NİSA SURESİ 6

Adı: 6

Âl-i İmran Suresi ile İlişkisi: 6

Muhtevası: 6

Fazileti: 6

İnsan Menşeinin Birliği, Eşlerin Birliği Ve Aile Bağı 7

İ'râb: 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Açıklaması 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 8

Yetimlerin Mallarını Yemenin Haram Kılınması 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Nüzul Sebebi 10

Açıklaması 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Dörde Kadar Hanımla Evlenmenin Mübahlığı Ve Mehir Vermenin Vacip Olması 11

İ'râb: 11

Kelime ve İbareler: 12

Nüzul Sebebi 12

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Birden Çok Kadınla Evlenmenin Hikmeti: 16

Peygamber (s.a.)'in Hanımlarının Birden Çok Olmasının Sebebleri: 17

Sefihleri (Kıt Akıllıları), Küçükleri Ve Benzerleri Hacr Altına Almak Ve Reşit Olmadıkça Mallarını Teslim Etmemek   18

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 18

Nüzul Sebebi 18

Ayetler Arası İlişki 19

Açıklaması 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 21

Mirasçıların Mirastaki (Terekedeki) Hakları İle Mirasçı Olmayan Muhtaçların, Yetim Ve Akrabaların Hakları 23

Belagat: 24

Kelime ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi 24

Ayetler Arası İlişki 25

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

Miras Ayetleri 28

İ'râb: 28

Belagat: 28

Kelime ve İbareler: 28

Nüzul Sebebi 29

Ayetler Arası İlişki 29

Açıklaması 29

Mirasta Çocukların Hakları: 29

Anne Babanın Mirası: 30

Borçlara, Sonra da Vasiyetlere Öncelik Vermek: 31

Eşlerin Mirası: 31

Kelâlenin Mirası: 31

Miras Ayetlerinden Anlaşılan Diğer Hükümler: 33

Yüce Allah'ın Sınırları 35

Belagat: 35

Kelime ve İbareler: 35

Açıklaması 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 36

Teşriin İlk Dönemlerinde Ahlaksızlığın Cezası 36

Belagat: 36

Kelime ve İbareler: 36

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 36

Zina Eden Kadınların Cezası: 36

Zina Eden Erkeklerin Cezası: 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Sopa Cezası ile Sürgün Cezası Birlikte Verilebilir mi?. 38

Tevbenin Kabul Hali Ve Zamanı 38

Kelime ve İbareler: 38

Ayetler Arası İlişki 38

Açıklaması 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 39

İslâm'da Kadınlara Davranış. 40

Belagat: 40

Kelime ve İbareler: 41

Nüzul Sebebi 41

Açıklaması 42

1- Bizzat Kadınlara Mirasçı Olmanın Haram Kılınması: 42

2- Kadını Engellememek: 42

3- İyilikle (Maruf ile) Geçinmek: 42

4- Mehrin Ttümünde Kadının Hakkı: 43

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 43

Kendileriyle Evlenmek Haram Olan Kadınlar. 45

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 45

Nüzul Sebebi 46

Ayetler Arası İlişki 46

Açıklaması 46

Makt Nikâhı: 46

Nesep Yahut Sıhrî ya da Süt Akrabalığı Dolayısıyla Haram Kılananlar: 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 48

Evli Kadınlarla Nikâhlanmanın Haramlığı, Mehri Verildiği Takdirde Mahrem Olmayan Kadınlarla Evlenmenin Meşruluğu  50

Belagat: 51

Kelime ve İbareler: 51

Nüzul Sebebi 51

Ayetler Arası İlişki 52

Açıklaması 52

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 52

Cariye İle Evliliğin Şartları, Fuhuş İrtikâp Ederlerse Cezası 54

Kelime ve İbareler: 54

Ayetler Arası İlişki 55

Açıklaması 55

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Yukakıda Geçen Şer'î Hükümlerin Sebepleri 59

Kelime ve İbareler: 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60

Batıl Yollarla Mal Yemenin Haramlığı, Zulümden Menetme, Karşılıklı Rıza İle Muamelenin Mübahlığı 60

Kelime ve İbareler: 61

Ayetler Arası İlişki 61

Açıklaması 61

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 62

Büyük Günahlardan (Kebairden) Kaçınmanın Mükâfatı 64

Kelime ve İbareler: 64

Ayetler Arası İlişki 64

Açıklaması 64

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 65

Hasetten Nehiy Ve Allah'tan Fazlını İstemek.. 66

Belagat: 66

Kelime ve İbareler: 66

Nüzul Sebebi 66

Ayetler Arası İlişki 66

Açıklaması 66

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 67

Her Varise Terekeden Hakkını Vermek.. 68

I'râb: 68

Kelime ve İbareler: 68

Nüzul Sebebi 68

Ayetler Arası İlişki 69

Açıklaması 69

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 70

Erkeklerin Kadınların Üzerine Muhafız Ve Reis Olmaları (Kıvâme), Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Düzeltilmesi 70

İ'râb: 71

Belagat: 71

Kelime ve İbareler: 71

Nüzul Sebebi 71

Ayetler Arası İlişki 72

Açıklaması 72

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 74

Sadece Allah'a İbadet, Ana-Babaya, Akrabalara Ve Komşulara İyilikte Bulunmak, Gösteriş İçin Harcamaktan Sakındırmak   75

Belagat: 75

Kelime ve İbareler: 75

Nüzul Sebebi 75

Ayetler Arası İlişki 76

Açıklaması 76

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 79

Allah'ın Emirlerine Boyun Eğmeye Teşvik, O'na Muhalefet Ve İsyan Etmekten Sakındırmak.. 80

İ'râb: 80

Belagat: 80

Kelime ve İbareler: 80

Ayetler Arası İlişki 80

Açıklaması 80

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 81

Sarhoşken Namaz Kılmanın Haram Olması, Su Bulunmadığında Teyemmüm Etmek.. 82

Kelime ve İbareler: 82

Nüzul Sebebi 82

Ayetler Arası İlişki 83

Açıklaması 83

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 84

Yahudilerin İşleri Ve Tasarrufları 88

İ'râb: 88

Belagat: 88

Kelime ve İbareler: 88

Nüzul Sebebi 88

Ayetler Arası İlişki 89

Açıklaması 89

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 90

Ehl-I Kıtab'a Kur'an'a İman Etmelerinin Emredilmesi Ve Lanet İle Tehdit Olunmaları 90

Belagat: 90

Kelime ve İbareler: 91

Nüzul Sebebi: 91

Açıklaması 91

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 92

Allah Tealâ'nın Mağfiret Ettiği Ve Etmediği Şeyler. 92

Kelime ve İbareler: 92

Nüzul Sebebi 92

Ayetler Arası İlişki 93

Açıklaması 93

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 93

Ehl-i Kitabın Başka İşlerinden Örnekler Ve Karşılıkları 94

Belagat: 94

Kelime ve İbareler: 94

Nüzul Sebebi 94

Açıklaması 95

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 96

Kafirlerin Cezası, Müminlerin Sevabı 98

Belagat: 98

Kelime ve İbareler: 98

Ayetler Arası İlişki 98

Açıklaması 98

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 99

Emanetleri Ve Hakları Ehline Vermek, Adaletle Hükmetmek, Allah'a, Rasulüne. 99

Ve Müslümanlardan Olan Emirlere (İdarecilere) İtaat Etmek.. 99

Belagat: 99

Kelime ve İbareler: 99

Nüzul Sebebi 100

Ayetler Arası İlişki 100

Açıklaması 100

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 102

Münafıkların Yalan İddiaları Ve Takındıkları Tavırlar. 103

Belagat: 104

Kelime ve İbareler: 104

Nüzul Sebebi 104

Ayetler Arası İlişki 104

Açıklaması 105

Ayetlerden Çıkan Hüküm ve Hikmetler: 106

Rasulullah (S.A.)’ a İtaat Etmek Farzdır. 106

Belagat: 106

Kelime ve İbareler: 107

Nüzul Sebebi 107

Ayetler Arası İlişki 107

Açıklaması 107

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 108

 


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

 

NİSA SURESİ

 

(Kur'an-ı Kerim'in 4. suresi olup Medine'de inmiştir.)

Buharî Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Nisa suresi, şüp­hesiz ben, Resulullah (s.a.)'ın yanında iken nazil olmuştur."

Hz. Aişe'nin Resulullah (s.a.) ile birlikte evlilik hayatı hicretin birinci yılı Şevval ayında başlamıştır. [1]

 

Adı:

 

Bu sureye "Büyük Nisa Suresi" adı verilmiştir. Buna sebep ise bu surede kadınlar ile ilgili hükümlerin çokluğudur. Buna karşılık Talâk suresine ise "Kı­sa Nisa Suresi" adı verilmiştir. [2]

 

Âl-i İmran Suresi ile İlişkisi:

 

Her iki sureyi birbirine bağlayan bir takım benzerlikler ve bağlar vardır. Bunların önemli olanlarını şöylece sayabiliriz:

1- Âl-i İmran suresi müminlere takvayı emrederek sona ererken, bu sure­nin aynı emri bütün insanlara vererek başlaması.

2- Âl-i İmran suresinde Uhud gazası hakkında 60 ayet-i kerime nazil ol­makla birlikte, bu surede de aynı konuda, "Size ne oluyor ki münafıklar hak­kında iki zümreye ayrıldınız..." (Nisa, 4/88) ayeti nazil olmuştur.

3- Âl-i İmran suresinde Hamrâül-Esed gazvesi ile ilgili olarak, "Yaralan­dıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin çağrısına koşanlar..." (Âl-i İmran, 171, 172. ayetler) buyruğunun nüzulünden sonra, aynı gaza ile ilgili olarak bu surede "O kavmi aramakta gevşeklik göstermeyin." (Nisa, 4/104) ayetinin nazil olması... [3]

 

Muhtevası:

 

Bu sure küçük aile ile ilgili hükümlerden söz ettiği gibi, büyük aile olan İslâm toplumu ve bu toplumun insanlık toplumu ile ilgili hükümlerine dair açıklamalar da ihtiva etmektedir. Göz kamaştırıcı bir şekilde bütün insanların tek bir candan var olduklarını açıklamak suretiyle insanlığın asıl menşeinin birliğini açıklamakta ve kişinin kendisi hakkında, başkası hakkında, gizli ve açık durumlarda Allah'tan korkmasını emretmek suretiyle genel toplumsal ilişkileri gözetim altında tutmaktadır.

Sure uzun uzadıya kız çocuklar ve hanım olarak kadına dair hükümleri söz konusu ettiği gibi, bunların malî sorumluluğu bakımından -kocası dahi olsa- erkekten bağımsız ve mükemmel bir ehliyete sahip olduğunu açıklamakta­dır. Aile içerisinde mehir, nafaka, güzel geçim gibi evlilik haklarından, babası­nın yahut kocasının terekesinden hak ettiği mirastan söz etmektedir. Evliliğe dair hükümleri, evlilik ilişkilerine dair kutsamaları, mahremiyet ve sıhrî akra­balık bağını, eşler arasındaki anlaşmazlıkları çözüme bağlama keyfiyetini, ni­kâh akdi ile ilgili ısrarı açıklamaktadır. Ayrıca erkeğin aile reisi olmasının se-bebinir bunun müstebitçe bir yetki olmayıp bir yük olduğunu ve bu küçük ku­rumun işlerinin yürütülmesi için bir yükümlülük, bir sorumluluk olduğunu açıklamaktadır.

Daha sonra toplumsal bağların ölçüsünü, onların karşılıklı öğütleşme, da­yanışma, merhamet, yardımlaşma esasları üzerinde -ümmet binasının güçlen­dirilmesi için- kurulduğunu beyan etmektedir.

Bu toplumun sair toplumlarla, sair cemaat yahut devletlerle eşit bir şekil­de ilişki türlerini mükemmel bir şekilde ortaya koymaktadır. Devletler arası ahlâk ve ilişkileri, savaş ve barışa dair bir takım hükümleri belirlemektedir. Kitap Ehli'ne karşı delil getirip onlarla tartışmanın bazı yönlerini ve buna bağ­lı olarak münafıklar etrafında odaklaştınlan bir takım hamleleri gözler önüne sermektedir. Bütün bunlar İslâm ülkesinde faziletli bir toplumu ortaya koy­mak, onu akide sapıklığından arındırıp arı duru, aklın kavrayabildiği tevhid akidesinden, aklî ikna ve ruhî huzur alanından alabildiğine uzak ve karmaşık Hristiyanî teslis düşüncesine doğru sapmaktan kurtarmak içindir. Nitekim bu teslis akidesi ile ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık (Allah) üçtür, demeyin. Bundan sakının. Hakkınızda hayırlı olur. Allah ancak tek bir ilâhtır." (Nisa, 4/171). [4]

 

Fazileti:

 

Hâkim Müstedrek'inde Abdurrahman b. Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle de­diğini nakletmektedir: Nisa suresinde beş ayet-i kerime vardır ki onları dünya­ya ve dünyadaki her şeye değişmem. Bunlar, "Şüphesiz Allah zerre ağırlığı ka­dar zulmetmez." (Nisa, 4/40); "Eğer nehyolunduğunuz büyük günahlardan kaçı­nırsanız..." (Nisa, 4/31); "Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışla­maz ondan başkasının dilediği kimselere mağfiret eder." (Nisa, 4/48 ile 116); "Eğer onlar nefislerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah'tan mağfiret dile-selerdi..." (Nisa, 4/64) ayetleridir. Daha sonra da Hâkim der ki: "Eğer Abdur­rahman babasından (Abdullah b. Mes'ud) hadis dinlemiş ise, bu isnadı sahih bir rivayettir." Ancak bu hususta farklı görüşler vardır. Abdürrezzak ve İbni Cerir et-Taberî'nin İbni Mes'ud'dan buna yakın ifadeler ile naklettikleri de bu­nu desteklemektedir. [5]

 

İnsan Menşeinin Birliği, Eşlerin Birliği Ve Aile Bağı

 

1- Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da zevcesini var eden ve her ikisinden bir çok erkekler ve ka­dınlar türeten Rabbinizden sakının ve O'nun adı ile birbirinizden dilek-Hıılıı iı^ığımın: Allah'tan sakının. Akrabalık (bağlarını koparmak)tan da (sakının). Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözeüeyicidir.

 

İ'râb:

 

"Akrabalık (bağlarını koparmakjtan da" buyruğu Yüce Allah'ın adına atfe-dilmiştir, takdiri şöyledir: Allah'tan ve akrabalık bağlarını kesmekten korku­nuz. [6]

 

Belagat:

 

"Erkekler ve kadınlar" buyruğunda tıbâk; "bir çok erkekler ve kadınlar" buy­ruğunda da îcaz vardır. Çünkü bir çok erkekler ve bir çok kadınlar, demektir. [7]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İnsanlar (en-nâs)", beşer cinsinin adıdır. Kelimenin teklik şekli onun laf­zından olmayarak "inşân" şeklinde gelir. "Sizi tek bir nefisten" Adem'den "yara­tan, ondan da zevcesini var eden" Havva'yı sol kaburga kemiklerinden birisin­den yaratan..." "Her ikisinden" Adem ve Havva'dan tenasül ve doğum yoluyla "bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının." Yani O'na itaat et­mek suretiyle cezasından sakının.

"Birbirinizden dileklerde bulunduğunuz" yani sizden birinizin ötekine, "Allah adına senden bu işi yapmanı istiyorum, Allah adına senden istiyorum, Allah aşkına yap..." demesi gibi. "Allah'tan sakının. Akrabalık (bağlarını ko­parmakjtan da." Burada akrabalık bağı anlamına gelen "el-erhâm", Rahim ke­limesinin çokluk şeklidir. Burada baba veya anne tarafından olan akrabalık kastedilmektedir. Siz akrabalık bağını kesmekten sakınınız, demektir. "Şüphe­siz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir." (yani) yaptıklarınızı görüp gözeten. "Amellerinizi koruyan, tespit eden ve onların karşılığını size veren" demektir. Yüce Allah ezelden ebede kadar bu sıfata sahiptir. O bütün âlemin her bir şeyi­ne muttalidir, onu koruyup tespit edendir. [8]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah akıl sahibi olan insanlara, kendisine hiçbir şeyi ortak koşma­dan, onu tevhid ederek ibadet etmek ve kul hakları ile ilişkisi bulunan bütün emirlere uyma ve bütün yasaklardan kaçınma emrini vermekte ve bu emirleri yerine getirmeye sevk edecek şekilde takva emrini bir defa daha pekiştirmek­tedir. Bunu ise nimetleriyle onları besleyip büyüten, ihsan ve lütuflannı onlara bol bol veren kendisinin Rububiyyetini.muhataplara (Rabbiniz diye) izafe edip hatırlatmakla tekit etmektedir. Daha sonra ikinci olarak takva emri verilirken Yüce Allah lafzı bir defa daha zikredilmektedir. Çünkü Yüce Allah'ın adı hey­bet ve celâlin özel adıdır. Arkasından onların yaratıcısı olduğu hatırlatılmakta ve kendilerini tek bir nefisten yaratma kudretine dikkatleri çekmektedir. On­lar tek bir asıldan gelmişlerdir. Hepsi Adem'dendirler, Adem ise topraktandır. Yüce Allah bu candan eşini yarattı ve erkek ve dişi bütün insanlar da her iki­sinden üreyip türedi. Bu zürriyet arasında Yüce Allah akrabalık ve kan bağı esasları üzerinde kurulan aile bağını ortaya çıkardı. Bu bağlar onları birbirle­rine merhametli davranmaya, birbirleriyle dayanışmaya sevk eder. İşte bütün bunlar takvayı gerektiren, Allah'ın cezasından sakındıran göz kamaştırıcı ilâhî kudretin delilidir. Nitekim akrabalık nimeti de şükür vazifesini yerine getir­mek ve böyle bir nimeti itiraf etmek üzere takva sahibi olmayı gerektirir. Çün­kü akrabalık bir destek, bir ilişki, karşılıklı bir sevgi, atıfet ve muhabbettir ki, insana mutluluk duygusu verir, toplum içerisinde manevî güç kaynağı olur. Ki­şi ailesinin sevinci ile sevinir, kederi ile kederlenir. Nitekim Ahmet ve Hâ-kim'in el-Misver'den rivayetine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Fatı-ma benden bir parçadır. Onu üzen şey beni de üzer, onu sevindiren şey beni de sevindirir..."

İnsanın kendisine aslını hatırlatmakta insanî sınırlara bağlı kalmanın ge­reğine delâlet vardır. İnsanın hoşuna gitsin yahut gitmesin, bir diğer insanın kardeşi olduğuna, kardeşliğin ise barış içinde yaşamayı, yardımlaşmayı, sava­şı, düşmanlığı ve bağlan koparmayı bir kenara atmayı gerektirdiğine işarettir.

İlim adamlarının cumhurunun görüşüne göre tek bir candan kasıt, insan­lığın babası olan Adem (a.s.)'dir. Onlar, Hz. Adem dışında "tek bir can* diye ni­telenecek kimsenin olmadığını kabul ederler. Ondan önce bir takım Ademlerin varlığını iddia edenlere gelince, bu iddia Kur'an-ı Kerim'in zahir ifadeleriyle ça­tışmaktadır.

Eşinden kasıt da Havva'dır. Havva Hz. Adem'in sol kaburga kemiğinden uykuda bulunduğu sırada yaratılmıştır. Hz. Adem uyanıp da Havva'yı gördü­ğünde onu beğenmiş ve karşılıklı birbirlerine yakınlık duymuşlardı. Buna delil ise Buharî ile Müslim'de yer alan sahih hadistir. Buna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz. Çünkü kadınlar bir kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. Kaburga kemiğinde en eğri olan kısım ise onun üst tarafıdır. Sen onu düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın. Olduğu gibi bırakırsan eğri kalmaya devam eder."

Ebu Müslim el-Isfahânî gibi bazı ilim adamlarının görüşüne göre ise mak­sat, "o canın cinsinden onun eşini de yaratmıştır" şeklindedir. Her ikisi de buna göre tek bir cinstir ve aynı tabiattır. Diğer taraftan eşinin kaburga kemiğinden yaratılmasının faydası nedir? Çünkü Yüce Allah Adem'i topraktan yarattığı gi­bi, onu da ayrıca yaratmaya kadirdir. Ebu Müslim buna delil olarak Yüce Al­lah'ın şu buyruklarını göstermektedir: "Sizin için nefsinizden kendileriyle sü­kûn bulacağınız eşler yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir." (Rûm, 30/21). Burada "nefsinizden" buyruğundan kasıt sizin cinsinizdendir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ümmîler arasında kendilerinden bir rasul gönderen O'dur." (Cuma 62/2). Yine burada kasıt onların cinsidir. Şu buyruk da böyledir: "Andolsun ki size kendi nefislerinizden bir peygamber gelmiştir." (Tevbe, 9/128).

Ancak Ebu Müslim'e az önce geçen sahih hadisin delâletine aykırı iddiada bulunduğu belirtilerek cevap verilmektedir. Buna göre böyle bir yaratmadaki hikmet Yüce Allah'ın canlıdan -doğum yoluyla değil de- canlı yaratmaya, tıpkı cansızdan bir canlı yaratmaya kadir olduğunu ortaya çıkartmaktır.

Daha sonra Yüce Allah insan türünün çoğalma yolunu açıklamakta ve Adem ile Havva'dan insan cinsinin iki türünü etrafa yayıp dağıttığını söz ko­nusu etmektedir. Bu iki tür ise yeryüzünde yerleşen, orayı imar eden ve her ikisinden dallanıp budaklanan erkek ve dişilerdir.

Daha sonra Yüce Allah az önce sözü geçen takva emrini, insanların ihti­yaçlarını karşılamak üzere Allah adına birbirlerinden isteklerde bulunmaları yolunu hatırlatarak pekiştirmektedir. Allah adına bu şekilde bir şeyler isteme­leri O'na imanın ve O'nu tazimin delilidir. Kişi, "Allah adına bu ihtiyacımı ver­meni istiyorum" derken bunun kabul edilmesini umarak istekte bulunur. Böyle bir söz Yüce Allah'ın emirlerine uymayı gerektiren hususlar arasındadır. Buna uyan kimse ise Allah'tan korkar, O'nun emirlerine aylan hareket etmekten sa­kınır, yasaklarından uzak durur.

Allah'tan korkmak gerektiği gibi akrabalık bağlarını kesmekten korkmak da icap eder. Yani adını tazim ettiğiniz ve onun adı ile birbirinizden bir şeyler istediğiniz Allah'tan da, akrabalık bağını koparmaktan da korkunuz. Yani sev­gi ve iyilikle bu bağları birleştiriniz, onları koparmayınız. Çünkü onları kopar­mak, sakınılması gereken bir husustur.

Daha sonra Yüce Allah her şeye muttali olduğunu, her bir işi, her bir du­rumu tespit edip gözetlediğini bildirerek ayet-i kerimeyi sona erdirmektedir. O bakımdan Yüce Allah ancak bizim korunmamıza yarayacak, menfaatimize ola­cak şeyleri teşrî buyurur. O hallerimizi çok iyi görendir. İşte bu ifade takva em­rinin verilmesinin ve bu emre riayet etme gereğinin bir gerekçesi gibidir. Aye­tin sonundaki bu buyruk, Yüce Allah'ın, "Allah her bir şeye tanıktır" (Mücadele, 58/6) buyruğunu andırmaktadır. [9]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime pek çok hükme dikkatimizi çekmektedir:

1- Emrolunanlan yerine getirmek, yasak kılınanlardan da uzak durmak­tan ibaret olan takvaya bağlı kalmak gerekir. Takvayı teşvik etmek üzere Yüce Allah bu emrini pekiştirmekte ve bunun için önce "Rab" lafzını kullanmakta­dır. Bu kelime ise terbiyeye (besleyip büyütmeye), nimet ve ihsanlara delâlet etmektedir. Daha sonra takvanın dışına çıkmaktan korkutmak kasdıyla "Al­lah" lafza-i celâlinin kullanıldığını görüyoruz. Bu ise ilâhî heybet ve celâli gös­termektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Rağbet ederek ve korkarak bize dua ediyor­lardı." (Enbiya, 21/90) buyruğunun ifadesidir. Bu ise Yüce Allah'a imana ve O'nu tazime delâlet eden bir davranış olan kişinin kalbini meylettirmek üzere Allah adına dilekte bulunmayı ifade etmektedir. Allah'ın gözetimini ve insanla­rın bütün hal ve davranışlarına muttali olduğunu ifade eden diğer pekiştiriri hususları da bunlara eklemek gerekir. Bütün bunlar ise takva sahibi olmayı, isyanda bulunmamayı, emir ve yasaklara aykırı davranıştan uzak durmayı ge­rektiren şeyler arasındadır.

2- İnsanlığın tek bir asıldan, tek bir menşeden oluşu. Onların babaları Adem'dir, Adem ise topraktandır. İşte tek bir nefis, tek can odur. Onun bir ol­ması ise insanlık ailesinin karşılıklı merhametleşen, dayanışan, sevişen, birbi­rine düşmanlık göstermeyen, adalette bulunan, ilişkilerini koparmayan bir topluluk olmasını gerektirir.

3- Tek bir candan kasıt, insanlığın atası Hz.Adem (a.s.)'dir. Burada can­dan maksat, cisim ve ruhtur. Cismin yahut cesedin maddî, organik bir takım görevleri olduğu gibi, nefsin de ruhî ve manevî bir takım görevleri vardır. Ayrı­ca akletme, koruma ve hatırlatma gibi hissedilir etkileri de vardır.

İslâm alimleri nefsin yahut ruhun gerçek mahiyeti hakkında farklı iki gö­rüşe sahiptirler. Bir görüşe göre nefis veya ruh, hayatta kaldığı sürede cisimde arız olan bir haldir. Daha meşhur olan görüş ise ruh nuranî, ulvî, hafif, canlı, hareket eden, azaların güçlerine, özlerine nüfuz eden ve suyun bitkiler içerisin­de yayılması gibi bu azalara yayılan, cisimden ayrı ve hayat halinde de onunla içice olan bir varlıktır,

Medenî olmakla birlikte surenin "ey insanlar" diye başlaması beraat-i is-tihlâldir. Çünkü surede evlilik, evlilik hakları ve miras ile ilgili hükümler yer aldığı gibi, sihri akrabalık, süt akrabalığı ve bunların dışında kalan insanî bağ­lara dair hükümler de vardır. Çoğunlukla rastlanılan ise şudur: Eğer "ey in­sanlar" hitabıyla başlanır ve hitap yalnızca kâfirlere yahut da onlarla birlikte başkalarına olursa, çoğunlukla görülen bu hitabın akabinde vahdaniyet ve ru-bubiyetin delillerinin zikredildiğidir. Şayet hitap yalnızca müminlere yönelik ise bunun akabinde bir takım nimetlerden söz edilir.

4- Kadın, erkeğin hakikî bir parçasıdır. Ondan yaratılmıştır ve ona döner. Her birisi onunla ünsiyet bulur. Ona alışır, ona ısınır, bağlanır. Kadın ister an­ne, ister kızkardeş, ister kız, isterse de eş olsun, bütün bunlar hayat yolculuğunda erkek ile kadın arasında yardımlaşmanın devamlılığını gerektiren hu­suslardır. Erkeklik ve dişilik özelliklerinin varlığı kâinatın mükemmelliğine delâlettir; erkek ve dişinin insan türünün bekasının kaynağı olduğunu belgele­mektedir. Nitekim ayet-i kerimede, "Ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadın­lar türeten..." diye buyurulmaktadır.

5- Yüce Allah'ın adı ile istekte bulunmak caizdir. Ahmed, Ebu Davud, Ne-saî ve başkalarının rivayetine göre İbni Ömer şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah adına sizlerden bir şey isteyene veriniz."

6- Akrabalık bağının, akrabalık hakkının tazimi ve akrabalık bağlarını kesme yasağının pekiştirilmesi. Bu akrabalık ister baba ister anne tarafından olsun fark eden bir şey yoktur. Çünkü Yüce Allah burada akrabalık bağını ken­di ismiyle birlikte zikretmiş, bir başka ayet-i kerimede de akrabalık bağını kes­mekten şöylece sakındırmıştır: "Sizden beklenen, siz yönetimi elinize alırsanız, yeryüzünde fesat çıkartmak ve akrabalık bağlarınızı paramparça etmek değil midir?" (Muhammed, 47/22) Burada da akrabalık bağını kesmeyi yeryüzünde fesat çıkartmakla birlikte zikretmiştir.

Müslümanlar sıla-i rahimin (akrabalık bağlarını gözetmenin) farz, bu bağı kesmenin haram olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Resulullah (s.a.)'ın, "An­nemin haklarını gözeteyim mi?" diye soran Hz. Esma'ya, "Evet, annenin akra­balık hakkını gözet" dediği sahih rivayetle sabit olmuştur. Bu şekilde Hz. Pey­gamber Hz. Esma'ya henüz kâfir ve müşrik olan annesinin akrabalık haklarını gözetmesini emretmiştir. Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini ri­vayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yüce Allah mahlûkatı yarat­tı. Nihayet yaratmayı bitirince rahim (akrabalık bağı) kalkıp şöyle geldi: "Be­nim bu duruşum koparılmaktan sana sığınanın duruşudur." Yüce Allah şöyle buyurdu: "Senin bağını gözeteni gözetmeme, senin bağını koparanı da kopar­mama razı olmaz mısın?" Rahim, "Razı oldum" deyince, Yüce Allah, "Ben bunu sana veriyorum"diye buyurdu."

Burada geçen "rahim = akrabalık" kızkardeş, teyze gibi mahrem olanıyla amca oğlu gibi böyle olmayanlar arasında herhangi bir fark söz konusu olmak­sızın bütün akrabaları kapsayan bir isimdir.

Yine ayet-i kerime İbrahim en-Nehaî, Katâde, A'meş ve Hamza'nın kıraeti-ne göre akrabalık bağı adına istekte bulunmanın caiz oluşuna delildir. Bunlar bu kelimeyi (el-erhâmi) şeklinde esreli okurlar. Ancak böyle bir istekte bulun­makta, Allah'tan başkasının adına yemin söz konusu değildir. Çünkü kişinin arkadaşına, "Akrabalık hakkı için senden bunu yapmanı istiyorum" demesin­den kasıt, yalnızca onun atıfetini celbetmek ve isteğini pekiştirmekten ibaret­tir. Bu bir yemin değildir. Dolayısıyla Buharî ile Müslim'de yer alan Hz. Pey­gamberin şu hadisindeki yasağın kapsamına girmez: "Her kim yemin edecekse ya Allah adına yemin etsin yahut sussun."

7- Yüce Allah'ın, "Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir" buyru­ğu O'nun gizli ve açık her halde gözetleyiciliğini göstermektedir. Bu insanın her şeyi gözeten Allah'ın gözetimi altında olduğunu unutmamasına dair bir emir ve bir irşattır. Bundan dolayı Yüce Allah insanların aslının tek bir baba ve tek bir anneden olduğunu hatırlatmaktadır. Böylelikle onlar birbirlerine karşı şefkat göstersinler ve aralarındaki zayıflara merhamette bulunmayı teş­vik etsinler. Müslim'in Sahih'inde Cerîr b. Abdullah el-Becelî'den gelen rivaye­te göre Resulullah (s.a.)'ın huzuruna Mudarhlardan malum kafile gelince -on­lar yiyecek bir şey bulamadıklarından ve fakirliklerinden dolayı çizgili Yemen elbiselerini kesip üzerlerine geçirmişlerdi- öğlen namazından sonra kalkıp ce­maate bir hutbe irat etti. Hutbesinde: "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yara­tan, ondan da zevcesini var eden... Rabbinizden sakının" ayetini sonuna kadar okudu; sonra buyurdu ki: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve her bir nefis yarına neleri önden gönderdiğine bir baksın." (Haşr, 59/18). Daha sonra da on­ları sadaka vermeye teşvik ederek şöyle buyurdu: "Kişi dinarından, dirhemin­den, bir sâ' buğdayından, bir sâ' hurmasından tasaddukta bulunur..." Hadisi bu şekilde Ahmed ve Sünen sahipleri, İbni Mes'ud'dan da rivayet etmişlerdir. [10]

 

Yetimlerin Mallarını Yemenin Haram Kılınması

 

2- Yetimlere de mallanın verin. Temizi  murdara değişmeyin ve onların malla- ku bu büyük bir günahtır.

 

Belagat:

 

"Yetimlere mallarını verin." Önceki durumu nazarı itibara alarak yapılmış mecaz-ı mürseldir. Yani daha önceden yetim olan kimselere mallarını verin.

"Temizi murdara değişmeyin." Burada temiz ile murdar kelimeleri arasın­da tıbâk vardır. [11]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yetimler = el-yetemâ," yetim kelimesinin çokluk şeklidir. Babası ölmüş kimseye denir. Şer*an ve örfen bulûğ yaşından küçük olanlara hastır. Burada kasıt babaları olmayan küçüklere bulûğa erdikleri takdirde "mallarını verin" şeklindedir. "Temizi" helâl olanı "murdara" haram olana "değişmeyin" yani siz­ler helâl ve temiz olan yerine haram bir mal almayın. Meselâ, yetimin malın­dan güzel olanı alıp sizin malınızdan adi olanı onun yerine koymanız gibi.

"Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin." Mallarını mallarınıza eklemeyin. "Çünkü bu" yani onların mallarını yemek "büyük bir günahtır." Bü­yük bir günah, büyük bir vebaldir. [12]

 

Nüzul Sebebi

 

Mukâtil ve el-Kelbî der ki: Bu ayet-i kerime Gatafanlı bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu kişinin yanında çokça malı bulunan ve kardeşinin oğlu olan yetim bir çocuk vardı. Bu çocuk bulûğ yaşına gelince malını istedi. Amcası malı ona vermek istemedi. Peygamber (s.a.)'in yanına gidip davalaştılar. Bunun üze­rine bu ayet-i kerime nazil oldu. Amca bu ayet-i kerimeyi işitince, "Allah ve Ra-sulüne itaat ettik, biz pek büyük günahtan Allah'a sığınırız" dedi ve çocuğa malını verdi. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte her kim nefsinin cimriliğin­den korunur ise ve bu şekilde cimriliğinden vazgeçip geri dönerse o güzel yurdu­na yerleşir." Yani cennetine konaklar. Delikanlı (amcasından) malını alınca Allah yolunda infak etti. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurdu: "Ecir sabit oldu, gü­nah kaldı." Ey Allah'ın Rasulü, dediler, ecrin sabit olduğunun ne anlama geldi­ğini bildik. O Allah yolunda infak ettiği halde günah nasıl olur da olduğu gibi kalır? Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Delikanlı için ecir sabit oldu, babası aleyhine ise günah kaldı." [13]

 

Açıklaması

 

Ayet-i kerimenin konusu: Yüce Allah ergenlik yaşına geldikleri takdirde yetimlere mallarının tam ve eksiksiz olarak verilmesini emretmekte, mallarım vasilerin kendi mallarına katmalarını yasaklamaktadır. Hitap, mal ellerinde yetimler de yanlarında bulunduğu sürece vasilere yöneliktir.

İşte bu, takvanın değişik hallerinin açıklanmasının bir başlangıcıdır. Tak­vanın başı ise -Yüce Allah sıla-i rahimi ve akrabalık bağını hatırlattıktan son­ra- zayıf ve güçsüz yetimlerin mallarını korumaktır.

Anlamı şudur: Ey yetimlerin vasileri olanlar! Ergenlik yaşına geldikten sonra yetimlere mallarını tam ve eksiksiz olarak veriniz. Onlar küçüken har-* camalannı mallarından yapınız. Onların mallarından herhangi bir şeyi ken­di mallarınıza katmayınız. Burada, malları telef eden diğer tasarruflar ve çe­şitli yararlanma yollarını ifade etmek üzere "yemek" tabirini kullandı. Çün­kü tasarrufların pek çoğu yemek için yapılır. Yüce Allah'ın, "(ilâ) = e, a" harf-i çeri burada "ile birlikte" ya da gerçek manasına kullanılmış olabilir. Yani onların mallarını yemek hususunda kendi mallarınıza katmayın, eklemeyin. Çünkü sizler ne yapacak olursanız Allah'ın lütfuyla kazanmış olduğunuz kendi malınız olan helâl bir şeyi, yetimlerin malları olup sizin için haram olana değişmiş olursunuz. Böyle bir yemek büyük bir günah, büyük bir ve­baldir. Rivayet edildiğine göre onlar -İslâm'dan veya bu ayetin nüzulünden-önceleri zayıf koyun verir, yerine semiz bir koyun alırlardı. Böyle davranma­ları yasaklandı.

Yetim, mutlak olarak babası ölmüş kimseye denir. Fakat önceden de açık­landığı gibi şeriat ve örfte bu tahsis edilmiş bulunmaktadır. Çünkü Resulullah (s.a.) -Ebu Davud'un Ali (r.a.)'den rivayetine göre- şöyle buyurmuştur: "Ergen­lik yaşından sonra yetimlik olmaz."

Ayet-i kerime yetimlere mallarının verilmesi hususunda zahiri üzeredir ve ergenlik yaşına gelmeden önce mallarının onlara verilmemesi anlamında değil­dir. Burada yetimlere mallarının verilmesi mecaz yoluyla o mallara kötü bir maksatla el uzatmadan onları sağ salim sahibine bırakmak demektir. Buna de­lil ise sonraki, "Yetimleri ... deneyin." (Nisa, 4/6) ayetidir. Yani ergenlik yaşma geldikleri vakit mallarını teslim alabilecek durumda olup olmadıklarını deneyi­niz. Bu ayet-i kerime ergenlik ve reşitliğin gerçekleşmesi halinde fiilen malları­nın yetimlere teslim edilmesine bir teşviktir. "Yetimlere de mallarını verin" ayeti ise ergenlik yaşma gelip reşit oldukları vakit mallarının kendilerine teslim edilmesi için yetimlerin mallarının korunmasını teşvik etmektedir.

Fakat daha uygun olan "verme"nin gerçek anlamı ile kullanılmış olması­dır ki, bu da fiilen vermek demektir. Buna göre "yetimler" kelimesi ise daha ön­ceki durumları nazarı itibara alınarak kullanılmış mecazî bir tabirdir. Bu şe­kilde yetimlik tabirinin kullanılmasının sebebi küçüklükleri üzerinden fazla bir zaman geçmeden mallarını kendilerine vermekte eli çabuk tutup acele et­menin vücubuna işaret etmektir. Çünkü yetimlik zayıflıktır. Bu ise merhameti, iffeti gerektirir. Adeta yetim adı ergenlikten sonra da devam ediyor gibi bir in­tiba verilmiştir. Usûl-i fıkıhta bu gibi anlatımlara nassın işareti adı verilir. [14]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Mücahid der ki: Bu ayet-i kerime, infakta malları karıştırmayı yasakla­maktadır. Araplar kendi nafakalarım yetimlerin nafakalarına karıştırırlardı. Böyle yapmaları onlara yasaklandı. Daha sonra bu Yüce Allah'ın, "Şayet onlar­la bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir." (Bakara, 2/220) buyruğu ile neshedildi.

Ayet-i kerimeden kasıt, yetimlere yetim iken mallarının verilmesi değildir. Böyle olsa idi malları zayi olmakla karşı karşıya kalırdı. Mallarının onlara bu­lûğdan ve'reşit olduklarının anlaşılmasından sonra verilmesi icap eder. Bu ise bir sonraki ayet-i kerime ile amelin bir gereğidir: "Yetimleri nikâha erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşittik görürseniz mallarını onlara teslim edin." (Nisa, 4/6) Hanefî mezhebine mensup el-Cassâs er-Râzî der ki: Yüce Allah, "Yetimlere de mallarını verin" buyruğunda rüşd karinesi olmaksı­zın malın onlara verilmesinin vücubunu mutlak olarak zikretti. Birisi, hükmün vücubunu gerektirmeye dair bir karine ihtiva eder şekilde hususi olmak üzere diğeri ise, bir karine ihtiva etmeksizin umumi olmak üzere iki ayeti kerime va­rit «lup her ikisini ifade ettikleri manaya uygun olarak değerlendirmek müm­kün olduğu takdirde; bizim bu iki ayetten yalnızca bir tanesinin ifade ettiği manayı alıp onunla yetinmemiz, diğerinin ifade ettiği manayı ise nazarı itibara almamız caiz olmaz.

el-Cessâs daha sonra Ebu Hanife'nin şu görüşünü kaydetmektedir: Ebu Hanife'nin görüşüne göre yetim durumu ne olursa olsun 25 yaşma geldiği tak­dirde malın kendisine teslim edilmesi vaciptir. 25 yaşına geldiği halde onun re-şitliği tespit edilemezse yine de malının ona verilmesi icap eder. Çünkü Yüce Allah, "Yetimlere de mallarını verin" buyurmuştur. Yetim 25 yaşına geldikten sonra bu buyruğun muktezasına ve zahirine göre alıp değerlendirir. Yetimin reşitliğini görmedikçe malını ona teslim etmez. Çünkü ilim adamları bu yaşa gel­meden önce reşitliğin anlaşılmasını, ona malın teslim edilmesinin vücubu için şart olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. [15]

Ebu Hanife der ki: Kişi reşitliğine ulaştığı takdirde (25 yaşında) dede ola­bilir. Dede olabilecek yaşa geldiğine göre yetim olduğu sebep gösterilerek ve ye­timlik adı altında malının ona verilmemesi nasıl doğru olabilir? Bu çok uzak bir ihtimal değil midir?

Îbnül-Arabî ise bu görüşü reddederek şöyle demektedir: 25 yaş hükmünü getirmenin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Özellikle Ebu Hanife miktar tespitle­rinin kıyas yoluyla sabit olmayacağı görüşündedir. Böyle bir şey ancak nastan öğrenilebilir. Bu meselede ise nas da, hiç bir yönüyle söylenmiş bir söz de yok­tur; naslann manası da bunun lehine tanıklık etmemektedir.[16]

Hülâsa ayet-i kerime iki hususa delâlet etmektedir:

1- Malları idare edebilecek ehliyetin bulunması halinde yetimlere malları­nı ödemenin vacip oluşu.

2- Bütün faydalanma yolları -yetimin mallarını yemek bunlardan birisidir-haramdır ve büyük günahlar arasında yer alır. İhtiyaç halinde olması ise müs­tesnadır. Bu da daha sonra gelecek şu ayet-i kerimenin bir gereğidir:

"Kim zengin ise iffetli davransın, kim de fakir ise örfe göre yesin." (Nisa, 4/6). [17]

 

Dörde Kadar Hanımla Evlenmenin Mübahlığı Ve Mehir Vermenin Vacip Olması

 

3- Eğer yetim kızlar hakkında adaletli davranamayacağmızdan korkarsanız  size helâl olan kadınlardan ikişer,  üçer, dörder olmak üzere nikahlayın. Şayet adalet yapamayacağınızdan en­dişe ederseniz o zaman bir yahut sahi­bi olduğunuz cariye (ile yetinin). Bu, sizin haksızlık yapmamanıza daha ya- kındır.

4- Kadınların mehirlerini hoşnutlukla ve bir bağış olarak verin. Bununla be­raber gönül hoşluğu ile ondan size bir kısmını bağışlarlarsa onu da içinize sindire sindire yiyin.

 

İ'râb:

 

"Eğer yetim kızlar hakkında" yani yetim kızları nikahlamak hususunda... "onu... yiyin" buyruğunda hitap ya velilere yahut da eşleredir. [18]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer yetim kızlar hakkında adaletli davranamayacağmızdan" yani adalet yapıp zulme meyletmeyeceğinizden. Ayet-i kerimede geçen "kist" adalet demek­tir. Yüce Allah'ın, "Kist yapınız, muhakkak Allah kist yapanları sever." (Hucu-rât, 49/9) buyruğu gibi. Kist aslında zulmetmek anlamındadır. Yüce Allah'ın, "Kasıtlara gelince, onlar da cehennemin odunudurlar." (Cin, 72/157) buyruğun­da bu anlamda kullanılmıştır.

"Adaletli davranamayacağmızdan korkarsanız size helâl olan kadınlar­dan" yani onlardan kalbinizin meylettiği kimseler arasından "ikişer, üçer, dör­der olmak üzere nikahlayın." Bu kelimeler sayı lafızları olup iki iki, üç üç, dört dört, yerine kullanılır.

"Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz..." nafaka, geceleri yanlarında kalmayı paylaştırmak ve onlara yapacağınız muamele hususunda haklarında adil olamayacağınızdan korkarsanız, "o zaman bir" hanım nikahla­yınız "yahut sahibi olduğunuz cariye" ile yetininiz. Çünkü cariyeler kadınların sahip oldukları haklara sahip değildirler.

"Bu" yani yalnızca dört hanım nikahlamak yahut tek bir kadın ile evlilik yahut cariye ile yetinmek "sizin haksızlık yapmamanıza daha yakındır." Yani böylesi sizin zulme sapmamanıza daha yakındır.

"Kadınların mehirlerini hoşnutlukla ve bir bağış olarak..." yani gönül hoş­luğu ile bir bağış ve bir hibe olmak üzere "verin. Bununla beraber gönül hoşlu­ğu ile size ondan bir kısmını bağışlarlarsa" yani mehirlerinden bir kısmını gö­nül hoşluğu ile size bağışlayacak olurlarsa "onu da içinize sindire sindire yi­yin." Yani böyle bir şeyi yemenizin akıbet itibariyle kötü bir tarafı yoktur, ahi-rette de bundan dolayı sizin için bir zarar söz konusu değildir. [19]

 

Nüzul Sebebi

 

Üçüncü ayet-i kerime olan, "Eğer ... korkarsanız" buyruğu ile ilgili olarak Buharî, Müslim, Nesaî, Beyhakî ve başkaları şunu rivayet etmektedirler: Urve müminlerin annesi Hz. Aişe'ye (r. anhâ) bu ayet-i kerime hakkında soru sordu. O da şöyle dedi: "Ey kızkardeşimin oğlu, burada sözü edilen velisinin himaye­sindeki yetim kızdı. Bu adam malında ona ortak olur, malı ve güzelliğinden de hoşlanırdı. Mehrinde adaletli olmadan onunla evlenmek istediğinden dolayı onun dengi olanlara verdiği mehri vermezdi. İşte böyle yapmaları onlara yasak kılındı ve hoşlarına giden kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olarak nikahlama­ları emrolundu."

Said b. Cübeyr, Katâde, er-Rabî, ed-Dahhâk ve es-Süddî de der ki: Yetimle­rin mallarından sakınırlar, ancak kadınlara gereken kıymeti vermez ve dile­dikleri şekilde evlenirlerdi. Kimi zaman adalet yapar, kimi zaman yapmazlar­dı. Yetimlere dair soru sormaları üzerine, "Yetimlere de mallarını verin" diyen ayet-i kerime nazil oldu. Yine şanı yüce Allah, "Eğer yetim kızlar hakkında adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız..." ayetini de inzal buyurdu. Yüce Allah buyuruyor ki: Yetimler hakkında adalet yapamamaktan korktuğunuz gi­bi yine kadınlar hakkında da onlara adil davranamamaktan korkunuz. O ba­kımdan haklarının altından kalkmanız mümkün olandan fazlası ile evlenmeyi­niz. Çünkü kadınlar zaaf ve acizlik bakımından yetimler gibidirler. el-Vâlibî (üçüncü tabakadan güvenilir ravilerden Ali b. Rabia b. Nadla)'nin rivayetine göre İbni Abbas'ın da görüşü budur.

"Kadınların mehirlerini hoşnutlukla... verin" mealindeki dördüncü ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Ebî Hatim, Ebu Salih'ten şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Baba kızını evlendirdiğinde mehrini alır, ona bir şey vermezdi. Yüce Allah böyle davranmalarını yasak kılarak, "Kadınların mehir­lerini hoşnutlukla ve bir bağış olarak verin" ayetini indirdi. [20]

 

Açıklaması

 

Bu ayetlerin konusu nüzul sebebine göre tespit edilebilir. Buna göre konu ya yetimlerin dışında kalan hanımlarla evlenmektir; yani eğer sizden herhangi birinizin himayesinde yetim bir kız bulunur ve böyle bir kıza mehr-i mislini ve­rememekten korkuyor iseniz, bunun dışında hanımlarla evlenmeye yönelin. Çünkü bu durumda olanlar pek çoktur ve bu konuda Allah evlenmek isteyene darlık vermemiştir. Yahut da ayet-i kerime kadınlar hakkında adaletli davran­makla ve birden fazla evlenmeleri halinde onlara zulmü önlemekle ilgilidir. Ya­ni, "Yetimlere de mallarını verin" ayet-i kerimesi nazil olunca, kadınların hak­larında adaleti terk etmekten çekinmemekle birlikte, yetimleri velayetleri altı­na almaktan çekinmeye koyuldular. Çünkü bu durumda herhangi birisinin ni­kâhı altında kimi zaman on kadın bulunur ve bunlar arasında adalet yapma-yabilirdi. İşte bunlara şöyle dendi: Yetimlerin haklarıyla ilgili olarak adaleti terk etmekten çekindiğiniz gibi, kadınlar arasında adaletten uzak durmaktan da korkun, çekinin ve nikâhınız altında tutacağınız kadınların sayısını azaltın.

Korkmaktan kasıt ise bilmektir. Bu ifadeyle, bilinen şeyin korkulacak ve sakınılacak bir şey olduğu anlatılmak istenmiştir.

Yani eğer sizler mehirlerini vermemek suretiyle yahut batıl yollarla yetim­lerin mallarım yemek suretiyle yetimlere haksızlık yapacağınızı bilir yahut hissederseniz, yetim bir kızla evlenmemelisiniz. Onun dışında bir, iki, üç yahut dörde kadar başka kadınlarla evlenebilirsiniz. Birden çok kadınla evlendiğiniz takdirde de adaletle davranmalısınız. Adaletle muamele yapma ve aralarında haklarını pay edebilme imkânını bulabilmeniz için dörtten fazla kadınla evlen­meyiniz. Bu durumda erkeklerin çeşitli durumları söz konusu olur. Kimisi iki hanımla, kimisi üç, kimisi dört hanımla evlenir. Dört sayısı, hanımlar arası adaletin mümkün olabileceği azami sınırdır.

Yüce Allah'ın, "Nikahlayın'' buyruğundaki emir mübahlık ifade eder. Bu, Yüce Allah'ın, "yiyiniz, içiniz" (Bakara, 2/187) buyruklarını andırmaktadır. Bu­nun vücup ifade ettiği de söylenmiştir. Yani Yüce Allah'ın, "İkişer, üçer, dörder olmak üzere" buyruğundan alınmış sayıyı aşmamanın vücubunu ifade ediyor, demektir. Yoksa asıl itibariyle nikâhın vücubunu ifade etmez.

Yüce Allah'ın, "İkişer, üçer, dörder olmak üzere" buyruğunun her bir keli­mesi türünün tekrarına delâlet etmektedir. "ikişer"de iki, ikiye, "üçer"de üç, üçe, "dörder"de dört, dörde delâlet etmektedir. Yani birden çok hanımla evlen­mek isteyen herkes, sözü geçen sayıdan dilediği kadarını nikahlayabilir. Kimi­sinin bu kadar hanımı olabilir, kimisinin olmaz.

Daha sonra Yüce Allah birden çok hanımlar arasında adalete bağlı kalma­nın zorunlu olduğunu pekiştirmektedir. Bu husus da Yüce Allah'ın, "Eğer yetim kızlar hakkında adaletli davranamayacağınızdan..." buyruğundan anlaşılmak­tadır. Bu buyruğunda Yüce Allah şunu zikretmektedir: Sizler birden çok hanım ile evlenmeniz halinde adaletle davranamayacağınızdan korkarsanız o takdir­de tek bir hanım ile yetinmelisiniz. Birden çok hanımla evlenmek Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda açıkça emrolunan adaleti gerçekleştireceğinden yana emin olan kimse için mubahtır: "Hırs gösterseniz bile kadınlar arasında adaleti gözetmeye güç yetiremezsiniz." (Nisa, 4/129). Bu buyruk, kalbî meyil arasındaki adalet hakkında anlaşılabilir. Eğer bu ihtimal olmamış olsaydı, her iki ayetten herhangi bir şekilde birden çok hanımla evlenmenin caiz olmaması sonucu çı­kardı.

Adaletli davranamamak korkusu bu hususta zan ve şüphe halini de kap­sar. O bakımdan ya hür kadınlardan tek bir kadın ile yetinmelisiniz yahut da cariyelerden dilediğiniz kadar cariyeyi odalık almak yoluyla yetinme yoluna gitmelisiniz. Cariyelerin nikahlanma yoluna gidilmemesi ise aralarında her hususta adaletin vacip olmayışındandır. Onlar hakkından istenen yalnızca örfe uygun olarak geçim için gerekli nafakadan ibarettir.

Tek bir kadınla evlenmeyi seçmek yahut da cariye ile yetinme yoluna git­mek, haksızlık ve zulüm yapmamaya daha yakındır. Yüce Allah'ın, "Sizin hak­sızlık yapmamanıza" buyruğundan kasıt, zulüm yapmamanızadır. İmam Şafiî (r.a.)'nin bu, "Haksızlık yapmamanıza" buyruğunu, "Geçindirmekle yükümlü olduğunuz kimselerin sayısının artmamasına daha yakındır" diye tefsir ettiği nakledilmiştir. Buna delil de Kisaî, Asmaî ve Ezherî'nin belirttiklerine göre Arapların fasih olanlarından bir kimsenin geçindirmekle yükümlü olduğu kişi­lerin (aile efradının) sayısı arttığı takdirde bu durumu ifade için (ayet-i kerime­de kullanılan kelime ile aynı kökten gelen) âle, ye'ûlu fiili ve aynı kökten gelen kelimeler kullanmasıdır.

Kısacası zulümden uzak durmak, tek bir kadın ile yetinmenin yahut da cariye ile yetinme yoluna gitmenin teşri edilmesinin sebebidir. Bunda ayrıca hanımlar arasında adaletin şart olduğuna da işaret vardır. Kadınlar arası iste­nen adalet ise maddî adalettir. Yani yanlarında gecelemeyi aralarında eşit pay­laştırmak, yemek, içmek, giyinmek, mesken gibi geçim harcamalarında eşitliği sağlamaktır. Manevî adalet yahut da kalbî yakınlık olan meyil ve sevgi ise, is­tenen bir şey değildir. Çünkü bu, insanın elinde olan bir şey değildir. Bundan dolayı Hz. Aişe'ye diğer hanımlarından daha fazla meyleden Allah Rasulü, Sü­nen kitaplarında Hz. Aişe'den zikredildiğine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'ım bu elimde olan şeyleri paylaştırmamam Elimde olmayan şeylerden dolayı da beni sorumlu tutma." Bundan kasıt ise kalbî meyildir. Kişi adalet yapamamak­tan korkacak olursa, birden fazla hanımla evlenmesi haram olur.

Daha sonra Yüce Allah kocalara hitap ederek hanımlarına mehirlerini te­reddütsüz ve gönül hoşluğu ile vermelerini emretmektedir. Bu ise iki eş arasın­da kurulacak sevginin bir sembolü, hanıma olan sevgi ve ona verilen kıymetin bir belirtisidir. İbni Abbas'm görüşüne göre "kadınlara mehirlerini... veriniz" ayetindeki hitap kocalaradır. Önceleri koca mehirsiz olarak evlenir, "Ben sana mirasçı olurum, sen de bana mirasçı olursun" der kadın da buna razı olurdu. Burada ise mehirlerini vermekte ellerini çabuk tutmakla emrolundular.

Hitabın velilere olduğu da söylenmiştir. İbni Ebi Hatim, Ebu Salih'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek (velayeti altında bulunan) dul bir kadını ev­lendirdiği takdirde, mehrini kendisi alır, ondan kadına bir şey vermezdi. Yüce Allah onlara bunu yasakladı ve, "Kadınlara mehirlerini... verin" ayeti nazil oldu.

Eğer kadınların kendileri gönül hoşluğu ile, baskı altında tutulmaksızın ve aldatılmaksızın size bir şey verecek olursa, onu da afiyetle yiyiniz. Yani bu sizin için helâl olur, onu almakta sizin için bir günah yoktur. Dünyada bunun sizden geri isteneceğinden korkmayın, ahirette de bir sorumluluktan çekinme­yin.

Burada "yemek" kelimesi ile onda tasarrufun helâl olduğu kastedilmekte­dir. Özellikle yemekten söz edilmesi ise malî tasarrufların çoğu şekillerinin bu yolla olmasından dolayıdır. Yüce Allah'ın, "Onların mallarını mallarınıza (ka­rıştırarak) yemeyin" buyruğunda olduğu gibi. [21]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Eğer yetim kızlar hakkında adaletli davranamayacağınızdan korkarsa-nız" ayeti aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- İster yetimlerin mallarını kontrol altında tutulması, ister onlarla evle-nilmesi, ister yetim olmayan eşlerin birden fazla obuası durumlarında adalete bağlı kalmanın vacip olması. İbni Abbas, İbni Cübeyr ve başkaları der ki: Ma­nası şudur: Eğer sizler yetimler hakkında adil olamayacağınızdan korkarsamz aynı şekilde* kadınlar hakkında da korkunuz. Çünkü o dönemde onlar yetimle­re adaletsizlik yapmaktan çekinir, fakat kadınlar hakında adaletsizlikten sa­kınmazlardı.

Aişe (r. anhâ) der ki: İnsanlar bu ayet-i kerimeden sonra kadınlar hakkın­da Allah'ın Rasulüne soru sordular. Yüce Allah da, "Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onlara dair fetvayı size Allah veriyor: Kendileri için yazıl­mış olanı onlara vermediğiniz ve onları da nikâhlamayı istediğiniz yetim ka­dınlar hakkında işte Kitap'ta size karşı okunup duranlar..." (Nisa, 4/127) buy­ruğunu indirdi. Hz. Aişe devamla dedi ki: Yüce Allah'ın, "İşte Kitap'ta size karşı okunup duran ayetler" buyruğundan kasıt ise şu, "Eğer yetim kadınlar hakında adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız size helâl olan hanımlardan... nikahlayın" ayetidir." Buyruğun anlamı şudur: Eğer sizler velayetiniz altında bulunan yetimleri nikâhlamakta adaletle davranamayacağınızı bilecek olursa­nız, onların dışında nefsinizin kendilerine meylettiği kadınları nikahlayınız. Bundan maksat ise adaletli davranamama korkusu esnasında yetim kızların nikâhının yasak kılınmasıdır.

2- Hz. Aişe'nin bu teviline göre ayet-i kerime şu görüşü benimseyenlerin lehine bir delildir: Baba ve dededen başka kimseler küçük kızı başkasıyla ev-lendirebilir yahut kendisi onunla evlenebilir. Çünkü bu tevile göre ayet-i keri­me, velisinin, malı ve güzelliği hoşuna gittiğinden dolayı kendisiyle evlenmek istediği fakat ona vereceği mehirde adaletli davranmayan kimsenin himayesin­de bulunan yetim kızlar halanda nazil olmuştur. Yetim kızın, himayesinde bu­lunup da kendisiyle evlenmesi caiz olan en yakın velisi ise amca çocuğudur.

Buna göre ayet-i kerime aynı zamanda amca çocuğunun, himayesinde bu­lunan yetim kız ile evlenmesinin caiz olduğunu ihtiva etmektedir. Onunla evlenmesi caiz olduğuna göre bu nikâhı ya bizzat kendisi yapacaktır yahut da meselâ, o kızın kardeşi bu yetimi amcasının oğluyla evlendirecetir. Durum her ne olursa olsun, baba ve dededen başkasının küçük kızı evlendirme hakkı oldu­ğu ortaya çıkar.

Küçük kızı baba yahut dededen başkası evlendiremez diyen imamlar ise, bu ayet-i kerimeyi bundan başka iki tevilden birisine göre açıklarlar: Bunlar, mehrinde adaletle davranmak yahut da yetimleri velayet altına almaktan çe­kinmek ve burada sözü geçen yetimleri büyük yetim kızlar diye anlamaktır. Aradan fazla bir zaman geçmediğinden ve yakın bir vakte kadar yetim oldukla­rı için de önceki hal nazarı itibara alınır ve bunu mecaz-ı mürsel kabilinden bir ifade olarak ele alırlar.

3- Ergenlik yaşına gelmeden önce yetim kızın nikâhlanmasına Ebu Hanife bu ayeti delil göstererek der ki: Kız ergenlik yaşından önce yetim olur. Ergenlik yaşından sonra ise yetim değil, mutlak olarak kadındır. Buna delil ise şudur: Eğer Yüce Allah ergenlik yaşına gelmiş olanı kastetmiş olsaydı, onun mislinin mehrinden daha aşağısının verilmesini yasaklamazdı. Çünkü bu durumda ka­dının kendisi onu seçebilir; böyle bir şey icma ile caizdir.

Malik, Şafiî ve ilim adamlarının cumhuru ise ergenlik yaşma gelmeden ve bu konuda kızın fikri alınmadan böyle bir nikâhın caiz olmadığı görüşündedir­ler. Çünkü Yüce Allah, "Kadınlar hakkında senden fetva isterler" diye buyur­maktadır. "Kadınlar" ise erkekler arasında yaşı ilerlemişler için kullanılan "adamlar" ismi gibi büyükler hakkında kullanılır. "Adam" adı ise küçüğü kap­samaz. Aynı şekilde "kadın" adı da böyledir; bu ismin kapsamına da küçük kız­lar girmez. Diğer taraftan Yüce Allah, "Yetim kadınlar" (Nisa, 4/127) diye bu­yurmuştur. Orada bundan kasıt, burada sözü geçen yetimlerdir. Nitekim Aişe (r. anhâ) de böyle demiştir. Buna göre yaşı büyük yetim kız da ayet-i kerimenin kapsamına girmektedir. Bu da izni olmaksızın evlendirilemez. Küçük kız ise iz­ni söz konusu olmayacağından evlendirilemez. Eğer bulûğa erecek olursa, ni-kâhlanması caiz olur. Fakat onun izni olmaksızın yine evlendirilemez. Nitekim Darekutnî, İbni Ömer'den de böyle rivayet etmektedir. Buna göre îbni Ömer şöyle demiştir: Dayım Kudâme b. Maz'un kardeşi Osman. b. Maz'un'un kızı ile beni evlendirdi. Muğire b. Şu'be kızın annesinin yanma gitti, mal vaadinde bu­lundu ve kızı kendisi için istedi. Durumu Resulullah (s.a.)'a götürülünce Kudâ­me şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü bu, kardeşimin kızıdır. Ben ise babasının va­sisiyim. Bu konuda ben ona karşı kusurlu davranmadım. Faziletini ve akraba­lığını bildiğim birisi ile onu evlendirdim. Resulullah (s.a.) ise şöyle dedi: "Bu küçük yetim bir kızdır. Yetim kız ise kendi işini kendisi halletmeye daha bir hak sahibidir." Böylelikle kız benden alındı ve Muğire b. Şu'be ile evlendirildi.

4- Hz. Aişe'nin ayet-i kerimeyi tefsirine göre, tayin edilen mehir fasit olur yahut miktarında aldatma bulunursa mehr-i mislin vacip olacağını göstermek­tedir. Çünkü Hz. Aişe şöyle der: "Onun mehri ile ilgili uygulamanın asgarisi ile (mehr-i misli sayılabileck asgari miktar ile nikahlanır)."

5- Yetim kız baliğ olur, velisi de onun mehrini adaletle verecek olursa, onunla evlenmesi caizdir. Nikahlayan da nikahlanan da -Hz. Aişe'nin tefsirine göre- o olur. Ebu Hanife, Evzâî, es-Sevrî ve Ebu Sevr de bu görüştedir. Yani ni­kâh akdi tek bir akdedici taraf ile akdedilebilir.

Züfer ve Şafiî ise der ki: Sultanın (hakim ve yöneticinin) izni olmadıkça yahut da başka bir kızın velisi olan bir başkası evlendirmedikçe caiz olmaz. Çünkü velayet akdin şartlanndandır. Zira Resulullah (s.a.) Beyhakî'nin İmrân ve Aişe (r. anhumâ)'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Velisiz ve adaletli iki şahit olmaksızın nikâh olmaz." Buna göre nikahlayan ile nikâhlananın bu­lunması ve şahitlerin birden fazla olması vaciptir.

6- Ayet-i kerimede eşlerin dörde kadar olmasının caiz oluşuna delâlet var­dır. Bir erkeğin aynı anda dörtten fazla hanım ile evlenmesinin caiz olamaya­cağım da göstermektedir. Çünkü sayı muhataplara genişlikten söz edilirken zikredilmiştir. Eğer bu sayıdan fazlası mubah olsaydı, böyle bir durumda zikre­dilmesi gerekirdi.

Burada sözü geçen ikişer, üçer ve dörder sayısı dokuz hanımla evlenmenin mubah olduğuna delil değildir. Peygamber (s.a.)'ın dokuz hanım ile evlenmiş olduğu ve nikâhı altında dokuz hanımı bir arada topladığı ile bu görüş destek­lenemez.

Ashab-ı kiram ve tabiînin ise dörtten fazla kadınla evlenilemeyeceğine da­ir icması bu görüşü reddetmektedir. Bu hususta zaten kimsenin haklı bir görü­şü yoktur. Malik, Muvatta'ında Nesaî ve Darekutnî de Sönenlerinde Resulul­lah (s.a.)'ın Sakîfli Ğaylan b. Umeyye'ye -İslâm'a girdiğinde on tane hanımı vardı- şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Bunlardan dört tanesini seç ve diğer­lerinden ayrıl."

7- İmam Malik, Davud ez-Zâhirî ve Taberî bu ayet-i kerimenin zahirini ile­ri sürerek arada bir fark gözetmeksizin hürlerin de kölelerin de dört kadın ile evlenmelerinin meşru olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Size helâl olan kadınlardan... nikahlayın" buyruğunun kapsamına köleler de dahil­dir. O bakımdan kölelerin de hür kimseler gibi dört kadın nikahlamaları caiz­dir. Kölelerin bu şekilde dört kadın ile evlenmeleri izne bağlı değildir. Çünkü köleler yaşama hakkına sahip oldukları gibi, nikahlama hakkına da sahiptir­ler.

Hanefîler ve Şafiîlerin görüşüne göre ise bir köle nikâhı altında iki kadın­dan fazlasını bir arada tutamaz. Çünkü el-Leys'in rivayetine göre el-Hakem şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'m Ashabı kölenin ikiden fazla kadını nikâhı al­tında bulunduramayacağını kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın, "Size helâl olan kadınlardan... nikahlayın" buyruğunda hitap, köleleri kapsa­mına almaz. Çünkü bu buyruk, hoşuna giden bir kadın oldu mu onu nikahlaya­bilecek güce sahip olan bir insanı kapsamına alır. Kölenin ise böyle bir şeye im­kânı yoktur. Zira kölenin nikâhı ancak efendisinin izni ile caizdir. Zira Pey­gamber (s.a.) İbni Mace'nin İbni Ömer'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur:

"Efendisinin izni olmaksızın evlenen her bir köle zina etti demektir." Diğer ta­raftan Yüce Allah, "Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o za­man bir yahut sahibi olduğunuz cariye (ile yetinin)" diye buyurmaktadır. Bu­nun kapsamına ise kölelerin girmesine imkân yoktur. Çünkü kölelerin mülki­yeti yoktur. Yine Yüce Allah'ın, "Gönül hoşluğu ile size ondan bir kısmını ba­ğışlarlarsa..." buyruğu da köleleri kapsamına almaz. Çünkü köle mülk edine­mez. Aksine köleye bağışlanan bir şey de efendisine ait olur. Bu durumda yiyen köle değil, efendi olur.

Nikâhı altında dört kadın bulunduğu halde beşinci kadın ile evlenenin ce­zası nedir?

