1. Ayet-i Kerimenin Nüzul Sebebi: 5

2. Temenni, Gıpta ve Kıskançlık: 5

3. Erkek, Kadın Herkese Kazandığından Bir Pay Vardır: Yüce Allah'ın: 6

4. Allah'ın Lütfundan Dilemek: 6

İ. Âyetin Nüzul Sebebi: 7

2. Yeminlerle Bağlantılar: 8

3. Müşterek (birkaç mana için kullanılan); Mevlâ ve Veli Lafızları: 8

4- Kıraat Farkları: 8

5- Ahidlerinize Bağlı Kalınız: 9

1. Âyetin Nüzul Sebebi: 9

2- Erkeklerin Hanımlarını Te'dip Hakkı ve Sınırı: 10

3. Erkek Karısının Nafakasını Sağlayamazsa, Kadının Nikâhı Feshetme Hakkı Doğar mı?. 10

4- İyi Kadınların Bazı Özellikleri: 10

5. Serkeşliğin ve Ondan Endişe Etmenin Mahiyeti: 11

6- Öğüt Vermek; 11

7.  Te'dip Kastıyla Kadınları Yataklarında Yalnız Bırakmak: 11

8. Ve, Nihayet Dövmek: 12

9- İtaat Edenler Aleyhine Yol Yoktur; 13

10- Çok Yüce ve Çok Büyük Olan Allah: 13

11. Kadının Serkeşliği Dolayısıyla Kullanılabilecek Haklar: 13

1- Aralarının Açılmasından Korkutursa: 14

2. Muhatapların Kimlikleri: 14

3. Kadınların îtaat ve Serkeşlikleri Halinde Hakemlerin Yetkileri: 15

4- Hakemler Arasında Ayrılık Olursa: 16

5- Tek Bir Hakem Yeterli midir?. 16

1- Allah'a Şirk Koşmaksızm İbadet: 17

Şirkin Mertebeleri: 17

2. Anne-Baba Hukuku: 19

3. Akrabaya, Yetimlere ve Yoksullara İyilik: 19

4. Komşular: 19

5. Yakın Komşu ve Bazı Haklarına Örnekler: 20

6. Komşuluk Sınırı: 20

7. Komşuya İyilik Yapma Örnekleri; 20

8. Hediyeleşme Adabı: 21

9. Komşu Haklarının Kapsamı: 21

10. Komşunun İrtifak Hakları: 22

11. Komşuluk Haklarının Sabit Olması İçin îman Şart mıdır?. 23

12. Yakıtı Arkadaş: 23

13. Yolda Kalmış; 23

14. Ellerinizin Altında Bulunanlara da İyilik Edin: 24

15. Köleye ve Hizmetçiye Yapılan Haksızlıkların Kefareti: 24

16. Köle mi Efdaldir, Hür Olan mı?. 25

17. 'Hz. Cebrail'in Diğer Tavsiyeleri: 25

18. Allah Büyüklenip Böbürlenenleri Sevmez: 25

1. Nahiv Bakımından Cümlenin Durumu: 26

2.  Cimrilik Yapanlar, Cimriliği Emredenler: 26

1- Riyakârlık Yapanlar: 26

2. Şeytanın Arkadaşlık Ettiği Kimseler: 27

1. Âyetin Nüzul Sebebi, Sarhoşluk Veren İçkilerin Haram Kılınma Aşamaları ve Mü'minlere Hitabın Sebebi: 30

2. Âyet-i Kerimedeki Sarhoşluğun Mahiyeti: 31

3. Sarhoşken Namaza Yaklaşmama Hitabının Muhatapları: 32

4.  "Namaza Kalkmaksın Anlaşılması: 32

5. "Sekr Sarhoşluk" Kelimesinin Anlamı. 32

Tekil ve Çoğul Olarak Kullanılışı: 32

6- İslâm'ın îlk Dönemlerinde İçkinin Yasak Olmayışı: 32

7. Sarhoş îken Yapılan Tasarruflar ve Bu Tasarrufların Hükmü: 33

8. "Cünup" Kelimesinin Anlamı; 33

9. Cünupluğun Mahiyeti: 34

10. Yoldan Geçmek (Obur) île İlgili Açıklama: 34

11- Cünupken Yolculuk ve Cünupken Mescidden Geçmeye Dair Hükümler ve Görüş Ayrılıkları: 35

12. Cünub Olanın Yapamayacağı İşler 36

13.  Gusletme Keyfiyeti 37

14. Gusül Esnasında Azalar Kaçar Defa Yıkanır: 38

15- Vücudunu Ovalayamayan Kimse Ne Yapar: 38

16- Cünup Kimsenin Guslederken Sakalını Hilâllemesi: 39

17. Mazmaza ve İstinşakın Hükmü: 39

18. Niyetin Hükmü: 39

19. Guslederken Kullanılacak Su Miktarı: 40

20. Teyemmüm île İlgili Buyruklar ve Bu Buyrukların Nüzul Sebebi: 40

21. Hastalığın Mahiyeti ve Ruhsatları; 41

22.  Yolculuk; 43

23. Teyemmüm Yapmanın Cevazı; 43

24- "Ayak Yolundan Gelenler"; 44

25- Abdesti Bozan Şeyler: 44

26. "Kadınlara Dokunmak" Buyruğunun Anlaşılması île İlgili Görüş Ayrılıkları: 46

27. Teyemmümü Mubah Kılan Sebepler ve Su Bulamamanın Mahiyeti: 49

28. Su Aramanın Hükmü: 49

29. Vakit Çıkmadan Önce Su Bulma Umudu Varsa Ne yapar: 50

30. Su Bulamamanın Ölçüsü: 50

31. Nitelikleri Değişmiş Suyun Hükmü: 50

32- Sudan Başka içeceklerle Abdest Almak: 51

33- Yokluğu Teyemmümü Mubah Kılan Suyun Nitelikleri: 51

34. Teyemmümün Anlamı ve Hikmeti: 51

35. Teyemmüm Kelimesinin Kur'ân-ı Kerim de Kullanılması ve Uz. Âişe'nin "Teyemmüm Âyeti" Derken Kastettiği Âyeti Kerime: 52

36. Teyemmüm Mükellefiyetinin Muhatapları: 52

37.  Teyemmüm Almış Kimse Suyu Bulursa: 53

38,  Teyemmüm Almış Kimsenin Namaza Başlamadan ve Namazı Kıldıktan Sonra Suyu Bulmasının Hükmü: 53

39. Namaza Başladıktan Sonra Suyu Bulanın Hükmü: 53

40. Teyemmüm İle Birden Çok Namaz Kılınabilir mi?. 54

41. Temiz Bir Toprak; 54

42- Teyemmüm Nelerle Yapılabilir: 55

43. Yüz ve Ellere Meshetmek: 56

44- Teyemmümün Sınırı: 56

45- Teyemmümde Tek Vuruş Yeterli midir: 57

Buyrukların Nüzul Sebebi: 58

47. Âyetin Nüzul Sebebi ve Anlamı: 59

Şirk, Affolmaz Bir Günahtır: 60

1. Kişinin Kendisini Tezkiye Etmesi: 61

2. Övme ve Tezkiyede Edep: 61

3. Başkasının Tezkiyesi ve Övmesi: 62

Allah Asla Zulmetmez: 62

Allah'a İftira: 63

Cibt'e ve Tâğûtâ îman Edenler; 63

51- Ayetin Nüzul Sebebi: 63

1- Kıskançlık: 64

2- Allah'ın Bağışını Kıskanma Hatası: 65

3. Peygamberlerin Çok Evliliğine Dair: 66

4. Peygambere îman Edenler ve Ondan Yüz Çevirenler: 66

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Sahiplerine Verilmesi Emralunan Emanetlerin Mahiyeti: 67

2- İnsanlar Arasında Adaletle Hükmetmek: 69

İtaatin Kapsamı ve Zalim Yöneticilere İtaatin Gerekmediği: 70

Ululemrin Kimliği: 70

2- Anlaşmazlık Konularının Allah'a ve Peygambere Havale Edilmesi: 71

3. En Hayırlı Davranış: 72

1. Âyeti Kerimenin Nüzul Sebebi: 74

2. Rasuluîlak'ın ez-Zübeyr Olayındaki Bu Tutumu, ile Bu Âyet-i Kerimenin Ftkhî İncelikleri: 75

3. Üstteki Arazi Sahibinin Arazisini Sulaması ve Bir Alttakine Suyu Bırakması Keyfiyeti: 75

4.  Sulama Şekline Dair Rivayetler ve Görüşler: 76

5. İslâm'ın Hükmüne İtaat ve Teslim Olmanın Zorunluluğu: 76

Buyrukların Nüzul Sebebi: 77

1. Allah'a ve Peygambere İtaat Edenlerin Mükâfaatı ve Bu Buyrukların Daha Önceki Ayetlerle İlişkisi: 77

2. Hz. Ebu Bekir'in Halifeliği: 79

3. Bu Derecelere Ulaşmak Ancak Allah'ın Lütfü ile Olur: Yüce Allah: 79

1. Ayetler Arası îlişki, Tevekkülün Gerçek Mahiyeti ve Tedbirin Önemi: 79

2. Tedbir ve Takdir: 79

3. Küçük Birlikler Halinde Savaşa Çıkmak: 80

4. Toptan Savaşa Çıkmak: 80

5. Bu Âyet-i Kerime ve Nefir île İlgili Diğer Âyetler: 80

1, Ahireti Satın Alanlar Savaşsınlar: 82

2. Allah Yolunda Cihadın Mükafatı: 82

3. Şehid ile Gazinin Mükâfatı: 82

1. Mustaz'aflar Uğrunda Savaşa Teşvik: 83

2. Mustaz'aflar: 83

3, Halkı Zalim Olan Şehir: 84

1. Ölüm, Nerede Olursa Olsun İnsanı Gelip Bulur: 85

2. Kaderiye'nin Yanlış Kanaatleri: 86

3. Tevekkül, Sebepleri Terketmek Değildir: 86

4. Burçların Mahiyeti ve Hikmeti: 86

Biricik Yaratıcı Allah 'tır: 87

Bu Âyeti Delil Gösteren Bazı Cahiller... 88

İtaatin Mahiyeti: 89

1. Mü'minleri Cihada Teşvik: 92

2. Allah'ın Kâfirlerin Baskısını Önleyeceğine Dair Vaadi: 92

3. Allah'ın Vaadinin Gerçekleşmesi: 93

1. Şefaat: 93

2. Şefaatin Türleri ve Bu Âyetin Maksadı: 93

3- Allah Herşeye Gücü Yetendir: 94

1. Takiyye'nin, Yani Selâm'm Anlamı: 95

2. Âyet-i Kerimenin Manası ve Selamlaşmaya Dair Bazı Hükümler: 95

3, Selâmın Daha Güzeli ile Alınması: 96

4. Selamlaşmada Tercih Edilen İfade Şekli: 97

5. Selamı Alırken Selam Verenin Önce Anılması: 97

6. Selamlaşmaya Dair Diğer Hükümler; 98

8. Selam Şekli ve Adabı: 98

9. Kâfirin Selamını Almak: 99

10. Zimmet Ehlinin Selâmını Almanın Hükmü: 99

11. Kimlere Selam Verilmez: 100

12. Selam Vermenin ve Almanın Ecri: 100


 

 

32. Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temen­ni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay okluğu gibi, ka­dınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan, O'nun lüt-fundan isteyin. Şüphesiz Allah, herşeyi çok iyi bilendir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1. Ayet-i Kerimenin Nüzul Sebebi:

 

Ttrmizî, Um Seleme'den şöyle dediğini rivayet eder: Erkekler gazaya gi­diyor, kadmlar gazaya gidemiyor ve biz mirasın (erkek hissesinin) yansım alı­yoruz. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin" buyruğunu indirdi. Mücahicl der ki: Yine bu hususta yüce Allah: "Şüphesiz müslüman erkekler ve müslüman kadınlar.” (el-Ahzab, 33/35) âyetini de indirdi. Um Seleme de, Medine'ye hic­ret ederek gelen ilk kadın olmuştu. Ebû îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu mürsel bir hadistir. Kimisi bunu, İbn Ebİ Necîh'ten., o, Mücahid'den diye mürsel olarak, 13m Seleme böyle böyle dedi, diye rivayet etmiştir.[1]

Katade de der ki: Cahil iye dönemi insanları, kadınlara da, çocuklara da miras vermiyorlardı, İslam'da bunlara miras verilip de erkeğe iki dişi payı mi­rastan verilince bu sefer kadınlar, keşke paylan erkeklerin paylan gibi olsay­dı diye temenni ettiler. Erkekler de şöyle dedi: Bizler miras hususunda ka­dınlara üstün kılındığımız gibi, âhirette de hasenatımızla kadınlara üstün ola­cağımızı umarız. Bunun üzerine: "Allah'ın kendisiylekiminizi kiminize üs­tün kıldığı şeyleri temenni etmeyin." âyeti nazil oldu. [2]

 

2. Temenni, Gıpta ve Kıskançlık:

 

Yüce Allah'ın: "Temenni etmeyin..." buyruğunda geçen temenni, gelecek ile alâkalı bir çeşit istekte bulunmaktır. Telehhüfiesef) ise, geçmiş ile alaka­lı bir isteğin türünü ifade eder. Yüce Ailalı müzminlere burada temenniyi ya­saklamaktadır. Çünkü, temenni ile gönül taalluk eder ve ecel unutulur. Îİim adamları, bunun kapsamına gıpta yasağının girip girmediği hususunda fark­lı kanaatlere sahiptirler.

Gıpta, kişinin arkadaşının durumuna gelmeyi -onun durumunun yok ol­masını arzulamasa dahi- temenni etmesidir. Cumhur -yani Mâlik ve diğerle­ri- bunun caiz olduğu görüşündedir. Bazılarına göre, f iz. Peygamber'in şu buyruğunda kast ettiği de odur: "İki şey dışında kıskançlık (hased) yoktur: Allah birisine Kur-an'ı Kerimi verir o da, gece gündüz onun gereğince amel eder, diğeri ise, Allah, kendisine bir mal verir o da gece gündüz onu intak eder,"[3] Hadis-i şerifte geçen "kıskançlık yoktur. buyruğu ile bu iki husus­taki gıptadan daha üstün ve daha büyük bir gıpta olamayacağı anlatılmak­tadır. Buhârî bu hadisin başında: "İlim ve hikmet hususunda gıpta etmek" di­ye bir başlık açmakla bu anlama dikkat çekmiştir.[4] el-Mühetleb der ki; Yü­ce Allah, bu âyet-i kerimede temenni edilmesi caiz olmayan şeyleri açıkla­maktadır. Bu da dünya malı ve benzeri şeyler hakkındadır,

İbn Atiyye der ki: Salih ameller hususunda temenni ise, güzel bir şeydir. Şu kadar var ki kişi, Allah'tan -daha önce sökünü ettiğimiz herhangi bir işi ile birlikte olmamak üzere bir takım temennilerde bulunacak olursa bu ca­izdir. Bu aynı zamanda Peygamber (sav)'m şu buyruğundaki hadisinde de gö­rülmektedir; "Diriltileyim sonra öldürüleyim... diye temenni ettim."[5]

Derim ki: Bu hadis-i şerif, Buharî'rün Sahihinde Kitabu't-Temennî (Temen­ni bölümü)'nün başına aldığı hadis-i şeriftir.[6] Bu ise, hayrı iyi davranışlar­da bujunmayı temenni etmenin ve bunları arzulamanın, güzelliğine delâlet etmektedir. Aynı zamanda bu hadis-i şerifte, şehidliğtn diğer hayırlı amellerdi den üstünlüğü de vurgulanmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber, başka bir ame­li değil de şehidi İği temenni etmiştir. Bu ise, şehidliğin yüksek bir makam ol­ması ve bu makama yükselenlerin şerefi dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah ona bu şehidliği de ihsan etmiştir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur: "Hayberde yediğim (zehirlenmiş koyundan) o lokma, kalbime giden da­marı kestiği o an, zaman zaman gidip gelmektedir..." [7]

Yine es-Sahih'ıe (Buhari'de) şöyie denemektedir: "Şehide temennide bu­lun, denilir- O da: Senin yolunda bir daha öldürülünceye kadar dünyaya ge­ri döndürülmeyi temenni ederim, diyecektir..." [8]

Rasûlullah (sav) de, Ebû Talib'in. Ebû Leheb'in ve Kureyş'in ileri ge­lenlerinin böyle bir şeyin gerçekleşmiyeceğini bildiği halde- iman etmeleri­ni temenni eder ve zaman zaman şöyle derdi: "Benden sonra gelip beni gör­meyecekleri halde bana İman edecek kardeşlerimi pek çok özledim." [9]

İşte bütün bunlar, eğer temenni, kine, nefretleşmeye götüren bir sebep ol-muyorsa, temenninin yasak olmadığının deliUeridir, Âyet-İ kerimede yasak kılınan temenni ise, bu kabilden (kin ve kıskançlığa kadar götüren türden) olan temennidir. Dolayısıyla, bunun kapsamına bir kimsenin bir diğerinin sa­hip bulunduğu dini veya dünyevi halini zeval bulmasını temenni etmek de girmektedir. Bununla beraber, zeval bulması istenen o hale sahip olmayı te­menni etmek ile etmemek arasında fark yoktur. İşte kıskançlık bizatihi bu-dur. Yüce Allah'ın: "Yoksa onlar, Allak lütfundan verdi diye insanları mı kıs­kanıyorlar?" (en-Nisâ, 4/54) buyruğunda kınadığı, yerdiği kıskançlık da iş­te budur.

Yine bir kimsenin müslüman kardeşi tarafından istenmiş bir hanıma talip olması, onun satın almak isetediği bir şeyi, vazgeçmeden satın almaya kal­kışması da bunun kapsamma girer. Bütün bunlar kjskançhğa ve nefretleşme­ye davetiye çıkartır. Kimi ilim adamı, gıptayı da mekruh görmüş ve gıptanın da âyet-i kerimedeki yasağın kapsamına girdiği görüşünü ifade etmiştir. Sa­hih olan ise, açıkladığımız üzere gıptanın caiz olduğudur. Başarımız Allah-tandır

ed-Dahhâk der ki: Bir kimsenin bir diğerinin durumunu temenni etmesi helâl olamaz. Nitekim: "Keşke Karun'a, verilenler gibi bize de verilseydi..” (el-Kasas, 28/79) buyruğu ile başlayan kıssada: Kendisinin, evinin ve malla­rının yerin dibine geçirilmesi üzerine: "Dün onun yerinde olmayı temenni edenler, sabah şöyle diyorlardı...Eğer Allah bize lııtfetmeseydi, bizi de elbette yerin dibine geçirirdi" (el-Kasas, 28/82) demeye başladılar. İşte Yüce Al­lah'ın bu buyruklarını gözonünde bulundurmak gerekir.

el-Kelbî der ki: Hiç bir kimse, kardeşinin malını, hanımını, hizmetlisini, bi­neğini temenni etmesin. Fakat, Allah'ım bana da onun gibi nzık ver deyiver­sin. Bu Tevrat’ta da böyledir,

Kur'ân-ı Kerimde de: "Allahtan, onun lütfundan isteyin" diye buyurul-makladır İbn Abbas der ki; Yüce Allah, bir kimsenin her hangi birisinin ma­lını, ailesini temenni etmesini yasaklamakta ve mü'min kullarına lütfundan dilekte bulunmasını emretmektedir.

Cumhurun lehine delil olanlardan birisi de, Peygamber (savcın şu buyru­ğudur: "Dünya ancak dört kişiyedir: Allah'ın mal ve ilim vermiş olduğu ve o da, bunlar vasıtasıyla Rabbinden korkan, akrabalık bağım gözeten, Allah'ın onda bir hakkının bulunduğunu bilen bir kimse. Bu mevkilerin en üstün olan­larıdır. Allah'ın, ilim vermekle mal vermediği bir kimse. Bu kişi samimi ni­yeti ile der ki: Eğer benim de bir malım olsaydı, mutlaka o malımda filanın amel ettiği şekilde amel ederdim. İşte bu niyetine göre ecir alır ve her iki­sinin de ecri birbirine eşittir." Hadisinde bunlar zikredilmiştir. [10] Hadîs da­ha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bunu TInwi rivayet etmiş ve sahih ol­duğunu belirtmiştir.

el-Hasen der ki: Sizden herhangi bir kimse mal temenni etmesin. O ma­lın helakine sebep teşkil etmeyeceğini nereden bilebilir? Böyle bir ifade an­cak kişinin o malı dünya için temenni etmesi halinde doğru olur. Hayır mak­sadıyla o malı temenni edecek ohırsa, şeriat bunu caiz kılmıştır. Kul, Rabbine kavuşmak için o malı temenni eder, Allah'ın dediği olur. [11]

 

3. Erkek, Kadın Herkese Kazandığından Bir Pay Vardır: Yüce Allah'ın:

 

"Erkeklere kazandıklarından bir pay olduğu gibi" buyru­ğu İle, sevap ve cezadan erkeklerin kazandıklarından bir payları olduğu gi­bi "kadınlara daH aynı şekilde bir paylan vardır. Bu açıklamayı Katade yap­mıştır. Buna göre tıpkı erkeklere verildiği gibi kadınlara da? bîr iyiliğe on ka­tı ile karşılık verilir ve mükâfatlandırılırlar.

İbn Abbas der ki: Bundan kasıt mirastır. Bu görüşe göre "kazanmak" isa­bet etmek anlamındadır. Yani erkeğe iki dışmin payt kadar mirastan pay var­dır. Yüoe Allah, kıskançlığı gerektiren hususları dolayısıyla bu şekilde temen­nilerde bulunmayı yasaklamış bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah, onların (er­kek ve kadınların) maslahatlarını onlardan daha iyi bilir. Onların maslahat­larına dair olan bilgisine dayalı olarak, aralarında mirası farklı şekillerde pay-laştırmıştır. [12]

 

4. Allah'ın Lütfundan Dilemek:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'tan, O'mm HU fundan isteyin" buyruğu ile ilgili olarak TirmiZÎ, Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir; Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah'ın, lütfundan dileyin. Çünkü O, kendisinden dilekte bu­lunulmasını sever. İbadetin en faziletlisi de kurtuluşu beklemektir." [13] İbn Mâce, Ebû Hureyre (r.a")'ın şöyle dediğini rivayet eden Rasûlullah (sav) buyur­du ki: "Kim Allah'tan dilekte bulunmazsa, Allah da ona gazap eder." [14]

Bu da yüce Allah'tan dilekte bulunma emrinin vücup ifade ettiğini gös­termektedir. Bir ilim adamı da bu temadan hareketle bunu, nazım halinde şöy­le ifade etmiştir:

"Gaaaplartır Allah, O'ndan dileği terk edersen Gazaplanır insan kendisinden dilekte bulunulursa"

Mâliki fakihi Ahmed b. el-Muazil Ebu'î-Fadl da gayet güzel bir şekilde şöy­le demiştir:

"Sen naıklarını öyle bir tûmaenin yanında ara ki O'ndan istekte bulunulunca arada bir perdedarı yoktur Kendisinden dilekte bulunmayı terkedenlere buğzedip Dileklere bulunanlardan razı olan kimseden lütuf istemelisin Ve O kimse ki, buyurduğunda hemen söaü yerine gelir Bir kâtibe yazdırıp mühürlemeye gerek olmaksızın."

Bu hususa dair açıklamaları "Kam’ul-Hırsı bi'z-Zühdi ve'l-Kanaah"adlı eserimizde yeterince yapmış bulunuyoruz.

Said b. Cübeyr de der ki: "Allah'tan, O'nutit lütfundan isteyin" buyruğun­dan kasıt, dünyalık ile ilgili değildir. Bir görüşe güre de anlamı şudur: Siz yü­ce Allah'tan O'nu razı edecek şeyler işlemeye muvaffakiyeti isteyiniz. Aişe (r.anha)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rabbinizden karnınızın doyma­sı dahil her şeyi isteyiniz. Çünkü yüce Allah, bunu kolaylaştırın ayacak olur­sa, bu kolay bir şey değildir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Eğer vermeyecek ol­saydı, dilekte bulunmayı emretmezdi,

el-Kisâi ve İbn Kesir: "Allah'tan, O'nun lütfundan isteyiniz" şeklinde "sîn" ile "lârn” harfleri arasında hemzesiz olarak okumuşlardır. Bu kelimenin Kurân-ı Kerimde geçtiği her yçrde onlann oku­yuşu böyledir. Diğerleri İse, bunu hemzeli olarak; “” şeklinde okumuş­lardır, Bu kelimenin aslı hemzelidir. Şu kadar var ki, tahfif için hemze hazf edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır, [15]

 

33. Anne-babanın ve yakın akrabanın terk ettiklerinden her biri için mirasçılar (mevâlt) kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de nasiblerini verin. Muhakkak Allah herşeye şâhİd olandır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

İ. Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Şanı yüce Allah, her bir insanın mirasçılarının ve mevâlîsinin (yakınlarının) olduğunu açıklamaktadır O halde her birisi Allah'ın kendisi için paylaştır­mış olduğu mirastan paylar alsın ve bir diğerinin malını temenni etmesin. Bu­harı, Kitabul-Feraiz'de Said b. Cübeyr'den gelen rivayetle yüce Allah'ın: "An-ne-babanın ve yakın akrabaların terk ettiklerinden her biri için mirasçı­lar (mevalî) kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..," buyruğu hakkında İbn Abbas'ın şöyle dediğini nakletmektedir: Muhacirler, Medi­ne'ye geldiklerinde, Ensar, Muhacir'e akrabası dururken mirasçı olurdu. Bu­na sebep ise, Rasûlullah (sav)'ın aralarında kurduğu kardeşlik akdi idi. "Ya­kın akrabaların terkettiklerinden her biri için mirasçılar kıldık* âyeti nazil olunca, ondaki bu hükmü "Yeminlerinizin bağladığı kîmselere de nasiblerini verin" buyruğu nesh etti. [16]

Ebu'l-Hasen b. Battal der ki: Bütün Bulıârî nüshalarında; "Her biri için mirasçılar (mevali) kıldık*1 buyruğunu: "Yeminlerinizin bağladığı kim­selere de..." buyruğu nesh etmiştir şeklînde naklolmuştur. Doğrusu ise, nesli eden ayetin: "Her biri için mirasçılar (mevâlî) kıldık" buyruğu, nesh olunanın ise: "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..." buyruğunun mensûiı olduğudur. Taberî de böylece rivayet etmiştir. [17]

Selefin cumhurunun dar bu: "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..." anlamındaki buyruğunu nesli eden âyetin, el-Enfâl Sûresi'nde yer alan: 'ya­kın akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince birbirlerine daha yakındırlar1' (el-Enfal, 8/75) buyruğu olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir. Bur İbn Ab-basv Katade ve Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiği gibi, Ebu Ubeyd'in "en-Nâ-sîh ve'l-Mensûh" adlı eserinde kaydettiği görüş de budur.

Ayet-i kerime ile ilgili bir diğer görüş daha vardır: Bunu ez-Zührî, Said b, el-Müseyyeb'den rivayet etmiştir, Said der ki: Yüce Allah, cahiliyye dönemin-de kendi öz çocuklarından başka evlat edinip, İslam geldikten sonra miras bırakacak olanlara evlâtlıklarına vasiyetle bir pay vererek, miraslarının ya­kın akrabalarına ve asabelerinc verilmesini emretmektedir. Bir başka kesim de: Yüce Allah'ın: "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de..." buyruğu muhkemdir. Mensûh değildir demektedir. Yüce Allah, mü'minlere yeminle­ri ile bağlandıkları kimselere yardım ve nasihat ve buna benzer hakkettik­leri paylarını vermelerini emretmektedir. Bunu, Taberîyine İbn Abbas'tan nak­letmektedir. "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de" yardım, nasihat, on­lara bağışlarda bulunmak, gözetmek, onlara vasiyette bulunmak suretiyle "na­siplerini verin" Miras, artık sozkonusu değildir. Bu, aynı zamanda Mücahid ve es-Süddî'nin de görüşüdür.

Derim ki; en-Nehhâs bunu tercih etmiş ve Said b. Cübeyr'den de rivayet etmiştir. Neshe dair rivayet sahih değildir. Çünkü, Taberî'nin naklettiğine gö­re, ibn Abbas'ın da açıkladığı gibi, buyrukların arasını telif etmek mümkün­dür, Buharı bunu, Kitabu't-Tefsirinde rivayet etmiştir. [18] İleride Allah'ın iz­niyle el-Enfâl Sûresi'nde (8/75. ayet, 6- başlıkta) Zevil-Erham'ın mirasına da­ir açıklamalar gelecektir. [19]

 

2. Yeminlerle Bağlantılar:

 

Arapça'da; Her biri, bütünü, Arap dilinde kuşatıolık ve genellik an­lamını ifade eder. Bu kelime tek başına geldi mi, tüm nahivcilere göre, ira­dede mutlaka hazfedilmiş bir söz takdir edilir. Kimileri "herbiri-ne uğradım" tabirini kutlanmıştır; Önce ve sonra kelimeleri gibi.

Buyrukta hazfedilen kelimenin takdiri de "Her bir kim­se için mevâir yani mirasçılar kıldık" şeklindedir.

"Yeminlerinizin bağladığı kimselere" de kastedilen, Katade'den nakle­dildiğine göre, hilf (yemin antlaşması.) İle yapılan bağlantılar kastedilmekte­dir. Şöyle ki, bir kişi bir diğer kişi ile akidleşerek şöyle derdi: Kanım senin kanın, benim yıkmam senin yıkmandır. (Yani biz birbirimize yardımcı ve des­tek oluruz). İntikamım senin intikamın, savaşım senin savaşın, barışım senin barışındır. Sen de bana mirasçı olursun, ben de sana. Benden dolayı sen takibata uğrarsın ve senden dolayı da ben takibata uğrarım. Benim yerime sen diyet Ödersin, ben de senin yerine diyet öderim. O takdirde böyle bir ant-laşmalıya (el-Halif) diğer anlaşmalının mirasının altıdabiri verilirdi. Daha son­ra bu nesh edildi. [20]

 

3. Müşterek (birkaç mana için kullanılan); Mevlâ ve Veli Lafızları:

 

Yüce Allah'ın: "Mevâlî" lafzı ile ilgili olarak şunu belirtelim ki, mevlâ laf­zı birkaç mana hakkında kullanılan müşterek bir lafındır. Azad edene de, edi­lene de mevlâ adı verilmiştir. el-Mevlâ el-Esteİ ve el-Mevlâ el-Âlâ da denilir. Yardımcı olan kimseye de mevla denilir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve çünkü kâ­firlerin ise mevlası yoktur." (Muhammed, 47/11) buyruğunda olduğu gibi. Am­ca oğluna da mevla denilir, komşuya da mevla denilir. Yüce Allah'ın: "Her-biri için mevâlî Cmevlalar) kıldık" buyruğuna gelince, burada maksat asa-be bağlandır. Çünkü Peygamber (sav): "(Alacakları belli olan. mirasçıların al­dıkları) paylardan arta kalan en evla erkek asabeye verilir" buyurmuştur. [21]

Bilindiği gibi ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre esfel mevla değil de âlâ mevla asabelerdendir. Çünkü, azad eden kişi hakkında sözko-nusu olan mana, onun azad ettiği kimse üzerinde bir nimete sebep olduğu­dur. Adeta onun için bu nimeti icadeden kimse gibidir. İşte bu husus dola­yısıyla onun mirasına, (yani âla mevlâ diye bilinen) azad eden, esfel mevla diye bilinen azad edilenin mirasına hak kazanmıştır.

Tahâvî, el-Hasen b. Ziyad'dan şunu nakletmektedir: Esfel mevlâ da âlâ mev-lâdan miras alır. Bu hususta da şu rivayeti delil gösterir: Adamın birisi köle­sini azad ettikten sonra vefat etti ve azad ettiği kimseden başkasını da geri­ye bırakmadı. [22] Bunun üzerine Rasûlullah (sav), onun. mirasını azad edile­ne verdi. Tahavî der ki: Bu hadis ile tearuz eden bir şey yoktur. O halde bu hadis gereğince hüküm vermek gerekir. Diğer taraftan bizler, köleyi azad ede­ni, azad ettiği köleyi var eden (varlığına sebep olan) bir kimse gibi kabul eder­sek, o takdirde onun bu durumu babanın durumuna benzer, Mevlây-ı esfe-lin (yani azad edilen kölenin) durumu da oğlun durumuna benzer. Bu da mi­rasta aralarında eşitliği gerektirir. Ve aslolan da aradaki bir ilişkinin genel kap­samlı olarak görülmesidir. Haberde de: "Bir kavmin mevlâsı (azadlısı) onlar­dandı/" [23] denilmektedir.

Buna muhalefet eden cumhur ise şöyle der: Miras akrabalık bağını gerektirir. Ortada akrabalık diye bir şey yoktur. Şu kadar var ki, bizler azad ede­ne miras verileceğini, onun azad ettiği kimseye bir ihsanda bulunmasından dolayı kabul etmiş bulunuyoruz. Böyle bir durum ise, mevlây-ı esfel olan (azad edilen) hakkında sözkonusu edilemez. Oğula gelince, babasının ha­lefi ve onun yerini tutan kişi olması, bütün insanlar arasında öncelikle onun hakkında sözkonusudur. Azad edilen kimse ise, kendisini azad eden kişinin yerine geçme selahiyetınde değildir. Çünkü, azad eden kişi, ona ihsanda bu­lunmuştur- Şeriat da onu, azad edilen kölesinin mirasında daha bir hak sa­hibi kılmak suretiyle ona mukabelede bulunmuştur. Bu husus ise, mevlây-ı esfelde sözkonusu olamaz. Böylelikle ikisi arasındaki fark ortaya çıkmakta­dır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [24]

 

4- Kıraat Farkları:

 

Yüce Allah'ın: Yeminlerimizin bağladığı kimsele­re..." buyruğunu Ali b. Kebşe, Hamza'dan çoğul ifade etmek üzere "kâf" har­fini şeddeli olarak; çokça bağladığı" diye okumuştur. Şu kadar var-ki, Hamze'den meşhur olan kıraat "kâf" harfi şeddesiz olarak Yeminlerinizin bağladığı" diye okuduğudur. Aynı zamanda bu Asıtn'ın ve el-Kisaî:nin de kıraatidir. Bu ise uzak bir kıraattir. Çünkü muakade (akidleş-me) ancak iki ve daha çok kişi tarafından yapılır. Bunun da babı (fala) (mu-fâla) dır. Ebu Cafer en-Nehhas der ki: Hamza'run kıraati, Arapça açısından bir parça kapalı olsa da, biraz kaideleri zorlamaktadır.

Bu okuyuşa göre ifadenin takdiri: Yeminlerinizin kendileriyle antlaşma akdettiği kimseler" demek olup, iki mef ule geçiş yap­mış (teaddi etmiş)dir. Bu da: Yeminlerinizin kendile­ri lehine antlaşma akdettiği kimseler" takdirindedir.

Bu ise, Allah'ın: Onlara ölçü ile...verdiklerinde" (el-Mutaffifin, 83/3) buyruğunda olduğu gibidir. Anlamı: Onlara ölçü ile verdik­lerinde" takdirinde olup» ikinci mef'ul hazf edilmiştir.Sana ölçtüm" denilince  Sana bundan ölçtüm" demektir.

ÇÂyet-i kerimede) birinci (yani kendilerine akid yaptığınız kimseler anla­mını ifade eden) mef 1ûlün hazfedilmiş olması, sıla cümlesine bitişik oluşun­dan dolayıdır. [25]

 

5- Ahidlerinize Bağlı Kalınız:

 

Yüce Allah'ın: "Allah, herşeye şâhid olandır" buyruğu Allah, sizin onlar­la yaptığorz akidlere şahiddir ve O, akidlere tamı tamına bağlı kalmayı se­ver demektir. [26]

 

34. Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler (kavvâmdırlar)* Bu , Allah'ın bazılarını bazılarına üstün kılmış olmasından ve erkek­lerin mallarından intak etmelerinden dolayı böyledir. İyi kadın­lar itaatli olan ve Allah'ın korumasıyla kendileri de gizli olanı koruyanlardır. Serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin; kendilerini yataklarında yalnız bırakın; (nihayet) dö­vün. Eğer size İtaat ederlerse, artık aleyhlerine yol aramayın. Şüphe yok ki Allah, çok yücedir, çok büyüktür.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler" buyruğu müb-tedâ ve haberdir. Yani erkeklert kadınların nafakalarını sağlar, onları gereği gibi korur ve himaye ederler. Aynı şekilde yöneticiler, ümerâ ve gazaya çı­kanlar da erkekler arasından çıkar. Kadınlar hakkında bu durum sözkonusu değildir.: Kavvam ve Kayyım (yönetici ve işleri çekip çeviren) ifa­deleri aynı anlamda kullanılır.

Ayeti kerime, Sâ'd b, er-Rabr hakkında nazil olmuştur. Hanımı, Zeyd b. Ha­rice b.'Ebi Züheyr kızı olan Habibe, ona karşı serkeşlik etmiş, o da ona bir tokat atmıştı. Babası ise şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, kızımı ben onun ni­kâhı altına verdim, o da kalktı, onu tokatladı. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber: "Kocasına kısas yapsın" diye buyurdu. Kocasına kısas yapmak üzere ba­basıyla geri dönüp gidince, Hz. Peygamber: "Geri dönün. İşte Cebrail bana gelmiş bulunuyor" dedi. Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Biz bir iş murad ettik, Allah da ondan başkasım murad etti" Bir diğer rivayette ise: "Ben bir iş diledim. Allah'ın dile­diği ise, hayırlı olandır" diye buyurdu. Ve verdiği birinci hükmü bozdu.[27]

Şöyle de denilmiştir: İşte bu red olunan hüküm hakkında yüce Allah'ın: "Sa­na o Kurân'ın vahyi tamamen ulaştırılmazdan önce de, onu (.okumakta) acele etme" (Tâ-Hâ, 20/114) buyruğunun nazil olduğu da söylenmiştir. İsmail b. tshak şunu zikreder:

Bize Haccac b, el-Minhâl ile Âlim b. el-Fadl -ki lafız el-Haccac'ındır- an­lattı dedi ki; Bize Cerir b. Hazini anlattı, dedi ki: Ben el-Hasen'i şöyle der­ken dinledim: Bir kadın Peygamber (sav)'e gelip şöyle dedi: Kocam yüzü­me bir tokat vurdu, Hz. Peygamber: "O takdirde ona kısas uygulamam ge­rekir1' diye buyurunca, yüce AHah: "Sana o Kuranın vahyi tamamen ulaş-tmlmazdan önce onu (okumakta) acele etme." (Tâ-Hâ, 20/114} ayetini indir­di Peygamber (sav) da: "Erkekler, kadınlar üzerine yöneticidirler" ayeti nazil oluncaya kadar hüküm vermemişti.[28]

Ebû Ravk der ki: Bu âyet-i kerime, Ubey kızı Cemile ile kocası olan Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında nazil olmuştur. El-Kelbv de der ki: Bu âyet-i ke­rime, Muhammed b, Meslerne'nin kuzı Âmira ile onun kocası Sa'd b. er-Rabî hakkında nazil olmuştur. Bu âyetin nüzul sebebinin daha önce nakletti­ğimiz Um Seleme'nin sözü olduğu da söylenmiştir.[29]

Bu durumda, ayetlerin İfade düzeni ve aralarındaki ilişki şöyle açıklana­bilir: Kadınlar, miras hususunda erkeklerin üstün kılınışından sözetmeleri üze­rine: "Allahın kendisiyle kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni et­meyin" (en-Nisa, 4/32) âyeti nazil oldu. Daha sonra yüce Allah, erkekleri mi­ras hususunda kadınlara üstün kılmasının, erkeklerin mehir vermek ve ka-dmların nafakasını, sağlamak yükümlülükleri dolayısıyla olduğunu beyan et­mekledir. Diğer taraftan erkeklerin bu şekilde üstün kılınmalarının faydası, neticede kadınlara racidir.

Şöyle de denilmektedir: Erkeklerin aklî olgunluk ve idarecelik bakımından bir üstünlükleri vardır. İşte bundan dolay] kadınlar üzerinde yöneticilik hakkı erkeklere verilmiştir. Yine denildiğine göre erkeklerin, kadınlarda bulunmayan bir şekilde ruhi bakımdan ve karakter itibariyle bir üstünlükle­ri vardır.

Çünkü erkeklerin karakterinde (tabiatında) hararet ve kuruluk baskın ol­duğundan dolayı, erkekte bir kuvvet ve bir çetinlik bulunur. Kadınların ka­rakterinde ise baskın olan, nemlilik ve soğukluktur, O bakımdan, yumuşaklık ve zayıflık anlamındaki hususlar karakterlerinde yer eder, [30] Bu bakım­dan, erkeklere, kadınlar üzerinde kıyam (yöneticilik, işlerini görüp gözetme) hakkı verilmiştir. Yüce Allah'ın: "Mallarından infak etmelerinden dolayı da böyledir" buyruğu dolayısıyla da bu hak onlara verilmiştir. [31]

 

2- Erkeklerin Hanımlarını Te'dip Hakkı ve Sınırı:

 

Bu âyet-i kerime, erkeklerin hanımlarını te'dip edebileceklerine delildir. Kadın kocasının haklarını koruduğu takdirde, erkeğin, hanımı ile kötü ge­çinmemesi gerekir.

"Kavvâm" ifadesi, fa'âl vezninde mübalağa ifade eden bir kelime olup, bir şey üzerinde durmak, onu gözetmek, bütün gayreti ile onu korumak, ona ne­zaret etmek anlamındadır. Erkeklerin kadınlar üzerinde kaim olmaları, işte bu çerçeve içerisindedir. Erkeğin, kadının işlerini çekip çevirmesi, onu te'dip etmesi, evinde tutması, onu (gereksiz yere) dışarı çıkmaktan alıkoy­ması ile olur. Kadının da kocasına itaat etmesi ve masiyet olmadığı sürece em­rini kabul etmesi görevidir. Buna gerekçe olacak fazilet, nafakayı karşılama yükümlülüğü, akıl, cihad, miras, emr-i bilmaruf ve nehy-î anılmünker husus­larında daha güçlü oluşu olarak gösterilmiştir. Bazıları sakallı oluşu da üs­tünlükte gözönünde bulundurmuş ise de, bunun hiç bir kıymeti yoktur. Çün­kü, bir kimsede sakal bulunmakla, sözünü ettiğimiz hususların hiçbirisi bu­lunmayabilir. el-Bakara Sûresi'nde bu kanaati reddeden açıklamalar (2/ 228. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [32]

 

3. Erkek Karısının Nafakasını Sağlayamazsa, Kadının Nikâhı Feshetme Hakkı Doğar mı?

 

İlim adamları, yüce Allah'ın: "Mallarından intak etmelerinden dolayı böy­ledir* buyruğundan şunu anlamışlardır: Koca, hanımıma nafakasını vermek­ten acze düşerse, artık onun üzerinde yönecici (kavvâm) olamaz. Onun üzerinde kavvâm olamayacak olursa, o takdirde kadın, bu nikâh akdini feshetmek hakkına sahip olur. Çünkü kendisinden dolayı nikahın meşru kı­lındığı maksat ortadan kalkmıştır. İşte bu bakımdan da, nafakayı ve kadının giyimini sağlamak hususunda zorlanması halinde, nikahın feshedilmesinin sa­bit olduğuna açık bir delalet vardır. Bu, Mâliki ve Şafiî'nin de görüşüdür.

Ebu Hanife ise, nikah fesli olmaz demiştir. Buna sebep ise, yüce Allah'ın: "Eğer o darlık içindeyse, geniş bir zamana kadar mühlet veriniz' (el-Bakara, 2/280) buyruğudur. Buna dair açıklamalar yine bu sûrede de önceden geç­miş bulunmaktadır. [33]

 

4- İyi Kadınların Bazı Özellikleri:

 

Yüce Allah'm: "İyi kadınlar, itaatli olan ve Allah'ın korumasıyla kendi­leri de gizli olanı koruyanlardır" buyruğunda iyi kadınların durumu haber verilmektedir. Bundan maksat ise, kocaya itaati ve malında kocasının hazır olmaması halinde, kadının kendi nefsinde kocanın hakkım yerine getirme­yi ennr etmektir. Ebu Davud et-Tayalisî'nin Müsned'inde, Ebu Hureyre (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kadınların hayırlısı, kendisine baktığın, zaman seni sevindiren, emir verdi­ğin zaman sana itaat eden, yanında hazır olmadığın takdirde de kendi nef­sinde ve senin malında seni (haklarını) koruyan kadındır." Daha sonra şu: "Er­kekler, kadınlar üzerine yöneticidirler..." ayetini sonuna kadar okudu.[34]

Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e şöyle demiştir: "Kişinin en hayırlı hazinesinin ne olduğunu sana bildireyim mi? O, saliha kadındır. Kocası ona baktığında onu sevindirir. Ona emrettiğinde ona itaat eder, yanında hazır bulunmadığın­da da onu korur." Bu hadisi de Ebu Dâvud rivayet etmiştir [35]

İbn Mes'ud'un mushafında îyi kadınlar itaat-lı olan... koruyanlardır" buyruğu  şeklindedir. Bu şekil­deki bir çoğul kalıbı ise, dişilere has bir kalıptır. İbn Cinnî der ki: Cem'i tek­sir (yani îbn Mes'ud'un Mushaf'ında kine uygun çoğul) mana itibari ile daha uygun bir lafız görünmektedir. Çünkü bu çoğul şekli, çokluk anlamım ver-mektedirki, burada maksat olarak gözetilen de odur.

Allah'ın koruması ile" buyruğundaki "mâ" edatı mastar ma­nasını veren "ma"dır. Yüce Allah'ın kendilerini koruması sebebiyle... demektir- Bunun; Ki o; anlamında olması da doğru bir mana olur. O takdir­de,

Allah'ın koruduğu" kelimesindeki ait zamir nasb zamiri olur. (Ya­ni Allah'ın kendisini koruması ile.,, anlamına gelir).

Ebu Cafer'in kıraatinde lafzatullah mansup olmak üzere Allah'ı (onun hükümlerini) korumasıyla" şeklindedir. en-Nehhas der ki; Ancak lafzatullahın merfu olarak okunması daha açıktır. Yani o kadınlar, Allah'ın ko­ruması, yardımı ve doğrultması sayesinde kocalarının hazır olmamaları ha­linde, kocalarının haklarını koruyanlardır, anlamındadır.

Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah'ın onları mehirleri ve geçimleri konusunda koruması dolayısıyla... Yine bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Allah'ın onlardan korumalarım istediği kocalarına ait emanet­leri yerine getirmeleri sebebiyle...

Lafzatullahın üstün olarak okunmasının anlamına gelince: Onların, Allah'ı yani O'nun emrini yahut dinini korumaları suretiyle demektir. Bu okuyuşun takdiri ile ilgili olarak da: "Onların, Allah'ı (emrini yahut dinî-ni) korumaları sebebiyle" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu şekilde ço­ğulken daha sonra tekil olarak gelmiştir. Nitekim şöyle denilmiştir:

"Başa gelen musibetler onu helak ettiüer)*

Bu okuyuşun anlamı: Allah'ı (dinini) korumak suretiyle… şeklinde oldu­ğu da söylenmiştir. [36]

 

5. Serkeşliğin ve Ondan Endişe Etmenin Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Serkeşliklerinden endişe ettiğnlz kadınlara.-7" buyruğun­da geçen O kadınlar, O kadın, kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir, İbn Abbas der ki; "Endi§e ettiğiniz, korktuğunuz" buyruğu burada bildiğiniz ve kat'i olarak İnandığınız anlamın­dadır. Bu kelimenin asıl anlamı üzere kullanıldığı da söylenmiştir en-Nüşûz (mealde: serkeşlik etmek) kelimesi, isyan etmek demektir. Yeryüzünün tüm­sekçe yeri demek olan den alınmıştır.

Bir kimse, oturur iken kalkıp ayakta durursa; denilir.

Yüce Allah'ın: "Kalkın denildiğinde de kalkıveritı ki..." (el-Mücâdele, 58/11) buyruğundaki "kalkmak" da buradan gelmektedir. Ya­ni savaşa, yahut yüce Allah'ın emirlerinden herhangi bir emir için kalkın, de­mektir. Âyet-i kerimenin anlamı ise: Allah'ın kendilerine farz kıldığı kocaya itaat hususunda isyan etmelerinden, serkeşlik edip kabarmalarından korktu­ğunuz kadınlar, demektir.

Ebu Mansur el-Lüğavî der ki: Nüşûz, eşlerden her birisinin ötekinden hoşlanmaması demektir. Burada "ze" harfi yerine "sad" harfi geldiği takdir­de, o zaman geçimi kötü olan kadın hakkında kullanılan bir fiil olur. İbn Fa-ris der ki: Kadının nüşûz etmesi, kocasına karşı sert ve zorlu bir hal alması demektir Erkeğin nüşûz etmesi ise^ karısını dövmesi ve ona ağır davranma­sı, ondan uzak durması demektir.

îbn Cüreyc der ki, bu fiilin kadın hakkında kullanılıp, son harfinin "ze" ol­ması da "sad11 olması da aynı anlamı ifade der. [37]

 

6- Öğüt Vermek;

 

"Öğüt verin" buyruğundan kasıt, Allah'ın Kitabı ile onlara öğüt verin, de­mektir. Yani onlara, Allah'ın kendileri için vacib kılmış olduğu güzel arka­daşlık, koca ile güzel geçimi hatırlatın, kocasının, kendisi üzerindeki üstün­lüğünü itiraf etmesi gerektiğini hatırlatın. Öğüt verirken ayrıca der ki: Pey­gamber (sav) buyurdu ki: "Herhangi bir kimseye secde etmesini emredecek olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emr ederdim."; [38] "Kadın, deve sırtında olsa dahi, kendisini kocasından uzak tutamaz"; [39] "Herhangi bir ka­dın, kocasının yarağından ayrı olarak geceyi geçirecek olsa, sabahı edince­ye kadar melekler ona lanet eder." [40] Bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Geri dönünceye ve elini kocasının eline koyuncayy. kadar..." diye buyurmak­tadır. Bu ve buna benzer buyrukları hatırlatarak (ona öğül verir). [41]

 

7.  Te'dip Kastıyla Kadınları Yataklarında Yalnız Bırakmak:

 

Yüce Allah'ın: "Kendilerini yataklarında yalnız bırakın" buyruğuna ge­lince, "yataklarda" anlamına gelen  kelimesini İbn Mes'ud, en-Nehaî ve başkaları tekil olarak Yatakta" diye oku muş t ardır. Adeta bunu çoğul anlamını da ifade eden cins ismi gibi kabul etmişlerdir.

Yatakta terk etmek (hecr) ise, onunla birlikte yatıp, cima etmeksizin ona sırtını dönmesi demektir. Bu açıklama İbn Abbas ve başkalarından nakledil­miştir. Mücahid der ki: Onlarla yattığınız yerler arasında bir mesafe bulun­sun. Bu açıklamaya göre, ifadede hazfedilmiş bir sözün varlığı kabul edilir Bunu da., uzaklık anlamına gelen hecr etmekten “”6 onlardan uzak du­run ifadesi desteklemektedir. Onu hecr etti, ondan uzaklaştı, ondan Hak düş­tü anlamındadır. Kadından uzak durmak İse, ancak onunla birlikte yatmayı terketmekle mümkün olur. Bu anlamdaki bir açıklamayı, ibrahim en-Kehaî, eş-Şa'bî, Katâde ve Hasan-ı Basrî de yapmış olup, İbn Vehb ve Îbnü'l-Kasım da bunu Mâlik'ten rivayet etmiştir. İbnü'NArabî de bunu tercih edip şöyle de­miştir: Bunlar buradaki emri maksadı daha çok gerçekleştirecek olan mana­ya hamletmişierdir. Bu da: Allah yolunda ondan uzak dur, demene benzer. İmam Mâük'in kabul ettiği asıl da budur,

Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Koca, kadının yatağından yüz çevirecek olursa, kadın kocasmı seven birisi ise, bu ona ağır gelir ve doğru yola dö­ner. Şayet ona buğzeden birisi ise, böylece kadımn serkeşliği açıkça ortaya çıkar. Böylelikle serkeşliğin ondan olduğu da netlik kazanmış olur.

Buradaki lin çirkin söz demek olan "el-hucr" den geldiği de söy­lenmiştir. Yani onlara sert ve kaba söyleyiniz, bununla birlikte cima ve baş­ka maksatla onlarla beraber yatınız- Bu anlamda açıklamayı Süfyan yapmış­tır, İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Yani siz, onları evlerinde sağlamca bağlayınız. Bu da hicâr diye bilinen devenin kendisiyle bağlandığı ip olan ip ile "deveyi hecr etmek" tabirinden alınmış bir açıklamadır. Bu, Taberînin tercihidir. Taberî, bu tercihi yapmakla birlikte, diğer görüşleri de tenkid etmektedir. Ancak onun bu açıklaması tartışılır bir açıklamadır, Nitekim, Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî de, Ahkâmu.'1-Kur'ân adlı eserinde bu görüşünü reddederek şunİan söyle­mektedir: Kur'ân ve sünneti çok iyt bilen bir alimin nasıl bir tökezlem esidir ki bu? Onu, böyle bir açıklamaya iten ise, İbn Vehb'in, Mâlik'ten rivayet et­tiği garip bir hadis-i şeriftir. Buna göre, Ebu Bekr es-Sıddık'in kızı ve ez-Zü-beyr b. el-Avvâm'm hanımı Esma, evinden dışarı çıkar gezerdi.

Nihayet bu hususta ona serzenişlerde bulunuldu. O da, hem kendisine hem de diğer kumasına serzenişte bulundu. Birinin saçını diğerine bağladıktan son­ra onlan ağır bir şekilde dövdü. Öbür kuması kendisini daha iyi koruyorken, Esma, kendisini korumadığından darbeler daha çok ona isabet ediyordu. Es­ma bu durumundan babası Ebu Bekr (r.a)'a şikayette bulundu. Babası ana şöyle dedi: Kızcağızım sabret. Çünkü Zübeyr salih bir insandır. Belki cennet­te senin eşin olur. Bana ulaştığına göre, bir koca evlendiği ilk hanım ile cen­nette de evlenir. Taberî burdan hareketle, bir taraftan lafzın bu manaya muh­temel olması, diğer taraftarı da ez-Zübeyr'in bu davranışı dolayısıyla bağla­yıp düğümleme anlamına geldiği görüşünü ortaya attı ve böyle bir açıklama­da bulundu.

İlim adamlanna göre, kadından bu şekilde uzak durmanın azami süresi bir aydır. Nitekim Peygamber (sav) da Hz. Hafsaya bir sır söyleyip, Hz. Âişe de bunu açığa çıkarıp her ikisi de Hz. Peygamberin aleyhine birbirine yardıma koyulunca böyle yapmıştı. [42] Bununla birlikte Allah'ın, îlâ yapan (hanımın­dan uzak kalacağına yemin edenj bir kimse için mazeret olarak belirlediği dört aylık süreye kadar bu işi uzatmaz. [43]

 

8. Ve, Nihayet Dövmek:

 

Yüce Allah'ın: "(Nihayet.) onları dövün" buyruğuna gelince, Allah, kadın­lara önce öğüt vermekle İşe başlanılmasını, sonra onlardan uzak durmayı em­retti. Şayet bunlar fayda vermeyecek olurlarsa, o takdirde dövmeye başvu­rulur. Çünkü kadını, yola getirecek ve kocasının hakkını ödemeye itecek olan odur. Bu âyet-i kerimede dövmek, etki ve iz bırakmayan, te'dip yollu döv­mektir. Bu daf bir kemiğini kırmayan, herhangi bir uzvunu çirkinleştirmeyen dövmedir. Dürtmek ve benzeri şekillerdir. Çünkü bundan maksat salâhtır. Baş­ka birşey değildir. Helak olma sonucunu verecek bir dövme hiç şüphesiz taz­minatı gerektirir. Kur'ân-ı Kerim öğretmek ve te'dip etmek kastıyla, oğlunu te'dip edenin dövmesi hakkında da bunlar söylenebilir. Müslim'in Sahih'in-deki rivayete göre Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü sizler onlan Allah'ın emaneti ile aldınız. Allah'ın adı İle onların ferden size helal oldu. Sizin onlar üzerindeki hakkı­nız, hoşlanmadığınız herhangi bir kimseye yataklannızı çiğnetmemeleridir Eğer böyle birşey yapacak olurlarsa, iz bırakmayacak şekilde onları dövünüz." [44]

Bu hadisi Müslim, Hz. Cabir'in hacc ile ilgili uzunca hadisi arasında nak-letmiştir. Anlamı şudur: Onlarf gerek akrabalarınızdan, gerek yabancı kadın­lardan hoşlanmadığınız herhangi bir kimseyi evlerinize almamalıdırlar, işte Tirmizînin rivayet edip sahih olduğunu belirttiği A*nr b. el-Ahvas yoluyla ge­len hadis de buna göre yorumlanır. Amr b. el-Ahvas, Veda Haccında, Rasûlul-lah ile birlikte bulunmuştu. Hz, Peygamber, Allah'a hamdu sena etti ve öğütler verip nasihatiarda bulunduktan sonra şöyle buyurdu: "Şu hususa da dikkatinizi çekerim. Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz. Çün­kü onlar, sizin yanınızda esir gibidirler. Siz onlar üzerinde bundan başka bir şeye sahip değilsiniz. Apaçık bir hayasızlık yapmış olmaları hali müstesna. Böyle bir şey yapacak olurlarsa, yataklarda onlardan uzak durunuz ve on­ları î.z bırakmayacak şekilde dövünüz. Size itaat edecek olurlarsa, onların aleyhlerine bir yol aramayınız. Şunu bilin ki, sizin kadınlarınız üzerinde hak­larınız vardır. Kadınlarınızın da sizin üzerinizde bir hakkı vardır. Sizin kadın­larınız üzerindeki hakkınız: Hoşlanmadığınız kimselere yataklarınızı çiğ­netmemeleri ve evlerinizde hoşlanmadığınız kimselere izin vermemeleridir. Onların sizin üzerinizdeki haklarına gelince: Giyimlerinde ve yiyeceklerinde onlara iyilikte bulunmamzdır." Tirmizî dedi ki: Bu basen, sahih bir hadistir.[45]

Hz. Peygamber'în; "Apaçık bir hayasızlık buyruğuyla anlatmak istediği: Kocalarının hoşlanmayıp buğz ettikleri kimseleri evlerine almamaları demek­tir. Yoksa bundan kasıt zina etmeleri değildir. Çünkü zina haramdır ve bun­dan dolayı had gerekir.

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Maruf olan bir hususta size ita­atsizlik ederlerse kadınları, iz bırakmayacak bir şekilde dövünüz.[46]

Ata (b. Ebi Rebâh) da der ki: İbn Abbas'a şöyle dedim: İz bırakmayan mek ne demektir. O da, misvak ve benzeri şeyle dövmektir dedi. Yine riva­yet edildiğine göre, Ömer (r.a) hanımını dövmüş, bundan dolayı kınanma­sı üzerine şöyle demişti; Ben Rasulullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Erkeğe hanımını neden dövdüğü sorulmaz.[47]

 

9- İtaat Edenler Aleyhine Yol Yoktur;

 

Yüce Allah'ın: "Eğer sîze itaat ederlerse" yani serkeşlik etmekten vazge­çer, terkederlerse "artık aleyhlerinde yol aramayın" yani, söz veya iîüle on­lara karşs cinayet işlemeyin. İşte bu, onlar üzerinde üstün oluşun vurgulan­masından, te'dip edilmeleri için imkân verilmesinden sonra kadınlara zulmü yasaklayan bir buyruktur. Bunun; onların sizleri sevmeleri için onları mükel­lef tutmayın. Çünkü bu onların elinde olan birşey değildir anlamına geldiği de söylenmiştir. [48]

 

10- Çok Yüce ve Çok Büyük Olan Allah:

 

Yüce Allah; "Şüphe yokJd Allah çok yücedir, çok büyüktür" buyruğu ile, işaret yoluyla kocalara alçak gönüllü olmalarını, yumuşak davranmalarını em­retmektedir. Yani sizler, o kadınlara güç yetiriyor olsanız dahi, Allah'ın kud­retini hatırlayınız: Çünkü O'nun kudret elir her kişinin gücü üzerindedir. O bakımdan herhangi bir kimse, hanımına karşı üstünlük taslamaya kalkışma­sın. Allah, onu görüp gözetmektedir. İşte bundan dolayı, burada yüce Allah'ın, yücelik ve büyüklükle vasfedilmesi gayet güzel düşmüştür. [49]

 

11. Kadının Serkeşliği Dolayısıyla Kullanılabilecek Haklar:

 

Bu husus böylece sabit olduğuna göre, şunu bil ki: Aziz ve celil Allah, Kitab-ı Keriminde açıktan açığa dövmeyi yalnız burada ve bir de büyük had­leri gerektiren suçlarda emretmiştir. Böylelikle onlann, kocalarına olan ma-siyetleri ile büyük günahlar işlemekle onaya çıkan masiyeti eşit tutmuş gi­bidir. Bu konuda da imamlara (İslam devletinin yetkililerine) değil de göre­vi ve yetkiyi kocalara vermiştir. Yüce Allah'ın kadınları kocalara emanet ola­rak vermesi, bu konuda kocalara güvenmesi sebebiyle de sahi d ve beyyineye gerek kalmaksızın; hakimlere değil de kocalara bu yetkiyi vermiştir.

el-Mühetleb der ki: KadınSann cima hususunda kocalarından imtina etmeleri dolayısıyla kadınlan dövmeyi caiz kılmıştır. Ancak hizmette bulunmaması halin­de kadının dövülmesinin vücubu hususunda ihtilâf edilmiştir. Kıyasa göre, cima hususunda İmtina etmesi halinde dövmek caiz ise, kocanın kadın üzerindeki hak­kı olan maruf ile hizmet dolayısıyla da dövmesini vacib kılmaktadır.

İbn Huveyzimendâd der ki: Serkeşlik etmek, nafaka hakkını da evlilik do layısıyla sahip olduğu bücün haklan da ortadan kaldırır. Serkeşlik gösterme­si halinde kocanın iz bırakmayacak şekilde te'dip edici bir surette serkeşli­ğinden vazgeçinceye kadar dövmesi, Öğüt vermesi, yatağından ayrı durma­sı caizdir. Serkeşlikten dönecek olursa, bütün haklan da geriye döner. Aynı şekilde, te'dibin gerektirdiği herbir davranış da böyledir Kocanın karısını te'di-bi caizdir. Bununla birlikte üstün bir kadının ie'dibİ ile aşağılık birisinin te'di-binde durum farklıdır. Üstün kadının te'dibi kınamaktır. Aşağılık kadının te'di-bi ise kırbaçtır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur; "Kamçısını asıp da aile halkını te'dip edene Allah rahmet buyursun." [50] Yine şöyle buyurmuş­tur: "Şüphesiz Ebû Cehm omuzundan asasını bırakmıyan bir kişidir," [51]

Beşşar da şöyle demektedir:

"Hür olan kimse kınanır, sopa ise kölenin hakkıdır." İbn Dureyd de şöyle demiştir:

"Hür kimseye kınamak, devamlı bir engelleyicidir. Köleyi ise sopadan başka birşey engellemez."

İbnül-Münzir der ki: İlîm ehli baliğ a olmalan halinde bütün hanımların na­fakalarının kocalarına ait olduğu ve bunun vücubunu ittifakla kabul etmiş-lerdir. Bundan tek istisna ise, kocasına karşı serkeşlik eden ve ondan imti­na eden kadındır.

Ebu Ömer (İbn, Abdi'1-Berr) der ki: Gerdeğe girişinden sonra karısı ken­disine karşı serkeşlik eden üzerinden, hamile olması hali müstesna, karısı­nın nafakası sakıt olur. Şu kadar var ki, serkeşlik eden kadının nafakası hu­susunda İbnü'l-Kasım, f'ukaha topluluğuna muhalefet ederek onun da nafa­kasının vacib olduğunu kabul etmiştir Serkeşlik eden kadın, kocasına itaat­le dönecek olursa, bundan sonra o kadının nafakası kocasına vacib olur. Ser­keşlik dışında hiçbir sebep dolayısıyla, kadının, kocası üzerindeki nafaka hak­kı sakıt olmaz, Hastalık olsun, ay hali olsun, lohusalık olsun, oruç, hac, ko­casının yanında bulunmaması, sözünü ettiğimiz hususların dışında, haklı ya da haksız kocasının ondan uzak durması gibi bütün haklerde kadının koca­sı üzerindeki nafakası sakıt olmaz.[52]

 

35. Eğer aralarınım açılmasından korkar s anı/, o vakit, erkeğin ak­rabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Her ikisi de aralarının düzelmesini isterlerse, Allah da araları­nı bulur. Şüphesiz ki Allah, herşeyî bilendir, herşeyden haber­dardır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1- Aralarının Açılmasından Korkutursa:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer aralarının açılmasından korkarsanı/" buyruğunda yer alan "açılmak ve ayrılmak" anlamına gelen "şîkak^m manası ile ilgili açık­lamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/74. ayet üe 137- âyetlerde) geç­miş bulunmakladır. Sanki eşlerden herbiri.si, ötekinin yer almadığı bir tarai-îa bulunuyor ve o yöne çekiyor gibi bir anlam ifade etmektedir, ikisinin ara­yı nda  bir ayrılığın varlığından korkarsanız, demektir.

Burada mastar zarfa izafe edilmiştir: Ayın aydınlattığı bir gecede yürümek ve arafe günü oruç tutmak hoşuma gider" gibi. Âyet-i kerimede de: Geceleyin ve gündüzün hilekârlı­ğınız..." (Sebe, 34/33) diye buyurulmaktadn-.

Şöyle de denilmiştir: "Arasında" kelimesi isim gibi kullanılmış ve ondaki zarf anlamı izale edilmiştir. Çünkü burada maksat onların durumları ve bir­birleriyle geçimleridir. Yani eğer sizler onların geçimlerinin ve arkadaşlıkla­rının arasında bîr uzaklık girdiğinden korkarsanız, "hîr hakem gönderin*1 an­lamındadır.

Buradaki "korkardanız" buyruğu ile ilgili görüş ayrılıklarına dair açıkla­malar da daha önceden (en-Nisâ, 4/2. ayet, L başlıkta) geçmiş bulunmak­tadır. Said b, Cübeyr der ki: Konu ile ilgili hüküm, önce ona öğüt vermesi­dir. Eğer kabili ederse mesele yok, değilse yatağından ayrılır. Bu sefer kabul ederse eder, aksi takdirde onu döver. Bundan sonra kabul ederse mesele yok, aksi takdirde hakim, kocanın ailesinden bir hakem, hanımın ailesinden bir hakem gönderir Ve onlar da zararın hangi taraftan geldiğini tetkik ederler. İşte bu durumda hul' denilen ayrılma şekli ortaya çıkar.

Şöyle de denilmiştir: Koca öğüt vermeden önce de dövmek hakkına sahip­tir. Ancak bu hususun, âyet-i kerimede tertip ile zikredilişi dolayısıyla birin­ci görüş daha sahihtir. [53]

 

2. Muhatapların Kimlikleri:

 

İlim adamlarının çoğunluğuna göre, yüce Allah'ın: "Eğer... korkarsam" buyruğuna muhatap olanların yöneticiler, ümerâ ve hakimler olduğu görü­şündedir. Diğer taraftan: "Her ikisi de aralarının düzelmesini isterlerse, Al­lah da aralarını bulur" buyruğunda kast edilenlerin de, İbn Abbas, Müca-hid ve diğerlerinin görüşüne göre, iki hakem olduğu söylenmiştir. Yani eğer her iki hakem aralarının düzelmesini isterlerse, Allah da o eşlerin ara­sını düzeltir. Bundan kastın eşîer olduğu da söylenmiştir. Yani eğer eşler ara­larının düzelmesini ister ve her iki hakeme verdikleri haberlerde doğru söyleyecek olurlarsa, "Allah da aralarını bulur."

Hitabın velilere olduğu da söylenmiştir, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer korkarsanız" yani, eşler arasında bîr aynlığın olduğunu bilirseniz, "o vakit, erkeğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gön­derin." Her iki hakem, ancak kocanın ve kadının akrabalarından olmalıdır. Çünkü bunlai\ karı-kocanın hallerini daha iyi bilirler. Adalet ehli kimseler­den, bakışları sağlam ve tutarlı, fıkhî basireti ve bilgisi olan kimselerden ol­malıdırlar Şayet akrabaları arasında bu ige elverişli kimse bulunmayacak olur­larsa, o vakit, onların dışında adaletli ve bilgili İki kişi gönderilir, Bu da her iki tarafın işi, anlaşılmaz olup kötülüğün hangisinden olduğu bilinmemesi ha Ünde sözkomısudur. Şayet kimin zalim olduğu bilinecek olursa, o vakit, o za­limden karşı tarafın hakkı alınır ve zararı izale etmeye mecbur tutulur.

Şöyle de denilmektedir Kocanm akrabalanndan olan hakem, koca ile baş-başa kaiır ve ona şöyle der; Bana kalbinde olanı bildir. Sen bu kadını sevi­yor musun, sevmiyor musun? Bunu bana söyle ki, ben de senin maksadını bilmiş olayım. Eğer koca: Bu kadına benim ihtiyacım yoktur, sen bana on­dan alabildiğini al ve beni ondan ayır, diyecek olursa, o takdirde serkeşliğin koca tarafından olduğu bilinir. Şayet: Ben onu seviyorum. Malımdan ona is­tediğini al ve beni ondan ayırma diyecek olursa, onun serkeşlik etmediği an­laşılır. Kadın tarafından gönderilen hakem de, kadınla başbaşa kalır ve ona söyle der: Kocanı seviyor musun, sevmiyor musun? Eğer kadın, beni ondan ayır, malımdan ne istiyorsa ona ver diyecek olursa, serkeşliğin kadın tarafın­dan olduğu bilinir. Şayet: Bİ?i birbirimizden ayırma. Fakat onu nafakamı artırmaya, bana iyi davranmaya teşvik et, diyecek olursa, bu sefer serkeşliğin kadın tarafından olmadığı anlaşılır. Her iki hakem de, hangi tarafın serkeşliik ettiğini açıkça anlayacak olursa, o kişiye yönelerek öğüt verirler, azarlar­lar, yaptığından uzak durmasını söylerler. İşte yüce Allah'ın: “O vakit, erke­ğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin" buy­ruğunda anlatılanlar bunlardır. [54]

 

3. Kadınların îtaat ve Serkeşlikleri Halinde Hakemlerin Yetkileri:

 

İÎİm adamları derler ki: Bu âyet-i kerime kadınları aklî bir şekilde taksime tabi tutmuştur. Çünkü kadınlar, ya itaat ederler, ya serkeşlik ederler. Serkeş­liğin sonunda da ya itaate dönüş sözkonusudur, yahut değildir. Eğer birin­ci husus (İtaate dönüş) sözkonusu olursa terkediîirler, Çünkü Nesaî şunu ri­vayet etmiştir: Akîl b. EbîTâlîb, Utbe b. Rabia'nm kızı Fatıma ile evlendi. O, Falıma'nın yanına girdi mi, Fatma; ey Haşimoğulları Allah'a yemin ederim ki, ebediyen kalbim sizi sevmez. Nerde boyunları gümüş ibrikleri andıranlar, bu­runları dudaklarına doğru sarkanlar, nerde Utbe b- Rabia, nerde Şeybe b. Rabia ? derdi. Karısı böyle söylerken, kendisi sesini çıkarmazdı. Nihayet birgün kızgın ve bezgin bîr halde yanına girince, yine karısı ona: Nerde Utbe b. Ra-bia ? deyince, o da: Oraya girdiğinde cehennemde sol tarafında onu görecek­sin. Bunun üzerine elbiselerini üzerine alıp gitti. Hz. Osman'ın yanına var­dı, ona durumu anlattı. O da İbn Abbas ve Muaviye'yi gönderdi. İbn Abbas dedi ki: Ben bunları mutlaka birbirinden ayıracağım. Muaviye: Ben Abdime-nafoğuilarından iki yaşlıyı birbirinden ayırmam dedi, Yanlarına vardıkların­da, üzerlerine kapılarını kapatıp, işlerini düzeltmiş olduklarını gördüler.[55]

Eğer, anlaşmazlık içerisinde olduklarım, başarıîıadıklarını, işlerinin daha da kötüye gittiğini görecek olurlarsa, iki hakem, bütün güçleriyle on tan bir­birleriyle kaynaştırmaya çalarlar. Onlara Allah'ı, beraber geçirdikleri zaman­lan hatırlatırlar. Eğer vazgeçer ve dönerlerse, onları bırakırlar. Şayet başka bir durum sözkonusu olur ve birbirlerinden ayrılmalarını uygun görürlerse, bu sefer onları birbirlerinden ayırırlar. Hakemlerin onları bu şekilde ayırma­sı, karı-koca aleyhine olmak üzere caizdir. Belde hakiminin hükmü buna uy­gun düşsün yahut düşmesin farkeimez. Bu hususta karı-koca onlara ister ve­kalet vermiş olsun, ister vermemiş olsun yine farketmez. Böyle bir durum­daki ayrılık ise bain bir talaktır.

Bir kesim de şöyle demiştir: Koca, bu hususta hakemlere vekâlet verme­diği sürece hakemler, onları birbirlerinden boşayamazlar, Durumu imama (halifeye ya da yetkili kıldığı kimseye) bildirmelidirler. Bu onların şahid ve iki elçi olmaları esasına göredir. Sonra İmam, isterse onları ayırır ve hakeme de ayırmaları emrini verir. Bu Şafiî'nin iki görüşünden birisidir. Kuleliler de bu görüştedir. Aynı damanda bu, Ata'nın, İbn Zeyd'in ve el-Hasen'in de görü­şüdür- Ebu Sevr de böyle demiştir.

Sahih olan birinci görüştür ve hakemlerin vekâlet olmasa bile boşama yet­kisine sahip olduklarıdır. Bu da Mâlik'in, Evzai'nin ve îslıak'ın görüşüdür, Hz. Osman, Ali ve İbn Abbas'tan, eş-Şa'bî ve en-Nehaî'den de bu görüş rivayet edilmiştir. Şafiî'nin görüşü de budur. Çünkü yüce Allah: "Erkeğin akrabasın­dan bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin" diye buyurmak tadLr. Bu da şanı yüce Allah'ın bu iki hakemin vekil ve şahid değil, iki kadı olduklarına dair açık bir nassıdır Vekilin ise şeriatte özel bir ismi ve özel bir anlamı vardır. Hakemin de şeriavte özel bir ismi ve öze! bir anlamı vardır. Şa­nı yüce Allah, bunların her birisinin ne anlama geldiğini açıklamış olduğu­na göre, alim kişi bir tarafa, şâz görüş ortaya atan bir kişinin bile bunların birisinin manasını öteki ile karıştırmaması gerekir.

Dârakutnî, Muhammed b, Sîrîn'den o, Abîde'den, "Eğer aralarının açıl­masından korkar s anız, o vakit erkeğin akrabasından bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin" ayeti hakkında dedi ki: Bir erkek ve bir ka­dın, Hz, Ali'ye, herbirisi ile bir gurup insan bulunduğu halde geldi. Hz- Ali onlara emir verdi. Bu topluluk da erkeğin akrabalarından bir hakem, kadı­nın akrabalarından bir hakem gönderdiler. Hz. Ali iki hakeme şöyle dedi: Va­zifenizin ne olduğunu biliyor musunuz? Eğer onlan, ayırmayı uygun görür­seniz, onları ayıracaksınız. Bu sefer kadın şöyle dedi: Ben lehimde ve aley­himde olanıyla Allah'ın Kitabında olana razıyım. Koca da dedi ki: Ayrılığa ra­zı olmam. Bu sefer Hz. Ali şöyle dedi: Yalan söyledin. Allah'a yemin ederim kadının ikrar edip kabul ettiğinin bir benzerini sen de ikrar edip kabul et­mediğin sürece sana hiçbir fırsat tanımam. [56]

Bu, isnadı sahih ve sabit bir hadis olup, Hz. Ali'den, İbn Sirin'den o, Abi­de yoluyla ve değişik yollarla sabit olarak rivayet edilmiştir. [57] Bunu Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) söylemiştir. Şayet iki hakem vekil yahut şahid olsalardı, Hz. Ali onlara görevinizin ne olduğunu biliyor musunuz demezdi. Bunun yeri­ne: Size hangi hususlarda vekalet verildiğini biliyor musunuz derdi. Bu da gayet açık bir husustur.

Ebu Hanife de, Hz. Ali'nin kocaya söylediği "Kadının razı olduğu şeye sen de razı olmadıkça buradan ayrılamazsın" sözünü delil göstermiştir İşte bu, Ebu Hanife'nin mezhebine göre, onların, kocanın rızası île olmadıkça aynlmayacaklarına delil görülmektedir. Diğer tara İta a, icma ile kabul olunan asıl kaide şu ki, talak, kocanın elinde yahut da kocanın bu yetkiyi verdiği kim­senin elindedir. Mâlik ve ona tabi olanlar ise, devlet yetkilisini, köle ve in-nî'nin (iktidarsızın) aleyhine boşamada bulunması kabilinden kabul etmiş­lerdir. [58]

 

4- Hakemler Arasında Ayrılık Olursa:

 

Eğer iki hakem arasında aynlık görülürse, söyledikleri geçerli olmaz ve gö­rüş birliği halinde kabul ettikleri şey dışında hiçbir sözleri bağlayıcı olmaz. Bir mesele hakkında hüküm veren iki hakem hakkında durum böyledir. On­lardan birisi ayrılığa hüküm verse, diğeri de buna hüküm vermeyecek olsa, yahut onlardan birisi belli bir mal ödenmesi hükmünü verse, diğeri bunu ka­bul etmese, ikisi de ittifak etmedikleri sürece, her iki hüküm de birşey ifa­de etmez.

Mâlik, üç Ealak ile karı-koca'yı boşayan iki hakemin durumu hakkında şöy­le demektedir: Bu üç talaktan birisi bağlayıcıdır. Onların tek bâin bir talak­tan daha fazlasıyla ayırma yetkileri yoktur. Bu İbnü'l-Kasım'ın da görüşüdür.

Yine İbnü'l-Kasım der ki: Eğer bu hususta iki hakem görüş birliğine varır­larsa, üç talâk da bağlayıcı olur. el-Muğire, Eşlıeb, İbn Mâcişûn ve Esbağ da bu görüştedir. tbnu'l Mewâz der ki: Hakemlerden birisi bir talak, diğeri üç talak hükmünü verecek olursa , bir Ealak s özk onu su dur. İbn Habib de Es-bağ'dan bunun bir değer ifade etmeyeceğini nakletmektedir. [59]

 

5- Tek Bir Hakem Yeterli midir?

 

Tek bir hakem göndermek yeterlidir. Çünkü yüce Allah, zina hususunda dört şahid ile hüküm verdiği halde, Peygamber (sav) zina eden kadına yal­nızca Uneys'i göndermiş ve ona: "Kadın zina ettiğini itiraf ederse, onu rec-met! demişti." [60] Abdulmelik de el-Müdevuene'de böyle demiştir.

Derim ki: Tek kişinin hakem olarak gönderilmesi caiz olduğuna göre, eş­ler bir kişiyi hakem kabul edecek olurlarsa bu da yeterlidir. Hatta, her iki­sinin buna razı olmaları halinde bunun caiz olması öncelikle söz konu su dur,

Yüce Allah, hakemleri gönderme hususunda eşleri değil de onların dışın­da kalanları muhatap almıştır. O halde, eşlerin kendileri iki hakem gönde­rip her ikisi hüküm verecek olurlarsa hakemlerin hükmü geçerli olur. Çün­kü bize göre tahkim (hakem kabul etmek) caizdir. Hakemlik uygulaması her meselede geçerlidir. Ancak bu, hakemlerin herbirisinin başlı başına adil olmaları halinde böyledir. Eğer hakem adil değilse, Abdulmelik: Hakemin hükmünün nakzolacağını (bozulacağını) söylemektedir, Çünkü bunlar ken­dilerini aşan. bir işe kalkışmışlardır.

