den ve Alkame'den rivayet etti: Abdullah İbni Mesud buyurdu:
«Nisa'sûresinin bu iki âyetini kim ki okuduktan sonra af talebinde bulunursa Allah onu affeder.»
Hz. Ali'den rivayet ediliyor:
«Ben Resûlüllah'tan bir hadis dinlediğim zaman, Allah onunla dilediği zamana kadar bana faide verirdi. Ben Resûlüllah'tan değil de başkasından bir hadisini dinlediğim zaman ona yemin teklif ediyordum. Ondan sonra onu kabul ederdim. Ebu Bekir bana söyledi ve doğru da söyledi: Herhangi bir kul bir günah işlediğinde kalkar, abdest alır, iki rekât namaz kılar ve Allah'tan af taleb ederse Allah onu affeder. Bu hadîsi naklettikten sonra Ebu Bekir şu âyeti okudu:
«Kim ki bir kötülük işler veya nefsine zulmederse, bundan sonra Allah'tan af talebinde bulunursa, Allah'ın çok affedici, çok merhamet sahibi olduğunu bulacaktır.»
(112) Kim ki bir günah veya hata işler de sonra onu bir suçsuzun boynuna atarsa, şüphesiz ki, büyük bir bühtan ve açık bir günah yüklenmiştir.» [157]
Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet ediyor. Resûlüllah buyurdu: «Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz?»
Eshab:
«Allah ve Resulü daha iyi bilirler.»
Resûlüllah:
«Gıybet, müslüman kardeşini, hoşuna gitmeyen bir şeyle anman-dır.»
Soruldu:
«Acaba benim söylediğim müslüman kardeşimde varsa, yine gıybet olur mu?»
Resûlüllah:
«Eğer senin dediğin onda varsa, sen onun gıybetini yapmış olursun. Eğer onda o dediğin yoksa, sen ona bühtan etmiş olursun.»
Hadisten anlaşılıyor ki, bühtan,kardeşinin yüzüne durup onun yapmadığı bir günahı onun boynuna atman demektir. [158]
«Allah senin üzerine kitabı ve hikmeti indirdi.»
Kitabtan maksad Kur'an, Hikmetten maksad, Sünnettir. Kur'an vahyi metluvdur. Sünnet ise, vahyi gayrı metluvdur. Medarik sahibi En-Nesefî Kitab'tan maksad Kur'an, Hikmetten maksad, sünneti se-niyedir, dedi. Zahire göre Kur'an ve sünnetle amel etmeyi Cenab'ı Hak vacib kılmıştır.
«Allah senin bilmediğini sana Öğretti.» Yani şeriat ahkâmını, dinin durumlarını sana öğretti. Bazıları, bu cümleyi «Senin bilmediğin gayb ilmini sana öğretti» şeklinde tefsir etmişlerdir. Bazıları «Emirlerin gizlilerini sana öğretti ve seni kalblerin içinde saklı bulunanlara muttali kıldı, münafıkların hallerinden ve hilelerinden bilmediklerini sana öğretti)) şeklinde tefsir etmişlerdir.
«El-Kurtubi» «kitab»tan maksad Kür'an'dır. Hikmet'ten maksad ise vahy ile hükmetmektir» diyor.
«Allah'ın senin üzerinde fazl-u keremi büyüktür.» Peygamberlik faziletlerin en büyüğü olduğundan ötürü sana Peygamberlik vermek suretiyle Allah sana en büyük faziletini vermiştir. O halde sana verdiği ihsandan ötürü şükret. Bu âyeti celîle Resûlüllah'ın dikkatini kendisine verilen nimetlere çekerek şükrün edasını ister. [159]
(114) Onların gizli müşaverelerinin çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi, yahut bir iyilik yapmayı veya insanların arasını bulmayı emredenin fısıldaşmasında hayır vardır. Allah'ın rızasını talebe tmek için bu işi yapana gelince, biz gelecekte ona büyük bir ecir vereceğiz.»
(115) Kim ki, kendisine hidâyet götürüldükten sonra Resûlül-Iah'a muhalefet eder mü'minlerin yolundan başka yola giderse, onu seçtiğiyle başbaşa bırakırız ve onu yakıt yapar, Cehenneme koyarız. Cehennem ne fena bir dönüş yeridir?»
(116) Şübhesiz ki, Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim ki, Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki, o uzak (ve korkunç) bir dalâlete sapmıştır.»
(117) Onlar, Allah'dan başka ancak dişileri çağırırlar. Onlar ancak inatçı bir Şeytanı çağınrlar.»
(118) Allah o Şeytana lanet etmiştir. O Şeytan Allah'a; kesinlikle senin kullarından belli bir pay edineceğim, dedi.»
(119) Gerçekten onlan saptıracağım. Gerçekten onları kuruntularla oyalayacağım. Kesinlikle onlara emredeceğim ve onlar da hayvanların kulaklarını yaracaklar. Onlara muhakkak emredeceğim. Onlar da Allah'ın yarattığım bozacaklar. Kim ki, Allah'dan başka Şeytanı dost edinirse, gerçekten o açık bîr zararla zarar etmiştir.»
(120) Şeytan onlara vaadda bulunuyor. Onlan kuruntulara düşürüyor ve aldatıyor. Oysa Şeytanın onlara vaad ettikleri ancak aldatmacadır.»
(121) İşte onlar var ya varacakları yer Cehennemdir. Ondan kurtuluş çaresini bulamazlar.» [160]
«Necvahum» kelimesindeki «Hum» zamiri ya Ebu Tu'me'nin kavmine racidir yani «Ebu Tu'me'nin kavminin gizli müşaverelerinde hayır yoktur» demektir. Veya bütün insanlara racidir. Yani bütün insanların gizlice, fısıldaşarak yapmış oldukları müşaverelerinde hayır yoktur. Ancak bir sadakayı emreden veya bir iyiliği yapmayı emreden veya insanlar arasını sulh edip seadet bulmayı emreden istişarelerde hayır vardır. [161]
Ebu-Derda (K.A.) der ki, Allah'ın Resulü buyurdu: «Ey Eshabım! Size sadakanın, namazın ve orucun derecesinden daha üstün olan bir dereceyi haber vereyim mi?»
Eshabı Kiram:
«Evet. Ey Allah'ın Resulü, bize haver ver.» dediler.
Resûlüllah:
«O derece insanlar arasını bulmak, dargınları barıştırmak derecesidir. İnsanların arasım bozmak ise, traş edicidir. Yani bütün iyilikleri traş edip götürür.»
Hadisi Tirmizi ve Ebu Davud rivayet ettiler.
Tirmizi:
«Resûlüllah; insanların arasım bozmak, traş edicidir derken «Tüyleri traş ediyor demek istemiyorum. İyiliği traş ediyor demek istiyorum.» diye ekledi.
Buhari, Sehl bin Saad'dan rivayet etti.
Kubâ mahallesindeki insanlar kavga ettiler. Birbirlerine taşlar attılar. Resûlüllah'a (S.A.V.) haber verildi. Resûlüllah:
«Kalkın gidelim, aralarında sulh yapalım» buyurdu. [162]
Müslim ve Buharî ittifakla Ümmü Mektum binti Ukbe bin Ebi Muyet'ten rivayet ediyorlar. Ümmü Mektüm der ki, Resûlüllah'tan dinledim:
fftki kişinin arasını bulmak için bazı fazla sözler söyleyen yalancı sayılmaz. Veya insanlar arasını bulmak için birşeyler söyleyen yalancı sayılmaz! O, hayn söyler ve hayırda artma yapar.» diyordu.
Müslim, bir rivayette şunu söylüyor:
«İşitmedim ki Resûlüllah, insanların söyledikleri yalana ruhsat verdi. Ancak üç yerde: Harpte, insanların arasında sulh ve sükuneti bulmakta, bir de karısıyla konuşmakta veya kadının kocasıyla konuşmasında.» [163]
Ayeti celîlede «Maruf» olarak geçip «iyilikle» tefsir ettiğimiz kelimenin mânâsı bütün iyilik çeşitlerine delâlet eder. Resulü Ekrem: «Her maruf sadakadır. Müslüman kardeşini güler bir yüz ile karşılarsan o da maruftan sayılıyor» buyuruyor.
Yine Resûlüllah (S. A.): «Her şeyin bir meyvesi vardır. Marufun meyvesi de acelece yapmaktır.» dedi.
İran hükümdarı Enuşirevan'dan soruldu: «Sizin katınızda en büyük musibet hangisidir?»
«Bizim katımızda maruf yani iyilik yapmaya gücü yettiği halde, onu yapmayıp elinden kaçırmak musibeti en büyük musibettir» diye cevab verdi.
Hz. Ali (R.A.):
«Maruf yani iyilik üç hasletle tamamlanır: Acele yapmak, yapılan iyiliği küçük görmek ve yapılan iyiliği gizlemek. Onu acelece yaparsan, sana kolay gelir. Onu ne kadar küçük görürsen, o kadar büyür. Onu gizlersen onu tamamlamış olursun.» [164]
İnsanların arasım sulh etmek, kan meselelerinde, mallarda, namus meselelerinde ve ihtilâfa sebeb olan her meselede olur. Ve Allah için söylenilen her konuşma da bu sınıfa (kategoriye) dahildir. Haberde varid olmuştur: «Ademoğlunun bütün konuşması aleyhindedir. Ancak marufu emreden, kötüyü yasaklayan ve Allah'ı zikreden konuşmaları ise lehindedir.» Kim ki riyaset talebi ve baş olmak niyetiyle halkın aralarını bulup insanlar arasını yaparsa, o kimse sevab elde edemez.
Hz. Ömer, valisi Ebu Musa'el Eşari'ye şu mektubu yazdı: «Husumet halinde olanları geciktir. Ta ki sulhla anlaşsınlar. Çünkü aralarında hükmü kesinleştirdiğin zaman aralarındaki kin ve buğza vesile olur.» Bu mektub «Sulh hükümlerin efendisidir» hadisin bir tezahürüdür.
Enes bin Malik: «İki kişinin arasını sulhedene her kelimeden ötürü bir köle azad etmiş gibi sevab verilir» dedi.
Resulü Ekrem, Eba Eyyüb El-Ensariye şunları söyledi:.
«Allah ve Resûlü'nün sevdiği bir sadakayı sana haber vereyim. İnsanların arası fesadata uğradığında onların arasında sulh yap. Uzaklaştıklarında onları birbirine yaklaştır.»
El-Evzai, «Allah katında «ıslahı zatül-Beyn» (Arabuluculuk) için atılan adımdan daha sevimli bir adım yoktur. Kim ki iki kişinin arasında sulh yaparsa Allah onun için ateşten bir berâet yazar» buyurdu.
Muhammed bin El Munkedir der ki: «İki kişi münakaşa etti. Camiin bir köşesinde... Onları banştınncaya kadar yakalarım bırakmadım. Ebu Hureyre bana bakıyordu. Buyurdu: Resûlüllah'tan dinledim: «Kim ki iki kişi arasında sulh yaparsa, o bir şehid sevabı kazanmış olur.» [165]
«Kim ki hidayet kendisine görüldükten sonra Resûlüllah'a muhalefet ederse...»
Bu âyet yine Ebu Tu'me hakkında nazil olmuştur. Çünkü bu herif hırsızlık yaptı. Hırsızlığı ortaya çıktı. Elinin kesilmesinden ve rezil olmaktan korktu. Ve Mekke'ye kaçarak dininden irtidat etti. Fakat âyetin hükmü umumidir. Her zaman ve her inşam kapsar. Resûlüllah'a muhalefet etmek demek, ona düşmanlık gütmek, onun haklı olmadığını iddia etmek demektir. Binaenaleyh Resûlüllah'ı bu şekilde gören bir kimse, dinden çıkmış oluyor!.. Müslümanların yolundan başka yola tâbi olmak demek, onların inancından ayrılmak demektir. [166]
Rivayete göre İmam Şafii'den: «tcmai ümmetin delil olduğuna dair Kur'an'm hangi âyeti vardır?» diye soruldu. İmam Şafii üçyüz defa Kur*an ı başından sonuna kadar hatmetti. Sonunda «kim ki kendisine hidâyet belirdikten sonra Resûlüllah'a muhalefet eder, müminlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, onu seçtiğiyle başbaşa bırakacağız. O Cehennemden ayrılmayacaktır. Cehennem ne kötü bir duraktır?» âyetini buldu. Cenab-ı Hak bu âyette müslümanların yolundan başka bir yola tâbi olmak kaydıyla, müslüman cemaattan ayrılmanın haram olduğunu ve müminlerin yolunda gitmenin farz olduğunu belirtiyor. Çünkü bu âyette Resûlüllah'a muhalefet eden ve müminlerin yolundan ayrılana ceza vaadediliyor. Böylece sabit oldu ki, ümmetin icmaı hüccettir.
«Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez...»
Bu âyeti celîle de Turne bin Ubeyrek hakkında nazîl oldu. îbni Ab-bas «Bu âyet bir göçebe hakkında nazil oldu, şöyle ki: Göçebe Resûlüllah'a geldi, «Ben bir ihtiyarım. Kulaklarıma kadar günahlara daldım. Ancak Allah'ı tanıdığımdan ve ona îman ettiğimden bugüne kadar ona ortak koşmadım. Ondan başka dost edinmedim. Allah'a karşı cüret göstererek günahlara dalmadım. Bir göz açıp kapayıncaya kadar dahi Allah'ı kaçmak suretiyle aciz bırakabileceğimi vehmetmedim, sanmadım!.. Kesinlikle ben pişmanım. Tövbe ediciyim. Af taleb ediyorum. Acaba Allah katında benim halim ne olacaktır?» diye yakındı ve yalvardı. Bunun üzerine: «Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez. Ondan başka dilediğini affeder» âyeti celîlesi nazîl oldu» dedi. Bu âyet açıkça şirkin affedilmeyeceğini haber veriyor. Ama müşrik şirkinden tövbe eder, îmana gelirse, tövbesi kabul ve îmanı sıhahtli olur. Günahları da affolur ve Cenab-ı Hak ona mükâfat verir.
Alimler «Cenab-ı Hak, şirki îman ve tövbe ile affettiğini haber verince, anladık ki şirkten başka günahları tövbe ile affeder. Dediler. «Dilediğini affeder» cümlesi tevhid ehlinden olup fakat günahlarından tövbe etmeden ölmüş kimse hakkındadır. Büyük veya küçük günahın sahibi tövbesiz ölürse, o meşiyetin tehlikesi üzerindedir. İsterse Cenab-ı Hak affeder, Cennete götürür, fazlı ve rahmetiyle. İsterse azab eder ve Cehenneme gönderir, adaletiyle...
«Onlar Allah'tan başka ancak dişileri, çağırırlar...»
Bu âyet Mekke'liler hakkında nazîl oldu. Yani Mekke'liler Allah'tan başka Latf Uzza, Menat adlı dişi putlara taparlar, onları çağırırlardı.
Putlara dişi demenin nedeni şudur: Kureyşiler putlanna dişilerin adlarını veriyorlardı. Hasan Basri «Her kabilenin putuna falanın kızı derlerdi» diyor. Bazı tefsirciler âyette bahsi geçen «inas» (dişi) kelimesi «ölüler» demektir. Hasan Basri «Ruhu olmayan taş ve odun gibi herşeye inas deniliyor» dedi. Ez Zeccac da «İnas, bütün ölülere ıtlak olunur» dedi.
«İnatçı şeytanndan maksad İblistir. Çünkü onlar İblise, vermiş olduğu kuruntularda itaat ettiler. Bir şeye itaat etmek ise ona kulluk yapmak demektir. Nitekim bir âyeti celîlede «onlar âlimlerini, ruhbanlarım Allah'tan başka rabler edindiler.» (Tevbe: 31). Yani âlim ve ruhbanlarına emrettikleri hususta itaat ettiler. Bu körü körüne itaat da, kulluk yapmak demektir. [167]
(118) Allah'ın Iânet ettiği Şeytan, Allah'a «kesinlikle senin kullarından belli bir pay edineceğim» dedi..»
Lanetin esas mânâsı uzaklaştırmaktır. «Allah şeytana lanet etti» yani onu kapısından ve merhametinden uzaklaştırdı. Binaenaleyh adını vererek İblise lanet etmek caizdir. Firavn, Haman, Ebu Cehil gibi kesinlikle, yüzdeyüz küfür üzerinde ölenlere de adlarını vererek Iânet etmek caizdir. Diriler hakkında ise isim vererek lanet etmek caiz değildir. Genel olarak: «Allah kâfirlere lanet etsin», «Allah hakkı inkâr edenlere lanet etsin» denilir, fakat şahıs belirtilerek denilmez. «O şeytan Allah'a kesinlikle senin kullarından belli bir pay edineceğim dedi...»
Bu «kullar» dan maksad kâfir kullar ile âsi kullardır. Bir haberde varid oldu. «Bin kişiden birisi Allah'ın diğerleri şeytanındır.» Müslim bir hadis rivayet ediyor: «Kıyamet gününde Allah, Adem kuluna: Cehenneme gidenleri gönder» diye emir verir.
Adem (A.S.) soruyor: «Cehenneme gidenler kimlerdir?»
Cenab-ı Hak:
«Bin kişiden (999) dokuz yüz doksan dokuz kişidir» dedi.
İşte bu hadis yukardaki tâbiri teyid etmektedir. Cehenneme gidenler şeytanın nasibidir. Bazı tefsir âlimleri nasibten maksad, o kulların şeytana herhangi eşyalar hususunda itaat etmeleridir. Meselâ; çocuk doğduğu zaman hayat kütüğüne bir çivi çakmak, yedinci gününde onu gezdirmek gibi bidatlardır. Kulakları yanlan hayvanlardan «El-Buhayre» kastedilmektedir. Buhayre o, deve ki, beş defa doğurur ve beşincisini erkek doğurduktan sonra ondan yararlanmayı nefislerine haram kılarlardı. Onu herhangi bir sudan, herhangi bir meradan alı-koymazlardı. Şeytan onlara bunun Allah'a yaklaştıncı bir hareket olduğu şeklinde vesvese vermişti. Kulakları yarılıp putlara veya başka yatırlara adanan hayvanlar da bu hüküm dahilindedirler. [168]
Allah'ın yarattığım bozmak, îbni Abbas'ın tefsirine bakılırsa, Allah'ın dinini bozmak demektir. Yani haramı helil, helâli haram kılmak demektir. Bazı tefsircüer, Allah'ın yarattığım bozmak demek, Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtratı bozma.lttır. Resûlüllahın «Her çocuk fıtrat üzerinde doğar, ondan sonra ana ve tabası onu Yahudi veya Hristiyan veya ateşperest yaparlar» hadîsi de bu son tefsiri teyid etmektedir. Bazı müfessirler «muhtemel ki bu bozukluk hallerin bozukluğundan kinaye olsun» demişlerdir. Yani fizyonomi ile ilgilidir. Meselâ; dak yapıyorlar, saç yerine peruk takıyorlar, kaş ve gözlerini güzel görünsünler diye inceltiyorlar veya güzel görünsünler diye birtakım icraatlarda bulunuyorlar. Bu tefsiri şu hadîs teyid etmektedir:
«Allah dak yapan kadınlara, dak yaptıran kadınlara, cımbızlarla yüzlerinden ve alınlarından tüy alan kadınlara, dişlerini güzelleştirmek için dişler arasında bir takım icraatlarda bulunan kadınları rahmetinden kovmuştur. Zira bütün bunları güzellik için yapıyorlar. Ta-| biî güzelliği eksik görüyorlar, Allah'ın yarattığını bozuyorlar» Hadîsi Müslim ve Buharî, İbni Mes'ud tarikiyle ittifakta rivayet etmişlerdir.der ki:
Müslim ve Buharî, Esma'dan rivayet ettikleri hadîste Esma (R.A.) «Resûlüllah (S.A.V.) peruk takan ve kendisine peruk takılanların, Allah'ın rahmetinden uzaklaşmaları için beddua etmiştir!» [169]
Bazıları, «Allah'ın yarattığını bozmaktan» maksad, hayvanları bo-ğurmak, kulaklarını kesmek ve gözlerini çıkarmak demektir. Bazı âlimler böyle bir icraatı haram telâkki etmişler. Enes koyunların boğurma-sını mekruh görmüş, bazı âlimler de caiz görmüşler. Çünkü boğurmak-ta açık bir faide vardır. Hayvan semizleşiyor. Haklarında «lanet» tâbiri vârid olan bütün bu durumlar büyük günahlardandır. Bunların niçin yasaklandığı hususunda ihtilâf vardır. Bazıları «çünkü bu kandırma yoluna giriyor» demişler. Bazıları «Allah'ın yarattığım bozmak» kabilindendir demişler. Bazıları da ancak daimi kalan şeylerde bu yasak vardır. Gelgeç olan süsleri takmakta, bu yasak yoktur. Göze sürme çekmek, süslenmek gibi hasletleri âlimler, kadınlar için caiz görmüşlerdir. İmam Malik caiz görenlerden birisidir. Ama erkekler için İmam Mâlik mekruh, bazı âlimler de caiz görmüşlerdir. İmam Mâlik «Kadının eline kına yakılmasını da caiz görmüştür. Her ne kadar Hz. Ömer'den bunu caiz görmediği rivayet edilmişse de... İmam Mâlik bu rivayeti inkâr etmiş, böyle bir rivayet yoktur, demiştir. Resulü Ekrem bir kadını gördü. Eline kına sürmemişti. Buyurdu: «Ey hanımlar! Herhangi biriniz, elini erkek eli gib ibtrakmasın.»
Bu kadın Resûlüllah'ın bu çıkışından sonra ölünceye kadar, eline durmadan kına yaktı ve doksan yaşında da vefat etti.
Mâliki âlimlerinden Kadi lyaz «siyah kına İle kına yakmak hadiste nehyedilmiştir» dedi. Onun bu sözünü «El-Mesabih» sahibi nakletti. Ayette bahsi geçen dört cümleyi ya şeytan nutkan Allah'a söylemiştir veya şeytanın hareketinden anlaşılmıştır ki, Allah (C.C.) nakletmiştir.
Eğer birisi dese ki «îblis nereden İnsanların neticelerini bilirdi ki, gerçekten onlan boş kuruntularla aldatacağım, gerçekten onlara emredeceğim, desin. «El Araf» sûresinde de «Onların çoğunu şükredici olarak görmeyeceksin» dedi. El îsra'da «Onun zurriyetini, az kimseler hariç, yakapaça yakalayacağım» dedi?»
Cevab olarak deriz ki, îblis bu emirlerin insanlardan sadır olacağını zannetti. Ve zannı da çıktı. Nitekim Cenab-ı Hak bir âyette «Gerçekten îblis onlar üzerindeki zarınım doğru çıkardı ve ona tâbi oldular.» (Sebe: 20) deniliyor.
İkinci cevab; Îbnul-Enbari «Ayetin mânâsı, ben bu işleri onlara yaptırmak için var kuvvetimle çalışacağım» demekti. Yoksa İblis gay-bı bildiği için bunları söylemiş değildir.» Dedi
Üçüncü cevab; İblisin bunları bilmesi mümkündür. Meleklerden, onlar da Allah'tan (C.C.) bunu işitmişler ki, insanların çoğu îman etmeyecektir. [170]
İblis'in insanlara vaadetmesi ve onlara ümid vermesi demek, İnsanların kalbine düşen uzun yaşamak, dünyada istediğini elde etmek gibi şeylerdir. Bütün bunlar aldatmaktır. Akıllı bir insan bunlardan sakınmalıdır. Bunların hiçbirisine iltifat etmemeli, ömrünü uzatmayacak, ona istediğini elde ettirmeyecek her şeyden de kaçınmalıdır. Eğer ömrü uzarsa veya istediklerini elde etse dahi arkasında ölüm (kınanma) vardır. Onun hoşuna giden herşeyi bulandıracaktır. Bazı tefsirciler İblis onlara «Cennet ve Cehennem yoktur» kuruntusunu veriyordu. tfHaşr yoktur. Binaenaleyh dünyanızı dünya ediniz, keyf ve lezzetlere dalınız» diyordu. İşte onlar eğer bu kuruntu ve temennilerin arkasına düşerlerse yerleri Cehennem olacak ve onları Cehennemden kurtaracak veya kaçacak bir yer yoktur. Yani bu kuruntular üzerinde gidenler ebe-diyyen Cehennemde kalacaklardır. Kâfir olarak giden bir kimsenin Cehennemde ebedi kalması, hem bu âyetten hem de diğer benzeri âyetlerden anlaşılıyor. Bazıları «Ebediyyetnten maksad, uzun bir zamandır. Kâfirler dahi uzun bir zaman yandıktan sonra çıkacaklardır» şeklinde konuşmuşlarsa da bu iddia temelsiz ve tutarsızdır. Bunu söyliyen ic-maı yıkar. Dinler arasındaki, üstünlüğü kaldırmayı hedef edinir. Ve netice olarak İslâm ve Kur'an'm üstünlüğünü ve diğer din ve kitablan ortadan kaldırmış olduğunu ibtal etmeye çalışır. Dikkatli bulunalım. [171]
(122) İman edip yararlı amellerde bulunanları, ebedî kalıcı oldukları halde, gölgelikleri altında ırmaklar akan Cennetlere koyacağız. Bu söz Allah'ın gerçek bir sözüdür. Acaba Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir.»