İlim adamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. Malik, Şafiî ve Ebu Sevr der ki: Eğer yasak olduğunu biliyorsa ona had vurulur.

ez-Zührî de der ki: Eğer yasak olduğunu biliyorsa recmedilir. Eğer bilmi­yor ise zinanın iki cezasının asgarisi uygulanır ki bu da sopadır, kadına da mehri verilir. Bunlar birbirlerinden ayrılır ve ebediyyen birbirleriyle evlene-mezler.

Ebu Hanife ise şöyle der: Bu gibi durumlarda ona hiç bir şekilde had uy­gulanmaz.

Ebu Yusuf ve Muhammed der ki: Haram olan evlilik hakkında had uygu­lanır, bunun dışındaki nikâhlarda ise uygulanmaz. Meselâ, mecusî bir kadın ile veya tek bir akitte beş kadınla evlenmesi, mut'a yoluyla evlenmesi, şahitlik yoluyla evlenmesi, efendisinin izni olmadıkça bir cariye ile evlenmesi gibi.

7- Zulmetmekten korkulması halinde tek bir kadın ile yetinmek vaciptir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o za­man bir (ile yetinin)" buyruğu, "Şayet kadınların birden çok olması halinde aralarında adalet yapamayacağınızdan korkarsanız" demektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çok gayret gösterseniz bile kadınlar arasında ada­leti gözetmeye güç yetiremezsiniz." (Nisa, 4/159). O bakımdan kim adalet yapa­mayacağından korkarsa tek bir kadın ile yahut da cariyeleri ile yetinsin. Çün­kü cariyeler arasında gün paylaşımı vacip değildir, fakat müstehaptır. Buna ri­ayet eden güzel bir iş yapmış olur, etmeyen için ise bir vebal yoktur.

Bundan sonraki, "Kadınlara mehirlerini hoşnutlukla... verin" ayeti de aşa­ğıdaki hususları göstermektedir:

1- Hanıma mehrin verilmesinin vacip obuası.

Ödenmesi gerekli bir mehir olmaksızın kadınların ırzı mubah değildir. Akit esnasında bu mehir ister tespit edilsin, ister edilmesin. Ama mehir kadın­dan istifade etmenin bir karşılığı değildir. Çünkü Yüce Allah şehvetin karşılan­ması, çocuk sahibi olmak gibi nikâhın faydalarını eşler arasında müşterek bir fayda olarak takdir etmiştir. Bundan ayrı olarak Yüce Allah kocaya karısına mehir vermesini emretmiştir. O bakımdan bu doğrudan Allah tarafından bir bağıştır. Bu hususta icma vardır, görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da açıklamakta olduğumuz ayet-i kerimeye benzemektedir: "Onları yakınla­rının izniyle nikahlayıp mehirlerini de güzellikle kendilerine verin." (Nisa, 4/25).

Yine mehrin azamî sınırının olmadığı üzerinde ilim adamları icma etmiş­tir. Ancak ileride Yüce Allah'ın, "Onlardan birisine yüklerle (mehir) vermiş ol­sanız bile..." (Nisa, 4/20) buyruğunun açıklanmasında geleceği üzere asgari miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

2- Mehirden feragat etmek.

Kadının kocasına mehrinin tümünü yahut bir kısmını vermesi caizdir. Bu mehir ister muayyen olarak kabzedilmiş olsun, ister zimmette alacak olsun fark etmez. İşte bu hem mehrin hibe edilmesini hem ibra edilmesini kapsa­maktadır. Şu kadar var ki kocaların hanımlarının verdikleri şeyler hakkında ihtiyat göstermeleri gerekir. Çünkü burada şart gönül hoşluğu ile verilmesi di­ye ifade edilerek, "Bununla beraber gönül hoşluğu ile ondan bir kısmını bağış­larlarsa" diye buyrulmaktadır. Bu da size hibe ederlerse demektir. Bununla, mehirden feragat edilmesi konusunda riayet edilmesi gereken hususun, dolaylı yada dolaysız bir zorlama, kötü geçim ya da aldatma söz konusu olmaması ge­rektiğini bildirmektedir.

Yüce Allah'ın, "Gönül hoşluğu ile size... bağışlarlarsa" buyruğunun genelli­ği kadının mehrini kocasına hibe etmesinin caiz olduğunu göstermektedir. Ka­dın ister bakire, ister dul olsun fark etmez. Fukahanın cumhuru bu görüştedir. Ancak İmam Malik bakirenin mehrini kocasına hibe etmesini kabul etmez. Böyle bir yetkiyi, mehrin mülkiyeti kadının kendisinin olmakla birlikte, veliye vermiştir.

İlim adamları, evlendirme yetkisine sahip olan kadının mehrini kocasına bağışlaması halinde, bunun kadın hakkında (aleyhine olmak üzere) geçerli ol­duğu ve bu mehirden geri dönemeyeceğini ittifakla kabul etmişlerdir.

Nikâh akdi sırasında kadın kocasına kendisinden başkasıyla evlenmemek şartı karşılığında mehrinin bir kısmını almaktan vazgeçecek olursa, İbnül-Kâ-sım'ın Malik'ten rivayetine göre bir şey almaya hakkı yoktur. Çünkü kadın ko­casına caiz olmayan bir şart koşmuştur.

İbni Abdülhakem der ki: Erkek bu şarta aykırı hareket edecek olursa, ka­dın mehr-i mislinin tamamını kocasından geri alır. Çünkü erkek kendisi aley­hine bir şart koşmuş ve bu şartı yerine getirme karşılığında bir bedel almıştır. Kadının da bunun karşılığını ondan alması bir hakkıdır. Erkeğin ise bu şarta riayet etmesi gerekir. Çünkü Hâkim'in Enes'ten rivayetine göre Resulullah (s.a.), "Müslümanlar şartlarına bağlıdırlar" buyurmaktadır.

3- Kocanın mehri almasının mübahlığı.

Kocanın, az önce sözü geçen "gönül hoşluğu ile" olması şartı ile eşinin ba­ğışladığını alması helâldir. Bu konuda koca için dünya ve ahirette herhangi bir sorumluluk yoktur. Yüce Allah'ın, "Onu yiyin" buyruğundan kasıt, şeklen yemek değildir. Bundan kasıt hangi yolla olursa olsun mübahlıktır. Yüce Allah'ın, "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." (Nisa, 4/10) buyruğu ile de kastedilen bizatihi yemek değildir. Şu kadar var ki maldan faydalanma yol­larının en mükemmeli olduğundan dolayı çeşitli "tasarruflar"dan "yemek" diye söz edilmiştir.

Yüce Allah'ın, "Cuma günü namaz için çağrıldığında Allah'ı anmaya ko­şun ve alışverişi bırakın." (Cuma, 62/9) buyruğu da bunu andırmaktadır. Bura­da alışverişin şekli kastedilmektedir. Asıl maksat, nikâh ve buna benzer kişiyi Yüce Allah'ı anmaktan alıkoyan her şeydir. Fakat alışverişin söz konusu edil­mesi, Yüce Allah'ı anmaktan alıkoyan şeylerin en önemlisi olmasından dolayı­dır.

4- Sahih halvet halinde mehrin vacip olması.

el-Cessâs [22] Yüce Allah'ın, "Kadınlara mehirlerini hoşnutlukla ve bir bağış olarak verin" buyruğunu kendisiyle sahih halvette bulunulan kadına tam me-hir vermenin vacip olduğuna delil göstermiştir; velev ki duhulden (kendisiyle ilişkiden) önce boşanmış olsun. Dikkat edilecek olursa ayet-i kerime ister ken­disi ile halvette bulunulsun, isterse bulunulmasın bütün kadınlar hakkında umumidir. Şu kadar var ki Yüce Allah'ın, "Kendilerine mehir tayin etmiş iken, hanımları onlara dokunmadan boşarsanız tayin ettiğinizin yarısını verin." (Ba­kara, 2/237) buyruğu kendisi ile halvette bulunulan kadına mehrin yansından fazlasının gerekmediğini göstermektedir. Bu ayet hususî bir ayettir. Hususî olan bir ayet ise umumî olana takdim edilir. [23]

 

Birden Çok Kadınla Evlenmenin Hikmeti:

 

Daha üstün ve daha değerli olan tabiî durum erkeğin tek bir hanımla ev­lenmesidir. Çünkü gayret (kıskançlık) erkek ile kadın arasında ortak bir duy­gudur. Erkek hanımını kıskandığı gibi kadın da kocasını kıskanır.

Fakat İslâm, bir zorunluluk yahut ihtiyaç dolayısıyla birden çok kadınla evlenmeyi mubah kılmış ve ona bir takım kayıtlar getirmiştir: Masrafını karşı­lama gücü, hanımlar arasında adalet ve maruf şekilde eşit muamele. Bu mü-bahlığın istisnaî bir takım sebepleri vardır ki, bunların bir kısmını şöylece sı­ralayabiliriz:

1- Kadının kısırlığı: Erkek fıtratı gereği çocuk sahibi olmak, servetinin ve emeklerinin mahsullerinin çocuklarına kalmasını ister. Kadın kısır ise acaba erkeğin kadından boşanması mı iyidir, birden fazla hanımla evlenmesi mi iyi­dir? Şüphesiz ki haklarını tam ve eksiksiz vermek şartı ile ikinci bir defa ev­lenmek, birinci kadına boşanmaktan daha az zararlıdır.

2- Kadın nüfusunun çokluğu: Bazı ülkelerde kız doğumları erkek doğum­larından daha fazladır. Savaş gibi bunalımlı dönemler sonucunda da kadınla­rın nüfusu artıp erkeklerin sayısı azalabilir. Böyle bir durumda kadının iffetini korumak, hayasızlığa karşı onu muhafaza etmek, toplumda zinanın ve buna bağlı pek çok hastalığın yayılmasına engel olmak, yuvasız, annesiz ve babasız çocukların sokaklara salınmasını önlemek için en uygun ve makbul yol, birden çok kadınla evlenmektir.

3- Cinsel durum: Kadın bazen cinsel soğukluk gibi bir rahatsızlığa müpte­lâ olabilir. Özellikle iyas yaşı (menopoz) akabinde yahut da bir hastalık dolayı­sıyla rahmin alınması halinde veya ondan da önce bu durum baş gösterebilir. Erkek kimi zaman güçlü bir cinsel güce sahip yahut da sürekli olarak cinsel uyanıklık durumunda bulunabilir ve tek bir kadın yeterli gelemeyebilir. Bu da bazen kadının kocasının isteklerine cevap verememesi yahut da her ay en azın­dan bir hafta gibi ay hali olması sebebiyle olabilir. Öyle bir durumda ikinci bir kadın ile evlenmek dini, malı ve sağlığı zayi eden, insanın haysiyetini ayaklar altına alan zinaya düşmeye engel olur.

Bazı Müslümanların, önceki kadından intikam almak için yahut yukarıda sözü geçen amaçlar için değil de sırf şehveti için evlenmesi hallerinde olduğu gibi, birden çok kadınla evlenmenin mübahlığını kullanması şahsî bir tasarruf­tur. Dolayısıyla konu ile ilgili belli bir takım kayıtlarla birden çok evliliği mu­bah kılan İslâm'ın esas ve ilkesini ortadan kaldırmaz. Durum her ne olursa ol­sun, Batı filozoflarının pek çoğu da birden çok evliliğin gereğini vurgulamıştır. Şüphesiz ki birden çok evlilik dost ve metresler edinmekten daha erdemlidir. Boşanmak ise pekçok sebep dolayısıyla bütün Batı ülkelerinde çokça görülen bir olaydır. Hatta Batıda Müslümanların bu konuda aile yapısına ve toplum düzenine onlardan çok daha sıkı bağlı oldukları bilinmektedir. Hatta Batı top­lumlarında oldukça önemsiz ve basit sebepler dolayısıyla bile boşanmalara rastlanmaktadır. [24]

 

Peygamber (s.a.)'in Hanımlarının Birden Çok Olmasının Sebebleri:

 

Peygamber (s.a.) şehevî ya da cinsel bir maksat dolayısıyla dokuz hanım ile evlenmiş değildir. Çünkü şerefli ömründe gençliğin sonu olan 54 yaşma ka­dar müminlerin annesi Hz. Hatice ile yetinmiştir. Bu yaştan sonra ise âdeten kadınlara duyulan arzu azalır. Diğer taraftan Hz. Peygamberin hanımlarının çoğunluğu bakire değil, dul idiler.

Birden çok hanımla evlenmesi insanî, sosyal ve İslâmî maksatlara yöne­liktir. Kimi zaman evlatlık âdetinin iptal edilmesi gibi -Cahş kızı Zeyneb ile ev­lenmesinde olduğu gibi- Yüce Allah'ın emri ile evlendiği olmuş; kimi zaman da hicret yahut Allah yolunda cihat sebebiyle kocasını kaybetmiş bir kadına koca­sının yerini tutacak birisi olsun diye evlendiği olmuştur. İslâm'a olan bağlılık­ları daha bir güçlensin diye bazı kabilelerden hanım aldığı da olmuştur. Kimi zaman da evlilikleri İslâm'ı Arap kabileleri arasında yaymak kasdıyla olmuş­tur. Böylelikle onun belli bir kabileye olan bu sıhrî akrabalığı -el-Hâris kızı Cü-yeyriye ile evliliğinde olduğu gibi- o kabilenin İslâm'a bağlılığına sebep olabil­miştir. Nitekim Hz. Peygamberin Cüveyriye ile evliliği sebebiyle Mustalık oğul­lan kabilesi İslâm'a girmişti. Hz. Peygamberin bu şekilde birden çok hanımla evlenmesinin pek çok faydası da olmuştur ki, bunların en önemlileri Müslüman hanımlara, kadınlara ait özel hükümlerin veya eşler arası özel hükümle­rin öğretilmesi ve bu hanımların aile ile ve diğer hususlara dair İslâmî hüküm­lerin uygulanmasında bir önder kılınmalarıdır. Çünkü Hz. Peygamber ahlâk, davranış, yaşayış, ibadet ve buna benzer bütün hususlarda Müslümanların gü­zel örneğidir.

Kısacası İslâm'da birden çok kadınla evlilik zorunluluğun gerektirdiği ya­hut kamu ya da özel maslahatın ön gördüğü bir husustur. Böyle bir kurumun kötü yanlarını düzeltmek onu tamamıyla ortadan kaldırmaktan daha uygun­dur. Kimse de bunu ortadan kaldırma cesaretini gösteremez. Nassı iptal etmek yahut ona karşı çıkmak ise Allah'ın şeriat ve dininde haram bir iştir.

Peygamber (s.a.), hanımlarından her birisini seçerken en ileri derecedeki hikmete ve İslâmî maslahata riayet etmiştir.

İlk hanimi Allah'ın kendisinden çocuk ihsan ettiği Hz. Hatice'dir. Bu da fıtratın kanununa uygundur. Zemea kızı Hz. Şevde ile evlenmesinin sebebi ise, ikinci Habeşistan hicretinden dönüşünden sonra kocasının yerinin doldurulma-sıdır. Hz. Şevde ilk hicret eden hanımlardandır. Eğer ailesine geri dönecek ol­saydı, ona işkence yapar ve onu dininden çevirmeye çalışırlardı. Hz. Aişe ve Hz. Hafsa ile evliliği ise iki arkadaşı, iki danışmanı ve yardımcısı olan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'e bir lütuf olsun diye idi. Cahş kızı Hz. Zeynep ile evliliği ise evlât edinilenin hanımı ile evlenmenin yasaklığı gibi evlatlık geleneğine bağlı diğer yanlış gelenekleri iptal etmek için olmuştu. Kavmi Mustalık oğullarının ileri geleni Hz. Cüveyriye ile evlenmesi ise, esirlerin azat edilmesi içindi. Bu evlilik de Mustalık oğullarının İslâm'a girmesine sebep olmuştu. "Yoksulların anası" lakaplı Huzeyme kızı Hz. Zeynep ile evliliği ise, bu vesile ile kocasının yerinin doldurulması içindi. Bu hanımın kocası Uhud gününde şehit düşen Ab­dullah b. Cahş idi. Hz. Peygamber onun türlü sıkıntı ve kederlerle karşı karşı­ya dul bir kadın olarak kalmasını istemedi.

Ümmü Seleme (asıl adı Hind'dir) fle evliliği de böyledir. Onunla evliliği de kocası Ebu Seleme'yi kaybetmesine karşılık bir teselli olsun diye ve Uhud günü gösterdiği üstün gayretler ve oldukça isabetli görüşleri dolayısıyla olmuştu. Ebu Süfyan b. Harb kızı Rainle adında ve Ümmü Habibe diye bilinen müminle­rin annesi ile evlenmesi de kavminin kalbini İslâm'a ısındırmak ve onların İs­lâm'a girmelerine sebep teşkil etmek içindi. Ümmü Habibe kocası Ubeydullah b. Cahş ile Habeşistan'a ikinci defa hicret etmiş, kocası orada Hristiyanlığa gir­mişti. Kendisi ise İslâm dini üzere sebat göstermişti.

Hayber esirlerinden olan Kurayza ve Nadir oğullarının ileri geleni Huyey b. Ahtab'ın kızı Hz. Safiyye ile evliliği ise onu esirlikten kurtarıp azat etmek için olmuştur.

Asıl adı Berre olan Hilalli Haris kızı Meymune ile evliliği de -ki onunla ikinci eşi Ebu Ruhm b. Abdül-Uzza'nın vefatından sonra evlenmişti- bu hanı­mın akrabalığının Haşim oğulları ve Mahzun oğulları arasında yaygın bir hal­de bulunması idi. [25]

 

Sefihleri (Kıt Akıllıları), Küçükleri Ve Benzerleri Hacr Altına Almak Ve Reşit Olmadıkça Mallarını Teslim Etmemek

 

5- Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, giydi­rin, bir de onlara güzel söz söyleyin.

6- Yetimleri evlenme çağına erecekleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşitlik görürseniz mallarını kendi­lerine teslim edin. Büyüyecekler diye onları israfla tez elden yemeyin. Zen­gin olan kaçınsın, fakir olan da örfe göre yesin. Mallarını kendilerine ver­diğiniz zaman onlara karşı şahit bu­lundurun. Hesap sorucu olarak Allah yeter.

 

Belagat:

 

"Zengin" ile "fakir* kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır. Diğer taraftan, "Zengin olan kaçınsın, fakir olan örfe göre yesin" buyrukları arasında mukabele vardır. Diğer taraftan "teslim edin" buyruğu ile "verdiğiniz zaman" ve "söz söy­leyin" buyruğunda da aynı şekilde mugayir cinas vardır. "Mallarını kendilerine teslim edin" buyrukları ile "mallarını kendilerine verdiğiniz zaman" buyrukla­rında da itnâb vardır. Yüce Allah'ın sefihlerin mallarını vasilere izafe etmesi­nin sebebi, malların korunmasını teşvik ve zayi edilmemesi içindir. Çünkü sefi­hin malı, ümmetin malı demektir. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Beyinsizler (es-süfehâ)" kelimesi sefih kelimesinin çoğuludur. Bu ise malı­nı gereken yerde harcamayan, doğru dürüst tasarrufta bulunamayan savurgan erkek, kadın ve çocuk demektir. Sefihlik, aslında akıl ve yaşayışta tutarsızlık demektir.

"Mallarınızı" yani sizin elinizde bulunan onlara ait mallan. Malın vasi­lere izafe edilmesi bizzat kendi mallarını korudukları gibi onların da malla­rını korumaya teşvik içindir. "Geçimlik (kıyâmen)" kelimesi geçiminizi sağlayan ve çalışmalarınızı düzene koyan anlamında "karne" kelimesinin masdarı-dır.

"Kendilerine bunlardan yedirin" yani bu mallardan onların yiyeceklerini karşılayın. "Bir de onlara güzel söz söyleyin." Reşit oldukları takdirde mallarını kendilerine vereceğinize dair onlara güzel vaadlerde bulunun. "Güzel (maruf) söz" ise, insanın içini hoş eden, insanın içini ısındıran sözlerdir.

"Yetimleri evlenme çağına geldikleri zamana kadar..." Ergenlik yaşma gel­mekle yahut Şafiî ve Ahmet'e göre on beş yaşını tamamlamak suretiyle evlilik ehliyetine sahip olacakları zamana kadar" deneyin." Yani bulûğdan önce malla­rı ve dinleri hususunda onları sınayın "Onlarda bir reşitlik görürseniz" malla­rında tasarruf hususunda bir düzelme görüp tespit ederseniz "mallarını kendi­lerine teslim edin". İmam Şafiî'ye göre reşitlik din ve malın salâh bulması de­mektir. "Büyüyecekler diye" reşit olup siz de onların mallarını kendilerine tes­lim etmek zorunda kalacaksınız diye "İsrafla" malda tasarrufta sınırı aşmak suretiyle "tez elden yemeyin" yani onlar büyümeden önce mallarını çabucak tü­ketmeye yönelmek suretiyle.

"Zengin olan kaçınsın" yani yetimin malını yemekten kaçınsın, uzak dur­sun. Kaçınmak (iffet) arzu edilen, fakat yapılmaması gereken şeyleri terk et­mektir.

"Fakir olan da örfe göre" yani yaptığı işin hak ettiği kadarını "yesin" "He­sap sorucu olarak" yarattıklarının amellerini koruyup gözeten ve onları hesaba çeken olarak "Allah yeter." [27]

 

Nüzul Sebebi

 

"Yetimleri evlenme çağına geldikleri zamana kadar deneyin..." mealindeki 6. ayet-i kerime Said b. Rifâa ile amcası hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Ri-fâa vefat etmiş ve oğlu Sabit'i küçük yaşta yetim bırakmıştı. Sabit'in amcası Resulullah'ın yanına varıp şöyle dedi: "Kardeşimin oğlu yanımda yetim olarak bulunmaktadır. Malından bana helâl olan nedir ve malını ben kendisine ne za­man teslim edeyim?" Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [28]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki buyruklarda Yüce Allah yetimlere ve kadınlara mallarının verilmesini emretmişti. Burada da Yüce Allah her iki hususu kapsayacak bir şekilde malın teslim edilmesi için iki şartı söz konusu etmektedir ki, bunlar da sefih olmamak ve mallarını koruyabileceklerine dair onları sulamaktır. [29]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah sefih ve savurgan kimselere insanlar için ticaret ve buna ben­zer yollarla geçimlerini ayakta tutacak bir vasıta kıldığı mallarını teslim etme­yi yasaklamaktadır. Bu yasaklama ise sefihleri hacr altına almanın delilidir.

Sefihlik (ya da hacr altına almak) ya küçüklük ya delilik ya da akıl ve dinde kıtlık, eksiklik, kötü tasarruf ya da iflâs sebebiyle olur. İflâs ise, bir kişinin bor­ca batması ve elindeki malın borcunu karşılamaya yeterli olmaması demektir. Alacaklılar hakimden hacr altına alınmasını isteyecek olurlarsa, hakim de bu borçluyu hacr altına alır.

İlim adamları ayet-i kerime ve muhatap alınanın tayini ve sefihlerden kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu görüşlerin en meşhurları şunlardır: Sefihlere mallarını vermemek üzere muhatap alınanlar yetimlerin velileridir. Sefihler ise ya mutlak olarak yetimler yahut da fiilen mallarını saçıp savuran kimselerdir. Bir diğer görüşe göre ise muhatap bütün ümmettir. Yasak da her türlü sefihi kapsamına alır. İbni Abbas ve İbni Mes'ud (r. anhum) derler ki: Burada hitap insanlar arasında aklı eren herkesedir. Se­fihlerden kasıt ise kadınlar ve küçüklerdir. Maksat da bunlar arasından reşit olmayan kimselere malın verilmesinin yasaklanmasıdır. Buna göre bu yasak küçük, deli ve savurganlığı sebebiyle hacr altına alman herkesi kapsar.

Birinci görüşe göre, mallar muhatap olan velilere ait zamire izafe olur. As­lında malın yetimlere ait olmasına rağmen böyle bir izafenin yapılması, bu mallan koruma hususunda onları titiz davranmaya itmek içindir. Bu da yetim­lerin mallarını kendi mallan gibi gözetmekle olur. Çünkü yetim ile velisi ara­sında belli bir nesep bağı vardır. İkinci görüşe göre ise mallar lafzın hakikatine uygun olarak muhatap alınanların zamirine izafe edilmiştir. Yani mallar üm­mete ait gösterilmiştir.

Yüce Allah'ın, "Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı" buyruğu­nun anlamı ise şudur: Mallar hayatı ayakta tutan unsurdur. Geçimin, işlerin düzene girmesine sebeptir. Ümmetler mal ile ilerler, uygarlık yapısını yüksel­tir. Fert ve toplum mal ile mutlu olur. Düşmanlara karşı zafer de yine onunla gerçekleşir. Selef ise, "Mal müminin silâhıdır; Allah'ın kendisi dolayısıyla beni hesaba çekeceği bir mal bırakmak, benim için insanlara muhtaç olmaktan da­ha hayırlıdır" derdi. Rivayet edildiğine göre Süfyan'ın ticaret yaptığı bir malı vardı. Kendisine "Bu ticaret malı seni dünyaya yaklaştınr" denilince şöyle de­di: "Bu ticaret malı dünyaya yaklaştınyor olabilir. Ama beni dünyaya karşı ko­rumuştur da." Yine selef şöyle derdi: "Ticaret yapın ve kazanın. Çünkü sizler öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, biriniz muhtaç düşecek olursa, bu ihtiya­cı dolayısıyla ilk yiyeceği şey kendi dini olacaktır." [30]

Malın hayatın işlerinin düzenlenmesine araç kılınması onun işletilmesini, arttınlmasını gerektirir. Ancak bu, malı yığmak, saklayıp biriktirmek için ol­mamalıdır. Ayrıca hikmetli ve harcamalarda iktisatlı davranmak suretiyle ma­lın idare edilmesini de gerektirir. Nitekim Kur'an-ı Kerim şu buyruğu ile mü­minlere bu yolu göstermiştir: "Ve onlar ki infak ettiklerinde israf da etmezler, cimrilik de göstermezler; bunun arasında orta bir yol tutarlar." (Furkân, 25/67). Peygamber (s.a.) de iktisatlı davranmayı teşvik etmiştir. Ahmet, İbni Mes'ud'dan, "İktisatlı davranan fakir düşmez" sözünü rivayet ettiği gibi, Tabe-rânî ve Beyhakî de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Harca­malarda iktisat geçimin yarısıdır. İnsanlara sevgi göstermek aklın yarısıdır. Güzel bir akıl da ilmin yansıdır."

Yüce Allah'ın, "Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin" buyruğunun anla­mı da şudur: Yani onların malları, geçimlerini ve yiyecek ihtiyaçlarını karşıla­yabilecek şekilde olsun. Bunu da mallarını ticaretle arttırarak yapınız. Böyle­likle yapılacak olan harcama, mallarının nemasından ve kârından olsun. Ser­mayeden olmasın ki, bu harcamalar mallarını bitirip tüketmesin. İşte malların yiyimleri ve giyimleri için bir yer olarak tespit edilmesinden anlaşılan budur. O bakımdan Yüce Allah "bunlardan" buyruğunda (minhâ) değil de (fîhâ) diye buyurmuştur.

Yüce Allah'ın, "Bir de onlara güzel söz söyleyin" buyruğunun anlamı da şu­dur: Yani her veli velayeti altında bulunan kişiye gönlünü hoş edecek güzel söz­ler söylesin ve ona güzel vaatlerde bulunsun. Meselâ, küçüğe şöyle desin: "Bu mal senin malındır. Ben bu mal üzerinde ancak güvenilir bir vekilim. Büyüdü­ğünde bu malı sana vereceğim." Şayet o küçük sefih (kıt akıllı) ise ona öğüt ve­rir, nasihat eder ve israf ve savurganlığı terk etmeye teşvik eder. Bunun sonu­cunda fakir düşmenin, insanlara muhtaç olmanın kaçınılmaz olacağını anlatır. Güzel (ma'rûf) söz, şer'an veya aklen güzel görülen ve bunun içinde insanın nefsini rahatlatan söz yahut davranıştır. Münker ise şer'an veya aklen çirkinli­ği dolayısıyla nefsin hoş görmediği şeydir.

Yetimlere mallarının verilmesinin emredilmesinden sonra Yüce Allah bu malın verileceği zamanı ve bundan önceki durumları açıklamaktadır ki bu da o yetimlerin sınanmasıdır. Yüce Allah bizlere mallarını kendilerine teslim et­meden önce yetimleri sınamamızı emretmektedir. Evlenme yaşma geldikleri vakit -ki bu da evlenme yaşıdır- onları denemekle emrolunduk. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden çocuklar ergenlik yaşına geldiklerinde..." (Nûr, 24/59) yani bulûğ yaşına vardıklarında. Bu ise mükellef olmanın sınırı­dır. Bu da ya ihtilâm ile olur ya da kızın ay hali görmesiyle olur ya da belli bir yaşı doldurmakla olur. Bu yaş ise Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre on beştir. Bu yaşa gelip de reşit oldukları takdirde, yani koruma, yönetme, artırıp ge­nişletme hususlarında güzel tasarrufta bulunabildikleri zaman mallarını kendilerine teslim ediniz. Aksi takdirde onların reşit olduklarını görünceye kadar sınamaya devam ediniz. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise, yetim yirmi beş yaşına ulaştığı takdirde reşit olmasa dahi, malı kendisine teslim edilir. Çünkü bundan önceki ayet-i kerimede, "Yetimlere mallarını veriniz" diye bu-yurulmaktadır. Diğer taraftan ergenlik yaşma gelip de imanı ve küfrü mute­ber olan bir kimseye malını teslim etmemek zulme benzer bir şeydir. Ayrıca böyle bir davranış onun insan oğlu olma haysiyetini de ayaklar altına almak­tır. Fakat ayet-i kerimenin zahiri bulûğa erseler dahi reşit oldukları görülme­dikçe mallarının verilmeyeceğini ortaya koymaktadır. Cumhurun görüşü de budur.

Ebu Hanife ve Şafiî'nin görüşüne göre sınama, ergenlik yaşından önce olur. Buna delil ise gaye (nihai nokta)yi ifade etmek üzere kullanılan (hattâ) = ...e, a kadar" edatıdır. Malik'in görüşüne göre ise bu bulûğdan sonra olur.

Ebu Hanife buna bağlı olarak velinin izni ile aklı eren mümeyyiz küçüğün tasarruflarını sahih kabul etmiştir. Çünkü bu bir sınamadır. Bu sınama ise ve­linin küçüğe alışveriş yapmasına izin vermesi ile ortaya çıkabilir. Bu da böyle birisinin tasarrufunun sahih olmasını gerektirir.

Şafiî ise der ki: Sınama tasarruf iznini gerektirmediği gibi, öyle bir izne bağlı olması da gerekmez. Aksine deneme küçüğün durumuna uygun bir şekil­de tasarruf olmaksızın da yapılabilir. Meselâ, ticaret yapan birisinin oğlu ak-din tamamlanmasından öncesine kadar alım ve satım hususunda denenir. Akit o noktaya geldi mi dilediği takdirde veli akdi gerçekleştirebilir. Eğer tasarruf hususunda küçüğe fiilen izin caiz olsa, küçükken malın da ona verilmesi caiz olur. Çünkü malının ona verilmesinin engellenmesinin sebebi, tasarrufunun sahih olmamasıdır. Aynı şekilde küçüğün kendi malındaki tasarrufu da malı­nın ona verilmesine bağlıdır. Malının ona verilmesi ise bulûğ ve ondan sonra reşitlik olmak üzere iki şartın gerçekleşmesine bağlıdır.

Şafiî'ye göre reşitlik, din ve malî konularda salâhtır.

Cumhura göre ise reşitlik, yalnızca malî konularda salâhtır. Daha sonra Yüce Allah şu buyruklanyla velilere bazı şeyleri yasaklamaktadır: Zorunlu bir ihtiyaç olmaksızın ergenlik yaşına varmadan önce yetimlerin mallarını çabucak tez elden çıkarmak için yemeyiniz. Yani onların mallarını sizden alacakları yaşa gelmezden önce çabuk davranarak onları yemeye kalkışma­yınız.

İsrafsız olarak ve ergenlik yaşma gelmeden önce ölür korkusuyla eli çabuk tutmak söz konusu olmaksızın, yaptığı işin ve kontrolünün karşılığı olarak ye­timin malından yemek zorunda kalan muhtaca gelince: Eğer velayeti altmda bulunan yetimin malına ihtiyacı olmayan zengin bir kimse ise, yetimin malın­dan yemeyip afiflik göstersin. Fakir kimse ise yetimin malından açlığını gide­recek, avretini örtecek kadar zorunlu ihtiyacı kadarını yesin. Bunu Ahmed'in Abdullah b. Amr'dan yaptığı şu rivayet de desteklemektedir: Bir adam Resulul-lah (s.a.)'a, "Benim bir malım yok, himayem altmda bir yetimim var" diye soru sorar. Hz. Peygamber ona şöyle der: "İsraf etmeksizin, kendin için mal biriktir­mek yoluna gitmeksizin, saçıp savurmaksızın ve malını korumaya kalkışmaksı-zın -yahut- onun malını feda ederek kendi malını kurtarmak yoluna gitmeksi­zin yetiminin malından yiyebilirsin."

el-Cassâs [31] Yüce Allah'ın, "Büyüyecekler diye onları israfla tez elden ye­meyin" buyruğunu büyüme sınırına gelmesi halinde aklı başında olduğu tak­dirde reşitliğinin görülmesi şartına bağlı kalmaksızın, yetimin malını almaya hak kazandığına delil göstermektedir. Çünkü bulûğdan sonra reşitliğin görülmesi şartı koşulmuştur. Yine el-Cessas bu ayet-i kerimeyi şuna delil gösterir: Büyüme yaşına geldikten sonra yetimin malını elinde tutmak veli için caiz de­ğildir. Eğer bu böyle olmasaydı burada "büyüme"nin söz konusu edilmesinin bir anlamı olmazdı. Zira yetimin velisi, büyümeden önce de sonra da yetimin malında hak sahibi olurdu. İşte bu da yetim büyüme sınırına geldiği takdirde malının kendisine verilmesi hakkını kazandığını göstermektedir. Ebu Hanife bu hususta büyüme sınırım yirmi beş yaş olarak kabul etmiştir. Çünkü bu yaş­taki bir kimse dede olması ihtimal dahilindedir. Dede olabilecek yaşta olup da büyükler arasında sayılmamasına ise imkân yoktur.