İbni’l-Arabî der ki: Sahih olan adil hakemin vereceği hükmün geçerli ola­cağıdır. Eğer bu şekilde bîr hakem tayin etme bir vekalet verme ise, bilindi­ği gibi vekilin fiili geçerlidir. Eğer bir tahkim ise, onlar o hakemi kendilik­lerinden Öne geçirmiş oluyorlar, Vekâlet verme hususunda etkili olmadığı gi­bi, ğarann bunda da herhangi bir etkisi olmaz. Diğer taraftan yargı mesele­leri tümüyle ğarara (aldanma, hata yapma, kandırılma risk ve ihtimali) daya­lıdır, Mahkûmun aleyhine hükmün kendi için ne gibi sonuçlar getireceğini bilmesi bu konuda gerekli değildir.

(Devamla) İbnü'l-Arabi der ki: İki hakem tayini meselesini yüce AİSah açık hükme (nassa) bağlamıştır. Ve eşler arasında herhangi bir ayrılığın yahut an­laşmazlığın ortaya çıkması halinde hükmün bu şekilde olacağını bildirmiş­tir. Bu ise, ümmetin hakem göndermek hususunda bunun asıl dayanağı teşki) ettiği üzerinde icma ile kabul ettiği büyük bîr meseledir. Hakem gön­dermenin doğuracağı sonuçlann tafsilatı hususunda ümmet alimleri ihtilaf et­miş olsa dahi bu böyledir.

Diğer taraftan, bu hususta Kitab ve Sünnetin gerektirdiğinden gafil olup: İki hakem emin bir kimsenin eline teslim edilir diyen bizim beldemizin halkına gerçekten hayret edilir. Açıkça göreceğiniz gibi, nassa karşı bir inat­laşma vardır. Bu hususta onlar, ne Allah'ın Kitabına danıştılar, ne kıyas yap­makla yetindiler. Ben bu konuda gerekli uyarı ve teşviklerimi yaptığım hal­de, kan-koca arasındaki anlaşmazlık halinde iki hakem gönderme teklifini. yalnızca bir hakim kabuî etti, sahi d ile birlikte yemine dayanarak hüküm ver­meyi de bir başka hakimden başkası kabul etmedi. Allah bu hususta bana im­kân verince de, (kadı olunca da.) gereken şekliyle Sünneti uygulamaya ko­yuldum. Her taraflarını Örten cehaletleri dolayısıyla sen bizim beldemizin hal­kına hayret etme! Fakat, iki hakemden hiçbir haberi bulunrmyan Ebu Hanîfe'ye hayret et; hatta Şafiî'ye İki defa hayret et! Çünkü Şafiî şöyle demiştir "Bu ayetin zahiren ifade eder gibi göründüğü husus, bunun her iki eşi de bir­likte kapsayan hususlara dair olduğudur. Tâ ki, her ikisinin hali bu durum­da birbirine benzesin, Bunun böyle olması şundandır: Ben yüce Allah'ın, ko­canın serkeşlik etmesi halinde, karı-kocanın birbirleriyle sulh etmelerine izin. verdiğini gördüğüm gibi, Allah'ın hududunu ayakta tutamamaktan korkma­ları halinde ise, hul1 yapmalarına izin verdiğini gördüm. Bu ise, (hul'un) an­cak hammın rızası ile olabileceği ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır.

Yine yüce Allah, kocanın bir eşi bırakıp yerine bir başka eş almak isledi­ği takdirde, önceki hanıma verdiğinden herhangi bir şey almasını yasakla­mıştır. Bizim aralarında anlaşmazlık doğmasından korktuğumuz hususlarda. iki hakem göndermeyi emrermesi de, bu iki hakemin hükmünün eşlerin hük­münden ayrı olacağının delilidir. Durum böyle olduğu takdirde, kocanın ai­lesinden bir hakem, hanımın ailesinden de. bir hakem gönderilir. Her iki ha­kem, ancak eşlerin nzası ve vekil tayin edilmeleri ile güvenilir iki şahıs ola­rak gönderilirler. Bu konuda uygun gördükleri takdirde iki hakem onları bir araya da getirebilir, birbirinden ayırabilir de. îşte bu, iki hakemin her iki eşin vekili olduklarının delilidir." [61]

 

36. Allah'a ibadet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-baba-ya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşularınıza ve uzak komşularınıza, yanınızdaki arkadaşa» yolda kalmışa, elle­rinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah, büyüklenip böbür­lenenleri elbette sevmez.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onsekiz başlık altında sunacağız:

 

1- Allah'a Şirk Koşmaksızm İbadet:

 

İlim adamları icma ile bu âyet-i kerimenin, üzerinde ittifak olunan muh­kem buyruklardan olduğunu, bundan hiç bir şeyin nesli olmadığını kabul et­mişlerdir. Aynı şekilde bütün (ilâhî) kitaplarda da bu âyet-i kerime böylece yer almıştır. Bu böyle olmasaydı dahi, buna dair Kitabta bir hüküm indiril­memiş olsa bile, aklî bakımdan bu böylece bilinecekti. Daha önce ubudiye­tin hüküm koymak ve tercihte bulunmak (ihtiyar) yetkisine sahip olana (Allah'a) karşı zillet arzetmek ve ihtiyacını sunmak anlamında olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah, kullarına kendisinin huzurunda zilletlerini arzetmelerini ve bu­nu yaparken de ihsâsiı olmalarını emretmektedir. Âyet-i kerime, amellerin Al­lah'a ihlâs ile yapılmaları, riya ve benzeri şeylerin şaibelerinden arındırılma­ları gerektiği hususunda aslî bir dayanaktır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık kim Rabbine kavuşma­yı ümid ederse salih bir amel işlesin ve Rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak tutmasın." (ei-Kehf, 18/110) Bu o, kadar önemlidir ki, kimi ilim adam­larımız şöyle demiştir: Bir kişi serinlemek kastıyla abdest alsa, yahut mide­sini rahatlatmak için oruç tutsa, bununla beraber de yüce Allah'a yaklaşma­yı niyet eıse, bu yeterli olmaz. Çünkü o, Allah'a yakınlaşmak niyetine bir de dünyevî bir niyeti karıştırmıştır. Halbuki, halis olmayan amel, Allah için olamaz. Nitekim yüce Allah: "Şunu bitki, halis din yalnız Allah'ındır" (ez-Zümer, 39/5) diye buyurmaktadır. Yine bir başka yerde de: "Onlar Allah'a ancak dini yalnız O'na halis kılanlar olarak ibadet etmekle etnrolundular" (el-Beyyine, 93/5.) diye buyurmaktadır. Aynı şekilde imam olarak namaz kıl­dırmakta olan bir kimse, bir başkasıntn rükûa eğilmekte olduğunu hissede­cek olursa, onu (rükûdan kalkma vakti sona ermişse) beklemez. Çünkü, onun da rükûa eğilmesini beklemek suretiyle rükûnun yüce Allah'a ihlâsla yapıl­mış olmasını ortadan kaldırır.

Müslim'in Sahihinde Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Şanı yüce ve mübarek olan Allah buyurdu ki: "Ben ortaklar arasında şirke en muhtaç olmayanım. Her kim bir amel işleyip de o amelde Benimle beraber Benden başkasını ortak edecek olursa, onu o şirk koşmasıyla başbaşa terkederim."[62]

Dârakutnî Enes b. Malik'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulûllab (sav) buyurduki: "Kıyamet gününde mühürlü sabiteler getirilir. Bunlar yüce Allah'ın huzurunda dikilir. Yüce Allah meleklere bunu bırakın, bunu kabul edin, diye buyurur. Melekler derler ki: İzzetin hakkı için biz hayırdan baş­ka birşey görmemiştik (de ona binaen yazmıştık). Aziz ve celil olan Allah, -ki O, en iyi bilendir- şöyle buyurur: Bu benden başkası içindi. Ben bugün ancak kendisiyle Benim rızam aranmış bulunan ameli kabul ediyorum," [63]

Yine Dârakutnî, ed-Dahhâk b. Kays el-Fİhrî'den şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Muhakkak yüce Allah şöyle buyur­maktadır: Ben hayırlı bir ortağım. Her kim Benimle birisini ortak koşacak olur­sa, o şey Benim ortağıma aittir. Ey insanlar, amellerinizi ihlasla, yalnız yüce Allah için yapınız. Çünkü muhakkak Allah, ancak kendisi için ihlâsla yapı­lanı kabul eder. Hiçbir zaman bu Allah içindir ve akrabalık hakkı İçindir, de-meyinim. Çünkü o takdirde o, akrabaltk hakkı için olur. Ondan Allah için hiç-birşey olmaz. Hiçbir zaman; Bu Allah içindir ve bu sizin içindir, demeyiniz, O takdirde o, (hepsi) sizin için dediğiniz kimseler için olur ve onlardan yü­ce Allaha ait hiçbir şey olmaz." [64]

 

Şirkin Mertebeleri: [65]

 

Bu husus sabit olduğuna göre, şunu bil ki, ilim adamlarımız (Allah onlar­dan razı olsun) şöyle demişlerdin Şirkin üç mertebesi vardır ve hepsi de ha­ramdır. Şirkin esası, ulûhiyeünde Allah'ın ortağının bulunduğuna inanmak­tır. İşte en büyük şirk ve cahiliye şirki budur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Al­lah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını diledi­ğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48) Buyruğunda kastedilen şirk de budur.

Bundan hemen bir sonraki mertebe ise, fiilinde yüce Allah'ın ortağı oldu­ğuna inanmaktır Bu da: Allah'tan başka herhangi bir varlık, bir fiili bağım­sız olarak meydana getirip icad eder, diyenlerin görüşüdür. Böyle bir varlı­ğın ayrıca ilâh olduğuna inanmasa dahi bu bir şirktir. Bu ümmetin mecusi-leri olarak bilinen Kaderiye gibi. Cibril Hadisinde de görüldüğü gibi, İbn Ömer, bunlardan u^ak olduğunu ifade etmiştir. [66] Bundan sonraki mertebe ise, ibadette Allah'a ortak koşmaktır ki, bu da riyakârlıktır. Riyakârlık ise, yü­ce Allah'ın yalnızca kendisi için yapılmasını emretmiş olduğu İbadetlerden herhangi birisini başkası için yapmak demektir. İşte haram oluşunu beyan et­mek üzere birçok âyet-i kerimelerin ve hadis-i şerifin varid olduğu şirk tü­rü de budur. Bu amelleri iptal eden bir iştir. Ve oldukça gizlidir. Cahil ve an­layışsız olan kimseler bunu bilemezler.

Allah, Haris el-Muhasibî'den razı olsun ki, o bunu, er-Riâye adlı eserinde açıklamıştır. Ve riyanın amelleri bozduğunu da beyan etmiştir. İbn Mâce'nin Sünenînde, Ebu Said b. Ebi Fedale el-Ensarîden -ki ashab-ı ki ramdandır- şöy­le dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah buyurdu ki: "Allah kendisinde hiç bir şüphenin bulunmadığı bir gün olan Kıyamet gününde, öncekileri de sonrakileri de toplayıp biraraya getirdiğinde, bir münadi şöyle seselenecek-tir: Her kim, aziz ve celil olan Allah için yapması gereken amelinde bir baş­kasını ortak koşmuş ise, haydi gitsin o amelinin ecrini Allah'tan başkasının nezdinde arasın. Çünkü şüphesiz Allah, ortaklar arasında, ortaklığa en ihti­yaç* olmayandır." [67] İbn Mâce'de, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği riva­yet edilmektedir: Bizler el-Mesih el-Deccal hakkında konuşurken, Rasulul­lah (s.a) yanımıza çıkageldi ve şöyle dedi: "Bence sizin için el-Mesih el-Dec-cal'den daha da korkulması gereken bir şeyi size haber vereyim mi?”. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Evet bildir, Ey Allah'ın Rasulü dedik. Şöyle buyurdu; "O, gizli şirktir; kişi namaza kalkar durur da, bir kişinin kendisine baktığını gördüğünden dolayı namazını süslemesidir." [68]

tbn Mâce'de Şeddad b. Evs'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz ümmetim için en çok korktuğum şey, Alla­h'a şirk koşmalarıdır. Ben onların güneşe, aya ve puta tapacaklarını söyle­miyorum. Şu kadar var ki, Allah'tan başkası İçin yapacakları ameller ve ita­at edecekleri gizli bir şehvetten (korkuyorum), [69]

Bunu ayrıca Tirmizî el-Hakîm (Nevâdirü'î-Usûl'de) [70] rivayet etmiştir, ileride el-Kehf Sûresi'nin sonlarında (.18/110. âyetin tefsirinde) bu hadts-i şe­rif gelecektir, orada ayrıca gizli şehvetin mahiyeti de açıklanacaktır. [71] İbn Lehîa de, Yezict b. Ebi Habib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlul-lah (sav)'a gizli şehvet hakkında soru soruldu da o da şöyle buyurdu: "Giz­li şehvet, kişinin gelip etrafında oturulmasını sevdiği için öğrenmesidir."

Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (r.a) der ki: Riya üç türlüdür. Birincisi, kişinin fiilini aslı itibarı ile Allah'tan başkası için yapması ve bununla berabai' o fi­ilinin Allah için yaptığım bilinmesini istemesidir. Bu bir çeşit münafıklık ve imanda şüpheye düşmektir. İkinci çeşit; Bir işe Allah için başlar, Allah'tan baş­kası da ona muttali oldu mu, bundan sevinir ve gayrete gelir. Böyle bir kim­se tevbe edecek olursa, bütün yaptığını yeniden iade etmelidir.

Üçüncüsü ise, ilılas ile bir amele başlayıp, Allah için o amelini bitirir, bu hali ile o kişi bilinir ve bundan dolayı övülür, o da bu övülmeden huzur du­yarsa, işte yüce Allah'ın yasakladığı riya budur. Sehl der ki: Lukman, oğlu­na şöyle demiş: Riyakârlık, amelinin ecrini dünya yurdunda istemendir. Halbuki, iyi insanların ameli âhiret için olmalıdır. Ona riyanın İlacı nedir di­ye sorulunca, o da ameli gizlemektir dedi. Peki, amel nasıl gizlenilir diye so­rulunca, şöyle dedi; Açıktan yapmakla mükellef tutulduğun amele ancak ih-lâs ile gir (başla). Açığa vurmakla mükellef tutulmadığın şeye de, Allah'tan başka hiçbir kimsenin muttali olmasını isteme- Yine devamla der ki: İnsan-lann muttali olduğu hiçbir ameli sen amelden sayma. Eyyûb es-Sahüyanî der ki: Ameli dolayısıyla mevkiinin bilinmesini istiyen bir kimse akıllı bir kim­se değildir. Derim ki: Sehl'in: "Bir amele ihlas ile başlayıp..." ifadesi ile ilgi­li olarak şunları söyliyelim: Eğer o kişinin, başkalarının söyledikleri dolayı­sıyla huzur ve sükûn bulup sevinmesi, kalplerinde yer edip bundan dolayı kendisini övmeleri, ona saygı ve ta'zim göstermeleri, iyilikte bulunmaları, onlardan elde etmeyi İstediği mal ve bundan başka birtakım şeylere nail oîmak için olursa, bu yerilen bir şeydir. Çünkü, böyle birisinin kalbi, onların o ame­line muttali olmaları dolayısıyla sevinçle dolup taşmış demektir. Velevki onlar, o amelini yapıp bitirdikten sonra muttali olmuş olsunlar.

Kendisi ameline muttali olmalarım sevmemekle, Allah'ın insanları mutta­li kılmasını sevmekle ve Allah'ın lütfü dolayısıyla sevinmesine gelince; onun bu sevinci Allanın lütfuyla bir itaat olur. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmak­tadır; "De ki, Allah'ın lütfü ve rahmetiyiz ve yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır." (Yunus, 10/58). Buna da­ir geniş açıklamalar ve bu açıklamaların tamamlanması, el-Muhasibî'nin er-Riaye adlı eserindedir. Bu bilgilere vakıf olmak isteyenler, oraya baksınlar.

Yine Selıl'e, Peygamber (sav)'ın: "Ben bir ameli gizlice yapıyorum da, ona muttali olunur ve bundan dolayı bu benim hoşuma gider." [72] Hadisi soru­lunca şu cevabı vermiş: Bunun hoşuna gitmesi Allah'ın açığa vurduğu ame­li dolayısıyla şükretmesi bakımından veya buna benzer bir cihetten dolayı­dır. İşte bu açıklamalar, riyakârlık ve amellerin Allah İçin ihlas ile yapılma­sı gereğine dair yeterli özettir Bakara Sûresİ'nde (2/139- âyette) İhlasın ger­çek mahiyeti ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a lıamd olsun. [73]

 

2. Anne-Baba Hukuku:

 

Yüce Allah'ın: "Ana-babaya... iyilik edin" buyruğuna gelince, (köle olma­ları halinde) anne-babayı azad etmenin, onlara yapılacak iyilikler tümiesin-den olduğu bu sûrenin baş tarafında açıklanmış bulunmaktadır. İleride Sub-hân (el-İsra) Sûresİ'nde onlara iyilik yapmanın hükmü (17/23-24. âyetlerin tefsirinde 2-14. başlsklarda) yeterince açıklanacaktır. îbn Ebî Able, "iyilik yapın" kelimesini ötrelî olarak  şeklinde okumuştur. Yani on­lara iyilik yapmak vaciptir. Diğerleri ise onlara iyilik yapın, anlamında olmak üzere bu kelimeyi nasb ile okumuşlardır. îtim adamları der ki: Lütuf ve ih­sanda bulunan yaratıcıdan sonra, şükre, iyi davranmaya, onlara iyilik ve ita­atle bağlı kalmaya, boyun eymeğe en layık olan kimseler, Allah'ın kendisi­ne ibadet, itaat ve şükrü ile iyilikte bulunmayı zikrettiği kimselerdir. Bunlar-sa anne ve babadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bana ve anne-baba na şükret diye..." (Lukman, 31/14) İkisi de Vasıflı olan Şube ve Huşeym'ün Ya'la b\ Ata'dan o, babasından o, Abdullah b. Amr b. el-As'dan naklettiğine göre: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Rabbîn rızası, anne-babanın rızasına bağ­lıdır. Onun gazabı da anne-babanın gazabından ötürüdür."[74]

 

3. Akrabaya, Yetimlere ve Yoksullara İyilik:

 

Yüce AHahın: "Akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edin" buyruğuna gelince, buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresİ'nde (2/83. âyet, 4 ve 5. başlıklarda) geçmiş buiunm akta dır. [75]

 

4. Komşular:

 

Yüce Allah’ın: "Yakm komşularınıza ve uzak komşularınıza”, iyilik edin" buyruğuna gelince: Yüce Allah, komşunun korunması, hakkının ye­rine getirilmesini emretmiş ve onun haklarına gereken riâyetin, gösterilme­sini de hem Kitabında, lıern Peygamberinin diliyile tavsiye etmiştir. Nitekim yüce Allah, anne-baba ve akrabalardan sonra komşu hakkını sözkonusu ede­rek: "Yakın komşularınıza* diye buyurduğu gibi: "U/ak komşularınıza" ya­ni yabancı komşularınıza da iyilik edin diye buyurmuştur. "el-Câr el-cunub"u yabancı komşu diye açıklayan İbtı Abbas'tır. Sözlükte de "el-cunub" uzak ve yabancı demekti):. Filan kişi ecnebidir sözü de buradan gelmektedir. Uzak­lık anlamına gelen "cenabet" de böyledir. Dilciler şu beyiti zikrederler:

"Artık sen beni Nâil'den[76] uzak tutmak suretiyle mahrum bırakma beni; Çünkü ben çadırlar ortasında yabancı kalmış bir kişiyim."

el-A'şâ da der ki:

"Uzak bir yerden Hureya'e ziyaretçi olarak geldim

Fakat Hureys bana birşeyler bağışlamaktan yana donuk idi.

el-A'meş ile el-Mufaddal, Uzak komşuknmza" buyruğunu şeklînde ikinci kelimedeki ''cim1' harfini üstün ve "nun" harfini sakin olarak okumuştur ki, bu da bu kelimenin bir başka söyleyişidir. Ara­da herhangi bîr akrabalık bulunmadığı takdirde denilir. Çoğulu da; şeklinde gelir.

Burada bir muzafın takdir edildiği de söylenmiştir. Buna göre; yanı bulu­nan, komşu takdirindedir. Yan tarafta (bitişik komşu) anlamına geldiği de söy­lenmiştir.

Nevt" eş-Şami der ki: "Yakın komşu”dan kasıt, müsiüman komşudur, "uzak komşu”dan kasıt ise, yahudi ve hıristiyan komşudur.

Derim ki: Buna göre, komşu hakkına riâyetin tavsiye edilmesi, müsiüman olsun, kâfir olsun emrolunmuş ve teşvik olunmuş bir iştir. Sahih olan görüş de budur. İyilik yapmak, bazan gözetmek anlamındadır. Bazan güzel geçin­mek, eziyet vermekten uzak durmak ve onu korumak anlamına da gelir.

Buhari, Aişe (r,anha)'dan Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Cebrail bana komşuyu o kadar tavsiye etti ki, nerdeyse onu mi­rasçı kılacak zannettim." [77] Ebu Şureyh Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

"Allah'a yemin ederim kî iman etmiş olmaz. Allah'a yemin ederim ki iman etmiş olmaz. Allah'a yemin ederim ki iman etmiş olmaz"- Ey Allahın Rasûlü kim (den sözediyorsunuz)? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Vereceği sıkın­tılardan yana komşusu kendisini emniyette hissetmeyen kişi." [78]

İşte bu, bütün komşular hakkında umumi bir buyı-uktur. Hz. Peygamber üç defa yemin etmek suretiyle ve komşusuna eziyet eden bir kimsenin ka­mil bir iman ile iman etmiş olmayacağını belirterek, komşuya eziyeti terk et­meyi tekid etmiştir, O halde, rnü'minin komşusunu eziyet vermekten çekin­mesi, Allah'ın ve Rasûlünün yasakladığı şeyden uzak durması, her ikisinin de ra2i olacağı ve kullarını işlemeye teşvik ettikleri şeylere de rağbet duyması gerekmektedir. Peygamber (savVdan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Komşular üç türlüdür Bir koms.u vardır ki, üç hakkı vardır. Bir komşu var­dır ki, iki hakkı vardır. Bir komşu vardır ki, bir hakkı vardır. Üç hakkı olan komşu, müsiüman ve yakın akraba olan komşudur. Bunun komşuluk hak­kı, akrabalık hakkı ve müslüman olmak hakkı vardır. İki hakkı bulunan kom­şu, müsiüman komşudur. Bunun müslümanlık dolayısıyla bir hakkı ve kom­şuluk dolayısıyla bir hakkı vardır. Bir tek hakkı olan komşu ise, kâfir kom­şudur. Bunun yalnızca komşuluk hakkı vardır. [79]

 

5. Yakın Komşu ve Bazı Haklarına Örnekler:

 

Buhârî, Âişe (r.anha)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Benim iki tane komşum vardır. Bunların hangisine hediye ve­reyim. Şöyle buyurdu: " Kapısı sana daha yakın olana" [80]

Bir gurup ilim adamı, bu hadis-i şerifin, yüce Allah'ın, "Yakın komşula­rınıza* buyruğundan ne kastedildiğini açıkladığı görüşündedir. Bu ise, mesken itibari ile sana yakın olan komşu demektir. "Uzak komşu" isey meske­ni senden uzak olandır. Ayrıca bunu, komşu lehine şuf anın gerekliliğine de delil göstermişler ve Hz. Peygamberin: "Bitişik komşu buna daha bir hak sa­hibidir" [81] hadisi ile desteklemişlerdir.

Fakat bunda buna dair delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü Hz. Aişe, Pey­gamber (sav)'a komşulardan kime hediye vermekte başlayacağına dair soru sormuş, Hz. Peygamber de, kapısı kendisine daha yakın olandan bağlıyaca­ğını, böyle bir komşunun ötekilerinden daha önce geldiğini bildirmiştir.

İbnü'l-Münzir der ki: Bu hadis-i geril;, duvarı bitişik olmıyan kimse hakkın­da da komşu tabirinin kullanılacağına delildir. Ebû Hanife, bu hadisin zahi­rinden uzaklaşarak şöyle demiştir; Bitişik komşu eğer şufayı istemez, (şufa talebinde bulunmaz) buna karşılık ona bitişik olan ancak (satılan) eve biti­şik, yolu da, duvan da yoksa, o komşunun bu evde şuf’a hakkı yoktur. Hal­buki genel olarak ilim adamları şöyle demektedir Kişi komşuları lehine bir vasiyette bulunacak olursa, ona bitişik olan komşuya da verilir, diğerlerine de verilir. Ancak Ebû Hanife, genel olarak ilim adamlarından (.onların kanaatlerinden), ayrılarak: Yalnızca bitişik olan komşuya verilir, demektedir. [82]

 

6. Komşuluk Sınırı:

 

Komşuluğun sınır» hususunda insanlar farklı görüşlere sahiptir. el-Evzaî şöy­le dermiş: Her taraftan kırk ev. İbn Şihab da böyle demiştir. Rivayet edildi­ğine göre, bir adam Peygamber (sav) gelip şöyle demiş: Ben bir kavmin kal-dığı mahallede konakladım. Onların arasında bana en yakın komşu olanla­rı bana en fazla eziyet edenleridir. Peygamber (sav), Ebû Bekir, Ömer ve Ali'yi mescidlerin kapılarında yüksek sesle şöyle bağırmak üzere gönderdi: "Şunu bilinki, kırk ev komşudur. Komşusu vereceği zararlardan emniyet altında ol­mıyan btr kimse, cennete giremez."[83]

Ha. Ali b. Ebi Talİb der ki: Ezan sesini işiten kişi komşudur. Bir kesim de şöyle demiştir: Namaz için kamet getirildiğini duyan kişi o mescidin kornşu-sudur. Bir diğer kesim de şöyle demektedir; Bir kimse ile aynı mahallede, ya­hut aynı şehirde oturan kimse komşudur. Yüce Allah da; "Eğer münafıklar... vazgeçmezlerse... sonra da onlar orada ancak az bîr zaman seninle komşu­luk tcterler," Cel-Ahzab, 33/60) diye buyurmakta ve böylelikle onlarm Medi­ne'de bir arada bulunmalarını komşuluk olarak değerlendirmektedir. Kom­şuluğun bir takım mertebeleri vardır ve biri diğerine daha çok yakındır. Bunların en yakın olanları ise zevcedir. Nitekim şair şöyle demiştir;

 

"Ey komşum, (hanımım) bâin talakla benden boş ol! Sen haydi sen boş oldun." [84]

 

7. Komşuya İyilik Yapma Örnekleri;

 

Müslim'in Ebû zer'den rivayet ettiği şu hadiste komşuya iyilik türlerinden bimine örnek Ebû Zer dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Ey Ebû Zer, sen bir çorba pişirecek olursan suyunu çok kat ve komşularını gözet."[85]

Böylelikle Hz. Peygamber üstün ahlâkî değerlere teşvikte bulunmuştur. Çünkü bu şekildeki davranışlar, karşılıklı sevgiyi, güzel geçimi doğurduğu gibi, ihtiyacı ve fesadı da defederler. Komşu komşusunun penceresinin çı­kardığı kokulardan rahatsız olabilir. Belki, onun çoluk çocuğu vardır da, bun­ların zayıflannın o kokular dolayısıyla o yemeğe canı çeker. Onların. İhtiyaç­larını karşılamak durumunda olan. kimse ise, çoluk çocuğunun acıları ve bun­dan dolayı karşı karşıya kalacağı mükellefiyet ona ağır gelebilir. Bilhassa on­ların sorumluları zayıf veya dul bir kadın ise, bu zorluk daha bir artar, bu acı ve hasret daha da ileri derecelere vanr.

Denildiğine göre, Hz. Yakub'un Hz. Yusuf'un ayrılma cezasına sebep bu olmuştu. İşte bütün bunlar onlara götürülüp verilecek bir parça yemeğe on­ları ortak etmek suretiyle bertaraf edilir İşte bu anlam dolayısıyla Hz. Pey­gamber yakın komşuya hediye vermeyi teşvik etmiştir. Çünkü yakın komşu, komşusunun evine girip çıkana bakar. Bunları gördüğü vakit, bu hususlar­da ona ortak olmayı arzular.

Yine gaflet ve gafil avlanabilme zamanlarında karşıkarşıya kalabildiği bir ihtiyaç halinde, komşunun yardımına en çabuk koşan yine komşudur. Bun­dan dolayı evi daha yakın olmakla birlikte kapısı daha yakın olana (hediye vermekle) başlamayı irşad buyurmuştur.

Doğrusunu en İyi bilen Allahtır. [86]

 

8. Hediyeleşme Adabı:

 

İlim adanılan der ki: Hz. Peygamber: "Suyunu çok kat!" buyurmakla cim­ri olana işi kolaylaştırmaya oldukça incelikli bir şekilde dikkat çekmiş, işa­ret buyurmuştur. Artırılacak olan şeyi parasız olan su dîye belirlemiştir. Bundan dolayı o: "Bir çorba pişirdiğin zaman onun etini artır" dememiştir. Çünkü bunu yapmak herkes için kolay değildir

Şair ne güzel söylemiş:

"Birdir benim tencerem ile komşumun tenceresi O tencere bana gelmeden önce ona gider."

Hz. Peygamberin: "Sonra komşularından bir aile halkını gör ve onlara bu çorbadan maruf olan birşeyler gönder"[87]  buyruğu sebebiyle hakir görülen ve oldukça basit ve Önemsiz şeyler hediye olarak verilmez. "Onlara maruf olan birşeyler gönder" sözü, hediye olarak verilmesi örf haline gelmiş olan birşey gönder, demektir. Az bir miktar her ne kadar hediye olarak verilen şey­lerden ise de? bu azıcık miktar bu seviyeye çıkamıyabilir. Eğer azıcık mik­tardan fazlasını hediye edemiyecek durumda, ise, onu hediye ediversin ve onu da basit ve önemsiz görmesin. Kendisine hediye verilen kabul etmelidir. Çün­kü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ey mü'min kadınlar, sizden herhan­gi biriniz, yanık bir koyun bacağı olsa dahi komşusuna (yereceği hediyeyi) asla önemsiz görmesin." Bunu Mâlik, Muvattâ adlı eserinde zikretmiştir.[88]

Biz bu hadisteki "Ey mü'min kadınlar" anlamına gelen: ke­limesindeki "mü'mineler" anlamına gelen "el-MÜ'minat" kelimesini muzaf ola­rak değil, merfu olarak kaydetmiş bulunuyoruz. İfadenin takdiri İse: şeklindedir. Nitekim Ey kerim adamlar! denil­mesi de böyledir Görüldüğü gibi burada da münâdâ olan; ibaresi hazf edilmiştir. Kadınlar anlamına gelen; kelimesi ise, buna sıfat takdirin­dedir. Mü'mineler ise "kadınlar" kelimesinin sıfatıdır- Bunun izafet şeklinde  diye söyleneceği söylenmiş ise de birincisi daha çok görülen bir husustur. [89]

 

9. Komşu Haklarının Kapsamı:

 

Komşuya gereken şefkati göstererek, onun bir kerestesini (kendi duva­rına) yerleştirmesine engel olmamak da komşuya ikram kabilindendîr. Rasûlullah (say) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, komşusu­nun kendi duvarına bit1 kalası gömüp yerleştirmesine engel olmasm." Daha sonra Ebû Hureyre şöyle der: Bana ne oluyor ki sizin bundan yüz çevirdi­ğinizi görüyorum? Allah'a yemin ederim ki, ben bunu sizin huzurunuzda gö­zünüzün önünde açıkça söyİüyeceğim. (Bundan geri durmayacağım).[90]

 

Buradaki "kalas" kelimesi çoğul olarak ve: Kalaslarına şeklinde çoğul olarak da, tekil olarak da rivayet edilmiştir. Ayrıca "aranızda, önünüz­de" anlamına gelen: kelimesi de kollarınız arasında (veya önünüz­de)" anlamına gelecek şekilde: diye de rivayet edilmiştir. Mutlaka ben bunu atacağım ifadesi ise; ben bu sözü ve bu olayı mutlaka size nakle­deceğim! demektir,

Buna dayanarak bunun vücup ifade ettiği mi söylenecektir, yoksa mendup-luk ifade ettiği mi? Bu hususta ilim adamlan arasında görüş ayrılığı vardır.

Mâlik, Ebû Hanife ve arkadaşları bunun komşuya iyilik yapmak, onu müsamaha İle karşılamak, ona ihsanda bulunmaya teşvik anlamında olduğu görüşündedirler Yoksa bu bir vücup ifade etmez. Buna delil ise Hz, Peygam-ber'in: "Gönül hoşluğu ile olmadıkça müslüman bir kimsenin malı helal ol­maz"[91] hadisidir. Derler ki: Hz. Peygamberin "Komşusuna engel olmasın" buyruğunun anlamı da tıpkı Hz. Peygamberin şu buyruğundakî mana gibi­dir: "Sizden herhangi birisinden hanimi mescide gitmek üzere izin İstiyecek olursa ona engel olmasın.[92] Bunun ise herkese göre ifade etçiği mana, ko­canın bu hususta göreceği salah ve hayra göre mendupluk ifade ettiğidir.

Şafiî, arkadaşları, Ahmed b. Hanbel, tshak, Ebû Sevr, Davud b. Ali ve ehl-i hadisten bir gurup da bunun vücup ifade ettiği kanaatindedirler. Derler ki: Şayet Ebû Hureyre, Peygamber (sav)'den işittiklerinden vücup anlamını çı­kartmamış olsaydı, vacip olmayan birşeyi onlara vacip kılmazdı. Aynı zaman­da bu, Ömer b. el-Hattab (r.a)'ın da görüşüdür. Çünkü o, Muhammed b. Mes-leme'nin arazisinden geçecek su arkı ile ilgili meselede» ed-Dahhâk b. Ha-life'nin lehine, Muhammed b. Mesleme'nin aleyhine hüküm vermiş, Muham­med b, Mesleme: Vallahi olmaz deyince, Hz. Ömer de şöyle demişti: "Valla­hi onu senin karnının üzerinden olsa dahi ordan geçireceğim" dedikten son­ra Hz. Ömer, cd-Dahhak'a su arkını oradan geçirmesini emretmiş, cd-Dah-hak da böyle yapmıştı.

Bunu da Mâlik Muvatta'da rivayet etmiştir.[93]

Şafiî de "er-Bed" adlı eserinde Mâlik'in bu bölümde Hz.Ömer'e muhalif sa­habeden her hangi bir kimse bulunmadığını iddia etmekte ve Mâlik'in bu­nu rivayet edip kitabına almasına rağmen bunu delil olarak kabul etmeyip kendi görüşüne istinaden reddetmesini tepki ile karşılamaktadır. Ama Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) şöyle demektedir: Durum Şafiî'nin iddia ettiği gibi de­ğildir. Çünkü Muhammed b. Mesleme'nin bu husustaki görüşü Hz. Ömer'in görüşüne muhalifti.

Ensar'ın[94] görüşü de aynı şekilde Hz. Ömer'in görüşüne muhalif idi. Ab-durrahman b, Avf'ın kendisine ait olan bir suyu, bir başkasının bahçesinden geçirmesi kıssasında ve bunu değiştirmesinde de (Ha. Ömer'e muhalif kana­ate sahip olan ashabın) bulunduğunu görmekteyiz. Ashab-ı kiram arasında görüş ayrılığı bulunduğu takdirde ise, kıyasa başvurmak gerekir. Kıyas, müslümanların kanlarının, mallarının, ırzlarının özel olarak gönül hoşluğu ile olanları müstesna, birbirlerine haram olduklarına delâlet etmektedir. İşte Pey­gamber (sav)'dan sabit olan da budur. Ebû Hureyre'nim Bana ne oluyor ki sizin bundan yüz çevirdiğinizi görüyorum. Allah'a yemin ederimki bunu önü­nüze atacağım, şeklindeki sözü, veya buna benzer ifadesi, bu husustaki ka­naatin hilâfına delil olarak gösterilebilir. Ancak birinci görüşün sahipleri şu şekilde cevap vermektedirler: Burada irtifak hakkı gereğince hüküm vermek, sünnetten sabit olan delil ile Hz. Peygamberin: "Gönül hoşluğu ile olmadık­ça müslüman bir kimsenin malı helal olmaz" buyruğunun kapsamı dışına çık­maktadır. Çünkü bunun anlamı temlik ve tüketmektir. Bu hadiste irtifak hak­kıyla alakalı birşey yoktur. Çünkü Peygamber (sav) bu ikisi arasında hüküm bakımından fark gözetmiştir. O bakımdan Rasûlullah {.sav)'ın fark gözettiği şeylerin aynı hükümde bir arada görülmemesi gerekir. Yine Mâlik şunu nakletmektedir: Medine'de Ebû'l-Muttalip adında bu şekilde hüküm veren bîr hakim varmış. Bu görüşün sahipleri ayrıca el-A'meş'in Enes'den rivayet et­tiği şu haberi de delil gösterirler; Enes dedi ki: Uhud gününde bizden bir genç şehid düştü. Annesi yüzündeki toprağı silip: Müjdeler olsun sana, ne mutlu sanaki cennetliksin demeye koyuldu. Peygamber (sav) ise ona şöyle dedi: "Nerden biliyorsun? Belki o, kendisini ilgilendirmeyen hususlar hakkında söz söyler ve kendisine zarar vermeyen şeylere mani oluyordu." el-A'meş'in Enes'den hadis dinlediği sahih bir rivayet yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Al­lah'tır.[95] Bu açıklamaları Ebû Ömer yapmıştır. [96]

 

10. Komşunun İrtifak Hakları:

 

Vârid olan'bir hadis-İ şerifte Peygamber (sav), komşunun irtifak hakları­nı bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Bu hadisi Muaz b. Cebel şöylece riva­yet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûiü Komşunun hakkı nedir? dedik. Şöyle bu­yurdu: "Senden borç isterse ona borç verirsin. Senden yardım İsterse ona yar­dım edersin. Muhtaç olursa ona verirsin. Hastalanırsa onu ziyaret edersin. Ölürse cenazesinin arkasından gidersin. Ona bir hayır isabet ederse bu se­ni sevindirir ve bundan dolayı onu tebrik edersin. Ona bir musibet isabet eder­se bu da seni rahatsız etmeli ve bundan dolayı ona taziyetlerini bildirirsin.

Tencerenin koku ve dumanı ile onu -ona o tencereden bir kepçe gönder­medikçe- rahatsız etmezsin. Yukardan onun evini gözetlemek üzere ve ona gelecek rüzgarı kapatsın diye onun izniyle olmadıkça binanı ondan daha yük­seğe çıkarmazsın. Herhangi bir meyve salın alacak olursan ondan ona da he­diye gönder. Aksi takdirde gizlice onu evine sok. Çocukların ondan herhan­gi bir parçayı alıp dışarı çıkarak onun çocuklarını bu sebepten dolayı rahat­sız etmesin. Benim söylemek istediğimi iyice anlıyor musunuz? Allah'ın rah­meti ile esirgediği az sayıdaki kimseter müstesna, komşunun hakkı ödene­mez." Veya buna yakın ifadelerle bunu açıkladj. Bu hadis kapsamlı bir ha­distir Ve hasen bir hadistir. İsnadında, Ebû'i-Fadl, Osman b. Macar eş-Şeybani vardır ki, pek hoş karşılanan bir ravi değildir. [97]

 

11. Komşuluk Haklarının Sabit Olması İçin îman Şart mıdır?

 

İlim adamları der ki: Komşuya ikrama dair hadis-î şerifler, kayıtlı oîarak de­ğil, mutlak olarak gelmiştir. Açıkladığımız gibi kâfir dahi bunun kapsamın­dadır. Bu hususta vârid olan haberde ashabın şöyle dediği nakletilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, biz onlara (kâfir komşularımıza), kurban etlerinden ye-direlim mi? Hz. Peygamber; "Müşriklere müslümanîann kestiği kurbanlıklar­dan birşey yedirmeyiniz" diye buyurmuştur. <2)*

Hz. Peygamberin, müşriklere mü si umanların kestikleri kurbanlardan ye­dirmeyi yasaklaması, muhtemeldirki, kurban kesenin kendisinin de yemesi, zenginlere de yedirmesi caiz olmayan kişinin ve zimmetinde vacip olan kur­bandır. Zenginlere yedirmesinin de mümkün görüldüğü vacip olmıyan kur­banlara gelince, bundan zimmet ehline yedirmek caizdir. Peygamber (sav) da kurban etinin dağıtılması esnasında Hz, Aişe'ye: "Yahudi komşumuzdan başla1' diye buyurmuştur.[98]

Yine rivayet edildiğine göre, Abdullah b. Arar b. el-Âs'ın ailesi arasında bir koyun kesilmiş idi. Abdullah eve gelince üç defa: Yahudi komşumuza hedi­ye ettiniz mi? diye sordu. Çünkü ben RasüluHah (sav)'ı şöyle buyururken din­ledim: "Cebrail bana komşuyu o derece tavsiye etti ki, neredeyse onu miras­çı kılacak sandım." [99]

 

12. Yakıtı Arkadaş:

 

Yüce Allah'ın: "Yanınızdaki arkadaşa" buyruğundan kasıt, yol arkadaşı­dır. Taberî muttasıl senetle naklettiğine göre, Rasûlullah (sav) ile birlikte as­habından bir kişi vardı. Her ikisi de birer deve üzerinde idi. Rasûllah (sav) su kenarındaki bir koruluğa girdi- Oradan birisi eğri olan iki sopa kopardı. Ağaçlar arasından çıkıp düzgün olanını arkadaşına verdi. Arkadaşı: Ey Allah'ın Rasûlü, bu daha çok senin hakkmdır deyince, Hz. Peygamber, "Asla, Ey fi­lân. Çünkü bir başkasıyla arkadaşhk ederi her bir kişi, onunla yaptığı arka­daşlıktan -günün kısacık bir anı kadar dahi olsa- sorumlu tutulacaktır " di­ye buyurdu.[100]

Rabia b. Ebi Abdurrahman da der ki: Yolculuğun kendine göre üstün ada­bı, ikâmet halinin de üstün adabı vardır. Yolculuk halindeki üstün adap, azı­ğı bol bo! başkasına verebilmek, arkadaşlarla az anlaşmazlık çıkarmak ve Al­lah'ın gazap ettiği şeyler dışında çokça şakalaşmak. İkamet halinde üstün ada­ba gelince, mescidlere nnutad bir şekilde gitmek, Kur'an okumak ve Allah yo­lunda çokça kardeşleri bulunmak, Esedoğullanndan birisi -ki, bunun Hâtem- Taî olduğu da söylenmiştir- şöyle demiştir:

"Eğer arkadaşımın ayrıca bir bineği olmayıp, benim bineğimin arkasında değilse,

Hiçbir zaman benim ayağım bineğin üzerine çıkmaz.

Eğer benim azığımın yansı onun azığı olmazsa,

Ben azıksız da kalayım, benim fazladan hiçbirşeyim de olmasın.

Sahib olduğumuz şeylerde içinde bulunduğumuz bu durumda ikimiz de ortağız.

Bazen şöyle görüyorum:

Benim lütfumdan nail olduğu için adeta o bana lütuf etmiş gibidir."

Hz. Ali, İbn Mes'ud ve İbn Ebi Leylâ: "Yanınızdaki arkadaş" dan zevce olduğunu söylemişlerdir. İbn Güreye ise der ki: Yakın arkadaş, senden fayda sağlar umuduyla seninle arkadaşlık yapıp yanından ayrılmayandır. An­cak birinci görüş daha sahihtir. Bu İbn Abbas, İbn Cübeyr, îkrime, Mücahid ve ed-Dahhak'ın da görüşüdür. Âyet-i kerime umum ifadesi dolayısıyla bü­tün bu hususları da kapsıyor olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [101]

 

13. Yolda Kalmış;

 

Yüce Allah'ın: "Yolda kalmışa..." buyruğu İle ilgili olarak Mücahid der ki: Bundan maksat, senin yanından yolu sana uğrayıp geçip giden kimsedir.

Yol (es-Sebîl) geçip gidilen yol demektir. (Îbnü's-Sebil yol oğlu şeklinde-yolcunun yola nisbet edilmesi ise, onun yoldan geçmesi ve yoldan aynlmaması dolayısıyladır. Ona birşeyler vermek, ona yumuşak davranmak, ona git­mek istediği yeri göstermek ve doğruya yöneltmek de yolcuya yapılacak iyi­likler cüm! esindendir. [102]

 

14. Ellerinizin Altında Bulunanlara da İyilik Edin:

 

Yüce Allah: "Ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin" buyruğu ile, sa­hip olunan kölelere de iyilikte bulunmayı emretmektedir. Peygamber (sav) de bu emri beyan etmiştir. Müslim ve başkaları el-Ma'rur b. Süveyd'den şöy­le dediğini rivayet etmektedirler: Rebeze'de iken yolumuz Ebû Zer'e uğra­dı. Ebû Zer1 in üzerinde de bir bürde (sarınılan bir örtü), kölesinin üzerinde de onun gibi bir bürde vardı. Biz Ey Ebû Zer, dedik. İkisini bîr araya getir­sen tam bir hülle olurdu. Şöyle dedi: Benim ile kardeşlerimden bir diğeri ara­sında sözlü bir atışma olmuştu. Onun annesi arap değildi. Annesi dolayısıy­la onu ayıpladım. Beni Peygamber (sav)'e şikâyet etti. Peygamber (sav) ile karşılaşınca şöyle buyurdu; "Ey Ebû Zer, sen kendisinde cahüiyye (nin) iz­leri bulunan birisisin/' Ey Allalı'm Rasûlü, dedim. İnsanlara şovenin annesi­ne de babasına da söverler. Şöyle dedi: "Ey Ebû Zer sen, kendisinde cahi-liyye (nin) İzleri bulunan birisisin. Bunlar sizin kardeşlerinizdîr. Allah onb-rı elinizin altına hizmet etmek üzere vermiştir. O bakımdan yediklerinizden onlara yediriniz, giydiklerinizden onlara giydiriniz. Onlara ağır gelecek, al­tından kalkamıyacaklan işleri yüklemeyiniz. Eğer yükleyecek olursam?., on­lara yardımcı olunuz."[103]

Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre: Bir gün bindiği bir katırın terki­sine kölesini de bindirdi. Birisi ona şöyle dedi: Onu indirsen de bineğinin ar­kasından yürüse, Ebû Hureyre şöyle dedi: Ateşe dönüşmüş iki demet odu­nun, yakabildikleri kadar beni yakacak şekilde benimle yürümeleri benim için kölemin arkamda yürümesinden daha sevimlidir. Ebü Davud da, Ebû Zer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûllulah (sav) şöyle buyurdu: "Kölele­riniz arasından size uygun bulduğunuz kimseye yediğinizden yediriniz, giy­diğinizden giydiriniz- Size uygun düşmeyeni de satınız ve Allah'ın yarattık­larına azap etmeyiniz."[104] Yine Müslim, Ebû Hureyre (r.a)'dan Peygamber (sav.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Yedirmek ve giydirmek kölenin hakkıdır. Köleye kaldırabileceğinden fazla iş yükletilmez."[105] Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, kölem ve ca­riyem demesin. Bunun yerine, fetam (oğlum") ve fetatî (kızım) desin."[106]

İleride Yusuf (a.s) Sûresİ'nde buna (feta) kelimesine dair açıklamalar ge­lecektir, (12/30-36 ve 62. âyetler) Böylelikle Peygamber (sav), efendilere, üs­tün ahlâkî değerlere bağlılığı teşvik etmiş, iyilikte bulunma yollarını göster­miş, alçakgünüllülük yolunu izlemelerini istemiştir. Tâ ki, kendilerinin kö­leleri üzerinde üstün bir meziyetleri olduğu görüşüne sahip olmasınlar. Çünkü herkes Allah'ın kuludur ve mal Allah'ındır. Fakat Allah, insanların ki­mini kimine müsalıhar kılmıştır. Kimini kiminin mülkiyetine vermiştir. Bunu da nimetini tamamlamak ve hikmetini gerçekleştirmek için yapmıştır. Eğer onlara, kendilerinin yediklerinden daha az yedirecek olur, giydiklerinden ni­telik itibariyle daha aşağı ve daha az miktarda giydirecek olurlarsa, bu hu­susta üzerlerindeki görevleri yerine getirmeleri şartıyla caiz olur, bu konu­da görüş ayrılığı da yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Müslim'in rivayetine göre, Abdullah b. Artır, bir seferinde huzuruna gelip giren haznedarına şöyle demiş: Köleiere yiyeceklerini verdik mi? O Hayır de­yince, Abdullah: Git onlara yiyeceklerini ver. Çünkü Rasûlullah (sav): "Sahib olduğu kölelerine vereceği yemeği engellemesi kişiye günah olarak yeter di­ye buyurmuştur" dedi.[107]

 

15. Köleye ve Hizmetçiye Yapılan Haksızlıkların Kefareti:

 

Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğu sabittir: "Her kim kölesine yapmadı­ğı bir işin cezasını (haddini) vurur yahutta yüzüne bir tokat atarsa, bunun kef-fâreti o köleyi azad etmesidir."[108] Bundan maksat, haddi gerektiren bir su­çu olmadığı halde had miktarına ulaşacak kadar kölesini dövmesidir,

Ashab-ı kiramdan bir topluluğun dövmek hususunda köleleri lehine ço-cuklanna kısas uyguladıkları, çocukları kısası kabul etmemeleri halinde de köleyi azad ettikleri rivayet edilmiştir,

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kölesine zina iftirasında bulunan bir kimseye Kıyamet gününde seksen celde olarak had ona uygulanır."[109] Yi­ne Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kölelerine kötü davranan bir kimse cennete girmez.[110] Hz. Peygamberin bir başka buyruğu da şöyledir:

“Kötü huyluluk bir uğursuzluktur. Mülkiyeli altında bulunanlara güzel bir şekilde davranmak bir berekettir.[111] Akrabalık bağım gözetmek, ömrü artı­rır, sadaka da kötü bir ölümle ölümü bertaraf eder."[112]

 

16. Köle mi Efdaldir, Hür Olan mı?

 

İlim adamları bu kabilden, hür mü daha faziletlidir, yoksa kölemi husu­sunda ihtilâf etmişlerdir. Müslim, Ebû Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ed­er: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Islah edici mülkiyet akındaki kölenin iki ec­ri vardır." Ebû Hureyre'nin nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer Allah yolunda cilıad, hac ve anneme iyi davranmak gereği bulunmasaydı, kö­le olduğum halde ölmeyi arzu edecektim.[113]

îbn Ömer'den rivayet edildiğine göre de, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuş­tur: "Şüphesiz ki köle, efendisine karşı samimi ve doğru davranır, Allah'a iba­detini de güzel bir şekilde yaparsa, ecri ona iki kat verilir."[114]

İşte bunlar ve buna benzer buyrukları kölelerin daha faziletli olduğunu söy­leyenler delil diye göstermiştir. Çünkü köle, İki cihetten muhataptır: Bir ta­raftan Allah'a ibadet etmesi istenmiştir, diğer taraftan da efendisine hizmet etmesi istenir. İşte Ebû Ömer Yusuf b. Abdil-Berr, en-Nemrî ile Hafız Ebû Be­kir Muhammed b. Abdullah b. Ahmed el-Amirî el-Bağdadî bu görüştedir.

Hürrün daha faziletli olduğunu söyleyenler de şu sözleriyle görüşlerini de­lille ndirmektedirler: Din ve dünya işlerinde tam bir bağımsızlık ancak hür­ler için gerçekleşir. Köle ise bağımsızlığı olmadığından doîayı yitik şahıs ve zorla istenen yere çekip çevirilen alet tle, mecburen emir altına verilmiş bir canlıya benzer. Bundan dolayı köle, şahidlik etmek makamından ve birçok velayetlerden birtakım hak ve görevleri ifa edebilmek, makamları işgal ede­bilmek, selahiyetinden mahrum edilmiş, ona uygulanan hadler, hürlerin hadlerinden daha aşağı tutulmuştur. Bunlar kölenin kadrinin daha aşağı ol­duğunu hissettirmektedir.

Hür kimseden her ne kadar bir tek cihetten talepte bulunulsa dahi o yönde onun vazifeleri daha çoktur. Onun görevlerini ifa ederken karşı kar­gıya kaiacağs sıkıntı ve yükümlülükler daha büyüktür. O bakımdan sevabı da daha fazladır.

İşte Ebû Hureyre: "Şayet cihad ve hac olmasaydı..." sözleriyle buna işaret etmektedir. Yani şayet bu işleri yerine getirememe dolayısıyla kölenin kar­şı karşıya kaldığı eksik konum olmasıydı... (köle olmayı temenni edecektim) demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [115]

 

17. 'Hz. Cebrail'in Diğer Tavsiyeleri:

 

Enes b. Mâlik, Peygamber (sav)den şöyle buyurduğunu rivayet ermekte­dir: "Cebrail bana komşuyu o kadar çok tavsiye etti ki, neredeyse onu mirasçı kılacak zannettim.[116] "Kadınları bana o kadar çok tavsiye etti ki, az kal­sın onları boşamayı haram kılacağını zannettim. Köleleri bana o kadar çok tav­siye etti ki, adeta onlar için belli bir süre tayin edip o süreye eriştiler mi» azad olacaklarını hükme bağlıyacağını zannettim." [117] "Bana misvak kullanmayı o kadar çok tavsiye etti ki, ağzımın derisinin soyulacağından korktum." [118] ...Ne­redeyse... soyulacaktı diye de rivayet edilmiştir-, Gece namazı kılmayı bana o kadar çok tavsiye etmeye devam etti ki, neredeyse1 ümmetimin hayırlıla­rının geceleyin, hiç uyuyamayacaklannı zannettim." Bunu Ebû'1-Leys es-Se-markandî, Tefsir'inde zikretmiştir. [119]

 

18. Allah Büyüklenip Böbürlenenleri Sevmez:

 

"Allah büyüklenip böbürlenenleri elbette sevmez" buyruğu, onlardan razı olmaz demektir. Şanı yüce Allah, bu niteliğe sahip olanları sevmiyeceği, onlardan razı olmayacağını belirtmektedir. Yanf böyleleri üzerinde Allah'ın nimetinin etkileri görülmez. Bu da bîr çeşit tehdittir.

Büyüklenen kimse, (el-Muhtât) kibir duyan kimse demektir. Böbürlenen (el-fahûr) ise, büyüklük taslamak kastıyla kendi menkıbelerini (güzel halle­rini) anlatıp durandır. Falır etmek, yükselip kabarmak, başkalarına karşı haddini aşmak demektir. Özellikle burada bu iki niteliğin anılış sebebi, bu iki olumsuz niteliği taşıyan kimselerin bunların etkisi altında kalarak, fakir akraba, fakir komşu ve âyet-i kerimede sözü edilen diğerlerine karşı büyük-Lenmcye götürüp, Allah'ın bunlara iyilik yapma emrinin zayi olmasına sebep teşkil ettiklerinden ötürüdür.

el-Mufaddal'ın naklettiğine göre Asım, Yakın komşularınıza" anlamındaki buyruğu, "cim" harfini üstün ve "nun" harfini de sakin olarak: şeklinde okumuştur. el-Mehdevî der ki: Bu okuyuş, bir muzafın hazf edilmiş olması takdirine bina endir. Yani yakın tarafında bulunan kom­şu demektir. el-Ahfeş de şunu nakleder:

"Bütün insanlar bir yanda, emir de bir yanda."

Yan (el-Cenb), cihet ve taraf demektir. Akraba cihetinden... demektir Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [120]

 

37. Onlar ki, cimrilik edenler, insanlara cimriliği emredenler ve Al­lah'ın Ki t fuy la kendilerine- verdiğini gizi iye illettik. Biz o İnkar­cılar için küçültücü bir azap hazırlamışızdır.

 

Yüce Allah'ım "Onlar ki cimrilik edenler, insanlara cimriliği emredenler.. buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

 

1. Nahiv Bakımından Cümlenin Durumu:

 

Yüce Allah'ın: "Onlar ki cimrilik edenler" anlamındaki: buyruğundaki; "Onlar ki" buyruğu, (önceki âyeite geçeen): 

"Onlar ki..." buyruğunda yer alan O kimseleri buyruğundan bedel olmak üzere nasb mahallindedir. Bu sıfat olmaz. Çünkü O kimsej o kimseler ile, O şey, o şeyler edatları ne vasfedilirler, ne de sıfat olurlar. Bu buyruğun Böbürlenen kelimesindeki zamirden bedel ol­mak üzere ref mahallinde olması da mümkündür. Aynı şekilde bunun ref ma­hallinde olup. ona (bir sonraki âyetin) atfedilmesi de caizdir. Bunun müp-ledâ olup, haberinin mahfuz olması da caizdir. Yani: Onlar ki, cimrilik eden­ler... onlar için şu şu vardır. Yabutla haberin: "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar... zulmetmez" (en-Nisâ, 4/40) buyruğunun olması da mümkündür. Yine bu buyruğun, lafzının hazfı ile mansub olması da mümkündür. O tak­dirde âyet-i kerime mü'minler hakkında olur.

Bu açıklamaya göre âyet-i kerime şunu ifade eder: Cimrilik edenler Allah tarafından sevilmezler. O halde ey mü’minler, adı anılan kimselere iyilikte bu­lununuz, Çünkü şüphesiz Allah, iyilik yapmaktan alıkoyan niteliklere sahip olan kimseleri sevmez. [121]

 

2.  Cimrilik Yapanlar, Cimriliği Emredenler:

 

Yüce Allah'ın; "Cimrilik edenler, insanlara cin iriliyi emredenler" buy­ruğunda zikredilen ve şeriat tarafından yerilen cimrilik, yüce Allah'ın farz kıl­dığı şeyleri edâ etmekten uzak durmaktır. Bu da yüce Allah'ın: şu "Allah'ın lütfü kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler zannet­mesinler fei..." (Ali îmran» 3/180) buyruğunu andırmaktadır. Esasen Ali İmran Sûresi'nde cimrilik ve cimriliğin gerçek mahiyetine dair açıklamalar İle, cimrilik İle eli sıkılık (eş-Şuh) arasındaki farka dair yeterli açıklamalar geç­miş bulunmaktadır {3/180, âyet 2 ve 3. başlıklar).

İbn Abbas ve diğerlerinin görüşüne göre, bu âyet-i kerîme ile kastedilen­ler ya hu dilerdir. Çünkü yahudiler, hem mallan dolayısıyla böbürlenen ve cim­rilik edip büyuklenen kimselerdir, hem de Allah'ın Tevrat'ta indirmiş oldu­ğu Muhammed (sav)'in niteliklerine dair buyrukları da gizlemiş olanlardır.

Bu buyruklar İle takiyye yaparak (iman etmediklerinin ortaya çıkması halinde karşı karşıya kalacakları durumlardan sakınarak) infak ve iman eden münafıklar kastedilmiştir Yani şüphesiz Allah, büyüklenip, böbürlenen hiçbir kimseyi sevmediği gibi -i'râba dair belirttiğimiz şekilde- cimrilik eden kimseleri de sevmez.

"Biz o inkarcılar için küçültücü bir azap hazırlamışızdır" buyruğunda yüce Allah, cimrilik eden mü'minlere yaptığı azap tehdidi ile, kâfirleri tehdidi arasında bîr fark bulunduğuna dikkat çekmekledir. Bunu da birinci şe­kilde davrananları sevmeyeceğini, ikinciler için de küçültücü bir azabın bu­lunduğunu beİirterek ifade eimektedîr.[122]

 

38. Hem onlar Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hakle, mal­larını İnsanlara gösteriş için harcayanlardır. Şeytan kime arka­daş olursa (bilsin ki) o, kötü bir arkadaştır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız;

 

1- Riyakârlık Yapanlar:

 

Yüce Allah, bir önceki âyet-i kerimede geçen "Onlarki, cimrilik eden­ler...dir" buyruğuna buradaki "Mallarını İnsanlara gösteriş için harcayanlardır" buyruğunu atfetmiş bulunmaktadır. Bunun (bir önceki âyet-i kerime­nin sonunda geçen) 'inkarcı kâfirler"e atfolduğu da söylenmiştir. O takdir­de bu buyruk cer mahallinde olur. "Vav" harfinin fazladan geldiği görüşün­de olanlar ise, ikinci buyruğun birincisinin haberi olmasını caiz kabul eder. Cumhurun kanaatine göre bu buyruk münafıklar hakkında nazil olmuştur Çünkü yüce Allah: "Gösteriş için" diye buyurmaktadır. Gösteriş ve riyakâr­lık İse münafıklıktan gelir.

Mücahid yahudiler hakkında inmiştir derken, Taberi bu görüşü xayıf bulmaktadır. Çünkü yüce Allah, bu kesimde Allah'a ve âhiret gününe imanın söz-konusu olmadığını belirtmektedir. Yahudiler ise, böyle değillerdir.

İbn Atiyye der ki: Mücahid'in açıklaması, mübalağa ve onlar için bağlayı­cı bîr buyruk olması şeklinde açıklanabilir. Zira onların âhirete imanları kendilerine fayda vermeyeceğinden ötürü hiç imanları yok gibidir.

Bu âyet-i kerimenin Bedir gününde insanlara yemek yediren kimseler hak­kında nazil olduğu da söylenmiştir. Bu kimseler Mekke'nin ileri gelen ele-başlarıdır Bunlar insanlara, Bedir savaşma katılsınlar diye İnfâkta bulunmuş­lardı. İbnü'İ-Arabî der ki: Riyakârlık olsun diye yapılan harcamalar, aslında Kurân'ın fayda vermeyeceğini belirlediği hükümler arasında yer alır.

Derim ki: Buna yüce Allah'ın Kitab-ı Keriminden şu buyruğu da delil teş­kil eder: “De ki: Gerek isteyerek, gerek istemiyerek infak edin. Sizden asla kabul olunmayacaktır" (et-Tevbe, 9/53). İleride buna dair açıklamalar da gelecektir. [123]

 

2. Şeytanın Arkadaşlık Ettiği Kimseler:

 

Yüce Allah'ın: "Şeytan kime arkadaş olursa, o kötü bir arkadaştır" buy ruğunda hazfedilmiş bir ifade vardır ki, bunun takdiri de şöyledir:   "Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri halde... harcayanların" arkadaşları şeytan­dır. "Şeytan kime arkadaş olursa, o kötü bir arkadaştır."

Arkadaş anlamına gelen "el-Karîn™ kelimesi, kişi ile birlikte bulunan kim­se demektir. Arkadaş ve candan dost anlamındadır. Adiyy b. Zeyd der ki:

"Sen kişiyi sorma. Onun arkadaşının kim olduğunu sor. Çünkü herbir arkadaş kendi arkadaşına uyup gider."

Buyruğun anlamı şudur: Her kim dünya hayatında şeytanın dediklerini ka­bul ederse, şeytanı arkadaş edinmiş, onunla birlikçe olmuş oîur.

Şu anlama gelmesi de mümkündür: Cehennemde şeytanın kendisiyle bir­likte tutulacağı kimsenin bu arkadaşı ne kadar kötüdür! Yani, arkadaş ola­rak şeytan çok kötüdür, Ayet-i kerimenin sonundaki; *Arkadaş," tem-yîz olmak üzere mansubtur. [124]

 

39- Onlar, Allah'a ve âhiret gününe iman edip te Allah'ın kendileri­ne verdiğinden infak etselerdi ne kaybederlerdi ki, Allah onla­rı çok İyi bilendir.

 

“Mâ” Edatı mübtedâ olarak ref’ mahallinde da onun haberidir. Ve bu kelime "O ki" anlamındadır  'nin tek bir isim olması da mümkündür. Birincisine göre ifade Bundan dolayı ne zararla­rı olur? takdirindedir.

İkincisine göre ise, Ne kaybederler ki? takdirindedir.

"Allah'a ve âhiret gününe iman edip" yani vacibül-vücud olan Allah'ın varlığını tasdik ile, Rasûlünün getirdiği âhirete dair tafsilatı doğrulamış olsalardı, "Allah'ın kendilerine verdiğinden de infak etselerdi ne kaybeder­lerdi ki?" "Allah onları çok iyi bilendir" buyruğunun anlamına dair açık­lamalar daha önce birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. [125]

 

40- Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O, (yapılan iş) bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lütfundan büyük bir mü­kâfat verir.

 

Yüce Allah'ın; "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi iulmetmez" buy­ruğunun anlamı şudur: İşledikleri amellerin sevaplarını bir zerre ağırlığı ka­dar dahi azaltıp eksiltmek. Aksine bunun dahi karşılığını onlara verir ve bun­dan dolayı onları mükâfatlandırır.

İfadeden maksat, yüce Allah'ın, az olsun çok olsun asla zulmetmiyeceğidir. Nitekim yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah, insanlara en ufak bir şey dahi zulmetmez" (Yunus, 10/44) buyruğu da böyledir.

Zerre; İbn Abbas ve diğerlerinden nakledildiğine göre kırmızı karıncadır. Kırmızı karınca ise karıncaların en küçüğüdür. Yine İbn Abbas'tan nakledil­diğine göre zerre, karıncanın kafasıdır. Yezid b. Harun da der ki: Zerrenin ağırlığının olmadığını iddia ettiler. Nakledildiğine göre, adamın birisi bir ek­mek koydu ve zerre denilen bu kanncalar bütünüyle üzerini kapattı. Tekrar o ekmeği tarttı ve bu karıncaların ekmeğin ağırlığım artırma diki arım gördü.

Derim ki: Kur'an-ı. Kerim ve Sünnet-i Seniyye ise zerrenin bir ağırlığı ol­duğuna delalet etmektedir. Tıpkı bir dinarın ve onun yarısının bir ağırlığı olduğu gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır

Zerrenin hardal tohumu olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Hiçbir nefse hiçbir şeyle zulmolunmaz. Bir hardal tanesi ağır­lığınca olsa bile Biz onu getiririz..." (el-Enbiyâ, 21/47) Bundan başka açık­lamalar da yapılmıştır. Özetle söyleyecek olursak, bütün şeyler arasında en az ve en küçük olandır. Müslim'in Salih'inde Enes'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah hiç bir ınıTmine bir hase-ne kadar dahi haksızlık etmez. O, hem bunun sebebiyle dünyada bağışta bu­lunur, hem de ona karşılık âhirette mükâfat verir. Kâfire gelince, Allah için yaptığı iyilikler karşılığında dünyada ona yedirilir. Nihayet âlıirete vardığın­da onun karşılığını göreceği herhangi bir İyiliği kalmamış olur." [126]

Yüce Allah'ın: "O, bir iyilik olursa onu kat kat artırır buyruğu sevabı­nı çoğaltır demektir. Hicazlılar "İyilik" kelimesini ötreli diye okumuşlardır. Fakat genel olarak kurra bunu mansub okurlar. Birinci oku­yuşa göre (vît); Olursa kelimesi, meydana gelirse,anlamında olup, tam bir fiil olur, İkinci okuyuşa göre ise, eksik (yardımcı) bir fiil olur. Yani onun yap­tığı iş iyilik olursa demektir. el-Hasen: "Onu kat kat artırır" anlamındaki ke­limeyi azamet nun'u ile, Onu kat kat artırırız» şeklinde okumuş­tur. Diğerleri ise* "ye" ile okumuş olup, daha sahih olan budur. Çünkü "Ve­rir" buyruğunda da böyledir.

"Onu kat kat artırtr" anlamındaki kelimeyi, Ebû Recâ  şeklinde okurken, diğerleri ise diye okumuşlardır. Bu iki okuyuş da çokluk anlamım ifade eden iki ayrı söyleyiştir. Ebû Ubeyde der ki: "Onu kat kat artırır1 buyruğunun anlamı, onu pek çok kat fazlası ile çoğaltır de­mektir. şeklinde şeddeli okuyuş, iki kat yapar anlamındadır.  Kendi katından" da kendi nezdinden dernektir.

Bu kelimenin şeklinde dört türlü söylenişi vardır. Bu ke-fime nefse izafe edildiği takdirde, "nün" harlı şeddeli gelir. Başına; "... den" kelimesi gelmiştir ki, bu kelime bu şekilde geldiği takdirde gayenin baş­langıcını ifade eder. İndinden, nezdinden kelimesi de böyledir. Her ikisi de böyle bir benzerlik arzettiklerinden dolayı, bunun başına 'in gel­mesi güzeldir. Bundan dolayı Sibevylı, bu kelime hakkında; bu, gayenin ba­şını teşkil eden yer demektir, diye açıklamada bulunmuştur.

"Büyük bir mükâfat" dan kasıt cennettir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen uzunca hadis olan -ki Şefaat hadisi diye bilinir- şöy­le denilmektedir: "Nihayet mü'minler cehennemden kurtulurlar. Nefsim elin­de olana yemin ederim ki, sizden .herhangi birinizin dünyadaki hakkı uğrunda mücadele etmesi, mü'minlerin cehenneme atılmış buİunan kardeşleri hakkında Rableri ile mücadelesinden daha ileri derecede bir mücadele de­ğildir. Diyecekler kh.Rabbimiz onlar da bizimle beraber oruç tutuyorlardı. Na­maz kılıyor, haccediyorlardı. Bu sefer onlara, şöyle denilir: Haydt tanıdığı­nız kimseleri oradan çıkartınız. Bunların suretleri cehenneme haram kılınır ve oradan cehennemin, kiminin bacaklarının ortasına kadar, kiminin dizka-paklanna kadar alıp yaktığı pek çok kimseyi çıkartırlar. Ve sonra şöyle der­ler: Rabbimiz kendisini çıkartmamızı emrettiğin kimselerden orada kimse kal­madı. Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurur; Geri dönünüz. Kalbinde hayır namına bir dinar ağırlığı kadar bir şey bulduğunuz kimseleri çıkartınız. Yi­ne pek çok sayıda çıkartırlar, sonra şöyle derler: Rabbimiz, oradan çıkartma­mızı emrettiklerinden kimseyi orada bırakmadık. Sonra yine şöyle buyurur: Geri dönünüz. Kalbinde hayır namına yarım dinar ağırlığı kadar birşey bul­duğunuz herkesi oradan çıkartınız. Yine çok sayıda kimseyi çıkartırlar. Son­ra şöyle derler: Rabbimiz, bize emrettiklerinden hiçbir kimseyi orada bırak­madık. Tekrar şöyle buyurur: Haydi dönünüz. Kalbinde zerre ağırlığı kadar hayır namına birşeyler bulduğunuz kimseleri çıkartınız. Yine çok kimseyi çı­kartırlar, sonra: Rabbimiz, orada hayır namına birşey bırakmadık derler". Ebû Said el-Hudri şöyle derdi: Eğer bu hadisin doğruluğu konusunda beni tas­dik etmiyor iseniz, arzu ettiğiniz takdirde: "Allah şüphesiz zerre ağırlığı ka­dar dahi zulmetmez. O» bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lüıfundan bir mükâfat verir" âyetini okuyunuz. [127]

İbn Mes'ud'dan da rivayete göre o, Peygamber (savVın şöyle buyurdu­ğunu nakletmektedir: "Kıyamet gününde kul getirilir, (hesab için) durduru­lur. Herkesin önünde bîr münadi şöyle seslenir: İşte bu, filan oğlu filandır. Her kimin bunun üzerinde bir hakki varsa gelsin hakkını alsın. Sonra şöyle buyurur: Haydi bunlara haklarını ver. Der ki: Rabbim, dünya elimden kaçıp gitmiş bulunuyor, ben bunların haklarını nereden verebilirim? Yüce Allah, me­leklere şöyle buyurur: Bunun salih amellerine bîr bakınız. Hak sahiplerine o amellerinden veriniz. Eğer geriye zerre ağırlığı kadar bir iyilik kalmış ise, melekler derler ki: Rabbimiz -ki O, bunu onlardan daha iyi bilir- bu artık her hak sahibine hakkını vermiş ve geriye zerre ağırlığı kadar bir iyiliği kalmış bulunuyor Yüce Allah, meleklere şöyle der: Onu kulumun lehine kat kat ar-tınmz. Rahmetimin fazileti sayesinde onu cennete koyunuz. İşte bu buyru­ğu tasdik eden de: "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O, bir iyilik olursa onu kat kat artırır" buyruğundadır. Eğer bu kul bedbaht bir kimse ise, melekler şöyle derler: İlahımız, bunun iyilikleri tükendi, geriye kötülükleri kaldı. Ondan hak isteyen pek çok kişi de kaldı. Yüce Allah şöy­le buyurur: Onlann (hak sahiplerinin) günahlarından alınız, onun günahla­rına ekleyiniz, sonra ona cehenneme gitmek üzere bir belge yazınız." [128]

Bu âyet-i kerime, bu açıklamaya göre hasımlar hakkındadır. Şanı yüce Al­lah da bir hasmın bir diğer hasım üzerindeki hakkından zerre ağırlığı kadar bir miktar, dahi düşürüp zulmetmez ve ondaki o hakkını, hak sahibi lehine tahsil eder. Onun geriye kalan zerre ağırlığı kadar bir iyiliği dolayısıyla da­hi onu haksızlığa uğratmaz. Aksine bu iyiliğinden dolayı ona sevap verir ve bunu onun için kal kat artırır, çoğaltır. İşte yüce Allah'an: "O, bir iyilik olur­sa, onu kat kat artırır" buyruğu bunu adatmaktadır.

Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmekledir: Rasûlulullah (sav)'ı şöy­le buyururken dinledim: "Şüphesiz şanı yüce Allah, mümin kuluna, bir tek iyiliğine karşılık ikimilyon iyilik verir." Daha sonra Ebû Hureyre şu âyet-i ke­rimeyi okudu: "Allah, şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O, bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lütfiından büyük bir mükâfat verir." Abı de dedi kî: Ebû Hureyre şöyle dedi: Yüce Allah da: "Büyük bir mükâfat" di­ye buyurduğuna göre bunun miktarını kim takdir edebilir? [129]

İbn Abbas ve İbn Mes'ud'dan da bu âyet-i kerimenin, güneşin üzerinde doğduğu şeylerden daha hayırlı olan âyetlerden birisi olduğuna dair sözle­ri önceden geçmiş bulunmaktadır.[130]

 

41. Her ümmetten birer şahid getirip, bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman halleri nice olur?

 

Yüce Allah'ın: "Nice ohır?" kelimesinde ikinci "fe" harfinin üstün olması "fe" harfinin sakin okunması halinde iki sakinin bir arada olacağın­dan dolayıdır. “” edatı ise, zaman zarfıdır. Bundaki amil ise, "Ge­tirip" fiilidir.

Ebû'1-Leys es-Semerkandî şunu nakletmektedir: Bize el-Haİil b, Alımed an­lattı dedi ki: Bize İbn Meni' anlattı dedi ki: Bize Ebû Kâmil anlattı dedi ki: Bize Fudayl, Yunus b. Muhammed b. Fedale'den anlattı. Yunus babasından naklettiğine göre, Rasûlullah (sav) Zaferoğulları arasında bulunduktan sıra­da yanlarına gelip, Zaferoğulları (nın.) kaldığı yerde bulunan kaya parçası üze­rine oturdu. Beraberinde ise İbn Mes'ud, Muâz ve ashabından birkaç kişi da­ha vardı. Birisine Kur'an okumasını emretti. Kur'an okuyan şu: "Her ümmet­ten birer şahld getirip bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman halleri nice olur" buyruğuna varınca, Rasûlullah (sav) yanakları islanmca-ya kadar ağladı ve şöyle buyurdu: "Rabbim, bu benim aralarında bulundu­ğum kimseler hakkında böyledir. Peki, benim görmediğim kimseler hakkın­da (tanıklığım) nasıl olacak! [131]

Buharı de Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir. Rasûlullah (sav) bana; "Bana kur'an oku" dedi. Ben, kur'an sana indirilmiş olduğu halde sana Kur'an mı okuyayım diye sorunca, şöyle buyurdu: "Şüp­hesiz ben Kur'an-t Kerimi benden başkasından da dinlemeyi severim"- Ona, Nisa Sûresi'ni okudum. Nihayet; "Her ümmetten birer şahid getirip, bun­lara karşı da seni şahid getireceğimiz iaman halleri nice olur" ayetine ge­lince; "Bu kadar yeter" dedi. Gözlerinin yaş akıttığını gördüm. [132]

Müslim de bu hadisi rivayet etmiş ve: "Bu kadarı yeter" buyruğu yerine şun-lan nakleder: Başımı kaldırdım -veyahut da yanımdaki bir adam beni dürte­rek işaret etti bunun üzerine başımı kaldırdığımda-gözyaşlarının aktığını gördüm. [133]

İlim adamlarımız der ki: Peygamber (sav)'m ağlaması, bu âyet-i kerimenin ihtiva ettiği dehşetli başlangıç ve işin ağırlığı dolayısıyla dır. Zira Peygamber­ler, ümmetlerine karşı doğrulayıp, yalanladıklarına dair şahidler olarak ge­tirileceklerdir. Hz.. Peygamber de Kıyamet gününde bir şahid olarak getiri­lecektir. Yüce Allah'ın: "Bunlara" buyruğu ile de hem Kureyş kâfirlerine, hem diğer kafirlere işaret vardır. Özellikle Kureyş kâfirlerinin anılmasının sebe­bi, azabın bu Kureyş kâfirleri üzerinde diğerlerine göre daha ağır olacağın­dan dolayıdır. Çünkü onlar, mucizeleri ve Allah'ın onun elleri vasıtasıyla or­taya çıkardığı harukulâde halleri görmekle birlikte inad ettiler.

Âyet-i kerimenin anlamı da şudur: "Her ümmetten birer şahid getirip, bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman" Bu kâfirlerin kıyamet gü­nünde halleri nasıl olacaktır. Azaba mı uğratılacaklar, yoksa nimete mi mazhar olacaklardır? Bu, azar anlamında bir istifham (sorudur).

Buradaki işaretin bütün ümmete olduğu da söylenmiştir. İbn Mübarek şöy­le nakleder: Ensar'dan bir adam, el-Minhâl b. Amr'dan kendisine şunu anlattığını haber vermektedir: el-Minhâl naklettiğine göre o, Said b. el-Müseyyeb'i şöyle derken dinlemiş: Sabah akşam Hz. Peygambere ümmetinin arzolunma-diğı hiçbir gün yoktur O, onları simaları ile ve amelleri ile tanır. İşte bun­dan dolayı haklarında şahidlik edecektir. Nitekim Şanı Yüce ve Mübarek olan Allah: "Her ümmetten birer şahid" yani peygamberlerini getirip bunlara karşı da seni şahid getireceğimiz zaman halleri nice olur" diye buyurmak­tadır.

"Nice" kelimesi malızûf bir fiil üe nasb mahallindedir. ifadenin tak­diri önceden de belirttiğimin gibi; halleri nice olur şeklindedir. Gizli olan bu fiil de bazan, "Zaman" kelimesinin i'rabdaki yerini tutar, deki amil olan fiil de; "Getirip" fiilidir; "Şahid" kelimesi de haldir

Bu âyetin okunuşu ile ilgili hadis-i şerifteki fıkhi inceliklerden birisi de şu­dur: Öğrencinin hocasına okuması ve okuyuşunu ona arzetmesi caizdir. Bunun aksi de caizdir. Yüce Allah'ın izniyle Lem Yekûn Sûresi'nde (.98. sû­re olan el-Beyyine Sûresi'nde) nakledeceğimiz Ubey hadisinde buna dair açık­lamalar gelecektir. [134]

 

42. O gün initâr edenler ve O peygambere isyan edenler, yerle bir edilselerdi temennisinde bulunacaklardır. Allah'tan hiçbir sö­zü de gizleyemeyeceklerdir.

 

İsyan edenler" kelimesindeki "vav" harfinin ölre olması, iki sa­kinin ardarda gelmesinden dolayıdır. Bu harfin esreli okunuşu da caizdir, Na­lı' ve İbn Amir, "... bir edilseler" kelimesini "te" harfi ötreli, "sîn" har­fi de şeddeli olarak ; şeklinde okumuşlardır. Hamza ve ei-Kisaî de böy­le okumakla birlikte onlar, "sin" harfini şeddesin okurlar. Diğerleri ise, laiiin zikredilmediğl bina-i meçhul (meçhul fiil) olmak üzere "te" harfini ölreli, "sin" harfini'de şeddesiz okumuşlardır.