(123) Durum ne sizin kuruntularınıza, ve ne de kitab ehlinin kuruntularına göredir. Fenalık yapan cezasını görür. Fenalık yapan kendisi için Allah'tan başka ne dost, ne de yardımcı bulabilir.»
(124) Erkek veya kadından kim mümin olduğu halde salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve hurma ipliği kadar dahi onlara zulmedilmez.»
(125) Acaba iyilik yapıcı olduğu halde özünü Allah'a teslim eden ve hakka yönelen İbrahimin milletine, (dinine) tâbi olandan din yönünden daha iyi olarak kim vardır? Allah İbrahim'i dost edinmiştir.»
(126) Yerde ve göklerde ne varsa, Allah'ındır. Allah herşeyi kapsamıştır.»
(127) (Ey Resulüm;) Kadınlar hususunda senden fetva isterler. Onlara de ki, kadınlar hakkında Allah ve kitabta size okunan âyetler fetva veriyor. Kendilerine yazılanı (farz kılınanı) vermediğiniz ve kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlar, ve zavallı çocuklar ve yetimlere doğrulukla bakmanız hususunda da size fetva veriyorlar. İyilikten ne yaparsanız şüphesiz ki Allah onu bilicidir.» [172]
Cennetlerdeki meskenler ve köşklerin altında Hamr, su, süt ve baldan olan nehirler akıyor. Cennetlerdeki hayat da ebedidir. Nihayetsiz ve sonsuzdur. Zira «Hulud» maddesinden sonra «ebed» maddesi kul-lamlmıştır. Bu âyeti celîlede «Hulud» maddesinden sonra «Ebed» maddesinin kullanılması delâlet eder ki, Hulud tek başına ebediyyet mânâsını ifade etmez. Ebediyyet mânâsını ifade etmek için «Ebed» kelimesi arkasında gelmelidir.
Rivayet ediliyor ki, müslümanlarla ehli kitab bir araya geldiler. Birbirlerine karşı iftihar etmeye başladılar. Kitab ehli: «Bizim Peygamberimiz sizin Peygamberinizden Öncedir. Bizim kitabımız da sizin kitabınızdan öncedir. Biz de sizden Allah'a daha yakınız» dediler. Müslümanlar da «Biz sizden Allah'a daha yakınız. Bizim Peygamberimiz Peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız da daha önceki kitablarm hepsini kaldırıp yerlerine geçti» dediklerinde şu âyet nazil oldu:
«Durum ne sizin kurun tularınıza ve ne de kitab ehlinin kuruntularına göiedir.» Bu tevile göre hitab müslümanadır. Tefsir âlimlerinden bazıları «Hitab müşrikleredir. Çünkü daha önceki âyetlerde müşriklerin bahsi geçmiştir» diyorlar. Yani durum ne müşriklerin temennilerine göredir, ne de ehli kitabın temennilerine göredir. Müşrikler «Cennet ve Cehennem yoktur. Eğer durum bu kitab ehlinin dedikleri gibi olsaydı biz onlardan daha hayırlı olurduk ve halimiz daha iyi olacaktı» derler. Ehli kitab da «Cennete ancak Yahudi veya Hristiyanlar girerler.» derler. Ve yine diyorlar: «Ateş bizi belli günler kadar, yani İsrail oğullarının buzağıya taptığı (amel ettikleri) günler kadar tutacaktır (yakacaktır).»
«Kim ki bir kötülük yaparsa onun karşılığını görecektir.»...
Bu âyeti celîle, nazil olduğu zaman Ebu Bekri Sıddîk: «Ey Allah'ın Resulü! Buna göre kim kurtulabilir ki?» dedi.
Cenab-ı Peygamber (S.A.V.):
«Ey Eba Bekir- Üzülme- Sen hasta olmuyor musun? Sana herhangi bir felâket isabet etmiyor mu,»
Ebu-Bekir (R.A.):
«Evet. Ey Allah'ın Resulü, hasta da oluyorum ve felâketler de bana isabet etmiştir.» dedi.
Resûlüllah: «İşte o, bu demektir.» dedi
Hasan Basri, «Bu âyet özel olarak kâfirler hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar küçük ve büyük günahlar karşılığında azab ile cezalandırılacaklardır. Müslüman ise, Kıyamet gününde amellerinin kötüsüyle değil, ancak amellerinin en güzeliyle ceza görecektir. Günahlarından Allah vazgeçecektir. «Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaktır.» âyetinin şevki de bunun doğruluğuna delâlet eder. Çünkü bu, kâfir hakkındadır. Mümine gelince; onun hem velisi, hem de yardımcısı vardır. Bazıları; bu âyeti celîle müslüman, hristiyan ve sair kâfirlerden kim kötülük yaparsa, onun hakkında nazil olmuştur, derler. Çünkü İbni Abbas, «Bu, kötülük yapan herkes hakkındadır. Ancak kötülük yapıp da tevbe eden bir kimsenin de tev-besini Allah kabul eder» buyurmuştur.
İbni Abbas, «Bu âyeti celîle nazil olduğu zaman müslümanlara pek ağır ve zor geldi:
«Ey Allah'ın Resulü! Hangimiz vardır ki kötü amel işlemesin? Onun cezası nasıl olacaktır?» diye sordular.
Cenabı Peygamber buyurdu: «Bunun bir kısmı dünyada olacaktır. Dünyada bir hasene işleyene Cenab-ı Hak on hasene yazacaktır. Bir günahtan dolayı ceza görürse, o on haseneden birisi eksilecektir. Dokuz tanesi kalacaktır. Birleri onlarına galebe edenlere yazıklar olsun. Cezası âhirette olana ise, onun hasene ve seyyieleri karşılaştırılacaktır. Her seyyienin yerine bir hasene atılacaktır. Fazlaya bakılacaktır. Onun karşılığı Cennette verilecektir. Her fazilet sahibinin fazileti kendisine verilecektir.»
Bu tefsirin doğru olduğuna şu rivayet delâlet ediyor. Ebu Hurey-re'den gelmiştir.
— Bu âyet indiği zaman müslümanlar munfail oldular (üzüldüler) Resûlüllah «Yaklaşınız, adımlarınızı sık atınız. Müslümanlara isabet eden her şey günahlarına keffârettir... Hatta onun tökezlenmesi ve onun ayağına batan bir diken bile keffâret olur günahlarına-.»
dedi.
Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
(125) İbrahim'in milletine tâbi ol.»
«Hz. İbrahim'in milleti»nden maksad, Hz. İbrahim'in dinidir. İbni Abbas, «Kabe'ye doğru durup namaz kılmak, Kabe'yi ziyaret etmek, hac menasıklarını yerine getirmek ve sünnet ameliyesini icra etmek, hepsi İbrahim'in dinindendir» diyor.
Eğer desen ki, bu âyetin zahiri, Hz. Muhammed'in şeriatı İbrahim'in şeriatının ta kendisi olduğunu iktiza ediyor. Böylece Hz. Muhammed'in müstakil bir şeriati olmaz. Halbuki Hz. Muhammed'in şe-riati müstakil olmalıdır? Bunun cevabı nedir,
Cevab olarak derim ki, İbrahim'in şeriatı ve milleti Hz. Muhammed'in şeriatine ve milletine dahildir. Bununla beraber Hz. Muhammed'in şeriatında başka ziyadelikler de vardır. Onları Allah (C.C.) özel olarak kulu Hz. Muhammed'e vermiştir. Öyleyse Muhammecl'in dinine tâbi olan İbrahim'in milletine (dinine) tâbi olmuştur. Çünkü İbrahim'in milleti Muhammed (S.A.V.)'in milletine dahildir. İbrahim'in şeriati Hz. Muhammed'in şeriatine dahil olduğu gibi... Niçin Cenab-ı Hak Peygamberler arasından İbrahim milletine tabi ol dedi? Çünkü İbrahim (A.S.) insanları Allah'ın tevhidine ve ibadetine (ateşe atılmasına sebep olacak derecede) çağırıyordu. Bunun için Cenab'ı Hak onu zikretti Çünkü o bütün ümmetlerin nezdinde makbuldür. Hz. Muhammed ve kavmi olan araplar onun soyundan geldikleri için onu zikretti. Bir de arablar İbrahim'le (A.S.) iftihar ettikleri gibi, Yahudi ve Hristiyanlar da onunla iftiha rederler. Öyleyse onun şeriati bütün ümmetlerin katında makbuldür. Hz. Muhammed'in şeriati ve milleti de onun şeriati ve milleti olduğuna göre, herkesin Hz. Muhammed'in dinine girip şeriatini ve milletini kabul etmesi gerekir. [173]
«Allah İbrahim'i dost edindi.»
İbrahim'e dost demenin sebebi. Çünkü o fakirliğini, ihtiyacını Allah'a arzediyordu. Allah'ın bir kula dost olması demek, o kulu ibadette muvaffak etmesi, günahlardan masum tutması ve kusurlarını örtmesi, ona yardım etmesi onu övmesi demektir. Cenab-ı Hak İbrahim'i övmüş, onu insanlara imam (önder) yapmıştır. Herkes ona uyuyor. Acaba Allah niçin İbrahim'i dost edindi? Bu nedeni belirtmekte ve bu sebebin izahında ihtilâf vardır: İbni Abbas, «İbrahim (A.S.) misafirperverdi. Evi yolun tam kenarında idi. Her geçeni misafir ederdi. Kıtlık senesi geldi. Halk İbrahim (A.S.)'in kapısına yığıldı. Yemek istiyorlardı. İbrahim (A.S.) hizmetkârlarını Mısır'daki dostuna gönderdi. Dostu hizmetkârlara:
«Eğer İbrahim, sadece nefsi için yiyecek isteseydi gönderirdik. Fakat halk için ve bolca istiyor. Oysa bize de kıtlık isabet etmiştir. Gönderemeyiz, dediler.» diye red cevabı verdiler.
Hizmetkârlar aaksız olarak Mısır'dan geri geldiler. Sahrada unum-su bir kuma rastladılar. «Bu kumdan bari birşeyler götürelim ki, halk bizim boş döndüğümüzü görmesin. Utanıyoruz halkın yanından develerimizin sırtında hiçbir şey olmadan geçmeye» dediler... Bunun üzerine çuvalları kumdan doldurdular. Sonra İbrahim (A.S.) 'e geldiler. Ona durumu anlattılar. Fakat İbrahim'in hanımı Sara Hazretleri uyuyordu. İbrahim üzüntülüydü. Halk kapısında yemek bekliyordu. Bir ara ibrahim'in gözlerine uyku girdi. Sara uyandı. Gün kuşluk zamanıydı. «Acaba hizmetkârlar geldiler mi?» dedi. Evet, geldiler cevabını alınca, «Birşey getirdiler mi?» diye sordu. «Evet» dediler. Gitti çuvallardan birisini açtı. Baktı ki en güzel unla doludur. Pişiricilere emir verdi. Yemek pişirdiler. Halka yedirdiler. İbrahim (A.S.) uyandı. Yemek kokusu burnuna geldi. «Ey Sara! Bu nerden gelmiştir?» dedi. Sara «Bu Mısırlı dostundan gelmiştin» dedi. İbrahim «Hayır, bu dostum Allah'tan gelmiştir» buyurdu. İşte o günden itibaren Allah İbrahim'i dost edindi. [174]
Tefsir âlimlerinden bazıları «Ne zaman ki Allah göklerin ve yerin melekûtunu (Vahyini - emrinn) İbrahim'e gösterdi, İbrahim Allah hususunda kavmiyle mücadelede bulundu. Onları Allah'ın birliğine davet etti. Kendilerini yıldızlara tapmaktan menetti. Güneşe, aya ve putlara ibâdet etmelerini yasakladı. Nefsini Allah yolunda ateşe atmaya dahi razı oldu. Çocuğunu Allah yolunda kurban kesmek niyetinde bulundu. Malına Allah için misafirlere yedirdi. İşte o zaman Allah, İbrahim'i kendisine dost ve insanlara da imam ve herkesin uyabileceği bir önder kıldı ve, Peygamberliği onun zürriyetinden devam etirdi. Evet İbrahim'den sonra gelen her Peygamber onun soyundandır.
Başka bir müfessir: İbrahim (A.S.), putları kırdığından ve Allah için kavmine düşmanlık ilân etiğinden beri Allah onu dost edindi.
Başka bir tefsir:
Melekler İbrahim'in (A.S.) evine geldiklerinde onların misafir olduğunu zannedip onlara kızartılmış bir kuzu getirdiğinde, onlara Allah'ın ismini anmak suretiyle, sonunda da Allah'a hamdetmek şartıyla yeyiniz dediğinde, Cebrail (A.S.) ona «Sen Allah'ın dostusun» dedi ve kendisine «İbrahim Halilullah» ismi verildi.
Müslimi Şerif Enes'ten rivayet etmiştir:
Bir kişi Resûlüllah'a geldi. Ve: «Ey insanların en hayırlısı» diye Resûlüllah'a hitab etti. Resûlüllah «İnsanların en hayırlısı Allah'ın dostu İbrahim'dir» buyurdu. Cenab'ı Hak, İbrahim'i (A.S.) dost edindiği gibi Hz. Muhammedi de dost edinmiştir. Müslim ve Buhari'de Ebu Said el Hudriden gelen bir hadiste Cenabı Peygamber şöyle diyor:
«Eğer Rabbimden başka bîr dost edinseydinı, Ebu Bekri dost edinirdim.»
îbni Mesud, Resûlüllah'tan şu hadisi rivayet etmiştir:
«Eğer dost edinseydinı Ebu Bekri dost edinecektim. Fakat o benim kardeşim ve arkadaşımdır. Allah, sizin arkadaşınızı (Resûlüllah nefsini kastediyor) dost edinmiştir.»
Hadisi Müslim rivayet ediyor.
Evet bu iki hadisle sabit oldu ki, Resûlüllah da Allah'ın Halili (dostu) dur. Bir de İbrahim'den (A.S.) fazla olarak bir sıfatı daha vardır: Allah'ın mahbubudur... Öyle ise, hem Allah'ın dostu, hem de mahbubudur. Bir de îbni Abbas'tan gelen hadiste şöyle ifade ediliyor:
«Dikkat edilsin. Ben Allah'ın Habibiyim. Ve bunu söylemekle de iftihar etmiyorum. Nimetini izhar etmek için söylüyorum.»
Hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. [175]
«Senden kadınlar hakkında fetva isterler...»
Yani şahıslarından değil, kadınların mirası hususunda fetva isterler. Çünkü Uyeyne bin Huseyn, Resûlüllah'a geldi ve sordu:
«Bize verilen habere göre sen ölenin kızına malın yansım veriyorsun, kızkardeşine yansım veriyorsun. Oysa biz daha önce. ancak savaşan kimselere miras veriyorduk. (Ganimeti elde edenlere miras veriyorduk.) »
Cenabı Peygamber cevab olarak buyurdu:
«Ben bununla emrolundum!» Bunun üzerine bu âyet nazil oldu:
«De ki: Kadınlar hususunda Allah size fetva veriyor. (Yani kadınlar hususundaki hükmünü Allah size açıklıyor. Zaten fetva vermek meçhul olan birşeyi açıklamak demektir. Onların hakkında kitabda sizin üzerinize inen ve size okunan âyetler fetva veriyor. Yani onlarla isteğinize fetva verir.)-
Bu tevil, «Mayutla» kelimesi, âyetteki Allah kelimesi üzerine at-folunduğu zaman vardır. O vakit fetva Allah'a ve Allah'ın kitabında olan âyetlere istinad etmiş oluyor. Âyetin tevili şunlar olabilir:
«Sizin üzerinizde okunan kitabtadır!» Yani levhil mahfuzdadır. Ve üçüncü bir tevili daha vardır:
«Allah (C.C.) size fetva veriyor, kadınlar hususunda, Kitabta sizin için okunanı da size açıklıyor!» Veya «Vema» kelimesinin evvelin-deki vav kasem harfidir. Bu takdirde mânası: «Allah kadınlar hususunda size fetva veriyor ve kitabta olarak sizin üzeerinizde okunana yemin ederim, durum budur.»
îbni Abbas, «Bu âyet «ümmü Kühhe»nin kızları hakkında nazîl olmuştur» dedi. Aişe validemiz «Âyette bahsi geçen, yetim bir kızdır ki, velisinin evinde bulunuyor. Velisi, güzelliği ve malı varsa, tamahkârlık eder, onun mihrini eksiltmek suretiyle onu nikâh etmek istiyor. Böyle davranın müslünıanlar bu tür yetimlerin nikâh etmesinden yasaklandılar. Meğer ki mehirlerini tam vermeye yanaşırlarsa. Eğer buna yanaşmazlarsa, başkasına nikâh ettirilmesi onlara emredildi. Aişe validemiz der ki, halk gelip Resûlüllah'tan bu hususta fetva istedi. Allah (C.C.) «Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar!» âyetini indirdi. Ve beyan etti ki; yetim bir kız güzel ve mal sahibi ise, siz onu nikâh etmeye rağbet ediyorsunuz. Fakat mihrini tam vermiyorsunuz. Güzel değil veya malı azsa onu kadın edinmek taraftan görünmüyorsunuz. Başkası onunla evlenmek istediği zaman da mani oluyorsunuz. Bundan da sizi yasaklıyorum diye buyurdu.» Allah zaif olan çocuklar hususunda da size fetva veriyor. Onların haklarını vermenizi emrediyor. Çünkü Arapların cahiliyyet dönemindeki âdetleri küçük çocukları vâris kılmamaktı. Cenab'ı Hak onları bu kötü adetten nehyetti ve çocukların miras haklarını vermelerini emretti. Yetimlere adil davranma hususunda da Allah size fetva veriyor. Mehirlerini, miraslarını olduğu gibi vermenizi emrediyor, dedi.
Müslümanların üzerinde kitabta okunan âyetlerden maksad, «En-Nisa» sûresinin onbirinci âyetidir:
«Allah evlâdınızın mirastaki durumu hakkında size şunu emrediyor: Çocuklardan erkeğe, iki dişi payı kadar vardır. Eğer çocukların hepsi dişi olmak kaydıyla ikiden fazla iseler onlara Ölünün terkettiği malın üçte ikisi, ve eğer dişi tek ise, ona da yansı var. Ölünün anası ve babası için, eğer çocuğu varsa, herbirine terekesinden 1/6 vardır. Fakat çocuğu yoksa ve ölüye yalnız ana ve babası vâris oluyorsa, anasına 1/3 vardır. Geriye kalan babanın hakkıdır. Eğer ölenin kardeşleri varsa annesinin hissesi 1/6 dır. Bu hükümler ölünün borcu ödenip vasiyetleri yerine getirildikten sonradır Babalarınız ve oğullarınız bilmezsiniz ki dünya ve âhiret için hangisi size faide bakımından dana yakındır. Bu hisseler Allah'tan birer tarizedir. Allah veresenin derecelerini hakkıyla bilici ve onlann hisselerini takdirde emir ve hüküm edicidir.» [176]
(128) Eğer bir kadın kocasının huysuzluğundan veya aldırışsız-lığından korkarsa, aralarında anlaşmaya çalışmalarında üzerlerinde bir günah yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır. Nefisler ise kıskançlıktan ayrılmaz kılınmışlardır. Eğer iyi davranır ve haksızlıktan sakınırsanız, bilmiş olunuz ki Allah işlediklerinizden kesinlikle haberdardır.»
(129) «Ne kadar uğraşırsanız uğraşınız kadınlar arasında adalet yapmaya güç yeti rem ezsin iz. Bari birine büsbütün meyledip diğerini askılı gibi bırakmayınız. Eğer nefsinizi islâh eder, Allah'tan korkar-sanız Allah çokça affedici ve çokça merhamet sahibidir.»
(130) Eğer karı koca aynlırlarsa, Allah herbirini nimetinin ge-nişliğiyle yoksulluktan zengin kılacaktır. Allah geniş (rahmetiyle her-şeyi kaplayan) dır. Hikmet sahibidir.»
(131) Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. Yemin olsun ki, sîzden önce kendilerine ki t ab verilenlere ve size Allah'tan korkunuz diye tavsiye ettik. Eğer küfre kayarsanız şübhesiz ki, göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah'ındır. Allah zengindir ve övülmeye lâyıktır.»
(132) Göklerde ve yerde bulunan herşey Allah'ındır. Vekil olarak Allah kâfidir.»
(133) Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi götürür, başkasını getirir. Allah buna kadirdir.»
(134) Kim dünya sevabını isterse, (bilsin ki) dünyanın ve âhire-tin sevabı Allah'ın katındadır. Allah işitici ve görücüdür.» [177]
«Eğer bir kadın kocasının yüz çevirmesinden (huysuzluğundan) veya uzaklaşmasından endişe ederse...»
Bu âyeti celîle Muhammed bin Mesleme'nin kızı Ömre ile kocası Saad bin Rebi (veya Rafi* b. Hudeyc) hakkında nazil olmuştur. Saad, Ömre ile evlendiği zaman, Ömre gençti. Ömre'nin yaşı ilerlediğinde Saad ikinci bir kadınla evlendi. İkinci kadın genç olduğundan dolayı onu birinciye tercih etti ve birinci kadın ezildi. Birinci kadın Resûlül-lah'a gelip kocasını şikayet edince, bu âyet nazîl oldu. Tirmizi'nin İb-ni Abbas'tan rivayet ettiğine göre âyetin sebebi nüzulü, Resûlüllah'm hanımı Şevde binti Zem'adır, Şevde validemiz, Resûlüllah'm kendisini boşamasından korktu ve Cenab-ı Peygambere: «Beni boşama, nikâhının altında tut. Ben günümü Aişe'ye hibe ediyorum» dedi. Cenab-ı Peygamber de kabul etti. Ve âyet aralarında bir sulh yapmada eşlere herhangi bir günah yoktur. Ve sulh daha hayırlıdır şeklinde nazîl oldu. Fakat, Tirmizi bu hadîs hasen ve garibtir, diyor.
Ayeti celîle, «Kişi kadını gençliğinde aldıktan sonra ihtiyarlarsa, onu bırakamaz, ondan ayrılamaz» diyen cahillere aynı zamanda cevap teşkil etmektedir. Ve bu âyeti celîle sulhun mubah olduğunu kaydettiği gibi sulhun karşılıklı veya karşılıksız olmasının da mubah olduğunu belirtiyor. Kumalardan birisinin gününü diğerine vermek suretiyle yapılan sulhun caiz olduğunu da getiriyor. Nitekim Re-sûlüllah'm zevceleri arasında bu olmuştur. Resûlüllah bir ara Sa-fiyye'den kızmıştı. Safiyye, Aişe validemize «Benimle Resûlüllah'm arasını yap. Ben günümü sana hibe ettim» dedi. «İbni-Huveyz-Men-dad «Ahkâm»ında Hz. Aişe'den hadiseyi şöyle rivayet ediyor:
«Resûlüllah bir husustan dolayı Safiyye'den kırılmıştı. Safiyye bana: «Sen var mısın? Resûlüllah'ı benden razı et, günüm senin olsun dedi.» Bunun üzerine ben leçeğimi bağladım. Bu leçek zâferanla boyanmıştı. Ve iyice başıma oturttuktan sonra Resûlüllah'a varıp yanında oturdum. Cenab'ı Peygamber: «Ey Aişe! Benden uzak dur. Bugün
senin sıran değil. Başkasına aidim, dedi.» Ben de: «Bu Allah'ın faziletidir, Allah dilediği kuluna verir» dedikten sonra hadiseyi Resûlüllah'a naklettim. Resûlüllah Safiyye'den razı oldu.
