1. Ayet-i Kerimenin Nüzul Sebebi:
2. Temenni, Gıpta ve Kıskançlık:
3. Erkek, Kadın Herkese Kazandığından Bir Pay Vardır: Yüce
Allah'ın:
4. Allah'ın Lütfundan Dilemek:
3. Müşterek (birkaç mana için kullanılan); Mevlâ ve Veli
Lafızları:
5- Ahidlerinize Bağlı Kalınız:
2- Erkeklerin Hanımlarını Te'dip Hakkı ve Sınırı:
3. Erkek Karısının Nafakasını Sağlayamazsa, Kadının Nikâhı
Feshetme Hakkı Doğar mı?
4- İyi Kadınların Bazı Özellikleri:
5. Serkeşliğin ve Ondan Endişe Etmenin Mahiyeti:
7. Te'dip Kastıyla
Kadınları Yataklarında Yalnız Bırakmak:
9- İtaat Edenler Aleyhine Yol Yoktur;
10- Çok Yüce ve Çok Büyük Olan Allah:
11. Kadının Serkeşliği Dolayısıyla Kullanılabilecek
Haklar:
1- Aralarının Açılmasından Korkutursa:
3. Kadınların îtaat ve Serkeşlikleri Halinde Hakemlerin
Yetkileri:
4- Hakemler Arasında Ayrılık Olursa:
5- Tek Bir Hakem Yeterli midir?
1- Allah'a Şirk Koşmaksızm İbadet:
3. Akrabaya, Yetimlere ve Yoksullara İyilik:
5. Yakın Komşu ve Bazı Haklarına Örnekler:
7. Komşuya İyilik Yapma Örnekleri;
11. Komşuluk Haklarının Sabit Olması İçin îman Şart mıdır?
14. Ellerinizin Altında Bulunanlara da İyilik Edin:
15. Köleye ve Hizmetçiye Yapılan Haksızlıkların Kefareti:
16. Köle mi Efdaldir, Hür Olan mı?
17. 'Hz. Cebrail'in Diğer Tavsiyeleri:
18. Allah Büyüklenip Böbürlenenleri Sevmez:
1. Nahiv Bakımından Cümlenin Durumu:
2. Cimrilik
Yapanlar, Cimriliği Emredenler:
2. Şeytanın Arkadaşlık Ettiği Kimseler:
2. Âyet-i Kerimedeki Sarhoşluğun Mahiyeti:
3. Sarhoşken Namaza Yaklaşmama Hitabının Muhatapları:
4. "Namaza
Kalkmaksın Anlaşılması:
5. "Sekr Sarhoşluk" Kelimesinin Anlamı.
Tekil ve Çoğul Olarak Kullanılışı:
6- İslâm'ın îlk Dönemlerinde İçkinin Yasak Olmayışı:
7. Sarhoş îken Yapılan Tasarruflar ve Bu Tasarrufların
Hükmü:
8. "Cünup" Kelimesinin Anlamı;
10. Yoldan Geçmek (Obur) île İlgili Açıklama:
11- Cünupken Yolculuk ve Cünupken Mescidden Geçmeye Dair
Hükümler ve Görüş Ayrılıkları:
12. Cünub Olanın Yapamayacağı İşler
14. Gusül Esnasında Azalar Kaçar Defa Yıkanır:
15- Vücudunu Ovalayamayan Kimse Ne Yapar:
16- Cünup Kimsenin Guslederken Sakalını Hilâllemesi:
17. Mazmaza ve İstinşakın Hükmü:
19. Guslederken Kullanılacak Su Miktarı:
20. Teyemmüm île İlgili Buyruklar ve Bu Buyrukların Nüzul
Sebebi:
21. Hastalığın Mahiyeti ve Ruhsatları;
26. "Kadınlara Dokunmak" Buyruğunun Anlaşılması île İlgili Görüş Ayrılıkları:
27. Teyemmümü Mubah Kılan Sebepler ve Su Bulamamanın
Mahiyeti:
29. Vakit Çıkmadan Önce Su Bulma Umudu Varsa Ne yapar:
31. Nitelikleri Değişmiş Suyun Hükmü:
32- Sudan Başka içeceklerle Abdest Almak:
33- Yokluğu Teyemmümü Mubah Kılan Suyun Nitelikleri:
34. Teyemmümün Anlamı ve Hikmeti:
36. Teyemmüm Mükellefiyetinin Muhatapları:
37. Teyemmüm Almış
Kimse Suyu Bulursa:
38, Teyemmüm Almış
Kimsenin Namaza Başlamadan ve Namazı Kıldıktan Sonra Suyu Bulmasının Hükmü:
39. Namaza Başladıktan Sonra Suyu Bulanın Hükmü:
40. Teyemmüm İle Birden Çok Namaz Kılınabilir mi?
42- Teyemmüm Nelerle Yapılabilir:
45- Teyemmümde Tek Vuruş Yeterli midir:
47. Âyetin Nüzul Sebebi ve Anlamı:
1. Kişinin Kendisini Tezkiye Etmesi:
3. Başkasının Tezkiyesi ve Övmesi:
Cibt'e ve Tâğûtâ îman Edenler;
2- Allah'ın Bağışını Kıskanma Hatası:
3. Peygamberlerin Çok Evliliğine Dair:
4. Peygambere îman Edenler ve Ondan Yüz Çevirenler:
1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Sahiplerine Verilmesi Emralunan
Emanetlerin Mahiyeti:
2- İnsanlar Arasında Adaletle Hükmetmek:
İtaatin Kapsamı ve Zalim Yöneticilere İtaatin Gerekmediği:
2- Anlaşmazlık Konularının Allah'a ve Peygambere Havale
Edilmesi:
1. Âyeti Kerimenin
Nüzul Sebebi:
2. Rasuluîlak'ın
ez-Zübeyr Olayındaki Bu Tutumu, ile Bu Âyet-i Kerimenin Ftkhî İncelikleri:
3. Üstteki Arazi
Sahibinin Arazisini Sulaması ve Bir Alttakine Suyu Bırakması Keyfiyeti:
4. Sulama Şekline Dair Rivayetler ve Görüşler:
5. İslâm'ın
Hükmüne İtaat ve Teslim Olmanın Zorunluluğu:
1. Allah'a ve
Peygambere İtaat Edenlerin Mükâfaatı ve Bu Buyrukların Daha Önceki Ayetlerle
İlişkisi:
2. Hz. Ebu
Bekir'in Halifeliği:
3. Bu Derecelere
Ulaşmak Ancak Allah'ın Lütfü ile Olur: Yüce Allah:
1. Ayetler Arası
îlişki, Tevekkülün Gerçek Mahiyeti ve Tedbirin Önemi:
3. Küçük Birlikler
Halinde Savaşa Çıkmak:
5. Bu Âyet-i
Kerime ve Nefir île İlgili Diğer Âyetler:
1, Ahireti Satın
Alanlar Savaşsınlar:
2. Allah Yolunda
Cihadın Mükafatı:
3. Şehid ile
Gazinin Mükâfatı:
1. Mustaz'aflar
Uğrunda Savaşa Teşvik:
1. Ölüm, Nerede
Olursa Olsun İnsanı Gelip Bulur:
2. Kaderiye'nin
Yanlış Kanaatleri:
3. Tevekkül,
Sebepleri Terketmek Değildir:
4. Burçların
Mahiyeti ve Hikmeti:
Bu Âyeti Delil
Gösteren Bazı Cahiller...
2. Allah'ın
Kâfirlerin Baskısını Önleyeceğine Dair Vaadi:
3. Allah'ın
Vaadinin Gerçekleşmesi:
2. Şefaatin
Türleri ve Bu Âyetin Maksadı:
3- Allah Herşeye
Gücü Yetendir:
1. Takiyye'nin,
Yani Selâm'm Anlamı:
2. Âyet-i
Kerimenin Manası ve Selamlaşmaya Dair Bazı Hükümler:
3, Selâmın Daha
Güzeli ile Alınması:
4. Selamlaşmada
Tercih Edilen İfade Şekli:
5. Selamı Alırken
Selam Verenin Önce Anılması:
6. Selamlaşmaya
Dair Diğer Hükümler;
10. Zimmet Ehlinin
Selâmını Almanın Hükmü:
12. Selam Vermenin
ve Almanın Ecri:
32. Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni
etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay okluğu gibi, kadınlara da
kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan, O'nun lüt-fundan isteyin. Şüphesiz
Allah, herşeyi çok iyi bilendir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Ttrmizî, Um Seleme'den şöyle dediğini rivayet eder: Erkekler gazaya gidiyor,
kadmlar gazaya gidemiyor ve biz mirasın (erkek hissesinin) yansım alıyoruz.
Bunun üzerine yüce Allah: "Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün
kıldığı şeyleri temenni etmeyin" buyruğunu indirdi. Mücahicl der ki: Yine
bu hususta yüce Allah: "Şüphesiz müslüman erkekler ve müslüman kadınlar.”
(el-Ahzab, 33/35) âyetini de indirdi. Um Seleme de, Medine'ye hicret ederek
gelen ilk kadın olmuştu. Ebû îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu mürsel bir hadistir.
Kimisi bunu, İbn Ebİ Necîh'ten., o, Mücahid'den diye mürsel olarak, 13m Seleme
böyle böyle dedi, diye rivayet etmiştir.[1]
Katade de der ki: Cahil iye dönemi insanları, kadınlara da, çocuklara
da miras vermiyorlardı, İslam'da bunlara miras verilip de erkeğe iki dişi payı
mirastan verilince bu sefer kadınlar, keşke paylan erkeklerin paylan gibi
olsaydı diye temenni ettiler. Erkekler de şöyle dedi: Bizler miras hususunda
kadınlara üstün kılındığımız gibi, âhirette de hasenatımızla kadınlara üstün
olacağımızı umarız. Bunun üzerine: "Allah'ın kendisiylekiminizi kiminize
üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin." âyeti nazil oldu.
[2]
Yüce Allah'ın: "Temenni etmeyin..." buyruğunda geçen temenni,
gelecek ile alâkalı bir çeşit istekte bulunmaktır. Telehhüfiesef) ise, geçmiş
ile alakalı bir isteğin türünü ifade eder. Yüce Ailalı müzminlere burada
temenniyi yasaklamaktadır. Çünkü, temenni ile gönül taalluk eder ve ecel
unutulur. Îİim adamları, bunun kapsamına gıpta yasağının girip girmediği
hususunda farklı kanaatlere sahiptirler.
Gıpta, kişinin arkadaşının durumuna gelmeyi -onun durumunun yok olmasını
arzulamasa dahi- temenni etmesidir. Cumhur -yani Mâlik ve diğerleri- bunun
caiz olduğu görüşündedir. Bazılarına göre, f iz. Peygamber'in şu buyruğunda
kast ettiği de odur: "İki şey dışında kıskançlık (hased) yoktur: Allah
birisine Kur-an'ı Kerimi verir o da, gece gündüz onun gereğince amel eder,
diğeri ise, Allah, kendisine bir mal verir o da gece gündüz onu intak
eder,"[3]
Hadis-i şerifte geçen "kıskançlık yoktur. buyruğu ile bu iki husustaki
gıptadan daha üstün ve daha büyük bir gıpta olamayacağı anlatılmaktadır.
Buhârî bu hadisin başında: "İlim ve hikmet hususunda gıpta etmek" diye
bir başlık açmakla bu anlama dikkat çekmiştir.[4]
el-Mühetleb der ki; Yüce Allah, bu âyet-i kerimede temenni edilmesi caiz
olmayan şeyleri açıklamaktadır. Bu da dünya malı ve benzeri şeyler
hakkındadır,
İbn Atiyye der ki: Salih ameller hususunda temenni ise, güzel bir
şeydir. Şu kadar var ki kişi, Allah'tan -daha önce sökünü ettiğimiz herhangi
bir işi ile birlikte olmamak üzere bir takım temennilerde bulunacak olursa bu
caizdir. Bu aynı zamanda Peygamber (sav)'m şu buyruğundaki hadisinde de görülmektedir;
"Diriltileyim sonra öldürüleyim... diye temenni ettim."[5]
Derim ki: Bu hadis-i şerif, Buharî'rün Sahihinde Kitabu't-Temennî
(Temenni bölümü)'nün başına aldığı hadis-i şeriftir.[6]
Bu ise, hayrı iyi davranışlarda bujunmayı temenni etmenin ve bunları
arzulamanın, güzelliğine delâlet etmektedir. Aynı zamanda bu hadis-i şerifte, şehidliğtn
diğer hayırlı amellerdi den üstünlüğü de vurgulanmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber,
başka bir ameli değil de şehidi İği temenni etmiştir. Bu ise, şehidliğin
yüksek bir makam olması ve bu makama yükselenlerin şerefi dolayısıyladır.
Nitekim yüce Allah ona bu şehidliği de ihsan etmiştir. Çünkü Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Hayberde yediğim (zehirlenmiş koyundan) o lokma,
kalbime giden damarı kestiği o an, zaman zaman gidip gelmektedir..."
[7]
Yine es-Sahih'ıe (Buhari'de) şöyie denemektedir: "Şehide temennide
bulun, denilir- O da: Senin yolunda bir daha öldürülünceye kadar dünyaya geri
döndürülmeyi temenni ederim, diyecektir..."
[8]
Rasûlullah (sav) de, Ebû Talib'in. Ebû Leheb'in ve Kureyş'in ileri gelenlerinin
böyle bir şeyin gerçekleşmiyeceğini bildiği halde- iman etmelerini temenni
eder ve zaman zaman şöyle derdi: "Benden sonra gelip beni görmeyecekleri
halde bana İman edecek kardeşlerimi pek çok özledim."
[9]
İşte bütün bunlar, eğer temenni, kine, nefretleşmeye götüren bir sebep
ol-muyorsa, temenninin yasak olmadığının deliUeridir, Âyet-İ kerimede yasak
kılınan temenni ise, bu kabilden (kin ve kıskançlığa kadar götüren türden) olan
temennidir. Dolayısıyla, bunun kapsamına bir kimsenin bir diğerinin sahip
bulunduğu dini veya dünyevi halini zeval bulmasını temenni etmek de
girmektedir. Bununla beraber, zeval bulması istenen o hale sahip olmayı temenni
etmek ile etmemek arasında fark yoktur. İşte kıskançlık bizatihi bu-dur. Yüce
Allah'ın: "Yoksa onlar, Allak lütfundan verdi diye insanları mı kıskanıyorlar?"
(en-Nisâ, 4/54) buyruğunda kınadığı, yerdiği kıskançlık da işte budur.
Yine bir kimsenin müslüman kardeşi tarafından istenmiş bir hanıma talip
olması, onun satın almak isetediği bir şeyi, vazgeçmeden satın almaya kalkışması
da bunun kapsamma girer. Bütün bunlar kjskançhğa ve nefretleşmeye davetiye
çıkartır. Kimi ilim adamı, gıptayı da mekruh görmüş ve gıptanın da âyet-i
kerimedeki yasağın kapsamına girdiği görüşünü ifade etmiştir. Sahih olan ise,
açıkladığımız üzere gıptanın caiz olduğudur. Başarımız Allah-tandır
ed-Dahhâk der ki: Bir kimsenin bir diğerinin durumunu temenni etmesi
helâl olamaz. Nitekim: "Keşke Karun'a, verilenler gibi bize de
verilseydi..” (el-Kasas, 28/79) buyruğu ile başlayan kıssada: Kendisinin,
evinin ve mallarının yerin dibine geçirilmesi üzerine: "Dün onun yerinde
olmayı temenni edenler, sabah şöyle diyorlardı...Eğer Allah bize
lııtfetmeseydi, bizi de elbette yerin dibine geçirirdi" (el-Kasas, 28/82)
demeye başladılar. İşte Yüce Allah'ın bu buyruklarını gözonünde bulundurmak
gerekir.
el-Kelbî der ki: Hiç bir kimse, kardeşinin malını, hanımını,
hizmetlisini, bineğini temenni etmesin. Fakat, Allah'ım bana da onun gibi nzık
ver deyiversin. Bu Tevrat’ta da böyledir,
Kur'ân-ı Kerimde de: "Allahtan, onun lütfundan isteyin" diye
buyurul-makladır İbn Abbas der ki; Yüce Allah, bir kimsenin her hangi birisinin
malını, ailesini temenni etmesini yasaklamakta ve mü'min kullarına lütfundan
dilekte bulunmasını emretmektedir.
Cumhurun lehine delil olanlardan birisi de, Peygamber (savcın şu buyruğudur:
"Dünya ancak dört kişiyedir: Allah'ın mal ve ilim vermiş olduğu ve o da,
bunlar vasıtasıyla Rabbinden korkan, akrabalık bağım gözeten, Allah'ın onda bir
hakkının bulunduğunu bilen bir kimse. Bu mevkilerin en üstün olanlarıdır.
Allah'ın, ilim vermekle mal vermediği bir kimse. Bu kişi samimi niyeti ile der
ki: Eğer benim de bir malım olsaydı, mutlaka o malımda filanın amel ettiği
şekilde amel ederdim. İşte bu niyetine göre ecir alır ve her ikisinin de ecri
birbirine eşittir." Hadisinde bunlar zikredilmiştir.
[10]
Hadîs daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bunu TInwi rivayet etmiş ve sahih olduğunu
belirtmiştir.
el-Hasen der ki: Sizden herhangi bir kimse mal temenni etmesin. O malın
helakine sebep teşkil etmeyeceğini nereden bilebilir? Böyle bir ifade ancak
kişinin o malı dünya için temenni etmesi halinde doğru olur. Hayır maksadıyla
o malı temenni edecek ohırsa, şeriat bunu caiz kılmıştır. Kul, Rabbine kavuşmak
için o malı temenni eder, Allah'ın dediği olur.
[11]
"Erkeklere kazandıklarından bir pay olduğu gibi" buyruğu
İle, sevap ve cezadan erkeklerin kazandıklarından bir payları olduğu gibi
"kadınlara daH aynı şekilde bir paylan vardır. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.
Buna göre tıpkı erkeklere verildiği gibi kadınlara da? bîr iyiliğe on katı ile
karşılık verilir ve mükâfatlandırılırlar.
İbn Abbas der ki: Bundan kasıt mirastır. Bu görüşe göre
"kazanmak" isabet etmek anlamındadır. Yani erkeğe iki dışmin payt
kadar mirastan pay vardır. Yüoe Allah, kıskançlığı gerektiren hususları
dolayısıyla bu şekilde temennilerde bulunmayı yasaklamış bulunmaktadır. Çünkü
yüce Allah, onların (erkek ve kadınların) maslahatlarını onlardan daha iyi
bilir. Onların maslahatlarına dair olan bilgisine dayalı olarak, aralarında
mirası farklı şekillerde pay-laştırmıştır.
[12]
Yüce Allah'ın: "Allah'tan, O'mm HU fundan isteyin" buyruğu
ile ilgili olarak TirmiZÎ, Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir;
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah'ın, lütfundan dileyin. Çünkü O,
kendisinden dilekte bulunulmasını sever. İbadetin en faziletlisi de kurtuluşu
beklemektir."
[13]
İbn Mâce, Ebû Hureyre (r.a")'ın şöyle dediğini rivayet eden Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Kim Allah'tan dilekte bulunmazsa, Allah da ona gazap
eder."
[14]
Bu da yüce Allah'tan dilekte bulunma emrinin vücup ifade ettiğini göstermektedir.
Bir ilim adamı da bu temadan hareketle bunu, nazım halinde şöyle ifade
etmiştir:
"Gaaaplartır Allah, O'ndan dileği terk edersen Gazaplanır insan
kendisinden dilekte bulunulursa"
Mâliki fakihi Ahmed b. el-Muazil Ebu'î-Fadl da gayet güzel bir şekilde
şöyle demiştir:
"Sen naıklarını öyle bir tûmaenin yanında ara ki O'ndan istekte
bulunulunca arada bir perdedarı yoktur Kendisinden dilekte bulunmayı
terkedenlere buğzedip Dileklere bulunanlardan razı olan kimseden lütuf
istemelisin Ve O kimse ki, buyurduğunda hemen söaü yerine gelir Bir kâtibe
yazdırıp mühürlemeye gerek olmaksızın."
Bu hususa dair açıklamaları "Kam’ul-Hırsı bi'z-Zühdi
ve'l-Kanaah"adlı eserimizde yeterince yapmış bulunuyoruz.
Said b. Cübeyr de der ki: "Allah'tan, O'nutit lütfundan
isteyin" buyruğundan kasıt, dünyalık ile ilgili değildir. Bir görüşe güre
de anlamı şudur: Siz yüce Allah'tan O'nu razı edecek şeyler işlemeye
muvaffakiyeti isteyiniz. Aişe (r.anha)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rabbinizden karnınızın doyması dahil her şeyi isteyiniz. Çünkü yüce Allah,
bunu kolaylaştırın ayacak olursa, bu kolay bir şey değildir. Süfyan b. Uyeyne
der ki: Eğer vermeyecek olsaydı, dilekte bulunmayı emretmezdi,
el-Kisâi ve İbn Kesir: "Allah'tan, O'nun lütfundan isteyiniz"
şeklinde "sîn" ile "lârn” harfleri arasında hemzesiz olarak
okumuşlardır. Bu kelimenin Kurân-ı Kerimde geçtiği her yçrde onlann okuyuşu
böyledir. Diğerleri İse, bunu hemzeli olarak; “” şeklinde okumuşlardır, Bu
kelimenin aslı hemzelidir. Şu kadar var ki, tahfif için hemze hazf edilmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır,
[15]
33. Anne-babanın ve yakın akrabanın terk ettiklerinden her biri için
mirasçılar (mevâlt) kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de nasiblerini
verin. Muhakkak Allah herşeye şâhİd olandır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
Şanı yüce Allah, her bir insanın mirasçılarının ve mevâlîsinin
(yakınlarının) olduğunu açıklamaktadır O halde her birisi Allah'ın kendisi için
paylaştırmış olduğu mirastan paylar alsın ve bir diğerinin malını temenni
etmesin. Buharı, Kitabul-Feraiz'de Said b. Cübeyr'den gelen rivayetle yüce
Allah'ın: "An-ne-babanın ve yakın akrabaların terk ettiklerinden her biri
için mirasçılar (mevalî) kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere
de..," buyruğu hakkında İbn Abbas'ın şöyle dediğini nakletmektedir:
Muhacirler, Medine'ye geldiklerinde, Ensar, Muhacir'e akrabası dururken
mirasçı olurdu. Buna sebep ise, Rasûlullah (sav)'ın aralarında kurduğu
kardeşlik akdi idi. "Yakın akrabaların terkettiklerinden her biri için
mirasçılar kıldık* âyeti nazil olunca, ondaki bu hükmü "Yeminlerinizin
bağladığı kîmselere de nasiblerini verin" buyruğu nesh etti.
[16]
Ebu'l-Hasen b. Battal der ki: Bütün Bulıârî nüshalarında; "Her
biri için mirasçılar (mevali) kıldık*1 buyruğunu: "Yeminlerinizin
bağladığı kimselere de..." buyruğu nesh etmiştir şeklînde naklolmuştur.
Doğrusu ise, nesli eden ayetin: "Her biri için mirasçılar (mevâlî)
kıldık" buyruğu, nesh olunanın ise: "Yeminlerinizin bağladığı
kimselere de..." buyruğunun mensûiı olduğudur. Taberî de böylece rivayet
etmiştir.
[17]
Selefin cumhurunun dar bu: "Yeminlerinizin bağladığı kimselere
de..." anlamındaki buyruğunu nesli eden âyetin, el-Enfâl Sûresi'nde yer
alan: 'yakın akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince birbirlerine daha
yakındırlar1' (el-Enfal, 8/75) buyruğu olduğunu söyledikleri rivayet
edilmiştir. Bur İbn Ab-basv Katade ve Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiği gibi,
Ebu Ubeyd'in "en-Nâ-sîh ve'l-Mensûh" adlı eserinde kaydettiği görüş
de budur.
Ayet-i kerime ile ilgili bir diğer görüş daha vardır: Bunu ez-Zührî,
Said b, el-Müseyyeb'den rivayet etmiştir, Said der ki: Yüce Allah, cahiliyye
dönemin-de kendi öz çocuklarından başka evlat edinip, İslam geldikten sonra
miras bırakacak olanlara evlâtlıklarına vasiyetle bir pay vererek, miraslarının
yakın akrabalarına ve asabelerinc verilmesini emretmektedir. Bir başka kesim
de: Yüce Allah'ın: "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..." buyruğu
muhkemdir. Mensûh değildir demektedir. Yüce Allah, mü'minlere yeminleri ile
bağlandıkları kimselere yardım ve nasihat ve buna benzer hakkettikleri
paylarını vermelerini emretmektedir. Bunu, Taberîyine İbn Abbas'tan nakletmektedir.
"Yeminlerinizin bağladığı kimselere de" yardım, nasihat, onlara
bağışlarda bulunmak, gözetmek, onlara vasiyette bulunmak suretiyle "nasiplerini
verin" Miras, artık sozkonusu değildir. Bu, aynı zamanda Mücahid ve
es-Süddî'nin de görüşüdür.
Derim ki; en-Nehhâs bunu tercih etmiş ve Said b. Cübeyr'den de rivayet
etmiştir. Neshe dair rivayet sahih değildir. Çünkü, Taberî'nin naklettiğine göre,
ibn Abbas'ın da açıkladığı gibi, buyrukların arasını telif etmek mümkündür,
Buharı bunu, Kitabu't-Tefsirinde rivayet etmiştir.
[18]
İleride Allah'ın izniyle el-Enfâl Sûresi'nde (8/75. ayet, 6- başlıkta)
Zevil-Erham'ın mirasına dair açıklamalar gelecektir.
[19]
Arapça'da; Her biri, bütünü, Arap dilinde kuşatıolık ve genellik anlamını
ifade eder. Bu kelime tek başına geldi mi, tüm nahivcilere göre, iradede
mutlaka hazfedilmiş bir söz takdir edilir. Kimileri "herbiri-ne
uğradım" tabirini kutlanmıştır; Önce ve sonra kelimeleri gibi.
Buyrukta hazfedilen kelimenin takdiri de "Her bir kimse için
mevâir yani mirasçılar kıldık" şeklindedir.
"Yeminlerinizin bağladığı kimselere" de kastedilen,
Katade'den nakledildiğine göre, hilf (yemin antlaşması.) İle yapılan
bağlantılar kastedilmektedir. Şöyle ki, bir kişi bir diğer kişi ile
akidleşerek şöyle derdi: Kanım senin kanın, benim yıkmam senin yıkmandır. (Yani
biz birbirimize yardımcı ve destek oluruz). İntikamım senin intikamın, savaşım
senin savaşın, barışım senin barışındır. Sen de bana mirasçı olursun, ben de
sana. Benden dolayı sen takibata uğrarsın ve senden dolayı da ben takibata
uğrarım. Benim yerime sen diyet Ödersin, ben de senin yerine diyet öderim. O
takdirde böyle bir ant-laşmalıya (el-Halif) diğer anlaşmalının mirasının
altıdabiri verilirdi. Daha sonra bu nesh edildi.
[20]
Yüce Allah'ın: "Mevâlî" lafzı ile ilgili olarak şunu
belirtelim ki, mevlâ lafzı birkaç mana hakkında kullanılan müşterek bir
lafındır. Azad edene de, edilene de mevlâ adı verilmiştir. el-Mevlâ el-Esteİ
ve el-Mevlâ el-Âlâ da denilir. Yardımcı olan kimseye de mevla denilir. Nitekim
yüce Allah'ın: "Ve çünkü kâfirlerin ise mevlası yoktur." (Muhammed,
47/11) buyruğunda olduğu gibi. Amca oğluna da mevla denilir, komşuya da mevla
denilir. Yüce Allah'ın: "Her-biri için mevâlî Cmevlalar) kıldık"
buyruğuna gelince, burada maksat asa-be bağlandır. Çünkü Peygamber (sav):
"(Alacakları belli olan. mirasçıların aldıkları) paylardan arta kalan en
evla erkek asabeye verilir" buyurmuştur.
[21]
Bilindiği gibi ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre esfel mevla
değil de âlâ mevla asabelerdendir. Çünkü, azad eden kişi hakkında sözko-nusu
olan mana, onun azad ettiği kimse üzerinde bir nimete sebep olduğudur. Adeta
onun için bu nimeti icadeden kimse gibidir. İşte bu husus dolayısıyla onun
mirasına, (yani âla mevlâ diye bilinen) azad eden, esfel mevla diye bilinen
azad edilenin mirasına hak kazanmıştır.
Tahâvî, el-Hasen b. Ziyad'dan şunu nakletmektedir: Esfel mevlâ da âlâ
mev-lâdan miras alır. Bu hususta da şu rivayeti delil gösterir: Adamın birisi
kölesini azad ettikten sonra vefat etti ve azad ettiği kimseden başkasını da
geriye bırakmadı.
[22]
Bunun üzerine Rasûlullah (sav), onun. mirasını azad edilene verdi. Tahavî der
ki: Bu hadis ile tearuz eden bir şey yoktur. O halde bu hadis gereğince hüküm
vermek gerekir. Diğer taraftan bizler, köleyi azad edeni, azad ettiği köleyi
var eden (varlığına sebep olan) bir kimse gibi kabul edersek, o takdirde onun
bu durumu babanın durumuna benzer, Mevlây-ı esfe-lin (yani azad edilen kölenin)
durumu da oğlun durumuna benzer. Bu da mirasta aralarında eşitliği gerektirir.
Ve aslolan da aradaki bir ilişkinin genel kapsamlı olarak görülmesidir.
Haberde de: "Bir kavmin mevlâsı (azadlısı) onlardandı/"
[23]
denilmektedir.
Buna muhalefet eden cumhur ise şöyle der: Miras akrabalık bağını gerektirir.
Ortada akrabalık diye bir şey yoktur. Şu kadar var ki, bizler azad edene miras
verileceğini, onun azad ettiği kimseye bir ihsanda bulunmasından dolayı kabul
etmiş bulunuyoruz. Böyle bir durum ise, mevlây-ı esfel olan (azad edilen)
hakkında sözkonusu edilemez. Oğula gelince, babasının halefi ve onun yerini
tutan kişi olması, bütün insanlar arasında öncelikle onun hakkında
sözkonusudur. Azad edilen kimse ise, kendisini azad eden kişinin yerine geçme
selahiyetınde değildir. Çünkü, azad eden kişi, ona ihsanda bulunmuştur- Şeriat
da onu, azad edilen kölesinin mirasında daha bir hak sahibi kılmak suretiyle
ona mukabelede bulunmuştur. Bu husus ise, mevlây-ı esfelde sözkonusu olamaz.
Böylelikle ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
[24]
Yüce Allah'ın: Yeminlerimizin bağladığı kimselere..." buyruğunu
Ali b. Kebşe, Hamza'dan çoğul ifade etmek üzere "kâf" harfini
şeddeli olarak; çokça bağladığı" diye okumuştur. Şu kadar var-ki,
Hamze'den meşhur olan kıraat "kâf" harfi şeddesiz olarak
Yeminlerinizin bağladığı" diye okuduğudur. Aynı zamanda bu Asıtn'ın ve
el-Kisaî:nin de kıraatidir. Bu ise uzak bir kıraattir. Çünkü muakade
(akidleş-me) ancak iki ve daha çok kişi tarafından yapılır. Bunun da babı
(fala) (mu-fâla) dır. Ebu Cafer en-Nehhas der ki: Hamza'run kıraati, Arapça
açısından bir parça kapalı olsa da, biraz kaideleri zorlamaktadır.
Bu okuyuşa göre ifadenin takdiri: Yeminlerinizin kendileriyle antlaşma
akdettiği kimseler" demek olup, iki mef ule geçiş yapmış (teaddi
etmiş)dir. Bu da: Yeminlerinizin kendileri lehine antlaşma akdettiği
kimseler" takdirindedir.
Bu ise, Allah'ın: Onlara ölçü ile...verdiklerinde" (el-Mutaffifin,
83/3) buyruğunda olduğu gibidir. Anlamı: Onlara ölçü ile verdiklerinde"
takdirinde olup» ikinci mef'ul hazf edilmiştir.Sana ölçtüm" denilince Sana bundan ölçtüm" demektir.
ÇÂyet-i kerimede) birinci (yani kendilerine akid yaptığınız kimseler
anlamını ifade eden) mef 1ûlün hazfedilmiş olması, sıla cümlesine bitişik
oluşundan dolayıdır.
[25]
Yüce Allah'ın: "Allah, herşeye şâhid olandır" buyruğu Allah,
sizin onlarla yaptığorz akidlere şahiddir ve O, akidlere tamı tamına bağlı
kalmayı sever demektir.
[26]
34. Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler (kavvâmdırlar)* Bu ,
Allah'ın bazılarını bazılarına üstün kılmış olmasından ve erkeklerin
mallarından intak etmelerinden dolayı böyledir. İyi kadınlar itaatli olan ve
Allah'ın korumasıyla kendileri de gizli olanı koruyanlardır. Serkeşliklerinden
endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin; kendilerini yataklarında yalnız bırakın;
(nihayet) dövün. Eğer size İtaat ederlerse, artık aleyhlerine yol aramayın.
Şüphe yok ki Allah, çok yücedir, çok büyüktür.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: "Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler"
buyruğu müb-tedâ ve haberdir. Yani erkeklert kadınların nafakalarını sağlar,
onları gereği gibi korur ve himaye ederler. Aynı şekilde yöneticiler, ümerâ ve
gazaya çıkanlar da erkekler arasından çıkar. Kadınlar hakkında bu durum
sözkonusu değildir.: Kavvam ve Kayyım (yönetici ve işleri çekip çeviren) ifadeleri
aynı anlamda kullanılır.
Ayeti kerime, Sâ'd b, er-Rabr hakkında nazil olmuştur. Hanımı, Zeyd b.
Harice b.'Ebi Züheyr kızı olan Habibe, ona karşı serkeşlik etmiş, o da ona bir
tokat atmıştı. Babası ise şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, kızımı ben onun nikâhı
altına verdim, o da kalktı, onu tokatladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Kocasına kısas yapsın" diye buyurdu. Kocasına kısas yapmak üzere babasıyla
geri dönüp gidince, Hz. Peygamber: "Geri dönün. İşte Cebrail bana gelmiş
bulunuyor" dedi. Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Biz bir iş murad ettik, Allah da
ondan başkasım murad etti" Bir diğer rivayette ise: "Ben bir iş
diledim. Allah'ın dilediği ise, hayırlı olandır" diye buyurdu. Ve verdiği
birinci hükmü bozdu.[27]
Şöyle de denilmiştir: İşte bu red olunan hüküm hakkında yüce Allah'ın:
"Sana o Kurân'ın vahyi tamamen ulaştırılmazdan önce de, onu (.okumakta)
acele etme" (Tâ-Hâ, 20/114) buyruğunun nazil olduğu da söylenmiştir.
İsmail b. tshak şunu zikreder:
Bize Haccac b, el-Minhâl ile Âlim b. el-Fadl -ki lafız el-Haccac'ındır-
anlattı dedi ki; Bize Cerir b. Hazini anlattı, dedi ki: Ben el-Hasen'i şöyle
derken dinledim: Bir kadın Peygamber (sav)'e gelip şöyle dedi: Kocam yüzüme
bir tokat vurdu, Hz. Peygamber: "O takdirde ona kısas uygulamam gerekir1'
diye buyurunca, yüce AHah: "Sana o Kuranın vahyi tamamen ulaş-tmlmazdan
önce onu (okumakta) acele etme." (Tâ-Hâ, 20/114} ayetini indirdi
Peygamber (sav) da: "Erkekler, kadınlar üzerine yöneticidirler" ayeti
nazil oluncaya kadar hüküm vermemişti.[28]
Ebû Ravk der ki: Bu âyet-i kerime, Ubey kızı Cemile ile kocası olan
Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında nazil olmuştur. El-Kelbv de der ki: Bu âyet-i
kerime, Muhammed b, Meslerne'nin kuzı Âmira ile onun kocası Sa'd b. er-Rabî
hakkında nazil olmuştur. Bu âyetin nüzul sebebinin daha önce naklettiğimiz Um
Seleme'nin sözü olduğu da söylenmiştir.[29]
Bu durumda, ayetlerin İfade düzeni ve aralarındaki ilişki şöyle
açıklanabilir: Kadınlar, miras hususunda erkeklerin üstün kılınışından
sözetmeleri üzerine: "Allahın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı
şeyleri temenni etmeyin" (en-Nisa, 4/32) âyeti nazil oldu. Daha sonra
yüce Allah, erkekleri miras hususunda kadınlara üstün kılmasının, erkeklerin
mehir vermek ve ka-dmların nafakasını, sağlamak yükümlülükleri dolayısıyla
olduğunu beyan etmekledir. Diğer taraftan erkeklerin bu şekilde üstün
kılınmalarının faydası, neticede kadınlara racidir.
Şöyle de denilmektedir: Erkeklerin aklî olgunluk ve idarecelik
bakımından bir üstünlükleri vardır. İşte bundan dolay] kadınlar üzerinde
yöneticilik hakkı erkeklere verilmiştir. Yine denildiğine göre erkeklerin,
kadınlarda bulunmayan bir şekilde ruhi bakımdan ve karakter itibariyle bir
üstünlükleri vardır.
Çünkü erkeklerin karakterinde (tabiatında) hararet ve kuruluk baskın olduğundan
dolayı, erkekte bir kuvvet ve bir çetinlik bulunur. Kadınların karakterinde
ise baskın olan, nemlilik ve soğukluktur, O bakımdan, yumuşaklık ve zayıflık
anlamındaki hususlar karakterlerinde yer eder,
[30]
Bu bakımdan, erkeklere, kadınlar üzerinde kıyam (yöneticilik, işlerini görüp
gözetme) hakkı verilmiştir. Yüce Allah'ın: "Mallarından infak etmelerinden
dolayı da böyledir" buyruğu dolayısıyla da bu hak onlara verilmiştir.
[31]
Bu âyet-i kerime, erkeklerin hanımlarını te'dip edebileceklerine
delildir. Kadın kocasının haklarını koruduğu takdirde, erkeğin, hanımı ile kötü
geçinmemesi gerekir.
"Kavvâm" ifadesi, fa'âl vezninde mübalağa ifade eden bir
kelime olup, bir şey üzerinde durmak, onu gözetmek, bütün gayreti ile onu
korumak, ona nezaret etmek anlamındadır. Erkeklerin kadınlar üzerinde kaim
olmaları, işte bu çerçeve içerisindedir. Erkeğin, kadının işlerini çekip
çevirmesi, onu te'dip etmesi, evinde tutması, onu (gereksiz yere) dışarı
çıkmaktan alıkoyması ile olur. Kadının da kocasına itaat etmesi ve masiyet
olmadığı sürece emrini kabul etmesi görevidir. Buna gerekçe olacak fazilet,
nafakayı karşılama yükümlülüğü, akıl, cihad, miras, emr-i bilmaruf ve nehy-î
anılmünker hususlarında daha güçlü oluşu olarak gösterilmiştir. Bazıları
sakallı oluşu da üstünlükte gözönünde bulundurmuş ise de, bunun hiç bir
kıymeti yoktur. Çünkü, bir kimsede sakal bulunmakla, sözünü ettiğimiz
hususların hiçbirisi bulunmayabilir. el-Bakara Sûresi'nde bu kanaati reddeden
açıklamalar (2/ 228. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[32]
İlim adamları, yüce Allah'ın: "Mallarından intak etmelerinden
dolayı böyledir* buyruğundan şunu anlamışlardır: Koca, hanımıma nafakasını
vermekten acze düşerse, artık onun üzerinde yönecici (kavvâm) olamaz. Onun
üzerinde kavvâm olamayacak olursa, o takdirde kadın, bu nikâh akdini feshetmek
hakkına sahip olur. Çünkü kendisinden dolayı nikahın meşru kılındığı maksat
ortadan kalkmıştır. İşte bu bakımdan da, nafakayı ve kadının giyimini sağlamak
hususunda zorlanması halinde, nikahın feshedilmesinin sabit olduğuna açık bir
delalet vardır. Bu, Mâliki ve Şafiî'nin de görüşüdür.
Ebu Hanife ise, nikah fesli olmaz demiştir. Buna sebep ise, yüce
Allah'ın: "Eğer o darlık içindeyse, geniş bir zamana kadar mühlet veriniz'
(el-Bakara, 2/280) buyruğudur. Buna dair açıklamalar yine bu sûrede de önceden
geçmiş bulunmaktadır.
[33]
Yüce Allah'm: "İyi kadınlar, itaatli olan ve Allah'ın korumasıyla
kendileri de gizli olanı koruyanlardır" buyruğunda iyi kadınların durumu
haber verilmektedir. Bundan maksat ise, kocaya itaati ve malında kocasının
hazır olmaması halinde, kadının kendi nefsinde kocanın hakkım yerine getirmeyi
ennr etmektir. Ebu Davud et-Tayalisî'nin Müsned'inde, Ebu Hureyre (r.a)'dan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Kadınların hayırlısı, kendisine baktığın, zaman seni sevindiren, emir
verdiğin zaman sana itaat eden, yanında hazır olmadığın takdirde de kendi nefsinde
ve senin malında seni (haklarını) koruyan kadındır." Daha sonra şu:
"Erkekler, kadınlar üzerine yöneticidirler..." ayetini sonuna kadar
okudu.[34]
Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e şöyle demiştir: "Kişinin en hayırlı
hazinesinin ne olduğunu sana bildireyim mi? O, saliha kadındır. Kocası ona
baktığında onu sevindirir. Ona emrettiğinde ona itaat eder, yanında hazır
bulunmadığında da onu korur." Bu hadisi de Ebu Dâvud rivayet etmiştir
[35]
İbn Mes'ud'un mushafında îyi kadınlar itaat-lı olan...
koruyanlardır" buyruğu şeklindedir.
Bu şekildeki bir çoğul kalıbı ise, dişilere has bir kalıptır. İbn Cinnî der
ki: Cem'i teksir (yani îbn Mes'ud'un Mushaf'ında kine uygun çoğul) mana
itibari ile daha uygun bir lafız görünmektedir. Çünkü bu çoğul şekli, çokluk
anlamım ver-mektedirki, burada maksat olarak gözetilen de odur.
Allah'ın koruması ile" buyruğundaki "mâ" edatı mastar manasını
veren "ma"dır. Yüce Allah'ın kendilerini koruması sebebiyle... demektir-
Bunun; Ki o; anlamında olması da doğru bir mana olur. O takdirde,
Allah'ın koruduğu" kelimesindeki ait zamir nasb zamiri olur. (Yani
Allah'ın kendisini koruması ile.,, anlamına gelir).
Ebu Cafer'in kıraatinde lafzatullah mansup olmak üzere Allah'ı (onun
hükümlerini) korumasıyla" şeklindedir. en-Nehhas der ki; Ancak lafzatullahın
merfu olarak okunması daha açıktır. Yani o kadınlar, Allah'ın koruması,
yardımı ve doğrultması sayesinde kocalarının hazır olmamaları halinde, kocalarının
haklarını koruyanlardır, anlamındadır.
Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah'ın onları mehirleri ve
geçimleri konusunda koruması dolayısıyla... Yine bunun şu anlama geldiği de
söylenmiştir: Allah'ın onlardan korumalarım istediği kocalarına ait emanetleri
yerine getirmeleri sebebiyle...
Lafzatullahın üstün olarak okunmasının anlamına gelince: Onların,
Allah'ı yani O'nun emrini yahut dinini korumaları suretiyle demektir. Bu
okuyuşun takdiri ile ilgili olarak da: "Onların, Allah'ı (emrini yahut
dinî-ni) korumaları sebebiyle" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu şekilde
çoğulken daha sonra tekil olarak gelmiştir. Nitekim şöyle denilmiştir:
"Başa gelen musibetler onu helak ettiüer)*
Bu okuyuşun anlamı: Allah'ı (dinini) korumak suretiyle… şeklinde olduğu
da söylenmiştir.
[36]
Yüce Allah'ın: "Serkeşliklerinden endişe ettiğnlz
kadınlara.-7" buyruğunda geçen O kadınlar, O kadın, kelimesinin
çoğuludur. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir, İbn Abbas der ki;
"Endi§e ettiğiniz, korktuğunuz" buyruğu burada bildiğiniz ve kat'i
olarak İnandığınız anlamındadır. Bu kelimenin asıl anlamı üzere kullanıldığı
da söylenmiştir en-Nüşûz (mealde: serkeşlik etmek) kelimesi, isyan etmek
demektir. Yeryüzünün tümsekçe yeri demek olan den alınmıştır.
Bir kimse, oturur iken kalkıp ayakta durursa; denilir.
Yüce Allah'ın: "Kalkın denildiğinde de kalkıveritı ki..."
(el-Mücâdele, 58/11) buyruğundaki "kalkmak" da buradan gelmektedir.
Yani savaşa, yahut yüce Allah'ın emirlerinden herhangi bir emir için kalkın,
demektir. Âyet-i kerimenin anlamı ise: Allah'ın kendilerine farz kıldığı
kocaya itaat hususunda isyan etmelerinden, serkeşlik edip kabarmalarından
korktuğunuz kadınlar, demektir.
Ebu Mansur el-Lüğavî der ki: Nüşûz, eşlerden her birisinin ötekinden
hoşlanmaması demektir. Burada "ze" harfi yerine "sad" harfi
geldiği takdirde, o zaman geçimi kötü olan kadın hakkında kullanılan bir fiil
olur. İbn Fa-ris der ki: Kadının nüşûz etmesi, kocasına karşı sert ve zorlu bir
hal alması demektir Erkeğin nüşûz etmesi ise^ karısını dövmesi ve ona ağır
davranması, ondan uzak durması demektir.
îbn Cüreyc der ki, bu fiilin kadın hakkında kullanılıp, son harfinin
"ze" olması da "sad11 olması da aynı anlamı ifade der.
[37]
"Öğüt verin" buyruğundan kasıt, Allah'ın Kitabı ile onlara
öğüt verin, demektir. Yani onlara, Allah'ın kendileri için vacib kılmış olduğu
güzel arkadaşlık, koca ile güzel geçimi hatırlatın, kocasının, kendisi
üzerindeki üstünlüğünü itiraf etmesi gerektiğini hatırlatın. Öğüt verirken
ayrıca der ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Herhangi bir kimseye secde
etmesini emredecek olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emr
ederdim.";
[38]
"Kadın, deve sırtında olsa dahi, kendisini kocasından uzak tutamaz";
[39]
"Herhangi bir kadın, kocasının yarağından ayrı olarak geceyi geçirecek
olsa, sabahı edinceye kadar melekler ona lanet eder."
[40]
Bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Geri dönünceye ve elini kocasının
eline koyuncayy. kadar..." diye buyurmaktadır. Bu ve buna benzer
buyrukları hatırlatarak (ona öğül verir).
[41]
Yüce Allah'ın: "Kendilerini yataklarında yalnız bırakın"
buyruğuna gelince, "yataklarda" anlamına gelen kelimesini İbn Mes'ud, en-Nehaî ve başkaları
tekil olarak Yatakta" diye oku muş t ardır. Adeta bunu çoğul anlamını da
ifade eden cins ismi gibi kabul etmişlerdir.
Yatakta terk etmek (hecr) ise, onunla birlikte yatıp, cima etmeksizin
ona sırtını dönmesi demektir. Bu açıklama İbn Abbas ve başkalarından nakledilmiştir.
Mücahid der ki: Onlarla yattığınız yerler arasında bir mesafe bulunsun. Bu
açıklamaya göre, ifadede hazfedilmiş bir sözün varlığı kabul edilir Bunu da.,
uzaklık anlamına gelen hecr etmekten “”6 onlardan uzak durun ifadesi
desteklemektedir. Onu hecr etti, ondan uzaklaştı, ondan Hak düştü
anlamındadır. Kadından uzak durmak İse, ancak onunla birlikte yatmayı
terketmekle mümkün olur. Bu anlamdaki bir açıklamayı, ibrahim en-Kehaî,
eş-Şa'bî, Katâde ve Hasan-ı Basrî de yapmış olup, İbn Vehb ve Îbnü'l-Kasım da
bunu Mâlik'ten rivayet etmiştir. İbnü'NArabî de bunu tercih edip şöyle demiştir:
Bunlar buradaki emri maksadı daha çok gerçekleştirecek olan manaya
hamletmişierdir. Bu da: Allah yolunda ondan uzak dur, demene benzer. İmam
Mâük'in kabul ettiği asıl da budur,
Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Koca, kadının yatağından yüz çevirecek
olursa, kadın kocasmı seven birisi ise, bu ona ağır gelir ve doğru yola döner.
Şayet ona buğzeden birisi ise, böylece kadımn serkeşliği açıkça ortaya çıkar.
Böylelikle serkeşliğin ondan olduğu da netlik kazanmış olur.
Buradaki lin çirkin söz demek olan "el-hucr" den geldiği de
söylenmiştir. Yani onlara sert ve kaba söyleyiniz, bununla birlikte cima ve
başka maksatla onlarla beraber yatınız- Bu anlamda açıklamayı Süfyan yapmıştır,
İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
Şöyle de denilmiştir: Yani siz, onları evlerinde sağlamca bağlayınız.
Bu da hicâr diye bilinen devenin kendisiyle bağlandığı ip olan ip ile
"deveyi hecr etmek" tabirinden alınmış bir açıklamadır. Bu, Taberînin
tercihidir. Taberî, bu tercihi yapmakla birlikte, diğer görüşleri de tenkid
etmektedir. Ancak onun bu açıklaması tartışılır bir açıklamadır, Nitekim, Kadı
Ebu Bekir b. el-Arabî de, Ahkâmu.'1-Kur'ân adlı eserinde bu görüşünü reddederek
şunİan söylemektedir: Kur'ân ve sünneti çok iyt bilen bir alimin nasıl bir
tökezlem esidir ki bu? Onu, böyle bir açıklamaya iten ise, İbn Vehb'in,
Mâlik'ten rivayet ettiği garip bir hadis-i şeriftir. Buna göre, Ebu Bekr
es-Sıddık'in kızı ve ez-Zü-beyr b. el-Avvâm'm hanımı Esma, evinden dışarı çıkar
gezerdi.
Nihayet bu hususta ona serzenişlerde bulunuldu. O da, hem kendisine hem
de diğer kumasına serzenişte bulundu. Birinin saçını diğerine bağladıktan sonra
onlan ağır bir şekilde dövdü. Öbür kuması kendisini daha iyi koruyorken, Esma,
kendisini korumadığından darbeler daha çok ona isabet ediyordu. Esma bu
durumundan babası Ebu Bekr (r.a)'a şikayette bulundu. Babası ana şöyle dedi:
Kızcağızım sabret. Çünkü Zübeyr salih bir insandır. Belki cennette senin eşin
olur. Bana ulaştığına göre, bir koca evlendiği ilk hanım ile cennette de
evlenir. Taberî burdan hareketle, bir taraftan lafzın bu manaya muhtemel
olması, diğer taraftarı da ez-Zübeyr'in bu davranışı dolayısıyla bağlayıp
düğümleme anlamına geldiği görüşünü ortaya attı ve böyle bir açıklamada
bulundu.
İlim adamlanna göre, kadından bu şekilde uzak durmanın azami süresi bir
aydır. Nitekim Peygamber (sav) da Hz. Hafsaya bir sır söyleyip, Hz. Âişe de
bunu açığa çıkarıp her ikisi de Hz. Peygamberin aleyhine birbirine yardıma
koyulunca böyle yapmıştı.
[42]
Bununla birlikte Allah'ın, îlâ yapan (hanımından uzak kalacağına yemin edenj
bir kimse için mazeret olarak belirlediği dört aylık süreye kadar bu işi
uzatmaz.
[43]
Yüce Allah'ın: "(Nihayet.) onları dövün" buyruğuna gelince,
Allah, kadınlara önce öğüt vermekle İşe başlanılmasını, sonra onlardan uzak
durmayı emretti. Şayet bunlar fayda vermeyecek olurlarsa, o takdirde dövmeye
başvurulur. Çünkü kadını, yola getirecek ve kocasının hakkını ödemeye itecek
olan odur. Bu âyet-i kerimede dövmek, etki ve iz bırakmayan, te'dip yollu dövmektir.
Bu daf bir kemiğini kırmayan, herhangi bir uzvunu çirkinleştirmeyen dövmedir.
Dürtmek ve benzeri şekillerdir. Çünkü bundan maksat salâhtır. Başka birşey
değildir. Helak olma sonucunu verecek bir dövme hiç şüphesiz tazminatı
gerektirir. Kur'ân-ı Kerim öğretmek ve te'dip etmek kastıyla, oğlunu te'dip
edenin dövmesi hakkında da bunlar söylenebilir. Müslim'in Sahih'in-deki
rivayete göre Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kadınlar hakkında
Allah'tan korkunuz. Çünkü sizler onlan Allah'ın emaneti ile aldınız. Allah'ın
adı İle onların ferden size helal oldu. Sizin onlar üzerindeki hakkınız,
hoşlanmadığınız herhangi bir kimseye yataklannızı çiğnetmemeleridir Eğer böyle
birşey yapacak olurlarsa, iz bırakmayacak şekilde onları dövünüz."
[44]
Bu hadisi Müslim, Hz. Cabir'in hacc ile ilgili uzunca hadisi arasında
nak-letmiştir. Anlamı şudur: Onlarf gerek akrabalarınızdan, gerek yabancı kadınlardan
hoşlanmadığınız herhangi bir kimseyi evlerinize almamalıdırlar, işte Tirmizînin
rivayet edip sahih olduğunu belirttiği A*nr b. el-Ahvas yoluyla gelen hadis de
buna göre yorumlanır. Amr b. el-Ahvas, Veda Haccında, Rasûlul-lah ile birlikte
bulunmuştu. Hz, Peygamber, Allah'a hamdu sena etti ve öğütler verip
nasihatiarda bulunduktan sonra şöyle buyurdu: "Şu hususa da dikkatinizi
çekerim. Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz. Çünkü onlar,
sizin yanınızda esir gibidirler. Siz onlar üzerinde bundan başka bir şeye sahip
değilsiniz. Apaçık bir hayasızlık yapmış olmaları hali müstesna. Böyle bir şey
yapacak olurlarsa, yataklarda onlardan uzak durunuz ve onları î.z bırakmayacak
şekilde dövünüz. Size itaat edecek olurlarsa, onların aleyhlerine bir yol
aramayınız. Şunu bilin ki, sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır.
Kadınlarınızın da sizin üzerinizde bir hakkı vardır. Sizin kadınlarınız
üzerindeki hakkınız: Hoşlanmadığınız kimselere yataklarınızı çiğnetmemeleri ve
evlerinizde hoşlanmadığınız kimselere izin vermemeleridir. Onların sizin
üzerinizdeki haklarına gelince: Giyimlerinde ve yiyeceklerinde onlara iyilikte
bulunmamzdır." Tirmizî dedi ki: Bu basen, sahih bir hadistir.[45]
Hz. Peygamber'în; "Apaçık bir hayasızlık buyruğuyla anlatmak
istediği: Kocalarının hoşlanmayıp buğz ettikleri kimseleri evlerine almamaları
demektir. Yoksa bundan kasıt zina etmeleri değildir. Çünkü zina haramdır ve
bundan dolayı had gerekir.
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Maruf olan bir hususta
size itaatsizlik ederlerse kadınları, iz bırakmayacak bir şekilde dövünüz.[46]
Ata (b. Ebi Rebâh) da der ki: İbn Abbas'a şöyle dedim: İz bırakmayan
mek ne demektir. O da, misvak ve benzeri şeyle dövmektir dedi. Yine rivayet
edildiğine göre, Ömer (r.a) hanımını dövmüş, bundan dolayı kınanması üzerine
şöyle demişti; Ben Rasulullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Erkeğe
hanımını neden dövdüğü sorulmaz.[47]
Yüce Allah'ın: "Eğer sîze itaat ederlerse" yani serkeşlik
etmekten vazgeçer, terkederlerse "artık aleyhlerinde yol aramayın"
yani, söz veya iîüle onlara karşs cinayet işlemeyin. İşte bu, onlar üzerinde
üstün oluşun vurgulanmasından, te'dip edilmeleri için imkân verilmesinden
sonra kadınlara zulmü yasaklayan bir buyruktur. Bunun; onların sizleri
sevmeleri için onları mükellef tutmayın. Çünkü bu onların elinde olan birşey
değildir anlamına geldiği de söylenmiştir.
[48]
Yüce Allah; "Şüphe yokJd Allah çok yücedir, çok büyüktür"
buyruğu ile, işaret yoluyla kocalara alçak gönüllü olmalarını, yumuşak
davranmalarını emretmektedir. Yani sizler, o kadınlara güç yetiriyor olsanız
dahi, Allah'ın kudretini hatırlayınız: Çünkü O'nun kudret elir her kişinin
gücü üzerindedir. O bakımdan herhangi bir kimse, hanımına karşı üstünlük
taslamaya kalkışmasın. Allah, onu görüp gözetmektedir. İşte bundan dolayı,
burada yüce Allah'ın, yücelik ve büyüklükle vasfedilmesi gayet güzel düşmüştür.
[49]
Bu husus böylece sabit olduğuna göre, şunu bil ki: Aziz ve celil Allah,
Kitab-ı Keriminde açıktan açığa dövmeyi yalnız burada ve bir de büyük hadleri
gerektiren suçlarda emretmiştir. Böylelikle onlann, kocalarına olan
ma-siyetleri ile büyük günahlar işlemekle onaya çıkan masiyeti eşit tutmuş gibidir.
Bu konuda da imamlara (İslam devletinin yetkililerine) değil de görevi ve
yetkiyi kocalara vermiştir. Yüce Allah'ın kadınları kocalara emanet olarak
vermesi, bu konuda kocalara güvenmesi sebebiyle de sahi d ve beyyineye gerek
kalmaksızın; hakimlere değil de kocalara bu yetkiyi vermiştir.
el-Mühetleb der ki: KadınSann cima hususunda kocalarından imtina
etmeleri dolayısıyla kadınlan dövmeyi caiz kılmıştır. Ancak hizmette
bulunmaması halinde kadının dövülmesinin vücubu hususunda ihtilâf edilmiştir.
Kıyasa göre, cima hususunda İmtina etmesi halinde dövmek caiz ise, kocanın
kadın üzerindeki hakkı olan maruf ile hizmet dolayısıyla da dövmesini vacib
kılmaktadır.
İbn Huveyzimendâd der ki: Serkeşlik etmek, nafaka hakkını da evlilik do
layısıyla sahip olduğu bücün haklan da ortadan kaldırır. Serkeşlik göstermesi
halinde kocanın iz bırakmayacak şekilde te'dip edici bir surette serkeşliğinden
vazgeçinceye kadar dövmesi, Öğüt vermesi, yatağından ayrı durması caizdir.
Serkeşlikten dönecek olursa, bütün haklan da geriye döner. Aynı şekilde,
te'dibin gerektirdiği herbir davranış da böyledir Kocanın karısını te'di-bi
caizdir. Bununla birlikte üstün bir kadının ie'dibİ ile aşağılık birisinin
te'di-binde durum farklıdır. Üstün kadının te'dibi kınamaktır. Aşağılık kadının
te'di-bi ise kırbaçtır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur; "Kamçısını asıp
da aile halkını te'dip edene Allah rahmet buyursun."
[50]
Yine şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Ebû Cehm omuzundan asasını bırakmıyan
bir kişidir,"
[51]
Beşşar da şöyle demektedir:
"Hür olan kimse kınanır, sopa ise kölenin hakkıdır." İbn
Dureyd de şöyle demiştir:
"Hür kimseye kınamak, devamlı bir engelleyicidir. Köleyi ise
sopadan başka birşey engellemez."
İbnül-Münzir der ki: İlîm ehli baliğ a olmalan halinde bütün hanımların
nafakalarının kocalarına ait olduğu ve bunun vücubunu ittifakla kabul
etmiş-lerdir. Bundan tek istisna ise, kocasına karşı serkeşlik eden ve ondan
imtina eden kadındır.
Ebu Ömer (İbn, Abdi'1-Berr) der ki: Gerdeğe girişinden sonra karısı kendisine
karşı serkeşlik eden üzerinden, hamile olması hali müstesna, karısının
nafakası sakıt olur. Şu kadar var ki, serkeşlik eden kadının nafakası hususunda
İbnü'l-Kasım, f'ukaha topluluğuna muhalefet ederek onun da nafakasının vacib
olduğunu kabul etmiştir Serkeşlik eden kadın, kocasına itaatle dönecek olursa,
bundan sonra o kadının nafakası kocasına vacib olur. Serkeşlik dışında hiçbir
sebep dolayısıyla, kadının, kocası üzerindeki nafaka hakkı sakıt olmaz,
Hastalık olsun, ay hali olsun, lohusalık olsun, oruç, hac, kocasının yanında
bulunmaması, sözünü ettiğimiz hususların dışında, haklı ya da haksız kocasının
ondan uzak durması gibi bütün haklerde kadının kocası üzerindeki nafakası
sakıt olmaz.[52]
35. Eğer aralarınım açılmasından korkar s anı/, o vakit, erkeğin akrabasından
bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Her ikisi de aralarının
düzelmesini isterlerse, Allah da aralarını bulur. Şüphesiz ki Allah, herşeyî
bilendir, herşeyden haberdardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: "Eğer aralarının açılmasından korkarsanı/"
buyruğunda yer alan "açılmak ve ayrılmak" anlamına gelen
"şîkak^m manası ile ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde
(2/74. ayet üe 137- âyetlerde) geçmiş bulunmakladır. Sanki eşlerden
herbiri.si, ötekinin yer almadığı bir tarai-îa bulunuyor ve o yöne çekiyor gibi
bir anlam ifade etmektedir, ikisinin arayı nda
bir ayrılığın varlığından korkarsanız, demektir.
Burada mastar zarfa izafe edilmiştir: Ayın aydınlattığı bir gecede
yürümek ve arafe günü oruç tutmak hoşuma gider" gibi. Âyet-i kerimede de:
Geceleyin ve gündüzün hilekârlığınız..." (Sebe, 34/33) diye
buyurulmaktadn-.
Şöyle de denilmiştir: "Arasında" kelimesi isim gibi
kullanılmış ve ondaki zarf anlamı izale edilmiştir. Çünkü burada maksat onların
durumları ve birbirleriyle geçimleridir. Yani eğer sizler onların geçimlerinin
ve arkadaşlıklarının arasında bîr uzaklık girdiğinden korkarsanız, "hîr
hakem gönderin*1 anlamındadır.
Buradaki "korkardanız" buyruğu ile ilgili görüş ayrılıklarına
dair açıklamalar da daha önceden (en-Nisâ, 4/2. ayet, L başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Said b, Cübeyr der ki: Konu ile ilgili hüküm, önce ona öğüt
vermesidir. Eğer kabili ederse mesele yok, değilse yatağından ayrılır. Bu
sefer kabul ederse eder, aksi takdirde onu döver. Bundan sonra kabul ederse
mesele yok, aksi takdirde hakim, kocanın ailesinden bir hakem, hanımın
ailesinden bir hakem gönderir Ve onlar da zararın hangi taraftan geldiğini
tetkik ederler. İşte bu durumda hul' denilen ayrılma şekli ortaya çıkar.
Şöyle de denilmiştir: Koca öğüt vermeden önce de dövmek hakkına sahiptir.
Ancak bu hususun, âyet-i kerimede tertip ile zikredilişi dolayısıyla birinci
görüş daha sahihtir.
[53]
İlim adamlarının çoğunluğuna göre, yüce Allah'ın: "Eğer... korkarsam"
buyruğuna muhatap olanların yöneticiler, ümerâ ve hakimler olduğu görüşündedir.
Diğer taraftan: "Her ikisi de aralarının düzelmesini isterlerse, Allah da
aralarını bulur" buyruğunda kast edilenlerin de, İbn Abbas, Müca-hid ve
diğerlerinin görüşüne göre, iki hakem olduğu söylenmiştir. Yani eğer her iki
hakem aralarının düzelmesini isterlerse, Allah da o eşlerin arasını düzeltir.
Bundan kastın eşîer olduğu da söylenmiştir. Yani eğer eşler aralarının
düzelmesini ister ve her iki hakeme verdikleri haberlerde doğru söyleyecek
olurlarsa, "Allah da aralarını bulur."
Hitabın velilere olduğu da söylenmiştir, Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Eğer korkarsanız" yani, eşler arasında bîr aynlığın
olduğunu bilirseniz, "o vakit, erkeğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden
bir hakem gönderin." Her iki hakem, ancak kocanın ve kadının
akrabalarından olmalıdır. Çünkü bunlai\ karı-kocanın hallerini daha iyi
bilirler. Adalet ehli kimselerden, bakışları sağlam ve tutarlı, fıkhî basireti
ve bilgisi olan kimselerden olmalıdırlar Şayet akrabaları arasında bu ige
elverişli kimse bulunmayacak olurlarsa, o vakit, onların dışında adaletli ve
bilgili İki kişi gönderilir, Bu da her iki tarafın işi, anlaşılmaz olup
kötülüğün hangisinden olduğu bilinmemesi ha Ünde sözkomısudur. Şayet kimin
zalim olduğu bilinecek olursa, o vakit, o zalimden karşı tarafın hakkı alınır
ve zararı izale etmeye mecbur tutulur.
Şöyle de denilmektedir Kocanm akrabalanndan olan hakem, koca ile
baş-başa kaiır ve ona şöyle der; Bana kalbinde olanı bildir. Sen bu kadını seviyor
musun, sevmiyor musun? Bunu bana söyle ki, ben de senin maksadını bilmiş
olayım. Eğer koca: Bu kadına benim ihtiyacım yoktur, sen bana ondan
alabildiğini al ve beni ondan ayır, diyecek olursa, o takdirde serkeşliğin koca
tarafından olduğu bilinir. Şayet: Ben onu seviyorum. Malımdan ona istediğini
al ve beni ondan ayırma diyecek olursa, onun serkeşlik etmediği anlaşılır.
Kadın tarafından gönderilen hakem de, kadınla başbaşa kalır ve ona söyle der:
Kocanı seviyor musun, sevmiyor musun? Eğer kadın, beni ondan ayır, malımdan ne
istiyorsa ona ver diyecek olursa, serkeşliğin kadın tarafından olduğu bilinir.
Şayet: Bİ?i birbirimizden ayırma. Fakat onu nafakamı artırmaya, bana iyi
davranmaya teşvik et, diyecek olursa, bu sefer serkeşliğin kadın tarafından
olmadığı anlaşılır. Her iki hakem de, hangi tarafın serkeşliik ettiğini açıkça
anlayacak olursa, o kişiye yönelerek öğüt verirler, azarlarlar, yaptığından
uzak durmasını söylerler. İşte yüce Allah'ın: “O vakit, erkeğin akrabasından
bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin" buyruğunda anlatılanlar
bunlardır.
[54]
İÎİm adamları derler ki: Bu âyet-i kerime kadınları aklî bir şekilde
taksime tabi tutmuştur. Çünkü kadınlar, ya itaat ederler, ya serkeşlik ederler.
Serkeşliğin sonunda da ya itaate dönüş sözkonusudur, yahut değildir. Eğer
birinci husus (İtaate dönüş) sözkonusu olursa terkediîirler, Çünkü Nesaî şunu
rivayet etmiştir: Akîl b. EbîTâlîb, Utbe b. Rabia'nm kızı Fatıma ile evlendi.
O, Falıma'nın yanına girdi mi, Fatma; ey Haşimoğulları Allah'a yemin ederim ki,
ebediyen kalbim sizi sevmez. Nerde boyunları gümüş ibrikleri andıranlar, burunları
dudaklarına doğru sarkanlar, nerde Utbe b- Rabia, nerde Şeybe b. Rabia ? derdi.
Karısı böyle söylerken, kendisi sesini çıkarmazdı. Nihayet birgün kızgın ve
bezgin bîr halde yanına girince, yine karısı ona: Nerde Utbe b. Ra-bia ?
deyince, o da: Oraya girdiğinde cehennemde sol tarafında onu göreceksin. Bunun
üzerine elbiselerini üzerine alıp gitti. Hz. Osman'ın yanına vardı, ona durumu
anlattı. O da İbn Abbas ve Muaviye'yi gönderdi. İbn Abbas dedi ki: Ben bunları
mutlaka birbirinden ayıracağım. Muaviye: Ben Abdime-nafoğuilarından iki yaşlıyı
birbirinden ayırmam dedi, Yanlarına vardıklarında, üzerlerine kapılarını
kapatıp, işlerini düzeltmiş olduklarını gördüler.[55]
Eğer, anlaşmazlık içerisinde olduklarım, başarıîıadıklarını, işlerinin
daha da kötüye gittiğini görecek olurlarsa, iki hakem, bütün güçleriyle on tan
birbirleriyle kaynaştırmaya çalarlar. Onlara Allah'ı, beraber geçirdikleri
zamanlan hatırlatırlar. Eğer vazgeçer ve dönerlerse, onları bırakırlar. Şayet
başka bir durum sözkonusu olur ve birbirlerinden ayrılmalarını uygun
görürlerse, bu sefer onları birbirlerinden ayırırlar. Hakemlerin onları bu
şekilde ayırması, karı-koca aleyhine olmak üzere caizdir. Belde hakiminin
hükmü buna uygun düşsün yahut düşmesin farkeimez. Bu hususta karı-koca onlara
ister vekalet vermiş olsun, ister vermemiş olsun yine farketmez. Böyle bir
durumdaki ayrılık ise bain bir talaktır.
Bir kesim de şöyle demiştir: Koca, bu hususta hakemlere vekâlet vermediği
sürece hakemler, onları birbirlerinden boşayamazlar, Durumu imama (halifeye ya
da yetkili kıldığı kimseye) bildirmelidirler. Bu onların şahid ve iki elçi
olmaları esasına göredir. Sonra İmam, isterse onları ayırır ve hakeme de
ayırmaları emrini verir. Bu Şafiî'nin iki görüşünden birisidir. Kuleliler de bu
görüştedir. Aynı damanda bu, Ata'nın, İbn Zeyd'in ve el-Hasen'in de görüşüdür-
Ebu Sevr de böyle demiştir.
Sahih olan birinci görüştür ve hakemlerin vekâlet olmasa bile boşama
yetkisine sahip olduklarıdır. Bu da Mâlik'in, Evzai'nin ve îslıak'ın
görüşüdür, Hz. Osman, Ali ve İbn Abbas'tan, eş-Şa'bî ve en-Nehaî'den de bu
görüş rivayet edilmiştir. Şafiî'nin görüşü de budur. Çünkü yüce Allah:
"Erkeğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem
gönderin" diye buyurmak tadLr. Bu da şanı yüce Allah'ın bu iki hakemin
vekil ve şahid değil, iki kadı olduklarına dair açık bir nassıdır Vekilin ise
şeriatte özel bir ismi ve özel bir anlamı vardır. Hakemin de şeriavte özel bir
ismi ve öze! bir anlamı vardır. Şanı yüce Allah, bunların her birisinin ne
anlama geldiğini açıklamış olduğuna göre, alim kişi bir tarafa, şâz görüş
ortaya atan bir kişinin bile bunların birisinin manasını öteki ile
karıştırmaması gerekir.
Dârakutnî, Muhammed b, Sîrîn'den o, Abîde'den, "Eğer aralarının
açılmasından korkar s anız, o vakit erkeğin akrabasından bir hakem, kadının
ailesinden bir hakem gönderin" ayeti hakkında dedi ki: Bir erkek ve bir kadın,
Hz, Ali'ye, herbirisi ile bir gurup insan bulunduğu halde geldi. Hz- Ali onlara
emir verdi. Bu topluluk da erkeğin akrabalarından bir hakem, kadının
akrabalarından bir hakem gönderdiler. Hz. Ali iki hakeme şöyle dedi: Vazifenizin
ne olduğunu biliyor musunuz? Eğer onlan, ayırmayı uygun görürseniz, onları
ayıracaksınız. Bu sefer kadın şöyle dedi: Ben lehimde ve aleyhimde olanıyla
Allah'ın Kitabında olana razıyım. Koca da dedi ki: Ayrılığa razı olmam. Bu
sefer Hz. Ali şöyle dedi: Yalan söyledin. Allah'a yemin ederim kadının ikrar
edip kabul ettiğinin bir benzerini sen de ikrar edip kabul etmediğin sürece
sana hiçbir fırsat tanımam.
[56]
Bu, isnadı sahih ve sabit bir hadis olup, Hz. Ali'den, İbn Sirin'den o,
Abide yoluyla ve değişik yollarla sabit olarak rivayet edilmiştir.
[57]
Bunu Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) söylemiştir. Şayet iki hakem vekil yahut şahid
olsalardı, Hz. Ali onlara görevinizin ne olduğunu biliyor musunuz demezdi.
Bunun yerine: Size hangi hususlarda vekalet verildiğini biliyor musunuz derdi.
Bu da gayet açık bir husustur.
Ebu Hanife de, Hz. Ali'nin kocaya söylediği "Kadının razı olduğu
şeye sen de razı olmadıkça buradan ayrılamazsın" sözünü delil göstermiştir
İşte bu, Ebu Hanife'nin mezhebine göre, onların, kocanın rızası île olmadıkça
aynlmayacaklarına delil görülmektedir. Diğer tara İta a, icma ile kabul olunan
asıl kaide şu ki, talak, kocanın elinde yahut da kocanın bu yetkiyi verdiği kimsenin
elindedir. Mâlik ve ona tabi olanlar ise, devlet yetkilisini, köle ve in-nî'nin
(iktidarsızın) aleyhine boşamada bulunması kabilinden kabul etmişlerdir.
[58]
Eğer iki hakem arasında aynlık görülürse, söyledikleri geçerli olmaz ve
görüş birliği halinde kabul ettikleri şey dışında hiçbir sözleri bağlayıcı
olmaz. Bir mesele hakkında hüküm veren iki hakem hakkında durum böyledir. Onlardan
birisi ayrılığa hüküm verse, diğeri de buna hüküm vermeyecek olsa, yahut
onlardan birisi belli bir mal ödenmesi hükmünü verse, diğeri bunu kabul etmese,
ikisi de ittifak etmedikleri sürece, her iki hüküm de birşey ifade etmez.
Mâlik, üç Ealak ile karı-koca'yı boşayan iki hakemin durumu hakkında
şöyle demektedir: Bu üç talaktan birisi bağlayıcıdır. Onların tek bâin bir
talaktan daha fazlasıyla ayırma yetkileri yoktur. Bu İbnü'l-Kasım'ın da
görüşüdür.
Yine İbnü'l-Kasım der ki: Eğer bu hususta iki hakem görüş birliğine
varırlarsa, üç talâk da bağlayıcı olur. el-Muğire, Eşlıeb, İbn Mâcişûn ve
Esbağ da bu görüştedir. tbnu'l Mewâz der ki: Hakemlerden birisi bir talak,
diğeri üç talak hükmünü verecek olursa , bir Ealak s özk onu su dur. İbn Habib
de Es-bağ'dan bunun bir değer ifade etmeyeceğini nakletmektedir.
[59]
Tek bir hakem göndermek yeterlidir. Çünkü yüce Allah, zina hususunda
dört şahid ile hüküm verdiği halde, Peygamber (sav) zina eden kadına yalnızca
Uneys'i göndermiş ve ona: "Kadın zina ettiğini itiraf ederse, onu rec-met!
demişti."
[60]
Abdulmelik de el-Müdevuene'de böyle demiştir.
Derim ki: Tek kişinin hakem olarak gönderilmesi caiz olduğuna göre, eşler
bir kişiyi hakem kabul edecek olurlarsa bu da yeterlidir. Hatta, her ikisinin
buna razı olmaları halinde bunun caiz olması öncelikle söz konu su dur,
Yüce Allah, hakemleri gönderme hususunda eşleri değil de onların dışında
kalanları muhatap almıştır. O halde, eşlerin kendileri iki hakem gönderip her
ikisi hüküm verecek olurlarsa hakemlerin hükmü geçerli olur. Çünkü bize göre
tahkim (hakem kabul etmek) caizdir. Hakemlik uygulaması her meselede
geçerlidir. Ancak bu, hakemlerin herbirisinin başlı başına adil olmaları
halinde böyledir. Eğer hakem adil değilse, Abdulmelik: Hakemin hükmünün
nakzolacağını (bozulacağını) söylemektedir, Çünkü bunlar kendilerini aşan. bir
işe kalkışmışlardır.
İbni’l-Arabî der ki: Sahih olan adil hakemin vereceği hükmün geçerli
olacağıdır. Eğer bu şekilde bîr hakem tayin etme bir vekalet verme ise,
bilindiği gibi vekilin fiili geçerlidir. Eğer bir tahkim ise, onlar o hakemi
kendiliklerinden Öne geçirmiş oluyorlar, Vekâlet verme hususunda etkili
olmadığı gibi, ğarann bunda da herhangi bir etkisi olmaz. Diğer taraftan yargı
meseleleri tümüyle ğarara (aldanma, hata yapma, kandırılma risk ve ihtimali)
dayalıdır, Mahkûmun aleyhine hükmün kendi için ne gibi sonuçlar getireceğini
bilmesi bu konuda gerekli değildir.
(Devamla) İbnü'l-Arabi der ki: İki hakem tayini meselesini yüce AİSah
açık hükme (nassa) bağlamıştır. Ve eşler arasında herhangi bir ayrılığın yahut
anlaşmazlığın ortaya çıkması halinde hükmün bu şekilde olacağını bildirmiştir.
Bu ise, ümmetin hakem göndermek hususunda bunun asıl dayanağı teşki) ettiği
üzerinde icma ile kabul ettiği büyük bîr meseledir. Hakem göndermenin
doğuracağı sonuçlann tafsilatı hususunda ümmet alimleri ihtilaf etmiş olsa
dahi bu böyledir.
Diğer taraftan, bu hususta Kitab ve Sünnetin gerektirdiğinden gafil
olup: İki hakem emin bir kimsenin eline teslim edilir diyen bizim beldemizin
halkına gerçekten hayret edilir. Açıkça göreceğiniz gibi, nassa karşı bir inatlaşma
vardır. Bu hususta onlar, ne Allah'ın Kitabına danıştılar, ne kıyas yapmakla
yetindiler. Ben bu konuda gerekli uyarı ve teşviklerimi yaptığım halde,
kan-koca arasındaki anlaşmazlık halinde iki hakem gönderme teklifini. yalnızca
bir hakim kabuî etti, sahi d ile birlikte yemine dayanarak hüküm vermeyi de
bir başka hakimden başkası kabul etmedi. Allah bu hususta bana imkân verince
de, (kadı olunca da.) gereken şekliyle Sünneti uygulamaya koyuldum. Her
taraflarını Örten cehaletleri dolayısıyla sen bizim beldemizin halkına hayret
etme! Fakat, iki hakemden hiçbir haberi bulunrmyan Ebu Hanîfe'ye hayret et;
hatta Şafiî'ye İki defa hayret et! Çünkü Şafiî şöyle demiştir "Bu ayetin
zahiren ifade eder gibi göründüğü husus, bunun her iki eşi de birlikte
kapsayan hususlara dair olduğudur. Tâ ki, her ikisinin hali bu durumda
birbirine benzesin, Bunun böyle olması şundandır: Ben yüce Allah'ın, kocanın
serkeşlik etmesi halinde, karı-kocanın birbirleriyle sulh etmelerine izin.
verdiğini gördüğüm gibi, Allah'ın hududunu ayakta tutamamaktan korkmaları
halinde ise, hul1 yapmalarına izin verdiğini gördüm. Bu ise, (hul'un) ancak
hammın rızası ile olabileceği ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır.