Buyruğun anlamı da şudur: Keşke Allah onları yerle dümdüz etse. Yani on­ları yerle bir etse. Bir diğer anlamı da şöyledir: Keşke Allah, onları diriltme-se idi ve yer, üzerlerinde dümdüz olarak kalsalardı. Çünkü onlar, topraktan nakledilip diriltiîmişlerdir. Birinci ve ikinci kıraate göre ise, "yer* faildir. An­lamı da şöyle olur: Yer yarılsa da içine girseler diye temenni edeceklerdir. Şöy­le de açıklanmıştır. Buradaki "te**; harfi Üzerinde, anlamındadır. Yani

keşke yer onların üzerlerinde dümdüz edilse. Bu da keşke yer yarılıp ta, on­lar da içine girip üzerlerinden dümdüz edilse diye temenni edeceklerdir de­mek olur. Bu açıklama da el-Hasen'den nakledilmiştir.

"Sin" harfinin şeddeli okunması bir Hte"nin "sin"e idğam edilmesi esasına göredir. Şeddesiz okunması ise bu "te"nin hasfedilmesi esasına göredir.

Şöyle de denilmiştir: Bunlar, hayvanların toprak olduklarını görüp, ken­dilerinin ise cehennemde ebediyyen kalacaklarını öğrenecekleri vakit bu te­mennide bulunacaklardır. Bu da yüce Allah'ın: "Ve kâfir, keşke toprak olsay­dım diyecek" (en-Nebe, 78/40) buyruğunun anlamıdır.

Yine denildiğine göre onlar, daha Önce Bakara Sûresi'nde "Böylece Biz, sizi vasat bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143^ âyetini açıklarken geçtiği üze­re- bu ümmetin peygamberlerin lehine şahidlik edeceğini görecekleri vakit bu temenniyi yapacaklardır. O zaman geçmiş ümmetler şöyle diyecekler: Bun-Ur arasında zinakârlar ve hırsızlar vardır. O bakımdan şahidlikleri kabul olun­maz. Bu sefer Peygamber (sav) onları tezkiye edecektir. Bunun üzerine müşrikler: "Rabbimiz Allah hakkı için biz müşrikler değildik" Cel-En'am, 6/23) diyeycekler. Bunun üzerine de ağızlarına mühür vurulacak, ayakları ve et­leri dünyada iken kazandıklarına dair şahidlik edecektir, İşte yüce Allah'ın: "O günde inkâr edenler ve Peygambere İsyan edenler, yerle bir edilseler-di temennisinde bulunacaklardır" yani keşke yerin dibine geçiritselerdi, di­ye temenni edeceklerdir, buyruğunda anlatılan durum budur. Doğrusunu en iyi bilen Allalıtır...

Yüce Allah'ın: * Allah'tan hiçbir »özü de glaleyemeyeceklerdir." Buyru­ğu ile ilgili olarak ez-Zeccâc şunları söylemektedir: Kimisi: "Allah'tan hiç bir sözü de gizleye deyeceklerdir" buyruğu yeni bir cümle (isti'naf) dır. Çün­kü onların dünyada iken yaptıkları, zaten Allah nezdinde apaçık ve besbel­lidir. Onu gizlemeye de güçleri yetmez demektedir. Kimisi de: Bu ifade, ön­ceki cümledeki temenniye atfedil m iştir demiştir, Buyruğun da anlamı şöyle olur: Keşke yerle bir edilselerdi ve Allah'tan bir sözü gizlememiş olsalardı di­ye temenni edeceklerdir Çünkü onlann yalan söyledikleri ortaya çıkmış ola­caktır, İbn Abbas'a bu âyet-i kerime ile: "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşrikler değildik" âyeti hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir. Onlar cennete ancak müslümanlann girdiğini görecekleri vakit: "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşrikler değildik" diyecekler. Allah da bunun üze­rine onların ağızlarına mühür vuracak, el ve ayakları da konuşmaya başla­yacak, böylelikle Allah'tan hiçbir sözü gîzleyemeyecekierdir.

el-Hasen ve Katade der ki: Âhiretin değişik yerleri ve durumları vardır. Bir âyette sözedilen bir durum birisinde, ötekinde sözedilen bir diğer durum bir başka konumda olacaktır* Bu buyruğun anlamı da şudur: Herşey onlar için apaçık ortaya çıkıp hesaba çekileceklerinde hiçbir şey gizlemeyecekler.

Buna dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle el-En'âm Sûresi'n-de (6/23. âyetin tefsirinde.) gelecektir.[135]

 

43- Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ve bir de cüjıup iken -yolcu olmanız müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur yahut yolculukta iseniz, yada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, veya kadınlara do­kunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi mesnediniz. Şüphesiz Allah, çok affe­dicidir, çok bağışlayıcıdır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı kırk dört başlık [136] halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi, Sarhoşluk Veren İçkilerin Haram Kılınma Aşamaları ve Mü'minlere Hitabın Sebebi:

 

Yüce Allah; "Ey iman edenler! sarhoşken... namaza yaklaşmayın" buy­ruğunda, bu kitabıyla özel olarak mü'minlere seslenmektedir. Çünkü mü'min-ler, bir taraftan namaz kılarken, içki de içmeye devam ediyorlardı. İçki ise, onların zihinlerini aleyhlerine olmak üzere telef edip gitmişti

O bakımdan bu buyrukla özel olarak onlara hitab edildi. Zira kâfirler ne sarhoşken, ne de ayıkken namaz kılmazlardı,

Ebû Davûd, Ömer b. el-Hattab (r.a) dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: İçkinin haram kılınışına dair buyruk nazit olmadan Önce Ömer şöyle dedi; Allah'ım, içki hakkında bize rahatlatıcı bir beyanda bulun.

Bunun üzerine Bakara Sûresi'ndeki; "Sana içki ve kumardan soruyorlar" (el-Bakara, 2/219) buyruğu nazil oldu.

Bunun üzerine Ömer çağrıldı ve ona bu âyet-i kerime okundu- Yine: Al­lah'ım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun dedi. Bu sefer Ni­sa Sûresinde yer alan: "Ey iman edenleri Sarhoşken ne söylediğinizi bilin-ceye kadar... namaza yaklaşmayın" âyeti nazil oldu. O bakımdan Rasûlul-lah (sav)'ın rminadîsi namaz için kamet getirildiğinde şöyle seslenirdi. Dik­katli olun, namaza sarhoş bir kimse yaklaşmasın. Yine Ömer çağırıldı, ona bu âyeti kerime okundu, bu sefer tekrar: Allah'ım içki hususunda bize ra­hatlatıcı bir beyanda bulun. Bunun üzerine şu: "Artık vazgeçtiniz değilmi?" (el-Maide, 5/91) âyeti nazil oldu. Bu sefer Ömer: “Vazgeçtik” dedi.[137]

Said b. Cübeyr der ki: İnsanlar, kendilerine bir emir, yahut bir yasak bil-dirilinceye kadar tahiliyye dönemindeki durumlarını devam ettirip gidiyor­lardı. O bakımdan İslâm'ın ilk dönemlerinde "Sana içki ve kumar hakkın­da soru soruyorlar. De ki: Onlarda büyük bir günah ve insanlar için bazı menfeaatler vardır" (el-Bakara, 2/219) ayeti nazil oluncaya kadar, içmeye de­vam ediyorlardı. Bu âyet nazil olunca: Biz günah için değil de menfeati için içeriz, dediler. Adamın birisi-içki içti ve cemaatin önüne geçip namaz kıldı­rırken: De ki: Ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza taparım, diye okudu. Bu­nun üzerine: "Ey iman edenler, sarhoşken... namaza yaklaşmayın" âyeEi nazil oldu. Bu seter, biz namazın dışında (içeriz), dediler. Bunun üzerine Ömer (r.a) şöyle dedi; AllaVum içki hususunda üzerimize şifa verici (rahat­latıcı) açıklama indir. Bunun üzerine: "Muhakkak şeytan... ister'7 (el-Maide, 5/91) âyeti nazil oldu.

Bunun üzerine Ömer de: Vazgeçtik, vazgeçtik, dedi. Daha sonra Rasûlul-lah (sav')'m münadîsi (.Medine sokaklarında) dolaşarak: Şunu biliniz ki, içki haram kılındı, diye nida etmeye başladı. İleride yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde de açıklaması gelince görüleceği gibi.

Tirmizî de Ali b, Ebû Talib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdur-rahman b. Avf, bize bir yemek hazırladı. Bizi çağırdı. Bize içki içirdi. îçki bi­zi sarhoş etti. Bu arada namaz vakti girdi. Beni namaz kıldırmak üzere öne geçirdiler. Ben de: "Deki ey kâfirler, sizin taptıklarınıza ben tapmam" (el-Kâfîrûn, 109/1-2) ve, biz sizin taptıklarınıza taparız diye okudum. Bunun üze-rine-yüce AUah: *Ey iman edenle*1, sarhoşken ne söylediğinizi bitinceye ka­dar.,, namaza yaklaşmayın" buyruğunu İndirdi. Ebû İsa (et-Tümizî) der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. [138]

Bu âyet-i kerimenin daha önceki buyruklar ile ilişki yönü ve âyetler ara­sındaki yerine gelince: Şam yüce Allah Daha önce "Allah'a ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın" (en-Nisa, 4/36) diye buyurdu. İmandan sonra da ibadetlerin başı olan namazı söz konusu etti.

Bundan dolayı namazı İsrarla terk eden kişi öldürülür ve t'arziyeti sakıt ol­maz. Bu şekilde anlatıra, kendileri bulunmaksızın sahih olması sözkonusu ol­mayan namazın şartlarım açıklamaya kadar geldi. [139]

 

2. Âyet-i Kerimedeki Sarhoşluğun Mahiyeti:

 

İlim adamlarının cumhuru fukalıâ topluluğunun kanaatine göre, âyet-i ke­rimede geçen sekr (sarhoşluk) dan kasıt, içki dolayısıyla sarhoşluktur. An­cak, ed-Dahhâk, buradaki sarhoşluktan kasıt, uykudur demektedir. Çünkü, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, namazday­ken uyuklayacak olursa, uykunun etkisi üzerinden gidinceye kadar yatıp uyu­sun. Çünkü, belki de o, mağfiret dilemek isterken, kendi kendisine beddua edebilir." [140]

Abide es-Selmanî der ki: "Sarhoşken* den kasıt idrarın seni sıkıştırmış­ken demektir. Çünkü Hz. Peygamber: "Sizden herhangi bir kimse, sakın id­rarı kendisini sıkıştırmışken -bir rivayette de: Bacakları arasındakini sakışür-mış olduğu halde- asla namaz kılmasın." [141]

Derim ki: ed-Dahhâk ve Abîde'nin söyledikleri, mana itibari ile doğrudur. Çünkü namaz kılandan istenen şey, bütün kalbiyle yüce Allah'a yönelmesi, başka şeylere iltifatı terketmesi, uyku, idrar sıkışıklığı ve açlık gibi şaşırma­sına sebep olabilecek, gönlünü, hatırını meşgul edecek, halini değiştirecek herseyden uzak durması gibi şeyler istenir. Hz. Peygamber de şöyle buyur­maktadır: "Akşam yemeği hazırken, namaz için kamet getirilirse, akşam ye­meğini yiyerek işe başlayın." [142]

Böylelikle Hz. Peygamber, insanın hatırına taalluk edebilecek şaşırtıcı her-bir unsurun ortadan kalkmasını gözönünde bulundurmuştur. Tâ ki kul, baş­ka şeylerle meşgul olmayan bir kalp ve bütün özü ile Rabbine ibadete yö-nelsin ve namazında gerektiği gibi huşu duysun. Bu âyet-i kerimenin kap­samına ileride geleceği üzere; "Mü'minler felah bulmuşlardın Onlar ki, na­mazlarında huşu gösterenlerdir" (el-Mu'minun, 23/1-2) buyrukları da girmek­tedir. İbn Abbas da der ki: Yüce Allah'ın: "Ey İmaö edenler, sorhoşken... na­maza yaklaşmayın" buyruğu, Maide Sûresi'nde yer alan: "Ey iman edenler namaza kalkacağınız zaman-., yıkayınız" (el-Maide, 5/6) âyeti ile nesh ol­muştur. Bu görüşe göre de mü'mînlere sarhoş oldukları halde namaz kılma­mak emri verilmiş olmaktadır.

Daha sonra ise her halükârda namaz kılmaları emrolunmuştur. Bu ise ni­hai haram hükmü gelmezden önce böyleydi. Mücahid ise der ki; Bu âyet-i kerime, içkiyi haram kılan âyetle nesh olmuştur, İkrime ve Katade de böy­le demiştir. Daha önce zikrettiğimiz Hz. Ali yoluyla gelen hâdis-i şerif dola­yısıyla bu konuda sahih olan da budur.

Rivayet olunduğuna göre Ömer b. el-Hattab (r.a) şöyle demiştir: Namaz için kamet getirildi. Rasûllullah (sav)'in münadisi de şöyle seslendi: Sakın sarhoş olan bir kimse namaza yaklaşmasın.[143] Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. ed-Dahhak ve Abîde'nin görüşlerine göre ise, âyet-i kerime muhkem olup, âyette nesh sözkonusu değildir. [144]

 

3. Sarhoşken Namaza Yaklaşmama Hitabının Muhatapları:

 

Yüce Allah'ın: Yaklaşmayın" buyruğundaki fiilin "râ" harfi üs­tün okunacak olursa, öyle bir fiili İşlemeye, kalkışmayın anlamına gelir. Şa­yet ötreli okunursa, böyle birşeye kalkışmayın, yaklaşmayın anlamına gelir.

Âyet-i kerimede hitap, aklıbaşında, sarhoş olmayan bütün ümmetedir. Sarhoş bir kimse ise, sarhoşluğu dolayısıyla temyiz gücünü kaybedecek olursa, aklı başından gitmiş olduğundan dolayı o vakitte muhatab değildir. Ancak o, kendisi için vacib olan emirleri yerine getirmekle muhataptır. Di­ğer taraftan sarhoş olduğu sıralarda, sarhoş olmadan önce mükellef olduğu kesinlik kazanmış hükümlerden vakti geçtiği için yerine getirmediklerinin de ayrıca keftaretini (yani kazasını v.b.) yerine getirmelidir. [145]

 

4.  "Namaza Kalkmaksın Anlaşılması:

 

İlim adamları burada namaz (es-Salât) ile neyin kastedildiği hususunda fark-iı görüşlere sahiptirler. Bir kesim, bundan maksat bizatihi bilinen ibadettir, demektedir. Bu, Ebû Hanife'nin de görüşüdür. O bakımdan daha soma: "Ne söylediğinizi biUnceye kadar" diye buyuru Imuştur.

Bir başka kesim ise bundan kasıt, namazın kılındığı yerlerdir, demektedir. Bu da-Şâflî'nin görüşüdür. Ona göre, burda muzaf hazfedilmiştir. Nitekim yü­ce Allah bir başka yerde: "Elbette birçok manastırlar, kiliseler, havralar (sa-lavat) yıkılır giderdi" (el-Hac, 22/40) diye buyurmaktadır. Görüldüğü gibi, burada da namaz kılanan yerlere "sâlat" adı verilmektedir Bu açıklamaya yü­ce Allah'ın: "Ve bir de cüoüp iken -yolcu olmanız müstesna- buyruğu da delalet etmektedir, Bu ise, cünüp olan bir kimsenin mescidden -orada namaz kılmak için değil de- geçip gitmesinin caiz olmasını gerektirmektedir.

Ebû Hanife: "Birde cünüp İken -yolcu olmanız müstesna-" buyruğundan maksat, su bulamaması halindeki yolcudur. Böyle bir kimse teyemmüm ed­er ve öylece namazını kılar der. Buna dair açıklama da ileride gelecektir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Bu buyrukta unamaz"dan kasıt, hem namaz kılınan yerdir, hem da namazın kendisidir. O dönemlerde ashab-ı ki-raiüj ancak namaz için mescide gelirler ve hep birlikte namaz kılarlardı. O bakımdan namaz ile namaz kılınan yer birbirinden ayrı görülmezdi. [146]

 

5. "Sekr Sarhoşluk" Kelimesinin Anlamı.

 

Tekil ve Çoğul Olarak Kullanılışı:

 

Yüce Allah'ın "Sarhoşken, sarhoş olduğunuz halde" buyru­ğu mübtedâ ve haberdir. "Yaklaşmayın" emrinden hal mahallinde bir cümledir, "Sarhoşlar" kelimesi, Sarhoş kelimesinin ço­ğuludur. en-Nehaî, bu kelimeyi "sin" harfini üstün^olarak; diye oku­muştur ki, bu da kelimesinin mükesser çoğuludur. Bunun bu şekil­de teksir ediliş sebebi, sekr'in aklı ilgilendiren bir âfet oluşudur, O bakım­dan, bu kelime de, sara'ya düşmüş kimseler anlamını veren; kelime­si ve bu türden diğer kelimeler vezninde çoğul yapılmıştır. el-A'meş İse bu kelimeyi "sin" harfini Ötreli olarak "hublâ" gibi okumuştur. O takdirde bu ke­lime tekil bir sıfat olur. Çoğul ile ilgili olarak, tekil bir sıfat ile haber verme­nin caiz oluşu da çoğula dair tekil bir kelime ile haber vermek şeklindeki kul­lanışlarına (Arapların kullanışlarına) göre caiz görülmüştür.

Sekr (sarhoşluk), sahv'ın (ayıklığın) zıddıdır. Bu kelime şe­killerinde kullanılır. Kişinin gözünün şaşkınlığını ifade etmek için; de denilir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki gözlerimiz döndürülmüş, şaşırtılmış... " (el-Hicr, 15/15.) buyrugundaki "sekr" bu anlam­dadır. Bu kelime, "keP harfi şeddeli olarak, açık birşeyi kapatmak, yarığı ka­patmak anlamında da kullanılır. Buna göre sekrân (sarhoş), sahip olduğu akıl­lı halden kopan, ondan uzaklaşan kimse demektir. [147]

 

6- İslâm'ın îlk Dönemlerinde İçkinin Yasak Olmayışı:

 

Bu âyet-i kerimede, İslamın ilk dönemlerinde içki içmenin, kişiyi sarhoş­luk derecesine ulaştırıncaya kadar mübâh olduğuna dair bir delil, hatta açık bir nass vardır. Şöyle de denilmiştir: Sarhoş olmak aklî bakımdan haram gö­rülmektedir. Ve hiçbir dinde de mübâh kılınmış değildir. Onlar, bu âyet-i kerimedeki sekr'i de uyku diye yorumlamışlardır. el-Kaffâl der ki: Muhtemel­dir ki onlara, İnsan tabiatını cömertliğe, kahramanlığa ve hamiyette hareke­te geçirecek miktarda içki içmeleri mubah kılınmıştır. Derim ki, böyle bir ma na onların gürlerinde de vardır. Nitekim Hassan (b. Sabit) şöyle demiştir;

"Biz onu (şarabı) içeriz, o da bizi kır almışız gibi yapar."

Bu anlamda daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/219. âyet, 6. başlıkta) do­yurucu açıklamalarda bulunmuştuk. el-Kaffâl der ki: Kişiyi, delilik ve baygın­lık noktasına getirecek kadar aklı İzale eden sarhoşluğa gelince, böyle bir maksatla içki içmek mubah kılınmış değildir. Ancak böyle bir kastı olmak­sızın bu derece sarhoş olsa, bunun sorumluluğu bu şekilde sarhoş olandan kaldırılmış bulunuyordu.

Derim ki: Bu doğru bir açıklamadır. Bu açıklamalar, Maide Sûresi'nde, Uz. Hamza kıssasında (el-Maide, 5/ 90-92. âyetler, 3- başlıkta) gelecektir. Müs­lümanlar, bu âyet-i kerime nazil olunca, namaz vakitlerinde içki içmekten uzak duruyorlardı. Yatsı namazını kıldıktan sonra içki içerlerdi. Yüce Allah'ın: "Ar­tık vazgeçtiniz değil mi" (eİ-Maide, 5/91) buyruğunda haram kılındığı hük­mü nazil oluncaya kadar bu halde devam ettiler. [148]

 

7. Sarhoş îken Yapılan Tasarruflar ve Bu Tasarrufların Hükmü:

 

Yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bitinceye kadar" buyruğunun anlamı: Söy­lediğini zden-yanliş olmadığından emin olarak, kesin olarak doğru olduğu­nu bilinceye kadar... elemektir. Sarhoş ise ne söylediğini bilmez.

Bundan dolayı Osman b. Affan (r.a) şöyle demiştir; Sarhoşun boşaması ge­çerli değildir. Aynı zamanda bu, İbn Abbas, Tavus, Ata, el-Kasım, ve Ra-bia'dan da rivayet edilmiştir Bu aynı zamanda, Leys b. Sa'd'ın, İshak, Ebû Sevr ve el-Müzenî'nin de görüşdür.

Tahavî de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: İlim adamları bunakın bo­şamasının caiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir.

Sarhoş oları bir kimse ise vesvese dolayısıyla bunaljlaşmış bir kimse gibidir. Yine ilim adamları, (uyuşturucu bir ot olan) ban otunu alıp, aklı gi­den kimsenin boşamasının caiz olmadığı hususunda ihtilaf etmemişlerdir O bakımdan içkiden dolayı sarhoş olanın da durumu böyledir.

Bir kesim de sarhoşun boşamasını geçerli kabul etmişlerdir. Ömer b. el-Hattab, Muaviye ve bir gurup tabiinden bu görüş rivayet edilmiştir. Aynı za­manda bu, Ebû Hanife, es-Sevri ve el-Evzai'nin de görüşüdür, Şafiî'nin bu konudaki görüşleri farklı farklı gelmiştir.

Mâlik ise, sarhoşun talakını geçerli kabul ettiği gibi, yaralamalarda ve Öldürmede kısası da öngörür. Ancak, sarhoşun nikah ve satışını onun için bağlayıcı kabul etmez.

Ebû Hanife derki: Sarhoşun bütün fiilleri ve akidleri, tıpkı aklı başında olan kimseninki gibi sabit ve geçerlidir. Bundan irtidat müstesnadır.

Böyle bir kimse irtidat edecek olursa, -istihsanen kabul edilmesi müstes­na- hanımı ondan bain olmaz.

Ebu Yusuf der ki: Sarhoşluk halinde mürted olur. Aynı zamanda bu, Şafiî'nin de görüşüdür, Şu kadar var ki, sarhoş halde iken onu öldürmez ve tevbe et­mesini de istemez.

İmam Ebu Abdullah el-Mâzerî ise âer ki : Bizde gaz bir rivayet vardır. Bu­na göre sarhoşun talakı bağlayıcı değildir. Muhammed b. Abdİlhakem ise der ki; Sarhoşun talakı da, boşaması da geçerli değildir İbn Şâs da şöyle demek­tedir: eg-Şeyh Ebu'l-Velid, konu İle Mgili görüş ayrılığını bir parça aklı başın­da bulunan, ancak kendiliğinden karışıklığın önüne geçemeyip hem hata, hem isabet eden ve böylelikle karıştıran kimse ile ilgili olarak kabul etmekte ve şöyle demektedir: Göğü yerden, erkeği kadından tanı yamayacak, ayırt ede­meyecek kadar sarhoş olana gelince, böylesinin hem kendisiyle insanlar ara­sında, hem de kendisiyle Allah arasındaki bütün fiil ve hallerinde deli gibi değerlendirileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bundan tek İstisna, va­kitleri geçen namazlardır. Bu konuda şöyle denilmiştir: Deliden farklı olarak böyle bir sarhoştan namaz sakıt olmaz. Çünkü o, bizzat kendi kendisini sar­hoşluğa itmekle, vakti çıkıncaya kadar, kasten o namazı terkettniş gibi olur.

Süfyan es-Sevrî der ki: Sarhoşluğun sının, aklî dengenin bozulmasıdır. Eğer Kur'ân okuması istendiğinde, bu kıraati karıştırır ve bilmediği şeyler söyli-yecek olursa, ona sopa cezası uygulanır.

Ahmed de der ki: Sağlıklı haline göre aklında değişme görülecek olursa, o kişi sarhoş demektir. Malik'ten de buna yakın bir tanım nakledilmiştir.

İbnü'l-Münzir der ki: Kur'an okuyuşu sırasında kanşttrırsa sarhoş demek­tir. Buna delil de, yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bitinceye kadar" buyru­ğudur. Eğer ne söylediğini bilmeyecek halde ise, orayı kirletme korkusuyla mescidden uzak durur. Kılacağı namaz da sahih olmaz. Kılacak olsa, (ayıkın-ca) kazasını yapar. Şayet söylediğini bilecek durumda olup, namaz kılacak olursa, hükmü ayık kimsenin hükmü gibidir. [149]

 

8. "Cünup" Kelimesinin Anlamı;

 

yüce Allah'ın: "Bir de cünup İken... yaklaşmayın" buyruğu, yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bitinceye kadar" buyruğundaki mansûb cümlenin mahal­line atfedilmiştir. Yani, cünup iken de namaz kılmayınız demekîir O kullanılışları aynı anlamda, cünup oldunuz demektir. Cü­nup lafzının müennesi de yoktur, tesniye ve çoğulu da yoktur. Çünkü bu ke­lime, "buud ve kurb; uzaklık ve yakınlık" kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek,  diye söylerler. Bu kelimeyi bu şekil­de okuyanlar da olmuştur. el-Ferrâ der ki: "Kişi cünub oldu," ifadesi cenabetten gelmektedir. Bîr şivede cünup kelimesinin, tıpkı "unk" ve "a'nâk," "tunub ve etnab" (boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar) gibi ço­ğul yapıldığı da söylenmiştir. Tekili kastederek "cânib" diye bu kelimeyi kullanmak halinde, çoğul için "cünnab'1 tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için "râkib ve rukkâb" dernek gibi. Kelime asü itibariyle uzaklık demektir. Âde­ta cünup, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz halinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu isini alır. Şair der ki:

"Beni (yanında esir bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme! Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim."

Cunub adam, yabancı adam anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenabet (mücanebet) erkeğin kadın ile içli dışlı olması demektfr. [150]

 

9. Cünupluğun Mahiyeti:

 

Ümmetin cumhuru, cünup kimsenin, ya inzal (menisinin şehvetle ve kuv­vetle akması) veya sünnet yerlerinin birbirine kavuşması dolayısıyla temiz ol­mayan kimse olduğunu kabul etmektedir. Ashabtan bazılarından, inzal olma­dıkça gusül olmayacağına dair görüş rivayet edilmiştir. Çünkü Hz. Peygam­ber: "Su (ile yıkanmak), ancak sudan (meninin gelmesinden) dolayıdır" di­ye buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [151]

Buharî'de tse Ubeyy b. Kâ'b'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Al­lah'ın Rasulü, erkek kadın ile cima edip de inzal olmazsa (hüküm nedir) di­ye sorması üzerine, Hz. Peygamber de: "Kendisinden kadına temas eden ta­rafını yıkar, sonra da abdest altr, namaz kılar." Ebu Abdullah (Bûhâri) der ki: Ancak gusletmek daha ihtiyatlıdır. Öbür görüşü ise, bu konudaki (ilim adamlarının) ihtilâfları dolayısıyla açıkladım. [152]

Müslim de Sahih'inde bunu, yukarıda belirttiğimiz şekilde bu manada ri­vayet etmiş ve hadisin sonunda şöyle demiştir: Ebu'1-Alâ b. eş-Şilıhîr dedî ki: Nasıl ki Kur'ân'ın bazısı diğer bazısını nesli ediyor idiyse, Rasulullah (s.a)'ın hadisinin de bazısı bazısını nesh ederdi. Ebu İshak der ki; İşte bu nesh ol­muştur. [153] Tirrnizî de der ki: Bu hüküm, tslâmın ilk dönemlerinde böyley­di, sonra nesh oldu. [154]

De/im ki: Ashabdan, tabiinden ve İslam aleminin değişik bölgelerindeki fakihlerinden büyük bir topluluk bu görüştedir. Aynı zamanda, iki sünnet ye­rinin birbirine kavuşması ile guslün icabettiğini kabul etmektedirler. Bu hususta Önceleri ashab-ı kiram arasında görüş ayrılığı var idiyse de, daha son­ra bu hususta Hz. Âişe'nin Peygamber (savî'den yaptığı rivayetten anlaşılan hükmü kabuİ etmişlerdir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Er­kek, hanımının dört dalı arasına oturup, sünnet yeri, sünnet yerine değerse gusül icabeder" Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [155] Buharı ile Müslim'de de, Ebu Hureyre yoluyla geien hadiste Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Erkek kadının dört dalı arasında oturur, sonra da üzerine kendisini İterse, erkeğe (de kadana da) gusül icabeder."[156] Müslim ayrıca: "İnzalde bulunma­sa dahi" fazlalığını eklemektedir. [157] İbnü'l-Kassâr der ki: Kendilerinden ön­cekilerin hilafından sonra, tabiin ve onlardan sonra gelenler: "İki sünnet ye­ri birbirine kavuştuğu takdirde" hadisi gereğince amel etmeyi icma ile kabul etmişlerdir. Görüş ayrılığından sonra icma sahih olarak nakledilecek olur­sa, o vakit icma, görüş ayrılıklarım ortadan kaldırır (hükümsüz kılar).

Kadı İyad der ki: Ashab'ın konu ile ilgili görüş ayrılığından sonra bu ka­naati izhar eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz? Bundan tek istisna, el-A'meş'den ve Davud el-Asbâhâni'den bu doğrultuda nakledilen görüşlerdir. Rivayet oJunduğuna göre Ömer (ra) insanları, "su, sudan dolayı gerekir" ha­disi gereğince amel etmeyi terk etmeye mecbur etmiştir. Buna sebep ise, on­ların bu konudaki ihtilâfları olmuştur, îbn Abbas ise bu hadisi, ihtilama te­vil etmiş ve böyle açıklamıştır. Yani su ile gusletmek, İhtilam halinde suyun inzali dolayısıyla (meninin gelmesi dolayısıyla) icabeder, İnzal olmadığı takdirde, rüyasında cima ettiğini görse dahi, gusletmesi gerekmez. Bu ise, bü­tün ilim adamlart arasında görüş ayrılığı bulunmayan bir meseledir. [158]

 

10. Yoldan Geçmek (Obur) île İlgili Açıklama:

 

Yüce Allah'ın: "Yolcu olmanız müstesna" buyruğunda yer alan, "Yoldan geçenler" kelimesi ile aynı kökten  Yolu aştım, geçtim tabiri, yolu bir tarafından öbür tarafına katettim demektir. Nehir hakkında da kullanılır, mastarı "u'bur" gelir. "İbr'u'n-Nehr" ise, nehrin kıyısı demektir, Bu­na " ıubr" da denilebilir. Mt'ber ise, üzerinden yolun aşıldığı gemi veya köp­rü demektir. Âbirü's-Sebîl yoldan gelip geçen demektir. “” İse, üzerinde devamlı yolculuk yapıian ve hızlıca yürüdüğü için sırtında, öğlenin şiddetli sıcağında dahi geniş arazilerin, mesafelerin kat edildiği deve hakkın­da kullanılır. Şair de der ki:

"(O öyle bir devedir ki) gayretle, hızlıca ve bütün gücüyle yol alır. Uzun tüylü deve kuşu gibi, gün ortası sıcağında çölleri kateder."

Bir başka şair de der ki:

"Allah'ın kazası herşeye galip gelir.

Sabırsız olanla da, çok sabırlı olanla da oynar o.

Eğer ölürsek, şüphesiz bizim de denklerimiz vardır.

Şayet hayatta kalırsak, ölümümüz, zaten adanmışız gibi, kaçınılmazdır." [159]

 

11- Cünupken Yolculuk ve Cünupken Mescidden Geçmeye Dair Hükümler ve Görüş Ayrılıkları:

 

îlim adamları, yüce Allah'ın: "Yolcu olmanız müstesna* buyruğunun an­lamı hakkında farklı kanaatlere sahiptir. Alî (r.a) ile îbn Abbas, İbn Cübeyrv Mücahid ve el-Hakem, Abirü's-Sebil, yolculuk yapan kimse demektir derler. Herhangi bir kimsenin gusletmedikçe, cünub olduğu halde namaza yaklaş­ması sakili değildir. Bundan istisna yolcu olandır, o da teyemmüm eder. Bu, Ebû Hanifc'nin görüşüdür. Çünkü ikâmet olunan yerlerde çoğunlukla su bu­lunur. O bakımdan, ikâmet halinde bulunan kişi, su bulunduğundan dola­yı gusleder. Yolculuk yapan kimse ise. su bulamazsa, teyemmüm eder.

İbnü'l-Münzir der ki: Rey ashabı, yolculukta bulunan cünup kimsenin eğer içinde su bulunan bir mescidden yolu uğmyacaksa, önce teyemmüm eder. sonra mescide girip oradan su çeker, daha sonra da suyu mescidin dışına çı­kartır (ve gusleder).

Bir kesim ise, cünıtbun mescide girmesine ruhsat vermiştir. Bazıları da Pey­gamber (sav)'ın: "Mümin necis değildir" [160] hadisini delil gösterirler. İbnü'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz, bu görüşleyiz.

Yine İbn Abbas, îbn Mes'ud, îkrime ve en-Nehaî der ki: Âbirü's-Sebil, yol­dan geçip giden kimse demektir. Aynı zamanda bu, Amr lx Dinar ile Maiik ve Şafiî'nin de görüşüdür.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Cünup olan bir kimse, çaresiz kal­madıkça mescidden geçmez. Çaresiz kalırsa teyemmüm eder ve öylece cidden geçer es-Sevrî ve İshak b. Rahaveyh böyle demiştir.

Ahmed ve İshale, cünub kimse hakkında, abdest aldığı takdirde mescid-de oturmasında mahzur yoktur, demektedirler. Bu görüşlerini tbnü'l-Münzir nakletmektedir. Bazıları da, âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu ri­vayet ederler: Ensardan bir topluluğun, evlerinin kapılan mescide açılırdı- On­lardan herhangi birisi cünub oldu mu, mescidden geçmek zorunda kalırdı.

Derim ki: Bu doğrudur. Ayrıca bunu, Ebu Davud'un, Decace'nin kızı Ces-re'den yaptığı şu rivayet desteklemektedir: Cesre dedi ki: Aişe (r.anha)'yı şöy­le derken dinledim: Rasûlullah (sav), ashabının evlerinin yüzlerini (kapıla­rı n) mescide doğru açılmakta olduğunu gördü ve: "Bu evlerin yolunu mes-cidden başka tarafa çeviriniz" diye buyurdu. Daha sonra Peygamber (sav) içe­ri girdi. Fakat ev sahipleri, konu ile ilgili kendileri hakkında bir ruhsat iner umudu ile, hiçbir değişiklik yapmadılar. Yine Hz. Peygamber yanlarına çı­kıp şöyle buyurdu: "Bu evlerin yönlerini mescidden başka tarara çeviriniz. Çünkü ben mescidi, ay hali olan bir kadına da, cünub bir kimseye de helal kılmıyorum.”[161]

Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Me.scidde Ebu Bekir'in ka­pısından başka, oraya açık hiç bir kapı bırakılmasın." [162] Böylelikle Rasûlul­lah (sav), bütün kapıların kapatılmasını: emretti. Çünkü bu durum, mescidin yol edinilmesini ve. mescidden geçip gitmeyi beraberinde getiriyordu. Hz. Ebu Bekir'e ikram olsun ve özelliği dolayısıyla onun kapısını istisna etmişti. Çünkü, çoğunlukla birbirlerinden ayrılmazlardı.

Peygamber (sav)'ın, Ali b. Ebi Talib (r.a.) dışında herhangi bir kimseye, mes­cidden yol gibi geçip gitmesini ve orada lüzumsuz oturmasına izin verme­diği rivayet edilmiştir. Ayrıca bunu Atiyye el-Avfî de Ebu Said el-Hudrî'den rivayet etmektedir. Ebu Said dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Mescidde cünup olmak, hiçbir müslüman için -ben ve Ali müstesna- uygun düşmez ve olacak şey de değildir." [163]

İlim adamlarımız derler ki: Bunun böyle olması caiz (mümkün) dir. Çün­kü, Hz. Ali'nin evi de mescidin bünyesi İçerisinde idi. Tıpkı Peygamber (.sav)'in evinin de mescidin bünyesi içerisinde olduğu gibi. Her ne kadar her ikisinin evi de mescidin içerisinde değil ise de bizzat mescide bitişiktiler ve evlerinin kapıları mescide açılıyor idi. Rasûlullah (sav), böylelikle onları mes-ciddenmiş gibi değerlendirdi ve "hiçbir müslüman için.,, caiz değildir" hadi­sini irad buyurdu. Hz. Ali'nin evinin mescidde olduğuna delalet eden riva­yetlerden birisi de, ibn Şihab'ın Salim b. Abdullah'tan şöyle dediğine dair ri­vayetidir: Adamın birisi babama, Ali ve Osman'dan (Allah ikisinden de razı olsun) hangisinin daha hayırlı olduğuna dair soru sordu. Abdullah b. Ömer ona şöyle dedi: İşte bu Rasûlullah (sav)'ın evi, Yanıbaşında da Hz. Ali'nin evi­ne işaret elti. Mescidde bu iki evden başkası yoktu dedi ve hadisin geri ka­lan bölümünü zikretti.

Buna göre Hz.. Peygamber ve Hz. Ali, mescidde cünup olmuyorlardı. Ev­lerinde cünub oluyorlardı. Fakat evleri, mescidin bünyesindendi. Çünkü kapılan mescide açılıyordu, O bakımdan, cünub halde evlerinden çıkacak olurlarsa, mescidi yol gibi geçiyorlardı.

Diğer taraftan bunun onlara has bir özellik olması da mümkündür. Pey­gamber (sav')'in, zaten öze) bir lakım durumları vardı. İşte bu da onun özel­liklerinden birisi kabul edilir. Daha sonra Peygamber (sav) da bu konuda Hz. Ali'ye bir Özellik tanıyarak, başkasına ruhsat olmayan bir hususu ona da ruh­sat olarak verdi. Her ne kadar evlerinin kapılan mescidin içerisinde bulunu­yor idiyse de, mescidde onların evlerinin kapılarından başka birtakım kapı­lar da vardı. Öyleki Peygamber (sav), Hz. Ali'nin kapısı dışında diğer kapı­ların kapatılmasını emretmişti. Artır b. Meymûn, İbn Abbas'tan şöyle dediği­ni rivayet eder: Rasûllullah (sav) buyurdu ki: "Bütün kapıları -Alî'nin kapı­sı müstesna- kapatınız." [164] Böylece H2. Peygamber, Hz. Ali'ye kapısının mes­cide açılmasına ilişmemek suretiyle bir özellik tanımış oldu. Hz. Ali de evi mescidde olduğu halde evinde cünup olurdu.

Hz. Peygamber'in: "Mescide açılan kapılardan Ebu Bekir'in kapısından baş­ka bir kaps bırakmayınız11 hadisine gelince, bu -Allahu âlem- şöyle idit Mes­cide bakan çıkış olarak kullanılan birtakım kapılar vardı. Evlerin asıl kapı­lan ise mescidin dışında bulunuyordu. Hz. Peygamber, işte bu İkinci çıkış­ların kapatılmasını emrederken, ona ikram olmak üzere, Hz, Ebu Bekir'in çı­kışını bırakmıştı. Buna karşılık Hz. Ali'nin ana kapısı^ giriş ve çıkışta kutlan­dığı kapısı (mescide açılıyordu), işte İbn Ömer bunu: mescidde ikisin­den başkası yoktu" diyerek açıklamaktadır.

Denilse ki: Atâ b. Yesâr'dan şöyle dediği sabittir: Peygamber £sav)'ın as­habından bazı kimseler, cünup oluyor, buna karşılık abdest alıp mescide ge­liyor ve mescidde konuşuyorlardı. İşle bu, cünup bir kimsenin abdest aldı­ğı lakdirde mescidde kalmasının caiz olduğuna delildir. Bu, Ahmed'in ve İs-hak'ın da -belirttiğimiz gibi- görüşüdür.

Buna cevap şudur: Abdest almak cünupluk hadesini kaldırmaz. İbadet için va7' olunmuş ve zahiri pislikten korunmuş her bir yere, bu iş için yapacağı ibadeti kabul olunmayanın ve bu ibadete başlaması sahih olmayanın girme­mesi gerekir. Onlardan nakledilen, çoğunlukla bilinen halleri ise, evlerinde gusledip geldikleridir.

Eğer abdest bozucu başka haller sizin bu dediğinizi iptal eder, denilecek olursa, şöyle deriz: Öbür haller, çokça vaki olur ve bunlardan dolayı abdest almak zor gelir, yüce Allah'ın: “…ve bir de cünup iken -yolcu olmanız müstesna- ..." buyruğu başka açıklamalara ihtiyaç bırakmayacak şekildedir ve ye­terlidir. Mescîdde cünupken durup beklemek caiz olmadığına göre, mushafa el değdirmenin ve onda okumanın caiz olmaması öncelikle sözkonusudur. Çünkü mushaîın saygınlığı (hürmeti) daha büyüktür. Buna dair açıklamalar ise, yüce Allah'ın izniyle, el-Vâkıa Sûresinde (.56/75-80. âyetler, 5- başlıkta) gelecektir. [165]

 

12. Cünub Olanın Yapamayacağı İşler

 

Bizim mezhebimizin alimlerine göre, cünup olan bir kimsenin, az sayıda­ki bir lakım âyetleri istiâze (ve dua) maksadı iLe okumak dışında, çoğunluk­la K.ur'an-3 Kerim okumasına engel olunur. Musa b. Ukbe, Nafl'den, o, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu kî: "Cü­nup ve ay hali olan kimse, Kur!an-ı Kerimden herhangi birşey okumasın". Bu­nu îbn Mâce rivayet etmiştir. [166]

Dârakutnî de, Süfyan'dan o, Mis'ar ve Şu'be'den, Mis'ar ve Şu'be, Amr b. Murve'den, o, Abdullah b. Seleme'den, o da Hz. Ali'den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: "Rasûluîlah (sav)ı cünup olması hali müstesna, hiçbir şey Kuranı Kerim okumaktan engellemezdi. Süfyan dedi kır Şu'be bana şöyle dedi: Bu benim naklettiğim hadislerin en gürelidir." [167]

Bunu İbn Mace de rivayet edip. Bize Muharamcd b, Beşşâr anlattı, bize Muhammed b. Cafer anlattı, bize Şu'be, Amr b. Murre'den anlattı diyerek, bu ma­nada bir hadis zikretmektedir, [168] Bu ise, sahih bir isnaddır.

İbn Abbas'ın, Abdullah b. Revaha'dan rivayetine göre, "Rasûlullah (sav), bizden herhangi bir kimsenin cünup olduğu halde Kur'ân okumamızı yasak­ladı" demektedir. Bunu Dârakutnı rivayet etmiştir. [169]

Yine'İkrime'den şöyle dediğini rivayet etmektedir; îbn Revaha, hanımının yanında yatmakta iken, odanın bir tarafında bulunan cariyesinin yanına kalkıp gitti ve onunla cima etti. Hanımı uyandığında onu yatağında göreme­yince, ayağa kalktı, odadan dışarıya çıkınca, onu cariyesi üzerinde gördü. İçe­ri dönüp, bıçağı aldıktan sonra tekrar dışarı çıktı. Bu sırada Abdullah işini bi­tirmiş, ayağa kalkmıştı. Hanımının elinde bıçak taşıdığını görünce, ne olu­yorsan? diye sordu. Karısı ona. Ne mi oluyorum? Eğer az önce seni gördü­ğüm şekilde görse idim, bu bıçağı senin omuzlarının arasına saplayacaktım. Abdullah hanımına. Beni nerede gördün ki? diye sorunca, hanımı. Seni ca­riyenin üzerinde gördüm, dedi. Bu sefer Abdullah: Hayır, beni öyle görmüş olamazsın. Ayrıca şunu bil ki, Rasûlullah (sav) bizden herhangi bir kimsenin cümıpken Kur'an okumasını yasaklamış bulunmaktadır. Karisi: O halde sen de Kur'an oku bakayım dedi. -Karısı Kur'ân okumasını bilmiyordu- Bu sefer Abdullah şöyle dedi;

"Rasulullah bize geldi -Allah*m Kitabını okuyarak-

Tan yeri ağardığında parıldayan bir kılıcın aydınlık saçışı gibi.

Körlükten sonra hidâyeti getirdi o, kalplerimiz ona                          '

İnanmaktadır. Onun dediği olacaktır, diye.

Geceyi geçirir, yaaı yatağından uzaklarda.

Müşrikler yataklarında uyuyup ağırlattıkları vakit."

Hanımı bunun üzerine:

Allah'a iman ettim ve güzümün gördüğünü yalanladım. Sabah olunca, Rasûlullah'm (sav)'ın yanına gitti. Ona olanları haber verin­ce, Rasûlullah (sav) azı dişleri görününceye kadar güldü. [170]

 

13.  Gusletme Keyfiyeti

 

yüce Allah: *Gusledinceye kadar..." buyruğu ile, cünup olanın gusletme-dıkçe namaz kılmasını yasaklamaktadır.

Gusletmek, aklen kavranılabilen bir iştir. Araplarca bu kelimenin ne an­lama geldiği bilinmektedir. Bu kelime iles suyun el ile birlikte yıkanan şey üzerinden geçirilmesi kast edilir. O bakımdan Araplar, "elbiseyi gaslettim (yı­kadım) tabiri ile, üzerine suyu döktüm ve elbiseyi suya daldırdım tabirleri için farklı İfadeler kullanmışlardır.

Bu husus böylece anlaşıldığına göre, şunu bil ki, ilim adamları cünup olan bir kimsenin, vücuduna suyu dökmesi yahut suya dalmakla ovalamaması ha­linde hükmün ne olacağı hakkında farklı görüşlere sahiptir. Malik'in mezhe­binde meşhur olan görüşe göre, vücudunu ovalamadıkça, sadece suya daJ-ması yeterli değildir. Çünkü yüce Allah, cünup olana gusletmesini emretmek­tedir. Tıpkı namaz kılan kimseye, yüzünü ve ellerini gasletmesi (yıkaması­nı) emrettiği gibi. Abdest alan bir kimsenin, su ile, ellerini yüzüne ve elle­rinin üzerine geçirmesi kaçınılmaz birşeydir. İşte, cünubun bütün bedeni de böyledir. Onun başı da abdest alan kimsenin yüzü ve elleri hükmündedir.

Bu aynı zamanda el-Müzenî'nin de görüşü ve tercihidir. Ebu'l-Ferac Amr b. Muhammed el-Malikî der ki: Gusletmek lafzından anlaşılması makul olan mana budur. Çünkü iğtisâl, sözlükte iftial kipindedir. Ellerini (yıkadığı şeyin) üzerinden geçirmiyen bir kimse, aslında su dökmekten başka bîr İş yapmış olmuyor. Dilciler, bu şekilde davranan bir kimseye, gusleden kimse adını ver­mezler. Böyle birisine ya su döken, ya da suya dafan kimse adını verirler.

Ebu'l-Ferac devamla) der ki: İşte Peygamber (sav)'den rivayetler bu doğ-rultuda gelmiştir. Meselâ, onun şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Her bir kılın altında cenabet vardır. O halde saçları (kılları) yıkayın ve teni iyice te­mizleyin." [171] Temizlemek (ink ise, -doğrusunu en iyi bilen Allalıtır ya- an­cak, belirttiğimiz şekilde, elin tenin üzerinden ovalamak suretiyle geçirilme­siyle olabilir

Derim ki; Delil diye gösterilen bu hadiste, su iki sebeplen dolayı (.görü­şüne) delil olacak bir tarat yoktur: Evvelâ, bu hadisin tevilinde farklı kana-allcr İzhar edilmiştir. Süfyan b Uyeyne der ki: Hz. Peygamber'in: "Teni iyi­ce temizleyiniz" buyruğundan kasıt, tercin yıkanması ve temizlenmesidir Hz. Peygamber burada, ten ile, kinaye yoluyla ferci kastetmiştir. İbn Vchb de der ki: Ben, hadislerin açıklanması konusunda İbn Uyeyne'dcn daha bilgili bir kimseyi görmedim. İkinci olarak, bu hadisi, Ebu Davud, Sünen'İnde rivayet etmiş ve bunun hakkında: "Bu hadis zayıftır" demektedir. İbn Dase yoluyla gelen (Ebu Davud) rivayetinde böyle denilmektedir el-Lu'luî'nin [172] Ebu Dâvud'dan rivayetinde ise, şu ifade vardır: Haris b. Vecih, zayıf bir ravidir. Onun hadisi münkerdir [173]

Böylelikle bu hadisin delil gösterilme imkânı ortadan kalkmakta, geriye, daha önceden de açıkladığımız gibi, dildeki bu kelimenin anlamını dayanak

almak kalmaktadır. Ayrıca bunu, sahih hadiste sabit olan şu rivayet de des­teklemektedir: Peygamber (sav)'e küçük bir çocuk getirildi- Hz. Peygambe­rin üzerine işedi. Hz. Peygamber, bir su getirilmesini istedi. Bu suyu çocu­ğun sidiği üzerine serpiştirdi, fakat elbisesini de yıkamadı. Bunu Hz. Âişe ri­vayet etmiştir. [174] Buna yakın bir rivayet, Um Kays bint. Mihsan'dan da riva­yet edilmiştir. [175] Her iki hadisi de Müslim rivayet etmiştir.

İlim adamlarının cumhuru ile, lukaha topluluğu da şöyle demiştir: Cünup için su dökmek ve suya dalmak, dokunduğu su ve içine daldığı su her bir tarafım kuşatacak olursa, vücudunu ovalamayacak olsa dahî yeterli gelir. Bu da Peygamber (sav)'ın guslüne dair, Hz. Meymûne üe Hz. Âişe'nin rivayet et­tikleri hadislerin muktezâsınca böyledir. Bu iki rivayeti de lıadis imamları kay­detmişlerdir. [176] Bunlara göre Peygamber (sav) suyu vücudu üzerine bol bol dökerdi. Muhammed b, Abdulhakem de bu görüşte olduğu gibi, Ebu'l-Ferac (Amr b. Muhammed el-Malikî) daha sonra bu görüşü kabul etmiş ve Malik'ten de bunu rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Gusül halinde, elleri beden üzerin­de gezdirmeyi emretmesinin sebebi: Şüphesiz, ellerini bedeni üzerinde gez­dirmeyen bir kimsenin bedenine su ulaşması gereken bölgelerinden bazısın­dan uzak kalabilme ihtimalidir.

Îbnü'l-Arabhi ise der ki: Ben, mezhep sahibinden bu olmaksızın guslün ola­bileceğini nakleden ve bunu rivayet eden Ebu'l-Ferac'a gerçekten hayret edi­yorum. Çünkü, İmam Mâlik bunu, ne açık açık ifade etmiştir, ne de onun ifa­delerinden böyle bir şey anlaşılmaktadır. Böyle bir kanaat, Ebu'l-Ferac'ın ve­himler indendir

Derim ki: Hayır, bu husus Mâlik'ten açık bir nass ile rivayet edilmiş bulun­maktadır. Mervan b. Muhammed ez-Zahiri -ki o, Şamlı sika ravjlerden biri­sidir- der ki: Ben, Mâlik b, Enes'e, cünup olup abdest almaksızın bir suya da­lıp çıkan kimse hakkında soru sordum. O da: Onun kılacağı namaz geçerli­dir, dedi. Ebu Ömer (îbn Abdi'1-Berr) der ki: Bu rivayette, ayrıca "vücudu­nu ovalamaksızın ve abdest almaksızın" ibaresi de vardır ve Mâlik'e göre, bu şekilde suya dalıp çıkan için gusül gerçekleşmiş demektir Ancak, onun mezhebinde meşhur olan rivayet, vücudunu ovalamadıkça bunun gusül ye­rine' geçmeyeceğidir, Bu da yüzün ve ellerin gusledilmesine kıyasen böyle söy­lenmiştir. Çoğunluğun delili şudur: Üzerine su dökünen herkes gusletmiş olur.

Araplar, sema beni gasletti, der. (Yani, yağmur beni yıkanırca sına ıslattı). Hz. Âişe ve Hz. Meymûne de, Rasûlullah (sav)ın ne şekilde guslettiğini nak­lederken, vücudunu ovaladığından söz etmemektedirler. Eğer bu vacip bir şey olsaydı Hz. Peygamber bunu terk etmezdi. Çünkü, Allah'ın muradını bi­ze beyan eden odur. Ve o böyle bir işi yapmış olsaydı, tıpkı suyu saçının di­bine ulaştırmak için hilallemesi, avuçlayarak başına su dökmesi ve buna ben­zer gerek guslederken, gerek abdest alırken yaptığı davranışları bize nakle­dildiği gibi, bu da ondan nakledilirdi.

Ebu Ömer der ki: Arapçada, kimi zaman ovalayarak, kimi zaman bol bol su dökerek yıkamaya "gasletme" adının verilmesi tepki ile karşılanacak, reddedilecek bir durum değildir. Bu böyle olduğuna göre, yüce Allah'ın, ab­dest alırken kullarından su ile ellerinin yüzlerin üzerinden geçirmelerini ve bu davranışlarına gasletmek adının verilmesi, diğer taraftan cünupluk ve ha-yızdan yıkanmak halinde de üzerlerine su dökünmekle yetinmelerini ve bu­nun da sünnete uygun, dildeki anlamının da dışına çıkmayacak bir gaslet­mek (yıkanmak) olmasını engelliyecek bir durum yoktur. Bu şekillerin her birisi de kendi zati hakkında asıl olur. Onlardan birisini, öteki gibi kabul et­mek de gerekmez. Çünkü, asıl olan hükümlerin biri kıyas yoluyla ötekine ir­ca edilmez. Bu ise ümmetin ilim adamları arasında görüş ayrılığı olmaksızın kabul edilmiş bir konudur. Aksine, kıyas yoluyla feri meseleler, asli mesele­lere irca edilirler. Başarı Allah'tandır. [177]

 

14. Gusül Esnasında Azalar Kaçar Defa Yıkanır:

 

Hz. Meymûne ile Hz. Âişe yoluyla gelen lıadis-i şerifler, îbn Abbas'ın azad-hsı olan Şu'be'nin, İbn Abbas'tan: O, cünupluktan yıkandığı zaman, ellerini de yedi defa, fercini de yedi defa yıkardı[178] şeklindeki rivayetini reddetmek­tedir. İbn Ömer'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Namaz elli vakitti. Cü­nupluktan yıkanmak yedi defa, sidikten dolayı elbiseyi yıkamak da yedi de­fa idi. Rasûlullah (sav), namaz beş vakit, cünupluktan gusletmek de, sidik­ten dolayı yıkamak da bir defaya indiril inceye kadar Rabbinden niyazda bu­lunmaya devam etti. [179]

İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu hadisin, İbn Ömer'e kadar isnadı zayıf ve gev­şek (levyirO bir isnaddır. Her ne kadar bu ve bundan önceki hadîs Ebû Dâ-vûd İbn Abbas'ın azadlısı Şubeden rivayet etmiş ise de, Şu'be pek o kadar kuvvetli bir ravi değildir. Hz. Aişe ve Hz. Meymurie'nin rivayet ettikleri ha­disler, bu ikisini de reddetmektedir.[180]

 

15- Vücudunu Ovalayamayan Kimse Ne Yapar:

 

Elini vücudu üzerinden geçirme imkânı bulamayan kişi hakkında Suhnûn şöyle demiştir: Bu işi yapmakla birisini görevlendirir yahut kendisi bir bez parçasıyla oraları ovalar. el-Vâdiha'da şöyle denilmektedir: Ellerini yetişebil­diği kadarıyla vücudunun üzerinden geçirir, daha sonra ellerinin ulaşmadı­ğı yerleri de kapatıncaya kadar üzerine su döker. [181]

 

16- Cünup Kimsenin Guslederken Sakalını Hilâllemesi:

 

Cünup kimsenin, kıl diplerine suyu ulaştırmak maksadıyla sakalının ara­sını ayırması (hilâllemesi) hususunda, Mâlik'in farklı görüşleri nakledilmiş­tir. İbnü'l-Kasım'ın ondan rivayetine göre Mâlik: Bunu yapmakla yükümlü de­ğildir, demektedir. Eşheb ise, yine Mâlik'ten bunu yapmakla yükümlü oldu­ğunu rivayet etmiştir. İbn Abdilhakem der ki: Böylesi bizim için daha sevim­lidir. Çünkü Rasûlullah (sav), cünupluktan dolayı guslettiğinde saçlarını hi­lallerdi. [182] Bu ifadeden her ne kadar daha zahir olan başının saçları ise de, bunun umumi olarak anlaşılması uygundur. İlim adamları, bu iki görüşten bi­risini kabul etmişlerdir. Mana bakımından, gusülde bütün vücudun kaplan­ması (tamamen yıkanması) vaciptir. Sakalın altındaki ten de vücudun bir par­çasıdır. O halde suyun oraya ulaştırılması ve bu işin el ile gerçekleştirilme­si icabeder. Küçük taharette (abdest alırken) farziyetin (tenden) sadece sa­ça intikal etmesi, bu taharetin hafifletilmek ve zaruret olmadığı halde, bedel­lerin aslın yerine kâim olması esasına mebni olmasından dolayıdır. O bakım­dan küçük taharette (abdestte ayakları yıkama yerine) meshler üzerine mesh etmek caiz iken, gusülde bu caiz değildir.

Derim ki: Bunu Hz. Peygamberin: "Her kılın altında cünupluk vardır ha­disi de bunu desteklemektedir. [183]

 

17. Mazmaza ve İstinşakın Hükmü:

 

Bazıları işi aşırıya götürerek, yüce Allah'ın: "Gusledinceye kadar" buyru­ğu dolayısıyla mazmaza ve istinşak'ı da vacib (farz) görmüşlerdir. Bunlardan birisi de Ebu Hanife'dir. Çünkü bunlara göre, mazmaza ve istinşak yerleri (olan burun ve ağız) yüzün kapsamı içerisindedirler. Bunların da hükmü, tıp­kı yanaklar ve alın gibi, yüzün dış bölümlerinin hükmü gibidir. O halde her kim bunları (mazmaza ve istinşakı) terk edip namaz kılacak olursa, tıpkı ab­dest alıp yahut yıkanırken, yıkanması gereken bir tarafı yıkamaksızın terke-den kimsenin durumunda olduğu gibi, namazını iade eder. Bununla birlik­te abdest esnasında bunları, (yani mazmaza ve istinşakı) terk edenin nama­zını iade etmesine gerek yoktur.

Mâlik ise şöyie demektedir: Mazmaza ve istinşak, guslederken de, abdest alırken de farz değildir. Çünkü bunlar, vücudun iç tarafındandırlar. Bedenin içi gibi yıkanmaları gerekmez. Muhammed b, Cerir et-Taberî, el-Leys b. Sa'd, el-Evzaî ve tabiin topluluğu da böyle demiştir. îbn Ebi Leylâ ve Ham-mâd b. Ebi Süleyman ise, mazmaza ve istintakın hem abdestte, hem gusül-de farz olduğunu söylemişlerdir. Bu aynı zamanda îslıakın, Ahmed b. Han-bel'in ve Davud'un (ez-Zahirî'nin) kimi arkadaşlannın da görüşüdür. ez-Züh-rî ve Ata'dan da buna benzer görüş rivayet edilmiştir. Yine Ahmed b. Han-bel'den, mazmazanın sünnet, istinşak'ın farz olduğu görüşü de nakledilmiş­tir. Davud ez-Zahirî'nin mezhebinden kimi ilim adamı da bu görüştedir. Bunîan farz kabul etmeyenlerin delili şudur: Şam yüce Allah, bunları Kitab-ı Kerim'inde zikretmiş değildir. Rasûlü de bunları farz kılmarruştır. Herkes te bu hususta ittifak etmiş değildir (icma yoktur). Farz olan bir şey ise ancak bu yollarla sabit olur.

Mazmaza ve istinşakı farz kabul edenler ise, bu âyet-i kerimeyle ve yüce Allah'ın; "Yüzlerinizi yıkayın" (el-Msiide, 5/6.) buyruğunu delil gösterirler. Do­layısıyla, bunlardan birisinde yıkamak eğer vacib ise, ötekinde de vaciptir. Peygamber (sav)'dan da, abdestinde olsun, cünupluktan dolayı gustedişin-de olsun, mazmaza ve istinşakı terkettiğine dair bir rivayet kaydedilmiş de­ğildir. Hz. Peygamber ise, hem sözü İle, hem davranışa ile yüce Allah'ın mu­radım beyan edendir. Mazmaza ile istinşak arasında fark gözetenler ise, Peygamber < sav)'ın mazmaza yaptığını ve onu emretmediğini, delil ile olma­dıkça da fiillerinin vacip olmayıp, mendup olacağını, diğer taraftan istinşak yaptığını ve yapılmasını emrettiğini, onun emrettiği bir şey ise, ebediyyen vü-cub İfade edeceğini delil göstermişlerdir. [184]

 

18. Niyetin Hükmü:

 

İlim adamlarımız der ki: Cünupîuktan dolayı gusletmek için niyet, mutla­ka gereklidir. Çünkü yüce Allah: "Gusledinceye kadar" diye buyurmaktadır. Bu ise niyet etmeyi gerektirir. Malık, Şafiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr bu gö­rüştedir. Abdest ve teyemmümde de hüküm böyledir, Bu görüşlerini de yüce Allah'ın: "Onlar, Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar olarak iba­det etmekle emrolundular" (el-Beyyine, 98/5) buyruğu ile desteklemişlerdir, îhlas denilen şey ise, yüce Allah'a yaklaşmakta niyetin samimi olmasıdır. Mü'min kullarına farz kıldığı şeyleri eda ederken, ona yönelmektir. Hz, Peygamber de ayrıca: "Ameller ancak niyetler iledir" [185] diye buyurmuştur.

Bu da bir ameldir. el-Evzaî ve el-Hasen derler ki: Abdest ve teyemmüm ni­yetsiz olarak yeterli olur. Ebu Hanife ve arkadaşları derler ki: Su ile yapılan bütün taharetler niyetsiz olarak geçerli ve yeterlidir. Fakat teyemmüm niyet olmadan olmaz. Bu İse beden ve elbiselerden necaseti izale etmek için ni­yet gerekmediğinin icmâ ile kabul edilmiş olmasına kıyasen böyledir. Ayrı­ca bunu, el-Velîd b. Müslim, Mâlik'ten de rivayet etmiştir. [186]

 

19. Guslederken Kullanılacak Su Miktarı:

 

Gusülde kullanılacak su miktarı ile ilgili olarak, Mâlik, İbn Şihab'dan o, Ur-ve b. ez-Zubeyr'den o, mü'minlerin annesi Aişe (ranhâ)'dan rivayet ettiği­ne göre Rasülullah (sav) cünupluktan dolayı guslederken, el-Ferak diye bi­linen bir kabtan yıkanırdı.[187] "el-Farak" ise, el-Fark diye de söylenir. îbn Ve-hb der ki: Fark, ahşaptan bir ölçektir. İbn Şihab da şöyle derdi: Fark, Umey-yeoğulları kıstlanndan beş kist alır. Muhammed bi İsa el-A'şa daf Fark, üç sa'dır diye açıklamış ve üç sa' da beş kıst'Ur diye belirtmiştir. Yine der ki: beş kist ise, Peygamber (sav)'in muddü ile oniki mud eder. Müslim'in Sahih'in-de, Süfyan'dan: Fark, üç saJdır dediği nakledilmektedir.[188]

Enes'ten de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav) bir mud ile abdest alır ve bir sa' ile beş mud arası miktarla guslederdi. [189] Bîr başka ri­vayette de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber, beş mekkük [190] ile gusleder tek bir mekkük ile abdest alırdı. [191]

Bu hadisler ise, herhangi bir Ölçeğe veya tartıya varmaksızın az su kullan­manın müstehab olduğuna delalet etmektedir, İnsan, yetecek kadar su alır ve fazla su kullanmaz. Çünkü fazla su kullanmak bîr israftır. İsraf da yeril­miş bir şeydir. İbadiye mezhebinin görüşüne göre; çok su kullanılır. Bu ise şeytandandır. [192]

 

20. Teyemmüm île İlgili Buyruklar ve Bu Buyrukların Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur, yahut yolculukta iseniz, yada herhan­gi biriniz ayak yolundan gelirse, ve kadınlara dokunur da su bulamazsa­nız, temiz bir toprağa teyemmüm edînT yüzlerinizi ve ellerinizi mesh ediniz" buyruğuna gelince; İşte bu, teyemmüm âyetidir.

Bu âyet-i kerime, yaralı iken cünup olan Abdurrahman b. Avf hakkında na­zil olmuştur. Bununla kendisine, teyemmüm yapma ruhsatı verildi. Daha son­ra bu ayet-i kerime tüm insanlar hakkında umumî bir buyruk olarak geçerli oldu. [193] Âyet-i kerimenin nüzulü hakkında şöyle de denilmiştir: Âyet, Hz, Âişe'ye ait gerdanlığın kopması esnasında, Mureysi gazvesinde ashab-ı kira­mın su bulamaması üzerine nazil olmuştur. Bu hadisi Mâlik, Abdurrahman lx el-Kasım'dan, o, babasından, o da Hz. Aişe yoluyla rivayet etmiştir. [194]

Buharî ise, bu âyet-i kerimeyi, Kitabu't-Tefsİr'de bab başlığı yaparak şöy­le demektedir: Bize Muhammed anlatarak dedi ki: Bize Abde, Hişam b. Ur-ve'den haber verdi: Hİşam babasından, o, Aişe (r.anhâ)'dan dedi ki: Esma'ya ait olan (âriyeten almış olduğum) gerdanlık kayboldu. Peygamber (sav) de onu aramak üzere bazı kimseleri gönderdi. Namaz vakti geldi, fakat (asha­bın) abdesti yoktu, su da bulamadılar. Abdestsiz olarak namaz kıldılar. Bu­nun üzerine yüce Allah da teyemmüm âyetini indirdi. [195]

Derim ki: Bu rivayette, Mâlik'in rivayetinden farfih olarak, yerden sözko-nusu edilmemekte ve gerdanlığın Esmâ'ya ait olduğu belirtilmektedir. Nesaî de Ali b. Müshir'den o, Hişam b, Urve'den o, babasından, o da Hz. Âişe yo­luyla naklettiği rivayette Hz. Âişe'nin, Hz. Esmâ'dan gerdanlığını ariyet ola­rak aldığını zikretmektedir. [196] Bu ise, Rasûlullah (sav) ile birlikte bulundu­ğu bir seferde olmuştur. Bu gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığını kaybetti­ği yere Sulsul denilmekteydi. Daha sonra Nesaî hadisin geri kalan bölümü­nü zikretmektedir.

Bu rivayette, Hişam'dan nakledildiğine göre, gerdanlık Hz. Esma'ya ait olup, Hz. Aişe bunu Esma'dan ariyet olarak almıştı. Bu da Mâlik'in: "Aişe'ye ait olan gerdanlık koptu" ifadesiyle, Buharî'nin: "Esma'ya ait olan gerdanlık kaybol­du" ifadelerini beyan etmektedir. Yine, Nesaî'nin bu rivayetinde, gerdanlığın koptuğu yerin Sulsul diye anıldığı belirtilmektedir. Tirmizî de bu hadis şöy­lece rivayet edilmektedir: Bize el-Humeydî anlattı, bize Süryan anlattı, bize Hişam b. Urve, babasından naklederek anlattı, babası Urve, Aişe'den naklet­tiğine göre: Ebvâ'da bulundukları gece gerdanlığı düşmüştü. Rasûlullah (sav) onu aramak üzere iki kişiyi göndermişti- Tirmizî daha sonra hadisin geri kalan bölümünü zikreder.

Bu rivayette yine Hişam'dan., gerdanlığın Hz, Âişe'ye izafe edildiği görül­mektedir. Fakat, bu izafe, ariyet olarak alan kişiye yapılan bir izafedir. Bu­na delil ise, Nesaî'nin hadksindeki açık ifadelerdir. Tirmîzî bu rivayette, Mâ-lik'in dediği gibi, Ebvâ ismini zikretmektedir. Şu kadar var kî, Tirrnizî'deki bu rivayette herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. Mâlik'in rivayetinde ise şöy­le denilmektedir: Nihayet üzerinde bulunduğum deveyi yerinden kaldır­dık, gerdanlığın onun altında olduğunu gördük. Buharî'deki rivayette ise şöy­le denilmektedir: Rasûlullah (sav) gerdanlığı buldu.

Bütün bunlar mana itibariyle doğrudur. Gerek gerdanlık, gerekse konak-lanılan yer İle ilgili rivayeti nakledenlerin farklı İfade kullanmaları, hadisi eleş­tirmeyi gerektiren bir sebep olmadığı gibi, hadisi zayıflatan bir özellikte de değildirler. Çünkü, hadisle anlatılmak istenen ve gözetilen maksat, teyemmüm ile İlgili ruhsatın nüzulüdür. Bütün rivayetler de gerdanlık meselesini tesbit etmektedir.

Tirmizî'nin hadisinde yer alan: İki adam gönderdi. Bunlardan birisinin Useyd b, Hudayr olduğu söylenmiştir ifadesine gelince, muhtemeldir ki, Bu-harTnin hadisinde "adamlar gönderdi'1 ifadesiyle kastedilenle ayns şeylerdir. Bubarî'deki rivayette, iki kişiden çoğul sigasıyla söz edilmiştir. Çünkü çoğu­lun asgari miktarı ikidir. Yahut da iki kişinin akabinde üz. Peygamber daha sonra başka bîriGerOni de göndermiş olabilir. O takdirde çoğul lafzının mutlak olarak kullanılması doğru düşer. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ni­hayet gerdanlığı aramak üzere bu kişiler gönderildi. Bunlar, gittikleri yerler­de herhangi bir şey bulamadılar. Geri döndüklerinde deveyi yerinden kaldır­dılar, gerdanlığı devenin altında buldular.

Rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sav)'ın ashabı, bazı yaralar almış, bu yaralar şifa bulduktan sonra, cünup olmuşlardı. Bundan dolayı Rasûlullah CsavJ'a şikâyetlerini arzetmeleri üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.[197] Bu da aynı şekilde sözünü etliğimi/, rivayetlere muhalif değildir Çünkü, ge­ri dönmekte oldukları sözü geçen bu gazada yara almış olmaları muhtemel­dir. Çünkü bu savaşta çarprşma olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber'e şi­kâyet arzettiler, Bu arada Hz. Âişe'nin beraberindeki gerdanlık da kaybolmuş­tu ve bu âyet-i kerime bu sırada nazil olmuştu. (Bu ihtimal de varittir). Şöy­le de denilmiştir; Hz. Âişe'nin gerdanlığı, Mustalıkoğullan gazasında kayb ol­muştur. Yine bu, Mureysi1 gazasında olmuştur, diyenlerin görüşlerine muha­lif değildir. Çünkü her ikisi aynı gazadır. Peygamber (sav), Halife b. Hayyât ile, Ebu Ömer b. Abdi’l-Berr'in söylediklerine göre, hicretin altıncı yılı Şaban ayında Mustalıkoğulları gazasını yapmış ve bu sırada Medine'de yerine Ebu Zer el-Ğıfarî'yi vekil bırakmıştı.

Hz. Peygamber'in, Ebu Zer'i değil ele, Numeyle b, Abdullah el-Leysi'yi ya­rine vekil bıraktığı da söylemiştir. Rasülullah (sav) Mustalıkoğu Harına, hiç-birşeyden haberleri yokken baskın düzenlemişti. Onlar o sırada, sahil cihe­tinden Kudeyd tarafından ei-Mureysi' diye bilinen bir su kenarında idiler. Hz. Peygamber, onlar arasından kimilerini öldürdü. Kadın ve çocukları da esir al­dı. O gün için parolaları "emit, emit (ötdürf öldür)" idi. Şöyle de denilmiş­tir: Mustalıkoğulları, Rasûlullah (sav)'a karşı ordu hazırlıyor ve onun üzeri­ne hücum etmek istiyorlardı. Hz. Peygamber durumu haber alınca, üzerle­rine gitmek üzere yola koyuldu ve bir su kenarında onlarla karşılaştı.

İşte teyemmümün başlaması ve ona dair buyruğum nüzuî sebebi ile ilgili olarak gelen rivayetler bunlardır. Maide Sûresi'ndeki -orada açıklanacağı üze­re- âyetin (el-Mâide, 5/6. âyet) "teyemmüm âyeti" olduğu da söylenmiştir. Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Bunun üzerine yüce Allah teyemmüm âyetini indirdi. Bu âyet-i kerime ise, Maide Sûresinde sözü geçen abdest âyeti, ya­hut da Nisa Sûresi'ndeki âyet-i kerimedir. Teyemmüm, bu iki âyetten başka bir yerde söz.konusu edilmiş değildir. Bu iki âyet de Medine'de inmiştir. [198]

 

21. Hastalığın Mahiyeti ve Ruhsatları;

 

yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur" buyruğunda geçen hastalık, bedenin iti­dal ve itiyat sınırları dışına çıkarak, eğrilik ve istisnaî hallere düşmesidir. Bu da, ağır ve hafif (çok ve az) olmak üzere iki türlüdür. Şayet, suyun soğuk­luğu yahut hastalığı dolayısıyla ölümden ya da bazı organlarının telef olma­sından korkacak kadar ağır hasta ise, böyle bîr hasta icma i!e teyemmüm ed­er. Bundan, el-Hasen ve Ata'dan gelen» ölecek olsa dahi taharet alır (su ile temizlenir) rivayetleri müstesnadır. Ancak onların bu görüşleri: "Dinde size bir güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) buyruğu ile: "Kendinizi öldürmeyin" (en-Nisa, 4/29) buyrukları ile red olunur. Dârakutnî, Said b. Cübeyr'den, o, tbn Abbas'tan, yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur veya yolculukta iseniz...” buyru­ğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şayet kişinin Allah yolunda yarası, yahut irin toplamış yaralan veya çiçek hastalığı varsa, cünup olup da gusledecek olursa, öleceğinden korkarsa, teyemmüm yapar. [199]

Yine Said b. Cübeyr'den, o da İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Hasta olana toprakla teyemmüm etmesi ruhsatı verilmiştir. Amr İbnü'l-Âs da aşın soğuktan telef olmaktan korkunca, teyemmüm ettiği halde Pey­gamber (sav) ona, ne gusletmesini emretti, ne de teyemmümle kıldığı namaz­larını iade etmesini. [200]

Şayet hastalık hafif olsa ve bu hastalıkla beraber bir başka hastalığın ortaya çıkacağından veya artacağından, yahut iyileşmesinin gecikeceğinden kor-karsa, bütün bu durumda olanlar, mezhebimizin icmaı İle teyemmüm eder­ler. İbn Atiyye: "Bu konuda bildiğime göre böyledir" demektedir.

Derim ki: Ancak, el-Bâcî bu hususta görüş ayrılığından sözetmektedir. Ka­dı Ebu'l-Hasen der ki: Meselâ, sağlıklı olan bir kimsenin, nezle veya ateşi­nin yükselmesinden korkması, aynı şekilde eğer hasta olan bir kimse, has­talığının artmasından korkuyorsa, (teyemmüm eder.)

Ebu Hanife de buna yakın ifadelerle görüşünü belirtmiştir. Şafiî ise der ki: Su bulunmakla birlikte, telef olmaktan korknıadığı sürece teyemmüm etme­si caiz olmaz.

Bu görüşü kadı Ebu'İ-Hasen de Mâlik'ten rivayet etmiştir. İbnü'l-Arabt der ki: Şafiî, telef olacağından korkmadığı sürece, hastanın teyemmüm etmesi mu­bah değildir, demektedir. Çünkü, hastalığın artacağı muhakkak değildir. Zi­ra, olabilir de olmayabilir de. Oysa farz olduğu muhakkak olan bir şeyin ter­ki, şüpheli bir korku dolayısıyla caiz değildir. Biz deriz ki: Bu ifadenle çe­lişki içerisindesin. Çünkü sen, soğuktan telef olmaktan korkarsa teyem­müm eder diyorsun. Telef korkusu, teyemmümü mubah kıldığına göre, has­talanmak korkusu da aynı şekilde onu mubah kılar. Çünkü, telefe maruz kal­mak yasak olduğu gibi, hastalığa maruz kalmak da İstenmemiştir.

Şöyle diyen Şafiî'ye gerçekten hayret edilir: "Şayet, satın alınacak suyun değeri, bir habbe kadar daha fazla olursa, (abdest yada gusüi) alacak olanın onu satın alması, malı korumak için gerekmez. Böyle birisinin teyemmüm et­mesi gerekir."

Ya aynı kişi bedeninin hastalığa maruz kalmasından korkuyorsa, niye (teyemmüme) müsaade edilmiyor? Bu hususta bunu reddetmek için, onların (Şafiî'lerin) dinlenilmeye değer söyledikleri bir sözleri yoktur.

Derim ki: el-Kuşeyrî Ebu Nasr Abdurrahim'in Tefsirinde belirttiğine gö­re, Şafiî'nin bu konudaki sahih olan görüşü şudur: Teyemmümü mubah kı­lan hastalık, suyu kullanması halinde ölüm korkusunun yahut bazı organla­rın telef olacağı korkusunun bulunmasıdır. Şayet, hastalığın uzayacağından korkulursa, Şafiî'nin sahih görüşü, teyemmümün caiz olduğu şeklindedir. Ebu Davud ve ûarâkutnî, Yahya b. Eyyub'den o, Yezid b. Ebî Habib'den, o, İmran b,"Ebi Enes'den, o, Abdurrahman b. Cübeyr'den, o, Amr b. Asdan şöy­le rivayet etmektedirler: Zâtu’s-Selâsil gazvesinde, soğuk bir gecede ihtilâm oldum. Gusledecek olursam, helak olacağımdan korktum. O bakımdan ön­ce teyemmüm yaptım, sonra da beraberimde bulunan arkadaşlarıma namaz kıldırdım. Bunu Rasûlullah (savVa anlattılar.

Hz. Peygamber: "Ey Amr, sen arkadaşlarına cünup olduğun halde mi na­maz kıldırdın?" dîye sordu. Ben ona, beni gusletmekten alıkoyanın ne oldu­ğunu haber verip şöyle dedim: Aziz ve celil olan Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah, size çok rahmet edendir" (en-Nisâ, 4/29) diye buyurduğunu dinledim dedim. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi -salât ve selâm ona- güldü ve hiçbirşey demedi. [201]

İşte bu hadis-i şerif, yakîn olmamakla sadece korkunun bulunması halin­de teyemmümün mubah olduğunun delilidir. Yine, teyemmüm yapmış bir kimseye cünup denilebileceği ve teyemmüm yapmış bir kimsenin abdest al­mış olanlara namaz kıldırabileceği bu hadisten anlaşılmaktadır. Mezhebimiz­de konu ile ilgili iki görüşün birisi budur. Sahih olan da budur. Mâlik'in Mu-vatta'mâa. okuttuğu ve ölünceye kadar da kendisine okunan görüş de budur.