Bu hadîs izin olmaksızın kadınların arasındaki eşitliği terketmek, birisini diğerine tercih etmek caiz olmadığını kaydediyor. [178]
«Sulh daha hayırlıdır» cümlesi geneldir. Hakiki sulhun mutlak mânâda herşeyden daha hayırlı olduğu hükmünü getiriyor. Cenab'ı Peygamber de «Sulh, ahkâmın efendisidir» buyuruyor. Sulhun karşılığı buğzetmek ve ayrılmaktır. Buğzetmek hususunda Cenab'ı Peygamber «O, traş edicidir. Yani dini traş edicidir, tüyleri değil» demiştir. «Nefisler kıskançlığa hazır bulunduruldular» cümlesi delâlet eder ki, her insanda kıskançlık vardır. Cimrileşmek ve kıskançlaşmak, insanın tabii ve yaradılışıdır. Çoğu zaman kadın kocasından olan nasibini ter-ketmekte cimrilik gösterir. Koca da genç hanımdan olan nasibini öteki hanım için terketmede cimrilik gösterir....... fedakârlık yapmamak hususundaki ŞUH güzeldir. Başka konulardaki şuhhun ifratı mezmumdur. Nitekim Cenab-ı Hak: Kim ki nefsinin şuhhundan (bencil ve tutuculuğundan) korunursa, işte onlar felaha kavuşmuşların tâ kendileridir» (Haşır: 9) buyuruyor. Rivayet ediliyor ki, Cenab-ı Peygamber Ensardan sordu: [179]
«Sizin başınız (önderiniz) kimdir?»
Ensar:
»(Bizim başımız cimri olmasına rağmen Cedd b. Kays'dır.
Cenab-ı Peygamber sordu:
«Acaba cimrilikten daha korkunç bir hastalık var mıdır?»
Ensar:
«Ey Allah'ın Resulü! Bu nasıl olur?» Cenab-ı Peygamber:
«Bir kavim deniz sahilinde konakladı. Cimri olduklarından dolayı misafirlerden kaçtılar. Dediler ki, biz erkekler kadınlardan uzaklaşa-hm ki, misafirlere: «Kadınlar bizden uzaktır, kusura bakmayınız. Sizi misafir edemeyiz» diyebilelim. Kadınlar da uzakta bulunsunlar ki, «Erkekler yoktur» diyebilsinler. Ve bunu yaptılar. Zaman geçtikçe erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla iktifa ettiler. Ve felâket böylece başladı.» [180] Bunu El-Mâverdî zikretti. [181]
«Ne kadar gayret ederseniz ediniz kadınlar arasındaki adalete güç yetiremezsiniz...»
Cenab-ı Hak, bu âyette kadınlar arasında tam mânâsiyle adaleti gözetmenin mümkün olmadığını haber veriyor. Bu, bir kadını sevmek, yatakta tercih etmek ve ondan kalbin payını almak hususundadır. Bunlar insan oğlunun iradesi altında değildirler. Cenab-ı Peygamber: «Ey Allah'ım! Bu, kadınlar arasında benim taksimimdir. Gücüm yettiği konuda bu taksimi yaptım. Gücüm yetmediği ve senin yed-i kudretinde olan konularda da beni kınama ve mazur gör.» diye yalvardı.
Kattâde, Nadr bin Enes'den, o da Beşir bin Nehik'ten, o da Ebu Hureyre'den rivayet etti. Resûlüllah buyurdu:
«Kimin iki hanımı varsa ve onlar arasında adaletli davranmazsa kıyamet gününde bir tarafı yamuk olarak haşrolunacaktır.»
Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. [182] Umumi bir hüküm!...
Bir kişinin nikâhında iki veya daha fazla kadın varsa, taksimatta onların, aralarında müsavi hareket etmesi lâzımdır. Eğer onların aralarında eşitliği bırakırsa, Allah'a isyan etmiş olur. Eşitlik, onların odalarında yatmaktadır. Cinsî mukârenette ise, eşitlik şart değildir. Çünkü bu insanın neşesine, kalbinin meyline bağlı bir şeydir. Bu da insanın elinde değildir. Nikâhının altında hürre ve bir de cariye varsa, hürrenin odasında iki, cariyede bir gece yatacaktır. Eski hanımlarının üzerine yeni bir hanım getirirse, yeni hanımın yanında, eğer bakire ise, yedi gece yattıktan sonra taksime başlayacaktır. Eğer dul ise, üç gece onun yarımda yattıktan sonra yeniden aralarında taksime başlayacaktır. Gerek bakire, gerekse dul hanımın yanında durduğu geceler kadar, diğerlerinin yanında durması gerekmez. Buna Ebu Kilâbe'nin Enes'-den rivayet ettiği şu hadîs delâlet eder: «Bakire bir kızla evlenirse onun yanında yedi gece kalacak, dulla evlenirse üç gece kalacak. Sonra eski hanımlanyla onlann arasında taksimata başlayacaktır.» Kişi | sefere çıkarsa, kadınlar arasında kur'a çeker ve birisini yanma alabi-g, lir. Döndükten sonra yolculuk ne kadar uzun sürerse sürsün geride kalanların haklarını kaza etmek mecburiyetinde değildir. Yalnız bir memlekette misafirlik müddetinden fazla durmamak zamanı böyledir. Aişe validemizden gelen şu hadis buna delâlet eder: «Resûlüllah (S.A. V.) bir sefere çıkmak istediğinde hanımlarının arasında kur'a çeker-İ di. Kur'a hangisine isabet ederse, onu beraberine alır, sefere götürür-| dü.» Hadisi Buharı rivayet ederek: «Kişi bir yerden diğer yere göç etmek istiyorsa, bütün hanımlarını beraberinde götürmesi vacibtir.» ekini de ilâve etti..,
«Kim dünya sevabını irade ederse, Allah'ın katında dünyanın da âhiretin de sevabı vardır...»
Bu âyeti celîle müşrikler hakkında nazil olmuştur. Onlar ahirete îman etmiyorlardı. Dünyada Allah'a yaklaşıyorlardı ki Allah dünyada kendilerine bol rızık versin. Cenab-ı Hak: «Dünya rızkım isteyen bir insan bilsin ki dünyanın da âhiretin de rızkı Allah batındadır» demek suretiyle onlann yanlış bir yolda olduklarını beyan buyurdu. Bazı tef-sircilere göre; âyet, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Et Tâberi bu görüşü ihtiyar etmektedir. Ayeticelîle İslâm dininin müslümanlan saadeti dareyne götürdüğüne ve müslümanlann dünya ve ahiret sevabının Allah'ın rahmetinden olduğunu bilmelerinin gerekliliğine delâlet eder. Bu gibi bir mâna «Ey Rabbimiz, dünyada bize bir iyilik, âhirette
bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru» (El-Bakara: 201) âyetndede geçti. [183]
(135) Ey îman edenler! Adaleti ayakta tutanlar olunuz. Allah için şahid olunuz. Velev ki şahidliğiniz nefsinizin veya ebeveyninizin veya en yakın akrabalarınızın aleyhinde olsa dahi. tster aleyhinde şa-hidlik yapılan kimse zengin veya fakir olsun. Allah onlara daha yakındır. Adil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayınız. Eğer adalet üzere hüküm vermekten, şahidliğinizde doğru söylemekten dilinizi bükerseniz veya yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.»
(136) Ey inananlar! Allah'a, Resûlü'ne, Resulüne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği Kitaba îman ediniz. Kim ki, Allah'ı, meleklerini, Kitablarını, Peygamberlerini ve âh i ret gününü inkâr ederse şüphesiz ki, o uzak bir sapıklığa düşmüştür..»
(137) Şüphesiz o kimseler ki îman getirdiler, sonra kâfir oldular. Sonra îman ettiler, sonra kâfir oldular. Sonra küfürde ileri gittiler. Allah onları mağfiret edecek değildir. Ve Allah onları doğru yola getirecek değildir.»
(138) Münafıklara müjde ver ki, şüphesiz onlar için elem verici bir azab vardır.»
(139) O münafıklar ki, müminler varken kâfirleri dost ediniyorlar. İzzet onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet Allah'ındır.»
(140) «Allah size kitabta indirdi ki, Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve o âyetlerle alay edildiğini işittiğiniz zaman bu işi yapanlar, onu bırakıp başka söze dalmadıkça onlarla oturmayınız. Çünkü oturduğunuz takdirde siz de onlar gibi olursunuz. Şüphesiz ki, Allah münafıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde bir araya getiricidir. [184]
«Ey îman edenler! Adaleti ayakta tutanlar olunuz...»
Bu âyeti celîle, adaletin ayakta tutulmasının ve ikame edilmesinin müminlerin vazifesi olduğunu bildiriyor. Ve aynı zamanda yapılan şahidliğin de Allah rızası için olmasının gereğini ve yine kişinin nefsi üzerinde olan bir hakkı ikrar etmesinin de bir şahidlik olduğunu bildiriyor. Ve bununla beraber evlad, anne ve baba hakkındaki şahidliğin geçerliliğini de iıân ediyor, «tbni Şahab Ez-Zühri» der ki: Selefi salih; kişinin anne, baba ve kardeşinin hakkındaki şehadetini caiz görüyorlardı. Hiç kimse bu hususta itham edilmiyordu. Sonra halktan bazı durumlar baş gösterdi. Bu da idarecileri, yakın kimselerin birbirlerinin lehinde şahidlik etme ihtimal ve ithamına şevketti. Buna binaen ana ve babanın çocuk lehinde, çocuğun ana ve baba lehinde, kardeşin kardeş, karının koca, kocanın kan, lehindeki şahitlikleri geçerli sayılmadı. Bu görüş, Hasan Basri'nin, En Nehai'nin, Eş Şabi'-nin, Şureyh'in, îmam Malik'in, Sevrînin, îmam Şafiî'nin ve İmam Hanbel'in mezhebidir. Bazı kimseler de «Adil olduktan sonra yalanlar diğer yakınlarına şahidlik edebilirler» dediler. Bu da, Hz. Ömer'den ve Ömer bin Abdulaziz'den rivayet edildi! tshak, Sevrî, el Müzeni de bu görüştedirler. İmam Malik «NESEB (soy) meselesi hariç âdil olduktan sonra kardeşin kardeş için sahidliği geçerlidir)) diyor. İmam Malik ve Ebu Hanife «Kocanın hanımı için şahadeti kabul olunmaz» demişler. İmam Şafiî «kocanın hanımı için, hanımın da kocası için yapacağı şahidlik kabuldür» demiştir. Çünkü aslında ecnebidirler. Aralarında sadece evlilik akdi vardır. Bu akid her an bozulabilir. Fakat aleyhinde şahidlik yapılan, ister zengin olsun ister fakir, durumu değiştirmeme-lidir. Yani zenginin zenginliğini gözltip veya fakirin fakirliğine merhamet edip şehadeti gizlemeyiniz. Her hal-u-kârda adaleti bırakmamanız lâzımdır. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette: «Bir kavimden buğ-zetmekliğiniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adaletle hükmediniz. O takvaya daha yakındır.» (Maide: 8).
Resûlüllah Abdullah bin Revahe'yi Hayber'e ekisper olarak gönderdi. Onların hurmalarım ve zirâatlarını takdir ve tahmin ediyordu. Ona rüşvet verip de biraz yüklerini azaltmak istediklerinde Abdullah onlara şunu söyledi: «Kanaatımca insanların en hayırlısı ve en sevimlisi olan bir kimsenin elçisi olarak size geldim. Sizde sizin ecdadınızda maymun ve domuzlardan daha mebğuz bîr milletsiniz. O zata sevgim ile size olan buğzum beni adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet ne ise onu yaparım dedi.»
Onlar: «İşte gökler ve yerler bununla kaim oldular» dediler. [185]
«Ey îman edenler, Allah'a, Resûlü'ne, Resûlü'nün üzerine indirmiş olduğu kitaba ve daha Önce indirmiş olduğu kitaba îman ediniz...»
İbni-Abbas: Bu âyet Selâm oğlu Abdullah, Kâb oğullan Esed ve Hüseyin Kays'ın oğlu Sa'lebe, Abdullah bin Selâm'ın erkekden yeğeni Selâme ve kızdan yeğeni Selâm ve Yamin oğlu Yamin hakkında nazil oldu. Bu Yahudi'ler, Resûlüllah.a îman eden kitab ehli idiler. «Biz sana ve senin kitabına, Musa'ya, Tevrat'a ve Üzeyr'e îman etmek için sana geldik. Bundan başka diğer kitablar ve peygamberleri inkâr edeceğiz.» diye teklifde bulunda larında, Resûlüllah onlara:
«Hayır, Allaha, onun Resulü Muhanımed'e, Kur'an'a, daha Önce gelen bütün kitablara îman ediniz» diye teklifde bulununca Cenab-ı Hak şu âyeti inzal buyurdu:
«Ey îman edenler, (Muhammed'e, Kur'an'a Musa'ya, Tevrat'a, îman edenler;) Allah'ın bütün Resullerine ve daha önce indirilen bütün kitablarına îman ediniz!»
Bazıları «Bu hitab münafıklardır. Bu takdirde âyetin mânâsı şu olur: «Ey dilleri ile îman etmiş, kalbleriyle îman etmeyen ve îmanından yarar görmeyen münafıklar. Allah'a, onun Peygamberine, onun üzerine indirilen kitaba ve daha önce indirilen kitablara îman ediniz.»
Veya bu hitap bütün müminleredir. Bu takdirde âyetin mânâsı: «Ey geçmişte ve hali hazırda da îman edenler! Gelecek zamanda
da îmannınızda devam ediniz ve îman üzerine sabit kaimiz» demektir.
Bu tefsir, Hasanı Basrî'nin tevilidir. El-Cubbaî de bunu ihtiyar etmiştir. Bazıları da: «Hitap müminleredir. Murad, yakin yönünden îmanda artış kaydediniz demektir» dedi. Veya «Ey îman edenler Kur'an'da zikredilene tafsilâta göre îman ediniz» demektir. [186]
«Şüphesiz o kimseler ki, îman ettiler, sonra kâfir oldular, sonra küfür yönünde ilerlediler...»
Bu âyeti celîle Yahudiler hakkında nazil oldu. Çünkü Yahudiler, önce Musa'ya îman ettiler. Sonra buzağıya tapmak suretiyle kâfir oldular. Ondan sonra tekrar îman ettiler. Sonra îsâ (A.S.) ile İncil'i inkâr etmek suretiyle kâfir oldular. Sonra Hz. Muhammed'i ve Kur'an'ı inkâr etmek suretiyle küfürde daha ileriye gittiler.
Bazı tefsirciler de «Onlar Musa'ya îman ettiler. Sonra kâfir oldular. Sonra Davud'a îman ettiler. Sonra İsa'yı (A.S.) inkâr etmek suretiyle kâfir oldular. Sonra Hz. Muhammed'i inkâr etmekle küfürde daha da ilerlediler. Dedi.»
Bazı tefsir âlimleri «Bu âyet münafıklar hakkında nazil olmuştur» dediler. Onlar önce îman ettiler, îmandan sonra kâfir oldular. Küfürden sonra müslümanlann hükümleri onların üzerlnede cari olsun, diye dilleriyle imanlarını belirtmek suretiyle îman ettiler. Sonra küfür üzerinde ölmek suretiyle küfürde daha da ileri gittiler.» Bazıları, «Küfür hususunda münafıkların icad ettiği bir takırn^ günâhlarla küfürde ilerlediler, demektir demişlerdir. Bazı tefsirciler, «Bu âyet evvelâ îman edip sonra küfre dönüş yapan, sonra îman edip tekraren küfre dönüş yapan, sonra küfür üzerinde ölmek suretiyle küfürde ilerleyen bir gurup hakkındadır. Çünkü îman küfürden sonra, küfür îmandan sonra birkaç defa bir insandan veya bir guruptan sadır olursa, bu imanın bunların kalbinde yer almamış olduğuna delâlet eder. Kalbinde îman olmayan sıhhatli bir şekilde Allah'a inanmayan bir kimsenin küfrü elbette artar. Çünkü o îman ile oynuyor, demektir. Din ile bu şekilde oynayan bir insanın, tevbesinin kabul olunup olunmayacağı hakkında ihtilâf vardır. Hz. Ali'den hikâye ediliyor:
«Böyle bir kimsenin tevbesi kabul olunmaz. O, öldürülür.»
İlim ehlinin çoğu «Böyle bir kimsenin dahi tövbesi kabul olunur»
dediler.
«Allah onları affedici değildir» cümlesi, yani küfür üzerinde ölürlerse, affedici değildir, demektir. Yoksa tevbe ederlerse Allah affeder. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de: «Kâfirlere söyle ki, eğer küfürden kurtu-lurlarsa, geçmişi Cenabı Hak onlar için affedecektir.» (El-Enfal: 38) buyrulmuştur. [187]
«Münafıklara müjde ver ki onlar için elem verici bir azab vardır.»
Yani onlara haber ver. Haber yerine «müjde» kullanılmıştır: Onlarla alay etmek için... O, münafıklar, kâfirleri, yani Yahudileri dost ve yardımcı edinirler, müminleri edinmiyorlar. Çünkü onların kanâatına K göre, Hz. Muhammed ve Eshabının sonu gelecektir. Yahudilerle irtibat ' kuralım ki, o zaman Yahudiler bizi korusunlar, fikrini taşıyorlardı. Ce-nab-ı Hak: «Kâfirlerin yani Yahudilerin yanında izzet mi arıyorlar?» sormak suretiyle onların ne denli bir gaflette olduklarını belirtti. | Yani onların yanında, izzet mi var? Hayır, kâfirlerde izzet yoktur. Kesinlikle izzetin bütünü, kuvvet ve kudretin tamamı ve galib gelmek Allah'a aittir. Allah'ı dost edilenler aziz kalırlar. Ona ibadet edenler aziz kalırlar!... Eaşka. bir âyette, «îszet Allah için, Allah'ın Resulü İçin ve müminler içindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler» (El-Münafı kun: 8) Duyurulmaktadır.
(140) Allah size Kitabda indirdi ki, âyetlerinin inkâr edildiğini ve1 o âyetlerle alay edildiğini işittiğiniz zaman...... onlarla oturmayınız..»
Bir mecliste Alltuh'ın âyetleri inkâr edilirse, onlarla alay etmeye
gidilirse, orada oturmanın haram olduğunu belirtiyor bu âyeti celîle...
«El-En'am sûresinde: «Bizim âyetlerimize dalıp gidenleri gördügünüz zaman onlarda yüz çevir. Ta ki onlar ondan başka bir Konuya dalarlarsa.» (Enam: 58) diye beyan edilmiştir.
Bu âyet Mekke'de nazil oldu. Müşrikler Kur'an'a dalıyorlar, meclislerinde onu alay konusu yapıyorlardı. Sonra Yahudi âlimleri Medine'de aym şeyi yaptılar. Münafıklar onların yanında oturuyor, onlarla beraber Kur'an ile alay etmeye dalıyorlardı. Ce-nab-ı Hak müminleri bunlarla beraber oturmaktan menetmiştir. îbni Abbas: «Bu âyete, kıyamete kadar din hususunda yenilik getiren ve bid'at icad eden herkes dahildir» diyor. Eğer âyetlerle alay edenlerle beraber razı olarak oturursanız siz de küfürde onlarla eşit olursunuz. Bu âyeti celîle «Küfre rıza göstermek küfürdür» hükmüne delâlet eder [188] İnkâra rıza göstermek, inkarcıların gurubuna katılmak demektir. Yani onlara katılan günah yönünden onlar kadardır. Eğer hiç karışmazsa, fakat kalben rıza gösterirse yine durum budur. Eğer onların yanında oturur, fakat yaptıklarından razı olmazsa, belki onlara kızarsa ancak, onların şerrinden emin olmak için oturmuş ise, o vakit durumu daha da kolay olur. Eğer bir bidatçı veya bir inkarcı ile beraber oturur, o bidatçı da bidatine ve inkârına dalmıyorsa, kerahiyetle beraber onun1 la oturmak caizdir. Bazı âlimler «Hiçbir hal-u-kârda caiz değildin) de-mişlerse de birinci görüş daha sıhhatlidir. Çünkü hadîsi şerifte gelmiştir ki:
«Allah'a ve son güne îman eden bir kimse üzerinde içki çevrilen (içilen) bir sofrada oturmasın.» Münafıklar dünyada kâfirlerle Kur'an âyetiyle istihza etmek konusunda bir araya geldikleri gibi, âhi-rette de Cenab-ı Hak onları cehennem azabında bir araya getirecektir. [189]
(141) O münafıklar kî sizi gözler dururlar. Eğer Allah'tan size bir zafer verilirse, sizinle beraber değil miydik? derler. Eğer kâfirlere bir nasib çıkarsa,1 kâfirlere size yardım ederek galibiyetinizi sağlamadık mı? Sizi müminlerden korumadık mı? derler. Artık kıyamette Allah aranızda hüküm verecektir. Allah elbette kâfirler için müminlerin aleyhine bir yol (fırsat) kılmamıştır.»
(142) Münafıklar güya Allah'ı kandırırlar. Oysa Allah hilelerini başlarına geçirir. Münafıklar namaza kalktıklarında gevşek ve tembel olarak kalkarlar4 İnsanlara gösteriş olsun diye yaparlar. Allah'ı pek az anarlar.»
(143) O münafıklar kâfirlikle müslümanlık arasında bocalayarak dururlar. Ne onlardan ne bunlardan olurlar. Kim ki Allah onu saptirmışsa, asla ona bir yol bulamazsın.»
(144) Ey îman edenler! Sakın ha, müminleri bırakıp kâfirlerden dost edinmeyiniz. Yoksa aleyhinizde Allah'a apaçık bir hüccet vermek mi istiyorsunuz?»
(145) Kesinlikle münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar. Münafıklar için asla bir yardımcıya rastlayanlasın!»
(146) Tevbe edip ıslahı nefs edenler, Allah'a tutunup dinlerini katıksız olarak Allah'a kılanlar bu hükmün dişındadırlar. İşte onlar müminlerle beraberdirler. Gelecekte müminlere Allah büyük bir ecir verecektir.»
(147) Eğer şükredip inanırsanız, Allah size azab etmeyi neylesin? Allah şükredici yani şükrün karşılığını verici ve bilicidir.» [190]
«O münafıklar ki sizi gözler dururlar.» Yani sizin başınıza gelecek hayrı ve şerri beklerler. Eğer Allah tarafından siz muzaffer olup düşmanı mağlûb kılar, ganimeti elde ederseniz, hemen ganimete ortak olmak için, «Biz savaşta ve hadisede sizinle beraber değil miydik?» Veya «Sizin dininizin üzerinde değil miydik?» Veya «Cihadda sizinle beraber değil miydik» diyorlar. Eğer kâfirler galip gelir, müminler mağlûb olursa, bu sefer kâfirlere «Eğer müminlerle ciddiyetle savaşa katılmış olsaydık sizi mağlûb edecektik. Fakat katılmadık, sizi mağlûb etmekten kurtardık. Ve müsl umanlardan da sizi koruduk. O halde sizin bu nasibinizde bizim de payımız olacaktır.» derler. Ayetten anlaşılıyor ki münafıklar savaşlara katılıyorlardı. Ve ganimetten menedilir-lerdi. Müslümanların zaferine Kur'an «fetih» tâbirini kullandı. Kâfirlerin zaferinde de pay mânâsına gelen «nasib» tâbirini kullandı. Çünkü kâfirlerin nasibi hasistir. Onlar sadece geçici dünya için savaşırlar. Müslümanlar ise ebedi saadeti elde etmek için savaşırlar. Ganimet ikinci plânda gelir. Allah müslümanların ve münafıkların arasında kıyamet gününde hükmedecektir. Yani münafıklar yaptıklarıyla kalmayacaktır. [191]
Cenab-ı Hak hiçbir zaman gerçek müslümanların aleyhinde kâfirlere fırsat vermemiştir ve vermeyecektir» Bazı tefsir âlimleri bu fırsat vermeyişi âhirettedir, demişler. Zira rivayete göre bir kişi Hz. Ali'den bu âyeti sormuştur. «Bu âyette Cenab-ı Hak hiçbir zaman müminlerin aleyhinde kâfirlere fırsat vermeyeceğini vaadediyor. Halbuki kâfirler bizi öldürüyor, mağlûb ediyorlar?» Hz. Ali (R.A.) ce-vab olarak dedi ki: «Kıyamet gününde Allah müminlerin aleyhinde kâfirlere asla fırsat vermeyecektir.» Fakat müfessirlerin çoğu «Bu hüküm, dünyadadır. Bunun mânâsı; Müminlerin delil ve hücceti daima galibtir. Konuşma neticesinde kâfirler mağlûb olurlar. Hüccet ile hiç kimse nıüslümanlan mağlûb edemez» demektir, demişlerdir.