Yine yüce Allah, kocanın bir eşi bırakıp yerine bir başka eş almak
islediği takdirde, önceki hanıma verdiğinden herhangi bir şey almasını yasaklamıştır.
Bizim aralarında anlaşmazlık doğmasından korktuğumuz hususlarda. iki hakem
göndermeyi emrermesi de, bu iki hakemin hükmünün eşlerin hükmünden ayrı
olacağının delilidir. Durum böyle olduğu takdirde, kocanın ailesinden bir
hakem, hanımın ailesinden de. bir hakem gönderilir. Her iki hakem, ancak
eşlerin nzası ve vekil tayin edilmeleri ile güvenilir iki şahıs olarak
gönderilirler. Bu konuda uygun gördükleri takdirde iki hakem onları bir araya
da getirebilir, birbirinden ayırabilir de. îşte bu, iki hakemin her iki eşin
vekili olduklarının delilidir."
[61]
36. Allah'a ibadet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-baba-ya,
akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşularınıza ve uzak komşularınıza,
yanınızdaki arkadaşa» yolda kalmışa, ellerinizin altında bulunanlara iyilik
edin. Allah, büyüklenip böbürlenenleri elbette sevmez.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onsekiz başlık altında sunacağız:
İlim adamları icma ile bu âyet-i kerimenin, üzerinde ittifak olunan muhkem
buyruklardan olduğunu, bundan hiç bir şeyin nesli olmadığını kabul etmişlerdir.
Aynı şekilde bütün (ilâhî) kitaplarda da bu âyet-i kerime böylece yer almıştır.
Bu böyle olmasaydı dahi, buna dair Kitabta bir hüküm indirilmemiş olsa bile,
aklî bakımdan bu böylece bilinecekti. Daha önce ubudiyetin hüküm koymak ve
tercihte bulunmak (ihtiyar) yetkisine sahip olana (Allah'a) karşı zillet
arzetmek ve ihtiyacını sunmak anlamında olduğuna dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır.
Yüce Allah, kullarına kendisinin huzurunda zilletlerini arzetmelerini
ve bunu yaparken de ihsâsiı olmalarını emretmektedir. Âyet-i kerime, amellerin
Allah'a ihlâs ile yapılmaları, riya ve benzeri şeylerin şaibelerinden
arındırılmaları gerektiği hususunda aslî bir dayanaktır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık kim Rabbine kavuşmayı
ümid ederse salih bir amel işlesin ve Rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak
tutmasın." (ei-Kehf, 18/110) Bu o, kadar önemlidir ki, kimi ilim adamlarımız
şöyle demiştir: Bir kişi serinlemek kastıyla abdest alsa, yahut midesini
rahatlatmak için oruç tutsa, bununla beraber de yüce Allah'a yaklaşmayı niyet
eıse, bu yeterli olmaz. Çünkü o, Allah'a yakınlaşmak niyetine bir de dünyevî
bir niyeti karıştırmıştır. Halbuki, halis olmayan amel, Allah için olamaz.
Nitekim yüce Allah: "Şunu bitki, halis din yalnız Allah'ındır" (ez-Zümer,
39/5) diye buyurmaktadır. Yine bir başka yerde de: "Onlar Allah'a ancak
dini yalnız O'na halis kılanlar olarak ibadet etmekle etnrolundular"
(el-Beyyine, 93/5.) diye buyurmaktadır. Aynı şekilde imam olarak namaz kıldırmakta
olan bir kimse, bir başkasıntn rükûa eğilmekte olduğunu hissedecek olursa, onu
(rükûdan kalkma vakti sona ermişse) beklemez. Çünkü, onun da rükûa eğilmesini
beklemek suretiyle rükûnun yüce Allah'a ihlâsla yapılmış olmasını ortadan
kaldırır.
Müslim'in Sahihinde Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Şanı yüce ve mübarek olan Allah buyurdu ki:
"Ben ortaklar arasında şirke en muhtaç olmayanım. Her kim bir amel işleyip
de o amelde Benimle beraber Benden başkasını ortak edecek olursa, onu o şirk
koşmasıyla başbaşa terkederim."[62]
Dârakutnî Enes b. Malik'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasulûllab (sav) buyurduki: "Kıyamet gününde mühürlü sabiteler getirilir.
Bunlar yüce Allah'ın huzurunda dikilir. Yüce Allah meleklere bunu bırakın, bunu
kabul edin, diye buyurur. Melekler derler ki: İzzetin hakkı için biz hayırdan
başka birşey görmemiştik (de ona binaen yazmıştık). Aziz ve celil olan Allah,
-ki O, en iyi bilendir- şöyle buyurur: Bu benden başkası içindi. Ben bugün
ancak kendisiyle Benim rızam aranmış bulunan ameli kabul ediyorum,"
[63]
Yine Dârakutnî, ed-Dahhâk b. Kays el-Fİhrî'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Muhakkak yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ben hayırlı bir ortağım. Her kim Benimle birisini ortak koşacak olursa, o şey
Benim ortağıma aittir. Ey insanlar, amellerinizi ihlasla, yalnız yüce Allah
için yapınız. Çünkü muhakkak Allah, ancak kendisi için ihlâsla yapılanı kabul
eder. Hiçbir zaman bu Allah içindir ve akrabalık hakkı İçindir, de-meyinim.
Çünkü o takdirde o, akrabaltk hakkı için olur. Ondan Allah için hiç-birşey
olmaz. Hiçbir zaman; Bu Allah içindir ve bu sizin içindir, demeyiniz, O
takdirde o, (hepsi) sizin için dediğiniz kimseler için olur ve onlardan yüce Allaha
ait hiçbir şey olmaz."
[64]
Bu husus sabit olduğuna göre, şunu bil ki, ilim adamlarımız (Allah
onlardan razı olsun) şöyle demişlerdin Şirkin üç mertebesi vardır ve hepsi de
haramdır. Şirkin esası, ulûhiyeünde Allah'ın ortağının bulunduğuna inanmaktır.
İşte en büyük şirk ve cahiliye şirki budur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah,
kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını dilediğine
bağışlar" (en-Nisa, 4/48) Buyruğunda kastedilen şirk de budur.
Bundan hemen bir sonraki mertebe ise, fiilinde yüce Allah'ın ortağı
olduğuna inanmaktır Bu da: Allah'tan başka herhangi bir varlık, bir fiili
bağımsız olarak meydana getirip icad eder, diyenlerin görüşüdür. Böyle bir
varlığın ayrıca ilâh olduğuna inanmasa dahi bu bir şirktir. Bu ümmetin
mecusi-leri olarak bilinen Kaderiye gibi. Cibril Hadisinde de görüldüğü gibi,
İbn Ömer, bunlardan u^ak olduğunu ifade etmiştir.
[66]
Bundan sonraki mertebe ise, ibadette Allah'a ortak koşmaktır ki, bu da
riyakârlıktır. Riyakârlık ise, yüce Allah'ın yalnızca kendisi için yapılmasını
emretmiş olduğu İbadetlerden herhangi birisini başkası için yapmak demektir.
İşte haram oluşunu beyan etmek üzere birçok âyet-i kerimelerin ve hadis-i
şerifin varid olduğu şirk türü de budur. Bu amelleri iptal eden bir iştir. Ve
oldukça gizlidir. Cahil ve anlayışsız olan kimseler bunu bilemezler.
Allah, Haris el-Muhasibî'den razı olsun ki, o bunu, er-Riâye adlı
eserinde açıklamıştır. Ve riyanın amelleri bozduğunu da beyan etmiştir. İbn
Mâce'nin Sünenînde, Ebu Said b. Ebi Fedale el-Ensarîden -ki ashab-ı ki
ramdandır- şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah buyurdu ki:
"Allah kendisinde hiç bir şüphenin bulunmadığı bir gün olan Kıyamet
gününde, öncekileri de sonrakileri de toplayıp biraraya getirdiğinde, bir
münadi şöyle seselenecek-tir: Her kim, aziz ve celil olan Allah için yapması
gereken amelinde bir başkasını ortak koşmuş ise, haydi gitsin o amelinin
ecrini Allah'tan başkasının nezdinde arasın. Çünkü şüphesiz Allah, ortaklar
arasında, ortaklığa en ihtiyaç* olmayandır."
[67]
İbn Mâce'de, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bizler
el-Mesih el-Deccal hakkında konuşurken, Rasulullah (s.a) yanımıza çıkageldi ve
şöyle dedi: "Bence sizin için el-Mesih el-Dec-cal'den daha da korkulması
gereken bir şeyi size haber vereyim mi?”. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Evet
bildir, Ey Allah'ın Rasulü dedik. Şöyle buyurdu; "O, gizli şirktir; kişi
namaza kalkar durur da, bir kişinin kendisine baktığını gördüğünden dolayı
namazını süslemesidir."
[68]
tbn Mâce'de Şeddad b. Evs'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz ümmetim için en çok korktuğum şey,
Allah'a şirk koşmalarıdır. Ben onların güneşe, aya ve puta tapacaklarını söylemiyorum.
Şu kadar var ki, Allah'tan başkası İçin yapacakları ameller ve itaat
edecekleri gizli bir şehvetten (korkuyorum),
[69]
Bunu ayrıca Tirmizî el-Hakîm (Nevâdirü'î-Usûl'de)
[70]
rivayet etmiştir, ileride el-Kehf Sûresi'nin sonlarında (.18/110. âyetin
tefsirinde) bu hadts-i şerif gelecektir, orada ayrıca gizli şehvetin mahiyeti
de açıklanacaktır.
[71]
İbn Lehîa de, Yezict b. Ebi Habib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasûlul-lah (sav)'a gizli şehvet hakkında soru soruldu da o da şöyle buyurdu:
"Gizli şehvet, kişinin gelip etrafında oturulmasını sevdiği için
öğrenmesidir."
Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (r.a) der ki: Riya üç türlüdür. Birincisi,
kişinin fiilini aslı itibarı ile Allah'tan başkası için yapması ve bununla
berabai' o fiilinin Allah için yaptığım bilinmesini istemesidir. Bu bir çeşit
münafıklık ve imanda şüpheye düşmektir. İkinci çeşit; Bir işe Allah için
başlar, Allah'tan başkası da ona muttali oldu mu, bundan sevinir ve gayrete
gelir. Böyle bir kimse tevbe edecek olursa, bütün yaptığını yeniden iade
etmelidir.
Üçüncüsü ise, ilılas ile bir amele başlayıp, Allah için o amelini
bitirir, bu hali ile o kişi bilinir ve bundan dolayı övülür, o da bu övülmeden
huzur duyarsa, işte yüce Allah'ın yasakladığı riya budur. Sehl der ki: Lukman,
oğluna şöyle demiş: Riyakârlık, amelinin ecrini dünya yurdunda istemendir.
Halbuki, iyi insanların ameli âhiret için olmalıdır. Ona riyanın İlacı nedir diye
sorulunca, o da ameli gizlemektir dedi. Peki, amel nasıl gizlenilir diye sorulunca,
şöyle dedi; Açıktan yapmakla mükellef tutulduğun amele ancak ih-lâs ile gir
(başla). Açığa vurmakla mükellef tutulmadığın şeye de, Allah'tan başka hiçbir
kimsenin muttali olmasını isteme- Yine devamla der ki: İnsan-lann muttali
olduğu hiçbir ameli sen amelden sayma. Eyyûb es-Sahüyanî der ki: Ameli
dolayısıyla mevkiinin bilinmesini istiyen bir kimse akıllı bir kimse değildir.
Derim ki: Sehl'in: "Bir amele ihlas ile başlayıp..." ifadesi ile ilgili
olarak şunları söyliyelim: Eğer o kişinin, başkalarının söyledikleri dolayısıyla
huzur ve sükûn bulup sevinmesi, kalplerinde yer edip bundan dolayı kendisini
övmeleri, ona saygı ve ta'zim göstermeleri, iyilikte bulunmaları, onlardan elde
etmeyi İstediği mal ve bundan başka birtakım şeylere nail oîmak için olursa, bu
yerilen bir şeydir. Çünkü, böyle birisinin kalbi, onların o ameline muttali
olmaları dolayısıyla sevinçle dolup taşmış demektir. Velevki onlar, o amelini
yapıp bitirdikten sonra muttali olmuş olsunlar.
Kendisi ameline muttali olmalarım sevmemekle, Allah'ın insanları muttali
kılmasını sevmekle ve Allah'ın lütfü dolayısıyla sevinmesine gelince; onun bu
sevinci Allanın lütfuyla bir itaat olur. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır;
"De ki, Allah'ın lütfü ve rahmetiyiz ve yalnız bunlarla sevinsinler. Bu
onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır." (Yunus, 10/58). Buna dair
geniş açıklamalar ve bu açıklamaların tamamlanması, el-Muhasibî'nin er-Riaye
adlı eserindedir. Bu bilgilere vakıf olmak isteyenler, oraya baksınlar.
Yine Selıl'e, Peygamber (sav)'ın: "Ben bir ameli gizlice yapıyorum
da, ona muttali olunur ve bundan dolayı bu benim hoşuma gider."
[72]
Hadisi sorulunca şu cevabı vermiş: Bunun hoşuna gitmesi Allah'ın açığa vurduğu
ameli dolayısıyla şükretmesi bakımından veya buna benzer bir cihetten dolayıdır.
İşte bu açıklamalar, riyakârlık ve amellerin Allah İçin ihlas ile yapılması
gereğine dair yeterli özettir Bakara Sûresİ'nde (2/139- âyette) İhlasın gerçek
mahiyeti ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a lıamd olsun.
[73]
Yüce Allah'ın: "Ana-babaya... iyilik edin" buyruğuna gelince,
(köle olmaları halinde) anne-babayı azad etmenin, onlara yapılacak iyilikler
tümiesin-den olduğu bu sûrenin baş tarafında açıklanmış bulunmaktadır. İleride
Sub-hân (el-İsra) Sûresİ'nde onlara iyilik yapmanın hükmü (17/23-24. âyetlerin
tefsirinde 2-14. başlsklarda) yeterince açıklanacaktır. îbn Ebî Able,
"iyilik yapın" kelimesini ötrelî olarak şeklinde okumuştur. Yani onlara iyilik
yapmak vaciptir. Diğerleri ise onlara iyilik yapın, anlamında olmak üzere bu
kelimeyi nasb ile okumuşlardır. îtim adamları der ki: Lütuf ve ihsanda bulunan
yaratıcıdan sonra, şükre, iyi davranmaya, onlara iyilik ve itaatle bağlı
kalmaya, boyun eymeğe en layık olan kimseler, Allah'ın kendisine ibadet, itaat
ve şükrü ile iyilikte bulunmayı zikrettiği kimselerdir. Bunlar-sa anne ve
babadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bana ve anne-baba na şükret
diye..." (Lukman, 31/14) İkisi de Vasıflı olan Şube ve Huşeym'ün Ya'la b\
Ata'dan o, babasından o, Abdullah b. Amr b. el-As'dan naklettiğine göre:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Rabbîn rızası, anne-babanın rızasına bağlıdır.
Onun gazabı da anne-babanın gazabından ötürüdür."[74]
Yüce AHahın: "Akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edin"
buyruğuna gelince, buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresİ'nde (2/83.
âyet, 4 ve 5. başlıklarda) geçmiş buiunm akta dır.
[75]
Yüce Allah’ın: "Yakm komşularınıza ve uzak komşularınıza”, iyilik
edin" buyruğuna gelince: Yüce Allah, komşunun korunması, hakkının yerine
getirilmesini emretmiş ve onun haklarına gereken riâyetin, gösterilmesini de
hem Kitabında, lıern Peygamberinin diliyile tavsiye etmiştir. Nitekim yüce
Allah, anne-baba ve akrabalardan sonra komşu hakkını sözkonusu ederek:
"Yakın komşularınıza* diye buyurduğu gibi: "U/ak komşularınıza"
yani yabancı komşularınıza da iyilik edin diye buyurmuştur. "el-Câr
el-cunub"u yabancı komşu diye açıklayan İbtı Abbas'tır. Sözlükte de
"el-cunub" uzak ve yabancı demekti):. Filan kişi ecnebidir sözü de
buradan gelmektedir. Uzaklık anlamına gelen "cenabet" de böyledir.
Dilciler şu beyiti zikrederler:
"Artık sen beni Nâil'den[76]
uzak tutmak suretiyle mahrum bırakma beni; Çünkü ben çadırlar ortasında yabancı
kalmış bir kişiyim."
el-A'şâ da der ki:
"Uzak bir yerden Hureya'e ziyaretçi olarak geldim
Fakat Hureys bana birşeyler bağışlamaktan yana donuk idi.
el-A'meş ile el-Mufaddal, Uzak komşuknmza" buyruğunu şeklînde
ikinci kelimedeki ''cim1' harfini üstün ve "nun" harfini sakin olarak
okumuştur ki, bu da bu kelimenin bir başka söyleyişidir. Arada herhangi bîr
akrabalık bulunmadığı takdirde denilir. Çoğulu da; şeklinde gelir.
Burada bir muzafın takdir edildiği de söylenmiştir. Buna göre; yanı
bulunan, komşu takdirindedir. Yan tarafta (bitişik komşu) anlamına geldiği de
söylenmiştir.
Nevt" eş-Şami der ki: "Yakın komşu”dan kasıt, müsiüman
komşudur, "uzak komşu”dan kasıt ise, yahudi ve hıristiyan komşudur.
Derim ki: Buna göre, komşu hakkına riâyetin tavsiye edilmesi, müsiüman
olsun, kâfir olsun emrolunmuş ve teşvik olunmuş bir iştir. Sahih olan görüş de
budur. İyilik yapmak, bazan gözetmek anlamındadır. Bazan güzel geçinmek,
eziyet vermekten uzak durmak ve onu korumak anlamına da gelir.
Buhari, Aişe (r,anha)'dan Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Cebrail bana komşuyu o kadar tavsiye etti ki, nerdeyse onu mirasçı
kılacak zannettim."
[77]
Ebu Şureyh Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Allah'a yemin ederim kî iman etmiş olmaz. Allah'a yemin ederim ki
iman etmiş olmaz. Allah'a yemin ederim ki iman etmiş olmaz"- Ey Allahın
Rasûlü kim (den sözediyorsunuz)? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Vereceği
sıkıntılardan yana komşusu kendisini emniyette hissetmeyen kişi."
[78]
İşte bu, bütün komşular hakkında umumi bir buyı-uktur. Hz. Peygamber üç
defa yemin etmek suretiyle ve komşusuna eziyet eden bir kimsenin kamil bir
iman ile iman etmiş olmayacağını belirterek, komşuya eziyeti terk etmeyi tekid
etmiştir, O halde, rnü'minin komşusunu eziyet vermekten çekinmesi, Allah'ın ve
Rasûlünün yasakladığı şeyden uzak durması, her ikisinin de ra2i olacağı ve
kullarını işlemeye teşvik ettikleri şeylere de rağbet duyması gerekmektedir.
Peygamber (savVdan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Komşular üç
türlüdür Bir koms.u vardır ki, üç hakkı vardır. Bir komşu vardır ki, iki hakkı
vardır. Bir komşu vardır ki, bir hakkı vardır. Üç hakkı olan komşu, müsiüman ve
yakın akraba olan komşudur. Bunun komşuluk hakkı, akrabalık hakkı ve müslüman
olmak hakkı vardır. İki hakkı bulunan komşu, müsiüman komşudur. Bunun
müslümanlık dolayısıyla bir hakkı ve komşuluk dolayısıyla bir hakkı vardır.
Bir tek hakkı olan komşu ise, kâfir komşudur. Bunun yalnızca komşuluk hakkı
vardır.
[79]
Buhârî, Âişe (r.anha)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey
Allah'ın Rasûlü dedim. Benim iki tane komşum vardır. Bunların hangisine hediye
vereyim. Şöyle buyurdu: " Kapısı sana daha yakın olana"
[80]
Bir gurup ilim adamı, bu hadis-i şerifin, yüce Allah'ın, "Yakın
komşularınıza* buyruğundan ne kastedildiğini açıkladığı görüşündedir. Bu ise,
mesken itibari ile sana yakın olan komşu demektir. "Uzak komşu" isey
meskeni senden uzak olandır. Ayrıca bunu, komşu lehine şuf anın gerekliliğine
de delil göstermişler ve Hz. Peygamberin: "Bitişik komşu buna daha bir hak
sahibidir"
[81]
hadisi ile desteklemişlerdir.
Fakat bunda buna dair delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü Hz. Aişe,
Peygamber (sav)'a komşulardan kime hediye vermekte başlayacağına dair soru
sormuş, Hz. Peygamber de, kapısı kendisine daha yakın olandan bağlıyacağını,
böyle bir komşunun ötekilerinden daha önce geldiğini bildirmiştir.
İbnü'l-Münzir der ki: Bu hadis-i geril;, duvarı bitişik olmıyan kimse
hakkında da komşu tabirinin kullanılacağına delildir. Ebû Hanife, bu hadisin
zahirinden uzaklaşarak şöyle demiştir; Bitişik komşu eğer şufayı istemez,
(şufa talebinde bulunmaz) buna karşılık ona bitişik olan ancak (satılan) eve
bitişik, yolu da, duvan da yoksa, o komşunun bu evde şuf’a hakkı yoktur. Halbuki
genel olarak ilim adamları şöyle demektedir Kişi komşuları lehine bir vasiyette
bulunacak olursa, ona bitişik olan komşuya da verilir, diğerlerine de verilir.
Ancak Ebû Hanife, genel olarak ilim adamlarından (.onların kanaatlerinden),
ayrılarak: Yalnızca bitişik olan komşuya verilir, demektedir.
[82]
Komşuluğun sınır» hususunda insanlar farklı görüşlere sahiptir.
el-Evzaî şöyle dermiş: Her taraftan kırk ev. İbn Şihab da böyle demiştir.
Rivayet edildiğine göre, bir adam Peygamber (sav) gelip şöyle demiş: Ben bir
kavmin kal-dığı mahallede konakladım. Onların arasında bana en yakın komşu
olanları bana en fazla eziyet edenleridir. Peygamber (sav), Ebû Bekir, Ömer ve
Ali'yi mescidlerin kapılarında yüksek sesle şöyle bağırmak üzere gönderdi:
"Şunu bilinki, kırk ev komşudur. Komşusu vereceği zararlardan emniyet
altında olmıyan btr kimse, cennete giremez."[83]
Ha. Ali b. Ebi Talİb der ki: Ezan sesini işiten kişi komşudur. Bir
kesim de şöyle demiştir: Namaz için kamet getirildiğini duyan kişi o mescidin
kornşu-sudur. Bir diğer kesim de şöyle demektedir; Bir kimse ile aynı
mahallede, yahut aynı şehirde oturan kimse komşudur. Yüce Allah da; "Eğer
münafıklar... vazgeçmezlerse... sonra da onlar orada ancak az bîr zaman seninle
komşuluk tcterler," Cel-Ahzab, 33/60) diye buyurmakta ve böylelikle
onlarm Medine'de bir arada bulunmalarını komşuluk olarak değerlendirmektedir.
Komşuluğun bir takım mertebeleri vardır ve biri diğerine daha çok yakındır.
Bunların en yakın olanları ise zevcedir. Nitekim şair şöyle demiştir;
"Ey komşum, (hanımım) bâin talakla benden boş ol! Sen haydi sen
boş oldun."
[84]
Müslim'in Ebû zer'den rivayet ettiği şu hadiste komşuya iyilik
türlerinden bimine örnek Ebû Zer dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
"Ey Ebû Zer, sen bir çorba pişirecek olursan suyunu çok kat ve komşularını
gözet."[85]
Böylelikle Hz. Peygamber üstün ahlâkî değerlere teşvikte bulunmuştur.
Çünkü bu şekildeki davranışlar, karşılıklı sevgiyi, güzel geçimi doğurduğu
gibi, ihtiyacı ve fesadı da defederler. Komşu komşusunun penceresinin çıkardığı
kokulardan rahatsız olabilir. Belki, onun çoluk çocuğu vardır da, bunların
zayıflannın o kokular dolayısıyla o yemeğe canı çeker. Onların. İhtiyaçlarını
karşılamak durumunda olan. kimse ise, çoluk çocuğunun acıları ve bundan dolayı
karşı karşıya kalacağı mükellefiyet ona ağır gelebilir. Bilhassa onların
sorumluları zayıf veya dul bir kadın ise, bu zorluk daha bir artar, bu acı ve
hasret daha da ileri derecelere vanr.
Denildiğine göre, Hz. Yakub'un Hz. Yusuf'un ayrılma cezasına sebep bu
olmuştu. İşte bütün bunlar onlara götürülüp verilecek bir parça yemeğe onları
ortak etmek suretiyle bertaraf edilir İşte bu anlam dolayısıyla Hz. Peygamber
yakın komşuya hediye vermeyi teşvik etmiştir. Çünkü yakın komşu, komşusunun
evine girip çıkana bakar. Bunları gördüğü vakit, bu hususlarda ona ortak
olmayı arzular.
Yine gaflet ve gafil avlanabilme zamanlarında karşıkarşıya kalabildiği
bir ihtiyaç halinde, komşunun yardımına en çabuk koşan yine komşudur. Bundan
dolayı evi daha yakın olmakla birlikte kapısı daha yakın olana (hediye
vermekle) başlamayı irşad buyurmuştur.
Doğrusunu en İyi bilen Allahtır.
[86]
İlim adanılan der ki: Hz. Peygamber: "Suyunu çok kat!"
buyurmakla cimri olana işi kolaylaştırmaya oldukça incelikli bir şekilde
dikkat çekmiş, işaret buyurmuştur. Artırılacak olan şeyi parasız olan su dîye
belirlemiştir. Bundan dolayı o: "Bir çorba pişirdiğin zaman onun etini
artır" dememiştir. Çünkü bunu yapmak herkes için kolay değildir
Şair ne güzel söylemiş:
"Birdir benim tencerem ile komşumun tenceresi O tencere bana
gelmeden önce ona gider."
Hz. Peygamberin: "Sonra komşularından bir aile halkını gör ve
onlara bu çorbadan maruf olan birşeyler gönder"[87]
buyruğu sebebiyle hakir görülen ve
oldukça basit ve Önemsiz şeyler hediye olarak verilmez. "Onlara maruf olan
birşeyler gönder" sözü, hediye olarak verilmesi örf haline gelmiş olan
birşey gönder, demektir. Az bir miktar her ne kadar hediye olarak verilen şeylerden
ise de? bu azıcık miktar bu seviyeye çıkamıyabilir. Eğer azıcık miktardan
fazlasını hediye edemiyecek durumda, ise, onu hediye ediversin ve onu da basit
ve önemsiz görmesin. Kendisine hediye verilen kabul etmelidir. Çünkü Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur: "Ey mü'min kadınlar, sizden herhangi biriniz,
yanık bir koyun bacağı olsa dahi komşusuna (yereceği hediyeyi) asla önemsiz
görmesin." Bunu Mâlik, Muvattâ adlı eserinde zikretmiştir.[88]
Biz bu hadisteki "Ey mü'min kadınlar" anlamına gelen: kelimesindeki
"mü'mineler" anlamına gelen "el-MÜ'minat" kelimesini muzaf
olarak değil, merfu olarak kaydetmiş bulunuyoruz. İfadenin takdiri İse:
şeklindedir. Nitekim Ey kerim adamlar! denilmesi de böyledir Görüldüğü gibi
burada da münâdâ olan; ibaresi hazf edilmiştir. Kadınlar anlamına gelen;
kelimesi ise, buna sıfat takdirindedir. Mü'mineler ise "kadınlar"
kelimesinin sıfatıdır- Bunun izafet şeklinde
diye söyleneceği söylenmiş ise de birincisi daha çok görülen bir
husustur.
[89]
Komşuya gereken şefkati göstererek, onun bir kerestesini (kendi duvarına)
yerleştirmesine engel olmamak da komşuya ikram kabilindendîr. Rasûlullah (say)
şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, komşusunun kendi duvarına
bit1 kalası gömüp yerleştirmesine engel olmasm." Daha sonra Ebû Hureyre
şöyle der: Bana ne oluyor ki sizin bundan yüz çevirdiğinizi görüyorum? Allah'a
yemin ederim ki, ben bunu sizin huzurunuzda gözünüzün önünde açıkça
söyİüyeceğim. (Bundan geri durmayacağım).[90]
Buradaki "kalas" kelimesi çoğul olarak ve: Kalaslarına şeklinde
çoğul olarak da, tekil olarak da rivayet edilmiştir. Ayrıca "aranızda,
önünüzde" anlamına gelen: kelimesi de kollarınız arasında (veya önünüzde)"
anlamına gelecek şekilde: diye de rivayet edilmiştir. Mutlaka ben bunu atacağım
ifadesi ise; ben bu sözü ve bu olayı mutlaka size nakledeceğim! demektir,
Buna dayanarak bunun vücup ifade ettiği mi söylenecektir, yoksa
mendup-luk ifade ettiği mi? Bu hususta ilim adamlan arasında görüş ayrılığı
vardır.
Mâlik, Ebû Hanife ve arkadaşları bunun komşuya iyilik yapmak, onu
müsamaha İle karşılamak, ona ihsanda bulunmaya teşvik anlamında olduğu
görüşündedirler Yoksa bu bir vücup ifade etmez. Buna delil ise Hz,
Peygam-ber'in: "Gönül hoşluğu ile olmadıkça müslüman bir kimsenin malı
helal olmaz"[91]
hadisidir. Derler ki: Hz. Peygamberin "Komşusuna engel olmasın"
buyruğunun anlamı da tıpkı Hz. Peygamberin şu buyruğundakî mana gibidir:
"Sizden herhangi birisinden hanimi mescide gitmek üzere izin İstiyecek
olursa ona engel olmasın.[92]
Bunun ise herkese göre ifade etçiği mana, kocanın bu hususta göreceği salah ve
hayra göre mendupluk ifade ettiğidir.
Şafiî, arkadaşları, Ahmed b. Hanbel, tshak, Ebû Sevr, Davud b. Ali ve
ehl-i hadisten bir gurup da bunun vücup ifade ettiği kanaatindedirler. Derler
ki: Şayet Ebû Hureyre, Peygamber (sav)'den işittiklerinden vücup anlamını çıkartmamış
olsaydı, vacip olmayan birşeyi onlara vacip kılmazdı. Aynı zamanda bu, Ömer b.
el-Hattab (r.a)'ın da görüşüdür. Çünkü o, Muhammed b. Mes-leme'nin arazisinden
geçecek su arkı ile ilgili meselede» ed-Dahhâk b. Ha-life'nin lehine, Muhammed
b. Mesleme'nin aleyhine hüküm vermiş, Muhammed b, Mesleme: Vallahi olmaz
deyince, Hz. Ömer de şöyle demişti: "Vallahi onu senin karnının üzerinden
olsa dahi ordan geçireceğim" dedikten sonra Hz. Ömer, cd-Dahhak'a su arkını
oradan geçirmesini emretmiş, cd-Dah-hak da böyle yapmıştı.
Bunu da Mâlik Muvatta'da rivayet etmiştir.[93]
Şafiî de "er-Bed" adlı eserinde Mâlik'in bu bölümde Hz.Ömer'e
muhalif sahabeden her hangi bir kimse bulunmadığını iddia etmekte ve Mâlik'in
bunu rivayet edip kitabına almasına rağmen bunu delil olarak kabul etmeyip
kendi görüşüne istinaden reddetmesini tepki ile karşılamaktadır. Ama Ebû Ömer
(b. Abdi'1-Berr) şöyle demektedir: Durum Şafiî'nin iddia ettiği gibi değildir.
Çünkü Muhammed b. Mesleme'nin bu husustaki görüşü Hz. Ömer'in görüşüne
muhalifti.
Ensar'ın[94]
görüşü de aynı şekilde Hz. Ömer'in görüşüne muhalif idi. Ab-durrahman b, Avf'ın
kendisine ait olan bir suyu, bir başkasının bahçesinden geçirmesi kıssasında ve
bunu değiştirmesinde de (Ha. Ömer'e muhalif kanaate sahip olan ashabın)
bulunduğunu görmekteyiz. Ashab-ı kiram arasında görüş ayrılığı bulunduğu
takdirde ise, kıyasa başvurmak gerekir. Kıyas, müslümanların kanlarının,
mallarının, ırzlarının özel olarak gönül hoşluğu ile olanları müstesna,
birbirlerine haram olduklarına delâlet etmektedir. İşte Peygamber (sav)'dan
sabit olan da budur. Ebû Hureyre'nim Bana ne oluyor ki sizin bundan yüz
çevirdiğinizi görüyorum. Allah'a yemin ederimki bunu önünüze atacağım,
şeklindeki sözü, veya buna benzer ifadesi, bu husustaki kanaatin hilâfına
delil olarak gösterilebilir. Ancak birinci görüşün sahipleri şu şekilde cevap
vermektedirler: Burada irtifak hakkı gereğince hüküm vermek, sünnetten sabit
olan delil ile Hz. Peygamberin: "Gönül hoşluğu ile olmadıkça müslüman bir
kimsenin malı helal olmaz" buyruğunun kapsamı dışına çıkmaktadır. Çünkü
bunun anlamı temlik ve tüketmektir. Bu hadiste irtifak hakkıyla alakalı birşey
yoktur. Çünkü Peygamber (sav) bu ikisi arasında hüküm bakımından fark
gözetmiştir. O bakımdan Rasûlullah {.sav)'ın fark gözettiği şeylerin aynı
hükümde bir arada görülmemesi gerekir. Yine Mâlik şunu nakletmektedir:
Medine'de Ebû'l-Muttalip adında bu şekilde hüküm veren bîr hakim varmış. Bu
görüşün sahipleri ayrıca el-A'meş'in Enes'den rivayet ettiği şu haberi de
delil gösterirler; Enes dedi ki: Uhud gününde bizden bir genç şehid düştü.
Annesi yüzündeki toprağı silip: Müjdeler olsun sana, ne mutlu sanaki
cennetliksin demeye koyuldu. Peygamber (sav) ise ona şöyle dedi: "Nerden
biliyorsun? Belki o, kendisini ilgilendirmeyen hususlar hakkında söz söyler ve
kendisine zarar vermeyen şeylere mani oluyordu." el-A'meş'in Enes'den
hadis dinlediği sahih bir rivayet yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[95]
Bu açıklamaları Ebû Ömer yapmıştır.
[96]
Vârid olan'bir hadis-İ şerifte Peygamber (sav), komşunun irtifak
haklarını bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Bu hadisi Muaz b. Cebel şöylece
rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûiü Komşunun hakkı nedir? dedik. Şöyle buyurdu:
"Senden borç isterse ona borç verirsin. Senden yardım İsterse ona yardım
edersin. Muhtaç olursa ona verirsin. Hastalanırsa onu ziyaret edersin. Ölürse
cenazesinin arkasından gidersin. Ona bir hayır isabet ederse bu seni
sevindirir ve bundan dolayı onu tebrik edersin. Ona bir musibet isabet ederse
bu da seni rahatsız etmeli ve bundan dolayı ona taziyetlerini bildirirsin.
Tencerenin koku ve dumanı ile onu -ona o tencereden bir kepçe göndermedikçe-
rahatsız etmezsin. Yukardan onun evini gözetlemek üzere ve ona gelecek rüzgarı
kapatsın diye onun izniyle olmadıkça binanı ondan daha yükseğe çıkarmazsın.
Herhangi bir meyve salın alacak olursan ondan ona da hediye gönder. Aksi
takdirde gizlice onu evine sok. Çocukların ondan herhangi bir parçayı alıp
dışarı çıkarak onun çocuklarını bu sebepten dolayı rahatsız etmesin. Benim
söylemek istediğimi iyice anlıyor musunuz? Allah'ın rahmeti ile esirgediği az
sayıdaki kimseter müstesna, komşunun hakkı ödenemez." Veya buna yakın
ifadelerle bunu açıkladj. Bu hadis kapsamlı bir hadistir Ve hasen bir
hadistir. İsnadında, Ebû'i-Fadl, Osman b. Macar eş-Şeybani vardır ki, pek hoş
karşılanan bir ravi değildir.
[97]
İlim adamları der ki: Komşuya ikrama dair hadis-î şerifler, kayıtlı
oîarak değil, mutlak olarak gelmiştir. Açıkladığımız gibi kâfir dahi bunun
kapsamındadır. Bu hususta vârid olan haberde ashabın şöyle dediği
nakletilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, biz onlara (kâfir komşularımıza), kurban
etlerinden ye-direlim mi? Hz. Peygamber; "Müşriklere müslümanîann kestiği
kurbanlıklardan birşey yedirmeyiniz" diye buyurmuştur. <2)*
Hz. Peygamberin, müşriklere mü si umanların kestikleri kurbanlardan yedirmeyi
yasaklaması, muhtemeldirki, kurban kesenin kendisinin de yemesi, zenginlere de
yedirmesi caiz olmayan kişinin ve zimmetinde vacip olan kurbandır. Zenginlere
yedirmesinin de mümkün görüldüğü vacip olmıyan kurbanlara gelince, bundan
zimmet ehline yedirmek caizdir. Peygamber (sav) da kurban etinin dağıtılması
esnasında Hz, Aişe'ye: "Yahudi komşumuzdan başla1' diye buyurmuştur.[98]
Yine rivayet edildiğine göre, Abdullah b. Arar b. el-Âs'ın ailesi
arasında bir koyun kesilmiş idi. Abdullah eve gelince üç defa: Yahudi komşumuza
hediye ettiniz mi? diye sordu. Çünkü ben RasüluHah (sav)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Cebrail bana komşuyu o derece tavsiye etti ki, neredeyse onu
mirasçı kılacak sandım."
[99]
Yüce Allah'ın: "Yanınızdaki arkadaşa" buyruğundan kasıt, yol
arkadaşıdır. Taberî muttasıl senetle naklettiğine göre, Rasûlullah (sav) ile
birlikte ashabından bir kişi vardı. Her ikisi de birer deve üzerinde idi.
Rasûllah (sav) su kenarındaki bir koruluğa girdi- Oradan birisi eğri olan iki
sopa kopardı. Ağaçlar arasından çıkıp düzgün olanını arkadaşına verdi.
Arkadaşı: Ey Allah'ın Rasûlü, bu daha çok senin hakkmdır deyince, Hz.
Peygamber, "Asla, Ey filân. Çünkü bir başkasıyla arkadaşhk ederi her bir
kişi, onunla yaptığı arkadaşlıktan -günün kısacık bir anı kadar dahi olsa-
sorumlu tutulacaktır " diye buyurdu.[100]
Rabia b. Ebi Abdurrahman da der ki: Yolculuğun kendine göre üstün adabı,
ikâmet halinin de üstün adabı vardır. Yolculuk halindeki üstün adap, azığı bol
bo! başkasına verebilmek, arkadaşlarla az anlaşmazlık çıkarmak ve Allah'ın
gazap ettiği şeyler dışında çokça şakalaşmak. İkamet halinde üstün adaba
gelince, mescidlere nnutad bir şekilde gitmek, Kur'an okumak ve Allah yolunda
çokça kardeşleri bulunmak, Esedoğullanndan birisi -ki, bunun Hâtem- Taî olduğu
da söylenmiştir- şöyle demiştir:
"Eğer arkadaşımın ayrıca bir bineği olmayıp, benim bineğimin
arkasında değilse,
Hiçbir zaman benim ayağım bineğin üzerine çıkmaz.
Eğer benim azığımın yansı onun azığı olmazsa,
Ben azıksız da kalayım, benim fazladan hiçbirşeyim de olmasın.
Sahib olduğumuz şeylerde içinde bulunduğumuz bu durumda ikimiz de
ortağız.
Bazen şöyle görüyorum:
Benim lütfumdan nail olduğu için adeta o bana lütuf etmiş
gibidir."
Hz. Ali, İbn Mes'ud ve İbn Ebi Leylâ: "Yanınızdaki arkadaş"
dan zevce olduğunu söylemişlerdir. İbn Güreye ise der ki: Yakın arkadaş, senden
fayda sağlar umuduyla seninle arkadaşlık yapıp yanından ayrılmayandır. Ancak
birinci görüş daha sahihtir. Bu İbn Abbas, İbn Cübeyr, îkrime, Mücahid ve
ed-Dahhak'ın da görüşüdür. Âyet-i kerime umum ifadesi dolayısıyla bütün bu
hususları da kapsıyor olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
[101]
Yüce Allah'ın: "Yolda kalmışa..." buyruğu İle ilgili olarak
Mücahid der ki: Bundan maksat, senin yanından yolu sana uğrayıp geçip giden
kimsedir.
Yol (es-Sebîl) geçip gidilen yol demektir. (Îbnü's-Sebil yol oğlu
şeklinde-yolcunun yola nisbet edilmesi ise, onun yoldan geçmesi ve yoldan
aynlmaması dolayısıyladır. Ona birşeyler vermek, ona yumuşak davranmak, ona gitmek
istediği yeri göstermek ve doğruya yöneltmek de yolcuya yapılacak iyilikler
cüm! esindendir.
[102]
Yüce Allah: "Ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin"
buyruğu ile, sahip olunan kölelere de iyilikte bulunmayı emretmektedir.
Peygamber (sav) de bu emri beyan etmiştir. Müslim ve başkaları el-Ma'rur b.
Süveyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rebeze'de iken yolumuz Ebû
Zer'e uğradı. Ebû Zer1 in üzerinde de bir bürde (sarınılan bir örtü),
kölesinin üzerinde de onun gibi bir bürde vardı. Biz Ey Ebû Zer, dedik. İkisini
bîr araya getirsen tam bir hülle olurdu. Şöyle dedi: Benim ile kardeşlerimden
bir diğeri arasında sözlü bir atışma olmuştu. Onun annesi arap değildi. Annesi
dolayısıyla onu ayıpladım. Beni Peygamber (sav)'e şikâyet etti. Peygamber
(sav) ile karşılaşınca şöyle buyurdu; "Ey Ebû Zer, sen kendisinde cahüiyye
(nin) izleri bulunan birisisin/' Ey Allalı'm Rasûlü, dedim. İnsanlara şovenin
annesine de babasına da söverler. Şöyle dedi: "Ey Ebû Zer sen, kendisinde
cahi-liyye (nin) İzleri bulunan birisisin. Bunlar sizin kardeşlerinizdîr. Allah
onb-rı elinizin altına hizmet etmek üzere vermiştir. O bakımdan yediklerinizden
onlara yediriniz, giydiklerinizden onlara giydiriniz. Onlara ağır gelecek, altından
kalkamıyacaklan işleri yüklemeyiniz. Eğer yükleyecek olursam?., onlara
yardımcı olunuz."[103]
Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre: Bir gün bindiği bir katırın
terkisine kölesini de bindirdi. Birisi ona şöyle dedi: Onu indirsen de
bineğinin arkasından yürüse, Ebû Hureyre şöyle dedi: Ateşe dönüşmüş iki demet
odunun, yakabildikleri kadar beni yakacak şekilde benimle yürümeleri benim
için kölemin arkamda yürümesinden daha sevimlidir. Ebü Davud da, Ebû Zer'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûllulah (sav) şöyle buyurdu: "Köleleriniz
arasından size uygun bulduğunuz kimseye yediğinizden yediriniz, giydiğinizden
giydiriniz- Size uygun düşmeyeni de satınız ve Allah'ın yarattıklarına azap
etmeyiniz."[104]
Yine Müslim, Ebû Hureyre (r.a)'dan Peygamber (sav.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Yedirmek ve giydirmek kölenin hakkıdır. Köleye
kaldırabileceğinden fazla iş yükletilmez."[105]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, kölem ve
cariyem demesin. Bunun yerine, fetam (oğlum") ve fetatî (kızım)
desin."[106]
İleride Yusuf (a.s) Sûresİ'nde buna (feta) kelimesine dair açıklamalar
gelecektir, (12/30-36 ve 62. âyetler) Böylelikle Peygamber (sav), efendilere,
üstün ahlâkî değerlere bağlılığı teşvik etmiş, iyilikte bulunma yollarını
göstermiş, alçakgünüllülük yolunu izlemelerini istemiştir. Tâ ki, kendilerinin
köleleri üzerinde üstün bir meziyetleri olduğu görüşüne sahip olmasınlar.
Çünkü herkes Allah'ın kuludur ve mal Allah'ındır. Fakat Allah, insanların kimini
kimine müsalıhar kılmıştır. Kimini kiminin mülkiyetine vermiştir. Bunu da nimetini
tamamlamak ve hikmetini gerçekleştirmek için yapmıştır. Eğer onlara,
kendilerinin yediklerinden daha az yedirecek olur, giydiklerinden nitelik
itibariyle daha aşağı ve daha az miktarda giydirecek olurlarsa, bu hususta
üzerlerindeki görevleri yerine getirmeleri şartıyla caiz olur, bu konuda görüş
ayrılığı da yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Müslim'in rivayetine göre, Abdullah b. Artır, bir seferinde huzuruna
gelip giren haznedarına şöyle demiş: Köleiere yiyeceklerini verdik mi? O Hayır
deyince, Abdullah: Git onlara yiyeceklerini ver. Çünkü Rasûlullah (sav):
"Sahib olduğu kölelerine vereceği yemeği engellemesi kişiye günah olarak
yeter diye buyurmuştur" dedi.[107]
Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğu sabittir: "Her kim kölesine
yapmadığı bir işin cezasını (haddini) vurur yahutta yüzüne bir tokat atarsa,
bunun kef-fâreti o köleyi azad etmesidir."[108]
Bundan maksat, haddi gerektiren bir suçu olmadığı halde had miktarına ulaşacak
kadar kölesini dövmesidir,
Ashab-ı kiramdan bir topluluğun dövmek hususunda köleleri lehine
ço-cuklanna kısas uyguladıkları, çocukları kısası kabul etmemeleri halinde de
köleyi azad ettikleri rivayet edilmiştir,
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kölesine zina iftirasında
bulunan bir kimseye Kıyamet gününde seksen celde olarak had ona
uygulanır."[109]
Yine Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kölelerine kötü davranan bir kimse
cennete girmez.[110]
Hz. Peygamberin bir başka buyruğu da şöyledir:
“Kötü huyluluk bir uğursuzluktur. Mülkiyeli altında bulunanlara güzel
bir şekilde davranmak bir berekettir.[111]
Akrabalık bağım gözetmek, ömrü artırır, sadaka da kötü bir ölümle ölümü
bertaraf eder."[112]
İlim adamları bu kabilden, hür mü daha faziletlidir, yoksa kölemi hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Müslim, Ebû Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Islah edici mülkiyet akındaki kölenin iki ecri
vardır." Ebû Hureyre'nin nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer
Allah yolunda cilıad, hac ve anneme iyi davranmak gereği bulunmasaydı, köle
olduğum halde ölmeyi arzu edecektim.[113]
îbn Ömer'den rivayet edildiğine göre de, Rasûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz ki köle, efendisine karşı samimi ve doğru
davranır, Allah'a ibadetini de güzel bir şekilde yaparsa, ecri ona iki kat
verilir."[114]
İşte bunlar ve buna benzer buyrukları kölelerin daha faziletli olduğunu
söyleyenler delil diye göstermiştir. Çünkü köle, İki cihetten muhataptır: Bir
taraftan Allah'a ibadet etmesi istenmiştir, diğer taraftan da efendisine
hizmet etmesi istenir. İşte Ebû Ömer Yusuf b. Abdil-Berr, en-Nemrî ile Hafız
Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah b. Ahmed el-Amirî el-Bağdadî bu görüştedir.
Hürrün daha faziletli olduğunu söyleyenler de şu sözleriyle görüşlerini
delille ndirmektedirler: Din ve dünya işlerinde tam bir bağımsızlık ancak hürler
için gerçekleşir. Köle ise bağımsızlığı olmadığından doîayı yitik şahıs ve
zorla istenen yere çekip çevirilen alet tle, mecburen emir altına verilmiş bir
canlıya benzer. Bundan dolayı köle, şahidlik etmek makamından ve birçok
velayetlerden birtakım hak ve görevleri ifa edebilmek, makamları işgal edebilmek,
selahiyetinden mahrum edilmiş, ona uygulanan hadler, hürlerin hadlerinden daha
aşağı tutulmuştur. Bunlar kölenin kadrinin daha aşağı olduğunu
hissettirmektedir.
Hür kimseden her ne kadar bir tek cihetten talepte bulunulsa dahi o
yönde onun vazifeleri daha çoktur. Onun görevlerini ifa ederken karşı kargıya
kaiacağs sıkıntı ve yükümlülükler daha büyüktür. O bakımdan sevabı da daha
fazladır.
İşte Ebû Hureyre: "Şayet cihad ve hac olmasaydı..."
sözleriyle buna işaret etmektedir. Yani şayet bu işleri yerine getirememe
dolayısıyla kölenin karşı karşıya kaldığı eksik konum olmasıydı... (köle
olmayı temenni edecektim) demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[115]
Enes b. Mâlik, Peygamber (sav)den şöyle buyurduğunu rivayet ermektedir:
"Cebrail bana komşuyu o kadar çok tavsiye etti ki, neredeyse onu mirasçı
kılacak zannettim.[116]
"Kadınları bana o kadar çok tavsiye etti ki, az kalsın onları boşamayı
haram kılacağını zannettim. Köleleri bana o kadar çok tavsiye etti ki, adeta
onlar için belli bir süre tayin edip o süreye eriştiler mi» azad olacaklarını
hükme bağlıyacağını zannettim."
[117]
"Bana misvak kullanmayı o kadar çok tavsiye etti ki, ağzımın derisinin
soyulacağından korktum."
[118]
...Neredeyse... soyulacaktı diye de rivayet edilmiştir-, Gece namazı kılmayı
bana o kadar çok tavsiye etmeye devam etti ki, neredeyse1 ümmetimin hayırlılarının
geceleyin, hiç uyuyamayacaklannı zannettim." Bunu Ebû'1-Leys es-Se-markandî,
Tefsir'inde zikretmiştir.
[119]
"Allah büyüklenip böbürlenenleri elbette sevmez" buyruğu, onlardan razı olmaz demektir. Şanı yüce Allah, bu niteliğe sahip olanları sevmiyeceği, onlardan razı olmayacağını belirtmektedir. Yanf böyleleri üzerinde Allah'ın nimetinin etkileri görülmez. Bu da bîr çeşit tehdittir.
Büyüklenen kimse, (el-Muhtât) kibir duyan kimse demektir. Böbürlenen
(el-fahûr) ise, büyüklük taslamak kastıyla kendi menkıbelerini (güzel hallerini)
anlatıp durandır. Falır etmek, yükselip kabarmak, başkalarına karşı haddini
aşmak demektir. Özellikle burada bu iki niteliğin anılış sebebi, bu iki olumsuz
niteliği taşıyan kimselerin bunların etkisi altında kalarak, fakir akraba,
fakir komşu ve âyet-i kerimede sözü edilen diğerlerine karşı büyük-Lenmcye
götürüp, Allah'ın bunlara iyilik yapma emrinin zayi olmasına sebep teşkil
ettiklerinden ötürüdür.
el-Mufaddal'ın naklettiğine göre Asım, Yakın komşularınıza"
anlamındaki buyruğu, "cim" harfini üstün ve "nun" harfini
de sakin olarak: şeklinde okumuştur. el-Mehdevî der ki: Bu okuyuş, bir muzafın
hazf edilmiş olması takdirine bina endir. Yani yakın tarafında bulunan komşu
demektir. el-Ahfeş de şunu nakleder:
"Bütün insanlar bir yanda, emir de bir yanda."
Yan (el-Cenb), cihet ve taraf demektir. Akraba cihetinden... demektir
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[120]
37. Onlar ki, cimrilik edenler, insanlara cimriliği emredenler ve Allah'ın
Ki t fuy la kendilerine- verdiğini gizi iye illettik. Biz o İnkarcılar için
küçültücü bir azap hazırlamışızdır.
Yüce Allah'ım "Onlar ki cimrilik edenler, insanlara cimriliği
emredenler.. buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: "Onlar ki cimrilik edenler" anlamındaki:
buyruğundaki; "Onlar ki" buyruğu, (önceki âyeite geçeen):
"Onlar ki..." buyruğunda yer alan O kimseleri buyruğundan
bedel olmak üzere nasb mahallindedir. Bu sıfat olmaz. Çünkü O kimsej o kimseler
ile, O şey, o şeyler edatları ne vasfedilirler, ne de sıfat olurlar. Bu
buyruğun Böbürlenen kelimesindeki zamirden bedel olmak üzere ref mahallinde
olması da mümkündür. Aynı şekilde bunun ref mahallinde olup. ona (bir sonraki
âyetin) atfedilmesi de caizdir. Bunun müp-ledâ olup, haberinin mahfuz olması da
caizdir. Yani: Onlar ki, cimrilik edenler... onlar için şu şu vardır. Yabutla
haberin: "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar... zulmetmez" (en-Nisâ,
4/40) buyruğunun olması da mümkündür. Yine bu buyruğun, lafzının hazfı ile
mansub olması da mümkündür. O takdirde âyet-i kerime mü'minler hakkında olur.
Bu açıklamaya göre âyet-i kerime şunu ifade eder: Cimrilik edenler
Allah tarafından sevilmezler. O halde ey mü’minler, adı anılan kimselere
iyilikte bulununuz, Çünkü şüphesiz Allah, iyilik yapmaktan alıkoyan
niteliklere sahip olan kimseleri sevmez.
[121]
Yüce Allah'ın; "Cimrilik edenler, insanlara cin iriliyi
emredenler" buyruğunda zikredilen ve şeriat tarafından yerilen cimrilik,
yüce Allah'ın farz kıldığı şeyleri edâ etmekten uzak durmaktır. Bu da yüce
Allah'ın: şu "Allah'ın lütfü kereminden kendilerine verdiği şeylerde
cimrilik gösterenler zannetmesinler fei..." (Ali îmran» 3/180) buyruğunu
andırmaktadır. Esasen Ali İmran Sûresi'nde cimrilik ve cimriliğin gerçek
mahiyetine dair açıklamalar İle, cimrilik İle eli sıkılık (eş-Şuh) arasındaki
farka dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır {3/180, âyet 2 ve 3.
başlıklar).
İbn Abbas ve diğerlerinin görüşüne göre, bu âyet-i kerîme ile
kastedilenler ya hu dilerdir. Çünkü yahudiler, hem mallan dolayısıyla
böbürlenen ve cimrilik edip büyuklenen kimselerdir, hem de Allah'ın Tevrat'ta
indirmiş olduğu Muhammed (sav)'in niteliklerine dair buyrukları da gizlemiş
olanlardır.
Bu buyruklar İle takiyye yaparak (iman etmediklerinin ortaya çıkması
halinde karşı karşıya kalacakları durumlardan sakınarak) infak ve iman eden
münafıklar kastedilmiştir Yani şüphesiz Allah, büyüklenip, böbürlenen hiçbir
kimseyi sevmediği gibi -i'râba dair belirttiğimiz şekilde- cimrilik eden
kimseleri de sevmez.
"Biz o inkarcılar için küçültücü bir azap hazırlamışızdır"
buyruğunda yüce Allah, cimrilik eden mü'minlere yaptığı azap tehdidi ile,
kâfirleri tehdidi arasında bîr fark bulunduğuna dikkat çekmekledir. Bunu da
birinci şekilde davrananları sevmeyeceğini, ikinciler için de küçültücü bir
azabın bulunduğunu beİirterek ifade eimektedîr.[122]
38. Hem onlar Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hakle, mallarını
İnsanlara gösteriş için harcayanlardır. Şeytan kime arkadaş olursa (bilsin ki)
o, kötü bir arkadaştır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız;
Yüce Allah, bir önceki âyet-i kerimede geçen "Onlarki, cimrilik
edenler...dir" buyruğuna buradaki "Mallarını İnsanlara gösteriş için
harcayanlardır" buyruğunu atfetmiş bulunmaktadır. Bunun (bir önceki âyet-i
kerimenin sonunda geçen) 'inkarcı kâfirler"e atfolduğu da söylenmiştir. O
takdirde bu buyruk cer mahallinde olur. "Vav" harfinin fazladan
geldiği görüşünde olanlar ise, ikinci buyruğun birincisinin haberi olmasını
caiz kabul eder. Cumhurun kanaatine göre bu buyruk münafıklar hakkında nazil
olmuştur Çünkü yüce Allah: "Gösteriş için" diye buyurmaktadır.
Gösteriş ve riyakârlık İse münafıklıktan gelir.
Mücahid yahudiler hakkında inmiştir derken, Taberi bu görüşü xayıf
bulmaktadır. Çünkü yüce Allah, bu kesimde Allah'a ve âhiret gününe imanın
söz-konusu olmadığını belirtmektedir. Yahudiler ise, böyle değillerdir.
İbn Atiyye der ki: Mücahid'in açıklaması, mübalağa ve onlar için
bağlayıcı bîr buyruk olması şeklinde açıklanabilir. Zira onların âhirete
imanları kendilerine fayda vermeyeceğinden ötürü hiç imanları yok gibidir.
Bu âyet-i kerimenin Bedir gününde insanlara yemek yediren kimseler hakkında
nazil olduğu da söylenmiştir. Bu kimseler Mekke'nin ileri gelen ele-başlarıdır
Bunlar insanlara, Bedir savaşma katılsınlar diye İnfâkta bulunmuşlardı.
İbnü'İ-Arabî der ki: Riyakârlık olsun diye yapılan harcamalar, aslında Kurân'ın
fayda vermeyeceğini belirlediği hükümler arasında yer alır.
Derim ki: Buna yüce Allah'ın Kitab-ı Keriminden şu buyruğu da delil teşkil
eder: “De ki: Gerek isteyerek, gerek istemiyerek infak edin. Sizden asla kabul
olunmayacaktır" (et-Tevbe, 9/53). İleride buna dair açıklamalar da gelecektir.
[123]
Yüce Allah'ın: "Şeytan kime arkadaş olursa, o kötü bir
arkadaştır" buy ruğunda hazfedilmiş bir ifade vardır ki, bunun takdiri de
şöyledir: "Allah'a ve âhiret
gününe iman etmedikleri halde... harcayanların" arkadaşları şeytandır.
"Şeytan kime arkadaş olursa, o kötü bir arkadaştır."
Arkadaş anlamına gelen "el-Karîn™ kelimesi, kişi ile birlikte
bulunan kimse demektir. Arkadaş ve candan dost anlamındadır. Adiyy b. Zeyd der
ki:
"Sen kişiyi sorma. Onun arkadaşının kim olduğunu sor. Çünkü herbir
arkadaş kendi arkadaşına uyup gider."
Buyruğun anlamı şudur: Her kim dünya hayatında şeytanın dediklerini kabul
ederse, şeytanı arkadaş edinmiş, onunla birlikçe olmuş oîur.
Şu anlama gelmesi de mümkündür: Cehennemde şeytanın kendisiyle birlikte
tutulacağı kimsenin bu arkadaşı ne kadar kötüdür! Yani, arkadaş olarak şeytan
çok kötüdür, Ayet-i kerimenin sonundaki; *Arkadaş," tem-yîz olmak üzere
mansubtur.
[124]
39- Onlar, Allah'a ve âhiret gününe iman edip te Allah'ın kendilerine
verdiğinden infak etselerdi ne kaybederlerdi ki, Allah onları çok İyi
bilendir.
“Mâ” Edatı mübtedâ olarak ref’ mahallinde da onun haberidir. Ve bu
kelime "O ki" anlamındadır
'nin tek bir isim olması da mümkündür. Birincisine göre ifade Bundan
dolayı ne zararları olur? takdirindedir.
İkincisine göre ise, Ne kaybederler ki? takdirindedir.
"Allah'a ve âhiret gününe iman edip" yani vacibül-vücud olan
Allah'ın varlığını tasdik ile, Rasûlünün getirdiği âhirete dair tafsilatı
doğrulamış olsalardı, "Allah'ın kendilerine verdiğinden de infak etselerdi
ne kaybederlerdi ki?" "Allah onları çok iyi bilendir"
buyruğunun anlamına dair açıklamalar daha önce birkaç yerde geçmiş
bulunmaktadır.
[125]
40- Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O, (yapılan iş)
bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lütfundan büyük bir mükâfat verir.
Yüce Allah'ın; "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi
iulmetmez" buyruğunun anlamı şudur: İşledikleri amellerin sevaplarını bir
zerre ağırlığı kadar dahi azaltıp eksiltmek. Aksine bunun dahi karşılığını
onlara verir ve bundan dolayı onları mükâfatlandırır.
İfadeden maksat, yüce Allah'ın, az olsun çok olsun asla zulmetmiyeceğidir.
Nitekim yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah, insanlara en ufak bir şey dahi
zulmetmez" (Yunus, 10/44) buyruğu da böyledir.
Zerre; İbn Abbas ve diğerlerinden nakledildiğine göre kırmızı
karıncadır. Kırmızı karınca ise karıncaların en küçüğüdür. Yine İbn Abbas'tan
nakledildiğine göre zerre, karıncanın kafasıdır. Yezid b. Harun da der ki:
Zerrenin ağırlığının olmadığını iddia ettiler. Nakledildiğine göre, adamın
birisi bir ekmek koydu ve zerre denilen bu kanncalar bütünüyle üzerini
kapattı. Tekrar o ekmeği tarttı ve bu karıncaların ekmeğin ağırlığım artırma
diki arım gördü.
Derim ki: Kur'an-ı. Kerim ve Sünnet-i Seniyye ise zerrenin bir ağırlığı
olduğuna delalet etmektedir. Tıpkı bir dinarın ve onun yarısının bir ağırlığı
olduğu gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır
Zerrenin hardal tohumu olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hiçbir nefse hiçbir şeyle zulmolunmaz. Bir hardal tanesi ağırlığınca
olsa bile Biz onu getiririz..." (el-Enbiyâ, 21/47) Bundan başka açıklamalar
da yapılmıştır. Özetle söyleyecek olursak, bütün şeyler arasında en az ve en
küçük olandır. Müslim'in Salih'inde Enes'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah hiç bir ınıTmine bir hase-ne kadar
dahi haksızlık etmez. O, hem bunun sebebiyle dünyada bağışta bulunur, hem de
ona karşılık âhirette mükâfat verir. Kâfire gelince, Allah için yaptığı
iyilikler karşılığında dünyada ona yedirilir. Nihayet âlıirete vardığında onun
karşılığını göreceği herhangi bir İyiliği kalmamış olur."
[126]
Yüce Allah'ın: "O, bir iyilik olursa onu kat kat artırır buyruğu
sevabını çoğaltır demektir. Hicazlılar "İyilik" kelimesini ötreli
diye okumuşlardır. Fakat genel olarak kurra bunu mansub okurlar. Birinci okuyuşa
göre (vît); Olursa kelimesi, meydana gelirse,anlamında olup, tam bir fiil olur,
İkinci okuyuşa göre ise, eksik (yardımcı) bir fiil olur. Yani onun yaptığı iş
iyilik olursa demektir. el-Hasen: "Onu kat kat artırır" anlamındaki
kelimeyi azamet nun'u ile, Onu kat kat artırırız» şeklinde okumuştur.
Diğerleri ise* "ye" ile okumuş olup, daha sahih olan budur. Çünkü
"Verir" buyruğunda da böyledir.
"Onu kat kat artırtr" anlamındaki kelimeyi, Ebû Recâ şeklinde okurken, diğerleri ise diye
okumuşlardır. Bu iki okuyuş da çokluk anlamım ifade eden iki ayrı söyleyiştir.
Ebû Ubeyde der ki: "Onu kat kat artırır1 buyruğunun anlamı, onu pek çok
kat fazlası ile çoğaltır demektir. şeklinde şeddeli okuyuş, iki kat yapar
anlamındadır. Kendi katından" da
kendi nezdinden dernektir.
Bu kelimenin şeklinde dört türlü söylenişi vardır. Bu ke-fime nefse
izafe edildiği takdirde, "nün" harlı şeddeli gelir. Başına; "...
den" kelimesi gelmiştir ki, bu kelime bu şekilde geldiği takdirde gayenin
başlangıcını ifade eder. İndinden, nezdinden kelimesi de böyledir. Her ikisi
de böyle bir benzerlik arzettiklerinden dolayı, bunun başına 'in gelmesi güzeldir.
Bundan dolayı Sibevylı, bu kelime hakkında; bu, gayenin başını teşkil eden yer
demektir, diye açıklamada bulunmuştur.
"Büyük bir mükâfat" dan kasıt cennettir. Müslim'in Sahih'inde
Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen uzunca hadis olan -ki Şefaat hadisi diye
bilinir- şöyle denilmektedir: "Nihayet mü'minler cehennemden kurtulurlar.
Nefsim elinde olana yemin ederim ki, sizden .herhangi birinizin dünyadaki
hakkı uğrunda mücadele etmesi, mü'minlerin cehenneme atılmış buİunan kardeşleri
hakkında Rableri ile mücadelesinden daha ileri derecede bir mücadele değildir.
Diyecekler kh.Rabbimiz onlar da bizimle beraber oruç tutuyorlardı. Namaz
kılıyor, haccediyorlardı. Bu sefer onlara, şöyle denilir: Haydt tanıdığınız
kimseleri oradan çıkartınız. Bunların suretleri cehenneme haram kılınır ve
oradan cehennemin, kiminin bacaklarının ortasına kadar, kiminin dizka-paklanna
kadar alıp yaktığı pek çok kimseyi çıkartırlar. Ve sonra şöyle derler:
Rabbimiz kendisini çıkartmamızı emrettiğin kimselerden orada kimse kalmadı. Aziz
ve celil olan Allah şöyle buyurur; Geri dönünüz. Kalbinde hayır namına bir
dinar ağırlığı kadar bir şey bulduğunuz kimseleri çıkartınız. Yine pek çok
sayıda çıkartırlar, sonra şöyle derler: Rabbimiz, oradan çıkartmamızı
emrettiklerinden kimseyi orada bırakmadık. Sonra yine şöyle buyurur: Geri
dönünüz. Kalbinde hayır namına yarım dinar ağırlığı kadar birşey bulduğunuz
herkesi oradan çıkartınız. Yine çok sayıda kimseyi çıkartırlar. Sonra şöyle
derler: Rabbimiz, bize emrettiklerinden hiçbir kimseyi orada bırakmadık.
Tekrar şöyle buyurur: Haydi dönünüz. Kalbinde zerre ağırlığı kadar hayır namına
birşeyler bulduğunuz kimseleri çıkartınız. Yine çok kimseyi çıkartırlar,
sonra: Rabbimiz, orada hayır namına birşey bırakmadık derler". Ebû Said
el-Hudri şöyle derdi: Eğer bu hadisin doğruluğu konusunda beni tasdik etmiyor
iseniz, arzu ettiğiniz takdirde: "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar
dahi zulmetmez. O» bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lüıfundan bir mükâfat
verir" âyetini okuyunuz.
[127]
İbn Mes'ud'dan da rivayete göre o, Peygamber (savVın şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Kıyamet gününde kul getirilir, (hesab için) durdurulur.
Herkesin önünde bîr münadi şöyle seslenir: İşte bu, filan oğlu filandır. Her
kimin bunun üzerinde bir hakki varsa gelsin hakkını alsın. Sonra şöyle buyurur:
Haydi bunlara haklarını ver. Der ki: Rabbim, dünya elimden kaçıp gitmiş
bulunuyor, ben bunların haklarını nereden verebilirim? Yüce Allah, meleklere
şöyle buyurur: Bunun salih amellerine bîr bakınız. Hak sahiplerine o amellerinden
veriniz. Eğer geriye zerre ağırlığı kadar bir iyilik kalmış ise, melekler
derler ki: Rabbimiz -ki O, bunu onlardan daha iyi bilir- bu artık her hak
sahibine hakkını vermiş ve geriye zerre ağırlığı kadar bir iyiliği kalmış
bulunuyor Yüce Allah, meleklere şöyle der: Onu kulumun lehine kat kat ar-tınmz.
Rahmetimin fazileti sayesinde onu cennete koyunuz. İşte bu buyruğu tasdik eden
de: "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O, bir iyilik
olursa onu kat kat artırır" buyruğundadır. Eğer bu kul bedbaht bir kimse
ise, melekler şöyle derler: İlahımız, bunun iyilikleri tükendi, geriye
kötülükleri kaldı. Ondan hak isteyen pek çok kişi de kaldı. Yüce Allah şöyle
buyurur: Onlann (hak sahiplerinin) günahlarından alınız, onun günahlarına
ekleyiniz, sonra ona cehenneme gitmek üzere bir belge yazınız."
[128]
Bu âyet-i kerime, bu açıklamaya göre hasımlar hakkındadır. Şanı yüce Allah
da bir hasmın bir diğer hasım üzerindeki hakkından zerre ağırlığı kadar bir
miktar, dahi düşürüp zulmetmez ve ondaki o hakkını, hak sahibi lehine tahsil
eder. Onun geriye kalan zerre ağırlığı kadar bir iyiliği dolayısıyla dahi onu
haksızlığa uğratmaz. Aksine bu iyiliğinden dolayı ona sevap verir ve bunu onun
için kal kat artırır, çoğaltır. İşte yüce Allah'an: "O, bir iyilik olursa,
onu kat kat artırır" buyruğu bunu adatmaktadır.
Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmekledir: Rasûlulullah (sav)'ı
şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz şanı yüce Allah, mümin kuluna, bir
tek iyiliğine karşılık ikimilyon iyilik verir." Daha sonra Ebû Hureyre şu
âyet-i kerimeyi okudu: "Allah, şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi
zulmetmez. O, bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lütfiından büyük bir
mükâfat verir." Abı de dedi kî: Ebû Hureyre şöyle dedi: Yüce Allah da:
"Büyük bir mükâfat" diye buyurduğuna göre bunun miktarını kim takdir
edebilir?
[129]
İbn Abbas ve İbn Mes'ud'dan da bu âyet-i kerimenin, güneşin üzerinde
doğduğu şeylerden daha hayırlı olan âyetlerden birisi olduğuna dair sözleri
önceden geçmiş bulunmaktadır.[130]
41. Her ümmetten birer şahid getirip, bunlara karşı da seni şahid
getireceğimiz zaman halleri nice olur?
Yüce Allah'ın: "Nice ohır?" kelimesinde ikinci "fe"
harfinin üstün olması "fe" harfinin sakin okunması halinde iki
sakinin bir arada olacağından dolayıdır. “” edatı ise, zaman zarfıdır. Bundaki
amil ise, "Getirip" fiilidir.
Ebû'1-Leys es-Semerkandî şunu nakletmektedir: Bize el-Haİil b, Alımed
anlattı dedi ki: Bize İbn Meni' anlattı dedi ki: Bize Ebû Kâmil anlattı dedi
ki: Bize Fudayl, Yunus b. Muhammed b. Fedale'den anlattı. Yunus babasından naklettiğine
göre, Rasûlullah (sav) Zaferoğulları arasında bulunduktan sırada yanlarına
gelip, Zaferoğulları (nın.) kaldığı yerde bulunan kaya parçası üzerine oturdu.
Beraberinde ise İbn Mes'ud, Muâz ve ashabından birkaç kişi daha vardı.
Birisine Kur'an okumasını emretti. Kur'an okuyan şu: "Her ümmetten birer
şahld getirip bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman halleri nice
olur" buyruğuna varınca, Rasûlullah (sav) yanakları islanmca-ya kadar
ağladı ve şöyle buyurdu: "Rabbim, bu benim aralarında bulunduğum kimseler
hakkında böyledir. Peki, benim görmediğim kimseler hakkında (tanıklığım) nasıl
olacak!
[131]
Buharı de Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir.
Rasûlullah (sav) bana; "Bana kur'an oku" dedi. Ben, kur'an sana
indirilmiş olduğu halde sana Kur'an mı okuyayım diye sorunca, şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ben Kur'an-t Kerimi benden başkasından da dinlemeyi
severim"- Ona, Nisa Sûresi'ni okudum. Nihayet; "Her ümmetten birer
şahid getirip, bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz iaman halleri nice
olur" ayetine gelince; "Bu kadar yeter" dedi. Gözlerinin yaş
akıttığını gördüm.
[132]
Müslim de bu hadisi rivayet etmiş ve: "Bu kadarı yeter"
buyruğu yerine şun-lan nakleder: Başımı kaldırdım -veyahut da yanımdaki bir
adam beni dürterek işaret etti bunun üzerine başımı kaldırdığımda-gözyaşlarının
aktığını gördüm.
[133]
İlim adamlarımız der ki: Peygamber (sav)'m ağlaması, bu âyet-i
kerimenin ihtiva ettiği dehşetli başlangıç ve işin ağırlığı dolayısıyla dır.
Zira Peygamberler, ümmetlerine karşı doğrulayıp, yalanladıklarına dair
şahidler olarak getirileceklerdir. Hz.. Peygamber de Kıyamet gününde bir şahid
olarak getirilecektir. Yüce Allah'ın: "Bunlara" buyruğu ile de hem
Kureyş kâfirlerine, hem diğer kafirlere işaret vardır. Özellikle Kureyş
kâfirlerinin anılmasının sebebi, azabın bu Kureyş kâfirleri üzerinde
diğerlerine göre daha ağır olacağından dolayıdır. Çünkü onlar, mucizeleri ve
Allah'ın onun elleri vasıtasıyla ortaya çıkardığı harukulâde halleri görmekle
birlikte inad ettiler.
Âyet-i kerimenin anlamı da şudur: "Her ümmetten birer şahid
getirip, bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman" Bu kâfirlerin
kıyamet gününde halleri nasıl olacaktır. Azaba mı uğratılacaklar, yoksa nimete
mi mazhar olacaklardır? Bu, azar anlamında bir istifham (sorudur).
Buradaki işaretin bütün ümmete olduğu da söylenmiştir. İbn Mübarek şöyle
nakleder: Ensar'dan bir adam, el-Minhâl b. Amr'dan kendisine şunu anlattığını
haber vermektedir: el-Minhâl naklettiğine göre o, Said b. el-Müseyyeb'i şöyle
derken dinlemiş: Sabah akşam Hz. Peygambere ümmetinin arzolunma-diğı hiçbir gün
yoktur O, onları simaları ile ve amelleri ile tanır. İşte bundan dolayı
haklarında şahidlik edecektir. Nitekim Şanı Yüce ve Mübarek olan Allah:
"Her ümmetten birer şahid" yani peygamberlerini getirip bunlara karşı
da seni şahid getireceğimiz zaman halleri nice olur" diye buyurmaktadır.
"Nice" kelimesi malızûf bir fiil üe nasb mahallindedir.
ifadenin takdiri önceden de belirttiğimin gibi; halleri nice olur şeklindedir.
Gizli olan bu fiil de bazan, "Zaman" kelimesinin i'rabdaki yerini
tutar, deki amil olan fiil de; "Getirip" fiilidir; "Şahid"
kelimesi de haldir
Bu âyetin okunuşu ile ilgili hadis-i şerifteki fıkhi inceliklerden
birisi de şudur: Öğrencinin hocasına okuması ve okuyuşunu ona arzetmesi
caizdir. Bunun aksi de caizdir. Yüce Allah'ın izniyle Lem Yekûn Sûresi'nde
(.98. sûre olan el-Beyyine Sûresi'nde) nakledeceğimiz Ubey hadisinde buna dair
açıklamalar gelecektir.
[134]
42. O gün initâr edenler ve O peygambere isyan edenler, yerle bir
edilselerdi temennisinde bulunacaklardır. Allah'tan hiçbir sözü de
gizleyemeyeceklerdir.
İsyan edenler" kelimesindeki "vav" harfinin ölre olması,
iki sakinin ardarda gelmesinden dolayıdır. Bu harfin esreli okunuşu da
caizdir, Nalı' ve İbn Amir, "... bir edilseler" kelimesini
"te" harfi ötreli, "sîn" harfi de şeddeli olarak ;
şeklinde okumuşlardır. Hamza ve ei-Kisaî de böyle okumakla birlikte onlar,
"sin" harfini şeddesin okurlar. Diğerleri ise, laiiin zikredilmediğl
bina-i meçhul (meçhul fiil) olmak üzere "te" harfini ölreli,
"sin" harfini'de şeddesiz okumuşlardır.
Buyruğun anlamı da şudur: Keşke Allah onları yerle dümdüz etse. Yani onları
yerle bir etse. Bir diğer anlamı da şöyledir: Keşke Allah, onları diriltme-se
idi ve yer, üzerlerinde dümdüz olarak kalsalardı. Çünkü onlar, topraktan
nakledilip diriltiîmişlerdir. Birinci ve ikinci kıraate göre ise, "yer*
faildir. Anlamı da şöyle olur: Yer yarılsa da içine girseler diye temenni
edeceklerdir. Şöyle de açıklanmıştır. Buradaki "te**; harfi Üzerinde,
anlamındadır. Yani
keşke yer onların üzerlerinde dümdüz edilse. Bu da keşke yer yarılıp
ta, onlar da içine girip üzerlerinden dümdüz edilse diye temenni edeceklerdir
demek olur. Bu açıklama da el-Hasen'den nakledilmiştir.
"Sin" harfinin şeddeli okunması bir Hte"nin
"sin"e idğam edilmesi esasına göredir. Şeddesiz okunması ise bu
"te"nin hasfedilmesi esasına göredir.
Şöyle de denilmiştir: Bunlar, hayvanların toprak olduklarını görüp, kendilerinin
ise cehennemde ebediyyen kalacaklarını öğrenecekleri vakit bu temennide
bulunacaklardır. Bu da yüce Allah'ın: "Ve kâfir, keşke toprak olsaydım
diyecek" (en-Nebe, 78/40) buyruğunun anlamıdır.
Yine denildiğine göre onlar, daha Önce Bakara Sûresi'nde "Böylece
Biz, sizi vasat bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143^ âyetini açıklarken
geçtiği üzere- bu ümmetin peygamberlerin lehine şahidlik edeceğini görecekleri
vakit bu temenniyi yapacaklardır. O zaman geçmiş ümmetler şöyle diyecekler:
Bun-Ur arasında zinakârlar ve hırsızlar vardır. O bakımdan şahidlikleri kabul
olunmaz. Bu sefer Peygamber (sav) onları tezkiye edecektir. Bunun üzerine
müşrikler: "Rabbimiz Allah hakkı için biz müşrikler değildik"
Cel-En'am, 6/23) diyeycekler. Bunun üzerine de ağızlarına mühür vurulacak,
ayakları ve etleri dünyada iken kazandıklarına dair şahidlik edecektir, İşte
yüce Allah'ın: "O günde inkâr edenler ve Peygambere İsyan edenler, yerle
bir edilseler-di temennisinde bulunacaklardır" yani keşke yerin dibine
geçiritselerdi, diye temenni edeceklerdir, buyruğunda anlatılan durum budur.
Doğrusunu en iyi bilen Allalıtır...
Yüce Allah'ın: * Allah'tan hiçbir »özü de glaleyemeyeceklerdir."