Şafiîler ise der ki: Yüce Allah'ın, "Büyüyecekler diye" buyruğundan kasıt reşit olarak bulûğa ermeleridir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğu ile amel etme­nin bir gereğidir: "Evlenme çağına erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet on­larda bir reşitlik görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin." Yüce Allah bu­nu büyüme diye ifade etmiştir. Zira adam olma yaşma gelen kimsenin reşit ol­duğu çoğunlukla görülen bir durumdur.

İlim adamları şöyle bir soru sorarlar: Acaba velinin yetimin malından ye­dikleri, yaptıklarına karşılık olarak bir ücret sayılır mı sayılmaz mı? Hanefîle-rin görüşüne göre bu bir ücret değildir. Başkalarının görüşüne göre ise bu bir ücrettir ve bunlar zengin ile fakir arasmda fark gözetmezler. Nitekim bir ücret karşılığı yapılan bütün işlerde kıyas bunu gerektirir (yani zengin ile fakir ara­sında fark olmaması gerekir). O takdirde Yüce Allah'ın, "Zengin olan kaçınsın" buyruğundaki emir de mendup olma şeklinde yorumlanır. Fıkhî kaide ise bu ücretin veliye ister yetsin ister yetmesin ecr-i misil ile belirlenmesini gerektir­mektedir.[32] Daha sonra Yüce Allah malın ödenme yolunu şöylece açıklamak­tadır: Ey veliler ve vasiler! Sizler malları yetimlere teslim ettiğiniz takdirde onlar tarafından malların kabzedildiğine ve bu konuda zimmetinizin ibra olun­duğuna dair şahit tutunuz. Çünkü -daha önce sözü geçen önce bulûğ, sonra re­şitlik şartlarına riayet ettikten sonra- bu şekilde şahit tutmak sizin itham al­tında kalmanız ihtimalini uzaklaştırır; bu konuda dava edilmenize imkân ver­mez ve emanete daha uygundur.

Bu ayet-i kerimenin zahiri ile amel etmenin bir gereği olarak Malikîlerle Şafiîlere göre böyle bir şahit tutmak vaciptir. Çünkü bu şekilde şahit tutmayı terk etmek, karşılıklı davalaşmaya, mahkemeleşmeye götürür. Ayrıca emir kipi vücup ifade eder. Hanefiler ise böyle bir şahit tutmayı mendup kabul ederler. Bunun vücup ifade etmesine mani olan karine ise, vasinin emin bir kimse ol­masıdır. Emin bir kimsenin, kendisine güvenene malını verdiği iddiasında bu­lunacak olursa, yemini ile birlikte sözü doğru kabul edilir. Yüce Allah'ın, "He­sap sorucu olarak Allah yeter" buyruğu ise böyle bir belgelendirmenin gerek­mediği hususunda lehlerine delildir. Bunun anlamı da şöyle olur: Sizinle ye­timler arasında Yüce Allah'tan daha iyi bir tanık bulunamaz. Böyle bir açıkla­ma Said b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir.

Vasinin, malı, baliğ olduktan sonra yetime teslim ettiği iddiası ve küçük­ken ona yaptığı harcamalar hususunda vasinin sözü doğru kabul edilir mi?

İmam Malik ve Şafiî der ki: Sözü doğru kabul edilemez, çünkü vasi malik değildir. İmam Ebu Hanife ve arkadaşları ise, doğru kabul edilir, derler. Çünkü vasi emindir, eminin ise emin olarak görülmeye devam ettiği sürece yemini ile sözü doğru kabul edilir.

Daha sonra Yüce Allah ayet-i kerimeyi küçük büyük bütün işleri koruyup gözettiğini vurgulayarak sona erdirmekte ve hesaba çeken olarak kendisinin yeterli olduğunu hatırlatmaktadır. Yani sizi gözetleyen ve gizleyip açıkladığınız şeyler dolayısıyla hesaba çeken olarak Allah yeter. [33]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah'ın, "Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin..." ayet-i kerimesi aşağıdaki hususlara delil teşkil etmektedir:

1- Malm zayi edilmesi yasaktır. Korunması, güzel bir şekilde idare edilme­si, güzel bir şekilde çekip çevirilmesi icap eder. Çünkü Yüce Allah malı işlerin düzenlenmesi, geçimin düzeltilmesi için bir sebep kılmıştır.

2- Savurgan sefihler (kıt akülılar)'in iki şekilde hacr altına alınmaları ge­reği.

Birincisi, mallarında tasarruflarını engelleme ve mallarını onlara verme­nin caiz olmaması.

ikincisi ise, kendi mallarından harcama yapmak, yiyecek ve giyeceklerini satın almak suretiyle onlar hakkında bizim tasarrufumuzun caiz olması. Bunu Yüce Allah'ın şu buyruğu da pekiştirmektedir: "Eğer üzerinde hak olan beyin­siz veya zayıf olur yahut..." (Bakara, 2/282). Bu buyrukta zayıf hakkında vela­yet tespit edildiği gibi, sefih hakkında da velayet tespit edilmiş bulunmaktadır.

3- Sefihler, kelimesinin kapsamına girenler ya yetimler yahut da fiilen sa­çıp savuranlardır ya da çocuklardır. Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen, kapsamlı bir anlam taşıyan ifade de şöyledir: Hacr altına alınmayı hak eden herkestir. Bu ise malı koruma ve güzel bir şekilde tasurruflarda değerlendir­mek için yeterli aklî güce sahip olamayan herkestir. Çocuk, deli ve savurganlık dolayısıyla hacr altında bulunan bir kimse de bu ifadenin kapsamına girer.

İlim adamları hacr altına alınmadan önce sefihin fiillerinin hükmü hak­kında farklı görüşlere sahiptirler. Malik ve İbnül-Kasım dışında kalan bütün arkadaşları der ki: İmam onun tasarrufunu yasaklayıncaya kadar sefihin her türlü fiili ve işi caizdir. Bu, Şafiî'nin ve Ebu Yusufun da görüşüdür. İbnül-Ka-sım ise der ki: Sefihin fiilleri imam tasarruftan alıkoymasa dahi caiz değildir.

Yine ilim adamları büyük kişinin hacr altına alınması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Fukahanın çoğunluğu böylesinin hacr altına alınacağını söylemişlerdir. Ebu Hanife ise der ki: Aklı başında, bulûğa ermiş kimse malını kötüye kullanmadıkça hacr altına alınmaz. Bu şekilde davranacak olursa yirmi beş yaşına ulaşıncaya kadar malının kendisine teslim edilmesi engellenir. Bu yaşa geldiği takdirde ise durum ne olursa olsun -ister malını kötüye kullansın, ister kullanmasın- malı kendisine teslim edilir. Çünkü böyle birisinin on iki ya­şında evlenmesi ve hanımının hamile kalması, altı ay içinde çocuk sahibi olma­sı ve bu yaşa kadar dede ve baba olması mümkündür. Ben ise dede olabilecek bir kimseyi hacr altına almaktan utanırım.

Ancak Darekutnî'nin şu rivayeti bu görüşünü reddetmektedir: Buna göre Hz. Osman yaşı ilerlemiş birisinin hacr altına alınmasını caiz kılmıştır. Sözü geçen kişi ise annesinin Habeşistan'da doğurmuş olduğu Abdullah b. Ca'fer'dir. Bu kişi Habeşistan'da Müslümanlardan dünyaya gelen ilk çocuktur. Babası ile birlikte Peygamber (s.a.)'in huzuruna Hayber senesi gelmişti. Hz. Peygam­berden hadis dinlemiş ve bellemiştir. Hayber ise hicretin yedinci yılında fethe­dilmişti.

4- Şam Yüce Allah'ın, "Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin" buyruğu çocuğun nafakasının babası tarafından, kadının nafakasının da kocası tarafın­dan karşılanmasının vacip olduğunu göstermektedir. Buharî'de Ebu Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Sada­kanın en faziletlisi geriye bırakılan varlıktır. Ve üstteki el, alttaki elden hayırlı­dır. Sen geçimini sağlamakla yükümlü olduğun kimselerden başla." Kadın der ki: Ya bana yiyeceğimi verirsin yahut beni boşarsın. Köle der ki: Bana yedir ve beni çalıştır. Evlât der ki: Bana yedir, beni kime bırakırsın?" el-Mühelleb der ki: Aileye ve çocuklara nafaka icma ile vaciptir.

İbnü'l-Münzir der ki: Herhangi bir malı ve kazanma imkânı bulunmayan bulûğ yaşına gelmiş erkek çocukların nafakası hususunda fukaha farklı gö­rüşlere sahiptir. Bir kesim de der ki: Babanın ergenlik yaşına gelinceye kadar erkek çocuklarına, evlenip gerdeğe girinceye kadar da kız çocuklarına infak etmek vazifesidir. Kocası onunla gerdeğe girdikten sonra onu boşayacak ya­hut ölecek olursa babasının, nafakasını karşılamak yükümlülüğü yoktur. Şa­yet onunla gerdeğe girmeden önce boşayacak olursa, eski hali gibi nafakası devam eder (babası tarafından karşılanır). Malik ise der ki: Erkek torunun nafakasını dede karşılamak zorunda değildir. Bir kesim ise der ki: Ergenlik yaşına gelinceye, (kızlar da) ay hali oluncaya kadar torunlarına infak eder (nafakalarını karşılar); sonra da kötürüm olmaları hali dışında, onların nafa­kalarım karşılamakla yükümlü değildir. Bu konuda erkek ve kızlar arasında -kendine ait özel mallan bulunmadığı sürece- bir fark yoktur. Şafiî'nin görüşü de budur.

Bazı kimseler de, ihtiyaç duyabilecekleri şekilde mallan olmadığı takdir­de, erkek olsun kız olsun, çocuk ve baliğ olmuş bütün evlâtların nafakalarını karşılamanın babalanna vacip olduğu görüşündedirler. Çünkü Hz. Peygambe­rin hadis imamlannın Hz. Aişe'den yaptıklan rivayete göre Hind'e söylediği şu sözlerin zahiri bunu gerektirmektedir: "Kendine ve çocuğuna yetecek kadarını maruf ile al!"

5- Velayet altında bulunanlara güzel (maruf) sözler söylemek: Bu ise yu­muşak sözler söylemek, güzel hitaplarda bulunmaktır veya velinin onlara öğüt ve nasihatlerde bulunarak iyilikte bulunması, onlara, "Reşit olduğunuzda biz de size mallarınızı teslim ederiz" demesidir.

Yüce Allah'ın, "Yetimleri evlenme çağına erdikleri zamana kadar dene­yin..." buyruğu da aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Mallarını kendilerine teslim etmeden önce kendilerini smamak ve mal­larında güzel bir şekilde tasarrufta bulunmaları için onları eğitmek. Bu sınama Ebu Hanife ve Şafiî'nin görüşüne göre bulûğdan önce olur. Malik'in görüşüne göre ise bulûğdan sonra olur. Sınamanın anlamı ile ilgili olarak da şöyle denil­miştir: Sınama vasinin eli altmdakinin ahlâkını tetkik etmesi, onun maksatla­rına kulak vermesi ve böylelikle bu yetimin asıl düşüncelerine dair bilgi sahibi olup kendi menfaatleri ve malını korumak hususundaki çalışmalarını bilmesi yahut bunları ihmal edip etmeyeceğini anlamasıdır. Eğer iyi şeyler tespit ederse ona malının bir kısmını vererek bu malda tasarrufta bulunmasına müsaade et­mesinde bir mahzur yoktur. Şayet bu malmı artırır, güzel şekilde gözetirse artık deneme gerçekleşmiş olur, vasinin de bütün malmı o yetime teslim etmesi icap eder. Şayet o yetimin malı kötü kullandığını görürse o malı yanında tutması icap eder. Hasen, Mücahid ve başkaları der ki: Bu ifade, akılları, dine bağlılıkla­rı, mallarını artırıp geliştirmeleri hususlarında onları sınayınız, demektir.

2- Bulûğdan sonra reşitliğin görülmesi. Bulûğ beş şey ile anlaşılır: Bunla­rın üçünde erkekler ve kadınlar ortaktır. Bu üç husus üıtilâm, yaş ve tüylerin bitmesidir. İki tanesi ise kadınlara hastır ki, bunlar da ay hali olmak ve hamile kalmaktır. Ay hali ve hamileliğin bulûğa delâlet oldukları hususunda ilim adamlarının görüş ayrılığı yoktur. Farz ve hükümlerin de bunlar sebebiyle vü-cubu hususunda da görüş ayrılıkları yoktur. Ancak diğer üç hususta farklı gö­rüşlere sahiptirler:

Tüylerin bitmesi ve yaş hususunda Evzaî ve İbni Hanbel der ki: On beş yaş ihtilâm olmayan için bulûğ yaşıdır. Buna delil ise Müslim'in rivayet ettiği Peygamber (s.a.)'in İbni Ömer'in Hendek günü cihada katılmasına müsade et­mesidir. O sırada İbni Ömer on beş yaşında idi; fakat Uhud savaşma katılması­na müsade etmemişti. Çünkü o zaman on dört yaşında bulunuyordu.

Malik, Ebu Hanife ve başkaları ise der ki: İhtilâm olmayan bir kimsenin mutlaka herkesin ihtilâm olacağı bir yaşa gelmedikçe, baliğ olduğuna hüküm verilmez. Bu yaş ise on yedi yaştır. İşte o vakit haddi gerektiren bir iş işleyecek olursa, ona had uygulanır. Ebu Hanife'den gelen ve daha meşhur olan bir diğer rivayete göre ise bu yaş on dokuzdur.

Tüylerin bitmesi ile ilgili olarak ise kimi fakihler, "Bu bulûğa bir delil ola­rak kabul edilir" demiştir ki bu da Ahmed'in görüşüdür. Şafiî'nin iki görüşün­den birisi ile Malik'in görüşü de böyledir. Diğer görüşe göre ise hem tüy bitmesi hem de bulûğun bir arada olması kaçınılmazdır. Ebu Hanife der ki: Tüyün bit­mesi ile bir hüküm sabit olmaz. Bu bulûğ da değildir, bulûğa delâlet de etmez.

3- Reşitlik: Bu, Hasan-ı Basrî'nin Katade ve diğerlerinin görüşüne göre akıl ve din hususlarında salâhtır. İbni Abbas, es-Süddî ve es-Sevri'nin görüşü­ne göre ise akıl ve malın korunması hususunda salâh demektir. İlim adamları­nın çoğunluğuna göre reşitlik ancak bulûğdan sonra olur. Eğer ergenlik yaşma geldikten sonra yine reşit olmayacak olursa, yaşlansa bile üzerindeki hacr kalkmaz. Cumhurun görüşü budur.

Ebu Hanife, Züfer ve Nehaî ise der ki: Hür ve baliğ olan bir kimse, eğer er­keklik yaşma ulaşacak olursa, hacr altına alınmaz. İsterse insanların en fasığı ve en ileri derecede savurgan olsun. Elverir ki akıllı olsun. Delil olarak da Enes'in rivayet ettiği şu hadisi gösterirler: Habbân b. Mankiz zayıf görüşlülü­ğüne ve isabetsizliğine rağmen alışverişlerde bulunurdu. "Ey Allah'ın Rasulü, onu hacr altına al" denildi. Çünkü o zayıf görüşlülüğüne rağmen alışveriş yapı­yor. Peygamber (s.a.), "Alışveriş yapma" dedi. Habbân, "Dayanamıyorum" de­yince Hz. Peygamber ona şöyle dedi: "Alışveriş yaptığın takdirde "aldatma ol­masın" de. Ayrıca senin için üç gün süreyle muhayyerlik vardır."

Aldatılmakla birlikte Hz. Peygamber onu hacr altına almadı. İşte bununla hacrin caiz olmadığı sabit olmaktadır. Kurtubî ise bunu şöylece reddetmekte­dir: Bu hadiste lehlerine bir delil yoktur. Çünkü bu, bu olaya has bir hükmü ifade etmektedir. Ondan başkaları böyle değildir.

Şafiî der ki: Eğer malı ve dini hususunda kötü davranan bir kimse ise ya­hut yalnızca malını ifsat eden bir kimse ise, hacr altına alınır. Daha zahir olan görüşe göre ise, eğer dinini ifsat eden, malını düzelten bir kimse ise yine hacr altına alınır.

4- Hacr altına alınanlara mallarının verilmesi iki şarta bağlıdır: Reşitliğin görülmesi ve bulûğ. Bunlardan birisi olup da diğeri olmazsa mallarının onlara teslim edilmesi ayet-i kerimenin nassı gereği caiz değildir. Bu, Ebu Hanife, Zü­fer ve Nehaî dışında fukaha topluluğunun görüşüdür. Bu üç imam yirmi beş yaşma ulaşılması halinde, reşitliğin görülmesi şartına gerek görmezler. Ebu Hanife der ki: Çünkü bu yaşta dede olabilir.

İbnül-Arabî ise şu sözleriyle bu görüşü reddetmektedir[34]: Bu zayıf bir gö­rüştür. Çünkü dede olmakla birlikte nasipsiz bir kimse olursa, neseben dede ol­masının böyle bahtsız bir kimseye faydası ne?

İlim adamları hacr altında bulunan kimseye malının teslim edilmesi ile ilgi­li olarak, yetkili makamların önünde teslim edilmesine gerek olup olmadığı hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir grup der ki: Bu işin yetkili makamlara götürülmesi ve bu makamda onun reşit olduğunun tespitinden sonra malının ona teslim edilmesi kaçınılmazdır. Bir diğer grup ise şöyle demektedir: Bu vasi­nin içtihadına bırakılmıştır. Ayrıca yetkili makamlara götürmeye ihtiyaç yoktur.

Vasi, reşitliğinin ortaya çıkması üzerine vesayeti allında bulunana malını teslim ettikten sonra, bu kişi, yine savurganlığının, malını kötü idaresinin ortaya çıkması halinde, Malikîlere göre tekrar hacr altına alınır. Şafiîlerin bir gö­rüşüne göre de böyledir. Ebu Hanife'ye göre ise bir daha hacr altına alınmaz; çünkü baliğ ve âkildir. Bunun delili ise had ve kısaslarda ikrarının caiz kabul edilmesidir. Birinci görüşün delili ise Yüce Allah'ın, "Mallarınızı beyinsizlere vermeyin." buyruğu ile, "Eğer üzerinde hak olan kişi beyinsiz veya zayıf bir kim­se olursa..." (Bakara, 2/282) buyruğudur.

Vasi yetimin malını, babası gibi ticaret ve alım satım alanlarında kullana­bilir. Vasinin, (vesayeti altındakinin) zekâtını ödeme yükümlülüğü de vardır. Diğer taraftan çeşitli cinayetlerin malî bedellerini ve telef ettiği malların kıy­metini onun adına öder. Anne babanın nafakasını ve yerine getirilmesi gereken diğer haklarını da onun adına yerine getirir. Vesayeti altında bulunanı evlen­dirmesi, onun adına mehrini ödemesi de caizdir.

5- Yüce Allah vasilere kendileri için mubah kılman vacip miktarın dışında yetimlerin mallarını yemeyi yasaklamaktadır. Bu malları israf etmeleri, saçıp savurmaları caiz değildir. Bu ise gereğinden fazla masraflarda bulunmakla olur.

6- Yüce Allah zengin olana yetimin malından bir şeyler almaktan uzak durmayı emretmiş ve vasinin velayeti altında bulunanın malından örfe göre yemesini mubah kılmıştır. Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi, örfe göre yemek ise aç­lığını giderecek kadar yemesi, avretini örtecek kadar giymesidir. Ancak ince keten ve cübbe giyinmez. Buna delil ise ümmetin şu husus üzerinde icma etmiş olmasıdır: Müslümanların işlerini çekip çeviren imamın, maaruf şekilde yediği­nin bedelini ödemesi gerekmez. Çünkü Yüce Allah, Allah'ın malları arasında onun payını tespit etmiştir.

7- Yüce Allah malın yetime teslim edilmesi esnasmda şahit tutmayı, gere­ken şekilde korunmaya ve ithamları izale etmeye dikkat çekmek üzere emret­miş bulunmaktadır. Bu şekilde şahit tutmak, bir grup ilim adamına göre müs-tehaptır. Çünkü kabul edilen söz, vasinin sözüdür. Zira o güvenilir bir kimse­dir. Bir başka kesim de şöyle demiştir: Bu, ayetin zahiri gereğince farzdır. Çün­kü böyle bir kimse sözü kabul edilen emin bir kimse değildir.

8- Vasi ve kefil, velayeti altında bulunan yetimin malını koruyup artır­makla yükümlü olduğu gibi, küçüğün bedenini korumakla da yükümlüdür. Ma­lını, onu gereken şekilde zaptu rapt altına almakla korur. Çocuğun bedenini de edep ve terbiye ile korur. Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelip, "Benim himayem­de bir yetim vardır, onun malından yiyebilir miyim?" diye sorar. Resulullah (s.a) şöyle buyurur: "Evet, bir mal biriktirmeksizin ve onun malıyla kendi malı­nı korumak yoluna gitmeksizin (yiyebilirsin)." Adam, '"Ey Allah'ın Rasulü onu dövebilir miyim?" diye sorunca, Hz. Peygamber, "Aynı sebepten dolayı kendi ço­cuğunu dövüyorsan, evet." diye buyurdu.[35]

9- İnsanların amellerini hesaba çeken ve onların karşılıklarım veren ola­rak Allah yeter. Bu ifade ise, hakkı inkâr eden herkese bir tehdit anlamı taşır. [36]

 

Mirasçıların Mirastaki (Terekedeki) Hakları İle Mirasçı Olmayan Muhtaçların, Yetim Ve Akrabaların Hakları

 

7- Anne ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir pay, yine anne ve baba ile yakın akrabala­rın bıraktıklarından kadınlar için de bir pay vardır. Bu o maldan az veya çok olsun, farz kılınmış bir paydır.

8- Paylaştırma sırasında yakınlar, ye­timler, yoksullar da hazır bulunursa, kendilerini o mirastan rızıklandırın ve onlara güzel sözler söyleyin.

9- Arkalarında kendileri hakkında en­dişe edecekleri güçsüz evlâtlar bıraka­caklar korksunlar, Allah'tan sakınsın­lar da dosdoğru söz söylesinler.

10- Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar yakında alevli bir ateşe de gireceklerdir.

 

Belagat:

 

Ayette geçen "az" ile "çok" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.

Yine Yüce Allah'ın, "Baba ve anne ile... bıraktıklarında erkekler için bir pay, baba ve anne ile... bıraktıklarından kadınlar için bir pay vardır." buyru­ğunda da itnâb vardır. [37]

 

Kelime ve İbareler:

 

"...erkekler için" yani erkek çocuklar ve erkek akrabalar için "bir pay", belli bir hisse vardır.

"baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından" yani bunlar arasın­dan vefat edenlerin bıraktıklarından "kadınlar için de bir pay vardır". "Bu o maldan" bırakılan maldan "az ya da çok olsun farz kılınmış bir paydır." Yani bu, Yüce Allah'ın onlara teslim edilmek üzere miktarını kesin olarak tespit et­tiği bir paydır.

"Paylaştırma sırasında yakınlar" miras almayan akrabalar... "hazır bulu­nursa kendilerini o mirastan" paylaştırmadan önce bir şeyler vererek "rızıklan-dırın ve onlara" -ey küçük mirasçıların velileri olan kimseler!- "güzel sözler söy­leyin." Onlara bu malın sahibi kendiniz olmadığınızı, malın küçüklere ait oldu­ğunu belirterek özür beyan edin. Bu şekilde bir şeyler vermek menduptur. İbni Abbas'a göre ise vaciptir.

"Arkalarında" yani ölümlerinden sonra "kendileri hakkında endişe edecek­leri güçsüz evlâtlar" küçük yaşta çocuklar "bırakacaklar" yani bu şekilde geriye bunları bırakacakları vakti (ölümü) yaklaşanlar, yetimler için "korksunlar." Haşyet (korkmak), güvenlik halinde iken kendisinden korkulan şeyin gözde büyümesidir. "Allah'tan sakınsınlar" yetimler hakkında Allah'tan çekinsinler ve kendilerinden sonra kendi zürriyetlerine yapılmasını arzuladıkları şeyleri onlara göstersinler "de" ölümü yaklaşmış olan kimselere "dosdoğru" ve muh­kem "söz söylesinler." Maksat, dine uygun olan söz söylesinler şeklindedir.

"Zulümle" haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler "Onlar yakında alevli bir ateşe" alev alev yanan bir ateşe "gireceklerdir." Orada yanacaklardır. Keli­me "yakmak istemek"ten gelmektedir. Yemek kızartıldığı zaman da bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Elini ve başka şeyleri ısıtmayı ifade için de aynı kök­ten gelen kelimeler kullanılır. [38]

 

Nüzul Sebebi

 

7. ayet olan, "Baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından bir pay vardır." buyruğu ile ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh (H. 274 doğumlu Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed b. Cafer b. Hayyân el-Isfahânî) ile İbni Hibbân Kita-bu'l-Ferâiz'de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Cahiliye dö­nemi halkı kızlara ve yetişinceye kadar küçük erkeklere miras vermezlerdi. Ensar*dan Evs b. es-Sabit adında bir adam vefat etti. Geriye küçük bir kız ço­cuğu ve iki oğlu kaldı. Amcasının iki oğlu olan Hâlid ve Arfate (Kurtubî gibi bazı kitaplarda Arface ve Süveyd şeklindedir -ki bunlar asabedendir-) gelerek onun bütün mirasını aldılar. Vefat edenin hanımı olan Ümmü Kahme (İbni Ke-sir'de Ümmü Kuhna, Kurtubî'de Ümmü Kucca) Resulullah (s.a.)'ın yanına ge­lip O'na durumu anlattı. Resulullah (s.a.), "Ne söyleyeceğimi bilemiyorum" de­yince, "Baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından bir pay vardır..." ayet-i kerimesi nazil oldu.

İbni Ebî Hatim ve Beyhakî de bu ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak bir başka sebebi nakletmektedirler ki bunun muhtevası şöyledir: Ayet-i kerime vasiyette bulunma esnasında ölüm hastalığında olan kişinin yanında bulunan ziyaretçilere yönelik bir emir niteliği taşımaktadır. Bu ziyaretçilerin böyle biri­sine miras almayan akrabalarına vasiyette bulunmasını hatırlatmaları emre-dilmektedir. Bunlara malının beşte birini yahut dörtte birini vasiyet eder. An­cak bu kimseler hasta olana malından sadaka vermeyi yahut onun bir kısmını Allah yolunda vermeyi emretmezler.

"Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." mealindeki 10. aye­tin nüzulü ile ilgili olarak da Mukâtil b. Hayyân şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime Mersed b. Zeyd adında Gatafanlı bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu kişi, kardeşinin oğlunun malı üzerinde veli idi. Yeğeni ise küçük bir çocuktu. Bu kişinin, yeğeninin malını yemesi üzerine Yüce Allah onun hakkında bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu. [39]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah yetimlerin mallarını yemenin haram olduğunu söz konusu edip reşit oldukları takdirde mallarının kendilerine verilmesini emrettikten sonra, o malları yemenin haram olduğunu daha bir pekiştirdi ve velilerin yetimler lehi­ne korudukları mirasta erkek ve kadınların ortak olduğunu açıkladı. Cahiliye döneminde ise Araplar kadınlara da küçük çocuklara da miras vermezler ve 'Mızrak kullanıp düşman kovalayan ve ganimet elde eden kimseler dışında mi­ras alan olmaz" derlerdi. Saîd b. Cübeyr ile Katâde der ki: Müşrikler malı bü­yük erkeklere verirler, kadınlara ve küçük çocuklara mirastan bir şey vermez­lerdi. Bunun üzerine Yüce Allah da, "Anne ve baba ile yakın akrabaların bırak­tıklarından erkekler için bir pay... vardır" buyruğunu indirdi. [40]

 

Açıklaması

 

Anne baba ile akrabaların geriye bıraktıklarından yetimlere ait bir mal var ise, bu malda yetimler eşittirler. Erkek ve kız arasında fark yoktur. Malın çok ya da az olması arasında da bir fark yoktur. İstediği kadar az olsun, Yüce Allah'ın hükmünde hepsi birbirine eşittir. Ölene olan akrabalığı veya evlilik bağı dolayısıyla Allah'ın, her birisi için tespit etmiş olduğu farz hisse bakımın­dan aralarında fark bulunsa bile, asıl olarak miras almak bakımından arala­rında fark yoktur. Daha sonra Yüce Allah tümüne ait olan bu hakkı, "Farz kı­lınmış bir paydır" buyruğu ile pekiştirmektedir ki, bunun herhangi bir kimse­nin eksiltme hakkı olmayan kesin ve tartışılmaz muayyen bir hak olduğu anla­şılsın.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim ruhî bir yönü ele alıp tedavi etmektedir ki, bu da mirasın paylaştırıldığı mecliste akrabaların hazır olmasını istememe husu­sudur. Yüce Allah bu şekilde mirasın paylaştırılması esnasında miras bırakan­ların akrabalarından, yetim ve yoksullardan herhangi bir kimse hazır buluna­cak olursa, az dahi olsa o maldan onlara bir şeyler vermeyi, nefislere sükûnet kazandıran kin ve düşmanlığı söküp atan ruhtaki kıskançlığı kökten kazıyan güzel sözler söylemeyi ve bir özür beyan etmeyi buyurmaktadır.

Paylaştırmadan kasıt terekenin mirasçılar arasında pay edilmesidir. Ak­rabalardan kasıt ise hacb olundukları yahut zevil erhamdan (yakın akraba­lardan) oldukları için miras alamayan kimselerdir. Bu emre muhatap olanlar ise veli yahut da bulûğa erip malını teslim alacağı vakitte yetimlerdir. Yüce Allah'ın, "Kendilerini o mirastan rızıklandırın" buyruğundaki zamir anne, baba ve akrabaların geriye bıraktıkları mala yahut da lafzına itibar yoluyla değil manasına itibar yoluyla paylaştırılan şey olmak üzere paylaştırmaya racidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sonra onu kardeşinin yü­künden çıkardı." (Yusuf, 12/76). Bundan kasıt ise "maşrapayı ondan çıkardı" demektir.

Aralarında İbni Abbas ve Said b. Cübeyd'in de yer aldığı müfessirlerin ço­ğunluğu bu ayet-i kerimenin muhkem olduğu ve emrin zahiri ile amel ederek vücup ifade ettiği görüşündedirler. Ancak insanlar bu görüşü benimsememiş-lerdir. Nitekim evlere girme esnasında izin almayı uygulamadıkları gibi. Bu­nunla muhatap olan ise mirasçıların büyüğü yahut küçüğün velisidir.

Hasan-ı Basrî ve Nehaî der ki: Burada emir taşınabilir aynî mallar ile ilgi­lidir. Arazilere gelince, onlardan bir şey vermezler. Bunlar yerine güzel söz söy­lemekle yetinilir.

İslâm âleminin değişik bölgelerinin fakihlerinin kanaatine göre böyle bir şeyler vermek menduptur. Mirasçıların yaşça büyüklerinin bunu yerine getirmeleri istenmiştir. Çünkü sözü geçen bu kimselerin eğer muayyen bir hakkı bulunmuş olsaydı, diğer hakları açıkladığı gibi, Yüce Allah bunu da el­bette açıklardı. Onlara böyle bir hak açıklamadığına göre, bu hakkın vacip olmadığını öğrenmiş bulunuyoruz. Diğer taraftan eğer bu vacip bir hak ol­saydı, bu hakka dair bir çok dava söz konusu olurdu. Çünkü fakir ve yoksul­ların buna olan hırsları böyle obuasını gerektirir. Durum böyle olsaydı o za­man bu tür davaların da tevatür yoluyla bize nakledilmesi gerekirdi. Böyle olmadığına göre, onlara bir şeyler vermenin vacip olmadığını da öğrenmiş bulunuyoruz.

Said b. el-Müseyyeb, Dahhâk ve Atâ'nın ondan yaptığı rivayete göre İbni Abbas derler ki: Ayet-i kerime "Allah size evlâtlarınız hakkında tavsiye eder..." (Nisa, 4711) diye başlayan miras ayeti ile neshedilmiştir.

Ayet-i kerimelerde bir diğer ruhî hastalığın tedavi edildiğini görüyoruz. Söz konusu bu hastalık yetime karşı tecavüzkâr olmak ve ona karşı katı dav­ranmaktır. Yüce Allah yetimleri gözeten veli ve vasilere yetimlere güzel söz söylemelerini, onlarla kendi çocuklarıyla konuştukları gibi güzel bir şekilde ko­nuşmalarını ve onlara, "yavrum, çocuğum" ve buna benzer sözlerle seslenmele­rini emretmektedir. Ta ki kendileri de öldükten sonra çocuklarını -aradan fazla bir zaman geçmeden- terk etmiş olabileceklerini, onların ihmal edilip zayi ola­caklarından korkmalarının uzak olmadığını hatırlasınlar. Elleri altında bulu­nan yetimler hususunda Allah'tan korkarak vefatlarından sonra güçsüz ve za­yıf evlâtlarına nasıl davranılmasmı istiyor iseler, elleri altındaki yetimlere de böylece davransınlar.

Ayet-i kerimeden maksat ise, velileri yetimlerin mallarını korumaya, onla­ra güzel söz söylemeye teşvik etmektir. Bu ise kendilerinden sonraki bizzat kendilerinin ve çoluk çocuklarının hallerini hatırlatmakla yapılmaktadır. Ta ki onlar da bunu tasavvur edebilsinler ve bundan ibret alabilsinler. Bu ise öğüt ve ibret almaya götüren en güçlü ifade tarzıdır. Çünkü insan başkasına nasıl dav­ranırsa öyle karşılık görür ve çünkü başkalarının kendisine ne şekilde davran­malarını arzu ediyor ise, diğerlerine de öylece davranması istenir.