İkinci görüş ise, böyle bir kimse, abdestti olanlara namaz kıldıramaz. Çünkü abdestli olandan daha aşağı fazilete sahiptir. İmamın hükmü ise, rüt­be itibariyle daha yüksekte olmasını gerektirir. Dârakutnî de Cabir b. Abdul­lah yoluyla gelen hadiste onun şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav): "Teyemmüm yapmış, bir kimse, abdestlilere imam olamaz" diye buyur­muştur. Ancak, hadisin senedi zayıftır.[202]

Ebû Dâvûd ve Dârakutnî de Uz. Cabir'den şöyle rivayet ederler: Bir yol­culukta bulunuyorduk. Bizden birisine bir taş isabet etti ve başından yara al­dı. Daha sonra o kişi ihtilam oldu. Arkadaşlarına: Teyemmüm hususunda be­nim ruhsatım olduğuna kanaatiniz var mı diye sordu. Onlar: Sen kullanabi­lecekken teyemmüm ruhsatından yararlanabileceğin kanaatinde değiliz, de­diler. Bunun üzerine o da gusletti ve öldü. Peygamber (,sav)'ın huzuruna var­dığımızda, ona durum bildirildi, o da şöyle buyurdu: "Onu öldürdüler. Allah kahretsin onları. Madem bilmiyorlardı niye sormadılar. Şüphe yok kî ceha­letin şifası soru sormaktır. Böyle bir kimseye teyemmüm yapıp, yarasının üze­rine bir bez sıkması veya bağlaması -şüphe hadisin ravîlerinden olan Musa'dan geliyor- ona yeterdi. Sonra o bezin üzerine mesheder, vücudunun geri ka­lan bölümünü de yıkardı."[203]

Dârakutnî der kî: "Ebu Bekr dedi ki: Bu Mekke halkının tek başlarına ri­vayet ettikleri bir sünnettir. Bu rivayeti Cezirdiler de tahammül etmiş (riva­yette bulunmuş"), fakat bunu Ata'dan, o, Cabir yoluyla ez-Zübeyr b. Hu-reyk'den başkası rivayet etmemiştir. ez-Zübeyr ise pek güçlü bir ravi değil­dir, el-Evzaî ona muhalefet ederek, bunu Ata'dan, o, Ibn Abbas'tan diye ri­vayet etmiştir ki, doğru olan da budur. Ancak, burada el-Evzafye hilâfen, on­dan (ez-Zübeyr'den) o, Ata'dan denilmiştir Yine ondan: Ata'dan bana ulaş­tığına göre.,, da denilmiştir. el-Evzaî ise, hadisin sonrasını mürsel yaparak, Ata'dan, O, Peygamber (sav)'den diye rivayet etmiştir ki, doğru olan da budur. İbn Ebİ Hatim de şöyle demiştir: Ben babama ve Ebu ZurVya bu hu­susta sordum, ikisi de bana şöyle dedi: Bu hadisi, îbn Ebi'l-Işrin, el-Evzaî’den, o, İsmail b. Müslim'den, o, Ata'dan, o da İbn Abbas'tan rivayet ederek, ha­disi müsned olarak nakletti (ler). [204]

Dâvud der ki: Kendisine hasta denilebilen herkesin teyemmüm etmesi ca­izdir. Çünkü, yüce Allah: "Eğer hasta olur,.." diye buyurmaktadır. İbn Atiy-ye der ki; Bu ise, kabul gören görüşe muhalif bir kanaattir. Çünkü, ümme­tin ilim adamlarına göre teyemmüm, suyu kullanmaktan korkan yahut ondan dolayı rahatsız olmaktan çekinen içindir. Çiçek ve kızamık hastalığına yaka­lanmış kimseler gibi. Yine sudan dolayı artacaklarından korkulan hastalık­lar için de böyledir. İbn Abbas'tan daha önce geçtiği gibi. [205]

 

22.  Yolculuk;

 

yüce Allah'ın: "Veya yolculukta iseniz" buyruğuna göre, su bulunmadı­ğı takdirde, yolculuk ister uzun, ister kısa olsun, yolculuk sebebiyle teyem­müm caizdir. Yapılan yolculuğun, namazın kısaltılmasını gerektirecek kadar uzun olması şartı ela yoktur. Mâlik'in ve ilini adamlarının cumhurunun görü­şü budur. Bir kesim ise şöyle demektedir: Ancak namazın kısaltılacağı bir yol­culukla teyemmüm edebilir. Başkaları da yapılan bu yolculuğun, itaat yol­culuğu olması şartını koşmuşlardır. Bütün bu görüşler zayıftır.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtir. [206]

 

23. Teyemmüm Yapmanın Cevazı;

 

Belirttiğimiz gibi, yolculukta teyemmümün caiz olduğu ürerinde ilim adamları icma etmişlerdir. Ancak, hazarda (ikâme; halinde) teyemmüm hu­susunda farklı görüşler vardır. Mâlik ve arkadaşları, teyemmümün hazarda da, seferde de caiz olduğu görüşündedirler. Aynı zamanda bu Ebu Hanife ve Muhammed'in de görüşüdür.

Şafiî ise şöyle demektedir: Sağlıklı ve mukim bir kimsenin, telef olmaktan korkması hali dışında teyemmüm etmesi caiz değildir. Bu, Taberî'nin de gö­rüşüdür. Yine Şafiî, el-Leys ve Taberî şöyle demişlerdir: Mukimken su bula­mayıp, vaktin takmasından da korkulacak olursa, sağlıklı olan da hasta olan da, teyemmüm eder, namaz kılar, daha sonra (su bulunca) iade eder.

Ebû Yusuf ve Züfer ise şöyle demektedir: Mukimken teyemmüm etmek, hastalık dolayısıyla da vaktin çıkacağı korkusuyla da caiz değildir. el-Hasen ve Ata ise şöyle demişlerdir: Hasta olan bir kimse de, sağlıklı olan da su bul­duğu takdirde teyemmüm yapamazlar.

Bu konudaki görüş ayrılığının sebebi, âyetin farklı anlaşılmasındandır.

Mâlik ve ona tabi olanlar şöyle demektedir: Yüce Allah'ın teyemmüm şar­tında hasta ve yolcuları zikretmesinin sebebi, suyu bulamayan kimselerin ço­ğunlukla bu kabiiden olmalarından dolayıdır. Mukim olanlar, çoğunlukla su bulabilirler. Dolayısıyla özel olarak nassda onlardan söz edilmem iştir. O hal­de, su bulamayan, yahut da herhangi bir engel dolayısıyla suyu kullanamayan ya da namaz vaktinin geçmesinden korkan herkes, yolcu ise nass gereği, mu­kîm ise buyruğun manası gereği teyemmüm eder. Hasta olan kimse nass ile, sağlıklı olan da bu nassın manası dolayısı ile teyemmüm edebilir.

Mukimken teyemmüm yapılmasını kabul etmeyenler ise şöyle demekte­dir: yüce Allah, teyemmümü hasta ve yolcuya bir ruhsat olarak teşri buyur­muştur. Tıpkı bu durumda olanların oruç açmalarına, namazlarını kısaltma­larına izin verdiği gibi. Yüce Allah, teyemmümü, ancak iki şarta bağlı ola­rak mubah kılmıştır. Bu şartlar hastalık ve yolculuktur. Dolayısıyla mukim ve sağlıklı olan bir kimsenin bu hususla herhangi bir ilgisi yoktur. Çünkü o, yüce Allah'ın öngördüğü şartın dışında kalmaktadır

Su bulunduğu takdirde her durumda teyemmümü kabul etmeyen el-Ha-sen ve Ata'nın görüşlerine gelince, bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah, teyemmümü suyun bulunmaması sartma bağlamıştır. Çünkü yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" diye buyurmakta ve su bulunmaması hali dışında kimseye teyemmümü mubah kılmamaktadır.

Ebû Ömer der ki: Şayet, cumhurun görüşü ve bu hususta gelen rivayetler bulunmasaydı, şüphesiz el-Hasen'in ve Ata'nın söyledikleri doğru olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Rasûlullah (sav) da, yolculuk halinde bulunan Amr İbn Âs'ın teyemmüm etmesini caiz bulmuştur. Çünkü Amr, su ile gusledecek olursa öleceğinden korkmuştu. Dolayısıyla hasta olanın teyemmüm yapabilmesi öncelikle söz-konusu olmalıdır.

Derim ki: Suya gittiği takdirde, namaz vaktinin çıkacağından korkması ha­linde mukim olan kimsenin teyemmüm etmesinin caiz olduğunun, Kitap ve sünnette delilleri vardır.

Kitaptan delili, yüce Allah'ın: "Yahut, herhangi birini/ ayak yolundan ge­lirse'* buyruğudur. Bu ise, mukim olan bir kimse su bulamayacak olursa te-yemmü'm eder demektir Bunu, el-Kuşeyrî Abdurrahim, açıkça şöyle de ifa­de etmektedir: Bundan sonra, nazar (kıyas.) böyle bir namazın kaza edilme­sinin vücubunu kesinlikle ortaya koymaktadır. Çünkü, ikâmet halinde suyun bulunmaması, nadiren karşı karşıya kalınan bir mazerttir. Kaza konusunda da iki görüş vardır.

Derim kiı İşte bu şekilde, bizim mezhebimizin ilim adamları, mukimken teyemmüm edecek bir kimse hakkında, suyu bulacak olursa namazını iade eder mi, etmez mi hususunda açık ifade kullanmışlardır. Mâlik'in mezhebin­de meşhur olan görüş, namazını iade etmesine gerek olmadığıdır, Sahih olan da budur, ibn Habib ve Muhammed b. Abdilhakem ise, herhalükârda nama­zını İade eder, derler. Ayrıca bunu İbnü'l-Münzîr de Mâlik'ten rivayet etmiş­tir el-Velid ondan şöyle dediğini nakletmektedir: Güneş doğacak olsa dahi gusleder. (Yani teyemmüm etmez).

Sünnetten deliline gelince, Buharînin Ebu Cuheym b. el-Haris b. es-Sım-me el-Ensarî'den şöyle dediğine dair yaptığı rivayettir; Peygamber (sav) Bi'ri Cemel taraflarından gelince, bir adam onunla karşılaştı, ona selam ver­di. Peygamber (sav), duvara yönelip (ellerini) yüzüne ve ellerine sürünce-ye kadar selamını almadı. Bundan sonra selamım aldı. [207] Bu hadisi, Müslim de rivayet etmiştir. Orada ayrıca, "Bi'ri Cemel" tabiri zikredilmem iştir, [208] Ay­rıca bunu, Dârakutnî de tbn Ömer'den rivayet etmiştir. O hadiste şu ifade­ler de vardın Daha sonra Hz. Peygamber, o adamın selamını aldı ve şöyle de­di: "Selamını almamı engelleyen tek şey, taharetli olmayıştmdı." [209]

 

24- "Ayak Yolundan Gelenler";

 

Yüce Allah'ım "Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" buyru­ğunda yer alan (ve "ayak yolu" diye meâU verilen) kelimesi asıl an­lamı itibariyle, yeryüzünün alçak tarafları demektir. Bunun çoğulu ise, şeklinde veya diye gelir. "Dimaşk Gûtası" adı da burdan gel­mektedir. Araplar böyle yerlere, insanların gözünden saklanmak maksadıy­la def-i hacette bulunmak üzere giderlerdi. Daha sonra, insandan çıkana da bu ortak anlam dolayısıyla "ğâit" adı verilmiştir. Bu kelimenin fiili, bir top­rakta kaybolup görünmeyecek hale gelmeyi ifade etmek için kullanılır.

ez-Zührî, bu kelimeyi : diye okumuştur. Bunun aslının: olup, şeddesiz söylenmiş olması ihtimali de vardır, Kolay ve olu kelimeleri ve benzerlerinde olduğu gibi.

Yine bu kelimenin aslının dan gelme ihtimali de vardır. Buna de­lâlet eden ifade ise, def-i hacet için giden bir kimse hakkında Def-i hacette bulundu, tabirini kullanmalarıdır. Böylelikle, buradaki "vav" harfi "ya" harfine dönüşmüş olmaktadır.

Nitekim, araplann yerine demeleri buna benzer. Âyet-i ke­rimedeki "ev: yahut, veya" buyruğu burada "vav; ve" anlamındadır.

Yani sizler hasta olursanız veya yolculukta iseniz, ve bu arada herhangi bi­riniz ayak yolundan gelirse, teyemmüm ediniz demektir. Buna göre teyem­mümü gerektiren sebep, had estir. Yoksa hastalık yada yolculuk değildir. İş­te bu önceden de açıkladığımız gtbi, mukimken teyemmümün caiz olduğu­na delildir.

Şu kadar var ki, buradaki "ev" ile ilgili olarak nazar ehlince (tetkik erba­bına göre) "ev" edatının asıl anlamı üzere kullanılmıştır. Çünkü "ev veya"nm üer.C-ne has bir anlamı, "vav ve"mn de kendine has bir anlamı vardır. On­lara göre, bunun anlamının böyle olması, ifadede hazf bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buyruğun anlamı da şöyle olur: Eğer suya el değdirmeye güç yetiremeyecek şekilde hasta olur, yahut yolculukta bulunup ta su bulamayıp, ancak su kullanmaya da ihtiyacınız olursa... anlamındadır.

Doğrusun en iyi bilen Allah'tır.[210]

 

25- Abdesti Bozan Şeyler:

 

Âyet-i kerimedeki "el-Gâit" lafzı, mana yoluyia küçük tahareti bozan bü­tün hadesleri bir arada ifade etmektedir Ancak, ilim adamları bunları tesbit-te ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta yapılan açıklamaların en üstünü, bunların ^ türlü olduğudur. Mezhebimizde bunlar hakkında görüş ayrılığı yoktur: Bun-lar, aklın zail olması, mutad otan şeylerin çıkması ve dokunmaktır.

Ebu Hanîfe'nin mezhebine göre ise, vücuttan çıkan necasetlerdir. O, bu ne­casetlerin çıkış yerini de nazarı itibara almaz» dokunmayı da abdesti bozan sebepler arasında saymaz.

Şafiî ve Muhammed b. AbdilhakenVin mezhebine göre ise, her iki yoldan çıkanlardır Bunlar, mutad olan şeyleri gözönünde bulundurmazlar, fakat do­kunmayı (abdesti bozan) sebepler arasında sayarlar.

Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre şunu bil ki, müslümanlar, baygın-hk, delilik yahut sarhoşluk sebebiyle aklı zail olan kimsenin abdest almak­la yükümlü olduğunu icma ile kabul etmiş, fakat uykunun diğer hadesler gi­bi bir hades mi yoksa hades değil de hadesli olma halinin zannedildiği bir hal mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda ikisi uç ve birisi de orta olmak üzere üç görüş vardır:

Uç görüşlerden birisi şöyledir: el-Muze Ebu İbrahim İsmail, bunun hades olduğu'görüşündedir. Diğer hadesler gibi, uykunun azı da çoğu da abdest almayı gerektirir. Mâlik'in Muvatta'daki görüşünün muktezası da budur. Çünkü o, orada şöyle demektedir: Ya önden yahut arkadan çıkan bir hades veya uyku sebebiyle de olmadıkça abdest almaz. [211]

Yine SafVân b. Assal'dan gelen ve Nesâî, Dârakutnî ve -sahih olduğunu da belirterek- Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisin muktezası da budur Hepsi de bu hadîsi Asım b. Ebi'n-Nücûd'dan, o, Zir b. Hubeyş'den rivayet etmektedirler. Zir dedi ki: Safvân b. Assai el-Muradi'ye gidip şöyle dedim: Ben sana mest­ler üzerine mesh etmeye dair soru sormak üzere geldim. Dedi ki: Peki, ben Rasûlullah (sav)'ın gönderdiği askerler arasında bulunuyordum. O, bizlere "Taharet (tere onları giydiğiniz takdirde mestler üzerine yolculuğa çıkmamız halinde üç gün süreyle mesh etmemizi, ikâmet edecek olursak da, bir gün bir gece mesh etmemizi ve küçük abdest bozmaktan, büyük abdest bozmak­tan, uykudan dolayı çıkarmamamızı, ancak cünupluktan dolayı çskairmami-zı" emretti.[212]

Bu hadis-i şerifte ve Mâlik'in naklettiğimiz görüşünde, büyük abdest boz­mak, küçük abdest bozmak île uyku eşit değerlendirilmektedir. Bunlar der­ler ki: Kıyasa göre fazîa uyku ve aklı örten bölümü hades kabul edildiğine göre, uykunun azının da bby\e olmasv icabeder.

Ali b. Ebi Talib'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) bu­yurdu ki: "Dübürün bağı, iki gözdür (uyanık olmaktır). O bakımdan kim uyur­sa abdest alsın.”[213] Bu ise umumi bir buyruktur. Ve bu hadisi Ebu Davud ri­vayet etmiştir. Dârakutnî bunu, Muaviye b. Ebi Süfyan yoluyla Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir. [214]

jkind uç görüş; Ebû Mûsâ el-Eşârî'den, uykunun hangi durumda olursa ol­sun, hades-olmayacağı görüşünde olduğuna delâlet eden bir rivayet gelmiş bulunmaktadır. Ona göre, uyuyan bir kimse uyku dışında bir başka badesi olmadıkça abdestlidir. Çünkü, uyuduğu vakit kendisini koruyan kimseler gö­revlendirirdi. Eğer kendisinden hades çıkmayacak olursa, uykusundan kal­kar ve namaz kılardı. Bu Abîde, Said b, el-Müseyyeb ve Mahmud b. Halid'in rivayetinde, el-Evzaî'den de rivayet edilmiştir,

Cumlıur ise bu iki uç kanaate muhalif görüştedir, Mâlik'in görüşü özetle şöyledir: Her kim uyur, uykusu ağırlaşır ve uzayıp giderse, hangi durumda olursa olsun onun abdest alması icabeder. Bu aynı zamanda, ez-Zûhrî, Rabia ve el-Velid b. Müslim'in rivayetine göre -el-Evzaînin de görüşüdür.

Ahmed b, Hanbel ise der ki: Şayet uyku hafif olup, kalbi Örtmeyecek ve onu daldırmayacak türdense zarar vermez.

Ebu Hanife ve arkadaşları der ki: Yatarak ya da teverrük ederek (sağ kal­çasını sağ ayağına dayayıp, sol ayağını da sağ ayağının altından çıkarması şek­lindeki oturuş) uyuyan dışında herhangi bir kimsenin abdest alması gerekmez.

Şafiî der ki: Oturarak uyuyanın abdest alması gerekmez. Ayrıca bunu İbn Vehb de Mâlik'ten rivayet etmiştir.

Bu görüşlerden sahih olanı, Mâliki ınezhebindckt meşhur görüştür. Çün­kü İbn Ömer'in rivayet ettiği bir hadise göre, Rasûlullah (sav) bir gün bir meş­guliyeti sebebiyle yatsı namazını ertelemek durumunda kaldı. Nihayet biz, mescidde uyuduk. Sonra ayandık, sonra yine uyuduk. Sonra bir daha uyan­dık. Sonra Peygamber (sav) yanımıza çıkageidi. Sonra da şöyle buyurdu: "Şu anda yeryüzündeki insanlar arasında sizden başka namazı bekleyen kimse yoktur" Bu hadisi hadis imamları rivayet etmiştir. Lafız ise, Buhârî'nindir. [215]

Bu hadis, hem isnad, lıcm amel bakımından bu konuda gelen rivayetle­rin en sahih olanıdır.

Mâlik'in Muvatta'mda söyledikleri ile Safvân b. Assai yoluyla gelen hadis­te söylenenlere gelince, bunun da anlamı şudur: Kişiyi etkisi altına alan ağır uyku abdesti bozar. Bu hadis-i şerif ile bu manadaki diğer hadisler bu açık­lamaya delildir. Aynı şekilde Saffan'ın bu hadisini;Veki', Mis'ar'den o, Asım b Ebi'n-Necüd'dan rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Âsim, "yanut uyku" ye­rine "yahut yel" demiştir. Darakutnî der kt: Bu hadiste "yahut yel" ifadesini, Vckİ'in Mis'ar'den rivayetinden başka diyen olmamıştır. [216]

Derim kî: Vekî', sika ve güvenilir bir imamdır. Buharı, Müslim ve benze­ri hadis imamları ondan hadis rivayet etmişlerdir. O bakımdan uykunun bir hades olduğu hususunda Saffan'ın hadisine yapjşanîarm bu hadisi delil gös-termelerinejmkân kalmamaktadır. Ebu Hanife'nin görüşü ise zayıftır. Dâra-kutnî'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre Rasûlullah (sav) secde halinde iken uykusu derin leşi ne ey e, yahut hafifçe horlayıncaya kadar uyudu, sonra kalk­tı ve namazanı kıldı. Ey Allah'ın Kasûlu uyudun, dedim. Şöyle buyurdu: "Ab­dest ancak, yatarak uyuyan kimse için vaciptir. Çünkü bir kimse yattı mı, ar­tık onun mafsalları gevşer". [217] Bu hadisi tek başına £bû Halid, Katade'den rivayet etmiştir. Sahih bir rivayet değildir. Bunu da Dârakutnî söylemiştir. [218]

übû Dâvûd da bu hadisi rivayet etmiş olup şöyle demiştir : Hz. Peygam­berin: "Yatarak uyuyana abdest almak düşer" ifadesi, münker bir hadis olup, bunu Ebu Halid Yezid ed-Dâlânî, dışında kimse Katade'den rivayet et­memiştir. Baştarafını ise bir topluluk, İbn Abbas'tan nakletmekle birlikte bu kabilden birşeyden söz etmemişlerdir. [219]

Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr de şöyle demektedir: Bu, münker bir hadistir. Ka-tade'nin sika ravilerinden herhangi bir kimse bunu rivayet etmiş değildir. Bu­nu tek başına Ebû Halid ed-Dâlânî rivayet etmiş ve onun bu fazlalığını in­kâr etmişlerdir. Bu kabilden naklettiklerinde ise, delil teşkil edemez,

Şafiî'nin, yalnızca oturan müstesna, uyuyan herkese abdest almak düşer ile mutedil halden meyleden ve böylelikle uyuyan herkesin de abdest alma­sı gerekir, sözüne gelince, bu aynı zamanda Taberî ve Davud'un da görüşü­dür. Ali, İbn Mes'ud ve İbn Ömer'den de rivayet edilmiştir. Zira bu şekilde uyuyan kimsenin uykusunun ağırlaşması pek rastlanan bir hadise değildir. O bakımdan böyle bir uyku hafif uyku mesabesindedir.

Dârakutnt de Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesi yoluyla, Rasûlullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir; "Her kim otura­rak uyursa, onun için abdest almaya gerek yoktur. Her kim yanını yatağa ko­yarsa onun abdest alması gerekir." [220]

İnsan vücudundan çıkanların abdestİ bozmasına gelince, bizim lehimize, Buharînin yaptığı şu rivayet delildir Buharî dedi ki: Bize Kuteybe anlam, de­di ki, bize Yezid b. Zurey anlattı. Yezid, Halid'den, o, îkrime'den, o, Aişe'den şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (sav) ile birlikte hanımlarından birisi iti-kâfa girdik. O kadın, kırmızı ve san renkte akıntı görüyordu. Namaz kılar­ken altına leğen koyduğumuz dahi olurdu. [221] Görüldüğü gibi bu mutad ol­mayan bir şekilde çıkmaktadır. Bu kesilen bir damardan ötürü gelmektedir. O haİde bu bir hastalıktır. İki yoldan gelip de bu şekilde olan bir akıntı do­layısıyla bize göre -belirttiğimiz gibi Şafiî'ye hilâfen- abdest almak vacib de­ğildir. Başarımız Allah'tandır. Ayrıca bu Hanelilerin, çıkanın necaset olması­na itibar etmesi şeklindeki kanaatini de reddetmektedir. Böylelikle Mâlik b. Enes'in mezhebinin sahih olduğu ve açıkça anlaşıldığı ortaya çıkmaktadır. Ne­fes alıp verildiği sürece Allah, ondan ve diğerlerinin tümünden razı olsun. [222]

 

26. "Kadınlara Dokunmak" Buyruğunun Anlaşılması île İlgili Görüş Ayrılıkları:

 

Yüce Allah'ın: Ya da kadınlara dokunur da..." buyruğunu, Nâfi’, İbn Kesir, Ebû Âmr, Âsim ve İbn Amir Dokunursam" diye oku­muşlardır. Hamza ve el-Kisaî iser eklinde okumuşlardır.

Bu* kelimenin anlamı ile ilgili olarak üç görüş vardır: Biricisi, bunun cima-da bulunursanız anlamına gelmesi, ikincisi tenleriniz değerse anlamına gel­mesidir. Üçüncüsü ise her ikisini de bir arada mütalaa eden görüş.

Bunun şeklindeki okunuşu da çoğu kimseye göre aynı anlamda­dır. Şu kadar var ki, Muhammed b. Yezid'den şöyle dediği nakledilmektedir: Sözlükte evlâ olan 'ınf öpseniz veya buna benzer bir anlam ifade et­mesidir. Çünkü bu durumda, her bir tarafın bir Fiili vardır. Diğer okuyuş olan ise, onların üstüne varırsanız ve onlara temas ederseniz, demektir. Bunda ise kadının herhangi bir fiili yoktur

İlim adamları, âyet-i kerimenin (bu bölümünün) hükmü hakkında, beş fark­lı görüş ortaya atmışlardır. Bir kesim der ki: Burada mülamese, ele has bir tabirdir. Cünup olan kimse ise, ancak su ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Do­layısıyla yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur..." buyruğu ile kast edilen anlamın kapsamına girmemektedir. O bakımdan cünubun teyemmüm etmesi sözko­nusu olmaz. Cünup, ya gusleder yahut da suyu buluncaya kadar namazı bı­rakır. Bu görüş, Hz. Ömer ve îbn Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.

Ancak, Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: bu meselede, İslam âleminin de­ğişik bölgelerindeki fukabalarından, Hz. Ömer ve Abdullah b. Mes'ud'un gö­rüşü doğrultusunda rey sahipleri olsun, hadis ehlinden olsun, görüş belirten kimse olmamıştır. Bunun sebebi, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- Ammâr ve İmran b. Husayn ile Ebu Zer'in Hz. Peygamber'den cünup olan kimsenin teyemmümüne dair yaptıkları rivayetler olmalıdır.[223]

Ebu Hanife, bu görüşün aksini ileri sürer ve der ki: Burada mülâme-se'den kasıt, cima demek olan lemse hastır. Cünup olan bir kimse teyemmüm eder, eliyle-dokunan kimselerden ise burada sözedilmemiştir. Çünkü bu, ha-des de değildir. Abdesti bozan bir iş de değildir. Kişi lezzet almak kastıyla hanımını öpecek olsar abdestî bozulmaz. Onlar bu görüşlerini, Dârakutnî'nin Hz. Âişe'den gelen şu rivayeti île de desteklerler: Rasülullah (sav) hanımla­rından birisini öptü, sonra da abdest almaksızın namaza çıktı. Urve dedi ki: Bçn ona: Sözünü ettiğin bu kadın senden başkası olabilir mi diye sordum. O da güldü.[224]

Mâlik der ki: Cima yoluyla mülâmesede bulunan kişi, (su bulamayacak olur­sa) teyemmüm eder, el ile mülâmesede bulunan (dokunan) kimse ise, lez­zet aldığı takdirde teyammüm eder. Şehvetsiz olarak dokunacak olursa, ab-dest almasını gerektiren bir durum yoktur. Ahmed ve İshak da bu görüşte­dir. Âyetin muktezâsı da budur.

Ali b. Ziyad der ki: Eğer hanımının üzerinde kalın bir elbise varsa, herhangi bir şey yapması gerekme?.. Şayel elbisesi ince ise abdest alması gerekir. Abdulmelik b. el-Macışûn der ki; Oynaşmak kastıyla eliyle hanımına kasten dokunan bir kimse lezzet alsın almasın, abdest alsın, Kadı Ebu'l-Velid el-Bâ-ci ise, el-Münteka'âsL şöyle demektedir: Mâlik ve arkadaşlarının mezhebin­de tahkik sonucu varılan hüküm şudur: Abdest almak, onun lezzet kastıyla elini değdirmesi dolayısıyla icabeder. Bizzat lezzetin varlığı dolayısıyla de­ğil. Hanımına dokunmakla lezzet almak maksadını güden bir kimse için ab­dest almak icabeder. Bu dokunmakla lezzet alsın veya. atmasın fark etmez fşte İsa'nın, İbnü'l-Kasım'dan gelen rivayetinde, el-Utblyye'deki ifadelerin ma­nası budur. Sadece erkeklik organının sertleşmesine gelince, İbn Nafi'nin Mâlik'ten rivayetine göre, beraberinde dokunma yahut mezi olmadığı sürece, ne abdesti gerektirir, ne de gusletmeyi.

eş-Şeyb E bu îshak der ki: Erkeklik organı sertleşenin abdesü bozulur. Bu, Mâlîk'İn de el-Müdevvene' de yer alan görüşüdür.

Şafiî ise der ki: Erkeğin bedeninin herhangi bir tarafı kadın bedeninin her­hangi bir tarafına dokunacak olursa, bu ister el ile olsun, ister vücudun aza­larından bîr başkasıyla olsun, bundan dolayı abdesti bozulur. Aynı zaman­da bu, İbn Mes'ud, İbn Ömer, ez-Zülırî ve Rabla'nın da görüşüdür.

el-Evzaî der ki: Dokunma el ile olursa, abdest bozulur. El ile olmazsa ab­dest bozulmaz. Çünkü yüce Allah: "Kendileri de elleriyle ona dokunsalar-di" (el-En'âm, 6/7) diye buyurmaktadır.

İşte bu hususta, beş ayrı görüş bunlardır. Bunların en isabetli olanları, Mâ-lik'in görüşüdür. Bu, Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan rivayet edildiği gibi, Abdullah b. Mes'udfun da görüşüdür. Çünkü Abdullah b. Mes'ud der ki: Mü-lâmese cimadan ayrıdır. Ve bundan dolayı da abdest almak icabeder. Fuka-hânın çoğunluğu da bu görüştedir.

İbnü'l-Arabî der ki: Âyetin anlamından zahiren anlaşılan da budur. Çün­kü, yüce Allah'ın bu âyetin baş tarafında yer alan: "Cünup iken" buyruğu cimayı ifade eder. "Yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" buyruğu, Iıadesi ifade eder. "Yahut kadınlara dokunur da" buyruğu da, dokunmayı ve öpmeyi ifade eder. Böylelikle bunlar, üç ayrı hüküm için üç ayrı cümle olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da ilmin ve i'lâmın (bilip bildirmenin, ni­hai bir derecesidir). Şayet, dokunmaktan (lems ve mülâmese'den) maksat ci­ma olsaydı ifadede bir tekrar olurdu.

Derim ki: Ebu Hanife'nin delil diye gösterdiği, Hz. Aİşe yoluyla gelen ha­dise gelince, bu mürsel bir hadistir. Bunu Veki\ el-A'mcş'ten, o, Habib b. Ebi Sabitten, o, Urve'den, o, Aişe'den rivayet etmiştir Yahya b, Said, el-A'meş'in 1-iabib'den, onun da Urve'den rivayet ettiği hadisi zikredip şöyle der:

Süfyan es-Sevri'ye gelince, o, insanlar arasında bunu en iyi bilen kimse idi. İşte o, Habib'in Urve'den hiçbir şey işitmemiş olduğunu iddia etmiştir.

Bunu da Dârakutnî söylemiştir.[225]

Denilse ki: Sizler mürseli kabul ediyorsunuz, O halde bunu da kabul et­meniz ve gereğince amel etmeniz gerekir. Deriz ki: Biz bunu âyetin zahiri ve ashab-ı kiramın ameli dolayısıyla terk ettik. Denilse ki: Mülâmese cimanın ken­disi demektir. Ayrıca bu İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Deriz ki: Ömer el-Faruk ve onun oğlu bu hususta ona muhalefet ettiği gibi, Abdullah b. Mes'ud da -ki, o Kûfelidir, (yani Küfede yerleşmiş bir sahabidirV bu konu­da onlara uymuştur, Siz ne diye ona muhalefet etmektesiniz.

Yine denilse ki: Mülâmese, müfâafe (yani iki taraflı işin yapıldığını ifade eden kip) babındandır. Bu ise ancak iki taraftan olur. Elle lems (dokunmak), ancak tek taraflı olur. Böylelikle mülâmesenin cima olduğu sabit olmaktadır. Deriz ki: Mülâmesenin muktezası, iki tenin birbirine değmesidin Bu, ister bir taraftan, ister iki taraftan yapılmış olsun farketmez. Çünkü, bunların her bi­risi aynı zamanda hem lems eden, hem lems olunan diye nitelendirilir.

Bir diğer cevap da şöyledir: Mülâmese, bazan tek taraflı da olabilir. Bun­dan dolayı Peygamber (sav) mülâmese satışını[226] yasaklamıştır. Elbise ise, mel-mûs (kendisine dokunulan) olur. Hiçbir zaman kendisi dokunan olamaz, İbn Ömer def bizzat kendisi hakkında şöylece haber vermektedir: "Ve o günler­de ben, ihtilâm olacak yaşlarda idim. (Burada müfeale kipinden nâheztü'yü kullanmıştır,) Araplar da: Hırsızı cezalandırdım. Ayak­kabıyı çekiçle dövdüm, derler (ve tek taraflı yapıtdtğı halde müşareke ifade eden kipi kullanırlar.) Bu kabilden kullanımlar da pek çoktur

Denilse ki: Şanı yüce Allah, İmdesin sebebi olan ayak yolundan gelişi zik­rettiği yerde, cünupluğun sebebini zikretmiştir kir o da mülâmesedir. Böy­lelikle su bulmama halinde, İmdesin ve cünupluğun hükmünü beyan etmek­tedir. Tıpkı suyun bulunması halinde bunların hükümlerini açıkladığı gibi. Deriz kî: Bizler, bu kelimenin aynı zamanda hem cima, hem lems {dokun­mak) anlamına alınmasına mani görmüyoruz, Açıkladığımız gibi bu aynı za­manda her iki hükmü de ifade etmektedir. Ve belirttiğimiz gibi bu (müşare­ke olmayan kiple): diye de okunmuştur.

Şafiî'nin sözünü ettiği, erkeğin kadına, arada bir engel olmaksızın herhan­gi bir uzvuyla şehvetli ya da şehvetsiz dokunmasının abdesti gerektirdiği seklindeki görüşüne gelince; bu da Kuran-ı Kerimin zahirinden anlaşılan ifade­dir. Aynı şekilde, kadın da ona değmiş olacağından onun da abdest alması icabeder. Saç, bundan müstesnadır. Bir kimse, şehvetli veya şehvetsiz, hanı­mının saçına dokunacak olursa, abdest alması gerekmez. Diş ve tırnak da böy­ledir Çünkü bunlar, tenden farklı şeylerdir. Hanımının saçına dokunduğu tak­dirde ihtiyat yolunu seçip abdest alacak olursa, bu güzel bir şey olur Koca? hanımına yahut kadın, kocasına eîiyie ve elbisenin üst tarafından dokunup bundan dolayı da lezzet alacak veya almayacak olsa, bizzat tene dokunma­dığı sürece her ikisinin de abdest alması gerekmez. Bunu kasten veya unu­tarak yapmaları farketmez. Kadının hayatta olması, yahut -yabancı olması ha­linde- ölü olması da durumu değiştirmez. Eliyle küçük bir kıza yahut yaşiı-c;ı acuze bir kadına, veya nikahlaması kendisine helâl olmayan mahremle­rinden birisine dokunması haline dair farklı görüşleri gelmiştir. Bir seferin­de abdest bozulur demiştir. Çünkü yüce Allah: "Ya da kadınlara doku­nur,,." buyruğunda fark gözetmemiştir, İkinci seferinde ise, abdest bozulmaz, demiştir. Çünkü böylelerinc karşı şehvet duyulmaz.

el-Mervezî der ki: Şafiî'nin görüşü kitabın zahirine daha uygun düşmek­tedir. Çünkü yüce Allah: 'Yada kadınlara dokunursanız" diye buyurmak­la, şehvetli ya da şehvetsiz dememektedir.

Aynı şekilde Peygamber (sav)ın ashabından bu durumda abdest almayı va­cip görenler de şehvet şartını koşmamışlardır. Tabiinin geneli de aynı şekil­de bu şartı koşmamışlardır. el-Mervezî der ki: Mâlik'in kabul ettiği şekilde şeh­veti ve elbisenin üstünden lezzet almayı gözönünde bulundurup bunun abdest almayı gerektirdiği kanaatine gelincet bu hususta el-Leys b. Sa'd da ona muvafakat etmiştir. Bu ikisinden başka bu, kanaatte olan kimseyi bilmi­yoruz. Ancak bu kıyasen de sahih değildir. Zira bu şekilde hareket eden bir kimse, hanımına dokunan (lems eden) olmaz. Ve hakikatte de onunla temas etmiş (teni tenine değmiş) değildir. Bu olsa olsa, onun elbisesine temas eden bir kimsedir. Fukaha, icma ile şunu kabul etmişlerdir: Lezzet alacak olsa ve canı ona dokunmayı çekse, bundan dolayı abdest alması icabetmez. Aynı şe­kilde elbisenin üst tarafından dokunanın durumu da böyledir. Çünkü bu du­rumda olan bir kimse, kadına temas etmiyor demektir.

Derim ki: el-MervezTnin sözünü ettiği bu hususta Mâlik ile el-Leys b. Sa'd'dan başka aynı görüşü paylaşan yoktur, iddiasını ele alalım. Hafız Ebu Ömer b. Abdi'l-Beıfin naklettiğine göre bu, aynı zamanda İshak'm ve Ah-med'İn de görüşüdür

Ayrıca bu görüş, eş-Şa'bî ve cn-Nehaî:den de rivayet edilmiştir. Bunların hepsi der ki: Dokunup da lezzet alacak olursa abdest alması icabeder. Lez­zet almazsa abdest gerekmez. el-Mervezî'nin: "Bu kıyasen de sahih ola­maz" sözüne gelince; Onun bu görüşü de sahih değildir. Çünkü Hz- Aişe'den

sahih haberde şöyle dediği zikredilmektedir: Ben Rasûluliah (sav) önünde ayaklarım onun kıblesi tarafında olduğu halde uyurdum. Secde ettiği vakit, eliyle benî dürter (ğamezenî) ben de ayaklarımı kendime doğru çekerdim. O ayağa katklı mı, tekrar oniarı uzatırdım. Hz. Aişe der ki: O günlerde ev­lerde kandil bulunmuyordu.[227]

İşte bu, Peygamber (sav)'in dokunan kimse olduğu ve onun Hz. Aişe'nin ayaklarına el değdirdiği hususunda açık bir nastır. Nitekim el-Kasım'ın Hz, Aîşe'den rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Secde etmek istediğinde elle­riyle ayaklarıma dokunurdu, ben de ayaklarımı çekerdim." Bunu Buharı ri­vayet etmiştir.[228]

İşte bu yüce Allah'ın; "Ya da kadınlara dokunursanız" buyruğundaki umum ifadeyi tahsis etmektediı D halde âyetin zahiri ne şekilde dokunur­sa dokunsun, dokunan herkesin abdestinin bozulmasını gerektirir. Ancak, yüce Allah'ın Kitabının beyanı demek olan sünneti seniyye de abdestin ba­zı dokunanlar için gerektiğine, bazıları için de gerekmediğine delâlet etmek­tedir. Gerekmeyen kimse ise, lezzet almayan ve lezzet kastı ile dokunmayan kimsedir. Burada: Belki de Hz. Aişe'nin ayaklan üzerinde bir örtü bulunu­yordu. Yahut da Hz. Peygamber, ayaklarını elbisenin yeni ile dürtüyordu, de­nilemez. Çünkü buna karşılık biz şöyle cevap veririz: Dürtmenin fel-Ğamz gerçek mahiyeti Ele yapılmasıdır. Semiz olup olmadığım anlamak amacıy­la koçu el İle yoklamak için de bu mastardan türemiş fiiller kullanılır.

Ancak, elbisenin yeni ile vurmak anlamını ifade etmek üzere "ğamz" ke­limesi kullanılmaz. Uyuyan kişinin ayağı ise, çoğunlukla çıplak olur ve dı­şarıda kalır, Özellikle uzunlamasına yatıp uyumuş ve darlık çeken birisi ise bu böyledir. O dönemde durum bu idi. Nitekim Hz. Âîşe'nin: Ayağa kalktı mı, ayaklarımı uzatırdım sözleriyle: "O günlerde evlerde kandil bulunmuyor­du"' ifadelen dikkatimizi çekmektedir.

Yine Hz. Âişe'den gayet açık bir şekilde şöyle dediği nakledilmiştir; "Pey­gamber (sav) namaz kılarken ayaklan mt onun kıblesine doğru uzatırdım. Sec­deye vardı mı, o beni eliyle dürter, ben de ayaklarımı kıblesinden çekerdim. Kendisi ayağa kalktı mı, yine onları uzatırdım." Bu hadisi de BuhSrî rivayet etmiştir[229] Böylelikle dürtmenin (eJ-Gamz) tenlerin dokunmasıyla gerçek an­lamı ile kullanıldığı ortaya çıkmaktadır.

Bir diğer delil de, yine Hz. Âişe'den rivayet edilen şu sözleridir: "Gecenin birinde Rasûluliah (sav)'ı yanımda yatakta bulamadım. Onun nerede olduğunu araştırmaya koyuldum. Ellerim kendisi mescidde iken ve ayaklan (secde halinde) dikilmiş olduğu halde, ayaklarının iç tarafına değdi" diyerek hadisin geri kalan kısmını nakletmektedir.[230] Hz. Aişe ellerini, secdede iken Peygamber efendimizin ayaklarına koyduğu vakit, o da secdesini devam et­tirdi. İşte bu, abdestin her tenleri değenler hakkında değil de, bir kısmı hak­kında bozulacağının delili olmaktadır.

Denilse kir el-Müzenî'nin de dediği gibi, Hz. Peygamberin ayaklan üze­rinde bîr hail (tenlerin değmesini engelleyen bir örtü) bulunmakta idi. Şöy­le cevap verilir : Ortada bir hâil olduğu sabit oluncaya kadar, ayak denildi­ği zaman, onun hâilsiz (yani çıplak) olduğu anlaşılır. Aslolan da zahiri ifa­delerin sınırını aşmamak, orada durmaktır. Hatta bütün bu anlattıklarımızdan ayağın çıplak olduğu adeta nass ile açıkça ifade edilmiş gibi anlaşılmaktadır.

Denilse ki; Ümmet icma ile şunu kabul etmiştir; Bir erkek, bir kadını zor-lasa ve onun sünnet yeri kadmın sünnet yerine dokunsa, bundan dolayı da o kadın hiçbir lezzet almasa, yahut kadın uykuda bulunup bundan dolayı zevk almasa ve hiçbir şekilde arzu da duymasa yine de o kadının gusletmesi va­ciptir. Aynı şekilde şehvetli, ya da şehvetsiz öpen veya elini değdirenin hükmü de böyle olmalıdır. Onun da abdesti bozulmuş olur ve abdest alma­sı icabeder. Çünkü, dokunmak, el İle yoklamak ve öpmekten anlaşılması ge­reken bunların, ifade ettiği manadır, lezzet değildir.

Buna şöyle cevap veririz; el-A'meş ve başkalarının sizin bu hususta iddia ettiğiniz ietnaa muhalefet ettiğinden daha Önceden sözetmiş bulunuyoruz.

Bununla birlikte biz icmaı kabul etsek dahi, bu anlaşmazlık mahallinde icmaı bize karşı delil göstermek bağlayıcı bir delil olamaz. Çünkü bizler, mezhebimizin doğruluğuna sahih bir takım hadisleri delil göstermiş bulunu­yorum. Sizin iddianıza göre: "Hadis sahih olduğu takdirde o hadisi alınız, be­nim sözümü bırakınız" sözünü ilk defa Şafiî söylemiştir. Oysa, bizce meşhur olduğu gibi, ondan önce hocası Mâlik bunu söylemiş bulunmaktadır.

Şimdi bu konuda hadis sabit olduğuna göre, niçin hadisin gereğini söyle­miyorsunuz? Sizin mezhebinize göre, bir kimse hanımına tedip etmek ve ona karşı sert davranmak kastıyla eliyle bir tokat vuracak olsa, abdesti bozulur. Çünkü maksat fiilin, varlığıdır, Bildiğim kadarıyla, kimse böyle bir görüş ile­ri sürmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hadis İmamları Malik ve diğerlerinin rivayetine göre, Peygamber (sav), kı­zı Zeynep ile Ebu'l Âs'dan olma kız torunu Umâme, omuzları üstünde oldu­ğu halde namaz kılardı.

Rükû'a vardığında onu yere bırakır, sücuddan kalkığı vakiı de tekraı es­ki yerine koyardı.[231]

Bu iser Şafiî'nin nakledilen iki görüşünden birisi olan şu sözünü reddet­mektedir: Küçük bîr kıza dokunacak olsa yine abdesti bozulur. Şafiî bunu ile­ri sürerken "nisa" (kadınlar) lafzına tutunur. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çün­kü küçük kıza dokunmak duvara dokunmak gibidir. Diğer taraftan lezzeti na­zarı itibara almadığından dolayı, mahrem kadınlara dokunması hususunda farklı görüşleri gelmiştir.

Bizler ise, lezzeti nazarı itibara aldığımızdan, lezzet bulunduğu takdirde hükmün varlığından sözedilir ki, o da abdestin gereğidir, Evzaî'nin özel ola­rak el ile dokunmayı nazarı itibara alması şeklindeki görüşüne gelince, Bu­nun sebebi, dokunmanın (lemsin) çoğunlukla el ile olmasından dolayfdır. O da dokunmayı, diğer azalar bir tarafa yalnızca ele münhasır kabul etmiştir. Öytekı, koca, ayaklarını hanımının elbiseleri araşma sokup fercine yahut da karnına dokunacak olsa, bundan dolayı abdesti bozulmaz. Hanımını öpen ko­ca hakkında da şunları söylemektedir: Böyle birisi gel İp bana soru soracak olsa, abdest alır derim. Fakat abdest almayacak olsa. da ayıplamam. Ebu Sevr de şöyle demektedir: Hanımını öpen, yahut îeni tenine değen veya ona do­kunan kimsenin abdest alması gerekmez. Bu görüşler ise, Ebu Hanife'nin mez­hebine göre izah edilebilir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[232]

 

27. Teyemmümü Mubah Kılan Sebepler ve Su Bulamamanın Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız" buyruğunda işaret edilen yolcunun su bulamama sebepleri şöylece sıralanabilir: Yolcu, ya bütünüyle ya da kısmen su bulamıyabilir. Yahut su aramaya koyulacağından, yol arkadaşlarından ge­ri kalmaktan ya da eşyalarına zarar gelmesinden korkabilir. Yahut hırsız ya da yırtıcı hayvanlardan, ya da vaktin çıkmasından korkabilir. Veya (suyunu kullanacak olursa) kendisinin ya da başkasının susuz kalacağından korkabi­lir. Bedeninin mashalatı için pişireceği yemeğe gerek duyacağı suyun hük­mü de böyledir.

İşte bütün bunlardan herhangi birisi sözkonusu olduğu takdirde, teyem­müm alır ve namazını kılar. Hastanın kendisine su verecek kimseyi bulama­ması, yahut suyu kullanmaktan zarar göreceğinden korkması da suyu bula­mamak demektir. Ayns şekilde bütün herşeyİ kuşatan bir pahalılık, yahut hap­se atılmak veya bağlanmak da mukim ve sağlıklı olan kimse için su yok hükmündedir. el-Hasen der ki: Kişi gerekirse bütün malını vererek su alır, var­sın parasız kalsın. Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Allah'ın dini bir kolaylıktır. Bir başka kesim de şöyle demektedir: Gerçek değerinin üçtebîr ve daha ' fazla miktarını aşmadığı sürece onu satın alır. Birbaşka kesim de şöyle der: Bir dirhemlik suyu, iki ve üç dirheme ve bu civarda bir Fiyata satın alır (ve abdestini alır). Bütün bunlar, Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun )'în görü­şüdür. Eşheb'e: Bir kırba su on dirheme satın alınır mı? diye sorulmuş, o da, insanların bu şekilde bir alış veriş yapmakla yükümlü oldukları görüşünde değilim, demiştir, Şafiî ise, fazla olmaması gerektiği görüşünü belirtmiştir[233]

 

28. Su Aramanın Hükmü:

 

Teyemmümün sahih olabilmesi için, su arama şart mıdır, değil midir hu­susunda ilim adamlarının farklı kanaatleri vardır. Mâlikin mezhebinin zahi­rinden anlaşıldığına göre bu şarttır. Şafiî'nin görüşü de budur. Kadı Ebu Mu-hammed b. Nasr'm kanaatine göre ise, teyemmümün sahih olabilmesi için su aramak şartı yoktur.

Bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görüşüdür. İbn Ömer'den rivayet edil­diğine göre o, yolculukta iken, su, yolundan iki ok atımlığı bir mesafede bu­lunduğu halde yolunu bırakıp suya gitmezdi. İshak, ancak bulunduğu yer­de suyu aramakla yükümlüdür, der ve İbn Ömer'den gelen bu rivayeti zik­rederdi. Şu kadar var ki, birinci görüş daha sahihtir.

Muvatta'üa Mâlik'in mezhebinden meşhur olan da odur. Çünkü şanı yüce Allah: "Su bula m az sanı'/" diye buyurmaktadır. Bu ise, ancak suyun aranıl­masından sonra teyemmüme başvurmayı gerektirmektedir. Aynı şekilde kı­yas cihetinden de, teyemmüm mübdel olan (taharet, abdest almak)'den aciz olmak halinde yerine getirilmesi emrolunan bir bedeldir. O bakımdam onun mübdelinin bulunmayacağından kesin olarak emin olmadıkça teyem­müm yapmak yeterli olmaz. Tıpkı keffârette köle azad etmek ile oruç tutma­nın birinin diğerinin yerine geçmesi gibi. [234]

 

29. Vakit Çıkmadan Önce Su Bulma Umudu Varsa Ne yapar:

 

Bu husus böylece tesbit edildikten sonra ve su da bulunamayacak olursa, mükellef, zannı galibi ile, ya namazın vakti içerisinde su bulmaktan ümidi­ni keser yahut da zanni galibi ile su bulacağı kanaatine sahip olur, suyu bu­lacağına dair ümidi de pekişir, yahud da bu iki husus eşit ihtimal kazanır. Gö­rüldüğü gibi üç ayrı durum sözkonusudur: Birinci halde, vaktin başında te­yemmüm alıp namaz kılması müstehabtır. Çünkü, su ile taharet almak fazi­letini elden kaçırmış olsa bile, namazını ilk vaktinde kılma faziletini ele ge­çirmesi onun için müstehabtır. İkinci durum sözkonusu ise, vaktin ortaların­da teyemmüm alır. Bunu Mâlik'in arkadaşları Mâlik'ten nakletmektedir. Su iîe

abdest alma faziletini elde eder umuduyla ilk vakitte kılma faziletini elden kaçırmayacağı sürece namazını tehir eder. Çünkü, namazın ilk vaktinde kı­lınma fazileti, ilk vaktin yakınlığı dolayısıyla orta vakitlerde kılınması ile de elde edilebilir.

Üçüncü durumda, vaktin sonunda suyu bulacağı zamana kadar namazını tehir eder. Çünkü su ile taharet fazileti, vaktin başında namazı kılmak fazi­letinden daha büyük fazilettir. Zira, vaktin başında namazın kılınmasının fa­ziletli oluduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. Su ile taharet almanın fazile­ti, ittifakla kabul edilmiştir.

Diğer taraftan, namazı ilk vaktinde kılma faziletinin terki, zaruret olmak­sızın dahi caizdir. Fakat, su ile taharet alma faziletinin zaruretsiz terkedilme-si caiz değildir. Bunun için de öngörülen vakit, o namaz için uygun görülen vaktin son zamanıdır. Bunu İbn Habib demiştir.

Eğer vaktin sonunda suyun bulunacağını bilirse, vaktin başında teyemmüm alır ve namaz kılacak olursa, İbnül-Kasım der ki: Kıldığı bu namaz yeterli­dir. Şayet su bulacak olursa, yalnızca vakit çıkmamışsa namazını iade eder. Abdulmelik b. el-Macişûn der ki; Bundan sonra su bulduğu takdirde mutla­ka namazını iade eder. [235]

 

30. Su Bulamamanın Ölçüsü:

 

Suyun bulunması konusunda gözönünde bulundurulması gereken ölçü, ta­hareti için yeteri kadar su bulmaktır.

Eğer yeterinden az su bulacak olursa, teyemmüm eder ve bulduğu kadar suyu kullanmaz. Bu, Mâlik'in ve arkadaşlarının görüşüdür. Ebu Hanife ile iki görüşünden birisinde Şafiî de bu görüştedir. İlim adamlarının çoğunluğunun da görüşü budur. Çünkü yüce Allah, taharetin farzı olarak, iki şeyden biri­sinin yerine getirilmesini emretmiştir. Bu da ya su ya topraktır. Şayet su te­yemmüme ihtiyaç bırakmayacak miktarda değilse, şer'an yok hükmündedir. Çünkü onun var olabilmesi için istenen miktar yeteri kadar olmasıdır.

Şafiî'nin diğer görüşü ise şöyledir: Beraberinde bulunan suyu kullanır ve teyemmüm eder. Çünkü o bir miktar da olsa bir su buîmaktadır. O halde te­yemmümün şartı tahakkuk etmemektedir. O miktarı kullanıp suyu tükene­cek olursa bulamadığı andan itibaren teyemmüm eder.

Suyu* yükünün arasında unutup teyemmüm eden kimsenin durumu hak­kında da Şafiî'den farklı görüşler nakledilmiştir. Sahih olana göre abdest alır ve namazını iade eder. Çünkü yanında su bulunduğuna göre, O, suyu bulan bir kimsedir. Fakat bu konuda kusurlu davranmıştır.

Diğer bir görüşü ise namazını iade etmez. Mâlik'in de görüşü budur. Çünkü suyun bulunduğunu bilmeyecek olursa, onu bulmamış demektir. [236]

 

31. Nitelikleri Değişmiş Suyun Hükmü:

 

Ebu Hanife, değişmiş su ile abdest almayı caiz görmektedir. Çünkü yüce Allah: "Su bulamazsanız" diye buyurmuştur. Burada da nekire (belirti-siz)'nin nefyedilmesi şeklindedir, Dilde bu kullanım umum ifade eder. O hal­de ister değişmiş olsun, ister değişmemiş olsun, bütün sularla abdesJ alma­nın caiz olduğunu ifade etmektedir, Zira değişmiş olan su hakkında da su ke­limesi kullanılabilir.

Deriz ki: Evet dediğiniz gibi nekirenin nefyedilmesi umum ifade eder. Fa­kat cinsinde bir umumdur bu. O bakımdan ister sema, ister nehir, ister tatlı bir pınar suyu, İster tuzlu olsun bütün suları kapsayan umumi bir ifadedir. Cins İsmin dışında kalan, değişikliğe uğramış olan su ise, bunun kapsamına girmez. Nitekim bakla ve gül suları da bunun kapsamına girmediği gibi- İle­ride yüce Allah'ın izniyle, el-Furkan Sûresi'nde Cbk. 25/48. âyetin tefsirinde) suların hükmüne dair açıklamalar gelecektir. [237]

 

32- Sudan Başka içeceklerle Abdest Almak:

 

Abdest ve guslün, su bulunmaması halinde nebizin dışında herhangi bir içecek ile caiz olmayacağını ilim adamları iema ile kabul etmişlerdir. Ancak yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" buy­ruğu bu görüşü reddetmektedir. Nebiz ile abdestin alınacağından sözeden ha-dis-i şerifi İbn Mes'ud rivayet etmiştir.[238] Ancak bu hadis sabit değildir Çünkü, buji adisi İbn Mesud'dan rivayet eden Ebû Zeyd adında birisidir. Bu da Abdullah b. Mes'ud'la arkadaşlık yaptığı bilinmeyen meçhul bir ravidir. Bunu İbnü'l-Münzir ve başkaları söylemiştir. İleride Allah'ın izniyle buna da­ir açıklamalar el-Furkan Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) gelecektir. [239]

 

33- Yokluğu Teyemmümü Mubah Kılan Suyun Nitelikleri:

 

Yokluğu teyemmüm etmeyi mubah kılan su, tâhir, mutahhir ve yaratılış ni­telikleri üzerine kalmış sudur. Kur'an ahkâmına dair telifde bulunanların ki­misi şöyle demiştir: Yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyem­müm edin" buyurmakla suyun hiç bir parçasının, kısmının bulunmaması ha­linde teyemmümü mubah kılmaktadır Çünkü bu, suyun her cüzünü kapsa­yan nekire bir lafızdır. Su ister başka şeyle karışmış olsun, ister hiç birşeyle

karışık olmayıp baş/lıbaşına varolmuş olsun farketmez. Bununla birlikte her­hangi bir kimse, hurmadan yapılan nebîzde su vardır diyebilir. Durum böy­le olduğuna göre hurma nebizi bulunmakla beraber teyemmüm caiz olmaz, denilir. Bu, Kulelilerden Ebû Hanîfe ve ashabının görüşüdür. Buna ileride el-Furkan Sûresİ'nde belirtilecek, zayıf bir takım haberleri delil göstermişlerdir. Yine orada, yüce Allah/ın izniyle su ile ilgili açıklamalar, da gelecektir. [240]

 

34. Teyemmümün Anlamı ve Hikmeti:

 

Yüce Allah'ın: "Teyemmüm edin" buyruğundaki teyemmüm, bu ümme­te genişlik olmak hikmetine binâen, bu ümmete has özelliklerdendir. Pey­gamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Bizler sair insanlarla şu üç özelliğimizle üstün kılındık: Bütün yeryüzü bize mescid kılındı, yeryüzünün toprağı da bi­ze temizlenme aracı oldu..." deyip hadisin geri kalan bölümü aktardı.[241]

Bundan önce, teyemmüm ruhsatının iniği ve bunun açıkladığımız üzere gerdanlığın kayboluşu sebebiyle olduğuna dair açıklâ'malar geçmiş bulunmak­tadır. Teyemmümü mubah kılan sebepler de dalıa önceden açıklandı. Bura­da ise, teyemmümün sözlük anlamı ve şer'î bir kelime olarak anlamı üzerin­de durulacaktır. Teyemmümün nitelikleri , keyfiyeti, kendisi ile ve kendisi do­layısıyla teyemmüm yapılan sebepler, teyemmümün kimin için caiz olacağı, teyemmümün şartları ve bunun dışında teyemmüme dair diğer hükümleri ele alacağız.

Sözlük anlamı itibariyle teyemmüm, kastetmektir. "Filan şeye teyemmüm ettim" demek, onu kastettim, demektir. "Toprağa teyemmüm ettim" demek, kasıtlı olarak toprağa yöneldim, demektir. "Okumla ve mızrağımda ona teyem­müm ettim" derken, diğerleri arasından onu kastederek, nişan aldım, vurdum, demek olur. el-Halil şu beyîti zikretmektedir:

"Mızrağı yanlamasına onu kastederek fırlattım. Sonra ona dedim ki: Kahramanlık işte budur. Bu kaydırak oyunu (çocuk oyuncağı) değildir.

el-Halil der ki: Bu beyitte ilk kelimeyi: diye nakleden hatalı nak-letmiştir. Çünkü o, " Yanlamasına" ifadesini de kullanmıştır.

Bu ise, ancak yan taraftan atılırsa kullanılan bir kelimedir. Yoksa bunun­la önünü kastetmiş değildir. İmruu'l Kays da der ki:

"Ta Ezriat'tan onu kastederek geldim. Ailesi ise, Yesrib'te bulunuyor. Evine en yakın olan kişinin (uzaklığı dolayısıyla) oldukça yükseği ve uzağı görmeye ihtiyacı vardır."

Yine (İmruu'l Kays der ki):

"Üzerinde yosunun yükseldiği ve gölgenin kapladığı Dâric yakınlarındaki pınarı kastetti (oraya yöneldi)."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"İşte bu şekilde bir belde hoşuma gitmezse

Devemi bir başka beldeye böylece yöneltirim (yüzünü oraya doğru çeviririm];.

Bahile'li A'şa da der ki:

"Ve böylelikle ben Kays'a doğru yöneldim. (Ona gitmeyi kastettim) Halbuki ona varıncaya kadar nice uzun yollar, geçitler ve gerçekten yol almanın zor olduğu sert araziler vardır,"

Humeyd b. Sevr de şöyle demektedir:

"Rab'a sor, Um Tarık nereyi kastetti (nereye gitmek İçin yola koyuldu) Acaba Rab'ın konuşmak diye bir adeti var mı ki?"

Şafii (r.a)'ın da şöyle bir beyiti vardır:

"İlmim benimle beraberdir. Nereyi kastetsem onu beraberimde taşırım Kalbim onun için bir kalptır, yoksa o bir sandığın içinde (gömülü) değildir."

İbnü's-Sikkit der ki: Yüce Allah'ın: "Temiz bir toprağa teyemmüm edin"

buyruğu, temiz bir toprağa, kastedin, anlamındadır Daha sonra Araplar bu kelimeyi çokça kullanmaya başladılar. Nihayet teyemmüm, yüz ve elleri toprak ile meshetmek anlamını İfade eder oldu. İbniTl-Enbari der ki: Arap­ların: "Adam teyemmüm etti" şeklindeki ifadeleri, artık toprağı yüz ve elle­rine mesnetti, demektir.

Derim ki: İşte Allah'a yakınlaşmak kastıyla yapılması halinde şer'î teyem­müm de budur. Hastaya teyemmüm yaptırdım ve namaz için teyemmüm eL-üm, gibi ifadeler kullanılır. Müyemmem kişi ise, dilediği lıerşeyi elde eden kişi demektir. Bu açıklamalar eş-Şeybanî'den nakledilmiştir.

eş-Şeybanî ayrıca şu beyiti zikreder:

Bizler, A'sur b. Sa'd'm

Ailece istediği herşeyi elde eden ve şanı yüksek bir kimse olduğunu gördük,"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ezher hiçbir zaman cimrilik yıldızı ile birlikte doğmadı

O, ailece istediğini elde eden ve soyu itibari ile kerim olan bir kimsedir." [242]

 

35. Teyemmüm Kelimesinin Kur'ân-ı Kerim de Kullanılması ve Uz. Âişe'nin "Teyemmüm Âyeti" Derken Kastettiği Âyeti Kerime:

 

"Teyemmüm" lafzını, yüce Allah Kitab-ı Keriminde el-Bakara Sûresi'nde (2/2Ğ7. âyette), bu sûrede ve bir de el-Maide Sûresi'nde (5/6. ayette) zikret­miştir. Bu sûredeki âyet, teyemmüm âyetidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah-tır. Kadı Ebu Bekr İbnü'l-Arabî der ki: Bu benim için kimsenin yanında ila­cını bulamadığım içinden çıkılamaz bîr haldir. Karşımızda iki âyet var, ikisinde de teyümmiim sözkonusu edilmektedir. Bunlardan birisi Nisa Sûresi'nde, diğeri el-Maide Sûresi'ndedir. Hz. Aişe'nin: "Allalı teyemmüm âyetini indir­di" sözüyle hangi âyeti kastettiğini bilmiyoruz. Sonra şöyle demektedir: Onun naklettiği hadis bundan önce teyemmümün bilinmediğini ve onlar ta-raFindan teyemmüm uygulamasının sözkonusu olmadığını göstermektedir. Derim ki, Îbnü'l-Arabfnin: "Aişe'nin hangi âyeti kastettiğini bilmiyoruz" sö­zünü ele alacak olursak, onun kastettiği âyet, daha önceden de belirttiğimiz gibi bu âyet-i kerimedir.[243] Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yine îbnü'1-Ara-bî'nin: "Hz. Aişe'nin bu hadisi, teyemmümün bundan önce bilinmediğini ve onlar tarafından uygulanmadığını göstermektedir" sözlerine gelince bu, doğrudur. Bu hususta siyer alimleri arasında görüş ayrılığı yoktun Çünkü bi­linmektedir ki, cünupluktan gusül, abdestten önce farz kılınmamıştır. Yine bütün siyer alimleri şunu bilmektedir ki: Peygamber (sav)'a Mekke'de namaz farz kılındığından beri, günümüzde aldığımız abdest gibi bir abdest almak­sızın namaz kılmış değildir. İşte bu da abdest ile ilgili âyeti kerimenin da­ha önceden farz kılınmış olan bu fiili ile ilgili buyrukların Kur-an'ı Kerimde tilavet edilmesi için nazil olduğunu göstermektedir. "Bunun üzerine teyem­müm âyeti nazil oldu" ifadesinin kullanılıp,[244] abdest âyeti denilmemesi, on­ların o zamanda yeniden öğrendikleri hususu, abdest ile ilgili hüküm değil, teyemmüm hükmü olduğunu göstermektedir. Bu da gayet açıktır. Ve bunda içinden çıkılamayacak bir taraf ta yoktur. [245]

 

36. Teyemmüm Mükellefiyetinin Muhatapları:

 

Namaz kılmakla yükümlü olan her mükellef, su bulamayıp namazın vak­ti girecek olursa, teyemmüm yapmakla yükümlüdür. Ebû Hanife ile iki arka­daşı ve Şafiî'nin arkadaşı el-Müzenî der ki: Vaktin girişinden önce de teyem­müm caizdir. Çünkü, onlara göre suyun aranması nafileye kıyasen şart de­ğildir. Nafile için teyemmüm, su aranmaksızın caiz olduğuna göre, farz na­maz için de aynı şekilde caiz olur. Sünnetten de Hz. Peygamberin Ebû Zer'e söylediği şu buyrukları delil göstermişlerdir: "Temiz toprak, müslüman için abdest alınacak yerdir, isterse on yıl süreyle suyu bulmasın."[246] Böylelikle Hz. Peygamber, temiz toprağı tıpkı suya denildiği gibi, "abdest alınacak araç" adını vermiştir. O halde, temiz toprağın hükmü ile suyun hükmü aynıdır. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bizim delilimiz ise, yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız" buyruğudur. Suyu ara­yıp da bulamayan kimse dışındakilere su bulamamış denilemez. Bu anlam­daki açıklamalar önceden geçmiştir. Diğer taraftan bu şartlar altında alına­cak bir taharet (abdest veya gusül yerine geçen teyemmüm), istihazah kadı-nın tahareti gibi bir zaruret hali taharetidir. Ayrıca Peygamber (sav) da şöy­le buyurmuştun "Namaz vaktine nerede erişirsen, orada teyemmüm eder ve namaz kılarsın." Bu, aynı zamanda Şafiî'nin ve Ahmed'in de görüşüdür. Ali, tbn Ömer ve İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. [247]

 

37.  Teyemmüm Almış Kimse Suyu Bulursa:

 

İlim adamları icma ile, teyemmümün cünupluğu da, badesi de kaldırma­yacağını ve cünupluk veya hades dolayısıyla teyemmüm aimıs bir kimsenin suyu bulması halinde önceki gibi cünup veya hadesli olacağını kabul etmiş­lerdir. Çünkü Hz. Peygamber Ebu Zer'e: "Suyu bulduğun takdirde, sen onu tenine dokundur" diye buyurmuştur.[248] Ancak, Ebû Seleme b. Abdurrah-man'dan gelen bir rivayet bu icma'sn dışında kalmaktadır. Bunu da İbn Cüreyc ve Abdulhamid b. Cübeyr b. Şeybe, Ebû Seleme'den rivayet etmiştir. Yi­ne îbn Ebi ZE-'b, bu görüşü Abdurrahman b, Harmele'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre o, teyemmüm almış cünup bir kimse, su bulacak olursa, nor­mal taharet üzeredir ve yeni bir hades olmadığı sürece gusletmeye ve abdest almaya da ihtiyacı yoktur, demiştir. Yine ondan, teyemmüm alıp namaz kıl­mış, sonra da vakit çıkmadan su bulmuş kimsenin, abdest alıp teyemmüm­le kıldığı o namazı iade edeceğini söylediği de rivayet edilmiştir. İbn Abdi'l-Berr der ki: Bu bir çelişkidir ve dikkat azlığıdır. Onlara göre Ebû Seleme, hiç­bir zaman Medine'de bulunan diğer tabiin arkadaşları kadar fakih değildi. [249]

 

38,  Teyemmüm Almış Kimsenin Namaza Başlamadan ve Namazı Kıldıktan Sonra Suyu Bulmasının Hükmü:

 

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Teyemmüm aldıktan sonra namaza başlamadan önce su bulan kimsenin o teyemmümü batıl olur ve onun suyu kullanması icabetler.

Cumhurun görüşüne göre, teyemmüm alıp namaz kılan ve namazını bitirmiş olan bir kimse, eğer su aramakta üzerine düşen gayreti göstermiş ve yük­leri arasında da su bulunmayan bir kimse İse, bu namazı eksiksizdir, yerini bulmuştur. Çünkü o, emrolunduğu üzere farzını edâ etmiştir. O bakımdan her­hangi bir delil olmaksızın onun namazı iade etmesini vacip görmek caiz oîa-maz. Kimi ilim adamı ise, abdest alıp guslettiği takdirde vakit çıkmamışsa, na­mazını iade etmesini müstehab görmüştür. Tavus, Ata, el-Kasırn b. Muham-med, Mekhûl, İbn Şîrîn, ez-Zührî ve Rabhrdan hepsinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu durumda olan kişi namazını iade eder. Ancak el-Evzaî bunu müstehab görür ve şöyle den Namazım iade etmesi vacib değildin

Çünkü, Ebû Said el-Hudrî şöyle bir rivayette bulunmuştur: İki kişi yolcu­luğa çıktı. Namaz vakti girdi. Beraberlerinde de su yoktu. Her ikisi de temiz bir toprağa teyemmüm edip namaz kıldılar. Daha sonra vakit içinde suyu bul­dular. Onlardan birisi abdesfc alarak namazım iade etti. Diğeri ise iade etme­di. Daha sonra Rasülullah (sav)'ın yanma gelip bu hususu ona naklettiler. Hz, Peygamber, namazını iade etmeyen kimseye: "Sen sünneti isabet ettirdtn ve kıldığın namaz senin için yeterli geldi" dedi. Abdest alıp namazını iade edene de: "Senin için iki defa ecir vardır" diye cevap verdi. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet eder ve şöyle der: Şu kadar var ki, İbn Nafi' bu hadisi el-Leys'den, o, Umeyre b, Ebi Naciye'den, o, Bekr b. Sevade'den, o, Ata'dan,, o da Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir. Ebû Said el-Hudrî'nin bu senet­te anılması bellenmiş bîr rivayet yolu değildir.[250] Bu hadisi Dârakutnî de ri­vayet etmektedir. O rivayette şunları da söylemektedir: "...Sonra vakit çıkma­dan suyu buldular..."[251]

 

39. Namaza Başladıktan Sonra Suyu Bulanın Hükmü:

 

Namaza başladıktan sonra suyu bulanın hükmü hakkında İlim adamları­nın farklı görüşleri vardır

Malik der ki: Namazım kesmek ve suyu kullanmakla yükümlü değildir. Na­mazını tamamlasın, daha sonra kılacağı namazlar için abdest alsın. Şafiî de böyle demiş ve Îbnü'l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir.

Ebû Hanife ile aralarında Ahmed b. Hanbel ve el-Müzenî'nin de bulundu­ğu bir topluluk ise şöyle demekledir: Su bulduğundan dolayı namazını ke­ser, abdest alır ve namazını yeniden kılar. Delilleri ise şudur: Teyemmüm na­maz bitmeden önce su bulunduğu için batıl olduğuna göre, namazın geri ka­lan kısmı da aynı şekilde batıl olur. Namazın bir bölümü batıl oldu mu, bü­tünüyle batıl olur Zira ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Ay he­sabı ile iddet bekleyen kadının iddetinin kısa bir süresi kaldıktan sonra ay hali olacak otursa, artık of iddetini ay hali hesabı ile yapar.

Derler ki: İşte namazda iken suyu bulan bir kimse de kıyasen ve aklen bu durumda olmalıdır.

Bizim delilimiz ise, yüce Allah'ın: "Amellerinizi de iptal etmeyin" (Muhammed, 47/33) buyruğudur Herkes, su bulunmadığı takdirde teyemmüm ile na­maza başlamanın caiz olduğunu ittifakla kabul eder ve su göründüğü takdir­de namazı kesmek hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Namazın kesileceğine dair ne sünnette bir rivayet, ne de icma ile sabit ol­muş bir şey vardır. Mezhebimizin bu konudaki delillerinden birisi de şudur: Zihar veya (hataen) öldürme dolayısıyla oruç tutması gereken bir kimse, bu orucun daha fazla olan bölümünü tutup, sonradan azad edecek bir köle bu­lacak olursa, tuttuğu o orucu lağvedip köle azad etmeye yönelmez. Aynı şe­kilde teyemmüm ile namaza başlayan kişi de namazını kesip su île abdest al­maya avdet etmez. [252]

 

40. Teyemmüm İle Birden Çok Namaz Kılınabilir mi?

 

Aldığı teyemmüm ile birçok namaz kılabilir mi, yoksa farz ve nafile her bir namaz için ayrıca teyemmüm mü alması gerekir? hususunda ilim adamları­nın farklı görüşleri vardır.

Kadı Şüreyk b. Abdullah der ki: Nafile olsun, farz olsun her bir namaz için yeni bir teyemmüm alır.

Malik İse, -her bir farz için teyemmüm alır, demektedir. Çünkü o, her bir farz namaz için su aramakla yükümlüdür. Su arayıp da bulamayan bir kim­se teyemmüm eder,

Ebû Hanife, es-Sevrî, el-Leys, el-Hasen b. Hayy ve Dâvûd ise derler ki: Ab-destini bozmadığı sürece tek bir teyemmüm ile dilediği kadar namaz kiiar. Çünkü o, su bulamadığı sürece taharet üzeredir. Su bulmaktan yana ümidi­ni kestiği taktirde ise , su aramakla yükümlü değildir.

Bizim söylediğimiz görüş daha sahihtir. Çünkü yüce Allah, namaza kalka­cak kimsenin su istemesini vacip kılmış ve suyun bulunmaması halinde de namaz vakti çıkmadan önce namaz kılabilmek için teyemmümü vacip kılmış­tır. O bakımdan müslümanların abdest bozacak bir durumu olmasa dahi su­yu bulurjarsa teyemmümün batıl olacağı üzerinde icma etmelerini delil gös­tererek teyemmüm eksik ve bir zaruret hali taharetidir, derler.

Buna göre vaktin girişinden önce teyemmümün cevazı hususunda da bu görüş ayrılığına bu husus esas teşkil edebilir.

Bilindiği gibi, Şafiî ve birinci görüşün sahipten, bunu (vaktin girişinden ön­ce teyemmümü) kabul etmezler. Çünkü yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin diye buyurmaktadır. İşte buradan teyemmü­mün her bir fiilinin ihtiyaca taalluk ettiği ortaya çıkmaktadır.

Vakitten önce ise, teyemmüme ihtiyaç yoktur. Buna göre tek bir teyemmüm ile iki farz namaz kılamaz. Bu gayet açıktır.

İlim adamlarımız, tek bir teyemmüm ile tarz iki namaz kılan kimsenin hük­mü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Yahya b. Yahya, İbnü'I-Kastm'dan, vakit çıkmadığı sürece ikinci farzı iade eder, dediğini rivayet etmektedir. Ebû Zeyd b. Ebi'1-Gumr da yine İbnü'l-Kasım'dan, her halükârda ebediyyen ia­de eder, dediğini rivayet etmektedir. Aynı şekilde Mutarrif ve Îbnü'1-Macî-şûn'dao da ikinci farzı ebediyyen iade edeceği rivayet edilmiştir.

İşte bizim mezheb sahiplerimizin üzerinde tartıştıkları konu budur. Çün­kü su aramak (her farz vakit girdikçe) bir şarttır. İbn Abdus'un naklettiğine göre, İbn Nafi1 iki namazı cem ile kılan bir kimse hakkında, her bir namaz için ayrıca teyemmüm alacağını söylediğini rivayet etmektedir. Ebu'l-Ferec ise, bir kaç namazı kılmamış olduğunu hatırlayan kimse hakkında şöyle de­mektedir: Tek bir teyemmüm ile unuttuğu bu namazlarını kaza edecek olur­sa, ayrıca bîrşey gerekmez, bu onun için caizdir.

Bu görüş ise, (her bir namaz için) ayrıca su aramanın şart olmadığı kana­atine binaen ileri sürülmüştür. Fakat birincisi daha sahihtir.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [253]

 

41. Temiz Bir Toprak;

 

Yüce Allah'ın: "Temifc bir toprak" buyruğunda geçen Üzerinde toprak olsun, olmasın yeryüzüdür. Bu açıklamayı, el-Halil, İbnü'l-Ârâbî ve ez Zeccac yapmıştır. ez Zeccac der ki: Bunun bu anlama geldiği hususunda dil bilginleri arasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Yüce Allah da şöy­le buyurmaktadır: "Bununla beraber Biz onun üstün­de olan şeyleri elbette kupkuru bir toprak yapanlarız," (el-Kehf, 18/8} Ya­ni biz, üzerinde hiçbir bitki bulunmayan sert bir arazi haline getiririz.

Yine yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: Böy­lelikle kaypak bir toprak haline geliverir." (el-Kehf, 18/40)

Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de bu kabildendir:

"Sanki o, (ceylan yavrusu) içtiği saf şarab -başının kemiklerine kadar

sirayet edip sarhoş ettiğinden-Kuşluk vaktinde toprağa kendisini düşürmüş gibidir."

Bu şekilde toprağa "saîd" deniliş sebebi, yerden kendisine doğru çıkılan mekânın son nokta oluşundan dolayıdır. Çoğulu, "suudât" diye gelir.

Hadis-i Şerifteki: "Sakın ha yollarda oturmayınız"[254] hadisi de bu kabildendir.

İlim adamları burada toprağın "temiz" (et-tayyib)" ile kayıtlandı rıh şı do­layısıyla bu hususta farkh görümlere sahiptirler. Bîr kesim şöyle demektedir: Toprak olsun, kum olsun, taş olsun, maden otsun yahut kıraç olsun, bütün yeryüzü ile teyemmüm edebilirsin, demektedir. Malik, Ebû Hanife, es-Sevrî ve Taberînin görüşü budur. *Tayyib”in anlamı İse tahir ve temiz demektir. Bİr kesim de şöyle demektedir: "Tayyib"nin anlamı helal demektir. Ancak bu bir tutarsızlıktır. Şafiî ve Ebû Yusuf İse der ki: Saîd, bitki yetişen topraktır. Tay-yib ile aynı şeydir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ziracâe elverişli ülkenin bitkisi, Rabbinin izniyle (kolay ve bol) çıkar," (el-A'rai", 7/58) O bakımdan onlara göre başka bir toprakla teyemmüm caiz değildir.

Şafiî ise der ki: Saîd, ancak tozu çıkan toprak hakkında kullanılır. Abdur-rezzak'ın rivayetine göre İbn Abbas'a; Hangi saîd daha tayyıb'dır diye sorul­muş, o da sürülen sâid (toprak) diye cevap vermiştir.

Ebû Ömer der ki: İbn Abbas'ın bu sözü, saîd'in sürülüp ekilen araziden baş­ka bir şey olduğuna delâlettir. Ali (r.a) da şöyle demiştir: Saîd, özel olarak toprak demektir. el-Halil'in Kitab'\nâa da şöyle denilmektedir: Saîd ile teyem­müm et demek, tozundan al, demektir. Bunu îbn Fâris nakletmektedir. Bu ise, teyemmümün toprakla olmasını gerektirmektedir. Çünkü sert taşın tozu yoktur. el-Kiya, et-Taberî der ki: Şafiî toprağın ele yapışmasını şart koşmuş­tur. Bu, toprakla teyemmüm edip toprağın azalarına tıpkı, suyun abdesî aza­larına nakledildiği gibi nakledilsin diyedir. Yine el-ya der ki: Şüphe yok ki saîd lafzı, Şafiî'nin söylediğine göre bir nass (açık bir ifade) değildir. Şu ka­dar var ki Rasûlullah (sav}'ın: "Yeryüzü bana mescid, onun toprağı da benim için taharetlenme aracı (yani abdest ve gusül yerine teyemmüm aracı) kılın­mıştır"[255] buyruğu bunu beyan etmektedir.

Derim ki: Bu görüşün sahipleri, Hz. Peygamberin:"Ve yerin toprağı bizim için taharet atacı kılınmıştır" ifadesini delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Bu buyruklar, mutlak ve mukayyed kabilindendirler. Oysa durum böyle değil­dir. Bu ancak ve ancak umum ifade eden buyruğun ihtiva ettiği bütün birim­lerin bazılarının nass ile tayin edilmesi kabil indendir. Yüce Allah'ın şu buy­ruğunda olduğu gibi: "0 ikisinde meyve, hurma ve nar ağaçları vardır " (er Rahman, 55/68) Bu tür açıklamaları daha önce Bakara Sûresi'nde: "Meleklerine Peygamberlerine, Cebraile ve Mikaile..."(el-Bakara, 2/98) buyruğunu açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.