Bazı tefsir âlimleri de «Cenab-ı Hak, kâfir bir devlete müslüman bir devleti tamamen silip süpürme fırsatını vermez, demektir» dediler. Bazıları da «Cenab-ı Hak, Islâmı temelinden ortadan kaldıracak şekilde müminlerin aleyhine kâfirlere fırsat vermeyecektir. İslâmm temeli kıyamete kadar baki kalacaktır» demektir, demişlerdir.
Müslim Sevban'dan rivayet etti; «Rabbimden ümmetimi bir kıtlık senesiyle veya nefislerinden başka harimi ismetlerine el uzatmayı helâl edip onları helak eden bir düşmanı onlara musallat kılmakla helak etmemesini istedim. Rabbim: Ey Muhammed! Ben bir hüküm verdiğimde o reddedilemez. Ben senin ümmetine kıtlık bir sene ve nefislerinden olmayan ve harimi ismetlerini helâl lalan bir düşmanı onlara musallat kılmayacağıma dair söz verdim. İsterse yeryüzündekiler hepsi biraraya gelsinler. Ancak ümmetinin, bazısı diğerini öldürüp helak edecek ve bir birini tutsak kılacaktır!» [192]
«Münafıklar güya Allah'ı kandırıyorlar...»
Yani kandırmaca bir muameleyi Allah ile yapmak istiyorlar. Halbuki Allah onların yaptıklarını başlarına makus ediyor. Ayeti celîlede: «Münafıklar Allah'ı kandırıyorlar. Halbuki Allah onları kandırıcıdır» şeklindeki tâbir, bu şekilde tevil edilir. Veya «Münafıklar Allah'ı kan-dınyorlar»dan maksad «Allah'ın Resulünü kandırmaya çalışıyorlar» demektir. Yani «Muzaf» mukadder olur. Zahirde İslama giriyorlar. Fakat içlerinde küfür vardır. Esasında onları en şiddetli ceza ile cezalandıracak olan Allah onların bu tür hareketlerinin karşılığını verecektir. Bazı tefsir âlimleri Hasanı Basrî'den rivayet ederler: «Müminlerin eline kıyamette nur verildiği gibi münafıkların eline de verilir. Müminler nurlanyla köprüyü aşarlar. Münafıkların nuru tam köprünün başında söner» demişlerdir. [193]
«Münafıklar tembel tembel namaza kalkarlar.» Çünkü onlar namazdan herhangi bir sevabı ummazlar. Ve namaz kılmakla Allah'ı razı etmek emelinde de değildirler. Namazı terkederlerse, bir ceza terettüp edeceğine de inanmıyorlar. Ancak zahirde kılıcı, boyunlarından kaldırmak için namaza kalkıyorlar ve bu da ağır geliyor. Daha önce geçtiği gibi, Cenab-ı Hak, «El-Bakara» sûresinde: «Şüphesiz ki namaz, Allah'tan korkanlar müstesna, diğer insanlara ağır geliyor» buyuruyor. Riyakârlık ve gösteriş münafıkların cibiliyetinde olan bir haslettir. «Onlar, Allah'ı pek az anarlar». Yani dilleriyle andıkları, kalblerin-den anmak gelmediği için çok da anarlarsa pek az sayılır. Bazı tefsir âlimleri «Burada zikirden (anmaktan) maksat namazdır. Namazı pek az kılarlar. Tek başlarına kaldıklarında, evlerinde namaz kılmazlar. Veya namazın içinde sadece tekbir alırlar. Hiçbir şey okumazlar. Sonunda da sadece selâm verirler.» demektir, dediler. Münafıklar îman ile küfür arasında bocalamaktadırlar. Yani ne doğru dürüst küfre, ne de doğru dürüst îmana girerler. Bocalayıp dururlar. Ne kâfirlerden, ne de müminlerdendirler. Yani iki taraftan da merdutturlar. Zahirde iki tarafla da ilişkileri vardır.
«Allah kimi sapünrsa ona asla bir yol bulamazsın.» Müslim ve Buharı ittifakla îbni Ömer'den rivayet ediyorlar. Resulü Ekrem buyurdu:
«Münafılan meselesi iki sürü arasında kÖrleşip, şaşakalmış bir koyun meselesine benzer. Bazan bu sürüye kaçıyor, bazan öbür sürüye kaçıp duruyor!»
Yani mütehayyir ve mütereddittir. Hangi koyundan olduğunu bilmiyor. Münafıklar da öyledir. Bazan müminlere bazan kâfirlere, veya zahirde müminlerle beraber, batında kâfirlerle beraberdirler. [194]
«Ey îman edenler! Sakın müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyiniz...»
Bu âyeti celîle, Abdullah bin Ubeyy ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. İkiyüzlülük münafıkların sıfatı olduğu için Cenab-ı Hak, müminlere münafıklara benzememe nasihatında bulundu. Bu âyetin sebebi nüzulü: Medine'deki Ensarın «Beni-Nadir» ve «Beni Kureyza» Ya-hudilerinden dostları ve süt kardeşleri vardı. Onları bırakmaları için Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi. Ensar Resûlüllah'a geldi:
«Ey Allah'ın Resulü! O halde biz kimi dost edinelim?» diye sordular. Cenab-ı Peygamber (S.A.V.):
«Muhacirleri dost edininiz!» buyurdu. [195]
«Kesinlikle münafıklar ateşin en alt tabakasmdadırlar...»
Bu âyeti celîle
münafıkların yerini ve makamlarını belirten bir âyeti celâledir. Yani
cehennemin derinliğindedirler. Niçin böyledirler, çünkü onlar küfrün en
çirkinlerine sahihtirler. Çünkü küfürlerine, İs-lâmla istihza etmek,
müslümanlan kandırmak çirkinliklerini de eklemişlerdir. Eğer «Niçin münafıkın
azabı kâfirin azabından daha şiddetlidir?» diye sorulursa cevab şudur: Münafık
küfürde kâfir gibidir. Bir de münafıklıkta daha fazlası da vardır. Yani küfrüne
küfürden daha çirkin olanı, İslâmla istihza etmeyi, müslümanlarla alay edip sırlarını
ifşa etmeyi ve kâfirlere aktarmayı eklemişlerdir. Bunun için Cenab-ı Hak
münafıkların azabını kâfirlerin azabından daha şiddetli kılmıştır. Münafık,
zahirde iman etmiş görünüp kalben kâfir olan kimse demektir. Bazı tefsirciler
«Münafık, diliyle İslâmı ikrar eder. Fakat hükümleriyle amel etmeyen,
kayıtlarıyla kayıtlanmayan ve İslâm ahkâmının altına girmeyen kimse demektir.»
derler. Müslümanlardan fâsıklık yapan bir kimseye «Münafık» demek, tağliz
içindir. Esasen münafık kalben kâfir olan demektir. Resûlüllah'in, «Üç haslet
vardır. Onlar kimde bulunursa o münafıktır: Velev ki namaz kılsın, velev ki
oruç tutsun, velev ki ben müslümanim desin.
1- Konuştuğu
zaman yalan söyler,
2- Söz
verdiği zaman muhalefet eder,
3- Emin sayıldığı zaman hainlik yapar.» Hadisinde geçen münafık ile âyetteki münafık arasında fark vardır. Hadisdeki kâfir mânâsına değildir. Hadisin mânâsı: Bu hasletler münafıkların sıfatlanndandır. Bunları yapan bir müslüman kendisini münafıklara benzetmiştir. Bundan kaçınsın diye yani tağliz ve teşdid için ona münafık denilmiştir.
«Ey Muhammedi Sen hiçbir zaman bu münafıklara yardım edip de onları Allah'ın azabından kurtaracak bir yardımcı bulamazsın. Ancak münafıklardan tövbe eden, İslahı nefs eden ve Allah'a (Kitabına) sarılmış olan (Allah'a sarılmak, sistemine sarılmak demektir), taatle-
rini ve ibâdetlerini katıksız Allah için yapan, riyakârlıktan kaçanlar, müstesnadır. Onlar müminlerle beraberdir. Onlara azab yok. Hem dünya hem âhirette müminler (in adedin) den sayılır. Allah (C.C.) müminlere büyük ecir verecektir.» Münafıkm azab gördüğü en alt tabaka, «El-Hâviye»dir. Cehennemin en üst tabakası «Lezza»dır. Sonra «Hutame» gelir. Sonra «Sair» gelir. Sonra «Sakar», sonra «Cehiim», sonra «Haviye» gelir.
İbni Mes'ud, «Cehennemin en alt tabakasında münafıklar için demirden yapılmış tabutlar vardır. O tabutlar ateşin içerisinde dahi kilitlidirler.» dedi. [196] Hadîsi Îbnu-Ebid-Dünya el-Ahvas'dan o da İbnu-Mesud'dan rivayet ettiler.
İbni Ömer:
«İnsanların, kıyamet gününde azab yönünden en şedidleri üç sınıftır: 1 — Münafıklar, 2 — Maide yani sofra arkadaşlarından kâfir olanlar, 3 — Firavunun yakınlarından kâfir olanlardır, diyor.»
Bunun tasdiki Allah'ın kitabında vardır. Meselâ burada Cenab-ı Hak: «Münafıklar ateşin en alt tabak asın d adı Ham diyor. Maide (sofra) arkadaşları hakkında «Şüphesiz ben ona öyle bir azab vereceğim ki, âlemlerden hiç kimseyi o azabla azablandırmayacağım» diyor. Al-i Firavun hakkında da Cenab-l Hak: Firavunun âlini azabın en şedidine sokunuz» diyor.
Bu istisna ile ilgili olarak Buharı, El Esved'den rivayet ediyor: Biz Abdullah'ın halkasında bulunuyorduk. (Yani onun ders halkasin-daydık.) Huzeyfe b. Yaman geldi. Yanımızda durup selâm verdi, sonra şöyle söyledi:
«Nifak (yani münafıklık) sizden daha hayırlı olan bir kavimin üzerinde (hakkında) indi.»
El Esved, Huzeyfe'nin bu sözüne karşılık olarak: Sübhanallah! Cenab-ı Hak buyuruyor: «Şüphesiz ki münafıklar ateşin en alt tabakasındadir», sen de bunu söylüyorsun.
Bunun üzerine Abdullah tebessüm etti. Huzeyfe gidip mescidin bir köşesinde oturdu. Abdullah kalkıp yanına gitti. Ders halkasında oturanlar da dağıldılar. Huzeyfe bana bir taş atıverdi. Yanına vardım. Huzeyfe buyurdu:
«Abdullah'ın tebessümüne hayret ettim. O benim söylediğimi biliyordu. Kesinlikle nifak sizden daha hayırlı olan bir kavmin hakkında nazil oldu. Sonra onlar nifaktan tövbe ettiler. Allah ta tövbelerini kabul etti.»
«Eğer şükreder inanırsanız Allah sizin azabınızı neylesin» âyeti ce-lîlesi, münafıklara ve bütün insanlara hitab ediyor. Yani şükreden ve îman eden bir kimseye Allah azab etmez. Kullarını azaba duçar etmek Allah'ın mülkünü artırmaz ki, kullarına azab etmeyi bırakmak onun saltanatından bir şey eksiltsin. [197]
«Dört haslet vardır. O dört haslet kimde bulunursa onun lehinde olur. Üç haslet de vardır ki, onlar kimde bulunursa, onun aleyhinde olur. İnsanın lehinde olan dört haslet: Şükür, dua, iman ve istiğfardır. Çünkü Cenab-ı Hak «Eğer şükreder inanırsanız sizin azabınızdan Allah'a ne yarar vardır?» (En-Nisa: 148) buyuruyor. Başka bir âyette; «Sen onların içinde olduğun halde Allah onlara azab vermez. Onlar tövbe istiğfar ettikleri halde Allah onlara azab vermez.» (El-Enfal: 23) başka bîr âyet: «Eğer duanız olmasaydı Allah size önem vermezdi.» (El Furkan: 77). İnsanda olup da aleyhinde olan hasletlere gelince: Hile, Zulüm ve sözünde durmamaktır. Cenab-ı Hak: «Kim ki dönüş yaparsa nefsinin aleyhinde dönüş yapar.» (El-Feth: 10). Ve yine «Kötü hile ancak ehlini kapsar.» (Fatır: 43). Ve yine «Sizin zulmünüz ancak nefsinizin aleyhindedir.» (Yunus: 23) buyuruyor [198]
«Allah şükredici ve bilicidir.» Yani ibâdetlerinden ötürü kullarına teşekkür eder. Yani onları mükâfatlandırır. Onların az bir amelini kabul eder, büyük sevab verir. Yoksa Cenab-ı Hak hiç kimsenin minneti altında değildir ki, şükretsin!
Beyzavi şükrediciliğini şu şekilde tefsir ediyor: «Sevab vericidir. Azı kabul edici yerine çoğu vericidir.»
Hazin de şükrediciliğini, «Mümin kullarına sevab vericidir. Ecirlerini tam manâsıyla öderdir» dedikten sonra «Allah'ın şükretmesi demek, kullarının amellerinden aza razı olmak ve sevabîannı da kat, kat vermek demektir.» diyor...
Bazı tefsirciler «Madem ki Allah kullarına şükretmeyi öğretti, şükretmenin karşılığı olan mükâfata da şükür ismini taktı. Allah'ın sıfatlarından «Eşşekûr»ün mânâsı şükrün üzerinde sevab verir demektir. Bilicidir yani sizin şükrünüzün ve îmanınızın hakkını biliyor. Ve sizi ona göre mükâfatlandıracaktır.
Müslim ve Buharîde münafıklar hakkında şu hadis yer almaktadır. Allah'ın Resulü (Sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem):
«Namazların münafıklar üzerinde en ağın olanı yatsı ile sabah namazıdır. Eğer münafıklar yatsı ile sabahta ne gibi fazilet vardır, buseydiler, yüzüstü sürünseler dahi yatsı ve sabah namazlarına gelip katılırlardı. Ben niyet ettîmki, cemaatla namaz kıldırmayı birine emredeyim o namazı kıldırsın. Sonra ben de yanımda bazı kişiler alayım ve beraberinde kucak kucak odun olduğu halde namaza katılmamış bir kavme gidip onların üzerinde evlerini ateşle yakayım.»
Diğer bir rivayette «Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim, eğer onların herhangi birisi orada semiz bir kemiğin olduğunu veya iki güzel tırnağın bulunduğunu bilseydi namaza gelirdi. Eğer evlerde kadın ve çocuklar olmasaydı kesinlikle onların üzerine evlerini ateşle yakardım.»
İmam Malik, «El-Ulâ» bin Abdurahman'dan, o da Enes bin Malik'-ten rivayet etti. Resûlüllah buyurdu:
«O, münafık namazıdır. O münafık namazıdır. O münafık namazıdır. Münafık oturur, güneşi gözetir. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına geldiğinde kalkar, dört defa, yeri gagalar gibi acelece kılar. Namazında Allah'ı pek az anar.» [199]
Hadisi bu şekilde, Müslim, Tirmizi ve Nesei, İsmail bin Cafer el Medeni'den, o da «El-Ulâ» bin Abdurahman'dan rivayet ettiler. Tirmizi «Hasen» ve Sahihtir dedi.
İbn-i Mesud'dan gelen bir hadîsde: «Müslümanın, münafık ve kâfirin meselesi üç kişinin meselesi gibidir ki, bir derenin kenarına varıyorlar. Birisi dereyi boylar öbür tarafa geçiyor. Sonra ikincisi dereye vurup tam derenin ortasına geliyor. Dereyi geçmiyen onu çağırıyor:
— Azab olasıca! Nereye gidiyorsun? Helake mi gidiyorsun? Geri dön!»
Dereyi geçen adam onu çağırıyor:
— Kurtuluşa gel.»
Derenin ortasındaki adam, gah suya vurmayan adama, gah suya vurup geçene bakıyor, ansızın bir sel geliyor, onu alıp boğuyor. Dereyi geçen mümindir, boğulan münafıktır. Ne müminlerdendir ne de kâfirlerden... İkisi arasında bocalayıp duruyor.» Denilmektedir [200]
Muaz bin Cebel rivayet ediyor:
«Allah'ın Resulü buyurdu: Dinini halis ve katıksız olarak yap. Bu takdirde amelin azı da sana kâfidir.»[201]
(148) Fena sözü açığa vurmayı Allah sevmez. Ancak zulme uğramış müstesnadır. Allah işi ti c i ve bilicidir.»
(149) Eğer hayırlıyı açıklarsanız veya gizlerseniz yahut ta kötülüğü affederseniz, biliniz ki Allah çok affedici ve kudret sahibidir.»
(150) Şüphesiz ki Allah'ı ve Peygamberini inkâr edip Allah ile Peygamber'inin arasını ayırmak isteyenler, biz onların bazısına inanıyor, bazısını inkâr ediyoruz, diyenler ve bunun arasında bir yol tutmak isteyenler.»
(151) İşte onlar var ya, gerçekten kâfirdirler. Biz kâfir için rezil edici bir azab hazırlanıl sızdır.»
(152) O kimseler ki Allah'a ve Peygamberlerine îman ederler, Peygamberlerinden hiçbirini ayırmazlar. İşte onlara Allah gelecekte ecirlerini verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.»
(153) Kitab ehli, üzerlerine gökten bir ki t ab indirmeni senden istiyorlar. Muhakkak ki Musa'dan bundan daha büyüğünü istediler. Allah'ı bize açıktan göster dediler. Böylece zulümlerinden ötürü yıldırım onlara çarptı. Sonra buzağıya taptılar. Hem de açık delil kendilerine geldikten sonra bunu yaptılar. Onu da affettik. Musa'ya açık bir delil verdik.»
(154) Vaadetmelerinden dolayı Tur dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara «kapıdan secde ederek giriniz» dedik. OnJra cumartesi günü aşırı gidip hududlan aşmayınız dedik. Ve onlardan sağlam bir vaad aldık.» [202]
(148) Fena sözü açığa vurmayı Allah
sevmez...»
Bu âyetin tefsiri:
Cenab-ı Hak kötü sözü açığa vurmayı sevmediği gibi, kötülüklerin diğer çeşitlerini de sevmez. Fakat kötü söz daha fahiş olduğundan betahsis onu zikretti. Bu âyetin sebebi nüzulünde şunlar rivayet ediliyor:
Adamın biri bir kavme misafir gitti. Ona yedirmediler. O da bu durumlarını açığa vurduğunda âyet nazîl oldu. Ayeti celîle gıybetin ve nemimenin haram olduğunun hükmünü getiriyor. Alimler «İnsanların gizli durumlarını açığa vurmak caiz değildir. Çünkü bu insanların gıybete düşmesine vesile olur ve açıklayan şahsın da itham edilmesine yol açar. Fakat zulme uğramış bir insan o zulmü açığa vurabilir. Meselâ: «Falan adam benîm malımı çaldı veya gasbetti. Falan adam bana küfretti. Falan adam beni tokatladı» diyebilir. Hatta insanoğluna küfredene küfretme ruhsatı dahi verilmiştir. Fakat onun küfründen fazla değil. Onun küfrettiği kadar küfredecektir.» Dediler. Buna Ebu Hü-reyre'den rivayet edilen şu hadis delâlet eder:
«Küfürleşen iki kişi küfret tikçe onun günahı ilk başlatanın boy-nundadır.»
Başka bir rivayette: «Onlardan hangisi başlatmışsa onun boynun-dadır. Ancak mazlum başlatan zâlimi geçerse hüküm değişir.» denmiştir. Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
İbni Abbas: «Ayetin mânâsı Allah bir insanın diğer bir insana beddua etmesini sevmez, demektir» diyor. Ancak beddua eden mazlum ise, Allah ona zalime beddua etme ruhsatı vermiştir. Eğer sabrederse daha hayırlı olur.
Hasan Basri «Kişi kendisine zulmedene karşılık verir, fakat beddua etmez. Ancak «Ey Rabbim, ona karşı bana yardım et. Ey Rabbim, benim hakkımı ondan al. Ey Rabbim, benimle onun istediğinin arasına gir» şeklinde beddua edebilir Mukatil: «Ayet Ebu Bekir Sıddık hakkında nazîl oldu, diyor. Şöyle ki: Resûlüllah'ın huzurunda bir kişi Ebu Bekir'e (R.A.) hakaret etti. Ebu Bekir (R.A.) hakarete karşılık vermedi. Bu söz birkaç defa tekrarlandı. Sonra Ebu Bekir (R.A.) de karşılık verdi. Cenab-ı Peygamber kalktı. Ebu Bekir (R.A.): «Ey Allah'ın Resulü! Bu adam bana küfretti. Birşey söylemedin. Ona karşılık verdiğimde kalktın. Bu nasıl olur?» diye sorunca, Resûlüllah: «Bir melek senden ötürü ona cevab veriyordu. Sen bilfiil cevab vermeye başladığın zaman melek gitti şeytan geldi, ben de kalktım.» buyurdu. [203]
«Eğer siz hayırlı bir işi açığa vurursanız» âyeti, îbni Abbas'm tefsirine göre, oruç, sadaka, misafirlere ikram, silayı rahim yapmak gibi şeylerin açığa vurulmasının caiz olduğunu ve riyaya girmediğini beyan ediyor. «Eğer hayrı gizler, açığa vurmazsanız veya kötü sözü affederseniz kesinlikle Cenab-ı Hakkın kudret sahibi ve çokça affedici olduğunu biliniz.» Yani o da sizi affedecektir. Bazı tefsircüer «Eğer iyiyi açığa vurup onunla amel ederseniz, size on sevab yazılır. Eğer bir iyilik yapmak isterseniz ve onu işlemezseniz size bir sevab yazılır» demişlerdir. Bazı tefsirciler de «Hayrın bütün maksatları iki kısımda derleniyor, dediler: Birisi hakla beraber niyetin doğruluğu, ikincisi halkla beraber ahlâklı olmaktır.» Halkla ilgili hayırlara gelince o da iki kısımdır: a) Gerek gizlice, gerek açıkça: Onlara bir menfaat yetiştirmektir. «Eğer hayrı gizlerseniz veya açığa vurursanız» âyeti de buna işaret ediyor, b) Veya onlardan bir zararı kaldırmaktır. «Eğer kötülüğü affederseniz» âyeti de buna işaret ediyor. Öyleyse ne kadar hayır amelleri varsa ve ne kadar zararı defetme çalışmaları bulunuyorsa hepsi bu iki kelimenin kapsamına girmektedir.» Dediler. Tefsircilerden bir grub da «Hayırdan mafesad, maldır» demişlerdir. Bu takdirde âyetin mânâsı: «Allah için verdiğiniz sadakaları ister açıkça veriniz, ister gizlice, şüphesiz ki Allah (onu bilir) çokça affedici ve kudret sahibidir. Sizden zulmedilerek alınan bir malın zalimini affederseniz (biliniz ki) şüphesiz ki Allah çokça affedici ve kudret sahibidir» demektir.» [204]
«Şüphesiz ki Allah'ı ve Resulünü inkâr edenler...»