Ayet-i kerime aynı zamanda kendisinden önceki buyruklarla da alâkalıdır. Çünkü Yüce Allah'ın, "Erkekler için bir pay... vardır." buyruğu mirasçılara emir anlamındadır. Yani onlara haklarım veriniz, vasiler de kendilerine verileni ge­reği gibi korusunlar ve bizzat kendi çocukları için korktukları gibi bunlar için de korksunlar, anlamındadır.

Daha sonra Yüce Allah bundan önceki emir ve yasakları pekiştirmekte, vurgulamakta, haksız yere zulmen yetimin malını alan kimselere çetin azaba uğrayacaklarını hatırlatmaktadır. Bu azap cehenneme girip ateşte yakılmala­rıdır. Cehennem ise aşırı derecede yakan alevli bir ateştir. Onun yakıtı insan­lar ve taşlardır. Allah bizleri ondan muhafaza buyursun.

Yemek, netice olarak karından başka bir şeye gitmemekle birlikte, karın­ların söz konusu edilmesinden kasıt, ya bu kimselerin sonuna kadar karınları­nı ateşle dolduracaklarıdır yahut da tekit ve mübalağa içindir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylerler." (Âl-i İm-ran, 3/167). Zaten söylemek ağızdan başkasıyla olmaz ki. Yüce Allah'ın şu buy­ruğu da böyledir: "Fakat asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hac, 22/45). Yüce Allah'ın, "Ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki... " (En'am, 6/38) buyruğu da böyledir. Çünkü kuş ancak iki kanadıyla uçar. Bütün bunlardan maksat te­kit ve mübalağadır. Aynı zamanda bu ifadelerde yetimin malını yeme zalimliği­nin ne kadar çirkin olduğu anlatılmak istenmiştir.

Yemenin "zulüm" ile kayıtlandırüması yetimin malını hak ile almanın meşru olduğunu ifade etmektedir. Yapılan bir işin ücreti ve karz gibi. Bu ise bir zulüm sayılmaz. Bunu alıp yiyen de zalim değildir.

"Yemek" tabiri ile bütün faydalanmalar, telef ve tüketme yolları kastedil­mektedir. Ancak bu tabirin kullanılması yararlanma yollarının en önemlisi oluşundan dolayıdır.

"Bir ateş" tabiri ise müfessirlerin cumhuruna göre mecaz-ı mürseldir. Yani sebep kastedilmekle birlikte müsebbebin söz konusu edilmesi kabilindendir. Çünkü bu ayet-i kerimede işaret her kişiyedir. Ayetin zahirine göre hüküm, ye­timin malını yiyen herkes hakkında umumidir. Bu ister mümin, ister kâfir ol­sun fark etmez. Ayet-i kerimenin müşrikler hakkında nazil olduğu söylenecek olsa bile, sebebin özelliği hükmü tahsis etmez. Nazarı itibara alınan ise sebe­bin hususiliği değil, lafzın genelliğidir.

Ayrıca bazı haberlerde varit olduğuna göre bu ayet-i kerime nazil olunca herkes yetimlerle birlikte bulunmaktan çekinmeye koyuldu. Öyle ki bu bizzat yetimlerin kendilerine ağır geldi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şayet onlarla bir arada yaşarsanız (onlar) sizin kardeşlerinizdir." (Bakara, 2/220) buyruğunu in­dirdi. [41]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"... erkekler için bir pay... vardır" ayeti aşağıdaki hususları göstermekte­dir:

1- Malikîler der ki: Bu ayet-i kerimede üç husus zikredilmiştir:

a) Mirasın illeti açıklanmaktadır ki bu akrabalıktır.

b) Uzak ya da yakın ne şekilde olursa olsun akrabalığın umumiliği.

c) Farz olarak ayrılan miras payının özetle zikredilmesi. Bu ise tafsilatıyla mirasa ait ayet-i kerimede beyan edilmiştir. Böylelikle bu ayet-i kerime hüküm için bir hazırlık olduğu gibi, nihâî açıklama gerçekleşinceye kadar bu konudaki fasit görüş çürütülmüştür. [42]

2- Erkeklere miras verirken kadın ve çocukları mahrum bırakan cahiliye halkı geleneğini iptal etmek üzere, mirasta erkek ve kadın için belirlenmiş hakkın tespit edilmesi. Ayet-i kerimede erkeklerden kasıt, baliğ olan erkekler, anne babadan kasıt ise doğrudan anne babadır. Kadınlardan kasıt ise, baliğ ol­muş dişilerdir. Buna göre ayet-i kerimenin manası şöyle olur: Babalarının, an­nelerinin ve kardeşleri, kızkardeşleri, amcaları, halaları gibi akrabalarının terk ettiklerinden bulûğa ermiş erkekler için belli bir pay olduğu gibi, aynı şe­kilde bulûğa ermiş dişilerin de babalarının terk ettiklerinden belli bir payı var­dır. Buna göre miras erkek ile kadınlar arasında ortaktır. Bu görüşe göre ayet-i kerime zahiri üzere kalmaktadır ve ayetten kasıt, cahiliye dönemi âdetini lağv etmektir.

Kadınların nas ile zikredilmeleri onların haline verilen önem ile mirası hak ettiklerinde aslî bir unsur olduklarını vurgulamak, mirası "savaşıp çarpı­şanlar onlardırlar" diye erkeklere tahsis etmek şeklindeki cahiliye hükmünü iptal etmek hususunda işi ileriye götürmektir.

Bazı ilim adamları erkek ve kadınlar hakkındaki hükmü umumileştirerek erkeklerden kastın mutlak olarak erkekler olduğunu, büyük yahut küçük ol­maları arasında fark olmadığını, kadınlardan kastın da mutlak olarak dişiler olduğunu söylemişlerdir. Buna göre erkeklerle dişiler arasında eşitlikten kasıt, onlardan her birisinin anne, baba ve akrabalarının terk ettiklerinde belli bir hak sahibi olduklarıdır. Benim de meylettiğim açıklama şekli budur.

3- Ayet-i kerime zevilerhâm'ın (yalan akrabaların) miras alacağını kabul eden Hanefîlerin lehine delildir. Çünkü halalar, teyzeler ve kız çocukları akra­balar arasındadırlar. O bakımdan Yüce Allah'ın, "Baba ve anne ile yakın akra­baların bıraktıklarından" buyruğu, onların lehine tespit edilen miras hakkının kabul edilmesini gerektirir.

4- Miras hakkı terekenin azında da çoğunda da sabittir. Bu bütün mirasçı­lar lehine geçerli bir haktır. Kılıç, yüzük, mushaf ve elbise gibi bir takım mal­lar onların kimisine has olamaz.

Yine Yüce Allah'ın, "Bu az veya çok olsun..." buyruğu da kızların miras hakkını tespit etmektedir. Hakkın miktarına gelince, bunu da daha sonraki mirasa dair ayet-i kerimeler açıklamış bulunmaktadır: "Allah size evlâtlarınız hakkında tavsiye eder..." (Nisa, 4/11). Bu "az veya çok olsun" ayet-i kerimesi na­zil olunca, Peygamber (s.a.), Süveyd ile Arface'ye Evs'in malından herhangi bir şey dağıtmamalarına dair haber gönderdi. Çünkü Allah onun kızları için bir pay ayırmış bulunmakta, fakat bu payın miktarının ne olduğunu açıklama-maktadır. O bakımdan "Rabbimizin ne indireceğini görünceye kadar mirasını paylaştırmayınız" buyurdu. Bunun üzerine, "Allah size evlâtlarınız hakkında tavsiye eder..." buyruğundan itibaren, "En büyük kurtuluş işte budur." (Nisa, 4/13) buyruğuna kadar olan ayetler nazil oldu. Bunun üzerine Süveyd ile Arfa­ce'ye şu şekilde haber gönderdi: "Ümmü Kucce'ye Evs'in terekesinin sekizde bi­rini, kızlarına üçte ikisini veriniz. Malın geri kalan kısmı ise sizindir."

Bazı Maliki, Şafiî ve Hanefîler şu, "Bu o maldan az veya çok olsun" ayet-i kerimesini banyo ve ev gibi şeylerin dahi paylaştırılmasının vücubuna delil görmüşlerdir. İbni Ebi Leylâ, Ebu Sevr ve İbnül-Kasım'ın görüşüne göre ise ev, kat, banyo gibi paylaştırılamayan ve pay edildiği takdirde kendisinden yararla-nümadığı için paylaştırılmasında zarar olan bir şey şüf a hakkı söz konusu ol­maksızın satılır. Çünkü Peygamber (s.a.) Ahmed ve Buharî'nin Hz. Cabir'den rivayetine göre şöyle demiştir: "Pay edilemeyen her bir şeyde şüf a vardır. Fakat sınırlar tespit edildiği takdirde şüf a olmaz." Böylelikle Hz. Peygamber sınırla­rı tespit edilebilen her şeyde şûrayı tespit etmiş ve sınırları tespit edilmesi mümkün olup da paylaştırılmayan şeyde şüf ayı askıya almıştır. Bu görüş za­rarı önlemek için makul olan görüştür. İbnül-Münzir şöyle der: İki görüşten daha sahih olanı budur.

"Paylaştırma sırasında... hazır bulunursa" ayet-i kerimesi de aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Mirasta herhangi bir hakkı bulunmayıp mirasın pay edilmesi sırasında hazır bulunan ve miras almayan akraba yahut yetim ve fakirlere -mal eğer çok ise- ikramda bulunulur ve bundan mahrum edilmezler. Eğer paylaştırılan mal bir akar yahut da ondan azıcık bir şey dahi olsun verilme imkânı bulun­mayan az miktarda bir şey olursa, onlara özür beyan edilir.

Bununla birlikte az olan maldan bir şeyler verilecek olursa, onda büyük ecirler vadır. Kimi zaman bir dirhem yüz bin dirhemi geride bırakabilir. Buna göre ayet-i kerime İbni Abbas'ın da dediği gibi muhkemdir.

Yine İbni Abbas'tan bunun mensuh olduğunu söylediği de rivayet edilmiş­tir. Bunu nesheden ise Yüce Allah'ın, "Allah size evlâtlarınız hakkında tavsiye eder." (Nisa, 4/11) buyruğudur. Said b. el-Müseyyeb ise der ki: Bunu miras ve vasiyet ayeti neshetmiştir. Kurtubî de der ki: Birinci görüş daha sahihtir. Bu ayet-i kerime mirasçıların kendi paylarına hak kazandıklarını açıklamakta ve paylaştırma sırasında hazır olanlar arasından payı olmayanları da ortak etme­nin müstehap olduğuna delildir.

2- Mirasçı eğer malında tasarruf edemeyecek kadar küçük olursa, bir ke­sim şöyle demektedir: Küçük mirasçının velisi, hacri altında bulunan küçüğün malından uygun göreceği bir miktar verir. Bir şey vermez de denilmiştir. Bu durumda paylaştırma sırasında hazır olanlara, "Bu malda benim bir hakkım yok, bu yetimin malıdır. Eğer o bulûğa ererse ben ona sizin hakkınızı öğreti­rim" der. İşte güzel ve maruf söz söylemek budur. Tabiî ki bu ölenin o kimseye bir vasiyette bulunmadığı halde böyledir. Şayet onun lehine bir vasiyeti varsa, vasiyet ettiği miktar ona verilir.

3- Bütün insanlara güzel sözler söylemek istenen bir şeydir. Akrabalara ise özellikle istenmiştir. Bu da güzel söz söylemek ve nazik bir şekilde özür be­yan etmektir.

Yüce Allah'ın, "Arkalarında kendileri hakkında endişe edecekleri güçsüz evlâtlar bırakacaklar..." ayet-i kerimesi de aşağıdaki hususlara işaret etmekte­dir:

1- Ayet-i kerime vasinin yetimlere kendi çocuklarına davrandığı gibi dav­ranmasını hatırlatmaktadır. Bu İbni Abbas'ın da belirttiği gibi vasilere bir öğüttür. Yani sizden sonra kendi çocuklarınıza nasıl.davranılmasını istiyorsa­nız siz de elinizin altındaki yetimlere öyle davranınız. İşte bundan dolayı Yüce Allah, "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" diye buyurmaktadır.

2-  Dosdoğru söz, adaletli ve hakka uygun olan söz demektir. Yetimlerin eğitilmesinde bu arzulanan bir şeydir. Veli onları azarlamamalı ve onları hafife alıp küçümsememelidir.

"Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." ayet-i kerimesi aşa­ğıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Yetimlerin mallarını haksızlıkla yemek haramdır. Kitap ve sünnet ye­tim malını yemenin kebairden (büyük günahlardan) olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Yedi tane helak edici günahtan uzak durunuz..." Bunlar arasında da "yetimin malını yemeyi" zikretmiştir. İşte bundan fakir dahi olsa yetimin malını hak ile yemenin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Velisi maruf ile malından yer, ayrıca yaptığı işin ücretini alma hakkı da vardır.

2- Haksızca yetimin malını yiyen kimsenin cezası cehenneme girmektir.

3- Bu ayet-i kerime tehdit ifade eden ayetlerden birisidir. Ancak büyük gü­nahlar sebebiyle insanların küfre girdiğini söyleyenler lebine bunda bir delil yoktur. Ehl-i sünnetin bu konudaki inancı şudur: Bazı günahkârlar cehennem ateşinde yanar ve (bir çeşit) ölür (ondan sonra cennete girer). Halbuki cehen­nemlikler böyle değildir, onlar ne ölür, ne diriltilirler.

Bu konuda söylenecek son sözlere gelince: Yetimler kendi menfaatlerine her türlü gözetim ve itinayı hak eden zayıf ve aciz kimselerdir. Babalarını kay­betmeleri karşılığında onlar terbiye edilmeyi hak kazanırlar. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim yetimlere gereken itinayı göstermiştir. Yüce Allah yetimler hakkında Nisa suresinin başından itibaren önceki ayetin sonuna kadar arka arkaya dokuz ayet-i kerime inzal buyurdu ve bütün bunlarda yetimin malının gereken şekilde gözetilmesini açıkladı. Bu ayet-i kerimelerde yetimin malını yemenin ve hakkını zayi etmenin yasak olduğunu pekiştirdi. Nitekim Yüce Al­lah yetimler hakkında başka ayet-i kerimeler de indirmiştir. Bunların bir kıs­mı, "Yetimin malına o en güzel yol ile olması dışında yaklaşmayınız." (İsra, 17/34); "Ve yetimler hakkında adaleti elden bırakmamanız hususunda..." (Nisa, 4/127); "Yetime gelince, sen onu küçük düşürme" (Duha, 93/9); "Bir de sana ye­timler hakkında sorarlar. De ki: Onlar lehine ıslâh hayırlıdır. Şayet onlarla bir arada yaşarsanız sizin kardeşlerinizdir. Allah ıslah edeni de fesat çıkartanı da bilir." (Bakara, 2/220). Hz. Peygamber de Ahmed, Buharî, Ebu Davud ve Tirmi-zî'nin Sehl b. Sa'd'dan rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Ben ve yetimi hima­ye eden şu ikisi gibiyim" ve şehadet parmağı ile orta parmağını işaret etti. [43]

 

Miras Ayetleri

 

11- Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır. Eğer kadınlar ikiden fazla ise mirasın üçte ikisi on­larındır. Şayet kız bir tek ise o zaman yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa anne ve babanın her birine mirasın altıda biri vardır. Çocuğu olmayıp da anne ve babası ona mirasçı olduysa malın üçte biri annesinindir. Şayet kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir. Bu, borçlarından ve ya­pacağı vasiyetten sonradır. Babaları­nız ve oğullarınızdan size hangisinin faydaca daha yakın olduğunu bile­mezsiniz. Bunlar Allah'tan birer fari­zadır. Şüphesiz ki Allah Alîm'dir Hakîm'dir.

12' Hammlarmızın Çocuğu yoksa mirasın yarısı sizindir. Çocukları varsa bı-raktıklarmın dörtte biri sizindir. Bun­lar yaptıkları vasiyetten ve borçtan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bırak­tığınızın dörtte biri onlarındır. Şayet çocuğunuz varsa edeceğiniz vasiyet ve borçtan sonra sekizde biri onlarındır: Eğer mirası aranan erkek veya kadın çocuğu ve babası olmayan biri (kelâle) olup erkek veya kızkardeşi bulunursa bunlardan her birine altıda bir vardır. Şayet bunlar bundan daha ziyade ise­ler hepsi edeceği vasiyet ve borçtan sonra üçte bire ortak olurlar. Ancak zarar verici olmamalıdır. Bunlar Al­lah'tan bir vasiyettir. Allah Alîm'dir, Halîm'dir.

 

İ'râb:

 

"Eğer kadınlar" ifadesinin takdiri "Şayet geriye bırakılan kadınlar ikiden fazla olurlarsa" demektir. Çünkü iki kıza üçte iki sünnet ile sabit olduğu gibi, Yüce Allah'ın, "Eğer kızkardeş iki tane ise bıraktığının üçte ikisi onlarındır." (Nisa, 4/176) buyruğunda da iki kızkardeşe üçte ikinin verileceği nassın delâle­ti ile sabittir. Çünkü ayet-i kerimede buna delâlet eden bir nas bulunmamakta­dır.

"Şayet kız bir tek ise" buyruğunun takdiri de şöyledir: Eğer geriye kalan kız bir tane olursa "bunlar Allah'tan birer farizadır." Yani Yüce Allah bunu farz olarak tespit etmiştir. [44]

 

Belagat:

 

"Erkeğe" ile "iki dişi" kelimeleri ve "babalarınız ve oğullarınız" lafızları arasında tıbâk sanatı vardır. "Yapacağı vasiyetten" buyruğunda iştikak bakı­mından cinas vardır. "Edeceğiniz vasiyet ve borçtan sonra" buyruğu ile "yaptık­ları vasiyet ve borçtan sonradır" buyruklarında tekit için itnâb vardır. "Alîm'dir, Halîm'dir" buyruğu ise mübalağa ifade etmektedir. [45]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Size emr (vasiyet) ediyor" yani Allah size emredip vasiyet ediyor. Vasiyet, gelecekte yapmak üzere bir kimsenin uhdesine bırakılan iş demektir. "Allah Allm'diı? yarattıklarının durumunu çok iyi bilendir. "Hakîm'dir" onlar için or­taya koyduğu hükümlerde hikmeti sapasağlamdır. "Kelâle" kelimesi yorgun ve bitap düşmek anlamında masdardır. Daha sonra usûl ve furû' dışında kalan uzak akrabalık hakkında kullanılmıştır. Kelâle, babası ve çocuğu bulunmayan yani sadece uzaktan akrabalığı bulunan kimse demektir. "Allah Alîm'dir" yani yarattıkları için tespit ettiği miras hisselerini çok iyi bilendir. "Halîm'dir" yani kendisine muhalefet edenlere cezayı erteleyendir. [46]

 

Nüzul Sebebi

 

11. ayet-i kerime olan, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." ayet-i kerimesi ile ilgili olarak Kütüb-i Sitte sahipleri Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) ile ben Selime oğulları diyarında bulunuyorken Ebu Bekir yaya olarak beni ziyaret ettiler. Peygam­ber (s.a.) aklımın başımda olmadığını (kendimden geçtiğimi) gördü. Bunun üze­rine bir su istedi, onunla abdest aldı, sonra o sudan üzerime serpti, kendime geldim ve dedim ki: Malıma ne yapmamı emredersin? Bunun üzerine, "Çocuk­larınız hakkında Allah size emrediyor..." ayeti nazil oldu.

Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Hâkim, Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediği­ni rivayet etmektedirler: Sa'd b. er-Rabî'in hanımı Resulullah'ın yanına gelip dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü, işte bunlar Sa'd b. er-Rabfnin iki kızıdır. Babaları seninle birlikte savaşırken şehit düştü. Amcaları ise onların mallarını aldı, on­lara mal namına bir şey bırakmadı. Bunların malı olmazsa kimse onlarla evlenmeye yanaşmaz. Hz. Peygamber, "Allah bu hususta hüküm verecektir" bu­yurdu. Bunun üzerine, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." ayeti nazil oldu ve Resulullah (s.a.) amcalarına haber gönderip şöyle dedi: "Sa'd'ın kızlarına üçte ikiyi, annelerine sekizde biri ver, geri kalanı da senindir." Derler ki: İslâm tarihinde ilk paylaştırılan tereke bu olmuştur.

Hafız İbni Hacer der ki: Ayet-i kerimenin, Câbir olayı ile ilgili değil de Sa'd'ın iki kızı hakkında nazil olduğunu söyleyenler, bunu delil gösterirler. Özellikle Câbir'in o günlerde bir çocuğu yoktu. İbni Hacer der ki: Bu ayet-i ke­rime her iki husus hakkında da nazil olmuştur. Bunun baş tarafının iki kız hakkında nazil olması, son tarafının ise Hz. Câbir kıssası hakkında nazil olma­sı mümkündür. Son tarafları, "Eğer mirası aranan erkek veya kadın çocuğu ve babası olmayan biri olup..." bölümüdür. Buna göre Hz. Câbir'in çocukları hak­kında, "Allah size şöyle emrediyor..." ayeti nazil oldu, demekten maksadı, "bu ayet-i kerimeden hemen sonra gelen kelâle'yi de söz konusu eden buyruk nazil olmuştur" demek olur. [47]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah bundan önceki ayette, "Baba ve anne ile yakın akrabala­rın bıraktıklarından erkekler için bir pay vardır..." buyruğunda yalan akrabala­rın mirasının hükmünü özlü bir şekilde zikrettikten sonra, miras ayetlerinde de mirasçıların paylarını etraflıca açıkladı. Çocuklar (furû) ile baba ve annele­rin (usul) haklarını, eşlerin haklarını, anne bir kardeşlerin haklarını açıkladı. Baba bir kardeşlerin hükmü ise surenin sonunda gelecektir.

Cahiliye döneminde miras almanın üç sebebi vardır:

1- Nesep: Yalnızca savaşabilen erkeklere verilirdi. Kadınların ve küçük ço­cukların mirastan payları yoktu.

2- Evlat edinmek: Evlatlık edinilene de tıpkı asıl çocuk gibi mirastan pay verilirdi.

3- Sözleşme ve ahit: Bu da bir kimsenin Ötekine, "Benim kanım senin ka­nındır. Benim kanımın heder edilmesi de senin kanının heder edilmesi demek­tir. Sen bana mirasçı olursun, ben sana mirasçı olurum ve benden dolayı sen ve senden dolayı da ben takibat altına alırım" demesiyle olurdu.

İslâm Yüce Allah'ın şu buyruğu ile iptal ettiği evlâtlık dışındaki diğer se­bepleri bıraktı: "Oğul edindiğiniz kimseleri de size oğul kılmadı." (Ahzab, 33) Nesep yoluyla mirasçılığı şu buyruğu ile kabul ettiğini görüyoruz: "Anne baba­nın ve yakın akrabaların terk ettiklerinden her biri için mirasçılar kıldık." (Ni­sa, 4/33). Ahit (antlaşma) yoluyla mirasçılığı da Yüce Allah, "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de nasiplerini verin." (Nisa, 33/4) buyruğu ile geçerli kıl­mıştır.

İslâm başlangıçta hicret ve kardeşleştirme olmak üzere iki sebebi daha ilâve etmişti. Daha sonra Yüce Allah'ın şu buyruğu gereği bunlar ile ilgili uygulamanın neshedildiğini görüyoruz: "Hısımlar Allah'ın Kitabınca biribirlerine daha yakındırlar." (Enfâl, 8/75).

Böylelikle miras almayı gerektiren sebepler üç tane olmak üzere karar buldu. Bunlar nesep, evlilik ve velâdır. Yani efendinin kölesini yahut cariyesini azat etmesi sebebiyle miras almaktır. [48]

 

Açıklaması

 

Mirasta Çocukların Hakları:

 

Şanı Yüce Allah çocukların haklarını belirterek başladı. Çünkü zayıflıkla­rı sebebiyle şefkat ve yardıma en çok hak sahibi olanlar onlardır. Usûlün (anne ve babanın) ise vefat edenden başkası üzerinde de almaları gereken bir hakları bulunabilir yahut onların kazanma güçleri olabilir. O bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah sizlere hak ettikleri miras hususunda çocuklarınız ile ilgili olarak şu emri veriyor ve farz kılıyor: Onların miras almalarının temel kaidesi, "Erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır" ifadesidir. Yani ölenden sonra erkek ve kız çocuklar kalmışsa erkeğin payı dişinin iki katıdır. Çünkü erkekten nafaka, kazanma, çalışma, zorluklara katlanma, hanımının mehrini verme gibi yükümlülükler istenir. Kadının ise herhangi bir kimseye harcama yapması is­tenmez, ister kız, ister kızkardeş, ister hala, ister teyze olsun. Ancak büyüdük­ten veya bulûğa erdikten sonra şayet evli değil ise kendi masraflarını kendisi karşılar.

Eğer geriye kalan mirasçılar kadın yani kızkardeş yahut kız çocuk olup bunlar iki kişiden fazla iseler vefat edenin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Geriye kalan sadece bir dişi ise beraberinde onu asabe yapacak bir erkek de bulunmuyor ise yarısı onundur.

Erkek bir kardeşi olmaksızın sadece iki kızın mirası hususunda görüş ay­rılığı vardır. İbni Abbas der ki: Bu iki kızın hükmü tek bir kız gibidir, mirasın yarısını alırlar. Çünkü, "Eğer kadınlar ikiden fazla ise mirasın üçte ikisi onla­rındır" ayetinin zahiri bunu gerektirmektedir.

Cumhur ise der ki: İki kız ayrı ayrı iki kızkardeş gibidir. Bunlar da üçte iki alırlar. Bu da Yüce Allah'ın şöyle buyurduğu iki kızkardeşe kıyasen tespit edilmiştir: "Eğer kızkardeş iki ise oğlan kardeşin bıraktığının üçte ikisini alır­lar." (Nisa, 4/176). Diğer bir sebep de şudur: Kız, erkek kardeşiyle birlikte oldu­ğu takdirde üçte bir alır. Kızkardeşiyle birlikte bunu alması ise öncelikle söz konusu olur. Ayrıca İbni Mes'ud (r.a.) bir kız, oğlun kızı ve kızkardeşin mirasçı olduğu bir mesele hakkında şöyle hüküm vermiştir: Mirasın altıda biri oğlun kızma, üçte ikiyi tamamlamak üzere de yarısını kıza vererek kız ile birlikte oğ­lun kızına üçte iki, iki kıza üçte iki verilmesi daha uygundur. Diğer taraftan Yüce Allah'ın, "Eğer kadınlar ikiden fazla ise" buyruğunun kadınlar iki ve da­ha yukarı ise anlamına gelmesi de mümkündür. Yüce Allah'ın, "Boyunların üzerine vurun" (Enfâl, 8/12) buyruğunun, boyunlara ve daha yukarısındaki böl­gelere vurun, anlamına gelmesi gibi.

Özetle: Çocuklar erkek ve dişi oldukları takdirde erkek dişinin iki katını alır. Eğer çocuk sadece bir kız ise yansını alır. Eğer iki ve daha fazla çocuk var­sa cumhurun görüşüne göre üçte iki alır. Tek başına erkek çocuk bulunursa te­rekenin tamamını alır. Onunla birlikte bir ve daha çok erkek kardeşi varsa te­rekeyi aralarında eşit olarak paylaşırlar.

Oğlun çocukları ve bunların çocukları ise öz oğullar gibidir. Daha yukarda olanı daha aşağıda olanı hacbeder (mirastan mahrum eder). Eğer daha yukarı­da olan -kız veya onunla birlikte oğlun oğlu olmasında olduğu gibi- dişi olursa kız yansını alır, diğer kalan ise oğlun oğlunun olur. Şayet oğlun çocuğu dişi olursa daha yukarda olan yansını alır, daha aşağıda olan da üçte ikiyi tamam­lamak üzere altıda bir alır. Eğer daha yukardaki çocuklar kıza da beraberinde kendi derecesinde veya ondan daha aşağı derecede kendisini asabe yapacak bir kimse bulunmuyor ise, hiç bir şey kalmaz. [49]

 

Anne Babanın Mirası:

 

Ölen çocuğun eğer erkek yahut dişi bir yahut daha fazla çocuğu varsa, öle­nin anne ve babasının her biri terekenin altıda birini alırlar. Geri kalan ise ön­ceki şekliyle çocuklara aittir. Şayet ölenin hiç çocuğu yoksa anne babası ona mirasçı olursa anne mirasın üçte birini alır. Çocukların varlığı ile birlikte anne babanın mirasta eşit pay almalarının sebebi ise eşit şekilde her ikisinin saygın­lığının korunmasıdır. Anne ile babanın paylannm çocuklann payından daha az olmasının sebebi ise ya yaşça büyüklükleri yahut da ihtiyaçlarının olmayışıdır. Bu ise ya hayatta bulunan çocukları gibi nafakalarını sağlamakla yükümlü kimselerin varlığı dolayısıyladır yahut da çocuklann pek çok harcamaya ihti­yaçları olduğundan dolayıdır. Çocuklann harcamalara ihtiyaçlarının olması ise ya yaşça küçüklükleri ya da evlenme ihtiyacı ile büyüdükleri esnada hayatın yüklerini taşıyıp katlanma durumunda olmalandır.

Anne babası ile birlikte eğer ölenin erkek yahut dişi birden çok kardeşleri bulunuyor ise, bu sefer anne üçte bir yerine altıda bir alır. Bu kardeşlerin anne baba bir olması, baba bir ya da anne bir olması arasında ise fark yoktur.

İki kardeş üç ve daha fazlası gibidir. Çünkü Peygamber (s.a.) ile Râşid ha­lifeler iki erkek kardeşin ve iki kızkardeşin annenin mirasını üçte birden altıda bire indirdiğine hüküm vermişlerdir. İbni Cerir, İbni Abbas'tan rivayetine göre İbni Abbas Hz. Osman (r. anhum)'ın yanına girip dedi ki: Neden iki kardeş an­nenin payını üçte birden altıda bire indirsin ki? Halbuki Yüce Allah, Eğer onun kardeşleri varsa" diye buyurmaktadır. Oysa senin kavminin diline, kav­minin konuşmasına göre (yani Arapça'da) iki kardeş hakkında "kardeşler" de­nilmez. Hz. Osman ona şu cevabı verdi: İnsanların geleneksel olarak öğrene-geldikleri ve her yerde yürürlüğe konulmuş ve benden önce kararlaştırılmış bir işi ben nakzedebilir miyim?

Yani bu konuda şeriatta icma olmuştur. Aynca bunu şu husus da destekle­mektedir: Dilde çoğul kipi iki kişi hakkında da kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Eğer ikiniz Allah'a tevbe ederseniz (ne alâ, çünkü) kalpleriniz haktan meyletmiştir." (Tahrîm, 66/4); "Sana şu hısımların haberi geldi mi, hani onlar mihraba tırmanmışlardı" (Sâd, 38/21); "Biz iki davacıyız, birimiz diğerine haksızlık etmiştir, dediler." (Sâd, 38/22).

Özetle: Eğer anne ile birlikte miras alan bir fer* yahut iki ve daha fazla er­kek ve kızkardeş bulunmazsa anne üçte bir alır. Miras alan, fer* yahut birden çok erkek ve kızkardeş ile birlikte ise anne altıda bir alır. Baba da mirasçı fer* ile birlikte altıda bir alır. Eğer fer", kız çocuk ise mirasın yarısını alır, baba da farz ve asabelik yoluyla miras alır. Eğer anne baba ile birlikte bir eş bulunursa anne kalanın üçte birini alır. Bu ise "Ömeriyye mes'elesi" veya "el-Garra mese­lesi" diye bilinir. Meselâ koca, baba, anne yahut hanım, baba ve annenin miras­çı olma hali buna benzer. Birincisinde erkek mirasın yarısını, baba da kalanın yarısını asabelik yoluyla alır. Anne ise kocanın farz «hissesi olan altıda birden sonra kalanın üçte birini alır. İkinci halde ise hanım on ikiden dörtte bir (yani üç pay) alır. Çünkü mirasçı bir fer5 yoktur. Baba ise asabelik yoluyla altı pay olan kalanı alır, anne ise üç paydan ibaret olan geri kalanı alır. [50]

 

Borçlara, Sonra da Vasiyetlere Öncelik Vermek:

 

Bütün mirasın mirasçılar arasında paylaştırılmasından önce tereke ile alâkası olan borçların ödenmesi ve vasiyetlerin yerine getirilmesi söz konusu­dur. Şanı Yüce Allah teşrî buyurduğu şekilde mirasın ölenin yaptığı vasiyetin yerine getirilmesinde ve yine ölenin ölümden önce zimmetine taalluk eden bor­cun ödenmesinden sonra yerine getirilmesini emir ve tavsiye etmektedir.

Ödemede borç öncelikli olmakla birlikte vasiyetin borçtan önce zikredilme­si ona verilen önemi belirtmek, vasiyetin inkârını önlemek ve yerine getirilme­sini teşvik etmek içindir. Borca gelince, borcun ödenmesinin ne derece güçlü bir görev olduğu bilinen bir husustur. İster ona öncelik tanınsın, ister tanınmasın. Diğer taraftan burada yer alan "veya" mübahlık içindir ve tertibi gerektirmez. Borcun ödenmesine öncelik tanınmasının delili ise Hz. Ali'nin rivayet edip İbni Cerîr et-Taberî'nin de içinde bulunduğu bir topluluğun kendisinden yaptığı şu rivayettir: Sizler şu "Borçlarından ve yapacağı vasiyetten sonradır" buyruğunu okuyorsunuz. Şüphesiz Resulullah (s.a.) vasiyetten önce borcun ödenmesi hük­münü vermiştir. O bakımdan mirasçılardan herhangi bir kimsenin olsun lehle­rine vasiyet yapılanlardan olsun hiç bir kimsenin borcun ödenmesinden sonra terekede bir hakkı yoktur. Şayet borç terekenin tamamını kuşatacak olursa herhangi bir kimsenin alacak bir şeyi kalmaz. Ölenin kefenlenme ve defnedil­me masrafları ise -insanlığına duyulan saygı dolayısıyla- borcun da vasiyetin de hatta mirasın da önüne geçirilir.