Dil bilginleri "5aîd'"in, önceden de belirttiğimiz gibi yeryüzünün adı oldu­ğunu nakletmişlerdİ. Açıkladığımız gibi Kur'ân'ın nassı da budur. Yüce Al-lah'm beyanından sonra ise herhangi bir beyana gerek yoktun (Ya da onun ötesinde beyan olmaz). Peygamber (sav) da cünup olan bir kimseye: "Sana, saıdi salık veriyorum. O sana yeter1' diye buyurmuşturki, bu hadis ileride ge­lecektir.[256] Buna göre "saîd" kelimesi, âyet-İ kerimede mekân zarfıdır. Saîd'în toprak olduğunu kabul eden kimselere göre ise, bu kelime "be" harfinin tak­diri İle mePulun bih olması gerekir. Yani Toprağa teyemmüm ediniz, demek olur. "Temiz" de onun sıfatı olur. Ancak bu kelimeyi "helal" an­lamına kabul eden, bunu hal veya maşlar olmak üzere nasb okur. [257]

 

42- Teyemmüm Nelerle Yapılabilir:

 

Bu husus bu şekilde açıklık kazandığına göre şunu bil ki: Yaptığımız açık­lamalardan, şu hususlar üzerinde icma olduğu anlaşılmaktadır: Kişi, münbit, temiz, toprak değilken, toprağa dönüşmüş olmayan tgayr-ı menkul) ve gas-bedilmemiş toprakla teyemmüm edebilir

Kendileriyle teyemmüm yapılamayacağı icma ile kabul edilen şeyler de şun­lardır: Halis altın, gümüş, yakut, zümrüt gibi madenler, ekmek, et ve benze­ri yiyecekler ile veya necis şeylerle teyemmüm edilemez. Fakat bunların dı­şında kalan madenler hakkında- görüş ayrılığı vardır Bunu caiz görenler var­dır. Bu da Malik'in ve diğerlerinin görüşüdür. Bunu kabul etmeyenler de var­dır. Bu da Şafiî'nin ve diğerlerinin görüşüdür.

İbn Huvey mendâd der ki: Malik'e göre yere yakın olduğu takdirde ot ile teyemmüm caizdir. Şu kadar var ki, kar ile ceyemmüm hususunda ondan fark­lı rivayet gelmiştir. el-Müdevvene ve el-Mebsut'ta. caiz olduğu belirtilmekte­dir. Diğer kaynaklarda ise, bunu kabul etmediği nakledilmektedir. Tahta par­çası ile teyemmüm hususunda mezhepte farklı görüşler vardır. Cumhur bu­nu kabul etmemektedir.

el-Vakar (.Mısırlı Maliki fakihi, Zekeriya b- Yahya b. İbrahim'in lakabıdır) Muhtasarda bunun caiz olduğunu belirtmektedir Değneğin ayrı veya ye­re bitişik olması arasında fark olduğu da söylenmiştir. Bitişik olanla teyem­müm caiz kabul edilmiş, bitişik olmayanla teyümmüm kabul edilmemiştir.

es-Sa'lebî ise, Mâlik'in şöyle dediğim zikretmektedir; Elini ağaca vursa, son­ra da onunla teyemmüm azalarını mesh etse, bu onun için yeterli gelir. Sa'le-bî devamla der ki: el-Evzaî ve es-Sevrî de şöyle demektedir: Yer ile teyem­müm caiz olduğu gibi, onun üzerinde bulunan her türlü ağaç, taş, ot ve benzeri şeylerle de caizdir. Hatta şöyle demişlerdir: Elini buz ve kara bile vura­cak olsa bu dahi yeterlidir

İbn Atiyye ise der ki; Çamur veya başka şeylerden toprağa dönüşmüş (men-kûl)Ja gelince mezhep alimlerinin çoğunluğu onunla teyemmümün caiz ol­duğunu kabul ederler. Yine mezhepte bunun caiz olmadığı görüşü de var­dır. Bizim mezhebimizin dışındaki alimlerden bunu kabul etmeyenler daha çoktur. Alçı ve kireç gibi pişirilen şeylere gelince, bu hususta mezhebimiz­de iki görüş vardır. Caiz ve değil, şeklinde, Duvar üzerinde teyemmüm hu­susunda ise görüş ayrılığı vardır.

Derim ki: Sahih olan bunun caiz olduğudur. Çünkü, Ebû Cüheym b. el-Ha-ris b. es-Sımme el-Ensarî şöyle demiştir: Rasululiah (sav), Bi'ri Ceme! deni­len cihetten geldi. Onunla bir adam karşılaştı. Ona selam verdi. Peygamber (sav), Onun selamını bir duvara yönelip, yüz ve ellerini mesh etmedikçe al­madı. Böyle yaptıktan sonra onun selamını aldı. Bu hadisi Buhari rivayet et­miştir.[258] îşte bu, Malik ve ona mavat'akat edenlerin dedikleri gibi, toprak­tan başkası ile teyemmümün sahih olduğuna delildir.

Şafiî ve ona tabi olanların da, ellerin kendisine sürüleceği yerin, ele yapı­şacak cinsten tozlu ve temiz toprak olması şeklindeki görüşlerini de reddet­mektedir.

en-Nakkâş, İbn Uleye ve İbn Keysan'dan misk ve zaferan ile teyemmüm almayı caiz gördüklerini nakletmektedir, tbn Atiyye der ki: Bu ise, birçok ba­kımdan katıksız bir hatadır. Ebû Ömer ise şöyle demektedir: İlim adamları­nın çoğunluğu, tuzlu kıraç arazi İle teyemmüm almanın caiz olduğunu ka­bul ederler. Ancak îshak b. Rahaveyh bundan müstesnadan Çamur içerisin­de bulunup, teyemmüm etmesi gereken kimse hakkında îbn Abbas'tn şöy­le dediği rivayet edilmektedir: Çamurdan alır ve onunla cesedinin bir bölü­münü sıvar. Sıvadığı bu çamur kuruduktan sonra onunla teyemmüm eden es-Sevrî ve Ahmed derler ki: Keçe tozlaııyla teyemmüm caizdir. es-Sa3lebî der ki: Ebû Hanife, sürme, zırnık, kıl döken tozlar, kireç, öğütülmüş cevherler­le teyemmüm yapılmasını caiz kabul etmektedir Fakat, altın tozu, gümüş, sa­rı bakır, kırmızı bakır ve kurşun gibi şeylerle teyemmüm caiz değildir. Çün­kü bunlar yerin cinsinden değildirler. [259]

 

43. Yüz ve Ellere Meshetmek:

 

Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz" buyruğundaki "mesh" lafzı müşterek bir kelimedir. Bu kelimenin anlamlarından birisi cimadır. Erkek kadın ile cima ettiğinde, "onu mesnetti" denildiği gibi, kıbçja birşey kesildiğinde de: O şeyi kılıçla meshetti, denilir. Yine deve, gün boyunca yol aldığı takdirde, "deve günboyunca meshetti" denilir. Kalçaları zayıf olan kadına da "el-mar'etül meshâ" denilir. Yine Filanda bir parça güzellik vardır denilir. Burada mesh'den kasıt ise, Özel olarak eli mes-hedilen şey üzerinden geçirmektir, çekmektir.

Şayet bu bir âlet ile yapılacak olursa, o âleti önce ele nakletmek, ondan sonra da meshedilen şey üzerinde çekmekten ibarettir. Bu da yüce Allah'ın el-Mâide Sûresi'nde yer alan: "Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meşherimiz" (el-Mâide, 5/6) buyruğunun muktezasıdır. Çünkü yüce Allah'ın: "Onunla" buyruğu, toprağın teyemmüm mahalline taşınmasının kaçınılmaz olduğuna delâlet etmektedir. Şafiî'nin görüşü de budur. Ancak biz bunu şart görmüyo­ruz. Çünkü Peygamber (sav), ellerini yere koyup kaldırdığında her ikisine de üflemiştir. Bir rivayette ise onları silkelemiştir İşte bu, aletin şart olma­dığına dalâlet etmektedir, bunu da Hz, Peygamber'in duvar üzerinde teyem­mümü açıklamaktadır. Şafiî der ki: Başın mesh edilmesinde, başa bir parça ıslaklık taşımak kaçınılmaz bir şey olduğu gibi, toprakla meshetmekte de ay­nı şekilde toprak taşımak kaçınılmaz bir şeydir.

Teyemmümde ve abdestte yüzün hükmünün, tamamıyla kaplanması ve yü­zün her tarafının meshedilmesinin kaçınılmaz olduğu hususunda görüş ay-nhğı yoktur. Bazıları ise, mestlerdeki kıvrımlar ile başa meshedilirken par­mak aralarında olduğu gibi, her tarafının mesh ile kaplanmamasını caiz görmüşlerdir. Bu bizim (Maliki) mezhebimizde Muhammed b. Meslenıe'nin görüşüdür-, bunu İbn Atiyye nakletmiştir,. Yüce Allah da: "Yüzlerinizi ve el­lerinizi" buyurarak, yüzü ellerden önce zikretmiştir. Cumhur da bu görüş­tedir. Buharı'de ise, Ammâr b. Yâsir yoluyla gelen ve "Teyemmüm bir vuruş­tur babı" başlığı altında zikredilen hadiste ellerden, yüzden önce söz edil­miştir.[260] Kimi ilim ehli, abdest azalarının yerlerinin değiştirilmesi hususu­na kiyasen bu görüştedir. [261]

 

44- Teyemmümün Sınırı:

 

İlim adamları, teyemmüm esnasında ellerin nereye kadar ulaştırılacağı hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Şihab, omuzlara kadar ulaştırılır de­mektedir. Bu, Ebu Bekr es-Sıddîk'tan da rivayet edilmiştir, Ebû Davud'un Mu­sannifinde, el-A'meş'ten rivayete göre Rasulullah (sav), kollarını yanlarına kadar meshetmiştir.[262]

İbn Atiyye der ki: Bellediğim kadarıyla hiçbir kimse bu hadis gereği olan görüşü belirtmemiştir. Abdeste kıyasen dirseklere kadar meshedilir de denilmistir. Bu Ebû Hanife, Şafiî ve arkadaşları ile es-Sevrîf İbn Ebi Seleme ve el-Leys'in görüşüdür. Hepsi de teyemmümün dirseklere kadar ulaştınlmasının vacib olduğu görüşündedirler Muhammed b. Abdullah b. Abdûlhakem ile İbn Nafi' de bu görüştedir. Kadı İsmail de bu kanaattedir.

İbn Nâfi' der ki: Her kim yalnızca bileklerine kadar teyemmüm edecek olur­sa, (bu şekilde teyemmümle kılmış olduğu) bütün namazları ebediyyen ia­de etmelidir. Malik, el-Müdevveneyde şöyle demektedir: Yalnız vakit içerisin­de ise iade eder. Dirseklere kadar teyemmümün yapılacağına dair Peygam­ber (sav)'dan rivayeti, Cabir b, Abdullah ile İbn Ömer yapmışlardır. İbn Ömer bu görüşte idi,

Dârakucnî der ki: Katade'ye yolculukta teyemmüme dair soru soruldu, o şöyle dedi: İbn Ömer, dirseklere kadar teyemmüm yapılır, derdi. Aynı şekil­de el-Hasen ve İbrahim en-Nehaî de "dirseklere kadar" derlerdi. Dedi ki: Bir hadis bilgini de bana eş-Şa'bî'den anlattı. O, Abdurrahman b. Ebza'dan, o, Amraar b, Yasir'den rivayete göre Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Dirseklere kadar (mesheder)."

Ebû Tshak dedi ki; Ben bunu Ahmed b. Hanbel'e naklettim, o, bundan çok hoşlandı ve: Bu ne kadar güzel bir hadistir! dedi.[263]

Bir kesim de bileklerine kadar meslıi ulaştırır, demektedir. Bu, Ali b. Ebi Talib, el-Evzaî, Ata ve bir rivayette de eş-Şa'bî'den nakledilmiştir. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh, Davud b, Ali ve et-Taberî de böyle demiştir. Yi­ne bu görüş, Malik'ten de rivayet edilmiştir. Şafiî'nin kadim görüşü de budur. Mekhul der ki: Ben ve Zülırî bir araya geldik, teyemmümü sözkonusu ettik. ez-Zührî şöyle dedi: Teyemmümde mesh koltuk altlarına kadardır. Ben: Bu­nu kimden naklediyorsun? diye sordum. O da: Ben bunu aziz ve celil olan Allah'ın Kitabından çıkarıyorum, dedi.

Çünkü yüce Allah: "Yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin" diye buyurmak­tadır. Hepsine el denilir. Ben ona şöyle dedim: Yine yüce Allah: "Hırsız er­kek ve kadının ellerini kesiniz" (el-Maide, 5/38) diye buyurmaktadır. El ne­reden kesilir. Böylece onu susturmuş oldum,

ed-Deraverdfden bileklere kadar meshin farz olduğunu, koltuk altlarına kadar meshin ise fazilet olduğunu söylediği nakledilmektedir. İbn Atiyye ise der ki: Bu ne kıyasın, ne de herhangi bir delilin desteklediği bir görüştür.

Şu kadar var ki, bazdan "el" lafzını umumi kabul ederek, meshin omuz­dan başlamasını farz görmüşlerdir. Bir kısmı da bunu abdeste kıyas ederek dirseklere kadar meshi vacip görmüşlerdir. Ümmetin cumhuru da bu görüş­tedir Bazıları da hadiste bileklere kadar denildiğini göstererek, bu kadarıy­la yetinmişlerdir.

Yine bu, el kesmeye de kıyas edilmiştir. Zira bu, şer'î bir hükümdür ve bir temizlemedir. Tıpkı bunun da bir temizleme olduğu gibi-

Baziları da, Ammâr b. Yâsir'in rivayet ettiği hadiste zikredilen el avuçları ile yetinmiştir. Bu da eş-Şa'bînin görüşüdür. [264]

 

45- Teyemmümde Tek Vuruş Yeterli midir:

 

Yine ilim adamları, teyemmümde eek vuruşun yeterli olup olmadığı husu­sunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik, el-Müdevvene'de teyemmümün, iki vuruş ile gerçekleşeceği görüşündedir, Bir vuruşu yüz için, bir vuruş da eller için. Bu aynı zamanda, Evzaî'nin, Şafiî, Ebû Hanife ve arkadaşlarının, es-Sevrî'nin, el-Leys'in ve İbn Ebİ Seleme'nîn de görüşüdür

Ayrıca bunu Cabir b. Abdullah ve İbn Ömer Peygamber (sav)'dan rivayet etmişlerdir. İbn Ebi'3-Cehm der ki: Teyemmüm tek bir vuruş ile yapılır. Yi­ne bu el-Evzaî'den daha meşhur olarak rivayet edilmiştir. Ata ve bir rivaye­te göre eş-Şa'bînin de görüşü böyledir.

Ahmed b. IIanbelr İslıak, Davud (ez-Zahirî) ve Taberî de bu görüştedir. Bu görüş, bu hususta rivayet edilen Ammâr b. Yâsir hadisinden daha sağlamdır.

Malik de "Kitabu Muhammed" de şöyle demektedir: Eğer tek bir vuruş ile teyemmüm edecek olursa, bu da onun için yeterli gelir. İbn Nafi1 ise, bu şe­kilde teyemmüm ederse, ebediyyen (kıldığı namazlarını) iade eder, der.

Ebû Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: İbn Ebi Leyla ve el-Hasen b. Hayy şöy­le derler: Teyemmüm iki vuruş ile yapılır. Bu vuruşlardan her birisi ile hem yüzünü, hem de kollarını ve dirseklerini mesheder- Ancak, ilim ehli arasın­da onlardan başka bunu diyen kimse olmamıştır.

Ebû Ömer der ki: Teyemmümün keyfiyetine dair rivayetler farklı olup bir­birleriyle tearuz (çatışma) halinde olduğu takdirde, bu hususta vacib olan Ki­tabın zahirine başvurmaktır.

Kitabın zahiri de, birisi yüz için, diğeri ise dirseklere, kadar eller için ol­mak üzere iki vuruş olacağına delâlet etmektedir. Bu da hem abdeste kıya-sen böyledir. Hem de îbn Ömer'in uygulamasına ittibaen böyledir.

Çünkü İbn Ömer, Allah'ın Kitabını bilmek hususunda karşı konulamıya-cak bir kimsedir. ŞâyeE Peygamber (sav)'dan bu hususta herhangi bir rivayet sabit olur ise, o rivayetin belirttiği sınırda durmak icabeder.

Başarı Allah'tandır.

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır" buy­ruğu şu demektir:

Yüce Allah ezelden beri affedicidir. O, kolaylık gösterir, günahları mağfi­ret eder. Yani O, günahın cezasını örter, setreder, cezalandırmaz-[265]

 

44- Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın? Onlar hem sapıklığı satın alıyorlar, hem sizin de doğru yoldan sapmanızı işitiyorlar.

45- Allah, düşmanlarınızı daha iyi bilir. Gerçek bir dost (veli) olarak da Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.

46. Yahudilerden kelimeleri yerlerinden tahrif edenler vardır. Dil­lerini eğerek, bükerek, dine de saldırarak: "İşittik, İsyan ettik. İşit, işitmez olası ve râinâ derler. Eğer onlar: Dinledik ve ita­at ettik, işit ve bizi de gözet" deselerdi elbette kendileri için da­ha iyi ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini fânetlemiştir. Onlar, ancak pek az İman ederler.

47- Ey kendilerine ki lap verilenler, Biz, birtakım yüzleri silip tanın­maz hale getirip de arkalarına çevirmezden, yahut Cumartesi sa­hiplerini lanetlediğimiz gibi, onları da lânetlemezden önce, (gelin) beraberinizdekiıü doğrulayıcı olarak İndirdiğimize iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir.

48. Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. On­dan başkasını da dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kim­se, şüphesiz büyük bir günah iftira etmiş olur.

49- O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? Hayır, dilediği­ni temize çıkaran Allah'tır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.

50. Bir bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalanlar uyduruyorlar? Apaçık bir günah olarak bu < onlara) yeter.

51. Şu kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın? Cîbt'e ve Tağut'a inanıyorlar. Ve diğer inkâr edenlere de: "Bun­lar mü'minlerden daha doğru bir yoldadır" derler.

52. İşte onlar, Allah'ın lanet ettiği kimselerdir. Allah'ın lanet ettiği­ne sen, asta hiçbir yardımcı bulamazsın.

53. Yoksa onların, mülkten bir payı mı vardır? Böyle olsaydı, insan­lara hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi bir şey ver­mezlerdi.

 

Buyrukların Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın; "Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz

mısın" buyruğundan itibaren: ''Onlardan bir kısmı ona iman etti, bir kısmı da ondan yüz çevirdi." (en-Nisâ, 4/S5'nci âyet.) buyruğuna kadar olan âyet­ler Medine ve Medine çevresindeki yahudiler hakkında nazil olmuştur.

İbn İshak der ki: Rifaa b. Yezid b. et-Tâbut, yahudilerin büyüklerindendi. Rasulullah (sav.) ile konuştuğunda dilini eğer büker ve: Ya Muhammed, ne söylediğini anhyalım diye bizim de dinlememizi sağlayacak şekilde bizi gozet diyordu. Sonra da İslama dil uzattı ve İslamı ayıplamaya koyuldu. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah: "Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olan­lara bakmaz mısın?" buyruğundan itibaren: "Onlar ancak pek az iman ederler" (46. âyet) buyruğuna kadar nazil oldu.[266]

44. âyetteki: "Satın alıyorlar1 buyruğu anlamı değiştiriyorlar, anlamında­dır ve bu kelime, hal olmak üzere nasb tna ha 11 İndedir. İfadede şu takdirde bir hazf vardır; Onlar hidâyeti vermek karşılığında sapıklığı satın alıyorlar. Ni­tekim yüce Allah bir başka yerde: "İşte onlar, hidayet karşılığında dalale ti satın almışlardır" (el-Bakara, 2/16) diye buyurmaktadır. Bunun bu anlam­da olduğunu el-Kutebî ve başkaları söylemiştir.

"Hem sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar" buyruğu da ona atfe-dilmiştir. Yani onlar, sizin hak yoldan sapmanızı istiyorlar. el-Hasen ise, "dâd" harfini üstün olmak üzere Yoldan saptırılmanızı istiyorlar .an­lamında okumuştur.

Yüce Allah'ın: "Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir" buyruğu ile, O, siz­den daha iyi bilir, demek istiyor. O halde onlarla sohbet ve arkadaşlığınız ol­masın. Çünkü onlar, hakikatte sizin düşmanlannızdır. Buradaki "daha İyi bi­lir: ( buyruğunun  En iyi, çok iyi bilir, anlamında olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: T& ot kendisine daha kolaydır"(er-Rûm, 30/27). Yani pek kolaydır, buyruğunda olduğu gibi.

Dost (veli) olarak da Allah yeter" buyruğundaki "be" har­fi zaiddir Bunun fazladan getirilmesinin sebebi, ifade ettiği anlamın, siz de Allah'ı dost edinmekle yetinin. O, düşmanlarınıza karşı size yeter anlamın­da olduğundan dolayıdır.

"Veli olarak" buyruğu Yardımcı olarak" buyrukları, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Dileyen bunu hal olarak man-sub kabul edebilir. ("Mealde olduğu gibi).

Yüce Allah'ın: "Yahudilerden" anlamındaki buyruğunun, baştarafmda gelen: edatı ile ilgili olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: Eğer bu edat, kendisinden önceki buyruklara müteallik (alâkalı) kabul edilecek olursa, yü­ce Allah'ın: Yardımcı olarak" buyruğu üzerinde vakıf yapılmaz. Şa­yet munkatı (önceki buyrukla ilgisi olmayan yeni bir cümlenin başı) olarak kabul edilirse, o takdirde bu kelime üzerinde vakıf caiz olur ve ifade: Ya­hudilerden sözleri tahrif eden bir kavim vardır takdirinde olur. Daha sonra bu takdiri ifade hazf edildiğinden zikredilmem iştir. Bu, Sibeveyh'in görüşü­dür. Nahivciler şu beyiti zikrederler:

"Onun kavmi arasında ne şerefinden,

Ne de gülümsemesi (nin görüldüğü ağzı)ndan daha güzeli yoktur;

diyecek olsan günah işlemiş olmazsın.

Nahivciler derler ki: Bunun anlamı: Eğer, onun kavmi arasında... ondan da­ha üstün kimse yoktur, şeklindedir. Daha sonra bu, (kimse kelimesi) hazf edilmiştir. el-Ferrâ der ki: Burada hazf edilen "kimse, kimseler" anlamında kelimesi olup, buyruğun anlamı şöyledir: "Yahudiler arasında sözleri de­ğiştiren kimseler vardır". Bu da (ifade Earzı itibariyle) yüce Allah'ın; "Aranız­dan bilinen bir makamı olmayan yoktur" (es-Saffât, 37/164) buyruğunu an­dırmaktadır. Yanı aramızda bilinen bir makamı olmayan kimse yoktur, demek­tir. Zu'r-Rimme de şöyle demektedir:

"Aralarından kiminin gözyaşı akıp gidiyordu, Kimisi de gözüne dolan yaşlan tutamıyordu."

Şair, burada aralarından gözyaşını tutamayan kimseler vardı demek iste­mekte ve kimse anlamına gelen ism-i mevsulu hazf edilmiş bulunmak­tadır. Ancak, el-Müberred ve ez-Zeccac bunu kabul etmezler. Çünkü ism-i mevsuİtin. hazf edilmesi, kelimenin bîr bölümün haztedilmesi gibidir.

Ebû Abdurrahman es-Sülemîile İbrahim en-Nehaî, "Kelimden" ye­rine, "Sözü" diye okumuşlardır, en-Nehhâs ise, burada birinci oku­nuşun daha uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü onlar, ancak ya Peygamber (sav)*ın sözlerini, yahut da yanlarında Tevrat'ta bulunan birtakım sözleri de­ğiştiriyorlardı. Sözlerin tamamını değiştiriyor değillerdi.

Yüce Allah'ın: Tahrif edenler" buyruğu, yani olmadık şekilde, uygun ol­mayan bir şekilde tevil edenler demektir. Yüce Allah, bunu kasten yaptıkla­rı için, bu davranışlarından dolayı onları yermiş bulunmaktadır.

"Yerlerinden" ile maksadın, Peygamber (sav)'ın sıfatları olduğu da söy­lenmiştir, "İşittik (fakat) İsyan ettik... derler yani biz, senin söyiediğin sö­zünü işittik, fakat emrine de İsyan ettik.

"İşit işitmez ola»" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demektedir: Onlar, Peygamber (sav.)'a: İşit, işitmez olası, diyorlardı. Onların maksatları bu­dur. -Allah'ın laneti üzerlerine olsun- Fakat onlar, bu sözleriyle hoşuna git­meyecek ve seni rahatsız edecek şeyler işitmeyesin demek istedikleri izleni­mini veriyorlardı.

el-Hasen ve Mücahid de der ki: Bunun anlamı; senden kimse dinlemez şek­lindedir. Yani senin söylediklerin kabul olunmaz ve isteğin, yerine getirilmez.

en-Nehhâs der ki: Eğer böyle olsaydı, o takdirde ifadenin şek­linde olması gerekirdi:

"Râinâ buyruğuna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/104. âyetle) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın: "Dillerini eğerek bükerek" buyruğunun anlamına gelince: Onlar, dillerini hakka karşı eğip bükerek yani, hakkı dile getirmek isterken, dillerini kalplerinde olana göre eğip büküyorlardı.

Eğip bükmek demek olan (el-leyy), asıl anlamı itibariyle ip ve benzeri şey­leri üst üste bükmek demektir. Bu kelime mastar olarak nasb edilmiştir, Mef ulun leh de olabilir. (Mastar olduğu takdirde, dillerini eğdikçe eğmek su­retiyle gibi bir anlama, mef ulun leh olduğu takdirde de, dilleriyle eğip bük­mek için, anlamında olur). Bu kelimenin aslı da; dır. "Vav" "ye" harfi­ne idğam edilmiştir.

"Dine de saldırarak" buyruğu da ona atfedilmiştir. Yani onlar dine taan ederler, dil uzatırlar. Bunun da anlamı şudur: Onlar arkadaşlarına, eğer bu bir peygamber olsaydı, bizim ona sövdüğümüzü anlardı. Yüce Allah, Peygam­berini buna muttali kıldı, bu da onun peygamberliğinin alametlerinden bi­risi oldu ve bu gibi sözleri söylemelerini de yasakladı,

Daha doğru" buyruğunun anlamı ise, görüş itibariyle daha doğru... demektir.

"Onlar ancak pek az iman ederler." Onlar, ancak çok az iman ederler ve bu çok az iman etmeleri sebebiyle de mü'min adını alma hakkını kazanamaz­lar. Bunun anlamının: Onlardan, ancak pek az kimse iman eder şeklinde ol­duğu da söylenmiş İse de bu, uzak bir ihtimaldir Çünkü yüce Allah, onlar hakkında küfürleri sebebiyle kendilerini lanetlediğini haber vermiştir. [267]

 

47. Âyetin Nüzul Sebebi ve Anlamı:

 

"Ey kendilerine kitap verilenler...İndİrdiğimixe iman edin" buyruğu hak­kında İbn îshak şöyle demektedir: Rasûluilah (sav) aralarında bir gö2ü kör olan Abdullah b. Süriyâ ve Kâ'ab b. Esed'in de bulunduğu yahudî hahamla­rının ileri gelenlerinden bazılarıyla konuşarak kendilerine şöyle dedi: "Ey Ya­hudi topluluğu, Allah'tan korkun ve İslama girin. Allah'a yemin ederim şüphesiz sizler, benim size getirdiğimin hak olduğunu çok iyi biliyorsunuz." Bu sefer onlar: Ey Muhammed, biz böyle bir şey bilmiyoruz, dediler ve bil­dikleri şeyi bile bile inkâr edip küfür üzere İsrar ettiler. Yüce Allah, onlar hak­kında: "Ey kendilerine kitap verilenler, bir takım yüzleri silip tanınmaz hale getirmemizden önce, beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdi­ğimize iman edin" buyruğunu âyetin sonuna kadar indirdi.[268]

Yüce Allah'ın: Beraberinizdekinİ doğrulayıcı olarak" buy­ruğu hal olmak üzere nasb'edilmişdir.

Bir takım yüzleri silip, tantmnaz hale... getirmeokiz-den önce" buyruğunda geçen: Silmek kelimesi, bir şeyin izini kök­ten imha etmektir.

Yüce Allah'ın: Yıldızlar büsbütün söndürüldüğü zaman" (el-Murselât, 77/8) buyruğu da bu kabildendir.

"Dümdüz etmemiz" kelimesi, "mim" harfi hem ötre ile, hem es­re ile okunur.île kelimeleri aynı anlamda olmak üzere, silindi ve mahvoldu, demektir. Her ikisi de kullanılır.

Yüce Allah'ın: "Rabhimiz, sen onların mallarını yok et. (Yunus, 10/88) buyruğu, helak et, mahvet demektir. Bu açıklama İbn Ara-fe'den nakledilmiştir,

Ben onu tams ettim, o da tams oldu. (Yani, eserini sildim, mahvettim. O da mahvoldu) şeklinde lazım ve müteaddi (geçişsiz ve geçişli) olarak kulla­nılır. Allah basarım tams etti. Yani, gözün izini tamamen sildi, demektir. Böy­le olan birisine de, "matrnusu'l basar" denilir.

Yüce Allah'ın: "Dileseydik onların gözlerini silme kor yapardık" (Yasin, 36/66) buyruğu da bu türdendir.

İlim adamları, bu âyet-i kerimede kastedilen anlamın ne olduğu hususun­da farklı görüşlere sahiptirler. Acaba bundan kastetijen hakikat anlamı mı­dır? Bu durumda, yüzleri de tıpkı kafalarının arka kısmı gibi dümdüz edilir, burunları, ağızları, kaşlan, gözlerinin tamamıyla yok edilmesi mi kastedilmiş­tir, yoksa bu, kalplerindeki sapıklığı ve onların imana muvaffakiyetten mah­rum edilmelerim mi ifade etmektedir? Bu konuda ilim adamlarının iki görü­şü vardır. Ubey b. Kâ'b'dan onun: *Bir takım yüzleri silip tanınmaz hak ge­tirmemizden önce" buyruğu, yani sizleri arkasından hiçbir şekilde hidâyet bulamayacağınız bir sapıklıkla saptırmamızdan önce demektir, dediği riva­yet olunmuştur. O, bu açıklamasıyla bunun temsilî bir ifade olduğu ve eğer iman etmeyecek olurlarsa, ceza olmak üzere kendilerine böyle bir uygula­ma yapılacağı kanaatindedir.

Katade ise der ki: Bunun anlamı, yükleri de kafalar haline döndürmemiz­den önce, şeklindedir. Yani burun, duduklar, gözler ve kaşları yok etmemiz­den önce demektir. Dilcilere göre bunun anlamı budur.

İbn Abbas île Atiyye el-AvfTden de şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Tanış etmek, özel olarak gözlerin İzale edilmesi ve bunların kafanın arka ta­rafına konulması demektir. Böylelikle bu, geriye doğru bir çeviriş olur ve bu kişi geri geri yürür. Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) da şöyle demektedir: Ka'b el-Ahbar'ın

îslama girişi şöyle olmuştu: Geceleyin şu; "Ey kendilerine kitap verilenler...

iman edin" âyet-i kerimesini okumakta olan bir adamın yanından geçer. Bu­nu işitince hemen ellerini yüzüne kapatır, gerisin geri evine döner ve oracık­ta Islama girer ve şöyle der: Allah'a yemin ederim, evime varmadan önce yü­zümün tamamıyla silinip tanınmaz hale getirileceğinden korktum. Abdullah b. Selâm da bu âyet-i kerime nazil olup, bunu işitince böyle yapmıştı. O, bu âyeti işitir işitmez evine varmadan önce Rasuluİlah (sav)'m yanına gitti, müslüman oldu ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, yüzüm arkaya döndürül­meden önce sana ulaşıp ulaşamayacağımı bilemiyordum.

Şayet: "İman etmedikleri takdirde yüzlerinin silinip tanınmaz hale getiril­mesiyle onlan tehdit etmeleri nasıl- uygun düşmüştür." Çünkü onlar, daha son­ra iman etmediler ve onlara da böyle bir şey yapılmadı" denilecek olursa, şöy­le cevap verilir; İşte bunlar ve bunlara tabi olanlar iman edince, diğerlerine yönelik olan bu tehdit kaldırıldı. el-Müberred der ki: Bu tehdit bakidir ve ger­çekleştirilmesi beklenilmektedir. Yine şöyle demektedir: Kıyamet gününden önce, yahudiler arasında bir takım yüzlerin silinip tanınmaz hale getirilme­si ve mesh edilmeleri (başka yaratıklara dönüştürülmesi) mutlaka tahakkuk edecektir.

Yüce Allah'ın: "Yahut cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi onları da lânetLemezden önce" yani, cumartesi sahiplerini maymun ve domuzla­ra meshedip dönüştürdüğümüz gibi, bu yüzlerin sahiplerini de bu hale ge­tirmezden önce, demektir. Bu açıklama el-Hasen ve Katade'den nakledilmiş­tir. Bunun: Muhataptan gaibe doğru ifadenin değiştirilmesi (iltifat) olduğu da

söylenilmiştir.

"Allanın emri mutlaka yerine gelir" tahakkuk eder, gerçekleşir, Allah'ın emrinden kasıt, emrolunan şey demektir. Buna göre burada "emr" kelime­si, (ismi) mePût mahallinde bir mastar olarak kullanılmıştır, Yani: Onu ne za­man dilerse, var eder. Anlamınım O'nun var olacağını haber verdiği herbir iş, mutlaka O'nun haber verdiği şekilde gerçekleşir olduğu da söylenmiştir. [269]

 

Şirk, Affolmaz Bir Günahtır:

 

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret et­mez" buyruğu ile ilgili olarak, rivayete göre, Peygamber (sav): "Muhakkak Allah,'bütün günahları mağfiret eder" (ez-Zümerr 39/53) âyet-i kerimesini okudu. Bir adam ona: Ey Allah'ın Rasulü, peki ya şirk? diye sorunca, bunun üzerine: Yüce Allah: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfi­ret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" buyruğunu indirdi.[270]

Hükmün böyle olduğu ümmet arasında görüş ayrılığı sözkonusu olmak­sızın ittifakla kabul olunmuş muhkem hususlardandır.

"Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" buyruğu ise, ilim adamlarının hakkında çeşitli şekilde söz söylediği müteşahih buyruklar kapsamına girer. Muhammed b. Cerir et-Taberî der ki: Bu âyet-i kerime büyük günah işlemiş herkesin, yüce Allah'ın meşîetine kaldığını açıkça ortaya koymaktadır. Diler­se Allah, onun günahını affeder, dilerse onun işlediği bu büyük günahtan do­layı -bu günahı Allah'a şirk koşmak olmadığı sürece- onu cezalandırır.

Kimi ilim adamt da şöyle demiştir. Yüce Allah bunu: "Size yasaklanan bil yük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz" (en-Nisat 4/34.) buyruğu ile beyan etmektedir. Böylelikle yüce Allah'ın, büyük gü­nahlardan uzak duran kimselerin, küçük günahlarını mağfiret etmeyi dileye­ceğini, fakat büyük günahları işlemiş olan kimselere bunları mağfiret etme­yeceğini bildirmektedir.

Kimi tevil (tefsir) alimleri der bu âyet-i kerimenin el-Furkan Sûresi'nin so­nundaki âyeti (25/68 vd.) nesh ettiği görüşündedir. (Ayrıca bk. en-Nisâ, 4/31. âyetin tefsiri) Zeyd b. Sabit der ki: Nisa Sûresi el-Furkan Sûresinden altı ay sonra nazil olmuştur Ancak sahih olan, ortada neshin olmadığıdır. Çün­kü nesih, haberlere dair buyruklarda imkânsız bir şeydir. İleride bu âyet-i ke­rimelerin birlikte nasıl açıklanacağına dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Furkan Sûresi*nde (az önce işaret olunan âyetlerin tefsirinde) gelecektir.

Tirmizî'de Ali b. Ebi Talib'den şöyle dediği nakledilmektedir: Kur'an-ı Ke­rimde şu: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. On-dam başkasını da dilediğine bağışlar" âyeti en sevdiğim âyet-i kerimedir. Tirmizî der ki: Bu hasen, garip bir hadistir.[271]

 

Yüce Allah'ın; "O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın..." buy­ruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1. Kişinin Kendisini Tezkiye Etmesi:

 

Yüce Allah'ın: "O kendilerini temime çıkaranlara bakmaz mısın?" buy-ruğundaki ifadeler, zahiri itibariyle umumidir. Bununla birlikte tevil alimle­rinden herhangi bir kimse bununla kastedilenlerin yahudiler olduğu husu­sunda ihtilaf etmemiştir.

Şu kadar varki, kendilerini ne ile tezkiye ettikleri hususunda farklı kana­atlere sahiptirler. Katade ve el-Hasen eler ki: Burada maksat: "Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevdikleriyiz" Cel-Mâide, 5/18) şeklindeki sözleriyle: "Cennet'e ancak yahudi yada Hıristiyan olandan başkası girmez" (el-Bakara, 2/111) şeklindeki sözleridir. ed-Dahhak ve es-Süddî der ki: Maksat onla­rın: Bizim hiçbir günahtınız yoktur. Gündüzün yaptığımız, geceleyin bize mağ­firet oiunur, geceleyin yaptığımız da bize gündüzün mağfiret olunur. Diğer taraftan bizler, günahsızlık bakımından çocuklara benzeriz, şeklindeki söz­leridir. Milcahid, Ebû Malik ve İkrime derler ki: Bundan kasıt, onların günah­ları sözkonusu olmadığından dolayı, namaz kıldırmak üzere çocukları öne geçirmeleridir. Şu kadar varki, âyet-i kerimede bunun kast edildiği uzak bir ihtimaldir.

İbn Abbas der ki: Bundan kasıt onların, bizim Ölmüş atalarımız bize şefa­at edecekler ve onlar bizi tezkiye edecekler şeklindeki sözleridir, Abdullah b. Mes'ud der ki: Burada sözü edilen, onların birbirlerini övmeleridir. Bu da bu hususta yapılan açıklamaların en güzelidir. Çünkü âyet-i kerimenin zahi­rinden anlatılan budur.

Tezkiye (temize çıkarmak) İse, günahlardan arınmış olmak ve uzak olmak iddiasında bulunmaktır.[272]

 

2. Övme ve Tezkiyede Edep:

 

Bu âyet-i kerime ile yüce Allah'ın: "0 halde kendinizi temize çıkarmayın, Övmeyin" (en-Necm, 53/32) âyeti, kişinin kendi diliyle kendisini temize çı­karmaktan, övmekten uzak durmasını asıl temiz ve temizlenmiş olanın fille­ri güzel olup, yüce Allah'ın temize çıkardığı kimse olduğunu bildirmesini ge­rektirmektedir. O halde insanın kendi kendisini temize çıkarıp tezkiye etme­sine itibar olunmaz. Asıl muteber olan, yüce Allah'ın o kimseyi tezkiye et­miş olmasıdır.

Müslim'in Sahihi'nde Muhammed b. Amr b. Ata'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben kızıma Berre (iyilikte bulunan) adını verdim. Ebû Sele-me'nin kızı Zeynep bana dediki: Rasulullalı (sav) bu ismi kullanmayı yasak­lamıştı. Bana Berre adı verilmişti. Rasulullalı (sav) da şöyle buyurmuştu: "Ken­dinizi temize çıkarmayın, övmeyin. Allah, aranızdan kimin İyilik ehli oldu­ğunu en iyi bilendir." Bu sefer ona: Peki bu kıza ne ad verelim? diye sordu­lar. O da: "Ona Zeynep adını veriniz" dîye buyurdu.[273]

Böylelikle Kitap da, Sünnet de, insanın kendi kendisini tezkiye etmesinin yasaklandığına delâlet etmektedir. Şu Mısır diyarında çoğalmış ve yaygınlık kazanmış bulunan ve insanların, tezkiye anlamım veren niteliklerle kendi­lerini nitelendirmeleri de bu türdendir. Meselâ, Zekiyüddin, Muhyiddin ve bu­na benzer sıfatlar ve isimler kullanmaları böyledir. Ancak, bu isimleri taşıyan­ların yaptıkları çirkinlikler çoğalınca, bu niteliklerin asıl anlamlan ile ilgile­ri kalmadı ve hiçbir şey ifade etmez oldular. [274]

 

3. Başkasının Tezkiyesi ve Övmesi:

 

Başkasının bir diğerini tezkiye edip övmesine gelince, Buharî'de Ebu Bekre'den şöyle bir hadis nakledilmektedir: Peygamber (sav)'ın huzurunda bir adamdan sözedildi. Bir kişi de ondan hayırla sozetti. Bunun üzerine Pey­gamber (sav) şöyle buyurdu: "Yazık sana, arkadaşının boynunu kestin -bu­nu defalarca tekrarladı-. Sizden herhangi bir kimse eğer mutlaka (birisini) öve-cekse, o takdirde onun böyle olduğu görüşünde ise, sanırım o şöyle şöyle­dir desin. Onu hesaba çekecek olan Allah'tır Ve Allah'a rağmende kimseyi tezkiyeye kalkışmasın."[275]

Böylelikle Hz. Peygamber, kişide bulunmayan niteliklerle başkasını övme­yi ve bunun sonucunda o kişinin kendisini beğenmesine ve büyüklenmesi-ne sebep teşkil etmeyi yasaklamakta ve gerçekten de kendisinin bu konum­da olduğunu zannedip, bu halin o kişiyi ameli kaybedip daha da faziletli iş­lerde bulunmayı terketmeye itecek noktaya getirmesini yasaklamıştır.

Bundan dolayı Peygamber (sav): "Yazık sana, kardeşinin boynunu kestin" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste ise, birisini sahip olmadıkları vasıflar­la nitelendirmeleri üzerine: "Adamın belini kopardınız" diye buyurmuştur.[276]

Hz. Peygamberin: "Övenlerin yüzüne toprak saçınız"[277] hadisini ilim adamları buna göre tevil etmişler ve bununla başkalarını yüzlerine karşı hak olmayan surette ve onlarda bulunmayan niteliklerle övenlerin kastedildiği­ni belirtmişlerdir. Onlar böylece, bu övgülerini övdükleri kimseden birşey ye­meye ve-kendisiyle fitneye düşürdükleri bir araç haline gelirmiş olurlar.

Kişiyi gerçekten sahip bulunduğu güzel fiilleri ve övülmeye değer özellik­leri dolayısıyla bu ve benzer işleri yapması İçin, insanları da benzer husus­larda ona uymaları için bir teşvik olmak üzere övmeye gelince, bu şekilde öven kişi (yasaklanan övücü) meddah durumunda değildir. O kişi hakkın­da söylediği güzel sözleriyle, onu övmek durumunda olmamış olsa dahi bu böyledir. Bu da niyetlere bağlı bir şeydir.

Yüce "Allah ise kimin ifsad edici olduğunu, kimin ıslah edici olduğunu en iyi bilendir" (el-Bakara, 2/220). Peygamber (sav) şiirde, hutbelerde, kar­şılıklı konuşmalarda yüzüne karşı övülmüş olduğu halde, bu şekilde öven­lerin yüzüne toprak saçmış da değildtr, bunu emretmiş de değildir. Ebû Ta-lib'tn (Hz. Peygamber hakkında söylediği) bu beyitinde olduğu gibi;

"Yüzü suyu hürmetine bulutun yağmuru istenen beyaz tenlidir o. Yetimleri görüp gözeten, dulların sığınağıdır o."

Aynı şekilde, el-Abbas'ın ve Hassan'ın şiirlerinde onu övmeleri de bu ka­bildendir. Yine Kâ'b b. Züheyr de onu övmüştür. Bizzat kendisi de ashabı­nı övmüş ve şöyle buyurmuştun "Sizler tama edilecek şeyler oldu mu sayı­ca azsınız, fakat başkalarını dehşete düşüren şeyler oldu mu da çoğalırsınız".

Hz. Peygamberin sahih hadîsteki: "Hıristiyanların Meryemoğîu İsa'yı olma­dık şekilde övdükleri gibi siz de beni övüp ta'zim etmeyiniz. Bunun yerine; Allah'ın kulu ve Rasulü deyiniz"[278] hadisine gelince; bunun da anlamı şudur: Hıristiyanların îsa'y1 sahip olmadığı niteliklerle nitelendirdikleri gibi, siz de beni övmek arzusuyla bende bulunmayan niteliklerle nitelendirmeyiniz. Onlar, böyle yaparak Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu diye nîsbet ettiler ve bundan do­layı kâfir oldular ve saptılar. İşte bu, şunu gerektirmektedir: Bir kimse, her­hangi bir işi sınırından yukarıya yükseltip, onda olmadık şekilde haddini, öl­çüsünü aşacak olursa, o haddi aşan günahkâr bir kimsedir. Çünkü böyle bir şey, herhangi bir kimse hakkında caiz olsaydı, elbetteki, bütün insanlar arasında herkesten çok buna Rasulullah (savVın kendisi layık olurdu. [279]

 

Allah Asla Zulmetmez:

 

"Onlara kıl kadar zulmedilmez" buyruğundaki "onlara zulmedilmez" za­miri, daha önce sözü geçen, kendisini temize çıkaran ve yüce Allah'ın da te­mize çıkarıp övdüğü kimselere aittir. Bu iki kesimin dışında kalanlara, yü­ce Allah'ın asla zulmetmeyeceği isev bu âyetten başka âyetlerden anlaşılmak­tadır. Âyet-i kerimedeki el-fetU (mealde: kıl) hurma çekirdeğinin yarığında bulunan iplikçiktir. Bunu İbn Abbas, Ata ve Mücahid söylemiştir. Çekirdek ile hurmanın et kısmı arasındaki ince zar olduğu da söylenmiştir. Yine İbn Abbas, Ebû Malik ve es-Süddî de şöyle demektedir: Fetîl, birbirine sürttüğün takdirde, parmaklarından veya ellerinin arasından çıkan ince kirdir. Buna gö­re bu kelime meful anlamında Fafl vezninde bir kelimedir. Bütün bu açıkla­malar ise, birleyin oldukça küçük ve önemsiz olduğunu kinaye yoluyla ifa­de etmek ve Allah'ın kula hiçbir şekilde zulmetmeyeceği noktasında birleş­mektedir.

Yüce Allah'ın; "Hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar zul­medilmezler" (en-Nisa, 4/124) buyruğu da küçük ve basitliğe misal olmak ba­kımından buna benzemektedir. Bu çukurcuk ise, hurma çekirdeğinin sırt ta­rafındaki küçük noktacıktır. Hurma ağacı da oradan bitip yeçerir. İleride bu­na dair açıklamalar gelecektir.

Şair, krallardan birisini yererken şöyle söylemektedir:

"Binlerce askeri bulunan orduyu toplar ve gazaya çıkarsın Sonra da düşmana kıl kadar (fetîl) bir musibet de (zarar da) vermezsin (vermeden geri dönersin)." [280]

 

Allah'a İftira:

 

Daha sonra yüce Allah, Peygamber (sav) ın dikkatini "Bir bak Allah'a kar­şı nasıl olmadık yalan uyduruyorlar" buyruğuyla hayreti gerektiren bu iş­lerine çekmektedir. Bu ise, oniann: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz şek­lindeki sözleridir. Bunun: Kendilerini temize çıkarmaları olduğu da söylen­miştir. Bu İbn Cüreyc'den nakledilmiştir.

Yine onların şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Bizim günahlarımız yoktur. Günahlarımız olsa olsa dünyaya geldikleri gün çocuklarımızınki gibidir.

İftira ise, uydurmak demektir. Filan kişi filana İftirada bulundu, tabiri de buradan gelmektedir. Yani onda bulunmayan bir özelliği, hususu ona isnad etti, iftira etti demektir. İftira, koparmak anlamına da gelir.

"Apaçık bir günah olarak bu yeter" anlamındaki buyruğu beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Anlamı ise, oniann işledikleri bu günahın büyüklüğünü ifade etmek ve bu günahlarından dolayı yermektir, Araplar benzeri anlatımları, övmek ve yermek kastıyla da kullanırlar[281]

 

Cibt'e ve Tâğûtâ îman Edenler;

 

"Şu kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın" buyruğun­da maksat yahudilerdir. "Cibte ve Tâğûta inanıyorlar." Te'vil ehli, cipt ve câ-ğût'un teVili hakkında farkh görüşlere sahiptirler. îbn Abbas, İbn Cübeyr ve Ebu'l-Âliye der ki: Cifot, Habeşçede sihirbaz, tâğüt da kâhinin adıdır. el-Fa-ruk Ömer (r.a) da şöyle demiştir: Cibt, büyü tağut da şeytandır îbn Mes'ud der ki: Burada cibt ve tağut ile kast edilen kimseler, Kâ'ab b. el-Eşref ite Hu-yey b. Ahtap'dır îkrime der ki: Cibt, Huyey b. Ahtap, tağut da Kâ'b b. el-Eş-reftir. Bunun delili de yüce Allah'ın: "Tağutun hükmüne başvurmak istiyor­lar" (en-Nisa, 4/60) buyruğudur.

Katade der ki; Cibt şeytan, tâğût ise kâhindir. İbn Vehb de Malik b. Enes'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Tâğût, Allah'tan gayri kendisine İbadet olunandır. Mâlik dedi ki: Ben, cibt'in şeytan olduğunu söyliyenleri de dinledim. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir.

Burada ikisinin (cibt ve tâğût'un) Allah'tan başka kendilerine ibadet olu-

nan veya Allah'a isyan hususunda kendilerine itaat olunan her şey olduğu da söylenmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır.

Cibt kelimesinin aslı cibs dir. Bu da hayrı olmayan şey demektir. Te" İıar-fi "sindin yerine kullanılmış.tır. Bu açıklamayı da Kutrub yapmıştır.

Cîbt'in iblis, tağutun da onun velileri (dostları) olduğu da söylenmiştir. Bu hususta Malik'in görüşü güzeldir. Buna yüce Allah'ın şu buyrukları da delil­dir: *Allah*a ibadet edin ve tağuttan uzak durun rfjye...*(en-Nahlf 16/36); "Ve onlar ki, tağuta ibadet etmekten uzak durdular" (ez-Zümer, 39/17)

Katan b. el-Muhârik de babasından şöyle dediğini rivayet eder: Rasulul-lah (sav) buyurduki: "Tark, tiyare ve iyâFe cibftendir." Tark ürkütmek, iyâ-fe; çtegi çizmek demektir. Bunu Ebû Dâvûd Sun.en.inde rivayet etmiştir.[282]

Cibt'in Allah'ın haram kıldığı herşey, tâğût İse insanı tuğyana götüren, az­dıran her şey olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [283]

 

51- Ayetin Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "Ve diğer İnkâr edenlere... derler." buyruğu, yahudiler, Kureyş kâfirlerine: Sizler, Muhammed'e iman edenlerden daha doğru yoidası-ntz derler anlamındadır Bu da şöyle olmuştu: Kâ'b b. el-Eşref3 yahudilerden yetmiş süvari ile Uhud vak'asından sonra Mekke'ye, Kureyşlilerle, Rasûlul-lah (sav) ile savaşmak üzere anlaşmak maksadıyla gitti. Kâ'b, Ebû Süfyan'a misafir oldu. Ebû Süfyan ona güzel bir şekilde misaFirperverlik gösterdi. Di­ğer yahudiler de Kureyşl ilerden çeşitli kimselerin evlerinde kaldılar Muham-med ile savaşmak üzere mutlaka bir araya geleceklerine (birlikte savaşacak­larına) dair aralarında akidleştiler, ahidleştiler, Ebû Süfyan şöyle dedi: Sen ki­tap okuyan ve bilen bir kimsesin. Bizler ise ümmiyiz, bilgimiz yok. Bizim mi yolumuz daha doğrudur ve hakka daha yakındır, Muhammed'in mi?. Kâ'b şöy­le dedi: Allah'a and olsun kir sizin yolunuz Muhammed'in gittiği yoldan da­ha doğrudur.[284]

Yüce Allah'ın: "Yoksa onların mülkten bir payımı var­dır" buyruğunda asıl soru edatı sadece hemzedir. Ondan sonra gelen "mim" ise 'sıla' için gelmiştir. "Mülkten bir payı mı vardır/*" ifadesi inkâr kastıy­la sorulmuştur. Yani onların mülk namına birşeyleri yoktur. Şayet mülk na­mına bir şeye sahip olsalardı, cimrilikleri ve kıskançlıkları dolayısıyla ondan kimseye birşey vermezlerdi.

Bunun anlamının: Yoksa onların bir paylan mı vardır? şeklinde olduğu da söylenmiştir. O takdirde (fO edatı munkatı' olur ve manası da bir önceki ifa­de ile ilişkisi olmaksızın yeni bir ifade başlangıcı olur. Bunun hazfedilmiş bir ibareye affedici edat olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar, Muhammed (sav)'a tabi olmayı kabul etmemişlerdi. İfadenin takdiri de şöyle olur, Pey­gamber olarak gönderdiklerimden, peygamberliğe onlar mı daha layıktırlar? Yoksa onların, mülkten bir paylan mı vardır?

"Böyle olsaydı, İnsanlara hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi bir-şey vermezlerdi". Yani haklara mani olur, engellerlerdi. Yüce Allah, onla­rın bildiği durumlarına dair haber vermektedir.

Nakîr, hurma çekirdeğinin sırtındaki nükte (çukurcuk dır. Bu da İbn Ab-bas, Katade ve diğerlerinden nakledilmiştir. Yine İbn Abbas'tan nakîr'in, ki­şinin yerde çukur yapmast gibi parmağı ile çukur yapmasıdır. Ebu'l-Aliye der ki: Ben îbn Abbas'a nakîr'in mahiyetine dair soru sordum o da, başparma­ğının ucunu, şahadet parmağının iç tarafı üzerine koydu. Sonra ikisini de kal­dırıp: lşte-nakîr budur, dedi.

Nakîr, aslında oyulan bîr kütük demektir. Bunda nebîz (hurma ve benze­ri meyvelerin şırası) yapılırdı. Hadiste bunları kullanmak önceleri yasaklan­mış, sonra bu yasak nesh olunmuştu.[285] Filan kişinin nakîri kerimdir; ibare­si aslı, soyu kerimdir, demektir

edatı burada, basma "fe" atıf edatı geldiğinden dolayı amel etmemiş­tir. Eğer bu edat nasb etmiş olsaydı yine caiz olurdu. Sibeveyh der ki; Bu edat, fiilerde amel eden edatlar bakımından, isimlerde amel eden edatlar arasın­da mevkiindedir. Yani, eğer ifade ona dayalı değilse lağvolur (amel et­mez). Şayet sözün başına gelip te ondan sonraki ifade (fiil) müstakbel (mü-zari) ise, nasb eder. Senin birisine (Seni ziyaret edeceğim deyip, onun da cevap olmak üzere:  O takdirde ben de sana ikram ederim, demesi gibi. Abdullah b. Aneme ed-Dabbî der ki:

"Eşeğini geri çek, bahçemizde otlamaaın.

O takdirde (tarafımızdan) sana onun yuları alabildiğine daraltılmış olarak ge­ri döndürülür."[286]

Burada bu edatın nasb etme sebebi, ondan önceki ifadelerin tamam bir cümle olup, bunun da bir söz başlangıcına denk düşmüş oluşundan dolayı­dır. Eğer: O takdirde Zeyd seni ziyaret eder, ifadesinde olduğu gibi, iki kelime arasında ortada yer alacak olursa amel etmez. Şayet başına "fe" yahut da "ev11 atıf edatlarından birisi gelecek olursa, amel etmesi de et­memesi de caiz olur. Amel etmesi, vav'dan sonra gelen ifadelerin, cümlenin cümeleye atf edilmesi suretinde istinaf" (yeni bir cümle başlangıcı) oluşun­dan dolayıdır. Ve bunu Kur'ân-ı Kerim'in dışında (nasb edilerek: O takdirde.,, vermezler, şeklinde kullanmak caizdir.

Yine Kur'ân-ı Kerimde: "O takdirde kendileri.,, kalamaya­caklardır" (el-İsrâ, 17/76) diye buyuru İrmaktadır. (Burada bu edat amel et­memiştir). Ubeyy'in Mushafında İse, (bu edat amel etmek suretiyle) bu buy­ruk: şeklindedir,

Bunun amel etmemesine gelince, bunun da sebebi vav'dan sonra gelen cümlenin ancak kendisine atf yapılacak ifadeden sonra gelmesidir. Sibeveyh'e göre İse, fiili nasb eden bu edat muzari (.şimdiki ve geniş zaman) anlamı do-layısıyiadır.

el-Halil'e göre ise? şeklindeki nasb edatı bundan sonra muzmar (giz­li) oluşundan dolayıdır. el-Perrâ ise, bu edatın elif ile ve tenvinli olarak yazılacağı kanaatindedir. En-Nehhas der ki: Ben Ali b. Süleymanı, şöyle der­ken dinledim: Ben Ebu'l-Abbas Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: (îil )'ı elif ile yazan kimsenin elini dağlamak istiyorum.

Çünkü bu edat tıpkı edatları gibidir. Harflere hiçbir şekilde tenvin dahil olmaz. [287]

 

54, Yoksa onlar, insanları Allah kendilerine lütfundan verdi diyeni i

kıskanıyorlar? Doğrusu Biz İbrahim soyuna da Kitabı ve hikme­ti verdik. (Ayrıca) Onlara çok büyük bir mülk de bağışladık.

55. Onlardan bir kısmı ona iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevir­di. Çılgın alevli ateş olarak (onlara) cehennem yeter.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Kıskançlık:

 

Yüce Allah'ın; "Yoksa onlar" yani yahudiler, "insanları" yani özel olarak Peygamber (sav.)'ı. Bu açıklama İbn Abbas, Mücahid ve başkalarından nak­ledilmiştir. Yahudiler, Peygamber (sav)'ı peygamberliği dolayısıyla, ashabı­nı da ona iman ettikleri için kıskanmışlardı. Katade der ki: aİnsanlar"dan ka­sıt araplardir. Yahudiler, onlardan peygamber geldi diye araplan kıskanmış-lardır. ed-Dahhâk der ki: Yahudiler, peygamberlik aralanndadır diye Kureyş-lileri kıskanmı şiardı.

Kıskançlık (hased), yerilmiş bir şeydir. Kıskanan bir kimse her zaman ke­derlidir. Kıskançlık, ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi hasenatı yer bitirir. Bu manada hadisi Enes, Peygamber (savVdan rivayet etmiştir.[288] el-Hasen der ki: Ben hased edenden daha çok mazluma benzeyen zalim bir kimse görmüş değilim. Her zaman nefesini tüketir, keder yakasını bırakmaz, gözyaşı da bi­tip tükenmez.

" Abdullah b. Mes'ud der ki: Allah'ın nimetlerine düşmanlık etmeyiniz. Ona: Allah'ın nimetlerine kim düşmanlık eder ki? diye sorulunca şöyle de­di: İnsanları Allah kendilerine lütfundan verdi diye kıskanan kimseler. Allah, indirmiş olduğu kitaplardan birisinde şöyle buyurmuştur: Kıskanç kimse» ni­metimin düşmanıdır. Benim hükmüme gazap eden bir kimsedir. Ve Benîm kısmetime razı değildir. Mansur el-Fakîh şöyle demektedir:

"Bpni kıskanıp duraa kimseye de ki:

Sen kime karşı saygısızlık ettiğini biliyor musun?

Verdiği hükmü dolayısıyla Allah'a karşı saygısızlık ediyorsun

Çünkü sen, O'nun bana bağışladığına razı değilsin."

Denilir ki, kıskançlık semâda da kendisiyle Allah'a ilk isyan olunan günah­tır, yeryüzünde de kendisiyle ilk isyan olunan günahtır Semâda, İblîs'in Uz. Ademi kıskançlığı ile asi olunmuştur. Yeryüzünde de Kabil'in Ha bil'İ kıskan-masıyla Allah'a isyan edilmiştir. Ebu'l-Atâlıiye insanlar hakkında şöyle der:

"Rabbim, gerçek şu ki, insanlar bana karşı insaflı davranmadı

Nasıl davranmış olabilirler ki, onlara insaflı davranırsam bana zulmediyorlar.

Birşey benim oldu mu onu almaya kalkışırlar

Sense onların birşeylerini isteyecek olursam bana vermezler.

Bağışım onlara ulaşırsa onlar bana teşekkür etmezler

Fakat onlara birşey bağışlamazsam bu sefer bana söverler.

Bir keder gelip kapımı çalsa, güler, sevinirler

Bir nimet bana arkadaşlık etse beni kıskanırlar

Kalbime engel olacağım. Onları özlemeain diye

Ve onları görmemek için gözümü, göz kap aklarımla örteceğim."

Şöyle denilmiştir: Sen kıskancın kıskançlığından kurtulmayı arzu ediyor­san, durumundan onu haberdar etme. Kureyşlilerden bir kişi şöyle demiştir;

"Açığa çıktı mı nimeti kıskanırlar

Ve batıl sözlerle ondan dolayı iftira ederler

Allah bir nimet lütfedecek olursa

O nimet düşmanlarının sözünün ona sararı olmaz."

Şu beyitleri söyleyen de ne güzel söylemiştin

"Kıskancın kıskançlığına sabret Çünkü senin sabrın onu öldürür. Ateş birbirini yer durur Eğer yiyecek birşey bulamazsa"

Bazı tefsir bilginleri yüce Allah'ın; "Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptıran o iki kişiyi bize göster ki, onları en aşağılardan olanlardan ol­sunlar diye ayaklarımızın altına alalım"(Fussilet, 41/29) buyruğu hakkın­da şöyle demişlerdir: Cinlerden olan ile kastettikleri İblistir. İnsanlardan olan ile kastettikleri de Kabildir. Çünkü İblis, küfür çığırım ilk açan kimse, Kabil de öldürme çığırını ilk başlatan kimsedir. Ve bütün bunların aslı da kıs­kançlık olmuştu. Şair der ki:

"Karga geçmiş zamanlarda

Güzel bir şekilde yürütmüş

Ama kekliği kıskandı da onun yürüyüşü gibi yürümek iatedi.

Bu sebepten o bir çeşit ayağı bağhymış gibi yürüme musibetine müptela oldu. [289]

 

2- Allah'ın Bağışını Kıskanma Hatası:

 

Yüce Allah'ın: "Doğrusu Biz İbrahim soyuna da verdik" buyruğu ile da­ha sonra yüce Allah, İbrahim soyundan gelenlere Kitabı ve hikmeti verdiği­ni, onlara büyük bir mülk verdiğini haber vermektedir Hemmam b. el-Hâ-ris der ki; Onlar melekler ile desteklenmişlerdi. Bununla Süleymanın mülkü kastedildiği de söylenmiştir ki, İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

Yine ondan gelen rivâyece göre o şöyle demiştir: Mana şudur: Yoksa on­lar Muhammed'i, Allah kendisine kadınları helal kıldı diye mi kıskanıyorlar? Bu açıklamaya göre verilen büyük mülk, yüce Allah'ın Hz. Davud'a doksan-dokuz hanımı, Hz. Süleyman'a da bundan daha fazlasını helal kılmış olma­sıdır. Taberî ise, bundan maksadın, Hz. Süleyman'a verilen mülk ile kadın­ların ona helal kılınması olduğu görüşünü tercih etmiştir.

Maksat ise, yahudilerin Eğer (Muhammed) bir peygamber olsaydı çok ka­dın nikahlamak istemez ve peygamberlik görevi ile uğraşması buna fırsat ver­mezdi, şeklindeki sözlerini reddetmek ve onları yalanlamaktır.

Yüce Allah bununla, Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın sahip olduklarını ya-hüdileri azarlayarak haber vermektedir. Yahudiler de Hz. Süleyman'ın bin ta­ne hanımı olduğunu ikrar edip kabul ettiler. Bu sefer Peygamber (sav) onlara: "Bin kadın ha" deyince onlar: Evet, üç yüzünü mehir vererek (nikah­lamış idi). Yediyüzü ise cariyesi idi. Davud'un ise, yüz İlanımı vardı. Peygam­ber (sav) şöyle buyurdu: "Peki, birisinin bin tane hanımı, diğerinin yüz ta­ne hanımının olması mı daha çoktur, yoksa dokuz hanım mı?" Bunun üze­rine yahudiier sustular, O sırada Hz. Peygamberin dokuz hanımı vardı. [290]

 

3. Peygamberlerin Çok Evliliğine Dair:

 

Denildiğine göre, Süleyman (a.s) peygamberler arasında hanımı en çok olan kişiynüş. Onun çokça evliliğinin sebebi ise, kırk peygamber gücüne sahip olu­şu idi. Güçlü olan gücü kadar çok nikahlanır.

Denilir ki: O, çok evlenmekle aşiretinin çoğalmasını isEemiştir. Çünkü her bir kadının birisi baba tarafından, diğeri de anne tarafından olmak üzere iki kabilesi vardı. Böylelikle o, bir kadınla evlendi mi, o kadının mensub oldu­ğu iki kabilenin de kalbini kendisine bağlıyor ve bu yolla kabileler düşma­nına karşı ona yardımcı oluyordu.

Yine denildiğine göre, bir kimse ne kadar takvalı ise, onun da şehveti o kadar yüksektir. Çünkü takvalı olmayan bir kimse, etrafını gözüyle seyreder ve dokunur. Nitekim, Hz. Peygamberden gelen haberde: "İki göz zina eder ve eller de zina eder" diye buyurulduğu rivayet ediliyor. aı Bakmak ve do­kunmak, bir çeşit şehvetin gereğini yerine getirmek olduğundan bunlar ci­ma gücünü azaltır. Takva sahibi olan kimse ise, harama ne bakar ne de do­kunur. Böylelikle şehvet onun nefsinde bir arada toplu olarak kalır ve bu­nun sonucunda o, daha çok cima gücüne sahip olur.

Ebû Bekir el-Verrâk der ki: Cima dışında her bir şehvet (arzu) kalbi katılaştırır. Ancak cima, kalbi arıtır. Bundan dolayı peygamberler de bu işi ya­pıyorlardı. [291]

 

4. Peygambere îman Edenler ve Ondan Yüz Çevirenler:

 

Yüce Allah'ın: "Onlardan bir kısmı ona iman etti" yani bir kısmı Peygam­ber (sav)'a iman etmiştir. Çünkü, daha önce ondan sözedilnıiş bulunmakta­dır. O da kendisinden kıskanılan kimsedir.

"Bir kısmı da ondan yüz çevirdi[292] ondan yüz çevirip ona iman etmedi.

O ) Ona" zamirinin Hz. İbrahime raci olduğu da söylenmiştir. O vakit an­lamı şöyle olur: İbrahim soyundan gelenlerden kimisi ona (İbrahim'e) iman etti, kimisi de ona iman etmekten yüz çevirdi. Bu zamirin Kitaba raci oldu­ğu da söylenmiştir.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [293]

 

56. Âyetlerimizi inkâr edenleri yakında muhakkak ateşe sokacağız.

Derileri piştikçe azabı tatmaları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz. Şüphe yok ki Allah, mutlak galiptir, Hakimdir.

57. İman edip de salih amel işleyenleri İse, içinde ebediyyen kalı­cılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlara tertemiz zevceler vardır. Onları koyu bir gölgeli­ğe koyacağız.

 

"Sokmanın (el-Islâ') anlamına dair açıklamalar, sûrenin baş taraflarında (10. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Humeyd b. Kays, Onları sokacağız" kelimesini, "nün" harfini üs­tün olarak diye okumuştur. Bunun anlamı ise, ateşte pişireceğiz de­mektir. Ateşte kızartılmış koyuna daf o bakımdan denilir. Ateş" kelimesinin munsub olması, bu kıraate göre başındaki harf-i cer'in haz-fedilmesi dolayısıyladır ki, bunun takdiri şeklindedir.

Derileri piştikçe" buyruğunun anlama ise şudur: Deri­leri piştiği her seterinde, derilerinin yerine başka deriler değişir durur. Kur'an-ı Kerime dil uzaîan zındıklardan herhangi bir kimse kalkıp: Kendisi­ne isyan etmemiş bir deriyi az a plandır mak nasıl uygun düşer? diye soracak olursa, ona şöyle denilir: Deri ne azap görür, ne de cezalandırılır. Bunun acı ve ıstırabını duyan nefislerdir.

Çünkü, hisseden, duyan ve bilen nefislerdir. Dolayısıyla derilerin değişti­rilmesi, nefislerin azabını daha bir artıncı özelliktedir. Buna da yüce Allah'ın: "Azabı tatmaları için" buyruğu İle: "Alevi yavaşladıkça Biz de onlara ale­vini artırırız" (el-İsrâ, 17/97) buyruğu delildir. O halde maksat, bedenlerin azaplandınlması, ruhlara da acı çektirilmesidir Şayet derileri kastetmiş olsay­dı, O deriler azabı tatsınlar, demesi gerekirdi.

Mukatil der ki: Hergün aîeş o deriyi yedi defa yer bitirir. el-Hasen der ki: Yetmişbin defa yer bitirir. Onları yiyip bitirdikçe kendilerine: Haydi eski ha­linize dönünüz denilir, onlar da oldukları gibi eski hallerine dönerler.

İbn Ömer de der ki: Yandıkları takdirde, kağıt gibi bembeyaz derilerle de­ğiştirilirler.

Burada derilerden kasıt, üzerlerindeki elbiseler olduğu da söylenmiştir. Ni­tekim, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün günahkarları bukağılara 14/4^50). Bu şekilde, bu elbiselere deri denilmesinin sebebi, elbiselerin çok yakınlığı dolayısıyla derilerinden ayrılmayışıdır. Nitekim insana has olan bir şey hakkında: O, iki gözü arasındaki deridir, denilir. İbn Ömer (r.a) şu beyiti okumuştur:

"Onlar Salim hakkında beni kınıyorlar, ben de onları kınıyorum. Çünkü Salim, gözüm ile burnum arasındaki deri parçasıdır."

İste elbiseleri yakıldığı her seferinde tekrar eski hallerine iade olunur. Şair der ki:

"Aşağılanmak, Teymogullarmm derilerini yeşil bir elbiseye büründürdü. O giydikleri yeşil elbiselerinden dolayı vay, Teymoğullanna."

Şair burada, elbise ile, kinaye yoluyla derilerini (onların morardıklannı, ya­ra bere aldıklarım") anlatmaktadır.

Şöyle de denilmiştir: Bu buyruğun anlamı, ilk derilerini tekrar yeniledik, yeni haline döndürdük, demektir. Nitekim, kuyumcuya: Sen bu yüzüğü al, bana ondan başka bir yüzük yap dediğinizde, kuyumcu o yüzüğü alır kırar ve size o madenden bir yüzük yapar. Yapılan yeni yüzük, Önceki yüzüktür. Şu kadar varki, yeniden onun işlenmesi sonucu değişmiş, halbuki gümüş es­ki gümüştür İşte bu da toprağa dönüşüp ve yok olduktan sonra Allah'ın can­landırdığı nefsin durumunu andırmaktadır.

Yine sağlıklı olarak bildiğin bir kardeşini dalıa sonra hastalıklı ve takatsiz görünce, ona: Nasılsın diye sorduğunda, o da: Daha önce gördüğünden baş­ka birisiyim, diye cevap verir. Halbuki o aynı kişidir. Ancak onun durumu de­ğişmiştir. Buna göre kişinin: Daha önce gördüğün kişi değilim, demesi ile, yüce Allah'ın: "Başka deriler" demesi mecazi bir ifadedir.

Yüce Allah'ın: "O gün yer, başka bir yere... değiştirilecektir" (İbrahim. 14/48) buyruğu da buna benzemektedir. Halbuki arz, o arzın aynısıdır. Şu ka­dar varki, tepeleri, dağlan, nehirleri, ağaçlan değişmiş olacak, daha çok ge­nişletilecek ve bütün bunlar dümdüz edilecektir. Nitekim ileride İbrahim resi'nde (14/48. âyetin tefsirinde) açıklanacaktır.

İşte şairin şu beyîti de bu kabilden bîr mana taşımaktadır:

"Ne insanlar daha önce taniyageldiğim insanlardır. Ne de bu yurt önceden beri tanıdığım yurttur."

eş-Şa'bî der ki: Bir adam İbn Abbas'a. gelip şöyle dedi: Aişe'nin yaptığım görmüyor musun? Hz. Aişe, yaşadığı dön emin Ummadı ve Lebid'e ait olan şu iki beyiti okudu:

"0 himayelerinde yaşanılanlar geçip gittiler

Ben ise, uyualu kimsenin derisi gibi değersiz kimseler arasında kaldım

Bayağıca ve düşük şekilde konudur, zevk alırlar

Doğruluktan sapmayacak olsa dahi, aöz söyleyenleri ayıplanır."

Daha sonra da: Allah Lebid'e rahmet eylesin. Peki ya şu bizim zamantim-za yetişseydi ne derdi dedi. Bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: Eğer Ai­şe, yaşadığı dönemini kınamış ise, şunu bil ki, Âd kavmi de yaşadığı çağm» yermiş bulunmaktadır. Çünkü Âd kavminin depolarında helak edilmelerim­den uzun bîr zaman sonra, o dönemin mızraklarının en uzun boyunda uzunca bir ok görüldü. Üzerinde şu beyit yapılı İdi:

"Bizler bu ülkede idik ve biz buranın ahalisin den dik. İnsanlar aynı insanlar ve ülke aynı ülkedir"

Yani; ülke eskiden olduğu gibi kalmış amma, gerek o ülkenin durumu, ge­rekse ahalisinin durumu tanınmaz bir hal aîmış ve değişmiş bulunuyor. "Şüphe yok ki Allah, mutlak galiptir." Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz tbc

O'ndan kurtulmaz, O'mı geride bırakamaz. "Hakimdir™. Kullarına vaadlerin-de ve tehditlerinde hikmeti sonsuzdur. Cennet ehlinin nitelikleri hakkında: "Onları koyu bir gölgeliğe koyacağız*1 buyruğu ise, güneşi bulunmayan, ol­dukça kesif, koyu bir gölgeliğe yerleştireceğiz demektir. el-Hasen der ki: Ora­sı koyu bir göige olmakla nitelendirildi. Çünkü, o gölgede dünya gölgelerin­de görülen sıcaklık, sıcak yel ve benzeri kusurların dahli yoktur. ed-Dahhâk der ki: Bununla ağaçların ve cennet köşklerinin, gölgeleri kastedilmektedir, el-Kelbî der ki: "Koyu bir gölgelik" den kasıl, daimi gölgeliktir. [294]

 

58. Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline yermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emre­der. Gerçekten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok kî Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Sahiplerine Verilmesi Emralunan Emanetlerin Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Şüphesizle! Allah size, emanetleri ehline vermenizi... em­reder buyruğuyİa başlayan bu âyet-i kerime, hükümler bildiren ana âyet­lerden birisidir. Bütün dini ve şeriatı ihciva eden bir âyettir.

Bu âyet4 kerimede, kimin muhatap alındığı hususunda farklı görüşler var­dır. Ali b. Ebi Talib, Zeyd b. Eşlem, Şehr b, Havşeb ile îbn Zeyd şöyle der­ler; Bu özel olarak müslüman yöneticilere bir hitabtır. Bu hem Peygamber (sav)'a, hem de onun tayin ettiği emirlere yönelik bir hitaptır, onlardan sonra gelenleri de kapsamına almaktadır.

İbn Güreye ve başkaları ise der ki: Bu, Kâbenin anahtarı hususunda Pey­gamber '(sav)'a özel olarak yöneltilmiş bir hitaptır. Hz. Peygamber bu anah­tarı, Mekke'nin feEhedİldiği sırada, henüz ikisi de kâfir bulunan Abdüddaro ğullarından Osman b. Ebi Talha el-Hacebî el-Abderî ile amcasının oğlu Şey­he b. Osman b. Ebi Talha'dan almış, bunun üzerine Abdulmuttaliboğlu Hz, Abbas, Sikaye görevi ile birlikte Sidâneyi de almak için analıları Hz. Peygam­berden istemişti. Rasûlullah (sav) Kâbeye girdi, içerisinde bulunan putları kır­dı, Hz. İbrahim'in makamını çıkardı. Hz. Cebrail de üzerine bu âyet-i kerlmeyi indirdi. Ömer b. el-Hattab der ki: Rasûlullah (sav) bu âyeti okuyarak Kâbeden dışarı çıktı. Daha önce ondan bu âyeti işitmiş değildim. Sonra, Os­man ve Şeybe'yi çağırıp söyle dedi: "Haydi bu anahtarları ahnız. Bu, ebediy-yen sizin ve soyunuzdan gelen çocuklarınızın elinde kalacaktır. Bu anahtar­ları sizden ancak zalim bir kimse alır."

el-Mekkî de şunu nakletmektedir: Şeybe, önce anahtarı vermek istemediy-se de sonradan verdi ve Peygamber (sav)'a: Bunu Allah'ın emaneti olarak al, dedi.[295] İbn Abbas da der ki: âyet-i kerime, özel olarak yöneticiler (kamu gö­revlileri, hakkında) kadınlara serkeşlik etmeleri ve benzeri hallerde öğüt ver­meleri ve o hanımları kocalarına geri vermeleri ile ilgilidir.

Âyet-i kerimede daha zahir olan, onun bütün insanlar hakkında umumi ol­duğudur. Bu âyet-i kerime bir taraftan yönetici ve kamu görevlilerini, elle­rinde bulunan mallan paylaştırıp, haksızlıkları gidermek, hüküm vermek ha­linde adaleti gözetmek gibi emanet olan hususları kapsamaktadır,

Taberî'nİn tercihi de budur. Âyet-i kerime, emanetleri korumak, şahidlik-lerde yalancılıktan kaçınmak ve buna benzer hususlarda, mertebe itibariy­le daha aşağıda bulunan diğer insanları da kapsamaktadır, Herhangi bir me­sele hakkında bir kişinin İıüküm vermesi ve benzeri hususlar buna örnek­tir Namaz, zekât ve sair İbadetler de yüce Allah'ın birer emanetidir.

Bu anlamda İbn Mes'ud'dan Peygamber (sav)'a merfu1 olarak bir hadis de rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldü­rülmek,, bütün günahlara bir kefarettir1' veya şöyle buyurmuştur: "Her şeye (keffarettir) emanet müstesna. Emanet ise, namazdadır, emanet oruçtadır, ema­net söz söylemektedir. Bütün bunlar arasında en ağır olanı ise, emanet ola­rak bırakılan şeyleri korumaktadır." Bunu Hafız Ebû Nuaym" el-HUye "de zik­retmiştir.[296]

Âyet-i kerimenin herkes hakkında umumi olduğunu söyleyenler arasında, el-Bera b. Âzib, İbn Mes'ud, İbn Abbas ve Ubey b, Kâ'b da vardır. Onlar şöy­le derler: Emanet herşey hakkında sözkonusudur. Abdestte, namazda, zekât­ta, cünuplukta, oruçta, ölçüde, tartıda vedialarda (emanet bırakılan şeylerde).

İbn Abbas aynca der ki: Yüce Allah, varlıklı olsun eli dar olsun, hiçbir kim­seye emaneti (istenmediği halde) yanında alıkoymasına müsaade etmemiştir.

Derim ki: İşte bu bir icmadır. Yine icma ile şunu kabul etmişlerdir ki: Ema­netler sahiplerine -iyi kimseler olsunlar, facir kimseler olsunlar- mutlaka geri verilir. Bunu İbnü'l-Münzir söylemiştir. Fnıanet, meful anlamında bir mas­tardır. Bundan dolayı cem olunmuştur.

Bu âyetin önce geçen buyruklarla ilişkisine gelince: Şanı yüce Allah, Ki­tap ehlinin, Muhammed (sav)'ın niteliklerini gizlediklerini ve onların: Müş­riklerin yolu daha doğrudur, dediklerini haber vermektedir. Bu ise, onların yaptıkları bir hainlik idi. O bakımdan söz bütün emanetleri zikretmeye ka­dar geldi, Âyet-i kerime nazmı itibari ile her türlü emaneti kapsamaktadır. Az önce de belirttiğimiz gibi emanetler sayıca pek çoktur. Bu emanetlerin en bü­yük ve kapsamlı olan konulan ise» vedia, Iukata, rehin, ariyet gibi ahkâm ile ilgili konular arasında yer ahr.