Bu âyet Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Onlar Hz. Musa ve Tevrat'a inanırlar. İsa ve İncil'i, Muhammed ve Kurta'ı inkâr ederlerdi. Bazı tefsircilere göre, hem Yahudi hem de Hristiyanîar hakkın- ( da nazil olmuştur. Yahudiler, Hz. Musa'ya îman ederler, Hz. îsa'yı ve Hz. Muhammed'i inkâr ederler. Hıristiyanlar da Hz. İsa'ya îman ederler, Hz. Muhammed'i inkâr ederler. Bu âyeti celîleden anlaşılıyor ki, Peygamberlerden birisini inkâr eden veya Allah'ın gönderdiği kitab-lardan birisini inkâr eden, diğerlerine inansa da kâfirdir. Bütün Peygamberlere birden inanmak gerektir. Allah'ın indirdiği bütün kitab-lann Allah katından geldiğine inanmak gerektir. Ama tahrif edilmiş kısımlarına inanmak gerekmez. Zira tahrif edilmiş kısımlara inanmak insanı küfre götürür. [205]
«Onlar, îman İle küfür arasında bir yol edinmek istiyorlar.» Halbuki îmandan çıkan küfre girer, küfürden çıkan îmana girer. Üçüncü bir yol yoktur. Çünkü Allah'a îman etmek ancak, Peygamberlerine îman etmek, onları tasdik etmek ile tamamlanır. Yani o Peygamberlerin Allah'tan getirip tebliğ ettiklerine mufassalan (maddelerine tek tek) ve mücmelen (bütününe birden) inanacaktır. Onun bir kısmını inkâr hepsini inkâr gibidir. Cenab-ı Hak başka bir âyette: «Haktan sonra sapıklıktan başka ne olabilir?» (Yunus: 32) buyuruyor.
Âyeti celîle, Hıristiyan ve Yahudilerden başka diğer küfür gurub-lan hakkında da inmiş olabilir. Meselâ: Samire gurubu, Hz. Musa'nın halifesi olan Yuşa'dan sonra gelen Peygamberlerin hiçbirisine inanmıyorlardı. Mecusiler de Zeradeşt (veya Zerdaşt) adlı bir Peygambere inanıyorlardı. Sonra onun şeriatını inkâr ettiler. Ve onların aralarından kaldırıldı. Hülâsa; bütün Peygamberlere îman etmek farzdır. Hased-den, asabiyetten veya keyfi olarak bir Peygamberin Peygamberliğini inkâr etmek küfürdür. «Biz Peygamberlerden birinin arasını diğerinden ayıramayız.» (El-Bakara: 285).
(153) Kitap ehli, üzerlerine gökten bir Kitap indirmeni senden istiyorlar...» Bu âyetin izah ve tefsiri:
Muhammed bin Kâb ul Kurezi, Süddî ve Kattade derler ki: «Yahudiler, Resulü Ekrem'den, Tevrat'ta olduğu gibi göklerde yazılmış bir kitabın indirilmesini istediler. İbni Cureyc «Yahudiler, Resulü Ekrem'den, Allah tarafından bir sahife insin ki, onda «Allah'dan falan ve filan adama gönderiliyorum» ibaresi yazılı olsun istediler. Bunu inad, küfür ve ilhadlarından istiyorlardı. Bunlardan önce de Kureyş-liîer aynı şeyleri veya benzerlerini istemişlerdir. Nitekim Cenab-ı Hak, îsra sûresinde: «Biz sana iman etmeyiz, ta ki bize yerden pınar suyu fışkırtıp akıtırsan.» Yahudiler daha önce Hz. Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi. «Bize Allah'ı açıkça göster» demişlerdi. Zulümlerinden ötürü onlara yıldırım çarptı. Ve Cenab-ı Hak, «El-Bakara» süresindeki «Hatırlayın o zamanı ki, sîz, Ey Musa, Allah'ı gözümüzle görmedikçe sana îman etmeyiz. Bundan sonra, baktığınız halde, yıldırım size çarptı. Sonra ölümünüzün arkasından sizi dirilttik. Ta ki şükre-desiniz» deniliyor. Onlara beyyineler —yani deliller geldikten sonra dahi buzağıya taptılar. Bu «Beyyineler» den maksad, Mısır'da Hz. Musa'nın eliyle onlara gösterilen mucizelerdir. Firavun ve ordularının denizde boğuldu. Denizi ancak onlardan olan kimseler geçti ve onlar sanemlere (putlara) tapan bir kavmi gördüler. «Ey Musa, bunların ma-budlan gibi bize de bir mabud kıl» dediler. Musa (A.S.) münacaata gittikten sonra onlar buzağıya taptılar. Döndüğünde aralarında olan olduktan sonra Cenab-ı Hak, onların yaptıklarından dolayı tevbeleri buzağıya tapmayanın buzağıya tapanı öldürmeleriyle kabul etti. Böylece onlar birbirlerini öldürmeye başladılar. Sonra Cenab-ı Hak onları diriltti. «Biz onu affettik. Musa'ya açık bir delil verdik.» buyurdu. Onlar Tevrat'ın hükümlerini tatbik etmekten kaçındıklarından, Hz. Musa'nın getirmiş olduğu ilâhi sistemi tatbik etmekten çekindikten sonra Allah (C.C.) Tur dağını kaldırıp havada onların başının hizasında durdurdu. «Eğer bunu kabul etmezseniz, dağ üzerinize düşecektir.» Onlar böylece kabul ettiler, secde ettiler, dağ üzerimize düşer diye başlarının üstüne bakadurdular.
Onlar «Beytül Makdis'in kapısından secde ederek girmeleri, Ya-rab! Cihadı terkettiğimizden dolayı bize yüklenen günahlarımızı ve Hz. Musa'nın sisteminden kaçındığımızdan dolayı kırk sene Tih çölünde dolaşmamızı bizim için affeyle» demekle emrolundukları halde onlar kuyrukları üzerinde ve buğday mânâsına gelen «Hintatun» kelimesini tekrarlayarak girdiler. Cenab-ı Hak onlara: «Cumartesiyi koruyunuz, Allah'ın size haram kıldığı şeylere dikkat ediniz» dediği halde muhalefet ettiler. Allah'ın haram ettiğini hileli yerlerde yapmaya kalkıştılar.
Bu âyetler Resulü Ekrem'e tesellidirler. Yani Cenab-ı Hak; bu karşı gelme sadece senin için değil, senden önceki Peygamberlerde de böyle olmuştur, deyip Peygamberine teselli veriyor. [206]
(155) Onlann sözlerini bozmaları. Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, Peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve bizim kal hicrimiz perdelidir demeleri onların lanetlenmesine vesile olmuştur. Doğrusu Allah onlann kalbi erin e küfürlerinden Ötürü mühür vurmuştur. Azları müstesna onlar İmana gelmezler.»
(156) Küfürlerinden ve Meryem'in üzerine büyük bir bühtan söylediklerinden dolayı...»
(157) Biz Allah'ın Resulü Meryemin oğlu İsa Mesih'i öldürdük demelerinden dolayı, Allah onlara lanet etmiştir. Onlar İsa'yı öldürmediler ve İsa'yı asmadılar. Ancak onlara bir benzetme yapıldı. Şüphesiz ki fsa hakkında ihtilâfa düşenler kesinlikle bundan ötürü şüphe içerisindedirler. Onun hakkında bir ilme sahib değildirler. Ancak zan-nın peşine takılırlar. Gerçekten onu öldürmemişlerdir.»
(158) Doğrusu Allah onu kendi katma yükseltti. Allah güçlüdür, hâkimdir.»
(159) Kitab dilinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce isa'ya îman etmesin. İsa ise, kıyamet gününde küfürlerinden ötürü onlann aleyhinde şahid olacaktır.»
(160) Yahudilerin zulümlerinden, çok kimseleri Allah yolundan alakoymalarmdan...»
(161) Kendilerine yasaklandığı halde faizi almalarından, haksız olarak insanların mallarını yemelerinden ötürü onlara daha önce helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Onlardan kâfir bulunanlara acıklı bir azab hazırladık.»
(162) Lâkin onlardan ilimde derinleşenlerle müminler senden önce vahye ve sana indirilene inanırlar. Bunlar namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah'a ve âhirete inananlardır. İşte bunlara çok büyük bir mükâfat vereceğiz.» [207]
(155) Onların sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri...... lanetlemelerine vesile olmuştur.»
Bu âyetin tefsiri:
Yahudiler vermiş oldukları vaadi bozdular. Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler. Zekeriyya ve Yahya gibi Peygamberleri öldürdüler. Ve bizim kalblerimiz perdelidir —yani sizin dediklerinizi anlamıyoruz— veya kalblerimiz ilimle doludur, bizi çağırdığınız işe ihtiyacımız yoktur diye iddia ettiler, Hz. Meryem'e büyük bir bühtan yani zina isnad ettiler, yani İsa (A.S.) nasıl babasız dünyaya gelir? deyip de Meryem'e zina isnad ettiler. Ve dolayısıyla babasız evlâd yaratmaya Allah'ın kadir olmadığını söylemiş oldular. Evet bütün bunlardan dolayı onlara lanet edilmiştir. [208]
Yahudilerden bir gurub İsa (A.S.) ve annesine küfrettiler. İsa (A.S.) onlann aleyhine «Ey Allah'ım, sen benim Rabbimsin. Kelimenle beni yarattın. Ey Allah'ım, bana ve anneme küfredene lanet et.» diye beddua etti. Cenab-ı Hak onların ikisine küfredenleri maymun ve domuz şekillerine soktu, mesnetti. O, mesih olanlar bilahare helak oldular. Zürriyetsiz gittiler. Bunun için Yahudiler Hz. İsa'yı öldürmek hususunda ittifakla karar aldılar. Cenab-ı Hak, İsa kuluna «Seni semaya yükselteceğim» haberini verdi ve «Yahudilerin sohbetinden seni temizleyeceğim» vaadinde bulundu. Bundan sonra Hz. İsa (A.S.) arkadaşlarına: «Hanginiz razıdır ki benim benzerliğim ona geçsin, o öldürülsün? Asılsın ve cennete girsin.» diye sordu. Onlardan birisi ayağa kalktı: «Ben istiyorum» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, îsa'nın benzerliğini ona geçirtti. O öldürülüp asıldı. Bazı tefsirciler «Hz. İsa'nın havarileri içinde birisi vardı. Münafıklık yapıyordu. Yani İsa'yı ihbar ediyordu. İsa'yı öldürmek istedikleri zaman o münafık onlara «Ben sizi İsa'nın bulunduğu yere götüreyim» dedi ve gitti. İçeri girdi. İsa (A. S.) göklere kaldırıldı. Allah onun benzerliğini o münafıkın üzerine atti. Onun arkasından içeri girdiler. Onu tuttular ve İsa (A.S.) olduğunu zannederek kendisini öldürdüler. Bu, Allah'ın hükmüne karşı taannüd eden ve ona bir türlü îman etmeyen bir kavim için mümkündür.
Bu hadiseden sonra Yahudilerden bir kısım: «îsa (A.S.) yalancı idi. Gerçekten biz onu öldürdük» dediler. Başka bir kısım tereddüde girdiler. Bazıları, «Bu İsa ise, İsa'yı yakalatmak için içeri giren arkadaşımız nerede?» diye sordu. Bazıları da: «Bunun yüzü İsa'nın (A.S.) yüzüdür. Fakat bedeni bizim arkadaşımızın bedenidir» dediler. Daha önce' «Hz. İsa'dan «Allah beni göklere götürecektir» sözünü işiten ise «İsa (A.S.) göklere refedildi.» dedi. Bazı tefsirciler de «Nasut, yani topraktan gelen beden asıldı. Lahut yani ruh göklere yükseldi» dediler. Bunlar böylece İsa (A.S.) hususunda tereddüt ve şüphe içinde kıvranıp gidiyordu.
İbni Kesir şunları söylüyor:
Allah Meryem oğlu İsa'yı (A.S.) beyyinelerle, hidayetle gönderdiği zaman, Allah'ın (C.C.) İsa'ya (A.S.) vermiş olduğu Peygamberlik ve açık mucizeler ki, kör ve kötürüm onun huzuruna götürülür, derhal şifâ bulurlardı. Allah'ın izniyle ölüleri diriltirdi. Allah'ın izniyle çamurdan kuş yapar ve o kuşu uçurturdu. Allah'ın İsa'ya (A.S.) verdiği bu mucizelere rağmen onlar Hz. İsa'yı yalanladılar. Ona muhalefet ettiler. Her imkânlarıyla ona eziyet etmeye çalıştılar. Öyle ki Allah (C.C.) İsa (A.S.) kuluna onlarla beraber bir memlekette durmamayı, annesiyle beraber çokça seyahat etmeyi emretti. Bu da onları ikna etmedi Isa (A.S.)'yı o zaman da Dimeşk Kralına şikâyet ettiler: Bu adam yıldızlara tapan müşrik ve kâfir bir kimseydi. Yunan asıllıydı. Roma'nm o diyarlarda genel valisiydi. Dediler ki: Beytul-Makdis'de bir bir kişi vardır. Halkı fitneye götürüyor ve saptırıyor. Padişahın raiyesini aleyhinde kışkırtıyor. Bunun üzerine kral öfkelendi: «Bu kim oluyor?» dedi. Ve Kudüs'teki naibine yazdı. «Bu kişiyi tut, as. Başının üzerine diken koy ve halkı onun eziyetinden kurtar.» Kitab yani mektup veya emirname Naibine (valiye) geldiğinde Beytul-Makdis'in Valisi derhal emredileni yerine getirmeye kalkıştı. Yahudilerden bir gurubu yanma aldı. İsa'nın (A.S.) bulunduğu eve gitti. İsa (A.S.) on veya on iki veya onüç talebesiyle beraber içerdeydi. Bazı rivayetlere göre on yedi neferdirler. Gün de, Cuma günü idi. İkindi namazından sonra ve Cumartesi akşamıydı. Orada îsa (A.S.)'yi muhasaraya aldılar. Onların geldiğini hissetti. Ve çıkıp kaçma imkânı kalmadığını anlayınca arkadaşlarına: «Hanginiz Cennette bana arkadaş olmak şartıyla benim benzerim olmak istiyor?» dedi. Böylece onların küçüklerinden, (gençlerinden) birisi kalktı. Hz. İsa onu küçük buldu. Sözünü ikinci ve üçüncü kez tekrarladı. Hep aynı genç ayağa kalkıyor, «BEN» diyordu. Sonunda Hz. İsa: «İşte sen o ol» dedi. Allah İsa'nın (A.S.) benzerliğini sanki İsa (A.S.) imiş gibi ona verdi. Evin tavanından bir pencere açıldı. İsa'yı (A.S.) uyuklama tuttu ve bu halde iken göğe yükseltildi. İsa (A.S.) gittikten sonra bu talebeler dışarı çıktılar. Vali ve yanındaki cemaat bu genci görünce onu İsa (A.S.) zannettiler. Geceleyin onu aldılar, astılar. Başının üzerine dikenler koydular. Yahudiler de bununla gurur duydular. Diğerleri, evde olmayanlar, onları bu hususta tasdik ettiler. Ancak evde olanlar İsa'nın (A.S.) refini gözleriyle gördükleri için öyle zannetmediler. Rivayetlere göre, Meryem o asılan kişinin önünde oturup ağladı. Ve diğer rivayetler, o asılan kişinin Hz. Meryem'le konuştuğunu anlatır. Bunların hepsi Allah'ın kullan için imtihanlardır ve bunlarda çok açık hikmetler vardır. Cenab-ı Hak bu durumu, Peygamberi Hz. Muhammed'e indirmiş olduğu Kur'an'da açıkça belirtti: «Onlar İsa'yı öldürmediler. Asmadılar. Fakat İsa'ya benzetilmiş birisini gördüler, onu İsa zannettiler.» Yani İsa'yı öldürme iddiasında bulunanlar şüphededir. Cahil Hıristiyanlar da bu hususta Yahudilere ayak uyduranlar da aynı şüphenin içerisinde kıvranıp duruyorlar. Kesinlikle onu öldürmediler. Belki Allah (C.C.) onu katına refetti. «Allah galibdir.» Ona sığman hiç kimseyi başkasına ezdirtmez. «Hakimdir.» Hüküm buyurduğu herşeyde hikmet vardır. [209]
İbn Ebi Hatim, bize Ahmed bin Sinan, ona Ebu Muaviye, ona A'meş, ona Elmunhal bin Amr, ona Said bin Cübeyr, ona da İbni Ab-bas haber verdi: Allah İsa'yı göklere kaldırmak istediğinde, İsâ arkadaşlarının yanma çıktı. Onlar oniki kişi idiler.
Havarilerdendiler. Ve : «Bana îmân ettikten sonra on iki defa beni inkâr eden sizin aranızdadır» dedi. Sonra: «Hanginiz istiyorsunuz ki, bana benzetilsin ve benim yerime öldürülsün? Ve derecemde cennette benimle beraber olsun?» Bir genç kalktı, «Ben» dedi. Ona «Otur» dedi. Genç oturdu. Sonra tekrar sordu. Yine o genç kalktı. Sonra ona yine «Otur» dedi. Sonra sözünü tekrarlayınca yine o, genç kalktı ve «Ben» dedi. Sonra Hz. İsa (A.S.): «O, sen olasın» dedi. Genç Hz. İsa'ya benzemiş oldu. İsa (A.S.) da tavanda açılan bir pencereden göklere yükseldi. Sonra Yahudiler gelip genci götürdüler, öldürdüler ve astılar. Onlardan bazıları İsa'ya îman ettikten sonra oniki defa onu inkâra kalkıştı. Üç guruba ayrıldılar. Bir gurub. «Allah bizim aramızda idi. Dilediği kadar durdu. Sonra göklere yükseldi, gitti.» dedi. Bunlar «El-Yakubiyye» gurubudur. İkinci bir gurub «Allah'ın oğlu dilediği kadar bizim aramızda kaldı. Sonra Allah onu katına götürdü» dediler. Bunlar da «En-Nasturiye» gurubudur. Üçüncü bir gurup «Allah'ın kulu ve Peygamberi bizim aramızdaydı. Sonra Allah onu katına götürdü» dediler. Bunlar da müslüman kısmındandı. Böylece iki kâfir gurub birleşti, müslüman gurubla savaştı. İslâmiyet, Resulü Ekrem gelinceye kadar sönük olarak kaldı.»
Bu isnad İbni Abbas'a kadar sahihtir. Nesei, Ebu Kureyp'ten o da Ebu Muaviye'den benzeri bir isnadla aynı şeyleri nakletmiştir. Seleften birçokları aynı isnada benzer isnadlarla bunu rivayet etmişlerdir. İbni Cerir, Veheb'ten buna benzer bir nakil yapar. O da şudur:
İsa (A.S.) dünyadan ayrılacağını Allah'tan öğrenince ölümden ürktü ve kendisine Ölüm ağır geldi. Havarileri çağırdı. Onlara yemek hazırladı. Dedi ki, «Bu gece bana geliniz. Sîze ihtiyacım vardır.» Geceleyin yatsı zamanı onun yanında toplandılar. İsa (A.S.) bizzat onlara hizmet etmeye başladı. Yemekten sonra Hz. İsa onların ellerini kendi elleriyle yıkıyor, ellerini kendi elbiseleriyle kurutuyordu. Bu onlara çok ağır geldi. Hoşlarına gitmedi. Hz. İsa: «Benim yaptığımdan bir şeyi bu gece kabul etmeyen benden değildir, ben de ondan değilim.» Böylece Hz. İsa'yı kendi haline bıraktılar. Bütün hizmetler bittikten sonra şunları söyledi: «Bu gece size yapmış olduğum hizmete gelince... Yemek yedirdim, elerinizi ellerimle yıkadım. Bu sizin için uyulacak bir ders olsun. Siz beni sizden daha hayırlı olarak görüyorsunuz. Fakat size hizmet ettim. Öyleyse siz de birbirinize hizmet konusunda büyüklü taslamayınız. Hizmet yapınız. Birbirinize nefsinizi feda ediniz. Tıpkı bu 8 gece nefsimi size verdiğim gibi. Benim bu gece size olan ihtiyacım şu-| dur: «Benim için Allah'a yalvaracaksınız, var kuvvetinizle dua edeceksiniz ki, Allah benini ecelimi tehir etsin.» Onlar duaya koyuldukları zaman, uyku kendilerine galebe çaldı. Tek dua etmeye dahi güçleri yetmiyordu. Hz. İsa onları uyandırır. «Sübhanallah! Size ne oldu? Benim için bir gece sabredemez misiniz? Bana yardımcı olmaz mısınız?» derdi. Onlar: «Allah'a yeminimiz olsun, biz bilmiyoruz, bizim başımıza ne geldi? Biz daha önce birçok gece konuşa konuşa sabahlardık. Ama | bu gece hiçbir şey yapamıyoruz. Bir dua etmeye kalkıştığımız zaman I bizimle onun arasına birşey giriyor.» Bunun üzerine Hz. İsa «Çoban İ gidecek, koyun sürüsü dağılacak» şeklinde nefsinin matemini tuttu. Sonra «Gerçek şudur ki, sabah, horozlar henüz ötmeden önce biriniz beni üç defa inkâr edecektir. Gerçek şudur ki biriniz beni az bir para Ue satacak, diyetimi yiyecektir.» dedi. Ve böylece havariler çıkıp gittiler. Yahudiler de Hz. İsa'yı durmadan arıyorlardı. Havarilerden «Şe-mun» adlı zatı tuttular. Dediler ki, «Bu İsa'nın a rkad aşlarından dır.» «Şem'un» bu ithamı reddetti. «Ben onu narkadaşı değilim» dedi ve s kendisini bıraktılar. Sonra başka bir gurub Şemunu tuttu. Yine Şe-mun İsa'nın (A.S.) arkadaşı olduğunu inkâr etti. Sonra Şem'un sa-§ bahleyin horoz seslerini işitince ağladı ve mahzun oldu. Sabah olunca havarilerden birisi Yahudilere geldi: «Eğer İsa'nın (A.S.) yerini siz« göstersem bana ne vereceksiniz.» dedi. Yahudiler ona otuz dirhem vermeyi kararlaştırdılar. Parayı aldı. Ve kendilerine İsa'nın (A.S.) yerini gösterdi. Bundan önce de onlar için zaten İsa'ya biri benzetilmişti. Onu aldılar iplerle bağladılar... Onu hem çekiyor, hem de «Hani sen ölüleri diriltiyor, şeytanı uzaklaştırıyordun, delileri iyi ediyorsun? Niçin nefsini bu ipten kurtaramıyorsun?» diye alay eder ve yüzüne tükürürlerdi. Durmadan üzerine dikenler atarak kendisini tâ dar ağacına kadar götürdüler. O zaman Allah onu katma yüceltti. Onlara benzetileni onlar astılar. Yedi gün darağacında kaldı. Sonra İsa'nın (A.S.) annesi ve İsa'nın (A.S.) eliyle tedavi edilen deli kadın geldiler. Asılan cenazenin yanında matem tuttular. İsa (A.S.) bunlara göründü: «Niçin ağlıyor-§ sunuz?» dedi. «Senin için ağlıyoruz» cevabını verdiler. «Beni Babbün katına yüceltti, götürdü. Bana hayırdan başka bir şey isabet etmedi. Bu ise onlar için benzetilmiş şeklimdir. Anneciğim! Git havarilere soy İe, falan falan yerde benimle buluşsunlar.» Havariler söylenen yere gittiler. Onbir kişi idiler. Hz. İsa'yı satan, onların arasında değildi. Arkadaşlarından onun durumunu sordu: «O, yaptığından pişman oldu. Nefsini öldürdü. Yani intihar etti» dediler. Hz. İsa: «Eğer tövbe etseydi Allah onun tevbesini kabul ederdi.» dedikten sonra onlara Yahya isimli bir gencin durumunu sordu. «O sizinle beraberdir» dedi. «Gidiniz, her insan kavminin diliyle konuşacaktır. Kavimlerinizi korkutunuz ve Allah'a çağırınız» dedi. Bu hadisin siyakı cidden gariptir. [210]
«salb» yani asmak meselesinde «El-Mennar»ın görüşü şudur:
Salb meselesi, tarihi bir meseledir. Benzerleri çoktur. Krallar öldürürler, asarlar. Hele Romalılar... Kalbleri taştan daha katı. Hele Yahudiler... Taassub gözlerini kör etmiş. Yahudiler, Zekeriyya ve Yahya (A.S.) başta olmak üzere birçok peygamberi öldürmüşlerdir. Tarihin böyle hadiseleri ispattaki gayesi, geçmiş ümmetlerin ahlâkından ibret alınmasıdır. Geçmiş ümmetlerin sapıklık ve hidayet derecelerini bilmektir. Yahudiler Hz. İsa'nın döneminde Roma saltanatına bağlı idiler. Beytul Makdis'de o zaman «Pontius Pilatus» [211] isimli bir vâlî vardı. O, Mesihi öldürmek istemiyordu. Yahudilerin onun hakkındaki jurnallarına önem vermiyordu. İsa'nın (A.S.) ilerde bir hükümdar olmasından, Roma İmparatorluğunun hükmünü ortadan kaldırmasından ve baş olacağından korkmuyordu. Bunu Hıristiyanlar kitablarında böyle naklediyorlar. Yahudiler esasında İsa'yı, onların maddi taklidlerine karşı çıktıklarından dolayı öldürmek istiyorlardı. Çünkü Zekeriyya ve Yahya (A.S.) yi da öyle öldürdüler. Diğer Peygamberlere de o şekilde karşı çıktılar. Evet Allah'ın kitabında salb meselesinin ispatı veya nefyi esasında hedef değildir. Çünkü Kur'an Yahudilerin birçok Peygamberi haksız yere öldürdüklerini ispat etmiştir. Eğer Hıristiyanlar selb meselesini akidelerinin esası ve dinlerinin temeli yapmasaydılar, «Şaibe inanmayanlar ahi re tt e helak olur, inananlar kurtulur. Mesih'le, diğer Peygamberlerle ve küddûslerle (velîler veya Melekler) beraber olur»
demeseydiler, Kur'an'ın Hz. İsa'nın salbini ve ölümünü inkâr etmesi onlara pek ağır gelmezdi. Onlar bu noktadan Kur'ana ve İslama yüz-binlerce şüphe götürmeye girişmezlerdi. Onun için biz onların katında salb akidesini beyan edelim. Onu yokedene gelen itirazlarını belirtelim ve onlara cevap verelim: Bizim İslâm memleketlerine yayılan Hıristiyan propagandacılar: SALB meselesini, akidelerinde temel olarak kabul ederler. Dinlerinin temeli bu meseledir. teslis (yani üçleme) ikinci plânda gelir. Nitekim tevhidin İslâm davasının aslı ve esası olduğu, Peygambere, ve âhiret gününe îman, tevhidden sonra geldiği gibi. Re-sûlüllah herşeyden önce dinin asıl ve esası olan Tevhide insanları çağırdı. Ve mektuplarında ehli kitabı da aynı şeye davet etti: «Ey ki-tab ehli! Bizimle sizin aranızd eşit olan bir kelimeye gelin. O da Allah'tan başkasına kulluk yapmayalım, hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmayalım, hiçbiriniz diğerini Allah'tan başka rab edinmesin. Eğer sırt çevirirlerse siz bu sözü deyiniz: Ey bizi dinleyip de sırtını çevirenler! Şa-hid olunuz ki, bizler m üsl umanlarız.»