Borcun vasiyet ve mirasın önüne alınmasının sebebi ise, ölenin zimmeti­nin borcu karşılığında rehin olması ve borcun ödenmesinin Allah için yapılan hayırlı işten daha öncelikli olması dolayısıyladır.

Terekenin üçte biri sınırlan çerçevesinde olmak üzere, vasiyetin miras­tan öne alınmasının sebebi ise, Kütüb-i Sitte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel'in Hz. Sa'd'dan rivayet ettikleri "Üçte bir olsun, gerçi üçte bir de çoktur ya" buyruğundaki sünnet-i nebeviyyede vasiyet için izin verilen miktarın bu olması­dır.

Diğer taraftan kişinin işin akıbetlerini bilemeyeceğine dair dikkatinin çe­kilmesi kasdı ile bir ara (mutariza) cümlesinin ayet-i kerimede yer aldığını gö­rüyoruz.

Bununla Yüce Allah şunu beyan etmektedir: Yüce Allah'ın kendileri hak­kında sizlere tavsiyede (emirde) bulunduğu ve miras paylarım tespit ettiği kimseler, sizin babalarınız ve evlâtlannızdır. O bakımdan paylaştırmada zulme sapmayınız. Bazılarını mahrum etmeyiniz. Cahiliye döneminde Arapların yap­tığı gibi yapmayınız. Çünkü sizler menfaat itibariyle kendinize kimlerin daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Yüce Allah bütün bu paylan kesin bir farz olarak emir buyurmuştur. Şüphesiz Yüce Allah yarattıklarına neyin uygun düştüğünü çok iyi bilendir; onların işlerini çekip çevirmekte, düzene koymakta Hakîm olandır. Yani bütün işleri uygun ve doğru olan yerlerine yerleştirendir. O size ancak sizin için faydalı olan şeyleri şeriat yapar. Mirası da sizin aranızda hak, adalet ve maslahat esasına göre paylaştırmıştır. O bakımdan siz de O'nun bu konudaki düzenine tabi olunuz. Cahiliye dönemi insanlarının yaptıkları gibi sizler de kadınlar ve zayıf kimseler gibi mirasçılardan herhangi bir kimseyi mahrum etmekten kaçınınız. [51]

 

Eşlerin Mirası:

 

Kocanın hanımının terekesinden -eğer çocuğu yoksa- yansını alma hakkı vadır. Bu çocuğun kocanın kendisinden olması ile başkasından olması, erkek ya da kız olması, bir ya da fazla olması, doğrudan ondan olması ile hanımının oğlundan yahut oğlunun oğlundan olması arasında bir fark yoktur. Bundan sonra kalan, hanımın çocuklannındır. Kadın ile duhûl (gerdeğe girmiş olmak) şart değildir. Şayet kadının çocuğu varsa koca dörtte bir alır. Geri kalan ise onun farz sahipleri ile asabelerinedir yahut da Hanefîlerin görüşüne göre zevil-erhâm'a (yakın akrabalara) veya başka bir mirasçısı yoksa Beytülmâl'e ait olur.

O hanımlann terekesinde borçların ödenmesinden ve vasiyetlerin yerine getirilmesinden sonra kalan miktar kocanındır.

Şayet ölen kocanın çocuğu yoksa terekenin dörtte biri hanımınmdır. Eğer çocuğu varsa hanım sekizde bir alır.

Eğer hanımlar birden fazla olurlarsa dörtte birde yahut sekizde birde or­taktırlar. Önceden de geçtiği gibi bu, borcun ödenmesinden ve vasiyetin yerine getirilmesinden sonradır. [52]

 

Kelâlenin Mirası:

 

Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde mirasçılan üç kısma ayırmış bulunmak­tadır: Bir kısım, arada bir vasıta olmaksızın ölü ile akraba olanlardır. Onun bu akrabalığı kan akrabalığıdır, bunlar çocuklar ile anne babadır. Bir kısım ise ölüye vasıtasız olarak bağlı olanlardır ki bu bağlılığı akit ile olmaktadır; bunlar da eşlerdir. Diğer bir kısım akraba ise belli bir vasıta ile ölüye bağlı olanlardır. Bunlar da kelâle diye bilinenlerdir. Kelâle, baba ve çocuğun dışında kalanlar­dır. Bu ismin verilmesi ise Yüce Allah'ın beyanda öne aldığı birinci kısmın ak­rabalık bağının kuvvetidir. Bundan sonra ise ikinci kısmı zikretmiş, daha son­ra ise üçüncü kısmı zikretmiştir. Zira ilk iki kısım herhangi bir şekilde miras­tan düşmezler; üçüncü kısım ise böyle değildir, bazan tamamıyla miras hissesi düşebilir.

Tercih edilen görüşe göre kelâle, baba ve çocuğun dışında kalanlardır. Bu, Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)'ın tefsiridir. İbni Cerîr şöyle rivayet etmektedir: Ebu Bekir (r.a.) dedi ki: Ben kelâle hakkında bir görüş belirttim; eğer bu doğru ise o yalnızca ortağı olmayan Allah'tandır. Şayet hatalı ise benden ve şeytandandır, Allah bu hatadan beridir. Gerçek şu ki kelâle, baba ve çocuğun dışında kalan mirasçılardır.

Onun bu açıklamasını kelimenin türediği kök de pekiştirmektedir. Bu ke­lime zayıflıktan alınmadır. Vilâdet (doğum) yolundan gelmeyen akrabalık za­yıf bir akrabalık bağıdır. Vilâdet yoluyla gelen akrabalık ise güçlü bir akraba­lıktır. Ayrıca Yüce Allah babanın olmaması halinde erkek ve kızkardeşlerin mi­ras almaları hükmünü vermiştir. O halde baba kelâleden olmamalıdır.

Nassa göre kelâlenin miras hükmü şudur: Eğer anneleri aynı olan erkek yahut kızkardeş bulunacak olursa, bunların her birisi altıda bir alır. Şayet bunlar daha fazla olurlarsa üçte birde ortaktırlar. Bu konuda ise erkeklerle di­şiler arasında miras payı itibariyle bir farklılık yoktur.

Kelâle ayetinde erkek ve kızkardeşten farkın anne bir kardeşler olduğu­nun delili ise Sa'd b. Ebî Vakkas'm, "Ve onun anne bir erkek yahut kızkardeşi varsa" şeklindeki kıraatidir. Diğer taraftan öz kardeşler Nisa suresinin sonun­da hükmü gelecek olan asabeler arasındadırlar. "Senden fetva isterler, de ki: Al­lah size kelâle hakkında hükmünü şöylece açıklar:..." (Nisa, 4/176). O halde bu­rada onlardan kasıt anne baba bir kardeşler yahut baba bir kardeşlerdir. Tek başına oldukları takdirde malın tümü onlarındır.

Diğer taraftan burada farz hisse ya üçte bir yahut altıda birdir. Bu ise an­nenin farzıdır. O bakımdan anne vasıtasıyla akraba olan kardeşlerin farzının anne bir kardeşler olması uygun düşmektedir.

Özetle: Anne bir kardeşlerin iki durumları söz konusudur:

1- Anne bir erkek yahut kızkardeş tek başına oldukları takdirde onların her birisi altıda bir alır.

2- Anne bir kardeşler birden çok oldukları takdirde üçte biri aralarında eşit olarak paylaştırırlar. Erkek ile dişileri arasında fark yoktur. Çünkü onla­rın müşterek kılınmaları buna delâlet etmektedir.

Anne bir kardeşlerin payları, borcun ödenip vasiyetin uygulanmasından sonra verilir. Bunların ise, mirasçılara ve alacaklılara bir zararının olmaması gerekir. Borç ve vasiyette zarar vermenin ise bir takım halleri vardır:

1- Ölen kişi yabancı birisi lehine malın tümünü kuşatacak yahut bir kıs­mını kuşatacak bir borcu mirasçılara zarar vermek kasdı ile ikrarda bulunur. Bu zarar kasdı ise çoğunlukla kelâle (uzak akrabalar) hakkında ortaya çıkar. Anne, baba, evlât ve eşler için ise bu nadiren görülen bir husustur.

2- Filânda bulunan alacağını daha önce almış olduğunu ikrar etmesi.

3- Üçte birden fazlasını vasiyet etmesi. İbni Abbas der ki: Vasiyette zarar büyük günahlardandır.

4- Yüce Allah'a yakınlaşmak kasdı ile değil de mirasçıların paylarını ek­siltmek maksadıyla malının üçte birini vasiyet etmesi.

Allah kendisiyle amel edilmek ve yerine getirilmek üzere sizlere bunu tav­siye etmekte, emretmekte ve buyurmaktadır. Allah Alîm'dir, Halîm'dir. Alîm'dir, yani kullarının maslahatını ve onlara zararlı olanı, kimlerin mirasa hak kazandığını, kimlerin kazanmadığım çok iyi bilir. Halîm'dir, yani kendisi­ne isyanda bulunarak vasiyetinde mirasçılara yahut da alacaklılarına zarar verenlere ya da kadın yahut çocuklardan herhangi bir kimseyi mirastaki hak­kından mahrum etmesine karşılık vereceği cezasını acilen, çabucak vermeyen­dir.

Buna kulak verip gereği gibi kavrayan kimseleri etkileyici olan bu son ifa­deler, şanı yüce Allah'ın hayır ve maslahatı bildiği için böyle teşrî buyurduğu­na bir işarettir. O bakımdan Müslümanlara düşen Yüce Allah'ın emir ve fariza­larına kulak vermek, O'nun öngördüğü düzene ve sınırlara sıkı sıkıya bağlı kalmaktır. Bundan dolayı haddi aşmamak, hakları azaltmamak gerekir. Yahut da mirasta kadınla erkeği eşit tutmak gibi miras düzeninde akıllarınca tadila­ta gitmemek lâzımdır. Kesin Kur'anî naslarla çatıştığı halde tutarsız ve yanlış bir takım örfler esas alınmamalı, yahut da Batı düzenlerini ve ortaya koyduk­ları kanunları taklit edilmemelidir. Bu sapmalar ise böyle bir uygulamanın adil olduğu ve erkek ile kadın arasındaki haklarda eşitliğin gerekli olduğu id­diası ile yapılmaktadır. Fakat Allah'ın adaleti ötesinde adalet olamaz. Allah'ın rahmetinden üstün bir rahmet olamaz. Ayet-i kerimenin Yüce Allah'ın, "Çocuk­larınız hakkında Allah size emrediyor..." buyruğu ile başlaması Yüce Allah'ın insanlara annenin çocuğuna olan merhametinden daha merhametli olduğunun delilidir. Çünkü Yüce Allah anne ve babaya kendi çocuklarını vasiyet etmekte, onlar hakkında emir vermektedir. Bunu da şu sahih hadis teyit etmektedir: "Şüphesiz Allah kullarına şu annenin çocuğuna olan merhametinden daha merhametlidir..." [53]

 

Miras Ayetlerinden Anlaşılan Diğer Hükümler:

 

1- Yüce Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." buyruğu, "...erkekler için bir pay" buyruğu ile "kadınlar için de bir pay vardır" buyrukla­rında topluca (mücmel olarak) belirtilen hususlar açıklanmakta ve bu da beya­nın, soru vaktinden sonrasına ertelenmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu ayet-i kerime dinin rükünlerinden bir rükün, ahkâmın esaslarından bir esas, Kur"an-ı Kerim'deki ana ayetlerden bir ayettir. Feraiz (İslâm Miras Hukuku) oldukça değerli bir ilimdir. O kadar ki bu tek başına ilmin üçte biri ka­bul edilmiştir. Yarısı kabul edildiğine dair rivayet de vardır. İnsanlar arasın­dan kaldırılacak ve unutulacak ilk ilim de odur. Darekutnî, Ebu Hureyre (r.a.)'den Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Temizi öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Çünkü o ilmin yarısıdır. İlk unutulacak şey odur; ümmetimin arasından ilk kaldırılacak şey de odur."

2- Yüce Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." buyruğu ile ilgili olarak Şafifler şöyle der: Yüce Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." buyruğu sulbden gelen çocuklar hakkında bir hakikattir. Oğ­lun oğlu ise bunun kapsamına mecaz yoluyla girmektedir. O bakımdan bir kim­se oğlunun oğlu varken oğlu olmadığına dair yemin edecek olursa hânis olmaz. Filânın çocuğuna vasiyette bulunacak olursa, çocuğunun çocuğu onun kapsa­mına girmez. Ebu Hanife ise der ki: Eğer sulbünden gelen bir çocuğu yoksa, ço­cuğunun çocuğu kapsama girer.

3- Ayetin zahiri mümin olsun kâfir olsun, mirasın bütün çocuklara verile­ceğini ortaya koymaktadır. Ancak Resulullah (s.a.)'ın, "Müslüman kâfire miras­çı olmaz." [54] ifadesinden Yüce Allah'ın bir takım çocukları kastettiğini bir kıs­mını da maksadın dışında bıraktığını öğreniyoruz. Buna göre Müslüman kâfi­re, kâfir de Müslümana -bu hadisin zahirine göre- mirasçı olmaz.

Hadis-i şerifler mirasa engel hususların üç çeşit olduğunu göstermektedir: Öldürmek, din ihtilâfi ve kölelik. Fakat hata yoluyla öldürmek İmam Malik'e göre mirasa engel değildir. Diğerlerine göre ise engeldir.

Ayetin genel kapsamına Resulullah (s.a.)'ın mirası girmemektedir. Çünkü İmam Ahmed'in rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Biz mi­ras bırakmayız. Ne bırakırsak o bir sadakadır."

en-Nehaî de der ki: Esir de miras alamaz. Ancak ilim ehlinin çoğunluğu şöyle demektedir: Müslüman olarak hayatta kaldığı bilindiği sürece esir miras alır. Çünkü Yüce Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında" buyruğunun kapsamına kâfirlerin elinde bulunan esir de girmektedir.

4- Ayet-i kerimede belirtilen feraiz sahipleri haklarını aldıktan sonra geri kalan, asabeye aittir. Çünkü Hz. Peygamber hadis imamlarının rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Feraizi sahiplerine ulaştırınız. Feraizden arta kalan ise ilk erkek adama verilsin." Yani Yüce Allah'ın Kitabında yer alan feraiz altı çeşittir. Bunlar da yarım, dörtte bir, sekizde bir, üçte iki, üçte bir ve altıda birdir.

Hz. Peygamberin "ilkken kasdı ise en yakın akrabadır.

Yarım, beş kişinin farzı yani hissesidir: Sulbden gelen kız evlât, oğlun kızı, anne baba bir kızkardeş, baba bir kızkardeş ve koca -ki bunlar bu payı almala­rını engelleyen (hacb eden) kimseler bulunmadığı takdirdedir-.

Dörtte bir, hacb eden -ki o da oğuldur- ile birlikte kocanın, hacb eden bu­lunmadığı takdirde de zevcenin ve zevcelerin payıdır.

Sekizde bir, hacbeden ile birlikte hanımın ve hanımların payıdır.

Üçte iki, dört kişinin payıdır: İki kız ve fazlası, oğlun kızı, anne baba bir yahut baba bir kızkardeşler -kendilerini bu payı almaktan hacb eden kimse ol­madığı takdirde-.

Üçte bir, iki grubun payıdır. Bu ise oğlun, oğlun oğlunun ve daha fazla er­kek ve kızkardeşi bulunmadığı durumda annenin payıdır. Diğer grup ise anne­nin iki ve daha fazla çocuğunun payıdır. Bu ise malın tümünün üçte biridir. Ge­riye kalanın üçte biri ise şu meselede anneye aittir: Eğer koca yahut hanım ve anne baba varsa, bu durumda anne kalanın üçte birini alır. Aralarında pay sa­hibi bulunduğu takdirde kardeşlerle birlikte dedenin bulunması meselelerinde de kalanın üçte biri dedenindir.

Altıda bir yedi kişinin bissesidir: Anne baba, çocuk ve oğlun çocuğu ile bir­likte dedenin, bir arada bulunmaları halinde nine ve ninelerin, sulbden gelen kız ile birlikte oğlun kızlarının, anne baba bir kızkardeş ile birlikte baba bir kızkardeşlerin, erkek ya da kız olsun anne bir çocuğunun. Mirasçı fer1 ile ve usûlden mirasçı erkek ile olduğu takdirde, annenin çocuğu mirastan düşer.

Bütün bu farz hisselerin hepsi Yüce Allah'ın Kitab'ından alınmadır. Bun­dan tek istisna, dede ve ninelerdir. Bunların payları da sünnetten çıkartılmış­tır. Peygamber (s.a.)'in nineye altıda bir verdiği sabit olmuştur.

5-  Önceden de açıkladığımız gibi borç ödenip vasiyet yerine getirilmedikçe miras taksimi olmaz.

6- Yüce Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında" diye buyurması ister mevcut ol­sun, isterse de annenin karnında cenin olarak bulunsun, bütün çocukları kap­sar. İster birinci tabakadan olsun, ister ondan sonrası olsun, ister erkek ister kız olsunlar durum değişmez. Bunlardan istisna ise, önceden seçtiği gibi kâfir çocuklardır.

7- Yüce Allah'ın, "Eğer kadınlar ikiden fazla ise mirasın üçte ikisi onların­dır" buyruğundan ayrı olarak Yüce Allah tek bir kadına da, "Ve onun kızkarde­şi varsa terk ettiğinin yarısı onundur" buyruğunda yarım vermektedir. Tek bir kızkardeş kardeşi ile birlikte üçte bir aldığına göre kızkardeşin de üçte iki aldı­ğını anlarız. Denildiğine göre, burada geçen "fazla" kelimesi zaiddir. Yani iki kadın olursa anlamındadır. Yüce Allah'ın, "Boyunların üstünü vurunuz." (En-fal, 8/12) buyruğunda olduğu gibi. Burada maksat boyunları ve onların yukarı­sını vurunuz, demektir. İki kızın üçte iki alacağına dair en güçlü delil ise nüzul sebebinde rivayet edilen sahih hadistir.

8- Şayet kız ile birlikte oğlun kızı da varsa mirasın yansı kızındır. Oğlun kızı ise üçte ikiyi tamamlamak üzere altıda bir alır. İbni Mes'ud'a bu konuda soru sorulmuş O da şöyle demiştir: (Böyle yapmayacak olursam) o takdirde ben sapıtmış olurum, hidayet bulanlardan olmam. Ben onun hakkında Peygamberin verdiği gibi hüküm veriyorum: Kız çocuğu mirasın yarısını alır, oğlun kızı ise üçte ikiyi tamamlamak üzere altıda bir alır, kalan ise kızkardeşindir.

9- Koca ölüp geride hamile hanımını bırakacak olursa hanımın ne doğura­cağı açıkça ortaya çıkıncaya kadar mal bekletilir. Eğer ölü doğarsa miras al­maz, eğer diri doğarsa hem miras alır, hem ondan miras alınır. İki cinsel organı bulunan hünsaya gelince; ilim adamlarının icmasına göre böyle bir kimseye küçük abdestini bozduğu yere göre miras verilir.

10- Yüce Allah'ın, "Anne ve baba" buyruğunda geçen ebeveyn baba kelime­sinin tesniyesi (ikili) şeklidir ya da Araplarca tağlib üslûbu kabilindendir. Nite­kim baba ve anneye ebeveyn, güneş ve ay'a el-kamereyn, gece ve gündüze el-meleveyn derler. Aynı şekilde Ebu Bekir ve Ömer'e de el-Ömereyn derler.

11- Ölenin annesi yok ise ilim adamlarının icmasına göre nine altıda bir alır. Annenin hem kendi annesini hem de babanın annesini hacb edeceği, ayrı­ca babanın ise annenin annesini hacb edemeyeceği hususunda da icma etmiş­lerdir.

Malik'in görüşüne göre ancak iki nine miras alır. Bunlar annenin annesi ile babanın annesi ve bunların anneleridir. Annenin babasının annesi ise hiçbir şekilde miras alamaz.

12- "Her birine mirasın altıda biri vardır" buyruğu ile Yüce Allah çocuk ile birlikte anne babanın her birisinin hissesini tespit etmekte, çocuğun hissesini müphem bırakmaktadır. Bundan dolayı bu durumda erkek ile kız eşittir.

13- Yüce Allah'ın, "Şayet kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir" buyruğuna göre kardeşler anneyi üçte birden altıda bire hacb ederler. Bu ise hacb-ı noksan (eksiltme hacbı) diye bilinir. Kardeşler ister anne baba bir, ister­se anne bir, isterse baba bir olsunlar fark etmez ve onların payları yoktur.

14- Borç vasiyetten Önceliklidir. Buna delil ise, Tirmizî'nin Hz. Ali'den ri­vayetine göre Resulullah (s.a.)'ın vasiyetten önce ödeneceğine dair hüküm ver­mesidir. Bu hususta icma vardır.

Şafiî, ayet-i kerimeyi ileri sürerek zekât ve hac borcunun mirastan önce ol­duğunu belirtir ve der ki: Kişi zekâtında kusurlu davranacak olursa, bunun ze­kâtın sermayesinden alınması icap eder. Çünkü zekât da haklardan bir haktır ve o bakımdan insanların hakları dolayısıyla ölümden sonra ölenin adına bu hakkın ödenmesi gerekir. Özellikle zekâtın harcanma yeri de insanlardır. Ebu Malik ise der ki: Eğer ödenmesini vasiyet edecek olursa, mirasın üçte birinden ödenir. Şayet bir şey belirtmemişse, onun adına zekât namına bir şey verilmez, ta ki mirasçılar fakir kalmasın.

15- Yüce Allah'ın, "Size hangisinin faydaca daha yakın olduğunu bilemez­siniz" buyruğundaki 'yakın' dünyada dua ve sadaka olarak açıklanmıştır. Nite­kim ashabın da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Şüphesiz kişinin derecesi kendisinden sonra çocuğunun duası ile yükseltilir." Müslim ve başkalarının ri­vayet ettiği sahih hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Kişi öldü mü ameli üç husus müstesna kesilir." Ve bunlar arasında şunu da zikreder: "... Veya kendisi­ne dua edecek sâlih bir evlât bırakmışsa..." Ahirette olacağı da söylenmiştir; çünkü evlât daha faziletli olduğundan dolayı babasına şefaatçi olabilir.

Özetle, babalar ve çocuklar dünyada yardımlaşmak, koruyup gözetmek su­retiyle, ahirette de şefaat yoluyla biribirlerine faydalı olurlar. Baba ve oğullar hakkında bu böyle olduğuna göre bütün akrabalar hakkında da durum aynıdır.

16- Erkek ve dişinin farz hisselerinin eşit olduğu tek yer, anne bir kardeş­lerin mirasıdır. Bu da Yüce Allah'ın, "Şayet bunlar bundan daha fazla iseler hepsi... üçte bire ortak olurlar" buyruğundadır. Bu ortak kılma ise çok olsalar dahi erkek ile kızların biribirlerine eşit pay almasını gerektirmektedir.

17- Zarar vermek ve zarara mukabele etmek haramdır. Vasiyette zarar bü­yük günahlardandır. Borç hususunda da böyledir. Yüce Allah, "Ancak zarar ve­rici olmamalıdır" diye buyurmaktadır. Zarar vermek ise burada vasiyet ve bor­ca racidir. Bunun vasiyete raci olması şöyle olabilir: Üçte birden fazlasını ya­hut da mirasçıya vasiyet ederse. Eğer üçte birden fazlasını vasiyet ederse bu, üçte bire indirilir. Mirasçıların bunu geçerli kabul etmeleri hali bundan müs­tesnadır. Çünkü burdaki engelleme Yüce Allah'ın hakkı değil, onların hakları­dır. Şayet bir mirasçıya vasiyet edecek olursa, bu vasiyet miras olur. İlim adamlarının icmasına göre mirasçıya vasiyet caiz değildir.

Bu zarar vermenin borca rücuuna gelince: ikrarda bulunmanın caiz olma­dığı bir durumda ikrar ile olur. Meselâ, hastalığı halinde mirasçısı lehine veya bir arkadaşı lehine ona iyilik kasdıyla ikrarda bulunursa, böyle bir ikrar caiz değildir. İlim adamlarının icmasına göre ölüm hastalığı halinde mirasçı olma­yan bir kimse lehine borç ikrarı, eğer sağlıklı halinden kalma borcu yoksa caiz­dir.

Eğer sağlığı halinde belli bir beyyine ile borcu olduğu anlaşılmışsa ve bir yabancı lehine borç ikrarında bulunursa, aralarında Hanefilerin de bulunduğu bir kesim, sağlıklı halinde ikenki borcuna öncelik tanınır, derler. Şafiî'nin de aralarında yer aldığı bir diğer kesim ise, her iki borç arasında fark yoktur, der­ler.

İbni Abbas der ki: Vasiyette zarar büyük günahlardandır ve ayrıca bunu Hz. Peygamber (s.a.) de ifade etmiştir. Ebu Davud da Ebu Hureyre'den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Bir erkek yahut bir kadın altmış yıl süreyle Allah'a itaat üzere amel eder sonra da ölüm bunlara gelip çatar; yaptıkları va­siyette zarar verirler, bundan dolayı her ikisine de cehennem vacip olur." Maliki mezhebinin meşhur görüşüne göre ise vasiyette bulunanın fiili mirasın üçte bi­ri sınırında kaldığı takdirde zarar verici değildir; çünkü bu, onun hakkıdır. Zi­ra bu üçte birde dilediği şekilde tasarrufta bulunabilir.

18- Yüce Allah'ın, "Allah Alîm'dir, Halîm'dir" buyruğunun anlamı da şu­dur: O kimlerin miras almaya ehil olduklarını çok iyi bilendir, sizin aranızdaki bilgisizlere karşı da halimdir (cezalandırmakta aceleci değildir). [55]

 

Yüce Allah'ın Sınırları

 

13- İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat ederse, onu orada ebediyyen kalmak üzere al­tında ırmaklar akan cennetlere sokar. En büyük kurtuluş işte budur.

14- Kim de Allah'a ve Rasulüne isyan eder sınırlarını aşarsa, onu da orada ebedî kalmak üzere ateşe koyar. Onun için küçültücü bir azap da vardır.

 

Belagat:

 

Yüce Allah'ın, "Kim... itaat ederse" buyruğu ile "fcim ... isyan ederse" buyruklan arasında tıbâk sanatı vardır. [56]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın sınırları..." Sınırlar anlamına gelen hudûd kelimesi "had" keli­mesinin çoğuludur. Burada kasıt, Yüce Allah'ın kullarının gereğince amel et­meleri ve haddi aşmamaları için belirlemiş olduğu şeriat ve hükümlerdir. Hu­dûd kelimesi bazan Allah'ın yasaklamış olduğu haramlar hakkında da kullanı­lır. İşte belli suçlar için tayin edilmiş belli cezalar anlamına gelen "hudûd" ismi de buradan alınmıştır.

"Küçültücü" yani hor kılan, küçük düşüren demektir. [57]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, "Allah Allm'dir, Halîm'dir" buyruğundaki uyarısının muhte­vasını bu ayet-i kerimelerde bir daha pekiştirmektedir. Bununla daha önce geç­miş bulunan yetimlerin mallarına, zevcelerin hükümlerine ve mirasa dair hal­lere ait açıklamaların, Yüce Allah'ın sınırlan olduğuna dikkat çekmektedir. Ya­ni bunlar Yüce Allah'ın sınırlarını belirlediği hükümlerdir. Allah bunları ye­timler, evlilik bağı ve mirasın mirasçılar arasında paylaştırılması hususunda aile hukukunun kanunu yapmıştır. Bu mirasın paylaştırılması ise mirasçıların ölene olan yakınlıkları, ona ihtiyaçları ve onu kaybetmeleri dolayısıyla tespit etmiştir.

İşte bunlar Allah'ın sınırları ve hükümleridir. Sakın bunları aşmayınız, geçmeyiniz. Herhangi bir Müslümanın bu sınırları aşıp geçmesi uygun bir iş değildir.

Her kim Yüce Allah'ın dinden şeriat kıldığı şeylere ve şerefli Rasulüne in­dirdiklerine itaat etmek suretiyle Allah'a, Rabbinden tebliğ etmiş olduğu hü­küm ve ayetlere uymak suretiyle de Rasulüne itaat ederse -ki Rasule itaat şu buyruk gereğince Allah'a da itaattir: "Her kim Rasule itaat ederse Allah'a da itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80). Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere ko­yar. Bizler cennete iman eder ve oranın dünyadaki her türlü nimetin üstünde olduğuna, itaatkâr kulların da orada ebedî kalacaklarına inanırız. İşte bu ebe­dî kurtuluştur (Fevzü'l-azîm). Bu, dünyadaki kurtuluşlara hiç benzemeyen üs­tün zafer ve felahtır.

Kim Allah'ın sınırlarını aşar, Allah'a ve Rasulüne karşı gelir, Allah'ın ha­ramlarını aşıp çiğnerse Allah da onu yakıtı insanlarla taşlar olan bir ateşe ko­yar. Onlar için küçük düşürücü, zelil kılıcı bir azap söz konusudur. Çünkü böy­le bir kimse Allah'ın hükmüne karşı çıkmış ve O'nun koyduğu hükme razı ol­mamıştır.

Cennet ehlinin ebedî nimetlerden yararlanıp biribirleriyle ünsiyet bula­cakları ebedîlikleri ile, cehennem ehlinin yalnız bırakılarak ile en çetin azabı tadacakları ateşteki ebedîlik arasında çok büyük bir fark vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu gün (pişmanlığınız) size asla fayda vermez. Çünkü zulmettiniz. Muhakkak siz azapta da ortaksınız." (Zuhruf, 43/39).

Müminlerin isyankârlarına gelince, onlar da cehennemde günahları mik-tarınca azap görecekler, sonra da cennete girmek üzere çıkarılacaklardır. Azabı gerektirici isyan ise, kasten masiyet işlemek ve onun üzerinde ısrar etmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, kim bir kötülük işler ve güna­hı onu kuşatırsa işte onlar cehennemliktirler, orada ebedî kalıcıdırlar." (Bakara, 2/81). Her nasılsa ayağı kayıp bir masiyet işleyen, sonra da bundan dolayı nef­sini kınayıp tevbe eden, Yüce Allah'ın, "Ve onlar bile bile yaptıkları üzerinde ıs­rar etmezler" (Al-i İmran, 3/135) buyruğunda dile getirilen durumdakilere ge­lince, bunlar kurtulacaklardan olacaklardır. [58]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kendilerine helâli ve haramı açıklayıp şeriat ve hükmü beyan etmiş olma­sı, korkutması, ümitlendirmesi, sakındırması Yüce Allah'ın kullarına olan bü­yük rahmetinin tecellilerindendir. Kim Allah'ın emirlerine itaat eder, masiyet ve kötülüklerden uzak durursa, onun mükâfatı orada ebediyyen kalmak üzere cennettir. Her kim de Allah'a ve peygamberine isyan edecek olur ve bu isyanı küfre kadar götürürse, o cehennemde ebediyyen kalacaktır. Şayet mümin kal­maya devam edip büyük günahları işlemeye devam eder ve Allah'ın emirlerini aşacak olursa, orada ebedîlik söz konusu olmaksızın bir süreye kadar cehen­nem azabını hak eder. [59]

 

Teşriin İlk Dönemlerinde Ahlaksızlığın Cezası

 

15-  Kadınlarınızdan fuhşu irtikap edenlere karşı içinizden dört şahit ge­tirin. Şayet şehadet ederlerse ölüm on­ları alıp götürünceye kadar yahut Al­lah onlara bir çıkar yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun.

16- Sizlerden fuhşu irtikap edenlerin her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe edip ıslah olurlarsa, artık onlardan yüz çevirin. Şüphesiz Allah Tevvâb'dır, Ra-hîm'dir.

 

Belagat:

 

"Ölüm onları alıp götürünceye..." ifadesinde aklî bir mecaz vardır. "Allah onların canlarını alıncaya kadar" demektir. Diğer taraftan "eğer tevbe ederler­se" buyruğu ile "Tevvâbdır" buyruğu arasında ise mugayir cinas vardır. [60]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Fuhşu irtikap edenlere karşı," zina yapan kadınlar demektir, "içinizden" Müslüman erkeklerden "dört şahit getirin; şayet" kadınların aleyhine bu işi yaptıklarına dair "şehadet ederlerse, ölüm onları alıp götürünceye" yani ölüm meleği ruhlarını kabzedinceye "yahut Allah onlara" bu evlerden çıkmak için "bir çıkar yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun" insanlarla birlikte oturup kalkmalarını engellemek suretiyle hapsedin. [61]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Daha önce Yüce Allah evlilik ve miras hususunda erkek ve kadınlaa dair hükümlerini açıkladı. Müminleri Allah'ın sınırlarını aşmaktan sakındırdı. Bundan sonra burada, fuhşu işledikleri yahut haram işledikleri veya zina et­tikleri takdirde onlara uygulanacak hududun hükmünü beyan etti. Çünkü bu, Allah'ın sınırlarının aşıldığı en çirkin masiyetler arasındadır. Ta ki herhangi bir kadın, iffeti terk etmenin müsamaha ile karşılanabilecek bir durum olduğu vehmine kapılmasın. [62]

 

Açıklaması

 

İslâm'ın ilk dönemlerinde hüküm şuydu: Kadın zina eder ve zina ettiği adaletli dört şahidin şahitliği ile sabit olursa, evde hapsedilir ve ölünceye ka­dar oradan çıkmasına imkân verilmezdi. Erkeklerin cezası ise sözlü olarak tah­kir edilmek, ayıplanmak ve ayakkabı ve benzeri şeylerle vurulmak şeklindeydi. Şanı Yüce Allah evlenmemiş olanlar için sopa cezası ve muhsan (evli) erkek ve kadınlar için de recm ile neshedinceye kadar hüküm böylece sürüp gitti. [63]

 

Zina Eden Kadınların Cezası:

 

Ayetin ifadesine göre fuhşu irtikap eden -ki fuhuş çirkin ve kötü iş demek olup bundan kasıt zinadır- kadınların zina ettiklerine dair erkeklerden dört şa­hit tutulur. Eğer dört erkek şahitlik ederlerse, ölüm meleği bunları alıp götü-riinceye yahut da Yüce Allah onlara bir çıkış gösterinceye kadar evlerde alıko­nulur.