Ubey b. Kâ'b der ki: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyuyurken dtniedim: "Sen emaneti onu sana emanet olarak verene eksiksiz geri ver. Ve sakın sana ha­inlik edene de sen hainlik etme!" Bunu Dârâkutnİ rivayet etmiştir.[297] Yine bu­nu, Enes ve Ebû Hureyre de Peygamber (sav)'dan rivayet etmişlerdir. el-Ba-kara Sûresi'nde de bu anlamda rivayetler (ve açıklamalar) geçmiş bulunmak­tadır. (el-Bakara, 2/283- âyetin tefsiri)

Ebû Umâme de şunu rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)'ı Veda Haccı sı­rasında hutbesinde şöyle buyururken dinledim: "Ariyet olarak alınan şey eda edilir. Minha geri verilir. Borç ödenir, kefil ise gerektiğinde kefil olduğu kim­senin borcunu ödeyendir." Bu hadis sahih bir hadistir. Bunu Tirmizî ve baş­kaları rivayet etmiştir.[298] Dârakutnî ise şunu ilave etmektedir: Bunun üzeri­ne bir adam: Peki ya Allah'ın ahdi? diye sordu, Hz. Peygamber şöyle buyur-du: "Allah'ın ahdi eksiksiz olarak yerine getirilen şeyler arasında buna en la­yık olandır."[299]

Bu âyet-i kerime ile bu hadis-i şerifin muktezasına göre, emanet geri ve­rilir ve durum ne olursa olsun onun tazminatı ödenir. İster gizlenip kaybe­dilecek türden olsun ister olmasın, ister bu konuda emanete bir saldırı bu­lunsun ister bulunmasın. (Her halükârda vedia (emanet.) geri verilir ve ge­rekirse tazminatı ödenir). İşte bu âyet ve hadisin bu muktezası gereğince, Ata; Şafiî, Aiımed ve Eşlıeb görüşlerini böylece belirtmişlerdir.

İbn Abbas ve Ebû Hureyre'nin bırakılan emanetin tazminatını ödedikle­ri rivayet olunmuştur. İbnu'l-Kasım'ın da, Malik'ten rivayetine göre; herhan­gi bir hayvanı veya üstü saklanarak örtülen bir şeyi ariyet olarak alıp da bu onun yanında telef olacak olursa, bunun telef olduğunu söylemesi halinde sözü tasdik edilir ve ancak, herhangi bir teaddi (o emanete haksızca saldı­rı) halinde tazminatını öder. Bu Hasan-ı Basrî ve en-Nehaî'nin de görüşüdür. Aynı şekilde Kulelilerle Evzaînin de görüşü budur. Onlar şöyle demişlerdir:

Hz. Peygamberin: "Ariyet geri ödenir" hadisinin anlamı, yüce Allah'ın: "Şüp­hesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi.*, emreder" buyruğunun anlamı gibidir. Emanetler telef olacak olursa, mutemen olanın (kendisine bir şey emanet olunanın) onun tazminatını Ödemesi gerekmemektedir. Çünkü, yanında emanet bırakılan kişi (.mutemen) musaddaktır. Yani sözü doğru kabul edilen kimsedir. Ariyet de herhangi bir haksızca saldırı olmaksızın te­lef olursa hüküm yine böyledir, Çünkü o ariyeti alan bir kimse, gerektiğin­de tazminatını ödemek şartıyla almamıştır, Şayet onun ariyet aldığı şeye hak­sızca saldırısı dolayısıyla telef olursa, o takdirde ariyet olan şeye karşı cina­yetinden dolayı kıymetini ödemesi gerekir. AH, Ömer ve İbn Mes'ud'dan da ariyette tazminat olmadığını söyledikleri rivayet edilmiştir. Dârakutnl de Amr b. Şuay'dan, o, babasından, o da dedesi yoluyla Rasûlullah (sav)'m şöy­le buyurduğunu rivayet etmektedir: "Emanet alan üzerinde tazminat yü­kümlülüğü yoktur."[300]

Şafiî de görüşünü desteklemek üzere ileri sürdüğü deliler arasında Peygam­ber (sav)'in kendisinden birtakım zırhları ariyet olarak istemesi üzerine, Safvan'ın: Bunlar tazminat altında bir ariyet midirler, yoksa aynen geri öde­necek ariyet midirler? diye sorunca, Hz, Peygamber de: "Hayır, bunlar aynen geri ödenecek ariyettirler" diye cevap vermişti.[301]

 

2- İnsanlar Arasında Adaletle Hükmetmek:

 

Yüce Allah'ın: "Ve insanlar arası i ula hükmettiğiniz zaman adalede hük­metmenizi emreder" buyruğu ile ilgili olarak ed-Dahhâk der ki: Yani, müd-daiye davacıya beyyine (delil veya şahid) getirme yükümlülüğü, İnkâr ede­ne de yemin teklifi İle hükmetmeyi emreder.

Bu, yöneticilere, emirlere ve hakimlere yönelik bir hitaptır. Mana yoluy­la da emanetlerin eda edilmesi hususunda açıkladığımız gibi bütün İnsanlar da dahildir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki adaletle hükme­denler, Kıyamet gününde Rahmanın sağ tarafında -ki, O'nun her iki eli de sağ-dır-nurdan minberler üzerinde olacaklardır. Bunlar verdikleri hükümlerinde, çoluk çocukları hakkında, ve yönetimleri altında bulunanlara adaletle davra­nan kimselerdir.[302]

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Hepiniz çobansınız ve hepi­niz güttüklerinizden sorumlusunuz. İmam (İslam devlet başkanı) bir çoban­dır ve o güttüklerinden sorumludur. Kişi ailesi üzerinde bir çobandır ve onlardan sorumludur. Kadın, kocasının evinde bir çobandır ve o ondan sorum­ludur. Köle efendisinin mali üzerinde bir çobandır ve ondan sorumludur Ha­sılı şunu bilin ki, hepiniz bir çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorum­lusunuz."[303]

Böylelikle Hz. Peygamber bu sahih hadislerinde, bütün bu kimseleri ken­di mertebelerine göre çoban ve yönetici olarak değerlendirmiştir. Aynı şekil­de ilim adamı hakim de böyledir. Çünkü böyle bir kimse, fetva verdiği tak­dirde hükmetmiş olur. Hükmünü verdiği vakit de helâl île haramı, farz ile mendubu, sahih ile fasid olanı birbirinden ayırd etmiş olur. Bütün bunlar eda olunan birer emanet ve hükme bağlanan birer yargıdır. "Ne güzel" buy­ruğu ile ilgili açıklamalar, daha önceden el-Bakara Sûresi'nde geçmiş bulun­maktadır. (2/281. âyetin tefsiri)

"Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." Yüce Allah, kendi zatını işiten ve gören diye vasfeönektedir. O, işitir ve görür. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki Ben, sizinle be­raberim, işitirim ve görürüm. "(TaHâ, 20/46) Bu delil, sem'i yolla gelendir Yani, senı'i delillerle Allah'ın işitip gördüğü ifade edilmektedir. Akıl da bu­na delâlet etmektedir. Çünkü, işitme ve görmenin yokluğu ontarın zıtlan olan körlük ve sağırlığa delildirler. Zira, her iki şeyi de kabil olan bir varlık bun­lardan birisine mutlaka sahiptir. Şanı yüce Allah ise, her türlü eksikliklerden münezzehtir. Diğer taraftan eksik sıfatlara sahip olan bir zattan mükemmel fiillerin sadır olmasına imkân yoktur. Görmesi ve işitmesi olmayan bir kim­senin başkasına görme ve işitmeyi yaratmak yoluyla vermesi gibi.

Ümmet yüce Allah'ın her türlü eksiklikten tenzih edilmesi gerektiğini ic-ma ile kabul etmiştir. Bu da sem'î bir delildir. Ve bu, hepsi de İslam adını ta­şıyan kimselerle tartışma halinde Kur'ân'ın nassı ile yeterli görülür Şanı yü­ce ve mübarek Rabbimiz, vehimlilerin vehmettiklerinden yücedir. Yalancı ve iftiracıların uydurduklarından münezzehtir: "İzzet sahibi olan Rabbin, on-larm vasfede geldiklerinden münezzehtir. (es-Saffat, 37/180)[304]

 

59. Ey iman edenleri Allah'a itaat edin. Peygambere de İtaat edin. Siz­den olan emir sahiplerine de. Eğer birşeyde çekişirseniz, Allah'a ve âh ire l gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasulîine döndü­rün. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

İtaatin Kapsamı ve Zalim Yöneticilere İtaatin Gerekmediği:

 

Bundan önceki âyet-i kerimede, yöneticilere hitap edilip onlara emaneti yerine getirmeleri, insanlar arasında da adalede hükmetmeleri emrolun-duktan sonra, bu âyet-i kerimede yönetilenlere (raiyyeye), önce aziz ve ce-lil olan Allah'a itaat etmeieri emrolunnıaktadır ki, bu da O'nun emirlerini ye­rine getirmek, yasaklarından kaçınmaktır. Sonra da vermiş olduğu emir ve yasaklarında Rasûlüne itaati emretmektedir Üçüncü olarak da yöneticilere itaatin emrolunduğunu görüyoruz. Bu, cumhurun, Ebû Hureyre, İbn Abbas ve diğerlerinin görüşüne göre böyledir.

Selıl b. Abdullah et-Tüsterî der ki: Yedi hususta sultana itaat ediniz: Sik­ke vurduğu dirhem ve dinarlar hususunda, ölçü ve tartılar hususunda, ahkâm, hac, cuma, iki bayram ve cihad hususunda.

Yine Sehl der ki: Sultan bir alime fetva vermesini yasaklayacak olursa, onun da fetva verme hakkı yoktur. Eğer fetva verecek olursa, bu yasağı koyan za­lim bir emir olsa dahi, kişi asi olur.

İbn Huveyzimendâd ise şöyle demektedir: Sultana itaat, işlenmesi halin­de Allah'a itaat olan hususlarda icabeder. Fakat, işlenmesi halinde Allah'a ma-siyet olan hususlarda itaat vadb değildir. Bundan dolayı biz şöyle diyoruz: Çağımızın yöneticilerine itaat, onlara yardımcı olmak, onları ta'zim etmek ca­iz değildir. Bununla birlikte ne zaman gazaya çıksalar, onlarla birlikte gaza­ya çıkmak icabeder. Yönetmek onlar tarafından olup, imamet ve hisbe de on­ların görevlendirmesi ile olur. Şu kadar var ki, bunların şeriatın öngördüğü şekle uygun olarak yerine getirilmeleri gerekir. Bize namaz kıldıracak olsa­lar, eğer günah ve masiyet bakımından fasık iseler, onlarla birlikte kılınan na­maz caizdir. Şayet bidatçi kimseler iseler, onlarla birlikte namaz caiz değil­dir. Şu kadar varki, onlardan korkulacak olursa, onlarla birlikte takiyye ol­mak üzere namaz kılınır, sonra namaz iade olunur.

Derim ki: Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: İmamın görevi adaletle hükmedip, emaneti eksiksiz olarak yerine getirmesidir. O bu­nu yapacak olursa, müsîümanlara da ona itaat etmek düşer. Çünkü yüce Al­lah önce bizlere, emaneti yerine getirip adaletle hükmetmeyi emretti, son­ra da yöneticiye itaati emretti.[305]

 

Ululemrin Kimliği:

 

Câbir b. Abdullah ile Mücahid der ki: "Emir sahipleri (ululemr)" denilen kimseler, Kur'ân ve ilim ehli olan kimselerdir. Mâlik (Allanın rahmeti üzeri­ne olsun)!in tercihi de budur. ed-Dahhak'ın şu sözü de buna yakındır: Yü­ce Allah bununla, fukahayı ve din alimlerini kastetmektedir. Mücahid'den, bur-da sözü geçenlerin, özei olarak Peygamber (sav)'ın ashabı olduğunu söyîe-dığî nakledilmiştir. İkrime'den ise, bununla özel olarak Ebû Bekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) 'e işaret olduğunu söylediği nakledilmiştir. Süf-yan b. Uyeyne, el-Hakem b. Eban'dan şunu rivayet eder: el-Hakem, İkrime'ye Um veledler, (efendilerinden çocuk sahibi olan carİyelerVin durumu hakkın­da soru sormuş, o da: Bu kadınlar hür olurlar demiştir. Bunu neye dayana­rak söylüyorsun deyince, o da, Kur'ân-ı Kerime dayanarak, dedi. Ben: Kur'andaki hangi buyruğa dayanarak? diye sordum. O da şöyle dedi: Yüce Allah: "Allaha İtaat edin, Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sa­hiplerine de" diye buyurmaktadır. Ömer de emir sahibi kimselerdendi. O de­miştir ki: (Umveled) bir düşük yapacak dahi olsa azad olur. Bu anlamdaki açıklamalar, etraflı bir şekilde, Haşr Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Peygambersi­ze ne verdiyse onu alın ve neyi yasak ettiyse sakının0 (el-Haşr, 59/7) âyeti­ni açıklarken gelecektir. îbn Keysan der ki: Emir sahipleri, insanların işleri­ni düzgün bir şekilde çekip çeviren, akıl ve görüş sahibi kimseler demektir. Derim ki: Bu görüşlerin en sahih olanları birincisi ve ikincisidir. Birinci­sinin sahih olması şundan dolayıdır: Emir, asıl itibariyle onlardan (yönetici­lerden) dir ve hükmetmek yetkisi onlara aittir. Buharî ve Müslim de İbn Ab-bas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Ey iman edenler, Allah'a ita­at edin. Peygambere de itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de" buy­ruğu, Sehmili Abdullah b. Huzafe b. Kays b. Adiyy hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber onu bir serîyeye komutan olarak göndermişti.[306]

Ebû Ömer (îbn Abdi'1-Berr) der ki: Abdullah b. Huzafe şakacılığı ile ta­nınan birisi idi. Onun şakalarından birisi de şudur: RasÛiullah (sav) onu bir seriyyeye kumandan tayin etmişti. O da komutası altında bulananlara odun toplayıp ateş yakmalarım emretti. Bu ateşi yakınca, ateşin içerisine kendile­rini atmalannı emretti ve onlara: Rasûlullalı (sav) size, bana itaat etmenizi em­retmedi mi? dedi ve: "Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiş olur" demedi mi? Onlar da şu cevabı verdiler: Bizim Allah'a iman etmemizin, Rasûlüne tabi olmamızın tek sebebi ateşten kurtulalım diyedir. Rasûlullalı (sav) onların yaptıklarını tasvip buyurup şöyle dedi; "Yaratıcıya isyanı gerektiren hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur."

Çünkü yüce Allah: "Kendinizi öldürmeyin" (en-Nisa, 4/29.) dîye buyurdu. Bu. isnadı sahili ve meşhur bir hadistir. [307] Muhammed b. Arnr b. Alka-me'nin, Ömer b. el-Hakem b- Sevban'dan rivayet ettiğine göre Ebû Said el-Hudri şöyle demiştir: Sehml'i Abdullah b, Huzafe b. Kays, Bedir ashabından-dı ve şakacı bir kimseydi. ez-Zübeyr de der ki: Bana Abdükebbar b. Said, Abdullah b. Vehb'den anlattı. Abdullah, el-Leys b. Sa'd'den şöyle dediğini nak­letti: Bana ulaştığına göre o, seferlerinden birisinde, Rasûfullah {sav)'ın de-vesinin eğer bağını, çözmüştü; nerdeyse Rasûlullah’ı bundan ötürü düşecek idi. tbn Vehb: Leys'e onu güldürmek için mi böyle yapmıştı, diye sordum. O da: Evet o şakacı bir kimseydi, dedi. Mcymun b. Mehran, Mukatil ve el-Kelbî de der ki: "Emir sahiplerî"nden kasK, seriyye kumandanlarıdır.

İkinci görüşün doğruluğuna gelince, buna da yüce Allah'ın: "Eğer bir şey­de çekişirseniz... onu Allah'a ve Rasûlü'ne döndürün" buyruğu delildir. Yü­ce Allah, hakkında anlaşmazlığa düşülen bir şeyi, Allah'ın Kitabına ve Pey­gamberinin sünnetine döndürmeyi emretmektedir. Allanın Kitabına ve sün­nete dönme keyfiyetini bilmek ise, ilim adamlarından başka kimselerin bi­lebileceği bir iş değildir. Bu da ilim adamlarına sormanın vacib ve onların fet­valarına bağlı kalmanm gerekti olduğunun delilidir. Sefil b. Abdullah (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: İnsanlar, (adaletti) sultanlarını ve (hak üzere olan) ilim adamlarını ta'zim ettikleri sürece hayırlara mazhar olmaya devam ederler. Eğer bu iki kesimi ta'zim edecek olurlarsa, Allah onların dünyalığı­nı da anketlerini de ıslah eder. Bu iki kesimi hafife alıp küçümseyecek olurlarsa, Allah onların dünyalarını da anketlerini de ifsad eder.

Üçüncü görüş, (sınırlı, özel) has bir görüştür. Ondan da daha has (tahsis edici) görüş ise dördüncü görüştür. Beşinci görüş ise, mana itibari ile doğ­ru olsa dahi, âyetin lafzı bunu kabil değildir. Çünkü akıl, her faziletin esa­sı, her edebin kaynağıdır. Allah onu din için bir esas, dünya için bir direk kıl­mıştır. Allah, aklın kemali dolayısıyla mükellefiyetlerini vacip kılmış, dünya­yı onun ahkâmı ile idare edilen bir yer kılmıştır, Akıl sahibi bir kimse, aklı­nı kullanmamızın gayret ve çaba gösteren herkesten daha çok Eabbine da­ha yakındır. Bu anlamdaki ifadeler İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.

Bazıları, "ululemr" ile Hz. Ali ve masum imamların kastetiîdiğini iddia et­mişlerdir, Eğer durum böyle olsaydı, ondan sonra gelen: "Onu Allah'a ve Rasulüne döndürün" diye buyurmasının bir anlamı olmazdı. Aksine şöyle demesi gerekirdi: Onu imama ve ululemre döndürün. Yüce Allah'ın bu şe­kilde buyurmuş olması ise, Kitap ve sünnetin muhkem olduğunu (onların hükmüne başvurmak gerektiğini) ortaya koymaktadır. Böyle bîr görüş (yani bunun Hz. Ali ve masum imamlar olduğu görüşü) kabul edilmemiş ve cum­hurun benimsediği kanaate muhalif bir görüştür.

itaatin gerçek mahiyeti, emri yerine getirmektir, Nitekim, masiyet de onun zıddıdır. O da emre muhalefet etmek demektir. İtaat kelimesi, inklyad etmekten alınmıştır. Masiyet ise, sertlik göstermek demek olan İsyandan alın­mıştır. "Sahipleri" kelimesinin tekili Sahib kelimesidir. Bu da kı­yasa göre olmayan bîr çoğuldur. Nisa (kadınlar), ibil (develer) ve at (hayl) kelimeleri gibi olup bunların lıerbirisi kendi lafzından tekili olmayan çoğul ifade eden bir isimdir. el-Hayl'in tekilinin hail olduğu da söylenmiştir, buna dair açıklamalar ise önceden geçmiş bulunmaktadır. (3/14. âyet, 6. başlık.) [308]

 

2- Anlaşmazlık Konularının Allah'a ve Peygambere Havale Edilmesi:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer bir şeyde çekişirseniz" buyruğundaki "çekişme (münaza'a)", mücadele eder ve anlaşmazlığa düşerseniz, demektir. Münaza'a (karşılıklı çekişme) tabirinin kullanılmasına ise, sanki herkes ötekinin deli­lini çekip onu çürütüyor gibi olduğundandır.

Nez', çekip almak demektir. Münaza'a da karşılıklı olarak delilleri çekiş­tirmek anlamındadır, "Ben de, bana ne oluyor ki, Kur'an ile benimle*çekişiyor diyorum" [309] hadisindeki "münaza'a" da buradan gel­mektedir. el-A'şa der kî:

"Onlarla- yaslanmış olduğum halde- reyhan otunun saplarını çekiştirdim. Bir de işe yaramaz ekşimiş ve arıtılmış hali bile ufak bitkiler (tortusu) bulunan

bir şarap (elden ele dolaştı)."

"Eğer bir şeyde" yani, dinînizi ilgilendiren herhangi bir hususta "çekişir­seniz, onu Allah'a ve KasûLü'ne döndürün" yani, o çekiştiğiniz mesele hakkında hüküm vermeyi Allah'ın Kitabına ve hayatta olduğu sürece ona sor­mak suretiyle Rasûlüne veya vefatından sonra sünnetini incelemek suretiy­le sünnetine döndürünüz. Bu Mücahid, el-A'meş ve Katade'nin görüşü olup sahih olan görüş de budur. Bu görüşde olmayanların imanlar! sarsılır. Çün­kü yüce Allah: "Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız" diye buyurmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamı, Allah ve Rasûlü en iyi bilir, deyiniz şek­lindedir. İşte işi Allah ve Rasülüne havale etmek budur. Bu ise, Ömer b. el-Hattab (r.a)'ın şu sözüne benzemektedir; Hakka dönmek, batılda oyalanmak­tan hayırlıdır.

Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Ali (r.a) şöyle demiştir: "Bizim yanımızda Allah'ın Kitabında ve bu sahifede yazdı bulunan şeylerden, yahut da müslüman bir kimseye verilen bir kavrayıştan başka bir şey yoktur." [310]  Eğer bu sözü söyleyenin dediği gibi olsaydı, bu ümmete has olan içtihad ile ona bağışlanan istinbatın batıl olması gerekirdi. Şu kadar var ki, misaller ge­tirilir ve doğru ortaya çıkıncaya kadar o misalin benzeri araştırılır.

Ebû'l-Âliye der ki: İşte bu {.sözü edilen şey) yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirilen husustur: "Halbuki bunu Rasuliine veya içlerinden emir sahip­lerine döndürmüş olsalardı, içlerinden işin. içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu elbette bilirlerdi." (en-Nisa, 4/83) Yüce Allah'ın ilmini ken­disine sakladığı ve yarattıklarından hiçbir kimseyi muttali kılmadığı birşey var­sa, işte, Allah bunu en iyi bilendir, denilecek hususlar bunlardır.

Hz. Ali, altı ay olan asgari hamilelik müddetini, yüce Allah'ın; "Ona gebe kalınması ve sütten kesilmesi otuz aydır" (el-Ahkâf, 46/15) buyruğu ile: "An­neler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" (el-Bakara, 2/233) âyetinden is-tinbat etmiştir. Çünkü biz, iki bütün yılı (24 ayı) otuz aydan çıkaracak olur­sak geriye altı ay kalır. Buna benzer örnekler ise pek çoktur.

Yüce Allah'ın: "Rasûlüne döndürün" buyruğu, Hz. Peygamberin sünne­ti ile amel edilip, onda yer alan emirlerin yerine getirileceğine delildir, Ni­tekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Size neyi yasakladımsa ondan uzak durunuz, size neyi emrettiysem gücünüz yettiği kadarıyla ondan yapı­nız. Çünkü, sizden öncekilerin helak edilmelerine sebep, çokça soru sorma­ları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri olmuştur." Bu hadisi Müslim ri­vayet etmiştir. [311]

Ebû Davûd da Ebû Rafi'den Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu riva­yet etmektedir: "Sizden herhangi birinizi koltuğuna oturmuş ve yaslanmış ol­duğu halde, benim verdiğim emirlerden herhangi bir emri yahut yasakladı­ğım herhangi bir husus kendisine gelip de onun: Biz bilmiyoruz, Allah'ın Ki­tabında bulduğumuza tabi oluruz dediğini görmiyeyim."[312]

El-İrbad b. Sariye'den rivayete göre, Rasûlullah (sav)'ın insanlara hutbe irad ettiği bir sırada hazır bulunmuş ve Hz. Peygamberin şöyle buyurduğuna ta­nık olmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, koltuğuna yaslanmış olarak zan­neder mi ki Allah, bu Kur'anda bulunandan başka hiçbir şeyi haram kılma-mışEır? Şüphesiz ki ben, -Allah'a and ederim- öyle bir takım şeylere dair emir­ler, öğütler vermiş ve yasaklarda bulunmuşum ki, hiç şüphesiz ki bunlar (sa­yıca) Kur'andakiler gibidir veya daha da fazladır." [313]

Bunu Tirmizî de el-Mikdam b. Ma'dikerib'den bu manada rivayet etmiş ve: Bu hasen, garip bir hadistir demiştir.[314]

Bu hususta meseleyi nihai olarak kesinleştiren ise, yüce Allah'ın şu buy­ruğudur: "Onun emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin gelip çat­masından sakınsınlar." (en-Nur, 24/63) Bu âyete dair açıklamalar ileride ge­lecektir. [315]

 

3. En Hayırlı Davranış:

 

Yüce Allah'ın: "Bu hem daha hayırlı" buyruğu, sizin anlaşmazlığa düştü­ğünüz hususları, Kitaba ve sünnete havale etmeniz, anlaşmazlıktan daha ha­yırlıdır. "Hem de sonuç Cyani dönüş) İtibariyle daha güzeldir.”

Te'vİl, anlaşılması güç lafızların anlamlarını herhangi bir anlaşmazlığı bu­lunmayan açık ifadelerle dile getirmektir. Yine te'vil, cem etmek ve düzene koymak anlamına da gelir. O bakımdan: "Allah işini bir ara­ya getirip düzene koysun" denilir.

Bunyruğun anlamının: Böyle yapmanız sizin tevilinizden, sizin açıklama­nızdan, işleri vardıracağınız sonucunuzdan daha güzeldir, şeklinde olması da mümkündür. [316]

 

60. Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara iman ettik­lerini iddia edenleri görmez inisin? Kendisini inkâr etmekle em-rolunduklan halde, tâğut'un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister.

61. Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin" denilince, münafıkların senden alabildiğine yüz çevirdiklerini görürsün.

 

Yezid b, Zurey', Davud b. Ebi Hind'den, o, eş-Şa'bî'den şöyle dediğin? ri­vayet etmektedir: Münafıklardan bir kişi ile yahudi bir kişi arasında bir an­laşmazlık vardı. Yahudi, münafık olanı Peygamber (sav)'a gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hz. Peygamberin rüşvet almayacağını biliyordu. Münafık ise, ya-hudiyi kendi hakimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da, yahu-di hakimlerin hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta an­laşmazlığa düşmeleri sonucunda, nihayet Cüheyye kabilesine mensup bir kâ~ hin'in hükmüne başvurmak üzere anlaştılar. İşte bu Tıususta, yüce Allah: "Sa na i ad i filene" münafık olanı kastediyor "ve senden önce indirilmiş olan­lara" yahudiyi kastediyor "iman ettiklerini iddia edenleri görmez mi­sin? Kendisini inkâr etmekle f mrolundukları halde tâğutun hükmüne baş­vurmak İstiyorlar" buyruğundan itibaren *V. tam bîr teslimiyetle teslim ol madıkça iman etmiş olmazlar" (en-Nisâ 4/65) buyruklarım indirdi. [317]

ed-Dahhak da der ki: Yahudi olan, münafık olanı Peygamber (sav) ın ha­kemliğine başvurmaya davet etliği halde, münafık olan da, Kâ'b b. eİ-Eşref in hakemliğine başvurmaya davet etti. İşte burada sözü geçen "tâğût" odur. Ay­rıca bunu, Ebû  Salih, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

İbn Abbas dedi kî: Bişr diye anılan münafıklardan bir kimse ile yahudi bi­risi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi: Haydi gel seninle Muhammed'e gidelim dediği halde, münafık olan da: Hayır, Kâ'b b. el-Eşref e gidelim, de­di. -İşte yüce Allah'ın "tâğût*1 yani, tuğyan eden kimse adını verdiği kişi bu­dur- Ancak yahudi, RasûluDah (sav)'dan başkasının hükmüne başvurmayı ka­bul etmedi. Münafık durumu görünce, onunla beraber Rasûlullalı (sav)'ın ya­nma vardL. Hz. Peygamber de yahudinin lehine hüküm verdL Hz. Peygam­berin yanından çıktıkları vakit münafık; Ben bu hükme razı değilim, dedi. Haydi şeninle Ebû Bekr'e gidelim. Hz. Ebû Bekir de yahudi Lehine hüküm verdi. Yine münafık buna razı geîmedi. Bunu da ez-Zeccâc zikretmiştir. Bu sefer dedi ki: Haydi seninle Ömer'e gidelim. Bunun üzerine Ömer'e gittiler. Yahudi dedi ki: Biz önce Rasûlullalı (sav)'a gittik, sonra Ebû Bekir'e gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı. Hz. Ömer, münafık olana: Bu durum dediği gibi midir diye sordu. Münafık: Evet deyince, Uz. Ömer: Ben yanınıza çıkıp gelinceye kadar burada durunuz, dedi, İçeri girdi, kılıcını alıp çıktıktan sonra ölünceye kadar kılıayia münafığı vurmaya devam etti ve dedi ki: İş­te ben Allah'ın ve Rasûlünün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm. Yahudi ise kaçıp gitti ve bu âyet-i kerime nazil ol­du. Rasûlullah (sav) da: "Sen, el-Fârûk'sun" dcdL Hz~ Cebrail de Hz. Peygam­bere nazil olup şöyle dedir Şüphe yok ki Ömer hakk ile batılın arasını far-ketti (birbirinden ayırdı"), tşte bundan doiayı ona el-Fârûk adı verildi, işte: “… tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar" buyruğuna kadar olan bütün âyetler bunun hakkında nazil olmuştur.

"Sapıklık" kelimesi, manayı te’kid için nasb edilmiştir. İyiden İyiye, alabildiğine büyük bir sapıklıkla saptırmak... demektir

Yüce Allah'ın: "Ve Allak sizi yerden bitki gibi bitirmiştir." (Nuh, 71/17) Buyruğu da bunun gibidir, Bu anlama dair geniş ve ye­terli açıklamalar daha önceden (Ali-îmran, 3/37. âyet-i kerimede) geçmiş bu­lunmaktadır.

"Alabildiğine yüz çevirmek" buyruğu, el-Halil'e göre rnastar'dan isimdir. Mastar ise, 'dir. Kûfeliler ise bu iki kelimenin (dalal ve sudûd kelimelerinin, yada sadd ve sudûd kelimelerinin) her ikisi de birer mastar­dır, derler, [318]

 

62. Elleriyle yaptıkları yüzüûden başlarına bîr musibet gelip çsttı-ğı zaman halleri nasıl olacak? Sonra sana gelirler de: "Biz iyilik etmekten ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik" diye Allah'a  yemin ederler.

63- İşte onlar, Allah'ın, kalplerinde olanı bildiği kimselerdir. Artık onlardan yüzçevir, onlara öğüt ver ve kendilerine haklarında et­kileyici sözler söyle.

 

"Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet gelip çattığı zaman halleri nasıl olacak?" Yani, (savaşta)  yardımlarını almayı terk e emekten ve yüce Allah'ın: "De ki: Ebedîyyen benimle birlikte asla (bir savaşa) çıkctTnaz-sınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız" (et-Tevbe. 9/83) buyruğunda işaret olunan, kendilerini gelip bulacak zillet dolayısı ile halleri nice olacak. Yani nasıl davranacaklar, ne yapacaklar? Burada onların (Hz. Ömer tarafından) öldürülen arkadaşlarının kastedildiği de söylenmiştir. "Elleriyle yaptıkları yüzünden..." ifadesi ile söz (cümle) tamam olmaktadır. Daha sonra onların yaptıklarından haber vermeye koyul­maktadır Şöyleki; Hz. Ömer, arkadaşlarını öldürünce, kavmi gelip diyetim istemeye ve: Bizler onun diyetini istemekle iyilikten ve hakka uygun davran­maktan başka birşey istemiyoruz, diye yemin etmeye kovuldular.

Şöyle de denilmiştir: Buyruğun anlamı şudur: Senin hükmüne başvurmak­ta, senden yüz çevirmekle biz sadece hasımlar arasını uyuşturup bulmayı ve verilecek hükümde iki tarafı birbirlerine yaklaştırmakla iyilikte bulunmayı is­temiştik.

İbn Keysan der ki: Biz yalnızca adalet ve hakkı istemiştik, derler. Bunun bir benzeri de: "Ve iyilikten başka birşey kastetmedik diye yemin edecekler­dir" (et-Tevbe, 9/107) buyruğudur, Yüce Allah, onların bu iddialarını yalan­layarak: "İşte bunlar, Allah'ın, kalplerinde olanı bildiği kimselerdir” di­ye buyurmaktadır. ez-Zeccac der ki; Yani, Allah onların münafık oldukları­nı bilmiştir, demektir. Bunun bizim için ifade ettiği anlam da şudur: Bilin ki onlar münafıklardır.

"Artık onlardan yûzçevir." Onları cezalandırmaktan ya da onların özür be­yan etmelerini kabul etmekten yüzçevir demek olduğu söylenmiştir. "Onla­ra öğüt ver" onları korkut. Bunun ileri gelenlerden bir kalabalık önünde ya-pıiacağı da söylenmiştir,

"Ve kendilerine haklarında etkileyici sözler söyle!" Yani, gizlice ve tenhada olduklarında, en beliğ bir şekilde, en etkileyici bir surette yaptıkla­rından vazgeçmelerini söyle. el-Hasen der kî: Onlara de ki: Şayet kalpleri­nizde olanı açığa vurursanız sizi öldürürüm, anlamındadır. "Etkileyici* dâ-ye meali verilen "belîğ* ifadesi diliyle kalbinde olanın özüne ulaşan (onu ye­terince ifade edebilen) kimse demektir. Araplar, “İleri derecede ahmak bîr kimse, aşırı ahmak kimse" tabirini kullanırlar. Bunun, ahmak da­hi olsa, istediğini elde eden, anlamında olduğu da söylenmiştir,

Şöyle de denilmektedir. Yüce Allah'ın; "Elleriyle yaptıkları yüzünden haç­larına bir musibet gelip çattığı zaman halleri nasıl olacak?" buyruğu. Mescid-i Dirar'ı inşa eden kimseler hakkında nazil olmuştur, Allah, onlarm münafıklıklarını ortaya çıkartıp mescidi yıkmaları emrini verince, Rasûluliah (sav)'a kendilerini savunmak kastı ile: Bizler mescidi bina etmekle, Allah'a itaat ve Kitabına mu vafa kattan başka birşey istemedik, demişlerdi. [319]

 

64. Biz, ne kadar peygamber gönderdiysek, Allah'ın izniyle itaat edil­sin diye gönderdik. Şayet kendilerine zulmettiklerinde sana gelip de Allah'tan mağfiret dikselerdi, Peygamber de onlara mağfiret isteyiverseydi, Allah'ı elbette tevbeleri çokça kabul eden, çok rahmet eden bulacaklardı.

Yüce Allah'ın: "Biz ne kadar peygamber gönderdiysek"

buyruğundaki (fc ) edatı tekid için zaid (fazladan) olarak gelmiştir. "Allanın izniyle" Allah'ın ilmîyle, demekti*1- Allah'ın tevfikiyle anlamındadır, da de­nilmiştir.

"İtaat edilsin diye" verdiği emırierde ve yasaklarda buyruğu kabul edilip yerine getirilsin diye "gönderdik." Şayet kendilerine zulmettiklerinde, sa­na gelip..." buyruğu hakkında Ebû Sadık, Hz. Ali'den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Rasûluüah (sav)'ı defnedigimizden üç gün sonra bir bedevi arap yanımıza çıkıp geldt. Kendisini Rasûlulîah'ın (sav)'ın kabri üzerine at­tı. Toprağından başının üzerine saçmaya koyuldu. Şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, sen söyledin biz de senin söylediğini dinledik. Sen Allah'tan belle­din biz de senden belledik. Allah'ın sana indirdiği buyruklar arasında da: ''Şa­yet kendilerine zulmettiklerinde..." âyeti de vardır. Ben kendime zulmet­tim. İşte sana, bana mağfiret dilemen için gelmiş bulunuyorum. Kabirden ona: Sana mağfiret olundu, diye seslenildi.

Yüce Allah'ın: "Allah'ı elbette tevbeleri çokça kabul eden, çok rahmet eden bulacaklardı.* Yani tevbelerini çokça kabul eden kimse... bulacaklar­dı. Buradaki "tevbeleri çokça kabul eden, çokça rahmet eden" buyrukları iki mef.'uldür. [320]

 

65' Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerin­de hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadık­ça İman etmiş olmazlar.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;

 

1. Âyeti Kerimenin Nüzul Sebebi:

 

Mücahid ve başkaları der ki: Bu âyet-i kerime ile kastedilenler, daha ör&-ce sözleri geçen tâğûtun hükmüne başvurmak isteyen kimselerdir. Âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.

et-Taberî der ki: Yüce Allah'ın: "Hayır" buyruğu, daha önce sözü geçen­leri red içindir. İfadenin takdiri de şöyledir: Durum, onların sana indirilen­lere iman ettiklerini iddia ettikleri gibi değildir. (Onlar sana iman etmemiş­lerdir.) Daha sonra: "Rabbine andolsun ki... İman etmiş olmazlar" buyru­ğu ile buna yeni bir kasemde bulunmaktadır

Başkaları da şöyle demiştir: Hayır <*J )'ın yeminden önce gelmesi, imanla-nnı nefyetmeye ve onun oldukça güçlü bir nefîy olduğunu izhar etmeye ve­rilen önemden dolayıdır.

Kaşemden sonra bunu bir daha bu nefye gösterilen ihtimamı tekid etmek için tekrarlamıştır. O bakımdan İkinci ( (olumsuzluk edatıl'nın düşürülme­si sahih olur. Ve böylelikle birincisinin başa alınmasıyla bu ihtimam yine bü­yük ölçüde belirtilmiş olurdu. Birincisinin de ıskatı yerinde olurdu ve bu durumda nefıy anlamı olduğu gibi kalır, fakat bu nefye gösterilen ihtimamın an-lamı ortada kalmazdı.

Anlaşmazlığın ortaya çıkması buyruğunun anlamı, anlaşmazlık ve karışıklıktır. Dallarının birbirinden farklı farklı olması dolayısıyla ağaçlara *eş-Şecer" denilmesi de buradan gelmektedir. Hevdeçlerde kullanılan sopalara da birbirinin içine girdiklerinden dolayı "şicâr* denilmektedir. Şair der ki:

"Canım sana feda olsun ve mızraklar birbirine karışmış bulunurken Bunlar ise ayağa kalkmış (fakat düşmanla) karşılaşmaktan yana

sıkıntı içerisindedirler."

Şair Tarefe de şöyle demektedir:

“ Onlar, karmakarışık işlerde hüküm verenler,

Doğruluğun sahipleri ve insanların işlerinde koşanlardır."

Bir kesim de (âyetin nüzulü ile ilgili olarak) şöyle demektedir: Bu âyeti kerime, ez-Zübeyr b. el-Avvâm'm ensardan olan birisi İle tartışması hakkın­da nazil olmuştur. Aralarındaki anlaşmazlık bahçelerinin sulanması ile ilgi­liydi. Hz. Peygamber ez-Zübeyr'e: "Önce sen arazini sular sonra da suyu kom­şunun arazisine sal" demişti. Hasım ise: Görüyorum ki, halanın oğluna ilti­mas geçiyorsun, dedi. Rasûlullah (savVın yüzünün rengi değişti ve ez-Zü­beyr'e: "Bahçeni sula, sonra da su tarlanın duvarlarına ulaşıncaya kadar hap­set" dedi. Ve bunun üzerine: "Hayır, Rabblne aadolsunkl... iman etmiş ol­mazlar" âyeti nazil oldu.

Bu Hadis-i Şerif sabit ve sahili bir hadistir. Bunu Buhârî, Ali b, Abdullah'tan, o, Muhammed b. Cafer'den o da Ma'mer senediyle rivayet etliği gibi, [321] Müs­lim de bunu Kuteybe'den, her ikisi de (Ma'mer ile Kuteybe, ez-Zührî sene­diyle rivayet etmiştir.[322]

Bu görüşü (Ma'mer ile Kuteybe) kabul edenler, ensardan olan kimsenin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bazıları bu Bedire katılmış ensar­dan bir kimsedir demektedir.

Mekki ile en-Nehhas ise şöyle demektedirler: Bu kişi, Hatıb b. Ebi Bel-tea'dır. es-Sa'lebî? el-Vahidî ve e!-Mehdevî de: O, Hatıb'dır demişlerdir. Bu­nun Sa'lebe b.-Hatıb olduğu da söylendiği gibi, başka kimse olduğu da söy­lenmiştir. Ancak sahih olan birinci görüştür; Çünkü, orada kim olduğu tayin edilmediği gibi, ismi de verilmemektedir. Buharı ve Müslim'de de onun en­sardan bir kimse olduğu zikredilmekle yetinilmiştir.

Taberî ise, âyet-i kerimenin münafık kişi ile yahudi hakkında inmiş olaca­ğı görüşünü tercih etmektedir. Nitekim Mücahid de böyle demiştir. Ayrıca bu âyet-i kerime umum ifadesi ile, ez-Zübeyr'in kıssasını da kapsamına alır.

İbnül-Arabî der ki: Sahih olan da budur. Hüküm konusunda Rasûlullah (savVı itham eden her kimse kâfirdir. Fakat ensardan olan o şahıs yanılmış­tı. Peygamber (sav)'da ondan yüz çevirmiş ve yakininin doğruluğunu bildi­ği için bu yanlışlığını affetmişti. Ensari'nin gösterdiği bu davranış elinde ol­madan olmuştu. Böyle bir özellik ise Peygamber (sav)'dan başka herhangi bir kimse için sözkonusu değildir. Hakimin verdiği hükme razı olmayıp onu red ve tenkid eden bir kimsenin bu durumu bir (irtidattır) ve onun tevbe etmesi istenir. Fakat verdiği hükümde değil de bizzat hakimin kendisini tenkîd edecek olursa, hakim onu ta'zir de edebilir, af da edebilir. Buna da­ir açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle A'raf Sûresinin sonlarında {'el-A'raf, 7/199. âyetin tefsirinde) gelecektir. [323]

 

2. Rasuluîlak'ın ez-Zübeyr Olayındaki Bu Tutumu, ile Bu Âyet-i Kerimenin Ftkhî İncelikleri:

 

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi, zikretmiş olduğumuz hadis-i şerif ise, bunun ihtiva ettiği fıkhı incelikler de şöyledir: Hz. Peygamber, ez-Zübeyr ile onun hasmına karşı Önce sulh yolunu izlemek istemiş ve: “Ey Ziibeyr, Önce sen arazini sula" demişti. Bunu söylemesine sebep ise, Zübeyr'in arazisinin suya olan yakınlığı idi. "Sonra suyu komşuna gönder." Yani, hakkını kullan­makta esnek davran, onu tamamiyle kullanma. Suyu komşuna göndermek­te de elini çabuk tut. Bu sözleriyle Zübeyr'i müsamahaya ve kolaylık göster­meye teşvik etmişti.

Ancak ensari bu sözleri işitince buna razı olmayıp kızdı. Çünkü o, suyun hiçbir şekilde kendisinden alıkonulma masını, tutu İma ma sini istiyordu, İşte bu esnada, haksızca insanı helak eden ve belini kıran şu sözü söyledi:

"Bu senin halan oğludur diye mi böyle söylüyorsun?" Bu sorusunu, Hz. Pey-gamber'in bu durumuna tepki göstermek üzere söylemişti. Yani sen, onun­la olan akrabalığın dolayısıyla mı onun lehine ve benim aleyhime hüküm ve­riyorsun? -

İşte bu esnada Peygamber (s.a.v.)ın, ona kızgınlığı dolayısıyla yüzünün ren­gi değişti. Ve komşusuna herhangi bir müsamaha göstermeksizin hakkını so­nuna kadar alması için Zübeyr'in lehine hüküm verdi. O bakımdan kalkıp da: Hz. Peygamberi "Hakim kızgın olduğu halde hüküm vermez" [324] dediği hal­de kızgınken hüküm vermiştir, denilemez.

Biz buna karşılık şöyle diyoruz: Çünkü Hz. Peygamber tebliğde olsun, hü­kümlerinde olsun hatadan masumdur. Buna delil ise, yüce Allah'tan tebliğ et­tiği şeyler hususunda onun doğru söylediğine delâlet eden akıldır. O bakım­dan o, diğer hakimler gibi değildir.

Yine hadis-i şerifte hakimin, hak açıkça ortaya çıksa dahi hasımlar arası­nı ıslah yolu ile bulması yolu gösterilmektedir. Ancak Mâlik bunu kabul et­memektedir. Bu hususta Şafiî'nin ise farklı görüşleri gelmiştir. Bu hadis ise bunun caiz olduğuna açık bir delildir. Eğer kendi aralarında sulh yaparlar­sa mesele yok. Aksi takdirde hakim, hak sahibi lehine hakkı tamamen alır ve böylelikle hüküm sabit olur. [325]

 

3. Üstteki Arazi Sahibinin Arazisini Sulaması ve Bir Alttakine Suyu Bırakması Keyfiyeti:

 

Mâlik'în arkadaşları, üst tarafta bulunın, suyu ak Earafta bulunana gönder­me şekli hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Habib der ki: Üst taraf­la bulunan kişi, bütün suyu bahçesine alır ve onunla sular. Nihayet su bah­çesinin bütün zeminini doldurup orada duranın topuklarına kadar ulaşınca, bu sefer suyun girdiği yeri kapatır ve topuklara erişen miktardan fazla olan suyu kendisine bitişik olana gönderir. O da, bu şekilde uygulama yapar ve en uzak bahçeye su ulaşıncaya kadar böyle yapar. Mutam* ile İbnü'1-Mad-şûnj bunu bana böylece açıkladılar. İbn Vehb de böyle demiştir.

İbnü'l-Kasım da der ki: Su, bahçede topuk miktarına ulaşınca, suyun ta­mamını bir altta bulunana gönderir ve kendi bahçesi içerisinde ondan her­hangi bir şey alıkoymaz, İbn Habib de der ki: Mutarrîf iJe İbnü'l-Macişûn'un söylediklerini ben daha çok tercih ederim. Ve onlar bu İşi daha iyi bilirler. Çünkü Medine, bu ikisinin yurdudur. Bu mesele de orada olmuştur. Uygu­lama orada cereyan etmiştir. [326]

 

4.  Sulama Şekline Dair Rivayetler ve Görüşler:

 

Mâlik'in, Abdullah b. Ebi Bekir'den rivayetine göre, ona Rasûlullah (sav)'ın, (Medine'de yalnızca yağan yağmur suları ile akan iki sel suyu olan) Mehzûr ve Müzeynib sel sulan hakkında şöyle buyurmuştur: "Topuklara ulaşıncaya kadar suyu alıkonur, sonra da üstteki, bir alttakine suyu bırakır." [327]

Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: "Ben, bu hadis-i şerifin herhangi bir vecihle Peygamber (say)'a muttasıl bir senetle rivayet edildiğini bilmiyorum. Bu hadisin merfu'a en çok yaklaşan senedi Muhammed b. îshak'ın, Ebü Mâlik b. Sa'lebe'den, onun babasından, onun da Peygamber (sav)'dan yaptığı ri­vayettir. Buna göre: Mehzûr seli çevresinde bulunanlar, Hz. Peygambere gel­diler. Hz. Peygamber de, su topuklara ulaştığı takdirde, bir üstte olanın su­yu alıkoyamıyacağı şeklinde hüküm verdi. Abdurrezzak da Ebû Hâzim el-Kurtubî'den, o, babasından, o da dedesinden, o da Rasûlullah (sav)'dan, Hz. Peygamberin Mehzûr seli suları hakkında şu hükmü verdiğini nakletmekte­dir: Her bahçe sahibi, su topuklara ulaşıncaya kadar suyu alıkoyar, sonra onu serbest bırakır. Bunun dışındaki diğer sel sulan da böyledir. Ebû Bekir el-Bez-zar'a bu hadis hakkında sorulmuş, o da şöyle demiştir; Ben bu hususta Pey­gamber (sav)'dan sabit olacak bir lıadis bellemiş değilim. Ebû Ömer der ki: Lafzan bu şekilde olmasa bile, mana itibariyle Sabit yoluyla gelen hadisin sa­hih olduğu üzerinde icma vardır. Hadisi îbn Vehb, el-Leys b. Sâ'ad ile Yunus b. Yezirî'den, her ikisi İbn Şihab'dan şöylece rivayet etmişlerdir: Urve b. ez-Zübeyr, İbn Şihab'a şunu anlattı: Abdullah b. ez-Zübeyr, kendisine ez-Zü­beyr1 den naklederek anlattı ki; ez-Zübeyr, Rasûlullah (sav) ile beraber Be-dir'de bulunmuş ensardan bir adam ile bir su arkı hususunda davalaştı. Her ikisi de bu su arkından hurmalarını suluyorlardı. Ensardan olan kişi: Suyu bı­rak, deyince ez-Zübeyr kabul etmedi. Bu sefer Peygamber (sav)Tın huzurun­da davalaşülar, dedi ve hadisi zikretti.

Ebû Ömer der ki: (Daha önce başka yoldan kaydedilen) hadis i şerifte ge­çen; "sonra su bırakılır" ifadesiyle: "Su topuklara varacak olursa, üstteki su­yu alıkoymaz" ifadeleri, Îbnü'l-Kasım'ın görüşünün lehine tanıklık etmekte­dir. Aklî bakımdan da durum şöyledir: Üstteki bulunan kişi şayet yalnızca to­pukları bulan miktardan arta kalanı gönderecek olursa, bu en kısa bir süre­de suyun kesilmesi sonucunu vermez ve bütün suyu serbest bırakması ha­linde ulaşması mümkün olan yere kadar ulaşmaz. Fakat üstte bulunan kim­se, topuklara ulaşan kadarından sonra bütün suyu tamamen bırakacak olur­sa, bunun faydası daha genel kapsamlı ve insanların ortak kılındıkları şey­lerde faydası daha çok olur. O bakımdan İbnü'l-Kasım'ın görüşü herhalde da­ha uygundur. Tabii ki bu, suyun asit alt arazinin sahibinin özel mülkü olma­dığı takdirde böyledir. Çünkü herhangi bir amel, yahut sahih mülkiyet yada kadim bir istihkak ve mülkiyetin sübutu ile bir şeye hak kazanılmış ise, o tak­dirde herkes, elinde bulunan şeyden sahip olduğu hakka göre istifade ed­er ve o rpeselede asıl neyse ona göre hüküm verilir. Başarı Allah'tandır. [328]

 

5. İslâm'ın Hükmüne İtaat ve Teslim Olmanın Zorunluluğu:

 

Yüce Allah; "Sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkın­tı duymadan" yani, içlerine bir darlık ve şüphe gelmeden... Sıkıntı anlamı­na gelen "el-harec" kelimesinin bu anlamı dolayısıyla birbirine sarmaş do­laş olan ağaçlar için “” denilir. Çoğulu ise; “” şeklinde gelir.

ed-Dehhak der ki: Bu buyruk; senin verdiğin hükmü inkar etmeleri sure­tiyle kalplerinde günahı gerektirecek bir şey duymaksızın anlamındadır. Tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça" hükme dair verdiğin emrine tama­mıyla itaat etmedikçe "iman etmiş olmazlar." ez-Zeccac der ki:"Tes­limiyet, tekid edici bir mastardır, O bakımdan (bu kabilden olmak üzere: "Kesinlikle vurdum, dediğin zaman, ben bunda hiç şüphe etmi­yorum, demiş gibi olursun. İşte; "Tam bir teslimiyetle teslim ol­madıkça" buyruğu da bu kabildendir. Yani senin verdiğin hükme, içlerinde herhangi bir şüphe ve tereddüt sokmaksızın tam teslimiyetle teslim olmadık­ça İman etmiş olamazlar. [329]

 

66. Şayet onlara: "Kendinizi öldürün yahut yurtlarını'/dan ç Jun" di­ye yazsaydık, içlerinden pek azı müstesna bunu yapmazlardı. Kendilerine verilen öğütleri yerine getirselerdi elbette hakların­da çok hayırlı ve daha bir sebat verici olurdu.

67. O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükâfat da verirdik. 6 8. Ve onları elbette dosdoğru yola iletirdik.

 

Buyrukların Nüzul Sebebi:

 

Buyrukların nüzûi sebebi ile ilgili olarak şu rivayet gelmiştir; Sabit b b- Şemmâs ile bir yahudi karşılıklı olarak övünmeye koyuldular. Yahudi şöy­le dedi: Allah'a yemin olsun, bize kendimizi öldürmemin farz yazıldı ve biz de öldürdük. O kadar ki, öldürülenlerin sayısı yetmişbin kişiyi buldu. Bunun üzerine Sabit şöyle dedi: Allah'a yemin olsun, Allah bize de kendinizi öldü­rün diye yazacak olsa, şüphesiz biz de bunu yapardık.

Ebû İshak es-Sebiî1 de der ki: "Şayet onlara kendinizi öldürün... diye yaz-saydık" âyet-i kerimesi nazil olunca, birisi: Biz bununla emrolunacak olsak mutlaka bunu yaparız.

Fakat bizi bundan esenliğe kavuşturan Allah'a da hamd olsun, dedi. Bu hu­sus Rasûlullah (savVa ulaşınca şöyle buyurdu: "Şüphe yok ki, ümmetim arasında öyle erler vardır ki, iman kalplerinde yerlerinde sapasağlam duran dağlardan daha bir sağlamdır" [330]

İbn Vehb der ki: Mâlik dedi ki: Bu sözü söyleyen Ebû Bekir es-Sıddik (r.aj'dır, Mekkî de bu şekilde bu sözü söyleyelenin Hz. Ebû Bekir olduğu­nu zikretmektedir. en-Nakkaş ise bu sözü söyh'yenin Ömer b. el-Hattab (r.a) olduğunu zikretmiştir, Ebû Bekir es-Sıddik (r.a)'dan da şöyle dediği zik­redilmektedir: Eğer üzerimize böyle bir şey yazılacak olsaydı, şüphesiz ben, önce işe kendimden ve aile halkımdan başlardım,

Ebû'1-Leys es-Semarkandî de şunu zikretmektedir: Aralanndan bu sözü söy­leyenler Ammar b. Yasir, İbn Mes'ud ve Sabit b. Kays'dır. Bunlar şöyle de­mişlerdi:

Allah bize kendimizi öldürmemizi yahut yurtlarımızdan çıkmamızı emre­decek olsaydı, şüphesiz ki bunu yapardık. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; "İman yiğitlerin kalplerinde, yerlerinde sapasağiam du­ran dağlardan daha da sağlamdır" diye buyurdu.

"Şayet," başkasının imkânsızlığı veya olmaması dolayısıyla o şeyin İm­kansızlığına delâlet eden bir harftir. Şanı yüce Alİah, burada onun bize olan merhameti ve yumuşak davranışı dolayısıyla masiyetimizin ortaya çıkmama­sı için üzerimize böyle birşeyİ yazmamış olduğunu haber vermektedir.

Çünkü hafif olmakla birlikte kusurlu davrandığımız nice emirler vardır. Ağır­lığına rağmen ya böyle bir emre karşı nasıl davranabilirdik ki? Fakat, Allah'a yemin ederim ki, muhacirler, razı olunacak bir hayatı istemek arzusuyla, mes­kenlerini bomboş bırakıp çıktılar.

"İçlerinden pek azı müstesna bunu" yani, öldürmeyi ve yurtlarından çıkmayı "yapmazlardı" İfadenin takdiri şöyledir: Bu işi (onlara farz olarak) yazsaydık, pek az kimse dışında bunu hiçbir kimse yapmazdı.

Abdullah b. Âmir ile, İsa b. Ömer, "Pek azı müstesna" ifadesini istisna olmak üzere “” şeklinde okumuştur. Şam halkı muslıaflannda da bu ifade böyledir. Diğerleri ise bunu reP ile okumuşlardır. Ref ile okumak ise, bütün nahivcilere göre daha güzeldir

Bunun mahzuf bir fiil takdiri ile mansub olduğu da söylenmiştir ki, onun takdiri de şöyledir: Onlardan pek az kimselerin... bunu yap­ması müstesna.

RePin daha iyi olmasının sebebi ise, lafzın manadan evla oluşundan do­layıdır. Çünkü lafız aynı zamanda manayı da kapsar.

Bu azınlıklardan birisi det zikrettiğimiz gibi, Ebû Bekir, Ömer ve Sabit b. Kays gibileriydi. el-Hasen ve Mukatil ise, Ammar ve İbn Mesud'u da ayrıca zikretmişlerdir ki, biz de bunları zikretmiş bulunuyoruz.

"Kendilerine verilen öğütleri yerine getirselerdi elbette haklarında19 dün­yada da âhirette de "çok hayırlı ve" hak üzere "daha bir sebat verici olur­du. O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükafat" yani, âhirette büyük bir sevap "da verirdik."

"O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükafat da verirdik" buyruğundaki "lâm" harfi cevap lanVı ( îij) de şartın cezasına (ce­vabına) delalet etmektedir. Manası da şöyle olur: Eğer onlar, kendilerine ve­rilen öğütleri yapacak olsalardı, Biz de onlara… elbette verirdik, demektir. [331]

 

69. Kim Allah'a ve Rasûle itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendile­rine nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar» şeh idler ve salih-lerie birliktedirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar!

70. Bu büyük lütuf Allah'tandır. Herşeyİ bilen olarak Allah yeter.

 

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1. Allah'a ve Peygambere İtaat Edenlerin Mükâfaatı ve Bu Buyrukların Daha Önceki Ayetlerle İlişkisi:

 

Yüce Allah: "Kim Allah'a ve Rasule İtaat ederse..." buyruğunda, müna­fıklara kendisini yerine getirmeleri öğütlenen emri yapmış olsalar ve kendi­lerine dönecek olsalardı, onlara nimet ve ihsanda bulunacağını zikrettikten sonra, burada da bu işi yapanların alacağı sevap ve mükâfatı zikretmektedir.

Bu âyet-i-kerime, yüce Allah'ın: "Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine ni­met verdiğin kimselerin yoluna,,." (el-Fatiha, 1/7) âyetini tefsir etmektedir.

Hz, Peygamberin de vefafı esnasında söylediği; "Allah'ım, en yüce arkadaşı istiyorum" buyruğunda kastedileni de açıklamaktadır.

Buharîde Âişe (r.anha)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:

"Hastalanan her bir peygamber, mutlaka dünyada kalmak ile âhirete göç etmekten birisini seçmek hususunda serbest bırakılmıştır." Peygamber de has­talanıp rahatsızlandığı sırada, sesi alabildiğine kısılmıştı. Onun şöyle dedi­ğini duydum: "Allah'ım kendilerine nimet vermiş olduğun peygamberler, sıd-dîklar, şehidler ve talihlerle beraber (ligi istiyorum)." Böylece onun da iste­diğini seçmekte serbest bırakıldığını anladım. [332]

Bir kesim de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime, kendisine ezanın rüyada gös­terildiği ensardan Abdullah b. Zeyd b. Abdi Rabbilı'in şöyle demesi üzerine nazil olmuştur:

Ey Allahın Rasûlü, sen ve bizler ölecek olursak, sen yüksek makamlarda olacaksın, biz seni göremeyecek, seninle bir arada olamayacağız. Bundan do­layı da üzüntüsünü dile getirince bu âyet-i kerime nazil oldu. [333]

Mekkî, bu Abdullah b. Zeyd'in, Peygamber (sav)'ın vefatı üzerine: Allah'ım gözümü kör et ki, ondan sonra kimseyi gözüm görmesin diye dua ettiğini nak­letmektedir. Derhal gözleri kör oldu. Bunu el-Kuşeyrî de nakledip ve şöyle demektedir: Allah'ım gözümü kör et. Sevdiğimden başka, sevdiğime kavu­şuncaya kadar hiçbir şeyi görmeyeyim. O da olduğu yerde kör oluvermiştir.

es-Sa'lebî de şunu nakletmektedir: Bu âyet-i kerime, Rasûlujlah (sav)'ın azadlı kölesi Sevban hakkında nazil olmuştur. Sevban, Hz. Peygamberi pek çok sever, onsuz dayanamıyordu. Birgün Hz. Peygamberin yanına yüzü de­ğişmiş, vücudu alabildiğine zayıflamış bir şekilde geldi, keder yüzünden oku­nuyordu. Hz. Peygamber: "Ey Sevbân, rengini değiştiren sebep nedir?" diye sorunca, şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, herhangi bir zararım, ağrım, sıkın­tım yok. Şu kadar varki, ben seni görmeyecek olursam, seni özlüyorum. Ve seninle karşılaşıncaya kadar oldukça yalnızlık hissine kapılıyorum. Bundan sonra da ahiret hatırıma geldi. Orada seni göremeyeceğimden korkuyo­rum. Ben biliyorum ki sen peygamberlerle beraber yükseklerde olacaksın. Ben ise, cennete girecek olsam dahi mutlaka senin mevkiinden daha aşağı­larda bir mevkide bulunacağım. Eğer cennete büsbütün giremeyecek olur­sam, işte bu ebediyyen seni görmeyeceğim bir zamanın gelip çatması demek­tir. Bunun üzerine, yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bunu el-Vahidî, el-Kelbî'denjiakletmektedir. [334]

Mesruk'dan senedi de kaydedilerek şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlul-lah <sav)'ın ashabı şöyle dedi: Biz dünyada senden ayrılamiyoruz, ayrılma­malıyız. Bizden ayrılacak olursan sen bizim üstümüze çıkartılacaksın. Bunun üzerine yüce Allah: "Kim Allah'a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler... ile birliktedirler" buyru­ğunu indirdi.

Allah'a itaatin kapsamında RasûJüne itaat de vardır. Fakat onun kadrinin şerefine dikkat çekmek ve yüce ismine işaret etmek üzere onu bizzat zikret­miştir. Allah ona ve âline salât-ü selâm getirsin. "İşte onlar Alladın kendi­lerine nimetler verdiği... salihlerle birliktedirler." Yani onlarla birlikte ay­nı diyarda olacaklar, aynı nimetler içerisinde bulunacaklardır Onları görmek­le, onlarla birlikte bulunmakla zevk alacaklardır. Yoksa derece itibariyle on­lara eşit olacaklar anlamında değildir. Çünkü dereceleri birbirlerinden fark­lıdır Bununla birlikte dünya hayatında onlara tabi olduklarından, onlara uy­duklarından dolayı, birbirleriyle ziyaretleşeceklerdir.

Cennette bulunan herkese kendi haline rıza göstermek de ihsan edilecek­tir. Ve o kimsede kendisinden daha üstün ve faziletli kimse olduğu inancı da giderilecektir. Şanı yüce Allah: "Biz onların kalplerinde kin namına ne var­sa söküp atacağız" (el-Âraf, 7/43) diye buyurmaktadır.

Sıddîk, faîl vezninde bir kelime olup, doğrulukta veya doğrulamakta mü­balağa gösteren, ileriye geçen demektin Sıddîk, diliyle söylediğini fiiliyle ta­hakkuk ettirendir, Siddîklerin, Ebû Bekir es-Sıddik gibi, peygamber! e re ta­bi olanlar arasında, tasdik etmekte ellerini çabuk tutan, erken davranan fa­ziletli kimseler oldukları da söylenmiştir. el-Bakara Sûresi'nde (.2/24. âyetin tefsiri ile 154. âyetin tefsirinde) "Sıddik" kelimesinin iştikakı (türediği kökü) ve şehidin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Burada şehitler­den kasıt; Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, salihlerden kasıt ise, sair ashab-ı kiramdir. Allah hepsinden razı olsun.

"Şehidler" den kastın, Allah yolunda öldürülmüş kimseler oldukları "sa-tihlerltden kastın ise, Allah'ın Rasûlü Muhammed ümmetinin salihleri oldu­ğu da söylenmiştir.

Derim ki: Âyet-i kerimenin lafzı, bütün salih ve şehidleri kapsamına almak­tadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Rıfk (arkadaş anlamına gelen rafik'ın kökü) ise, yumuşak davranmak, yumuşak huylu olmak demektir. Arkadaşa refik denilmesi ise, senin arkadaşlığı ile birlikte oluşundan dolayıdır. Arka­daşa, birlikteliği (irtifakı) dolayısıyla refik denilmektedir.

Âyet-i kerimede tekil olan, "raffkan" kelimesinin "Onlar ne güzel arkadaştırlar" şeklinde çoğul olarak okunulması da caizdir, el-Alı-feş der ki: "Rakkan™ kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir. "Rufaka -Rafik'in çoğulu-ark a da şiar" anlamındadır.

Yine el-Ahfeş şöyle der: Temyiz olmak üzere nasb edilmiştir. Bundan do­layı ketime tekil olarak gelmiştir. Sanki buyruğun anlamı şöyledir; Bunların her birisi arkadaş olarak ne güzeldir; Nitekim yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Sonra sizi bir bebek olarak çıkartıyoruz."(eUHac, 22/5) Yani sizin her-birinizi bir bebek olarak çıkartıyoruz demektir. Yine yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Gizlice göz ucuyla baktıklarını... "(eş-Şûrâ, 42/45)

Bu âyet-i kerimenin anlamı, Hz. Peygamberin şu hadisi ile de ilgilidir "Ar­kadaşların hayırlıları dörttür." [335] Burada da yüce Allah, yalnız dört çeşit ar­kadaşı anmaktadır, bunun üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. [336]

 

2. Hz. Ebu Bekir'in Halifeliği:

 

Bu âyet-i kerimede Ebû Bekir (r.a)'m halifeliğine delil vardır. Şöyleki; Yüce Allah gerçek dostlarının mertebelerini Kitab-ı Kerim’inde sözkonusu etti­ğinde, bunların mertebe itibariyle en yüksek olanlarını önce zikretti kî, bunlar da peygamberlerdir. Daha sonra ikinci olarak sıddikları sözkonusu et­ti, her ikisi arasında da herhangi bir mertebeyi zikretmedi. Müslümanlar da tıpkı Muhammed (savj'a Rasûl demek üzerinde icma ettikleri gibi, Ebû Be­kir es-Sıddik'a da "Siddîk" adını vermek üzerinde icma etmişlerdir. Bu husus böylelikle sabit olup, onun Stddîk olduğu ve Ra sulu ilah'tan sonra gelen ikin­ci şahıs olduğu doğru olarak anlaşıldığına göre, artık ondan sonra herhan­gi bir kimsenin onun önüne geçmesi caiz olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, [337]

 

3. Bu Derecelere Ulaşmak Ancak Allah'ın Lütfü ile Olur: Yüce Allah:

 

"Bu büyük lütuf Allah'tandır" buyruğu ile, onların bu üstün dereceye kendi itaatleri ile ulaşmadıklarını, aksine buna, Allah'ın lütuf ve ke-remiyle ulaşmış olduklarını haber vermektedir. Bu da: Kul bunu kendi fiili ile elde eder, diyen Mutezilenin söylediğinin hiîâfinadır- Çünkü şanı yüce Al­lah, gerçek dostlarına ihsan etmiş olduğu lütfunu dile getirip minnet etme­si ve herhangi bir kimsenin yapmadığı birşey dolayısıyla kendisini övmesi ca­iz olmaması böyle diyen Mutezilenin söylediklerinin batıl oluşuna bir delil­dir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [338]

 

71- Ey iman edenler! Korucuna tedbirlerinizi alan da* ya küçük bir­likler halinde savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;

 

1. Ayetler Arası îlişki, Tevekkülün Gerçek Mahiyeti ve Tedbirin Önemi:

 

Yüce Allah: "Ey iman edenler! Koruma tedbirlerinizi alın...** buyruğu, Muhammed (sav) ümmetinden ihlas sahibi mü'minlere bir hitap ve onlara kâfirlere karşı cihad ile Allah yolunda ve şeriatı himaye etmek uğrunda sa­vaşa çıkmak için bir emirdir.

Bu âyet-i kerimenin bundan önceki buyruklarla ilişki yönüyle anlatım dü­zenine gelince: Şanı yüce Allah, Allah'a itaat ile Rasûlüne itaati sözkonusu ettikten sonra, itaat ehli olan kimselere dini ihya etmek ve davasını yücelt­mek işini yerine getirmelerini emretti ve düşmanlarına nelere sahip olduk­larım tecessüs edip tesbiî etmedikçe ve üzerlerine nasıl gideceklerini bilmedikçe, cahilce düşmanlarının üzerlerine atılmamalarını emretmektedir. Çün­kü emrolunan şekilde hareket etmeleri onlar için dalıa bir sebat vericidir. O bakımdan: "Korunma tedbirlerinizi alın" buyurarak, savaşlara nasıt başla­yacaklarını öğretmektedir. Bu ise, tevekküle aykırı değildir. Aksine bu, da­ha önce, Âli İmran Sûresi'nde (122. âyetin tefsirinde) geçtiği ve ileride de ge­leceği gibi bizzat tevekkülün tâ kendisidir.

"Korunma ve tedbir alma" anlamına gelen: “”kelimesi ise, “” kelimeleri gibi iki şekilde söylenebilir. el-Ferra der kî: Çoğunluk­la bu kelime “” şeklinde söylenmekle birlikte “” şeklinde söylen­diği de işitilmiştir. Korunma tedbirini al, anlamında: “” denilir.

Korunmak maksadı ile silahı alınız, tabirinin kullanıldığı da söylenmiştir. Çünkü korunma tedbiri onunla alınmış olur.

Bununla beraber hazer (korunma ve tedbir alma) kaderi bertaraf edemez. Bu konu ise bir sonraki başlığın konusudur. [339]

 

2. Tedbir ve Takdir:

 

"Hazer (tedbir)*, düşmanların tuzaklarını, hilelerini defeder ve önler, di­yen Kaderiye'nin görüşüne muhalif olarak, bize göre tedbir takdiri değiştir­mez. Çünkü Kaderiye der ki: Eğer durum böyle olmasaydı, onlara korunma tedbirini almalarını emretmenin bir anlamı olmazdı. Ancak onlara şöyle de­nilir: Âyet-i kerimede tedbirin kadere karşı bir fayda sağlayacağına dair her­hangi bir delil yoktur. Fakat, bizim kendi ellerimizle kendimizi tehlikeye at­mamakla taabbüd etmemiz istenmiştir. Nitekim: "Sen onu bağla ve öylece tevekkül et" [340] hadisi de bu kabildendir.

Kader, Allah'ın takdirine uygun olarak cereyan ettiğine ve Allah da dile­diğini yaptığına göre, bu emrin yerine getirilmesinden maksat, netsin huzu­ra kavuşmasıdır. Yoksa bunun (tedbîrin), kadere karşı bir fayda sağlıyacağı anlamında değildir. Tedbir almak da işte bu şekildedir. Buna delil de şanı yü­ce Allah'ın, Peygamber (sav)'ın ashabını şu buyruğu ile övmüş olmasıdır "De­ki: Allah'ın bizim için yazmış olduğundan başkası asla bize isabet etmez." (et-Tevbe, 9/51) Eğer haklarında takdir edilenden başkası onlara isabet edecek olsaydı, hiç şüphesiz bu sözün bir anlamı olmazdı. [341]

 

3. Küçük Birlikler Halinde Savaşa Çıkmak:

 

Yüce Allah'ın: "Ya küçük birlikler halinde savaşa çıkın" buyruğunun anlamı, düşmanla savaşa kalkınız, demektir. İmam, insanların nefire çıkmalarını istedi anlamında: “” denilir. Yani, onları düş­manla savaşmaya çıkmak üzere davet etti, demektir. Nefîr ise, savaşa çıkan topluluğun adıdır. Bunun aslı ise, ürkmek, korkmak, dehşete kapılmak an­lamında “”den gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Nefret vekorku ile arkalarına döner kaçarlar" (el-İsra, 17/46) buyruğundakİ tabir de buradan gelmektedir, Yani onlar, nefret ederek, kaçarak, ürkerek çekip giderler. Kelime olarak mastarı, şişmek anlamına da gelir.

Ebü Ubeyd der ki: Bu kelime, “”den gelmektedir. Bu ise, birşeyin bir-şeye uzak düşmesi, ondan uzaklaşması anlamını ifade eder.

İbn Fâris de der ki: Nefer, üçten dokuza kadar olan adam topluluğunu ifa­de eder. Nîfîr ve Nifer de aynı anlamdadır. Nefr ve Nefra da böyledir.

Bunu el-Ferrâ bu şekilde "he" (yuvarlak te) ile nakletmiştir. Nefr günü ise, insanların Mina'dan ayrıldıkları gün demektir. "Küçük birlikler halinde" kelimesi, ayrı ayrı küçük birlikler halinde anlamındadır. Bu şekil­de cem'i müennes-i salim şeklinde kullanıldığı gibi, “” şeklinde cem'i mü-zekker-i şalim olarak da kullanılır. Amr b, Külsum der ki:

"Onlar üzerinde korku saldığımız güne gelince

O vakit bizim atlarımız büyük büyük kalabalıklar halinde sabahı ederler."

Buna göre yüce Allah'ın: "Küçük birlikler" buyruğu seriyyelerden kinayedir. Bunun tekili “” şeklinde gelir ve bu da bir insan topluluğu de­mektir. Bu kelime aslında “” şeklindedir. “” Suyun kendisine geri döndüğü havuzun ortası demektir.

en-Nehhas der ki: Arap diline dair bilgisi az olan bir kimse, bu iki kelime­nin aynı şey olduğu ve birinin diğerinden geldiği vehmine kapılabilir. Ancak, aralarında fark vardır. Çünkü havuzda suyun dönüp vardığı yer demek oian “” küçültme ismi “” şeklinde gelir. Çünkü bu; “”dan gelmek­tedir. Ancak topluluk anlamına gelen “”:in küçültme ismi iser “” şeklin­de gelir. Başkası ise şöyle demektedir: Havuzun suyunun dönüp geldiği yer anlamındaki kelimede, aynu'1-fi'l oian vav harfi hazf'edilmiştir.

Topluluğu ifade eden kelime ise, lâmü'1-fiil illetli harf olup “”den gel­mektedir, Bununla birlikte topluluk anlamına gelen; “”ın havuzun suyu­nun dönüp geldiği yeri ifade eden “” anlamında kullanılması da mümkün­dür. Çünkü su geri döndüğü takdirde bir araya toplanmış olur.

Buna göre, topluluk anlamına gelen kelime; “” şeklinde küçültülebilir ve böylelikle iki "ye"den birisi diğerine girmiş (idğam olmuş) olur. Şöy­le de denilmiştir: Topluluk anlamına gelen kelime, aslında bir kişiyi hayat­ta iken övüp onun güzelliklerini anmayı ifade etmek üzere; “Güzel taraflarını sayıp döktüm ifadesinden türemiştir Bu anlamı ile de bu ke­lime, toplanmak ve bir araya gelmek anlamına raddir. [342]

 

4. Toptan Savaşa Çıkmak:

 

Yüce Allah'ın: "Yahut toptan seferber olun" buyruğunun anlamı, Hz. Pey­gamber ile birlikte kesif ordu, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başka­ları yapmıştır. "Seriyyeler ancak imamın izni ile çıkarlar. Ta ki imam, onlar için tecessüsde bulunabilsin, arkalarından onlara destek olabilsin, Beİki de bazan onun (düşman tehlikesini) bertaraf etmesine ihtiyaçları da olabilir."

Seriyyelere dair hükümler, onların aldıkları ganimetler, orduların hüküm­leri, nefirin vücubuna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle ileride Enfal Sûre­si (8/15, 16 ve 61. âyetler) ile et-Tevbe Sûresi'nde (9/38, 11, 122. âyetlerde) gelecektir. [343]

 

5. Bu Âyet-i Kerime ve Nefir île İlgili Diğer Âyetler:

 

İbn Huveyzimendâd şunu zikreder Bu âyet-i kerimenin yüce Allah'ın: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın" (et-Tevbe, 9/41) âyeti ile: "Eğer siz hepbirlikte savaca çıkmazsanız, Allak sizi... azap tandırir" (et-Tevbe, 9/39) buyruğu ile nesh olduğu söylenmiştir.

Ancak: "Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın" buyruğunun, şanı yüce Allah'ın: "Ya küçük birlikler halinde savaşa çıkın, yahut toptan se­ferber olun" buyruğu ile: "Mü'minlerin hepsinin cihada çıkmaları uygun değildir"(et-Tevbe, 9/122) buyruğu ile nesh edilmiş olması daha uygundur.

Çünkü, cihad farziyeti nihai olarak kifaye yoluyla farz hükmünü almıştır. Müslümanların bir bölümü eğer sınırları gereği gibi koruyabilecek durumda ise, diğer mü si umanlardan farz sakıt olur.

Doğru olan ise, her iki âyetin de muhkem olduklarıdır. Bunlardan birisi her­kesin muayyen olarak cihada çıkmasına ihtiyaç duyulacağı zaman hakkında muhkemdir, diğeri ise, belli bir kesim ile yetinme hali ile ilgilidir.[344]

 

72. Hiç şüphesiz İçinizden pek ağır davranacak olanlar da var. Size bir musibet gelip çatarsa: "Onlarla beraber bulunmadığım İçin Allah nimetini bana lütfetti* der.

73. Şayet size Allah'tan bir lütuf erişirse, kendisiyle aranı/da bir dost-

luk ve tanışıklık yokmuş gibi elbette şöyle diyecektir: "Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir mükâfata erseydim."

 

Yüce Allah'ın: "Hiç şüphesiz içinizden pek ağır davrana­cak olanlar da var" buyruğu ile münafıkları kastetmektedir. Ağır davranmak anlamına gelen “Gecikmek, geç kalmak demektir.

“Yanımıza geç gelmene sebep ne? ifadesinde bu fiil lazım (geçişsiz)'dır. Bununla birlikte "Filanı şu işe geç bıraktım" şeklinde bir kullanım da mümkündür. O takdirde bu fiil, müteaddi (geçişli) olur. Aya-i kerimede her iki mana da kast edilmiştir. Müşrikler, hem savaşa kendileri çık­mayıp oturuyor, hem başkalarının çıkmamasımf"oturmasını sağlıyorlardi-

Âyetin manası şudur: Hiç şüphe yok ki, .sizinle içli dışlı olan, sizin türü­nüzden ve size iman ettiğini izhar edenler arasından ağırdan alan kimseler vardır, demektir. Çünkü münafıklar, zahiri durumlarında, müslümanlara da­ir ahkâmın kendilerine de uygulanması dolayısıyla müslümanlar arasında sa­yılırlar,

“” "Şüphesiz kimseler" buyruğımdaki "lâm", tekid içindir Fiilin basa­na, gelen, ikinci "lâm" ise, kasem "lâm"ıdır, “Kimse" nasb rnahallindedir. Bunun sılası ise "Pek ağır davranacafdır. Çünkü bunda da ye­min manası vardır. Haberi ise “” içinizden... dır" buyruğudur.

Mücahid, en-Nehaî ve el-Kelbî bu buyruğu, “” diye "tı"harfinı şeddesiz okumuşlardır, mana birdir.

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz içinizden pek ağır davaranacak olanlar da vardır" buyruğunun, içinizden bazı mü'minleri ağırdan aimaya itecek kim­seler vardır, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah onlara: "BÛç şüphesiz içinizden..." diye hitapta bulunmuş ve yüce Allah: "Onlar sizden değildir" (et-Tevbe, 9/56.) buyruğu ile, mü'minlerle münafıkların ayrı ayn ve farklı olduklarım belirtmiştir.

Şu kadar var ki, böyle bir açıklama, ifadenin akışına ve zahirine uygun düş­memektedir. Bundan önce de açıklamış olduğumuz gibi yüce Allah'ın mü'minlerle münafıkları aynı hitapta bir arada zikretmesi, cins ve neseb ba­kımındandır. Yoksa iman cihetinden değildir. Cumhurun görüşü budur, yü­ce Allah'ın izniyle sahih olan da budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

Ayrıca buna yüce Allah'ın şu buyrukları da delildir: "Şayet size bir musi­bet" yani, öldürülme ve bozgun "gelip çatarsa...Allah bana lütfetti der." Ya­ni, ben savaşa çıkmayıp oturmakla Allah'ın lutfuna mazhar oldum. Böyle bir ifadeyi ancak münafık olan bir kimse söyler. Bilhassa o şerefli zamanda bu böyleydi. Mü'min bir kimsenin bunu söylemesi oldukça uzak bir ihtimaldir.

Hadis imamlarının Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadis-i şerif de bu âyet-i kerimeyi andırmaktadır. Peygamber (sav) münafıkların durumunu ha­ber vererek şöyle buyurmaktadır:

"Onlar İçin en ağır gelen namaz, yatsı namazı ile sabah namazıdır Halbu­ki bu iki namazdaki hayıdan bilecek olsalardı, yüzüstü emekleyerek dahi oJ-sa mutlaka o namazlara gelirlerdi."[345]

Bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: "Onlardan herhangi bîr kimse, eğer yağlı bir kemik bulacağını bilseydi mutlaka o namazda bulunurdu." [346] Burada da kastettiği yatsı namazıdır. Şunu anlatmak istiyor: Eğer ellerine ge­çirecekleri bir dünyalığın ipuçlarını sezseler ve bunun varlığından kesin ola­rak emin olsalar, mutlaka bu işe gitmekten geri kalmazlardı.