Buyruğu ile ilgili olarak ez-Zeccâc şunları söylemektedir: Kimisi:
"Allah'tan hiç bir sözü de gizleye deyeceklerdir" buyruğu yeni bir cümle
(isti'naf) dır. Çünkü onların dünyada iken yaptıkları, zaten Allah nezdinde
apaçık ve besbellidir. Onu gizlemeye de güçleri yetmez demektedir. Kimisi de:
Bu ifade, önceki cümledeki temenniye atfedil m iştir demiştir, Buyruğun da
anlamı şöyle olur: Keşke yerle bir edilselerdi ve Allah'tan bir sözü gizlememiş
olsalardı diye temenni edeceklerdir Çünkü onlann yalan söyledikleri ortaya
çıkmış olacaktır, İbn Abbas'a bu âyet-i kerime ile: "Rabbimiz olan Allah
hakkı için biz müşrikler değildik" âyeti hakkında soru sorulmuş, o da şu
cevabı vermiştir. Onlar cennete ancak müslümanlann girdiğini görecekleri vakit:
"Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşrikler değildik" diyecekler.
Allah da bunun üzerine onların ağızlarına mühür vuracak, el ve ayakları da konuşmaya
başlayacak, böylelikle Allah'tan hiçbir sözü gîzleyemeyecekierdir.
el-Hasen ve Katade der ki: Âhiretin değişik yerleri ve durumları
vardır. Bir âyette sözedilen bir durum birisinde, ötekinde sözedilen bir diğer
durum bir başka konumda olacaktır* Bu buyruğun anlamı da şudur: Herşey onlar
için apaçık ortaya çıkıp hesaba çekileceklerinde hiçbir şey gizlemeyecekler.
Buna dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle el-En'âm
Sûresi'n-de (6/23. âyetin tefsirinde.) gelecektir.[135]
43- Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ve bir
de cüjıup iken -yolcu olmanız müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın.
Eğer hasta olur yahut yolculukta iseniz, yada herhangi biriniz ayak yolundan
gelirse, veya kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm
edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi mesnediniz. Şüphesiz Allah, çok affedicidir,
çok bağışlayıcıdır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı kırk dört başlık
[136]
halinde sunacağız:
Yüce Allah; "Ey iman edenler! sarhoşken... namaza
yaklaşmayın" buyruğunda, bu kitabıyla özel olarak mü'minlere
seslenmektedir. Çünkü mü'min-ler, bir taraftan namaz kılarken, içki de içmeye
devam ediyorlardı. İçki ise, onların zihinlerini aleyhlerine olmak üzere telef
edip gitmişti
O bakımdan bu buyrukla özel olarak onlara hitab edildi. Zira kâfirler
ne sarhoşken, ne de ayıkken namaz kılmazlardı,
Ebû Davûd, Ömer b. el-Hattab (r.a) dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
İçkinin haram kılınışına dair buyruk nazit olmadan Önce Ömer şöyle dedi;
Allah'ım, içki hakkında bize rahatlatıcı bir beyanda bulun.
Bunun üzerine Bakara Sûresi'ndeki; "Sana içki ve kumardan
soruyorlar" (el-Bakara, 2/219) buyruğu nazil oldu.
Bunun üzerine Ömer çağrıldı ve ona bu âyet-i kerime okundu- Yine: Allah'ım
içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun dedi. Bu sefer Nisa
Sûresinde yer alan: "Ey iman edenleri Sarhoşken ne söylediğinizi
bilin-ceye kadar... namaza yaklaşmayın" âyeti nazil oldu. O bakımdan
Rasûlul-lah (sav)'ın rminadîsi namaz için kamet getirildiğinde şöyle
seslenirdi. Dikkatli olun, namaza sarhoş bir kimse yaklaşmasın. Yine Ömer
çağırıldı, ona bu âyeti kerime okundu, bu sefer tekrar: Allah'ım içki hususunda
bize rahatlatıcı bir beyanda bulun. Bunun üzerine şu: "Artık vazgeçtiniz
değilmi?" (el-Maide, 5/91) âyeti nazil oldu. Bu sefer Ömer: “Vazgeçtik”
dedi.[137]
Said b. Cübeyr der ki: İnsanlar, kendilerine bir emir, yahut bir yasak
bil-dirilinceye kadar tahiliyye dönemindeki durumlarını devam ettirip gidiyorlardı.
O bakımdan İslâm'ın ilk dönemlerinde "Sana içki ve kumar hakkında soru
soruyorlar. De ki: Onlarda büyük bir günah ve insanlar için bazı menfeaatler
vardır" (el-Bakara, 2/219) ayeti nazil oluncaya kadar, içmeye devam
ediyorlardı. Bu âyet nazil olunca: Biz günah için değil de menfeati için
içeriz, dediler. Adamın birisi-içki içti ve cemaatin önüne geçip namaz kıldırırken:
De ki: Ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza taparım, diye okudu. Bunun
üzerine: "Ey iman edenler, sarhoşken... namaza yaklaşmayın" âyeEi
nazil oldu. Bu seter, biz namazın dışında (içeriz), dediler. Bunun üzerine Ömer
(r.a) şöyle dedi; AllaVum içki hususunda üzerimize şifa verici (rahatlatıcı)
açıklama indir. Bunun üzerine: "Muhakkak şeytan... ister'7 (el-Maide,
5/91) âyeti nazil oldu.
Bunun üzerine Ömer de: Vazgeçtik, vazgeçtik, dedi. Daha sonra
Rasûlul-lah (sav')'m münadîsi (.Medine sokaklarında) dolaşarak: Şunu biliniz
ki, içki haram kılındı, diye nida etmeye başladı. İleride yüce Allah'ın izniyle
Maide Sûresi'nde de açıklaması gelince görüleceği gibi.
Tirmizî de Ali b, Ebû Talib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Abdur-rahman b. Avf, bize bir yemek hazırladı. Bizi çağırdı. Bize içki içirdi.
îçki bizi sarhoş etti. Bu arada namaz vakti girdi. Beni namaz kıldırmak üzere
öne geçirdiler. Ben de: "Deki ey kâfirler, sizin taptıklarınıza ben
tapmam" (el-Kâfîrûn, 109/1-2) ve, biz sizin taptıklarınıza taparız diye
okudum. Bunun üze-rine-yüce AUah: *Ey iman edenle*1, sarhoşken ne söylediğinizi
bitinceye kadar.,, namaza yaklaşmayın" buyruğunu İndirdi. Ebû İsa
(et-Tümizî) der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.
[138]
Bu âyet-i kerimenin daha önceki buyruklar ile ilişki yönü ve âyetler
arasındaki yerine gelince: Şam yüce Allah Daha önce "Allah'a ibadet edin,
ona hiçbir şeyi ortak koşmayın" (en-Nisa, 4/36) diye buyurdu. İmandan
sonra da ibadetlerin başı olan namazı söz konusu etti.
Bundan dolayı namazı İsrarla terk eden kişi öldürülür ve t'arziyeti
sakıt olmaz. Bu şekilde anlatıra, kendileri bulunmaksızın sahih olması
sözkonusu olmayan namazın şartlarım açıklamaya kadar geldi.
[139]
İlim adamlarının cumhuru fukalıâ topluluğunun kanaatine göre, âyet-i kerimede
geçen sekr (sarhoşluk) dan kasıt, içki dolayısıyla sarhoşluktur. Ancak,
ed-Dahhâk, buradaki sarhoşluktan kasıt, uykudur demektedir. Çünkü, Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, namazdayken
uyuklayacak olursa, uykunun etkisi üzerinden gidinceye kadar yatıp uyusun.
Çünkü, belki de o, mağfiret dilemek isterken, kendi kendisine beddua
edebilir."
[140]
Abide es-Selmanî der ki: "Sarhoşken* den kasıt idrarın seni
sıkıştırmışken demektir. Çünkü Hz. Peygamber: "Sizden herhangi bir kimse,
sakın idrarı kendisini sıkıştırmışken -bir rivayette de: Bacakları
arasındakini sakışür-mış olduğu halde- asla namaz kılmasın."
[141]
Derim ki: ed-Dahhâk ve Abîde'nin söyledikleri, mana itibari ile
doğrudur. Çünkü namaz kılandan istenen şey, bütün kalbiyle yüce Allah'a
yönelmesi, başka şeylere iltifatı terketmesi, uyku, idrar sıkışıklığı ve açlık
gibi şaşırmasına sebep olabilecek, gönlünü, hatırını meşgul edecek, halini
değiştirecek herseyden uzak durması gibi şeyler istenir. Hz. Peygamber de şöyle
buyurmaktadır: "Akşam yemeği hazırken, namaz için kamet getirilirse, akşam
yemeğini yiyerek işe başlayın."
[142]
Böylelikle Hz. Peygamber, insanın hatırına taalluk edebilecek şaşırtıcı
her-bir unsurun ortadan kalkmasını gözönünde bulundurmuştur. Tâ ki kul, başka
şeylerle meşgul olmayan bir kalp ve bütün özü ile Rabbine ibadete yö-nelsin ve
namazında gerektiği gibi huşu duysun. Bu âyet-i kerimenin kapsamına ileride
geleceği üzere; "Mü'minler felah bulmuşlardın Onlar ki, namazlarında huşu
gösterenlerdir" (el-Mu'minun, 23/1-2) buyrukları da girmektedir. İbn
Abbas da der ki: Yüce Allah'ın: "Ey İmaö edenler, sorhoşken... namaza
yaklaşmayın" buyruğu, Maide Sûresi'nde yer alan: "Ey iman edenler namaza
kalkacağınız zaman-., yıkayınız" (el-Maide, 5/6) âyeti ile nesh olmuştur.
Bu görüşe göre de mü'mînlere sarhoş oldukları halde namaz kılmamak emri
verilmiş olmaktadır.
Daha sonra ise her halükârda namaz kılmaları emrolunmuştur. Bu ise nihai
haram hükmü gelmezden önce böyleydi. Mücahid ise der ki; Bu âyet-i kerime,
içkiyi haram kılan âyetle nesh olmuştur, İkrime ve Katade de böyle demiştir.
Daha önce zikrettiğimiz Hz. Ali yoluyla gelen hâdis-i şerif dolayısıyla bu
konuda sahih olan da budur.
Rivayet olunduğuna göre Ömer b. el-Hattab (r.a) şöyle demiştir: Namaz
için kamet getirildi. Rasûllullah (sav)'in münadisi de şöyle seslendi: Sakın
sarhoş olan bir kimse namaza yaklaşmasın.[143]
Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. ed-Dahhak ve Abîde'nin görüşlerine göre ise,
âyet-i kerime muhkem olup, âyette nesh sözkonusu değildir.
[144]
Yüce Allah'ın: Yaklaşmayın" buyruğundaki fiilin "râ"
harfi üstün okunacak olursa, öyle bir fiili İşlemeye, kalkışmayın anlamına
gelir. Şayet ötreli okunursa, böyle birşeye kalkışmayın, yaklaşmayın anlamına
gelir.
Âyet-i kerimede hitap, aklıbaşında, sarhoş olmayan bütün ümmetedir.
Sarhoş bir kimse ise, sarhoşluğu dolayısıyla temyiz gücünü kaybedecek olursa,
aklı başından gitmiş olduğundan dolayı o vakitte muhatab değildir. Ancak o,
kendisi için vacib olan emirleri yerine getirmekle muhataptır. Diğer taraftan
sarhoş olduğu sıralarda, sarhoş olmadan önce mükellef olduğu kesinlik kazanmış
hükümlerden vakti geçtiği için yerine getirmediklerinin de ayrıca keftaretini
(yani kazasını v.b.) yerine getirmelidir.
[145]
İlim adamları burada namaz (es-Salât) ile neyin kastedildiği hususunda
fark-iı görüşlere sahiptirler. Bir kesim, bundan maksat bizatihi bilinen
ibadettir, demektedir. Bu, Ebû Hanife'nin de görüşüdür. O bakımdan daha soma:
"Ne söylediğinizi biUnceye kadar" diye buyuru Imuştur.
Bir başka kesim ise bundan kasıt, namazın kılındığı yerlerdir,
demektedir. Bu da-Şâflî'nin görüşüdür. Ona göre, burda muzaf hazfedilmiştir.
Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Elbette birçok manastırlar,
kiliseler, havralar (sa-lavat) yıkılır giderdi" (el-Hac, 22/40) diye
buyurmaktadır. Görüldüğü gibi, burada da namaz kılanan yerlere
"sâlat" adı verilmektedir Bu açıklamaya yüce Allah'ın: "Ve bir
de cüoüp iken -yolcu olmanız müstesna- buyruğu da delalet etmektedir, Bu ise,
cünüp olan bir kimsenin mescidden -orada namaz kılmak için değil de- geçip
gitmesinin caiz olmasını gerektirmektedir.
Ebû Hanife: "Birde cünüp İken -yolcu olmanız müstesna-"
buyruğundan maksat, su bulamaması halindeki yolcudur. Böyle bir kimse teyemmüm
eder ve öylece namazını kılar der. Buna dair açıklama da ileride gelecektir.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: Bu buyrukta unamaz"dan kasıt,
hem namaz kılınan yerdir, hem da namazın kendisidir. O dönemlerde ashab-ı
ki-raiüj ancak namaz için mescide gelirler ve hep birlikte namaz kılarlardı. O
bakımdan namaz ile namaz kılınan yer birbirinden ayrı görülmezdi.
[146]
Yüce Allah'ın "Sarhoşken, sarhoş olduğunuz halde" buyruğu
mübtedâ ve haberdir. "Yaklaşmayın" emrinden hal mahallinde bir
cümledir, "Sarhoşlar" kelimesi, Sarhoş kelimesinin çoğuludur.
en-Nehaî, bu kelimeyi "sin" harfini üstün^olarak; diye okumuştur ki,
bu da kelimesinin mükesser çoğuludur. Bunun bu şekilde teksir ediliş sebebi,
sekr'in aklı ilgilendiren bir âfet oluşudur, O bakımdan, bu kelime de, sara'ya
düşmüş kimseler anlamını veren; kelimesi ve bu türden diğer kelimeler vezninde
çoğul yapılmıştır. el-A'meş İse bu kelimeyi "sin" harfini Ötreli
olarak "hublâ" gibi okumuştur. O takdirde bu kelime tekil bir sıfat
olur. Çoğul ile ilgili olarak, tekil bir sıfat ile haber vermenin caiz oluşu
da çoğula dair tekil bir kelime ile haber vermek şeklindeki kullanışlarına
(Arapların kullanışlarına) göre caiz görülmüştür.
Sekr (sarhoşluk), sahv'ın (ayıklığın) zıddıdır. Bu kelime şekillerinde
kullanılır. Kişinin gözünün şaşkınlığını ifade etmek için; de denilir. Yüce
Allah'ın: "Şüphesiz ki gözlerimiz döndürülmüş, şaşırtılmış... "
(el-Hicr, 15/15.) buyrugundaki "sekr" bu anlamdadır. Bu kelime,
"keP harfi şeddeli olarak, açık birşeyi kapatmak, yarığı kapatmak
anlamında da kullanılır. Buna göre sekrân (sarhoş), sahip olduğu akıllı halden
kopan, ondan uzaklaşan kimse demektir.
[147]
Bu âyet-i kerimede, İslamın ilk dönemlerinde içki içmenin, kişiyi
sarhoşluk derecesine ulaştırıncaya kadar mübâh olduğuna dair bir delil, hatta
açık bir nass vardır. Şöyle de denilmiştir: Sarhoş olmak aklî bakımdan haram görülmektedir.
Ve hiçbir dinde de mübâh kılınmış değildir. Onlar, bu âyet-i kerimedeki sekr'i
de uyku diye yorumlamışlardır. el-Kaffâl der ki: Muhtemeldir ki onlara, İnsan
tabiatını cömertliğe, kahramanlığa ve hamiyette harekete geçirecek miktarda
içki içmeleri mubah kılınmıştır. Derim ki, böyle bir ma na onların gürlerinde
de vardır. Nitekim Hassan (b. Sabit) şöyle demiştir;
"Biz onu (şarabı) içeriz, o da bizi kır almışız gibi yapar."
Bu anlamda daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/219. âyet, 6. başlıkta) doyurucu
açıklamalarda bulunmuştuk. el-Kaffâl der ki: Kişiyi, delilik ve baygınlık
noktasına getirecek kadar aklı İzale eden sarhoşluğa gelince, böyle bir
maksatla içki içmek mubah kılınmış değildir. Ancak böyle bir kastı olmaksızın
bu derece sarhoş olsa, bunun sorumluluğu bu şekilde sarhoş olandan kaldırılmış
bulunuyordu.
Derim ki: Bu doğru bir açıklamadır. Bu açıklamalar, Maide Sûresi'nde,
Uz. Hamza kıssasında (el-Maide, 5/ 90-92. âyetler, 3- başlıkta) gelecektir. Müslümanlar,
bu âyet-i kerime nazil olunca, namaz vakitlerinde içki içmekten uzak
duruyorlardı. Yatsı namazını kıldıktan sonra içki içerlerdi. Yüce Allah'ın:
"Artık vazgeçtiniz değil mi" (eİ-Maide, 5/91) buyruğunda haram
kılındığı hükmü nazil oluncaya kadar bu halde devam ettiler.
[148]
Yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bitinceye kadar" buyruğunun
anlamı: Söylediğini zden-yanliş olmadığından emin olarak, kesin olarak doğru
olduğunu bilinceye kadar... elemektir. Sarhoş ise ne söylediğini bilmez.
Bundan dolayı Osman b. Affan (r.a) şöyle demiştir; Sarhoşun boşaması geçerli
değildir. Aynı zamanda bu, İbn Abbas, Tavus, Ata, el-Kasım, ve Ra-bia'dan da
rivayet edilmiştir Bu aynı zamanda, Leys b. Sa'd'ın, İshak, Ebû Sevr ve
el-Müzenî'nin de görüşdür.
Tahavî de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: İlim adamları bunakın boşamasının
caiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir.
Sarhoş oları bir kimse ise vesvese dolayısıyla bunaljlaşmış bir kimse
gibidir. Yine ilim adamları, (uyuşturucu bir ot olan) ban otunu alıp, aklı giden
kimsenin boşamasının caiz olmadığı hususunda ihtilaf etmemişlerdir O bakımdan
içkiden dolayı sarhoş olanın da durumu böyledir.
Bir kesim de sarhoşun boşamasını geçerli kabul etmişlerdir. Ömer b.
el-Hattab, Muaviye ve bir gurup tabiinden bu görüş rivayet edilmiştir. Aynı zamanda
bu, Ebû Hanife, es-Sevri ve el-Evzai'nin de görüşüdür, Şafiî'nin bu konudaki
görüşleri farklı farklı gelmiştir.
Mâlik ise, sarhoşun talakını geçerli kabul ettiği gibi, yaralamalarda
ve Öldürmede kısası da öngörür. Ancak, sarhoşun nikah ve satışını onun için
bağlayıcı kabul etmez.
Ebû Hanife derki: Sarhoşun bütün fiilleri ve akidleri, tıpkı aklı
başında olan kimseninki gibi sabit ve geçerlidir. Bundan irtidat müstesnadır.
Böyle bir kimse irtidat edecek olursa, -istihsanen kabul edilmesi
müstesna- hanımı ondan bain olmaz.
Ebu Yusuf der ki: Sarhoşluk halinde mürted olur. Aynı zamanda bu,
Şafiî'nin de görüşüdür, Şu kadar var ki, sarhoş halde iken onu öldürmez ve
tevbe etmesini de istemez.
İmam Ebu Abdullah el-Mâzerî ise âer ki : Bizde gaz bir rivayet vardır.
Buna göre sarhoşun talakı bağlayıcı değildir. Muhammed b. Abdİlhakem ise der
ki; Sarhoşun talakı da, boşaması da geçerli değildir İbn Şâs da şöyle demektedir:
eg-Şeyh Ebu'l-Velid, konu İle Mgili görüş ayrılığını bir parça aklı başında
bulunan, ancak kendiliğinden karışıklığın önüne geçemeyip hem hata, hem isabet
eden ve böylelikle karıştıran kimse ile ilgili olarak kabul etmekte ve şöyle
demektedir: Göğü yerden, erkeği kadından tanı yamayacak, ayırt edemeyecek
kadar sarhoş olana gelince, böylesinin hem kendisiyle insanlar arasında, hem
de kendisiyle Allah arasındaki bütün fiil ve hallerinde deli gibi
değerlendirileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bundan tek İstisna, vakitleri
geçen namazlardır. Bu konuda şöyle denilmiştir: Deliden farklı olarak böyle bir
sarhoştan namaz sakıt olmaz. Çünkü o, bizzat kendi kendisini sarhoşluğa
itmekle, vakti çıkıncaya kadar, kasten o namazı terkettniş gibi olur.
Süfyan es-Sevrî der ki: Sarhoşluğun sının, aklî dengenin bozulmasıdır.
Eğer Kur'ân okuması istendiğinde, bu kıraati karıştırır ve bilmediği şeyler
söyli-yecek olursa, ona sopa cezası uygulanır.
Ahmed de der ki: Sağlıklı haline göre aklında değişme görülecek olursa,
o kişi sarhoş demektir. Malik'ten de buna yakın bir tanım nakledilmiştir.
İbnü'l-Münzir der ki: Kur'an okuyuşu sırasında kanşttrırsa sarhoş demektir.
Buna delil de, yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bitinceye kadar"
buyruğudur. Eğer ne söylediğini bilmeyecek halde ise, orayı kirletme
korkusuyla mescidden uzak durur. Kılacağı namaz da sahih olmaz. Kılacak olsa,
(ayıkın-ca) kazasını yapar. Şayet söylediğini bilecek durumda olup, namaz
kılacak olursa, hükmü ayık kimsenin hükmü gibidir.
[149]
yüce Allah'ın: "Bir de cünup İken... yaklaşmayın" buyruğu,
yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bitinceye kadar" buyruğundaki mansûb
cümlenin mahalline atfedilmiştir. Yani, cünup iken de namaz kılmayınız
demekîir O kullanılışları aynı anlamda, cünup oldunuz demektir. Cünup lafzının
müennesi de yoktur, tesniye ve çoğulu da yoktur. Çünkü bu kelime, "buud
ve kurb; uzaklık ve yakınlık" kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu
kelimeyi hafifleterek, diye söylerler.
Bu kelimeyi bu şekilde okuyanlar da olmuştur. el-Ferrâ der ki: "Kişi
cünub oldu," ifadesi cenabetten gelmektedir. Bîr şivede cünup kelimesinin,
tıpkı "unk" ve "a'nâk," "tunub ve etnab" (boyun,
boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar) gibi çoğul yapıldığı da söylenmiştir.
Tekili kastederek "cânib" diye bu kelimeyi kullanmak halinde, çoğul
için "cünnab'1 tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için "râkib ve
rukkâb" dernek gibi. Kelime asü itibariyle uzaklık demektir. Âdeta cünup,
şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz halinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu
isini alır. Şair der ki:
"Beni (yanında esir bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme!
Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim."
Cunub adam, yabancı adam anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenabet
(mücanebet) erkeğin kadın ile içli dışlı olması demektfr.
[150]
Ümmetin cumhuru, cünup kimsenin, ya inzal (menisinin şehvetle ve kuvvetle
akması) veya sünnet yerlerinin birbirine kavuşması dolayısıyla temiz olmayan
kimse olduğunu kabul etmektedir. Ashabtan bazılarından, inzal olmadıkça gusül
olmayacağına dair görüş rivayet edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber: "Su (ile
yıkanmak), ancak sudan (meninin gelmesinden) dolayıdır" diye buyurmuştur.
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[151]
Buharî'de tse Ubeyy b. Kâ'b'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey
Allah'ın Rasulü, erkek kadın ile cima edip de inzal olmazsa (hüküm nedir) diye
sorması üzerine, Hz. Peygamber de: "Kendisinden kadına temas eden tarafını
yıkar, sonra da abdest altr, namaz kılar." Ebu Abdullah (Bûhâri) der ki:
Ancak gusletmek daha ihtiyatlıdır. Öbür görüşü ise, bu konudaki (ilim
adamlarının) ihtilâfları dolayısıyla açıkladım.
[152]
Müslim de Sahih'inde bunu, yukarıda belirttiğimiz şekilde bu manada rivayet
etmiş ve hadisin sonunda şöyle demiştir: Ebu'1-Alâ b. eş-Şilıhîr dedî ki: Nasıl
ki Kur'ân'ın bazısı diğer bazısını nesli ediyor idiyse, Rasulullah (s.a)'ın hadisinin
de bazısı bazısını nesh ederdi. Ebu İshak der ki; İşte bu nesh olmuştur.
[153]
Tirrnizî de der ki: Bu hüküm, tslâmın ilk dönemlerinde böyleydi, sonra nesh
oldu.
[154]
De/im ki: Ashabdan, tabiinden ve İslam aleminin değişik bölgelerindeki
fakihlerinden büyük bir topluluk bu görüştedir. Aynı zamanda, iki sünnet yerinin
birbirine kavuşması ile guslün icabettiğini kabul etmektedirler. Bu hususta
Önceleri ashab-ı kiram arasında görüş ayrılığı var idiyse de, daha sonra bu
hususta Hz. Âişe'nin Peygamber (savî'den yaptığı rivayetten anlaşılan hükmü
kabuİ etmişlerdir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Erkek,
hanımının dört dalı arasına oturup, sünnet yeri, sünnet yerine değerse gusül
icabeder" Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[155]
Buharı ile Müslim'de de, Ebu Hureyre yoluyla geien hadiste Peygamber (sav)
şöyle buyurmuştur: "Erkek kadının dört dalı arasında oturur, sonra da
üzerine kendisini İterse, erkeğe (de kadana da) gusül icabeder."[156]
Müslim ayrıca: "İnzalde bulunmasa dahi" fazlalığını eklemektedir.
[157]
İbnü'l-Kassâr der ki: Kendilerinden öncekilerin hilafından sonra, tabiin ve
onlardan sonra gelenler: "İki sünnet yeri birbirine kavuştuğu
takdirde" hadisi gereğince amel etmeyi icma ile kabul etmişlerdir. Görüş
ayrılığından sonra icma sahih olarak nakledilecek olursa, o vakit icma, görüş
ayrılıklarım ortadan kaldırır (hükümsüz kılar).
Kadı İyad der ki: Ashab'ın konu ile ilgili görüş ayrılığından sonra bu
kanaati izhar eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz? Bundan tek istisna,
el-A'meş'den ve Davud el-Asbâhâni'den bu doğrultuda nakledilen görüşlerdir.
Rivayet oJunduğuna göre Ömer (ra) insanları, "su, sudan dolayı
gerekir" hadisi gereğince amel etmeyi terk etmeye mecbur etmiştir. Buna
sebep ise, onların bu konudaki ihtilâfları olmuştur, îbn Abbas ise bu hadisi,
ihtilama tevil etmiş ve böyle açıklamıştır. Yani su ile gusletmek, İhtilam
halinde suyun inzali dolayısıyla (meninin gelmesi dolayısıyla) icabeder, İnzal
olmadığı takdirde, rüyasında cima ettiğini görse dahi, gusletmesi gerekmez. Bu
ise, bütün ilim adamlart arasında görüş ayrılığı bulunmayan bir meseledir.
[158]
Yüce Allah'ın: "Yolcu olmanız müstesna" buyruğunda yer alan,
"Yoldan geçenler" kelimesi ile aynı kökten Yolu aştım, geçtim tabiri, yolu bir tarafından
öbür tarafına katettim demektir. Nehir hakkında da kullanılır, mastarı
"u'bur" gelir. "İbr'u'n-Nehr" ise, nehrin kıyısı demektir,
Buna " ıubr" da denilebilir. Mt'ber ise, üzerinden yolun aşıldığı
gemi veya köprü demektir. Âbirü's-Sebîl yoldan gelip geçen demektir. “” İse,
üzerinde devamlı yolculuk yapıian ve hızlıca yürüdüğü için sırtında, öğlenin
şiddetli sıcağında dahi geniş arazilerin, mesafelerin kat edildiği deve hakkında
kullanılır. Şair de der ki:
"(O öyle bir devedir ki) gayretle, hızlıca ve bütün gücüyle yol
alır. Uzun tüylü deve kuşu gibi, gün ortası sıcağında çölleri kateder."
Bir başka şair de der ki:
"Allah'ın kazası herşeye galip gelir.
Sabırsız olanla da, çok sabırlı olanla da oynar o.
Eğer ölürsek, şüphesiz bizim de denklerimiz vardır.
Şayet hayatta kalırsak, ölümümüz, zaten adanmışız gibi,
kaçınılmazdır."
[159]
îlim adamları, yüce Allah'ın: "Yolcu olmanız müstesna* buyruğunun
anlamı hakkında farklı kanaatlere sahiptir. Alî (r.a) ile îbn Abbas, İbn
Cübeyrv Mücahid ve el-Hakem, Abirü's-Sebil, yolculuk yapan kimse demektir
derler. Herhangi bir kimsenin gusletmedikçe, cünub olduğu halde namaza yaklaşması
sakili değildir. Bundan istisna yolcu olandır, o da teyemmüm eder. Bu, Ebû
Hanifc'nin görüşüdür. Çünkü ikâmet olunan yerlerde çoğunlukla su bulunur. O
bakımdan, ikâmet halinde bulunan kişi, su bulunduğundan dolayı gusleder.
Yolculuk yapan kimse ise. su bulamazsa, teyemmüm eder.
İbnü'l-Münzir der ki: Rey ashabı, yolculukta bulunan cünup kimsenin
eğer içinde su bulunan bir mescidden yolu uğmyacaksa, önce teyemmüm eder. sonra
mescide girip oradan su çeker, daha sonra da suyu mescidin dışına çıkartır (ve
gusleder).
Bir kesim ise, cünıtbun mescide girmesine ruhsat vermiştir. Bazıları da
Peygamber (sav)'ın: "Mümin necis değildir"
[160]
hadisini delil gösterirler. İbnü'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz, bu
görüşleyiz.
Yine İbn Abbas, îbn Mes'ud, îkrime ve en-Nehaî der ki: Âbirü's-Sebil,
yoldan geçip giden kimse demektir. Aynı zamanda bu, Amr lx Dinar ile Maiik ve
Şafiî'nin de görüşüdür.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: Cünup olan bir kimse, çaresiz kalmadıkça
mescidden geçmez. Çaresiz kalırsa teyemmüm eder ve öylece cidden geçer es-Sevrî
ve İshak b. Rahaveyh böyle demiştir.
Ahmed ve İshale, cünub kimse hakkında, abdest aldığı takdirde mescid-de
oturmasında mahzur yoktur, demektedirler. Bu görüşlerini tbnü'l-Münzir
nakletmektedir. Bazıları da, âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu rivayet
ederler: Ensardan bir topluluğun, evlerinin kapılan mescide açılırdı- Onlardan
herhangi birisi cünub oldu mu, mescidden geçmek zorunda kalırdı.
Derim ki: Bu doğrudur. Ayrıca bunu, Ebu Davud'un, Decace'nin kızı
Ces-re'den yaptığı şu rivayet desteklemektedir: Cesre dedi ki: Aişe (r.anha)'yı
şöyle derken dinledim: Rasûlullah (sav), ashabının evlerinin yüzlerini (kapıları
n) mescide doğru açılmakta olduğunu gördü ve: "Bu evlerin yolunu
mes-cidden başka tarafa çeviriniz" diye buyurdu. Daha sonra Peygamber
(sav) içeri girdi. Fakat ev sahipleri, konu ile ilgili kendileri hakkında bir
ruhsat iner umudu ile, hiçbir değişiklik yapmadılar. Yine Hz. Peygamber
yanlarına çıkıp şöyle buyurdu: "Bu evlerin yönlerini mescidden başka
tarara çeviriniz. Çünkü ben mescidi, ay hali olan bir kadına da, cünub bir kimseye
de helal kılmıyorum.”[161]
Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Me.scidde Ebu
Bekir'in kapısından başka, oraya açık hiç bir kapı bırakılmasın."
[162]
Böylelikle Rasûlullah (sav), bütün kapıların kapatılmasını: emretti. Çünkü bu
durum, mescidin yol edinilmesini ve. mescidden geçip gitmeyi beraberinde
getiriyordu. Hz. Ebu Bekir'e ikram olsun ve özelliği dolayısıyla onun kapısını
istisna etmişti. Çünkü, çoğunlukla birbirlerinden ayrılmazlardı.
Peygamber (sav)'ın, Ali b. Ebi Talib (r.a.) dışında herhangi bir
kimseye, mescidden yol gibi geçip gitmesini ve orada lüzumsuz oturmasına izin
vermediği rivayet edilmiştir. Ayrıca bunu Atiyye el-Avfî de Ebu Said
el-Hudrî'den rivayet etmektedir. Ebu Said dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle
buyurdu: “Mescidde cünup olmak, hiçbir müslüman için -ben ve Ali müstesna-
uygun düşmez ve olacak şey de değildir."
[163]
İlim adamlarımız derler ki: Bunun böyle olması caiz (mümkün) dir. Çünkü,
Hz. Ali'nin evi de mescidin bünyesi İçerisinde idi. Tıpkı Peygamber (.sav)'in
evinin de mescidin bünyesi içerisinde olduğu gibi. Her ne kadar her ikisinin
evi de mescidin içerisinde değil ise de bizzat mescide bitişiktiler ve evlerinin
kapıları mescide açılıyor idi. Rasûlullah (sav), böylelikle onları mes-ciddenmiş
gibi değerlendirdi ve "hiçbir müslüman için.,, caiz değildir" hadisini
irad buyurdu. Hz. Ali'nin evinin mescidde olduğuna delalet eden rivayetlerden
birisi de, ibn Şihab'ın Salim b. Abdullah'tan şöyle dediğine dair rivayetidir:
Adamın birisi babama, Ali ve Osman'dan (Allah ikisinden de razı olsun)
hangisinin daha hayırlı olduğuna dair soru sordu. Abdullah b. Ömer ona şöyle
dedi: İşte bu Rasûlullah (sav)'ın evi, Yanıbaşında da Hz. Ali'nin evine işaret
elti. Mescidde bu iki evden başkası yoktu dedi ve hadisin geri kalan bölümünü
zikretti.
Buna göre Hz.. Peygamber ve Hz. Ali, mescidde cünup olmuyorlardı. Evlerinde
cünub oluyorlardı. Fakat evleri, mescidin bünyesindendi. Çünkü kapılan mescide
açılıyordu, O bakımdan, cünub halde evlerinden çıkacak olurlarsa, mescidi yol
gibi geçiyorlardı.
Diğer taraftan bunun onlara has bir özellik olması da mümkündür. Peygamber
(sav')'in, zaten öze) bir lakım durumları vardı. İşte bu da onun özelliklerinden
birisi kabul edilir. Daha sonra Peygamber (sav) da bu konuda Hz. Ali'ye bir
Özellik tanıyarak, başkasına ruhsat olmayan bir hususu ona da ruhsat olarak
verdi. Her ne kadar evlerinin kapılan mescidin içerisinde bulunuyor idiyse de,
mescidde onların evlerinin kapılarından başka birtakım kapılar da vardı.
Öyleki Peygamber (sav), Hz. Ali'nin kapısı dışında diğer kapıların
kapatılmasını emretmişti. Artır b. Meymûn, İbn Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet eder: Rasûllullah (sav) buyurdu ki: "Bütün kapıları -Alî'nin kapısı
müstesna- kapatınız."
[164]
Böylece H2. Peygamber, Hz. Ali'ye kapısının mescide açılmasına ilişmemek
suretiyle bir özellik tanımış oldu. Hz. Ali de evi mescidde olduğu halde evinde
cünup olurdu.
Hz. Peygamber'in: "Mescide açılan kapılardan Ebu Bekir'in
kapısından başka bir kaps bırakmayınız11 hadisine gelince, bu -Allahu âlem-
şöyle idit Mescide bakan çıkış olarak kullanılan birtakım kapılar vardı.
Evlerin asıl kapılan ise mescidin dışında bulunuyordu. Hz. Peygamber, işte bu
İkinci çıkışların kapatılmasını emrederken, ona ikram olmak üzere, Hz, Ebu
Bekir'in çıkışını bırakmıştı. Buna karşılık Hz. Ali'nin ana kapısı^ giriş ve
çıkışta kutlandığı kapısı (mescide açılıyordu), işte İbn Ömer bunu: mescidde
ikisinden başkası yoktu" diyerek açıklamaktadır.
Denilse ki: Atâ b. Yesâr'dan şöyle dediği sabittir: Peygamber £sav)'ın
ashabından bazı kimseler, cünup oluyor, buna karşılık abdest alıp mescide geliyor
ve mescidde konuşuyorlardı. İşle bu, cünup bir kimsenin abdest aldığı lakdirde
mescidde kalmasının caiz olduğuna delildir. Bu, Ahmed'in ve İs-hak'ın da -belirttiğimiz
gibi- görüşüdür.
Buna cevap şudur: Abdest almak cünupluk hadesini kaldırmaz. İbadet için
va7' olunmuş ve zahiri pislikten korunmuş her bir yere, bu iş için yapacağı
ibadeti kabul olunmayanın ve bu ibadete başlaması sahih olmayanın girmemesi gerekir.
Onlardan nakledilen, çoğunlukla bilinen halleri ise, evlerinde gusledip
geldikleridir.
Eğer abdest bozucu başka haller sizin bu dediğinizi iptal eder,
denilecek olursa, şöyle deriz: Öbür haller, çokça vaki olur ve bunlardan dolayı
abdest almak zor gelir, yüce Allah'ın: “…ve bir de cünup iken -yolcu olmanız
müstesna- ..." buyruğu başka açıklamalara ihtiyaç bırakmayacak şekildedir
ve yeterlidir. Mescîdde cünupken durup beklemek caiz olmadığına göre, mushafa
el değdirmenin ve onda okumanın caiz olmaması öncelikle sözkonusudur. Çünkü
mushaîın saygınlığı (hürmeti) daha büyüktür. Buna dair açıklamalar ise, yüce
Allah'ın izniyle, el-Vâkıa Sûresinde (.56/75-80. âyetler, 5- başlıkta)
gelecektir.
[165]
Bizim mezhebimizin alimlerine göre, cünup olan bir kimsenin, az sayıdaki
bir lakım âyetleri istiâze (ve dua) maksadı iLe okumak dışında, çoğunlukla
K.ur'an-3 Kerim okumasına engel olunur. Musa b. Ukbe, Nafl'den, o, İbn Ömer'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu kî: "Cünup ve
ay hali olan kimse, Kur!an-ı Kerimden herhangi birşey okumasın". Bunu îbn
Mâce rivayet etmiştir.
[166]
Dârakutnî de, Süfyan'dan o, Mis'ar ve Şu'be'den, Mis'ar ve Şu'be, Amr
b. Murve'den, o, Abdullah b. Seleme'den, o da Hz. Ali'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Rasûluîlah (sav)ı cünup olması hali müstesna, hiçbir şey
Kuranı Kerim okumaktan engellemezdi. Süfyan dedi kır Şu'be bana şöyle dedi: Bu
benim naklettiğim hadislerin en gürelidir."
[167]
Bunu İbn Mace de rivayet edip. Bize Muharamcd b, Beşşâr anlattı, bize
Muhammed b. Cafer anlattı, bize Şu'be, Amr b. Murre'den anlattı diyerek, bu manada
bir hadis zikretmektedir,
[168]
Bu ise, sahih bir isnaddır.
İbn Abbas'ın, Abdullah b. Revaha'dan rivayetine göre, "Rasûlullah
(sav), bizden herhangi bir kimsenin cünup olduğu halde Kur'ân okumamızı yasakladı"
demektedir. Bunu Dârakutnı rivayet etmiştir.
[169]
Yine'İkrime'den şöyle dediğini rivayet etmektedir; îbn Revaha,
hanımının yanında yatmakta iken, odanın bir tarafında bulunan cariyesinin yanına
kalkıp gitti ve onunla cima etti. Hanımı uyandığında onu yatağında göremeyince,
ayağa kalktı, odadan dışarıya çıkınca, onu cariyesi üzerinde gördü. İçeri
dönüp, bıçağı aldıktan sonra tekrar dışarı çıktı. Bu sırada Abdullah işini bitirmiş,
ayağa kalkmıştı. Hanımının elinde bıçak taşıdığını görünce, ne oluyorsan? diye
sordu. Karısı ona. Ne mi oluyorum? Eğer az önce seni gördüğüm şekilde görse
idim, bu bıçağı senin omuzlarının arasına saplayacaktım. Abdullah hanımına.
Beni nerede gördün ki? diye sorunca, hanımı. Seni cariyenin üzerinde gördüm,
dedi. Bu sefer Abdullah: Hayır, beni öyle görmüş olamazsın. Ayrıca şunu bil ki,
Rasûlullah (sav) bizden herhangi bir kimsenin cümıpken Kur'an okumasını
yasaklamış bulunmaktadır. Karisi: O halde sen de Kur'an oku bakayım dedi.
-Karısı Kur'ân okumasını bilmiyordu- Bu sefer Abdullah şöyle dedi;
"Rasulullah bize geldi -Allah*m Kitabını okuyarak-
Tan yeri ağardığında parıldayan bir kılıcın aydınlık saçışı gibi.
Körlükten sonra hidâyeti getirdi o, kalplerimiz ona '
İnanmaktadır. Onun dediği olacaktır, diye.
Geceyi geçirir, yaaı yatağından uzaklarda.
Müşrikler yataklarında uyuyup ağırlattıkları vakit."
Hanımı bunun üzerine:
Allah'a iman ettim ve güzümün gördüğünü yalanladım. Sabah olunca,
Rasûlullah'm (sav)'ın yanına gitti. Ona olanları haber verince, Rasûlullah
(sav) azı dişleri görününceye kadar güldü.
[170]
yüce Allah: *Gusledinceye kadar..." buyruğu ile, cünup olanın
gusletme-dıkçe namaz kılmasını yasaklamaktadır.
Gusletmek, aklen kavranılabilen bir iştir. Araplarca bu kelimenin ne anlama
geldiği bilinmektedir. Bu kelime iles suyun el ile birlikte yıkanan şey
üzerinden geçirilmesi kast edilir. O bakımdan Araplar, "elbiseyi gaslettim
(yıkadım) tabiri ile, üzerine suyu döktüm ve elbiseyi suya daldırdım tabirleri
için farklı İfadeler kullanmışlardır.
Bu husus böylece anlaşıldığına göre, şunu bil ki, ilim adamları cünup
olan bir kimsenin, vücuduna suyu dökmesi yahut suya dalmakla ovalamaması halinde
hükmün ne olacağı hakkında farklı görüşlere sahiptir. Malik'in mezhebinde
meşhur olan görüşe göre, vücudunu ovalamadıkça, sadece suya daJ-ması yeterli
değildir. Çünkü yüce Allah, cünup olana gusletmesini emretmektedir. Tıpkı
namaz kılan kimseye, yüzünü ve ellerini gasletmesi (yıkamasını) emrettiği
gibi. Abdest alan bir kimsenin, su ile, ellerini yüzüne ve ellerinin üzerine
geçirmesi kaçınılmaz birşeydir. İşte, cünubun bütün bedeni de böyledir. Onun
başı da abdest alan kimsenin yüzü ve elleri hükmündedir.
Bu aynı zamanda el-Müzenî'nin de görüşü ve tercihidir. Ebu'l-Ferac Amr
b. Muhammed el-Malikî der ki: Gusletmek lafzından anlaşılması makul olan mana
budur. Çünkü iğtisâl, sözlükte iftial kipindedir. Ellerini (yıkadığı şeyin)
üzerinden geçirmiyen bir kimse, aslında su dökmekten başka bîr İş yapmış
olmuyor. Dilciler, bu şekilde davranan bir kimseye, gusleden kimse adını vermezler.
Böyle birisine ya su döken, ya da suya dafan kimse adını verirler.
Ebu'l-Ferac devamla) der ki: İşte Peygamber (sav)'den rivayetler bu
doğ-rultuda gelmiştir. Meselâ, onun şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Her
bir kılın altında cenabet vardır. O halde saçları (kılları) yıkayın ve teni
iyice temizleyin."
[171]
Temizlemek (ink ise, -doğrusunu en iyi bilen Allalıtır ya- ancak,
belirttiğimiz şekilde, elin tenin üzerinden ovalamak suretiyle geçirilmesiyle
olabilir
Derim ki; Delil diye gösterilen bu hadiste, su iki sebeplen dolayı
(.görüşüne) delil olacak bir tarat yoktur: Evvelâ, bu hadisin tevilinde farklı
kana-allcr İzhar edilmiştir. Süfyan b Uyeyne der ki: Hz. Peygamber'in:
"Teni iyice temizleyiniz" buyruğundan kasıt, tercin yıkanması ve
temizlenmesidir Hz. Peygamber burada, ten ile, kinaye yoluyla ferci
kastetmiştir. İbn Vchb de der ki: Ben, hadislerin açıklanması konusunda İbn
Uyeyne'dcn daha bilgili bir kimseyi görmedim. İkinci olarak, bu hadisi, Ebu
Davud, Sünen'İnde rivayet etmiş ve bunun hakkında: "Bu hadis
zayıftır" demektedir. İbn Dase yoluyla gelen (Ebu Davud) rivayetinde böyle
denilmektedir el-Lu'luî'nin
[172]
Ebu Dâvud'dan rivayetinde ise, şu ifade vardır: Haris b. Vecih, zayıf bir ravidir.
Onun hadisi münkerdir
[173]
Böylelikle bu hadisin delil gösterilme imkânı ortadan kalkmakta,
geriye, daha önceden de açıkladığımız gibi, dildeki bu kelimenin anlamını
dayanak
almak kalmaktadır. Ayrıca bunu, sahih hadiste sabit olan şu rivayet de
desteklemektedir: Peygamber (sav)'e küçük bir çocuk getirildi- Hz. Peygamberin
üzerine işedi. Hz. Peygamber, bir su getirilmesini istedi. Bu suyu çocuğun
sidiği üzerine serpiştirdi, fakat elbisesini de yıkamadı. Bunu Hz. Âişe rivayet
etmiştir.
[174]
Buna yakın bir rivayet, Um Kays bint. Mihsan'dan da rivayet edilmiştir.
[175]
Her iki hadisi de Müslim rivayet etmiştir.
İlim adamlarının cumhuru ile, lukaha topluluğu da şöyle demiştir: Cünup
için su dökmek ve suya dalmak, dokunduğu su ve içine daldığı su her bir tarafım
kuşatacak olursa, vücudunu ovalamayacak olsa dahî yeterli gelir. Bu da
Peygamber (sav)'ın guslüne dair, Hz. Meymûne üe Hz. Âişe'nin rivayet ettikleri
hadislerin muktezâsınca böyledir. Bu iki rivayeti de lıadis imamları kaydetmişlerdir.
[176]
Bunlara göre Peygamber (sav) suyu vücudu üzerine bol bol dökerdi. Muhammed b,
Abdulhakem de bu görüşte olduğu gibi, Ebu'l-Ferac (Amr b. Muhammed el-Malikî)
daha sonra bu görüşü kabul etmiş ve Malik'ten de bunu rivayet etmiş ve şöyle
demiştir: Gusül halinde, elleri beden üzerinde gezdirmeyi emretmesinin sebebi:
Şüphesiz, ellerini bedeni üzerinde gezdirmeyen bir kimsenin bedenine su
ulaşması gereken bölgelerinden bazısından uzak kalabilme ihtimalidir.
Îbnü'l-Arabhi ise der ki: Ben, mezhep sahibinden bu olmaksızın guslün
olabileceğini nakleden ve bunu rivayet eden Ebu'l-Ferac'a gerçekten hayret ediyorum.
Çünkü, İmam Mâlik bunu, ne açık açık ifade etmiştir, ne de onun ifadelerinden
böyle bir şey anlaşılmaktadır. Böyle bir kanaat, Ebu'l-Ferac'ın vehimler
indendir
Derim ki: Hayır, bu husus Mâlik'ten açık bir nass ile rivayet edilmiş
bulunmaktadır. Mervan b. Muhammed ez-Zahiri -ki o, Şamlı sika ravjlerden birisidir-
der ki: Ben, Mâlik b, Enes'e, cünup olup abdest almaksızın bir suya dalıp çıkan
kimse hakkında soru sordum. O da: Onun kılacağı namaz geçerlidir, dedi. Ebu
Ömer (îbn Abdi'1-Berr) der ki: Bu rivayette, ayrıca "vücudunu
ovalamaksızın ve abdest almaksızın" ibaresi de vardır ve Mâlik'e göre, bu
şekilde suya dalıp çıkan için gusül gerçekleşmiş demektir Ancak, onun
mezhebinde meşhur olan rivayet, vücudunu ovalamadıkça bunun gusül yerine'
geçmeyeceğidir, Bu da yüzün ve ellerin gusledilmesine kıyasen böyle söylenmiştir.
Çoğunluğun delili şudur: Üzerine su dökünen herkes gusletmiş olur.
Araplar, sema beni gasletti, der. (Yani, yağmur beni yıkanırca sına
ıslattı). Hz. Âişe ve Hz. Meymûne de, Rasûlullah (sav)ın ne şekilde
guslettiğini naklederken, vücudunu ovaladığından söz etmemektedirler. Eğer bu
vacip bir şey olsaydı Hz. Peygamber bunu terk etmezdi. Çünkü, Allah'ın muradını
bize beyan eden odur. Ve o böyle bir işi yapmış olsaydı, tıpkı suyu saçının dibine
ulaştırmak için hilallemesi, avuçlayarak başına su dökmesi ve buna benzer
gerek guslederken, gerek abdest alırken yaptığı davranışları bize nakledildiği
gibi, bu da ondan nakledilirdi.
Ebu Ömer der ki: Arapçada, kimi zaman ovalayarak, kimi zaman bol bol su
dökerek yıkamaya "gasletme" adının verilmesi tepki ile karşılanacak,
reddedilecek bir durum değildir. Bu böyle olduğuna göre, yüce Allah'ın, abdest
alırken kullarından su ile ellerinin yüzlerin üzerinden geçirmelerini ve bu
davranışlarına gasletmek adının verilmesi, diğer taraftan cünupluk ve ha-yızdan
yıkanmak halinde de üzerlerine su dökünmekle yetinmelerini ve bunun da sünnete
uygun, dildeki anlamının da dışına çıkmayacak bir gasletmek (yıkanmak)
olmasını engelliyecek bir durum yoktur. Bu şekillerin her birisi de kendi zati
hakkında asıl olur. Onlardan birisini, öteki gibi kabul etmek de gerekmez.
Çünkü, asıl olan hükümlerin biri kıyas yoluyla ötekine irca edilmez. Bu ise
ümmetin ilim adamları arasında görüş ayrılığı olmaksızın kabul edilmiş bir
konudur. Aksine, kıyas yoluyla feri meseleler, asli meselelere irca edilirler.
Başarı Allah'tandır.
[177]
Hz. Meymûne ile Hz. Âişe yoluyla gelen lıadis-i şerifler, îbn Abbas'ın
azad-hsı olan Şu'be'nin, İbn Abbas'tan: O, cünupluktan yıkandığı zaman,
ellerini de yedi defa, fercini de yedi defa yıkardı[178]
şeklindeki rivayetini reddetmektedir. İbn Ömer'in de şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Namaz elli vakitti. Cünupluktan yıkanmak yedi defa, sidikten
dolayı elbiseyi yıkamak da yedi defa idi. Rasûlullah (sav), namaz beş vakit,
cünupluktan gusletmek de, sidikten dolayı yıkamak da bir defaya indiril inceye
kadar Rabbinden niyazda bulunmaya devam etti.
[179]
İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu hadisin, İbn Ömer'e kadar isnadı zayıf ve
gevşek (levyirO bir isnaddır. Her ne kadar bu ve bundan önceki hadîs Ebû
Dâ-vûd İbn Abbas'ın azadlısı Şubeden rivayet etmiş ise de, Şu'be pek o kadar
kuvvetli bir ravi değildir. Hz. Aişe ve Hz. Meymurie'nin rivayet ettikleri hadisler,
bu ikisini de reddetmektedir.[180]
Elini vücudu üzerinden geçirme imkânı bulamayan kişi hakkında Suhnûn şöyle
demiştir: Bu işi yapmakla birisini görevlendirir yahut kendisi bir bez
parçasıyla oraları ovalar. el-Vâdiha'da şöyle denilmektedir: Ellerini yetişebildiği
kadarıyla vücudunun üzerinden geçirir, daha sonra ellerinin ulaşmadığı yerleri
de kapatıncaya kadar üzerine su döker.
[181]
Cünup kimsenin, kıl diplerine suyu ulaştırmak maksadıyla sakalının arasını
ayırması (hilâllemesi) hususunda, Mâlik'in farklı görüşleri nakledilmiştir.
İbnü'l-Kasım'ın ondan rivayetine göre Mâlik: Bunu yapmakla yükümlü değildir,
demektedir. Eşheb ise, yine Mâlik'ten bunu yapmakla yükümlü olduğunu rivayet
etmiştir. İbn Abdilhakem der ki: Böylesi bizim için daha sevimlidir. Çünkü
Rasûlullah (sav), cünupluktan dolayı guslettiğinde saçlarını hilallerdi.
[182]
Bu ifadeden her ne kadar daha zahir olan başının saçları ise de, bunun umumi
olarak anlaşılması uygundur. İlim adamları, bu iki görüşten birisini kabul
etmişlerdir. Mana bakımından, gusülde bütün vücudun kaplanması (tamamen yıkanması)
vaciptir. Sakalın altındaki ten de vücudun bir parçasıdır. O halde suyun oraya
ulaştırılması ve bu işin el ile gerçekleştirilmesi icabeder. Küçük taharette
(abdest alırken) farziyetin (tenden) sadece saça intikal etmesi, bu taharetin
hafifletilmek ve zaruret olmadığı halde, bedellerin aslın yerine kâim olması
esasına mebni olmasından dolayıdır. O bakımdan küçük taharette (abdestte
ayakları yıkama yerine) meshler üzerine mesh etmek caiz iken, gusülde bu caiz
değildir.
Derim ki: Bunu Hz. Peygamberin: "Her kılın altında cünupluk vardır
hadisi de bunu desteklemektedir.
[183]
Bazıları işi aşırıya götürerek, yüce Allah'ın: "Gusledinceye
kadar" buyruğu dolayısıyla mazmaza ve istinşak'ı da vacib (farz)
görmüşlerdir. Bunlardan birisi de Ebu Hanife'dir. Çünkü bunlara göre, mazmaza
ve istinşak yerleri (olan burun ve ağız) yüzün kapsamı içerisindedirler.
Bunların da hükmü, tıpkı yanaklar ve alın gibi, yüzün dış bölümlerinin hükmü
gibidir. O halde her kim bunları (mazmaza ve istinşakı) terk edip namaz kılacak
olursa, tıpkı abdest alıp yahut yıkanırken, yıkanması gereken bir tarafı
yıkamaksızın terke-den kimsenin durumunda olduğu gibi, namazını iade eder.
Bununla birlikte abdest esnasında bunları, (yani mazmaza ve istinşakı) terk
edenin namazını iade etmesine gerek yoktur.
Mâlik ise şöyie demektedir: Mazmaza ve istinşak, guslederken de, abdest
alırken de farz değildir. Çünkü bunlar, vücudun iç tarafındandırlar. Bedenin
içi gibi yıkanmaları gerekmez. Muhammed b, Cerir et-Taberî, el-Leys b. Sa'd,
el-Evzaî ve tabiin topluluğu da böyle demiştir. îbn Ebi Leylâ ve Ham-mâd b. Ebi
Süleyman ise, mazmaza ve istintakın hem abdestte, hem gusül-de farz olduğunu
söylemişlerdir. Bu aynı zamanda îslıakın, Ahmed b. Han-bel'in ve Davud'un (ez-Zahirî'nin)
kimi arkadaşlannın da görüşüdür. ez-Züh-rî ve Ata'dan da buna benzer görüş
rivayet edilmiştir. Yine Ahmed b. Han-bel'den, mazmazanın sünnet, istinşak'ın
farz olduğu görüşü de nakledilmiştir. Davud ez-Zahirî'nin mezhebinden kimi
ilim adamı da bu görüştedir. Bunîan farz kabul etmeyenlerin delili şudur: Şam
yüce Allah, bunları Kitab-ı Kerim'inde zikretmiş değildir. Rasûlü de bunları
farz kılmarruştır. Herkes te bu hususta ittifak etmiş değildir (icma yoktur).
Farz olan bir şey ise ancak bu yollarla sabit olur.
Mazmaza ve istinşakı farz kabul edenler ise, bu âyet-i kerimeyle ve
yüce Allah'ın; "Yüzlerinizi yıkayın" (el-Msiide, 5/6.) buyruğunu
delil gösterirler. Dolayısıyla, bunlardan birisinde yıkamak eğer vacib ise,
ötekinde de vaciptir. Peygamber (sav)'dan da, abdestinde olsun, cünupluktan
dolayı gustedişin-de olsun, mazmaza ve istinşakı terkettiğine dair bir rivayet
kaydedilmiş değildir. Hz. Peygamber ise, hem sözü İle, hem davranışa ile yüce
Allah'ın muradım beyan edendir. Mazmaza ile istinşak arasında fark gözetenler
ise, Peygamber < sav)'ın mazmaza yaptığını ve onu emretmediğini, delil ile
olmadıkça da fiillerinin vacip olmayıp, mendup olacağını, diğer taraftan
istinşak yaptığını ve yapılmasını emrettiğini, onun emrettiği bir şey ise,
ebediyyen vü-cub İfade edeceğini delil göstermişlerdir.
[184]
İlim adamlarımız der ki: Cünupîuktan dolayı gusletmek için niyet, mutlaka
gereklidir. Çünkü yüce Allah: "Gusledinceye kadar" diye
buyurmaktadır. Bu ise niyet etmeyi gerektirir. Malık, Şafiî, Ahmed, İshak ve
Ebû Sevr bu görüştedir. Abdest ve teyemmümde de hüküm böyledir, Bu görüşlerini
de yüce Allah'ın: "Onlar, Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar
olarak ibadet etmekle emrolundular" (el-Beyyine, 98/5) buyruğu ile
desteklemişlerdir, îhlas denilen şey ise, yüce Allah'a yaklaşmakta niyetin
samimi olmasıdır. Mü'min kullarına farz kıldığı şeyleri eda ederken, ona
yönelmektir. Hz, Peygamber de ayrıca: "Ameller ancak niyetler iledir"
[185]
diye buyurmuştur.
Bu da bir ameldir. el-Evzaî ve el-Hasen derler ki: Abdest ve teyemmüm
niyetsiz olarak yeterli olur. Ebu Hanife ve arkadaşları derler ki: Su ile
yapılan bütün taharetler niyetsiz olarak geçerli ve yeterlidir. Fakat teyemmüm
niyet olmadan olmaz. Bu İse beden ve elbiselerden necaseti izale etmek için niyet
gerekmediğinin icmâ ile kabul edilmiş olmasına kıyasen böyledir. Ayrıca bunu,
el-Velîd b. Müslim, Mâlik'ten de rivayet etmiştir.
[186]
Gusülde kullanılacak su miktarı ile ilgili olarak, Mâlik, İbn Şihab'dan
o, Ur-ve b. ez-Zubeyr'den o, mü'minlerin annesi Aişe (ranhâ)'dan rivayet ettiğine
göre Rasülullah (sav) cünupluktan dolayı guslederken, el-Ferak diye bilinen
bir kabtan yıkanırdı.[187]
"el-Farak" ise, el-Fark diye de söylenir. îbn Ve-hb der ki: Fark,
ahşaptan bir ölçektir. İbn Şihab da şöyle derdi: Fark, Umey-yeoğulları
kıstlanndan beş kist alır. Muhammed bi İsa el-A'şa daf Fark, üç sa'dır diye
açıklamış ve üç sa' da beş kıst'Ur diye belirtmiştir. Yine der ki: beş kist
ise, Peygamber (sav)'in muddü ile oniki mud eder. Müslim'in Sahih'in-de,
Süfyan'dan: Fark, üç saJdır dediği nakledilmektedir.[188]
Enes'ten de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav) bir mud
ile abdest alır ve bir sa' ile beş mud arası miktarla guslederdi.
[189]
Bîr başka rivayette de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber, beş mekkük
[190]
ile gusleder tek bir mekkük ile abdest alırdı.
[191]
Bu hadisler ise, herhangi bir Ölçeğe veya tartıya varmaksızın az su
kullanmanın müstehab olduğuna delalet etmektedir, İnsan, yetecek kadar su alır
ve fazla su kullanmaz. Çünkü fazla su kullanmak bîr israftır. İsraf da yerilmiş
bir şeydir. İbadiye mezhebinin görüşüne göre; çok su kullanılır. Bu ise
şeytandandır.
[192]
Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur, yahut yolculukta iseniz, yada
herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, ve kadınlara dokunur da su bulamazsanız,
temiz bir toprağa teyemmüm edînT yüzlerinizi ve ellerinizi mesh ediniz"
buyruğuna gelince; İşte bu, teyemmüm âyetidir.
Bu âyet-i kerime, yaralı iken cünup olan Abdurrahman b. Avf hakkında nazil
olmuştur. Bununla kendisine, teyemmüm yapma ruhsatı verildi. Daha sonra bu
ayet-i kerime tüm insanlar hakkında umumî bir buyruk olarak geçerli oldu.
[193]
Âyet-i kerimenin nüzulü hakkında şöyle de denilmiştir: Âyet, Hz, Âişe'ye ait
gerdanlığın kopması esnasında, Mureysi gazvesinde ashab-ı kiramın su
bulamaması üzerine nazil olmuştur. Bu hadisi Mâlik, Abdurrahman lx
el-Kasım'dan, o, babasından, o da Hz. Aişe yoluyla rivayet etmiştir.
[194]
Buharî ise, bu âyet-i kerimeyi, Kitabu't-Tefsİr'de bab başlığı yaparak
şöyle demektedir: Bize Muhammed anlatarak dedi ki: Bize Abde, Hişam b.
Ur-ve'den haber verdi: Hİşam babasından, o, Aişe (r.anhâ)'dan dedi ki: Esma'ya
ait olan (âriyeten almış olduğum) gerdanlık kayboldu. Peygamber (sav) de onu
aramak üzere bazı kimseleri gönderdi. Namaz vakti geldi, fakat (ashabın)
abdesti yoktu, su da bulamadılar. Abdestsiz olarak namaz kıldılar. Bunun
üzerine yüce Allah da teyemmüm âyetini indirdi.
[195]
Derim ki: Bu rivayette, Mâlik'in rivayetinden farfih olarak, yerden
sözko-nusu edilmemekte ve gerdanlığın Esmâ'ya ait olduğu belirtilmektedir.
Nesaî de Ali b. Müshir'den o, Hişam b, Urve'den o, babasından, o da Hz. Âişe yoluyla
naklettiği rivayette Hz. Âişe'nin, Hz. Esmâ'dan gerdanlığını ariyet olarak
aldığını zikretmektedir.
[196]
Bu ise, Rasûlullah (sav) ile birlikte bulunduğu bir seferde olmuştur. Bu
gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığını kaybettiği yere Sulsul denilmekteydi.
Daha sonra Nesaî hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.
Bu rivayette, Hişam'dan nakledildiğine göre, gerdanlık Hz. Esma'ya ait
olup, Hz. Aişe bunu Esma'dan ariyet olarak almıştı. Bu da Mâlik'in:
"Aişe'ye ait olan gerdanlık koptu" ifadesiyle, Buharî'nin:
"Esma'ya ait olan gerdanlık kayboldu" ifadelerini beyan etmektedir.
Yine, Nesaî'nin bu rivayetinde, gerdanlığın koptuğu yerin Sulsul diye anıldığı
belirtilmektedir. Tirmizî de bu hadis şöylece rivayet edilmektedir: Bize
el-Humeydî anlattı, bize Süryan anlattı, bize Hişam b. Urve, babasından
naklederek anlattı, babası Urve, Aişe'den naklettiğine göre: Ebvâ'da
bulundukları gece gerdanlığı düşmüştü. Rasûlullah (sav) onu aramak üzere iki
kişiyi göndermişti- Tirmizî daha sonra hadisin geri kalan bölümünü zikreder.
Bu rivayette yine Hişam'dan., gerdanlığın Hz, Âişe'ye izafe edildiği
görülmektedir. Fakat, bu izafe, ariyet olarak alan kişiye yapılan bir
izafedir. Buna delil ise, Nesaî'nin hadksindeki açık ifadelerdir. Tirmîzî bu
rivayette, Mâ-lik'in dediği gibi, Ebvâ ismini zikretmektedir. Şu kadar var kî,
Tirrnizî'deki bu rivayette herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. Mâlik'in
rivayetinde ise şöyle denilmektedir: Nihayet üzerinde bulunduğum deveyi
yerinden kaldırdık, gerdanlığın onun altında olduğunu gördük. Buharî'deki
rivayette ise şöyle denilmektedir: Rasûlullah (sav) gerdanlığı buldu.
Bütün bunlar mana itibariyle doğrudur. Gerek gerdanlık, gerekse
konak-lanılan yer İle ilgili rivayeti nakledenlerin farklı İfade kullanmaları,
hadisi eleştirmeyi gerektiren bir sebep olmadığı gibi, hadisi zayıflatan bir
özellikte de değildirler. Çünkü, hadisle anlatılmak istenen ve gözetilen
maksat, teyemmüm ile İlgili ruhsatın nüzulüdür. Bütün rivayetler de gerdanlık
meselesini tesbit etmektedir.
Tirmizî'nin hadisinde yer alan: İki adam gönderdi. Bunlardan birisinin
Useyd b, Hudayr olduğu söylenmiştir ifadesine gelince, muhtemeldir ki,
Bu-harTnin hadisinde "adamlar gönderdi'1 ifadesiyle kastedilenle ayns
şeylerdir. Bubarî'deki rivayette, iki kişiden çoğul sigasıyla söz edilmiştir.
Çünkü çoğulun asgari miktarı ikidir. Yahut da iki kişinin akabinde üz.
Peygamber daha sonra başka bîriGerOni de göndermiş olabilir. O takdirde çoğul
lafzının mutlak olarak kullanılması doğru düşer. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. Nihayet gerdanlığı aramak üzere bu kişiler gönderildi. Bunlar, gittikleri
yerlerde herhangi bir şey bulamadılar. Geri döndüklerinde deveyi yerinden
kaldırdılar, gerdanlığı devenin altında buldular.
Rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sav)'ın ashabı, bazı yaralar
almış, bu yaralar şifa bulduktan sonra, cünup olmuşlardı. Bundan dolayı
Rasûlullah CsavJ'a şikâyetlerini arzetmeleri üzerine bu âyet-i kerime nazil
olmuştur.[197] Bu
da aynı şekilde sözünü etliğimi/, rivayetlere muhalif değildir Çünkü, geri
dönmekte oldukları sözü geçen bu gazada yara almış olmaları muhtemeldir. Çünkü
bu savaşta çarprşma olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber'e şikâyet arzettiler,
Bu arada Hz. Âişe'nin beraberindeki gerdanlık da kaybolmuştu ve bu âyet-i
kerime bu sırada nazil olmuştu. (Bu ihtimal de varittir). Şöyle de
denilmiştir; Hz. Âişe'nin gerdanlığı, Mustalıkoğullan gazasında kayb olmuştur.
Yine bu, Mureysi1 gazasında olmuştur, diyenlerin görüşlerine muhalif değildir.
Çünkü her ikisi aynı gazadır. Peygamber (sav), Halife b. Hayyât ile, Ebu Ömer
b. Abdi’l-Berr'in söylediklerine göre, hicretin altıncı yılı Şaban ayında
Mustalıkoğulları gazasını yapmış ve bu sırada Medine'de yerine Ebu Zer
el-Ğıfarî'yi vekil bırakmıştı.
Hz. Peygamber'in, Ebu Zer'i değil ele, Numeyle b, Abdullah el-Leysi'yi
yarine vekil bıraktığı da söylemiştir. Rasülullah (sav) Mustalıkoğu Harına,
hiç-birşeyden haberleri yokken baskın düzenlemişti. Onlar o sırada, sahil cihetinden
Kudeyd tarafından ei-Mureysi' diye bilinen bir su kenarında idiler. Hz.
Peygamber, onlar arasından kimilerini öldürdü. Kadın ve çocukları da esir aldı.
O gün için parolaları "emit, emit (ötdürf öldür)" idi. Şöyle de
denilmiştir: Mustalıkoğulları, Rasûlullah (sav)'a karşı ordu hazırlıyor ve
onun üzerine hücum etmek istiyorlardı. Hz. Peygamber durumu haber alınca,
üzerlerine gitmek üzere yola koyuldu ve bir su kenarında onlarla karşılaştı.
İşte teyemmümün başlaması ve ona dair buyruğum nüzuî sebebi ile ilgili
olarak gelen rivayetler bunlardır. Maide Sûresi'ndeki -orada açıklanacağı üzere-
âyetin (el-Mâide, 5/6. âyet) "teyemmüm âyeti" olduğu da söylenmiştir.
Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Bunun üzerine yüce Allah teyemmüm âyetini
indirdi. Bu âyet-i kerime ise, Maide Sûresinde sözü geçen abdest âyeti, yahut
da Nisa Sûresi'ndeki âyet-i kerimedir. Teyemmüm, bu iki âyetten başka bir yerde
söz.konusu edilmiş değildir. Bu iki âyet de Medine'de inmiştir.
[198]
yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur" buyruğunda geçen hastalık,
bedenin itidal ve itiyat sınırları dışına çıkarak, eğrilik ve istisnaî hallere
düşmesidir. Bu da, ağır ve hafif (çok ve az) olmak üzere iki türlüdür. Şayet,
suyun soğukluğu yahut hastalığı dolayısıyla ölümden ya da bazı organlarının
telef olmasından korkacak kadar ağır hasta ise, böyle bîr hasta icma i!e
teyemmüm eder. Bundan, el-Hasen ve Ata'dan gelen» ölecek olsa dahi taharet
alır (su ile temizlenir) rivayetleri müstesnadır. Ancak onların bu görüşleri:
"Dinde size bir güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) buyruğu ile:
"Kendinizi öldürmeyin" (en-Nisa, 4/29) buyrukları ile red olunur.
Dârakutnî, Said b. Cübeyr'den, o, tbn Abbas'tan, yüce Allah'ın: "Eğer
hasta olur veya yolculukta iseniz...” buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Şayet kişinin Allah yolunda yarası, yahut irin toplamış yaralan
veya çiçek hastalığı varsa, cünup olup da gusledecek olursa, öleceğinden
korkarsa, teyemmüm yapar.
[199]
Yine Said b. Cübeyr'den, o da İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Hasta olana toprakla teyemmüm etmesi ruhsatı verilmiştir. Amr İbnü'l-Âs da aşın
soğuktan telef olmaktan korkunca, teyemmüm ettiği halde Peygamber (sav) ona,
ne gusletmesini emretti, ne de teyemmümle kıldığı namazlarını iade etmesini.
[200]
Şayet hastalık hafif olsa ve bu hastalıkla beraber bir başka hastalığın
ortaya çıkacağından veya artacağından, yahut iyileşmesinin gecikeceğinden kor-karsa,
bütün bu durumda olanlar, mezhebimizin icmaı İle teyemmüm ederler. İbn Atiyye:
"Bu konuda bildiğime göre böyledir" demektedir.
Derim ki: Ancak, el-Bâcî bu hususta görüş ayrılığından sözetmektedir.
Kadı Ebu'l-Hasen der ki: Meselâ, sağlıklı olan bir kimsenin, nezle veya ateşinin
yükselmesinden korkması, aynı şekilde eğer hasta olan bir kimse, hastalığının
artmasından korkuyorsa, (teyemmüm eder.)
Ebu Hanife de buna yakın ifadelerle görüşünü belirtmiştir. Şafiî ise
der ki: Su bulunmakla birlikte, telef olmaktan korknıadığı sürece teyemmüm etmesi
caiz olmaz.
Bu görüşü kadı Ebu'İ-Hasen de Mâlik'ten rivayet etmiştir. İbnü'l-Arabt
der ki: Şafiî, telef olacağından korkmadığı sürece, hastanın teyemmüm etmesi mubah
değildir, demektedir. Çünkü, hastalığın artacağı muhakkak değildir. Zira,
olabilir de olmayabilir de. Oysa farz olduğu muhakkak olan bir şeyin terki,
şüpheli bir korku dolayısıyla caiz değildir. Biz deriz ki: Bu ifadenle çelişki
içerisindesin. Çünkü sen, soğuktan telef olmaktan korkarsa teyemmüm eder
diyorsun. Telef korkusu, teyemmümü mubah kıldığına göre, hastalanmak korkusu
da aynı şekilde onu mubah kılar. Çünkü, telefe maruz kalmak yasak olduğu gibi,
hastalığa maruz kalmak da İstenmemiştir.
Şöyle diyen Şafiî'ye gerçekten hayret edilir: "Şayet, satın
alınacak suyun değeri, bir habbe kadar daha fazla olursa, (abdest yada gusüi)
alacak olanın onu satın alması, malı korumak için gerekmez. Böyle birisinin
teyemmüm etmesi gerekir."
Ya aynı kişi bedeninin hastalığa maruz kalmasından korkuyorsa, niye
(teyemmüme) müsaade edilmiyor? Bu hususta bunu reddetmek için, onların
(Şafiî'lerin) dinlenilmeye değer söyledikleri bir sözleri yoktur.
Derim ki: el-Kuşeyrî Ebu Nasr Abdurrahim'in Tefsirinde belirttiğine göre,
Şafiî'nin bu konudaki sahih olan görüşü şudur: Teyemmümü mubah kılan hastalık,
suyu kullanması halinde ölüm korkusunun yahut bazı organların telef olacağı
korkusunun bulunmasıdır. Şayet, hastalığın uzayacağından korkulursa, Şafiî'nin
sahih görüşü, teyemmümün caiz olduğu şeklindedir. Ebu Davud ve ûarâkutnî, Yahya
b. Eyyub'den o, Yezid b. Ebî Habib'den, o, İmran b,"Ebi Enes'den, o,
Abdurrahman b. Cübeyr'den, o, Amr b. Asdan şöyle rivayet etmektedirler: Zâtu’s-Selâsil
gazvesinde, soğuk bir gecede ihtilâm oldum. Gusledecek olursam, helak olacağımdan
korktum. O bakımdan önce teyemmüm yaptım, sonra da beraberimde bulunan
arkadaşlarıma namaz kıldırdım. Bunu Rasûlullah (savVa anlattılar.
Hz. Peygamber: "Ey Amr, sen arkadaşlarına cünup olduğun halde mi
namaz kıldırdın?" dîye sordu. Ben ona, beni gusletmekten alıkoyanın ne
olduğunu haber verip şöyle dedim: Aziz ve celil olan Allah'ın: "Kendinizi
öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah, size çok rahmet edendir" (en-Nisâ, 4/29)
diye buyurduğunu dinledim dedim. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi -salât ve
selâm ona- güldü ve hiçbirşey demedi.
[201]
İşte bu hadis-i şerif, yakîn olmamakla sadece korkunun bulunması halinde
teyemmümün mubah olduğunun delilidir. Yine, teyemmüm yapmış bir kimseye cünup
denilebileceği ve teyemmüm yapmış bir kimsenin abdest almış olanlara namaz
kıldırabileceği bu hadisten anlaşılmaktadır. Mezhebimizde konu ile ilgili iki
görüşün birisi budur. Sahih olan da budur. Mâlik'in Mu-vatta'mâa. okuttuğu ve
ölünceye kadar da kendisine okunan görüş de budur.
İkinci görüş ise, böyle bir kimse, abdestti olanlara namaz kıldıramaz.
Çünkü abdestli olandan daha aşağı fazilete sahiptir. İmamın hükmü ise, rütbe
itibariyle daha yüksekte olmasını gerektirir. Dârakutnî de Cabir b. Abdullah
yoluyla gelen hadiste onun şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav):
"Teyemmüm yapmış, bir kimse, abdestlilere imam olamaz" diye buyurmuştur.
Ancak, hadisin senedi zayıftır.[202]
Ebû Dâvûd ve Dârakutnî de Uz. Cabir'den şöyle rivayet ederler: Bir yolculukta
bulunuyorduk. Bizden birisine bir taş isabet etti ve başından yara aldı. Daha
sonra o kişi ihtilam oldu. Arkadaşlarına: Teyemmüm hususunda benim ruhsatım
olduğuna kanaatiniz var mı diye sordu. Onlar: Sen kullanabilecekken teyemmüm
ruhsatından yararlanabileceğin kanaatinde değiliz, dediler. Bunun üzerine o da
gusletti ve öldü. Peygamber (,sav)'ın huzuruna vardığımızda, ona durum
bildirildi, o da şöyle buyurdu: "Onu öldürdüler. Allah kahretsin onları.
Madem bilmiyorlardı niye sormadılar. Şüphe yok kî cehaletin şifası soru
sormaktır. Böyle bir kimseye teyemmüm yapıp, yarasının üzerine bir bez sıkması
veya bağlaması -şüphe hadisin ravîlerinden olan Musa'dan geliyor- ona yeterdi.
Sonra o bezin üzerine mesheder, vücudunun geri kalan bölümünü de
yıkardı."[203]
Dârakutnî der kî: "Ebu Bekr dedi ki: Bu Mekke halkının tek başlarına
rivayet ettikleri bir sünnettir. Bu rivayeti Cezirdiler de tahammül etmiş
(rivayette bulunmuş"), fakat bunu Ata'dan, o, Cabir yoluyla ez-Zübeyr b.
Hu-reyk'den başkası rivayet etmemiştir. ez-Zübeyr ise pek güçlü bir ravi değildir,
el-Evzaî ona muhalefet ederek, bunu Ata'dan, o, Ibn Abbas'tan diye rivayet
etmiştir ki, doğru olan da budur. Ancak, burada el-Evzafye hilâfen, ondan
(ez-Zübeyr'den) o, Ata'dan denilmiştir Yine ondan: Ata'dan bana ulaştığına
göre.,, da denilmiştir. el-Evzaî ise, hadisin sonrasını mürsel yaparak,
Ata'dan, O, Peygamber (sav)'den diye rivayet etmiştir ki, doğru olan da budur.
İbn Ebİ Hatim de şöyle demiştir: Ben babama ve Ebu ZurVya bu hususta sordum,
ikisi de bana şöyle dedi: Bu hadisi, îbn Ebi'l-Işrin, el-Evzaî’den, o, İsmail
b. Müslim'den, o, Ata'dan, o da İbn Abbas'tan rivayet ederek, hadisi müsned
olarak nakletti (ler).
[204]
Dâvud der ki: Kendisine hasta denilebilen herkesin teyemmüm etmesi caizdir.
Çünkü, yüce Allah: "Eğer hasta olur,.." diye buyurmaktadır. İbn
Atiy-ye der ki; Bu ise, kabul gören görüşe muhalif bir kanaattir. Çünkü, ümmetin
ilim adamlarına göre teyemmüm, suyu kullanmaktan korkan yahut ondan dolayı
rahatsız olmaktan çekinen içindir. Çiçek ve kızamık hastalığına yakalanmış
kimseler gibi. Yine sudan dolayı artacaklarından korkulan hastalıklar için de
böyledir. İbn Abbas'tan daha önce geçtiği gibi.
[205]
yüce Allah'ın: "Veya yolculukta iseniz" buyruğuna göre, su
bulunmadığı takdirde, yolculuk ister uzun, ister kısa olsun, yolculuk
sebebiyle teyemmüm caizdir. Yapılan yolculuğun, namazın kısaltılmasını
gerektirecek kadar uzun olması şartı ela yoktur. Mâlik'in ve ilini adamlarının
cumhurunun görüşü budur. Bir kesim ise şöyle demektedir: Ancak namazın
kısaltılacağı bir yolculukla teyemmüm edebilir. Başkaları da yapılan bu
yolculuğun, itaat yolculuğu olması şartını koşmuşlardır. Bütün bu görüşler
zayıftır.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtir.