Bu, başlangıçta böyleydi. Daha sonra Yüce Allah onlara bir çıkar yol gös­terdi ki, bu da (duruma göre) sopa ve recimdir. İbni Cerir et-Taberî, Yüce Al­lah'ın, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikap edenlere... yahut Allah onlara bir çıkar yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun" buyruğu hakında İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kadın zina ettiği vakit ölünceye kadar evde hapsedilirdi. Bundan sonra ise Yüce Allah, "Zina eden kadın ile zina eden erke­ğin her birine yüzer değnek vurun..." (Nur, 24/2) buyruğunu indirdi. Eğer her ikisi de muhsan (evli) iseler recm edilirlerdi. İşte Allah'ın kendilerine gösterdi­ği çıkar yolları budur.

Müslim ile Sünen sahipleri Übade b. es-Sâmit'ten, o da Peygamber (s.a.)'den şu lafızla bir hadis-i şerif rivayet etmişlerdir: "Benden öğreniniz, ben­den öğreniniz! Allah o kadınlar için bir yol göstermemiş bulunuyor. Evlenme­miş olan erkek evlenmemiş olan kız ile zina ederse yüz sopa ve bir yıl sürgün; evli erkek ile evli kadın birbiriyle zina ederse yüz sopa ve recm cezası vardır.".

İlim adamlarının nihaî görüşü ise Ubade'nin hadisinin son bölümünün nesholunduğu ve Yüce Allah'ın evli zina edenler için gösterdiği yolun sopa ce­zası olmaksızın sadece recm olduğu şeklindedir. Çünkü Resulullah'ın recm et­mekle birlikte sopa cezası vurmadığına dair sahih hadisler de gelmiştir. Onlar da Peygamber (s.a.)'in sahih olarak gelen bu fiilî uygulamasını Ubade'nin hadi-sindeki sözüne karşı delil göstermişlerdir. [64]

 

Zina Eden Erkeklerin Cezası:

 

Ayet-i kerimenin manası şöyledir: Mücahid'in görüşüne göre "fuhşu irti­kap eden" burada zina eden erkeklerdir. es-Süddî ile İbni Zeyd'in görüşüne göre fuhşu irtikap eden evlenmemiş erkek ve kadın -tevbe etmedikleri takdir­de- sözlü olarak yaptıkları bu iş dolayısıyla ayıplanıp azarlanmahdırlar. Şa­yet tevbe eder, işlerini düzeltir, hallerinde bir değişiklik yapar ve işledikleri o ahlâksızlıktan vazgeçip pişman olurlarsa, onlara eziyet etmeyi bırakınız. Çünkü günahından tevbe edenin günahı yok gibidir. Daha sonra Yüce Allah onlardan yüz çevirmenin gerekçesini şu buyruğu ile açıklamaktadır: Şüphesiz Allah kullarının tevbesini çokça kabul edendir, onlara karşı çok merhametli olandır. Onlardan yüz çevirmek, burada onları terk etmek değildir, fakat da­ha önce işlemiş oldukları masiyet sebebiyle onları hakir görerek onlarla iliş­kiyi kesmektir.

Burada hitap ise yönetici olan ulul-emredir. Ayet-i kerime hem zina eden bu kadınların hükmünü hem de bekâr erkek ve kadınların zinalarının hüküm­lerini kapsamakta, fakat evli olup zina eden erkeğin hükmünü açıklamamak-tadır. Muhtemelen bu evli kadının hükmüne kıyas edilmiştir.

Bu ceza İslâm'ın ilk dönemlerinde keyfiyet ve miktarı ile ümmete havale edilmiş tazir kabilindendi. Daha sonra bu, Nur suresinde yer alan, "Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun" (Nur, 24) ayeti ve yukarıda geçen hadis-i şeriflerle neshedilmiştir.

Kur'an-ı Kerim'de neshin varlığını kabul etmeyen Müslim el-Isfahanî'nin görüşüne göre ise, birinci ayet-i kerimeden kasıt, kadınlar arası görülen ve si-hâk tabir edilen (lezbiyenlik)dir. ikinci ayet-i kerime ile kastedilenler ise Lût kavminin fiilini işleyenlerdir. Bu açıklamaya göre ise nesih söz konusu değildir. [65]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ceza İslâm'ın ilk yıllanndaydı. Nitekim Ubâde b. es-Sâmit, Hasan-ı Basrî ve Mücahid de böyle demiştir. Bu hüküm Nur süresindeki ayet-i kerime ile hadis-i şerifte yer alan evli kimse için recm ile neshedilinceye kadar devam etti.

Acaba evlerde alıkoymak bir had miydi, yoksa ileride getirilecek had ceza­sına dair bir tehdit miydi? Bu konuda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre bu had cezası tespit edileceğine dair bir tehdit idi. İkinci görüşe göre ise bu bir had idi. İbni Abbas, Hasan-ı Basrî ve kimi ilim adamları şöyle der: Eziyet et­mek ve ayıplamak sopa cezası ile birlikte ceza olarak bakidir. Çünkü bunlar bi-ribirleriyle çelişmemektedirler. Aksine bunlar tek bir kişi hakkında uygulana­bilirler. Hapsetmek ise icma ile nesholunmuştur.

Zinaya dair adaletli, Müslüman dört erkeğin şahit tutulmasına gelince: Bunun hükmü bakidir, neshedilmemiştir. Şahitlerin Müslüman erkeklerden ol­ması şartı Yüce Allah'ın, "sizden" buyruğu dolayısıyladır. Yüce Allah iddianın büyüklüğünü ortaya koymak ve kulları setretmek üzere özellikle zina için şa­hitliği dört kişi ile belirlemiştir. Zinada şahitlerin dört ile sınırlandırılması Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an-ı Kerim'de sabittir. Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Muhsan kimselere zina iftirasında bulunanlara, sonradan dört şahit getir-meseler seksener değnek vurunuz." (Nûr, 24/4).

Şahitlerde adalet şartının koşulmasına sebep de Yüce Allah'ın satışlarda ve ricatte adalet şartını koşmuş olmasıdır. Zina ise bunlardan daha büyük bir iştir. Ona şahitlik edenlerde böyle bir şartın aranması öncelikle söz konusudur. Bu ise bir delile dayanarak mutlakın mukayyede hamledilmesi kabilindendir.

Şahitlerin zimmet ehlinden olması sahih değildir. İsterse bu konuda hüküm zimmî bir kadının aleyhine olsun. [66]

 

Sopa Cezası ile Sürgün Cezası Birlikte Verilebilir mi?

 

Cumhurun kabul ettiği görüşe göre zina eden kişi sopa cezası ile birlikte sürgüne gönderilir. Çünkü daha önce Ubâde b. es-Samit yoluyla gelen rivayet bunu ifade etmektedir. Ayrıca Ebu Hureyre, Zeyd b. Hâlid ile ücretli bir deli­kanlının (işverenin hanımı ile zina etmesine dair) hadis-i şerifi de bunu ifade etmektedir ki, şöyle denilmektedir: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, şüphesiz ikiniz arasında Allah'ın Kitabı ile hü­küm vereceğim. Senin koyunların ve cariyen sana geri verilecektir" dedikten sonra, oğluna yüz sopa vurdu ve bir sene de sürgüne gönderdi." [67]

Hanefîler ise der ki: Sopa ile birlikte sürgüne göndermek söz konusu değil­dir. Çünkü Kur"an-ı Kerim'de bulunan nasta sadece sopa vurmak söz konusu edilmiştir. Nassa ziyade ise bir nesihtir. O takdirde vahid haber ile kat'î nassın neshi söz konusu olur. Hz. Ömer ise içki içtiği için Rabia b. Umeyye b. Halefi Hayber'e sürgün göndermiş o da Hareklius'a giderek Hristiyanlığa girmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demiştir: Artık bundan sonra bir daha hiç bir Müslümanı sürgüne göndermeyeceğim. (Hanefîler) derler ki: Eğer sürgüne göndermek Allah'ın belirlediği bir had olsaydı, bundan sonra Ömer o işi terk etmezdi.

Buna cevap şudur: Hanefîlerin, nassa ziyade bir neshtir, şeklindeki sözleri kabul edilmez. Aksine bu asıl ile birlikte bir başka hükmü ziyade etmektedir. Diğer taraftan Hanefîler sahih olmayan bir habere dayanarak sudan ayrı ola­rak nebiz ile abdest almayı fazladan kabul etmişler ve Peygamberin akrabala­rına (bunlar Haşim oğulları ile Muttalib oğullarıdır); "Şunu bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri..." (Enfal, 8/41) ayet-i kerimesinde geçen ganimetin beşte birinin verilebilmesi için fakirliği şart koşmuşlardır.

Hz. Ömer ile ilgili ve onun, "Artık bundan sonra bir daha hiç bir Müslü­manı sürgüne göndermeyeceğim" sözünün anlamı ise, içki dolayısıyla gönder­meyeceği şeklindedir. Çünkü Tirmizî ve Nesaî, İbni Ömer'den şöyle rivayet et­mektedirler: Peygamber (s.a.) de sopa vurdu ve sürgüne gönderdi, Ebu Bekir de sopa vurdu ve sürgüne gönderdi, Ömer de sopa vurdu, sürgüne gönderdi."

Sürgüne göndermek ise erkek hakkında söz konusudur. Malikîlerin görü­şüne göre kadın sürgüne gönderilmez. Çünkü kadın sürgüne gönderilecek olur­sa, belki yurdundan çıkarılmasına sebep olan işe yani hayasızlığa, fuhşa daha çok bulaşmasına sebep olabilir. Ayrıca sürgüne göndermek onun erkeklerden sakınmasına halal getirebilir. Diğer taraftan kadın için aslolan ise evinden çık­maması ve evinde kılacağı namazının daha faziletli olduğudur. İşte burada sür­güne göndermeye dair hadisin genel hükmünün, kıyas ile ve lehine tanıklıkta bulunulan maslahat ile tahsis edilmesi söz konusu olmuştur. [68]

 

Tevbenin Kabul Hali Ve Zamanı

 

17- Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler, kötülüğü ancak bilmeden ya­panlar, sonra da çarçabuk tevbe eden­lerdir. İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.

18- Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri işleyip durup da onlardan herhangi bi­rine ölüm çattığında, "Ben şimdi ger­çekten tevbe ettim" diyenlerin ye kâfir olarak öleceklerinki değildir. İşte biz onlar için çok acıklı bir azap hazırla-mışızdır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler..." yani Yüce Allah'ın lütfuyla kabul edeceği tevbeyi yapanlar...

"Bilmeden" yani Rablerine karşı geldiklerinde cahillik ederek karşı gelen­ler. Cahillikten, bilmemekten kasıt ise, aklı başında olan kimseye yakışmayan bir işi işlemekten dolayı söz konusu olan bilgisizlik ve akılsızlıktır. Yoksa fiilen bilmemek değildir. Böyle bir durum ise çoğunlukla şehvetin kabarması yahut kızgınlığın taşması halinde söz konusu olur. Allah'a karşı gelen, isyan eden herkes cahildir. [69]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimede fuhşu irtikap edenlerin tevbesi-nin onlara verilen cezayı, onları azarlamayı, onlara eziyeti terk etmeyi gerek­tirdiğine işaret etmişti. O bakımdan Yüce Allah'ın burada da tevbenin kabul edilme şartını ve vaktini açıklaması uygun düşmektedir. [70]

 

Açıklaması

 

Tevbenin kabulü ve mağfiretin tahakkuku Allah'tan bir lütuf ve bir ihsan olmak üzere, ayakları kayıp masiyet işleyen, bilmeden bu masiyeti irtikap eden ve bu günahın sonuçları, etkileri ve tehlikelerini takdir etmeyen, bununla birlikte de masiyet üzere ısrar etmeyen kimseler içindir. Çünkü bunlar bu ma-siyeti nevalarına uyarak ve şeytanın etkisi altında kalarak işlemişlerdir. İşte bunlar meleğin ruhlarını kabzettiğini gördükten sonra dahi olsa, ölüm halinde gargara diye bilinen vakitten önce can çekişme ardından tevbe ederlerse tevbe-leri makbuldür, onlar için mağfiret söz konusudur.

Bilgisizlikten kasıt o masiyetin haram olduğunu bilmemek değildir. Çün­kü her bir Müslümanın şer"an haram olanı bilmesi istenmiştir. Burada kasıt, şehvetin galeyanı yahut da kızgınlığın aklı bastırması esnasında ne yaptığını bilememe ve aklın başından gittiği haldir.

Mücahid ve başkaları der ki: Hata ile yahut kasten Allah'a isyan eden her­kes günahından vazgeçinceye kadar cahildir. Katade, Ebu'l-Âliye'den şöyle dedi­ğini zikretmektedir: Ebul-Aliye Resulullah (s.a)'ın ashabından şöyle dediklerini naklederdi: Kulun işlediği her bir günah bir cahilliktir. [71] Abdürezzâk da der ki: Ma'mer'in Katade'den haber verdiğine göre Ma'mer şöyle demiştir: Resulullah (s.a.)'ın ashabı bir araya geldiler ve hep birlikte kendisiyle Allah'a karşı gelinen her bir işin -kasten olsun veya olmasın- bir cehalet olduğu görüşünde ittifak et­tiler. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: Ey kendi öz nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." (Zümer, 39/53) Bilgisizlikten kasıt ise, kötü olduğunu bilerek bir fiili işlemektir.

Bunu da Yüce Allah'ın Hz. Yusufun durumunu haber veren şu buyruğu pekiştirmektedir, "... onlara meylederim de cahillerden olurum." (Yusuf, 12/33) Yine Yüce Allah Hz. Nuh'a şöyle buyurmuştur: "Bana hakkında bilgin olmayan bir şeyi sorma. Ben sana cahillerden olmayasın diye öğüt veriyorum." (Hûd, 11/46).

Bilerek isyan etse dahi isyankâra cahil denilmesinin sebebi şudur: Rabbi-ne asi olan kimse Rabbinin nezdindeki sevap ve cezayı gereği gibi takdir ede-bilseydi, hiç bir zaman bu asiliği işlemeye kalkışmazdı. Çünkü böyle bir kimse tehdidin gerçek mahiyetini bilmemesi hali müstesna, o asiliği işleyemez.

İşte birinci şart budur. Yani masiyetin bilgisizce yapılmasıdır, ikinci şart ise, insanın günahını işledikten kısa bir süre sonra tevbe etmesidir. Kısa süre ise İbni Abbas'ın dediği gibi o günahı işlediği süre ile ölüm meleğini göreceği vakit arasındaki süredir. ed-Dahhâk ise der ki: Ölümden önce olduğu sürece bu yakın bir zaman demektir. Çabucak tevbe etmenin anlamı, bu şekilde günah işleyenlerin aradan uzun bir zaman geçmeden tevbe etmesi demektir. Masiye­tin işlenmesi ile ölüm arasındaki süreye kısa süre denilmesi gereğince, kişi bu sürenin hangi diliminde tevbe ederse, yakın bir süre içerisinde tevbe etmiş olur. Aksi takdirde uzak bir süre sonra tevbe etmiş demek olur.

Daha sonra Yüce Allah sözü geçen iki şart ile tevbenin kabul edilmesi ilke­sini pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: İşte Allah, bilgisizce günah işleyip kısa bir süre sonra tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder. Çünkü bunlar yaptıkları üzerinde ısrar etmemiş olurlar.

Allah şehvet ve hiddet karşısında insanın zayıflığını çok iyi bilendir. Bu zayıf varlığın tevbesini kabul etmek de Yüce Allah'ın zatına yakışan oldukça hikmetli bir davranıştır.

Tevbeleri kabul edilecek kimselerin durumunu açıkladıktan sonra Yüce Allah, tevbeleri kabul olunmayacak zatların durumunu söz konusu ederek şöy­le buyurmaktadır:

Ölüm gelip çatıncaya kadar günah işlemeye devam edip duranların bu hal üzereyken yapacakları tevbe kabul edilebilecek bir tevbe değildir. Çünkü o nok­tadan itibaren düzelme umudu yoktur. Tevbenin faydası da yoktur. Bunun bir benzeri Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Fakat bizim azabımızı gördüklerinde tev­beleri onlara bir fayda vermedi." (Mü'min, 40/85). Boğulması esnasında Fira-vun'un söylediği nakledilen şu buyrukta da aynı husus dile getirilmektedir: "İs-railoğullarının iman ettiklerinden başka bir ilâhın olmadığına inandım, ben de Müslümanlardanım, demişti. Şimdi mi? Halbuki bundan önce sen isyan etmiş fesatçılardan olmuştun." (Yunus, 10); "Ölüm geldiğinde "Ya Rab beni dünyaya döndürün" der. Belki terk ettiğim ile salih amel işlerim. (Ona) Asla (denilir). Gerçekten o, onun söylemiş olduğu bir sözden ibarettir." (Mü'minun, 23/99-100).

İkinci olarak, yine kâfir olarak ölenlerin tevbe etmesi (tevbelerinin kabu­lü) söz konusu değildir. Bunun da iki ihtimali vardır: Birinci ihtimale göre bun­dan kasıt, ölümleri yaklaşmış olanlardır yani iman ölümün gelip çattığı esnada kâfirden makbul değildir.

İkinci ihtimale göre kasıt, küfür üzere öldükleri takdirde kâfirlerin tevbe­lerinin kabul olunmayacağıdır.

İşte bunlar yani sözü geçen bu iki kesime Yüce Allah can yakıcı, acı ve ız-dırap verici bir azap hazırlamıştır. Bu azap ise ölünceye kadar ısrarla işledikle­ri kötülüklerin cezasıdır. [72]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ümmet müminlere tevbenin farz olduğunu ittifakla kabul etmiştir. Çünkü Yüce Allah, "Ey müminler! Topluca Allah'a tevbe ediniz" diye buyurmuştur.

Yüce Allah'ın, "Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler ancak..." buyru­ğu ile ilgili olarak, bu ayet-i kerimenin herhangi bir günah işleyen herkes hak­kında umumi olduğu söylenmiştir.

Yalnızca bilgisiz kimseler hakkında olduğu da söylenmiştir. Bir başka yer­de ise günah işleyen herkes hakkında tevbenin söz konusu olduğu belirtilmiş­tir. Bir günahı işlemekle birlikte, bir diğer günahtan tevbe etmek sahihtir. Bu görüş ise şöyle diyen Mutezile'nin görüşüne muhaliftir: Herhangi bir günahı iş­lemeye devam eden (başka günahtan) tevbe edemez. Bir masiyet ile diğeri ara­sında bir fark yoktur.

Ehl-i sünnetin görüşü bundan önceki görüştür.

Kul tevbe ettiği takdirde şanı yüce Allah muhayyerdir; dilerse o tevbeyi kabul eder, dilerse etmez. Mutezile'nin ileri sürdüğü şekilde, tevbenin Allah ta-raftndan kabul edilmesi aklen vacip değildir. Çünkü vacip kılanın, hakkında bir şeyi vacip kıldığı kimseden daha yüksek bir rütbede olması şarttır. Yüce Al­lah ise yaratıkların yaratıcısıdır, malikidir. Onlara mükellefiyetler verendir. Dolayısıyla onun için herhangi bir şeyin vacip olduğunu ileri sürmek uygun olamaz. Yüce Allah bundan yüce ve münezzehtir.

Şanı Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de kullarından isyankâr olanların tevbesi-ni kabul edeceğini haber vermiştir. Ve o yüce Rab vaadinde sadık olandır. Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de bu kabilden olan vaadlerinin bazısı şöyledir: "Kulla­rının tevbesini kabul eden ve günahları affeden O'dur." (Şûra, 42/25); "Onlar Al­lah'ın kullarının tevbesini kabul etmekte, sadakaları alanın ancak kendisi ol­duğunu ve muhakkak tevbeleri kabul edenin... O olduğunu bilmezler mi?" (Tev­be, 9/104); "Muhakak ben tevbe edenlere pek çok mağfiret ederim." (Tâ-Hâ, 20/82). Şanı Yüce Allah'ın kendisi için vacip kıldığı bir takım şeyleri haber ver­mesi, o şeylerin onun için vacip olmasını gerektirir.

Özetle, inanılması gereken esas şudur: Aklen Allah halanda herhangi bir şey vacip olamaz. Kur'an-ı Kerim'deki Bern'i naklin zahiri ise tevbe edenin tev-besinin kabul edileceği şeklindedir.

Tevbe, küfür olsun, onun dışında olsun, bütün günah ve masiyet türlerini kapsar. Rabbine karşı gelip isyan eden her kişi o masiyetinden vazgeçinceye kadar -az önce de geçtiği gibi- cahildir. Bütün dünyevî haller ise kasten veya bilmeden meydana gelsin, hepsi cehalettir.

Hastalık ve ölümden önce olan yakm bir süre zarfında -ki ölümden önce olan her bir şey yalan demektir- tevbenin kabul edilmesinin sebebi olduğu ile ilgili Malikîler şöyle demektedir: Böyle bir zamanda onun tevbesinin sahih oluş sebebi, hâlâ ümidin devam etmesidir. Ve böyle bir kimsenin o fiili terk etmeyi kararlaştırması ve ondan dolayı pişmanlığın sahih olmasından dolayıdır. Tir-mizî'nin rivayetine göre İbni Ömer Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nak­letmektedir: "Şüphesiz Allah kulun tevbesini can çekişmedikçe kabul eder." Tir-mizî der ki: Bu hasen garip bir hadistir. "Can çekişmedikçe" ifadesinin anlamı ise, canının boğazına kadar gelip dayanması ve bir şey ile gargara yapılırkenki noktasına gelmemesi demektir.

Şanı Yüce Allah şu iki kesimin tevbe edenler hükmüne girmesini reddet­mektedir. Birinci kesim ölümün gelip çattığı ve ye's haline düşen, kurtulması artık imkânsız hale gelen kimseler. Firavun'un suda boğulmak üzere batması halinde olduğu gibi. Bu durumda açığa vurduğu imanın ona bir faydası olmadı. Çünkü böyle bir vakitte tevbenin faydası yoktur. Çünkü bu hal mükellefiyetin ortadan kalktığı bir haldir.

İkinci kesim ise, küfür üzere ölen kâfirlerdir. Bunların ahirette tevbeleri yoktur. Yüce Allah'ın, "İşte biz onlar için çok acıklı bir azap hazırlamışızdır" buyruğu ile onlara işaret edilmektedir. Bu acıklı azap ise ebedî olarak cehen­nem azabıdır. Eğer bu buyruğu ile genele işaret edilmekte ise, o takdirde bu, asiler hakkında ebediliğin söz konusu olmayacağı azap türü içindir. Bu da sey-yiatın küfürden aşağı günahlar olarak yorumlanmasına göre açıklamadır. Yani küfürden daha küçük günahlar işleyip de ölüm esnasında tevbe edenlerle, kâfir olarak ölüp de kıyamet gününde tevbe eden kimselerin tevbeleri tevbe değildir (makbul değildir). [73]

 

İslâm'da Kadınlara Davranış

 

(Zorla kadınlara mirasçı olmanın, evlenmelerini engellemenin, zorla mehirle-rinden bir şeyler almanın haram kılınması ve onlarla iyi bir şekilde geçinmek)

19- Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gi­bi, -onlar apaçık bir hayasızlık işleme­dikçe- kendilerine verdiğinizden bazı­sını elde edebilmek için onları zorla­manız da helâl değildir. Onlarla iyi ge­çinin; şayet onlardan hoşlanmadınızsa hoşunuza gitmeyen şeyde Allah çok hayır takdir etmiş olabilir.

20- Eğer bir eş bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın. Onu bir ifti­ra ve apaçık bir günah diye alır mısı­nız?

21- Hem birbirinize karışmış ve onlar sizden kuvvetli bir söz almışken onu nasıl alabilirsiniz?

 

Belagat:

 

"Onlar sizden kuvvetli bir söz almışken" ifadesi açık bir istiaredir. Burada "söz" kelimesi sert akit yerine istiare yoluyla kullanılmıştır. Ayrıca Yüce Al­lah'ın, "Hoşlanmadınızsa... hoşunuza gitmeyen" buyruklarında eksik cinas var­dır.

"Öbürüne yüklerle (mehir), vermiş olsanız" buyruğu mehir olarak verilen şeyin tazim edilmesi ve mübalağa yoluyla ifadesi içindir. Ayrıca bunun kadının mutlak hakkı olduğu anlatılmaktadır.

"Hem., onu nasıl alabilirsiniz?" buyruğu ise azarlama ve yapılanı reddet­mek için bir sorudur. [74]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kadınlara" yani bizzat onlara, "zorla" onları bu işe zorlayarak "mirasçı olmanız size helal olmadığı gibi..." Bu, cahiliye halkının bir uygulaması idi.

Oiûar Ö)ei2 yâkınianmn kadınlarına mirasçı oluyorlardı. Dilerlerse onlarla me-hir vermeksizin evlenirler, dilerlerse başkalarıyla evlendirir, mehirlerini alırlar ya da aldıkları mirası bir çeşit fidye olarak vermedikçe yahut bu halde ölünce­ye kadar evlenmelerine engel olurlar, böylece kadınlara mirasçı olurlardı. İşte bununla bu tür uygulamalar yasaklandı.

"onları zorlamanız da helâl değildir." Yani onlara karşı bir arzu duyma­makla birlikte sırf onlara zarar vermek kasdı ile onları nikâhınız altında tut­mak suretiyle eşlerinizin başkaları ile nikâhlanmasını engellemeyiniz. Bu keli­me zorlayıp sıkıştırma, engelleme, alıkoyma anlamına gelen "el-adTden alın­mıştır. "ed-dâu'1-udâl" da bundan alınmış olup kurtuluşu olmayan hastalık de­mektir.

"Apaçık bir hayasızlık." Hayasızlık (fahişe), oldukça çirkin iş demektir. Ya­ni zina ve serkeşlik etmedikçe anlamındadır. (Apaçık anlamına gelen) el-mü-beyyine kelimesi, bizatihi açık ve net olan demektir. Mübeyyene şeklindeki okuyuşa göre ise açığa çıkartılan demektir. İşte bu durumları ortaya çıktığı takdirde size fidye vererek belli bir bedel karşılığında hul' yapıncaya kadar on­lara zarar vermeye kalkışmanız caiz olur.

"Onlarla iyi geçinin" yani söz, harcama ve mallarında onlara güzel davra­nınız. "Ma'rûf (iyi)" ise güzel tabiatın uygun gördüğü, şeriatın da örfün de in­sanlığın da tepkiyle karşılayıp reddetmediği şeydir.

"Şayet onlardan hoşlanmadınızsa" sabrediniz zira, "hoşunuza gitmeyen şeyde Allah bir çok hayır" yani Yüce Allah onlardan size salih bir evlât bağış­lamak suretiyle onlarda belki bir çok hayır "takdir etmiş" olabilir.

"Bir eşi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz" yani birisini boşa-yıp onun yerine başkasıyla evlenmek isterseniz "öbürüne yüklerle" mehir ol­mak üzere pek çok mal "vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın" "Onu bir iftira" yani iftiraya uğrayanın dehşete düştüğü zulüm ve yalan "veya apaçık bir günah" apaçık haram "diye alır mısınız?"

"Hem birbirinize karışmış" yani birbirinize ulaşmış iseniz; mehri gerekti­ren cima ile eşlerin her birisi ötekine kavuşmuşsa. Yüce Allah burada "karışma (ifdâ)" kelimesini cimadan kinaye olmak üzere müminlere üstün bir edebi öğ­retmek için kullanmış bulunmaktadır. İbni Abbas der ki: Bu ayet-i kerimede if­dâ (karışmak), cima demektir. Fakat şanı yüce Allah kerim olduğu için bunu kinaye yoluyla anlatır."ve onlar sizden kuvvetli bir söz almışken..." Burada sözü geçen kuvvetli söz erkek ile kadını birbirine bağlayan en güçlü, en sağlam ahit-tir. Bu ise Yüce Allah'ın emretmiş olduğu ya kadını ma'rûf ile tutmak yahut da güzellik ile salmaktır."onu nasıl alabilirsiniz?" [75]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ey iman edenler... size helâl değildir" mealindeki 19. ayet-i kerimenin nü­zulü ile ilgili olarak Buharî, Ebu Davud ve Nesaî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Erkek öldüğünde onun velileri karısını almaya herkesten çok hak sahihi idiler. Onlardan birisi dilerse karısı ile evlenebilirdi. Diledikleri takdirde de başkasıyla evlendirirlerdi. O kadının durumu hakkında akrabala­rından daha çok hak sahibi idiler. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil ol­du.

İbni Ebî Hatim ve İbni Cerîr et-Taberî de hasen bir sened ile Ebu Umâme Sehl b. Humeyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ebu Kas b. el-Esved vefat ettiğinde onun oğlu babasının hanımı ile evlenmek istedi. Cahiliye döne­minde böyle bir haklan vardı. İşte bunun üzerine Yüce Allah, "Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir" buyruğunu indirdi.

Müfessirler derler ki: Cahiliye döneminde ve İslâm'ın ilk yıllarında Medi-neliler, birisi ölüp de geriye hanımını bırakmışsa o adamın başka bir kadından olma oğlu yahut onun asabesinden olan akrabaları gelip elbisesini o kadın üze­rine bırakırdı. Böylelikle bu kişi, bu kadın üzerinde kadının kendisinden de, başkalarından da daha bir hak sahibi olurdu. O kişi eğer o kadınla evlenmek isterse, mehirsiz olarak evlenirdi. O kadının aldığı tek mehir sadece ölenin ona vermiş olduğu mehirden ibaret olurdu. Dilerse de kendisinden başkası ile ev­lendirir ve onun mehrini kendisi alır ve kadına bir şey vermezdi. Dilediği tak­dirde ise onu zorlar, ona zarar verir; böylelikle kadının ölenden aldığı mirası kendisine fidye vermesini sağlar yahut da kadın ölür ve kendisi kadına mirasçı olurdu. Ensar"dan Ebu Kays b. el-Esved vefat edip de geriye yine Ensar'dan Kubeyşe adında bir hanım bırakmıştı. O kadından başkasından olma ve Hısn adındaki oğlu gelip elbisesini bu hanım üzerine bıraktı. Böylelikle o kadının ni­kâhına mirasçı oldu, sonra da o kadını terk etti. O kadına yaklaşmadığı gibi ona zarar vermek kasdıyla ona herhangi bir harcamada da bulunmadı. Kadı­nın malını kendisine fidye vererek kurtulmasını sağlamak istemişti. Kadın Re-sulullah'a gidip şikayette bulundu. Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Hak­kında Yüce Allah'ın emri gelinceye kadar git, evinde otur." Bunun üzerine Allah bu ayeti inzal buyurdu. [76]

 

Açıklaması

 

İslâm'dan önce kadın, hakkı yenen bir varlıktı. Yüce Allah evlilik husu­sunda onun bir takım haklarını belirledi ve ona haksızlık yapılmasını yasakla­dı. [77]

 

1- Bizzat Kadınlara Mirasçı Olmanın Haram Kılınması:

 

Kadın miras alınacak bir mal değildir ve ölenin karısı miras olmaz. Ey müminler! Cahiliye halkını taklit edip mal ve eşyaya mirasçı olduğunuz gibi, kadınları miras almanız ve kadınlar hakkında dilediğiniz gibi -onlar bu işten hoşlanmadıkları halde- tasarruf etmeniz ve sizden herhangi bir kimsenin di­lerse o kadınla evlenmesi, dilerse bir başkasıyla evlendirmesi, dilerse evlen­mesine engel olması şeklinde onlarda dilediğinizce tasarruf etmeniz helâl de­ğildir. [78]

 

2- Kadını Engellememek:

 

Yani kadının evlilikten alıkonulması ve sıkıştırılması da helâl değildir. Ka­dınları miras almanız da, elinizden kendisini kurtarması için miras yahut me-hir ve buna benzer bir malı size bedel olarak verinceye kadar sıkıştırmanız da helâl olmaz. İbni Cerîr'in rivayetine göre İbni Zeyd şöyle demiştir: Mekke'de Kureyşlilerden herhangi bir kimse soylu bir kadın ile evlenir; kimi zaman bu kadın ile uyuşamaz, o da kendisinin izni olmadıkça evlenmemesi şartı ile on­dan ayrılırdı. Bunun üzerine gider şahit getirir ve kadının aleyhine olan bu du­rumu belgelendirirdi. Bir kimse gidip o kadına talip oldu mu, eğer dilediğini ona verir ve razı ederse evlenmesine izin verirdi; aksi takdirde müsaade etmez­di. Çoğu zaman da bir mal verip kendilerini kurtarmaları için kadınları baskı altında tuttukları oluyordu.

Kadınları zorlamayı yasaklamaya dair hitap ya kocalaradır yahut da öle­nin zevcesini miras alıp, öldüğünde oğlunun bırakacağı mirası alıncaya kadar o kadını evlenmekten alıkoyan müteveffanın velilerinedir. Ya da bizzat kadının velilerinedir. Ancak bu kabul edilemez. Çünkü kadının velileri o kadına bir şey vermemişlerdir ki, ona verdiklerinin bir kısmını almaları söz konusu olsun. Yüce Allah'ın, "Kendilerine verdiğinizden birazını elde edebilmek için" buyru­ğundan kasıt, onlara verdiğiniz mehri yahut bir kısmını veya kadının sizin üzerinizdeki haklarından bir hakkı ya da bunlardan herhangi birisini, onu zor­da ve baskı altında tutarak size bırakmaları için onlara zarar vermeyiniz, de­mektir.