Allah, Resûlü'ne bunu emretmişti. Resûlüllah, Arap müşriklerini herşeyden önce uluhiyyette tevhide davet ediyordu. Çünkü onlar esas uluhiyette, Allah'ın gayrisine ibadet etmekte, şirke düşüyorlardı. Allah'a (C.C.) bir takım dost ve yardımcılar tahayyül ederlerdi. Onlara kurbanlar kesmek suretiyle çok yaklaşıyorlardı. Allah'ın katında onlar müşriklere şefaat etsinler diye müşrikler onlara tapıyorlardı. Onlar zararların define, tesir etsinler, hayırları celbetmesine vasıta olsunlar diye onlara tapıyorlardı. Ehl-i kitabın müşrikleri ise, onların tevhidi üzerine uluhiyet meselesinde tıpkı arap müşriklerinki gibi şirk gelmiştir. Mesihi ilâh edindiler. Bir gurubu da Meşinin havarilerinden ve başkalarından da ilâhlar edindiler. Bütün bunların üstünde bir de âlimlerine ve rahiplerine helâl ve haram etmeleri yetkisini vererek tâbi olmak gibi bir şirke düştüler. Resûl-ü Ekrem onları uluhiyet ve ru-bubiyetin tevhidine yani birlemesine bunun için çağırdı. Eğer Hz. îsa'nın asılması ve Hz. İsa kendisini beşeriyete feda etme akidesi Hıristiyan dininin esası olmasaydı herşeyden önce insanları bu iki noktaya davet etmezlerdi. Hıristiyanların akidesine göre Adem (A.S.), ağaçtan yemek suretiyle Allah'a isyan ettiği zaman Adem ve. Adem'den gelen bütün zürriyeti günah işlemiş ve azaba müstahak olmuş oldular. Ebedi helaki ve yok olmayı haketmiş oldular. Sonra Adem'in (A.S.) bütün zürriyyeti günahkâr olarak geldiler. Onlar da günahlarından ötürü azaba müstahak oldular. Nitekim babaları Adem'in (A.S.) günahından ötürü azaba müstahak olduğu gibi. Allah aynı zamanda, hem âdil hem merhametli olduğundan dolayı Adem'in (A.S.) isyanından bu yana, (haşa) Allah için bir müşkilât ortaya çıkmıştır. Eğer Adem (A. S.) ile zürriyetini azaba duçar ederse, merhamete aylan olacaktır. Eğer azab etmezse, adaletine aykırı düşecektir. İşte Adem'in (A.S.) isyan ettiği günden beri adalet ve merhameti bir araya getirecek bir vasıtayı düşünüp duruyordu haşa Ve bu vasıtayı bir türlü bulamıyordu. Ta ki bu vasıtayı bindokuzyüz küsur sene önce idrak etti (Haşa).. O da şudur: Nefsi olan oğlunu, Adem (A.S.) zürriyetinden bir hanımın karnına sokup onun rahmindeki ceninle birleştirip ve o kadından onu doğurtup dünyaya getirdi... Kadının çocuğu kâmil bir insan olur, kadının çocuğu olmak hasebiyle. Kâmil bir ilâh olur, Allah'ın haşa oğlu olmak hasebiyle. Allah'ın oğlu Allah demektir. Bu çocuk Ademoğullannın bütün günahlarından masum olacaktır. Bir zamanlar onlarla beraber yaşayacak, onlarla birlikte yeyip içecek, lez-zetlendikleriyle lezzetlendikten, elemleriyle demlendikten sonra Allah, düşmanlarını onu öldürmek, hem de en çirkin bir şekilde öldürmek için ona musallat kıldı. O, çirkin ölüm de asılmak suretiyle güya tahakkuk etti. Asılmak hakkında ilâhi kitabta lanet vardır. Evet bu şekilde, öldürülmesi kararlaştırıldı. O hem laneti ve hem de asılmayı bütün beşeri kurtarmakla onlara feda olmak için yüklenecektir Nitekim Yuhanna birinci risalesinde şunları söylüyor: «İsa bizim günahlarımızın kef fare t id ir. Sadece bizim günahlarımızın değil, belki bütün âlemin günahlarının keffaretidir» diyor. «Senin izzet sahibi Rabbin onların vasıflarından uzaktır. Onların bu saçmalıklarından münezzehtir.» (El-En'am: 100).
Asılma akidesine verilen cevabiar :
1- Aklî delile inanan bir insan bu kıssayı yani bu hikâyeyi kabul etmesi mümkün değildir. Mümkün değildir ki, kâinatın sahibi, yara-danı ilimsiz olsun. Mümkün değildir ki, yaradanm sanatında hikmet olmasın. Mümkün değildir ki, yaradan binlerce sene bir mesele hakkında cahil olsun da sonra onu idrak etsin. Mümkün değildir ki, yaradan iki sıfatının arasında bulunan tezadı gidermeye veya böyle bir tezadın olmamasını sağlamaya kadir olmasın. Bunlann bu akidesi ancak «Dinde akılla ittifak halinde olmamak şarttır» diyenler, dindarlara ve dine nisbet edilen her harikuladeyi kabul edip «Ben bunu bilmiyorum ancak aklımla îman ediyorum» diyenler, ve bir de kitablanndan ilk kitabı nakledenler ve o kitabtan şu nakli yapanlar inanırlar. «Kitab Sırrüt-Tekvin 6. Sfır, Ayet 6). «Rab insanları yeryüzünde yaratmasından pişman oldu haşa). Kalbinde teessüf etti haşa .»
2- Bu kıssadan lâzım gelir ki, her istiklâl sahibi akim muhal gördüğü şeye teslim olsun. Bu yeryüzünün insanlarından bir kadının rahmine kâinatı yaradanm girmesini kabul etsin. O kadın ki, veya o yeryüzü ki, o yaradanm diğer yaradılmışlarâ nispet edilirse zerrenin kâinata,nisbeti kadar veya zerrenin göklere nisbeti kadar ancak bir kıymet taşır. Sonra yaradan bir beşer olacak, yiyecek, içecek, yorulacak, beşerin başından geçen hastalıkları geçirecek, sonra onun düşmanı onu cebren tutacaklar, yüzüne tükürecekler, götürüp hırsızlarla beraber asacaklar. Onun getirdiği kitab hükmüne göre lanetleyecekler. Haşa bin defa haşa... Allah bu saçmalıklardan yücedir.
3- Bu kıssadan anlaşılıyor ki, hikmet ve ilim sahibi olan yaradan bir şeyi elde etmek için bin sene düşünmüş, yine de onu tam olarak elde edememiştir. O da şu demektir: Azabın bir çeşidi olan asılmak hadisesi olmuş, beşeriyet bunun oluşuyla yine azabtan kurtulamamış, meğer ki bu kıssaya inanırlarsa kurtulurlar (!) Oysa beşeriyet bu kıssaya inanmıyor. Bu kıssaya hiç kimse inanmamıştır diyebiliriz. Çünkü îman aklın tasdiki ve aklın bir şeyi kesinlikle kabul etmesi demektir, (îman kalb ile Allah'dan gelen tasdik, dil ile ikrardır. Bu da akıl varsa gerekir. Deliye gerekmediği ortadadır.) Akıl ise Hıristiyan-lann bu saçmalığını, akıl dışı akidelerini kavrayamaz. «Biz buna inandık» diyenler ise, dilleri bunu söylüyorlar. Kalblerinde böyle bir inanç yok. Ancak kendilerine bu inancı telkin edenleri taklid ederek böyle söylüyorlar. Eğer böyle bir inancı îman diye adlandınrsak deriz ki, beşeriyetin çoğu böyle bir saçmalığa inanmamaktadır, belki aklî delillerde bunu reddetmektedir. Temelleri aklî delillerle sabit olan bir dinin saliklerinden bazıları «Hıristiyanların bu çarpık akidesi»ni naklî delillerle de reddetmektedirler. Beşerin bir kısmı bu hikâyeyi bilmemiş-tir. Bir kısmı da başka batıl Mabudlar için böyle bir hikâye uyduruyorlar. Allah onlara âhirette azab verirse, onları Hıristiyanların iddia ettiği gibi Melekûtüne götürmezse o vakit bu salb akidesine göre Allah'ın haşa rahim olmaması gerekir. Oysa «ADL» ve «Merhamet» sıfatlarını O bir araya getirmiştir.
4- bu kıssadan Hâlikin aciz kalması iftirasından daha büyük ve daha şeni bir hüküm çıkar. Şöyle ki, İsa'nın (A.S.) salb meselesinde adalet ve merhametin ikisi de yok olmaktadır. Çünkü Hıristiyanların inancına göre O, beşer olduğu yönüyle azab görmüştür. Oysa o azaba müstahak olmamıştır. Çünkü hiç günah işlememiştir. Binaenaleyh onu asmak ve boğurlarına süngüler kakmak Hıristiyanlar böyle iddia ediyorlar adil bir kimseden sadır olacak bir ceza değildir. Hele rahim bir kimseden nasıl sadır olabilir? «Hem adil ve hem rahim olan Halik bunu nasıl yaptı» denebilir. Veya birisini yaratıp bu iki sıfattan birisinin yokluğunda onu tehlikeye koymak, adil ve rahime nasıl yakışır?
5- Madem ki Hıristiyanlara göre bu inanca sahib olan, ahlâkı ve amelleri ne olursa olsun, kurtulur. O halde bu inancın sahibleri (ehli) ibâhilerden (yani herşeyi helâl gören kimselerden) olmaları gerekir. Ve gerekir ki, batıl yolda olup halkın malına, nefislerine, ve namuslarına tasallut eden, yeryüzünde fesatlık yapan, ziraat ve zürriyetleri helak eden bir kimsenin melekûtü-âlâ ehlinden olması ve yaptığı pisliklerinden dolayı azab görmemesi, hatalarının hiçbir karşılığına maruz kalmaması ve bu dünyada neva ve hevesi neyi isterse, onu yapabilmesi lâzım gelir! Çünkü Hıristiyanların bu akidesine göre Allah'ın azabından emindir. Bunun beşeriyete ne kadar zararlı bir inanç olduğunu sen tasavvur edebilirsin. Eğer bu akidede olan bir insan, kötülüklerinden dolayı, başkası gibi ceza görüyorsa, o vakit bu akidenin ne özelliği kalır? Eğer ceza hususunda Allah katında bu akidede olan adamın bu üstünlüğü ve meziyeti varsa, o vakit ilâhî adalet nerde kalır?
6- Akıl sahihlerinden, sistem ve kanun ulemasından hiç kimseyi görmedik ki, insanları yaptıkları günahtan affetmek veya efendinin kölesini isyanından dolayı, affetmesi adalet ve kemâlâta ters düşer desinler. Belki akıllılar ve kanun âlimleri affetmeyi faziletlerin en büyük hasletlerinden sayarlar. Geçmiş ümmetlerden Allah'a îman edenleri görürsün ki, Allah'ı affedici sıfatı ile nitelendirirler. «O, mağfiret ehlidir» diyorlar. Binaenaleyh «Affetmek ve bağışlamak adalete ters düşer» diyen Hıristiyanların bu iddiası merduttur. Teslim edilmez. Kabul ve mâkul değildir. [212]
Hıristiyanlar batıl akidelerine kıyas ederek veya bazı cahil müs-lümanlardan işittiklerini delil ittihaz ederek derler ki: «İslâm âhirette kurtuluş ve ebedi saadet temelleri üzerine bina edilmiştir. Bu da bizim fedakârlık diye adlandırdığımız inanca benziyor. Ancak İslâm ile Hıristiyanlık arasındaki fark kendisini feda eden zat hususundadır. Hıristiyanlara göre, o, zat İsa'dır (A.S.). Müslümanlara göre de Hz. Muhammed'dir.» (Allah ikisine de selât u selâm etsin.) Hıristiyanlar bundan ötürü müslüman halkı dinlerinde şüpheye düşürüyorlar. Mecmua, gazete ve kitablannda, toplantı yerlerinde, Hz. Mesih'in hiç günah işlemediğini ve Hz. Muhammed'in ise (Haşa) günah işlediğini, günah işleyen bir kimse kendisi gibi günahkârları kurtaramaz, ancak günah işlemeyen bir kimse onları kurtarabilir, şeklindeki safsatalarıdır. Biz müslümanlar olarak, Hıristiyanların bu akidesini yanlış görüyoruz demekle iktifa etmiyoruz. Ve aklî delille İsa (A.S.) da hata (zel-le) işleyebilir, iddiasını ispat edip onları âciz bırakmakla iktifa etmiyoruz. Naklî delilin bu hususta mümkün olmadığını, ancak nakilleri sıhhatli tevatür olan büyük bir çoğunluk İsa (A.S.) 'nın her saatinde yani o zatın hayatının her saniyesinde, her dakikasında onunla beraber bulunup ondan hiçbir günahın sadır olduğunu müşahede etmemiş oldukları farzedilirse veya İsa'ya (A.S.) mahsus vahiyden gelen bir nass bulunursa, bizim aleyhimizde delil olarak kullansınlar. Fakat ne böyle bir cemaat var ne de nass... Biz bütün Peygamberlerin masum olduğuna inanıyoruz. Hıristiyanlar bizim bu delilimizle bize karşı çıkamazlar. Çünkü bu nefsini nakzeden bir delil getirmeye insanı sürükler, ve götürür. Bizim itikadımız onların itikadını yıkıyor. Onların itikadı da bizimkini yıkıyor. Binaenaleyh bizim itikadımızın bir parçası olan bir delili bize karşı kullanmaları hasmı susturmak hususunda belki faideli olur. Fakat ikna etmek hususunda hiçbir faidesi yoktur. Oysa inanç dünyasında sadece galib gelmek değil karşısındaki insanları ik- ) na etmek şarttır.
Biz Hıristiyanlara karşı Peygamberimiz hakkında hatayı ispat etmek mümkün değildir ve bu konuda polemik yapmak, demagoji gütmek, «Senin geçmiş ve gelecek günahlarını affettirmek için» âyetine yapışmak faide vermez şeklindeki itirazı reddetmiyoruz. Çünkü Hz. Mu-hammed'den ve Hz. İsa'dan uzaklaştırdığımız hatayı Allah'ın (C.C.) dinine muhalefet edip yasakları işlemek, emredilenleri terketmek şeklinde telâkki ediyoruz. Ayette günah diye tefsir edilen «Zenb» kelimesi arkasında cezası olan ve İşleyeni sevindirmeyen, işleyenin gayesine muvafık gelmeyen her iş demektir. «Zanbin» esas mânâsı hayvan kuyruğu demektir. Böyle bir zenb bütün enbiyadan sadır olabilir. Peygamberimizin amellerinden buna misal: Tebuk seferinde münafıklara sefere çıkmama izni vermesidir. Resûlüllah'ın bunlara izin vermesi sıhhatli bir içtihada bina ediliyordu. Bu içtihad şuydu: Bunlar istemeyerek sefere katıldıkları zaman, münafıklıklarında da musırr olduklarından dolayı orduya zarar verirler, kâr da getirmezler. Nitekim Kur'an da bunu şöyle açıklıyor: «Eğer size katılıp sefere çıksaydılar j| sizi ancak habel (kötülük) yönünden çoğaltırlardı. Sizin aranıza girip size fitneyi isabet ettirmeye çalışacaklardı.» (Et^Tevbe: 47). Eğer | Resûlüllah onlara izin vermeseydi doğru yalancıdan ayrılmış olacaktı. İşte bu izin bir Zanbdir. Çünkü maslahat ve maksada ters düşen bir neticesi vardır.
Doğrunun Yalancıdan Ayırdedilmemesi ve Onların Bilinmemesi:
Zira o mazereti izin almalarına temel edip Resûlüllah'tan izin isteyen yalancılar Peygamberle beraber çıkmak istemiyorlardı, ister izin versin, ister vermesin... Bunun için Cenab-ı Hak böyle bir zelle | hususunda: «Allah senin günahlarını affetsin. Niçin onlara izin ver- f! din? Ta ki sana doğru söyleyenlerle söylemeyenler açığa çıksın ve ya- g lancılan bilmiş olasın.» (Tevbe: 43). Böyle bir harekete her ne kadar lügat yönünden zenb denilmişse de, fakat insanı melekût âleminden $ uzaklaştıran, âhiretteki sevabını yok eden, hatalardan değildir. Veya birisinden sadır olursa, onun şefaatini reddedici cinsten değildir. Bununla beraber Hıristiyanların peygamberler hakkında uydurdukları hatalar cinsinden hiçbir hatası tesbit edilmeyen salih kullar vardır müslümanlar arasında. Esasında âhiret âleminde saadet ve kurtuluşun konusu olan Hıristiyan akidesi onlara göredir. Bize göre kurtuluş ve saadetin kaynağı insanoğlunun nefsini tezkiye etmesi, batıl ve putperest akidelerden temizlemesi, fâsık ahlâkları terketmesi suretiyledir. Nitekim Cenab-ı Hak, Şems sûresinde buyurmuştur:
«İnsan ve onu yaratana... Sonra da ona kötülüğünü ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, muhakkak nefsini islâh ve temiz kılan kişi felaha ermiştir.» (Eş Şems: 7-11).
Binaenaleyh kimin akidesi doğru olup ameli güzel olursa, nefsi salaha kavuşur ve tertemiz kesilir. Ve bu kimse o yüce âlemde, yani âhiret âleminde, Naim (Cennet) ehlinden olur. Akidesi hurafeler, batıl inançlar, kötü işlemlerden meydana gelir bir kimse ise, ahlâkı fa-sid olup iç âlemi habisleşir ve o kimse nefsini Cehennem ateşine yuvarlatıp götürüyor demektir. Tezkiyede insanoğluna hiçbir hata işlememesi ve ondan hiçbir zaman günah sadır olmaması şart değildir. Belki «tezkiye» onu kalbin tahareti ve pisliklerden sağlamlaştırılması ve kötü niyetten arındırılması üzerinde dönüyor, yani nirengi noktasını bu teşkil ediyor. Bazı menfiler insanoğluna galebe çalarsa, o da bir günah işler, hemen arkasından tevbeye koşar, pişmanlık ve istiğfara iltica ederse, o günahı salih bir amel işlemek suretiyle keffa-retlendirirse onun nefsi sabah akşam sahibi tarafından silinmiş, süpürülmüş bir eve benziyor. Bu eve bir toz kondu mu veya bir kir geldi mi ev hanımı hemen onu izale etmeye koşuyor ve bu evde nezafet ve temizlik galibtir. Bu evin temiz olması için çoğu kez evlerde bulunan az toz veya herhangi bir lekenin olmaması şartı yoktur. Binaenaleyh mükâfat amelden ayrılmaz bir eserdir. Allah bir nefse ancak taşıyacağım teklif eder.
Kim nefsinin tezkiyesinde Allah'a karşı salih bulunursa, îman ve salih amelle onu İslah ederse, gücü yettiği kadar o işe kendisini verirse, Allah katında makbul ve razı bir kimse olur. Cenab-ı Hak onu gücünün yetmediğiyle muaheze etmez. Böyle olmayan bir insan ise, Allah'ın gazabına uğramış, Allah'ın en büyük rızasından mahrum kalmış, hiçbir şefaatçinin şefaati ona kıyamette faide vermez. Onun herhangi bir fedakârlığı da kabul edilmez. îman, ihlâs ve nefis temizli-ğiyle Allah'ı razı etmeyen bir kimseye hiç kimse şefaat edemez. Ce-nab-ı Hak: «Allah'ın rızası olmadan Allah katında kimdir şefaat eden?» (El-Bakara: 255) buyuruyor. Ve yine buyuruyor: «Onlar ancak Allah'ın razı olduğu bir kimseye ve Allah'ın korkusundan titreyenlere şefaat ederler.» (El-Enbiya: 28). Başka bir âyet: «öyle bir günden sakınınız ki, o günde hiçbir nefis diğer bir nefis için, bir iş görmez. Hiçbir nefisten fedakârlık kabul edilmez ve hiçbir nefse şefaat yarar getirmez.» (El-Mudessir: 48) Başka bir âyet: «Size nzık olarak verdiğimizden infak ediniz, öyle bir gün içinde alışveriş, dostluk ve şefaat olmayan bir gün gelip çatmazdan Önce.» (El-Bakara: 254).