[206]
Belirttiğimiz gibi, yolculukta teyemmümün caiz olduğu ürerinde ilim
adamları icma etmişlerdir. Ancak, hazarda (ikâme; halinde) teyemmüm hususunda
farklı görüşler vardır. Mâlik ve arkadaşları, teyemmümün hazarda da, seferde de
caiz olduğu görüşündedirler. Aynı zamanda bu Ebu Hanife ve Muhammed'in de
görüşüdür.
Şafiî ise şöyle demektedir: Sağlıklı ve mukim bir kimsenin, telef
olmaktan korkması hali dışında teyemmüm etmesi caiz değildir. Bu, Taberî'nin de
görüşüdür. Yine Şafiî, el-Leys ve Taberî şöyle demişlerdir: Mukimken su bulamayıp,
vaktin takmasından da korkulacak olursa, sağlıklı olan da hasta olan da,
teyemmüm eder, namaz kılar, daha sonra (su bulunca) iade eder.
Ebû Yusuf ve Züfer ise şöyle demektedir: Mukimken teyemmüm etmek, hastalık dolayısıyla da vaktin çıkacağı korkusuyla da caiz değildir. el-Hasen ve Ata ise şöyle demişlerdir: Hasta olan bir kimse de, sağlıklı olan da su bulduğu takdirde teyemmüm yapamazlar.
Bu konudaki görüş ayrılığının sebebi, âyetin farklı anlaşılmasındandır.
Mâlik ve ona tabi olanlar şöyle demektedir: Yüce Allah'ın teyemmüm şartında
hasta ve yolcuları zikretmesinin sebebi, suyu bulamayan kimselerin çoğunlukla
bu kabiiden olmalarından dolayıdır. Mukim olanlar, çoğunlukla su bulabilirler.
Dolayısıyla özel olarak nassda onlardan söz edilmem iştir. O halde, su
bulamayan, yahut da herhangi bir engel dolayısıyla suyu kullanamayan ya da
namaz vaktinin geçmesinden korkan herkes, yolcu ise nass gereği, mukîm ise
buyruğun manası gereği teyemmüm eder. Hasta olan kimse nass ile, sağlıklı olan
da bu nassın manası dolayısı ile teyemmüm edebilir.
Mukimken teyemmüm yapılmasını kabul etmeyenler ise şöyle demektedir:
yüce Allah, teyemmümü hasta ve yolcuya bir ruhsat olarak teşri buyurmuştur.
Tıpkı bu durumda olanların oruç açmalarına, namazlarını kısaltmalarına izin
verdiği gibi. Yüce Allah, teyemmümü, ancak iki şarta bağlı olarak mubah
kılmıştır. Bu şartlar hastalık ve yolculuktur. Dolayısıyla mukim ve sağlıklı
olan bir kimsenin bu hususla herhangi bir ilgisi yoktur. Çünkü o, yüce Allah'ın
öngördüğü şartın dışında kalmaktadır
Su bulunduğu takdirde her durumda teyemmümü kabul etmeyen el-Ha-sen ve
Ata'nın görüşlerine gelince, bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah, teyemmümü
suyun bulunmaması sartma bağlamıştır. Çünkü yüce Allah: "Su bulamazsanız
temiz bir toprağa teyemmüm edin" diye buyurmakta ve su bulunmaması hali
dışında kimseye teyemmümü mubah kılmamaktadır.
Ebû Ömer der ki: Şayet, cumhurun görüşü ve bu hususta gelen rivayetler
bulunmasaydı, şüphesiz el-Hasen'in ve Ata'nın söyledikleri doğru olurdu.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Rasûlullah (sav) da, yolculuk halinde bulunan Amr İbn Âs'ın teyemmüm
etmesini caiz bulmuştur. Çünkü Amr, su ile gusledecek olursa öleceğinden
korkmuştu. Dolayısıyla hasta olanın teyemmüm yapabilmesi öncelikle söz-konusu
olmalıdır.
Derim ki: Suya gittiği takdirde, namaz vaktinin çıkacağından korkması
halinde mukim olan kimsenin teyemmüm etmesinin caiz olduğunun, Kitap ve
sünnette delilleri vardır.
Kitaptan delili, yüce Allah'ın: "Yahut, herhangi birini/ ayak
yolundan gelirse'* buyruğudur. Bu ise, mukim olan bir kimse su bulamayacak
olursa te-yemmü'm eder demektir Bunu, el-Kuşeyrî Abdurrahim, açıkça şöyle de
ifade etmektedir: Bundan sonra, nazar (kıyas.) böyle bir namazın kaza edilmesinin
vücubunu kesinlikle ortaya koymaktadır. Çünkü, ikâmet halinde suyun
bulunmaması, nadiren karşı karşıya kalınan bir mazerttir. Kaza konusunda da iki
görüş vardır.
Derim kiı İşte bu şekilde, bizim mezhebimizin ilim adamları, mukimken
teyemmüm edecek bir kimse hakkında, suyu bulacak olursa namazını iade eder mi,
etmez mi hususunda açık ifade kullanmışlardır. Mâlik'in mezhebinde meşhur olan
görüş, namazını iade etmesine gerek olmadığıdır, Sahih olan da budur, ibn Habib
ve Muhammed b. Abdilhakem ise, herhalükârda namazını İade eder, derler. Ayrıca
bunu İbnü'l-Münzîr de Mâlik'ten rivayet etmiştir el-Velid ondan şöyle dediğini
nakletmektedir: Güneş doğacak olsa dahi gusleder. (Yani teyemmüm etmez).
Sünnetten deliline gelince, Buharînin Ebu Cuheym b. el-Haris b.
es-Sım-me el-Ensarî'den şöyle dediğine dair yaptığı rivayettir; Peygamber (sav)
Bi'ri Cemel taraflarından gelince, bir adam onunla karşılaştı, ona selam verdi.
Peygamber (sav), duvara yönelip (ellerini) yüzüne ve ellerine sürünce-ye kadar
selamını almadı. Bundan sonra selamım aldı.
[207]
Bu hadisi, Müslim de rivayet etmiştir. Orada ayrıca, "Bi'ri Cemel"
tabiri zikredilmem iştir,
[208]
Ayrıca bunu, Dârakutnî de tbn Ömer'den rivayet etmiştir. O hadiste şu ifadeler
de vardın Daha sonra Hz. Peygamber, o adamın selamını aldı ve şöyle dedi:
"Selamını almamı engelleyen tek şey, taharetli olmayıştmdı."
[209]
Yüce Allah'ım "Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse"
buyruğunda yer alan (ve "ayak yolu" diye meâU verilen) kelimesi asıl
anlamı itibariyle, yeryüzünün alçak tarafları demektir. Bunun çoğulu ise,
şeklinde veya diye gelir. "Dimaşk Gûtası" adı da burdan gelmektedir.
Araplar böyle yerlere, insanların gözünden saklanmak maksadıyla def-i hacette
bulunmak üzere giderlerdi. Daha sonra, insandan çıkana da bu ortak anlam
dolayısıyla "ğâit" adı verilmiştir. Bu kelimenin fiili, bir toprakta
kaybolup görünmeyecek hale gelmeyi ifade etmek için kullanılır.
ez-Zührî, bu kelimeyi : diye okumuştur. Bunun aslının: olup, şeddesiz
söylenmiş olması ihtimali de vardır, Kolay ve olu kelimeleri ve benzerlerinde
olduğu gibi.
Yine bu kelimenin aslının dan gelme ihtimali de vardır. Buna delâlet
eden ifade ise, def-i hacet için giden bir kimse hakkında Def-i hacette
bulundu, tabirini kullanmalarıdır. Böylelikle, buradaki "vav" harfi
"ya" harfine dönüşmüş olmaktadır.
Nitekim, araplann yerine demeleri buna benzer. Âyet-i kerimedeki
"ev: yahut, veya" buyruğu burada "vav; ve" anlamındadır.
Yani sizler hasta olursanız veya yolculukta iseniz, ve bu arada
herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, teyemmüm ediniz demektir. Buna göre
teyemmümü gerektiren sebep, had estir. Yoksa hastalık yada yolculuk değildir.
İşte bu önceden de açıkladığımız gtbi, mukimken teyemmümün caiz olduğuna
delildir.
Şu kadar var ki, buradaki "ev" ile ilgili olarak nazar
ehlince (tetkik erbabına göre) "ev" edatının asıl anlamı üzere
kullanılmıştır. Çünkü "ev veya"nm üer.C-ne has bir anlamı, "vav
ve"mn de kendine has bir anlamı vardır. Onlara göre, bunun anlamının
böyle olması, ifadede hazf bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buyruğun anlamı da
şöyle olur: Eğer suya el değdirmeye güç yetiremeyecek şekilde hasta olur, yahut
yolculukta bulunup ta su bulamayıp, ancak su kullanmaya da ihtiyacınız
olursa... anlamındadır.
Doğrusun en iyi bilen Allah'tır.[210]
Âyet-i kerimedeki "el-Gâit" lafzı, mana yoluyia küçük tahareti
bozan bütün hadesleri bir arada ifade etmektedir Ancak, ilim adamları bunları
tesbit-te ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta yapılan açıklamaların en üstünü,
bunların ^ türlü olduğudur. Mezhebimizde bunlar hakkında görüş ayrılığı yoktur:
Bun-lar, aklın zail olması, mutad otan şeylerin çıkması ve dokunmaktır.
Ebu Hanîfe'nin mezhebine göre ise, vücuttan çıkan necasetlerdir. O, bu
necasetlerin çıkış yerini de nazarı itibara almaz» dokunmayı da abdesti bozan
sebepler arasında saymaz.
Şafiî ve Muhammed b. AbdilhakenVin mezhebine göre ise, her iki yoldan
çıkanlardır Bunlar, mutad olan şeyleri gözönünde bulundurmazlar, fakat dokunmayı
(abdesti bozan) sebepler arasında sayarlar.
Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre şunu bil ki, müslümanlar,
baygın-hk, delilik yahut sarhoşluk sebebiyle aklı zail olan kimsenin abdest
almakla yükümlü olduğunu icma ile kabul etmiş, fakat uykunun diğer hadesler gibi
bir hades mi yoksa hades değil de hadesli olma halinin zannedildiği bir hal mi
olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda ikisi uç ve birisi de orta
olmak üzere üç görüş vardır:
Uç görüşlerden birisi şöyledir: el-Muze Ebu İbrahim İsmail, bunun hades
olduğu'görüşündedir. Diğer hadesler gibi, uykunun azı da çoğu da abdest almayı
gerektirir. Mâlik'in Muvatta'daki görüşünün muktezası da budur. Çünkü o, orada
şöyle demektedir: Ya önden yahut arkadan çıkan bir hades veya uyku sebebiyle de
olmadıkça abdest almaz.
[211]
Yine SafVân b. Assal'dan gelen ve Nesâî, Dârakutnî ve -sahih olduğunu
da belirterek- Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisin muktezası da budur Hepsi de
bu hadîsi Asım b. Ebi'n-Nücûd'dan, o, Zir b. Hubeyş'den rivayet etmektedirler.
Zir dedi ki: Safvân b. Assai el-Muradi'ye gidip şöyle dedim: Ben sana mestler
üzerine mesh etmeye dair soru sormak üzere geldim. Dedi ki: Peki, ben
Rasûlullah (sav)'ın gönderdiği askerler arasında bulunuyordum. O, bizlere
"Taharet (tere onları giydiğiniz takdirde mestler üzerine yolculuğa
çıkmamız halinde üç gün süreyle mesh etmemizi, ikâmet edecek olursak da, bir
gün bir gece mesh etmemizi ve küçük abdest bozmaktan, büyük abdest bozmaktan,
uykudan dolayı çıkarmamamızı, ancak cünupluktan dolayı çskairmami-zı"
emretti.[212]
Bu hadis-i şerifte ve Mâlik'in naklettiğimiz görüşünde, büyük abdest
bozmak, küçük abdest bozmak île uyku eşit değerlendirilmektedir. Bunlar derler
ki: Kıyasa göre fazîa uyku ve aklı örten bölümü hades kabul edildiğine göre,
uykunun azının da bby\e olmasv icabeder.
Ali b. Ebi Talib'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Dübürün bağı, iki gözdür (uyanık olmaktır). O bakımdan
kim uyursa abdest alsın.”[213]
Bu ise umumi bir buyruktur. Ve bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. Dârakutnî
bunu, Muaviye b. Ebi Süfyan yoluyla Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir.
[214]
jkind uç görüş; Ebû Mûsâ el-Eşârî'den, uykunun hangi durumda olursa olsun,
hades-olmayacağı görüşünde olduğuna delâlet eden bir rivayet gelmiş
bulunmaktadır. Ona göre, uyuyan bir kimse uyku dışında bir başka badesi
olmadıkça abdestlidir. Çünkü, uyuduğu vakit kendisini koruyan kimseler görevlendirirdi.
Eğer kendisinden hades çıkmayacak olursa, uykusundan kalkar ve namaz kılardı.
Bu Abîde, Said b, el-Müseyyeb ve Mahmud b. Halid'in rivayetinde, el-Evzaî'den
de rivayet edilmiştir,
Cumlıur ise bu iki uç kanaate muhalif görüştedir, Mâlik'in görüşü özetle
şöyledir: Her kim uyur, uykusu ağırlaşır ve uzayıp giderse, hangi durumda
olursa olsun onun abdest alması icabeder. Bu aynı zamanda, ez-Zûhrî, Rabia ve
el-Velid b. Müslim'in rivayetine göre -el-Evzaînin de görüşüdür.
Ahmed b, Hanbel ise der ki: Şayet uyku hafif olup, kalbi Örtmeyecek ve
onu daldırmayacak türdense zarar vermez.
Ebu Hanife ve arkadaşları der ki: Yatarak ya da teverrük ederek (sağ
kalçasını sağ ayağına dayayıp, sol ayağını da sağ ayağının altından çıkarması
şeklindeki oturuş) uyuyan dışında herhangi bir kimsenin abdest alması
gerekmez.
Şafiî der ki: Oturarak uyuyanın abdest alması gerekmez. Ayrıca bunu İbn
Vehb de Mâlik'ten rivayet etmiştir.
Bu görüşlerden sahih olanı, Mâliki ınezhebindckt meşhur görüştür. Çünkü
İbn Ömer'in rivayet ettiği bir hadise göre, Rasûlullah (sav) bir gün bir meşguliyeti
sebebiyle yatsı namazını ertelemek durumunda kaldı. Nihayet biz, mescidde
uyuduk. Sonra ayandık, sonra yine uyuduk. Sonra bir daha uyandık. Sonra
Peygamber (sav) yanımıza çıkageidi. Sonra da şöyle buyurdu: "Şu anda
yeryüzündeki insanlar arasında sizden başka namazı bekleyen kimse yoktur"
Bu hadisi hadis imamları rivayet etmiştir. Lafız ise, Buhârî'nindir.
[215]
Bu hadis, hem isnad, lıcm amel bakımından bu konuda gelen rivayetlerin
en sahih olanıdır.
Mâlik'in Muvatta'mda söyledikleri ile Safvân b. Assai yoluyla gelen
hadiste söylenenlere gelince, bunun da anlamı şudur: Kişiyi etkisi altına alan
ağır uyku abdesti bozar. Bu hadis-i şerif ile bu manadaki diğer hadisler bu
açıklamaya delildir. Aynı şekilde Saffan'ın bu hadisini;Veki', Mis'ar'den o,
Asım b Ebi'n-Necüd'dan rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Âsim, "yanut
uyku" yerine "yahut yel" demiştir. Darakutnî der kt: Bu hadiste
"yahut yel" ifadesini, Vckİ'in Mis'ar'den rivayetinden başka diyen
olmamıştır.
[216]
Derim kî: Vekî', sika ve güvenilir bir imamdır. Buharı, Müslim ve benzeri
hadis imamları ondan hadis rivayet etmişlerdir. O bakımdan uykunun bir hades
olduğu hususunda Saffan'ın hadisine yapjşanîarm bu hadisi delil
gös-termelerinejmkân kalmamaktadır. Ebu Hanife'nin görüşü ise zayıftır.
Dâra-kutnî'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre Rasûlullah (sav) secde halinde
iken uykusu derin leşi ne ey e, yahut hafifçe horlayıncaya kadar uyudu, sonra
kalktı ve namazanı kıldı. Ey Allah'ın Kasûlu uyudun, dedim. Şöyle buyurdu:
"Abdest ancak, yatarak uyuyan kimse için vaciptir. Çünkü bir kimse yattı
mı, artık onun mafsalları gevşer".
[217]
Bu hadisi tek başına £bû Halid, Katade'den rivayet etmiştir. Sahih bir rivayet
değildir. Bunu da Dârakutnî söylemiştir.
[218]
übû Dâvûd da bu hadisi rivayet etmiş olup şöyle demiştir : Hz. Peygamberin:
"Yatarak uyuyana abdest almak düşer" ifadesi, münker bir hadis olup,
bunu Ebu Halid Yezid ed-Dâlânî, dışında kimse Katade'den rivayet etmemiştir.
Baştarafını ise bir topluluk, İbn Abbas'tan nakletmekle birlikte bu kabilden birşeyden
söz etmemişlerdir.
[219]
Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr de şöyle demektedir: Bu, münker bir hadistir.
Ka-tade'nin sika ravilerinden herhangi bir kimse bunu rivayet etmiş değildir.
Bunu tek başına Ebû Halid ed-Dâlânî rivayet etmiş ve onun bu fazlalığını inkâr
etmişlerdir. Bu kabilden naklettiklerinde ise, delil teşkil edemez,
Şafiî'nin, yalnızca oturan müstesna, uyuyan herkese abdest almak düşer
ile mutedil halden meyleden ve böylelikle uyuyan herkesin de abdest alması
gerekir, sözüne gelince, bu aynı zamanda Taberî ve Davud'un da görüşüdür. Ali,
İbn Mes'ud ve İbn Ömer'den de rivayet edilmiştir. Zira bu şekilde uyuyan
kimsenin uykusunun ağırlaşması pek rastlanan bir hadise değildir. O bakımdan
böyle bir uyku hafif uyku mesabesindedir.
Dârakutnt de Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesi yoluyla,
Rasûlullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir; "Her kim oturarak
uyursa, onun için abdest almaya gerek yoktur. Her kim yanını yatağa koyarsa
onun abdest alması gerekir."
[220]
İnsan vücudundan çıkanların abdestİ bozmasına gelince, bizim lehimize,
Buharînin yaptığı şu rivayet delildir Buharî dedi ki: Bize Kuteybe anlam, dedi
ki, bize Yezid b. Zurey anlattı. Yezid, Halid'den, o, îkrime'den, o, Aişe'den
şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (sav) ile birlikte hanımlarından birisi
iti-kâfa girdik. O kadın, kırmızı ve san renkte akıntı görüyordu. Namaz kılarken
altına leğen koyduğumuz dahi olurdu.
[221]
Görüldüğü gibi bu mutad olmayan bir şekilde çıkmaktadır. Bu kesilen bir
damardan ötürü gelmektedir. O haİde bu bir hastalıktır. İki yoldan gelip de bu
şekilde olan bir akıntı dolayısıyla bize göre -belirttiğimiz gibi Şafiî'ye
hilâfen- abdest almak vacib değildir. Başarımız Allah'tandır. Ayrıca bu
Hanelilerin, çıkanın necaset olmasına itibar etmesi şeklindeki kanaatini de
reddetmektedir. Böylelikle Mâlik b. Enes'in mezhebinin sahih olduğu ve açıkça
anlaşıldığı ortaya çıkmaktadır. Nefes alıp verildiği sürece Allah, ondan ve
diğerlerinin tümünden razı olsun.
[222]
Yüce Allah'ın: Ya da kadınlara dokunur da..." buyruğunu, Nâfi’,
İbn Kesir, Ebû Âmr, Âsim ve İbn Amir Dokunursam" diye okumuşlardır. Hamza
ve el-Kisaî iser eklinde okumuşlardır.
Bu* kelimenin anlamı ile ilgili olarak üç görüş vardır: Biricisi, bunun
cima-da bulunursanız anlamına gelmesi, ikincisi tenleriniz değerse anlamına gelmesidir.
Üçüncüsü ise her ikisini de bir arada mütalaa eden görüş.
Bunun şeklindeki okunuşu da çoğu kimseye göre aynı anlamdadır. Şu
kadar var ki, Muhammed b. Yezid'den şöyle dediği nakledilmektedir: Sözlükte
evlâ olan 'ınf öpseniz veya buna benzer bir anlam ifade etmesidir. Çünkü bu
durumda, her bir tarafın bir Fiili vardır. Diğer okuyuş olan ise, onların
üstüne varırsanız ve onlara temas ederseniz, demektir. Bunda ise kadının
herhangi bir fiili yoktur
İlim adamları, âyet-i kerimenin (bu bölümünün) hükmü hakkında, beş farklı
görüş ortaya atmışlardır. Bir kesim der ki: Burada mülamese, ele has bir
tabirdir. Cünup olan kimse ise, ancak su ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Dolayısıyla
yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur..." buyruğu ile kast edilen anlamın
kapsamına girmemektedir. O bakımdan cünubun teyemmüm etmesi sözkonusu olmaz.
Cünup, ya gusleder yahut da suyu buluncaya kadar namazı bırakır. Bu görüş, Hz.
Ömer ve îbn Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.
Ancak, Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: bu meselede, İslam âleminin değişik
bölgelerindeki fukabalarından, Hz. Ömer ve Abdullah b. Mes'ud'un görüşü
doğrultusunda rey sahipleri olsun, hadis ehlinden olsun, görüş belirten kimse
olmamıştır. Bunun sebebi, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- Ammâr ve İmran
b. Husayn ile Ebu Zer'in Hz. Peygamber'den cünup olan kimsenin teyemmümüne dair
yaptıkları rivayetler olmalıdır.[223]
Ebu Hanife, bu görüşün aksini ileri sürer ve der ki: Burada
mülâme-se'den kasıt, cima demek olan lemse hastır. Cünup olan bir kimse
teyemmüm eder, eliyle-dokunan kimselerden ise burada sözedilmemiştir. Çünkü bu,
ha-des de değildir. Abdesti bozan bir iş de değildir. Kişi lezzet almak
kastıyla hanımını öpecek olsar abdestî bozulmaz. Onlar bu görüşlerini,
Dârakutnî'nin Hz. Âişe'den gelen şu rivayeti île de desteklerler: Rasülullah
(sav) hanımlarından birisini öptü, sonra da abdest almaksızın namaza çıktı.
Urve dedi ki: Bçn ona: Sözünü ettiğin bu kadın senden başkası olabilir mi diye
sordum. O da güldü.[224]
Mâlik der ki: Cima yoluyla mülâmesede bulunan kişi, (su bulamayacak
olursa) teyemmüm eder, el ile mülâmesede bulunan (dokunan) kimse ise, lezzet
aldığı takdirde teyammüm eder. Şehvetsiz olarak dokunacak olursa, ab-dest
almasını gerektiren bir durum yoktur. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Âyetin
muktezâsı da budur.
Ali b. Ziyad der ki: Eğer hanımının üzerinde kalın bir elbise varsa,
herhangi bir şey yapması gerekme?.. Şayel elbisesi ince ise abdest alması
gerekir. Abdulmelik b. el-Macışûn der ki; Oynaşmak kastıyla eliyle hanımına
kasten dokunan bir kimse lezzet alsın almasın, abdest alsın, Kadı Ebu'l-Velid
el-Bâ-ci ise, el-Münteka'âsL şöyle demektedir: Mâlik ve arkadaşlarının mezhebinde
tahkik sonucu varılan hüküm şudur: Abdest almak, onun lezzet kastıyla elini
değdirmesi dolayısıyla icabeder. Bizzat lezzetin varlığı dolayısıyla değil.
Hanımına dokunmakla lezzet almak maksadını güden bir kimse için abdest almak
icabeder. Bu dokunmakla lezzet alsın veya. atmasın fark etmez fşte İsa'nın,
İbnü'l-Kasım'dan gelen rivayetinde, el-Utblyye'deki ifadelerin manası budur.
Sadece erkeklik organının sertleşmesine gelince, İbn Nafi'nin Mâlik'ten
rivayetine göre, beraberinde dokunma yahut mezi olmadığı sürece, ne abdesti
gerektirir, ne de gusletmeyi.
eş-Şeyb E bu îshak der ki: Erkeklik organı sertleşenin abdesü bozulur.
Bu, Mâlîk'İn de el-Müdevvene' de yer alan görüşüdür.
Şafiî ise der ki: Erkeğin bedeninin herhangi bir tarafı kadın bedeninin
herhangi bir tarafına dokunacak olursa, bu ister el ile olsun, ister vücudun
azalarından bîr başkasıyla olsun, bundan dolayı abdesti bozulur. Aynı zamanda
bu, İbn Mes'ud, İbn Ömer, ez-Zülırî ve Rabla'nın da görüşüdür.
el-Evzaî der ki: Dokunma el ile olursa, abdest bozulur. El ile olmazsa
abdest bozulmaz. Çünkü yüce Allah: "Kendileri de elleriyle ona
dokunsalar-di" (el-En'âm, 6/7) diye buyurmaktadır.
İşte bu hususta, beş ayrı görüş bunlardır. Bunların en isabetli
olanları, Mâ-lik'in görüşüdür. Bu, Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan rivayet
edildiği gibi, Abdullah b. Mes'udfun da görüşüdür. Çünkü Abdullah b. Mes'ud der
ki: Mü-lâmese cimadan ayrıdır. Ve bundan dolayı da abdest almak icabeder.
Fuka-hânın çoğunluğu da bu görüştedir.
İbnü'l-Arabî der ki: Âyetin anlamından zahiren anlaşılan da budur. Çünkü,
yüce Allah'ın bu âyetin baş tarafında yer alan: "Cünup iken" buyruğu
cimayı ifade eder. "Yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelirse"
buyruğu, Iıadesi ifade eder. "Yahut kadınlara dokunur da" buyruğu da,
dokunmayı ve öpmeyi ifade eder. Böylelikle bunlar, üç ayrı hüküm için üç ayrı
cümle olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da ilmin ve i'lâmın (bilip bildirmenin,
nihai bir derecesidir). Şayet, dokunmaktan (lems ve mülâmese'den) maksat cima
olsaydı ifadede bir tekrar olurdu.
Derim ki: Ebu Hanife'nin delil diye gösterdiği, Hz. Aİşe yoluyla gelen
hadise gelince, bu mürsel bir hadistir. Bunu Veki\ el-A'mcş'ten, o, Habib b.
Ebi Sabitten, o, Urve'den, o, Aişe'den rivayet etmiştir Yahya b, Said,
el-A'meş'in 1-iabib'den, onun da Urve'den rivayet ettiği hadisi zikredip şöyle
der:
Süfyan es-Sevri'ye gelince, o, insanlar arasında bunu en iyi bilen
kimse idi. İşte o, Habib'in Urve'den hiçbir şey işitmemiş olduğunu iddia
etmiştir.
Bunu da Dârakutnî söylemiştir.[225]
Denilse ki: Sizler mürseli kabul ediyorsunuz, O halde bunu da kabul etmeniz
ve gereğince amel etmeniz gerekir. Deriz ki: Biz bunu âyetin zahiri ve ashab-ı
kiramın ameli dolayısıyla terk ettik. Denilse ki: Mülâmese cimanın kendisi
demektir. Ayrıca bu İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Deriz ki: Ömer
el-Faruk ve onun oğlu bu hususta ona muhalefet ettiği gibi, Abdullah b. Mes'ud
da -ki, o Kûfelidir, (yani Küfede yerleşmiş bir sahabidirV bu konuda onlara
uymuştur, Siz ne diye ona muhalefet etmektesiniz.
Yine denilse ki: Mülâmese, müfâafe (yani iki taraflı işin yapıldığını
ifade eden kip) babındandır. Bu ise ancak iki taraftan olur. Elle lems
(dokunmak), ancak tek taraflı olur. Böylelikle mülâmesenin cima olduğu sabit
olmaktadır. Deriz ki: Mülâmesenin muktezası, iki tenin birbirine değmesidin Bu,
ister bir taraftan, ister iki taraftan yapılmış olsun farketmez. Çünkü,
bunların her birisi aynı zamanda hem lems eden, hem lems olunan diye
nitelendirilir.
Bir diğer cevap da şöyledir: Mülâmese, bazan tek taraflı da olabilir.
Bundan dolayı Peygamber (sav) mülâmese satışını[226]
yasaklamıştır. Elbise ise, mel-mûs (kendisine dokunulan) olur. Hiçbir zaman
kendisi dokunan olamaz, İbn Ömer def bizzat kendisi hakkında şöylece haber
vermektedir: "Ve o günlerde ben, ihtilâm olacak yaşlarda idim. (Burada
müfeale kipinden nâheztü'yü kullanmıştır,) Araplar da: Hırsızı cezalandırdım.
Ayakkabıyı çekiçle dövdüm, derler (ve tek taraflı yapıtdtğı halde müşareke
ifade eden kipi kullanırlar.) Bu kabilden kullanımlar da pek çoktur
Denilse ki: Şanı yüce Allah, İmdesin sebebi olan ayak yolundan gelişi
zikrettiği yerde, cünupluğun sebebini zikretmiştir kir o da mülâmesedir. Böylelikle
su bulmama halinde, İmdesin ve cünupluğun hükmünü beyan etmektedir. Tıpkı
suyun bulunması halinde bunların hükümlerini açıkladığı gibi. Deriz kî: Bizler,
bu kelimenin aynı zamanda hem cima, hem lems {dokunmak) anlamına alınmasına
mani görmüyoruz, Açıkladığımız gibi bu aynı zamanda her iki hükmü de ifade
etmektedir. Ve belirttiğimiz gibi bu (müşareke olmayan kiple): diye de
okunmuştur.
Şafiî'nin sözünü ettiği, erkeğin kadına, arada bir engel olmaksızın
herhangi bir uzvuyla şehvetli ya da şehvetsiz dokunmasının abdesti
gerektirdiği seklindeki görüşüne gelince; bu da Kuran-ı Kerimin zahirinden
anlaşılan ifadedir. Aynı şekilde, kadın da ona değmiş olacağından onun da
abdest alması icabeder. Saç, bundan müstesnadır. Bir kimse, şehvetli veya
şehvetsiz, hanımının saçına dokunacak olursa, abdest alması gerekmez. Diş ve
tırnak da böyledir Çünkü bunlar, tenden farklı şeylerdir. Hanımının saçına
dokunduğu takdirde ihtiyat yolunu seçip abdest alacak olursa, bu güzel bir şey
olur Koca? hanımına yahut kadın, kocasına eîiyie ve elbisenin üst tarafından
dokunup bundan dolayı da lezzet alacak veya almayacak olsa, bizzat tene dokunmadığı
sürece her ikisinin de abdest alması gerekmez. Bunu kasten veya unutarak
yapmaları farketmez. Kadının hayatta olması, yahut -yabancı olması halinde-
ölü olması da durumu değiştirmez. Eliyle küçük bir kıza yahut yaşiı-c;ı acuze
bir kadına, veya nikahlaması kendisine helâl olmayan mahremlerinden birisine
dokunması haline dair farklı görüşleri gelmiştir. Bir seferinde abdest bozulur
demiştir. Çünkü yüce Allah: "Ya da kadınlara dokunur,,." buyruğunda
fark gözetmemiştir, İkinci seferinde ise, abdest bozulmaz, demiştir. Çünkü
böylelerinc karşı şehvet duyulmaz.
el-Mervezî der ki: Şafiî'nin görüşü kitabın zahirine daha uygun düşmektedir.
Çünkü yüce Allah: 'Yada kadınlara dokunursanız" diye buyurmakla, şehvetli
ya da şehvetsiz dememektedir.
Aynı şekilde Peygamber (sav)ın ashabından bu durumda abdest almayı vacip
görenler de şehvet şartını koşmamışlardır. Tabiinin geneli de aynı şekilde bu
şartı koşmamışlardır. el-Mervezî der ki: Mâlik'in kabul ettiği şekilde şehveti
ve elbisenin üstünden lezzet almayı gözönünde bulundurup bunun abdest almayı
gerektirdiği kanaatine gelincet bu hususta el-Leys b. Sa'd da ona muvafakat
etmiştir. Bu ikisinden başka bu, kanaatte olan kimseyi bilmiyoruz. Ancak bu
kıyasen de sahih değildir. Zira bu şekilde hareket eden bir kimse, hanımına
dokunan (lems eden) olmaz. Ve hakikatte de onunla temas etmiş (teni tenine
değmiş) değildir. Bu olsa olsa, onun elbisesine temas eden bir kimsedir.
Fukaha, icma ile şunu kabul etmişlerdir: Lezzet alacak olsa ve canı ona
dokunmayı çekse, bundan dolayı abdest alması icabetmez. Aynı şekilde elbisenin
üst tarafından dokunanın durumu da böyledir. Çünkü bu durumda olan bir kimse,
kadına temas etmiyor demektir.
Derim ki: el-MervezTnin sözünü ettiği bu hususta Mâlik ile el-Leys b.
Sa'd'dan başka aynı görüşü paylaşan yoktur, iddiasını ele alalım. Hafız Ebu
Ömer b. Abdi'l-Beıfin naklettiğine göre bu, aynı zamanda İshak'm ve Ah-med'İn
de görüşüdür
Ayrıca bu görüş, eş-Şa'bî ve cn-Nehaî:den de rivayet edilmiştir.
Bunların hepsi der ki: Dokunup da lezzet alacak olursa abdest alması icabeder.
Lezzet almazsa abdest gerekmez. el-Mervezî'nin: "Bu kıyasen de sahih olamaz"
sözüne gelince; Onun bu görüşü de sahih değildir. Çünkü Hz- Aişe'den
sahih haberde şöyle dediği zikredilmektedir: Ben Rasûluliah (sav)
önünde ayaklarım onun kıblesi tarafında olduğu halde uyurdum. Secde ettiği
vakit, eliyle benî dürter (ğamezenî) ben de ayaklarımı kendime doğru çekerdim.
O ayağa katklı mı, tekrar oniarı uzatırdım. Hz. Aişe der ki: O günlerde evlerde
kandil bulunmuyordu.[227]
İşte bu, Peygamber (sav)'in dokunan kimse olduğu ve onun Hz. Aişe'nin
ayaklarına el değdirdiği hususunda açık bir nastır. Nitekim el-Kasım'ın Hz,
Aîşe'den rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Secde etmek istediğinde elleriyle
ayaklarıma dokunurdu, ben de ayaklarımı çekerdim." Bunu Buharı rivayet
etmiştir.[228]
İşte bu yüce Allah'ın; "Ya da kadınlara dokunursanız"
buyruğundaki umum ifadeyi tahsis etmektediı D halde âyetin zahiri ne şekilde
dokunursa dokunsun, dokunan herkesin abdestinin bozulmasını gerektirir. Ancak,
yüce Allah'ın Kitabının beyanı demek olan sünneti seniyye de abdestin bazı
dokunanlar için gerektiğine, bazıları için de gerekmediğine delâlet etmektedir.
Gerekmeyen kimse ise, lezzet almayan ve lezzet kastı ile dokunmayan kimsedir.
Burada: Belki de Hz. Aişe'nin ayaklan üzerinde bir örtü bulunuyordu. Yahut da
Hz. Peygamber, ayaklarını elbisenin yeni ile dürtüyordu, denilemez. Çünkü buna
karşılık biz şöyle cevap veririz: Dürtmenin fel-Ğamz gerçek mahiyeti Ele
yapılmasıdır. Semiz olup olmadığım anlamak amacıyla koçu el İle yoklamak için
de bu mastardan türemiş fiiller kullanılır.
Ancak, elbisenin yeni ile vurmak anlamını ifade etmek üzere
"ğamz" kelimesi kullanılmaz. Uyuyan kişinin ayağı ise, çoğunlukla
çıplak olur ve dışarıda kalır, Özellikle uzunlamasına yatıp uyumuş ve darlık
çeken birisi ise bu böyledir. O dönemde durum bu idi. Nitekim Hz. Âîşe'nin:
Ayağa kalktı mı, ayaklarımı uzatırdım sözleriyle: "O günlerde evlerde
kandil bulunmuyordu"' ifadelen dikkatimizi çekmektedir.
Yine Hz. Âişe'den gayet açık bir şekilde şöyle dediği nakledilmiştir;
"Peygamber (sav) namaz kılarken ayaklan mt onun kıblesine doğru
uzatırdım. Secdeye vardı mı, o beni eliyle dürter, ben de ayaklarımı
kıblesinden çekerdim. Kendisi ayağa kalktı mı, yine onları uzatırdım." Bu
hadisi de BuhSrî rivayet etmiştir[229]
Böylelikle dürtmenin (eJ-Gamz) tenlerin dokunmasıyla gerçek anlamı ile
kullanıldığı ortaya çıkmaktadır.
Bir diğer delil de, yine Hz. Âişe'den rivayet edilen şu sözleridir:
"Gecenin birinde Rasûluliah (sav)'ı yanımda yatakta bulamadım. Onun nerede
olduğunu araştırmaya koyuldum. Ellerim kendisi mescidde iken ve ayaklan (secde
halinde) dikilmiş olduğu halde, ayaklarının iç tarafına değdi" diyerek
hadisin geri kalan kısmını nakletmektedir.[230]
Hz. Aişe ellerini, secdede iken Peygamber efendimizin ayaklarına koyduğu vakit,
o da secdesini devam ettirdi. İşte bu, abdestin her tenleri değenler hakkında
değil de, bir kısmı hakkında bozulacağının delili olmaktadır.
Denilse kir el-Müzenî'nin de dediği gibi, Hz. Peygamberin ayaklan üzerinde
bîr hail (tenlerin değmesini engelleyen bir örtü) bulunmakta idi. Şöyle cevap
verilir : Ortada bir hâil olduğu sabit oluncaya kadar, ayak denildiği zaman,
onun hâilsiz (yani çıplak) olduğu anlaşılır. Aslolan da zahiri ifadelerin
sınırını aşmamak, orada durmaktır. Hatta bütün bu anlattıklarımızdan ayağın
çıplak olduğu adeta nass ile açıkça ifade edilmiş gibi anlaşılmaktadır.
Denilse ki; Ümmet icma ile şunu kabul etmiştir; Bir erkek, bir kadını
zor-lasa ve onun sünnet yeri kadmın sünnet yerine dokunsa, bundan dolayı da o
kadın hiçbir lezzet almasa, yahut kadın uykuda bulunup bundan dolayı zevk
almasa ve hiçbir şekilde arzu da duymasa yine de o kadının gusletmesi vaciptir.
Aynı şekilde şehvetli, ya da şehvetsiz öpen veya elini değdirenin hükmü de
böyle olmalıdır. Onun da abdesti bozulmuş olur ve abdest alması icabeder.
Çünkü, dokunmak, el İle yoklamak ve öpmekten anlaşılması gereken bunların,
ifade ettiği manadır, lezzet değildir.
Buna şöyle cevap veririz; el-A'meş ve başkalarının sizin bu hususta
iddia ettiğiniz ietnaa muhalefet ettiğinden daha Önceden sözetmiş bulunuyoruz.
Bununla birlikte biz icmaı kabul etsek dahi, bu anlaşmazlık mahallinde
icmaı bize karşı delil göstermek bağlayıcı bir delil olamaz. Çünkü bizler,
mezhebimizin doğruluğuna sahih bir takım hadisleri delil göstermiş bulunuyorum.
Sizin iddianıza göre: "Hadis sahih olduğu takdirde o hadisi alınız, benim
sözümü bırakınız" sözünü ilk defa Şafiî söylemiştir. Oysa, bizce meşhur
olduğu gibi, ondan önce hocası Mâlik bunu söylemiş bulunmaktadır.
Şimdi bu konuda hadis sabit olduğuna göre, niçin hadisin gereğini söylemiyorsunuz?
Sizin mezhebinize göre, bir kimse hanımına tedip etmek ve ona karşı sert
davranmak kastıyla eliyle bir tokat vuracak olsa, abdesti bozulur. Çünkü maksat
fiilin, varlığıdır, Bildiğim kadarıyla, kimse böyle bir görüş ileri
sürmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hadis İmamları Malik ve diğerlerinin rivayetine göre, Peygamber (sav),
kızı Zeynep ile Ebu'l Âs'dan olma kız torunu Umâme, omuzları üstünde olduğu
halde namaz kılardı.
Rükû'a vardığında onu yere bırakır, sücuddan kalkığı vakiı de tekraı eski
yerine koyardı.[231]
Bu iser Şafiî'nin nakledilen iki görüşünden birisi olan şu sözünü
reddetmektedir: Küçük bîr kıza dokunacak olsa yine abdesti bozulur. Şafiî bunu
ileri sürerken "nisa" (kadınlar) lafzına tutunur. Ancak bu zayıf bir
görüştür. Çünkü küçük kıza dokunmak duvara dokunmak gibidir. Diğer taraftan
lezzeti nazarı itibara almadığından dolayı, mahrem kadınlara dokunması
hususunda farklı görüşleri gelmiştir.
Bizler ise, lezzeti nazarı itibara aldığımızdan, lezzet bulunduğu
takdirde hükmün varlığından sözedilir ki, o da abdestin gereğidir, Evzaî'nin
özel olarak el ile dokunmayı nazarı itibara alması şeklindeki görüşüne
gelince, Bunun sebebi, dokunmanın (lemsin) çoğunlukla el ile olmasından
dolayfdır. O da dokunmayı, diğer azalar bir tarafa yalnızca ele münhasır kabul
etmiştir. Öytekı, koca, ayaklarını hanımının elbiseleri araşma sokup fercine
yahut da karnına dokunacak olsa, bundan dolayı abdesti bozulmaz. Hanımını öpen
koca hakkında da şunları söylemektedir: Böyle birisi gel İp bana soru soracak
olsa, abdest alır derim. Fakat abdest almayacak olsa. da ayıplamam. Ebu Sevr de
şöyle demektedir: Hanımını öpen, yahut îeni tenine değen veya ona dokunan
kimsenin abdest alması gerekmez. Bu görüşler ise, Ebu Hanife'nin mezhebine
göre izah edilebilir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[232]
Yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız" buyruğunda işaret edilen
yolcunun su bulamama sebepleri şöylece sıralanabilir: Yolcu, ya bütünüyle ya da
kısmen su bulamıyabilir. Yahut su aramaya koyulacağından, yol arkadaşlarından
geri kalmaktan ya da eşyalarına zarar gelmesinden korkabilir. Yahut hırsız ya
da yırtıcı hayvanlardan, ya da vaktin çıkmasından korkabilir. Veya (suyunu
kullanacak olursa) kendisinin ya da başkasının susuz kalacağından korkabilir.
Bedeninin mashalatı için pişireceği yemeğe gerek duyacağı suyun hükmü de
böyledir.
İşte bütün bunlardan herhangi birisi sözkonusu olduğu takdirde, teyemmüm
alır ve namazını kılar. Hastanın kendisine su verecek kimseyi bulamaması,
yahut suyu kullanmaktan zarar göreceğinden korkması da suyu bulamamak
demektir. Ayns şekilde bütün herşeyİ kuşatan bir pahalılık, yahut hapse
atılmak veya bağlanmak da mukim ve sağlıklı olan kimse için su yok hükmündedir.
el-Hasen der ki: Kişi gerekirse bütün malını vererek su alır, varsın parasız
kalsın. Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Allah'ın dini bir kolaylıktır. Bir başka
kesim de şöyle demektedir: Gerçek değerinin üçtebîr ve daha ' fazla miktarını
aşmadığı sürece onu satın alır. Birbaşka kesim de şöyle der: Bir dirhemlik
suyu, iki ve üç dirheme ve bu civarda bir Fiyata satın alır (ve abdestini
alır). Bütün bunlar, Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun )'în görüşüdür.
Eşheb'e: Bir kırba su on dirheme satın alınır mı? diye sorulmuş, o da,
insanların bu şekilde bir alış veriş yapmakla yükümlü oldukları görüşünde
değilim, demiştir, Şafiî ise, fazla olmaması gerektiği görüşünü belirtmiştir[233]
Teyemmümün sahih olabilmesi için, su arama şart mıdır, değil midir hususunda
ilim adamlarının farklı kanaatleri vardır. Mâlikin mezhebinin zahirinden
anlaşıldığına göre bu şarttır. Şafiî'nin görüşü de budur. Kadı Ebu Mu-hammed b.
Nasr'm kanaatine göre ise, teyemmümün sahih olabilmesi için su aramak şartı
yoktur.
Bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görüşüdür. İbn Ömer'den rivayet edildiğine
göre o, yolculukta iken, su, yolundan iki ok atımlığı bir mesafede bulunduğu
halde yolunu bırakıp suya gitmezdi. İshak, ancak bulunduğu yerde suyu aramakla
yükümlüdür, der ve İbn Ömer'den gelen bu rivayeti zikrederdi. Şu kadar var ki,
birinci görüş daha sahihtir.
Muvatta'üa Mâlik'in mezhebinden meşhur olan da odur. Çünkü şanı yüce
Allah: "Su bula m az sanı'/" diye buyurmaktadır. Bu ise, ancak suyun
aranılmasından sonra teyemmüme başvurmayı gerektirmektedir. Aynı şekilde kıyas
cihetinden de, teyemmüm mübdel olan (taharet, abdest almak)'den aciz olmak
halinde yerine getirilmesi emrolunan bir bedeldir. O bakımdam onun mübdelinin
bulunmayacağından kesin olarak emin olmadıkça teyemmüm yapmak yeterli olmaz.
Tıpkı keffârette köle azad etmek ile oruç tutmanın birinin diğerinin yerine
geçmesi gibi.
[234]
Bu husus böylece tesbit edildikten sonra ve su da bulunamayacak olursa,
mükellef, zannı galibi ile, ya namazın vakti içerisinde su bulmaktan ümidini
keser yahut da zanni galibi ile su bulacağı kanaatine sahip olur, suyu bulacağına
dair ümidi de pekişir, yahud da bu iki husus eşit ihtimal kazanır. Görüldüğü
gibi üç ayrı durum sözkonusudur: Birinci halde, vaktin başında teyemmüm alıp
namaz kılması müstehabtır. Çünkü, su ile taharet almak faziletini elden
kaçırmış olsa bile, namazını ilk vaktinde kılma faziletini ele geçirmesi onun
için müstehabtır. İkinci durum sözkonusu ise, vaktin ortalarında teyemmüm
alır. Bunu Mâlik'in arkadaşları Mâlik'ten nakletmektedir. Su iîe
abdest alma faziletini elde eder umuduyla ilk vakitte kılma faziletini
elden kaçırmayacağı sürece namazını tehir eder. Çünkü, namazın ilk vaktinde kılınma
fazileti, ilk vaktin yakınlığı dolayısıyla orta vakitlerde kılınması ile de
elde edilebilir.
Üçüncü durumda, vaktin sonunda suyu bulacağı zamana kadar namazını
tehir eder. Çünkü su ile taharet fazileti, vaktin başında namazı kılmak faziletinden
daha büyük fazilettir. Zira, vaktin başında namazın kılınmasının faziletli
oluduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. Su ile taharet almanın fazileti,
ittifakla kabul edilmiştir.
Diğer taraftan, namazı ilk vaktinde kılma faziletinin terki, zaruret
olmaksızın dahi caizdir. Fakat, su ile taharet alma faziletinin zaruretsiz
terkedilme-si caiz değildir. Bunun için de öngörülen vakit, o namaz için uygun
görülen vaktin son zamanıdır. Bunu İbn Habib demiştir.
Eğer vaktin sonunda suyun bulunacağını bilirse, vaktin başında teyemmüm
alır ve namaz kılacak olursa, İbnül-Kasım der ki: Kıldığı bu namaz yeterlidir.
Şayet su bulacak olursa, yalnızca vakit çıkmamışsa namazını iade eder.
Abdulmelik b. el-Macişûn der ki; Bundan sonra su bulduğu takdirde mutlaka
namazını iade eder.
[235]
Suyun bulunması konusunda gözönünde bulundurulması gereken ölçü, tahareti
için yeteri kadar su bulmaktır.
Eğer yeterinden az su bulacak olursa, teyemmüm eder ve bulduğu kadar
suyu kullanmaz. Bu, Mâlik'in ve arkadaşlarının görüşüdür. Ebu Hanife ile iki
görüşünden birisinde Şafiî de bu görüştedir. İlim adamlarının çoğunluğunun da
görüşü budur. Çünkü yüce Allah, taharetin farzı olarak, iki şeyden birisinin
yerine getirilmesini emretmiştir. Bu da ya su ya topraktır. Şayet su teyemmüme
ihtiyaç bırakmayacak miktarda değilse, şer'an yok hükmündedir. Çünkü onun var
olabilmesi için istenen miktar yeteri kadar olmasıdır.
Şafiî'nin diğer görüşü ise şöyledir: Beraberinde bulunan suyu kullanır
ve teyemmüm eder. Çünkü o bir miktar da olsa bir su buîmaktadır. O halde teyemmümün
şartı tahakkuk etmemektedir. O miktarı kullanıp suyu tükenecek olursa
bulamadığı andan itibaren teyemmüm eder.
Suyu* yükünün arasında unutup teyemmüm eden kimsenin durumu hakkında
da Şafiî'den farklı görüşler nakledilmiştir. Sahih olana göre abdest alır ve
namazını iade eder. Çünkü yanında su bulunduğuna göre, O, suyu bulan bir
kimsedir. Fakat bu konuda kusurlu davranmıştır.
Diğer bir görüşü ise namazını iade etmez. Mâlik'in de görüşü budur.
Çünkü suyun bulunduğunu bilmeyecek olursa, onu bulmamış demektir.
[236]
Ebu Hanife, değişmiş su ile abdest almayı caiz görmektedir. Çünkü yüce
Allah: "Su bulamazsanız" diye buyurmuştur. Burada da nekire
(belirti-siz)'nin nefyedilmesi şeklindedir, Dilde bu kullanım umum ifade eder.
O halde ister değişmiş olsun, ister değişmemiş olsun, bütün sularla abdesJ
almanın caiz olduğunu ifade etmektedir, Zira değişmiş olan su hakkında da su
kelimesi kullanılabilir.
Deriz ki: Evet dediğiniz gibi nekirenin nefyedilmesi umum ifade eder.
Fakat cinsinde bir umumdur bu. O bakımdan ister sema, ister nehir, ister tatlı
bir pınar suyu, İster tuzlu olsun bütün suları kapsayan umumi bir ifadedir.
Cins İsmin dışında kalan, değişikliğe uğramış olan su ise, bunun kapsamına
girmez. Nitekim bakla ve gül suları da bunun kapsamına girmediği gibi- İleride
yüce Allah'ın izniyle, el-Furkan Sûresi'nde Cbk. 25/48. âyetin tefsirinde)
suların hükmüne dair açıklamalar gelecektir.
[237]
Abdest ve guslün, su bulunmaması halinde nebizin dışında herhangi bir
içecek ile caiz olmayacağını ilim adamları iema ile kabul etmişlerdir. Ancak
yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyruğu
bu görüşü reddetmektedir. Nebiz ile abdestin alınacağından sözeden ha-dis-i
şerifi İbn Mes'ud rivayet etmiştir.[238]
Ancak bu hadis sabit değildir Çünkü, buji adisi İbn Mesud'dan rivayet eden Ebû
Zeyd adında birisidir. Bu da Abdullah b. Mes'ud'la arkadaşlık yaptığı
bilinmeyen meçhul bir ravidir. Bunu İbnü'l-Münzir ve başkaları söylemiştir.
İleride Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar el-Furkan Sûresi'nde (az önce
belirtilen yerde) gelecektir.
[239]
Yokluğu teyemmüm etmeyi mubah kılan su, tâhir, mutahhir ve yaratılış nitelikleri
üzerine kalmış sudur. Kur'an ahkâmına dair telifde bulunanların kimisi şöyle
demiştir: Yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm
edin" buyurmakla suyun hiç bir parçasının, kısmının bulunmaması halinde
teyemmümü mubah kılmaktadır Çünkü bu, suyun her cüzünü kapsayan nekire bir
lafızdır. Su ister başka şeyle karışmış olsun, ister hiç birşeyle
karışık olmayıp baş/lıbaşına varolmuş olsun farketmez. Bununla birlikte
herhangi bir kimse, hurmadan yapılan nebîzde su vardır diyebilir. Durum böyle
olduğuna göre hurma nebizi bulunmakla beraber teyemmüm caiz olmaz, denilir. Bu,
Kulelilerden Ebû Hanîfe ve ashabının görüşüdür. Buna ileride el-Furkan Sûresİ'nde
belirtilecek, zayıf bir takım haberleri delil göstermişlerdir. Yine orada, yüce
Allah/ın izniyle su ile ilgili açıklamalar, da gelecektir.
[240]
Yüce Allah'ın: "Teyemmüm edin" buyruğundaki teyemmüm, bu ümmete
genişlik olmak hikmetine binâen, bu ümmete has özelliklerdendir. Peygamber
(sav) şöyle buyurmuştur: "Bizler sair insanlarla şu üç özelliğimizle üstün
kılındık: Bütün yeryüzü bize mescid kılındı, yeryüzünün toprağı da bize
temizlenme aracı oldu..." deyip hadisin geri kalan bölümü aktardı.[241]
Bundan önce, teyemmüm ruhsatının iniği ve bunun açıkladığımız üzere
gerdanlığın kayboluşu sebebiyle olduğuna dair açıklâ'malar geçmiş bulunmaktadır.
Teyemmümü mubah kılan sebepler de dalıa önceden açıklandı. Burada ise, teyemmümün
sözlük anlamı ve şer'î bir kelime olarak anlamı üzerinde durulacaktır.
Teyemmümün nitelikleri , keyfiyeti, kendisi ile ve kendisi dolayısıyla
teyemmüm yapılan sebepler, teyemmümün kimin için caiz olacağı, teyemmümün
şartları ve bunun dışında teyemmüme dair diğer hükümleri ele alacağız.
Sözlük anlamı itibariyle teyemmüm, kastetmektir. "Filan şeye
teyemmüm ettim" demek, onu kastettim, demektir. "Toprağa teyemmüm
ettim" demek, kasıtlı olarak toprağa yöneldim, demektir. "Okumla ve
mızrağımda ona teyemmüm ettim" derken, diğerleri arasından onu
kastederek, nişan aldım, vurdum, demek olur. el-Halil şu beyîti zikretmektedir:
"Mızrağı yanlamasına onu kastederek fırlattım. Sonra ona dedim ki:
Kahramanlık işte budur. Bu kaydırak oyunu (çocuk oyuncağı) değildir.
el-Halil der ki: Bu beyitte ilk kelimeyi: diye nakleden hatalı
nak-letmiştir. Çünkü o, " Yanlamasına" ifadesini de kullanmıştır.
Bu ise, ancak yan taraftan atılırsa kullanılan bir kelimedir. Yoksa
bununla önünü kastetmiş değildir. İmruu'l Kays da der ki:
"Ta Ezriat'tan onu kastederek geldim. Ailesi ise, Yesrib'te
bulunuyor. Evine en yakın olan kişinin (uzaklığı dolayısıyla) oldukça yükseği
ve uzağı görmeye ihtiyacı vardır."
Yine (İmruu'l Kays der ki):
"Üzerinde yosunun yükseldiği ve gölgenin kapladığı Dâric
yakınlarındaki pınarı kastetti (oraya yöneldi)."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"İşte bu şekilde bir belde hoşuma gitmezse
Devemi bir başka beldeye böylece yöneltirim (yüzünü oraya doğru
çeviririm];.
Bahile'li A'şa da der ki:
"Ve böylelikle ben Kays'a doğru yöneldim. (Ona gitmeyi kastettim)
Halbuki ona varıncaya kadar nice uzun yollar, geçitler ve gerçekten yol almanın
zor olduğu sert araziler vardır,"
Humeyd b. Sevr de şöyle demektedir:
"Rab'a sor, Um Tarık nereyi kastetti (nereye gitmek İçin yola
koyuldu) Acaba Rab'ın konuşmak diye bir adeti var mı ki?"
Şafii (r.a)'ın da şöyle bir beyiti vardır:
"İlmim benimle beraberdir. Nereyi kastetsem onu beraberimde
taşırım Kalbim onun için bir kalptır, yoksa o bir sandığın içinde (gömülü)
değildir."
İbnü's-Sikkit der ki: Yüce Allah'ın: "Temiz bir toprağa teyemmüm
edin"
buyruğu, temiz bir toprağa, kastedin, anlamındadır Daha sonra Araplar
bu kelimeyi çokça kullanmaya başladılar. Nihayet teyemmüm, yüz ve elleri toprak
ile meshetmek anlamını İfade eder oldu. İbniTl-Enbari der ki: Arapların:
"Adam teyemmüm etti" şeklindeki ifadeleri, artık toprağı yüz ve ellerine
mesnetti, demektir.
Derim ki: İşte Allah'a yakınlaşmak kastıyla yapılması halinde şer'î
teyemmüm de budur. Hastaya teyemmüm yaptırdım ve namaz için teyemmüm eL-üm,
gibi ifadeler kullanılır. Müyemmem kişi ise, dilediği lıerşeyi elde eden kişi
demektir. Bu açıklamalar eş-Şeybanî'den nakledilmiştir.
eş-Şeybanî ayrıca şu beyiti zikreder:
Bizler, A'sur b. Sa'd'm
Ailece istediği herşeyi elde eden ve şanı yüksek bir kimse olduğunu
gördük,"
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Ezher hiçbir zaman cimrilik yıldızı ile birlikte doğmadı
O, ailece istediğini elde eden ve soyu itibari ile kerim olan bir
kimsedir."
[242]
"Teyemmüm" lafzını, yüce Allah Kitab-ı Keriminde el-Bakara
Sûresi'nde (2/2Ğ7. âyette), bu sûrede ve bir de el-Maide Sûresi'nde (5/6.
ayette) zikretmiştir. Bu sûredeki âyet, teyemmüm âyetidir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah-tır. Kadı Ebu Bekr İbnü'l-Arabî der ki: Bu benim için kimsenin
yanında ilacını bulamadığım içinden çıkılamaz bîr haldir. Karşımızda iki âyet
var, ikisinde de teyümmiim sözkonusu edilmektedir. Bunlardan birisi Nisa Sûresi'nde,
diğeri el-Maide Sûresi'ndedir. Hz. Aişe'nin: "Allalı teyemmüm âyetini
indirdi" sözüyle hangi âyeti kastettiğini bilmiyoruz. Sonra şöyle
demektedir: Onun naklettiği hadis bundan önce teyemmümün bilinmediğini ve onlar
ta-raFindan teyemmüm uygulamasının sözkonusu olmadığını göstermektedir. Derim
ki, Îbnü'l-Arabfnin: "Aişe'nin hangi âyeti kastettiğini bilmiyoruz"
sözünü ele alacak olursak, onun kastettiği âyet, daha önceden de belirttiğimiz
gibi bu âyet-i kerimedir.[243]
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yine îbnü'1-Ara-bî'nin: "Hz. Aişe'nin bu
hadisi, teyemmümün bundan önce bilinmediğini ve onlar tarafından
uygulanmadığını göstermektedir" sözlerine gelince bu, doğrudur. Bu hususta
siyer alimleri arasında görüş ayrılığı yoktun Çünkü bilinmektedir ki, cünupluktan
gusül, abdestten önce farz kılınmamıştır. Yine bütün siyer alimleri şunu
bilmektedir ki: Peygamber (sav)'a Mekke'de namaz farz kılındığından beri,
günümüzde aldığımız abdest gibi bir abdest almaksızın namaz kılmış değildir.
İşte bu da abdest ile ilgili âyeti kerimenin daha önceden farz kılınmış olan
bu fiili ile ilgili buyrukların Kur-an'ı Kerimde tilavet edilmesi için nazil
olduğunu göstermektedir. "Bunun üzerine teyemmüm âyeti nazil oldu"
ifadesinin kullanılıp,[244]
abdest âyeti denilmemesi, onların o zamanda yeniden öğrendikleri hususu,
abdest ile ilgili hüküm değil, teyemmüm hükmü olduğunu göstermektedir. Bu da
gayet açıktır. Ve bunda içinden çıkılamayacak bir taraf ta yoktur.
[245]
Namaz kılmakla yükümlü olan her mükellef, su bulamayıp namazın vakti
girecek olursa, teyemmüm yapmakla yükümlüdür. Ebû Hanife ile iki arkadaşı ve
Şafiî'nin arkadaşı el-Müzenî der ki: Vaktin girişinden önce de teyemmüm
caizdir. Çünkü, onlara göre suyun aranması nafileye kıyasen şart değildir.
Nafile için teyemmüm, su aranmaksızın caiz olduğuna göre, farz namaz için de
aynı şekilde caiz olur. Sünnetten de Hz. Peygamberin Ebû Zer'e söylediği şu
buyrukları delil göstermişlerdir: "Temiz toprak, müslüman için abdest
alınacak yerdir, isterse on yıl süreyle suyu bulmasın."[246]
Böylelikle Hz. Peygamber, temiz toprağı tıpkı suya denildiği gibi, "abdest
alınacak araç" adını vermiştir. O halde, temiz toprağın hükmü ile suyun
hükmü aynıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bizim delilimiz ise, yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız"
buyruğudur. Suyu arayıp da bulamayan kimse dışındakilere su bulamamış
denilemez. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiştir. Diğer taraftan bu
şartlar altında alınacak bir taharet (abdest veya gusül yerine geçen teyemmüm),
istihazah kadı-nın tahareti gibi bir zaruret hali taharetidir. Ayrıca Peygamber
(sav) da şöyle buyurmuştun "Namaz vaktine nerede erişirsen, orada
teyemmüm eder ve namaz kılarsın." Bu, aynı zamanda Şafiî'nin ve Ahmed'in
de görüşüdür. Ali, tbn Ömer ve İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
[247]
İlim adamları icma ile, teyemmümün cünupluğu da, badesi de kaldırmayacağını
ve cünupluk veya hades dolayısıyla teyemmüm aimıs bir kimsenin suyu bulması
halinde önceki gibi cünup veya hadesli olacağını kabul etmişlerdir. Çünkü Hz.
Peygamber Ebu Zer'e: "Suyu bulduğun takdirde, sen onu tenine
dokundur" diye buyurmuştur.[248]
Ancak, Ebû Seleme b. Abdurrah-man'dan gelen bir rivayet bu icma'sn dışında
kalmaktadır. Bunu da İbn Cüreyc ve Abdulhamid b. Cübeyr b. Şeybe, Ebû
Seleme'den rivayet etmiştir. Yine îbn Ebi ZE-'b, bu görüşü Abdurrahman b,
Harmele'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre o, teyemmüm almış cünup bir
kimse, su bulacak olursa, normal taharet üzeredir ve yeni bir hades olmadığı
sürece gusletmeye ve abdest almaya da ihtiyacı yoktur, demiştir. Yine ondan,
teyemmüm alıp namaz kılmış, sonra da vakit çıkmadan su bulmuş kimsenin, abdest
alıp teyemmümle kıldığı o namazı iade edeceğini söylediği de rivayet
edilmiştir. İbn Abdi'l-Berr der ki: Bu bir çelişkidir ve dikkat azlığıdır.
Onlara göre Ebû Seleme, hiçbir zaman Medine'de bulunan diğer tabiin
arkadaşları kadar fakih değildi.
[249]
İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Teyemmüm aldıktan sonra
namaza başlamadan önce su bulan kimsenin o teyemmümü batıl olur ve onun suyu
kullanması icabetler.
Cumhurun görüşüne göre, teyemmüm alıp namaz kılan ve namazını bitirmiş
olan bir kimse, eğer su aramakta üzerine düşen gayreti göstermiş ve yükleri
arasında da su bulunmayan bir kimse İse, bu namazı eksiksizdir, yerini
bulmuştur. Çünkü o, emrolunduğu üzere farzını edâ etmiştir. O bakımdan herhangi
bir delil olmaksızın onun namazı iade etmesini vacip görmek caiz oîa-maz. Kimi
ilim adamı ise, abdest alıp guslettiği takdirde vakit çıkmamışsa, namazını
iade etmesini müstehab görmüştür. Tavus, Ata, el-Kasırn b. Muham-med, Mekhûl,
İbn Şîrîn, ez-Zührî ve Rabhrdan hepsinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu
durumda olan kişi namazını iade eder. Ancak el-Evzaî bunu müstehab görür ve
şöyle den Namazım iade etmesi vacib değildin
Çünkü, Ebû Said el-Hudrî şöyle bir rivayette bulunmuştur: İki kişi
yolculuğa çıktı. Namaz vakti girdi. Beraberlerinde de su yoktu. Her ikisi de
temiz bir toprağa teyemmüm edip namaz kıldılar. Daha sonra vakit içinde suyu
buldular. Onlardan birisi abdesfc alarak namazım iade etti. Diğeri ise iade
etmedi. Daha sonra Rasülullah (sav)'ın yanma gelip bu hususu ona naklettiler.
Hz, Peygamber, namazını iade etmeyen kimseye: "Sen sünneti isabet ettirdtn
ve kıldığın namaz senin için yeterli geldi" dedi. Abdest alıp namazını
iade edene de: "Senin için iki defa ecir vardır" diye cevap verdi. Bu
hadisi Ebû Dâvûd rivayet eder ve şöyle der: Şu kadar var ki, İbn Nafi' bu
hadisi el-Leys'den, o, Umeyre b, Ebi Naciye'den, o, Bekr b. Sevade'den, o,
Ata'dan,, o da Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir. Ebû Said el-Hudrî'nin bu
senette anılması bellenmiş bîr rivayet yolu değildir.[250]
Bu hadisi Dârakutnî de rivayet etmektedir. O rivayette şunları da
söylemektedir: "...Sonra vakit çıkmadan suyu buldular..."[251]
Namaza başladıktan sonra suyu bulanın hükmü hakkında İlim adamlarının
farklı görüşleri vardır
Malik der ki: Namazım kesmek ve suyu kullanmakla yükümlü değildir. Namazını
tamamlasın, daha sonra kılacağı namazlar için abdest alsın. Şafiî de böyle
demiş ve Îbnü'l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir.
Ebû Hanife ile aralarında Ahmed b. Hanbel ve el-Müzenî'nin de bulunduğu
bir topluluk ise şöyle demekledir: Su bulduğundan dolayı namazını keser,
abdest alır ve namazını yeniden kılar. Delilleri ise şudur: Teyemmüm namaz
bitmeden önce su bulunduğu için batıl olduğuna göre, namazın geri kalan kısmı
da aynı şekilde batıl olur. Namazın bir bölümü batıl oldu mu, bütünüyle batıl
olur Zira ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Ay hesabı ile iddet
bekleyen kadının iddetinin kısa bir süresi kaldıktan sonra ay hali olacak
otursa, artık of iddetini ay hali hesabı ile yapar.
Derler ki: İşte namazda iken suyu bulan bir kimse de kıyasen ve aklen
bu durumda olmalıdır.
Bizim delilimiz ise, yüce Allah'ın: "Amellerinizi de iptal
etmeyin" (Muhammed, 47/33) buyruğudur Herkes, su bulunmadığı takdirde teyemmüm
ile namaza başlamanın caiz olduğunu ittifakla kabul eder ve su göründüğü
takdirde namazı kesmek hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Namazın kesileceğine dair ne sünnette bir rivayet, ne de icma ile sabit
olmuş bir şey vardır. Mezhebimizin bu konudaki delillerinden birisi de şudur:
Zihar veya (hataen) öldürme dolayısıyla oruç tutması gereken bir kimse, bu
orucun daha fazla olan bölümünü tutup, sonradan azad edecek bir köle bulacak
olursa, tuttuğu o orucu lağvedip köle azad etmeye yönelmez. Aynı şekilde
teyemmüm ile namaza başlayan kişi de namazını kesip su île abdest almaya avdet
etmez.
[252]
Aldığı teyemmüm ile birçok namaz kılabilir mi, yoksa farz ve nafile her
bir namaz için ayrıca teyemmüm mü alması gerekir? hususunda ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır.
Kadı Şüreyk b. Abdullah der ki: Nafile olsun, farz olsun her bir namaz
için yeni bir teyemmüm alır.
Malik İse, -her bir farz için teyemmüm alır, demektedir. Çünkü o, her
bir farz namaz için su aramakla yükümlüdür. Su arayıp da bulamayan bir kimse
teyemmüm eder,
Ebû Hanife, es-Sevrî, el-Leys, el-Hasen b. Hayy ve Dâvûd ise derler ki:
Ab-destini bozmadığı sürece tek bir teyemmüm ile dilediği kadar namaz kiiar.
Çünkü o, su bulamadığı sürece taharet üzeredir. Su bulmaktan yana ümidini
kestiği taktirde ise , su aramakla yükümlü değildir.
Bizim söylediğimiz görüş daha sahihtir. Çünkü yüce Allah, namaza kalkacak
kimsenin su istemesini vacip kılmış ve suyun bulunmaması halinde de namaz vakti
çıkmadan önce namaz kılabilmek için teyemmümü vacip kılmıştır. O bakımdan
müslümanların abdest bozacak bir durumu olmasa dahi suyu bulurjarsa teyemmümün
batıl olacağı üzerinde icma etmelerini delil göstererek teyemmüm eksik ve bir
zaruret hali taharetidir, derler.
Buna göre vaktin girişinden önce teyemmümün cevazı hususunda da bu
görüş ayrılığına bu husus esas teşkil edebilir.
Bilindiği gibi, Şafiî ve birinci görüşün sahipten, bunu (vaktin
girişinden önce teyemmümü) kabul etmezler. Çünkü yüce Allah: "Su bulamazsanız
temiz bir toprağa teyemmüm edin diye buyurmaktadır. İşte buradan teyemmümün
her bir fiilinin ihtiyaca taalluk ettiği ortaya çıkmaktadır.
Vakitten önce ise, teyemmüme ihtiyaç yoktur. Buna göre tek bir teyemmüm
ile iki farz namaz kılamaz. Bu gayet açıktır.
İlim adamlarımız, tek bir teyemmüm ile tarz iki namaz kılan kimsenin
hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Yahya b. Yahya, İbnü'I-Kastm'dan,
vakit çıkmadığı sürece ikinci farzı iade eder, dediğini rivayet etmektedir. Ebû
Zeyd b. Ebi'1-Gumr da yine İbnü'l-Kasım'dan, her halükârda ebediyyen iade
eder, dediğini rivayet etmektedir. Aynı şekilde Mutarrif ve Îbnü'1-Macî-şûn'dao
da ikinci farzı ebediyyen iade edeceği rivayet edilmiştir.
İşte bizim mezheb sahiplerimizin üzerinde tartıştıkları konu budur. Çünkü
su aramak (her farz vakit girdikçe) bir şarttır. İbn Abdus'un naklettiğine
göre, İbn Nafi1 iki namazı cem ile kılan bir kimse hakkında, her bir namaz için
ayrıca teyemmüm alacağını söylediğini rivayet etmektedir. Ebu'l-Ferec ise, bir
kaç namazı kılmamış olduğunu hatırlayan kimse hakkında şöyle demektedir: Tek
bir teyemmüm ile unuttuğu bu namazlarını kaza edecek olursa, ayrıca bîrşey
gerekmez, bu onun için caizdir.
Bu görüş ise, (her bir namaz için) ayrıca su aramanın şart olmadığı
kanaatine binaen ileri sürülmüştür. Fakat birincisi daha sahihtir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[253]
Yüce Allah'ın: "Temifc bir toprak" buyruğunda geçen Üzerinde
toprak olsun, olmasın yeryüzüdür. Bu açıklamayı, el-Halil, İbnü'l-Ârâbî ve ez
Zeccac yapmıştır. ez Zeccac der ki: Bunun bu anlama geldiği hususunda dil
bilginleri arasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "Bununla beraber Biz onun üstünde olan şeyleri elbette
kupkuru bir toprak yapanlarız," (el-Kehf, 18/8} Yani biz, üzerinde hiçbir
bitki bulunmayan sert bir arazi haline getiririz.
Yine yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: Böylelikle
kaypak bir toprak haline geliverir." (el-Kehf, 18/40)
Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de bu kabildendir:
"Sanki o, (ceylan yavrusu) içtiği saf şarab -başının kemiklerine
kadar
sirayet edip sarhoş ettiğinden-Kuşluk vaktinde toprağa kendisini
düşürmüş gibidir."
Bu şekilde toprağa "saîd" deniliş sebebi, yerden kendisine
doğru çıkılan mekânın son nokta oluşundan dolayıdır. Çoğulu, "suudât"
diye gelir.
Hadis-i Şerifteki: "Sakın ha yollarda oturmayınız"[254]
hadisi de bu kabildendir.
İlim adamları burada toprağın "temiz" (et-tayyib)" ile
kayıtlandı rıh şı dolayısıyla bu hususta farkh görümlere sahiptirler. Bîr
kesim şöyle demektedir: Toprak olsun, kum olsun, taş olsun, maden otsun yahut
kıraç olsun, bütün yeryüzü ile teyemmüm edebilirsin, demektedir. Malik, Ebû
Hanife, es-Sevrî ve Taberînin görüşü budur. *Tayyib”in anlamı İse tahir ve
temiz demektir. Bİr kesim de şöyle demektedir: "Tayyib"nin anlamı
helal demektir. Ancak bu bir tutarsızlıktır. Şafiî ve Ebû Yusuf İse der ki:
Saîd, bitki yetişen topraktır. Tay-yib ile aynı şeydir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ziracâe elverişli ülkenin
bitkisi, Rabbinin izniyle (kolay ve bol) çıkar," (el-A'rai", 7/58) O
bakımdan onlara göre başka bir toprakla teyemmüm caiz değildir.
Şafiî ise der ki: Saîd, ancak tozu çıkan toprak hakkında kullanılır.
Abdur-rezzak'ın rivayetine göre İbn Abbas'a; Hangi saîd daha tayyıb'dır diye sorulmuş,
o da sürülen sâid (toprak) diye cevap vermiştir.
Ebû Ömer der ki: İbn Abbas'ın bu sözü, saîd'in sürülüp ekilen araziden
başka bir şey olduğuna delâlettir. Ali (r.a) da şöyle demiştir: Saîd, özel
olarak toprak demektir. el-Halil'in Kitab'\nâa da şöyle denilmektedir: Saîd ile
teyemmüm et demek, tozundan al, demektir. Bunu îbn Fâris nakletmektedir. Bu
ise, teyemmümün toprakla olmasını gerektirmektedir. Çünkü sert taşın tozu
yoktur. el-Kiya, et-Taberî der ki: Şafiî toprağın ele yapışmasını şart koşmuştur.
Bu, toprakla teyemmüm edip toprağın azalarına tıpkı, suyun abdesî azalarına
nakledildiği gibi nakledilsin diyedir. Yine el-ya der ki: Şüphe yok ki saîd
lafzı, Şafiî'nin söylediğine göre bir nass (açık bir ifade) değildir. Şu kadar
var ki Rasûlullah (sav}'ın: "Yeryüzü bana mescid, onun toprağı da benim
için taharetlenme aracı (yani abdest ve gusül yerine teyemmüm aracı) kılınmıştır"[255]
buyruğu bunu beyan etmektedir.
Derim ki: Bu görüşün sahipleri, Hz. Peygamberin:"Ve yerin toprağı
bizim için taharet atacı kılınmıştır" ifadesini delil göstermiş ve şöyle
demişlerdir: Bu buyruklar, mutlak ve mukayyed kabilindendirler. Oysa durum
böyle değildir. Bu ancak ve ancak umum ifade eden buyruğun ihtiva ettiği bütün
birimlerin bazılarının nass ile tayin edilmesi kabil indendir. Yüce Allah'ın
şu buyruğunda olduğu gibi: "0 ikisinde meyve, hurma ve nar ağaçları
vardır " (er Rahman, 55/68) Bu tür açıklamaları daha önce Bakara
Sûresi'nde: "Meleklerine Peygamberlerine, Cebraile ve
Mikaile..."(el-Bakara, 2/98) buyruğunu açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.
Dil bilginleri "5aîd'"in, önceden de belirttiğimiz gibi
yeryüzünün adı olduğunu nakletmişlerdİ. Açıkladığımız gibi Kur'ân'ın nassı da
budur. Yüce Al-lah'm beyanından sonra ise herhangi bir beyana gerek yoktun (Ya
da onun ötesinde beyan olmaz). Peygamber (sav) da cünup olan bir kimseye:
"Sana, saıdi salık veriyorum. O sana yeter1' diye buyurmuşturki, bu hadis
ileride gelecektir.[256]
Buna göre "saîd" kelimesi, âyet-İ kerimede mekân zarfıdır. Saîd'în
toprak olduğunu kabul eden kimselere göre ise, bu kelime "be"
harfinin takdiri İle mePulun bih olması gerekir. Yani Toprağa teyemmüm ediniz,
demek olur. "Temiz" de onun sıfatı olur. Ancak bu kelimeyi
"helal" anlamına kabul eden, bunu hal veya maşlar olmak üzere nasb
okur.
[257]
Bu husus bu şekilde açıklık kazandığına göre şunu bil ki: Yaptığımız
açıklamalardan, şu hususlar üzerinde icma olduğu anlaşılmaktadır: Kişi,
münbit, temiz, toprak değilken, toprağa dönüşmüş olmayan tgayr-ı menkul) ve
gas-bedilmemiş toprakla teyemmüm edebilir
Kendileriyle teyemmüm yapılamayacağı icma ile kabul edilen şeyler de
şunlardır: Halis altın, gümüş, yakut, zümrüt gibi madenler, ekmek, et ve benzeri
yiyecekler ile veya necis şeylerle teyemmüm edilemez. Fakat bunların dışında
kalan madenler hakkında- görüş ayrılığı vardır Bunu caiz görenler vardır. Bu
da Malik'in ve diğerlerinin görüşüdür. Bunu kabul etmeyenler de vardır. Bu da
Şafiî'nin ve diğerlerinin görüşüdür.
İbn Huvey mendâd der ki: Malik'e göre yere yakın olduğu takdirde ot ile
teyemmüm caizdir. Şu kadar var ki, kar ile ceyemmüm hususunda ondan farklı
rivayet gelmiştir. el-Müdevvene ve el-Mebsut'ta. caiz olduğu belirtilmektedir.
Diğer kaynaklarda ise, bunu kabul etmediği nakledilmektedir. Tahta parçası ile
teyemmüm hususunda mezhepte farklı görüşler vardır. Cumhur bunu kabul
etmemektedir.
el-Vakar (.Mısırlı Maliki fakihi, Zekeriya b- Yahya b. İbrahim'in
lakabıdır) Muhtasarda bunun caiz olduğunu belirtmektedir Değneğin ayrı veya yere
bitişik olması arasında fark olduğu da söylenmiştir. Bitişik olanla teyemmüm
caiz kabul edilmiş, bitişik olmayanla teyümmüm kabul edilmemiştir.
es-Sa'lebî ise, Mâlik'in şöyle dediğim zikretmektedir; Elini ağaca
vursa, sonra da onunla teyemmüm azalarını mesh etse, bu onun için yeterli
gelir. Sa'le-bî devamla der ki: el-Evzaî ve es-Sevrî de şöyle demektedir: Yer
ile teyemmüm caiz olduğu gibi, onun üzerinde bulunan her türlü ağaç, taş, ot
ve benzeri şeylerle de caizdir. Hatta şöyle demişlerdir: Elini buz ve kara bile
vuracak olsa bu dahi yeterlidir
İbn Atiyye ise der ki; Çamur veya başka şeylerden toprağa dönüşmüş
(men-kûl)Ja gelince mezhep alimlerinin çoğunluğu onunla teyemmümün caiz olduğunu
kabul ederler. Yine mezhepte bunun caiz olmadığı görüşü de vardır. Bizim
mezhebimizin dışındaki alimlerden bunu kabul etmeyenler daha çoktur. Alçı ve
kireç gibi pişirilen şeylere gelince, bu hususta mezhebimizde iki görüş
vardır. Caiz ve değil, şeklinde, Duvar üzerinde teyemmüm hususunda ise görüş
ayrılığı vardır.