Bu ise yüce Allah'ın: "Şayet size Allah'tan bir lütuf ganimet ve zafer "eri­şirse elbette şöyle diyecektin Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir mükâfata erseydim." Bunu da "kendisiyle aranızda bir dostluk ve tanışıklık yokmuş gibi... diyecektir." Buna göre ifadede bir takdim ve tehir vardır.

"Kendisiyle aranızda bir dostluk ve tanışıklık yokmuş gibi elbette şöy­le diyecektir* buyruğunun, sanki cihad üzere sizinle akidleşmemiş gibi böyle diyecektir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu buyruğun hal olarak nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir.

el-Hasen; “” Elbette diyecektir" buyruğunu, "lâm" harfini ötreli ol­mak üzere “”in (çoğul ifade eden) anlamını esas alarak, "lâm" harfini öt­reli olarak okumuştur. (O takdirde mana, elbette şöyle diyeceklerdir, şeklin­de olur.) Çünkü yüce Allah'ın: "Pek ağır davranacak olanlar" buy­ruğu ile muayyen olarak tek bir kimse kast edilmemektedir. Ancak zamiri te­kil yapıp, lâm'ı üstün olarak okuyanlar da “ Kimse GerVnin lafzına gö­re zamiri tekil olarak iade etmiş olur. İbn Kesir ve Asım'dan rivayetle Hafz "Yokmuş gibi" ibaresini, "Dostluk" kelimesinin müennes ol­ması dolayısıyla "te" ile okumuştur. Bunu "ye" üe okuyan ise, “Sevgi” an­lamına almış olur.

Münafık kimsenin söyleyeceği nakledilen: "Keşke ben de onlarla be­raber olsaydım" sözünü münafık kimse, ya kıskançlığı sebebiyle yahut ga­nimeti elinden kaçırdığından üzüleceğinden söylemiş olur.

Bununla beraber yüce Allah'ın vereceği cezadan yana şüphe içerisinde ol­duğu halde bu sözü söyler.

"Büyük bil-mükafata erseydim buyruğu ise, temenninin cevabı­dır. Bundan dolayı nasb olunmuştur. el-Hasen ise bu kelimeyi meriu' olarak, mükâfata nail olmayı temenni etmek anlamında okumuştur. Bu okuyuşa gö­re münafık kimse şöyle demiş gibi olur: Keşke ben de büyük bir mükâfata nail olsam. Mansûb olması ise, cevap olduğu içindir. Anlamı ise şöyle olur: Eğer ben onlarla birlikte olsaydım, mükâfata nail olurdum. Bu kelimenin raan-sub okunması da; “” nasb eden edatının mahzuf olması takdirine göredir. Çünkü bu kelime, mastar gibi anlam kazanır, İfadenin takdiri de; “Keşke benim de onlarla birlikte bulu tırnaklığım ve buna bağlı olarak da mükâfata erişmekliğim sözkonusu olsaydı, şeklindedir. [347]

 

74. Artık dünya hayatı karşılığında âhireti satın alanlar, Allah yo­lunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşıp da öldürülür ya­hut zafer elde ederse ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz.

Bu âyet-i kerimeye dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1, Ahireti Satın Alanlar Savaşsınlar:

 

Yüce Allah: "Artık..* Allah yolunda savaşsınlar" buyruğu mü'minlere bir hitaptır Yani, böyleleri Allah yolunda, kâfirlerle savaşsınlar.

"Dünya hayatı karşılığında ahiretî satın alanlar" yani, âhiretin sevap ve mükâfatı karşılığında canlarını ve mallarını Allah yolunda satanlar yani, bunları feda edenler demektir. [348]

 

2. Allah Yolunda Cihadın Mükafatı:

 

"Kim Allah yolunda savaşıp" buyruğu bir şarttır, "da öldürülür yahut za­fer elde ederse" ona atfedilmiştir. Şartın cevabı ise: "Ona pek büyük bir mü­kafat vereceğiz" buyruğudur.

"Öldürülür" buyruğunun anlamı, şehid edilir demektir. "Yahut zafer el­de ederse” yani, zafere ulaşır ve ganimete sahip olursa demektir.

Bazıları, "kim... savaşıp da öldürülür" buyruğunu "Kim sa­vaşırsa.,.savaşsın" şeklinde sakin emir lâm'ı ile okumuştur. Bir diğer kesim ise bunu, emir lâm'ını esreli olarak okumuştur.

Şanı yüce Allah, savaşan kimsenin durumunun nihai iki halini zikretmek­te ve bununla yetinerek bu İki halin arasını zikretmeye gerek duymamıştır. Bunu İbn Atiyye belirtmektedir. [349]

 

3. Şehid ile Gazinin Mükâfatı:

 

Âyet-i kerimenin zahiri, şehid olarak öldürülen ile ganimet ile geri döne­nin birîbirlerine eşit olmalarım gerektirmektedir. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; "Allah kendi yolunda (cihad için) çıkan ve Allah yolunda cihad, Allah'a İman ve onun Peygamberlerini tasdikten başka bir sebeple çıkmayan kimseye; Ya onu cennete sokacağım, yahut da onu çıktığı meskenine ele geçirdiği ecir ve­ya ganimet ile birlikte geri döndüreceğim diye taahhüdüm var (diye buyur­muştur.) [350]

Yine Müslim'in Sahİh'inde Abdullah b, Amr'dan rivayete göre, Rasûlullah (savcın şöyie buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah yolunda gazaya çıkıp da ganimet elde eden bir topluluk, mutlaka âhirette alacakları ecirlerinin üçte ikisini peşin almış olurlar. Geriye üçte birlik ecirleri kalır. Şayet hiç ganimet almayacak olurlarsa ecirleri (.âhirette) tamam olur." [351]

Hadİs-i şerifteki: "Elde ettiği ecir^veya ganimet ile birlikte" tfadesi, cilıa-da çıkanlar arasından şehid olmayanlar için iki husustan birisinin verilmesi­ni gerektirmektedir. Şayet ganimet almayacak olursa ecir veya ganimet fakat ecirsiz. Ve bu Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği hadisin hilafınadır.

Bundan dolayı bazı kimseler, Abdullah b. Amr'ın hadisi birşey ifade etmez derler. Çünkü onun isnadında Humeyd b. Hani diye bir ravi vardır ve bu meş­hur bir ravi değildir. Meşhur olması dolayısıyla da birinci hadisi buna tercih etmişlerdir.

Diğer bazıları ise şöyle demektedir: Hadisler arasında herhangi bir tearuz ve ayrılık yoktur. Çünkü Ebû Hureyre hadisinde zikredilen "ev: veya/' "vav; ve" anlamındadır. Kûfelilerin dedikleri gibi. Aynca buna Ebû Dâvûd'daki rivayet de delalet etmektedir. Çünkü orada "ecir ve ganimet" diye geçmekte ve (veya anlamına gelen ev yerine ve anlamına gelen) atıf vav'ı geç­mektedir. Müslim'in bazı raviteri de bu hadisi aynı şekilde böyle bir vav ile rivayet etmişlerdir.

Humeyd b. Hani adındaki ravi ise, Mısırlı olup, Ebû Abdurrahman el-Hub-li ile Amr b. Mâlik'ten hadis dinlemiştir. Ondan da Hayve b. Şureylı ve İbn Vehb hadis rivayet etmiştir. O halde birinci hadis, c i had t a mücerred niyet ve ihlasa ait olarak yorumlanır. İşte yüce Allah'ın ya şehidliği, yahud da ailesi­ne ecir almış ve ganimet elde etmiş olarak geri döndürmeyi teminat altına aİ-dığı kişi budur.

İkinci hadis de şuna hamledilir: Cihadı niyet etmekle beraber bir de ga­nimet elde etmeyi düşünürse bu şekilde olur, demektir. îşte onun niyeti böy­lece ikiye bölününce ecri de düşmüş olur. Çünkü sünnet-i seniyye, ganimet elde eden kimseye bir ecir olduğuna delalet ettiği gibi, Kur'ân-ı Kerim de bu­na delalet etmektedir O halde arada tearuz (çatışma) dîye bir şey sözkonu su değildir.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Ganimet alan kimsenin ganimet almaya­na nisbetle ecrinin eksik olması, yüce Allah'ın kendisine ihsan ettiği dünya­lık sebebiyledir. O da kendisine ihsan olunan bu dünya ile faydalanmış ve geçimin sıkıntılarını ve zorluklarım bu vasıtayla izale etmiş olur. Cihada çı­kıp da herhangi bir şey elde edemeyen kimse ise, eski zorlu geçimi üzre de vam eder ve haline sabredip katlanmayı sürdürür. O bakımdan bunun ecri, birincisinden farklı ve eksiksiz olarak kalmış olur. Bunun bir benzen de di­ğer hadis-i şerifteki şu ifadedir; "Bizden kimisi ecrinden hiçbirşey yemek­sizin öldü -Mus'ab b. Umeyr onlardan birisidir- kimisinin ise, hurmaları, gü­zel güzel-yemiş vermiştir. O da bu hurmalarını derleyip toplamaktadır." [352]

 

75. Size ne oluyor ki Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar, katından bize bir sahip gönder, neztlin-den bize bir yardımcı yolla" diyen mustaz'af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1. Mustaz'aflar Uğrunda Savaşa Teşvik:

 

Yüce Allah'ın: "Size ne oluyor ki Allah yolunda... savaşmıyorsunuz?" buy­ruğu cihada bir teşviktir, Aynı zamanda bu buyruk, mustaz'af kimseleri, mustaz'aflara en kötü ve ağır azapları yapan, onları Fitneye düşürerek din­lerinden çevirmek isteyen müşrik kâfirlerin elinden kurtarmayı da ihtiva et­mektedir.

Yüce Allah kelimesinin yükseltilmesi, dinin üstün kılınması ve kullan arasında zayıf mü'minlerin kurtarılması için -bu uğurda canlar telef olacak ol­sa dahi- cihadı farz kılmıştır. İster savaşarak, ister mallar Ödeyerek esirlerin kurtarılması, müslümanlar cemaatine vaciptir. Mallarla bunun gerçekleştiril­mesi daha bir vaciptir. Çünkü canlardan daha aşağıdır. Zira mal candan da­ha bir önemsizdir. Mâlik der ki: Müslümanların bütün mallarını vererek da­hi olsa, esirleri fidyeyle kurtarmaları vaciptir.

Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sav): "Ve esiri kurta­rınız" [353] diye buyurmuştur. Bu hususa dair açıklanîalar daha Önce el-Bakara Sûresi'nde 12/85- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde İs­lam alimleri söyle demişlerdir: Onlara iyi davranmalan da gerekmektedir. Çün­kü iyi davranıp onları gözetlemek, fidyelerini verip kurtarmaktan da daha aşa­ğı bir mertebedir. Şayet esir zengin ise, fidye vererek onu kurtaran kişi rücu edip fidyesini ondan geri alır mı? Bu hususta ilim adamlarının iki görü­şü vardır. Sahih olan görüşe göre ondan fidyesini geri alabilir.[354]

 

2. Mustaz'aflar:

 

Yüce Allah'ın: "Mustaz'af erkekler" buyruğu, aziz ve celii olan Allah'ın ismine atfedilmiştîr. Yani ve mustaz'aflar yolunda... demektir. Çün­kü mustaz'afların kurtarılması Allah yolunda cihadm bir parçasıdır.

ez-Zeccac'ın tercih ettiği açıklama şekli budur, ez-Zührî de böyle demiş­tir. Muhammed b. Yezid ise şöyle demektedir: Ben bunun anlamının: "Ve mustaz'aflar yolunda, şeklinde olmasını tercih ediyorum. Böylelikle bu, "Allah yolunda" buyruğuna atıf olur. Yani onları kurtarmak için mustaz'aflar uğrunda., demek olur. Çünkü bu iki yol, ayrı yollardır.

Mustaz'aflardan kasıt ise, Mekke'de Kureyş kâfirlerinin zelil kıldığı, ken­dilerine işkence ve eziyet ettiği mü'mini erdir. Bunlar da Hz. Peygamberin: "Allahırh, el-Velid. b, el-Velid'i, Seleme b. Hisam'ı, Ayyaş b. Ebi Rebia'yı ve mustaz'af mü'minleri kurtar" [355] hadisinde kastettiği kimselerdir.

İbn Abbas da der ki: Ben ve annem mustaz'aflardan idik. Buharîde de Ibn Abbas'tan: "Mustaz'af erkekler, kadınlar ve çocuklar" buyruğu hakkında şöy­le dediği nakledilmektedir; Ben ve annem, Allah'ın özür sahibi saydığı kim­selerdendik. [356] Ben çocuklardan, annem de kadınlardan özür sahibi kimse­ler arasındaydı. [357]

 

3, Halkı Zalim Olan Şehir:

 

Yüce Allah'ın: Burada; "Halkı zalim olan şu şehirden" buyruğunda kastedilen şehir, bütün tefsir alimlerinin icmaı ile Mekke'dir.

Her ne kadar zulmetmek fiili o şehrin ahalisi hakkında sözkonusu ise de, yüce Allah, burada zulmü şehrin sıfata olarak zikretmiştir. Buna sebep ise ara­daki zamir İlişkisidir.

Bu, şöyle demeye benzer: "Evi geniş, babası cömert, cariyesi güzel adama uğradım. Adamın bu şekilde ni­telendirilme sebebi ise, aralarındaki lafzı ilişki olan zamir dolayı siyi a dır Şa­yet: Cömert adama, Amr'a-uğradım, diyecek olsak uygun düşmez. Çünkü cömertlik Amr'ın bir sıfatıdır.

Bunun arada bir zamir ile ilişkisini kurmadan adamın sıfatı olarak zikre­dilmesi mümkün değildir. Aynca bu sıfatın tesniyesi de olmaz, çoğulu da gel­mez. Çünkü bu sıfat fiilin yerini tutmaktadır. Buna göre buyruğun anlamı şöy­le olur: Halkı zulmeden şehirden, demektir. Bundan dolayı "zalimler" anla­mına gelqn “” denilmemiştir. Yine günlük konuşmada şöyle denilir: “Babaları cömert, cariye­leri güzel iki adama uğradım, babalan cömert, cariyeleri güzel adamlara uğ­radım. "Katından bize bir sahip" bizi kurtaracak kimse "gönder, nezdlnden bize bir yardımcı" onlara karşı bize yardım edecek kimseler "yolla!" [358]

 

76! İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yo­lunda savaşırlar. O halde şeytanın velileri İle savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi pek zayıftır.

 

"İman edenler Allah yolunda" itaati uğrunda "savaşırlar, kâfir olanlar da tâğût yolunda savaşırlar." Ebû Ubeyde ve el-Kisaî der ki: Tâğût, hem mü-zekker hem müennes olarak kullanılabilir.

Ebû Ubeyd de der ki: Bunun hem müzekker hem müennes gelmesinin se­bebi, cahüiye dönemi araplarımn, kâhin erkek ve kâhin kadına da tâğût adı­nı vermiş olmalarıydı. Yine Ebû Ubeyd der ki: Bize Haccac b, Cüreyc anlat­tı dedi ki: Bize Ebû Zübeyr anlattı. O, Cabir b. Abdullah'a hükmüne başvur­dukları tâğût hakkında kenidisine soru sorulurken şöyle dediğini işitmiş: Cüheyne'de bir kadın ve Eslemlîler arasında bir kadın vardı. Her bir kabilede bir kadın (kâhin) bulunurdu.

Ebû İshak da der ki: Tağutun şeytan oluşuna delil, yüce Allah'ın: "O hal­de şeytanın velileri (dostları) ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi pek za­yıftır" buyruğudur.

Keyd: Hile, şeytanın ve ona tabi olanların giriştikleri düzen ve tertiplerdir.

Deniliyor ki: Bununla Bedir günü şeytanın müşriklere şu sözleri söyleme­si kastedilmektedir; "Hani o zaman şeytan... onlara Şöyle demişti: Bugün in­sanlar arasından size galip gelecek yoktur. Ben de şüphesiz sizin yardım-cınızım. Ama iki ordu göründüğü vakit, iki topuğu üstüne kaçarak: Ben siz­den katiyen uzağım... demişti." (el-Enfal, 8/48) Nitekim bu husus ileride (bu âyet-i kerimenin tefsirinde) gelecektir. [359]

 

77- Kendilerine: "(.Savaştan) Ellerinizi çekin, namazı dosdoğru kıtın, zekâtı verin" denilmiş olanlara bakmaz mısın? Şimdi onlara sa­vaş farz kılınınca bakarsın ki, içlerinden bir grup insanlar­dan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korktular ve: "Rab-bimiz, üzerimize niçin savaşmayı farz kıldın? Bizi yakın bir süreye kadar geciktirmeli değil miydin?” dediler. De ki: "Dün­ya menfaati pek azdır. Âhiret İse, takva sahibi olanlar için elbette daha hayırlıdır. Ve size kıl kadar dahi zulmedilmez.

 

Amr b. Dinar, Ikrime’den, o, İbn Abbas'tan rivayetine göre, Abdurrahman b, Avf ve birkaç arkadaşı Mekke'de Peygamber (.savcın yanına gelerek: Ey Allah'ın Peygamberi dediler. Bizler müşrik iken aziz idik. (Güçlü kuvvetli idik). İman edince bu sefer zelil olduk. Hz, Peygamber şöyle buyurdu: "Ben affet­mekle emrolundum. O bakımdan bunlarla savaşmayınız."

Şanı yüce Allah, Peygamberinin Mekke'den Medine'ye geçmesini sağlayın­ca bu sefer ona savaşma emrini verdi. Onlarsa bu işten, kaçındılar. Bunun üze­rine bu âyet-İ kerime nazil oldu. Bu hadisi Nesâî Sünen'inde rivayet etmiş­tir. [360] el-Kelbî de böyle demiştir.

Mücahid de der ki; Burada sözü geçenler yahudilerdir. el-Hasen ise şöy­le demektedir: Bu âyet-i kerime mü'minler hakkındadır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlardan" yani Mekke müşriklerinden "Allah'tan korkar gibi... korktular*" Buradaki korku ise, Allah'ın emrine muhalefet kas­tı ile değil de, insan tabiatında bulunan korkudan ötürüdür.

es-Süddî der ki: Burada sözü geçenler savaşın" farz kılınmasından önce İs­lâm'a giren bir topluluktur. Fakat savaş farz kılınınca ondan hoşlanmadılar.

Bunun münafıkların vasfına dair olduğu da söylenmiştir Yani onlar, yüce Allah'tan gelen emirden korktukları gibi, müşrikler tarafından öldürülmek­ten korkarlar.

"Hatta daha fazla korktular." Yani, onlara göre ve itikadlarına göre bu da­ha fazla korkulacak bir şey gibi geldi onlara.

Derim ki: Bunun böyle olması, âyetin anlatım çerçevesine daha uygundur-Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve; Rabbimiz, üzerimize niçin savaş-mayı farz kıldın, bizi yakın bir süreye kadar geciktirmell değilmiydin dediler". Ecellerin sınırlı, azıkların pay edilmiş olduğunu bilen şerefli bir sa-habiden böyle bir sözün sadır olmasından Allah'a sığınılır.

Onlar, böyle bir söz söylemek yerine aksine, Allah'ın emirlerine uyan, onun buyruklarını dinleyen ve itaatle boyun eğen kimselerdi, Ahiret yurduna ka­vuşmayı, dünya yurdunda kalmaktan daha hayırlı görürlerdi. Nitekim, onla­rın siretlerinden bilinen budur. Allah hepsinden razı olsun.

Eğer bu sözü bir sahabi söylemişse, bu ancak henüz imanın kalbinde iyi­ce yer etmediği, kalbi İslâm'a tam anlamıyla açılmamış bir kişi tarafından söy­lenmiş olabilir. Şüphe yok ki, iman ehlinin kimisi kimisinden üstündür. Ki­misinin imanı kâmildir, kimisinin eksiktir. İşte karşı karşıya kalacağı zorluk ve cihadda göreceği sıkıntılar dolayısıyla kendisine verilen emirlerden uzak durmak isteyen kimse, bu türden bir kimsedir.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

"De ki Dünya menfeati pek azdır" buyruğu mübtedâ ve haberdir.

Aynı şekilde: "Âhirtt İse, takva sahibi olanlar için elbette daha hayırla dır" buyruğu da böyledir. Takva sahibi olmaktan kasıt ise, nıasiyetlerden sa­kınmak ve uzak durmaktır, Bu hususta açıklamalar, daha önce ei-Bakara Sûre-sinde (2/2. âyet, 4 ve 5- başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

Dünya metaı, dünya menfeatı demektir, Onun lezzetli şeyleriyle faydalan­maktır. Yüce Allah bunu az olmakla nitelendirdi. Çünkü onun kalıcılığı yoktur. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Benim ve bu dünyanın mi­sali, bir ağaç altında öğle sıcağında kısa bir süre dinlenip sonra da oradan geçip o ağacı terkeden kimsenin misaline benzer." [361]

Yine bu manadaki açıklamalar, daha önce el-Bakara Sûresi'nde yeterince geçmiş bulunmaktadır. [362]

 

78. Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır. Yüksek kaleler içinde ol­sanız bile. Eğer onlara bir iyilik dokunursa: "Bu Allah'tandır" derler. Şayet onlara bir kötülük dokunursa: *Bu sendendir" derler. De ki: "Hepsi Allah'tandır.w Böyleyken bunlara ne olu­yor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1. Ölüm, Nerede Olursa Olsun İnsanı Gelip Bulur:

 

Yüce Allah'ın: "Nerede olursanız ölüm sizi bulacaktır"

buyruğu şart ve ceza (cevap) dır. Buradaki “Mâ” ise zaiddir. Bu hitaptan ka­sıt, her ne kadar münafıklar yahut zayıf imanlı mü'minjer ise de hitap umu­midir Bu münafıklar ile zayıf imanlılar: "Bizi yakın bir süreye kadar gecik-tirmeli değil miydin." (en-Nisâ 4/77) Yani ecellerimizle ölünceye kadar bi­zi ertelemeli değil miydin, demişlerdi.

Önceden açıkladığımız gibi bunun münafıklar hakkında olması daha uy­gun görülmektedir. Zira münafıklar, Uhud'da şehid olanlar isabet alınca: *Yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmelerdi de" (Âl-i İmran , 3/156) de­mişlerdi. İşte yüce Allah, onların bu sözlerine: "Nerede olursanız ölüm si­zi bulacaktır. Yüksek kaleler içinde olsanız bile" diye cevap vermektedir. Bu açıklamayı, Ebû  Salih'in rivayetine göre, îbn Abbas yapmıştır.

Burûc (kaleler), burc'un çoğuludur. Burç ise, yüksekçe yapı ve büyük, yük­sek saray demektir. Tarete, bir dişi deveyi vasiederken şöyle demektedir:

"O sanki bir Rûm (Bizans) burcudur ki, bir bina yapıcısı Onu taş ve kireçten eliyle sıvayıp düzeltmiş gibidir,"

Talha b. Süleyman da; “ Sizi bulacaktır" buyruğundaki birinci kep ı başta *fe" harfini gizli kabul ederek (sakin okumakjerine) ref ile okumuş­tur. Ancak böyle bir okuyuş, şiirden başka bir yerde pek görülmeyen nadir bir okuyuştur. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Her Kim iyilikler işleyecek olursa, Allah onlara mükâfat verir.

Şair bununla; “” şeklinde cevabın başına "fe" harfini getirmiş gi­bidir, İlim adamları ile tefsir alimleri, burada sözü geçen "burçlar (kaleler)" den ne kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Daha sahih olan çoğunluğun görüşü şöyledir: Yüce Allah, burada yer üre­rinde bina edilen kaleler üzerindeki burçları kastetmiştir. Çünkü insanların kendilerini koruma ve himaye etmekte ulaştıkları son nokta budur. Yüce Al­lah da onlara bunları misal vermiştir,

Katade de der ki: Sağlam ve muhkem saraylarda olsanız demektir. Bunu İbn Cüreyc ve cumhur da böyle açıklamıştır. Âmir b. et-Tufeyl'în Peygamber (sav)'a söylediği şu söz de bu kabildendir: Alabildiğine sağlam ve muhkem kılınmış bir kake ile güçlü bir koruma hakkında ne dersin? Mücahid de Burçlardan kasıt saraylardır der. İbn Abbas da: Burçlardan kasıt, kaleler, yük­sek saraylar ve surlardır, der.

" Yüksekçe bina edilmiş" buyruğunun anlamı» yükseğe doğru uzatılmış demektir. Bu açıklamayı ez-Zeccac ve el-Kutebi yapmıştır. İkrime de; Alçı ile süslenmiş demektir, der. Katade ise: Muhkem kılınmış anlamına-dır. "Yükseltilmiş" ile “” aynıdır. Yüce Allah'ın: "(Yük­sek köşkler" (el-Hac, 22/45) buymğundaki bu kelime de buradan gelmektedir. "Ya" harfinin şeddeli okunması ise, çokluk ifade etmesi içindir. Bununla bir­likte: “”'in yukarı doğru uzun yapılmış (yüksek yapılmış) anlamın­da^. “” 'in ise alçı ile sıvanmış anlamında olduğu da söylenmiştir. Aynı kökten olmak üzere; Binayı yüksetti, şanını yüceltti de denilir.

es-Süddî de der ki: Burçlardan kasıt, dünya semasında bina edilmiş bulunan burçlardır. Mekkî, bu görüşü Mâlik'ten de nakletmektedir. Onun şöyle dediğini de nakletmektedir: Yüce Allah'ın: "Burçları olan gök hakkı için" (el-Buruc, 85/1); "Gökte burçlar uareden"(el-Furkan, 25/61); "Andolsun ki Biz, sema­da burçlar yarattık" (el-Hicr, 15/16) diye buyurduğuna bakmaz mısın? Ay­rıca bunu İbnü'I-Arabî de İbnü'l-Kasım'dan, O, Mâlik yoluyla fivâyet etmiş­tir. en-Nakkaş da îbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir:

"Yüksek kaleler içinde olsam/ bile" buyruğunun anlamı, demirden köşk­ler ve saraylarda olsanız bile şeklindedir. İbn Atiyye ise der ki: Ancak lafzın zahiri böyle bir anlam vermemektedir. [363]

 

2. Kaderiye'nin Yanlış Kanaatleri:

 

Bu âyeM kerime eceller ite ilgili Kaderiye'nin görüşünü reddetmektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nerede olursanız ölüm sizi bula­caktır. Yüksek kaleler içinde olsanız bile," Bu eceller son buldu mu artık ruhun cesedden ayrılmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Bu, öl­dürülmekle, ölümle veya bunun dışında Allah Teala'nin, ruhun cesedden ay­rılmasını bir. kanun olarak tesbit ettiği herhangi bir yolla da olabilir.

Mutezile ise der ki: Maktul, eğer katil tarafından öldürülmeyecek olsaydı, yaşayacaktı. Ancak, Âl-i İmran Sûresi'nde (145. ayetin tefsirinde) onların bu görüşlerine cevap verilip red edilmiştir, ileride de bu tür açıklamalar gelecek­tir. Kaderiye, bu görüşleriyle kâfir ve münafıklara uygun kanaat belirtmiş ol­maktadırlar. [364]

 

3. Tevekkül, Sebepleri Terketmek Değildir:

 

Şehirler edinmek, mal ve canların korunmasını sağlamak içindir Bu da yü­ce Allah'ın kullanndaki bir sünnetidir. Bu ise, tevekkül sebepleri terk etmek­tir, diyenleri reddeden en açık delillerden birisidir Çünkü, şehirlerin inşa edil­mesi, en büyük ve en muazzam sebeplerdendir. Ve biz, bunları yapmakla em-rohınduk.

Peygamberler şehir inşa etmiş, çevresinde ise, daha da ileri derecede ko-runabilmek için hendekler kazımışlar ve adeta böyle bir silahtan istifade et­mişlerdir. el-Ahnef e; Şehirin etrafında sur yapmanın hikmeti nedir? diye so­rulmuş, o da şöyle demiş: Bu sur sefih olanı yapmak istediği kötülükten alı­koymak ve hakim olanın gelip onu korumasını sağlamak içindir. [365]

 

4. Burçların Mahiyeti ve Hikmeti:

 

Bizler, Malik ve es-Süddî'nin görüşünü kabul ederek, burada sözü geçen yükseltilmiş burç ve kalelerin semadaki burçlar olduğunu benimseyecek olur­sak, şunu belirteİim ki, semadaki burçlar -yüksek kılınmaktan gelen anlamı ile Yükseltilmiş- oniki burçtur. Bunlar da büyük gezegenlerdir. Ge­zegenlere burç adının verilmesi, açıkça görülmelerinden dolayıdır. Bu anla­mıyla kelime, açıkça görülüp yükselmek anlamını ifade eden “”dan gelmektedir ki, yüce Allah'ın: “Önceki Cahiliyenin (ka­dınlarının) açılıp saçılarak ortaya çıkması gibi, siz de Öylece dışarı çıkma­yın" {el-Ahzab, 33/33) buyruğu da buradan gelmektedir.

Yüce Allah, bu burçları, güneş ve ay için mevkiler olarak yaratmış ve ay'ın bu burçlarda hareketini takdir buyurmuş, zamanı bunlara bağlı olarak düzen­lemiş, bunların kimisini kuzeyde kimisini güneyde yaratarak, çeşitli menfe-atlere bir delil ve kıbleye de bir alamet, teheccüt ve buna benzer hayatta kar­şı karşıya kalınan çeşitli durumların zamanlannı bilmek için, gece ve gündüz vakitlerinin bilinip öğrenilmesi için bir yol kılmıştır.

Yüce Allah'ın: "Eğer onlara bir iyilik dokunursa bu Allah'tandır derler" buyruğu şu demektir. Münafıklara bolluk isabet edecek olursa bu Allah'tan­dır, derler. "Şayet onlara bir kötülük dokunursa" bir kuraklık başgösterir ve yağmur yağmayacak olursa, "bu da sendendir" derler. Yani bu musibet bize senin ve arkadaşlarının uğursuzluğu dolayısıyla isabet etmiştir derler.

Buradaki iyilikten kastın, esenlik ve güvenlik, kötülükten kastın ise has­talıklar ve korku olduğu söylendiği gibi, iyilikten kasıt zenginlik, kötülükten kasıt fakirliktir de denilmiştir. İyilikten kasıt nimet ve zafer, Bedir günü el­de edilen ganimet, kötülükten kastın ise belâ, sıkıntı ve Uhud günü öldürül­mek olduğu söylendiği gibi, iyilikten kasıt, bolluk, rahatlık, kötülükten ka­sıt da, darlık, sıkıntı ve hastalık olduğu da söylenmiştir.

İşte bunlar, müfessirlerin ve te'vil alimlerinin -İbn Abbas ve diğerlerinin-ayete dair görüşleridir. Bu âyeti kerime onlara göre, yahudiler ve münafık­lar hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Rasûlullah (say) Medine'ye yanlarına gelince şöyle dediler: Bu adam ve arkadaşları bizim bulunduğumuz bu ye­re geldikleri günden bu yana meyvelerimizde, ekin ve mahsullerimizde ek­silmekten başka birşey göremez olduk.

İbn Abbas der ki: "Bu sendendir" buyruğunun anlamı, senin kötü idare ve tasarrufundan dolayıdır şeklindedir. "Bu sendendir" buyruğunun, belirt­tiğimiz gibi, senin uğursuzluğunun getirdiğidir. Yani, senin uğursuzluğun ge­lip bizi bulmuştur, anlamında olduğu da söylenmiştir. Onlar bu sözlerini uğur ile ilgili kanaatleri dolayısıyla söylemişlerdi.

Yüce Allah: "De ki: Hepsi Allah/tandır" diye buyurmaktadır. Yani darlık, bolluk, zafer ve yenilgi hep Allah'tandır. Allah'ın kaza ve kaderi iledir.

"Böyle îken bunlara" yani münafıklara ne oluyor ki hiçbir sözü anlama­ya yanaşmıyorlar?" Ne diye bunlar herşeyin Allah'tan geldiği gerçeğini iyi­ce anlayamıyorlar. [366]

 

79. Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da ken-dindendir. Seni İnsanlara bir |>eygamber olarak gönderdik. Şa-hid olarak Allah yeter.

 

Biricik Yaratıcı Allah 'tır:

 

Yüce Allah'ın: "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fena­lık da kendindendif" buyruğunum anlamı şudur: Ey Muhammed, sana ge­len bolluk, verimlilik:, sağlık ve esenlik, Allah'ın sana olan lütfü ve sana olan ihsanı ile gelip seni bulur. Yine sana isabet eden kuraklık ve sıkıntı da, iş­lemiş olduğun ve bundan dolayı da cezaya çarptırıldığın bir günah sebebiy­ledir.

Hitab Peygamber (sav)'a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir. Yani, ey insanlar, sizi gelip bulan bolluk ve geniş nzık, Allah'ın size olan lütfundan-dır. Size gelip çatan kuraklık ve dar nzık kendinizdendir. Yani sizin işlemiş olduğunuz günahlardan dolayı bu başınıza gelmiştir.

Bu açıklamaları, el-Hasent es-Süddî ve başkaları yapmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber, kadınları boşadığımızda..." (et-Talâk, 65/1) (Yani burada hitap Hz. Peygambere olmakla birlikte mak­sat onun ümmetidir).

Şöyle de denilmiştir: Burada hitap insanadır ve insan cinsi kast edilmek­tedir. Yüce Allah'ın; "Asra attdolsun şüphesiz insan elbette ziyandadır" (el-Ast, 103/1-2) buyruğunda olduğu gibi. Yani, şüphesiz insanlar ziyan içe­risindedirler, demektir. Nitekim, bundan sonra onlardan istisna yaparak: "îman edenler., müstesna" diye buyurmuştur, İstisna ise, ya genelden veya bir topluluktan yapılır. Bu te'vile göre; "Sana gelen..." buyruğu bir isti'nâf (ye­ni bir cümle) dır. İfadede, bir Iıazif olduğu ve bunun takdirinin: Derler ki... şeklinde olduğu da söylenmiştir.

O takdirde ifade Gsti'naf değil) muttasıl olur ve anlamı da şöyle olur: Bu topluluğa ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar da sana isabet eden her bir iyilik Allah'tandır demek noktasına bir türlü gelmiyorlar?

Şöyle de denilmiştir: Burada gizli bir istifham hemzesi vardır. Ve bu: "Sana gelen bir fenalık da kendinden midir" anlamındadır. Yü­ce Allah'ın şu buyruğu da bunun gibidir: "Sen bana bu nimeti minnet edi­yorsun (başıma kakıyorsun)." (eş-Şuara, 26/22) Anlamı ise şudur; Sen bu­nu nimet diye mi başıma kakıyorsun? Yine yüce Allah'ın; "Sonra ay'ı doğar halde görünce de: Benim rabbim bu,.."demişti." (el-En'am, 6/77) Yani bu mu benim rabbim? demişti, Bbu Hirâş el-Hüzlî der ki:

"Beni teskin ettiler ve : Korkma ey Huveylid dediler.

Ben ise, yüzleri tanımayıp dedim ki: Bunlar, bunlar (mı) dır?" [367]

Görüldüğü gibi burada soru hemzesi gizlidir. Bu çokça kullanılan bir an­latım üslûbudur, ileride bu tür açıklamalar da gelecektir.

el-Ahfeş der ki: Âyet-i kerimedeki “” o şey ki edatı “” o kimse ki an­lamındadır. Bunun şart olduğu da söylenmiştir en-Nehhas ise der ki: Doğ­rusu el-Alıfeşvin dediğidir. Çünkü bu buyruk, muayyen bir kuraklık hakkın­da nazil olmuştur. Bunun herhangi bir masiyet ile ilgisi yoktur. Eğer masi-yetler hakkında olsaydı, o takdirde: “İşlemiş olduğun herhan­gi bir günah, şeklînde olması gerekirdi. Abdulvehhab b. Mücahid babasın­dan, o, tbn Abbas ile Ubey ve İbn Mes'ud'dan dediklerini rivayet etmekte­dir bu buyruğu: "Sana gelen her bir iyilik Allah'tandır, Sana gelen her fena­lık da kendindendir. Ve onu ben senin aleyhine yazarım" diye okudukları­nı nakletmiştir. Ancak bu tefsiri de ihtiva eden bir okuyuştur. Bazı sapık kim­seler bunu Kur'ân-ı Kerimdendir diye kaydetmişlerdir. Ancak bu şekilde Ibn Mes'ud ve Ubey'den gelen rivayet munkati'dır. Çünkü Mücahid, ne Abdul­lah'ı ne de Ubey'i görmüştür.

İyilik (el-hasene)'den kastın, Bedir günü zafer ve ganimet olduğu, kötü­lükten kastın ise Ulıud günü onlara isabet eden şeyler olduğunu söyleyen­lerin görüşlerine göre İse, ashab-i kiram, Rasûlullah (sav)'ın arka taraflarını korumalarını ve yerlerinden ayrıimamalarını emretmiş olduğunu, okçuların emre'aykırı hareket etmeleri üzerine cezalandırılmışlardır.

Çünkü okçular, Kureyşlilerin bozguna uğradığını, müslümanların da on­ların mallarını ganimet aldıklarını görünce, saflarını terk ettiler. O sırada kâ­firlerle beraber bulunan Halid b. Velid, Rasûlullah (sav)'ın arka tarafının okçuların himayesinden mahrum kaldığını görünce, bir gurup atlı aldı ve müs-lümanların arkalarına geçecek şekilde dolandı, üzerlerine bir hamle yaptı. Ra-sûlullah (sav)'ın arkasında ise, sancağı taşıyandan başka bir okçu kalmamış­tı. Yalnızca o, Rasûlullah (sav)'ın tavsiyesine uymuş ve şehid düşünceye ka­dar yerinden ayrılmamıştı. Nitekim daha önceden Âl-İ İmran Sûresi'nde (3/152. ayetin tefsirinde) açıklamıştık. Bunun üzerine yüce Allah da bu aye­tin bîr benzeri olan şu buyruğunu indirmişti: "Böyle iken" Bedir gününde "başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet" Uhud gününde ''size gelip ça­tınca mı: Bu bize nereden geldi dediniz." (Âl-i İmran, 3/165)

Buna göre burada Kaderiye'nin söylediği gibi iyilikten itaatin, kötülükten de masiyetin kastedilmiş olmasına imkân yoktur. Zira durum bu şekilde ol­saydı, önceden açıkladığımız gibi, senin yaptığın." anlamında bir tabir kulla­nılmalı idi. Zira, onlara göre bu şeyler fiil anlamındadır. Bize göre ise kesb (kulun kendisinin kazanması.) anlamındadır.

İyiliğin itaat, kötülüğün de masiyet anlamında olması, yüce Allah'ın şu buy­ruklarında ve benzerlerinde olabilir: "İyilik (iyi bir amel) getiren kimseye onun on misli vardır. Bir kötülük getirip gelen kimseye de onun mislinden baş­kası İle ceza verilmez." (el-En!am, 6/160) (Tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyet-i kerimede ise, önceden açıkladığımız gibi, verimlilik; bolluk, kuraklık; sıkıntılar kast edilmektedir.

Nitekim, el-A'raf Sûresi'ndeki âyet-i kerimede de bu kabildendir. Sözü ge­çen âyet-İ kerime de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Andolsun biz, Firavun hanedanını belki düşünüp ibret alırlar diye, yıllar boyunca (kuraklıkla) ve mahsullerin kıtlığı ile yakaladık.'* (el-A'raf, 7/130)

Buradaki yıllar boyunca yakalamaktan kasıt, ardı ardına yıllarca başlarına gelen kuraklıktır. Onlara yağmur yağdırılmadı. O bakımdan mahsulleri azal­dı, fiyatları yükseldi. "Fakat onlara iyilik (bolluk) gelince bu bizim hakkı­mızdır, dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelip çatarsa Musa ve beraber-lerindekilerin uğursuzluğu kabul ederlerdi." (el-A'raf, 7/131) Yani, onların uğursuzluklarını kabul eder ve: Bu, bizim sana tabi oluşumuz ve sana itaat edişimiz dolayısıyla başımıza geldi, diyorlardı. Yüce Allah ise onların bu ka­naatlerini: "İyi bilin kit onların uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır* di­ye reddetmektedir.

Yani, gerek bereket uğuru, gerekse de uğursuzluk, hayır ve şer olsun, fay­da ve zarar olsun Allah'tan gelen şeylerdir. Hiçbir mahlukun bunlarda her­hangi bir etkisi, katkısı yoktur.

İşte Yüce Allah'ın kendileri tarafından söylendiğini haber verdiği ve Pey­gambere İzafe ettiklerini belirttiği buyruğu da bu kabildendir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şayet onlara bir kötülük dokunursa: Bu senden­dir, derler. De ki: Hepsi Allah'tandır," (en-Nisâ, 4/78) Tıpkı yüce Allah'ın: "îyi bilin ki onların uğursuzluğu ancak Allah'tandır" (el-A'raf, 7/131) buyruğu ile: "İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet de Allah'ın emri ile idi" (Âl-i İmran, 3/166) buyruğu da böyledir Yani, Allah'ın kaza, kaderi ve ilmiy­le bunlar başınıza gelmişti. Zaten Kitab-ı Kerimin ayetlerinin biri diğerine ta­nıklık etmektedir.

Îİim adamlarımız der ki: Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, sa­kın herşeyin Allah'ın kaza, kader, irade ve meşîeti ile olduğunda şüphe et­mesin. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz, şer ve hayırla sizi im­tihan olmak üzere deniyoruz." (el-Enbiya, 21/35) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Allah bir kavmin de kötülüğünü diledi mi, artık onu geri döndürülmesi mümkün değildir. Onlar için de ondan başka bir veli (dost ve yardımcı) da yoktur." (er-Ra'd, 13/11) [368]

 

Bu Âyeti Delil Gösteren Bazı Cahiller...

 

Ehl-i sünnetin cahil bazı müntesipleri bu âyeti ele alıp görüşlerine delil gös­terdiği gibi, Kaderiye de bunu ileri sürüp görüşlerine delil göstermişlerdir. Kaderiye mensuplarının bu âyet-i kerimeyi delil göstermeleri şöyledir- Der-lerki: Burada iyilikten kasıt itaat, kötülükten kasıt masiyettir.

Yüce Allah: "Sana gelen her bir fenalık da kendindendir" diyerek ma-siyeti yüce Allah'a değil de insanın kendisine nisbet etmiştir. Kaderiye'nin bu ayeti delil göstermeleri şekli böyledir. Diğerlerinin (ehl-i sünnetin cahil mensuplarrmn) bu âyeti delil gösterme şekilleri de şöyledir: Yüce Allah: "De­ki hepsi Allah'tandır" diye buyurmaktadır. Derler ki: Görüldüğü gibi yüce Allah burada iyiliği de kötülüğü de yaratıklarına değil de bizzat kendisine iza­fe etmiştir.

Şu kadar varki bu âyet-i kerimeyi her iki kesimin de cahilleri delil diye ile­ri sürmüşlerdir. Çünkü onlar bu konudaki görüşlerini kötülüğün masiyet ol­duğu esasına bina ederek ileri sürmüşlerdir. Oysa durum, açıklamış olduğu­muz gibi böyle değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kaderiye eğer: "Sa­na gelen her bir iyilik*1 yani her bir itaat "Allah'tandır" diyecek olurlarsa, şunu belirtelim ki onların itikadlan bu değildir. Çünkü onlann itikadlarını üze­rine kurdukları mezheplerinin esas ilkesi, iyiliğin iyilik yapanın, kötülüğün de kötülük yapanın fiili olduğudur. Aynı şekilde eğer bu âyet-i kerimede on­ların lehine bir delil bulunsaydı buyruk; Sen iyilik ve kötülük namına ne ya­parsan... şeklinde olmalıydı. Çünkü iyiliği de kötülüğü de yapan kişinin ken­disi olmalıdır. Dolayısı ile bunların ancak onun tarafından yapılması halin­de ona izafe edilmeleri sözkonusudur. Başkasının yapması ile ona izafe edilmeleri sözkonusu olmaz. Bu ifadeleri ve bu görüşü İmam Ebu'l-Hasen, Şebîb b. İbrahim b, Muhammed b. Haydere "Hazzü'l-Galâsîm Fi İlhâmi'l-Muhâsim" adlı eserinde dile getirmiştir. Allah'ın: “Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik" buyruğunda (Rasul) kelimesi tekid edici bir mastardır. Anlamının rîsalet sahibi olarak gönderdik şeklînde oİması da mümkündür. "Şahid olarak Allah yeter" buyruğundaki son kelime beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Allah lafzaî celalinin ba­şındaki "be" harfi ise fazladan gelmiştir. Yani, Peygamberinin risaletinin doğruluğuna ve onun doğru söylediğine şahid olarak Ailah yeter. [369]

 

80. Peygambere itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse* zaten Biz seni onların üzerine bir koruyucu (gözetleyici) göndermedik-

 

"Peygambere itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş olur" buyruğu ile Ra-sulüne itaat etmenin bizzat kendisine itaat etmek olduğunu bildirmektedir. Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Bana asi olan da Allah'a isyan etmiş olur (Benim tayin ettiğim) emire itaat-eden bana itaat et­miş demektir. (Benim tayin ettiğim) emire isyan eden de bizzat bana isyan etmiş gibidir." Bir diğer rivayette ise: "Benim emirime itaat eden, ve benim emirime isyan eden" şeklinde ifade edilmiştir [370] "Kim de yüz çevirirse, za­ten Biz seni onların üzerine bir koruyucu" onların amellerini koruyup gözeten "(gözetleyici) göndermedik." Sana düşen sadece tebliğdir. el-Kutebi der ki: Burada Hafız (koruyucu, gözeüeyici) hesaba çekici anlamındadır. Allah bunu kılıç ayeti ile ncsh ederek, Allah'a ve Rasulüne muhalefet eden­lerle savaşmasını emretmiştir. [371]

 

81. "İtaat ederiz" derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir grup söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar. Allah onların ge­celeyin kurdukları planlarını yazıyor. Artık yüz çevir onlar­dan ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.

82.  Hâlâ onlar Kur'âu'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, (Kur’an) Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbiri­ni tutmayan birçok şeyler bulurlardı,

 

İtaatin Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "İtaat ederiz, derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir grup (huzurundayken} söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar"

buyruğunda yer alan "İtaat ederiz" buyruğunun anlamı, İşimiz itaat etmektir, şeklindedir. Bunun mansub olarak “” şeklinde okunması da uy­gundur, Yani biz bir itaatte bulunuruz, demektir. Bu da Nasr b. Asım ile el-Hasen'in ve el-Cahderi’nin kıraatidir.

Bu buyruk, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre münafıklar hakkın­dadır. Yani bu münafıklar senin yanında bulunduklarında: İşimiz itaat etmek­tir veya biz bir itaatte bulunuruz derler. Ancak onların bu sözlerinin bir fay­dası yoktur. Zira itaat etme gerektiğine inanmayan bir kimse gerçekte itaat eden bir kimse değildir. Çünkü yüce Allah, onların açığa vurduklarıyla ger­çekten itaat ettiklerini kabul etmemektedir. Şayet buna dair inanç olmaksı­zın itaat ^mümkün olsaydı, onların gerçekten itaat ettiklerine hüküm verirdi. O halde itaatin fiilen var olmakla birlikte gereğine de inanılarak yapılması halinde itaat olduğu ortaya çıkmaktadır.

"Fakat yanından ayrılınca" yanından çıkıp gittiklerinde "içlerinden bir grup söylediklerinin aksine geceleyin plân kurarlar." Burada "grup" (ta­ife), kelimesini müzekker olarak kabul etmesi bunun bir takım erkekler an­lamına geldiğinden dolayıdır. Kûfeliler (Sam di ) buyruğundaki "te" ile "ti" harflerini birbirine idğam ile okurlar. Çünkü her ikisinin de mahreci birdir, Ancak Kisaî, fiilde böyle bir idğamın yapılmasını çirkin görmüştür, Basrah-lara göre ise bu çirkin değildir.

“Geceleyin plan kurarlar buyruğu, geceleyin uydururlar ve olmadık şekilde gösterirler, demektir. Bunun değiştirmek, tebdil etmek ve tahrif et­meli anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, Peygamber (sav)'ın kendileri­ne söylediği ve verdiği emirleri değiştirirler demektir. Buna göre tebyît, tebdil anlamındadır. Şair'in şu beyiti de bu kabildendir:

"Geldiler bana, fakat ben onlann yaptıkları değişikliği kabul etmedim. Onlar bana olmadık bir işi yapmak teklifi ile gelmişler Onların aralarında bekâr bulunanı Münir'e nikâhhyayım diye (Sorarım size) hiç hür oğlu hür olan bir kişi, köleyi nikâhlar mı?"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Abdulmelik sözümü tahrif etti Allah kahretsin onu, o nankör kulu."

Bu kelime geceleyin düzenlemek, planlamak anlamına da gelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Halbuki onlar, onun razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzenledikleri zaman." (en-Nisa, 4/108)

Araplarda bir iş sağlamca planlanıp kurulduğu zaman "Gece­den hazırlanıp planlanmış bir iş" tabirini kullanırlar.

Bunu anlatmak için özel olarak gece tabirinin kullanılması ise, geceleyin başka türlü meşguliyetlerin olmamasından dolayıdır. Şair der ki:

'Geceleyin işlerini kararlaştırdılar.

Sabahı ettiklerinde eavaştaymış gibi bağırıp çağırıyorlardı"

Geceleyin oruç tutmaya niyet etmek için de bu kelimenin kullanılması bu­radan gelmektedir. “” ise, üzerinden gece geçen su demektir. Yine bu kelime kişinin önemsediği ve üzerinde düşündüğü, gece boyunca hatırında tuttuğu iş anlamına da gelir. Şair el-Huzlî der ki:

"Onun sözlerini kendim için bir azık yaparım Geceleyin beni düşündürecek içinden çıkılamaz işlerden çekindiğim vakit.

Düşmanın geceleyin gelip baskın yapmasına da; “”denilir. Bir işi geceleyin yapmayı ifade etmek üzere de: “” tabiri kutlanılır. Nitekim gündüzün yapılan işi ifade etmek üzere de; “” tabiri kullanılır. Bir şeyi takdir etmek anlamında da kullanılır.

Önce onların söyledikleri sözü zikredip sonra da: "İçlerinden bir gurup dediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar" diye onlardan söz etmesinin hikmeti nedir, diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Burada yüce Allah, küfür ve münafıklığı üzere kalacağını bildiği kimselerin halini ifade etmek­te, bir süre sonra döneceğini bildiği kimseleri de affetmiş bulunmaktadır,

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah burada, hazır bulunup da ne yapacağını şaşıran kimselerin halini ifade etmiştir. Emri İşitip de sesini çıkarmayan ita­at eden kimselerden ise gözetmemektedir. Doğrusunu en İyi bilen Allalıtm Allah onların geceleyin kurdukları planlarını yazıyor." Yani, şanı yüce Allah bunu, karşılığında onları cezalandırmak üzere amel defterlerine tesbit etmektedir. ez-Zeccac der ki: Bunun anlamı Kİtab-ı Keriminde bunu da sa­na inzal buyuruyor, şeklindedir.

Bu âyet-i kerimede belirtmiş olduğumuz gibi mücerred söz söylemenin bir-şey ifade etmeyeceğine delil vardır. Çünkü onlâ*r "itaat ederiz" deyip bunu sözlü olarak söyledikleri halde, Allah onların gerçekten itaal ettiklerini ka­bul etmemekte ve itaatlerinin doğru olduğu şeklinde lehlerine hüküm ver­memektedir. Çünkü onlar, Hz. Peygambere itaat etme gerektiğine inanmıyor­lardı. Böylelikle fiilen itaat etmekle birlikte itaatin gereğine inanılmadıkça ita­at eden kimsenin itaat etmiş olmayacağı sabit olmaktadır.

Yüce Allah'ın: "Artık yüzçevir onlardan ve Allah'a tevekkül et Vekil ola­rak Allah yeter. Hâla onlar Kur'anı gereği gibi düşünmeyecekler mi" buyruğundaki: "Artıkyüi çevir onlardan" buyruğu, onların isimlerini bildir­me, haber verme anlamındadır. Bu açıklama ed-Dahhak'tan nakledilmiştir ki, kastettiği kimseler de münafıklardır. Onları cezalandırma anlamında olduğu da söylenmiştir. Daha sonra yüce Allah, düşmanına karşı yardım ve zafer ih­san edeceği hususunda yalnızca kendisine tevekkül edip, yalnızca kendisi­ne güvenmesini emr etmektedir. Denildiğine göre bu, yüce Allah'ın: "Ey Pey­gamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" (et-Tevbe, 9/83) buyruğu ile nesh edilmiştir.

Daha sonra yüce Allah, Kur'an-ı Kerim üzerinde dikkatle düşünmek, onun hakkında ve manaları üzerinde tefekkür etmekten yüz çevirdiklerinden dolayı münafıkları ayıplamaktadır. Birşey üzerinde tedebbür etmek, onun akı-beti 'üzerinde tefekkür edip düşünmek demektir.

Hadis-i şerifte de (aynı kökten olmak üzere); “” diye Duyurulmak­tadır. Ki, birbirinize arkanızı dönmeyiniz, demektir. “” İşleri sonuna vardı, anlamındadır. Tedbîr ise, insanın adeta akibetinin nereye varacağını görüyormuşçasına İşini düzenlemesi demektir.

Bu âyeti kerime ile yüce Allah'ın: "Onlar hâlâ Kur'anı tefekkür etmezler mi. Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var? (Muhammed, 47/24) buyruğu, anlamının bilinmesi için Kur'an üzerinde tefekkür etmenin vücubuna delil teş­kil etmektedir. Böylelikle bu: Kur'an tefsirinden ancak Peygamber (sav)'dan. sabit olan rivayetler alınır deyip de Arap diline uygun bir şekilde tevil yap­mayı yasak kabul edenlerin görüşlerinin de yanlışlığını ortaya koymakta ve onların görüşlerini reddetmektedir. Bu buyrukta, düşünme ve istidlalin em-redildiğine, taklid'in yanlışlığına dair delil bulunduğu gibi, kıyasın da delü olarak kabul olunduğuna dair delil vardır.

Yüce Allah'ın: "Eğer O, Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde bir­birini tutmayan birçok şeyler bulurlardı" buyruğuna gelince; Elbette on­da farklılıklar ve çelişkiler bulurlardı, demektir. Bu açıklama İbn Abbas, Katade ve İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir. Kıraat lafızlarının farklılığı, misalle­rin lafızları, delâletler, Sûrelerin miktarları ve âyetler arasındaki farklılıklar ise bunun kapsamına girmemektedir. Buradaki farklılıktan kasiE ise, çelişki ve birbirini tutmayan şeylerdir

Şöyle de denilmiştir: Buyruğun anlamt şudur: Size bu bildirilen buyruklar, Allah'tan başkasından gelmiş olsaydı, bunlar arasında tutarsızlıklar olurdu.

Yine şöyle denilmiştir: Çokça söz söyleyen kim varsa mutlaka onun sözün­de pek çok tutarsızlıklar olur ya sözün niteliklerinde ve lafızlarında olur ya­hut da mananın güzelliğinde olur ya çelişkilerinde görülür yada yalan söz olur. Ancak yüce Allah, Kur'an-ı Kerimi indirerek onun üzerinde dikkatle düşün­melerini emretmektedir. Çünkü onlar, ne sözlerin niteliğinde ne de farklılık görmektedirler, ne de herhangi bir şekilde onu reddedecek imkanları vardır. Ne onda bir çelişki buluyorlar, ne de kendilerine haber verilen ve bildirilen gaybî haberlerde herhangi bir yalana rastlıyorlar. [372]

 

83. Kendilerine güven veya korkuya dair bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı, içlerinden işin İç yüzü­nü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu elbette bilirlerdi, Allah'ın üzerinizdeki lütfiı ve rahmeti olmasaydı, -pek az müs­tesna- şeytana uymuş gitmiştiniz.

 

"Kendilerine güven... e dair bir haber geldiğinde"

buyruğundaki (üp edatında şart manası vardır. Ancak bundan dolayı “” eda­tı eklenecek olsa dahi ceza (cevabı) pek gelmez. Kullanılışı da azdır. Sibe-veyh der ki: Güzel olan Ka'b b. Züheyr'in şu beyitinde söylediği gibidir:

"Benim bu dişi devem oradan kalkmak istediğinde Güneşin batım vaktinde alışmadığı bir yere gidip de dehşete kapılmış bir öküz gibidir (hızlıca gider)."

Yani (Sibeveyh şunu demek istiyor): Güzel olan bu beyitte şair cezm et­mediği gibi; “” ile cezm etmemektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara Sûre-si'nin baş taraflarında (2/11. ayetin tefsirinde.)-geçmiş bulunmaktadır.

Bu buyruğun anlamı da şudur: Onlar, müslümanların zafer kazanmaları, düşmanlarının da öldürülmeleri gibi güvenlik ihtiva eden herhangi bir hu­sus işitecek olurlarsa "veya korkuya dair bir haber geldiğinde" yani bunun zıddı bir haber alacak olurlarsa "onu hemen yayıverlrler" ifşa edip açıklar­lar. İşin gerçek mahiyetini kavramadan onu dillerine dolayıverirler.

Bu davranışı zayıf müslümanların gösterdiğini söylediği el-Hasen!den nakledilmiştir. Çünkü bunlar, Peygamber (sav)'ın durumunu açıklıyor ve bun­dan dolayı haklarında herhangi bir sorumluluğun sözkonusu olmayacağını sanıyorlardı. ed-Dahhak ve İbn Zeyd ise derler ki: Bu buyruk münafıklar hak­kındadır. Haberleri bu şekilde yaygınlaştırdıkları için yalan söylediklerinden ötürü bu şekilde davranmaları onlara yasaklandı,

"Halbuki bunu Rasûlüne veya içlerinden emir sahiplerine döndürmüş olsalardı" yani, Peygamber (sav)!ın kendisi, yahut emir sahipleri olan kim­seler bunu söyleyip açıklayıncaya kadar kendileri bunu dillerine dolayıp açık­lamamış olsalardı...

Emir sahipleri; el-Hasen, Katade ve başkalanndan, ilim ve fıkıh sahibi kim­selerdir diye nakledilmiştir. es-Süddî ve İbn Zeyd ise yöneticilerdir diye açıklamıştır. Maksadın, askeri birlik kumandanları olduğu da söylenmiştir.

^İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu elbet­te bilirlerdi" Yani bu kimseler neyin açıklanması gerektiğini^ neyin de giz­lenmesi gerektiğini bilirlerdi.

İşin iç yüzünü araştırıp çıkarmak (istinbat), suyu kaynağından çıkartmak demektir. Nabat ise, ilk kazıldıktan sonra kuyunun dışarıya çıkartılan ilk su­yudur Buna nabat adının verilmesi ise, onların (bu şekilde su çıkartanların) yerde bulunan şeyleri dışarı çıkartmalanndan dolayıdır. Sözlükte istinbat çıkartmak anlamındadır. Daha önce geçtiği gibi, nass ve icma'ın bulunmama­sı halinde içtihatta bulunmaya da delalet etmektedir.

Yüce Allah'ın: “ Allah'ın üzerinizdeki lütfü ve merha­meti olmasaydı" buyruğu (ndaki “” kelimesinin) merfu' olması Sibeveyh'e göre mübtedâ olduğundan dolayıdır. Sibeveyh'e göre (“” edatının) habe­rinin izhar edilmesi caiz değildir. Ancak Kûfeliler derlerki: Bu kelimenin merf'u' olması “” dolayısıyla dır.

"Pek az müstesna, şeytana uymuş gitmiştinizH buyruğu ile ilgili olarak üç görüş vardır. İbn Abbas ve başkaları derler ki: Buyruğun anlamı şudur On­lar, bu sözü yaygınlaştırırlardı. Aralarından pek azı müstesna bunu yaymaz ve bunu açıklamazlardı. Nahivcilerden el-Kisaî, el-Ahfeş, Ebu Ubeyd gibi bir gurup ile Ebu Hatim ve et Taberî de böyle demiştir

Bunum Bunu içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar -aralanndan pek azı müstesna- bilirlerdi anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama el-Hasen ve başkları tarafından yapılmıştır.

Bunu ez-Zeccac da tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü çoğunluk bu is-tinbatı bilebilirdi. Zira bu bir haberi öğrenmekten ibarettir. Birinci görüşü ise el-Ferrâ tercih eder ve şöyle der: Çünkü seriyelere dair bilgi ortaya çıktığı tak­dirde işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar da, başkaları da bunu bilir Haberi yaygınlaştırmak ise, kimisinde olur, kimisinde olmaz, el-Kelbî de yine ondan şöyle dediğini nakletmektedir: İşte bundan dolayı ben de bu istisnanın, ha­beri yaygınlaştırmaktan yapılmış olmasını güzel görmekteyim. en-Nehhas da der ki: Bu iki görüş, mecazı esas almaktadır. Yani, o bununla ifadede bir tak­dim ve tehir olduğunu söylemek istiyor.

Üçüncü bir görüş ise, mecazın olmadığı şeklindedir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Şayet Allah aranızda ilahi belgeleri ortaya koyan bir pey­gamber göndermek suretiyle size lütufta bulunmayıp size rahmet etmemiş ol­saydı, hiç şüphesiz kâfir olur ve şirk koşardınız. Aranızdan pek az kişi müs­tesna. Ancak o azınlık Allah'ı tevhid ederlerdi.

Bu hususta dördüncü bir görüş daha vardır. ed-Dahhak der ki: Bunun an­lamı şudur: Pek azınız müstesna şeytana uymuş gitmiştiniz. Yani Muhammed (sav)'ın ashabı çok az kişi müstesna kendi kendilerine şeytanın telkinlerini yaparlarch. Bu pek az kimselerden kasıt ise, Allah'ın kalplerini takva ile sı­nadığı kimselerdir.

Bu görüşe göre ise "pek ai müstesna" buyruğu yüce Allah'ın: "Şeytana uymuş gitmiştiniz" buyruğundan istisna edilmiştir. el-Mehdevî ise der ki: Fa­kat ilim adamlarının çoğunluğu bu görüşü kabul etmezler. Zira Allah'ın lü­tuf ve rahmeti olmasaydı, insanların tümü şeytana uymuş gitmiş olurdu. [373]

 

84. Sen artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlu­sun. Mü'minleri de (cihâda) teşvik et. Umulur ki Allah, o kâfir­lerin baskısını önler. Allah, kahrı da daha çetin olandır, ibret alınacak cezası da daha şiddetli olandır.

 

Yüce Allah'ın; "Sen artık Allah yolunda savaş" buyruğundaki "fâ" daha önce geçen yüce Allah'ın: "... Kim Allah yolunda sava­şıp da öldürülür yahut zafer elde ederse, ona pek büyük bir mükâfat vere­ceğiz." Sen artık Allah yolunda savaş"(eiı-Nisa, 4/74) buyruğu ile alakalı­dır Yani, bundan dolayı aen artık savaşmaksın, demektir. Bunun yüce Allah'ın: "Size ne oluyor ki Allah yolunda... savaşmıyorsunuz." (en-Nisa, 4/75.) "Sen artık Allah yolunda savaş" buyruğu ile alakalı olduğu da söylenmiştir

Buyruğun ifade ettiği anlam şöyle gibidir: Yalnız basma olsan, dahi, düş­manlarla cihadı ve düşmana karşı mü'min mustaz'aflann yardımına koşma­yı asîa terk etme. Çünkü yüce Allah kendisine zafer vaadinde bulunmuştur. ez-Zeccac der ki: Yüce Allah, Peygamberine tek başına çarpışacak olsa da­hi cihad etmesini emretmiştir. Çünkü ona yardım taahhüdünde bulunmuştur

İbn Atiyye der ki: Lafzın zahirinden anlaşılan budur. Şu kadar varki, savaş­manın ümmet dışarıda bırakılarak yalnız ona kısa bir süre dahi farz kılındı­ğına dair herhangi bir haber gelmiş değildir. O halde buyruğun anlamı -doğ­rusunu en iyi bilen Allah’tır- lafız itibariyle ona hitap olması şeklindedir. Bu da herkese özel olarak kendisine yapılan hitaplara bir örnektir. Yani, ey Muhammed ve senin ümmetinden olan herkese şu söz söylenmiştir: "Sen artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun." İşte bundan dolayı her mü'minin yalnız başına olacak olsa dahi cihad etmesi gerekin Pey­gamber (sav)'ın: "Allah'a yemin ederim ki, boynum koparılıncaya kadar mutlaka onlarla savaşacağım" [374] buyruğu da bu kabildendir. Yine arapların irttdat ettikleri sırada Hz. Ebu Bekir'in söylediği: "Eğer sağ elim bu hususta bana muhalefet edecek olursa, sol elimle ona karşı cihad ederim" şeklinde­ki sözü de bu kabildendir.

Bu âyet-i kerimenin küçük Bedir sırasında nazil olduğu söylenmiştir. Ebu Süfyan, Uhud'dan ayrıldığı sırada Rasûlullah (sav) ile küçük Bedir panayırında buluşmak üzere sözleşmişti. Sözleşilen vakit gelince Rasûlullah (sav) yetmiş süvari ile birlikte oraya çıkıp gittiği halde Ebu Süfyan oraya gelme­diğinden herhangi bir savaş olmamıştır. Bu ise, daha önce Âl-i İmran Sûresinde geçtiği üzere Mücahid'in yaptığı açıklamaya uygun düşmektedir (Al-i İmran, 3/172. ayetin tefsiri.)

Buna göre ayetler arasındaki ilişki ve buyruğun burada yer almasının iza­hı şöyle yapılır; Yüce Allah münafıkları daha önceden olayları karıştırmak ve asılsız sözleri yaygınlaştırmak ile nitelendirdi. Daha sonra da Peygamber (sav)'a onlardan yüz çevirip, bu hususta hiçbir kimse ona yardım etmeyecek olsa dahi, Allah yolunda ciddi ve gayretli bir şekilde savaşmasını emretti.

Yüce Allah'ın: “Sen ancak kendinden sorumlusun" buyruğundaki “” Mükellef tutulursun, buyruğu geniş zaman fiili olduğundan dolayı merfu'dur. Cezm edilmeyiş sebebi ise, birinci emrin illeti (.sebebi*) ol­madığından dolayıdır. el-Ahfeş ise bunun cezmînin mümkün olduğunu id­dia etmiştir.

"Ancak kendin" buyruğu ise, faili zikredilmeyen (meçhul fiilin) haberidir. Yani: Sen başkasının da bunu yapması için mecbur edilmezsin ve bundan dolayı da sorumlu tutulmazsın.

Yüce Allah'ın: "Mii'minleri de (cihada) teşvik et. Umulur ki Allah, o kâ­firlerin baskısını önler" buyruğuna dair açıklamalarımızı da üç başlık ha­linde sunacağız: [375]

 

1. Mü'minleri Cihada Teşvik:

 

"Mü’minleri de teşvik et* onları cihada ve savaşmaya teşvik et. Birisini bir işi yapmaya emredip teşvik ettiğini ifade etmek üzere; “” de­nilir. Arapçada; “” filleri de aynı anlamda olmak üzere teşvik ve ıs­rarla devam etti, anlamını vermektedir. [376]

 

2. Allah'ın Kâfirlerin Baskısını Önleyeceğine Dair Vaadi:

 

Yüce Allah'ın: "Umulur ki Allah, o kâfirlerin baskısını önler" buyruğu bu konuda bir umut vermektedir. Yüce Allah'ın umutlandırması ise, vücub ifade eder. Bununla birlikte arapçada da umutlandırmak vücup ifade etmek anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: Kıyamet gününde günahını mağfiret etmesini umduğum da O'dur" (eş-Şuarâ, 26/82) buyruğu da bu kabildendir.

îbn Mukbil der ki:

"Benim onlar hakkındaki kesin kanaatim ummak gibidir. Onlar kupkuru bir arazide bulunduklarında; Örnek, deyim ve atasözü mesabe sin deki şiirleri karşılıklı söyleyip duruyorlar."

Yüce Allah'ın: "Allah kahrı da daha çetin olandır" yani savleti daha çe­tin olandır, saltanat ve egemenliği daha büyük olandır. Dilediğini gerçekleş­tirme gücü daha çok ve daha muktedir oiandır. "ibret alınacak cezası da da­ha şiddetli olandır." Cezalandırması da daha güçlü olandır. Bu açıklamalar

eJ-Hasen ve başkalarından yapılmıştır. İbn Düreyd der ki: (üs£ M .u,): Allah onu ibretti bir ceza ile karşı karşıya bıraktı, demektir. Menkel ise insana ib­retli ceza veren şey demektir Şair der ki:

"Ve ben onların arkalarına menkel (ibretli ceza olacak şey) atıyorum." [377]

 

3. Allah'ın Vaadinin Gerçekleşmesi:

 

Birisi kalkıp: Biz kâfirleri güç ve kuvvete sahip olarak görmekteyiz. Siz­ler ise Allah'ın umutlandırmasının kesinlik ifade ettiğini söylemektesiniz. Pe­ki bu vaad nerede? diye soracak olursa, ona şöyle cevap verilir: Allah tara­fından verilen bu vaad gerçekleşmiştir. Onun, gerçekleşmiş olması, sürekli ve devamk olmasını gerektirmez. Meselâ bir an dahi bu vaad gerçekleşecek ve ortaya çıkacak olursa, verilen bu söz doğru olarak yerini bulmuş demek­tir. Yüce Allah, küçük Eedir'de müşriklerin satvetini alıkoymuş, önlemiştir. Böylelikle onlar daha önce söz verdikleri savsa gelip çarpışmak ahidlerinl ye­rine getirmemiş oldular. "Allak savaş hususunda mü'minlere el verdi (on­lara yetti)." (el-Ahzab, 33/25) Yine Hudeybiye antlaşmasını bozmak ve fır­satı değerlendirmek isteklerini gerçekleştirmelerine de imkân tanımadı. Müslümanlar, onların ne yapmak istediklerinin farkına vardılar, çıkıp onla­rı esir olarak yakaladılar. Bu durum ise, elçiler banş için arada gidip gelir­ken gerçekleşmişti.

İşte ileride de geleceği üzere yüce Allah'ın: "O, onların ellerini sizden çe­kendi.” (el-Feth, 48/24) buyruğu ile kastedilen de budur. Yüce Allah Ahzab gazvesinde gelen kâfir güruhlarının kalplerine korkuyu salmış, onlar da herhangi bir savaş ve çarpışma olmaksızın geri dönmüşlerdi. Yüce Allah'ın: ''Allak savaş hususunda mü'minlere el verdi" (el-Ahzab, 33/25) buyruğun­da olduğu gibi. Yahudiler de mü'minler kendileriyle savaşmadan yurtlarım ve mallarını bırakıp gitmişlerdi. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın mü'minler-den uzaklaştırmış olduğu baskılar kabilindendir. Bununla beraber, yahudi ve hıristiyanlardan çok sayıda kimseler ve büyük kalabalıklar, küçülmüşler olarak cizye yükümlülüğünün altına girdiler, zelil ve hakir olarak savaşma­yı terk ettiler. Allah, böylelikle onların mü'minlere yapabilecekleri baskıla­rını önlemiş oldu. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.[378]

 

85. Kim güzel bir şefaatte bulunursa, ondan kentlisine bir pay var­dır. Kim de kötü bir şefaatte bulunursa ondan da kendisine bir pay vardır. Allah berşeye kadirdir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1. Şefaat:

 

Yüce Allah'ın: "Kim... şefaatte bulunursa" buyruğunda geçen şefaat, şef at ve benzeri ifadeler sayıda çift anlamındaki "eş-şef?" den gelmektedir. Şefî' (şefaatçi) da buradan gelmektedir. Çünkü şefaatçi, ihtiyacı bulunan kim­se ile birlikte şef (çift) olmaktadır. Dişi deve bir defada iki süt kabını dol­durduğu takdirde; “” denilmesi de buradan gelmektedir. Yine dişi de­ve hem gebe bulunup, hem de yavrusu ardında gidiyorsa ona, “” de­nilir. Şef bire bir eklemek demektir. Şuf’a ise, ortağının mülkünü kendi mül­küne katman demektir. Buna göre şefaat, senden başkasını kendi mevkiine ve aracılığına katman demektir. O halde şefaat, şefaatte bulunan kimsenin, nezdinde şefaat edilenin yanındaki mevkiini açıkça ortaya çıkarmak ve le­hine şefaatte bulunan kimseye de bir menfaat ulaştırmak demektir. [379]

 

2. Şefaatin Türleri ve Bu Âyetin Maksadı:

 

Tefsir alimleri, bu âyet-i kerime hakkında farklı görüşlere sahiptir. Mücahid, el-Hasen, İbn Zeyd ve başkaları, bunun insanların ihtiyaçları hususun­da kendi aralanndaki şefaatleri hakkında olduğunu söylemişlerdir. Kim fayda sağlamak üzere şefaatte bulunursa onun bir payı olduğu gibi^zarar ver­mek için şefaatte bulunana da bir vebal vardır.

Şöyle de denilmiştir: Güzel şefaat, iyilik ve itaat hususunda olur. Kötü şe­faat ise masiyetlerde olur, Her kim iki kişinin arasını düzeltmek için güzel bir şefaatte (aracılıkta) bulunacak olur İse, ecir almayı hakeder. Her kim de laf götürüp getirir ve gıybet yapmak suretiyle (aracılık yaparsa) o da günah ka­zanır. Bu da birinci açıklamaya yakındır.

Şöyle de denilmiştir: Güzel şefaatten kasıt, müslümanlara dua etmektir. Kö­tü şefaatten kasıt ise onlara beddua etmektir. Sahih haberde şöyle denilmiş­tir: "Her kim başkasının gıyabında dua edecek olursa, onun duası kabul olu­nur ve melek de: Amin, sana da onun kadarı olsun, der." [380] İşte sözü geçen pay sahibi olmak, budur. Kötülükte de böyledir. Yani, onun yaptığı beddu­anın kötülüğü kendisine raci olur, Yahudiler de müslümanlara beddua edi­yorlardı.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Her kim cihadda arkadaşına eş olur­sa böylelikle ecirde de onun payı olur. Her kim batılda başkasına eş olursa, onun da o günahtan payı olur. Yine el-Hasen'den şöyle dediği rivayet edil­mektedir: İyi şefaat, dinen caiz olan şeydir. Kötü şefaat ise dinde caiz olma­yandır. Bu söz, adeta, diğer görüşleri de kapsamaktadır. Ayet-i kerimedeki el-Kîfl (pay) ise, günah ve vebal demektir ki, bu şekildeki açıklama el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir. es-Süddî ve İbn Zeyd ise pay anlamındadır de­mişlerdir Kifi kelimesi deveye binen kimsenin düşmemek için devenin hör-gücü üzerinde bıraktığı örtüden türetilmiştir. Devenin horgücü üzerinde bir örtü dolayıp bu şekilde üzerine binildiği takdirde, (dul): Deveye kifi yaptım, denilir. Böyle yapan kimsenin bu fiiline de iktifal denilir. Çünkü o, böyle yapmakla devenin sırtının tamamını değil de, sırtından bir payını (bölümünü) kullanmış olur. Hayır ve şer türünden her türlü pay hakkında da bu kelime kullanılır.

Yüce Allah'ın Kitabında: "Size rahmetinden iki pay ver­sin" (el-Hadid, 57/28) diye buyurulmaktadır. Caiz olan hususlarda şefaat eden kimsenin şefaati kabul olunmasa dahi ona ecir verilir. Çünkü yüce Allah: "Kim... şefaatte bulunursa" diye buyurmakta, kimin şefaati kabul olunursa diye buyurmamaktadır. Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Şefa­atte bulununuz, ecriniz verilir. Allah da Peygamberi'nin dili üzre dilediği hük­mü verir/" [381]

 

3- Allah Herşeye Gücü Yetendir:

 

Yüce Allah'ın: "Allah herşeye kadirdir" buyruğunda yer alan ve kadir an­lamına gelen “” kelimesi "muktedirdir" anlamındadır. ez-Zübeyr b. Abdulmuttalib'in şu beyiti de bu kabildendir:

"Ve bir kin sahihi ki, ben kendimi (ona ceza vermekten) alıkoydum. Bununla birlikte ona kötülük yapma gücüne sahiptim."

Yani buna muktedirdim.

Buyruğun anlamı da şudur: Şüphesiz yüce Allah, her insana kendi gücü­nü, gücünü sağlayacak gıdasını (kuut) verir.

Hz. Peygamberin: "Kişinin gücü altında bulunanla­rı zayi etmesi günah olarak ona yeter" [382] hadisi de -bu şekilde rivayet eden­lere göre- bu kabildendir. Yani onun kudreti altında, yönetimi altında bulu­nan çoluk çocuk ve diğer kimseleri zayi etmesi... anlamındadır ki, bu hadi­si (böylece) İbn Atiyye zikretmiştir. İşte “Ona güç yetirdim, yetiririm demektir. (İsm-i fail olmak üzere): Kâit ve mukît (güç yetiren) de buradan gelmektedir. Şairin:

"... Ben hesepta mukît olacağım (hesaba çekilmek üzere durdurulacağım)/

İfadesi hakkında ise et-Taberî şöyle demiştir; buradaki mukît kelimesi, az önce geçen anlamdan başka bir anlama gelmektedir. Durdurulacağım mana­sınadır. Ebu Ubeyde derki: Mukît, hıfzedici, koruyucu demektir. el-Kisaî ise, muktedir anlamındadır der. en-Nehhas da der ki: Ebu Ubeyde'nin görüşü da­ha uygundur. Çünkü onun açıklamasına göre bu kelime "el-Kavfden türe­tilmiş olur. el-Kavt ise, insanı koruyabilen, muhafaza edebilen miktar anla­mındadır. el-Ferra da der ki: Mukît, herkese kût'unu (onu hayatta tutacak gı­dasını) veren kimse demektir.

Nitekim, hadis-i şerifte şöyle denilmektedir "Ki­şinin geçimlerini sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi ona gü­nah olarak yeterlidir." [383] Bu hadisteki son kelime “” şeklinde de zikre­dilmiştir. es-Sa'lebî bunu zikreder ve der ki: İbn Fâris, el-Mücmel'de şunu nak­letmektedir: ei-Mukît, el-Muktedir demektir. Yine el-MukÎE, ei-Hâfız ve eş-Şâhid (koruyucu ve gözetleyici) anlamındadır. Gıda ve besleyecek şey anlamın­da; “” da denilir, “” da denilir.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.[384]

 

86. Bir selâmla selâmlandığınızda siz ondan daha güzeli İle selâmı alın veya aymsıyla karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını hakkıyla yapandır.

Bu buyruğa dair açıkla mal an mızı oniki [385] başlık halinde sunacağım

 

1. Takiyye'nin, Yani Selâm'm Anlamı:

 

Yüce Allah'ın: "Bir selâmla selâmtandığınızda" buyruğundaki "et-tahiyye" kelimesi, “” kipine sokulmuş bir kelimedir. Bunun aslı ise “”dır. "Ya" harfinin biri ötekine idğam edilmiştir.

Tahiyya, selâm demektir. Talıiyye, aslında hayatının devamı için dua et­mek anlamındadır. "et-Tahlyyatü llllahi" ise, afetlerden kurtulmuş olmak, ui^ak olmak Allah içindir, demektir. Bunun mülk anlamında olduğu da söy­lenmiştir. Abdullah b. Salih el-Iclî der ki: el-Kisaî'ye "et-tahiyyatü İillahi" sö­zünün ne anlama gelidiğini sordum. O: et-Tahîyyat, el-Berekât gibidir. Bu se­fer ben: Peki, el-Berekât ne demektir diye sordum: Buna dair birşey işitmiş değilim, dedi.

Yine bunlara dair Muhammed b. el-Hasen'e sordum, o da: Bu, Allah'ın ken­disiyle kullarının kendisine ibadet etmesini İstediği bir sözdür, dedi. Daha son­ra Kûfe'ye geldim. Kûfe'de Abdullah b. İdris ile karşılaştım, ona şöyle dedim: Ben, el-Kisaî'ye de, Muhammed'c de "et-tahlyyatü lillahi" sözünün ne anla­ma geldiğini sordum da, her ikisi de bana şöyle şöyle cevap verdiler. Bu se­fer Abdullah b. İdris bana şöyle dedi: İkisinin de şiir bilgileri ve bu gibi şey­lere dair bilgileri yoktur.