Biz bu hakikatlardan anladık ki, âhiretteki ceza yani mükâfat veya cezalandırma nefsin tezkiyesinden ayrılmaz bir neticedir. Nefsin tezkiyesine terettüp eder. Nitekim Musebbib Sebebe, Malul İllete, terettüp ettiği gibi «Allah dilediği kuluna katmerleştirir ve faziletinden ona artırır» (El-Bakara: 261) âyetleri de buna işaret ediyorlar. Acaba Islâmın bu talimleri değil midir ki, insanın kıymetini yükseltiyor? Himmetini yüceltiyor,. Onu îman etmek, ihlâslı davranmak, salih amellerde bulunmak suretiyle kemali aramaya teşvik ediyor. Acaba bu Hıristiyanların, putperestlerin hurafelerinden devşirilerek aklı selim tarafından kabul edilmeyen SALB (asılma) hikâyesine yaslanmaktan uzak değil midir? O hurafeler ki, müstakil bir akıl, selim bir kalb on-lan tasdik etmez ve onlara yaslanmaz. Çünkü o hurafeler fıtrat sistemlerine muhalif, hilkatin nizamına aykırı düşer. Hıristiyan, memleketlerinde yayıldığından bugüne kadar ahlâk ve akıllan ifsad eden o hurafeler... Putperest kral Kostantin'in vasıtasıyla yayılan o hurafeler... Tâ Avrupa âlimleri kilisenin esirliğinden kaçıp İslâm memleketlerinden getirmiş oldukları güneşi parlatmcaya kadar devam eden o hurafeler.
Fakat teessüf edilecek bir nokta vardır burada: İlim ve irfan müslümanların malı idi. Ama bununla esas sahihleri arasında bir sur gerilmiştir. Bu surun bir kapısı vardır. Onun dış kısmında rahmet, iç kısmında azab vardır. Kur an'ın delilleriyle bu surun yıkılıp paramparça olacağı günü iştiyakla beklemekteyiz. [213]
Hz. İsa'nın salb ve bütün beşeriyete feda olunma meselesi putperestlikten gelen bir meseledir. «Biz Hıristiyanız» deyip bizim önümüze gelip şunları söyleyen binlerce insana tesadüf ettik:
Bu asılma meselesiyle üçleme meselesi makul değildir, diyorlar. Bunu akıl kabul etmez. Bu iki hususta ancak mukaddes kitablardan nakletmeye güveniliyor onların katında. O kitablar onların yanında oldukları için o kitabta yazılan herşeyi kabul etme mecburiyeti vardır onlar için. İsterse akıl kabul etsin, isterse etmesin. Hıristiyanların bazıları da «Dinlerin herbirisinde bir takım akideler ve haberler vardır ki, akıl onlan muhal sayar. Ancak akıl aklen bilinen birşeyi kabul eder, derler.» Biz onlara cevab olarak deriz ki, «İslâm akidelerinde aklen muhalif sayılabilecek hiçbir durum yoktur. Ancak orada gayb âleminden verilen haberler vardır. Ki bunları da akıl idrak edemez. Çünkü-akıl o aleme muttali değildir. Fakat bunların hepsi mümkündür. Vahy bunları haber vermiş, biz de tasdik ediyoruz. Binaenaleyh İslâm dini hiç kimseyi muhale yapışmaya zorlayamaz.» [214]
Hıristiyanların kitablarında mevcud olan bu akide aynen putperestlerin kitablarında da mevcuttur. Binaenaleyh Hıristiyanların salb ve fedakârlık akidesi katıksız bir putperest inancıdır. Putperestlerden Hıristiyanlara aktarılmıştır. Bunu Avrupa âlimleri tarihçileri, sosyologları kitablarında açıkça söylemektedirler. Meselâ davan, «Tevrat'ın hurafeleri ve diğer dinlerde karşılıkları» adlı eserinin 180-182. sahife-lerinde şunu söylüyor: Kurtuluşun ilâhlardan birisini feda etmek suretiyle olmasının düşünülmesi cidden pek eskilere dayanan bir inançtır. Putperest Hintlilerde ve başka putperestlerde bu inanç vardır. Bunun delili Hindular inanırlar ki, başlangıcı ve sonucu olmayan ilâh Fisno (VichnouVnun ta kendisi bulunan ve hakire hîr ğup meydana gelen «Krişna» yeryüzünü ağır yüklerinden kurtarmak için duygusal harekete geçti, nefsini kurban etmek suretiyle de insanları kurtardı.
Mister mur, (yazılışı başka tarzda da olabilir. Fakat arapçadan böyle okuduk.) Hindistanlıların kitablarında olduğu gibi, Krişna'nın bir portresini çizmiş, onun iki eli, iki ayağı, çakılan çivilerden dolayı delik, iç gömleği üzerinde bir insan kalbinin asılı olduğunu çizmiş. Ve bu resim Hindularm kitablannda, başında altından bir taç olduğu halde, darağaçta asılı olarak bulunmaktadır. Hıristiyanlar da; Hz. îsa asıldı. Onun başında dikenlerden yapılan bir taç vardı diyorlar.
Huk, (yazılışı başka tarzda olabilir) seyahatnamesinin birinci cildinin 326. sahifesinde şunu söylüyor: Putperest Hindular ilâhlardan birisinin cesetlenmesini ve insanları günahlardan kurtarmak için nefsini feda ettiğine inanıyorlar.
Morinor Ums, «El-Hunut» isimli kitabının 26. sahifesinde şunları söylüyor: Putperest Hindliler esas olan hataya inanıyorlar. Onların bu inançlarının delili münacaat ve dualarında, «El-Kıyatri»den sonra bu dualara tevessül etmeleridir. «Ben günahkârım hata işledim. Tabiatım şerlidir. Annem beni günah ile yüklendi. Ey Handûkiyye gözün sahibi! Ve ey günahlardan günahkârları kurtaran, (beni kurtar)» Keşiş Corj Koksi «Eski Dinler» adı kitabında Hindulardan bahsederken şunları söylüyor: «Hindular Krişnayı kahraman, lâhut dolu bir zat olarak takdim ederler. Çünkü o şahsını feda ederek takdim etmiştir.» diye vasıflandırıyorlar.
Napal ve Tibet memleketlerini ilk ziyaret eden Avrupalı âlim hiyçîn, ilâh «îndra» hakkında şunları söylüyor: «Buradaki insanlar bu ilâha tapıyorlar. Çünkü bu asılmak, el ve ayakları çivilerle çakılmak suretiyle kanım akıttı. Ta ki beşeriyet âlemini günahlarından kurtarsın.» îndera'nın asılmasına dair resimler de buralarda vardır, diyor.
Rahib Georgios, İndera tabirinin şeklini asılmış olarak ve haç şeklinde bulunduğu, kaburgalarının yani köşelerinin enlilik bakımından müsavi, uzunluk bakımından mütefavit olduğunu, baş.kaburgasının en kısa olduğunu ve orada İndira'nın yüzünün şekli bulunduğunu, alttaki kısım en uzun olduğunu, eğer yüzünün resmi olmasaydı o heykeli gören hiçbir kimse bu insanı temsil ediyor kanaatine varamazdı.
Buza (Buda) hakkında budistlerden gelen bütün rivayetlerden daha fazlasını Hıristiyanlar Mesih hakkında uydurmuşlardır. Onların hepsi vardır. Hatta budistler Buza'ya Mesih ismini bile veriyorlar. «Tek doğmuş insan» ismini, «Alemi kurtarıcı» mahlasını veriyorlar. Ve derler ki, Buza kâmil bir insan, kâmil bir ilâhtır. Nasutla yani toprağı insandan olan maddelerle cesetlenmiş, nefsini bütün beşerin günahlarını keffaretlendirmek ve bütün beşeri günahtan kurtarmak için feda etmiş, binaenaleyh beşer artık suçlarından dolayı ceza göremez. Ve beşer bunların akidesine göre, gökler saltanatının varisidirler!..
Batı dünyasının birçok âlimleri bunu izah etmişlerdir. Meselâ: Bili, «Buza Tarihi» adlı kitabında, HUK «Seyahatnamesinde» açıklamışlardır.
Kim ki Hıristiyanların ilâhı ile doğu ve batıda daha önce bulunan putperestlerin ilâhları arasmda karşılaştırma yapmak istiyorsa, evvelâ «Hıristiyan Dininde Putperest İnançları» adlı kitabı okusun.
Evet, bütün bunlardan sonra soruyoruz: İslâm vasıtasıyla Allah kendisini katıksız tevhide, dosdoğru dine insanın şerefi üzerine bina edilmiş akıl ve fıtrat dinine hidayet ettiği bir insanın hidayeti bırakıp körlüğü seçmesi ve putperest inançların karanlıklarına girip yalpalanmasına razı olması düşünülebilir mi? [215]
Miladın 200. senesinde yaşayan ve putperestlerin âlimlerinden olan Silsus, Hıristiyan dininin iptali hakkında bir kitab yazmıştır. Ki-tabta Alman âlimlerinden Agharn (yazılışı yanlış olabilir) şunları naklediyor:
«Hıristiyanlar, İncirlerini üç veya dört defa değiştirdiler. Hatta İncil'leri bundan daha fazla değiştirdiler. Sanki İncil'in esas mazmun (içerik) leri tamamen değiştirilmiştir.»
Hıristiyanların kitablarında şunu görüyoruz: Miladın birinci yüzyılında Hıristiyan fırkalarından «Abyuniye» fırkası sadece «Matta» nın İncil'ine inanır, diğerlerini inkâr ederdi. Fakat onların inandığı Metta İncil'i, Kostantinin zamanından sonra ortaya çıkan Matta İncil'ine muhalifti. Hıristiyan gurublarından «Marsiyoniye» gurubu Luka İncil'ini kabul eder. O kabul edilen İncil'in o zamanki nüshası bugün mevcut olan nüshalara muhaliftir. Ve bu gurub Luka İncil'inden başka diğer İncil'leri inkâr ederler ve bidattir, derler.
«Polis» (Pavlos) in Galeta Ahals'ın yazdığı risalesinde şunu görüyoruz:
(16) Ben hayret ediyorum. Siz bu şekilde süratle intikal ediyorsunuz. Sizi Mesih'in nimetiyle çağıranı bırakıp başka İncil'e gidiyorsunuz. O da, o başkası değildir. Ancak bir kavim vardır, sizi korkutuyorlar. Ve Mesih'in İncil'ini değiştirmek istiyorlar.»
Protestanların bu tercümesinde değiştirmek mânâsına gelen «Yühavviluh» eski tercümede tahrif ederler, mânâsına gelen «yü-harrifunu, Cizwitlerin tercümesinde kabul ederler mânâsına gelen «yakbelun» ibaresi vardır.
Bu ibare, delâlet eder ki, Polisin zamanında, onun insanları çağırdığı İncil'in gayrisine yani başka bir İncil'e halkı davet eden bir kavim vardı. Onun gayrisi olmak yani tahrif edilmiş veyahut ta âyetlerin yerleri değiştirilmiş, sanki başka bir İncil olmuştur, Polis bunu itiraf ettiği gibi, itiraf eder ki, zamanında yalancı elçilerin olduğunu, Me-sihin elçilerine kendilerini benzetip yalan ve gadr yaptıklarını da Kor-nisiyos ahalisine yazmış olduğu risalesinde açıkça belirtiyor. «Bunlar gibi yalancı elçiler ve aldatıcılar vardır. Şekillerini «İsa»nın (A.S.) elçilerinin şekillerine benzetmişdirler. Bunda şaşılacak birşey yoktur. Çünkü şeytan şeklini değiştirir, nur elde olan bir şekle sokar. O da büyük bir şey değildir, eğer hizmetkârları da şekillerini iyiliğe hizmet eden kimselerin şekline çevirebilirlerse.»
Sıfrul-Âmalda, sarahaten deniliyor ki Yahudilerden bir kısım Hıristiyanların arasına yayıldılar. Onlara İsa (A.S.) elçilerinin öğretmediğini öğretmeye çalıştılar. Elçiler ve âlimler bunun üzerine Polisi ve Bernaba'yı Antakya'ya gönderdiler ki, Hıristiyanlar! bunların propagandasmdan uzak tutsunlar. Fakat bu gönderilişin sonunda Polis ile Bernaba arasında bir münakaşa çıktı ve ayrıldılar. Polis, esasında Hıristiyanların düşmanı ve hasmı idi. O, îman iddiasında bulunduğu zaman Meşinin cemaati eğer Bernaba'nm şahidliği olmasaydı onu tasdik etmezlerdi. Bernaba İncil'inin başında diyor ki: Polis bizzat İsa'nın (A.S.) talimlerine muhalif olan bir takım talimleri müjdeliyenlerden birisiydi.»
İşte ey okuyucu! Onların mukaddes ve ana kitablarında bulunan bu nasslara rağmen bir müslüman nasıl onlara güvenebilir, onların propagandalarına nasıl kulak verebilir?.
Asılma meselesinde Hıristiyanların çelişen daha nice fikirler vardır. Hıristiyanların bu akidesinin kökü «tsa nefsini kendi ihtiyarıyla feda etti ve beşeriyete keffaret oldu» iddiasıdır. Bununla beraber İncil'ler, «İsa (A.S.) ecelinin yaklaşmış olduğunu hissedince mahzun oldu. Üzüldü ve halktan bu ölümü kendisinden uzaklaştırmalarını istedi» şeklinde beyanları vardır.
Hıristiyanlar, «Madem ki İsa'yı yakalamak için gelenler İsa'da (A.S.) şüphe ettiler, onun şahsını tanımadılar, acaba İsa'nın (A.S.) talebeleri, müridleri ve onu tam manâsıyla tanıyanlar da bu şüpheye düştüler mi?» diye sorarlar. Cevab olarak deriz ki: «İnsanlar arasında birbirine tam manâsıyla benzeyenler bulunur. Öyle ki o benzeyenleri kendileriyle adabı muaşerette bulunanlar, akrabaları dahi farkedemi-yorlardır. Bu benzeme bazan soy bakımından bir olmayan garibler arasında da olmaktadır. Sefere çıkıp insanlarla temasta bulunan hiç kimse yoktur ki benzeme hadisesiyle karşılaşmasın. Hatta bazı şahıslar diğerlerine o kadar benziyorlar ki, o şahıslarda bulunan bir takım şeyler diğerlerinde de bulunmaktadır. Meselâ topallık, bir takım yara ve izler gibi... Ki bunları birbirinden ayırmak cidden zor olur. Bunun için muhtelif insanları birbirinden ayırmak için birtakım özellikler, ayırıcı noktalar bulmak için çalışmışlardır. Üstelik Hz. İsa'nın hadisesi harikulade olaylardandır. Cenab-ı Hak bu Peygamberi Zişanını bu benzetme olayıyla düşmanlarının şerrinden kurtarmıştır!»
Derler ki, «Madem ki İsa, ilâhi bir inayetle, güzel bir lütufla düşmanlarından kurtuldu, nereye gitti? Niçin hiç kimse onun herhangi bir izine rastlamadı?»
Cevab: Bu şüphe «İsa (A.S.) ruhuyla, cesediyle semaya götürülmüştür» diyenlere terettüp etmez. Bu şüphe ancak Allah (C.C.) dünyada İsa'nın (A.S.) ruhunu kabzetti ve îdris'i (A.S.) ölümünden sonra göklere yükselttiği gibi onu da göklere yükseltti, diyenlerin üzerine varid olur. Ve bunlar da o şüpheye cevab olarak derler ki:
Bu durum hiç te garib değildir. Çünkü İsa'nın (A.S.) Peygamberlikte kardeşi olan Hz. Musa (A.S.) kavminin emir ve yasaklarına tabi olan binlercesinin arasında yaşadığı halde onlardan ayrıldı, hiç kimsenin bilmediği bir yerde vefat etti. Öyleyse Hz. İsa'ya düşman olan bir kavmin içinden kaçması ve hiçbir iz bırakmaması niçin garib olsun? Oysa, o kavmin içinde Hz. İsa'yı seven ve ona yardım eden hemen hemen yoktu. Ancak ona tâbi olan birkaç zaif ve güçsüz insanlar vardı. Onların en güçlüsü «Betros» bile üç defa Hz. İsa'yı inkâr etti. Belki İsa (A.S.) da, Musa'nın (A.S.) gittiği gibi, meçhul bir mekâna gidip orada vefat etmiştir. (Bu inanç sadece hasmı susturmak için getirilmiştir. Aksi takdirde yanlıştır.) Kabri bugüne kadar da bilin-memiştir. Ve bu durum Tevrat'tan «Sıfrut - Tesniye»nin sonunda yazılıdır. Gulam Ahmed El-Kadîyanî gibi sapıkların bazıları da Hz. İsa'nın defnedildiği mezarın Hindistan'da bulunduğunu iddia etmektedirler.
Hıristiyanlardan bazıları «isa asılarak ölmemiştir. Asılanın defnedildiği kabir, Pazar günü cenazeden boş ve kefinleri atılmış olduğu halde bulunmuştur. Yahudiler ve putperestler bunu öğrendikten sonra «İsa'nın (A.S.) cesedi çalındı» dediler. Bazı Avrupalı müdekkiklerle akla yer veren Hıristiyanlar «Asılan ölmedi, bayıldı. Onu ağaçtan indirdiler. Kefenlediler. Götürdüler kabre koydular. Ayıldığı zaman kefenleri söküp attı ve mezar taşını onu teftiş etmek için gelenler kaldırınca kaçtı, ve düşmanları nerede olduğunu bilmediler. Onun bedeninden ancak el ve ayaklarına çiviler çakılmıştı ki bu da öldürücü bir şey değildir. Ağaçta da üç saate yakın bir zaman durdu. Oysa insan bu şekilde günlerce durabilir. Ve süngüler vurulduğu zamanda kan ve su geliyordu. Eğer ölseydi kan ve su gelmezdi» derler. Hatta bazıları «O zamanki asılma, bugünkü asılma gibi tam asılma değildi» dediler.
Hülasa «İnsanların ve dinlerin düşmanları olan putperestlerle Yar hudiler hezeyanın çoğuna daldılar. Dalâlet ve sapıklıkta gittikçe gittiler. Hatta «îsâ»nın (A.S.) talebeleri onun cesedini gizlice kaldırdılar. Ve o dirilip yine geldi diye yaydılar. Bu durumlar tarih boyunca böylece karışık olarak yayılagelmektedir. Başka bir rivayet vardır: «İSA (A.S.), Hindistan'ın Saray Nedra kasabasına göçetti. Bu şehir Kişmir bölgesine düşmektedir. Orada büyük bir mezar vardır. Ona Kişmir memleketine bindokuzyüz seneden önce gelen bir Peygamberin mezarıdır. O Peygamberin ismi Bozase'dir. Ve yine deniliyor ki, o Peygamberin esas ismi İsa Sahib'tir. «SAHÎB» kelimesi efendi kelimesi gibi Hindistan'da büyük bir lâkabtır. O kabir olsa olsa İsa'nın talebelerinden birisinin mezarıdır demişler. Bu mesele Kadiyani fırkasının başı Gulam Ahmed el Kadiyani'nin «El-Hüdâ Tabsirellimen Yera» adlı kitabında tafsilâtlı bir şekilde zikredilmiştir. Hatta orada «ikmal-ud-din» adlı bir kitabın varlığından ve o kitabta o kabrin Hz. İsa'ya ait olduğuna dair şahitlik yapan yetmiş kişiden daha fazla kimselerin isimleri sayılmaktadır, diyor. Gulam Ahmed, Kur'an.da İsa (A.S.) konusunda gelen «Aveynahuma» kelimesi «iva» kökünden gelmiştir. Bu da Hindistan'a hicret etmiştir ile tefsir ediyor. Yani: «Meryem oğlu İsa'yı da, annesini de bir mucize kıldık. Onları sulan bol, güzel ve yüksek bir yerde iskân ettik» (El-Müminün 50), mealindeki âyette «iva» kökünden gelen «Aveyne» tâbiri kullanılıyor. Bunu Hindistan'a hicret etmekle tefsir etmiştir. Çünkü «iva» kelimesi kurtarma, giderme gibi yerlerde kullanılır. «Seni bir yetim bulup barındırmadı mı?» (Ed Duna 7) âyetiyle istişhad etmiştir. Yani bu sûredeki «ÂV» tâbiri de sığınma, hicret mânâsında kullanılmıştır, demiştir. Ayette «Rabve» tâbiri geçiyor. Rabve yüksek bir yer demektir. Kişmir memleketi dünyanın en yüksek yerindedir. Orada bağlar, bostanlar, fışkıran su pınarları vardır. Tefsircilerin katında ise âyette bahsi geçen «REVBE» Filistin'de «Rainle» adlı yerin veya Dimeşki Şam'dır. Eğer Hz. İsa (A.S.) ile annesi bu iki yere sığınsaydılar yerleri gizli kalmazdı. Hâsseten Yahudiler onu astırmak İçin var kuvvetleriyle çalıştıkları bir devirde. Ve bu mânâya Kur'an'da ancak «kötü şeylerden kurtulmak» anlamına gelen «iva» lâfzı delâlet eder. Mesih (A.S.), Yahudilerin onu öldürmek için ihbar ettiklerinden, ve ona düşmanca saldırdıklarından önce herhangi bir korkusu yoktu. Bir emin yere sığınma derdi de yoktu. Bu işler sonradan vukua geldi Öyleyse sonradan Hindistan'a kaçması ve orada vefat etmesi aklen ve naklen uzak değildir deniyor Tabiî bu tevil, Kadiyani'nin tevilidir. Sadece onu ve onu önder edinenleri iltizam eder. Diğer müslümanlann yani bizlerin görüşü değildir.
Hıristiyanlar derler ki: «Siz Matta'nın, Bernaba'nm İncil'ine ve Hıristiyanların daha önceki bidatçıiarınm sözlerine dayanarak diyorsunuz ki; asılan Mesih değil Yehuda'dır. Halbuki İncil'lerde sabit olmuştur ki, Yehuda, İsa (A.S.)'ın hadisesinden sonra intihar etmiştir.» Cevab olarak deriz ki; «Hıristiyanlar Yehuda'nm Mesih İsa'yı ihbar eden kişi olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu Yehuda, Haryut isimli bir köyden avamı halktan birisiydi. Hz. İsa'nın arkasına takıldı. Onun özel arkadaşlarından oldu. On iki talebesinden birisi oldu. Ki Hz. İsa onlara müjde vermiş: Bunlar melekût âleminde oniki kürsü üzerinde oturacaklar. İsrailoğullannın ashabını kıyamet gününde görecekler. Garibtir ki bu Yehuda yaradılışında İsa (A.S.)'ya benziyordu. Bunu İngiliz «Corc Sayıla» (Kur'an tercümesini yaparken Al-i îmran süresiyle ilgili yazdığı notta belirtiyor. Ve bu kavli Hıristiyan gurublan-nın en eskilerine isnad ediyor. Bunlar İsa'nın (A.S.) asıldığım inkâr ediyorlar. Açıkça asılan, tam manâsıyla Hz. İsa'ya benzeyen Yehuda'dır derler.»
Ve yine derler ki, Yehuda, Hz. İsa'yı Yahudilere teslim ettiğine pişman oldu. Esef etti. Ve bu da intihar etmesine vesile oldu. Böylece bir bostana gidip kendisini astı. (Matta: 13-27).
Bizim bu haberi nakletmekteki gayemiz, onların da selb hadisesinden sonra Yehuda'nm kaybolmasını kabul etmeleridir. Artık Yehuda o hadiseden sonra bir daha görülmemiştir. Fakat onlar «Bunun sebebi intihar etmesidir» diyorlar. Hz. İsa'nın Resulleri (yani elçileri) ise, bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Biz müslümanlar ise, Yahuda'nın yokluğu, ancak asılan kendisi olduğundan ileri gelmektedir, İsa Aley-hisselâm'a gelince... Allah onu kurtardı, diyoruz. Makuldür ki, (yani aklen kabul edilebilir ki), Yahuda, İsa (A.S.)'ı jurnal ettikten sonra kendi gözleriyle Allah'ın inayetini gördü. Hz. Muhammed'in hicret gecesinde düşmanlarının arasından savuşup kurtulması gibi İsa'nın (A. S.) kurtulduğunu gördü. Yehuda bu hadiseyi görüp Allah'ın kulu ve Resulü İsa'ya (A.S.) verdiği ehemmiyeti müşahede edince nefsinde günahının büyük olduğu keyfiyeti uyandı. Kendisini ölüme terketti. Ta ki bu onun günahının keffareti olsun. Nitekim îsrailoğullarından buzağıyı Tanrı edinenlerin nefislerini öldürmek suretiyle tevbelerinin kabul olunduğu gibi. Böylece Yehuda'yı tuttular, astılar. O da hiçbir mukavemette bulunmadı, birşey de söylemedi. Binaenaleyh İncil'in «Sırful-Amal»in «Yehuda'yı boğularak veya asılarak bulmuşlardır» şeklindeki rivayeti teslim edilecek rivayetlerden değildir. İki söz burada, (yani birisi boğulmuş olarak göründü, birisi de asılmış olarak göründü) biri diğerine ters düşüp muaraza ettikleri için delil olma özelliğini kaybettiler. O vakit Bernaba'nın sözüne itimat etmek gerekiyor ki, Hıristiyanların daha öncekileri de ona güvenmişlerdi.