Derim ki: Sahih olan bunun caiz olduğudur. Çünkü, Ebû Cüheym b.
el-Ha-ris b. es-Sımme el-Ensarî şöyle demiştir: Rasululiah (sav), Bi'ri Ceme!
denilen cihetten geldi. Onunla bir adam karşılaştı. Ona selam verdi. Peygamber
(sav), Onun selamını bir duvara yönelip, yüz ve ellerini mesh etmedikçe almadı.
Böyle yaptıktan sonra onun selamını aldı. Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir.[258]
îşte bu, Malik ve ona mavat'akat edenlerin dedikleri gibi, topraktan başkası
ile teyemmümün sahih olduğuna delildir.
Şafiî ve ona tabi olanların da, ellerin kendisine sürüleceği yerin, ele
yapışacak cinsten tozlu ve temiz toprak olması şeklindeki görüşlerini de
reddetmektedir.
en-Nakkâş, İbn Uleye ve İbn Keysan'dan misk ve zaferan ile teyemmüm
almayı caiz gördüklerini nakletmektedir, tbn Atiyye der ki: Bu ise, birçok bakımdan
katıksız bir hatadır. Ebû Ömer ise şöyle demektedir: İlim adamlarının
çoğunluğu, tuzlu kıraç arazi İle teyemmüm almanın caiz olduğunu kabul ederler.
Ancak îshak b. Rahaveyh bundan müstesnadan Çamur içerisinde bulunup, teyemmüm
etmesi gereken kimse hakkında îbn Abbas'tn şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Çamurdan alır ve onunla cesedinin bir bölümünü sıvar. Sıvadığı bu çamur
kuruduktan sonra onunla teyemmüm eden es-Sevrî ve Ahmed derler ki: Keçe
tozlaııyla teyemmüm caizdir. es-Sa3lebî der ki: Ebû Hanife, sürme, zırnık, kıl
döken tozlar, kireç, öğütülmüş cevherlerle teyemmüm yapılmasını caiz kabul
etmektedir Fakat, altın tozu, gümüş, sarı bakır, kırmızı bakır ve kurşun gibi
şeylerle teyemmüm caiz değildir. Çünkü bunlar yerin cinsinden değildirler.
[259]
Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz"
buyruğundaki "mesh" lafzı müşterek bir kelimedir. Bu kelimenin
anlamlarından birisi cimadır. Erkek kadın ile cima ettiğinde, "onu
mesnetti" denildiği gibi, kıbçja birşey kesildiğinde de: O şeyi kılıçla
meshetti, denilir. Yine deve, gün boyunca yol aldığı takdirde, "deve
günboyunca meshetti" denilir. Kalçaları zayıf olan kadına da
"el-mar'etül meshâ" denilir. Yine Filanda bir parça güzellik vardır denilir.
Burada mesh'den kasıt ise, Özel olarak eli mes-hedilen şey üzerinden
geçirmektir, çekmektir.
Şayet bu bir âlet ile yapılacak olursa, o âleti önce ele nakletmek,
ondan sonra da meshedilen şey üzerinde çekmekten ibarettir. Bu da yüce Allah'ın
el-Mâide Sûresi'nde yer alan: "Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi
meşherimiz" (el-Mâide, 5/6) buyruğunun muktezasıdır. Çünkü yüce Allah'ın:
"Onunla" buyruğu, toprağın teyemmüm mahalline taşınmasının kaçınılmaz
olduğuna delâlet etmektedir. Şafiî'nin görüşü de budur. Ancak biz bunu şart
görmüyoruz. Çünkü Peygamber (sav), ellerini yere koyup kaldırdığında her
ikisine de üflemiştir. Bir rivayette ise onları silkelemiştir İşte bu, aletin
şart olmadığına dalâlet etmektedir, bunu da Hz, Peygamber'in duvar üzerinde
teyemmümü açıklamaktadır. Şafiî der ki: Başın mesh edilmesinde, başa bir parça
ıslaklık taşımak kaçınılmaz bir şey olduğu gibi, toprakla meshetmekte de aynı
şekilde toprak taşımak kaçınılmaz bir şeydir.
Teyemmümde ve abdestte yüzün hükmünün, tamamıyla kaplanması ve yüzün
her tarafının meshedilmesinin kaçınılmaz olduğu hususunda görüş ay-nhğı yoktur.
Bazıları ise, mestlerdeki kıvrımlar ile başa meshedilirken parmak aralarında
olduğu gibi, her tarafının mesh ile kaplanmamasını caiz görmüşlerdir. Bu bizim
(Maliki) mezhebimizde Muhammed b. Meslenıe'nin görüşüdür-, bunu İbn Atiyye
nakletmiştir,. Yüce Allah da: "Yüzlerinizi ve ellerinizi" buyurarak,
yüzü ellerden önce zikretmiştir. Cumhur da bu görüştedir. Buharı'de ise, Ammâr
b. Yâsir yoluyla gelen ve "Teyemmüm bir vuruştur babı" başlığı
altında zikredilen hadiste ellerden, yüzden önce söz edilmiştir.[260]
Kimi ilim ehli, abdest azalarının yerlerinin değiştirilmesi hususuna kiyasen
bu görüştedir.
[261]
İlim adamları, teyemmüm esnasında ellerin nereye kadar ulaştırılacağı
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Şihab, omuzlara kadar ulaştırılır
demektedir. Bu, Ebu Bekr es-Sıddîk'tan da rivayet edilmiştir, Ebû Davud'un Musannifinde,
el-A'meş'ten rivayete göre Rasulullah (sav), kollarını yanlarına kadar
meshetmiştir.[262]
İbn Atiyye der ki: Bellediğim kadarıyla hiçbir kimse bu hadis gereği
olan görüşü belirtmemiştir. Abdeste kıyasen dirseklere kadar meshedilir de
denilmistir. Bu Ebû Hanife, Şafiî ve arkadaşları ile es-Sevrîf İbn Ebi Seleme
ve el-Leys'in görüşüdür. Hepsi de teyemmümün dirseklere kadar ulaştınlmasının
vacib olduğu görüşündedirler Muhammed b. Abdullah b. Abdûlhakem ile İbn Nafi'
de bu görüştedir. Kadı İsmail de bu kanaattedir.
İbn Nâfi' der ki: Her kim yalnızca bileklerine kadar teyemmüm edecek
olursa, (bu şekilde teyemmümle kılmış olduğu) bütün namazları ebediyyen iade
etmelidir. Malik, el-Müdevveneyde şöyle demektedir: Yalnız vakit içerisinde
ise iade eder. Dirseklere kadar teyemmümün yapılacağına dair Peygamber
(sav)'dan rivayeti, Cabir b, Abdullah ile İbn Ömer yapmışlardır. İbn Ömer bu
görüşte idi,
Dârakucnî der ki: Katade'ye yolculukta teyemmüme dair soru soruldu, o
şöyle dedi: İbn Ömer, dirseklere kadar teyemmüm yapılır, derdi. Aynı şekilde
el-Hasen ve İbrahim en-Nehaî de "dirseklere kadar" derlerdi. Dedi ki:
Bir hadis bilgini de bana eş-Şa'bî'den anlattı. O, Abdurrahman b. Ebza'dan, o,
Amraar b, Yasir'den rivayete göre Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Dirseklere
kadar (mesheder)."
Ebû Tshak dedi ki; Ben bunu Ahmed b. Hanbel'e naklettim, o, bundan çok
hoşlandı ve: Bu ne kadar güzel bir hadistir! dedi.[263]
Bir kesim de bileklerine kadar meslıi ulaştırır, demektedir. Bu, Ali b.
Ebi Talib, el-Evzaî, Ata ve bir rivayette de eş-Şa'bî'den nakledilmiştir. Ahmed
b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh, Davud b, Ali ve et-Taberî de böyle demiştir. Yine
bu görüş, Malik'ten de rivayet edilmiştir. Şafiî'nin kadim görüşü de budur.
Mekhul der ki: Ben ve Zülırî bir araya geldik, teyemmümü sözkonusu ettik.
ez-Zührî şöyle dedi: Teyemmümde mesh koltuk altlarına kadardır. Ben: Bunu
kimden naklediyorsun? diye sordum. O da: Ben bunu aziz ve celil olan Allah'ın
Kitabından çıkarıyorum, dedi.
Çünkü yüce Allah: "Yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin" diye
buyurmaktadır. Hepsine el denilir. Ben ona şöyle dedim: Yine yüce Allah:
"Hırsız erkek ve kadının ellerini kesiniz" (el-Maide, 5/38) diye
buyurmaktadır. El nereden kesilir. Böylece onu susturmuş oldum,
ed-Deraverdfden bileklere kadar meshin farz olduğunu, koltuk altlarına
kadar meshin ise fazilet olduğunu söylediği nakledilmektedir. İbn Atiyye ise
der ki: Bu ne kıyasın, ne de herhangi bir delilin desteklediği bir görüştür.
Şu kadar var ki, bazdan "el" lafzını umumi kabul ederek,
meshin omuzdan başlamasını farz görmüşlerdir. Bir kısmı da bunu abdeste kıyas
ederek dirseklere kadar meshi vacip görmüşlerdir. Ümmetin cumhuru da bu görüştedir
Bazıları da hadiste bileklere kadar denildiğini göstererek, bu kadarıyla
yetinmişlerdir.
Yine bu, el kesmeye de kıyas edilmiştir. Zira bu, şer'î bir hükümdür ve
bir temizlemedir. Tıpkı bunun da bir temizleme olduğu gibi-
Baziları da, Ammâr b. Yâsir'in rivayet ettiği hadiste zikredilen el
avuçları ile yetinmiştir. Bu da eş-Şa'bînin görüşüdür.
[264]
Yine ilim adamları, teyemmümde eek vuruşun yeterli olup olmadığı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Malik, el-Müdevvene'de teyemmümün, iki vuruş ile
gerçekleşeceği görüşündedir, Bir vuruşu yüz için, bir vuruş da eller için. Bu
aynı zamanda, Evzaî'nin, Şafiî, Ebû Hanife ve arkadaşlarının, es-Sevrî'nin,
el-Leys'in ve İbn Ebİ Seleme'nîn de görüşüdür
Ayrıca bunu Cabir b. Abdullah ve İbn Ömer Peygamber (sav)'dan rivayet
etmişlerdir. İbn Ebi'3-Cehm der ki: Teyemmüm tek bir vuruş ile yapılır. Yine
bu el-Evzaî'den daha meşhur olarak rivayet edilmiştir. Ata ve bir rivayete
göre eş-Şa'bînin de görüşü böyledir.
Ahmed b. IIanbelr İslıak, Davud (ez-Zahirî) ve Taberî de bu görüştedir.
Bu görüş, bu hususta rivayet edilen Ammâr b. Yâsir hadisinden daha sağlamdır.
Malik de "Kitabu Muhammed" de şöyle demektedir: Eğer tek bir
vuruş ile teyemmüm edecek olursa, bu da onun için yeterli gelir. İbn Nafi1 ise,
bu şekilde teyemmüm ederse, ebediyyen (kıldığı namazlarını) iade eder, der.
Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: İbn Ebi Leyla ve el-Hasen b. Hayy
şöyle derler: Teyemmüm iki vuruş ile yapılır. Bu vuruşlardan her birisi ile
hem yüzünü, hem de kollarını ve dirseklerini mesheder- Ancak, ilim ehli arasında
onlardan başka bunu diyen kimse olmamıştır.
Ebû Ömer der ki: Teyemmümün keyfiyetine dair rivayetler farklı olup birbirleriyle
tearuz (çatışma) halinde olduğu takdirde, bu hususta vacib olan Kitabın
zahirine başvurmaktır.
Kitabın zahiri de, birisi yüz için, diğeri ise dirseklere, kadar eller
için olmak üzere iki vuruş olacağına delâlet etmektedir. Bu da hem abdeste
kıya-sen böyledir. Hem de îbn Ömer'in uygulamasına ittibaen böyledir.
Çünkü İbn Ömer, Allah'ın Kitabını bilmek hususunda karşı konulamıya-cak
bir kimsedir. ŞâyeE Peygamber (sav)'dan bu hususta herhangi bir rivayet sabit
olur ise, o rivayetin belirttiği sınırda durmak icabeder.
Başarı Allah'tandır.
Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok
bağışlayıcıdır" buyruğu şu demektir:
Yüce Allah ezelden beri affedicidir. O, kolaylık gösterir, günahları
mağfiret eder. Yani O, günahın cezasını örter, setreder, cezalandırmaz-[265]
44- Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın? Onlar
hem sapıklığı satın alıyorlar, hem sizin de doğru yoldan sapmanızı işitiyorlar.
45- Allah, düşmanlarınızı daha iyi bilir. Gerçek bir dost (veli) olarak
da Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.
46. Yahudilerden kelimeleri yerlerinden tahrif edenler vardır. Dillerini
eğerek, bükerek, dine de saldırarak: "İşittik, İsyan ettik. İşit, işitmez
olası ve râinâ derler. Eğer onlar: Dinledik ve itaat ettik, işit ve bizi de
gözet" deselerdi elbette kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu.
Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini fânetlemiştir. Onlar, ancak pek az
İman ederler.
47- Ey kendilerine ki lap verilenler, Biz, birtakım yüzleri silip tanınmaz
hale getirip de arkalarına çevirmezden, yahut Cumartesi sahiplerini
lanetlediğimiz gibi, onları da lânetlemezden önce, (gelin) beraberinizdekiıü
doğrulayıcı olarak İndirdiğimize iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir.
48. Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan
başkasını da dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük
bir günah iftira etmiş olur.
49- O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? Hayır, dilediğini
temize çıkaran Allah'tır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.
50. Bir bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalanlar uyduruyorlar? Apaçık
bir günah olarak bu < onlara) yeter.
51. Şu kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın? Cîbt'e
ve Tağut'a inanıyorlar. Ve diğer inkâr edenlere de: "Bunlar mü'minlerden
daha doğru bir yoldadır" derler.
52. İşte onlar, Allah'ın lanet ettiği kimselerdir. Allah'ın lanet
ettiğine sen, asta hiçbir yardımcı bulamazsın.
53. Yoksa onların, mülkten bir payı mı vardır? Böyle olsaydı, insanlara
hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi bir şey vermezlerdi.
Yüce Allah'ın; "Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara
bakmaz
mısın" buyruğundan itibaren: ''Onlardan bir kısmı ona iman etti,
bir kısmı da ondan yüz çevirdi." (en-Nisâ, 4/S5'nci âyet.) buyruğuna kadar
olan âyetler Medine ve Medine çevresindeki yahudiler hakkında nazil olmuştur.
İbn İshak der ki: Rifaa b. Yezid b. et-Tâbut, yahudilerin
büyüklerindendi. Rasulullah (sav.) ile konuştuğunda dilini eğer büker ve: Ya
Muhammed, ne söylediğini anhyalım diye bizim de dinlememizi sağlayacak şekilde
bizi gozet diyordu. Sonra da İslama dil uzattı ve İslamı ayıplamaya koyuldu.
Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah: "Kendilerine kitaptan bir pay
verilmiş olanlara bakmaz mısın?" buyruğundan itibaren: "Onlar ancak
pek az iman ederler" (46. âyet) buyruğuna kadar nazil oldu.[266]
44. âyetteki: "Satın alıyorlar1 buyruğu anlamı değiştiriyorlar,
anlamındadır ve bu kelime, hal olmak üzere nasb tna ha 11 İndedir. İfadede şu
takdirde bir hazf vardır; Onlar hidâyeti vermek karşılığında sapıklığı satın
alıyorlar. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "İşte onlar, hidayet
karşılığında dalale ti satın almışlardır" (el-Bakara, 2/16) diye
buyurmaktadır. Bunun bu anlamda olduğunu el-Kutebî ve başkaları söylemiştir.
"Hem sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar" buyruğu da
ona atfe-dilmiştir. Yani onlar, sizin hak yoldan sapmanızı istiyorlar. el-Hasen
ise, "dâd" harfini üstün olmak üzere Yoldan saptırılmanızı istiyorlar
.anlamında okumuştur.
Yüce Allah'ın: "Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir" buyruğu
ile, O, sizden daha iyi bilir, demek istiyor. O halde onlarla sohbet ve
arkadaşlığınız olmasın. Çünkü onlar, hakikatte sizin düşmanlannızdır. Buradaki
"daha İyi bilir: ( buyruğunun En
iyi, çok iyi bilir, anlamında olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: T& ot
kendisine daha kolaydır"(er-Rûm, 30/27). Yani pek kolaydır, buyruğunda
olduğu gibi.
Dost (veli) olarak da Allah yeter" buyruğundaki "be" harfi
zaiddir Bunun fazladan getirilmesinin sebebi, ifade ettiği anlamın, siz de
Allah'ı dost edinmekle yetinin. O, düşmanlarınıza karşı size yeter anlamında
olduğundan dolayıdır.
"Veli olarak" buyruğu Yardımcı olarak" buyrukları, beyan
(temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Dileyen bunu hal olarak man-sub kabul
edebilir. ("Mealde olduğu gibi).
Yüce Allah'ın: "Yahudilerden" anlamındaki buyruğunun,
baştarafmda gelen: edatı ile ilgili olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: Eğer bu
edat, kendisinden önceki buyruklara müteallik (alâkalı) kabul edilecek olursa,
yüce Allah'ın: Yardımcı olarak" buyruğu üzerinde vakıf yapılmaz. Şayet
munkatı (önceki buyrukla ilgisi olmayan yeni bir cümlenin başı) olarak kabul
edilirse, o takdirde bu kelime üzerinde vakıf caiz olur ve ifade: Yahudilerden
sözleri tahrif eden bir kavim vardır takdirinde olur. Daha sonra bu takdiri
ifade hazf edildiğinden zikredilmem iştir. Bu, Sibeveyh'in görüşüdür.
Nahivciler şu beyiti zikrederler:
"Onun kavmi arasında ne şerefinden,
Ne de gülümsemesi (nin görüldüğü ağzı)ndan daha güzeli yoktur;
diyecek olsan günah işlemiş olmazsın.
Nahivciler derler ki: Bunun anlamı: Eğer, onun kavmi arasında... ondan
daha üstün kimse yoktur, şeklindedir. Daha sonra bu, (kimse kelimesi) hazf
edilmiştir. el-Ferrâ der ki: Burada hazf edilen "kimse, kimseler"
anlamında kelimesi olup, buyruğun anlamı şöyledir: "Yahudiler arasında
sözleri değiştiren kimseler vardır". Bu da (ifade Earzı itibariyle) yüce
Allah'ın; "Aranızdan bilinen bir makamı olmayan yoktur" (es-Saffât,
37/164) buyruğunu andırmaktadır. Yanı aramızda bilinen bir makamı olmayan kimse
yoktur, demektir. Zu'r-Rimme de şöyle demektedir:
"Aralarından kiminin gözyaşı akıp gidiyordu, Kimisi de gözüne
dolan yaşlan tutamıyordu."
Şair, burada aralarından gözyaşını tutamayan kimseler vardı demek istemekte
ve kimse anlamına gelen ism-i mevsulu hazf edilmiş bulunmaktadır. Ancak,
el-Müberred ve ez-Zeccac bunu kabul etmezler. Çünkü ism-i mevsuİtin. hazf
edilmesi, kelimenin bîr bölümün haztedilmesi gibidir.
Ebû Abdurrahman es-Sülemîile İbrahim en-Nehaî, "Kelimden" yerine,
"Sözü" diye okumuşlardır, en-Nehhâs ise, burada birinci okunuşun
daha uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü onlar, ancak ya Peygamber (sav)*ın
sözlerini, yahut da yanlarında Tevrat'ta bulunan birtakım sözleri değiştiriyorlardı.
Sözlerin tamamını değiştiriyor değillerdi.
Yüce Allah'ın: Tahrif edenler" buyruğu, yani olmadık şekilde,
uygun olmayan bir şekilde tevil edenler demektir. Yüce Allah, bunu kasten
yaptıkları için, bu davranışlarından dolayı onları yermiş bulunmaktadır.
"Yerlerinden" ile maksadın, Peygamber (sav)'ın sıfatları
olduğu da söylenmiştir, "İşittik (fakat) İsyan ettik... derler yani biz,
senin söyiediğin sözünü işittik, fakat emrine de İsyan ettik.
"İşit işitmez ola»" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle
demektedir: Onlar, Peygamber (sav.)'a: İşit, işitmez olası, diyorlardı. Onların
maksatları budur. -Allah'ın laneti üzerlerine olsun- Fakat onlar, bu
sözleriyle hoşuna gitmeyecek ve seni rahatsız edecek şeyler işitmeyesin demek
istedikleri izlenimini veriyorlardı.
el-Hasen ve Mücahid de der ki: Bunun anlamı; senden kimse dinlemez şeklindedir.
Yani senin söylediklerin kabul olunmaz ve isteğin, yerine getirilmez.
en-Nehhâs der ki: Eğer böyle olsaydı, o takdirde ifadenin şeklinde
olması gerekirdi:
"Râinâ buyruğuna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara,
2/104. âyetle) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın: "Dillerini eğerek bükerek" buyruğunun anlamına
gelince: Onlar, dillerini hakka karşı eğip bükerek yani, hakkı dile getirmek
isterken, dillerini kalplerinde olana göre eğip büküyorlardı.
Eğip bükmek demek olan (el-leyy), asıl anlamı itibariyle ip ve benzeri
şeyleri üst üste bükmek demektir. Bu kelime mastar olarak nasb edilmiştir, Mef
ulun leh de olabilir. (Mastar olduğu takdirde, dillerini eğdikçe eğmek suretiyle
gibi bir anlama, mef ulun leh olduğu takdirde de, dilleriyle eğip bükmek için,
anlamında olur). Bu kelimenin aslı da; dır. "Vav" "ye"
harfine idğam edilmiştir.
"Dine de saldırarak" buyruğu da ona atfedilmiştir. Yani onlar
dine taan ederler, dil uzatırlar. Bunun da anlamı şudur: Onlar arkadaşlarına,
eğer bu bir peygamber olsaydı, bizim ona sövdüğümüzü anlardı. Yüce Allah,
Peygamberini buna muttali kıldı, bu da onun peygamberliğinin alametlerinden birisi
oldu ve bu gibi sözleri söylemelerini de yasakladı,
Daha doğru" buyruğunun anlamı ise, görüş itibariyle daha doğru...
demektir.
"Onlar ancak pek az iman ederler." Onlar, ancak çok az iman
ederler ve bu çok az iman etmeleri sebebiyle de mü'min adını alma hakkını
kazanamazlar. Bunun anlamının: Onlardan, ancak pek az kimse iman eder şeklinde
olduğu da söylenmiş İse de bu, uzak bir ihtimaldir Çünkü yüce Allah, onlar
hakkında küfürleri sebebiyle kendilerini lanetlediğini haber vermiştir.
[267]
"Ey kendilerine kitap verilenler...İndİrdiğimixe iman edin"
buyruğu hakkında İbn îshak şöyle demektedir: Rasûluilah (sav) aralarında bir
gö2ü kör olan Abdullah b. Süriyâ ve Kâ'ab b. Esed'in de bulunduğu yahudî
hahamlarının ileri gelenlerinden bazılarıyla konuşarak kendilerine şöyle dedi:
"Ey Yahudi topluluğu, Allah'tan korkun ve İslama girin. Allah'a yemin
ederim şüphesiz sizler, benim size getirdiğimin hak olduğunu çok iyi
biliyorsunuz." Bu sefer onlar: Ey Muhammed, biz böyle bir şey bilmiyoruz,
dediler ve bildikleri şeyi bile bile inkâr edip küfür üzere İsrar ettiler.
Yüce Allah, onlar hakkında: "Ey kendilerine kitap verilenler, bir takım
yüzleri silip tanınmaz hale getirmemizden önce, beraberinizdekini doğrulayıcı
olarak indirdiğimize iman edin" buyruğunu âyetin sonuna kadar indirdi.[268]
Yüce Allah'ın: Beraberinizdekinİ doğrulayıcı olarak" buyruğu hal
olmak üzere nasb'edilmişdir.
Bir takım yüzleri silip, tantmnaz hale... getirmeokiz-den önce"
buyruğunda geçen: Silmek kelimesi, bir şeyin izini kökten imha etmektir.
Yüce Allah'ın: Yıldızlar büsbütün söndürüldüğü zaman" (el-Murselât,
77/8) buyruğu da bu kabildendir.
"Dümdüz etmemiz" kelimesi, "mim" harfi hem ötre
ile, hem esre ile okunur.île kelimeleri aynı anlamda olmak üzere, silindi ve
mahvoldu, demektir. Her ikisi de kullanılır.
Yüce Allah'ın: "Rabhimiz, sen onların mallarını yok et. (Yunus,
10/88) buyruğu, helak et, mahvet demektir. Bu açıklama İbn Ara-fe'den
nakledilmiştir,
Ben onu tams ettim, o da tams oldu. (Yani, eserini sildim, mahvettim. O
da mahvoldu) şeklinde lazım ve müteaddi (geçişsiz ve geçişli) olarak kullanılır.
Allah basarım tams etti. Yani, gözün izini tamamen sildi, demektir. Böyle olan
birisine de, "matrnusu'l basar" denilir.
Yüce Allah'ın: "Dileseydik onların gözlerini silme kor
yapardık" (Yasin, 36/66) buyruğu da bu türdendir.
İlim adamları, bu âyet-i kerimede kastedilen anlamın ne olduğu hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Acaba bundan kastetijen hakikat anlamı mıdır? Bu
durumda, yüzleri de tıpkı kafalarının arka kısmı gibi dümdüz edilir, burunları,
ağızları, kaşlan, gözlerinin tamamıyla yok edilmesi mi kastedilmiştir, yoksa
bu, kalplerindeki sapıklığı ve onların imana muvaffakiyetten mahrum
edilmelerim mi ifade etmektedir? Bu konuda ilim adamlarının iki görüşü vardır.
Ubey b. Kâ'b'dan onun: *Bir takım yüzleri silip tanınmaz hak getirmemizden önce"
buyruğu, yani sizleri arkasından hiçbir şekilde hidâyet bulamayacağınız bir
sapıklıkla saptırmamızdan önce demektir, dediği rivayet olunmuştur. O, bu
açıklamasıyla bunun temsilî bir ifade olduğu ve eğer iman etmeyecek olurlarsa,
ceza olmak üzere kendilerine böyle bir uygulama yapılacağı kanaatindedir.
Katade ise der ki: Bunun anlamı, yükleri de kafalar haline döndürmemizden
önce, şeklindedir. Yani burun, duduklar, gözler ve kaşları yok etmemizden önce
demektir. Dilcilere göre bunun anlamı budur.
İbn Abbas île Atiyye el-AvfTden de şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:
Tanış etmek, özel olarak gözlerin İzale edilmesi ve bunların kafanın arka tarafına
konulması demektir. Böylelikle bu, geriye doğru bir çeviriş olur ve bu kişi
geri geri yürür. Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) da şöyle demektedir:
Ka'b el-Ahbar'ın
îslama girişi şöyle olmuştu: Geceleyin şu; "Ey kendilerine kitap
verilenler...
iman edin" âyet-i kerimesini okumakta olan bir adamın yanından
geçer. Bunu işitince hemen ellerini yüzüne kapatır, gerisin geri evine döner
ve oracıkta Islama girer ve şöyle der: Allah'a yemin ederim, evime varmadan
önce yüzümün tamamıyla silinip tanınmaz hale getirileceğinden korktum.
Abdullah b. Selâm da bu âyet-i kerime nazil olup, bunu işitince böyle yapmıştı.
O, bu âyeti işitir işitmez evine varmadan önce Rasuluİlah (sav)'m yanına gitti,
müslüman oldu ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, yüzüm arkaya döndürülmeden
önce sana ulaşıp ulaşamayacağımı bilemiyordum.
Şayet: "İman etmedikleri takdirde yüzlerinin silinip tanınmaz hale
getirilmesiyle onlan tehdit etmeleri nasıl- uygun düşmüştür." Çünkü
onlar, daha sonra iman etmediler ve onlara da böyle bir şey yapılmadı"
denilecek olursa, şöyle cevap verilir; İşte bunlar ve bunlara tabi olanlar
iman edince, diğerlerine yönelik olan bu tehdit kaldırıldı. el-Müberred der ki:
Bu tehdit bakidir ve gerçekleştirilmesi beklenilmektedir. Yine şöyle
demektedir: Kıyamet gününden önce, yahudiler arasında bir takım yüzlerin
silinip tanınmaz hale getirilmesi ve mesh edilmeleri (başka yaratıklara
dönüştürülmesi) mutlaka tahakkuk edecektir.
Yüce Allah'ın: "Yahut cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi
onları da lânetLemezden önce" yani, cumartesi sahiplerini maymun ve
domuzlara meshedip dönüştürdüğümüz gibi, bu yüzlerin sahiplerini de bu hale getirmezden
önce, demektir. Bu açıklama el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir. Bunun:
Muhataptan gaibe doğru ifadenin değiştirilmesi (iltifat) olduğu da
söylenilmiştir.
"Allanın emri mutlaka yerine gelir" tahakkuk eder,
gerçekleşir, Allah'ın emrinden kasıt, emrolunan şey demektir. Buna göre burada
"emr" kelimesi, (ismi) mePût mahallinde bir mastar olarak
kullanılmıştır, Yani: Onu ne zaman dilerse, var eder. Anlamınım O'nun var
olacağını haber verdiği herbir iş, mutlaka O'nun haber verdiği şekilde
gerçekleşir olduğu da söylenmiştir.
[269]
Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını
mağfiret etmez" buyruğu ile ilgili olarak, rivayete göre, Peygamber
(sav): "Muhakkak Allah,'bütün günahları mağfiret eder" (ez-Zümerr
39/53) âyet-i kerimesini okudu. Bir adam ona: Ey Allah'ın Rasulü, peki ya şirk?
diye sorunca, bunun üzerine: Yüce Allah: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk
koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar"
buyruğunu indirdi.[270]
Hükmün böyle olduğu ümmet arasında görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın
ittifakla kabul olunmuş muhkem hususlardandır.
"Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" buyruğu ise, ilim
adamlarının hakkında çeşitli şekilde söz söylediği müteşahih buyruklar kapsamına
girer. Muhammed b. Cerir et-Taberî der ki: Bu âyet-i kerime büyük günah işlemiş
herkesin, yüce Allah'ın meşîetine kaldığını açıkça ortaya koymaktadır. Dilerse
Allah, onun günahını affeder, dilerse onun işlediği bu büyük günahtan dolayı
-bu günahı Allah'a şirk koşmak olmadığı sürece- onu cezalandırır.
Kimi ilim adamt da şöyle demiştir. Yüce Allah bunu: "Size
yasaklanan bil yük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret
ederiz" (en-Nisat 4/34.) buyruğu ile beyan etmektedir. Böylelikle yüce
Allah'ın, büyük günahlardan uzak duran kimselerin, küçük günahlarını mağfiret
etmeyi dileyeceğini, fakat büyük günahları işlemiş olan kimselere bunları
mağfiret etmeyeceğini bildirmektedir.
Kimi tevil (tefsir) alimleri der bu âyet-i kerimenin el-Furkan
Sûresi'nin sonundaki âyeti (25/68 vd.) nesh ettiği görüşündedir. (Ayrıca bk.
en-Nisâ, 4/31. âyetin tefsiri) Zeyd b. Sabit der ki: Nisa Sûresi el-Furkan
Sûresinden altı ay sonra nazil olmuştur Ancak sahih olan, ortada neshin
olmadığıdır. Çünkü nesih, haberlere dair buyruklarda imkânsız bir şeydir.
İleride bu âyet-i kerimelerin birlikte nasıl açıklanacağına dair açıklamalar
yüce Allah'ın izniyle el-Furkan Sûresi*nde (az önce işaret olunan âyetlerin
tefsirinde) gelecektir.
Tirmizî'de Ali b. Ebi Talib'den şöyle dediği nakledilmektedir: Kur'an-ı
Kerimde şu: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez.
On-dam başkasını da dilediğine bağışlar" âyeti en sevdiğim âyet-i
kerimedir. Tirmizî der ki: Bu hasen, garip bir hadistir.[271]
Yüce Allah'ın; "O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz
mısın..." buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: "O kendilerini temime çıkaranlara bakmaz
mısın?" buy-ruğundaki ifadeler, zahiri itibariyle umumidir. Bununla
birlikte tevil alimlerinden herhangi bir kimse bununla kastedilenlerin
yahudiler olduğu hususunda ihtilaf etmemiştir.
Şu kadar varki, kendilerini ne ile tezkiye ettikleri hususunda farklı
kanaatlere sahiptirler. Katade ve el-Hasen eler ki: Burada maksat: "Biz
Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevdikleriyiz" Cel-Mâide, 5/18) şeklindeki
sözleriyle: "Cennet'e ancak yahudi yada Hıristiyan olandan başkası
girmez" (el-Bakara, 2/111) şeklindeki sözleridir. ed-Dahhak ve es-Süddî
der ki: Maksat onların: Bizim hiçbir günahtınız yoktur. Gündüzün yaptığımız,
geceleyin bize mağfiret oiunur, geceleyin yaptığımız da bize gündüzün mağfiret
olunur. Diğer taraftan bizler, günahsızlık bakımından çocuklara benzeriz,
şeklindeki sözleridir. Milcahid, Ebû Malik ve İkrime derler ki: Bundan kasıt,
onların günahları sözkonusu olmadığından dolayı, namaz kıldırmak üzere
çocukları öne geçirmeleridir. Şu kadar varki, âyet-i kerimede bunun kast
edildiği uzak bir ihtimaldir.
İbn Abbas der ki: Bundan kasıt onların, bizim Ölmüş atalarımız bize
şefaat edecekler ve onlar bizi tezkiye edecekler şeklindeki sözleridir,
Abdullah b. Mes'ud der ki: Burada sözü edilen, onların birbirlerini
övmeleridir. Bu da bu hususta yapılan açıklamaların en güzelidir. Çünkü âyet-i
kerimenin zahirinden anlatılan budur.
Tezkiye (temize çıkarmak) İse, günahlardan arınmış olmak ve uzak olmak
iddiasında bulunmaktır.[272]
Bu âyet-i kerime ile yüce Allah'ın: "0 halde kendinizi temize
çıkarmayın, Övmeyin" (en-Necm, 53/32) âyeti, kişinin kendi diliyle
kendisini temize çıkarmaktan, övmekten uzak durmasını asıl temiz ve
temizlenmiş olanın filleri güzel olup, yüce Allah'ın temize çıkardığı kimse
olduğunu bildirmesini gerektirmektedir. O halde insanın kendi kendisini temize
çıkarıp tezkiye etmesine itibar olunmaz. Asıl muteber olan, yüce Allah'ın o
kimseyi tezkiye etmiş olmasıdır.
Müslim'in Sahihi'nde Muhammed b. Amr b. Ata'dan şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Ben kızıma Berre (iyilikte bulunan) adını verdim. Ebû Sele-me'nin
kızı Zeynep bana dediki: Rasulullalı (sav) bu ismi kullanmayı yasaklamıştı.
Bana Berre adı verilmişti. Rasulullalı (sav) da şöyle buyurmuştu: "Kendinizi
temize çıkarmayın, övmeyin. Allah, aranızdan kimin İyilik ehli olduğunu en iyi
bilendir." Bu sefer ona: Peki bu kıza ne ad verelim? diye sordular. O da:
"Ona Zeynep adını veriniz" dîye buyurdu.[273]
Böylelikle Kitap da, Sünnet de, insanın kendi kendisini tezkiye
etmesinin yasaklandığına delâlet etmektedir. Şu Mısır diyarında çoğalmış ve
yaygınlık kazanmış bulunan ve insanların, tezkiye anlamım veren niteliklerle
kendilerini nitelendirmeleri de bu türdendir. Meselâ, Zekiyüddin, Muhyiddin ve
buna benzer sıfatlar ve isimler kullanmaları böyledir. Ancak, bu isimleri
taşıyanların yaptıkları çirkinlikler çoğalınca, bu niteliklerin asıl anlamlan
ile ilgileri kalmadı ve hiçbir şey ifade etmez oldular.
[274]
Başkasının bir diğerini tezkiye edip övmesine gelince, Buharî'de Ebu
Bekre'den şöyle bir hadis nakledilmektedir: Peygamber (sav)'ın huzurunda bir
adamdan sözedildi. Bir kişi de ondan hayırla sozetti. Bunun üzerine Peygamber
(sav) şöyle buyurdu: "Yazık sana, arkadaşının boynunu kestin -bunu
defalarca tekrarladı-. Sizden herhangi bir kimse eğer mutlaka (birisini)
öve-cekse, o takdirde onun böyle olduğu görüşünde ise, sanırım o şöyle şöyledir
desin. Onu hesaba çekecek olan Allah'tır Ve Allah'a rağmende kimseyi tezkiyeye
kalkışmasın."[275]
Böylelikle Hz. Peygamber, kişide bulunmayan niteliklerle başkasını övmeyi
ve bunun sonucunda o kişinin kendisini beğenmesine ve büyüklenmesi-ne sebep
teşkil etmeyi yasaklamakta ve gerçekten de kendisinin bu konumda olduğunu
zannedip, bu halin o kişiyi ameli kaybedip daha da faziletli işlerde bulunmayı
terketmeye itecek noktaya getirmesini yasaklamıştır.
Bundan dolayı Peygamber (sav): "Yazık sana, kardeşinin boynunu
kestin" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste ise, birisini sahip
olmadıkları vasıflarla nitelendirmeleri üzerine: "Adamın belini kopardınız"
diye buyurmuştur.[276]
Hz. Peygamberin: "Övenlerin yüzüne toprak saçınız"[277]
hadisini ilim adamları buna göre tevil etmişler ve bununla başkalarını
yüzlerine karşı hak olmayan surette ve onlarda bulunmayan niteliklerle
övenlerin kastedildiğini belirtmişlerdir. Onlar böylece, bu övgülerini
övdükleri kimseden birşey yemeye ve-kendisiyle fitneye düşürdükleri bir araç
haline gelirmiş olurlar.
Kişiyi gerçekten sahip bulunduğu güzel fiilleri ve övülmeye değer
özellikleri dolayısıyla bu ve benzer işleri yapması İçin, insanları da benzer
hususlarda ona uymaları için bir teşvik olmak üzere övmeye gelince, bu şekilde
öven kişi (yasaklanan övücü) meddah durumunda değildir. O kişi hakkında
söylediği güzel sözleriyle, onu övmek durumunda olmamış olsa dahi bu böyledir.
Bu da niyetlere bağlı bir şeydir.
Yüce "Allah ise kimin ifsad edici olduğunu, kimin ıslah edici
olduğunu en iyi bilendir" (el-Bakara, 2/220). Peygamber (sav) şiirde,
hutbelerde, karşılıklı konuşmalarda yüzüne karşı övülmüş olduğu halde, bu
şekilde övenlerin yüzüne toprak saçmış da değildtr, bunu emretmiş de değildir.
Ebû Ta-lib'tn (Hz. Peygamber hakkında söylediği) bu beyitinde olduğu gibi;
"Yüzü suyu hürmetine bulutun yağmuru istenen beyaz tenlidir o.
Yetimleri görüp gözeten, dulların sığınağıdır o."
Aynı şekilde, el-Abbas'ın ve Hassan'ın şiirlerinde onu övmeleri de bu
kabildendir. Yine Kâ'b b. Züheyr de onu övmüştür. Bizzat kendisi de ashabını
övmüş ve şöyle buyurmuştun "Sizler tama edilecek şeyler oldu mu sayıca
azsınız, fakat başkalarını dehşete düşüren şeyler oldu mu da
çoğalırsınız".
Hz. Peygamberin sahih hadîsteki: "Hıristiyanların Meryemoğîu
İsa'yı olmadık şekilde övdükleri gibi siz de beni övüp ta'zim etmeyiniz. Bunun
yerine; Allah'ın kulu ve Rasulü deyiniz"[278]
hadisine gelince; bunun da anlamı şudur: Hıristiyanların îsa'y1 sahip olmadığı
niteliklerle nitelendirdikleri gibi, siz de beni övmek arzusuyla bende
bulunmayan niteliklerle nitelendirmeyiniz. Onlar, böyle yaparak Hz. İsa'yı
Allah'ın oğlu diye nîsbet ettiler ve bundan dolayı kâfir oldular ve saptılar.
İşte bu, şunu gerektirmektedir: Bir kimse, herhangi bir işi sınırından
yukarıya yükseltip, onda olmadık şekilde haddini, ölçüsünü aşacak olursa, o
haddi aşan günahkâr bir kimsedir. Çünkü böyle bir şey, herhangi bir kimse
hakkında caiz olsaydı, elbetteki, bütün insanlar arasında herkesten çok buna
Rasulullah (savVın kendisi layık olurdu.
[279]
"Onlara kıl kadar zulmedilmez" buyruğundaki "onlara
zulmedilmez" zamiri, daha önce sözü geçen, kendisini temize çıkaran ve
yüce Allah'ın da temize çıkarıp övdüğü kimselere aittir. Bu iki kesimin
dışında kalanlara, yüce Allah'ın asla zulmetmeyeceği isev bu âyetten başka
âyetlerden anlaşılmaktadır. Âyet-i kerimedeki el-fetU (mealde: kıl) hurma
çekirdeğinin yarığında bulunan iplikçiktir. Bunu İbn Abbas, Ata ve Mücahid
söylemiştir. Çekirdek ile hurmanın et kısmı arasındaki ince zar olduğu da
söylenmiştir. Yine İbn Abbas, Ebû Malik ve es-Süddî de şöyle demektedir: Fetîl,
birbirine sürttüğün takdirde, parmaklarından veya ellerinin arasından çıkan
ince kirdir. Buna göre bu kelime meful anlamında Fafl vezninde bir kelimedir.
Bütün bu açıklamalar ise, birleyin oldukça küçük ve önemsiz olduğunu kinaye
yoluyla ifade etmek ve Allah'ın kula hiçbir şekilde zulmetmeyeceği noktasında
birleşmektedir.
Yüce Allah'ın; "Hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar zulmedilmezler"
(en-Nisa, 4/124) buyruğu da küçük ve basitliğe misal olmak bakımından buna
benzemektedir. Bu çukurcuk ise, hurma çekirdeğinin sırt tarafındaki küçük
noktacıktır. Hurma ağacı da oradan bitip yeçerir. İleride buna dair
açıklamalar gelecektir.
Şair, krallardan birisini yererken şöyle söylemektedir:
"Binlerce askeri bulunan orduyu toplar ve gazaya çıkarsın Sonra da
düşmana kıl kadar (fetîl) bir musibet de (zarar da) vermezsin (vermeden geri
dönersin)."
[280]
Daha sonra yüce Allah, Peygamber (sav) ın dikkatini "Bir bak
Allah'a karşı nasıl olmadık yalan uyduruyorlar" buyruğuyla hayreti
gerektiren bu işlerine çekmektedir. Bu ise, oniann: Biz Allah'ın oğulları ve
sevgilileriyiz şeklindeki sözleridir. Bunun: Kendilerini temize çıkarmaları
olduğu da söylenmiştir. Bu İbn Cüreyc'den nakledilmiştir.
Yine onların şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Bizim günahlarımız
yoktur. Günahlarımız olsa olsa dünyaya geldikleri gün çocuklarımızınki gibidir.
İftira ise, uydurmak demektir. Filan kişi filana İftirada bulundu,
tabiri de buradan gelmektedir. Yani onda bulunmayan bir özelliği, hususu ona
isnad etti, iftira etti demektir. İftira, koparmak anlamına da gelir.
"Apaçık bir günah olarak bu yeter" anlamındaki buyruğu beyan
(temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Anlamı ise, oniann işledikleri bu günahın
büyüklüğünü ifade etmek ve bu günahlarından dolayı yermektir, Araplar benzeri
anlatımları, övmek ve yermek kastıyla da kullanırlar[281]
"Şu kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın"
buyruğunda maksat yahudilerdir. "Cibte ve Tâğûta inanıyorlar."
Te'vil ehli, cipt ve câ-ğût'un teVili hakkında farkh görüşlere sahiptirler. îbn
Abbas, İbn Cübeyr ve Ebu'l-Âliye der ki: Cifot, Habeşçede sihirbaz, tâğüt da
kâhinin adıdır. el-Fa-ruk Ömer (r.a) da şöyle demiştir: Cibt, büyü tağut da
şeytandır îbn Mes'ud der ki: Burada cibt ve tağut ile kast edilen kimseler,
Kâ'ab b. el-Eşref ite Hu-yey b. Ahtap'dır îkrime der ki: Cibt, Huyey b. Ahtap,
tağut da Kâ'b b. el-Eş-reftir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Tağutun
hükmüne başvurmak istiyorlar" (en-Nisa, 4/60) buyruğudur.
Katade der ki; Cibt şeytan, tâğût ise kâhindir. İbn Vehb de Malik b.
Enes'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Tâğût, Allah'tan gayri kendisine
İbadet olunandır. Mâlik dedi ki: Ben, cibt'in şeytan olduğunu söyliyenleri de
dinledim. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir.
Burada ikisinin (cibt ve tâğût'un) Allah'tan başka kendilerine ibadet
olu-
nan veya Allah'a isyan hususunda kendilerine itaat olunan her şey
olduğu da söylenmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır.
Cibt kelimesinin aslı cibs dir. Bu da hayrı olmayan şey demektir.
Te" İıar-fi "sindin yerine kullanılmış.tır. Bu açıklamayı da Kutrub
yapmıştır.
Cîbt'in iblis, tağutun da onun velileri (dostları) olduğu da
söylenmiştir. Bu hususta Malik'in görüşü güzeldir. Buna yüce Allah'ın şu
buyrukları da delildir: *Allah*a ibadet edin ve tağuttan uzak durun
rfjye...*(en-Nahlf 16/36); "Ve onlar ki, tağuta ibadet etmekten uzak
durdular" (ez-Zümer, 39/17)
Katan b. el-Muhârik de babasından şöyle dediğini rivayet eder:
Rasulul-lah (sav) buyurduki: "Tark, tiyare ve iyâFe cibftendir." Tark
ürkütmek, iyâ-fe; çtegi çizmek demektir. Bunu Ebû Dâvûd Sun.en.inde rivayet
etmiştir.[282]
Cibt'in Allah'ın haram kıldığı herşey, tâğût İse insanı tuğyana
götüren, azdıran her şey olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
[283]
Yüce Allah'ın: "Ve diğer İnkâr edenlere... derler." buyruğu,
yahudiler, Kureyş kâfirlerine: Sizler, Muhammed'e iman edenlerden daha doğru
yoidası-ntz derler anlamındadır Bu da şöyle olmuştu: Kâ'b b. el-Eşref3
yahudilerden yetmiş süvari ile Uhud vak'asından sonra Mekke'ye, Kureyşlilerle,
Rasûlul-lah (sav) ile savaşmak üzere anlaşmak maksadıyla gitti. Kâ'b, Ebû
Süfyan'a misafir oldu. Ebû Süfyan ona güzel bir şekilde misaFirperverlik
gösterdi. Diğer yahudiler de Kureyşl ilerden çeşitli kimselerin evlerinde
kaldılar Muham-med ile savaşmak üzere mutlaka bir araya geleceklerine (birlikte
savaşacaklarına) dair aralarında akidleştiler, ahidleştiler, Ebû Süfyan şöyle
dedi: Sen kitap okuyan ve bilen bir kimsesin. Bizler ise ümmiyiz, bilgimiz
yok. Bizim mi yolumuz daha doğrudur ve hakka daha yakındır, Muhammed'in mi?.
Kâ'b şöyle dedi: Allah'a and olsun kir sizin yolunuz Muhammed'in gittiği yoldan
daha doğrudur.[284]
Yüce Allah'ın: "Yoksa onların mülkten bir payımı vardır"
buyruğunda asıl soru edatı sadece hemzedir. Ondan sonra gelen "mim"
ise 'sıla' için gelmiştir. "Mülkten bir payı mı vardır/*" ifadesi
inkâr kastıyla sorulmuştur. Yani onların mülk namına birşeyleri yoktur. Şayet
mülk namına bir şeye sahip olsalardı, cimrilikleri ve kıskançlıkları
dolayısıyla ondan kimseye birşey vermezlerdi.
Bunun anlamının: Yoksa onların bir paylan mı vardır? şeklinde olduğu da
söylenmiştir. O takdirde (fO edatı munkatı' olur ve manası da bir önceki ifade
ile ilişkisi olmaksızın yeni bir ifade başlangıcı olur. Bunun hazfedilmiş bir
ibareye affedici edat olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar, Muhammed (sav)'a
tabi olmayı kabul etmemişlerdi. İfadenin takdiri de şöyle olur, Peygamber
olarak gönderdiklerimden, peygamberliğe onlar mı daha layıktırlar? Yoksa
onların, mülkten bir paylan mı vardır?
"Böyle olsaydı, İnsanlara hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi
bir-şey vermezlerdi". Yani haklara mani olur, engellerlerdi. Yüce Allah,
onların bildiği durumlarına dair haber vermektedir.
Nakîr, hurma çekirdeğinin sırtındaki nükte (çukurcuk dır. Bu da İbn
Ab-bas, Katade ve diğerlerinden nakledilmiştir. Yine İbn Abbas'tan nakîr'in, kişinin
yerde çukur yapmast gibi parmağı ile çukur yapmasıdır. Ebu'l-Aliye der ki: Ben
îbn Abbas'a nakîr'in mahiyetine dair soru sordum o da, başparmağının ucunu,
şahadet parmağının iç tarafı üzerine koydu. Sonra ikisini de kaldırıp:
lşte-nakîr budur, dedi.
Nakîr, aslında oyulan bîr kütük demektir. Bunda nebîz (hurma ve benzeri
meyvelerin şırası) yapılırdı. Hadiste bunları kullanmak önceleri yasaklanmış, sonra
bu yasak nesh olunmuştu.[285]
Filan kişinin nakîri kerimdir; ibaresi aslı, soyu kerimdir, demektir
edatı burada, basma "fe" atıf edatı geldiğinden dolayı amel
etmemiştir. Eğer bu edat nasb etmiş olsaydı yine caiz olurdu. Sibeveyh der ki;
Bu edat, fiilerde amel eden edatlar bakımından, isimlerde amel eden edatlar
arasında mevkiindedir. Yani, eğer ifade ona dayalı değilse lağvolur (amel etmez).
Şayet sözün başına gelip te ondan sonraki ifade (fiil) müstakbel (mü-zari) ise,
nasb eder. Senin birisine (Seni ziyaret edeceğim deyip, onun da cevap olmak
üzere: O takdirde ben de sana ikram
ederim, demesi gibi. Abdullah b. Aneme ed-Dabbî der ki:
"Eşeğini geri çek, bahçemizde otlamaaın.
O takdirde (tarafımızdan) sana onun yuları alabildiğine daraltılmış
olarak geri döndürülür."[286]
Burada bu edatın nasb etme sebebi, ondan önceki ifadelerin tamam bir
cümle olup, bunun da bir söz başlangıcına denk düşmüş oluşundan dolayıdır.
Eğer: O takdirde Zeyd seni ziyaret eder, ifadesinde olduğu gibi, iki kelime
arasında ortada yer alacak olursa amel etmez. Şayet başına "fe" yahut
da "ev11 atıf edatlarından birisi gelecek olursa, amel etmesi de etmemesi
de caiz olur. Amel etmesi, vav'dan sonra gelen ifadelerin, cümlenin cümeleye
atf edilmesi suretinde istinaf" (yeni bir cümle başlangıcı) oluşundan
dolayıdır. Ve bunu Kur'ân-ı Kerim'in dışında (nasb edilerek: O takdirde.,,
vermezler, şeklinde kullanmak caizdir.
Yine Kur'ân-ı Kerimde: "O takdirde kendileri.,, kalamayacaklardır"
(el-İsrâ, 17/76) diye buyuru İrmaktadır. (Burada bu edat amel etmemiştir).
Ubeyy'in Mushafında İse, (bu edat amel etmek suretiyle) bu buyruk:
şeklindedir,
Bunun amel etmemesine gelince, bunun da sebebi vav'dan sonra gelen
cümlenin ancak kendisine atf yapılacak ifadeden sonra gelmesidir. Sibeveyh'e
göre İse, fiili nasb eden bu edat muzari (.şimdiki ve geniş zaman) anlamı
do-layısıyiadır.
el-Halil'e göre ise? şeklindeki nasb edatı bundan sonra muzmar (gizli)
oluşundan dolayıdır. el-Perrâ ise, bu edatın elif ile ve tenvinli olarak
yazılacağı kanaatindedir. En-Nehhas der ki: Ben Ali b. Süleymanı, şöyle derken
dinledim: Ben Ebu'l-Abbas Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: (îil )'ı
elif ile yazan kimsenin elini dağlamak istiyorum.
Çünkü bu edat tıpkı edatları gibidir. Harflere hiçbir şekilde tenvin
dahil olmaz.
[287]
54, Yoksa onlar, insanları Allah kendilerine lütfundan verdi diyeni i
kıskanıyorlar? Doğrusu Biz İbrahim soyuna da Kitabı ve hikmeti verdik.
(Ayrıca) Onlara çok büyük bir mülk de bağışladık.
55. Onlardan bir kısmı ona iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi.
Çılgın alevli ateş olarak (onlara) cehennem yeter.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın; "Yoksa onlar" yani yahudiler,
"insanları" yani özel olarak Peygamber (sav.)'ı. Bu açıklama İbn
Abbas, Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir. Yahudiler, Peygamber (sav)'ı
peygamberliği dolayısıyla, ashabını da ona iman ettikleri için kıskanmışlardı.
Katade der ki: aİnsanlar"dan kasıt araplardir. Yahudiler, onlardan
peygamber geldi diye araplan kıskanmış-lardır. ed-Dahhâk der ki: Yahudiler,
peygamberlik aralanndadır diye Kureyş-lileri kıskanmı şiardı.
Kıskançlık (hased), yerilmiş bir şeydir. Kıskanan bir kimse her zaman
kederlidir. Kıskançlık, ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi hasenatı yer
bitirir. Bu manada hadisi Enes, Peygamber (savVdan rivayet etmiştir.[288]
el-Hasen der ki: Ben hased edenden daha çok mazluma benzeyen zalim bir kimse
görmüş değilim. Her zaman nefesini tüketir, keder yakasını bırakmaz, gözyaşı da
bitip tükenmez.
" Abdullah b. Mes'ud der ki: Allah'ın nimetlerine düşmanlık
etmeyiniz. Ona: Allah'ın nimetlerine kim düşmanlık eder ki? diye sorulunca
şöyle dedi: İnsanları Allah kendilerine lütfundan verdi diye kıskanan
kimseler. Allah, indirmiş olduğu kitaplardan birisinde şöyle buyurmuştur:
Kıskanç kimse» nimetimin düşmanıdır. Benim hükmüme gazap eden bir kimsedir. Ve
Benîm kısmetime razı değildir. Mansur el-Fakîh şöyle demektedir:
"Bpni kıskanıp duraa kimseye de ki:
Sen kime karşı saygısızlık ettiğini biliyor musun?
Verdiği hükmü dolayısıyla Allah'a karşı saygısızlık ediyorsun
Çünkü sen, O'nun bana bağışladığına razı değilsin."
Denilir ki, kıskançlık semâda da kendisiyle Allah'a ilk isyan olunan
günahtır, yeryüzünde de kendisiyle ilk isyan olunan günahtır Semâda, İblîs'in
Uz. Ademi kıskançlığı ile asi olunmuştur. Yeryüzünde de Kabil'in Ha bil'İ
kıskan-masıyla Allah'a isyan edilmiştir. Ebu'l-Atâlıiye insanlar hakkında şöyle
der:
"Rabbim, gerçek şu ki, insanlar bana karşı insaflı davranmadı
Nasıl davranmış olabilirler ki, onlara insaflı davranırsam bana
zulmediyorlar.
Birşey benim oldu mu onu almaya kalkışırlar
Sense onların birşeylerini isteyecek olursam bana vermezler.
Bağışım onlara ulaşırsa onlar bana teşekkür etmezler
Fakat onlara birşey bağışlamazsam bu sefer bana söverler.
Bir keder gelip kapımı çalsa, güler, sevinirler
Bir nimet bana arkadaşlık etse beni kıskanırlar
Kalbime engel olacağım. Onları özlemeain diye
Ve onları görmemek için gözümü, göz kap aklarımla örteceğim."
Şöyle denilmiştir: Sen kıskancın kıskançlığından kurtulmayı arzu ediyorsan,
durumundan onu haberdar etme. Kureyşlilerden bir kişi şöyle demiştir;
"Açığa çıktı mı nimeti kıskanırlar
Ve batıl sözlerle ondan dolayı iftira ederler
Allah bir nimet lütfedecek olursa
O nimet düşmanlarının sözünün ona sararı olmaz."
Şu beyitleri söyleyen de ne güzel söylemiştin
"Kıskancın kıskançlığına sabret Çünkü senin sabrın onu öldürür.
Ateş birbirini yer durur Eğer yiyecek birşey bulamazsa"
Bazı tefsir bilginleri yüce Allah'ın; "Rabbimiz, cinlerden ve
insanlardan bizi saptıran o iki kişiyi bize göster ki, onları en aşağılardan
olanlardan olsunlar diye ayaklarımızın altına alalım"(Fussilet, 41/29)
buyruğu hakkında şöyle demişlerdir: Cinlerden olan ile kastettikleri İblistir.
İnsanlardan olan ile kastettikleri de Kabildir. Çünkü İblis, küfür çığırım ilk
açan kimse, Kabil de öldürme çığırını ilk başlatan kimsedir. Ve bütün bunların
aslı da kıskançlık olmuştu. Şair der ki:
"Karga geçmiş zamanlarda
Güzel bir şekilde yürütmüş
Ama kekliği kıskandı da onun yürüyüşü gibi yürümek iatedi.
Bu sebepten o bir çeşit ayağı bağhymış gibi yürüme musibetine müptela
oldu.
[289]
Yüce Allah'ın: "Doğrusu Biz İbrahim soyuna da verdik" buyruğu
ile daha sonra yüce Allah, İbrahim soyundan gelenlere Kitabı ve hikmeti
verdiğini, onlara büyük bir mülk verdiğini haber vermektedir Hemmam b.
el-Hâ-ris der ki; Onlar melekler ile desteklenmişlerdi. Bununla Süleymanın
mülkü kastedildiği de söylenmiştir ki, İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Yine ondan gelen rivâyece göre o şöyle demiştir: Mana şudur: Yoksa onlar
Muhammed'i, Allah kendisine kadınları helal kıldı diye mi kıskanıyorlar? Bu
açıklamaya göre verilen büyük mülk, yüce Allah'ın Hz. Davud'a doksan-dokuz
hanımı, Hz. Süleyman'a da bundan daha fazlasını helal kılmış olmasıdır. Taberî
ise, bundan maksadın, Hz. Süleyman'a verilen mülk ile kadınların ona helal
kılınması olduğu görüşünü tercih etmiştir.
Maksat ise, yahudilerin Eğer (Muhammed) bir peygamber olsaydı çok kadın
nikahlamak istemez ve peygamberlik görevi ile uğraşması buna fırsat vermezdi,
şeklindeki sözlerini reddetmek ve onları yalanlamaktır.
Yüce Allah bununla, Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın sahip olduklarını
ya-hüdileri azarlayarak haber vermektedir. Yahudiler de Hz. Süleyman'ın bin tane
hanımı olduğunu ikrar edip kabul ettiler. Bu sefer Peygamber (sav) onlara:
"Bin kadın ha" deyince onlar: Evet, üç yüzünü mehir vererek (nikahlamış
idi). Yediyüzü ise cariyesi idi. Davud'un ise, yüz İlanımı vardı. Peygamber
(sav) şöyle buyurdu: "Peki, birisinin bin tane hanımı, diğerinin yüz tane
hanımının olması mı daha çoktur, yoksa dokuz hanım mı?" Bunun üzerine
yahudiier sustular, O sırada Hz. Peygamberin dokuz hanımı vardı.
[290]
Denildiğine göre, Süleyman (a.s) peygamberler arasında hanımı en çok
olan kişiynüş. Onun çokça evliliğinin sebebi ise, kırk peygamber gücüne sahip
oluşu idi. Güçlü olan gücü kadar çok nikahlanır.
Denilir ki: O, çok evlenmekle aşiretinin çoğalmasını isEemiştir. Çünkü
her bir kadının birisi baba tarafından, diğeri de anne tarafından olmak üzere
iki kabilesi vardı. Böylelikle o, bir kadınla evlendi mi, o kadının mensub olduğu
iki kabilenin de kalbini kendisine bağlıyor ve bu yolla kabileler düşmanına
karşı ona yardımcı oluyordu.
Yine denildiğine göre, bir kimse ne kadar takvalı ise, onun da şehveti
o kadar yüksektir. Çünkü takvalı olmayan bir kimse, etrafını gözüyle seyreder
ve dokunur. Nitekim, Hz. Peygamberden gelen haberde: "İki göz zina eder ve
eller de zina eder" diye buyurulduğu rivayet ediliyor. aı Bakmak ve dokunmak,
bir çeşit şehvetin gereğini yerine getirmek olduğundan bunlar cima gücünü
azaltır. Takva sahibi olan kimse ise, harama ne bakar ne de dokunur.
Böylelikle şehvet onun nefsinde bir arada toplu olarak kalır ve bunun
sonucunda o, daha çok cima gücüne sahip olur.
Ebû Bekir el-Verrâk der ki: Cima dışında her bir şehvet (arzu) kalbi
katılaştırır. Ancak cima, kalbi arıtır. Bundan dolayı peygamberler de bu işi yapıyorlardı.
[291]
Yüce Allah'ın: "Onlardan bir kısmı ona iman etti" yani bir
kısmı Peygamber (sav)'a iman etmiştir. Çünkü, daha önce ondan sözedilnıiş
bulunmaktadır. O da kendisinden kıskanılan kimsedir.
"Bir kısmı da ondan yüz çevirdi[292]
ondan yüz çevirip ona iman etmedi.
O ) Ona" zamirinin Hz. İbrahime raci olduğu da söylenmiştir. O
vakit anlamı şöyle olur: İbrahim soyundan gelenlerden kimisi ona (İbrahim'e)
iman etti, kimisi de ona iman etmekten yüz çevirdi. Bu zamirin Kitaba raci olduğu
da söylenmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[293]
56. Âyetlerimizi inkâr edenleri yakında muhakkak ateşe sokacağız.
Derileri piştikçe azabı tatmaları için derilerini başka derilerle
değiştireceğiz. Şüphe yok ki Allah, mutlak galiptir, Hakimdir.
57. İman edip de salih amel işleyenleri İse, içinde ebediyyen kalıcılar
olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlara tertemiz
zevceler vardır. Onları koyu bir gölgeliğe koyacağız.
"Sokmanın (el-Islâ') anlamına dair açıklamalar, sûrenin baş
taraflarında (10. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Humeyd b. Kays, Onları sokacağız" kelimesini, "nün"
harfini üstün olarak diye okumuştur. Bunun anlamı ise, ateşte pişireceğiz demektir.
Ateşte kızartılmış koyuna daf o bakımdan denilir. Ateş" kelimesinin munsub
olması, bu kıraate göre başındaki harf-i cer'in haz-fedilmesi dolayısıyladır
ki, bunun takdiri şeklindedir.
Derileri piştikçe" buyruğunun anlama ise şudur: Derileri piştiği
her seterinde, derilerinin yerine başka deriler değişir durur. Kur'an-ı Kerime
dil uzaîan zındıklardan herhangi bir kimse kalkıp: Kendisine isyan etmemiş bir
deriyi az a plandır mak nasıl uygun düşer? diye soracak olursa, ona şöyle
denilir: Deri ne azap görür, ne de cezalandırılır. Bunun acı ve ıstırabını
duyan nefislerdir.
Çünkü, hisseden, duyan ve bilen nefislerdir. Dolayısıyla derilerin
değiştirilmesi, nefislerin azabını daha bir artıncı özelliktedir. Buna da yüce
Allah'ın: "Azabı tatmaları için" buyruğu İle: "Alevi
yavaşladıkça Biz de onlara alevini artırırız" (el-İsrâ, 17/97) buyruğu
delildir. O halde maksat, bedenlerin azaplandınlması, ruhlara da acı
çektirilmesidir Şayet derileri kastetmiş olsaydı, O deriler azabı tatsınlar,
demesi gerekirdi.
Mukatil der ki: Hergün aîeş o deriyi yedi defa yer bitirir. el-Hasen
der ki: Yetmişbin defa yer bitirir. Onları yiyip bitirdikçe kendilerine: Haydi
eski halinize dönünüz denilir, onlar da oldukları gibi eski hallerine
dönerler.
İbn Ömer de der ki: Yandıkları takdirde, kağıt gibi bembeyaz derilerle
değiştirilirler.
Burada derilerden kasıt, üzerlerindeki elbiseler olduğu da
söylenmiştir. Nitekim, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün
günahkarları bukağılara 14/4^50). Bu şekilde, bu elbiselere deri denilmesinin
sebebi, elbiselerin çok yakınlığı dolayısıyla derilerinden ayrılmayışıdır.
Nitekim insana has olan bir şey hakkında: O, iki gözü arasındaki deridir,
denilir. İbn Ömer (r.a) şu beyiti okumuştur:
"Onlar Salim hakkında beni kınıyorlar, ben de onları kınıyorum.
Çünkü Salim, gözüm ile burnum arasındaki deri parçasıdır."
İste elbiseleri yakıldığı her seferinde tekrar eski hallerine iade
olunur. Şair der ki:
"Aşağılanmak, Teymogullarmm derilerini yeşil bir elbiseye
büründürdü. O giydikleri yeşil elbiselerinden dolayı vay, Teymoğullanna."
Şair burada, elbise ile, kinaye yoluyla derilerini (onların
morardıklannı, yara bere aldıklarım") anlatmaktadır.
Şöyle de denilmiştir: Bu buyruğun anlamı, ilk derilerini tekrar
yeniledik, yeni haline döndürdük, demektir. Nitekim, kuyumcuya: Sen bu yüzüğü
al, bana ondan başka bir yüzük yap dediğinizde, kuyumcu o yüzüğü alır kırar ve
size o madenden bir yüzük yapar. Yapılan yeni yüzük, Önceki yüzüktür. Şu kadar
varki, yeniden onun işlenmesi sonucu değişmiş, halbuki gümüş eski gümüştür
İşte bu da toprağa dönüşüp ve yok olduktan sonra Allah'ın canlandırdığı nefsin
durumunu andırmaktadır.
Yine sağlıklı olarak bildiğin bir kardeşini dalıa sonra hastalıklı ve
takatsiz görünce, ona: Nasılsın diye sorduğunda, o da: Daha önce gördüğünden başka
birisiyim, diye cevap verir. Halbuki o aynı kişidir. Ancak onun durumu değişmiştir.
Buna göre kişinin: Daha önce gördüğün kişi değilim, demesi ile, yüce Allah'ın:
"Başka deriler" demesi mecazi bir ifadedir.
Yüce Allah'ın: "O gün yer, başka bir yere...
değiştirilecektir" (İbrahim. 14/48) buyruğu da buna benzemektedir. Halbuki
arz, o arzın aynısıdır. Şu kadar varki, tepeleri, dağlan, nehirleri, ağaçlan
değişmiş olacak, daha çok genişletilecek ve bütün bunlar dümdüz edilecektir.
Nitekim ileride İbrahim resi'nde (14/48. âyetin tefsirinde) açıklanacaktır.
İşte şairin şu beyîti de bu kabilden bîr mana taşımaktadır:
"Ne insanlar daha önce taniyageldiğim insanlardır. Ne de bu yurt
önceden beri tanıdığım yurttur."
eş-Şa'bî der ki: Bir adam İbn Abbas'a. gelip şöyle dedi: Aişe'nin
yaptığım görmüyor musun? Hz. Aişe, yaşadığı dön emin Ummadı ve Lebid'e ait olan
şu iki beyiti okudu:
"0 himayelerinde yaşanılanlar geçip gittiler
Ben ise, uyualu kimsenin derisi gibi değersiz kimseler arasında kaldım
Bayağıca ve düşük şekilde konudur, zevk alırlar
Doğruluktan sapmayacak olsa dahi, aöz söyleyenleri ayıplanır."
Daha sonra da: Allah Lebid'e rahmet eylesin. Peki ya şu bizim
zamantim-za yetişseydi ne derdi dedi. Bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: Eğer
Aişe, yaşadığı dönemini kınamış ise, şunu bil ki, Âd kavmi de yaşadığı çağm»
yermiş bulunmaktadır. Çünkü Âd kavminin depolarında helak edilmelerimden uzun
bîr zaman sonra, o dönemin mızraklarının en uzun boyunda uzunca bir ok görüldü.
Üzerinde şu beyit yapılı İdi:
"Bizler bu ülkede idik ve biz buranın ahalisin den dik. İnsanlar
aynı insanlar ve ülke aynı ülkedir"
Yani; ülke eskiden olduğu gibi kalmış amma, gerek o ülkenin durumu, gerekse
ahalisinin durumu tanınmaz bir hal aîmış ve değişmiş bulunuyor. "Şüphe yok
ki Allah, mutlak galiptir." Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz tbc
O'ndan kurtulmaz, O'mı geride bırakamaz. "Hakimdir™. Kullarına
vaadlerin-de ve tehditlerinde hikmeti sonsuzdur. Cennet ehlinin nitelikleri
hakkında: "Onları koyu bir gölgeliğe koyacağız*1 buyruğu ise, güneşi
bulunmayan, oldukça kesif, koyu bir gölgeliğe yerleştireceğiz demektir.
el-Hasen der ki: Orası koyu bir göige olmakla nitelendirildi. Çünkü, o gölgede
dünya gölgelerinde görülen sıcaklık, sıcak yel ve benzeri kusurların dahli
yoktur. ed-Dahhâk der ki: Bununla ağaçların ve cennet köşklerinin, gölgeleri
kastedilmektedir, el-Kelbî der ki: "Koyu bir gölgelik" den kasıl,
daimi gölgeliktir.
[294]
58. Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline yermenizi ve insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah
bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok kî Allah, hakkıyla işitendir,
hakkıyla görendir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: "Şüphesizle! Allah size, emanetleri ehline
vermenizi... emreder buyruğuyİa başlayan bu âyet-i kerime, hükümler bildiren
ana âyetlerden birisidir. Bütün dini ve şeriatı ihciva eden bir âyettir.
Bu âyet4 kerimede, kimin muhatap alındığı hususunda farklı görüşler vardır.
Ali b. Ebi Talib, Zeyd b. Eşlem, Şehr b, Havşeb ile îbn Zeyd şöyle derler; Bu
özel olarak müslüman yöneticilere bir hitabtır. Bu hem Peygamber (sav)'a, hem
de onun tayin ettiği emirlere yönelik bir hitaptır, onlardan sonra gelenleri de
kapsamına almaktadır.
İbn Güreye ve başkaları ise der ki: Bu, Kâbenin anahtarı hususunda Peygamber
'(sav)'a özel olarak yöneltilmiş bir hitaptır. Hz. Peygamber bu anahtarı,
Mekke'nin feEhedİldiği sırada, henüz ikisi de kâfir bulunan Abdüddaro
ğullarından Osman b. Ebi Talha el-Hacebî el-Abderî ile amcasının oğlu Şeyhe b.
Osman b. Ebi Talha'dan almış, bunun üzerine Abdulmuttaliboğlu Hz, Abbas, Sikaye
görevi ile birlikte Sidâneyi de almak için analıları Hz. Peygamberden
istemişti. Rasûlullah (sav) Kâbeye girdi, içerisinde bulunan putları kırdı,
Hz. İbrahim'in makamını çıkardı. Hz. Cebrail de üzerine bu âyet-i kerlmeyi
indirdi. Ömer b. el-Hattab der ki: Rasûlullah (sav) bu âyeti okuyarak Kâbeden
dışarı çıktı. Daha önce ondan bu âyeti işitmiş değildim. Sonra, Osman ve
Şeybe'yi çağırıp söyle dedi: "Haydi bu anahtarları ahnız. Bu, ebediy-yen
sizin ve soyunuzdan gelen çocuklarınızın elinde kalacaktır. Bu anahtarları
sizden ancak zalim bir kimse alır."
el-Mekkî de şunu nakletmektedir: Şeybe, önce anahtarı vermek
istemediy-se de sonradan verdi ve Peygamber (sav)'a: Bunu Allah'ın emaneti
olarak al, dedi.[295]
İbn Abbas da der ki: âyet-i kerime, özel olarak yöneticiler (kamu görevlileri,
hakkında) kadınlara serkeşlik etmeleri ve benzeri hallerde öğüt vermeleri ve o
hanımları kocalarına geri vermeleri ile ilgilidir.
Âyet-i kerimede daha zahir olan, onun bütün insanlar hakkında umumi olduğudur.
Bu âyet-i kerime bir taraftan yönetici ve kamu görevlilerini, ellerinde
bulunan mallan paylaştırıp, haksızlıkları gidermek, hüküm vermek halinde
adaleti gözetmek gibi emanet olan hususları kapsamaktadır,
Taberî'nİn tercihi de budur. Âyet-i kerime, emanetleri korumak,
şahidlik-lerde yalancılıktan kaçınmak ve buna benzer hususlarda, mertebe
itibariyle daha aşağıda bulunan diğer insanları da kapsamaktadır, Herhangi bir
mesele hakkında bir kişinin İıüküm vermesi ve benzeri hususlar buna örnektir
Namaz, zekât ve sair İbadetler de yüce Allah'ın birer emanetidir.
Bu anlamda İbn Mes'ud'dan Peygamber (sav)'a merfu1 olarak bir hadis de
rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldürülmek,,
bütün günahlara bir kefarettir1' veya şöyle buyurmuştur: "Her şeye
(keffarettir) emanet müstesna. Emanet ise, namazdadır, emanet oruçtadır, emanet
söz söylemektedir. Bütün bunlar arasında en ağır olanı ise, emanet olarak
bırakılan şeyleri korumaktadır." Bunu Hafız Ebû Nuaym" el-HUye
"de zikretmiştir.[296]
Âyet-i kerimenin herkes hakkında umumi olduğunu söyleyenler arasında,
el-Bera b. Âzib, İbn Mes'ud, İbn Abbas ve Ubey b, Kâ'b da vardır. Onlar şöyle
derler: Emanet herşey hakkında sözkonusudur. Abdestte, namazda, zekâtta,
cünuplukta, oruçta, ölçüde, tartıda vedialarda (emanet bırakılan şeylerde).
İbn Abbas aynca der ki: Yüce Allah, varlıklı olsun eli dar olsun,
hiçbir kimseye emaneti (istenmediği halde) yanında alıkoymasına müsaade
etmemiştir.
Derim ki: İşte bu bir icmadır. Yine icma ile şunu kabul etmişlerdir ki:
Emanetler sahiplerine -iyi kimseler olsunlar, facir kimseler olsunlar- mutlaka
geri verilir. Bunu İbnü'l-Münzir söylemiştir. Fnıanet, meful anlamında bir mastardır.
Bundan dolayı cem olunmuştur.
Bu âyetin önce geçen buyruklarla ilişkisine gelince: Şanı yüce Allah,
Kitap ehlinin, Muhammed (sav)'ın niteliklerini gizlediklerini ve onların: Müşriklerin
yolu daha doğrudur, dediklerini haber vermektedir. Bu ise, onların yaptıkları
bir hainlik idi. O bakımdan söz bütün emanetleri zikretmeye kadar geldi,
Âyet-i kerime nazmı itibari ile her türlü emaneti kapsamaktadır. Az önce de
belirttiğimiz gibi emanetler sayıca pek çoktur. Bu emanetlerin en büyük ve
kapsamlı olan konulan ise» vedia, Iukata, rehin, ariyet gibi ahkâm ile ilgili
konular arasında yer ahr.
Ubey b. Kâ'b der ki: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyuyurken dtniedim:
"Sen emaneti onu sana emanet olarak verene eksiksiz geri ver. Ve sakın
sana hainlik edene de sen hainlik etme!" Bunu Dârâkutnİ rivayet etmiştir.[297]
Yine bunu, Enes ve Ebû Hureyre de Peygamber (sav)'dan rivayet etmişlerdir.
el-Ba-kara Sûresi'nde de bu anlamda rivayetler (ve açıklamalar) geçmiş bulunmaktadır.
(el-Bakara, 2/283- âyetin tefsiri)
Ebû Umâme de şunu rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)'ı Veda Haccı sırasında
hutbesinde şöyle buyururken dinledim: "Ariyet olarak alınan şey eda
edilir. Minha geri verilir. Borç ödenir, kefil ise gerektiğinde kefil olduğu
kimsenin borcunu ödeyendir." Bu hadis sahih bir hadistir. Bunu Tirmizî ve
başkaları rivayet etmiştir.[298]
Dârakutnî ise şunu ilave etmektedir: Bunun üzerine bir adam: Peki ya Allah'ın
ahdi? diye sordu, Hz. Peygamber şöyle buyur-du: "Allah'ın ahdi eksiksiz
olarak yerine getirilen şeyler arasında buna en layık olandır."[299]
Bu âyet-i kerime ile bu hadis-i şerifin muktezasına göre, emanet geri
verilir ve durum ne olursa olsun onun tazminatı ödenir. İster gizlenip kaybedilecek
türden olsun ister olmasın, ister bu konuda emanete bir saldırı bulunsun ister
bulunmasın. (Her halükârda vedia (emanet.) geri verilir ve gerekirse tazminatı
ödenir). İşte bu âyet ve hadisin bu muktezası gereğince, Ata; Şafiî, Aiımed ve
Eşlıeb görüşlerini böylece belirtmişlerdir.
İbn Abbas ve Ebû Hureyre'nin bırakılan emanetin tazminatını ödedikleri
rivayet olunmuştur. İbnu'l-Kasım'ın da, Malik'ten rivayetine göre; herhangi
bir hayvanı veya üstü saklanarak örtülen bir şeyi ariyet olarak alıp da bu onun
yanında telef olacak olursa, bunun telef olduğunu söylemesi halinde sözü tasdik
edilir ve ancak, herhangi bir teaddi (o emanete haksızca saldırı) halinde
tazminatını öder. Bu Hasan-ı Basrî ve en-Nehaî'nin de görüşüdür. Aynı şekilde
Kulelilerle Evzaînin de görüşü budur. Onlar şöyle demişlerdir:
Hz. Peygamberin: "Ariyet geri ödenir" hadisinin anlamı, yüce
Allah'ın: "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi.*,
emreder" buyruğunun anlamı gibidir. Emanetler telef olacak olursa, mutemen
olanın (kendisine bir şey emanet olunanın) onun tazminatını Ödemesi
gerekmemektedir. Çünkü, yanında emanet bırakılan kişi (.mutemen) musaddaktır.