Tahiyye, mülk demektir, dedikten sonra şu beyiti okudu:

"Onunla, Ebu Kabus'nn üzerine yürüyorum, tâ ki, Onun tahiyyesi (mülkü) üzerine askerlerimle varıp (devemi) çöktürünceye kadar."

İbn Huveyzimendad da şu beyiti şöylece zikretmektedir:

"Onunla Nu'naan'a doğru gidiyorum tâ ki,

Askerlerimle mülkü (tahiyyesi) üzerine (devemi) çöktürünceye kadar."

Burada "tahiyyesi" ile kastettiği onun mülküdür. Bir diğer şair de (Züheyr b. Cenab el-Kelbî) şöyle demektedir:

"Bir delikanlının nail olduğu herşeye şüphesiz Ben de nail oldum; tahiyye (mülk) müstesna"

el-Kutebî der ki: Tahiyyat duasında: "Et-Tahiyyâtu lillahi" şeklinde tahiy-yat'm çoğul olarak zikredilmesi şundan dolayıdır: Yeryüzünde değişik tahiy-yelerle selâmlanan hükümdarlar, krallar vardır. Onlardan kimisine lanetten uzak durasın, anlamında; “” denilirdi, kimisine de: Esenlikte ve nimet içerisinde olasın, anlamında; “” denir, kimisine de bin yıl yaşayasın, denilirdi. Bize de: Tahiyyat yalnız Allah'ındır, deyiniz diye emrolundu. Ya­ni mülk ve egemenliğe delalet eden bütün sözler ile bunlar, kinaye yoluyla İfade eden bütün sözler, yüce Allah'ındır.

Bu âyet-i kerimenin daha önceki buyruklarla ilişki yönüne gelince^ Yüce Allah diyor ki: Daha önceden emrolunduğu şekilde cihada çıkıp da, bu cihad yolculuğunuz esnasında size, İslam selamı ile selâm verilecek olursa, sa­kın size bu şekilde selâm verenlere, sen mü'min değilsin demeyiniz. Aksi­ne, ona selâmını alarak karşılık veriniz. Çünkü böylelerinin üzerine İslam hü­kümleri caridir. [386]

 

2. Âyet-i Kerimenin Manası ve Selamlaşmaya Dair Bazı Hükümler:

 

ilim adamları âyetin manası ve te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptir­ler. İbn Velıb ile İbnü'l-Kasım, Malik'ten bu âyet-i kerimenin, aksırana "yer-hamukellah" demek ile, "yerhamukellah" diyene karşılık vermek hakkında­dır. Ancak bu görüş zayıftır. Bu ayetin sözlerinde buna delâlet eden bir şey yoktur. Aksırana "yerhamukellah " diyerek cevap vermek ise, kıyas yoluyla selâmı almanın kapsamına girmektedir. Eğer İmam Malik'ten bu sözü söyle­diği sahih olarak rivayet edilmişse, Malik'in anlatmak istediği bu olmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Huveyzimendâd der ki: Eğer hibe sevap için (hibeye karşılık verilme­si şartıyla yapılan hibe) ise, âyet-i kerimenin buna hami edilmesi caiz olabi­lir. Birisine karşılık vermesi şartıyla hibede bulunulacak olursa, o da muhay­yerdir. Dilerse o hibeyi kabul etmeyip reddeder, dilerse hibeyi kabul eder ve onun karşılığında kıymetini verebilir.

Derim ki: Ebu Hanife'nin arkadaşları da bu kabilden görüşlerini belirtmiş ve şöyle demişlerdir: Buradaki tahıyye'den kasıt, yüce Allah'ın: "Veyaaynı-sıyla karşılık verin" buyruğu dolayısıyla hediyedir Çünkü selâmın aynısıy-la geri verilmesine imkân yoktur. İfadenin zahiri de, tahiyye'nin aynı geri ve­rilmesini gerektirmektedir ki, bu da hediyedir. Hediyeyi kabul etmesi halin­de, ya onun ivazını vermesi, ve yahutta aynısını iade emrolunmuştur. Selam­da ise böyle birşeye imkân yoktur. Sevap (karşılık) şartı ile hibede bulunma­nın ve bu şartla hediye vermenin hükmüne dair açıklamalar, ileride er-Rûm Sûresinde yüce Allah'ın; "Artış göstersin diye... verdiğiniz herhangi bir şey" (er-Rûm, 30/39) buyruğunu açıklarken inşaattan gelecektir.

Şu kadar varki, doğru olan burada tahiyye'den kastın selâm vermek oldu­ğudur. Çünkü yüce Allah bir başka yerde: "Onlar sana geldikleri zaman, Al­lah'ın seni selâmlamadığı tahiyye ile selâmlarlar" (el-Mücadele, 58/8) di­ye buyurmaktadır. en-Nâbiğa ez-Zübyani de şöyle demiştir:

"Selamlıyor (tahiyye) onları aralarındaki beyaz cariyeler

Kırmızı ipek örtüler ise, birbirine çatılmış sopalar üzerinde."

Şair de burada "tahiyye" ile selâm vermeyi kastetmiştir. Müfessirler toplu­luğu da bu görüştedir. Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre, âyet-i kerime­nin fıkhı incelikleri ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:

İlim adamları, içim ile şunu kabul etmişlerdir: Önce selâm vermek, teşvik edilmiş bir sünnettir. Selamı almak ise, bir farizadır. Çünkü yüce Allah: "Siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aya ısıyla karşılık verin" diye bu­yurmuştur.

Ancak, bir topluluk arasından bir kişi selâmı alacak olursa, bunun yeter­li olup olmayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Malik ile Şafiî, bunun yeterli olacağını ve müslüman bir kimsenin selâm verenin sözünün aynısı ile selâmını almış olacağı görüşündedirler. Kuleliler İse, selâm almanın muay­yen farzlardan (farz-ı aynalardan) olduğu görüşünde olup şöyle derlet: Selam vermek, selâm almaktan farklıdır. Çünkü selâm vermek tatavvu (nafile bir iba­det) dir. Onu almak ise bir farizadır. Topluluk arasındaki bir gayri müslim, verilen selâmı alacak olursa, bu topluluğun üzerindeki selâm alma farzını kaldirmaz. İşte bu da selâm almanın bizzat her kişinin ayrı bir görevi olduğu­nun delilidir. Katade ve el-Hasen der ki: Namaz kılan bir kimseye selâm ve­rilecek olursa, sözlü olarak selâmı alır ve bu şekilde selâm alması, onun na­mazım yarıda kesmiş olmaz. Çünkü o emrolunduğu bir işi yapmıştır.

Ancak, buna muhalefet etmişlerdir. Birinci görüşün sahipleri, Ebu Da­vud'un, Ali b. Ebİ Talib'den, onun da Peygamber (sav)'den şu buyruğunu de­lil gösterirler: "Bir topluluk bir yerden geçtikleri takdirde, onlardan birisinin selâm vermesi yeterli olduğu gibi, oturanlardan da birisinin o selâmı alma­sı yeterlidir." [387] Bu buyruk ise, görüş ayrılığı olan noktada açık bir nass (bir delil)dir,

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Bu, muarızı (onunla çatışan) bulunmı-yan hasen bir hadistir. İsnadında Said b. Halid diye bir ravi vardır ki, bu da Medine'li Hu za alil ardan, Said b. Halid'dir. Bazı hadis alimlerine göre onun rivayetlerinde bir sakınca yoktur, Kimisi de bunun zayıf bîr ravi olduğunu söy­lemiştir. Böyle diyenler arasında Ebû Zur'a, Ebu Hacim ve Yakub b. Şeybe de vardır. Ayrıca bunlar, onun bu hadisini münker kabul etmişlerdir. Çünkü, bu senet İle bu hadisi yalnızca o rivayet etmiştir. Diğer taraftan Abdullah b. el-Fadl, Ubeydullah b. Ebi Rafi'deri hadis dinlemiş değildir İkisinin arasında bun­dan başka birkaç hadiste el-A'reç de vardır. Doğrusunu bilen Allah'tır. [388]

Yine bu görüşü savunanlar, Hz. Peygamberin: "Az topluluk, çok toplulu­ğa selâm verir" [389] buyruğunu deJil gösterirler. Ayrıca ilim adamları, bîr kişi­nin topluluğa selâm verebileceğini icma ile kabul edipr kalabalık sayısınca selâmını tekrarlamasına gerek olmadığını benimsediklerine göre, aynı şekil­de bir kişi de topluluk adına selâmı alır ve diğerlerinin bu konuda vekili ola­rak hareket eder. Farz-ı kifayelerde olduğu gibi.

Mâlik de Zeyd b, Eslem'den Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu riva­yet etmektedir: "Binek üstünde olan yürüyene selâm verir. Bir topluluk ara­sından bir kişi selâm verecek olursa, bu hepsi için yeterli olur." [390]

İlim adamlarımız der ki: İşte bu, bir kişinin selâmı almasının yeterli oldu­ğuna delildir. Zira, ancak vacip olan hususlarda "onlar için yeterli olur" ta­biri kullanılır. Doğrusunu en iyi biîen Allah’tır.

Derim ki: İşte ilim adamlarımız bu hadisi böylece te'vil etmiş (yorumlamış) ve bir kişinin selâmı almasının caiz olacağına dair bunu delil kabul etmişler­dir. Ancak çok rahatlatıcı bir delil olarak görülemez. [391]

 

3, Selâmın Daha Güzeli ile Alınması:

 

Yüce Allah'ın: "Ondan daha güzeli ile selâmı alın veya aynısıyla kar­şılık verin* buyruğunda sözü geçen selâmın daha güzeli ile alınması, "se-lâmun aleyküm" diyen kimseye fazladan: "Aleykesselâm ve rahmetullah" di­ye karşılık vermek suretiyle olur. Eğen "Selâmım aleyke ve rahmetullah" di­yecek olursa, selâmı alan kimse "ve berâkâtuhu"yu ekler. İşte selâmın nihai şekli budur, bundan fazlası ile selâm alınmaz. Yüce Allah, -ileride yeri ge­lince açıklanacağı üzere- o şerefli hane halkından: "Allah'ın rahmeti ve be­reketleri üzerinize olsun" (Hud, 11/73) diye selâmlandıklannı haber vermek­tedir. Şayet, selâm veren nihai şekliyle selâm verecek olursa, selâmı alan sö­zünün başına "vav" harfini ilave ederek: "Ve aleykessetâmu ve rahmetulla-ki ve berâkâtuhu" diye karşılık verir. Misliyle selâmı almak ise, "esselâmu aley­ke* diyene, "aleykesselâm" diye karşılık vermektir. Şu kadar varki, kendisi­ne selâm verilen kişi bir kişi olsa dahi, bütün selamlamaların çoğul lafzı i\ç olması gerekmektedir. (Esselâmu aleykum ve aieykumusselâm... şeklinde).

el-A'meş, İbrahim en-Nehaî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Tek ki­şiye selâm verdiğin takdirde "esselâmu aleykûm" de. Çünkü onunla birlik­te melekler de vardır. Selamın alınması halinde de bunun çoğul lafzı ile ol­ması gerekir. İbn Ebi Zeyd der ki: Selam veren esselâmu aleykûm der, selâ­mı alan da ve aleykumu's-selâm diye karşılık verir. Veya ona söylenildiği gi­bi o da esselâmu aleykûm der. İşte yüce Allah'ın: "Veya ay n ısıyla karşılık verin” buyruğunun anîamı budur. Selamı alırken ("tekil olarak) selâmun aleyke (selâm senin üzerine olsun) diye söylenmez. [392]

 

4. Selamlaşmada Tercih Edilen İfade Şekli:

 

Selamlaşmada tercih edilen ve edebe uygun olan, yüce Allah'ın isminin (es-Selâm lafzının) mahlukun isminden önce zikredilmesidir. Nitekim şanı yüce Allah: "Selâm olsun llyas'a" (es-Sâffât, 37/130) diye buyurmaktadır. İbra­him (a.s) kıssasında da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmeti ve bereket leri üzerinize olsun ey hane halkı!" (Hud, 11/73) Yine Hz. İbrahimden (ba­basına): "Selam sana" (Meryem, 19/47) dediğini haber vermektedir.

Buharı ile Müslim'in Sahîh'inde Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste Rasû-lullah (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

Aziz ve celil olan Allah Ademi, boyu altmış zira olmak üzere (Adem'in ken­di suretinde yaratmıştır.) [393] Onu yaratınca: Git şu topluluğa selâm ver dedi.

-Bunlar meleklerden oturmakta olan bir topluluktu.- Onların sana ne şekil­de selâm vereceklerini dinle. Bu senin ve senin soyundan geleceklerin se-İâmı olacaktır. Bunun ürerine Adem gidip, esselâmu aleykûm dedi. Onlar da esselâmu aleyke verahmetullah dediler. -Böylelikle fazladan ona "verakme-tullah" diye karşılık verdiler- İşte cennete girecek olan herkes, Ademin su­reti üzre boyu altmış zira olarak girecektir. Ondan sonra İnsanlar şu ana ka­dar hilkat itibariyle eksilmeye devam etmektedirler." [394]

Derim ki: Bu hadis-i şerif, sahih olmanın yanında yedi hususu da. ifade et­mektedir:

1. Hz. Adem'in yaratılışının niteliğini haber vermektedir.

2. Allah'ın îütfuyia biz cennete bu surete sahip kılınarak gireceğiz.

3. Az. sayıda olanların çok olanlara selâm vermesi,

4. Yüce Allah'ın adının öne alınması,

5.  Benzeriyle selâm vermek. Çünkü onlar da esselâmu aleykum diye se­lâmı almışlardı.

6. Selâmı alırken ona ilavede bulunmak.

7. Kûfelilerin belirttikleri şekilde selâm verilenlerin tümünün selâmı alma­ları. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [395]

 

5. Selamı Alırken Selam Verenin Önce Anılması:

 

Selamı alırken, kendisine selâm vereni önce anacak olursa, haram ya da mekruh işlemiş olmaz. Çünkü Peygamber (say)'ın bu şekilde selâm aldığı sa­bit olmuştur. Hz. Peygamber, güzel bir şekilde namaz kılamayan adamın, ken­disine verdiği selâmını: "Ve aleykesselâm. Hadi geri dön (bir daha) namaz kıl. Çünkü sen namaz kılmış olmadın" diye cevap vermişti. [396]

Hz. Âişe de Peygamber (say)'m Hz. Cebrail'in kendisine selâm gönderdi­ğini haber verince; "Ve aleyhisselâm ve rahmetullah" diye selâmını almıştı. Bunu da Buhârî rivayet etmiştir. [397]

Hz. Aişe'nin hadisindeki fikhî inceliklerden birisi de şudur: Bir kişi bir baş­ka kişiye selâm gönderecek olursa, doğrudan doğruya ona selâm veriyormuş gibi onun selâmını alması gerekir,

Bir adam Peygamber (sav)'a gelip: Babam sana selâm gönderdi deyince Hz. Peygamber de; "Aleyke ve alâ Ebîkesselâm" yani, sana ve babana selâm olsun, diye selâmını almıştır, [398] Nesâî ve Ebû Dâvûd, Cabir b. Süleym'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasûlullah (say) ile karşılaştım ve: "Aleykesselâmu ya Rasulallah (Sana sdâm olsun ey Allah'ın Rasulü) dedim, O da: Aleykesselâmu deme. Çünkü aleykesselam, ölüye selâm şeklidir. Fa­kat bunun yerine esselâmu aleyke de." [399]

Şu kadar var ki, bu hadis sabit değildir. [400] Ancak, Arapların kötü husus­larda beddua ettikleri kişinin adını başa almaları adetleridir Mesela araplar: Üzerine olsun Allah'ın laneti ve Allah'ın gazabı, derler.

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur; *Ve senin üzerinedir lanetim kıyamet gününe kadar." (Sâd, 38/78) Yine ölmüşlere selam verirken şairlerin alışagel­dikleri ve adet edindikleri usul de bu idL Şu beyitlerinde olduğu gibi:

"Sana olsun Allah'ın selâmı, ey Kays b. Asım! Ve rahmeti, rahmet dilemeyi murad ettikçe."

Bir diğer şair eş-Şemmâh da şöyle demektedir:

"Sana selâm bir emirden ve bereket ihsan etsin Allah'ın kudret eli, o paramparça olmuş deri çadıra."

Hz. Peygamberin ona bu şekilde selâm vermesini yasaklayış sebebi, ölü­ler hakkında meşru olan selâm lafzının bu oluşundan dolayı değildir. Hz. Pey­gamberin hayatta olanlara selâm verdiği şekilde ölülere de selâm verdiği ve şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "By mü'minler topluluğunun diyarı, selâm sizlere. Allah'ın izniyle biz de sizlere kavuşacağız." [401]

Hz. Aişe (ranha) de şöyle .sormuştu: Ey Allah'ın Rasulü, kabristana girdi­ğim takdirde ne söyleyeyim? Şöyle buyurdu: "Se­lâm sizlere ey mü'minler diyarının sakinleri" de. [402]

İleride yüce Allah'ın izniyle et-Tekâsur Sûresi'nde (102, Sûre); kabir ziya­retine 'dair açıklamalar gelecektir.

Derim kî: Hz. Âise'nin rivayet ettiği hadis ile diğerlerinin kabristandan ge­çip oraya yaklaşma sırasında bütün kabir ahalisine selâm vermek hakkında; Cabİr b. SüleynVin rivayet ettiği hadisin de yalnızca kabir ziyareti kastıyla ora­dan geçiş hakkında olması da muhtemeldir.

Doğrusunu en iyi bilen Allalıtır. [403]

 

6. Selamlaşmaya Dair Diğer Hükümler;

 

Binekİi olanın yürüyene, ayakta olanın oturana, azınlığın çoğunluğa selâm vermeleri sünnettendir. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği Müslim'in Salıîh'inde yer alan hadis-i şerifte böyle zikredilmiştir. Ebu Hureyre dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Binekİi olan yürüyene selâm verir..." [404]

Bu hadiste mertebe itibariyle yüksek olduğundan dolayı binek üzerinde olandan başlamaktadır. Ayrıca bu binekliyi büyüklenmekten uzaklaştırır. Yürüyen hakkında da binekli hakkında söylendiği gibi söylenmiştir. Yine şöy­le denilmiştir: Oturanın, vekar, sebat ve sükun halt üzere olduğundan dola­yı yürüyene göre üstün bir meziyeti vardır. Zira yürüyenin hali bunun tam aksidir. Azınlığın çoğunluğa selâm vermesine gelince, bu da müslümanlarm çokluğunun ve çoğunluğunun şerefine riayetten dolayıdır. Buhârî hadis-i şe­rifte ayrıca; "Küçük de büyüğe selâm verir" fazlalığını da kaydetmektedir. [405]

Büyüğün küçüğe selâm vermesine gelince, Eş'as, el-Hasen'den küçük çocuklara selâm verilmesi görüşünde olmadığını rivayet etmektedir, O der ki; Çünkü selâmın alınması bir farzdır. Küçük çocuğun ise selâm verme yü­kümlülüğü yoktur. O halde küçük çocuklara selâm vermemek gerekir. İbn SMn'den ise, onun küçük çocuklara selâm vermekle birlikte onlara sesini işit­tirmediği rivayet edilmiştir.

İlim adamlarının çoğunluğu der ki: Küçük çocuklara selâm vermek, onu cerketmekten daha faziletlidir. Buhârî ile Müslim'de es-Seyyar'dan şöyle de­diği nakledilmektedir. Sabit ile beraber yürüyordum. Çocukların yanından geç­ti, onlara selâm verdi. O da, Enes ile birlikte yürürken, Enesin çocukların ya­nından geçip, çocuklara selam verdiğini zikretti. Enes de Peygamber (sav) tle birlikte yürürken, çocukların yanından geçtiğini, onlara selâm verdiğini zikretti. Bu Müslim'in lafzıdır. [406] Böyle davranmak, Hz. Peygamber'in büyük ahlakı cü mi es indendir. Bununla küçük çocukların bu gibi şeylere alıştınlma-sına işaret olduğu gibi, sünnetlerin öğretilmesine teşvik ve onların şer'î adap üzere eğitilmeleri de sözkonusudur. O halde bunlara uymak gerekir.

Hanımlara selâm vermek ise caizdir. Ancak, şeytanın dürtmesi, yahut ha­ince bir bakış suretiyle onlarla konuşmaktan fitne korkusu dolayısıyla genç hanımlar bundan müstesnadır. Yaşlanıp kocamış ve acuze olmuş hanımlara ise, sözünü ettiğimiz hususlardan yana güven akında olunduğundan dolayı selâm vermek güreldir. Ata ve Katade'nin görüşü budur. Mâlik ve İlim adamlarından bir gurup da bu kanaattedir.

Şu kadar var ki, Kûfeîi alimler, selâm verenin kadınlara mahrem olmama­sı halinde selâm vermesini kabul etmez ve şöyle derler: Ezan okumak, ka­met getirmek, namazda Kur'ân'ı açıktan okumak kadınlardan sakıt olduğu­na göre, selâmı atmaları da onlardan sakıttır. O bakımdan hanımlara selâm verilmez. Ancak sahih olan birinci görüştür.

Çünkü Buharı, Sehl b, Sa'd'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bizler cuma günü gelmesinden dolayı sevinirdik- Ona, neden diye sordum, dedi ki: Bizim kocamış bir kadın vardı. Bu kadın Budaa'ya -İbn Mesleme der ki: Me­dine'de bir hurmalığın adıdır- birisini gönderir, oradan pazı kökleri aldırır, bunu tencereye koyar, üzerine de birkaç tane arpa öğütür atardı. Cuma na­mazım kıldık mı, namazdan çıkıp onun yanına gider, ona selâm verirdik, O da bu pişirdiği yemeği önümüze getirir, koyardı ve bundan dolayı sevinir­dik. O sırada, ancak cuma namazını kıldıktan sonra kaylule yapar (öğle vak­ti dinlenmeye çekilir) ve yemek yerdik."[407]

 

8. Selam Şekli ve Adabı:

 

Selâmın da, selamın alınışının da işitilecek sesle olması sünnettir. Parmak­la veya elle işaret, Şafiî'ye göre yeterli değildir. Bize göre uzak olunması ha­linde yeterli gelir. îbn Vehb, İbn Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: es-Selâm, aziz ve celil olan Allah'ın i simi erindendir. Allah, onu yeryüzü­ne dağım. O bakımdan onu kendi aranızda yaygınlaşırınız. Kişi, bir toplu­luğa selâm verip de onlar da selâmını alacak olurlarsa, onlardan bir derece üstün olur. Çünkü onlara (bunu) hatırlatmış olur. Şayet onlar selâmını al­mayacak olurlarsa onlardan daha hayırlı ve daha hoş olanlar onun selâmı­nı alırlar

el-A'meş de, Amr b. Murre'den, o, Abdullah b. el-Haris'den şöyle dediği­ni rivayet etmektedir: Kişi, bir topluluğa selâm verecek olursa, onlara bir de­rece üstünlüğü olur. Eğer onlar selâmını almayacak olurlarsa, melekler onun selâmını alırlar ve onlara lanet okurlar.

Selamı alan kişi, cevabını işittirmelidir. Çünkü selâm verene selâmını al­dığını işittirmiyecek olursa, ona cevap vermiş, yani selâmını almış olmaz. Ni­tekim, selâm veren bir kimse de eğer sesini selâm verdiği kimselere işittirmeyecek olursa, ona selâm vermiş sayılmaz. Aynı şekilde selâmı alanın da selâmı aldığı işitilmiyecek olursa, selâma cevap vermiş olmaz. Peygamber (sav):ın da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Selam verdiğiniz takdirde se­sinizi işittiriniz. Selamı aldığınız takdirde de sesinizi işittiriniz. Oturacak olursanız, güvenlikle oturunuz. Kiminiz, kiminizin sözünü de alıp (başka ye­re) taşımasın." [408]

İbn Vehb der ki: Bana Usame b. Zeyd, Nafi'den şöyle dediğini haber ver­di: Şam takihl erin den Abdullah b. Zekeriyya diye anılan bir adam ile yolda yürüyordum. Bineğimin küçük abdestini bozmak için durması beni alıkoy­du. Daha sonra ona yetiştim, fakat selâm vermedim. Bana, selâm vermeye­cek misin dedi. Şöyle dedim: Ama az önce seninle beraberdim. Dedi ki: De­diğin gibi olsa dahi (yine vereceksin). Çünkü Rasülullah (sav)'ın arkadaşla­rı birlikte yürürler, bir ağaç aralarına girer, onlan biribirinden ayırırdı. Fakat bir araya geldikleri vakit yine biri ötekine selâm verirdi.[409]

 

9. Kâfirin Selamını Almak:

 

Kâfirin selâmını almanın hükmüne gelince, selâm verdiği takdirde ona: "Ve aieykum" denilerek selâmı alınır.

İbn Abbas ve başkaları der ki: "Bir selâmla selâmlandığınızda" âyetinden maksat şudur: Eğer bu selâmı veren kişi mü'min ise, "siz ondan daha güze­li İle selâmı alın." Şayet size selâmı veren bir kâfir ise, Rasülullah (sav):tn dediği şekilde o selâm alınarak onlara: "Ve aieykum" denilir. Ata ise der ki: Âyet-i kerime yalnızca mü'minler hakkındadır. Onların dışında selâm veren olursa ona lıadis-i şerifte belirtildiği gibi "aleyke" diye cevap verilir.

Derim ki: Kâfır'in selâmı alınırken "ve aleyke" diye vav harfi başa getiri­lerek selâmın alınacağı belirtildiği gibi, Müslim'in Sahih'inde vavsız olarak sadece "aleyke" diye gelmiştir. Manası açık olan rivayet de budur. "Vav" ile birlikte selâmın alınmasını ifade eden rivayetlerde ise, anlaşılması güç olan bir taraf vardır. Çünkü, atıf edatı olan vav, ortaklığı gerektirmektedir. Bu ise, onların bize ölüm ile beddua etmelerinde bizim de onlarla beraber ortak ol­mamızı gerektirir. Bundan dolayı bunu te'vil edenlerin farklı görüşleri var­dır: Bu görüşler arasında en uygun olanı şöyle demektir: Buradaki uvav", nor­mal özelliği ile attf içindir.

Şu kadar varki, bizim onlara bedduamız kabul olunur. Fakat onların bize bedduaları kabul olunmaz. Nitekim Peygamber (sav) da böyle ifade buyur­muştur. Bu "vav"ın fazla olduğu da söylenmiştir, istinaf (cümle başı olmak üzere) olduğu da söylenmiştir. Ancak en uygun olanı birinci görüştür.

"Vav"sız rivayet mana itibariyle daha güzeldir. Ancak "vav"lı rivayet daha sa­hih ve daha meşhurdur, ilim adamlarının çoğunluğu da bu rivayeti benim­semiştir. [410]

 

10. Zimmet Ehlinin Selâmını Almanın Hükmü:

 

Zimmet ehlinin selâmım almak hususunda görüş ayrılığı vardır. Müslüman­ların selâmını almak gibi onların da selâmını almak vacip midir? tbn Abbas, eş-Şa'bî ve Kaiade, âyet-i kerimenin umum İfade etmesini ve sahih sünnet­te onların selâmının alınmasını emreden buyrukları delil göstererek bu gö­rüşü kabul etmişlerdir.

Eşheb ve îbn Vehb'in kendisinden yaptığı rivayete göre Maük, bunun va­cip olmadığı görüşündedir. Eğer zimmet ehlinin selâmını alacak olursak, yal­nızca "aleyke" deriz. İbn Tavus; zimmet ehlinin selâmını alırken "Selâm senin üstüne yükselsin; yani selâm üzerinden kalksın, diye cevap ver­meyi tercih etmiştir.

Bazı ilim adamlarımız ise, "es-selâm" demeyi tercih etmişlerdir. Bundan ka­sıt, taş'tır. Malik ve başkalarının bu husustaki görüşleri hadis-i şerifte belir­tilene uygun ve yeterlidir. İleride Meryem Sûresi'nde Hz. İbrahim'in babası­na söylediği haber verilen: "Selam sana" (Meryem, 19/47) buyruğunu açık­larken zimmet ehline öncelikle selâm vermeye dair açıklamalar gelecektir.

Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den Peygamber (savVın şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmektedir: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seve­ceğiniz şeyi size göstereyim mi? Aranızda selâmı yaygınlaştırınız." [411]

İşte bu, selâmın müşrikler dışarda olmak üzere müslümanlar arasında yay­gınlaştırılmasını gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [412]

 

11. Kimlere Selam Verilmez:

 

Namaz kılana selâm verilmez. Selam verilecek olursa, namaz kılan muhay­yerdir. Dilerse parmağıyla işaret ederek selâmını alır, dilerse namazını biti­rinceye kadar selâmı almaz. Namazı bitirdikten sonra seiâmı alır.

DePi hacette bulunana da selâm vermemek gerekir. Verilecek olursa, se­lâmı alma yükümlülüğü yoktur. Böyle bir durumda iken adamın birisi Pey­gamber (s av}'in yanına uğrar, Hz. Peygamber ona şu cevabı verir: "Benim bu halde olduğumu görür veya bu halde beni bulursan bana selâm verme. Çün­kü (bu haldeyken) bana selâm verecek olursan, senin selâmını almam." [413]

Kur'ân okuyana da selâm vererek okumasını kesmeye sebep olunmaz. Kur'ân okuyana selâm verilecek olursa, muhayyerdir. Dilerse selâmı alır, di-îerse okumasını bitirinceye kadar selâmı almaz. Okumasını bitirdikten son­ra selâmı alır. Avretini açmış olduğu halde hamama girene veya hamam ile ilgili bir meşguliyette bulunana da selâm verilmez. Bu durumda olmayana İse selâm verilir. [414]

 

12. Selam Vermenin ve Almanın Ecri:

 

Yüce Allah: "Şüphesiz Allah herşeyîn hesabını hakkıyla yapandır" buy-ruğundaki "hasîb" kelimesi, koruyup gözetleyici demektir. Bunun kâfi gelen anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hasbukellah: Allah sana yeter" ifadesin­de olduğu gibi.

Katade der ki: Hasîb demek, hesaba çeken demektir. Beraber yemek yi­yene (muvakil) anlamında ekîl denilmesi de böyledir. Bunun hesâbtan faîl vezninde bir kelime olduğu da söylenmiştir. Burada bu sıfatın zikredilmesi gayet güzeldir. Çünkü âyet-i kerimenin ifade ettiği mana, insanın yaptığın­dan fazlasını alması yahut daha azını veya tam karşılığım alması ile ilgilidir.

Nesâî'de İmran b. Husayn'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Pey­gamber (sav)'ın yanında bulunuyordum. Bir adam geldi ve selâm vererek; es-selâmû aleykum dedi. Rasûlullah (sav) onun selâmını aldı ve: "On" diye bu­yurdu. Sonra adam oturdu. Daha sonra bir başka kişi geldi, o da: Esselâmu aleykum ve- rahmetullah dedi. Rasûlullah (sav) onun da selâmını aldı ve: 'Yir­mi" dedikten sonra adam oturdu. Bir diğeri daha geldi ve: Esseîâmu aleykum ve ralımetullahi ve berhakâtuhû dedi. Rasûlullah (sav.) onun da selâmını al­dı ve: "Otuz" dedi.[415]

Görüldüğü gibi bu haber tefsir edici bir haber olarak gelmiştir. O da şu­dur: Her kim müslüman kardeşine selâmun aleykum diyecek olursa ona, on hasene yazılır. Eğer esseîâmu aleykum ve rahmetullah diyecek olursa, ona yirmi hasene yazılır. Şayet esseîâmu aleykum ve rahmetullalıi ve berâkâtu-hu diyecek olursa, ona otuz hasene yazılır. Selamı alana da aynı şekilde ecir verilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[416]

 



[1] Tirmizi, Tefsir 4, süre 8.

[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/160-161.

[3] Buhari İlim 15, Zekât  5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhid 45 ; Müslim, Salâtul-Müsâfirîn 268 ; İbn Mace, Zühd 22;   Müsned, I, 385, 432, II, 9, 36.

[4] Buhâri, İlim 15.

[5] Buhâri, İman 26, Temenni 1; Müslim, İnulre 103, 106; Nesai, Cihâd 18, 30; İbn Mâce, Cihâd 1; Muvatta', Cihad 27, 40; Müsned, II, 231, 424, 473, 496, 502.

[6] Buhâri, Temenni 1.

[7] Buhâri, Meğâzi 83 (yakın ifadelerle): el-Azızî, es-Sirâcu'î-Munîr Sağîr, III, 249-

[8] Buhâri, Cihâd 6, 21; Müslim, İmare 108, 109: Nesâi, Cihad 34 (yakın ifadelerle).

[9] Müslim, Tahâre 39; Nesai. Tahâre 110; İbn Mâce Zühd 36; Muvatta', Tahâre 28; Mûsned, III, 300, 408.

[10] Tirmizi, Zühd 17; Müsned, IV. 23.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/161-163.

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/163

[13] Tirmizi, Deavât 115.

[14] Tirmizi, Deavât 2; İbn Mâce, Dua 1; Müsned, II, 477.

[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/164.

[16] Buhâri, Ferâiz 16; Tefsir 4. süre 7

[17] Taberi, V, 53; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XII, 30 v.d.dii İbn Battil'ın bu açıklatiuısınn ce­vap verilmektedir. Ayrıca Tefsir bölümündeki rivayete dair açıklamalar için de; V1IIV 962 v.d.na bakılabilir.

[18] Buhari, Tefsir 4. sûre 7.

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/165-166.

[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/166-167.

[21] Buhâri, Ferâiz 15, Müslim, Ferâi2 2-4; Ebû Dûvûd, Feraiz 7; Tirmizi, Fey 8; İbn Mâce, Ferâiz 10; Dârimi, Ferâiz 28; Müsned, I, 292, 313, 325 (bu manada).

[22] Tahâvi, Şerhu Meâni'l-Âsar, IV, 403.

[23] Buhârî, Ferâiz, 24; Ebû Dâvud, Zekat 29; Nesai, Zekât 91; Tirmizi, Zekât 21; Müsned, VI, 8, 10.

[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/167-168.

[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/168.

[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/168.

[27] el-Vahidi, Esbâbu Nuzüli'l-Kur’ân, s.155.

[28] Suyûti, ed-Durru'l-Mensur, 111, 513

[29] Az önce geçen 32, âyet 1. başlığa bakınız.

[30] Bununkı eşya ve cisimlerin esaslarını teşkil eden ve onlara kara ki eristik özelliklerini veren unsurlar;! atıfta bulunulmaktadır. Eski Yunan Filozoflarındım bazılarına göre eş­ya ve varlıkların dört temel unsuru (öğesi); toprak, sıı, ateş ve havadır. Toprak ve ateş, kumluk ve hanimi; su ve hava da nemftik ve yumuşaklığı doğurur,.. Su yaklaşım ve yorum tattı, Grek Felsefesi ile birlikte İslâm âlemini de elkilemiştr. Bu tür açıklamalar böyle bir etkilenmenin sonucudur.

[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/169-171.

[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/171.

[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/171-172.

[34] Ahmed Abdurrahman el-Benna, Minhatu'l-Ma'bûd fi Tertibi Müsnedi't-Tayalisî Ebî Dâvûd, Beyrut, 1400, I, 304; ayrıca; Ebû Dâvûd, Zekât 32; İbn Mâce, Nikâh 5.

[35] Ebu Dâvûd, Zekât 32;

[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/172-173.

[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/173.

[38] Ebû Dâvûd, Nikah 40; Tlrmizi, Rada 10; İbn Mace, Nikâh 4, Müsned, IV, 381, V, 228. VI. 76.

[39] îbn Mâce, Nikâh 4l, Müsned, IV; 381.

[40] Hadisi, Suyüti'nin belirttiğine göre Hatîb, Enes'ten '"Herhangi bir kadın, kocasının iz­ni olmaksızın evinden dışarı çıkarak olursa, evine geri dönünceye yahut kocası ondan razı oluncaya kadar yüce Allah'ın gazabı içerisindedir" anlamında rivayet erraişiir. (el-Azizi, el-Sirâcu’l-Munîr Şerhu'l-Câmi's'-Sağir II. 103.)

[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/174.

[42] Bk. et-Takrim, 66/3-4 ayetlerin tefsiri,

[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/174-175.

[44] Müslim, Hacc H7; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; îbn Mâce, Menâsîk 84; Dârimi, Menâsik 3-4.

[45] Tirmizi, Radâ 11, Tefsir 9. sûre 2; İbn Mace, Nikâh 3; Müsned, V, 73.

[46] Az önce aynı manayı ihtiva eden hadisler geçti.

[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/175-177.

[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/177.

[49] İbn Mâce, Nikâh 51; Mûsned, I, 20.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/177.

[50] el-Azizî, es-Sirâcü'l-Munir, II, 291.

[51] Müslim, Talak 36; Ebü Dâvûd, Talâk 39; Tirmizî, Nikah 38; Nesai, Nikâh 23; Dârımi Nikâh 7; Muvatta', Talâk 67.

[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/177-179.

[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/179-180.

[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/180-181.

[55] Nesa’inin Sunen'inde îesbit edemedik. Eserlerinin herhangi birisinde yer alan bir rivayet olma ihtimali vardır. îbn Abdi'l-Berr, el-îstîzkâr, XVIII, 110'da zikretmektedir. Eserin muhakkiki Abdulmu'ti Kal'acî'nin ilgili notta belirttiğine göre rivayet Abdurrezzak'ın el-Musannef’inde (VI, 53) yer almaktadır.

[56] Dârakutni, III, 295; İbn Abdi'1-Berr, et-îsüzkâry XVIII, 109-110

[57] İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., XVIII, 109.

[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/181-183.

[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/183.

[60] Buhart, Vekâlet 13, Sulh 5, Şurût 9, Ahkâm 29, Âhâd 1, Eymân 3; Müslim, Hudûd 25; Tirmizt, Hudûd 5, 8, Nemi, Kudâd 22; İbn Mâce, Hudûd 7; Dâriml, Htıdûrt 12; Müsned, IV, 115, 116.

[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/183-185.

[62] Müslim, Zuhd 46; İbn Mâce, Zühd 21.

[63] Dârukutni, l. 51.

[64] Dârukutni, 1, 51.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/185-186.

[65] Burada merhum Kurtubî, yalnızca "mesele" deyip bu başhk altındaki açıklamaları yapmaktadır. Bundan dolayı ayrıca ona numara vermedik,

[66] Cibril hadîsi aslında pek çok yerde geçmekle birlikte; îbn Ömer'in söylediği bu sözlerin de yer aldığı rivayetlerin geçtiği yerler şunlardır: Müslim, İman 1; Ebü Dâvûd, Simne 16; Tirmizl, îman 4; Müsned, II, 107.

[67] İbn Mace, Zühd 21; Müsned, III, 466, IV, 215.

[68] İbn Mâce, Zühd 21.

[69] İbn Mâce, Zühd 21; Müsned, IV, 124.

[70] Tirmizî, el-Hakim, Nevadiri'l-Üsül, II, 585.

[71] Hadisin Müsned, IV, 124 ile Nevadiru'l-Usûl, II. 585'te yer altın rivâyetlerinde "gizli şehvet" böylece açıklanmaktadır. "Kışı oruçlu olarak saixıln eder, omm arzu cıtiği şey­lerden birisi ona arz edilir, o da orucunu bırakır (ona gider). " (Ayrıca; el-Heysemi. Mecmau'z-Zevâid, III, 201)

[72] îbn Mace, Zühd 25; Tirmizi, Zühd 49.

[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/187-189.

[74] Tirmizi, Birr 3; el-Hâkim , el-Müstedrek, IV, 152. Ancak "anne-baba" anlamına gelen "el-vâlîdeyn" yerine, "baba" anlamına gelen; "el-valid" şeklindedir. Ayrıca bk. el- Heysemî, Mecmau'z Zevaid. VIII, 136.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/189.

[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/190.

[76] Bu beyitin şairi Alkame b. Abde, övdüğü el-Haris b. Cebd'in evinde esir bulunan kar­deşi Şasi serbest bırakmasını kastediyor, (İbn Manzıır, Lisanû'l- Arab, I, 277)

[77] Buhari, Edeb 28: Müslim, Birr 140; Bbû Dâvûd, Edeb 123; Tinnizi, Bırr 28l îbn Mâce, Edeb 4; Müsned. 11, 85, 160, 259.

[78] Buhâri, Edeb 29; Müslim, İman 73; Müsned, IV. 31. VI, 3S5.

[79] el-Aclunî, Keşfut-Hafâ, I, 328, zayıf olduğu kaydıyla.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/190-191.

[80] Buhari, Edeb 32, Şufa 3, Hibe 16; Müsned, VI 175- 187. 197 239.

[81] Buhari, Şuf’a 2. Hiyel 14,15; Ebû Dâvud, Bııyü', 73; Nesai, Buyû' 109: İbn Mace, Şuf’a 2; Müsned, V, 10, 390.

[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/191-192.

[83] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VIII, 169. Ravilerinden Yusuf b. es-Sefer'nin metrûk Sarravi olduğu kaydıyla.

[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/192-193.

[85] Müslim, Bîrr 142-143; îbn Mâce, Et'ime 58; Dârimî, Etime 37;  Müsned, V, l6l, 171.

[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/193.

[87] Müslim,  Birr 143.

[88] Muvatta, Sıftıt'ün-Nclsiyy 25. Sadaka 4; Buhâri, Edeb 30, Hibe 1; Müaltm, Zekât 90: Ti­mizi, Velâ 6; Müsnvd, il, 264 307, 432. 493 506

[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/193-194.

[90] Buhari, Mezâlim 20; Müslim, Mıısâkaaî 136; Ebû Dâvût, Akdiye 31; İbn Mâce, Ahtânn 15; Muvatta, Akdiye, 32; Müsned, II,, 240, 463.

[91] Müsned, V, 72.

[92] Buhâri, Ezan 166, Nikah 116; Müslim, Salât 134; Dârimi, SdJflı 57; Müsned II, 9.

[93] Muvatta, Akdiye 33.

[94] İbn Abdi'1-berr, el-îstizkâr, XXII, 230 ensarinin" şeklinde, tekil olarak geçmektedir.

[95] İbn Abdil-Berr, a.g.e., XXII, 229-231.

[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/194-196.

[97] Buna yakın ve biraz   daha kısaca bir rivayeti el-Heysenıî, Mecmau'z Zevaid, I65’te Muâviye b. Hayde'den-ve senedinde zıryjf bir rfıvi bulunduğu kaydıyla zikretmek­tedir.

 İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/196-197.

[98] Hadisin kaynağını tespit edemedik. Kıırtubi nîn de belirli bir kaynağa dayandırmaksı-zın, "vârid okın haberde" ifcıdesinj kullanması, bizzat kendisinin de bn rivayetin sağ-liimlığından emin olmadığmı ortaya baymaktadır.

[99] Ebu Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Bırr 28 aynca Hz. Âîşe yoluyla rivayet edilen badis ve kaynakları için de "dördüncü başlık" a bakınız.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/197.

[100] Suyûti, ed-Durru'l-Mensû.r: İl, 531-532.

[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/198.

[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/198-199.

[103] Müslim, Eyman 38-40; Buhâri, İmân 22, Itk 15

[104] Ebu Dâvud, Edeb 124; Müsned, V, 1Ö8, 173.

[105] Müslim, Eyman 4l.

[106] Buhâri, Itk 17; Müslim, Elfâz 13-15; Ebû Dâvûd. Edeb 75; Müsned, II, 3l6, 422, 444, 463, 484, 491, 496, 508.

[107] Müslim, Zekat 40.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/199-200.

[108] Müslim, Eyman 30; Ebû Dâvud, Eded 124; Miisned, II, 45, 61.

[109] Buhâri, Hadûd 45; Muühn, tfymün 37: Ebû Dâvûd, Edeb 124; Tirmizi, Bîrr 30;   Müsned, II, 431, 500.

[110] îbn Mâce, Edeb 10: Müsned. I, 4,7, 12.

[111] Buraya kadar: Ebû Dâvûd, Edeb 124.

[112] Bunu yakın ifadelerle; el-Azm, es-Sirâcu'l-Munîr Şerhu'l-Câmiu's- Sağîr, II, 357.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/199-200.

[113] Buhari, Itk; Müslim, Eyman 44-Musned, II. 330, 402.

[114] Buhâri, Itk 16,17; Müslim, Eymân 43; Ebü Dâvûd, Edeb 125; Muuetta; İsti’zan 43; Müsned, Tl, 20, 102, 142.

[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/201.

[116] Hadisin buruya kadarki bolümü daha önce dördüncü taşlıkta geçmiştir. Kaynaklar için oraya bakılabilir.

[117] el-Beyhaki, es-Sunenu'l Kübra, v, lll. 19.

[118] el-Beyhaki a.g.e. VII, 79, el-Azîzi, es-Siracül-Munir Şerhül-Câmiu's Sağir, III, 249.

[119] Hadisin kaynaklan îçin ayrıca bk. Eba'1-Leys es-Semerkarıdî, Bahru'l-Ulûm, Beyrut. 1413/1993.1, 354. dn 1.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/201-202.

[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/202.

[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/203.

[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/203-204.

[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/204-205.

[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/205.

[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/206.

[126] Müslim, Sıfatu'l-Munâfikın 56; Müsned, III, 123, 283.

[127] Buhâri, Tevhid 24; Müslim, İman 302; İbn Mâce, Mukaddime 9: Müsned, III, 94.

[128] îbn Kesir, II, 267; Suyûti. ed-Durru'l Mensur, II, 540.

[129] Sııyuti. ed-Durru'l-Mensur, II. 541.

[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/206-209.

[131] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 4: Suyuti, ed-Durru'l-Mansur, II, 541-542

[132] Buhâri, Tefsir 4. sure 9; Fedâili’l-Kur’an 33. 35; Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn 248; Ebû Dâvûd, İlim 13; Tirmizı, Tefsir 4. sûre 10, 11; îbn Mâce, Zühd 19; Müsned, I, 374, 380,433.

[133] Müslim, Salatu'l-Müsafirin. 247.

[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/209-211.

[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/211-213.

[136] Ancak, görüleceği gibi başlıklar, kırkdört değil, kırkbeştir.

[137] Ebû Dâvûd, Eşribe 1; Nesai, Eşribe 1; Tirmizi, Tefsir 5. sûre 8; Müsned, I, 53.

[138] Tirmizi, Tefsir 4, sûre 12 Ayrıca; Ebû Davud, Eşribe, 1.

[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/213-215.

[140] Buhâri, Vudû 53; Müslim, Salatu’1-Müsafirîn 222; Ebû Dâvûd, Tatavvu' 18; Tirmizî, Salât 146; İbn Mâce, Îkametu's-Salat 184; Muvatta; Salatu’l-Leyl 3; Müsned, VI, 56, 202, 259.

[141] Ebu Dâvûd, Tahâre 43; Tirmizi, Salât 148; İbn Mace,, Tahâre 114; Müsned, V, 250, 260, 261, 280 (.yakın ifadelerle).

[142] Buhari, Ezan 42, Et'ıme 58; Müslim, Mesâcid 64-66; Ebû Dâvûd, Et’ime 10; Tirmizi, Salât 145; Nesai, İmame 51; İbn Mace, İkaınetu's-Salât 34; Müsned, III, 100, 110, 161... IV, 49, 54, VI, 51, 194, 291…

[143] Ebû Dâvud, Eşribe 1.

[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/215-216.

[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/216.

[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/216-217.

[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/217.

[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/217-218.

[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/218-219.

[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/219-220.

[151] Müslim, Hayz 80, 81; Ebü Dâvûd, Tahâre 83 ayrıca bk. Buhâri, Vudü, 34; Müslim, Hayz 84, İbn Mâce, Tahare 130; Müsned, III, 21 26.

[152] Buhari,Gusl 29.

[153] Müslim, Hayz 82.

[154] Tirmizi, Tahâre 81.

[155] Müslim, Hayz 88; Müsned, VI. 47 ve 112'de ise rivayet muhtasardır.

[156] Buhari, Gusl 28; Müslim, Hayz 87; Ebû Dâvûd, Tahare 83; Nesai, Tahare 129;  İbn Mâce, Tahâre 111; Dârimî, Vudû 75; Müsned, II, 234, 347, 393, 471, 520.

[157] Müslim, Hayz 87.

[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/220-221.

[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/221-222.

[160] Bu lafızla değil de; "Mü'min bazılarında; Müslim, necis olmaz' anlamında: Buhâri, Gıısl, 23, 24, Cenâiz 8; Müslim, Hayz 115, 116; Ebu Dâvûd, Tahare 91: Tirmizi, Tahare 89, Nesâi. Tahâıe 172; İbn Mâce, Tahare 80, Müsned, II, 255, 582, 471. V, 354, 402.

[161] Ebü Dâvûd, Tahâre 92.

[162] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 45; Müslim, Fedailu's-Sahabe 2; Tirmizi, Menakıb 15; Aynı manada ve yakın lafızlarla; Buhâri, Salat 80; Müsned, 1, 270, Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye hitabı olarak.

[163] Tirmizi, Menâkıb 20. Dirar b. Surad'ın: "Yol üzerinde bu halde mcsctdden geçmenin yalnız ikisine lıekll olduğu' şeklindeki açıklnmisim naklettikten sonra Tirmizi hadis­le ilgili olarak şunları söylemekledir: "Bu, basen garip bir hadistir. Bu hadisi başka bir yoldan (vech) bilmiyoruz. Muhammed b. İsmail (Buhâri) benden bu hadisi dinledi: garip karşıladı.

[164] Tirmizi, Menakıb 20. “Bu garip bir hadistir" kaydıyla; Müsned, I. 175, 11, 26, IV, 369.

[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/222-225.

[166] Tirmizi, Tahâre 98; İbn Mâce, Tahâre 105.

[167] Dârakutnı, I, 219.

[168] İbn Mâce, Tahâre 105. Ayrıca yakın lafızlarla: Ebû Davûd, Tahare 90; Nesaî, Tahare 171; Müsned, I, 84, 107, 124.

[169] Dârukutni, I, 120.

[170] Darakutni, I, 120.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/225-226.

[171] Ebu Dâvûd, Tahâre 97;  Tirmizi; Tahâre 78; îbn Mâce, Tahare 106.

[172] Ebû Davud'un "Sünen" i talebesinden yedi kişi tarafından rivayet edilmiştir. Ebü Ali Muhammed b. Ahmed b. Amr el-Lului (333^994) ile, Ebî Bekr Mııhammed b. Bekr b. Abdirrezzak b. Dâse el-Temmar (346/957) bunlardan ikisidir. (Y. Doç. Dr. İ. L.. Çakan, Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi’ne "Mukaddime", İstanbul    1987, XI,)

[173] Ebâ Dâvûd, Tahâre 97 el-Hüris b. Vecih, hem Tirmizi'nin hem de İbn Mâce'nin rivayetlerinde de geçmektedir. Tirmizi'de belirtilen yerde (Tahare 79) merhum A. M. Şakir'in de bu doğrultııdaki bir takım açıklamaları yer almaktadır.

[174] Buhâri, Vudı’ 59, Akika 1; Müslim., Tahâre 101; Nesaî, Tahâre 189; îbn Mâce, Tahâre 77; Muvatta, Tahare 109; Müsned, VI, 52, 210.

[175] Buhâri, Vudû' 59; Müslim, Tahâre 103, 104; Nesaî, Tahâre 189: îbn Mâce, Tahâre 77; Muvatta, Tahâre 110; Müsned, VI, 355.

[176] Buhâri, Gusl 5,6; Müslim, Hayz 35-39; Bbû Dâvûd, Tahare 97 v.s.

[177] Darakutni, I, 120.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/226-229.

[178] Ebû Dâvûd, Tahâre 97, hadis 246. Ancak; "yedi defa" kaydı olmaksızın, "fercini yıkadı" şeklinde.

[179] Ebû Dâvûd, Tahâre 97, hadis 247.

[180] Darakutni, I, 120.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/229.

[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/230.

[182] Ebû Dâvûd, Tahâre 97; Hadis no; 242 Tirmizî, Tahâre 76.

[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/230.

[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/230-231.

[185] Buhâri, Bedü'l-Vahy 1, İman 41 ve daha bir çok yerde; Müslim, İmâ re 155; Eb& Dâvûd, Talâk 11; Tirmizl, Fedâilu'l-Cihâd 16; Nesaî, Tahkire 60, Talak 24, Eyınân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Müsned, I, 25, 43.

[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/231-232.

[187] Buhari, Gusl 2; Müslim, Hayz 40,41; Kbû Dâvûd, Tabâre 96; Nesaî, Tahare, 144, Gusl 8; Dârimt, Vudû 68; Mavatia, Tahâre 63, Müsned, VI, 37,199.

[188] Müslim, Hayz 4l,    Hzcc 83; Tirmizi, Hacc 107.

[189] Buharı, Vudû, 47; Müslim, Hayz 51.

[190] Fark, Sâ’ Mekkük, Mud gibi ölçeklerin miktarları İle ilgili açıklamalar için bk. M. Necmuddin el-Kûrdî, Şer’i Ölçü Birimleri ve Fıkhi Hükümleri, Terceme: İbrahim Tüfekçi, İstanbul 1996 sf 153 v.d. Dr. Vehbe ez-Zuhayli el-Fıkhu'l-lslami, I, 75.

[191] Müslim, Hayz 50; EbûD&vûd, Tahâre 44; Nesaî, Tahâre 58, 143, Miyâh 13; Tirmizi, Sı-fatu'l-Cenae 76; Dârimî, Vudti 33; Müsned, İTİ, 112, 116, 259, 2S2, 290.

[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/232.

[193] Bu rivayeti senediyle kayd edeni tespit edemedik. Nüzul sebebini bu şekliyle EbuVLeys es-Semarkandî, Bahru'l-Ulûm ü, 357)'da kayd etmektedir.

[194] Muvattâ, Tahâre 89; Buhâri, Teyemmüm 1; Müslim, Hayz 108.

[195] Buhâri, Teyemmüm 1, Tefsir 4. sûre 10; 5. sûre 3, Libâs 58.

[196] Nesaî, Tahâre 194 ve 204'te Hz. Âişe'den bu rivayeti kaydetmekle birlikte; merhum Kurtubi'nin zikrettiği teferruattan söz etmemektedir. Ancak Buhâri, Teyemmüm 2, Lîbâs 58, Nikah 65, Fedâilu Ashâbi'n Nebiyy 30; Müslim, Hayz 109 vs.de Hz, Âişe'nin bu ger­danlığı, Hz. Esmâ'dan ariyeten almış olduğunu açıkça zikretmektedir.

[197] Suyûti ed-Durru'1-Mensûr, 11, 549.

[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/232-235.

[199] Dârakutnî, I, 177.

[200] Hadis az sonra etraflı bîr şekilde zikredileceğinden kaynakları orada belirtilecek.

[201] Ebû Dâvûd, Tahâre 124; Dârakutnİ, I, 178,

[202] Dârakutnî, I, 185.

[203] Ebû Dâvûd, Tahâre 125; Dârakutnî, I, 190-191.

[204] Dârakutnl, I, 190.

[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/235-238.

[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/238.

[207] Buhâri, Teyemmüm 3; Ebû Dâvûd, Tahâre 122; Nesâî, Tahare 195; Müsned, IV, 169.

[208] Müslim, Hayz 114. Ancak “Bi'ri Cemel" tabiri var.

[209] Dârakutnî, I, 177.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/238-240.

[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/240-241.

[211] Muvatta', Tahare 11.

[212] Tahâre 71, Nesâî, Tahâre 98, 113,114; îbn Mace, Tabâre 62; Müsned, IV, 239, 240; Dârakutnî I, 197.

[213] Ebû Davûd, Tahâre 79; İbn Mâce, Tahâre 62; Darakutni I, 161.

[214] Dârimi, Vudu’ 48; Müsned, IV, 97 ve Dârakutni 1, 160.

[215] Buhari, Mevakıt 24; Müslim, Mesâcid 220, 221: Nesâi, Mevâkît 21; Müsned, II, 88- 126; Ayrıca bk. Buhari, Mevakit 22,24: Müslim, Mesacid 225; Nesâî, Mevakit 21; Dârimı, Salat 19.

[216] Dârakutnı, I, 123.

[217] Tirmizi, Tahâre: 57; Ebû Dâvûd, Tahâre 79; Müsned, I, 256.

[218] Darakutni, I, 160.

[219] Ebû Dâvûd, Tahâre 79, Hadis No: 202.

[220] Dârakutni, I, l6l. Ebül-Tayyip Muhammed Âbâdî, hndis ile ügili ravilerinden Ömer b. Harun'un zayıf bir râvi olarak değerlen diri İm iş olduğunu kaydetmdcredr.

[221] Buhâri Hayz 10, İ'tikâf 10, Ebû Dâvud, Savm 81; İbn Mâce, Siyam 66; Dârimi, Vudu' 94: Müsned VI, 131.

[222] Dârakutnî, I, 177.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/241-244.

[223] Arnmar b. vasir'in rivayeti için bk. Buhârt Teyemmüm 4, 5, 8> Müslim, H,ny2 110, 112; EbüDâvûd, Tahâre 121; Nesâî, Tahare 195, 196,198, 199, 200, 201. İmrân b, Husayn'ın rivayeti için bk. Nesai, Tahâre 2Q2. Ebû Zerr'in rivayeti için bk. Ebû. Dâvûd, Tahâre 123; Tirmizi, Tahsre 92; Neatti, Tahâre 203.

[224] Dârakutnî, 1,138. Ayrıca: Ebû Dâvûd, Tahare 68; Tirmizi, Tahâre 63; Nesai. Tahâre 121; îbn Afcıc^ Tahnre 69; Müsned, VI, Ğ2, 210.

[225] Darakutnî, 1,139. Konu ile ilgiîi rivayetlerin değerlendirilmesi için hadisin bundan ön­ceki notta gösterilen yerlerde gerek kitap sahiplerinin, gerekse sarihlerinin notlarından başka, ez-ZeyL.il, Nasbu'r-R&ye, I, 70-?6ya da bakılabilir.

[226] Mulâmese Satışı: Bu, elbiseye eldeğdirdiğin taktirde, oou sana şu kadara sattım, de­nilerek yapılan, (Dr. Velıbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'îİslâm ueEdilİetuhû, IV , 397) ya da: düşük yahut karanlıktaki bir elbiseye (kumaşa) elinin değmesi hainde, dokunmakla ye­tinerek muhayyerlik hakkı olmaksızın yapılan ve sahih olmayan (a.g.e., IV, 516) bir sn-tış çeşididir.

[227] Buhâri, Satöt 22,104, el-Amel fı's-Salnt 10; Müslim, S;ilât 272: Nesâî, Tnhârel20; Mu-vatta' Salâtu'J-LeyJ 2; Müsned, VI, 148, 225, 255.

[228] Buhârİ, Salat 108; Ebâ. Dâvûd, SalÜt 111; Nesaî, Tahâre 120; Müsned, VI, 44, 54-55.

[229] Buhâri, el-Amel fi's-Satft 10.

[230] Müslim, Salât 222; Ebû Davûd, Salat 148 (ancak, elleriyle ayaklarına dokunduğu kay­dı yok); Nesaİ, Tabfire 120, Tatbik 47; Miisned, VI, 58,201.

[231] Buhûri, Salât 106, Edeb 13; Müslim, Mesacid 41-43; EbûDâvûd. Satöt 165; Nesâî, Me-sâcid 19, İmprjıç 37, Sehv Yf,: Dârimi, Sala t 93; Muvatta, Kasrı's-Salât 71; Müsned, V, 296,303,304, 311.

[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/244-251.

[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/251-252.

[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/252.

[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/252-253.

[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/253.

[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/254.

[238] Ebû Dâvûd, Tahâre 42; Tîrmizi, Talıâre 65; İbn hfâce, Tahare 37; Müsıted, I, 39&, 402, 449, 450. Bu rivayet (Müsned, 1, 398'deki müstesna) belirtilen bütün yerlerde Kurtubi merhum'un belirttiği gîbi Ebû Zeyd yoluyla gelmektedir ve belirttiği gibi meçhul bir rii-vjdîr. Tahiîvî, ncbtz ile abdest konusunu uzun uzadıya tetkik ettikten sonra; nebiz ile abdest almanın kabul edilemeyeceği hükmüne varmakta; Ebıi YusuFıın da bu görüş­te olduğunu beîirterek, açıkhuıuılaruuı son vermektedir. (Tahavî, Şerku Meani'l-Asar, Beyrut, 1414/1994, It 94-96). Ayrıca Tirmizi'nin i!k iki ildini uıhkik eden merhum Ah­met Mııhammed Şakirln hadise dair açıklamalarına da bakılabilir.

[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/254.

[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/254-255.

[241] Müslim, Mesâcîd 4.

[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/255-257.

[243] Burada merhum müfessiriınizin kanaatini destekleyen İbn Hacer'in karoıtine işaret et-" meyi uygun görmekteyiz- İbn Hacer diyor ki, "Ayetlerin (en-NLs&, 4/43 iie el-Mâide, 5İS) "Eğer hasta ohır veya— herhangi biriniz ayak yolundan gelirse.,." bölümü her iki âyette de ortak lafızlardır. Musannifin (Buhâri'ninl bu bölümün en-Nisâ Sûresi'n­de Tefsiri bahsinde ele ahmş olması en-Nisâ Sûresi'ndeki âyetin, Aîşe (r.nnharnın ba­şından geçen olayla ilgili olarak nazil olduğu intibaını vermekledir." (İbn Hacer, Fet-hu't-Bâri, VI11, 100} Ancak İbn Hncer başka yerde (I, 517) Buhâri'nin Aınr b. e)-Hâris yoluyla gelen rivayete dayanarak Teyemmüm âyetinin el-Mnide'deki ayet olduğunu açıkça benimsemiş olduğunu belirtmektedir

[244] Bu âyetin tefsirinde 20. başlığın baş taraflarında kayd edilen hndis-i şerife atıfta bulun­maktadır.

[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/257-258.

[246] Ebû Dâvûd, Tahâre 123; Tîrmizl, Tabure 92; Nesaî, Tabâre 203; Müsned, V, 146, 147, 155.

[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/258-259.

[248] Bir önceki notta belirtilen yerler.

[249] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/259.

[250] Ebû Dâvûd, Tabure 126

[251] Dârakutnî, I, 188. 189. Ayrıca bk, Nesâc, Gıısl 27; Dârimi, Vııdu’ 65.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/259-260.

[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/260-261.

[253] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/261-262.

[254] Müsnedf III, 61; ayrıca bk. Buhâri, Mezâlim 22, İsci'zân 2; Müslim, Libâs 114; EbüDâ-vûd, Edçb 12; Tirmizt, îsü'zün 30; Dârimî, îsîi'zân 22; Müsned, III,   36, IV, 30.

[255] Bu anlamdaki bir hadis otuzdördüncü başliğın bn taraflarında geçmiştir, Kaynakları için oraya bakılabilir.

[256] Buhâri, Teyemmüm 6, 9; Nesâî, Taîıâre 202: Müsned, IV

[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/262-264.

[258] Hadis, 23. başliğın son tanıtlarında geçmişti. Kaynakları için oraya bakılabilir.

[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/264-265.

[260] Buhâri, Teyemmüm 8. Ayrıca: MasUm, Hayz 110; Ebû Dâvûd, Tahrire 121; Nesât Tahâre 198, 201; Miisned, IV,   2Ğ4, 265, 319, 396.

[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/265-266.

[262] Ebû Dâvüd, Tahâre 121.

[263] Dûrakutnî, I, 182.

[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/266-268.

[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/268.

[266] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensür, II, 553.

[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/270-273.

[268] es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 555.

[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/273-275.

[270] es-Suyûü, ed-Durru'lüensûr, II, 557.

[271] Tirmizî, Tefsir 4. sûre 23.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/275-276.

[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/276-277.

[273] Müslim, Âdâb 19. Yakın manada: Buhârt, Edeb 108; İbn Mâce, Edeb 32.

[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/277.

[275] Buhârî, Şehâdât 16, Edeb 54,95; Müslim, Zflhd 65, 66; Ebtl Dâvûd, Edeb 9; îbn Mâce Edeb 36: Müsned, V, 41, 46, 47, 51.

[276] Buhârî, Şehactit 17, Edeb 54; Müslim, Zühd 67; Müsned, IV, 412

[277] Müslim. Zühd 69: Ebû Dâvûd, Edeb 9; Müsned, VI, 5; aynca bk: Zühd 68; Tirmizî, Zühd 55; îbn Mâce Edeb 36.

[278] Buhâri, Enbiyâ 48; Dârimi Rikank 63; Müsned, I, 23, 24, 47, 55.

[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/278-279.

[280] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/279-280.

[281] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/280.

[282] Ebû DâuÛd, Tıb 23; Müsned, IIJ, 477, Vt 60. Hadiste ve açıklamasında geçen terimler şöyle açıklanmıştır;

Hatt (çizgi çekmek); Bu işle tanınmış kimseye bir para verilir; o da yumuşak bir yere bir çok çizgi çeker, sonra onları İkişer ikişer silmeye başlardı. Geriye tek çizgi kalırsa, işin gelen şahsm istediği gibi olmayacağına, iki çizgi kalırsa istediği gibi olacağına delil ka­bul edilirdi. (Îbnu'1-Esir, sn-Nihûye, II, 47).

Tark: Kadınların yaptığı şekilde çakıl taşlarım atmak demektir. Remi denilen (bir çeşit falciîık, kâhincilik) olduğu da söylenmiştir, fîbnu'1-Esir, en-Nihâye, 117, 121; İbn Manzfır, Lisâ-nüt-Arab, X, 215).

Tiyare: Bir şeyin uğursuzluğunu kabul etmekt uğursuzdur diye ondan çekinmek. Ubnu'l-Esir, en.-Nikâye, IIIP 152.

îyâfe: Kuşları ürkütüp isimlerini, seslerini, gidiş yönlerini uğur saymaktır. (Ibnu'1-Esir, en-Nihâye, III, 330.

[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/280-281.

[284] el-Vâhidî, Esbâbu. Nuzûli'l-Kur-ûn, s. 160; es-Suyûtî, ed-Durru't-Mensût, II, 562-563.

[285] Nakîr ve benzeti kapları kullanmayı ynsnkLıyan hadislere örnek: Buhâri, İman 40: Müs­lim, İman 2,5-26; bu yasağın neshediliğine örnek: Buhâri, Eşribe 8.

[286] Bize sövmeye kalkışma! Biz tle bunu etkisiz kılarız'7 yani snna karşılığını veririz, de­mek istiyor. (îbnu Münsûr, Lisânu't-Arab I 713.)

[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/281-283.

[288] İbn Mâce, Ziihd 22 ( Zevğid'de, hadisin zayıf olduğu kaydediimektedir); Ebû Dâvâd, Edeb 44, (6bü Hureyre'den. Buhari'nin hadis ile ilgili notla; bu hadisi sahih görmedi­ği kaydedilmektedir.)

[289] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/284-286.

[290] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/286-287.

[291] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/287.

[292] Buhâri, İsti'zân 12, Kader 9; Müşlim.Kader 20, 21, Ebû Dâvûd Nikâh 43; Müsned, II, 276, 317,329...

[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/287.

[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/288-291.

[295] el-Vâhidi, Esbabu Nuzû.li'l Kur'an, s. 162; es-Suyûtî, ed-£>urru'l-Mensürt II, 570-571.

[296] el-Heysemîr Mecmau'z-Zevâid, V, 292-293, RSvilerinin sika oldukları kaydıyla.

[297] Dârakutni, III, 35. Ebû Hureyre ve Enes < r. anhumâ İ yoluyla gelen rivayetler de aynı yerde.

[298] Tirmizi, Buyu", 39, Vesaya 5; Ebû Dâvûd, Buyu 88; îbn Mâce, Sadakat 5,9; Müsned. V, 267,293: Dârakutni, III, 41.

[299] Dârakutni, III, 40

[300] Dârakutni, 111,41.

[301] Dârakutni, III, 38-39 : Peygamber Honeyn'e gideceği vakit bu silâhtan Safvün'dnn ari­yet olarak istemişti.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/291-294.

[302] Müslim İmare 13; Nesai. Âdnbu'L-Kudnt 1; Müsned, II, 160, 203

[303] Buhâri, Cumua 11, İstikraz 20, Vesaya  9, Itk 17, 19, Nikâh 81, 90 Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20; Ebu Davud, Harac 1; Tirmizi, Cihad 27; Müsned, II, 5, 54, 108, 121.

[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/294-295.

[305] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/296.

[306] Buhâri, Tefsir 4. sûre 11; Müslim, lınâre 31, Tirmizi Cihâd 3; Nesai, Rey'm 23; Müsned, 1, 337.

[307] Buhâri, Meğazî 59; Ahkâm 4, Ahbaru'l-Âhad 1- Müslim, İmâre 39,40; Ebü Dâvûd, Cihad 88; Nesai, Beynt 24; Müsned, I, 32, 94,124 (hepsi Ali -r.a- den); İbn Mâce, Cihad, 40 (Ebu Said el-Hudrî'den).

[308] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/297-299.

[309] Bu lafızla: Ebû Dâvûd, Salât 131'de rivayet edilmiştir. “Yunâzinni: Benimle çekişiyor” yeri­ne; Unâzett; Benimle çekişiliyor' lafzıyla: Ebû Dâvûd, Salât 132; Tirmizi, Salat 116; Nesâi, İftirah 28; İbn M&ce, İkamein's-Salât 13; Muvatta, Salât 44; Müsned, II, 240, 284, 285. 302, 487, V, 345.

[310] Ali (r.a.), kendisine: "Siz Ehl-i Beyte, size özel bir şey vnr imdir?" diye soran bir kim­seye burada kayd edilen sözlerle cevap vermişti. Sözü edilen sahife ise; kıhcınm kı­nında asılı bulunan ve Hz. Peygamber tarafından yazdırılmış, diyet v.b. hükümlerin ya­zılı bulunduğu sahifedir Bk. Buhâri, Diyat 24, 31; Tirmizi, Diyât 16; Nesat, Kasâme 13; Dârimi, Diyat 5; Müsned, I, 79.

[311] Müslim, Fedâîl 130; Buhari, İ'tisâm 2; Nesaî, Hacc 1; Müsned, 11, 258, 313, 467.

[312] Ebû Dâvüd, Sünne 5; Tirmizi, İlim 10; îbn Mâce, Mukaddime 2; Müsned, vı, 8.

[313] Ebû Dâvûd, îmâre 33.

[314] Tirmizi, İlin 10; İbn Mûctt, Mukaddime 2; Dârimî, Mukaddime 49; Müsned, JV, 131,132.

[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/299-301.

[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/301.

[317] es-Suyûti, ed-Durru'l-Mensür, II. 580.

[318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/302-303.

[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/303-304.

[320] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/305.

[321] (Ma'mer yoluyla:) Buhâri, Şirb 7, Tefsir 4. sûre 10 (.Ma'mer""în yerine başka ravi yoluyla) Şirb6ı 8, Sulh 12

[322] Müslim, Fedâil 129. Hadisi ayrıca: Ebû Dâvûd, Akdiye 31; Tirmizi, Ahkâm 26, Tefsir 4. sûre 13; îbn Mâce, Mukaddime 2, Ruhun 20; Müsned, I, 165-166, VI, 5.

[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/306-308.

[324] Buhâri, Ahkâm 13; Müslim, Akdiye 16; Ebü Dâvûd, Akdîye 9; Tirmizi, Ahkâm 7; Nesâî, Âdabu'l-Kudât 32; İbn Mâce, Ahkâm 4; Müsned, V, 36-38; 46, 52.

[325] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/308.

[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/309.

[327] Muvatta, Akdiye 28 (senedi muttasıl değildir.); Ebû Dâvûd, Akdiye 31; İbn Mâce, Ruhun 20. (Senedi muttasıldır.)

[328] İbn Abdi’l-Berr, et-Temhid, XVII, 407-411

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/309-310.

[329] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/310.

[330] Her iki rivayet için: es-Suyûtî; ed-Durru'l-Mensur, II, 587.

[331] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/311-312.

[332] Buhâri, Tefsir, 4. sûre 13; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 86, 87; îbn Mâce, Cenâiz 64; Müsned, III, 176, 205, 269, 274.

[333] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VTI, 6-7.

[334] el-Vâhidî, Esbâbu Nuzuli'l-Kur'ân, s 169.

[335] Ebû Davûd, Cihâd 81; Tirmizi, Siyer 7; îbn Mâce, Cihad 25; Dârimi, Siyer 4.

[336] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/313-315.

[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/315-316.

[338] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/316.

[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/316-317.

[340] Tirmizi. Sıfatıı'l-Kıyâme 60.

[341] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/317.

[342] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/317-319.

[343] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/319.

[344] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/319.

[345] Buhâri, Ezân 34; Müslim, Mesacid 252; Ebû Dâvûd, Salât 47 (Ubeyy b. Kâ’b’dan); Nesâi, İmamet 45; (Ubeyy b. Ka'b’dan); İbn Mace, Mesâcid 18; Dârimi, Salât 53; Müsned, 11, 424, 466,472, 531.

[346] Buhâri, Ezan 29, Ahkâm 52; Nes&î, imamet 49; Dârimi, Salât 54; Muvatta, Salatu'l-Cemaa, 3; Müsned, II, 244, 376, 479, 497, 531.

[347] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/320-322.

[348] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/322.

[349] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/322-323.

[350] Müslim, İmâre 103, 107; Buhâri, Fardu'l-Humus 8, Tevhid 28, 31; Nesâi, İman 24, Ci­hâd 14,15; İbn Mâce, Cihâd 1; Darimî, Cihâd 2; Muvatta, Cihad 2; Müsned, II, 117, 231, 384, 399, 424, 494. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 9.

[351] Müslim, İınâre 153, 154; Ebû Dâvûd, Cihâd 12; Nesâi, Cihâd 15; İbn Mâce, Cihâd 13: Müsned II, 169.

[352] Buharı, Cenaiz 28, Menâkıbul-Ensâr 45, Meğâzî 17, 26; Müslim, Onâiz 44; Tirmizî, Menrikıb 53; Nesâî, Cenâiz 40; Müsned, V, 109, 112.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/323-324.

[353] Buhâri, Cihâd 171, Ahkâm 23, Nikâh 71, Et’ime 1, Merdâ 4; Dârimi, Siyer 27; Müsned, IV, 394, 406.

[354] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/325.

[355] Buhâri, Ezan 128, îstiskaa 2, Cihâd 98, Enbiyâ 19, Tefsir 3- sûre 9, 4. sûre 21, Edeb 110, Deavât 58; Müslim, Mesacid, 2?4-295; Ebû Dâvûd, Vitr 10; Nesâi, Tatbik 27; İbn Mace, İkametıı's-Salât 145; Dârimi, Salât 216; Müsned, II, 239, 255…

[356] Buharı, Tefsir 4. sûre 14, 20.

[357] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/325-326.

[358] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/326.

[359] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/326-327.

[360] Nesâî, Cihâd 1.

[361] Elimizdeki kaynaklarda tesbit edemedik.

[362] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/328-329.

[363] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/329-331.

[364] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/331.

[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/331.

[366] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/332-333.

[367] Beyit, Kurtubî'de "ramevnî" şeklinde olmakla birlikte; Lisanil'l-Arab (I, 87.) de yer al­dığı sekil olan "rafevnî" lafzı esas alınarak tercüme yapılmıştır.

[368] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/333-336.

[369] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/336-337.

[370] Buhari, Cihâd 109, Ahkâm 1; Müslim, İmare 32-33; Nesâî, Bey'at 27; îbn Mace, Cihâd 39; Mûsned, II, 244, 252-253. 270, 313...

[371] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/337.

[372] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/337-341.

[373] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/341-343.

[374] Buhari, Şurut 15; Müsned, IV, 323, 329.

[375] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/344-345.

[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/345.

[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/345-346.

[378] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/346-347.

[379] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/347.

[380] Müslim., Zikr 86-88; Ebâ Dâvûd, Vitr 29; İbn Mace, Menâsik 5; Müsned, VI, 452. (Yakın anlamlarda)

[381] Buhari, Zekât 21, Edeb 36V 37, Tevhid 31; Müslim, Birr 145; Ebû Dâvûd, Edeb 117; Tirmizi, İlm 14; Nesâî, Zekât 65; Müsned, IV, 400.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/347-348.

[382] Hadis'in tanık olarak kullanılan lafzı Müslim, Zekat 40’ta: "Kişinin elinin altında bulu­nup sahip olduğu kimselerin kût'unu (temel gıdalarını) alıkoyması.." şeklinde Ebû Dâvûd, Zekat 45; Müsned, II, 165. 195'te: "...temel gıdasını sağlamakla yıikümlü olduğu kimseler (men yekutu)" şeklindedir

[383] Az önceki rivayetle İlgili nota bakınız.

[384] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/348-349.

[385] Ancak 7. başlık zikredilmemiştir.

[386] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/350-351.

[387] Ebû Dâvûd, Edeb 140.

[388] İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, V, 290-291.

[389] Buhâri, İsti'zan 4-7; Müslim, Selam 1, Edeb 46: Ebû Dâvûd, Edeb 134; Müsned, III, 444, VI, 19.

[390] Muvatta, Selam 1.

[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/351-353.

[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/354.

[393] Müslim'in Sahih'inde bu hadisle ilgili notta (Nevevi’den naklen) şöyle denilmektedir: Bu rivayet, zamirin Âdem'e ait olduğu hususunda açıktır." İbn Hacer de şöyle demek­tedir. "Bu rivayet, zamirin Âdem (a.s.)'e ait olduğunu söyleyenlerin görüşlerini desteklemektedir”{Fethu'l-Bâri, VI, 422; ayrıca bk. XI, 5 v.d.)

[394] Buhârî, Enbiya I, istizan 1, Cennet 1.

[395] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/354-355.

[396] Buhâri, Ezan 122, Eymân 15, İsti'zân 18; Müslim, Salât 45; Ebû Dâvûd, Satâı 143; Tirmi-z\, Salât 110; îsti'zân 4; Nssâi, İftitâh 7, Tatbik 15, Sehv 6l\ îbn hiâce, Îkametu's-Salât 72.

[397] Buhârî, Fedâilu Ashâbi"n-Nebîyy 30, İsti'zân 19.

[398] Müsned, V, 366.

[399] Ebû Dâvud, Libas 25, Edcb 140; Tirmizi, İsti'zan 28; Müsned, III, 482.

[400] Ancak Tirmizi, hadisi kaydettikten sonra, "Bu. hasen. sahih bir hadistir" demektedir.

[401] Müslim, Tahare 39; Ebû Dâvâd, Cenaiz 79; îbn Mâce: Zühd 36; Müsned, II, 300, 375: 408.

[402] Müslim, Cenaiz 103, 104; Nesâî, Cenâiz 103; Müsned, VI, 221. Bu ve bundnn öncekine benzer rivayeder için bk.: îbn Mâce, Cenaiz 36; Müsned, V, 353- 360, VI, 71, 76, 111, 180.

[403] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/355-357.

[404] Buhâri, İstizan 5, 6; Müslim, Selam 1; Ebû Dâvüd, Edeb 133; Tirmizi, İsti'zân 14;  Muvatta. Sekim 1; Müsned, III, 444, VI, 19, 204.

[405] Buhâri, İstizan 4, 7; Ebû Dâvd, Edeb 134; Müsned, II, 314.

[406] Müslim, Selâm 15; Bukâri, Isti'zain 15; Tirmizi, İsti'zan 8; Dârimî, İsti'zân 8.

[407] Buhâri, Hars 21, Et'ime 17, İsti'zan 16.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/357-358.

[408] Kurtııbi'nin de "Ruviye: Rivayet edildi…" diyerek hadisin sıhhatinden eınin olmadığı­na işaret ettiği bu rivayeti, elimizin altındaki hadis kaynaklarında tespit edemedik.

[409] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/358-359.

[410] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/359-360.

[411] Müslim, İman 93; Ebâ Dâvûd, Edeb 131; Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme 56, İsti'zân 1; İbn Mâce, Mukaddime 9, Edeb 11; Masned I. 165, 167, II. 391, 442, 477, 495, 512.

[412] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/360.

[413] İbn Mâce, Tahâre 27.

[414] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/360-361.

[415] Ebû Dâvûd, Edeb 132; Tirmizi, İsti'zân 2.

[416] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 5/361.