Bu münakaşaların bir neticesi olarak deriz ki: Asılma meselesi onu rivayet eden ferdlere kadar muttasıl olan bir senede bağlı değildir. Onu rivayet eden ferdler de belli değildirler. Nitekim bu husus Fransız Kültür Ansiklopedisinde belirtilmiştir. Bu hususu Avrupalı âlimler yazmışlardır. Bütün bu rivayetlerden alman netice şudur: Bu Hıristiyan akidesini koyan Yahudi olan Polistir. Bu Polis Hz. İsa'nın en şedid düşmanlarından birisidir. Onun etbaıyla da şiddetli bir şekilde husumet gütmüştür. Sonra onlardan intikam alma imkânını bulamayınca onların iç âlemlerini, içlerine girmek suretiyle bozmayı tasarladı ve bunu yaptı. Hz. İsa hakkında yaygın olan bu şöhrete rağmen Hıristiyan âlimlerinden bazıları Hz. İsa'nın varlığından bile şüphe etmiştir. Onun meselesi hayali bir meseledir, ne asılma hadisesi vardır, ne de mezardan kalkma hadisesi demişlerdir. Nitekim bazı kimseler, bu fikri putperestlerin aleyhinde de ileri sürmektedir. Yunanlıların meşhur şairi Homeros hakkında bunları ileri sürenler vardır. Ki bu adamın şiirleriyle darbımeseller beyan edilmektedir. Müslüman tarihinden de bunun benzeri Mecnun ile Leylâ olarak bilinen Kays, Amiri meselesi vardır. El-Eğani'de Beni Amr'den birçok rivayetler zikredildi. Böyle bir kimse, onlann katında, ne bilinmektedir, ne de vardır. Bazıları Mecnun ile Leylâ'ya nisbet edilen şiirler Beni Ümeyye büyüklerinden birisinindir. Fakat gizlenmek için böyle müstear bir isim kullanmıştır, demişlerdir, diyorlar.
İster o, ister bu olsun, biz müslümanlar Hz. İsa'nın bahsi İncil'lerde ve hıristiyan kitablannda geçmiştir diye ona îman etmiyoruz. Biz ona Kur*an'da bahsi geçtiğinden dolayı îman ediyoruz. Kur'an'da onun varlığı, Peygamberliği sabit olduğundan dolayı ona îman ediyoruz. O halde bizim katımızda kesinlikle İsa (A.S.) ve Peygamberliği sabittir. Onun beyan ettiği herşeye îman ediyoruz. Kur'an'm Allah katından geldiğine dair alâmetlerden birisi hıristiyanlarm asılma ve üçleme akideleriyle ilgili rivayetlerine muvafakat etmemesidir. Allah dilediğini dosdoğru yola hidâyet eder.»[216]
«Kitab ehlinden, ölmeden önce, İsa'ya inanmayacak yoktur. O, gerektiği, gibi inanmadıklarından kıyamet günü onların aleyhinde şa-hid olur...»
İbni Cerir, tevil ehli bu âyetin mânâsında ihtilâf etmiştir. Bazıları âyetin mânâsı, «İsa'nın ölümünden önce, hiçbir ehli kitab kalmaksızın hepsi ona îman edecektir demektir» demişler. Bu tevil İsa (A.S.), Deccal'ı öldürmek için indiği zaman bütün ehli kitabın kendisini tasdik edeceğini gerektiriyor. Böylece hepsi bir millet oluyor. Hepsi, her türlü batıldan uzak İslâm milleti ve İbrahim dini üzerinde oluyor. [217]
İbnu Abbas «Bu âyetin mânâsı Meryem'in oğlu İsa (A.S.) ölmezden önce ehli kitabın tamamı ona îman edecektir demektir» dedi. «El-Ufîö: İbni Abbas'tan bu mânâya yakın bir mânâ nakletti. Ebu Malik «Bunların İsa'ya (A.S.) îman etmeleri, İsa'nın (A.S.) nüzul zamanında ve ölmezden öncedir. Ölmeden önce kitab ehlinden hiç kimse kalmaksızın hepsi ona îman edecektir, demektir, dedi.» Ed Dehhak, İbni Abbas'tan «Bu âyetteki ehli kitabtan maksad, sadece Yahudilerdir» dediğini nakleder. Hasan Basri «Buradaki ehli kitabtan maksad, Necaşi ve arkadaşlarıdır.» dedi. Bu iki rivayeti de İbni-Ebi-Hatem nakletmiş-tir. İbni Cerir der ki; «Bana Yakub, ona da Ebu Reca Hasan'dan rivayet etmiştir: «Ehli Kitabın İsa'ya (A.S.) îman etmesi, onun Ölümünden öncedir. Yemin ederim, o şimdiki halde Allah katında diridir. Fakat o nazil olduğu zaman hepsi ona îman edeceklerdir.»
İbni Ebi Hatim bize Ubey, ona Ali bin Osman El-Lahikî, ona Cü-veyriye bin Beşir söyledi: «Bir kişiyi dinledim. Hasan Basri'ye : «Ey Eba Said! Cenab-ı Hakkın «Ehli kitabtan hiçkimse yoktur, onun ölümünden önce ona îman etmesin» diyor. Bunun mânâsı nedir? Buyurdular: «Hz. İsa'nın ölümünden önce» demektir, dedi ve Cenab-ı Hak İsa'yı (A.S.) katına refetti. Kıyamet gününden önce onu gönderecektir. Doğru ve yalancı herkes ona îman edecektir.» diye devam etti. Kattade Abdurrahman bin Zeyd bin Eslenı ve daha birçokları âyete aynı mânâyı vermişlerdir. Ve bu gerçek bir mânâdır. İbni Cerir ve başkaları: «Bundan maksad, ehli kitabın Ölümünden önce İsa'ya iman etmeleridir» dediler. Bu görüşü tercih edenler âyeti şöyle tevil ediyorlar: «Kişinin, ölümü geldiğinde gözünün önündeki perde kalkar, hakkı batıldan ayini eder. Çünkü ölüm kime misafir olursa nefs-i çıkmazdan evvel din hususunda hak batıldan ayrılır ve kendisine görünür.» Ali bin Ebi Talha, İbni Abbas'tan bu âyetle ilgili olarak şu tevili rivayet etmiştir: «Hiçbir Yahudi İsa'ya (A.S.) îman etmedikçe ölmez!» Fakat ne zaman, hangi şartlar altında bu belirtilmiyor.
(İbnu Kesir) bana El-Musanna, ona Ebu Huzeyfe, ona Şu'be, ona İbni Ebi Nuceyh, ona Mücahid haber verdi: «Her kitab sahibi ölümünden önce İsa'ya (A.S.) îman edecektir.» Yani kitabın sahibi ölmezden önce İsa (A.S.)'ya îman eder.
İbni Abbas: «Eğer kitab ehlinin boynunu vursam İsa'ya (A.S.) îman etmedikçe nefesi çıkmaz» dedi.
Bize İbni Humeyd, ona Ebu Numeyle, Yahya bin Va'di, ona Hüseyin bin Vakıd, o da Zeyd bin Nahvi'den, o da İkrime'den, o da İbni Abbas'tan: «Hiçbir Yahudi, İsa'nın (A.S.) Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahidlik etmedikçe cam çıkmaz. Velev ki silâh acelece kendisine sıkıhrsa».
İshak bin İbrahim bize, Habib bin Eş Şehid ona, İtab bin Büşeyr, ona, Husayf (veya Hasiyf) ona, Said bin Cübeyr de Husayfa'ya İbni Abbas'tan şunu rivayet ediyor:
«Hiçbir Yahudi İsa'ya îman etmedikçe canını teslim etmez.»
İbni Abbas'a sordular: «Eğer bir Yahudi damdan düşerse de böyle mi olur?» Cevab olarak İbnu-Abbas (R.A.):
«Havada iken bunu konuşacaktır.» dedi.
Eğer birisinin boynunu vursak da yine şahadet edecek mi? dediler. Îbnu-Abbas: «Dili onu terennüm edecektir» dedi.
Süfyan Es Sevrî Husayften, o da İkrime, o da İbni Abbas'tan rivayet etti:
«İsa'ya îman etmedikçe hiçbir Yahudi ölmez. Kılıçla kendisine vu-rulsa da bu îmanı yapacaktır. Yükseklikten düşerse de, havada yuvarlandığı halde yine bu îmanı edecektir.»
Ebu Davud et Tayalisî, Şu'beden, o da Ebi Harun Ğanevi'den, o da İkrime'den, o da îbni Abbas'tan böyle rivayet ettiler.
İşte bunların hepsi sahih senedlerdir, İbni Abbas'a kadar giderler. Böylece Mücahid'den, îkrime'den, Muhammed bin Sirin'den de sahih olarak bu senedler gelmiştir. Dahhak ve Cüveybir de böyle derler. Es-Suddi, îbni Abbas'tan hikâye ederek Ubey bin Kaab'ın kıraatim nakletti. Onun kıraatmda «Kable mevtinim» «yani onların ölümünden önce» tâbiri vardı.
Abdurrezzak İsrail'den, o da Fırat el Kazzaz'dan, o da Hasan Bas-ri'den: «Ehli kitabtan hiç kimse ölümünden önce İsa'ya îman etmedikçe ölmez.» Bu tefsiri, ihtimal ki daha önce kendisinden naklettiğimiz görüşü olsun. Muhtemel ki, o da bu tefsir âlimlerinin kasd etmiş olduklarını kastetsin.
İbni Cerir ve başka müfessirler: «Âyetin mânâsı, ehli ki t ab dan. hiçbir kimse' yoktur ki, ölümünden önce Hz. Muhammed'e îman etmesin.» demişlerdir. İkrime: «Herhangi bir Yahudi veya herhangi bir hı-ristiyan Hz. Muhammed'e îman etmedikçe Ölmez» dedikten sonra «Ki-tab ehlinden hiç kimse yoktur kî, Ölümünden önce ona îman etmesin» âyetini okudu. İbni Cerir, «Bu görüşlerin en güzeli birinci görüştür. O da, «Ehli kitabtan hiç kimse Hz. İsa'nın nüzulünden sonra kalmaz. Hepsi Hz. İsa'ya ölmezden önce îman edecektir.» Yani Hz. İsa nazil olacaktır. Ölmezden önce bütün ehli kitab ona îman edecektir.» Şüphesiz ki îbni Cerir'in bu tevili sahih bir tevildir. Çünkü âyetin siyakından Yahudilerin «İsa'yı biz öldürdük, astık» demelerinden ve cahil hıristiyanlardan bazı grubların bunların tasdik etmelerinden böyle tevil edilmesi gerekiyor neticesi çıkıyor. Cenab-ı Hak «Durum sizin bildiğiniz gibi değildir, ancak Hz. İsa'ya birisi benzetilmiştir. Bu benzetilen öldürülmüştür. Onlar onun farkında değildirler. Sonra Cenab-ı Hak İsa'yı (A.S.) katma refetmiştir. O daha diridir. Mütevatir hadislerin delâlet ettiği gibi kıyametten önce indikten sonra sapıklık Meşinini (Deccal'ı) öldürecek ve istavrozu kıracak, domuzu öldürecek, haracı kaldıracak, yani hiçbir din sahibinden haraç kabul etmiyecektir. Ya o müslüman olacak veya öldürülecektir. İşte bu âyeti kerîme, haber verdi ki kitab ehlinin tamamı o zaman Hz. İsa'ya îman edecektir. Tastikten hiç kimse geri kalmayacaktır. Ölümünden önceki zamir Hz. İsa'ya raci oluyor.
«Kıyamet gününde Hz. İsa onların aleyhinde şahîd olur» yani onlardan gördüğü amellerin hakkında şahid olur. Göklere yükselmezden önce ve yere nazil olup ölünceye kadar onlardan gördüklerine şahid olacaktır.
Bu âyeti: «Her kitap ehli ölmezden önce Hz. İsa'ya ve Hz. hammed'e îman eden} şeklinde tefsir edenlere gelince: Bu vakıadır. Yani herkes sekerat anında bilmediği konular kendisine keşfolunur, ona îman eder. Fakat bu îman yararlı ve faideli bir îman olamaz. Eğer ruhları kabzeden meleği görürse ve ondan sonra îman ederse faidesi yoktur. Nitekim Cenabı Hak bu sûrenin başında şunları buyurdu: «Allah, kötülüğü bilmeyerek yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbcsini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah, işte onların tevbesini kabul eder. Allah, bilendir, hikmet sahibidir. Kötülükleri işleyip dururken Ölüm kendisine geldiği zaman işte şimdi tevbe ettim diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir. İşte onlara elem verici bir azab hazırlanmıştır.» (Nisa: 17-18).
Bu tefsir, İbni Cerir'in delil olarak ileri sürdüğü ve bu tefsiri reddetmesinin zaif olduğuna delâlettir. İbni Cerir şöyle diyor: «Eğer bu âyetten maksad herkes ölümünden önce Hz. İsa'ya veya Hz. Muhammed'e îman eder şeklinde olsaydı, Hz. Muhammed'e ve Hz. Meşine daha önce inanmayanlar o zamanda îman edip o Peygamberlerin dini üzerinde olurdu. O vakit onun dininden olan akrabaları terekesinden miras götürmemeleri lâzımdı. Çünkü sadık olan Hz. Allah, ölümünden önce îman edeceğini haber verdi.»
İbni Cerir'in bu görüşü, güzel değildir. Çünkü faide vermeyen bir durumdaki îman etmesi onu müslüman kılacak değildir. İbni Ab-bas'ın sözüne bakmaz mısın? «Eğer o bir dağdan düşerse veya kılıçla kendisine vurulursa veya onu yırtıcı hayvanlar parçalarsa o hallerde de İsa'ya (A.S.) îman etmesi lâzımdır. Bu halde Hz. İsa'ya îman etmesi hiçbir faide getirmez. Bu îman sahibini de küfründen çıkarıp îman sahasına geçirmez. Allah hakikati daha iyi bilir.»
Bunu güzelce düşünen, derin bakışlarla buna bakan bir insana . açılır ki gerçek budur. Fakat lâzım gelmez ki bu âyetten murad bu olsun. Belki murad bu âyetten daha önce söylediğimiz gibi «İsa'nın (A. S.) varlığını takrir etmek, gökteki hayatının devam ettiğini bildirmek, kıyamet kopmazdan evvel yere nazil olacağım haber vermek demektir.» Ta ki sözleri birbirine ters ve birbirleriyle çelişmekte olan Yahudi ve hıristiyanlan yalanlasın. İsbat etsin ki aksilik fikirlerinin arasında oluşmakta, tenakuz meydana getirmekte ve fikirleri hepten boş olmaktadır. İşte böylece ortaya koyacak ki Yahudiler tefrite hıristi-yanlar da ifrata kaçtılar. Yahudiler Hz. İsa'ya veya annesine attıkları iftiralarla güya onun mertebesini azaltmaya ve küçültmeye çalıştılar, hristiyanlar da onda olmayan sıfatlan (yani Allah'lık sıfatlarım) ona vermeye, Yahudilerin bu hücumları karşılığında Peygamberlik makamından çıkarıp rububiyet makamına götürmeye yeltendiler. Allah hem şunlardan hem de berikilerden yani onların fikirlerinden yücedir, münezzehtir, mukaddestir, ondan başka ilâh yoktur. [218]
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/244.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/244-245.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/245-248.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/248-249.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/249-252.
[6] Asrı saaddette, tedavülde; Zuyuf (katışımh) ve Ceyyid
(katışırasız) diye iki türlü akça vardı. Gümüşe bakır gibi kıymeti düşük
maddeler katıldığında akçanın ayan düşerdi. Bu parayı bilerek ve kalpazanlık
yaparak verip katışmışız parayı almayınız, demek oluyor ayetin manası.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/252-262.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/262.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/262-263.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/264-265.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/265-266.
[12] Beni-Kureyze yhudileri de Hz. Peygair
jerde Sad bin
Muaz'ın hakemliğini kabul etmişlerdi. Bunun üzerine verdiği hüküm
tatbik edildi
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/266-268.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/269-270.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/271-272.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/274.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/275-276.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/276-279.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/279-281.
[20] Bkz. İbn-Kesir 2-209-Darul-Endülüs Beyrut tarihsiz
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/281-284.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/284-286.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/286-287.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/287-289.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/289-290.
[25] Bkz. İbn-Kcsir 2-212 — Darul-Endülüs-Beyrut
[26] Bkz. İbn-Kcsir 2-212 — Darul-Endülüs-Beyrut
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/290-293.
[28] Bkz. İbn-Kesir 2-214-215 Dar. Endülüs Beyrut
[29] Bkz. Îbn-Kesir 2-216 Dar. En£ Beyrut
[30] Bkz. İbn-Kesir 2-216 Dar. End. Beyrut.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/293-297.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/297-298.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/300.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/300-303.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/305.
[36] Bkz. Ahkamul-Kur'an İbni Arabî
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/306-310.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/310-311.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/311-312.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/312.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/313.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/315.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/316.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/316-317.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/318.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/319-320.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/320-321.
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/321.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/322-323.
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/325.
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/326.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/326-327.
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/327-328.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/328-329.
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/329-331.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/331-332.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/334.
[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/335.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/335.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/336.
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/336-337.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/337.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/337-339.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/339-340.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/340-341.
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/341-342.
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/344.
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/345.
[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/345-347.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/347-352.
[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/352.
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/352-353.
[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/355.
[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/356-357.
[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/357-359.
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/360-362.
[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/362-364.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/366.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/367.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/367-368.
[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/368.
[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/368-369.
[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/369-370.
[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/370-371.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/371-374.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/374-376.
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/378.
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/379.
[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/379-380.
[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/380.
[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/380-384.
[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/384.
[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/386.
[94] Beyzavi, tefsirinde Resûlullahdan sonra ömere başvurudugunu kaydediyor,.Bkz.
Kazi-Beyzavi, Hazin, Nefsî Cild 2, Sah: 105-Amire-tstanbul 1317 Hicri.
[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/387-388.
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/388-389.
[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/391.
[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/392.
[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/392-393.
[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/393-395.
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/397.
[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/398.
[103] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/398-399.
[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/400.
[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/400-401.
[106] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/403.
[107] Bkz. Müslim 4-1836-Fuad Abdulbakî tahkiki «Peygamberin
dediğine şera'n tabî olmak» bahsı-Beyrut baskısı.
[108] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/404-405.
[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/405-406.
[110] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/406-407.
[111] Bkz. EI-Menar 5-291-MektebetuI-Kahire.
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/407-409.
[112] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/409-411.
[113] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/411-412.
[114] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/412.
[115] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/412-414.
[116] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/414-415.
[117] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/417.
[118] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/418-420.
[119] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/420-421.
[120] Bkz. Beyzavî ve Hazin 2-133-Istanbul, Amire 1318.
[121] Bkz. Beyzavî ve Hazin 2-I34-îstanbuI, Amire 1318
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/421-422.
[122] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/424.
[123] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/425-426.
[124] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/426-427.
[125] Bkz. Hazm-2-138-Amire baskısı, İstanbul 1318
[126] Bkz. Hazın-2-138-Amire baskısı, istanbul 1318
[127] Bkz. Hazin 2-138-139-Amire baskısı İst. 1318
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/427-430.
[128] Bkz. Hazin 2-139-Amire baskısı tst. 1318
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/430.
[129] Bkz. EL-Hazın 2-139-Amire baskısı İst. 1318
[130] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/431-432.
[131] Bkz. El-Beyzavî ve El-Hazın-2-141-Amire bsk. istanbul
1318.
[132] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/433-434.
[133] Ebu-Davud ve Tırmızî-Bkz. El-Hazın 2-143 Beyzâvî 2-142 Amire bas.-1318—İstanbul
[134] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/434-437.
[135] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/437.
[136] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/439-440.
[137] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/440-441.
[138] Bkz. El-Hazın-2-146-Amire bas. 1318 İstanbul
[139] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/441-444.
[140] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/444-446.
[141] Bkz. Lubabut-Tevil-2-151-Amire bas. 1318-îstanbul
[142] Bkz. Lubabut-Tevil-2-lSKAmire bas. 1318-îstanbul
[143] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/446-450.
[144] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/450.
[145] Bkz. Lubabut-Tevil-2-152 Amire bask. 1318-îstanbul
[146] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/450-451.
[147] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/453.
[148] Bkz. Envarut-Tenzil 2-153 Amire bask, 1318-îstanbul
[149] Bu hadisi Îbm-Mesııd rivayet etti; Bkz. Lubabut-Tevil
2-156 Amire 1813-tstanbul
[150] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/453-458.
[151] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/458.
[152] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/459-460.
[153] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/462.
[154] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/463.
[155] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/463-464.
[156] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/464.
[157] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/464-465.
[158] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/465.
[159] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/466.
[160] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/468.
[161] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/469.
[162] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/469.
[163] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/470.
[164] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/470.
[165] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/471.
[166] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/471-472.
[167] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/472-473.
[168] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/473-474.
[169] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/474-475.
[170] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/475-476.
[171] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/476-477.
[172] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/479.
[173] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/479-482.
[174] Bkz. Lubabut-Tenzil 2-175 ve El-Beyzav! 2-175 Amire baskısı İstanbul-1318.
[175] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/482-484.
[176] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/485-476.
[177] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/488.
[178] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/489-490.
[179] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/490.
[180] Bkz. El-Kurtubî Cild 4- Sah. 292-Dar. elkâtıl-Arabî Kahire
baskısı- 1387-1967.
[181] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/490-491.
[182] Bkz. el-Kurtubî
6-407 Dar. cl-Katib Kahire baskısı 1387-1967
[183] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/491-492.
[184] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/494.
[185] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/495-496.
[186] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/496-497.
[187] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/497-498.
[188] Bkz. el-Kurtubî Cild 5-Sah. 418-Darul-Kâtip Kahire
1387-1967
[189] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/498-499.
[190] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/501.
[191] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/502.
[192] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/502-503.
[193] Bkz. el-Kurtubî
Cild 5-422-Dar. Katip Kahire 1387-1967
[194] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/503-504.
[195] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/504-505.
[196] Bkz. el-Alusî
Ruhul-Meani Cild 5-177-Dar. îh. Tu.
Arabî Beyrut-Tarihsiz
[197] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/505-507.
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/
[198] Bkz. el-Kurtubî
Cild 5-426-427-Darul-Katip Kahire 1387-1967
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/507.
[199] Bkz. ed-Durul-Mensûr 2-236-Kahire Tarihsiz
[200] Bkz. ed-Dunü-Mensûr 2-236-Kahire Tarihsiz.
[201] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/507-509.
[202] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/511.
[203] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/512-513.
[204] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/513.
[205] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/514.
[206] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/514-516.
[207] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/518.
[208] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/519.
[209] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/519-521.
[210] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/521-524.
[211] Bu kişi, Hz. îsa'nın benzerini asılmaya teslim
ettikten sonra ellerini yıkadı ve «Bu sıddıkın kanından beriyim!» diyen Yahudi
hakimdir. Bkz. EI-Mımcıd bilatüs maddesi.
[212] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/524-529.
[213] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/529-532.
[214] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/533.
[215] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/533-535.
[216] Bkz. El-Menar Cild 6-40-55 Matbaatul-Kahire 1380
[217] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/535-542.
[218] Bkz.ibni kesir 2-432-435 dar-end. Baskısı beyrut
tarihsiz.
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/542-546.