Yani sözü doğru kabul edilen kimsedir. Ariyet de herhangi bir haksızca saldırı
olmaksızın telef olursa hüküm yine böyledir, Çünkü o ariyeti alan bir kimse,
gerektiğinde tazminatını ödemek şartıyla almamıştır, Şayet onun ariyet aldığı
şeye haksızca saldırısı dolayısıyla telef olursa, o takdirde ariyet olan şeye
karşı cinayetinden dolayı kıymetini ödemesi gerekir. AH, Ömer ve İbn
Mes'ud'dan da ariyette tazminat olmadığını söyledikleri rivayet edilmiştir.
Dârakutnl de Amr b. Şuay'dan, o, babasından, o da dedesi yoluyla Rasûlullah
(sav)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Emanet alan üzerinde
tazminat yükümlülüğü yoktur."[300]
Şafiî de görüşünü desteklemek üzere ileri sürdüğü deliler arasında
Peygamber (sav)'in kendisinden birtakım zırhları ariyet olarak istemesi
üzerine, Safvan'ın: Bunlar tazminat altında bir ariyet midirler, yoksa aynen
geri ödenecek ariyet midirler? diye sorunca, Hz, Peygamber de: "Hayır,
bunlar aynen geri ödenecek ariyettirler" diye cevap vermişti.[301]
Yüce Allah'ın: "Ve insanlar arası i ula hükmettiğiniz zaman
adalede hükmetmenizi emreder" buyruğu ile ilgili olarak ed-Dahhâk der ki:
Yani, müd-daiye davacıya beyyine (delil veya şahid) getirme yükümlülüğü, İnkâr
edene de yemin teklifi İle hükmetmeyi emreder.
Bu, yöneticilere, emirlere ve hakimlere yönelik bir hitaptır. Mana
yoluyla da emanetlerin eda edilmesi hususunda açıkladığımız gibi bütün
İnsanlar da dahildir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki
adaletle hükmedenler, Kıyamet gününde Rahmanın sağ tarafında -ki, O'nun her
iki eli de sağ-dır-nurdan minberler üzerinde olacaklardır. Bunlar verdikleri
hükümlerinde, çoluk çocukları hakkında, ve yönetimleri altında bulunanlara adaletle
davranan kimselerdir.[302]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Hepiniz çobansınız ve
hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz. İmam (İslam devlet başkanı) bir çobandır
ve o güttüklerinden sorumludur. Kişi ailesi üzerinde bir çobandır ve onlardan
sorumludur. Kadın, kocasının evinde bir çobandır ve o ondan sorumludur. Köle
efendisinin mali üzerinde bir çobandır ve ondan sorumludur Hasılı şunu bilin
ki, hepiniz bir çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz."[303]
Böylelikle Hz. Peygamber bu sahih hadislerinde, bütün bu kimseleri kendi
mertebelerine göre çoban ve yönetici olarak değerlendirmiştir. Aynı şekilde
ilim adamı hakim de böyledir. Çünkü böyle bir kimse, fetva verdiği takdirde
hükmetmiş olur. Hükmünü verdiği vakit de helâl île haramı, farz ile mendubu,
sahih ile fasid olanı birbirinden ayırd etmiş olur. Bütün bunlar eda olunan
birer emanet ve hükme bağlanan birer yargıdır. "Ne güzel" buyruğu
ile ilgili açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır.
(2/281. âyetin tefsiri)
"Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir."
Yüce Allah, kendi zatını işiten ve gören diye vasfeönektedir. O, işitir ve
görür. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki
Ben, sizinle beraberim, işitirim ve görürüm. "(TaHâ, 20/46) Bu delil,
sem'i yolla gelendir Yani, senı'i delillerle Allah'ın işitip gördüğü ifade
edilmektedir. Akıl da buna delâlet etmektedir. Çünkü, işitme ve görmenin yokluğu
ontarın zıtlan olan körlük ve sağırlığa delildirler. Zira, her iki şeyi de
kabil olan bir varlık bunlardan birisine mutlaka sahiptir. Şanı yüce Allah
ise, her türlü eksikliklerden münezzehtir. Diğer taraftan eksik sıfatlara sahip
olan bir zattan mükemmel fiillerin sadır olmasına imkân yoktur. Görmesi ve
işitmesi olmayan bir kimsenin başkasına görme ve işitmeyi yaratmak yoluyla
vermesi gibi.
Ümmet yüce Allah'ın her türlü eksiklikten tenzih edilmesi gerektiğini
ic-ma ile kabul etmiştir. Bu da sem'î bir delildir. Ve bu, hepsi de İslam adını
taşıyan kimselerle tartışma halinde Kur'ân'ın nassı ile yeterli görülür Şanı
yüce ve mübarek Rabbimiz, vehimlilerin vehmettiklerinden yücedir. Yalancı ve
iftiracıların uydurduklarından münezzehtir: "İzzet sahibi olan Rabbin,
on-larm vasfede geldiklerinden münezzehtir. (es-Saffat, 37/180)[304]
59. Ey iman edenleri Allah'a itaat edin. Peygambere de İtaat edin. Sizden
olan emir sahiplerine de. Eğer birşeyde çekişirseniz, Allah'a ve âh ire l
gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasulîine döndürün. Bu hem daha hayırlı,
hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Bundan önceki âyet-i kerimede, yöneticilere hitap edilip onlara emaneti
yerine getirmeleri, insanlar arasında da adalede hükmetmeleri emrolun-duktan
sonra, bu âyet-i kerimede yönetilenlere (raiyyeye), önce aziz ve ce-lil olan
Allah'a itaat etmeieri emrolunnıaktadır ki, bu da O'nun emirlerini yerine
getirmek, yasaklarından kaçınmaktır. Sonra da vermiş olduğu emir ve
yasaklarında Rasûlüne itaati emretmektedir Üçüncü olarak da yöneticilere
itaatin emrolunduğunu görüyoruz. Bu, cumhurun, Ebû Hureyre, İbn Abbas ve
diğerlerinin görüşüne göre böyledir.
Selıl b. Abdullah et-Tüsterî der ki: Yedi hususta sultana itaat ediniz:
Sikke vurduğu dirhem ve dinarlar hususunda, ölçü ve tartılar hususunda, ahkâm,
hac, cuma, iki bayram ve cihad hususunda.
Yine Sehl der ki: Sultan bir alime fetva vermesini yasaklayacak olursa,
onun da fetva verme hakkı yoktur. Eğer fetva verecek olursa, bu yasağı koyan zalim
bir emir olsa dahi, kişi asi olur.
İbn Huveyzimendâd ise şöyle demektedir: Sultana itaat, işlenmesi halinde
Allah'a itaat olan hususlarda icabeder. Fakat, işlenmesi halinde Allah'a
ma-siyet olan hususlarda itaat vadb değildir. Bundan dolayı biz şöyle diyoruz:
Çağımızın yöneticilerine itaat, onlara yardımcı olmak, onları ta'zim etmek caiz
değildir. Bununla birlikte ne zaman gazaya çıksalar, onlarla birlikte gazaya çıkmak
icabeder. Yönetmek onlar tarafından olup, imamet ve hisbe de onların
görevlendirmesi ile olur. Şu kadar var ki, bunların şeriatın öngördüğü şekle
uygun olarak yerine getirilmeleri gerekir. Bize namaz kıldıracak olsalar, eğer
günah ve masiyet bakımından fasık iseler, onlarla birlikte kılınan namaz
caizdir. Şayet bidatçi kimseler iseler, onlarla birlikte namaz caiz değildir.
Şu kadar varki, onlardan korkulacak olursa, onlarla birlikte takiyye olmak
üzere namaz kılınır, sonra namaz iade olunur.
Derim ki: Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
İmamın görevi adaletle hükmedip, emaneti eksiksiz olarak yerine getirmesidir. O
bunu yapacak olursa, müsîümanlara da ona itaat etmek düşer. Çünkü yüce Allah
önce bizlere, emaneti yerine getirip adaletle hükmetmeyi emretti, sonra da
yöneticiye itaati emretti.[305]
Câbir b. Abdullah ile Mücahid der ki: "Emir sahipleri
(ululemr)" denilen kimseler, Kur'ân ve ilim ehli olan kimselerdir. Mâlik
(Allanın rahmeti üzerine olsun)!in tercihi de budur. ed-Dahhak'ın şu sözü de
buna yakındır: Yüce Allah bununla, fukahayı ve din alimlerini kastetmektedir.
Mücahid'den, bur-da sözü geçenlerin, özei olarak Peygamber (sav)'ın ashabı
olduğunu söyîe-dığî nakledilmiştir. İkrime'den ise, bununla özel olarak Ebû
Bekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) 'e işaret olduğunu söylediği
nakledilmiştir. Süf-yan b. Uyeyne, el-Hakem b. Eban'dan şunu rivayet eder:
el-Hakem, İkrime'ye Um veledler, (efendilerinden çocuk sahibi olan carİyelerVin
durumu hakkında soru sormuş, o da: Bu kadınlar hür olurlar demiştir. Bunu neye
dayanarak söylüyorsun deyince, o da, Kur'ân-ı Kerime dayanarak, dedi. Ben:
Kur'andaki hangi buyruğa dayanarak? diye sordum. O da şöyle dedi: Yüce Allah:
"Allaha İtaat edin, Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sahiplerine
de" diye buyurmaktadır. Ömer de emir sahibi kimselerdendi. O demiştir ki:
(Umveled) bir düşük yapacak dahi olsa azad olur. Bu anlamdaki açıklamalar,
etraflı bir şekilde, Haşr Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Peygambersize ne
verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse sakının0 (el-Haşr, 59/7) âyetini
açıklarken gelecektir. îbn Keysan der ki: Emir sahipleri, insanların işlerini
düzgün bir şekilde çekip çeviren, akıl ve görüş sahibi kimseler demektir. Derim
ki: Bu görüşlerin en sahih olanları birincisi ve ikincisidir. Birincisinin
sahih olması şundan dolayıdır: Emir, asıl itibariyle onlardan (yöneticilerden)
dir ve hükmetmek yetkisi onlara aittir. Buharî ve Müslim de İbn Ab-bas'tan
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Ey iman edenler, Allah'a itaat
edin. Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de" buyruğu,
Sehmili Abdullah b. Huzafe b. Kays b. Adiyy hakkında nazil olmuştur. Hz.
Peygamber onu bir serîyeye komutan olarak göndermişti.[306]
Ebû Ömer (îbn Abdi'1-Berr) der ki: Abdullah b. Huzafe şakacılığı ile tanınan
birisi idi. Onun şakalarından birisi de şudur: RasÛiullah (sav) onu bir
seriyyeye kumandan tayin etmişti. O da komutası altında bulananlara odun
toplayıp ateş yakmalarım emretti. Bu ateşi yakınca, ateşin içerisine kendilerini
atmalannı emretti ve onlara: Rasûlullalı (sav) size, bana itaat etmenizi emretmedi
mi? dedi ve: "Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiş olur"
demedi mi? Onlar da şu cevabı verdiler: Bizim Allah'a iman etmemizin, Rasûlüne
tabi olmamızın tek sebebi ateşten kurtulalım diyedir. Rasûlullalı (sav) onların
yaptıklarını tasvip buyurup şöyle dedi; "Yaratıcıya isyanı gerektiren
hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur."
Çünkü yüce Allah: "Kendinizi öldürmeyin" (en-Nisa, 4/29.)
dîye buyurdu. Bu. isnadı sahili ve meşhur bir hadistir.
[307]
Muhammed b. Arnr b. Alka-me'nin, Ömer b. el-Hakem b- Sevban'dan rivayet
ettiğine göre Ebû Said el-Hudri şöyle demiştir: Sehml'i Abdullah b, Huzafe b.
Kays, Bedir ashabından-dı ve şakacı bir kimseydi. ez-Zübeyr de der ki: Bana
Abdükebbar b. Said, Abdullah b. Vehb'den anlattı. Abdullah, el-Leys b. Sa'd'den
şöyle dediğini nakletti: Bana ulaştığına göre o, seferlerinden birisinde,
Rasûfullah {sav)'ın de-vesinin eğer bağını, çözmüştü; nerdeyse Rasûlullah’ı
bundan ötürü düşecek idi. tbn Vehb: Leys'e onu güldürmek için mi böyle
yapmıştı, diye sordum. O da: Evet o şakacı bir kimseydi, dedi. Mcymun b.
Mehran, Mukatil ve el-Kelbî de der ki: "Emir sahiplerî"nden kasK,
seriyye kumandanlarıdır.
İkinci görüşün doğruluğuna gelince, buna da yüce Allah'ın: "Eğer
bir şeyde çekişirseniz... onu Allah'a ve Rasûlü'ne döndürün" buyruğu
delildir. Yüce Allah, hakkında anlaşmazlığa düşülen bir şeyi, Allah'ın
Kitabına ve Peygamberinin sünnetine döndürmeyi emretmektedir. Allanın Kitabına
ve sünnete dönme keyfiyetini bilmek ise, ilim adamlarından başka kimselerin bilebileceği
bir iş değildir. Bu da ilim adamlarına sormanın vacib ve onların fetvalarına
bağlı kalmanm gerekti olduğunun delilidir. Sefil b. Abdullah (Allah'ın rahmeti
üzerine olsun) der ki: İnsanlar, (adaletti) sultanlarını ve (hak üzere olan)
ilim adamlarını ta'zim ettikleri sürece hayırlara mazhar olmaya devam ederler.
Eğer bu iki kesimi ta'zim edecek olurlarsa, Allah onların dünyalığını da
anketlerini de ıslah eder. Bu iki kesimi hafife alıp küçümseyecek olurlarsa,
Allah onların dünyalarını da anketlerini de ifsad eder.
Üçüncü görüş, (sınırlı, özel) has bir görüştür. Ondan da daha has
(tahsis edici) görüş ise dördüncü görüştür. Beşinci görüş ise, mana itibari ile
doğru olsa dahi, âyetin lafzı bunu kabil değildir. Çünkü akıl, her faziletin
esası, her edebin kaynağıdır. Allah onu din için bir esas, dünya için bir
direk kılmıştır. Allah, aklın kemali dolayısıyla mükellefiyetlerini vacip
kılmış, dünyayı onun ahkâmı ile idare edilen bir yer kılmıştır, Akıl sahibi
bir kimse, aklını kullanmamızın gayret ve çaba gösteren herkesten daha çok
Eabbine daha yakındır. Bu anlamdaki ifadeler İbn Abbas'tan da rivayet
edilmiştir.
Bazıları, "ululemr" ile Hz. Ali ve masum imamların
kastetiîdiğini iddia etmişlerdir, Eğer durum böyle olsaydı, ondan sonra gelen:
"Onu Allah'a ve Rasulüne döndürün" diye buyurmasının bir anlamı
olmazdı. Aksine şöyle demesi gerekirdi: Onu imama ve ululemre döndürün. Yüce
Allah'ın bu şekilde buyurmuş olması ise, Kitap ve sünnetin muhkem olduğunu
(onların hükmüne başvurmak gerektiğini) ortaya koymaktadır. Böyle bîr görüş
(yani bunun Hz. Ali ve masum imamlar olduğu görüşü) kabul edilmemiş ve cumhurun
benimsediği kanaate muhalif bir görüştür.
itaatin gerçek mahiyeti, emri yerine getirmektir, Nitekim, masiyet de
onun zıddıdır. O da emre muhalefet etmek demektir. İtaat kelimesi, inklyad
etmekten alınmıştır. Masiyet ise, sertlik göstermek demek olan İsyandan alınmıştır.
"Sahipleri" kelimesinin tekili Sahib kelimesidir. Bu da kıyasa göre
olmayan bîr çoğuldur. Nisa (kadınlar), ibil (develer) ve at (hayl) kelimeleri
gibi olup bunların lıerbirisi kendi lafzından tekili olmayan çoğul ifade eden
bir isimdir. el-Hayl'in tekilinin hail olduğu da söylenmiştir, buna dair
açıklamalar ise önceden geçmiş bulunmaktadır. (3/14. âyet, 6. başlık.)
[308]
Yüce Allah'ın: "Eğer bir şeyde çekişirseniz" buyruğundaki
"çekişme (münaza'a)", mücadele eder ve anlaşmazlığa düşerseniz,
demektir. Münaza'a (karşılıklı çekişme) tabirinin kullanılmasına ise, sanki
herkes ötekinin delilini çekip onu çürütüyor gibi olduğundandır.
Nez', çekip almak demektir. Münaza'a da karşılıklı olarak delilleri
çekiştirmek anlamındadır, "Ben de, bana ne oluyor ki, Kur'an ile
benimle*çekişiyor diyorum"
[309]
hadisindeki "münaza'a" da buradan gelmektedir. el-A'şa der kî:
"Onlarla- yaslanmış olduğum halde- reyhan otunun saplarını
çekiştirdim. Bir de işe yaramaz ekşimiş ve arıtılmış hali bile ufak bitkiler
(tortusu) bulunan
bir şarap (elden ele dolaştı)."
"Eğer bir şeyde" yani, dinînizi ilgilendiren herhangi bir
hususta "çekişirseniz, onu Allah'a ve KasûLü'ne döndürün" yani, o
çekiştiğiniz mesele hakkında hüküm vermeyi Allah'ın Kitabına ve hayatta olduğu
sürece ona sormak suretiyle Rasûlüne veya vefatından sonra sünnetini incelemek
suretiyle sünnetine döndürünüz. Bu Mücahid, el-A'meş ve Katade'nin görüşü olup
sahih olan görüş de budur. Bu görüşde olmayanların imanlar! sarsılır. Çünkü
yüce Allah: "Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız" diye
buyurmuştur.
Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamı, Allah ve Rasûlü en iyi bilir,
deyiniz şeklindedir. İşte işi Allah ve Rasülüne havale etmek budur. Bu ise,
Ömer b. el-Hattab (r.a)'ın şu sözüne benzemektedir; Hakka dönmek, batılda
oyalanmaktan hayırlıdır.
Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Ali (r.a) şöyle demiştir:
"Bizim yanımızda Allah'ın Kitabında ve bu sahifede yazdı bulunan
şeylerden, yahut da müslüman bir kimseye verilen bir kavrayıştan başka bir şey yoktur."
[310]
Eğer bu sözü söyleyenin dediği gibi
olsaydı, bu ümmete has olan içtihad ile ona bağışlanan istinbatın batıl olması
gerekirdi. Şu kadar var ki, misaller getirilir ve doğru ortaya çıkıncaya kadar
o misalin benzeri araştırılır.
Ebû'l-Âliye der ki: İşte bu {.sözü edilen şey) yüce Allah'ın şu
buyruğunda dile getirilen husustur: "Halbuki bunu Rasuliine veya
içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı, içlerinden işin. içyüzünü
araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu elbette bilirlerdi." (en-Nisa,
4/83) Yüce Allah'ın ilmini kendisine sakladığı ve yarattıklarından hiçbir
kimseyi muttali kılmadığı birşey varsa, işte, Allah bunu en iyi bilendir,
denilecek hususlar bunlardır.
Hz. Ali, altı ay olan asgari hamilelik müddetini, yüce Allah'ın;
"Ona gebe kalınması ve sütten kesilmesi otuz aydır" (el-Ahkâf, 46/15)
buyruğu ile: "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler"
(el-Bakara, 2/233) âyetinden is-tinbat etmiştir. Çünkü biz, iki bütün yılı (24
ayı) otuz aydan çıkaracak olursak geriye altı ay kalır. Buna benzer örnekler
ise pek çoktur.
Yüce Allah'ın: "Rasûlüne döndürün" buyruğu, Hz. Peygamberin
sünneti ile amel edilip, onda yer alan emirlerin yerine getirileceğine
delildir, Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Size neyi
yasakladımsa ondan uzak durunuz, size neyi emrettiysem gücünüz yettiği
kadarıyla ondan yapınız. Çünkü, sizden öncekilerin helak edilmelerine sebep,
çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri olmuştur." Bu
hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[311]
Ebû Davûd da Ebû Rafi'den Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Sizden herhangi birinizi koltuğuna oturmuş ve yaslanmış olduğu
halde, benim verdiğim emirlerden herhangi bir emri yahut yasakladığım herhangi
bir husus kendisine gelip de onun: Biz bilmiyoruz, Allah'ın Kitabında
bulduğumuza tabi oluruz dediğini görmiyeyim."[312]
El-İrbad
b. Sariye'den rivayete göre, Rasûlullah (sav)'ın insanlara hutbe irad ettiği
bir sırada hazır bulunmuş ve Hz. Peygamberin şöyle buyurduğuna tanık olmuştur:
"Sizden herhangi bir kimse, koltuğuna yaslanmış olarak zanneder mi ki
Allah, bu Kur'anda bulunandan başka hiçbir şeyi haram kılma-mışEır? Şüphesiz ki
ben, -Allah'a and ederim- öyle bir takım şeylere dair emirler, öğütler vermiş
ve yasaklarda bulunmuşum ki, hiç şüphesiz ki bunlar (sayıca) Kur'andakiler gibidir
veya daha da fazladır."
[313]
Bunu
Tirmizî de el-Mikdam b. Ma'dikerib'den bu manada rivayet etmiş ve: Bu hasen,
garip bir hadistir demiştir.[314]
Bu
hususta meseleyi nihai olarak kesinleştiren ise, yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Onun emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin gelip çatmasından
sakınsınlar." (en-Nur, 24/63) Bu âyete dair açıklamalar ileride gelecektir.
[315]
Yüce
Allah'ın: "Bu hem daha hayırlı" buyruğu, sizin anlaşmazlığa düştüğünüz
hususları, Kitaba ve sünnete havale etmeniz, anlaşmazlıktan daha hayırlıdır.
"Hem de sonuç Cyani dönüş) İtibariyle daha güzeldir.”
Te'vİl,
anlaşılması güç lafızların anlamlarını herhangi bir anlaşmazlığı bulunmayan
açık ifadelerle dile getirmektir. Yine te'vil, cem etmek ve düzene koymak
anlamına da gelir. O bakımdan: "Allah işini bir araya getirip düzene
koysun" denilir.
Bunyruğun
anlamının: Böyle yapmanız sizin tevilinizden, sizin açıklamanızdan, işleri
vardıracağınız sonucunuzdan daha güzeldir, şeklinde olması da mümkündür.
[316]
60.
Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara iman ettiklerini iddia
edenleri görmez inisin? Kendisini inkâr etmekle em-rolunduklan halde, tâğut'un
hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün
saptırmak ister.
61.
Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin" denilince, münafıkların
senden alabildiğine yüz çevirdiklerini görürsün.
Yezid
b, Zurey', Davud b. Ebi Hind'den, o, eş-Şa'bî'den şöyle dediğin? rivayet
etmektedir: Münafıklardan bir kişi ile yahudi bir kişi arasında bir anlaşmazlık
vardı. Yahudi, münafık olanı Peygamber (sav)'a gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hz.
Peygamberin rüşvet almayacağını biliyordu. Münafık ise, ya-hudiyi kendi
hakimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da, yahu-di hakimlerin
hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta anlaşmazlığa
düşmeleri sonucunda, nihayet Cüheyye kabilesine mensup bir kâ~ hin'in hükmüne
başvurmak üzere anlaştılar. İşte bu Tıususta, yüce Allah: "Sa na i ad i filene"
münafık olanı kastediyor "ve senden önce indirilmiş olanlara"
yahudiyi kastediyor "iman ettiklerini iddia edenleri görmez misin?
Kendisini inkâr etmekle f mrolundukları halde tâğutun hükmüne başvurmak
İstiyorlar" buyruğundan itibaren *V. tam bîr teslimiyetle teslim ol
madıkça iman etmiş olmazlar" (en-Nisâ 4/65) buyruklarım indirdi.
[317]
ed-Dahhak
da der ki: Yahudi olan, münafık olanı Peygamber (sav) ın hakemliğine
başvurmaya davet etliği halde, münafık olan da, Kâ'b b. eİ-Eşref in hakemliğine
başvurmaya davet etti. İşte burada sözü geçen "tâğût" odur. Ayrıca
bunu, Ebû Salih, İbn Abbas'tan rivayet
etmiştir.
İbn
Abbas dedi kî: Bişr diye anılan münafıklardan bir kimse ile yahudi birisi
arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi: Haydi gel seninle Muhammed'e gidelim
dediği halde, münafık olan da: Hayır, Kâ'b b. el-Eşref e gidelim, dedi. -İşte
yüce Allah'ın "tâğût*1 yani, tuğyan eden kimse adını verdiği kişi budur-
Ancak yahudi, RasûluDah (sav)'dan başkasının hükmüne başvurmayı kabul etmedi.
Münafık durumu görünce, onunla beraber Rasûlullalı (sav)'ın yanma vardL. Hz.
Peygamber de yahudinin lehine hüküm verdL Hz. Peygamberin yanından çıktıkları
vakit münafık; Ben bu hükme razı değilim, dedi. Haydi şeninle Ebû Bekr'e
gidelim. Hz. Ebû Bekir de yahudi Lehine hüküm verdi. Yine münafık buna razı
geîmedi. Bunu da ez-Zeccâc zikretmiştir. Bu sefer dedi ki: Haydi seninle Ömer'e
gidelim. Bunun üzerine Ömer'e gittiler. Yahudi dedi ki: Biz önce Rasûlullalı
(sav)'a gittik, sonra Ebû Bekir'e gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı. Hz.
Ömer, münafık olana: Bu durum dediği gibi midir diye sordu. Münafık: Evet
deyince, Uz. Ömer: Ben yanınıza çıkıp gelinceye kadar burada durunuz, dedi,
İçeri girdi, kılıcını alıp çıktıktan sonra ölünceye kadar kılıayia münafığı
vurmaya devam etti ve dedi ki: İşte ben Allah'ın ve Rasûlünün hükmüne razı
olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm. Yahudi ise kaçıp gitti ve
bu âyet-i kerime nazil oldu. Rasûlullah (sav) da: "Sen,
el-Fârûk'sun" dcdL Hz~ Cebrail de Hz. Peygambere nazil olup şöyle dedir
Şüphe yok ki Ömer hakk ile batılın arasını far-ketti (birbirinden
ayırdı"), tşte bundan doiayı ona el-Fârûk adı verildi, işte: “… tam bir
teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar" buyruğuna kadar olan
bütün âyetler bunun hakkında nazil olmuştur.
"Sapıklık"
kelimesi, manayı te’kid için nasb edilmiştir. İyiden İyiye, alabildiğine büyük
bir sapıklıkla saptırmak... demektir
Yüce
Allah'ın: "Ve Allak sizi yerden bitki gibi bitirmiştir." (Nuh, 71/17)
Buyruğu da bunun gibidir, Bu anlama dair geniş ve yeterli açıklamalar daha
önceden (Ali-îmran, 3/37. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır.
"Alabildiğine
yüz çevirmek" buyruğu, el-Halil'e göre rnastar'dan isimdir. Mastar ise, 'dir.
Kûfeliler ise bu iki kelimenin (dalal ve sudûd kelimelerinin, yada sadd ve
sudûd kelimelerinin) her ikisi de birer mastardır, derler,
[318]
62.
Elleriyle yaptıkları yüzüûden başlarına bîr musibet gelip çsttı-ğı zaman
halleri nasıl olacak? Sonra sana gelirler de: "Biz iyilik etmekten ve ara
bulmaktan başka bir şey istemedik" diye Allah'a yemin ederler.
63-
İşte onlar, Allah'ın, kalplerinde olanı bildiği kimselerdir. Artık onlardan
yüzçevir, onlara öğüt ver ve kendilerine haklarında etkileyici sözler söyle.
"Elleriyle
yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet gelip çattığı zaman halleri nasıl
olacak?" Yani, (savaşta)
yardımlarını almayı terk e emekten ve yüce Allah'ın: "De ki:
Ebedîyyen benimle birlikte asla (bir savaşa) çıkctTnaz-sınız ve benimle beraber
hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız" (et-Tevbe. 9/83) buyruğunda işaret
olunan, kendilerini gelip bulacak zillet dolayısı ile halleri nice olacak. Yani
nasıl davranacaklar, ne yapacaklar? Burada onların (Hz. Ömer tarafından)
öldürülen arkadaşlarının kastedildiği de söylenmiştir. "Elleriyle
yaptıkları yüzünden..." ifadesi ile söz (cümle) tamam olmaktadır. Daha
sonra onların yaptıklarından haber vermeye koyulmaktadır Şöyleki; Hz. Ömer,
arkadaşlarını öldürünce, kavmi gelip diyetim istemeye ve: Bizler onun diyetini
istemekle iyilikten ve hakka uygun davranmaktan başka birşey istemiyoruz, diye
yemin etmeye kovuldular.
Şöyle
de denilmiştir: Buyruğun anlamı şudur: Senin hükmüne başvurmakta, senden yüz
çevirmekle biz sadece hasımlar arasını uyuşturup bulmayı ve verilecek hükümde
iki tarafı birbirlerine yaklaştırmakla iyilikte bulunmayı istemiştik.
İbn
Keysan der ki: Biz yalnızca adalet ve hakkı istemiştik, derler. Bunun bir
benzeri de: "Ve iyilikten başka birşey kastetmedik diye yemin edeceklerdir"
(et-Tevbe, 9/107) buyruğudur, Yüce Allah, onların bu iddialarını yalanlayarak:
"İşte bunlar, Allah'ın, kalplerinde olanı bildiği kimselerdir” diye
buyurmaktadır. ez-Zeccac der ki; Yani, Allah onların münafık olduklarını
bilmiştir, demektir. Bunun bizim için ifade ettiği anlam da şudur: Bilin ki
onlar münafıklardır.
"Artık
onlardan yûzçevir." Onları cezalandırmaktan ya da onların özür beyan
etmelerini kabul etmekten yüzçevir demek olduğu söylenmiştir. "Onlara
öğüt ver" onları korkut. Bunun ileri gelenlerden bir kalabalık önünde
ya-pıiacağı da söylenmiştir,
"Ve
kendilerine haklarında etkileyici sözler söyle!" Yani, gizlice ve tenhada
olduklarında, en beliğ bir şekilde, en etkileyici bir surette yaptıklarından
vazgeçmelerini söyle. el-Hasen der kî: Onlara de ki: Şayet kalplerinizde olanı
açığa vurursanız sizi öldürürüm, anlamındadır. "Etkileyici* dâ-ye meali
verilen "belîğ* ifadesi diliyle kalbinde olanın özüne ulaşan (onu yeterince
ifade edebilen) kimse demektir. Araplar, “İleri derecede ahmak bîr kimse, aşırı
ahmak kimse" tabirini kullanırlar. Bunun, ahmak dahi olsa, istediğini elde
eden, anlamında olduğu da söylenmiştir,
Şöyle
de denilmektedir. Yüce Allah'ın; "Elleriyle yaptıkları yüzünden haçlarına
bir musibet gelip çattığı zaman halleri nasıl olacak?" buyruğu. Mescid-i
Dirar'ı inşa eden kimseler hakkında nazil olmuştur, Allah, onlarm
münafıklıklarını ortaya çıkartıp mescidi yıkmaları emrini verince, Rasûluliah
(sav)'a kendilerini savunmak kastı ile: Bizler mescidi bina etmekle, Allah'a
itaat ve Kitabına mu vafa kattan başka birşey istemedik, demişlerdi.
[319]
64.
Biz, ne kadar peygamber gönderdiysek, Allah'ın izniyle itaat edilsin diye
gönderdik. Şayet kendilerine zulmettiklerinde sana gelip de Allah'tan mağfiret
dikselerdi, Peygamber de onlara mağfiret isteyiverseydi, Allah'ı elbette
tevbeleri çokça kabul eden, çok rahmet eden bulacaklardı.
Yüce
Allah'ın: "Biz ne kadar peygamber gönderdiysek"
buyruğundaki
(fc ) edatı tekid için zaid (fazladan) olarak gelmiştir. "Allanın
izniyle" Allah'ın ilmîyle, demekti*1- Allah'ın tevfikiyle anlamındadır, da
denilmiştir.
"İtaat
edilsin diye" verdiği emırierde ve yasaklarda buyruğu kabul edilip yerine
getirilsin diye "gönderdik." Şayet kendilerine zulmettiklerinde, sana
gelip..." buyruğu hakkında Ebû Sadık, Hz. Ali'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûluüah (sav)'ı defnedigimizden üç gün sonra bir bedevi arap
yanımıza çıkıp geldt. Kendisini Rasûlulîah'ın (sav)'ın kabri üzerine attı.
Toprağından başının üzerine saçmaya koyuldu. Şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü,
sen söyledin biz de senin söylediğini dinledik. Sen Allah'tan belledin biz de
senden belledik. Allah'ın sana indirdiği buyruklar arasında da: ''Şayet
kendilerine zulmettiklerinde..." âyeti de vardır. Ben kendime zulmettim.
İşte sana, bana mağfiret dilemen için gelmiş bulunuyorum. Kabirden ona: Sana
mağfiret olundu, diye seslenildi.
Yüce
Allah'ın: "Allah'ı elbette tevbeleri çokça kabul eden, çok rahmet eden
bulacaklardı.* Yani tevbelerini çokça kabul eden kimse... bulacaklardı.
Buradaki "tevbeleri çokça kabul eden, çokça rahmet eden" buyrukları
iki mef.'uldür.
[320]
65'
Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp,
sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir
teslimiyetle teslim olmadıkça İman etmiş olmazlar.
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;
Mücahid
ve başkaları der ki: Bu âyet-i kerime ile kastedilenler, daha ör&-ce
sözleri geçen tâğûtun hükmüne başvurmak isteyen kimselerdir. Âyet bunlar
hakkında nazil olmuştur.
et-Taberî
der ki: Yüce Allah'ın: "Hayır" buyruğu, daha önce sözü geçenleri red
içindir. İfadenin takdiri de şöyledir: Durum, onların sana indirilenlere iman
ettiklerini iddia ettikleri gibi değildir. (Onlar sana iman etmemişlerdir.)
Daha sonra: "Rabbine andolsun ki... İman etmiş olmazlar" buyruğu ile
buna yeni bir kasemde bulunmaktadır
Başkaları
da şöyle demiştir: Hayır <*J )'ın yeminden önce gelmesi, imanla-nnı
nefyetmeye ve onun oldukça güçlü bir nefîy olduğunu izhar etmeye verilen
önemden dolayıdır.
Kaşemden
sonra bunu bir daha bu nefye gösterilen ihtimamı tekid etmek için
tekrarlamıştır. O bakımdan İkinci ( (olumsuzluk edatıl'nın düşürülmesi sahih
olur. Ve böylelikle birincisinin başa alınmasıyla bu ihtimam yine büyük ölçüde
belirtilmiş olurdu. Birincisinin de ıskatı yerinde olurdu ve bu durumda nefıy
anlamı olduğu gibi kalır, fakat bu nefye gösterilen ihtimamın an-lamı ortada
kalmazdı.
Anlaşmazlığın
ortaya çıkması buyruğunun anlamı, anlaşmazlık ve karışıklıktır. Dallarının
birbirinden farklı farklı olması dolayısıyla ağaçlara *eş-Şecer" denilmesi
de buradan gelmektedir. Hevdeçlerde kullanılan sopalara da birbirinin içine
girdiklerinden dolayı "şicâr* denilmektedir. Şair der ki:
"Canım
sana feda olsun ve mızraklar birbirine karışmış bulunurken Bunlar ise ayağa
kalkmış (fakat düşmanla) karşılaşmaktan yana
sıkıntı
içerisindedirler."
Şair
Tarefe de şöyle demektedir:
“
Onlar, karmakarışık işlerde hüküm verenler,
Doğruluğun
sahipleri ve insanların işlerinde koşanlardır."
Bir
kesim de (âyetin nüzulü ile ilgili olarak) şöyle demektedir: Bu âyeti kerime,
ez-Zübeyr b. el-Avvâm'm ensardan olan birisi İle tartışması hakkında nazil
olmuştur. Aralarındaki anlaşmazlık bahçelerinin sulanması ile ilgiliydi. Hz.
Peygamber ez-Zübeyr'e: "Önce sen arazini sular sonra da suyu komşunun
arazisine sal" demişti. Hasım ise: Görüyorum ki, halanın oğluna iltimas
geçiyorsun, dedi. Rasûlullah (savVın yüzünün rengi değişti ve ez-Zübeyr'e:
"Bahçeni sula, sonra da su tarlanın duvarlarına ulaşıncaya kadar hapset"
dedi. Ve bunun üzerine: "Hayır, Rabblne aadolsunkl... iman etmiş olmazlar"
âyeti nazil oldu.
Bu
Hadis-i Şerif sabit ve sahili bir hadistir. Bunu Buhârî, Ali b, Abdullah'tan,
o, Muhammed b. Cafer'den o da Ma'mer senediyle rivayet etliği gibi,
[321] Müslim
de bunu Kuteybe'den, her ikisi de (Ma'mer ile Kuteybe, ez-Zührî senediyle
rivayet etmiştir.[322]
Bu
görüşü (Ma'mer ile Kuteybe) kabul edenler, ensardan olan kimsenin durumu
hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bazıları bu Bedire katılmış ensardan bir
kimsedir demektedir.
Mekki
ile en-Nehhas ise şöyle demektedirler: Bu kişi, Hatıb b. Ebi Bel-tea'dır.
es-Sa'lebî? el-Vahidî ve e!-Mehdevî de: O, Hatıb'dır demişlerdir. Bunun
Sa'lebe b.-Hatıb olduğu da söylendiği gibi, başka kimse olduğu da söylenmiştir.
Ancak sahih olan birinci görüştür; Çünkü, orada kim olduğu tayin edilmediği
gibi, ismi de verilmemektedir. Buharı ve Müslim'de de onun ensardan bir kimse
olduğu zikredilmekle yetinilmiştir.
Taberî
ise, âyet-i kerimenin münafık kişi ile yahudi hakkında inmiş olacağı görüşünü
tercih etmektedir. Nitekim Mücahid de böyle demiştir. Ayrıca bu âyet-i kerime
umum ifadesi ile, ez-Zübeyr'in kıssasını da kapsamına alır.
İbnül-Arabî
der ki: Sahih olan da budur. Hüküm konusunda Rasûlullah (savVı itham eden her
kimse kâfirdir. Fakat ensardan olan o şahıs yanılmıştı. Peygamber (sav)'da ondan
yüz çevirmiş ve yakininin doğruluğunu bildiği için bu yanlışlığını affetmişti.
Ensari'nin gösterdiği bu davranış elinde olmadan olmuştu. Böyle bir özellik
ise Peygamber (sav)'dan başka herhangi bir kimse için sözkonusu değildir.
Hakimin verdiği hükme razı olmayıp onu red ve tenkid eden bir kimsenin bu durumu
bir (irtidattır) ve onun tevbe etmesi istenir. Fakat verdiği hükümde değil de
bizzat hakimin kendisini tenkîd edecek olursa, hakim onu ta'zir de edebilir, af
da edebilir. Buna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle A'raf Sûresinin
sonlarında {'el-A'raf, 7/199. âyetin tefsirinde) gelecektir.
[323]
Bu
âyet-i kerimenin nüzul sebebi, zikretmiş olduğumuz hadis-i şerif ise, bunun
ihtiva ettiği fıkhı incelikler de şöyledir: Hz. Peygamber, ez-Zübeyr ile onun
hasmına karşı Önce sulh yolunu izlemek istemiş ve: “Ey Ziibeyr, Önce sen
arazini sula" demişti. Bunu söylemesine sebep ise, Zübeyr'in arazisinin
suya olan yakınlığı idi. "Sonra suyu komşuna gönder." Yani, hakkını
kullanmakta esnek davran, onu tamamiyle kullanma. Suyu komşuna göndermekte de
elini çabuk tut. Bu sözleriyle Zübeyr'i müsamahaya ve kolaylık göstermeye
teşvik etmişti.
Ancak
ensari bu sözleri işitince buna razı olmayıp kızdı. Çünkü o, suyun hiçbir
şekilde kendisinden alıkonulma masını, tutu İma ma sini istiyordu, İşte bu
esnada, haksızca insanı helak eden ve belini kıran şu sözü söyledi:
"Bu
senin halan oğludur diye mi böyle söylüyorsun?" Bu sorusunu, Hz.
Pey-gamber'in bu durumuna tepki göstermek üzere söylemişti. Yani sen, onunla
olan akrabalığın dolayısıyla mı onun lehine ve benim aleyhime hüküm veriyorsun?
-
İşte
bu esnada Peygamber (s.a.v.)ın, ona kızgınlığı dolayısıyla yüzünün rengi
değişti. Ve komşusuna herhangi bir müsamaha göstermeksizin hakkını sonuna
kadar alması için Zübeyr'in lehine hüküm verdi. O bakımdan kalkıp da: Hz.
Peygamberi "Hakim kızgın olduğu halde hüküm vermez"
[324]
dediği halde kızgınken hüküm vermiştir, denilemez.
Biz
buna karşılık şöyle diyoruz: Çünkü Hz. Peygamber tebliğde olsun, hükümlerinde
olsun hatadan masumdur. Buna delil ise, yüce Allah'tan tebliğ ettiği şeyler
hususunda onun doğru söylediğine delâlet eden akıldır. O bakımdan o, diğer
hakimler gibi değildir.
Yine
hadis-i şerifte hakimin, hak açıkça ortaya çıksa dahi hasımlar arasını ıslah
yolu ile bulması yolu gösterilmektedir. Ancak Mâlik bunu kabul etmemektedir.
Bu hususta Şafiî'nin ise farklı görüşleri gelmiştir. Bu hadis ise bunun caiz
olduğuna açık bir delildir. Eğer kendi aralarında sulh yaparlarsa mesele yok.
Aksi takdirde hakim, hak sahibi lehine hakkı tamamen alır ve böylelikle hüküm
sabit olur.
[325]
Mâlik'în
arkadaşları, üst tarafta bulunın, suyu ak Earafta bulunana gönderme şekli
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Habib der ki: Üst tarafla bulunan
kişi, bütün suyu bahçesine alır ve onunla sular. Nihayet su bahçesinin bütün
zeminini doldurup orada duranın topuklarına kadar ulaşınca, bu sefer suyun
girdiği yeri kapatır ve topuklara erişen miktardan fazla olan suyu kendisine
bitişik olana gönderir. O da, bu şekilde uygulama yapar ve en uzak bahçeye su
ulaşıncaya kadar böyle yapar. Mutam* ile İbnü'1-Mad-şûnj bunu bana böylece
açıkladılar. İbn Vehb de böyle demiştir.
İbnü'l-Kasım
da der ki: Su, bahçede topuk miktarına ulaşınca, suyun tamamını bir altta
bulunana gönderir ve kendi bahçesi içerisinde ondan herhangi bir şey
alıkoymaz, İbn Habib de der ki: Mutarrîf iJe İbnü'l-Macişûn'un söylediklerini
ben daha çok tercih ederim. Ve onlar bu İşi daha iyi bilirler. Çünkü Medine, bu
ikisinin yurdudur. Bu mesele de orada olmuştur. Uygulama orada cereyan
etmiştir.
[326]
Mâlik'in,
Abdullah b. Ebi Bekir'den rivayetine göre, ona Rasûlullah (sav)'ın, (Medine'de
yalnızca yağan yağmur suları ile akan iki sel suyu olan) Mehzûr ve Müzeynib sel
sulan hakkında şöyle buyurmuştur: "Topuklara ulaşıncaya kadar suyu
alıkonur, sonra da üstteki, bir alttakine suyu bırakır."
[327]
Ebû
Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: "Ben, bu hadis-i şerifin herhangi bir vecihle
Peygamber (say)'a muttasıl bir senetle rivayet edildiğini bilmiyorum. Bu
hadisin merfu'a en çok yaklaşan senedi Muhammed b. îshak'ın, Ebü Mâlik b.
Sa'lebe'den, onun babasından, onun da Peygamber (sav)'dan yaptığı rivayettir.
Buna göre: Mehzûr seli çevresinde bulunanlar, Hz. Peygambere geldiler. Hz.
Peygamber de, su topuklara ulaştığı takdirde, bir üstte olanın suyu
alıkoyamıyacağı şeklinde hüküm verdi. Abdurrezzak da Ebû Hâzim el-Kurtubî'den,
o, babasından, o da dedesinden, o da Rasûlullah (sav)'dan, Hz. Peygamberin
Mehzûr seli suları hakkında şu hükmü verdiğini nakletmektedir: Her bahçe
sahibi, su topuklara ulaşıncaya kadar suyu alıkoyar, sonra onu serbest bırakır.
Bunun dışındaki diğer sel sulan da böyledir. Ebû Bekir el-Bez-zar'a bu hadis
hakkında sorulmuş, o da şöyle demiştir; Ben bu hususta Peygamber (sav)'dan
sabit olacak bir lıadis bellemiş değilim. Ebû Ömer der ki: Lafzan bu şekilde
olmasa bile, mana itibariyle Sabit yoluyla gelen hadisin sahih olduğu üzerinde
icma vardır. Hadisi îbn Vehb, el-Leys b. Sâ'ad ile Yunus b. Yezirî'den, her
ikisi İbn Şihab'dan şöylece rivayet etmişlerdir: Urve b. ez-Zübeyr, İbn Şihab'a
şunu anlattı: Abdullah b. ez-Zübeyr, kendisine ez-Zübeyr1 den naklederek
anlattı ki; ez-Zübeyr, Rasûlullah (sav) ile beraber Be-dir'de bulunmuş ensardan
bir adam ile bir su arkı hususunda davalaştı. Her ikisi de bu su arkından
hurmalarını suluyorlardı. Ensardan olan kişi: Suyu bırak, deyince ez-Zübeyr
kabul etmedi. Bu sefer Peygamber (sav)Tın huzurunda davalaşülar, dedi ve
hadisi zikretti.
Ebû
Ömer der ki: (Daha önce başka yoldan kaydedilen) hadis i şerifte geçen;
"sonra su bırakılır" ifadesiyle: "Su topuklara varacak olursa,
üstteki suyu alıkoymaz" ifadeleri, Îbnü'l-Kasım'ın görüşünün lehine
tanıklık etmektedir. Aklî bakımdan da durum şöyledir: Üstteki bulunan kişi
şayet yalnızca topukları bulan miktardan arta kalanı gönderecek olursa, bu en
kısa bir sürede suyun kesilmesi sonucunu vermez ve bütün suyu serbest
bırakması halinde ulaşması mümkün olan yere kadar ulaşmaz. Fakat üstte bulunan
kimse, topuklara ulaşan kadarından sonra bütün suyu tamamen bırakacak olursa,
bunun faydası daha genel kapsamlı ve insanların ortak kılındıkları şeylerde
faydası daha çok olur. O bakımdan İbnü'l-Kasım'ın görüşü herhalde daha
uygundur. Tabii ki bu, suyun asit alt arazinin sahibinin özel mülkü olmadığı
takdirde böyledir. Çünkü herhangi bir amel, yahut sahih mülkiyet yada kadim bir
istihkak ve mülkiyetin sübutu ile bir şeye hak kazanılmış ise, o takdirde
herkes, elinde bulunan şeyden sahip olduğu hakka göre istifade eder ve o
rpeselede asıl neyse ona göre hüküm verilir. Başarı Allah'tandır.
[328]
Yüce
Allah; "Sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı
duymadan" yani, içlerine bir darlık ve şüphe gelmeden... Sıkıntı anlamına
gelen "el-harec" kelimesinin bu anlamı dolayısıyla birbirine sarmaş
dolaş olan ağaçlar için “” denilir. Çoğulu ise; “” şeklinde gelir.
ed-Dehhak
der ki: Bu buyruk; senin verdiğin hükmü inkar etmeleri suretiyle kalplerinde
günahı gerektirecek bir şey duymaksızın anlamındadır. Tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça" hükme dair verdiğin emrine tamamıyla itaat etmedikçe
"iman etmiş olmazlar." ez-Zeccac der ki:"Teslimiyet, tekid
edici bir mastardır, O bakımdan (bu kabilden olmak üzere: "Kesinlikle
vurdum, dediğin zaman, ben bunda hiç şüphe etmiyorum, demiş gibi olursun.
İşte; "Tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça" buyruğu da bu
kabildendir. Yani senin verdiğin hükme, içlerinde herhangi bir şüphe ve
tereddüt sokmaksızın tam teslimiyetle teslim olmadıkça İman etmiş olamazlar.
[329]
66.
Şayet onlara: "Kendinizi öldürün yahut yurtlarını'/dan ç Jun" diye
yazsaydık, içlerinden pek azı müstesna bunu yapmazlardı. Kendilerine verilen
öğütleri yerine getirselerdi elbette haklarında çok hayırlı ve daha bir sebat
verici olurdu.
67.
O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükâfat da verirdik. 6 8. Ve onları elbette
dosdoğru yola iletirdik.
Buyrukların
nüzûi sebebi ile ilgili olarak şu rivayet gelmiştir; Sabit b b- Şemmâs ile bir
yahudi karşılıklı olarak övünmeye koyuldular. Yahudi şöyle dedi: Allah'a yemin
olsun, bize kendimizi öldürmemin farz yazıldı ve biz de öldürdük. O kadar ki,
öldürülenlerin sayısı yetmişbin kişiyi buldu. Bunun üzerine Sabit şöyle dedi:
Allah'a yemin olsun, Allah bize de kendinizi öldürün diye yazacak olsa,
şüphesiz biz de bunu yapardık.
Ebû
İshak es-Sebiî1 de der ki: "Şayet onlara kendinizi öldürün... diye
yaz-saydık" âyet-i kerimesi nazil olunca, birisi: Biz bununla emrolunacak
olsak mutlaka bunu yaparız.
Fakat
bizi bundan esenliğe kavuşturan Allah'a da hamd olsun, dedi. Bu husus
Rasûlullah (savVa ulaşınca şöyle buyurdu: "Şüphe yok ki, ümmetim arasında
öyle erler vardır ki, iman kalplerinde yerlerinde sapasağlam duran dağlardan
daha bir sağlamdır"
[330]
İbn
Vehb der ki: Mâlik dedi ki: Bu sözü söyleyen Ebû Bekir es-Sıddik (r.aj'dır,
Mekkî de bu şekilde bu sözü söyleyelenin Hz. Ebû Bekir olduğunu
zikretmektedir. en-Nakkaş ise bu sözü söyh'yenin Ömer b. el-Hattab (r.a)
olduğunu zikretmiştir, Ebû Bekir es-Sıddik (r.a)'dan da şöyle dediği zikredilmektedir:
Eğer üzerimize böyle bir şey yazılacak olsaydı, şüphesiz ben, önce işe
kendimden ve aile halkımdan başlardım,
Ebû'1-Leys
es-Semarkandî de şunu zikretmektedir: Aralanndan bu sözü söyleyenler Ammar b.
Yasir, İbn Mes'ud ve Sabit b. Kays'dır. Bunlar şöyle demişlerdi:
Allah
bize kendimizi öldürmemizi yahut yurtlarımızdan çıkmamızı emredecek olsaydı,
şüphesiz ki bunu yapardık. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur;
"İman yiğitlerin kalplerinde, yerlerinde sapasağiam duran dağlardan daha
da sağlamdır" diye buyurdu.
"Şayet,"
başkasının imkânsızlığı veya olmaması dolayısıyla o şeyin İmkansızlığına
delâlet eden bir harftir. Şanı yüce Alİah, burada onun bize olan merhameti ve
yumuşak davranışı dolayısıyla masiyetimizin ortaya çıkmaması için üzerimize
böyle birşeyİ yazmamış olduğunu haber vermektedir.
Çünkü
hafif olmakla birlikte kusurlu davrandığımız nice emirler vardır. Ağırlığına
rağmen ya böyle bir emre karşı nasıl davranabilirdik ki? Fakat, Allah'a yemin
ederim ki, muhacirler, razı olunacak bir hayatı istemek arzusuyla, meskenlerini
bomboş bırakıp çıktılar.
"İçlerinden
pek azı müstesna bunu" yani, öldürmeyi ve yurtlarından çıkmayı
"yapmazlardı" İfadenin takdiri şöyledir: Bu işi (onlara farz olarak)
yazsaydık, pek az kimse dışında bunu hiçbir kimse yapmazdı.
Abdullah
b. Âmir ile, İsa b. Ömer, "Pek azı müstesna" ifadesini istisna olmak
üzere “” şeklinde okumuştur. Şam halkı muslıaflannda da bu ifade böyledir.
Diğerleri ise bunu reP ile okumuşlardır. Ref ile okumak ise, bütün nahivcilere
göre daha güzeldir
Bunun
mahzuf bir fiil takdiri ile mansub olduğu da söylenmiştir ki, onun takdiri de
şöyledir: Onlardan pek az kimselerin... bunu yapması müstesna.
RePin
daha iyi olmasının sebebi ise, lafzın manadan evla oluşundan dolayıdır. Çünkü
lafız aynı zamanda manayı da kapsar.
Bu
azınlıklardan birisi det zikrettiğimiz gibi, Ebû Bekir, Ömer ve Sabit b. Kays
gibileriydi. el-Hasen ve Mukatil ise, Ammar ve İbn Mesud'u da ayrıca
zikretmişlerdir ki, biz de bunları zikretmiş bulunuyoruz.
"Kendilerine
verilen öğütleri yerine getirselerdi elbette haklarında19 dünyada da âhirette
de "çok hayırlı ve" hak üzere "daha bir sebat verici olurdu. O
takdirde onlara katımızdan büyük bir mükafat" yani, âhirette büyük bir
sevap "da verirdik."
"O
takdirde onlara katımızdan büyük bir mükafat da verirdik" buyruğundaki
"lâm" harfi cevap lanVı ( îij) de şartın cezasına (cevabına) delalet
etmektedir. Manası da şöyle olur: Eğer onlar, kendilerine verilen öğütleri yapacak
olsalardı, Biz de onlara… elbette verirdik, demektir.
[331]
69.
Kim Allah'a ve Rasûle itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler
verdiği peygamberler, sıddîklar» şeh idler ve salih-lerie birliktedirler. Onlar
ne güzel arkadaştırlar!
70.
Bu büyük lütuf Allah'tandır. Herşeyİ bilen olarak Allah yeter.
Bu
buyruklara dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yüce
Allah: "Kim Allah'a ve Rasule İtaat ederse..." buyruğunda, münafıklara
kendisini yerine getirmeleri öğütlenen emri yapmış olsalar ve kendilerine
dönecek olsalardı, onlara nimet ve ihsanda bulunacağını zikrettikten sonra,
burada da bu işi yapanların alacağı sevap ve mükâfatı zikretmektedir.
Bu
âyet-i-kerime, yüce Allah'ın: "Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet
verdiğin kimselerin yoluna,,." (el-Fatiha, 1/7) âyetini tefsir etmektedir.
Hz,
Peygamberin de vefafı esnasında söylediği; "Allah'ım, en yüce arkadaşı
istiyorum" buyruğunda kastedileni de açıklamaktadır.
Buharîde
Âişe (r.anha)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim:
"Hastalanan
her bir peygamber, mutlaka dünyada kalmak ile âhirete göç etmekten birisini
seçmek hususunda serbest bırakılmıştır." Peygamber de hastalanıp
rahatsızlandığı sırada, sesi alabildiğine kısılmıştı. Onun şöyle dediğini
duydum: "Allah'ım kendilerine nimet vermiş olduğun peygamberler,
sıd-dîklar, şehidler ve talihlerle beraber (ligi istiyorum)." Böylece onun
da istediğini seçmekte serbest bırakıldığını anladım.
[332]
Bir
kesim de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime, kendisine ezanın rüyada gösterildiği
ensardan Abdullah b. Zeyd b. Abdi Rabbilı'in şöyle demesi üzerine nazil
olmuştur:
Ey
Allahın Rasûlü, sen ve bizler ölecek olursak, sen yüksek makamlarda olacaksın,
biz seni göremeyecek, seninle bir arada olamayacağız. Bundan dolayı da
üzüntüsünü dile getirince bu âyet-i kerime nazil oldu.
[333]
Mekkî,
bu Abdullah b. Zeyd'in, Peygamber (sav)'ın vefatı üzerine: Allah'ım gözümü kör
et ki, ondan sonra kimseyi gözüm görmesin diye dua ettiğini nakletmektedir.
Derhal gözleri kör oldu. Bunu el-Kuşeyrî de nakledip ve şöyle demektedir:
Allah'ım gözümü kör et. Sevdiğimden başka, sevdiğime kavuşuncaya kadar hiçbir
şeyi görmeyeyim. O da olduğu yerde kör oluvermiştir.
es-Sa'lebî
de şunu nakletmektedir: Bu âyet-i kerime, Rasûlujlah (sav)'ın azadlı kölesi
Sevban hakkında nazil olmuştur. Sevban, Hz. Peygamberi pek çok sever, onsuz
dayanamıyordu. Birgün Hz. Peygamberin yanına yüzü değişmiş, vücudu
alabildiğine zayıflamış bir şekilde geldi, keder yüzünden okunuyordu. Hz.
Peygamber: "Ey Sevbân, rengini değiştiren sebep nedir?" diye sorunca,
şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, herhangi bir zararım, ağrım, sıkıntım yok. Şu
kadar varki, ben seni görmeyecek olursam, seni özlüyorum. Ve seninle
karşılaşıncaya kadar oldukça yalnızlık hissine kapılıyorum. Bundan sonra da
ahiret hatırıma geldi. Orada seni göremeyeceğimden korkuyorum. Ben biliyorum
ki sen peygamberlerle beraber yükseklerde olacaksın. Ben ise, cennete girecek
olsam dahi mutlaka senin mevkiinden daha aşağılarda bir mevkide bulunacağım.
Eğer cennete büsbütün giremeyecek olursam, işte bu ebediyyen seni görmeyeceğim
bir zamanın gelip çatması demektir. Bunun üzerine, yüce Allah bu âyet-i
kerimeyi indirdi. Bunu el-Vahidî, el-Kelbî'denjiakletmektedir.
[334]
Mesruk'dan
senedi de kaydedilerek şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlul-lah <sav)'ın
ashabı şöyle dedi: Biz dünyada senden ayrılamiyoruz, ayrılmamalıyız. Bizden
ayrılacak olursan sen bizim üstümüze çıkartılacaksın. Bunun üzerine yüce Allah:
"Kim Allah'a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine
nimetler verdiği peygamberler... ile birliktedirler" buyruğunu indirdi.
Allah'a
itaatin kapsamında RasûJüne itaat de vardır. Fakat onun kadrinin şerefine
dikkat çekmek ve yüce ismine işaret etmek üzere onu bizzat zikretmiştir. Allah
ona ve âline salât-ü selâm getirsin. "İşte onlar Alladın kendilerine
nimetler verdiği... salihlerle birliktedirler." Yani onlarla birlikte aynı
diyarda olacaklar, aynı nimetler içerisinde bulunacaklardır Onları görmekle,
onlarla birlikte bulunmakla zevk alacaklardır. Yoksa derece itibariyle onlara
eşit olacaklar anlamında değildir. Çünkü dereceleri birbirlerinden farklıdır
Bununla birlikte dünya hayatında onlara tabi olduklarından, onlara uyduklarından
dolayı, birbirleriyle ziyaretleşeceklerdir.
Cennette
bulunan herkese kendi haline rıza göstermek de ihsan edilecektir. Ve o kimsede
kendisinden daha üstün ve faziletli kimse olduğu inancı da giderilecektir. Şanı
yüce Allah: "Biz onların kalplerinde kin namına ne varsa söküp
atacağız" (el-Âraf, 7/43) diye buyurmaktadır.
Sıddîk,
faîl vezninde bir kelime olup, doğrulukta veya doğrulamakta mübalağa gösteren,
ileriye geçen demektin Sıddîk, diliyle söylediğini fiiliyle tahakkuk
ettirendir, Siddîklerin, Ebû Bekir es-Sıddik gibi, peygamber! e re tabi
olanlar arasında, tasdik etmekte ellerini çabuk tutan, erken davranan faziletli
kimseler oldukları da söylenmiştir. el-Bakara Sûresi'nde (.2/24. âyetin tefsiri
ile 154. âyetin tefsirinde) "Sıddik" kelimesinin iştikakı (türediği
kökü) ve şehidin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Burada
şehitlerden kasıt; Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, salihlerden kasıt ise, sair
ashab-ı kiramdir. Allah hepsinden razı olsun.
"Şehidler"
den kastın, Allah yolunda öldürülmüş kimseler oldukları "sa-tihlerltden
kastın ise, Allah'ın Rasûlü Muhammed ümmetinin salihleri olduğu da
söylenmiştir.
Derim
ki: Âyet-i kerimenin lafzı, bütün salih ve şehidleri kapsamına almaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Rıfk (arkadaş anlamına gelen rafik'ın kökü)
ise, yumuşak davranmak, yumuşak huylu olmak demektir. Arkadaşa refik denilmesi
ise, senin arkadaşlığı ile birlikte oluşundan dolayıdır. Arkadaşa,
birlikteliği (irtifakı) dolayısıyla refik denilmektedir.
Âyet-i
kerimede tekil olan, "raffkan" kelimesinin "Onlar ne güzel
arkadaştırlar" şeklinde çoğul olarak okunulması da caizdir, el-Alı-feş der
ki: "Rakkan™ kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir. "Rufaka -Rafik'in
çoğulu-ark a da şiar" anlamındadır.
Yine
el-Ahfeş şöyle der: Temyiz olmak üzere nasb edilmiştir. Bundan dolayı ketime
tekil olarak gelmiştir. Sanki buyruğun anlamı şöyledir; Bunların her birisi
arkadaş olarak ne güzeldir; Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sonra sizi bir bebek olarak çıkartıyoruz."(eUHac, 22/5) Yani sizin
her-birinizi bir bebek olarak çıkartıyoruz demektir. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Gizlice göz ucuyla baktıklarını... "(eş-Şûrâ, 42/45)
Bu
âyet-i kerimenin anlamı, Hz. Peygamberin şu hadisi ile de ilgilidir "Arkadaşların
hayırlıları dörttür."
[335]
Burada da yüce Allah, yalnız dört çeşit arkadaşı anmaktadır, bunun üzerinde dikkatle
düşünmek gerekir.
[336]
Bu
âyet-i kerimede Ebû Bekir (r.a)'m halifeliğine delil vardır. Şöyleki; Yüce
Allah gerçek dostlarının mertebelerini Kitab-ı Kerim’inde sözkonusu ettiğinde,
bunların mertebe itibariyle en yüksek olanlarını önce zikretti kî, bunlar da
peygamberlerdir. Daha sonra ikinci olarak sıddikları sözkonusu etti, her ikisi
arasında da herhangi bir mertebeyi zikretmedi. Müslümanlar da tıpkı Muhammed
(savj'a Rasûl demek üzerinde icma ettikleri gibi, Ebû Bekir es-Sıddik'a da
"Siddîk" adını vermek üzerinde icma etmişlerdir. Bu husus böylelikle
sabit olup, onun Stddîk olduğu ve Ra sulu ilah'tan sonra gelen ikinci şahıs
olduğu doğru olarak anlaşıldığına göre, artık ondan sonra herhangi bir
kimsenin onun önüne geçmesi caiz olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,
[337]
"Bu
büyük lütuf Allah'tandır" buyruğu ile, onların bu üstün dereceye kendi
itaatleri ile ulaşmadıklarını, aksine buna, Allah'ın lütuf ve ke-remiyle
ulaşmış olduklarını haber vermektedir. Bu da: Kul bunu kendi fiili ile elde
eder, diyen Mutezilenin söylediğinin hiîâfinadır- Çünkü şanı yüce Allah,
gerçek dostlarına ihsan etmiş olduğu lütfunu dile getirip minnet etmesi ve
herhangi bir kimsenin yapmadığı birşey dolayısıyla kendisini övmesi caiz
olmaması böyle diyen Mutezilenin söylediklerinin batıl oluşuna bir delildir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[338]
71-
Ey iman edenler! Korucuna tedbirlerinizi alan da* ya küçük birlikler halinde
savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun.
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;
Yüce
Allah: "Ey iman edenler! Koruma tedbirlerinizi alın...** buyruğu, Muhammed
(sav) ümmetinden ihlas sahibi mü'minlere bir hitap ve onlara kâfirlere karşı
cihad ile Allah yolunda ve şeriatı himaye etmek uğrunda savaşa çıkmak için bir
emirdir.
Bu
âyet-i kerimenin bundan önceki buyruklarla ilişki yönüyle anlatım düzenine
gelince: Şanı yüce Allah, Allah'a itaat ile Rasûlüne itaati sözkonusu ettikten
sonra, itaat ehli olan kimselere dini ihya etmek ve davasını yüceltmek işini
yerine getirmelerini emretti ve düşmanlarına nelere sahip olduklarım tecessüs
edip tesbiî etmedikçe ve üzerlerine nasıl gideceklerini bilmedikçe, cahilce
düşmanlarının üzerlerine atılmamalarını emretmektedir. Çünkü emrolunan şekilde
hareket etmeleri onlar için dalıa bir sebat vericidir. O bakımdan:
"Korunma tedbirlerinizi alın" buyurarak, savaşlara nasıt başlayacaklarını
öğretmektedir. Bu ise, tevekküle aykırı değildir. Aksine bu, daha önce, Âli
İmran Sûresi'nde (122. âyetin tefsirinde) geçtiği ve ileride de geleceği gibi
bizzat tevekkülün tâ kendisidir.
"Korunma
ve tedbir alma" anlamına gelen: “”kelimesi ise, “” kelimeleri gibi iki
şekilde söylenebilir. el-Ferra der kî: Çoğunlukla bu kelime “” şeklinde
söylenmekle birlikte “” şeklinde söylendiği de işitilmiştir. Korunma tedbirini
al, anlamında: “” denilir.
Korunmak
maksadı ile silahı alınız, tabirinin kullanıldığı da söylenmiştir. Çünkü
korunma tedbiri onunla alınmış olur.
Bununla
beraber hazer (korunma ve tedbir alma) kaderi bertaraf edemez. Bu konu ise bir
sonraki başlığın konusudur.
[339]
"Hazer
(tedbir)*, düşmanların tuzaklarını, hilelerini defeder ve önler, diyen
Kaderiye'nin görüşüne muhalif olarak, bize göre tedbir takdiri değiştirmez.
Çünkü Kaderiye der ki: Eğer durum böyle olmasaydı, onlara korunma tedbirini
almalarını emretmenin bir anlamı olmazdı. Ancak onlara şöyle denilir: Âyet-i
kerimede tedbirin kadere karşı bir fayda sağlayacağına dair herhangi bir delil
yoktur. Fakat, bizim kendi ellerimizle kendimizi tehlikeye atmamakla taabbüd
etmemiz istenmiştir. Nitekim: "Sen onu bağla ve öylece tevekkül et"
[340]
hadisi de bu kabildendir.
Kader,
Allah'ın takdirine uygun olarak cereyan ettiğine ve Allah da dilediğini
yaptığına göre, bu emrin yerine getirilmesinden maksat, netsin huzura
kavuşmasıdır. Yoksa bunun (tedbîrin), kadere karşı bir fayda sağlıyacağı
anlamında değildir. Tedbir almak da işte bu şekildedir. Buna delil de şanı yüce
Allah'ın, Peygamber (sav)'ın ashabını şu buyruğu ile övmüş olmasıdır "Deki:
Allah'ın bizim için yazmış olduğundan başkası asla bize isabet etmez."
(et-Tevbe, 9/51) Eğer haklarında takdir edilenden başkası onlara isabet edecek
olsaydı, hiç şüphesiz bu sözün bir anlamı olmazdı.
[341]
Yüce
Allah'ın: "Ya küçük birlikler halinde savaşa çıkın" buyruğunun
anlamı, düşmanla savaşa kalkınız, demektir. İmam, insanların nefire çıkmalarını
istedi anlamında: “” denilir. Yani, onları düşmanla savaşmaya çıkmak üzere
davet etti, demektir. Nefîr ise, savaşa çıkan topluluğun adıdır. Bunun aslı
ise, ürkmek, korkmak, dehşete kapılmak anlamında “”den gelmektedir. Yüce
Allah'ın: "Nefret vekorku ile arkalarına döner kaçarlar" (el-İsra,
17/46) buyruğundakİ tabir de buradan gelmektedir, Yani onlar, nefret ederek,
kaçarak, ürkerek çekip giderler. Kelime olarak mastarı, şişmek anlamına da
gelir.
Ebü
Ubeyd der ki: Bu kelime, “”den gelmektedir. Bu ise, birşeyin bir-şeye uzak
düşmesi, ondan uzaklaşması anlamını ifade eder.
İbn
Fâris de der ki: Nefer, üçten dokuza kadar olan adam topluluğunu ifade eder.
Nîfîr ve Nifer de aynı anlamdadır. Nefr ve Nefra da böyledir.
Bunu
el-Ferrâ bu şekilde "he" (yuvarlak te) ile nakletmiştir. Nefr günü
ise, insanların Mina'dan ayrıldıkları gün demektir. "Küçük birlikler
halinde" kelimesi, ayrı ayrı küçük birlikler halinde anlamındadır. Bu
şekilde cem'i müennes-i salim şeklinde kullanıldığı gibi, “” şeklinde cem'i
mü-zekker-i şalim olarak da kullanılır. Amr b, Külsum der ki:
"Onlar
üzerinde korku saldığımız güne gelince
O
vakit bizim atlarımız büyük büyük kalabalıklar halinde sabahı ederler."
Buna
göre yüce Allah'ın: "Küçük birlikler" buyruğu seriyyelerden kinayedir.
Bunun tekili “” şeklinde gelir ve bu da bir insan topluluğu demektir. Bu
kelime aslında “” şeklindedir. “” Suyun kendisine geri döndüğü havuzun ortası
demektir.
en-Nehhas
der ki: Arap diline dair bilgisi az olan bir kimse, bu iki kelimenin aynı şey
olduğu ve birinin diğerinden geldiği vehmine kapılabilir. Ancak, aralarında
fark vardır. Çünkü havuzda suyun dönüp vardığı yer demek oian “” küçültme ismi “”
şeklinde gelir. Çünkü bu; “”dan gelmektedir. Ancak topluluk anlamına gelen “”:in
küçültme ismi iser “” şeklinde gelir. Başkası ise şöyle demektedir: Havuzun
suyunun dönüp geldiği yer anlamındaki kelimede, aynu'1-fi'l oian vav harfi
hazf'edilmiştir.
Topluluğu
ifade eden kelime ise, lâmü'1-fiil illetli harf olup “”den gelmektedir,
Bununla birlikte topluluk anlamına gelen; “”ın havuzun suyunun dönüp geldiği
yeri ifade eden “” anlamında kullanılması da mümkündür. Çünkü su geri döndüğü
takdirde bir araya toplanmış olur.
Buna
göre, topluluk anlamına gelen kelime; “” şeklinde küçültülebilir ve böylelikle
iki "ye"den birisi diğerine girmiş (idğam olmuş) olur. Şöyle de
denilmiştir: Topluluk anlamına gelen kelime, aslında bir kişiyi hayatta iken
övüp onun güzelliklerini anmayı ifade etmek üzere; “Güzel taraflarını sayıp
döktüm ifadesinden türemiştir Bu anlamı ile de bu kelime, toplanmak ve bir
araya gelmek anlamına raddir.
[342]
Yüce
Allah'ın: "Yahut toptan seferber olun" buyruğunun anlamı, Hz. Peygamber
ile birlikte kesif ordu, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.
"Seriyyeler ancak imamın izni ile çıkarlar. Ta ki imam, onlar için
tecessüsde bulunabilsin, arkalarından onlara destek olabilsin, Beİki de bazan
onun (düşman tehlikesini) bertaraf etmesine ihtiyaçları da olabilir."
Seriyyelere
dair hükümler, onların aldıkları ganimetler, orduların hükümleri, nefirin
vücubuna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle ileride Enfal Sûresi (8/15,
16 ve 61. âyetler) ile et-Tevbe Sûresi'nde (9/38, 11, 122. âyetlerde)
gelecektir.
[343]
İbn
Huveyzimendâd şunu zikreder Bu âyet-i kerimenin yüce Allah'ın: "Ağırlıklı
ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın" (et-Tevbe, 9/41) âyeti ile: "Eğer
siz hepbirlikte savaca çıkmazsanız, Allak sizi... azap tandırir"
(et-Tevbe, 9/39) buyruğu ile nesh olduğu söylenmiştir.
Ancak:
"Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın" buyruğunun, şanı yüce
Allah'ın: "Ya küçük birlikler halinde savaşa çıkın, yahut toptan seferber
olun" buyruğu ile: "Mü'minlerin hepsinin cihada çıkmaları uygun
değildir"(et-Tevbe, 9/122) buyruğu ile nesh edilmiş olması daha uygundur.
Çünkü,
cihad farziyeti nihai olarak kifaye yoluyla farz hükmünü almıştır.
Müslümanların bir bölümü eğer sınırları gereği gibi koruyabilecek durumda ise,
diğer mü si umanlardan farz sakıt olur.
Doğru
olan ise, her iki âyetin de muhkem olduklarıdır. Bunlardan birisi herkesin
muayyen olarak cihada çıkmasına ihtiyaç duyulacağı zaman hakkında muhkemdir,
diğeri ise, belli bir kesim ile yetinme hali ile ilgilidir.[344]
72.
Hiç şüphesiz İçinizden pek ağır davranacak olanlar da var. Size bir musibet
gelip çatarsa: "Onlarla beraber bulunmadığım İçin Allah nimetini bana
lütfetti* der.
73.
Şayet size Allah'tan bir lütuf erişirse, kendisiyle aranı/da bir dost-
luk
ve tanışıklık yokmuş gibi elbette şöyle diyecektir: "Keşke ben de onlarla
beraber olsaydım da büyük bir mükâfata erseydim."
Yüce
Allah'ın: "Hiç şüphesiz içinizden pek ağır davranacak olanlar da
var" buyruğu ile münafıkları kastetmektedir. Ağır davranmak anlamına gelen
“Gecikmek, geç kalmak demektir.
“Yanımıza
geç gelmene sebep ne? ifadesinde bu fiil lazım (geçişsiz)'dır. Bununla birlikte
"Filanı şu işe geç bıraktım" şeklinde bir kullanım da mümkündür. O
takdirde bu fiil, müteaddi (geçişli) olur. Aya-i kerimede her iki mana da kast
edilmiştir. Müşrikler, hem savaşa kendileri çıkmayıp oturuyor, hem
başkalarının çıkmamasımf"oturmasını sağlıyorlardi-
Âyetin
manası şudur: Hiç şüphe yok ki, .sizinle içli dışlı olan, sizin türünüzden ve
size iman ettiğini izhar edenler arasından ağırdan alan kimseler vardır, demektir.
Çünkü münafıklar, zahiri durumlarında, müslümanlara dair ahkâmın kendilerine
de uygulanması dolayısıyla müslümanlar arasında sayılırlar,
“”
"Şüphesiz kimseler" buyruğımdaki "lâm", tekid içindir
Fiilin basana, gelen, ikinci "lâm" ise, kasem "lâm"ıdır, “Kimse"
nasb rnahallindedir. Bunun sılası ise "Pek ağır davranacafdır. Çünkü bunda
da yemin manası vardır. Haberi ise “” içinizden... dır" buyruğudur.
Mücahid,
en-Nehaî ve el-Kelbî bu buyruğu, “” diye "tı"harfinı şeddesiz
okumuşlardır, mana birdir.
Yüce
Allah'ın: "Şüphesiz içinizden pek ağır davaranacak olanlar da vardır"
buyruğunun, içinizden bazı mü'minleri ağırdan aimaya itecek kimseler vardır,
anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah onlara: "BÛç şüphesiz
içinizden..." diye hitapta bulunmuş ve yüce Allah: "Onlar sizden
değildir" (et-Tevbe, 9/56.) buyruğu ile, mü'minlerle münafıkların ayrı ayn
ve farklı olduklarım belirtmiştir.
Şu
kadar var ki, böyle bir açıklama, ifadenin akışına ve zahirine uygun düşmemektedir.
Bundan önce de açıklamış olduğumuz gibi yüce Allah'ın mü'minlerle münafıkları
aynı hitapta bir arada zikretmesi, cins ve neseb bakımındandır. Yoksa iman
cihetinden değildir. Cumhurun görüşü budur, yüce Allah'ın izniyle sahih olan
da budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır
Ayrıca
buna yüce Allah'ın şu buyrukları da delildir: "Şayet size bir musibet"
yani, öldürülme ve bozgun "gelip çatarsa...Allah bana lütfetti der."
Yani, ben savaşa çıkmayıp oturmakla Allah'ın lutfuna mazhar oldum. Böyle bir ifadeyi
ancak münafık olan bir kimse söyler. Bilhassa o şerefli zamanda bu böyleydi.
Mü'min bir kimsenin bunu söylemesi oldukça uzak bir ihtimaldir.
Hadis
imamlarının Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadis-i şerif de bu âyet-i
kerimeyi andırmaktadır. Peygamber (sav) münafıkların durumunu haber vererek
şöyle buyurmaktadır:
"Onlar
İçin en ağır gelen namaz, yatsı namazı ile sabah namazıdır Halbuki bu iki
namazdaki hayıdan bilecek olsalardı, yüzüstü emekleyerek dahi oJ-sa mutlaka o
namazlara gelirlerdi."[345]
Bir
diğer rivayette de şöyle denilmektedir: "Onlardan herhangi bîr kimse, eğer
yağlı bir kemik bulacağını bilseydi mutlaka o namazda bulunurdu."
[346]
Burada da kastettiği yatsı namazıdır. Şunu anlatmak istiyor: Eğer ellerine geçirecekleri
bir dünyalığın ipuçlarını sezseler ve bunun varlığından kesin olarak emin
olsalar, mutlaka bu işe gitmekten geri kalmazlardı.
Bu
ise yüce Allah'ın: "Şayet size Allah'tan bir lütuf ganimet ve zafer
"erişirse elbette şöyle diyecektin Keşke ben de onlarla beraber olsaydım
da büyük bir mükâfata erseydim." Bunu da "kendisiyle aranızda bir
dostluk ve tanışıklık yokmuş gibi... diyecektir." Buna göre ifadede bir
takdim ve tehir vardır.
"Kendisiyle
aranızda bir dostluk ve tanışıklık yokmuş gibi elbette şöyle diyecektir*
buyruğunun, sanki cihad üzere sizinle akidleşmemiş gibi böyle diyecektir,
anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu buyruğun hal olarak nasb mahallinde olduğu
da söylenmiştir.
el-Hasen;
“” Elbette diyecektir" buyruğunu, "lâm" harfini ötreli olmak
üzere “”in (çoğul ifade eden) anlamını esas alarak, "lâm" harfini ötreli
olarak okumuştur. (O takdirde mana, elbette şöyle diyeceklerdir, şeklinde
olur.) Çünkü yüce Allah'ın: "Pek ağır davranacak olanlar" buyruğu
ile muayyen olarak tek bir kimse kast edilmemektedir. Ancak zamiri tekil
yapıp, lâm'ı üstün olarak okuyanlar da “ Kimse GerVnin lafzına göre zamiri
tekil olarak iade etmiş olur. İbn Kesir ve Asım'dan rivayetle Hafz "Yokmuş
gibi" ibaresini, "Dostluk" kelimesinin müennes olması
dolayısıyla "te" ile okumuştur. Bunu "ye" üe okuyan ise, “Sevgi”
anlamına almış olur.
Münafık
kimsenin söyleyeceği nakledilen: "Keşke ben de onlarla beraber
olsaydım" sözünü münafık kimse, ya kıskançlığı sebebiyle yahut ganimeti
elinden kaçırdığından üzüleceğinden söylemiş olur.
Bununla
beraber yüce Allah'ın vereceği cezadan yana şüphe içerisinde olduğu halde bu
sözü söyler.
"Büyük
bil-mükafata erseydim buyruğu ise, temenninin cevabıdır. Bundan dolayı nasb
olunmuştur. el-Hasen ise bu kelimeyi meriu' olarak, mükâfata nail olmayı
temenni etmek anlamında okumuştur. Bu okuyuşa göre münafık kimse şöyle demiş
gibi olur: Keşke ben de büyük bir mükâfata nail olsam. Mansûb olması ise, cevap
olduğu içindir. Anlamı ise şöyle olur: Eğer ben onlarla birlikte olsaydım,
mükâfata nail olurdum. Bu kelimenin raan-sub okunması da; “” nasb eden edatının
mahzuf olması takdirine göredir. Çünkü bu kelime, mastar gibi anlam kazanır,
İfadenin takdiri de; “Keşke benim de onlarla birlikte bulu tırnaklığım ve buna
bağlı olarak da mükâfata erişmekliğim sözkonusu olsaydı, şeklindedir.
[347]
74.
Artık dünya hayatı karşılığında âhireti satın alanlar, Allah yolunda
savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşıp da öldürülür yahut zafer elde ederse
ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz.
Bu
âyet-i kerimeye dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yüce
Allah: "Artık..* Allah yolunda savaşsınlar" buyruğu mü'minlere bir
hitaptır Yani, böyleleri Allah yolunda, kâfirlerle savaşsınlar.
"Dünya
hayatı karşılığında ahiretî satın alanlar" yani, âhiretin sevap ve
mükâfatı karşılığında canlarını ve mallarını Allah yolunda satanlar yani,
bunları feda edenler demektir.
[348]
"Kim
Allah yolunda savaşıp" buyruğu bir şarttır, "da öldürülür yahut zafer
elde ederse" ona atfedilmiştir. Şartın cevabı ise: "Ona pek büyük bir
mükafat vereceğiz" buyruğudur.
"Öldürülür"
buyruğunun anlamı, şehid edilir demektir. "Yahut zafer elde ederse” yani,
zafere ulaşır ve ganimete sahip olursa demektir.
Bazıları,
"kim... savaşıp da öldürülür" buyruğunu "Kim savaşırsa.,.savaşsın"
şeklinde sakin emir lâm'ı ile okumuştur. Bir diğer kesim ise bunu, emir lâm'ını
esreli olarak okumuştur.
Şanı
yüce Allah, savaşan kimsenin durumunun nihai iki halini zikretmekte ve bununla
yetinerek bu İki halin arasını zikretmeye gerek duymamıştır. Bunu İbn Atiyye
belirtmektedir.
[349]
Âyet-i
kerimenin zahiri, şehid olarak öldürülen ile ganimet ile geri dönenin
birîbirlerine eşit olmalarım gerektirmektedir. Müslim'in Sahih'inde Ebû
Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki;
"Allah kendi yolunda (cihad için) çıkan ve Allah yolunda cihad, Allah'a
İman ve onun Peygamberlerini tasdikten başka bir sebeple çıkmayan kimseye; Ya
onu cennete sokacağım, yahut da onu çıktığı meskenine ele geçirdiği ecir veya
ganimet ile birlikte geri döndüreceğim diye taahhüdüm var (diye buyurmuştur.)
[350]
Yine
Müslim'in Sahİh'inde Abdullah b, Amr'dan rivayete göre, Rasûlullah (savcın
şöyie buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah yolunda gazaya çıkıp da ganimet
elde eden bir topluluk, mutlaka âhirette alacakları ecirlerinin üçte ikisini
peşin almış olurlar. Geriye üçte birlik ecirleri kalır. Şayet hiç ganimet
almayacak olurlarsa ecirleri (.âhirette) tamam olur."
[351]
Hadİs-i
şerifteki: "Elde ettiği ecir^veya ganimet ile birlikte" tfadesi,
cilıa-da çıkanlar arasından şehid olmayanlar için iki husustan birisinin
verilmesini gerektirmektedir. Şayet ganimet almayacak olursa ecir veya ganimet
fakat ecirsiz. Ve bu Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği hadisin hilafınadır.
Bundan
dolayı bazı kimseler, Abdullah b. Amr'ın hadisi birşey ifade etmez derler.
Çünkü onun isnadında Humeyd b. Hani diye bir ravi vardır ve bu meşhur bir ravi
değildir. Meşhur olması dolayısıyla da birinci hadisi buna tercih etmişlerdir.
Diğer
bazıları ise şöyle demektedir: Hadisler arasında herhangi bir tearuz ve ayrılık
yoktur. Çünkü Ebû Hureyre hadisinde zikredilen "ev: veya/' "vav;
ve" anlamındadır. Kûfelilerin dedikleri gibi. Aynca buna Ebû Dâvûd'daki
rivayet de delalet etmektedir. Çünkü orada "ecir ve ganimet" diye geçmekte
ve (veya anlamına gelen ev yerine ve anlamına gelen) atıf vav'ı geçmektedir.
Müslim'in bazı raviteri de bu hadisi aynı şekilde böyle bir vav ile rivayet
etmişlerdir.
Humeyd
b. Hani adındaki ravi ise, Mısırlı olup, Ebû Abdurrahman el-Hub-li ile Amr b.
Mâlik'ten hadis dinlemiştir. Ondan da Hayve b. Şureylı ve İbn Vehb hadis
rivayet etmiştir. O halde birinci hadis, c i had t a mücerred niyet ve ihlasa
ait olarak yorumlanır. İşte yüce Allah'ın ya şehidliği, yahud da ailesine ecir
almış ve ganimet elde etmiş olarak geri döndürmeyi teminat altına aİ-dığı kişi
budur.
İkinci
hadis de şuna hamledilir: Cihadı niyet etmekle beraber bir de ganimet elde
etmeyi düşünürse bu şekilde olur, demektir. îşte onun niyeti böylece ikiye
bölününce ecri de düşmüş olur. Çünkü sünnet-i seniyye, ganimet elde eden
kimseye bir ecir olduğuna delalet ettiği gibi, Kur'ân-ı Kerim de buna delalet
etmektedir O halde arada tearuz (çatışma) dîye bir şey sözkonu su değildir.
Diğer
taraftan şöyle denilmiştir: Ganimet alan kimsenin ganimet almayana nisbetle
ecrinin eksik olması, yüce Allah'ın kendisine ihsan ettiği dünyalık
sebebiyledir. O da kendisine ihsan olunan bu dünya ile faydalanmış ve geçimin
sıkıntılarını ve zorluklarım bu vasıtayla izale etmiş olur. Cihada çıkıp da
herhangi bir şey elde edemeyen kimse ise, eski zorlu geçimi üzre de vam eder ve
haline sabredip katlanmayı sürdürür. O bakımdan bunun ecri, birincisinden
farklı ve eksiksiz olarak kalmış olur. Bunun bir benzen de diğer hadis-i
şerifteki şu ifadedir; "Bizden kimisi ecrinden hiçbirşey yemeksizin öldü
-Mus'ab b. Umeyr onlardan birisidir- kimisinin ise, hurmaları, güzel
güzel-yemiş vermiştir. O da bu hurmalarını derleyip toplamaktadır."
[352]
75.
Size ne oluyor ki Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu şehirden
çıkar, katından bize bir sahip gönder, neztlin-den bize bir yardımcı
yolla" diyen mustaz'af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda
savaşmıyorsunuz?
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yüce
Allah'ın: "Size ne oluyor ki Allah yolunda... savaşmıyorsunuz?" buyruğu
cihada bir teşviktir, Aynı zamanda bu buyruk, mustaz'af kimseleri,
mustaz'aflara en kötü ve ağır azapları yapan, onları Fitneye düşürerek dinlerinden
çevirmek isteyen müşrik kâfirlerin elinden kurtarmayı da ihtiva etmektedir.
Yüce
Allah kelimesinin yükseltilmesi, dinin üstün kılınması ve kullan arasında zayıf
mü'minlerin kurtarılması için -bu uğurda canlar telef olacak olsa dahi- cihadı
farz kılmıştır. İster savaşarak, ister mallar Ödeyerek esirlerin kurtarılması,
müslümanlar cemaatine vaciptir. Mallarla bunun gerçekleştirilmesi daha bir
vaciptir. Çünkü canlardan daha aşağıdır. Zira mal candan daha bir önemsizdir.
Mâlik der ki: Müslümanların bütün mallarını vererek dahi olsa, esirleri
fidyeyle kurtarmaları vaciptir.
Bu
hususta görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sav): "Ve esiri kurtarınız"
[353]
diye buyurmuştur. Bu hususa dair açıklanîalar daha Önce el-Bakara Sûresi'nde
12/85- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde İslam alimleri
söyle demişlerdir: Onlara iyi davranmalan da gerekmektedir. Çünkü iyi davranıp
onları gözetlemek, fidyelerini verip kurtarmaktan da daha aşağı bir
mertebedir. Şayet esir zengin ise, fidye vererek onu kurtaran kişi rücu edip
fidyesini ondan geri alır mı? Bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır.
Sahih olan görüşe göre ondan fidyesini geri alabilir.[354]
Yüce
Allah'ın: "Mustaz'af erkekler" buyruğu, aziz ve celii olan Allah'ın
ismine atfedilmiştîr. Yani ve mustaz'aflar yolunda... demektir. Çünkü
mustaz'afların kurtarılması Allah yolunda cihadm bir parçasıdır.
ez-Zeccac'ın
tercih ettiği açıklama şekli budur, ez-Zührî de böyle demiştir. Muhammed b.
Yezid ise şöyle demektedir: Ben bunun anlamının: "Ve mustaz'aflar yolunda,
şeklinde olmasını tercih ediyorum. Böylelikle bu, "Allah yolunda"
buyruğuna atıf olur. Yani onları kurtarmak için mustaz'aflar uğrunda., demek
olur. Çünkü bu iki yol, ayrı yollardır.
Mustaz'aflardan
kasıt ise, Mekke'de Kureyş kâfirlerinin zelil kıldığı, kendilerine işkence ve
eziyet ettiği mü'mini erdir. Bunlar da Hz. Peygamberin: "Allahırh,
el-Velid. b, el-Velid'i, Seleme b. Hisam'ı, Ayyaş b. Ebi Rebia'yı ve mustaz'af
mü'minleri kurtar"
[355]
hadisinde kastettiği kimselerdir.
İbn
Abbas da der ki: Ben ve annem mustaz'aflardan idik. Buharîde de Ibn Abbas'tan:
"Mustaz'af erkekler, kadınlar ve çocuklar" buyruğu hakkında şöyle
dediği nakledilmektedir; Ben ve annem, Allah'ın özür sahibi saydığı kimselerdendik.
[356] Ben
çocuklardan, annem de kadınlardan özür sahibi kimseler arasındaydı.
[357]
Yüce
Allah'ın: Burada; "Halkı zalim olan şu şehirden" buyruğunda
kastedilen şehir, bütün tefsir alimlerinin icmaı ile Mekke'dir.
Her
ne kadar zulmetmek fiili o şehrin ahalisi hakkında sözkonusu ise de, yüce
Allah, burada zulmü şehrin sıfata olarak zikretmiştir. Buna sebep ise aradaki
zamir İlişkisidir.
Bu,
şöyle demeye benzer: "Evi geniş, babası cömert, cariyesi güzel adama
uğradım. Adamın bu şekilde nitelendirilme sebebi ise, aralarındaki lafzı
ilişki olan zamir dolayı siyi a dır Şayet: Cömert adama, Amr'a-uğradım,
diyecek olsak uygun düşmez. Çünkü cömertlik Amr'ın bir sıfatıdır.
Bunun
arada bir zamir ile ilişkisini kurmadan adamın sıfatı olarak zikredilmesi
mümkün değildir. Aynca bu sıfatın tesniyesi de olmaz, çoğulu da gelmez. Çünkü
bu sıfat fiilin yerini tutmaktadır. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur:
Halkı zulmeden şehirden, demektir. Bundan dolayı "zalimler" anlamına
gelqn “” denilmemiştir. Yine günlük konuşmada şöyle denilir: “Babaları cömert,
cariyeleri güzel iki adama uğradım, babalan cömert, cariyeleri güzel adamlara
uğradım. "Katından bize bir sahip" bizi kurtaracak kimse
"gönder, nezdlnden bize bir yardımcı" onlara karşı bize yardım edecek
kimseler "yolla!"
[358]
76!
İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda
savaşırlar. O halde şeytanın velileri İle savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi pek
zayıftır.
"İman
edenler Allah yolunda" itaati uğrunda "savaşırlar, kâfir olanlar da
tâğût yolunda savaşırlar." Ebû Ubeyde ve el-Kisaî der ki: Tâğût, hem
mü-zekker hem müennes olarak kullanılabilir.
Ebû
Ubeyd de der ki: Bunun hem müzekker hem müennes gelmesinin sebebi, cahüiye
dönemi araplarımn, kâhin erkek ve kâhin kadına da tâğût adını vermiş
olmalarıydı. Yine Ebû Ubeyd der ki: Bize Haccac b, Cüreyc anlattı dedi ki:
Bize Ebû Zübeyr anlattı. O, Cabir b. Abdullah'a hükmüne başvurdukları tâğût
hakkında kenidisine soru sorulurken şöyle dediğini işitmiş: Cüheyne'de bir
kadın ve Eslemlîler arasında bir kadın vardı. Her bir kabilede bir kadın
(kâhin) bulunurdu.
Ebû
İshak da der ki: Tağutun şeytan oluşuna delil, yüce Allah'ın: "O halde
şeytanın velileri (dostları) ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi pek zayıftır"
buyruğudur.
Keyd:
Hile, şeytanın ve ona tabi olanların giriştikleri düzen ve tertiplerdir.
Deniliyor
ki: Bununla Bedir günü şeytanın müşriklere şu sözleri söylemesi
kastedilmektedir; "Hani o zaman şeytan... onlara Şöyle demişti: Bugün insanlar
arasından size galip gelecek yoktur. Ben de şüphesiz sizin yardım-cınızım. Ama
iki ordu göründüğü vakit, iki topuğu üstüne kaçarak: Ben sizden katiyen
uzağım... demişti." (el-Enfal, 8/48) Nitekim bu husus ileride (bu âyet-i
kerimenin tefsirinde) gelecektir.
[359]
77-
Kendilerine: "(.Savaştan) Ellerinizi çekin, namazı dosdoğru kıtın, zekâtı
verin" denilmiş olanlara bakmaz mısın? Şimdi onlara savaş farz kılınınca
bakarsın ki, içlerinden bir grup insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha
fazla korktular ve: "Rab-bimiz, üzerimize niçin savaşmayı farz kıldın?
Bizi yakın bir süreye kadar geciktirmeli değil miydin?” dediler. De ki:
"Dünya menfaati pek azdır. Âhiret İse, takva sahibi olanlar için elbette
daha hayırlıdır. Ve size kıl kadar dahi zulmedilmez.
Amr
b. Dinar, Ikrime’den, o, İbn Abbas'tan rivayetine göre, Abdurrahman b, Avf ve
birkaç arkadaşı Mekke'de Peygamber (.savcın yanına gelerek: Ey Allah'ın
Peygamberi dediler. Bizler müşrik iken aziz idik. (Güçlü kuvvetli idik). İman
edince bu sefer zelil olduk. Hz, Peygamber şöyle buyurdu: "Ben affetmekle
emrolundum. O bakımdan bunlarla savaşmayınız."
Şanı
yüce Allah, Peygamberinin Mekke'den Medine'ye geçmesini sağlayınca bu sefer
ona savaşma emrini verdi. Onlarsa bu işten, kaçındılar. Bunun üzerine bu
âyet-İ kerime nazil oldu. Bu hadisi Nesâî Sünen'inde rivayet etmiştir.
[360]
el-Kelbî de böyle demiştir.
Mücahid
de der ki; Burada sözü geçenler yahudilerdir. el-Hasen ise şöyle demektedir:
Bu âyet-i kerime mü'minler hakkındadır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan" yani Mekke müşriklerinden "Allah'tan korkar gibi...
korktular*" Buradaki korku ise, Allah'ın emrine muhalefet kastı ile değil
de, insan tabiatında bulunan korkudan ötürüdür.
es-Süddî
der ki: Burada sözü geçenler savaşın" farz kılınmasından önce İslâm'a
giren bir topluluktur. Fakat savaş farz kılınınca ondan hoşlanmadılar.
Bunun
münafıkların vasfına dair olduğu da söylenmiştir Yani onlar, yüce Allah'tan
gelen emirden korktukları gibi, müşrikler tarafından öldürülmekten korkarlar.
"Hatta
daha fazla korktular." Yani, onlara göre ve itikadlarına göre bu daha
fazla korkulacak bir şey gibi geldi onlara.
Derim
ki: Bunun böyle olması, âyetin anlatım çerçevesine daha uygundur-Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Ve; Rabbimiz, üzerimize niçin savaş-mayı farz
kıldın, bizi yakın bir süreye kadar geciktirmell değilmiydin dediler".
Ecellerin sınırlı, azıkların pay edilmiş olduğunu bilen şerefli bir sa-habiden
böyle bir sözün sadır olmasından Allah'a sığınılır.
Onlar,
böyle bir söz söylemek yerine aksine, Allah'ın emirlerine uyan, onun
buyruklarını dinleyen ve itaatle boyun eğen kimselerdi, Ahiret yurduna kavuşmayı,
dünya yurdunda kalmaktan daha hayırlı görürlerdi. Nitekim, onların
siretlerinden bilinen budur. Allah hepsinden razı olsun.
Eğer
bu sözü bir sahabi söylemişse, bu ancak henüz imanın kalbinde iyice yer etmediği,
kalbi İslâm'a tam anlamıyla açılmamış bir kişi tarafından söylenmiş olabilir.
Şüphe yok ki, iman ehlinin kimisi kimisinden üstündür. Kimisinin imanı
kâmildir, kimisinin eksiktir. İşte karşı karşıya kalacağı zorluk ve cihadda
göreceği sıkıntılar dolayısıyla kendisine verilen emirlerden uzak durmak
isteyen kimse, bu türden bir kimsedir.
Doğrusunu
en iyi bilen Allahtır.
"De
ki Dünya menfeati pek azdır" buyruğu mübtedâ ve haberdir.
Aynı
şekilde: "Âhirtt İse, takva sahibi olanlar için elbette daha hayırla
dır" buyruğu da böyledir. Takva sahibi olmaktan kasıt ise, nıasiyetlerden
sakınmak ve uzak durmaktır, Bu hususta açıklamalar, daha önce ei-Bakara
Sûre-sinde (2/2. âyet, 4 ve 5- başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.
Dünya
metaı, dünya menfeatı demektir, Onun lezzetli şeyleriyle faydalanmaktır. Yüce
Allah bunu az olmakla nitelendirdi. Çünkü onun kalıcılığı yoktur. Peygamber
(sav) da şöyle buyurmuştur: "Benim ve bu dünyanın misali, bir ağaç
altında öğle sıcağında kısa bir süre dinlenip sonra da oradan geçip o ağacı
terkeden kimsenin misaline benzer."
[361]
Yine
bu manadaki açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde yeterince geçmiş
bulunmaktadır.
[362]
78.
Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır. Yüksek kaleler içinde olsanız bile.
Eğer onlara bir iyilik dokunursa: "Bu Allah'tandır" derler. Şayet
onlara bir kötülük dokunursa: *Bu sendendir" derler. De ki: "Hepsi
Allah'tandır.w Böyleyken bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar?
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Yüce
Allah'ın: "Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır"
buyruğu
şart ve ceza (cevap) dır. Buradaki “Mâ” ise zaiddir. Bu hitaptan kasıt, her ne
kadar münafıklar yahut zayıf imanlı mü'minjer ise de hitap umumidir Bu
münafıklar ile zayıf imanlılar: "Bizi yakın bir süreye kadar gecik-tirmeli
değil miydin." (en-Nisâ 4/77) Yani ecellerimizle ölünceye kadar bizi
ertelemeli değil miydin, demişlerdi.
Önceden
açıkladığımız gibi bunun münafıklar hakkında olması daha uygun görülmektedir.
Zira münafıklar, Uhud'da şehid olanlar isabet alınca: *Yanımızda olsalardı
ölmezlerdi ve öldürülmelerdi de" (Âl-i İmran , 3/156) demişlerdi. İşte
yüce Allah, onların bu sözlerine: "Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır.
Yüksek kaleler içinde olsanız bile" diye cevap vermektedir. Bu açıklamayı,
Ebû Salih'in rivayetine göre, îbn Abbas
yapmıştır.
Burûc
(kaleler), burc'un çoğuludur. Burç ise, yüksekçe yapı ve büyük, yüksek saray
demektir. Tarete, bir dişi deveyi vasiederken şöyle demektedir:
"O
sanki bir Rûm (Bizans) burcudur ki, bir bina yapıcısı Onu taş ve kireçten
eliyle sıvayıp düzeltmiş gibidir,"
Talha
b. Süleyman da; “ Sizi bulacaktır" buyruğundaki birinci kep ı başta
*fe" harfini gizli kabul ederek (sakin okumakjerine) ref ile okumuştur.
Ancak böyle bir okuyuş, şiirden başka bir yerde pek görülmeyen nadir bir
okuyuştur. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Her
Kim iyilikler işleyecek olursa, Allah onlara mükâfat verir.
Şair
bununla; “” şeklinde cevabın başına "fe" harfini getirmiş gibidir,
İlim adamları ile tefsir alimleri, burada sözü geçen "burçlar
(kaleler)" den ne kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Daha
sahih olan çoğunluğun görüşü şöyledir: Yüce Allah, burada yer ürerinde bina
edilen kaleler üzerindeki burçları kastetmiştir. Çünkü insanların kendilerini
koruma ve himaye etmekte ulaştıkları son nokta budur. Yüce Allah da onlara
bunları misal vermiştir,
Katade
de der ki: Sağlam ve muhkem saraylarda olsanız demektir. Bunu İbn Cüreyc ve
cumhur da böyle açıklamıştır. Âmir b. et-Tufeyl'în Peygamber (sav)'a söylediği
şu söz de bu kabildendir: Alabildiğine sağlam ve muhkem kılınmış bir kake ile
güçlü bir koruma hakkında ne dersin? Mücahid de Burçlardan kasıt saraylardır
der. İbn Abbas da: Burçlardan kasıt, kaleler, yüksek saraylar ve surlardır,
der.
"
Yüksekçe bina edilmiş" buyruğunun anlamı» yükseğe doğru uzatılmış
demektir. Bu açıklamayı ez-Zeccac ve el-Kutebi yapmıştır. İkrime de; Alçı ile
süslenmiş demektir, der. Katade ise: Muhkem kılınmış anlamına-dır.
"Yükseltilmiş" ile “” aynıdır. Yüce Allah'ın: "(Yüksek
köşkler" (el-Hac, 22/45) buymğundaki bu kelime de buradan gelmektedir. "Ya"
harfinin şeddeli okunması ise, çokluk ifade etmesi içindir. Bununla birlikte: “”'in
yukarı doğru uzun yapılmış (yüksek yapılmış) anlamında^. “” 'in ise alçı ile
sıvanmış anlamında olduğu da söylenmiştir. Aynı kökten olmak üzere; Binayı
yüksetti, şanını yüceltti de denilir.
es-Süddî
de der ki: Burçlardan kasıt, dünya semasında bina edilmiş bulunan burçlardır.
Mekkî, bu görüşü Mâlik'ten de nakletmektedir. Onun şöyle dediğini de
nakletmektedir: Yüce Allah'ın: "Burçları olan gök hakkı için"
(el-Buruc, 85/1); "Gökte burçlar uareden"(el-Furkan, 25/61);
"Andolsun ki Biz, semada burçlar yarattık" (el-Hicr, 15/16) diye
buyurduğuna bakmaz mısın? Ayrıca bunu İbnü'I-Arabî de İbnü'l-Kasım'dan, O,
Mâlik yoluyla fivâyet etmiştir. en-Nakkaş da îbn Abbas'tan şöyle dediğini
nakletmektedir:
"Yüksek
kaleler içinde olsam/ bile" buyruğunun anlamı, demirden köşkler ve
saraylarda olsanız bile şeklindedir. İbn Atiyye ise der ki: Ancak lafzın zahiri
böyle bir anlam vermemektedir.
[363]
Bu
âyeM kerime eceller ite ilgili Kaderiye'nin görüşünü reddetmektedir. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır. Yüksek
kaleler içinde olsanız bile," Bu eceller son buldu mu artık ruhun cesedden
ayrılmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Bu, öldürülmekle, ölümle veya
bunun dışında Allah Teala'nin, ruhun cesedden ayrılmasını bir. kanun olarak
tesbit ettiği herhangi bir yolla da olabilir.
Mutezile
ise der ki: Maktul, eğer katil tarafından öldürülmeyecek olsaydı, yaşayacaktı.
Ancak, Âl-i İmran Sûresi'nde (145. ayetin tefsirinde) onların bu görüşlerine
cevap verilip red edilmiştir, ileride de bu tür açıklamalar gelecektir.
Kaderiye, bu görüşleriyle kâfir ve münafıklara uygun kanaat belirtmiş olmaktadırlar.
[364]
Şehirler
edinmek, mal ve canların korunmasını sağlamak içindir Bu da yüce Allah'ın
kullanndaki bir sünnetidir. Bu ise, tevekkül sebepleri terk etmektir,
diyenleri reddeden en açık delillerden birisidir Çünkü, şehirlerin inşa edilmesi,
en büyük ve en muazzam sebeplerdendir. Ve biz, bunları yapmakla em-rohınduk.
Peygamberler
şehir inşa etmiş, çevresinde ise, daha da ileri derecede ko-runabilmek için
hendekler kazımışlar ve adeta böyle bir silahtan istifade etmişlerdir.
el-Ahnef e; Şehirin etrafında sur yapmanın hikmeti nedir? diye sorulmuş, o da
şöyle demiş: Bu sur sefih olanı yapmak istediği kötülükten alıkoymak ve hakim
olanın gelip onu korumasını sağlamak içindir.
[365]
Bizler,
Malik ve es-Süddî'nin görüşünü kabul ederek, burada sözü geçen yükseltilmiş
burç ve kalelerin semadaki burçlar olduğunu benimseyecek olursak, şunu belirteİim
ki, semadaki burçlar -yüksek kılınmaktan gelen anlamı ile Yükseltilmiş- oniki
burçtur. Bunlar da büyük gezegenlerdir. Gezegenlere burç adının verilmesi,
açıkça görülmelerinden dolayıdır. Bu anlamıyla kelime, açıkça görülüp
yükselmek anlamını ifade eden “”dan gelmektedir ki, yüce Allah'ın: “Önceki
Cahiliyenin (kadınlarının) açılıp saçılarak ortaya çıkması gibi, siz de Öylece
dışarı çıkmayın" {el-Ahzab, 33/33) buyruğu da buradan gelmektedir.
Yüce
Allah, bu burçları, güneş ve ay için mevkiler olarak yaratmış ve ay'ın bu
burçlarda hareketini takdir buyurmuş, zamanı bunlara bağlı olarak düzenlemiş,
bunların kimisini kuzeyde kimisini güneyde yaratarak, çeşitli menfe-atlere bir
delil ve kıbleye de bir alamet, teheccüt ve buna benzer hayatta karşı karşıya
kalınan çeşitli durumların zamanlannı bilmek için, gece ve gündüz vakitlerinin
bilinip öğrenilmesi için bir yol kılmıştır.
Yüce
Allah'ın: "Eğer onlara bir iyilik dokunursa bu Allah'tandır derler"
buyruğu şu demektir. Münafıklara bolluk isabet edecek olursa bu Allah'tandır,
derler. "Şayet onlara bir kötülük dokunursa" bir kuraklık başgösterir
ve yağmur yağmayacak olursa, "bu da sendendir" derler. Yani bu
musibet bize senin ve arkadaşlarının uğursuzluğu dolayısıyla isabet etmiştir
derler.
Buradaki
iyilikten kastın, esenlik ve güvenlik, kötülükten kastın ise hastalıklar ve
korku olduğu söylendiği gibi, iyilikten kasıt zenginlik, kötülükten kasıt
fakirliktir de denilmiştir. İyilikten kasıt nimet ve zafer, Bedir günü elde
edilen ganimet, kötülükten kastın ise belâ, sıkıntı ve Uhud günü öldürülmek
olduğu söylendiği gibi, iyilikten kasıt, bolluk, rahatlık, kötülükten kasıt
da, darlık, sıkıntı ve hastalık olduğu da söylenmiştir.
İşte
bunlar, müfessirlerin ve te'vil alimlerinin -İbn Abbas ve diğerlerinin-ayete
dair görüşleridir. Bu âyeti kerime onlara göre, yahudiler ve münafıklar
hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Rasûlullah (say) Medine'ye yanlarına gelince
şöyle dediler: Bu adam ve arkadaşları bizim bulunduğumuz bu yere geldikleri
günden bu yana meyvelerimizde, ekin ve mahsullerimizde eksilmekten başka
birşey göremez olduk.
İbn
Abbas der ki: "Bu sendendir" buyruğunun anlamı, senin kötü idare ve
tasarrufundan dolayıdır şeklindedir. "Bu sendendir" buyruğunun,
belirttiğimiz gibi, senin uğursuzluğunun getirdiğidir. Yani, senin
uğursuzluğun gelip bizi bulmuştur, anlamında olduğu da söylenmiştir. Onlar bu
sözlerini uğur ile ilgili kanaatleri dolayısıyla söylemişlerdi.
Yüce
Allah: "De ki: Hepsi Allah/tandır" diye buyurmaktadır. Yani darlık,
bolluk, zafer ve yenilgi hep Allah'tandır. Allah'ın kaza ve kaderi iledir.
"Böyle
îken bunlara" yani münafıklara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar?" Ne diye bunlar herşeyin Allah'tan geldiği gerçeğini iyice
anlayamıyorlar.
[366]
79.
Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da ken-dindendir.
Seni İnsanlara bir |>eygamber olarak gönderdik. Şa-hid olarak Allah yeter.
Yüce
Allah'ın: "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da
kendindendif" buyruğunum anlamı şudur: Ey Muhammed, sana gelen bolluk,
verimlilik:, sağlık ve esenlik, Allah'ın sana olan lütfü ve sana olan ihsanı
ile gelip seni bulur. Yine sana isabet eden kuraklık ve sıkıntı da, işlemiş
olduğun ve bundan dolayı da cezaya çarptırıldığın bir günah sebebiyledir.
Hitab
Peygamber (sav)'a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir. Yani, ey insanlar,
sizi gelip bulan bolluk ve geniş nzık, Allah'ın size olan lütfundan-dır. Size
gelip çatan kuraklık ve dar nzık kendinizdendir. Yani sizin işlemiş olduğunuz
günahlardan dolayı bu başınıza gelmiştir.
Bu
açıklamaları, el-Hasent es-Süddî ve başkaları yapmıştır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber, kadınları boşadığımızda..."
(et-Talâk, 65/1) (Yani burada hitap Hz. Peygambere olmakla birlikte maksat
onun ümmetidir).
Şöyle
de denilmiştir: Burada hitap insanadır ve insan cinsi kast edilmektedir. Yüce
Allah'ın; "Asra attdolsun şüphesiz insan elbette ziyandadır" (el-Ast,
103/1-2) buyruğunda olduğu gibi. Yani, şüphesiz insanlar ziyan içerisindedirler,
demektir. Nitekim, bundan sonra onlardan istisna yaparak: "îman edenler.,
müstesna" diye buyurmuştur, İstisna ise, ya genelden veya bir topluluktan
yapılır. Bu te'vile göre; "Sana gelen..." buyruğu bir isti'nâf (yeni
bir cümle) dır. İfadede, bir Iıazif olduğu ve bunun takdirinin: Derler ki...
şeklinde olduğu da söylenmiştir.
O
takdirde ifade Gsti'naf değil) muttasıl olur ve anlamı da şöyle olur: Bu
topluluğa ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar da sana isabet eden
her bir iyilik Allah'tandır demek noktasına bir türlü gelmiyorlar?
Şöyle
de denilmiştir: Burada gizli bir istifham hemzesi vardır. Ve bu: "Sana
gelen bir fenalık da kendinden midir" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu
buyruğu da bunun gibidir: "Sen bana bu nimeti minnet ediyorsun (başıma
kakıyorsun)." (eş-Şuara, 26/22) Anlamı ise şudur; Sen bunu nimet diye mi
başıma kakıyorsun? Yine yüce Allah'ın; "Sonra ay'ı doğar halde görünce de:
Benim rabbim bu,.."demişti." (el-En'am, 6/77) Yani bu mu benim
rabbim? demişti, Bbu Hirâş el-Hüzlî der ki:
"Beni
teskin ettiler ve : Korkma ey Huveylid dediler.
Ben
ise, yüzleri tanımayıp dedim ki: Bunlar, bunlar (mı) dır?"
[367]
Görüldüğü
gibi burada soru hemzesi gizlidir. Bu çokça kullanılan bir anlatım üslûbudur,
ileride bu tür açıklamalar da gelecektir.
el-Ahfeş
der ki: Âyet-i kerimedeki “” o şey ki edatı “” o kimse ki anlamındadır. Bunun
şart olduğu da söylenmiştir en-Nehhas ise der ki: Doğrusu el-Alıfeşvin
dediğidir. Çünkü bu buyruk, muayyen bir kuraklık hakkında nazil olmuştur.
Bunun herhangi bir masiyet ile ilgisi yoktur. Eğer masi-yetler hakkında
olsaydı, o takdirde: “İşlemiş olduğun herhangi bir günah, şeklînde olması
gerekirdi. Abdulvehhab b. Mücahid babasından, o, tbn Abbas ile Ubey ve İbn
Mes'ud'dan dediklerini rivayet etmektedir bu buyruğu: "Sana gelen her bir
iyilik Allah'tandır, Sana gelen her fenalık da kendindendir. Ve onu ben senin
aleyhine yazarım" diye okuduklarını nakletmiştir. Ancak bu tefsiri de
ihtiva eden bir okuyuştur. Bazı sapık kimseler bunu Kur'ân-ı Kerimdendir diye
kaydetmişlerdir. Ancak bu şekilde Ibn Mes'ud ve Ubey'den gelen rivayet
munkati'dır. Çünkü Mücahid, ne Abdullah'ı ne de Ubey'i görmüştür.
İyilik
(el-hasene)'den kastın, Bedir günü zafer ve ganimet olduğu, kötülükten kastın
ise Ulıud günü onlara isabet eden şeyler olduğunu söyleyenlerin görüşlerine
göre İse, ashab-i kiram, Rasûlullah (sav)'ın arka taraflarını korumalarını ve
yerlerinden ayrıimamalarını emretmiş olduğunu, okçuların emre'aykırı hareket
etmeleri üzerine cezalandırılmışlardır.
Çünkü
okçular, Kureyşlilerin bozguna uğradığını, müslümanların da onların mallarını
ganimet aldıklarını görünce, saflarını terk ettiler. O sırada kâfirlerle
beraber bulunan Halid b. Velid, Rasûlullah (sav)'ın arka tarafının okçuların
himayesinden mahrum kaldığını görünce, bir gurup atlı aldı ve müs-lümanların
arkalarına geçecek şekilde dolandı, üzerlerine bir hamle yaptı. Ra-sûlullah
(sav)'ın arkasında ise, sancağı taşıyandan başka bir okçu kalmamıştı. Yalnızca
o, Rasûlullah (sav)'ın tavsiyesine uymuş ve şehid düşünceye kadar yerinden
ayrılmamıştı. Nitekim daha önceden Âl-İ İmran Sûresi'nde (3/152. ayetin
tefsirinde) açıklamıştık. Bunun üzerine yüce Allah da bu ayetin bîr benzeri
olan şu buyruğunu indirmişti: "Böyle iken" Bedir gününde
"başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet" Uhud gününde ''size
gelip çatınca mı: Bu bize nereden geldi dediniz." (Âl-i İmran, 3/165)
Buna
göre burada Kaderiye'nin söylediği gibi iyilikten itaatin, kötülükten de
masiyetin kastedilmiş olmasına imkân yoktur. Zira durum bu şekilde olsaydı,
önceden açıkladığımız gibi, senin yaptığın." anlamında bir tabir kullanılmalı
idi. Zira, onlara göre bu şeyler fiil anlamındadır. Bize göre ise kesb (kulun
kendisinin kazanması.) anlamındadır.
İyiliğin
itaat, kötülüğün de masiyet anlamında olması, yüce Allah'ın şu buyruklarında
ve benzerlerinde olabilir: "İyilik (iyi bir amel) getiren kimseye onun on
misli vardır. Bir kötülük getirip gelen kimseye de onun mislinden başkası İle
ceza verilmez." (el-En!am, 6/160) (Tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyet-i
kerimede ise, önceden açıkladığımız gibi, verimlilik; bolluk, kuraklık;
sıkıntılar kast edilmektedir.
Nitekim,
el-A'raf Sûresi'ndeki âyet-i kerimede de bu kabildendir. Sözü geçen âyet-İ
kerime de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Andolsun biz, Firavun hanedanını
belki düşünüp ibret alırlar diye, yıllar boyunca (kuraklıkla) ve mahsullerin
kıtlığı ile yakaladık.'* (el-A'raf, 7/130)
Buradaki
yıllar boyunca yakalamaktan kasıt, ardı ardına yıllarca başlarına gelen
kuraklıktır. Onlara yağmur yağdırılmadı. O bakımdan mahsulleri azaldı,
fiyatları yükseldi. "Fakat onlara iyilik (bolluk) gelince bu bizim hakkımızdır,
dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelip çatarsa Musa ve
beraber-lerindekilerin uğursuzluğu kabul ederlerdi." (el-A'raf, 7/131)
Yani, onların uğursuzluklarını kabul eder ve: Bu, bizim sana tabi oluşumuz ve
sana itaat edişimiz dolayısıyla başımıza geldi, diyorlardı. Yüce Allah ise
onların bu kanaatlerini: "İyi bilin kit onların uğursuzluğu ancak Allah
tarafındandır* diye reddetmektedir.
Yani,
gerek bereket uğuru, gerekse de uğursuzluk, hayır ve şer olsun, fayda ve zarar
olsun Allah'tan gelen şeylerdir. Hiçbir mahlukun bunlarda herhangi bir etkisi,
katkısı yoktur.
İşte
Yüce Allah'ın kendileri tarafından söylendiğini haber verdiği ve Peygambere
İzafe ettiklerini belirttiği buyruğu da bu kabildendir. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Şayet onlara bir kötülük dokunursa: Bu sendendir, derler.
De ki: Hepsi Allah'tandır," (en-Nisâ, 4/78) Tıpkı yüce Allah'ın: "îyi
bilin ki onların uğursuzluğu ancak Allah'tandır" (el-A'raf, 7/131) buyruğu
ile: "İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet de Allah'ın emri
ile idi" (Âl-i İmran, 3/166) buyruğu da böyledir Yani, Allah'ın kaza,
kaderi ve ilmiyle bunlar başınıza gelmişti. Zaten Kitab-ı Kerimin ayetlerinin biri
diğerine tanıklık etmektedir.
Îİim
adamlarımız der ki: Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, sakın
herşeyin Allah'ın kaza, kader, irade ve meşîeti ile olduğunda şüphe etmesin.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz, şer ve hayırla sizi imtihan
olmak üzere deniyoruz." (el-Enbiya, 21/35) Bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "Allah bir kavmin de kötülüğünü diledi mi, artık onu geri
döndürülmesi mümkün değildir. Onlar için de ondan başka bir veli (dost ve
yardımcı) da yoktur." (er-Ra'd, 13/11)
[368]
Ehl-i
sünnetin cahil bazı müntesipleri bu âyeti ele alıp görüşlerine delil gösterdiği
gibi, Kaderiye de bunu ileri sürüp görüşlerine delil göstermişlerdir. Kaderiye
mensuplarının bu âyet-i kerimeyi delil göstermeleri şöyledir- Der-lerki: Burada
iyilikten kasıt itaat, kötülükten kasıt masiyettir.
Yüce
Allah: "Sana gelen her bir fenalık da kendindendir" diyerek ma-siyeti
yüce Allah'a değil de insanın kendisine nisbet etmiştir. Kaderiye'nin bu ayeti
delil göstermeleri şekli böyledir. Diğerlerinin (ehl-i sünnetin cahil
mensuplarrmn) bu âyeti delil gösterme şekilleri de şöyledir: Yüce Allah:
"Deki hepsi Allah'tandır" diye buyurmaktadır. Derler ki: Görüldüğü
gibi yüce Allah burada iyiliği de kötülüğü de yaratıklarına değil de bizzat
kendisine izafe etmiştir.
Şu
kadar varki bu âyet-i kerimeyi her iki kesimin de cahilleri delil diye ileri
sürmüşlerdir. Çünkü onlar bu konudaki görüşlerini kötülüğün masiyet olduğu
esasına bina ederek ileri sürmüşlerdir. Oysa durum, açıklamış olduğumuz gibi
böyle değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kaderiye eğer: "Sana
gelen her bir iyilik*1 yani her bir itaat "Allah'tandır" diyecek
olurlarsa, şunu belirtelim ki onların itikadlan bu değildir. Çünkü onlann
itikadlarını üzerine kurdukları mezheplerinin esas ilkesi, iyiliğin iyilik
yapanın, kötülüğün de kötülük yapanın fiili olduğudur. Aynı şekilde eğer bu
âyet-i kerimede onların lehine bir delil bulunsaydı buyruk; Sen iyilik ve
kötülük namına ne yaparsan... şeklinde olmalıydı. Çünkü iyiliği de kötülüğü de
yapan kişinin kendisi olmalıdır. Dolayısı ile bunların ancak onun tarafından
yapılması halinde ona izafe edilmeleri sözkonusudur. Başkasının yapması ile
ona izafe edilmeleri sözkonusu olmaz. Bu ifadeleri ve bu görüşü İmam
Ebu'l-Hasen, Şebîb b. İbrahim b, Muhammed b. Haydere "Hazzü'l-Galâsîm Fi
İlhâmi'l-Muhâsim" adlı eserinde dile getirmiştir. Allah'ın: “Seni insanlara
bir peygamber olarak gönderdik" buyruğunda (Rasul) kelimesi tekid edici
bir mastardır. Anlamının rîsalet sahibi olarak gönderdik şeklînde oİması da
mümkündür. "Şahid olarak Allah yeter" buyruğundaki son kelime beyan
(temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Allah lafzaî celalinin başındaki
"be" harfi ise fazladan gelmiştir. Yani, Peygamberinin risaletinin
doğruluğuna ve onun doğru söylediğine şahid olarak Ailah yeter.
[369]
80.
Peygambere itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse*
zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu (gözetleyici) göndermedik-
"Peygambere
itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur" buyruğu ile Ra-sulüne itaat
etmenin bizzat kendisine itaat etmek olduğunu bildirmektedir. Müslim'in Sahih'inde
Ebu Hureyre'den Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Bana
itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Bana asi olan da Allah'a isyan etmiş olur
(Benim tayin ettiğim) emire itaat-eden bana itaat etmiş demektir. (Benim tayin
ettiğim) emire isyan eden de bizzat bana isyan etmiş gibidir." Bir diğer
rivayette ise: "Benim emirime itaat eden, ve benim emirime isyan eden"
şeklinde ifade edilmiştir
[370]
"Kim de yüz çevirirse, zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu"
onların amellerini koruyup gözeten "(gözetleyici) göndermedik." Sana düşen
sadece tebliğdir. el-Kutebi der ki: Burada Hafız (koruyucu, gözeüeyici) hesaba
çekici anlamındadır. Allah bunu kılıç ayeti ile ncsh ederek, Allah'a ve
Rasulüne muhalefet edenlerle savaşmasını emretmiştir.
[371]
81.
"İtaat ederiz" derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir grup söylediklerinin
aksine geceleyin plan kurarlar. Allah onların geceleyin kurdukları planlarını
yazıyor. Artık yüz çevir onlardan ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah
yeter.
82. Hâlâ onlar Kur'âu'ı gereği gibi
düşünmeyecekler mi? Eğer o, (Kur’an) Allah'tan başkasından gelseydi, elbette
içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı,
Yüce
Allah'ın: "İtaat ederiz, derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir
grup (huzurundayken} söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar"
buyruğunda
yer alan "İtaat ederiz" buyruğunun anlamı, İşimiz itaat etmektir,
şeklindedir. Bunun mansub olarak “” şeklinde okunması da uygundur, Yani biz
bir itaatte bulunuruz, demektir. Bu da Nasr b. Asım ile el-Hasen'in ve el-Cahderi’nin
kıraatidir.
Bu
buyruk, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre münafıklar hakkındadır. Yani
bu münafıklar senin yanında bulunduklarında: İşimiz itaat etmektir veya biz
bir itaatte bulunuruz derler. Ancak onların bu sözlerinin bir faydası yoktur.
Zira itaat etme gerektiğine inanmayan bir kimse gerçekte itaat eden bir kimse
değildir. Çünkü yüce Allah, onların açığa vurduklarıyla gerçekten itaat
ettiklerini kabul etmemektedir. Şayet buna dair inanç olmaksızın itaat ^mümkün
olsaydı, onların gerçekten itaat ettiklerine hüküm verirdi. O halde itaatin
fiilen var olmakla birlikte gereğine de inanılarak yapılması halinde itaat
olduğu ortaya çıkmaktadır.
"Fakat
yanından ayrılınca" yanından çıkıp gittiklerinde "içlerinden bir grup
söylediklerinin aksine geceleyin plân kurarlar." Burada "grup"
(taife), kelimesini müzekker olarak kabul etmesi bunun bir takım erkekler anlamına
geldiğinden dolayıdır. Kûfeliler (Sam di ) buyruğundaki "te" ile
"ti" harflerini birbirine idğam ile okurlar. Çünkü her ikisinin de
mahreci birdir, Ancak Kisaî, fiilde böyle bir idğamın yapılmasını çirkin
görmüştür, Basrah-lara göre ise bu çirkin değildir.
“Geceleyin
plan kurarlar buyruğu, geceleyin uydururlar ve olmadık şekilde gösterirler,
demektir. Bunun değiştirmek, tebdil etmek ve tahrif etmeli anlamında olduğu da
söylenmiştir. Yani, Peygamber (sav)'ın kendilerine söylediği ve verdiği
emirleri değiştirirler demektir. Buna göre tebyît, tebdil anlamındadır. Şair'in
şu beyiti de bu kabildendir:
"Geldiler
bana, fakat ben onlann yaptıkları değişikliği kabul etmedim. Onlar bana olmadık
bir işi yapmak teklifi ile gelmişler Onların aralarında bekâr bulunanı Münir'e
nikâhhyayım diye (Sorarım size) hiç hür oğlu hür olan bir kişi, köleyi nikâhlar
mı?"
Bir
başka şair de şöyle demektedir:
"Abdulmelik
sözümü tahrif etti Allah kahretsin onu, o nankör kulu."
Bu
kelime geceleyin düzenlemek, planlamak anlamına da gelir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır; "Halbuki onlar, onun razı olmayacağı sözü geceleyin
konuşup düzenledikleri zaman." (en-Nisa, 4/108)
Araplarda
bir iş sağlamca planlanıp kurulduğu zaman "Geceden hazırlanıp planlanmış
bir iş" tabirini kullanırlar.
Bunu
anlatmak için özel olarak gece tabirinin kullanılması ise, geceleyin başka
türlü meşguliyetlerin olmamasından dolayıdır. Şair der ki:
'Geceleyin
işlerini kararlaştırdılar.
Sabahı
ettiklerinde eavaştaymış gibi bağırıp çağırıyorlardı"
Geceleyin
oruç tutmaya niyet etmek için de bu kelimenin kullanılması buradan
gelmektedir. “” ise, üzerinden gece geçen su demektir. Yine bu kelime kişinin
önemsediği ve üzerinde düşündüğü, gece boyunca hatırında tuttuğu iş anlamına da
gelir. Şair el-Huzlî der ki:
"Onun
sözlerini kendim için bir azık yaparım Geceleyin beni düşündürecek içinden
çıkılamaz işlerden çekindiğim vakit.
Düşmanın
geceleyin gelip baskın yapmasına da; “”denilir. Bir işi geceleyin yapmayı ifade
etmek üzere de: “” tabiri kutlanılır. Nitekim gündüzün yapılan işi ifade etmek
üzere de; “” tabiri kullanılır. Bir şeyi takdir etmek anlamında da kullanılır.
Önce
onların söyledikleri sözü zikredip sonra da: "İçlerinden bir gurup
dediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar" diye onlardan söz etmesinin
hikmeti nedir, diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Burada yüce Allah,
küfür ve münafıklığı üzere kalacağını bildiği kimselerin halini ifade etmekte,
bir süre sonra döneceğini bildiği kimseleri de affetmiş bulunmaktadır,
Şöyle
de denilmiştir: Yüce Allah burada, hazır bulunup da ne yapacağını şaşıran
kimselerin halini ifade etmiştir. Emri İşitip de sesini çıkarmayan itaat eden
kimselerden ise gözetmemektedir. Doğrusunu en İyi bilen Allalıtm Allah onların
geceleyin kurdukları planlarını yazıyor." Yani, şanı yüce Allah bunu,
karşılığında onları cezalandırmak üzere amel defterlerine tesbit etmektedir.
ez-Zeccac der ki: Bunun anlamı Kİtab-ı Keriminde bunu da sana inzal buyuruyor,
şeklindedir.
Bu
âyet-i kerimede belirtmiş olduğumuz gibi mücerred söz söylemenin bir-şey ifade
etmeyeceğine delil vardır. Çünkü onlâ*r "itaat ederiz" deyip bunu
sözlü olarak söyledikleri halde, Allah onların gerçekten itaal ettiklerini kabul
etmemekte ve itaatlerinin doğru olduğu şeklinde lehlerine hüküm vermemektedir.
Çünkü onlar, Hz. Peygambere itaat etme gerektiğine inanmıyorlardı. Böylelikle
fiilen itaat etmekle birlikte itaatin gereğine inanılmadıkça itaat eden
kimsenin itaat etmiş olmayacağı sabit olmaktadır.
Yüce
Allah'ın: "Artık yüzçevir onlardan ve Allah'a tevekkül et Vekil olarak
Allah yeter. Hâla onlar Kur'anı gereği gibi düşünmeyecekler mi"
buyruğundaki: "Artıkyüi çevir onlardan" buyruğu, onların isimlerini
bildirme, haber verme anlamındadır. Bu açıklama ed-Dahhak'tan nakledilmiştir ki,
kastettiği kimseler de münafıklardır. Onları cezalandırma anlamında olduğu da
söylenmiştir. Daha sonra yüce Allah, düşmanına karşı yardım ve zafer ihsan
edeceği hususunda yalnızca kendisine tevekkül edip, yalnızca kendisine
güvenmesini emr etmektedir. Denildiğine göre bu, yüce Allah'ın: "Ey Peygamber,
kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" (et-Tevbe, 9/83) buyruğu ile nesh
edilmiştir.
Daha
sonra yüce Allah, Kur'an-ı Kerim üzerinde dikkatle düşünmek, onun hakkında ve
manaları üzerinde tefekkür etmekten yüz çevirdiklerinden dolayı münafıkları
ayıplamaktadır. Birşey üzerinde tedebbür etmek, onun akı-beti 'üzerinde
tefekkür edip düşünmek demektir.
Hadis-i
şerifte de (aynı kökten olmak üzere); “” diye Duyurulmaktadır. Ki, birbirinize
arkanızı dönmeyiniz, demektir. “” İşleri sonuna vardı, anlamındadır. Tedbîr
ise, insanın adeta akibetinin nereye varacağını görüyormuşçasına İşini
düzenlemesi demektir.
Bu
âyeti kerime ile yüce Allah'ın: "Onlar hâlâ Kur'anı tefekkür etmezler mi.
Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var? (Muhammed, 47/24) buyruğu, anlamının
bilinmesi için Kur'an üzerinde tefekkür etmenin vücubuna delil teşkil
etmektedir. Böylelikle bu: Kur'an tefsirinden ancak Peygamber (sav)'dan. sabit
olan rivayetler alınır deyip de Arap diline uygun bir şekilde tevil yapmayı
yasak kabul edenlerin görüşlerinin de yanlışlığını ortaya koymakta ve onların
görüşlerini reddetmektedir. Bu buyrukta, düşünme ve istidlalin em-redildiğine,
taklid'in yanlışlığına dair delil bulunduğu gibi, kıyasın da delü olarak kabul
olunduğuna dair delil vardır.
Yüce
Allah'ın: "Eğer O, Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini
tutmayan birçok şeyler bulurlardı" buyruğuna gelince; Elbette onda
farklılıklar ve çelişkiler bulurlardı, demektir. Bu açıklama İbn Abbas, Katade
ve İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir. Kıraat lafızlarının farklılığı, misallerin
lafızları, delâletler, Sûrelerin miktarları ve âyetler arasındaki farklılıklar
ise bunun kapsamına girmemektedir. Buradaki farklılıktan kasiE ise, çelişki ve
birbirini tutmayan şeylerdir
Şöyle
de denilmiştir: Buyruğun anlamt şudur: Size bu bildirilen buyruklar, Allah'tan
başkasından gelmiş olsaydı, bunlar arasında tutarsızlıklar olurdu.
Yine
şöyle denilmiştir: Çokça söz söyleyen kim varsa mutlaka onun sözünde pek çok
tutarsızlıklar olur ya sözün niteliklerinde ve lafızlarında olur yahut da
mananın güzelliğinde olur ya çelişkilerinde görülür yada yalan söz olur. Ancak
yüce Allah, Kur'an-ı Kerimi indirerek onun üzerinde dikkatle düşünmelerini
emretmektedir. Çünkü onlar, ne sözlerin niteliğinde ne de farklılık
görmektedirler, ne de herhangi bir şekilde onu reddedecek imkanları vardır. Ne
onda bir çelişki buluyorlar, ne de kendilerine haber verilen ve bildirilen
gaybî haberlerde herhangi bir yalana rastlıyorlar.
[372]
83.
Kendilerine güven veya korkuya dair bir haber geldiğinde onu hemen
yayıverirler. Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş
olsalardı, içlerinden işin İç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu
elbette bilirlerdi, Allah'ın üzerinizdeki lütfiı ve rahmeti olmasaydı, -pek az
müstesna- şeytana uymuş gitmiştiniz.
"Kendilerine
güven... e dair bir haber geldiğinde"
buyruğundaki
(üp edatında şart manası vardır. Ancak bundan dolayı “” edatı eklenecek olsa
dahi ceza (cevabı) pek gelmez. Kullanılışı da azdır. Sibe-veyh der ki: Güzel
olan Ka'b b. Züheyr'in şu beyitinde söylediği gibidir:
"Benim
bu dişi devem oradan kalkmak istediğinde Güneşin batım vaktinde alışmadığı bir
yere gidip de dehşete kapılmış bir öküz gibidir (hızlıca gider)."
Yani
(Sibeveyh şunu demek istiyor): Güzel olan bu beyitte şair cezm etmediği gibi; “”
ile cezm etmemektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara Sûre-si'nin baş
taraflarında (2/11. ayetin tefsirinde.)-geçmiş bulunmaktadır.
Bu
buyruğun anlamı da şudur: Onlar, müslümanların zafer kazanmaları, düşmanlarının
da öldürülmeleri gibi güvenlik ihtiva eden herhangi bir husus işitecek
olurlarsa "veya korkuya dair bir haber geldiğinde" yani bunun zıddı
bir haber alacak olurlarsa "onu hemen yayıverlrler" ifşa edip açıklarlar.
İşin gerçek mahiyetini kavramadan onu dillerine dolayıverirler.
Bu
davranışı zayıf müslümanların gösterdiğini söylediği el-Hasen!den
nakledilmiştir. Çünkü bunlar, Peygamber (sav)'ın durumunu açıklıyor ve bundan
dolayı haklarında herhangi bir sorumluluğun sözkonusu olmayacağını
sanıyorlardı. ed-Dahhak ve İbn Zeyd ise derler ki: Bu buyruk münafıklar hakkındadır.
Haberleri bu şekilde yaygınlaştırdıkları için yalan söylediklerinden ötürü bu
şekilde davranmaları onlara yasaklandı,
"Halbuki
bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı" yani,
Peygamber (sav)!ın kendisi, yahut emir sahipleri olan kimseler bunu söyleyip
açıklayıncaya kadar kendileri bunu dillerine dolayıp açıklamamış olsalardı...
Emir
sahipleri; el-Hasen, Katade ve başkalanndan, ilim ve fıkıh sahibi kimselerdir
diye nakledilmiştir. es-Süddî ve İbn Zeyd ise yöneticilerdir diye açıklamıştır.
Maksadın, askeri birlik kumandanları olduğu da söylenmiştir.
^İçlerinden
işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu elbette bilirlerdi"
Yani bu kimseler neyin açıklanması gerektiğini^ neyin de gizlenmesi
gerektiğini bilirlerdi.
İşin
iç yüzünü araştırıp çıkarmak (istinbat), suyu kaynağından çıkartmak demektir.
Nabat ise, ilk kazıldıktan sonra kuyunun dışarıya çıkartılan ilk suyudur Buna
nabat adının verilmesi ise, onların (bu şekilde su çıkartanların) yerde bulunan
şeyleri dışarı çıkartmalanndan dolayıdır. Sözlükte istinbat çıkartmak
anlamındadır. Daha önce geçtiği gibi, nass ve icma'ın bulunmaması halinde
içtihatta bulunmaya da delalet etmektedir.
Yüce
Allah'ın: “ Allah'ın üzerinizdeki lütfü ve merhameti olmasaydı" buyruğu
(ndaki “” kelimesinin) merfu' olması Sibeveyh'e göre mübtedâ olduğundan
dolayıdır. Sibeveyh'e göre (“” edatının) haberinin izhar edilmesi caiz
değildir. Ancak Kûfeliler derlerki: Bu kelimenin merf'u' olması “” dolayısıyla
dır.
"Pek
az müstesna, şeytana uymuş gitmiştinizH buyruğu ile ilgili olarak üç görüş
vardır. İbn Abbas ve başkaları derler ki: Buyruğun anlamı şudur Onlar, bu sözü
yaygınlaştırırlardı. Aralarından pek azı müstesna bunu yaymaz ve bunu
açıklamazlardı. Nahivcilerden el-Kisaî, el-Ahfeş, Ebu Ubeyd gibi bir gurup ile
Ebu Hatim ve et Taberî de böyle demiştir
Bunum
Bunu içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar -aralanndan pek azı
müstesna- bilirlerdi anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama el-Hasen ve
başkları tarafından yapılmıştır.
Bunu
ez-Zeccac da tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü çoğunluk bu is-tinbatı
bilebilirdi. Zira bu bir haberi öğrenmekten ibarettir. Birinci görüşü ise
el-Ferrâ tercih eder ve şöyle der: Çünkü seriyelere dair bilgi ortaya çıktığı
takdirde işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar da, başkaları da bunu bilir
Haberi yaygınlaştırmak ise, kimisinde olur, kimisinde olmaz, el-Kelbî de yine
ondan şöyle dediğini nakletmektedir: İşte bundan dolayı ben de bu istisnanın,
haberi yaygınlaştırmaktan yapılmış olmasını güzel görmekteyim. en-Nehhas da
der ki: Bu iki görüş, mecazı esas almaktadır. Yani, o bununla ifadede bir takdim
ve tehir olduğunu söylemek istiyor.
Üçüncü
bir görüş ise, mecazın olmadığı şeklindedir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle
olur: Şayet Allah aranızda ilahi belgeleri ortaya koyan bir peygamber
göndermek suretiyle size lütufta bulunmayıp size rahmet etmemiş olsaydı, hiç
şüphesiz kâfir olur ve şirk koşardınız. Aranızdan pek az kişi müstesna. Ancak
o azınlık Allah'ı tevhid ederlerdi.
Bu
hususta dördüncü bir görüş daha vardır. ed-Dahhak der ki: Bunun anlamı şudur:
Pek azınız müstesna şeytana uymuş gitmiştiniz. Yani Muhammed (sav)'ın ashabı
çok az kişi müstesna kendi kendilerine şeytanın telkinlerini yaparlarch. Bu pek
az kimselerden kasıt ise, Allah'ın kalplerini takva ile sınadığı kimselerdir.
Bu
görüşe göre ise "pek ai müstesna" buyruğu yüce Allah'ın:
"Şeytana uymuş gitmiştiniz" buyruğundan istisna edilmiştir. el-Mehdevî
ise der ki: Fakat ilim adamlarının çoğunluğu bu görüşü kabul etmezler. Zira
Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, insanların tümü şeytana uymuş gitmiş
olurdu.
[373]
84.
Sen artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü'minleri de
(cihâda) teşvik et. Umulur ki Allah, o kâfirlerin baskısını önler. Allah,
kahrı da daha çetin olandır, ibret alınacak cezası da daha şiddetli olandır.
Yüce
Allah'ın; "Sen artık Allah yolunda savaş" buyruğundaki "fâ"
daha önce geçen yüce Allah'ın: "... Kim Allah yolunda savaşıp da
öldürülür yahut zafer elde ederse, ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz."
Sen artık Allah yolunda savaş"(eiı-Nisa, 4/74) buyruğu ile alakalıdır
Yani, bundan dolayı aen artık savaşmaksın, demektir. Bunun yüce Allah'ın:
"Size ne oluyor ki Allah yolunda... savaşmıyorsunuz." (en-Nisa,
4/75.) "Sen artık Allah yolunda savaş" buyruğu ile alakalı olduğu da
söylenmiştir
Buyruğun
ifade ettiği anlam şöyle gibidir: Yalnız basma olsan, dahi, düşmanlarla cihadı
ve düşmana karşı mü'min mustaz'aflann yardımına koşmayı asîa terk etme. Çünkü
yüce Allah kendisine zafer vaadinde bulunmuştur. ez-Zeccac der ki: Yüce Allah,
Peygamberine tek başına çarpışacak olsa dahi cihad etmesini emretmiştir. Çünkü
ona yardım taahhüdünde bulunmuştur
İbn
Atiyye der ki: Lafzın zahirinden anlaşılan budur. Şu kadar varki, savaşmanın
ümmet dışarıda bırakılarak yalnız ona kısa bir süre dahi farz kılındığına dair
herhangi bir haber gelmiş değildir. O halde buyruğun anlamı -doğrusunu en iyi
bilen Allah’tır- lafız itibariyle ona hitap olması şeklindedir. Bu da herkese
özel olarak kendisine yapılan hitaplara bir örnektir. Yani, ey Muhammed ve
senin ümmetinden olan herkese şu söz söylenmiştir: "Sen artık Allah
yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun." İşte bundan dolayı her
mü'minin yalnız başına olacak olsa dahi cihad etmesi gerekin Peygamber
(sav)'ın: "Allah'a yemin ederim ki, boynum koparılıncaya kadar mutlaka
onlarla savaşacağım"
[374] buyruğu
da bu kabildendir. Yine arapların irttdat ettikleri sırada Hz. Ebu Bekir'in
söylediği: "Eğer sağ elim bu hususta bana muhalefet edecek olursa, sol
elimle ona karşı cihad ederim" şeklindeki sözü de bu kabildendir.
Bu
âyet-i kerimenin küçük Bedir sırasında nazil olduğu söylenmiştir. Ebu Süfyan,
Uhud'dan ayrıldığı sırada Rasûlullah (sav) ile küçük Bedir panayırında buluşmak
üzere sözleşmişti. Sözleşilen vakit gelince Rasûlullah (sav) yetmiş süvari ile
birlikte oraya çıkıp gittiği halde Ebu Süfyan oraya gelmediğinden herhangi bir
savaş olmamıştır. Bu ise, daha önce Âl-i İmran Sûresinde geçtiği üzere
Mücahid'in yaptığı açıklamaya uygun düşmektedir (Al-i İmran, 3/172. ayetin
tefsiri.)
Buna
göre ayetler arasındaki ilişki ve buyruğun burada yer almasının izahı şöyle
yapılır; Yüce Allah münafıkları daha önceden olayları karıştırmak ve asılsız sözleri
yaygınlaştırmak ile nitelendirdi. Daha sonra da Peygamber (sav)'a onlardan yüz
çevirip, bu hususta hiçbir kimse ona yardım etmeyecek olsa dahi, Allah yolunda
ciddi ve gayretli bir şekilde savaşmasını emretti.
Yüce
Allah'ın: “Sen ancak kendinden sorumlusun" buyruğundaki “” Mükellef
tutulursun, buyruğu geniş zaman fiili olduğundan dolayı merfu'dur. Cezm
edilmeyiş sebebi ise, birinci emrin illeti (.sebebi*) olmadığından dolayıdır.
el-Ahfeş ise bunun cezmînin mümkün olduğunu iddia etmiştir.
"Ancak
kendin" buyruğu ise, faili zikredilmeyen (meçhul fiilin) haberidir. Yani:
Sen başkasının da bunu yapması için mecbur edilmezsin ve bundan dolayı da
sorumlu tutulmazsın.
Yüce
Allah'ın: "Mii'minleri de (cihada) teşvik et. Umulur ki Allah, o kâfirlerin
baskısını önler" buyruğuna dair açıklamalarımızı da üç başlık halinde
sunacağız:
[375]
"Mü’minleri
de teşvik et* onları cihada ve savaşmaya teşvik et. Birisini bir işi yapmaya
emredip teşvik ettiğini ifade etmek üzere; “” denilir. Arapçada; “” filleri de
aynı anlamda olmak üzere teşvik ve ısrarla devam etti, anlamını vermektedir.
[376]
Yüce
Allah'ın: "Umulur ki Allah, o kâfirlerin baskısını önler" buyruğu bu
konuda bir umut vermektedir. Yüce Allah'ın umutlandırması ise, vücub ifade
eder. Bununla birlikte arapçada da umutlandırmak vücup ifade etmek anlamında
kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: Kıyamet gününde günahını mağfiret etmesini
umduğum da O'dur" (eş-Şuarâ, 26/82) buyruğu da bu kabildendir.
îbn
Mukbil der ki:
"Benim
onlar hakkındaki kesin kanaatim ummak gibidir. Onlar kupkuru bir arazide
bulunduklarında; Örnek, deyim ve atasözü mesabe sin deki şiirleri karşılıklı
söyleyip duruyorlar."
Yüce
Allah'ın: "Allah kahrı da daha çetin olandır" yani savleti daha çetin
olandır, saltanat ve egemenliği daha büyük olandır. Dilediğini gerçekleştirme
gücü daha çok ve daha muktedir oiandır. "ibret alınacak cezası da daha
şiddetli olandır." Cezalandırması da daha güçlü olandır. Bu açıklamalar
eJ-Hasen
ve başkalarından yapılmıştır. İbn Düreyd der ki: (üs£ M .u,): Allah onu ibretti
bir ceza ile karşı karşıya bıraktı, demektir. Menkel ise insana ibretli ceza
veren şey demektir Şair der ki:
"Ve
ben onların arkalarına menkel (ibretli ceza olacak şey) atıyorum."
[377]
Birisi
kalkıp: Biz kâfirleri güç ve kuvvete sahip olarak görmekteyiz. Sizler ise
Allah'ın umutlandırmasının kesinlik ifade ettiğini söylemektesiniz. Peki bu
vaad nerede? diye soracak olursa, ona şöyle cevap verilir: Allah tarafından
verilen bu vaad gerçekleşmiştir. Onun, gerçekleşmiş olması, sürekli ve devamk
olmasını gerektirmez. Meselâ bir an dahi bu vaad gerçekleşecek ve ortaya
çıkacak olursa, verilen bu söz doğru olarak yerini bulmuş demektir. Yüce Allah,
küçük Eedir'de müşriklerin satvetini alıkoymuş, önlemiştir. Böylelikle onlar
daha önce söz verdikleri savsa gelip çarpışmak ahidlerinl yerine getirmemiş
oldular. "Allak savaş hususunda mü'minlere el verdi (onlara yetti)."
(el-Ahzab, 33/25) Yine Hudeybiye antlaşmasını bozmak ve fırsatı değerlendirmek
isteklerini gerçekleştirmelerine de imkân tanımadı. Müslümanlar, onların ne
yapmak istediklerinin farkına vardılar, çıkıp onları esir olarak yakaladılar.
Bu durum ise, elçiler banş için arada gidip gelirken gerçekleşmişti.
İşte
ileride de geleceği üzere yüce Allah'ın: "O, onların ellerini sizden çekendi.”
(el-Feth, 48/24) buyruğu ile kastedilen de budur. Yüce Allah Ahzab gazvesinde
gelen kâfir güruhlarının kalplerine korkuyu salmış, onlar da herhangi bir savaş
ve çarpışma olmaksızın geri dönmüşlerdi. Yüce Allah'ın: ''Allak savaş hususunda
mü'minlere el verdi" (el-Ahzab, 33/25) buyruğunda olduğu gibi. Yahudiler
de mü'minler kendileriyle savaşmadan yurtlarım ve mallarını bırakıp
gitmişlerdi. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın mü'minler-den uzaklaştırmış olduğu
baskılar kabilindendir. Bununla beraber, yahudi ve hıristiyanlardan çok sayıda
kimseler ve büyük kalabalıklar, küçülmüşler olarak cizye yükümlülüğünün altına
girdiler, zelil ve hakir olarak savaşmayı terk ettiler. Allah, böylelikle
onların mü'minlere yapabilecekleri baskılarını önlemiş oldu. Âlemlerin Rabbi
olan Allah'a hamdolsun.[378]
85.
Kim güzel bir şefaatte bulunursa, ondan kentlisine bir pay vardır. Kim de kötü
bir şefaatte bulunursa ondan da kendisine bir pay vardır. Allah berşeye
kadirdir.
Bu
buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yüce
Allah'ın: "Kim... şefaatte bulunursa" buyruğunda geçen şefaat, şef at
ve benzeri ifadeler sayıda çift anlamındaki "eş-şef?" den gelmektedir.
Şefî' (şefaatçi) da buradan gelmektedir. Çünkü şefaatçi, ihtiyacı bulunan kimse
ile birlikte şef (çift) olmaktadır. Dişi deve bir defada iki süt kabını doldurduğu
takdirde; “” denilmesi de buradan gelmektedir. Yine dişi deve hem gebe bulunup,
hem de yavrusu ardında gidiyorsa ona, “” denilir. Şef bire bir eklemek
demektir. Şuf’a ise, ortağının mülkünü kendi mülküne katman demektir. Buna
göre şefaat, senden başkasını kendi mevkiine ve aracılığına katman demektir. O
halde şefaat, şefaatte bulunan kimsenin, nezdinde şefaat edilenin yanındaki
mevkiini açıkça ortaya çıkarmak ve lehine şefaatte bulunan kimseye de bir
menfaat ulaştırmak demektir.
[379]
Tefsir
alimleri, bu âyet-i kerime hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mücahid,
el-Hasen, İbn Zeyd ve başkaları, bunun insanların ihtiyaçları hususunda kendi
aralanndaki şefaatleri hakkında olduğunu söylemişlerdir. Kim fayda sağlamak üzere
şefaatte bulunursa onun bir payı olduğu gibi^zarar vermek için şefaatte
bulunana da bir vebal vardır.
Şöyle
de denilmiştir: Güzel şefaat, iyilik ve itaat hususunda olur. Kötü şefaat ise
masiyetlerde olur, Her kim iki kişinin arasını düzeltmek için güzel bir
şefaatte (aracılıkta) bulunacak olur İse, ecir almayı hakeder. Her kim de laf
götürüp getirir ve gıybet yapmak suretiyle (aracılık yaparsa) o da günah kazanır.
Bu da birinci açıklamaya yakındır.
Şöyle
de denilmiştir: Güzel şefaatten kasıt, müslümanlara dua etmektir. Kötü
şefaatten kasıt ise onlara beddua etmektir. Sahih haberde şöyle denilmiştir:
"Her kim başkasının gıyabında dua edecek olursa, onun duası kabul olunur
ve melek de: Amin, sana da onun kadarı olsun, der."
[380]
İşte sözü geçen pay sahibi olmak, budur. Kötülükte de böyledir. Yani, onun
yaptığı bedduanın kötülüğü kendisine raci olur, Yahudiler de müslümanlara
beddua ediyorlardı.
Anlamın
şöyle olduğu da söylenmiştir: Her kim cihadda arkadaşına eş olursa böylelikle
ecirde de onun payı olur. Her kim batılda başkasına eş olursa, onun da o
günahtan payı olur. Yine el-Hasen'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: İyi
şefaat, dinen caiz olan şeydir. Kötü şefaat ise dinde caiz olmayandır. Bu söz,
adeta, diğer görüşleri de kapsamaktadır. Ayet-i kerimedeki el-Kîfl (pay) ise,
günah ve vebal demektir ki, bu şekildeki açıklama el-Hasen ve Katade'den
nakledilmiştir. es-Süddî ve İbn Zeyd ise pay anlamındadır demişlerdir Kifi
kelimesi deveye binen kimsenin düşmemek için devenin hör-gücü üzerinde
bıraktığı örtüden türetilmiştir. Devenin horgücü üzerinde bir örtü dolayıp bu
şekilde üzerine binildiği takdirde, (dul): Deveye kifi yaptım, denilir. Böyle
yapan kimsenin bu fiiline de iktifal denilir. Çünkü o, böyle yapmakla devenin
sırtının tamamını değil de, sırtından bir payını (bölümünü) kullanmış olur.
Hayır ve şer türünden her türlü pay hakkında da bu kelime kullanılır.
Yüce
Allah'ın Kitabında: "Size rahmetinden iki pay versin" (el-Hadid,
57/28) diye buyurulmaktadır. Caiz olan hususlarda şefaat eden kimsenin şefaati
kabul olunmasa dahi ona ecir verilir. Çünkü yüce Allah: "Kim... şefaatte
bulunursa" diye buyurmakta, kimin şefaati kabul olunursa diye
buyurmamaktadır. Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Şefaatte
bulununuz, ecriniz verilir. Allah da Peygamberi'nin dili üzre dilediği hükmü
verir/"
[381]
Yüce
Allah'ın: "Allah herşeye kadirdir" buyruğunda yer alan ve kadir anlamına
gelen “” kelimesi "muktedirdir" anlamındadır. ez-Zübeyr b. Abdulmuttalib'in
şu beyiti de bu kabildendir:
"Ve
bir kin sahihi ki, ben kendimi (ona ceza vermekten) alıkoydum. Bununla birlikte
ona kötülük yapma gücüne sahiptim."
Yani
buna muktedirdim.
Buyruğun
anlamı da şudur: Şüphesiz yüce Allah, her insana kendi gücünü, gücünü
sağlayacak gıdasını (kuut) verir.
Hz.
Peygamberin: "Kişinin gücü altında bulunanları zayi etmesi günah olarak
ona yeter"
[382]
hadisi de -bu şekilde rivayet edenlere göre- bu kabildendir. Yani onun kudreti
altında, yönetimi altında bulunan çoluk çocuk ve diğer kimseleri zayi
etmesi... anlamındadır ki, bu hadisi (böylece) İbn Atiyye zikretmiştir. İşte “Ona
güç yetirdim, yetiririm demektir. (İsm-i fail olmak üzere): Kâit ve mukît (güç
yetiren) de buradan gelmektedir. Şairin:
"...
Ben hesepta mukît olacağım (hesaba çekilmek üzere durdurulacağım)/
İfadesi
hakkında ise et-Taberî şöyle demiştir; buradaki mukît kelimesi, az önce geçen
anlamdan başka bir anlama gelmektedir. Durdurulacağım manasınadır. Ebu Ubeyde
derki: Mukît, hıfzedici, koruyucu demektir. el-Kisaî ise, muktedir anlamındadır
der. en-Nehhas da der ki: Ebu Ubeyde'nin görüşü daha uygundur. Çünkü onun
açıklamasına göre bu kelime "el-Kavfden türetilmiş olur. el-Kavt ise,
insanı koruyabilen, muhafaza edebilen miktar anlamındadır. el-Ferra da der ki:
Mukît, herkese kût'unu (onu hayatta tutacak gıdasını) veren kimse demektir.
Nitekim,
hadis-i şerifte şöyle denilmektedir "Kişinin geçimlerini sağlamakla
yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi ona günah olarak yeterlidir."
[383] Bu
hadisteki son kelime “” şeklinde de zikredilmiştir. es-Sa'lebî bunu zikreder
ve der ki: İbn Fâris, el-Mücmel'de şunu nakletmektedir: ei-Mukît, el-Muktedir
demektir. Yine el-MukÎE, ei-Hâfız ve eş-Şâhid (koruyucu ve gözetleyici)
anlamındadır. Gıda ve besleyecek şey anlamında; “” da denilir, “” da denilir.
Doğrusunu
en iyi bilen Allahtır.[384]
86.
Bir selâmla selâmlandığınızda siz ondan daha güzeli İle selâmı alın veya
aymsıyla karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını hakkıyla yapandır.
Bu
buyruğa dair açıkla mal an mızı oniki
[385] başlık
halinde sunacağım
Yüce
Allah'ın: "Bir selâmla selâmtandığınızda" buyruğundaki "et-tahiyye"
kelimesi, “” kipine sokulmuş bir kelimedir. Bunun aslı ise “”dır.
"Ya" harfinin biri ötekine idğam edilmiştir.
Tahiyya,
selâm demektir. Talıiyye, aslında hayatının devamı için dua etmek
anlamındadır. "et-Tahlyyatü llllahi" ise, afetlerden kurtulmuş olmak,
ui^ak olmak Allah içindir, demektir. Bunun mülk anlamında olduğu da söylenmiştir.
Abdullah b. Salih el-Iclî der ki: el-Kisaî'ye "et-tahiyyatü İillahi"
sözünün ne anlama gelidiğini sordum. O: et-Tahîyyat, el-Berekât gibidir. Bu sefer
ben: Peki, el-Berekât ne demektir diye sordum: Buna dair birşey işitmiş
değilim, dedi.
Yine
bunlara dair Muhammed b. el-Hasen'e sordum, o da: Bu, Allah'ın kendisiyle
kullarının kendisine ibadet etmesini İstediği bir sözdür, dedi. Daha sonra
Kûfe'ye geldim. Kûfe'de Abdullah b. İdris ile karşılaştım, ona şöyle dedim:
Ben, el-Kisaî'ye de, Muhammed'c de "et-tahlyyatü lillahi" sözünün ne
anlama geldiğini sordum da, her ikisi de bana şöyle şöyle cevap verdiler. Bu
sefer Abdullah b. İdris bana şöyle dedi: İkisinin de şiir bilgileri ve bu gibi
şeylere dair bilgileri yoktur.
Tahiyye,
mülk demektir, dedikten sonra şu beyiti okudu:
"Onunla,
Ebu Kabus'nn üzerine yürüyorum, tâ ki, Onun tahiyyesi (mülkü) üzerine
askerlerimle varıp (devemi) çöktürünceye kadar."
İbn
Huveyzimendad da şu beyiti şöylece zikretmektedir:
"Onunla
Nu'naan'a doğru gidiyorum tâ ki,
Askerlerimle
mülkü (tahiyyesi) üzerine (devemi) çöktürünceye kadar."
Burada
"tahiyyesi" ile kastettiği onun mülküdür. Bir diğer şair de (Züheyr
b. Cenab el-Kelbî) şöyle demektedir:
"Bir
delikanlının nail olduğu herşeye şüphesiz Ben de nail oldum; tahiyye (mülk)
müstesna"
el-Kutebî
der ki: Tahiyyat duasında: "Et-Tahiyyâtu lillahi" şeklinde
tahiy-yat'm çoğul olarak zikredilmesi şundan dolayıdır: Yeryüzünde değişik
tahiy-yelerle selâmlanan hükümdarlar, krallar vardır. Onlardan kimisine
lanetten uzak durasın, anlamında; “” denilirdi, kimisine de: Esenlikte ve nimet
içerisinde olasın, anlamında; “” denir, kimisine de bin yıl yaşayasın,
denilirdi. Bize de: Tahiyyat yalnız Allah'ındır, deyiniz diye emrolundu. Yani
mülk ve egemenliğe delalet eden bütün sözler ile bunlar, kinaye yoluyla İfade
eden bütün sözler, yüce Allah'ındır.
Bu
âyet-i kerimenin daha önceki buyruklarla ilişki yönüne gelince^ Yüce Allah diyor
ki: Daha önceden emrolunduğu şekilde cihada çıkıp da, bu cihad yolculuğunuz
esnasında size, İslam selamı ile selâm verilecek olursa, sakın size bu şekilde
selâm verenlere, sen mü'min değilsin demeyiniz. Aksine, ona selâmını alarak
karşılık veriniz. Çünkü böylelerinin üzerine İslam hükümleri caridir.
[386]
ilim
adamları âyetin manası ve te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn
Velıb ile İbnü'l-Kasım, Malik'ten bu âyet-i kerimenin, aksırana
"yer-hamukellah" demek ile, "yerhamukellah" diyene karşılık
vermek hakkındadır. Ancak bu görüş zayıftır. Bu ayetin sözlerinde buna delâlet
eden bir şey yoktur. Aksırana "yerhamukellah " diyerek cevap vermek
ise, kıyas yoluyla selâmı almanın kapsamına girmektedir. Eğer İmam Malik'ten bu
sözü söylediği sahih olarak rivayet edilmişse, Malik'in anlatmak istediği bu
olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn
Huveyzimendâd der ki: Eğer hibe sevap için (hibeye karşılık verilmesi şartıyla
yapılan hibe) ise, âyet-i kerimenin buna hami edilmesi caiz olabilir. Birisine
karşılık vermesi şartıyla hibede bulunulacak olursa, o da muhayyerdir. Dilerse
o hibeyi kabul etmeyip reddeder, dilerse hibeyi kabul eder ve onun karşılığında
kıymetini verebilir.
Derim
ki: Ebu Hanife'nin arkadaşları da bu kabilden görüşlerini belirtmiş ve şöyle
demişlerdir: Buradaki tahıyye'den kasıt, yüce Allah'ın: "Veyaaynı-sıyla
karşılık verin" buyruğu dolayısıyla hediyedir Çünkü selâmın aynısıy-la
geri verilmesine imkân yoktur. İfadenin zahiri de, tahiyye'nin aynı geri verilmesini
gerektirmektedir ki, bu da hediyedir. Hediyeyi kabul etmesi halinde, ya onun
ivazını vermesi, ve yahutta aynısını iade emrolunmuştur. Selamda ise böyle
birşeye imkân yoktur. Sevap (karşılık) şartı ile hibede bulunmanın ve bu
şartla hediye vermenin hükmüne dair açıklamalar, ileride er-Rûm Sûresinde yüce
Allah'ın; "Artış göstersin diye... verdiğiniz herhangi bir şey"
(er-Rûm, 30/39) buyruğunu açıklarken inşaattan gelecektir.
Şu
kadar varki, doğru olan burada tahiyye'den kastın selâm vermek olduğudur.
Çünkü yüce Allah bir başka yerde: "Onlar sana geldikleri zaman, Allah'ın
seni selâmlamadığı tahiyye ile selâmlarlar" (el-Mücadele, 58/8) diye
buyurmaktadır. en-Nâbiğa ez-Zübyani de şöyle demiştir:
"Selamlıyor
(tahiyye) onları aralarındaki beyaz cariyeler
Kırmızı
ipek örtüler ise, birbirine çatılmış sopalar üzerinde."
Şair
de burada "tahiyye" ile selâm vermeyi kastetmiştir. Müfessirler topluluğu
da bu görüştedir. Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre, âyet-i kerimenin
fıkhı incelikleri ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:
İlim
adamları, içim ile şunu kabul etmişlerdir: Önce selâm vermek, teşvik edilmiş
bir sünnettir. Selamı almak ise, bir farizadır. Çünkü yüce Allah: "Siz
ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aya ısıyla karşılık verin" diye buyurmuştur.
Ancak,
bir topluluk arasından bir kişi selâmı alacak olursa, bunun yeterli olup
olmayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Malik ile Şafiî, bunun yeterli
olacağını ve müslüman bir kimsenin selâm verenin sözünün aynısı ile selâmını
almış olacağı görüşündedirler. Kuleliler İse, selâm almanın muayyen farzlardan
(farz-ı aynalardan) olduğu görüşünde olup şöyle derlet: Selam vermek, selâm
almaktan farklıdır. Çünkü selâm vermek tatavvu (nafile bir ibadet) dir. Onu
almak ise bir farizadır. Topluluk arasındaki bir gayri müslim, verilen selâmı
alacak olursa, bu topluluğun üzerindeki selâm alma farzını kaldirmaz. İşte bu
da selâm almanın bizzat her kişinin ayrı bir görevi olduğunun delilidir.
Katade ve el-Hasen der ki: Namaz kılan bir kimseye selâm verilecek olursa,
sözlü olarak selâmı alır ve bu şekilde selâm alması, onun namazım yarıda
kesmiş olmaz. Çünkü o emrolunduğu bir işi yapmıştır.
Ancak,
buna muhalefet etmişlerdir. Birinci görüşün sahipleri, Ebu Davud'un, Ali b.
Ebİ Talib'den, onun da Peygamber (sav)'den şu buyruğunu delil gösterirler:
"Bir topluluk bir yerden geçtikleri takdirde, onlardan birisinin selâm
vermesi yeterli olduğu gibi, oturanlardan da birisinin o selâmı alması
yeterlidir."
[387] Bu
buyruk ise, görüş ayrılığı olan noktada açık bir nass (bir delil)dir,
Ebu
Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Bu, muarızı (onunla çatışan) bulunmı-yan hasen
bir hadistir. İsnadında Said b. Halid diye bir ravi vardır ki, bu da Medine'li
Hu za alil ardan, Said b. Halid'dir. Bazı hadis alimlerine göre onun
rivayetlerinde bir sakınca yoktur, Kimisi de bunun zayıf bîr ravi olduğunu söylemiştir.
Böyle diyenler arasında Ebû Zur'a, Ebu Hacim ve Yakub b. Şeybe de vardır.
Ayrıca bunlar, onun bu hadisini münker kabul etmişlerdir. Çünkü, bu senet İle
bu hadisi yalnızca o rivayet etmiştir. Diğer taraftan Abdullah b. el-Fadl,
Ubeydullah b. Ebi Rafi'deri hadis dinlemiş değildir İkisinin arasında bundan
başka birkaç hadiste el-A'reç de vardır. Doğrusunu bilen Allah'tır.
[388]
Yine
bu görüşü savunanlar, Hz. Peygamberin: "Az topluluk, çok topluluğa selâm
verir"
[389] buyruğunu deJil
gösterirler. Ayrıca ilim adamları, bîr kişinin topluluğa selâm verebileceğini
icma ile kabul edipr kalabalık sayısınca selâmını tekrarlamasına gerek olmadığını
benimsediklerine göre, aynı şekilde bir kişi de topluluk adına selâmı alır ve
diğerlerinin bu konuda vekili olarak hareket eder. Farz-ı kifayelerde olduğu
gibi.
Mâlik
de Zeyd b, Eslem'den Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Binek üstünde olan yürüyene selâm verir. Bir topluluk arasından bir kişi
selâm verecek olursa, bu hepsi için yeterli olur."
[390]
İlim
adamlarımız der ki: İşte bu, bir kişinin selâmı almasının yeterli olduğuna
delildir. Zira, ancak vacip olan hususlarda "onlar için yeterli olur"
tabiri kullanılır. Doğrusunu en iyi biîen Allah’tır.
Derim
ki: İşte ilim adamlarımız bu hadisi böylece te'vil etmiş (yorumlamış) ve bir
kişinin selâmı almasının caiz olacağına dair bunu delil kabul etmişlerdir.
Ancak çok rahatlatıcı bir delil olarak görülemez.
[391]
Yüce
Allah'ın: "Ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aynısıyla karşılık
verin* buyruğunda sözü geçen selâmın daha güzeli ile alınması, "se-lâmun
aleyküm" diyen kimseye fazladan: "Aleykesselâm ve rahmetullah"
diye karşılık vermek suretiyle olur. Eğen "Selâmım aleyke ve
rahmetullah" diyecek olursa, selâmı alan kimse "ve
berâkâtuhu"yu ekler. İşte selâmın nihai şekli budur, bundan fazlası ile
selâm alınmaz. Yüce Allah, -ileride yeri gelince açıklanacağı üzere- o şerefli
hane halkından: "Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun"
(Hud, 11/73) diye selâmlandıklannı haber vermektedir. Şayet, selâm veren nihai
şekliyle selâm verecek olursa, selâmı alan sözünün başına "vav"
harfini ilave ederek: "Ve aleykessetâmu ve rahmetulla-ki ve
berâkâtuhu" diye karşılık verir. Misliyle selâmı almak ise, "esselâmu
aleyke* diyene, "aleykesselâm" diye karşılık vermektir. Şu kadar
varki, kendisine selâm verilen kişi bir kişi olsa dahi, bütün selamlamaların
çoğul lafzı i\ç olması gerekmektedir. (Esselâmu aleykum ve aieykumusselâm...
şeklinde).
el-A'meş,
İbrahim en-Nehaî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Tek kişiye selâm
verdiğin takdirde "esselâmu aleykûm" de. Çünkü onunla birlikte
melekler de vardır. Selamın alınması halinde de bunun çoğul lafzı ile olması
gerekir. İbn Ebi Zeyd der ki: Selam veren esselâmu aleykûm der, selâmı alan da
ve aleykumu's-selâm diye karşılık verir. Veya ona söylenildiği gibi o da
esselâmu aleykûm der. İşte yüce Allah'ın: "Veya ay n ısıyla karşılık
verin” buyruğunun anîamı budur. Selamı alırken ("tekil olarak) selâmun
aleyke (selâm senin üzerine olsun) diye söylenmez.
[392]
Selamlaşmada
tercih edilen ve edebe uygun olan, yüce Allah'ın isminin (es-Selâm lafzının)
mahlukun isminden önce zikredilmesidir. Nitekim şanı yüce Allah: "Selâm
olsun llyas'a" (es-Sâffât, 37/130) diye buyurmaktadır. İbrahim (a.s)
kıssasında da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmeti ve bereket leri üzerinize
olsun ey hane halkı!" (Hud, 11/73) Yine Hz. İbrahimden (babasına):
"Selam sana" (Meryem, 19/47) dediğini haber vermektedir.
Buharı
ile Müslim'in Sahîh'inde Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste Rasû-lullah (sav)'ın
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
Aziz
ve celil olan Allah Ademi, boyu altmış zira olmak üzere (Adem'in kendi
suretinde yaratmıştır.)
[393] Onu
yaratınca: Git şu topluluğa selâm ver dedi.
-Bunlar
meleklerden oturmakta olan bir topluluktu.- Onların sana ne şekilde selâm
vereceklerini dinle. Bu senin ve senin soyundan geleceklerin se-İâmı olacaktır.
Bunun ürerine Adem gidip, esselâmu aleykûm dedi. Onlar da esselâmu aleyke
verahmetullah dediler. -Böylelikle fazladan ona "verakme-tullah" diye
karşılık verdiler- İşte cennete girecek olan herkes, Ademin sureti üzre boyu
altmış zira olarak girecektir. Ondan sonra İnsanlar şu ana kadar hilkat
itibariyle eksilmeye devam etmektedirler."
[394]
Derim
ki: Bu hadis-i şerif, sahih olmanın yanında yedi hususu da. ifade etmektedir:
1. Hz. Adem'in yaratılışının niteliğini haber vermektedir.
2. Allah'ın îütfuyia biz cennete bu surete sahip kılınarak gireceğiz.
3. Az. sayıda olanların çok olanlara selâm vermesi,
4. Yüce Allah'ın adının öne alınması,
5.
Benzeriyle selâm vermek. Çünkü
onlar da esselâmu aleykum diye selâmı almışlardı.
6. Selâmı alırken ona ilavede bulunmak.
7. Kûfelilerin belirttikleri şekilde selâm verilenlerin tümünün selâmı
almaları. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
[395]
Selamı
alırken, kendisine selâm vereni önce anacak olursa, haram ya da mekruh işlemiş
olmaz. Çünkü Peygamber (say)'ın bu şekilde selâm aldığı sabit olmuştur. Hz.
Peygamber, güzel bir şekilde namaz kılamayan adamın, kendisine verdiği
selâmını: "Ve aleykesselâm. Hadi geri dön (bir daha) namaz kıl. Çünkü sen
namaz kılmış olmadın" diye cevap vermişti.
[396]
Hz.
Âişe de Peygamber (say)'m Hz. Cebrail'in kendisine selâm gönderdiğini haber
verince; "Ve aleyhisselâm ve rahmetullah" diye selâmını almıştı. Bunu
da Buhârî rivayet etmiştir.
[397]
Hz.
Aişe'nin hadisindeki fikhî inceliklerden birisi de şudur: Bir kişi bir başka
kişiye selâm gönderecek olursa, doğrudan doğruya ona selâm veriyormuş gibi onun
selâmını alması gerekir,
Bir
adam Peygamber (sav)'a gelip: Babam sana selâm gönderdi deyince Hz. Peygamber
de; "Aleyke ve alâ Ebîkesselâm" yani, sana ve babana selâm olsun,
diye selâmını almıştır,
[398]
Nesâî ve Ebû Dâvûd, Cabir b. Süleym'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Rasûlullah (say) ile karşılaştım ve: "Aleykesselâmu ya Rasulallah (Sana
sdâm olsun ey Allah'ın Rasulü) dedim, O da: Aleykesselâmu deme. Çünkü
aleykesselam, ölüye selâm şeklidir. Fakat bunun yerine esselâmu aleyke
de."
[399]
Şu
kadar var ki, bu hadis sabit değildir.
[400]
Ancak, Arapların kötü hususlarda beddua ettikleri kişinin adını başa almaları
adetleridir Mesela araplar: Üzerine olsun Allah'ın laneti ve Allah'ın gazabı,
derler.
Yüce
Allah da şöyle buyurmuştur; *Ve senin üzerinedir lanetim kıyamet gününe
kadar." (Sâd, 38/78) Yine ölmüşlere selam verirken şairlerin alışageldikleri
ve adet edindikleri usul de bu idL Şu beyitlerinde olduğu gibi:
"Sana
olsun Allah'ın selâmı, ey Kays b. Asım! Ve rahmeti, rahmet dilemeyi murad
ettikçe."
Bir
diğer şair eş-Şemmâh da şöyle demektedir:
"Sana
selâm bir emirden ve bereket ihsan etsin Allah'ın kudret eli, o paramparça
olmuş deri çadıra."
Hz.
Peygamberin ona bu şekilde selâm vermesini yasaklayış sebebi, ölüler hakkında
meşru olan selâm lafzının bu oluşundan dolayı değildir. Hz. Peygamberin
hayatta olanlara selâm verdiği şekilde ölülere de selâm verdiği ve şöyle
buyurduğu sabit olmuştur: "By mü'minler topluluğunun diyarı, selâm
sizlere. Allah'ın izniyle biz de sizlere kavuşacağız."
[401]
Hz.
Aişe (ranha) de şöyle .sormuştu: Ey Allah'ın Rasulü, kabristana girdiğim
takdirde ne söyleyeyim? Şöyle buyurdu: "Selâm sizlere ey mü'minler
diyarının sakinleri" de.
[402]
İleride
yüce Allah'ın izniyle et-Tekâsur Sûresi'nde (102, Sûre); kabir ziyaretine
'dair açıklamalar gelecektir.
Derim
kî: Hz. Âise'nin rivayet ettiği hadis ile diğerlerinin kabristandan geçip
oraya yaklaşma sırasında bütün kabir ahalisine selâm vermek hakkında; Cabİr b.
SüleynVin rivayet ettiği hadisin de yalnızca kabir ziyareti kastıyla oradan
geçiş hakkında olması da muhtemeldir.
Doğrusunu
en iyi bilen Allalıtır.
[403]
Binekİi
olanın yürüyene, ayakta olanın oturana, azınlığın çoğunluğa selâm vermeleri
sünnettendir. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği Müslim'in Salıîh'inde yer alan
hadis-i şerifte böyle zikredilmiştir. Ebu Hureyre dedi ki: Rasûlullah (sav)
şöyle buyurdu: "Binekİi olan yürüyene selâm verir..."
[404]
Bu
hadiste mertebe itibariyle yüksek olduğundan dolayı binek üzerinde olandan
başlamaktadır. Ayrıca bu binekliyi büyüklenmekten uzaklaştırır. Yürüyen
hakkında da binekli hakkında söylendiği gibi söylenmiştir. Yine şöyle
denilmiştir: Oturanın, vekar, sebat ve sükun halt üzere olduğundan dolayı
yürüyene göre üstün bir meziyeti vardır. Zira yürüyenin hali bunun tam aksidir.
Azınlığın çoğunluğa selâm vermesine gelince, bu da müslümanlarm çokluğunun ve
çoğunluğunun şerefine riayetten dolayıdır. Buhârî hadis-i şerifte ayrıca;
"Küçük de büyüğe selâm verir" fazlalığını da kaydetmektedir.
[405]
Büyüğün
küçüğe selâm vermesine gelince, Eş'as, el-Hasen'den küçük çocuklara selâm
verilmesi görüşünde olmadığını rivayet etmektedir, O der ki; Çünkü selâmın
alınması bir farzdır. Küçük çocuğun ise selâm verme yükümlülüğü yoktur. O
halde küçük çocuklara selâm vermemek gerekir. İbn SMn'den ise, onun küçük
çocuklara selâm vermekle birlikte onlara sesini işittirmediği rivayet
edilmiştir.
İlim
adamlarının çoğunluğu der ki: Küçük çocuklara selâm vermek, onu cerketmekten
daha faziletlidir. Buhârî ile Müslim'de es-Seyyar'dan şöyle dediği
nakledilmektedir. Sabit ile beraber yürüyordum. Çocukların yanından geçti,
onlara selâm verdi. O da, Enes ile birlikte yürürken, Enesin çocukların yanından
geçip, çocuklara selam verdiğini zikretti. Enes de Peygamber (sav) tle birlikte
yürürken, çocukların yanından geçtiğini, onlara selâm verdiğini zikretti. Bu
Müslim'in lafzıdır.
[406]
Böyle davranmak, Hz. Peygamber'in büyük ahlakı cü mi es indendir. Bununla küçük
çocukların bu gibi şeylere alıştınlma-sına işaret olduğu gibi, sünnetlerin
öğretilmesine teşvik ve onların şer'î adap üzere eğitilmeleri de sözkonusudur.
O halde bunlara uymak gerekir.
Hanımlara
selâm vermek ise caizdir. Ancak, şeytanın dürtmesi, yahut haince bir bakış
suretiyle onlarla konuşmaktan fitne korkusu dolayısıyla genç hanımlar bundan
müstesnadır. Yaşlanıp kocamış ve acuze olmuş hanımlara ise, sözünü ettiğimiz
hususlardan yana güven akında olunduğundan dolayı selâm vermek güreldir. Ata ve
Katade'nin görüşü budur. Mâlik ve İlim adamlarından bir gurup da bu
kanaattedir.
Şu
kadar var ki, Kûfeîi alimler, selâm verenin kadınlara mahrem olmaması halinde
selâm vermesini kabul etmez ve şöyle derler: Ezan okumak, kamet getirmek,
namazda Kur'ân'ı açıktan okumak kadınlardan sakıt olduğuna göre, selâmı
atmaları da onlardan sakıttır. O bakımdan hanımlara selâm verilmez. Ancak sahih
olan birinci görüştür.
Çünkü
Buharı, Sehl b, Sa'd'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bizler cuma günü
gelmesinden dolayı sevinirdik- Ona, neden diye sordum, dedi ki: Bizim kocamış
bir kadın vardı. Bu kadın Budaa'ya -İbn Mesleme der ki: Medine'de bir
hurmalığın adıdır- birisini gönderir, oradan pazı kökleri aldırır, bunu tencereye
koyar, üzerine de birkaç tane arpa öğütür atardı. Cuma namazım kıldık mı,
namazdan çıkıp onun yanına gider, ona selâm verirdik, O da bu pişirdiği yemeği
önümüze getirir, koyardı ve bundan dolayı sevinirdik. O sırada, ancak cuma
namazını kıldıktan sonra kaylule yapar (öğle vakti dinlenmeye çekilir) ve
yemek yerdik."[407]
Selâmın
da, selamın alınışının da işitilecek sesle olması sünnettir. Parmakla veya
elle işaret, Şafiî'ye göre yeterli değildir. Bize göre uzak olunması halinde
yeterli gelir. îbn Vehb, İbn Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
es-Selâm, aziz ve celil olan Allah'ın i simi erindendir. Allah, onu yeryüzüne
dağım. O bakımdan onu kendi aranızda yaygınlaşırınız. Kişi, bir topluluğa
selâm verip de onlar da selâmını alacak olurlarsa, onlardan bir derece üstün
olur. Çünkü onlara (bunu) hatırlatmış olur. Şayet onlar selâmını almayacak
olurlarsa onlardan daha hayırlı ve daha hoş olanlar onun selâmını alırlar
el-A'meş
de, Amr b. Murre'den, o, Abdullah b. el-Haris'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Kişi, bir topluluğa selâm verecek olursa, onlara bir derece
üstünlüğü olur. Eğer onlar selâmını almayacak olurlarsa, melekler onun selâmını
alırlar ve onlara lanet okurlar.
Selamı
alan kişi, cevabını işittirmelidir. Çünkü selâm verene selâmını aldığını
işittirmiyecek olursa, ona cevap vermiş, yani selâmını almış olmaz. Nitekim,
selâm veren bir kimse de eğer sesini selâm verdiği kimselere işittirmeyecek
olursa, ona selâm vermiş sayılmaz. Aynı şekilde selâmı alanın da selâmı aldığı
işitilmiyecek olursa, selâma cevap vermiş olmaz. Peygamber (sav):ın da şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Selam verdiğiniz takdirde sesinizi
işittiriniz. Selamı aldığınız takdirde de sesinizi işittiriniz. Oturacak
olursanız, güvenlikle oturunuz. Kiminiz, kiminizin sözünü de alıp (başka yere)
taşımasın."
[408]
İbn
Vehb der ki: Bana Usame b. Zeyd, Nafi'den şöyle dediğini haber verdi: Şam
takihl erin den Abdullah b. Zekeriyya diye anılan bir adam ile yolda
yürüyordum. Bineğimin küçük abdestini bozmak için durması beni alıkoydu. Daha
sonra ona yetiştim, fakat selâm vermedim. Bana, selâm vermeyecek misin dedi.
Şöyle dedim: Ama az önce seninle beraberdim. Dedi ki: Dediğin gibi olsa dahi
(yine vereceksin). Çünkü Rasülullah (sav)'ın arkadaşları birlikte yürürler,
bir ağaç aralarına girer, onlan biribirinden ayırırdı. Fakat bir araya
geldikleri vakit yine biri ötekine selâm verirdi.[409]
Kâfirin
selâmını almanın hükmüne gelince, selâm verdiği takdirde ona: "Ve
aieykum" denilerek selâmı alınır.
İbn
Abbas ve başkaları der ki: "Bir selâmla selâmlandığınızda" âyetinden
maksat şudur: Eğer bu selâmı veren kişi mü'min ise, "siz ondan daha güzeli
İle selâmı alın." Şayet size selâmı veren bir kâfir ise, Rasülullah
(sav):tn dediği şekilde o selâm alınarak onlara: "Ve aieykum"
denilir. Ata ise der ki: Âyet-i kerime yalnızca mü'minler hakkındadır. Onların
dışında selâm veren olursa ona lıadis-i şerifte belirtildiği gibi
"aleyke" diye cevap verilir.
Derim
ki: Kâfır'in selâmı alınırken "ve aleyke" diye vav harfi başa getirilerek
selâmın alınacağı belirtildiği gibi, Müslim'in Sahih'inde vavsız olarak sadece
"aleyke" diye gelmiştir. Manası açık olan rivayet de budur.
"Vav" ile birlikte selâmın alınmasını ifade eden rivayetlerde ise, anlaşılması
güç olan bir taraf vardır. Çünkü, atıf edatı olan vav, ortaklığı
gerektirmektedir. Bu ise, onların bize ölüm ile beddua etmelerinde bizim de
onlarla beraber ortak olmamızı gerektirir. Bundan dolayı bunu te'vil edenlerin
farklı görüşleri vardır: Bu görüşler arasında en uygun olanı şöyle demektir:
Buradaki uvav", normal özelliği ile attf içindir.
Şu
kadar varki, bizim onlara bedduamız kabul olunur. Fakat onların bize bedduaları
kabul olunmaz. Nitekim Peygamber (sav) da böyle ifade buyurmuştur. Bu
"vav"ın fazla olduğu da söylenmiştir, istinaf (cümle başı olmak
üzere) olduğu da söylenmiştir. Ancak en uygun olanı birinci görüştür.
"Vav"sız
rivayet mana itibariyle daha güzeldir. Ancak "vav"lı rivayet daha sahih
ve daha meşhurdur, ilim adamlarının çoğunluğu da bu rivayeti benimsemiştir.
[410]
Zimmet
ehlinin selâmım almak hususunda görüş ayrılığı vardır. Müslümanların selâmını
almak gibi onların da selâmını almak vacip midir? tbn Abbas, eş-Şa'bî ve
Kaiade, âyet-i kerimenin umum İfade etmesini ve sahih sünnette onların
selâmının alınmasını emreden buyrukları delil göstererek bu görüşü kabul
etmişlerdir.
Eşheb
ve îbn Vehb'in kendisinden yaptığı rivayete göre Maük, bunun vacip olmadığı
görüşündedir. Eğer zimmet ehlinin selâmını alacak olursak, yalnızca
"aleyke" deriz. İbn Tavus; zimmet ehlinin selâmını alırken
"Selâm senin üstüne yükselsin; yani selâm üzerinden kalksın, diye cevap
vermeyi tercih etmiştir.
Bazı
ilim adamlarımız ise, "es-selâm" demeyi tercih etmişlerdir. Bundan kasıt,
taş'tır. Malik ve başkalarının bu husustaki görüşleri hadis-i şerifte belirtilene
uygun ve yeterlidir. İleride Meryem Sûresi'nde Hz. İbrahim'in babasına
söylediği haber verilen: "Selam sana" (Meryem, 19/47) buyruğunu açıklarken
zimmet ehline öncelikle selâm vermeye dair açıklamalar gelecektir.
Müslim'in
Sahih'inde Ebu Hureyre'den Peygamber (savVın şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe
de iman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi
size göstereyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırınız."
[411]
İşte
bu, selâmın müşrikler dışarda olmak üzere müslümanlar arasında yaygınlaştırılmasını
gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[412]
Namaz
kılana selâm verilmez. Selam verilecek olursa, namaz kılan muhayyerdir.
Dilerse parmağıyla işaret ederek selâmını alır, dilerse namazını bitirinceye
kadar selâmı almaz. Namazı bitirdikten sonra seiâmı alır.
DePi
hacette bulunana da selâm vermemek gerekir. Verilecek olursa, selâmı alma
yükümlülüğü yoktur. Böyle bir durumda iken adamın birisi Peygamber (s av}'in
yanına uğrar, Hz. Peygamber ona şu cevabı verir: "Benim bu halde olduğumu
görür veya bu halde beni bulursan bana selâm verme. Çünkü (bu haldeyken) bana
selâm verecek olursan, senin selâmını almam."
[413]
Kur'ân
okuyana da selâm vererek okumasını kesmeye sebep olunmaz. Kur'ân okuyana selâm
verilecek olursa, muhayyerdir. Dilerse selâmı alır, di-îerse okumasını
bitirinceye kadar selâmı almaz. Okumasını bitirdikten sonra selâmı alır.
Avretini açmış olduğu halde hamama girene veya hamam ile ilgili bir
meşguliyette bulunana da selâm verilmez. Bu durumda olmayana İse selâm verilir.
[414]
Yüce
Allah: "Şüphesiz Allah herşeyîn hesabını hakkıyla yapandır"
buy-ruğundaki "hasîb" kelimesi, koruyup gözetleyici demektir. Bunun
kâfi gelen anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hasbukellah: Allah sana
yeter" ifadesinde olduğu gibi.
Katade
der ki: Hasîb demek, hesaba çeken demektir. Beraber yemek yiyene (muvakil)
anlamında ekîl denilmesi de böyledir. Bunun hesâbtan faîl vezninde bir kelime
olduğu da söylenmiştir. Burada bu sıfatın zikredilmesi gayet güzeldir. Çünkü
âyet-i kerimenin ifade ettiği mana, insanın yaptığından fazlasını alması yahut
daha azını veya tam karşılığım alması ile ilgilidir.
Nesâî'de
İmran b. Husayn'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav)'ın
yanında bulunuyordum. Bir adam geldi ve selâm vererek; es-selâmû aleykum dedi.
Rasûlullah (sav) onun selâmını aldı ve: "On" diye buyurdu. Sonra
adam oturdu. Daha sonra bir başka kişi geldi, o da: Esselâmu aleykum ve-
rahmetullah dedi. Rasûlullah (sav) onun da selâmını aldı ve: 'Yirmi"
dedikten sonra adam oturdu. Bir diğeri daha geldi ve: Esseîâmu aleykum ve
ralımetullahi ve berhakâtuhû dedi. Rasûlullah (sav.) onun da selâmını aldı ve:
"Otuz" dedi.[415]
Görüldüğü
gibi bu haber tefsir edici bir haber olarak gelmiştir. O da şudur: Her kim
müslüman kardeşine selâmun aleykum diyecek olursa ona, on hasene yazılır. Eğer
esseîâmu aleykum ve rahmetullah diyecek olursa, ona yirmi hasene yazılır. Şayet
esseîâmu aleykum ve rahmetullalıi ve berâkâtu-hu diyecek olursa, ona otuz
hasene yazılır. Selamı alana da aynı şekilde ecir verilir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah’tır.[416]
[1] Tirmizi, Tefsir 4, süre 8.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/160-161.
[3] Buhari İlim 15, Zekât
5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhid 45 ; Müslim, Salâtul-Müsâfirîn 268 ; İbn
Mace, Zühd 22; Müsned, I, 385, 432, II,
9, 36.
[4] Buhâri, İlim 15.
[5] Buhâri, İman 26, Temenni 1; Müslim, İnulre 103, 106;
Nesai, Cihâd 18, 30; İbn Mâce, Cihâd 1; Muvatta', Cihad 27, 40; Müsned, II,
231, 424, 473, 496, 502.
[6] Buhâri, Temenni 1.
[7] Buhâri, Meğâzi 83 (yakın ifadelerle): el-Azızî, es-Sirâcu'î-Munîr
Sağîr, III, 249-
[8] Buhâri, Cihâd 6, 21; Müslim, İmare 108, 109: Nesâi,
Cihad 34 (yakın ifadelerle).
[9] Müslim, Tahâre 39; Nesai. Tahâre 110; İbn Mâce Zühd
36; Muvatta', Tahâre 28; Mûsned, III, 300, 408.
[10] Tirmizi, Zühd 17; Müsned, IV. 23.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/161-163.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/163
[13] Tirmizi, Deavât 115.
[14] Tirmizi, Deavât 2; İbn Mâce, Dua 1; Müsned, II, 477.
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/164.
[16] Buhâri, Ferâiz 16; Tefsir 4. süre 7
[17] Taberi, V, 53; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XII, 30
v.d.dii İbn Battil'ın bu açıklatiuısınn cevap verilmektedir. Ayrıca Tefsir
bölümündeki rivayete dair açıklamalar için de; V1IIV 962 v.d.na bakılabilir.
[18] Buhari, Tefsir 4. sûre 7.
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/165-166.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/166-167.
[21] Buhâri, Ferâiz 15, Müslim, Ferâi2 2-4; Ebû Dûvûd,
Feraiz 7; Tirmizi, Fey 8; İbn Mâce, Ferâiz 10; Dârimi, Ferâiz 28; Müsned, I,
292, 313, 325 (bu manada).
[22] Tahâvi, Şerhu Meâni'l-Âsar, IV, 403.
[23] Buhârî, Ferâiz, 24; Ebû Dâvud, Zekat 29; Nesai, Zekât
91; Tirmizi, Zekât 21; Müsned, VI, 8, 10.
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/167-168.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/168.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/168.
[27] el-Vahidi, Esbâbu Nuzüli'l-Kur’ân, s.155.
[28] Suyûti, ed-Durru'l-Mensur, 111, 513
[29] Az önce geçen 32, âyet 1. başlığa bakınız.
[30] Bununkı eşya ve cisimlerin esaslarını teşkil eden ve
onlara kara ki eristik özelliklerini veren unsurlar;! atıfta bulunulmaktadır.
Eski Yunan Filozoflarındım bazılarına göre eşya ve varlıkların dört temel unsuru
(öğesi); toprak, sıı, ateş ve havadır. Toprak ve ateş, kumluk ve hanimi; su ve
hava da nemftik ve yumuşaklığı doğurur,.. Su yaklaşım ve yorum tattı, Grek
Felsefesi ile birlikte İslâm âlemini de elkilemiştr. Bu tür açıklamalar böyle
bir etkilenmenin sonucudur.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/169-171.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/171.
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/171-172.
[34] Ahmed Abdurrahman el-Benna, Minhatu'l-Ma'bûd fi
Tertibi Müsnedi't-Tayalisî Ebî Dâvûd, Beyrut, 1400, I, 304; ayrıca; Ebû Dâvûd,
Zekât 32; İbn Mâce, Nikâh 5.
[35] Ebu Dâvûd, Zekât 32;
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/172-173.
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/173.
[38] Ebû Dâvûd, Nikah 40; Tlrmizi, Rada 10; İbn Mace, Nikâh
4, Müsned, IV, 381, V, 228. VI. 76.
[39] îbn Mâce, Nikâh 4l, Müsned, IV; 381.
[40] Hadisi, Suyüti'nin belirttiğine göre Hatîb, Enes'ten
'"Herhangi bir kadın, kocasının izni olmaksızın evinden dışarı çıkarak
olursa, evine geri dönünceye yahut kocası ondan razı oluncaya kadar yüce
Allah'ın gazabı içerisindedir" anlamında rivayet erraişiir. (el-Azizi,
el-Sirâcu’l-Munîr Şerhu'l-Câmi's'-Sağir II. 103.)
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/174.
[42] Bk. et-Takrim, 66/3-4 ayetlerin tefsiri,
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/174-175.
[44] Müslim, Hacc H7; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; îbn Mâce,
Menâsîk 84; Dârimi, Menâsik 3-4.
[45] Tirmizi, Radâ 11, Tefsir 9. sûre 2; İbn Mace, Nikâh 3;
Müsned, V, 73.
[46] Az önce aynı manayı ihtiva eden hadisler geçti.
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/175-177.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/177.
[49] İbn Mâce, Nikâh 51; Mûsned, I, 20.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/177.
[50] el-Azizî, es-Sirâcü'l-Munir, II, 291.
[51] Müslim, Talak 36; Ebü Dâvûd, Talâk 39; Tirmizî, Nikah
38; Nesai, Nikâh 23; Dârımi Nikâh 7; Muvatta', Talâk 67.
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/177-179.
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/179-180.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/180-181.
[55] Nesa’inin Sunen'inde îesbit edemedik. Eserlerinin
herhangi birisinde yer alan bir rivayet olma ihtimali vardır. îbn Abdi'l-Berr,
el-îstîzkâr, XVIII, 110'da zikretmektedir. Eserin muhakkiki Abdulmu'ti
Kal'acî'nin ilgili notta belirttiğine göre rivayet Abdurrezzak'ın
el-Musannef’inde (VI, 53) yer almaktadır.
[56] Dârakutni, III, 295; İbn Abdi'1-Berr, et-îsüzkâry
XVIII, 109-110
[57] İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., XVIII, 109.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/181-183.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/183.
[60] Buhart, Vekâlet 13, Sulh 5, Şurût 9, Ahkâm 29, Âhâd 1,
Eymân 3; Müslim, Hudûd 25; Tirmizt, Hudûd 5, 8, Nemi, Kudâd 22; İbn Mâce, Hudûd
7; Dâriml, Htıdûrt 12; Müsned, IV, 115, 116.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/183-185.
[62] Müslim, Zuhd 46; İbn Mâce, Zühd 21.
[63] Dârukutni, l. 51.
[64] Dârukutni, 1, 51.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/185-186.
[65] Burada merhum Kurtubî, yalnızca "mesele"
deyip bu başhk altındaki açıklamaları yapmaktadır. Bundan dolayı ayrıca ona
numara vermedik,
[66] Cibril hadîsi aslında pek çok yerde geçmekle birlikte;
îbn Ömer'in söylediği bu sözlerin de yer aldığı rivayetlerin geçtiği yerler
şunlardır: Müslim, İman 1; Ebü Dâvûd, Simne 16; Tirmizl, îman 4; Müsned, II,
107.
[67] İbn Mace, Zühd 21; Müsned, III, 466, IV, 215.
[68] İbn Mâce, Zühd 21.
[69] İbn Mâce, Zühd 21; Müsned, IV, 124.
[70] Tirmizî, el-Hakim, Nevadiri'l-Üsül, II, 585.
[71] Hadisin Müsned, IV, 124 ile Nevadiru'l-Usûl, II.
585'te yer altın rivâyetlerinde "gizli şehvet" böylece
açıklanmaktadır. "Kışı oruçlu olarak saixıln eder, omm arzu cıtiği şeylerden
birisi ona arz edilir, o da orucunu bırakır (ona gider). " (Ayrıca;
el-Heysemi. Mecmau'z-Zevâid, III, 201)
[72] îbn Mace, Zühd 25; Tirmizi, Zühd 49.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/187-189.
[74] Tirmizi, Birr 3; el-Hâkim , el-Müstedrek, IV, 152.
Ancak "anne-baba" anlamına gelen "el-vâlîdeyn" yerine,
"baba" anlamına gelen; "el-valid" şeklindedir. Ayrıca bk.
el- Heysemî, Mecmau'z Zevaid. VIII, 136.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/189.
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/190.
[76] Bu beyitin şairi Alkame b. Abde, övdüğü el-Haris b.
Cebd'in evinde esir bulunan kardeşi Şasi serbest bırakmasını kastediyor, (İbn
Manzıır, Lisanû'l- Arab, I, 277)
[77] Buhari, Edeb 28: Müslim, Birr 140; Bbû Dâvûd, Edeb
123; Tinnizi, Bırr 28l îbn Mâce, Edeb 4; Müsned. 11, 85, 160, 259.
[78] Buhâri, Edeb 29; Müslim, İman 73; Müsned, IV. 31. VI,
3S5.
[79] el-Aclunî, Keşfut-Hafâ, I, 328, zayıf olduğu kaydıyla.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/190-191.
[80] Buhari, Edeb 32, Şufa 3, Hibe 16; Müsned, VI 175- 187.
197 239.
[81] Buhari, Şuf’a 2. Hiyel 14,15; Ebû Dâvud, Bııyü', 73;
Nesai, Buyû' 109: İbn Mace, Şuf’a 2; Müsned, V, 10, 390.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/191-192.
[83] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VIII, 169. Ravilerinden
Yusuf b. es-Sefer'nin metrûk Sarravi olduğu kaydıyla.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/192-193.
[85] Müslim, Bîrr 142-143; îbn Mâce, Et'ime 58; Dârimî,
Etime 37; Müsned, V, l6l, 171.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/193.
[87] Müslim, Birr
143.
[88] Muvatta, Sıftıt'ün-Nclsiyy 25. Sadaka 4; Buhâri, Edeb
30, Hibe 1; Müaltm, Zekât 90: Timizi, Velâ 6; Müsnvd, il, 264 307, 432. 493
506
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/193-194.
[90] Buhari, Mezâlim 20; Müslim, Mıısâkaaî 136; Ebû Dâvût,
Akdiye 31; İbn Mâce, Ahtânn 15; Muvatta, Akdiye, 32; Müsned, II,, 240, 463.
[91] Müsned, V, 72.
[92] Buhâri, Ezan 166, Nikah 116; Müslim, Salât 134;
Dârimi, SdJflı 57; Müsned II, 9.
[93] Muvatta, Akdiye 33.
[94] İbn Abdi'1-berr, el-îstizkâr, XXII, 230
ensarinin" şeklinde, tekil olarak geçmektedir.
[95] İbn Abdil-Berr, a.g.e., XXII, 229-231.
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/194-196.
[97] Buna yakın ve biraz
daha kısaca bir rivayeti el-Heysenıî, Mecmau'z Zevaid, I65’te Muâviye b.
Hayde'den-ve senedinde zıryjf bir rfıvi bulunduğu kaydıyla zikretmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/196-197.
[98] Hadisin kaynağını tespit edemedik. Kıırtubi nîn de
belirli bir kaynağa dayandırmaksı-zın, "vârid okın haberde"
ifcıdesinj kullanması, bizzat kendisinin de bn rivayetin sağ-liimlığından emin
olmadığmı ortaya baymaktadır.
[99] Ebu Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Bırr 28 aynca Hz. Âîşe
yoluyla rivayet edilen badis ve kaynakları için de "dördüncü başlık"
a bakınız.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/197.
[100] Suyûti, ed-Durru'l-Mensû.r: İl, 531-532.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/198.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/198-199.
[103] Müslim, Eyman 38-40; Buhâri, İmân 22, Itk 15
[104] Ebu Dâvud, Edeb 124; Müsned, V, 1Ö8, 173.
[105] Müslim, Eyman 4l.
[106] Buhâri, Itk 17; Müslim, Elfâz 13-15; Ebû Dâvûd. Edeb
75; Müsned, II, 3l6, 422, 444, 463, 484, 491, 496, 508.
[107] Müslim, Zekat 40.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/199-200.
[108] Müslim, Eyman 30; Ebû Dâvud, Eded 124; Miisned, II,
45, 61.
[109] Buhâri, Hadûd 45; Muühn, tfymün 37: Ebû Dâvûd, Edeb
124; Tirmizi, Bîrr 30; Müsned, II, 431,
500.
[110] îbn Mâce, Edeb 10: Müsned. I, 4,7, 12.
[111] Buraya kadar: Ebû Dâvûd, Edeb 124.
[112] Bunu yakın ifadelerle; el-Azm, es-Sirâcu'l-Munîr
Şerhu'l-Câmiu's- Sağîr, II, 357.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/199-200.
[113] Buhari, Itk; Müslim, Eyman 44-Musned, II. 330, 402.
[114] Buhâri, Itk 16,17; Müslim, Eymân 43; Ebü Dâvûd, Edeb
125; Muuetta; İsti’zan 43; Müsned, Tl, 20, 102, 142.
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/201.
[116] Hadisin buruya kadarki bolümü daha önce dördüncü
taşlıkta geçmiştir. Kaynaklar için oraya bakılabilir.
[117] el-Beyhaki, es-Sunenu'l Kübra, v, lll. 19.
[118] el-Beyhaki a.g.e. VII, 79, el-Azîzi, es-Siracül-Munir
Şerhül-Câmiu's Sağir, III, 249.
[119] Hadisin kaynaklan îçin ayrıca bk. Eba'1-Leys
es-Semerkarıdî, Bahru'l-Ulûm, Beyrut. 1413/1993.1, 354. dn 1.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/201-202.
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/202.
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/203.
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/203-204.
[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/204-205.
[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/205.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/206.
[126] Müslim, Sıfatu'l-Munâfikın 56; Müsned, III, 123, 283.
[127] Buhâri, Tevhid 24; Müslim, İman 302; İbn Mâce,
Mukaddime 9: Müsned, III, 94.
[128] îbn Kesir, II, 267; Suyûti. ed-Durru'l Mensur, II,
540.
[129] Sııyuti. ed-Durru'l-Mensur, II. 541.
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/206-209.
[131] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 4: Suyuti,
ed-Durru'l-Mansur, II, 541-542
[132] Buhâri, Tefsir 4. sure 9; Fedâili’l-Kur’an 33. 35;
Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn 248; Ebû Dâvûd, İlim 13; Tirmizı, Tefsir 4. sûre 10,
11; îbn Mâce, Zühd 19; Müsned, I, 374, 380,433.
[133] Müslim, Salatu'l-Müsafirin. 247.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/209-211.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/211-213.
[136] Ancak, görüleceği gibi başlıklar, kırkdört değil,
kırkbeştir.
[137] Ebû Dâvûd, Eşribe 1; Nesai, Eşribe 1; Tirmizi, Tefsir
5. sûre 8; Müsned, I, 53.
[138] Tirmizi, Tefsir 4, sûre 12 Ayrıca; Ebû Davud, Eşribe,
1.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/213-215.
[140] Buhâri, Vudû 53; Müslim, Salatu’1-Müsafirîn 222; Ebû
Dâvûd, Tatavvu' 18; Tirmizî, Salât 146; İbn Mâce, Îkametu's-Salat 184; Muvatta;
Salatu’l-Leyl 3; Müsned, VI, 56, 202, 259.
[141] Ebu Dâvûd, Tahâre 43; Tirmizi, Salât 148; İbn Mace,,
Tahâre 114; Müsned, V, 250, 260, 261, 280 (.yakın ifadelerle).
[142] Buhari, Ezan 42, Et'ıme 58; Müslim, Mesâcid 64-66; Ebû
Dâvûd, Et’ime 10; Tirmizi, Salât 145; Nesai, İmame 51; İbn Mace,
İkaınetu's-Salât 34; Müsned, III, 100, 110, 161... IV, 49, 54, VI, 51, 194,
291…
[143] Ebû Dâvud, Eşribe 1.
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/215-216.
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/216.
[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/216-217.
[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/217.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/217-218.
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/218-219.
[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/219-220.
[151] Müslim, Hayz 80, 81; Ebü Dâvûd, Tahâre 83 ayrıca bk.
Buhâri, Vudü, 34; Müslim, Hayz 84, İbn Mâce, Tahare 130; Müsned, III, 21 26.
[152] Buhari,Gusl 29.
[153] Müslim, Hayz 82.
[154] Tirmizi, Tahâre 81.
[155] Müslim, Hayz 88; Müsned, VI. 47 ve 112'de ise rivayet
muhtasardır.
[156] Buhari, Gusl 28; Müslim, Hayz 87; Ebû Dâvûd, Tahare
83; Nesai, Tahare 129; İbn Mâce, Tahâre
111; Dârimî, Vudû 75; Müsned, II, 234, 347, 393, 471, 520.
[157] Müslim, Hayz 87.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/220-221.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/221-222.
[160] Bu lafızla değil de; "Mü'min bazılarında; Müslim,
necis olmaz' anlamında: Buhâri, Gıısl, 23, 24, Cenâiz 8; Müslim, Hayz 115, 116;
Ebu Dâvûd, Tahare 91: Tirmizi, Tahare 89, Nesâi. Tahâıe 172; İbn Mâce, Tahare
80, Müsned, II, 255, 582, 471.
V,
354, 402.
[161] Ebü Dâvûd, Tahâre 92.
[162] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 45; Müslim, Fedailu's-Sahabe
2; Tirmizi, Menakıb 15; Aynı manada ve yakın lafızlarla; Buhâri, Salat 80;
Müsned, 1, 270, Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye hitabı olarak.
[163] Tirmizi, Menâkıb 20. Dirar b. Surad'ın: "Yol
üzerinde bu halde mcsctdden geçmenin yalnız ikisine lıekll olduğu' şeklindeki
açıklnmisim naklettikten sonra Tirmizi hadisle ilgili olarak şunları
söylemekledir: "Bu, basen garip bir hadistir. Bu hadisi başka bir yoldan
(vech) bilmiyoruz. Muhammed b. İsmail (Buhâri) benden bu hadisi dinledi: garip
karşıladı.
[164] Tirmizi, Menakıb 20. “Bu garip bir hadistir"
kaydıyla; Müsned, I. 175, 11, 26, IV, 369.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/222-225.
[166] Tirmizi, Tahâre 98; İbn Mâce, Tahâre 105.
[167] Dârakutnı, I, 219.
[168] İbn Mâce, Tahâre 105. Ayrıca yakın lafızlarla: Ebû
Davûd, Tahare 90; Nesaî, Tahare 171; Müsned, I, 84, 107, 124.
[169] Dârukutni, I, 120.
[170] Darakutni, I, 120.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/225-226.
[171] Ebu Dâvûd, Tahâre 97;
Tirmizi; Tahâre 78; îbn Mâce, Tahare 106.
[172] Ebû Davud'un "Sünen" i talebesinden yedi
kişi tarafından rivayet edilmiştir. Ebü Ali Muhammed b. Ahmed b. Amr el-Lului
(333^994) ile, Ebî Bekr Mııhammed b. Bekr b. Abdirrezzak b. Dâse el-Temmar
(346/957) bunlardan ikisidir. (Y. Doç. Dr. İ. L.. Çakan, Sünen-i Ebû Dâvûd
Tercüme ve Şerhi’ne "Mukaddime", İstanbul 1987, XI,)
[173] Ebâ Dâvûd, Tahâre 97 el-Hüris b. Vecih, hem
Tirmizi'nin hem de İbn Mâce'nin rivayetlerinde de geçmektedir. Tirmizi'de
belirtilen yerde (Tahare 79) merhum A. M. Şakir'in de bu doğrultııdaki bir
takım açıklamaları yer almaktadır.
[174] Buhâri, Vudı’ 59, Akika 1; Müslim., Tahâre 101; Nesaî,
Tahâre 189; îbn Mâce, Tahâre 77; Muvatta, Tahare 109; Müsned, VI, 52, 210.
[175] Buhâri, Vudû' 59; Müslim, Tahâre 103, 104; Nesaî,
Tahâre 189: îbn Mâce, Tahâre 77; Muvatta, Tahâre 110; Müsned, VI, 355.
[176] Buhâri, Gusl 5,6; Müslim, Hayz 35-39; Bbû Dâvûd,
Tahare 97 v.s.
[177] Darakutni, I, 120.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/226-229.
[178] Ebû Dâvûd, Tahâre 97, hadis 246. Ancak; "yedi
defa" kaydı olmaksızın, "fercini yıkadı" şeklinde.
[179] Ebû Dâvûd, Tahâre 97, hadis 247.
[180] Darakutni, I, 120.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/229.
[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/230.
[182] Ebû Dâvûd, Tahâre 97; Hadis no; 242 Tirmizî, Tahâre
76.
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/230.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/230-231.
[185] Buhâri, Bedü'l-Vahy 1, İman 41 ve daha bir çok yerde;
Müslim, İmâ re 155; Eb& Dâvûd, Talâk 11; Tirmizl, Fedâilu'l-Cihâd 16;
Nesaî, Tahkire 60, Talak 24, Eyınân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Müsned, I, 25, 43.
[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/231-232.
[187] Buhari, Gusl 2; Müslim, Hayz 40,41; Kbû Dâvûd, Tabâre
96; Nesaî, Tahare, 144, Gusl 8; Dârimt, Vudû 68; Mavatia, Tahâre 63, Müsned,
VI, 37,199.
[188] Müslim, Hayz 4l,
Hzcc 83; Tirmizi, Hacc 107.
[189] Buharı, Vudû, 47; Müslim, Hayz 51.
[190] Fark, Sâ’ Mekkük, Mud gibi ölçeklerin miktarları İle
ilgili açıklamalar için bk. M. Necmuddin el-Kûrdî, Şer’i Ölçü Birimleri ve
Fıkhi Hükümleri, Terceme: İbrahim Tüfekçi, İstanbul 1996 sf 153 v.d. Dr. Vehbe
ez-Zuhayli el-Fıkhu'l-lslami, I, 75.
[191] Müslim, Hayz 50; EbûD&vûd, Tahâre 44; Nesaî,
Tahâre 58, 143, Miyâh 13; Tirmizi, Sı-fatu'l-Cenae 76; Dârimî, Vudti 33;
Müsned, İTİ, 112, 116, 259, 2S2, 290.
[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/232.
[193] Bu rivayeti senediyle kayd edeni tespit edemedik.
Nüzul sebebini bu şekliyle EbuVLeys es-Semarkandî, Bahru'l-Ulûm ü, 357)'da kayd
etmektedir.
[194] Muvattâ, Tahâre 89; Buhâri, Teyemmüm 1; Müslim, Hayz
108.
[195] Buhâri, Teyemmüm 1, Tefsir 4. sûre 10; 5. sûre 3,
Libâs 58.
[196] Nesaî, Tahâre 194 ve 204'te Hz. Âişe'den bu rivayeti
kaydetmekle birlikte; merhum Kurtubi'nin zikrettiği teferruattan söz
etmemektedir. Ancak Buhâri, Teyemmüm 2, Lîbâs 58, Nikah 65, Fedâilu Ashâbi'n
Nebiyy 30; Müslim, Hayz 109 vs.de Hz, Âişe'nin bu gerdanlığı, Hz. Esmâ'dan
ariyeten almış olduğunu açıkça zikretmektedir.
[197] Suyûti ed-Durru'1-Mensûr, 11, 549.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/232-235.
[199] Dârakutnî, I, 177.
[200] Hadis az sonra etraflı bîr şekilde zikredileceğinden
kaynakları orada belirtilecek.
[201] Ebû Dâvûd, Tahâre 124; Dârakutnİ, I, 178,
[202] Dârakutnî, I, 185.
[203] Ebû Dâvûd, Tahâre 125; Dârakutnî, I, 190-191.
[204] Dârakutnl, I, 190.
[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/235-238.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/238.
[207] Buhâri, Teyemmüm 3; Ebû Dâvûd, Tahâre 122; Nesâî,
Tahare 195; Müsned, IV, 169.
[208] Müslim, Hayz 114. Ancak “Bi'ri Cemel" tabiri var.
[209] Dârakutnî, I, 177.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/238-240.
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/240-241.
[211] Muvatta', Tahare 11.
[212] Tahâre 71, Nesâî, Tahâre 98, 113,114; îbn Mace, Tabâre
62; Müsned, IV, 239, 240; Dârakutnî I, 197.
[213] Ebû Davûd, Tahâre 79; İbn Mâce, Tahâre 62; Darakutni
I, 161.
[214] Dârimi, Vudu’ 48; Müsned, IV, 97 ve Dârakutni 1, 160.
[215] Buhari, Mevakıt 24; Müslim, Mesâcid 220, 221: Nesâi,
Mevâkît 21; Müsned, II, 88- 126; Ayrıca bk. Buhari, Mevakit 22,24: Müslim,
Mesacid 225; Nesâî, Mevakit 21; Dârimı, Salat 19.
[216] Dârakutnı, I, 123.
[217] Tirmizi, Tahâre: 57; Ebû Dâvûd, Tahâre 79; Müsned, I,
256.
[218] Darakutni, I, 160.
[219] Ebû Dâvûd, Tahâre 79, Hadis No: 202.
[220] Dârakutni, I, l6l. Ebül-Tayyip Muhammed Âbâdî, hndis
ile ügili ravilerinden Ömer b. Harun'un zayıf bir râvi olarak değerlen diri İm
iş olduğunu kaydetmdcredr.
[221] Buhâri Hayz 10, İ'tikâf 10, Ebû Dâvud, Savm 81; İbn
Mâce, Siyam 66; Dârimi, Vudu' 94: Müsned VI, 131.
[222] Dârakutnî, I, 177.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/241-244.
[223] Arnmar b. vasir'in rivayeti için bk. Buhârt Teyemmüm
4, 5, 8> Müslim, H,ny2 110, 112; EbüDâvûd, Tahâre 121; Nesâî, Tahare 195,
196,198, 199, 200, 201. İmrân b, Husayn'ın rivayeti için bk. Nesai, Tahâre 2Q2.
Ebû Zerr'in rivayeti için bk. Ebû. Dâvûd, Tahâre 123; Tirmizi, Tahsre 92;
Neatti, Tahâre 203.
[224] Dârakutnî, 1,138. Ayrıca: Ebû Dâvûd, Tahare 68;
Tirmizi, Tahâre 63; Nesai. Tahâre 121; îbn Afcıc^ Tahnre 69; Müsned, VI, Ğ2,
210.
[225] Darakutnî, 1,139. Konu ile ilgiîi rivayetlerin
değerlendirilmesi için hadisin bundan önceki notta gösterilen yerlerde gerek
kitap sahiplerinin, gerekse sarihlerinin notlarından başka, ez-ZeyL.il,
Nasbu'r-R&ye, I, 70-?6ya da bakılabilir.
[226] Mulâmese
Satışı: Bu, elbiseye eldeğdirdiğin taktirde, oou sana şu kadara sattım, denilerek
yapılan, (Dr. Velıbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'îİslâm ueEdilİetuhû, IV , 397) ya da:
düşük yahut karanlıktaki bir elbiseye (kumaşa) elinin değmesi hainde,
dokunmakla yetinerek muhayyerlik hakkı olmaksızın yapılan ve sahih olmayan
(a.g.e., IV, 516) bir sn-tış çeşididir.
[227] Buhâri, Satöt 22,104, el-Amel fı's-Salnt 10; Müslim,
S;ilât 272: Nesâî, Tnhârel20; Mu-vatta' Salâtu'J-LeyJ 2; Müsned, VI, 148, 225,
255.
[228] Buhârİ, Salat 108; Ebâ. Dâvûd, SalÜt 111; Nesaî,
Tahâre 120; Müsned, VI, 44, 54-55.
[229] Buhâri, el-Amel fi's-Satft 10.
[230] Müslim, Salât 222; Ebû Davûd, Salat 148 (ancak,
elleriyle ayaklarına dokunduğu kaydı yok); Nesaİ, Tabfire 120, Tatbik 47;
Miisned, VI, 58,201.
[231] Buhûri, Salât 106, Edeb 13; Müslim, Mesacid 41-43;
EbûDâvûd. Satöt 165; Nesâî, Me-sâcid 19, İmprjıç 37, Sehv Yf,: Dârimi, Sala t
93; Muvatta, Kasrı's-Salât 71; Müsned, V, 296,303,304, 311.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/244-251.
[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/251-252.
[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/252.
[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/252-253.
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/253.
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/254.
[238] Ebû Dâvûd, Tahâre 42; Tîrmizi, Talıâre 65; İbn hfâce,
Tahare 37; Müsıted, I, 39&, 402, 449, 450. Bu rivayet (Müsned, 1, 398'deki
müstesna) belirtilen bütün yerlerde Kurtubi merhum'un belirttiği gîbi Ebû Zeyd
yoluyla gelmektedir ve belirttiği gibi meçhul bir rii-vjdîr. Tahiîvî, ncbtz ile
abdest konusunu uzun uzadıya tetkik ettikten sonra; nebiz ile abdest almanın
kabul edilemeyeceği hükmüne varmakta; Ebıi YusuFıın da bu görüşte olduğunu
beîirterek, açıkhuıuılaruuı son vermektedir. (Tahavî, Şerku Meani'l-Asar,
Beyrut, 1414/1994, It 94-96). Ayrıca Tirmizi'nin i!k iki ildini uıhkik eden
merhum Ahmet Mııhammed Şakirln hadise dair açıklamalarına da bakılabilir.
[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/254.
[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/254-255.
[241] Müslim, Mesâcîd 4.
[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/255-257.
[243] Burada merhum müfessiriınizin kanaatini destekleyen
İbn Hacer'in karoıtine işaret et-" meyi uygun görmekteyiz- İbn Hacer diyor
ki, "Ayetlerin (en-NLs&, 4/43 iie el-Mâide, 5İS) "Eğer hasta ohır
veya— herhangi biriniz ayak yolundan gelirse.,." bölümü her iki âyette de
ortak lafızlardır. Musannifin (Buhâri'ninl bu bölümün en-Nisâ Sûresi'nde
Tefsiri bahsinde ele ahmş olması en-Nisâ Sûresi'ndeki âyetin, Aîşe (r.nnharnın
başından geçen olayla ilgili olarak nazil olduğu intibaını vermekledir."
(İbn Hacer, Fet-hu't-Bâri, VI11, 100} Ancak İbn Hncer başka yerde (I, 517)
Buhâri'nin Aınr b. e)-Hâris yoluyla gelen rivayete dayanarak Teyemmüm âyetinin
el-Mnide'deki ayet olduğunu açıkça benimsemiş olduğunu belirtmektedir
[244] Bu âyetin tefsirinde 20. başlığın baş taraflarında
kayd edilen hndis-i şerife atıfta bulunmaktadır.
[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/257-258.
[246] Ebû Dâvûd, Tahâre 123; Tîrmizl, Tabure 92; Nesaî,
Tabâre 203; Müsned, V, 146, 147, 155.
[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/258-259.
[248] Bir önceki notta belirtilen yerler.
[249] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/259.
[250] Ebû Dâvûd, Tabure 126
[251] Dârakutnî, I, 188. 189. Ayrıca bk, Nesâc, Gıısl 27;
Dârimi, Vııdu’ 65.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/259-260.
[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/260-261.
[253] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/261-262.
[254] Müsnedf III, 61; ayrıca bk. Buhâri, Mezâlim 22,
İsci'zân 2; Müslim, Libâs 114; EbüDâ-vûd, Edçb 12; Tirmizt, îsü'zün 30; Dârimî,
îsîi'zân 22; Müsned, III, 36, IV, 30.
[255] Bu anlamdaki bir hadis otuzdördüncü başliğın bn
taraflarında geçmiştir, Kaynakları için oraya bakılabilir.
[256] Buhâri, Teyemmüm 6, 9; Nesâî, Taîıâre 202: Müsned, IV
[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/262-264.
[258] Hadis, 23. başliğın son tanıtlarında geçmişti.
Kaynakları için oraya bakılabilir.
[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/264-265.
[260] Buhâri, Teyemmüm 8. Ayrıca: MasUm, Hayz 110; Ebû
Dâvûd, Tahrire 121; Nesât Tahâre 198, 201; Miisned, IV, 2Ğ4, 265, 319, 396.
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/265-266.
[262] Ebû Dâvüd, Tahâre 121.
[263] Dûrakutnî, I, 182.
[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/266-268.
[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/268.
[266] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensür, II, 553.
[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/270-273.
[268] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 555.
[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/273-275.
[270] es-Suyûü, ed-Durru'lüensûr, II, 557.
[271] Tirmizî, Tefsir 4. sûre 23.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/275-276.
[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/276-277.
[273] Müslim, Âdâb 19. Yakın manada: Buhârt, Edeb 108; İbn
Mâce, Edeb 32.
[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/277.
[275] Buhârî, Şehâdât 16, Edeb 54,95; Müslim, Zflhd 65, 66;
Ebtl Dâvûd, Edeb 9; îbn Mâce Edeb 36: Müsned, V, 41, 46, 47, 51.
[276] Buhârî, Şehactit 17, Edeb 54; Müslim, Zühd 67; Müsned,
IV, 412
[277] Müslim. Zühd 69: Ebû Dâvûd, Edeb 9; Müsned, VI, 5;
aynca bk: Zühd 68; Tirmizî, Zühd 55; îbn Mâce Edeb 36.
[278] Buhâri, Enbiyâ 48; Dârimi Rikank 63; Müsned, I, 23,
24, 47, 55.
[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/278-279.
[280] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/279-280.
[281] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/280.
[282] Ebû DâuÛd, Tıb 23; Müsned, IIJ, 477, Vt 60. Hadiste ve
açıklamasında geçen terimler şöyle açıklanmıştır;
Hatt (çizgi çekmek); Bu
işle tanınmış kimseye bir para verilir; o da yumuşak bir yere bir çok çizgi
çeker, sonra onları İkişer ikişer silmeye başlardı. Geriye tek çizgi kalırsa,
işin gelen şahsm istediği gibi olmayacağına, iki çizgi kalırsa istediği gibi
olacağına delil kabul edilirdi. (Îbnu'1-Esir, sn-Nihûye, II, 47).
Tark: Kadınların
yaptığı şekilde çakıl taşlarım atmak demektir. Remi denilen (bir çeşit
falciîık, kâhincilik) olduğu da söylenmiştir, fîbnu'1-Esir, en-Nihâye, 117,
121; İbn Manzfır, Lisâ-nüt-Arab, X, 215).
Tiyare: Bir şeyin
uğursuzluğunu kabul etmekt uğursuzdur diye ondan çekinmek. Ubnu'l-Esir,
en.-Nikâye, IIIP 152.
îyâfe: Kuşları ürkütüp isimlerini, seslerini, gidiş yönlerini uğur
saymaktır. (Ibnu'1-Esir, en-Nihâye, III, 330.
[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/280-281.
[284] el-Vâhidî, Esbâbu. Nuzûli'l-Kur-ûn, s. 160; es-Suyûtî,
ed-Durru't-Mensût, II, 562-563.
[285] Nakîr ve benzeti kapları kullanmayı ynsnkLıyan
hadislere örnek: Buhâri, İman 40: Müslim, İman 2,5-26; bu yasağın
neshediliğine örnek: Buhâri, Eşribe 8.
[286] Bize sövmeye kalkışma! Biz tle bunu etkisiz kılarız'7
yani snna karşılığını veririz, demek istiyor. (îbnu Münsûr, Lisânu't-Arab I
713.)
[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/281-283.
[288] İbn Mâce, Ziihd 22 ( Zevğid'de, hadisin zayıf olduğu
kaydediimektedir); Ebû Dâvâd, Edeb 44, (6bü Hureyre'den. Buhari'nin hadis ile
ilgili notla; bu hadisi sahih görmediği kaydedilmektedir.)
[289] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/284-286.
[290] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/286-287.
[291] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/287.
[292] Buhâri, İsti'zân 12, Kader 9; Müşlim.Kader 20, 21, Ebû
Dâvûd Nikâh 43; Müsned, II, 276, 317,329...
[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/287.
[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/288-291.
[295] el-Vâhidi, Esbabu Nuzû.li'l Kur'an, s. 162; es-Suyûtî,
ed-£>urru'l-Mensürt II, 570-571.
[296] el-Heysemîr Mecmau'z-Zevâid, V, 292-293, RSvilerinin
sika oldukları kaydıyla.
[297] Dârakutni, III, 35. Ebû Hureyre ve Enes < r. anhumâ
İ yoluyla gelen rivayetler de aynı yerde.
[298] Tirmizi, Buyu", 39, Vesaya 5; Ebû Dâvûd, Buyu 88;
îbn Mâce, Sadakat 5,9; Müsned. V, 267,293: Dârakutni, III, 41.
[299] Dârakutni, III, 40
[300] Dârakutni, 111,41.
[301] Dârakutni, III, 38-39 : Peygamber Honeyn'e gideceği
vakit bu silâhtan Safvün'dnn ariyet olarak istemişti.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/291-294.
[302] Müslim İmare 13; Nesai. Âdnbu'L-Kudnt 1; Müsned, II,
160, 203
[303] Buhâri, Cumua 11, İstikraz 20, Vesaya 9, Itk 17, 19, Nikâh 81, 90 Ahkâm 1; Müslim,
İmâre 20; Ebu Davud, Harac 1; Tirmizi, Cihad 27; Müsned, II, 5, 54, 108, 121.
[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/294-295.
[305] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/296.
[306] Buhâri, Tefsir 4. sûre 11; Müslim, lınâre 31, Tirmizi
Cihâd 3; Nesai, Rey'm 23; Müsned, 1, 337.
[307] Buhâri, Meğazî 59; Ahkâm 4, Ahbaru'l-Âhad 1- Müslim,
İmâre 39,40; Ebü Dâvûd, Cihad 88; Nesai, Beynt 24; Müsned, I, 32, 94,124 (hepsi
Ali -r.a- den); İbn Mâce, Cihad, 40 (Ebu Said el-Hudrî'den).
[308] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/297-299.
[309] Bu lafızla: Ebû Dâvûd, Salât 131'de rivayet
edilmiştir. “Yunâzinni: Benimle çekişiyor” yerine; Unâzett; Benimle
çekişiliyor' lafzıyla: Ebû Dâvûd, Salât 132; Tirmizi, Salat 116; Nesâi, İftirah
28; İbn M&ce, İkamein's-Salât 13; Muvatta, Salât 44; Müsned, II, 240, 284,
285. 302, 487, V, 345.
[310] Ali (r.a.), kendisine: "Siz Ehl-i Beyte, size
özel bir şey vnr imdir?" diye soran bir kimseye burada kayd edilen
sözlerle cevap vermişti. Sözü edilen sahife ise; kıhcınm kınında asılı bulunan
ve Hz. Peygamber tarafından yazdırılmış, diyet v.b. hükümlerin yazılı
bulunduğu sahifedir Bk. Buhâri, Diyat 24, 31; Tirmizi, Diyât 16; Nesat, Kasâme
13; Dârimi, Diyat 5; Müsned, I, 79.
[311] Müslim, Fedâîl 130; Buhari, İ'tisâm 2; Nesaî, Hacc 1;
Müsned, 11, 258, 313, 467.
[312] Ebû Dâvüd, Sünne 5; Tirmizi, İlim 10; îbn Mâce,
Mukaddime 2; Müsned, vı, 8.
[313] Ebû Dâvûd, îmâre 33.
[314] Tirmizi, İlin 10; İbn Mûctt, Mukaddime 2; Dârimî,
Mukaddime 49; Müsned, JV, 131,132.
[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/299-301.
[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/301.
[317] es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensür, II. 580.
[318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/302-303.
[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/303-304.
[320] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/305.
[321] (Ma'mer yoluyla:) Buhâri, Şirb 7, Tefsir 4. sûre 10
(.Ma'mer""în yerine başka ravi yoluyla) Şirb6ı 8, Sulh 12
[322] Müslim, Fedâil 129. Hadisi ayrıca: Ebû Dâvûd, Akdiye
31; Tirmizi, Ahkâm 26, Tefsir 4. sûre 13; îbn Mâce, Mukaddime 2, Ruhun 20;
Müsned, I, 165-166, VI, 5.
[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/306-308.
[324] Buhâri, Ahkâm 13; Müslim, Akdiye 16; Ebü Dâvûd, Akdîye
9; Tirmizi, Ahkâm 7; Nesâî, Âdabu'l-Kudât 32; İbn Mâce, Ahkâm 4; Müsned, V,
36-38; 46, 52.
[325] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/308.
[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/309.
[327] Muvatta, Akdiye 28 (senedi muttasıl değildir.); Ebû
Dâvûd, Akdiye 31; İbn Mâce, Ruhun 20. (Senedi muttasıldır.)
[328] İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid,
XVII, 407-411
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/309-310.
[329] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/310.
[330] Her iki rivayet için: es-Suyûtî; ed-Durru'l-Mensur,
II,
587.
[331] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/311-312.
[332] Buhâri, Tefsir, 4. sûre 13; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe
86, 87; îbn Mâce, Cenâiz 64; Müsned, III, 176, 205, 269, 274.
[333] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VTI, 6-7.
[334] el-Vâhidî, Esbâbu Nuzuli'l-Kur'ân, s 169.
[335] Ebû Davûd, Cihâd 81; Tirmizi, Siyer 7; îbn Mâce, Cihad
25; Dârimi, Siyer 4.
[336] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/313-315.
[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/315-316.
[338] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/316.
[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/316-317.
[340] Tirmizi. Sıfatıı'l-Kıyâme 60.
[341] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/317.
[342] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/317-319.
[343] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/319.
[344] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/319.
[345] Buhâri, Ezân 34; Müslim, Mesacid 252; Ebû Dâvûd, Salât
47 (Ubeyy b. Kâ’b’dan); Nesâi, İmamet 45; (Ubeyy b. Ka'b’dan); İbn Mace,
Mesâcid 18; Dârimi, Salât 53; Müsned, 11, 424, 466,472, 531.
[346] Buhâri, Ezan 29, Ahkâm 52; Nes&î, imamet 49;
Dârimi, Salât 54; Muvatta, Salatu'l-Cemaa, 3; Müsned, II, 244, 376, 479, 497,
531.
[347] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/320-322.
[348] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/322.
[349] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/322-323.
[350] Müslim, İmâre 103, 107; Buhâri, Fardu'l-Humus 8,
Tevhid 28, 31; Nesâi, İman 24, Cihâd 14,15; İbn Mâce, Cihâd 1; Darimî, Cihâd
2; Muvatta, Cihad 2; Müsned, II, 117, 231, 384, 399, 424, 494. Ayrıca bk. Ebû
Dâvûd, Cihâd 9.
[351] Müslim, İınâre 153, 154; Ebû Dâvûd, Cihâd 12; Nesâi,
Cihâd 15; İbn Mâce, Cihâd 13: Müsned II, 169.
[352] Buharı, Cenaiz 28, Menâkıbul-Ensâr 45, Meğâzî 17, 26;
Müslim, Onâiz 44; Tirmizî, Menrikıb 53; Nesâî, Cenâiz 40; Müsned, V, 109, 112.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/323-324.
[353] Buhâri, Cihâd 171, Ahkâm 23, Nikâh 71, Et’ime 1, Merdâ
4; Dârimi, Siyer 27; Müsned, IV, 394, 406.
[354] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/325.
[355] Buhâri, Ezan 128, îstiskaa 2, Cihâd 98, Enbiyâ 19,
Tefsir 3- sûre 9, 4. sûre 21, Edeb 110, Deavât 58; Müslim, Mesacid, 2?4-295;
Ebû Dâvûd, Vitr 10; Nesâi, Tatbik 27; İbn Mace, İkametıı's-Salât 145; Dârimi,
Salât 216; Müsned, II, 239, 255…
[356] Buharı, Tefsir 4. sûre 14, 20.
[357] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/325-326.
[358] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/326.
[359] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
5/326-327.
[360] Nesâî, Cihâd 1.
[361] Elimizdeki kaynaklarda tesbit edemedik.
[362] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/328-329.
[363] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/329-331.
[364] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/331.
[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/331.
[366] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/332-333.
[367] Beyit, Kurtubî'de "ramevnî" şeklinde olmakla
birlikte; Lisanil'l-Arab (I, 87.) de yer aldığı sekil olan "rafevnî"
lafzı esas alınarak tercüme yapılmıştır.
[368] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/333-336.
[369] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/336-337.
[370] Buhari, Cihâd 109, Ahkâm 1; Müslim, İmare 32-33;
Nesâî, Bey'at 27; îbn Mace, Cihâd 39; Mûsned, II, 244, 252-253. 270, 313...
[371] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/337.
[372] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/337-341.
[373] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/341-343.
[374] Buhari, Şurut 15; Müsned, IV, 323, 329.
[375] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/344-345.
[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/345.
[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/345-346.
[378] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/346-347.
[379] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/347.
[380] Müslim., Zikr 86-88; Ebâ Dâvûd, Vitr 29; İbn Mace, Menâsik
5; Müsned, VI, 452. (Yakın anlamlarda)
[381] Buhari, Zekât 21, Edeb 36V 37, Tevhid 31; Müslim, Birr
145; Ebû Dâvûd, Edeb 117; Tirmizi, İlm 14; Nesâî, Zekât 65; Müsned, IV, 400.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/347-348.
[382] Hadis'in tanık olarak kullanılan lafzı Müslim, Zekat
40’ta: "Kişinin elinin altında bulunup sahip olduğu kimselerin kût'unu
(temel gıdalarını) alıkoyması.." şeklinde Ebû Dâvûd, Zekat 45; Müsned, II,
165. 195'te: "...temel gıdasını sağlamakla yıikümlü olduğu kimseler (men
yekutu)" şeklindedir
[383] Az önceki rivayetle İlgili nota bakınız.
[384] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/348-349.
[385] Ancak 7. başlık zikredilmemiştir.
[386] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/350-351.
[387] Ebû Dâvûd, Edeb 140.
[388] İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, V, 290-291.
[389] Buhâri, İsti'zan 4-7; Müslim, Selam 1, Edeb 46: Ebû
Dâvûd, Edeb 134; Müsned, III, 444, VI, 19.
[390] Muvatta, Selam 1.
[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/351-353.
[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/354.
[393] Müslim'in Sahih'inde bu hadisle ilgili notta
(Nevevi’den naklen) şöyle denilmektedir: Bu rivayet, zamirin Âdem'e ait olduğu
hususunda açıktır." İbn Hacer de şöyle demektedir. "Bu rivayet,
zamirin Âdem (a.s.)'e ait olduğunu söyleyenlerin görüşlerini
desteklemektedir”{Fethu'l-Bâri, VI, 422; ayrıca bk. XI, 5 v.d.)
[394] Buhârî, Enbiya I, istizan 1, Cennet 1.
[395] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/354-355.
[396] Buhâri, Ezan 122, Eymân 15, İsti'zân 18; Müslim, Salât
45; Ebû Dâvûd, Satâı 143; Tirmi-z\, Salât 110; îsti'zân 4; Nssâi, İftitâh 7,
Tatbik 15, Sehv 6l\ îbn hiâce, Îkametu's-Salât 72.
[397] Buhârî, Fedâilu Ashâbi"n-Nebîyy 30, İsti'zân 19.
[398] Müsned, V, 366.
[399] Ebû Dâvud, Libas 25, Edcb 140; Tirmizi, İsti'zan 28;
Müsned, III, 482.
[400] Ancak Tirmizi, hadisi kaydettikten sonra, "Bu.
hasen. sahih bir hadistir" demektedir.
[401] Müslim, Tahare 39; Ebû Dâvâd, Cenaiz 79; îbn Mâce:
Zühd 36; Müsned, II, 300, 375: 408.
[402] Müslim, Cenaiz 103, 104; Nesâî, Cenâiz 103; Müsned,
VI, 221. Bu ve bundnn öncekine benzer rivayeder için bk.: îbn Mâce, Cenaiz 36;
Müsned, V, 353- 360, VI, 71, 76, 111, 180.
[403] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/355-357.
[404] Buhâri, İstizan 5, 6; Müslim, Selam 1; Ebû Dâvüd, Edeb
133; Tirmizi, İsti'zân 14; Muvatta.
Sekim 1; Müsned, III, 444, VI, 19, 204.
[405] Buhâri, İstizan 4, 7; Ebû Dâvd, Edeb 134; Müsned, II,
314.
[406] Müslim, Selâm 15; Bukâri, Isti'zain 15; Tirmizi,
İsti'zan 8; Dârimî, İsti'zân 8.
[407] Buhâri, Hars 21, Et'ime 17, İsti'zan 16.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/357-358.
[408] Kurtııbi'nin de "Ruviye: Rivayet edildi…"
diyerek hadisin sıhhatinden eınin olmadığına işaret ettiği bu rivayeti,
elimizin altındaki hadis kaynaklarında tespit edemedik.
[409] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/358-359.
[410] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/359-360.
[411] Müslim, İman 93; Ebâ Dâvûd, Edeb 131; Tirmizi,
Sıfatu’l-Kıyâme 56, İsti'zân 1; İbn Mâce, Mukaddime 9, Edeb 11; Masned I. 165,
167, II. 391, 442, 477, 495, 512.
[412] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/360.
[413] İbn Mâce, Tahâre 27.
[414] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/360-361.
[415] Ebû Dâvûd, Edeb 132; Tirmizi, İsti'zân 2.
[416] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 5/361.