Daha sonra Yüce Allah kendilerini zorlamanın yani engelleyip sıkıştırma­nın helâl olduğu tek bir hali istisna etmektedir. Bu da zina, hırsızlık, itaatten uzak durup boyun eğmemek gibi apaçık hayasızlık hali, şer'an ve örfen hoşla­nılmayan buna benzer diğer işler. İşte o takdirde erkeklerin verdikleri mehir ve onun dışındaki mallarını geri almak için kadınları zorlamaları caizdir. Çün­kü kötü davranış kadın tarafindandır. Bu hayasızlığın apaçık yani belirgin ve sabit olmasının şart koşulması, erkeğin aşırı gayreti, suçsuz olan zevcesi hak­kında ya da iffetli olan hanımı hakkında hüküm vermekte aşın davranması se­bebiyle mücered kötü zan ve itham sebebiyle onu zorlamanın engellenmesi ve bu durumda erkeğin zulme düşmesinin önlenmesi içindir. [79]

 

3- İyilikle (Maruf ile) Geçinmek:

 

Bunun anlamı güzel sözlü, iyi davranışlı olmak, nafaka ve mesken temi­ninde insaflı hareket etmektir. Kadın hassas duygulara sahip bir varlıktır. Er­keğin kadında görmekten hoşlandığı şeyleri kadın da erkekte görmekten hoşla­nır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kadınların üzerlerindeki hakla­rı gibi maruf bir şekilde kendilerinin de hakları vardır." (Bakara, 2/228). Resu-lullah (s.a.) da İbni Asâkir'in Hz. Ali'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Sizin en hayırlınız ailesi için en hayırlı olanınızdır ve ben aranızda ailesine en hayırlı olanım." Güzel geçinmek ve sürekli güleç yüzlülük Hz. Peygamberin ahlâkı cümlesindendi. O ailesiyle şakalaşır, onlara güzel söz söyler, nafakalarını geniş tutar, hanımları ile gülüşür, hatta Hz. Aişe ile bir sevgi gösterisi olmak üzere koşu yarışı dahi yapardı. Her gece bütün hanımlarını geceyi geçireceği hanımın odasında toplar, kimi zaman hepsiyle birlikte akşam yemeğini yer, sonra da her birisi kendi odasına çekilirdi. Yatsı namazını kıldı mı kendi evine girer, uyumadan önce kısa bir süre aile halkıyla sohbet eder, böylelikle onların gönlünü hoş tutardı. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Resu-lullah'ta sizin için uyulacak güzel örnekler vardır." (Ahzab, 33/21). Hz. Peygam­ber İbni Ömer'in rivayet ettiğine göre Veda Haccı hutbesinde şöyle buyurmuş­tur: "Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiyesinde bulununuz. Onlar sizin yanınızda esir gibidirler. Siz onları Allah'ın emaneti ile aldınız. Allah'ın adı ile onların namusları size helâl kılındı. Sizin onlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Namusunuzu kimseye çiğnetmemek, maruf her­hangi bir hususta size karşı gelmemek onlar üzerindeki hakkınızdır. Bunu yap­tıkları takdirde maruf ölçüler içerisinde onların giyimlerini, yiyeceklerini karşı­lamanız da onların hakkıdır."

Yüce Allah'ın, "Onlarla iyi geçinin" buyruğundaki emir, cahiliyedeki duru­mu red içindir. Çünkü erkekler kadınlarla kötü bir şekilde geçinir, onlara kaba söz söyler, onlara zarar vermeye çalışırlardı.

Şayet huylarındaki bir kusur yahut yaratılışlarındaki çirkinlik veya ev hizmeti gibi yapmaları gereken bir işteki kusurları ya da sizin ondan başkası­na meyletmeniz gibi bir sebep dolayısıyla onlardan hoşlanmayacak olursanız, sabrediniz. Onlara zarar vermek ve onlardan ayrılmakta acele etmeyiniz. Allah onlarda bir çok hayırlar yaratmış olabilir ve onları sizin için hoşlanılacak, razı olunacak zevceler kılabilir yahut da Allah size onlardan asil ve salih evlâtlar verebilir. Hz. Peygamber Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayetine göre şöyle bu­yurmuştur: "Mümin bir erkek mümin bir kadından büsbütün nefret etmesin. Eğer bunun bir huyundan hoşlanmıyor ise bir başka huyundan hoşlanır." Yani ondan ayrılmaya kendisini itecek şekilde büsbütün ona buğzetmesin. Aksine affetsin, bağışlasın ve hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelerek hoşuna giden, sevdiği şeyleri görmeye çalışsın. Eğer erkek konu ile ilgili hadis ve ayet üzerin­de düşünüp gereklerince amel edecek olursa, mutluluğun farkına varır, aileye de mutluluğu tattırır, helâlin en çok buğzedilenine (yani boşanmaya) götüre­cek, bedbahtlığa ve hüsrana düşürecek bütün anlaşmazlıklardan uzak durabi­lir. [80]

 

4- Mehrin Ttümünde Kadının Hakkı:

 

İnsanlarda ve insanın tabiatında zulüm oldukça eskidir. Zalim olan erkek, âdeten kendi gücüne ve boşama hakkının elinde olmasına güvenir. Erkeklerin kadınlara yaptıkları zulüm ve açgözlülüklerinden bir tanesi de şu idi: Erkek karısını boşamak istedi mi ona vermiş olduğu mehri geri almaya çalışırdı. Bu­nun için de pek çok yollara baş vurur, türlü şekillerde baskı altında tutardı. Bunlardan bir tanesi ise kadını apaçık hayasızlıkla itham etmekti. Yüce Allah bunu, "Eğer bir işi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz..." ayeti ve, "Hem birbirinize karışmış..." ayeti ile yasaklamakta, böyle bir işi apaçık bir iftira ve bir günah olarak değerlendirmekte, kadın ile içli dışlı olup da erkekler­den çok ağır bir söz alınmasından sonra, böyle bir şeyi yapmalarını reddetmek­te ve şöyle buyurmaktadır:

Eğer sizler hoşunuza gitmeyen bir hanımın yerine bir başkasını almak istiyor iseniz, sabrediniz ve güzel bir şekilde ayrılınız. O kadını apaçık bir ha­yasızlıkla itham etmeyiniz, ona verdiğiniz mehirden geri bir şey almayınız. İsterse yaptığınız bu ödeme pek büyük bir mal olsun. Daha sonra Yüce Allah şu buyruklanyla onların bu tutumlarını reddetmekte ve onları azarlamakta­dır:

a) "Onu bir iftira veya apaçık bir günah diye alır mısınız?" Yani iftira ede­rek, haksız yolla ve günah kazanarak mı?

Burada iftiranın uygunluğu şöyle açıklanır: Bu iftira (bühtan) yalan iftira­dır. Bu da ya batıl oluşu dolayısıyla insanı hayrete düşüren her batıl için büh­tan tabiri kullanıldığındandır ya da "hayasızlık (fahişe)" ithamının kadına ya­pılması dolayısıyladır. Bu ise kadını tenkit etmektir ve ona bir zulümdür. Ya da ondan mehir almak için kadını batıl olan bir itham ile karşı karşıya bırakmak dolayısıyla bu kelime kullanılmıştır.

b) Sizler herhangi bir günah, Allah'ın sınırlarına bağlılık konusunda her­hangi bir kusur olmaksızın kadınların mehirlerini almayı nasıl helâl kabul edebilirsiniz ve nasıl alabilirsiniz? Halbuki bundan önce siz birbirinizden ya­rarlanmış yahut karşılıklı olarak birbirinizle içli dışlı olmuştunuz. Sizin bu du­rumunuz kimi zaman çocuğun doğmasına da sebep olabilir. Böyle bir bağı nasıl koparabilirsiniz? Kadının gizli kalması gereken hallerini nasıl açığa vurursu­nuz, onun adını nasıl kötüye çıkartabilirsiniz? Haksızlıkla, kızgınlıkla malına tamah ederek bunu nasıl yapabilirsiniz? Halbuki siz çalışabilir ve mal kazana­bilir durumdasınız.

c)  Onlar sizden oldukça sağlam bir söz almışlardı. Yani arkadaşlık ve iyi geçinmek, haklarına riayet edip bağlı kalmak hususunda sizden kesin bir söz almışlardı. Katade ve Mücahid der ki: Buradaki söz Yüce Allah'ın kadınlar le­hine erkeklerden şu buyruğu ile aldığı sözdür: "Ya iyilikle tutmak yahut güzel­likle salmak..." (Bakara, 2/22). Yüce Allah'ın buradaki sözü "kuvvetli" olmak ile nitelendirmesi, sözün alabildiğine sağlam ve önemli oluşundan dolayıdır. Der­ler ki: Yirmi günlük bir arkadaşlık, bir akrabalık gibidir. Peki ya eşler arasında meydana gelen birliktelik ve içlilik dışlılık ne olabilir?

Böyle bir fiil, Yüce Allah'ın şu buyruğunda takdir buyurmuş olduğu sevgi ve rahmet bağını koparmaktır: "Sizin için nefislerinizden sükûn bulacağınız ve aranızda sevgi ve esirgeme kıldığı eşler yaratmış olması da onun ayetlerinden-dir. Şüphesiz bunlarda iyice düşünecek bir topluluk için ayetler vardır." (Rum, 30/21). [81]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah kadınlardan zorla miras almayı yasaklamaktadır. Bundan ka­sıt ise onlara haksızlık yapılmasını ve zarar verilmesini reddetmek, ölenin ha­nımı üzerinde velilerinin mutlak tasarruf hakkı ve bu hanım üzerinde daha bir hak sahibi oldukları şeklindeki çirkin cahiliye adetini iptal etmektir. Çünkü böyle bir şey insanın şeref ve haysiyetine aykırıdır. Kadının saygınlığını sars­maktır, kadını miras alınan bir mal haline getirmektir, önceki kocasına da bir kötülüktür.

Aynı şekilde Yüce Allah kocalara da ölenin velilerine de kadını dilediği kimse ile evlenmesini engellemeyi, onu alıkoyup baskı altında tutmayı da ya­saklamaktadır. Bunun istisnası ise zina, kocasına karşı itaatsizlik ve buna benzer çirkin bir takım işler yapmış olmasıdır. Kocasının kendisine vermiş ol­duğu mehri almak maksadıyla ona baskı yapması yasaklanmıştır. Ancak ser­keşlik etmesi yahut zina etmesi halinde kocasının kadına mehir olarak vermiş olduğu maluı tümünü alması (bunun karşılığında da onu boşaması) helâl olur.

Daha sonra Yüce Allah bütün kocalara ve -maksat çoğunlukla kocalar ol­makla birlikte- velilere kadın ile iyilikle geçinmelerini emretmektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "iyilikle tutmak" buyruğunu andırmaktadır. Bu da kadına hak ettiği nafakayı tastamam vermesi, ona karşı surat asmaması, güzel konuşma­sı, kaba ve haşin olmaması, ondan başkasına meylini açığa vurmamasıyla olur. Geçim (işret) ise içli dışlı olmak ve Mrbiriyle kaynaşmak demektir. Evlilikten sonra kadınlarla güzel geçinmeye dair bu ilâhî emirden maksat ise mutlu, sa­kin, istikrarlı bir hayat ve rahat bir yaşayış ortamını her ikisi için hazırlamak­tır. Bu koca için dinî yönden farz olan bir şeydir. Fakat mahkemede böyle bir şeyi sağlamak için mecbur tutulmaz. Yüce Allah'ın gözetimi, O'nun haşyeti, he­sap vermek için O'nun huzuruna çıkacağının hatırlatılması suretiyle diyaneten farz olan bir şeyin etkisi müminin ruhunda elbette ki mahkeminin kararını he­saba katmaktan daha bir etkileyicidir. Malikîler Yüce Allah'ın, "Onlarla iyi ge­çinin" buyruğunu şuna delil göstermişlerdir: Eğer kadına tek bir hizmetçi yet­miyor ise ona yeteri kadar hizmetçi tutmak görevidir. Tek bir hizmetçinin ye­terli gelmediği halifenin kızı, hükümdarın kızı gibi. Bu dahi kadınlarla iyi ge­çinmek demektir [82]

Şafiî ve Ebu Hanife ise der ki: Tek bir hizmetçiden fazlası gerekli değildir. Bu ise ona hizmet için yeterlidir. Dünyada kendisine tek bir hizmetçinin yet­meyeceği hiçbir kadın yoktur.

Herhangi bir hayasızlık işlemeksizin, yahut serkeşlik etmeksizin, çirkinli­ği yahut kötü huyu sebebiyle eğer zevcesinden hoşlanmamak gibi bir hal orta­ya çıkarsa, erkek için sabretmek ve buna katlanmak menduptur. Çünkü du­rumların değişmesi, kadının kocası ile güzel geçinmeye başlaması, Yüce Al­lah'ın o kadından kendisine salih evlâtlar bağışlaması umulur bir şeydir.

Yüce Allah hanımın sebep olduğu ayrılığın hükmü ile erkeğin meselâ, zina yahut serkeşlik halinde kadından mal alma hakkına sahip olmasının hükmü­nü açıkladıktan sonra, kocanın sebep olduğu ayrılığı söz konusu etmektedir. Eğer koca böyle bir serkeşlik ve kötü geçim olmaksızın boşamak istiyor ise o takdirde hanımından herhangi bir mal isteme hakkına sahip değildir.

Yüce Allah'ın, "Öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile..." buyruğu yüksek miktarda mehir vermenin caiz olduğunun delilidir. "Yükler = kıntar" ise ağırlı­ğı pek çok olan mal demektir. Hz. Ömer ile bir hanım arasında geçen olayın de­laletiyle bu ayet-i kerimeden bu anlaşılmıştır. Söz konusu olay şudur: Hz. Ömer irad ettiği hutbesinde şöyle dedi: "Kadınlara aşın yüksek mehir vermeyi­niz. Çünkü bu, dünyada bir şeref, Allah nezdinde de bir takva olsaydı öncelikle bunu Resulullah (s.a.)'ın yapması gerekirdi. O hanımlarından olsun, kızların­dan olsun hiç birisi için on ukiyyeden fazla mehir verip almamıştır." Bunun üzerine bir kadın ayağa kalkarak dedi ki: "Ey Ömer, Allah bize veriyorken sen bizi mahrum mu edeceksin?" Yüce Allah, "Öbürüne yüklerle mehir vermiş olsa­nız bile ondan hiç bir şey almayın" diye buyurmuyor mu?

Hz. Ömer bunun üzerine dedi ki: Bir kadın görüşünde isabet etti ve Ömer yanıldı. Bir başka rivayette ise Hz. Ömer başını önüne bir süre eğdikten sonra şöyle dedi: Bütün insanlar senden daha fakihtir, ey Ömer! Bir diğer rivayete göre ise: "Bir kadın isabet etti ve bir adam hata etti" dedi ve böyle bir şeye kar­şı çıkmaktan vazgeçti [83] Kimisi de şöyle demiştir: Ayet-i kerime fazla mehir vermek manasına gelmemektedir. Çünkü kıntan misal vermek mübalağa ol­sun diyedir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Hiç kimsenin veremeyeceği bu kadar büyük miktarı vermiş olsanız dahi... İşte Hz. Peygamberin İmam Ahmed tara­fından rivayet edilen İbni Abbas'ın naklettiği şu buyruğu da bu kabildendir: "Her kim Allah için bir mescit inşa ederse isterse bu bir kekliğin yumurtalarını koyacak kadar olsun, Allah da o kimseye cennette bir ev bina eder." Bilindiği gi­bi kekliğin yumurtalarını koyacağı bir yer mescit olamaz. Sünnette olsun As-hab-ı kiramın uygulamalarında olsun az miktarda mehir varit olmuştur. Hz. Peygamber ödeyeceği mehrinde kendisine yardım istemek üzere gelen İbni Ebî Hadred'e mehrinin miktarını sorunca, "ikiyüz" diye cevap verir. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) kızar ve şöyle buyurur: "Sanki sizler altın ve gümüşü Medi­ne'nin kara taşlıklarından yahut bir dağdan çıkarıyor gibi mehir veriyorsu­nuz."

Diğer taraftan Hz. Peygamber mehirlerin kolayını ve miktarını yüksek tutmamayı, başka bir takım hadis-i şeriflerde de irşat buyurmuştur ki, Hâkim, Ahmed ve Beyhakî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunlardan bir tanesidir: "Ona talip olmanın kolaylaştırılması, mehrinin kolaylaştırılması, ka­dının uğurluluğundandır."

İlim adamları mehrin azamisinin sınırı olmadığı hususunda icma etmiş­lerdir. Çünkü Yüce Allah, "Öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile" diye buyurmaktadır. Ancak bunun asgari miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Yüce Allah'ın, "Mallarınızla eş aramanız..." (Nisa, 4/24) buyruğu açıklanırken buna dair bilgiler verilecektir.

Sahih olan görüş şudur: Yüce Allah'ın, "Ondan hiçbir şey almayın" buyru­ğu ile Bakara suresinde yer alan, "Onlara verdiklerinizden bir şey geri alma­nız, sizin için helâl olmaz" (Bakara, 2/229) buyruğu muhkemdir, mensuh değil­dir. Ve bu, kadının isteği ve rızasıyla verdiği "hul" bedelini almanın caiz olması ile çatışmamaktadır. Çünkü hul' bedeli hakkında da Yüce Allah'ın şu buyruğu açık bir ifadeyle dile getirilmiştir: "Eğer siz de onların Allah'ın sınırlarını koru­yamayacaklarından korkarsanız, o halde kadının bir şeyleri fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur..." (Bakara, 2/229).

Ebu Bekir er-Râzî el-Cassâs da der ki: el-Ferrâ'nm naklettiğine göre el-if-dâ (karışmak) kelimesi, duhûl hakkında kullanılmasa bile halvet demektir. Eğer ifdâ, halvet hakkında kullanılan bir kelime ise, ayet-i kerime halvetten sonra ve boşamadan sonra erkeğin kadından geri bir şey almasını yasaklamak­tadır. Çünkü Yüce Allah'ın, "Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz..." buyruğu ayrılmayı ve boşamayı ifade etmektedir. Halvetin ifdâ di­ye adlandırılması ise, ilişki ve duhûlü engelleyen hususların ortadan kalkması­dır.[84]

Bundan anlaşıldığına göre er-Râzî bu ayet-i kerimeyi (20. ayeti) sahih hal­vetin mehrin verilmesini gerektirdiğine delil göstermiştir. Çünkü Yüce Allah kocanın kadından mehrin bir kısmını dahi almasını yasaklamaktadır. Bu ya­saklama ise mutlaktır. Halvetten önce gereğince amel terk edildiğinden dolayı, halvetten sonra gereğince amelin olduğu gibi kalması icap eder.

Fukahanın ise bu hususta farklı görüşleri vardır. Hanefüer ile Hanbelîle-rin görüşüne göre mehir halvet ile kesinlik kazanır. Şafiîlerle Malikîlerin görü­şüne göre mehir cima ile kesinleşir, halvet ile değil. Fakat malikîler yine hanı­mın ilişki söz konusu olmaksızın gerdek sonrası kocasının evinde bir sene kal­ması ile mehrin ödenmesini kabul etmişlerdir. Çünkü sözü geçen süre kocanın evinde kalmak, fiilen ilişki kurmak yerine geçer.

Mehrin halvet ile kesinlik kazanmayacağı görüşünde olanlar bu ayet-i ke­rimenin cima sonrası ile tahsis edildiği görüşündedirler. Buna delil ise Yüce Al­lah'ın, "Hem birbirinize karışmış... iken onu nasıl alabilirsiniz?" buyruğudur. Biribirleriyle karışmaları ise cimadır. [85]

 

Kendileriyle Evlenmek Haram Olan Kadınlar

 

22- Babalarınızın nikahladığı kadın­larla evlenmeyin; ancak geçmiş olan müstesna. Şüphe yok ki o bir hayasız­lık ve bir hışım idi, o ne kötü bir yol­du!

23- Size anneleriniz, kızlarınız, kızkar-deşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, bi­rader kızları, hemşire kızları, sizi em­ziren anneleriniz, süt hemşireleriniz, hanımlarınızın anaları ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olma hi­mayenizde bulunan üvey kızlarınız (bunlarla evlenmeniz) da size haram kılındı. Eğer anneleriyle zifafa girme-mişseniz size bir beis yoktur. Kendi sulbünüzden oğullarınızın hanımları ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (haram) kılındı. Ancak geçmiş olan müstesna. Şüphesiz Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.

 

Belagat:

 

"Size anneleriniz... haram kılındı" buyruğunda muzaf hazfedilmiştir. Allah sizlere anneleri nikâhlamayı haram kıldı, demektir.

"Kendileriyle zifafa girdiğiniz eşleriniz" buyruğunda cimadan kinaye var­dır. "Babalarınızın nikahladığı... nikahlamayınız (evlenmeyiniz)." buyruğunda eksik cinas vardır. [86]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ancak geçmiş olan" geride kalmış olan.

"Bir hayasızlık" bir çirkinlik, "bir hışm" yani Yüce Allah'ın hışmına sebep, demektir. Hışm, buğzun daha şiddetlisidir. Onlar böyle bir evliliğe hışm nikâhı (nikâhul-makt) adını veriyorlardı. "O ne kötü bir yoldur." Böyle bir şeye giden yol ne kötü yoldur!

"Size annelerinizi nikahlamanız "haram kılındı." Bu ifade baba yahut an­ne tarafından nineleri de kapsamaktadır.

"Kendileriyle zifafa girdiğiniz" yani cima ettiğiniz "eşlerinizden olma himayenizde bulunan üvey kızlarınız da size haram kılındı."; rabîbe (üvey kız) kadının başka kocadan olma kızı demektir. Bu ise hanımın başka koca­dan olma kızının, annesinin kocasının evinde birlikte yaşaması dolayısıyla çoğunlukla görülen duruma uygun bir ifadedir. Bundan başka bir mana çı­karmak söz konusu değildir. Yani hanımın başka kocadan olma kızı annesi­nin kocasının evinde annesiyle birlikte yaşamıyor ise dahi üvey babasına ha­ramdır.

"Size bir beis yoktur" yani onlardan ayrıldığınız takdirde (yani kendileriyle zifafa girmediğiniz hanımların) kızlarını nikâhlamakta sizin için günah ve dar­lık söz konusu değildir. İşte ilim adamları buradan şu şer"î kaideyi çıkarmışlar­dır: "Kızlar ile nikâh akdi yapmak annelerini haram kılar. Anneler ile gerdeğe girmek ise kızlarını nikâhlamayı haram kılar."

"Kendi sulbünüzden oğullarınızın hanımları..." Yani oğulların hanımları ile evlenmek de haramdır. Evlatlık edinilmiş oğulların hanımları ise böyle de­ğildir; onları nikahlayabilirsiniz. [87]

 

Nüzul Sebebi

 

"Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin" mealindeki 22. ayet-i kerime şu kimseler hakkında nazil olmuştur: Babasının hanımı Kubeyşe ile evlenen Hısn b. Ebi Kays, yine babasının hanımı ile evlenen el-Esved b. Ha­lef, babasının hanımı el-Esved b. Muttalib'in kızı ile evlenen Safvân b. Umey-ye b. Halef ile babasının hanımı Harice b. Müleyke ile evlenen Mansûr b. Hâzim.

Eş'as b. Sevvâd der ki: Ebu Kays vefat etti. Ensarın salihlerindendi. Oğlu Kays babasının hanımına talip oldu. Analığı ona, "Ben seni oğlum gibi kabul ediyorum, fakat Resulullah (s.a)'m yanma varıp ona danışayım" dedi. Durumu bildirmek için Resulullah'a gitti. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [88]

İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: Cahiliye dö­nemi insanları (kendileriyle evlenilmesi) haram olan (kadın)ları haram kabul ediyorlardı. Bundan tek istisna, babanın hanımı ile evlenmek ve iki kızkardeşi aynı nikâh altında tutmaktı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Babalarınızın nikah­ladığı kadınlarla evlenmeyin, ancak geçmiş olan müstesna" buyruğu ile "iki kızkardeşi birlikte almanız da (haram kılındı), ancak geçmiş olan müstesna" buyruklarını indirdi.

en-Nadr b. Şumeyl ise "el-Mesâlib" adlı eserinde şunu zikretmektedir: Araplardan Hâcib b. Zurâre mecusiliğe girmiş ve kendi kızı ile evlenmişti. Yüce Allah müminlere atalarının bu uygulamalarını yasakladı. [89]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önce yetim kızları nikahlamanın hükmünü, adalet ve nafaka şartı ile helâl olan kadın sayısını açıkladı; hanımlarla güzel geçinmeyi tavsiye buyurdu; haksızca, zulmen mehirlerini almaktan sakındırdı. Bunun akabinde de nesep, sıhrî (evlilik) veya süt emme sebebiyle gerçekleşen akraba­lık bağı dolayısıyla kendileriyle evlenilmesi caiz olmayan kadınları zikretmek­tedir. [90]

 

Açıklaması

 

Ayet-i kerime babanın hanımı ve nesep, evlilik ve süt emmek dolayısıyla akraba olanlarla evlenmeyi haram kılma hükmünü kapsamaktadır. [91]

 

Makt Nikâhı:

 

Yüce Allah, "Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin" ayeti ile babanın hanımını haram kılmıştır. Çünkü o da anneye benzemektedir. Diğer taraftan bu selim bir fıtratın kabul edemeyeceği oldukça çirkin bir fiildir. Aklı başında kimselerce hoşlanılmayan, tiksinilen bir şeydir. Bundan dolayı Arap­lar buna "nikâhu'1-makt" adını vermişlerdir. Babasının hanımından olma çocu­ğa da "makît" adı verilir. Diğer bir sebep ise böyle bir yolun çok kötü bir yol ol­masıdır. Nitekim Yüce Allah, "O ne kötü bir yoldur!" diye buyurmaktadır.

Yüce Allah'ın, "Nikahladığı" buyruğundaki nikâhlamaktan kasıt, İbni Ab-bas'ın dediği gibi, akdin kendisidir. İbni Cerîr et-Taberî ve el-Beyhakî ondan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: 'Babanın kendisi ile evlendiği her bir ka­dın, onunla ister gerdeğe girmiş olsun, ister girmemiş olsun haramdır." Baba­lar ifadesi icma ile dedeleri de kapsar.

Fakat bu ayetin nüzulünden önce geçmiş olan bu tür nikâhlar dolayısıyla bir sorumluluk yoktur. Yani böyle bir nikâh yapan cezayı hak eder; ancak geç­miş olan müstesnadır. Bundan dolayı günah yoktur, affedilmiştir. Buradaki is­tisna munkatıdır, anlamı şudur: Fakat geçmiş olan dolayısıyla sizin için bir ba­şa kakma söz konusu değildir. Burada (mâ) ile kadınlar kastedilmektedir. Akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılmıştır. Bu edatın masdar edatı olduğu da söylenmiştir. O zaman mana şöyle olur: Siz de babalarınızın yaptığı fasit cahi-liye dönemi nikâhları gibi nikâh yapmayınız. [92]

 

Nesep Yahut Sıhrî ya da Süt Akrabalığı Dolayısıyla Haram Kılananlar:

 

Nikâhta iki cins arasındaki karşılıklı ilişkiye aykırı düştükleri için Yüce Allah kendileriyle evlenilmesi haram kılınan kadınları beyan buyurmaktadır. Bunlar altı kısımdır:

1- Usûlün nikâhlanması: Yani anneler ve ninelerin nikâhlanması haram­dır. Çünkü Yüce Allah, "Size anneleriniz... haram kılındı" buyurmaktadır. An­ne kelimesi nineleri de kapsar.

2- Fürû'un nikâhlanması: Yani kız çocuklar, erkek olsun kız olsun çocukla­rın kızları. Çünkü Yüce Allah, "Kızlarınız" diye buyurmuştur. Bundan kasıt ise sulben kız çocuklar ile doğumlarına sebep teşkil ettikleri çocuklarının kızları yani torunlardır.

3- Yakın ve uzak akrabaların nikâhı: Yakınlardan kasıt öz kardeşler yahut baba bir ya da anne bir kızkardeşlerdir. Çünkü Yüce Allah, "Kızkardeşleriniz" diye buyurmuştur. Uzak olanları ise baba ve anne tarafından olanlardır ki, bunlar hala ve teyzelerdir. Çünkü Yüce Allah, "Halalarınız, teyzeleriniz"   bu­yurmuştur. Bu da yukarı doğru dedelerin diğer çocuklarını ve yine yukarı doğ­ru ninelerin çocuklarını da kapsar.

Kardeşlik tarafından akrabalar da uzak akrabalık kabilindendir. Çün­kü Yüce Allah, "Birader kızları, hemşire kızları..." diye buyurmaktadır. Bu ise ister anne babadan birisi tarafından olsun, ister her ikisi tarafından kardeş ol­sun, fark etmez. İşte bu üç tür akraba nesep ciheti ile haram olan akrabalıktır.

4- Süt emme sebebiyle haram olanlar:

Yüce Allah'ın. "Sizi emziren anneleriniz, süt hemşireleriniz..." buyruğu do­layısıyla nesep yoluyla haram kılınan akrabalar, süt yolu ile de haram olurlar. Süt emziren annenin bütün akrabaları süt emen çocuğun akrabalarıdır. Süt emziren süt emenin annesi olur. Onun kızı da süt emenin kızkardeşi olur, koca­sı babası, öbür çocukları da onun kardeşleri olurlar. Buharî ve Müslim'de İbni Abbas'tan Hz. Peygamberden amcası Hz. Hamza'nın kızı ile evlenmesi istenin­ce şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "O bana helâl olmaz. Çünkü o benim süt kardeşimin kızıdır ve nesepten dolayı ne haram oluyorsa süt emmekten do­layı da haram olur." Yine Buhari İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: Hz. Peygamber'e birisi kız çocuk diğeri erkek çocuk emzirmiş iki cariyesi bulunan bir adam hakkında "Bunun erkek çocuğunun ötekinin kız çocuğu ile evlenmesi helâl olur mu?" diye soru sorulmuş. O, "Hayır, birdir." diye buyurmuştur.

Ayetin zahirine göre süt emmenin azı da çoğu gibidir. Hanefiler ile Malikî-lerin görüşü budur. Bir grubun görüşüne göre ise haramlık ancak üç defa ve daha fazla süt emmekle sabit olur. Çünkü Peygamber (s.a.) Müslim ve başkala­rının rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Bir iki defa emmek de haram kılmaz, bir iki defa çocuğun ağzına memeyi vermek de haram kılmaz." Bu İmam Ah-med'den de rivayet edilmiştir.

İmam Şafiî ve İmam Ahmet haram kılmanın beş defa süt emmekten daha aşağısında sabit olmayacağı görüşündedirler. Çünkü Malik ve başkaları Hz. Ai-şe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Kur'an-ı Kerim'den nazil olan buy­ruklar arasında, "bilinen on defa süt emmek" de vardır. Daha sonra bunlar, "Bi­linen beş defa süt emmek" ile neshedildiler. Resulullah (s.a.) vefat ettiğinde bunlar Kur'an-ı Kerim'den okunan buyruklar arasında idi.

Hanefiler ise bu hadis-i şerife haram kılan ayetin vahid haber ile tahsis edilmesinin caiz olmadığını söyleyerek cevap verirler. Çünkü bu ayet-i kerime muhkem ve mana itibariyle zahirdir, maksadı da apaçıktır. Ebu Bekir er-Râzi de Tavus'tan, o İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: İbni Abbas'a süt em­mek hakkında soru sorulmuş o da şöyle demiştir: Herkes bir ya da iki defa süt emmenin haram kılmadığını söylemektedir. Bu önceden böyle idi, bu gün ise tek bir defa dahi süt emmek, haram kılar.

Süt emmek ancak küçük yaşta haram kılıcıdır. Bu ise ilk iki sene içerisin­de olan emmedir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir." (Bakara, 2/223). Darekutnî de İbni Abbas'tan Hz. Peygamberin şu buyruğunu rivayet et­mektedir: "İki yıl içerisinde olmadıkça süt emmek diye bir şey söz konusu ol­maz."

Lebenü'1-fahl diye bilinen süt akrabalığı haram kılıcı mıdır değil midir? Meselâ, bir erkek iki kadın ile evlenir, bu kadınların ondan çocuğu olur. Bun­lardan birisinin kız, diğerinin de erkek çocuk emzirmesi gibi. Lebenü'l-fahl'ın haram kıldığını kabul edenler -ki bu imamların çoğunluğunun görüşüdür- kı­zın erkek ile evlenmesini haram kabul ederler. Çünkü bunlar baba bir süt kar­deştirler. Bu ise nas ile tespit edilmiş bir husustur. Çünkü Buharî'de Hz. Ai-şe'den şöyle dediği sabittir: Ebul-Kuays'ın kardeşi Eflah hicab ayetinin nüzu­lünden sonra Hz. Aişe'nin yanına girmek üzere izin istedi. Hz. Aişe dedi ki: Al­lah'a yemin ederim Resulullah (s.a.)'a sormadıkça Eflah'a izin veremem. Çün­kü beni emziren Ebul-Kuays değildir. Beni emziren bir kadındır. Hz. Aişe dedi ki: Resulullah (s.a.) yanıma girince ey Allah'ın Rasulü, Ebul-Kuays'ın kardeşi Eflah yanıma girmek üzere izin istedi, ben de senden izin almadıkça ona izin vermek istemedim? Şöyle buyurdu: "O senin amcandır, yanına girsin."

5- Sıhrî akrabalık dolayısıyla haram olanlar.

Yüce Allah bu bağı da nesep bağı gibi şereflendirmek üzere üç türlü sıhrî akrabalık sebebiyle evliliği haram kılmıştır:

a) Kocanın kendisi ile gerdeğe girdiği yahut nikâh akdi yaptığı hanımın annesi. Nine de anne gibidir. Çünkü Yüce Allah, "Eşlerinizin anaları" diye bu­yurmaktadır. Hanımın annesinin haram kılınması için kızı ile gerdeğe girme şartı yoktur, mücerred akit yeterlidir; çoğunluğun görüşü budur.

b) Üvey kız evlât (rabîbe): Bu, hanımın başka kocadan olma kızıdır. Ha­ram kılınması için annesiyle gerdeğe girmek şarttır. Aynı şekilde bu kızın ço­cuklarının çocukları da haramdır. Şayet o kadın ile gerdeğe girmeyecek olursa kızları ona haram olmaz. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kendile­riyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden himayenizde bulunan üvey kızlarınız, size ha­ram kılındı. Eğer anneleriyle zifafa girmemişseniz size bir beis yoktur." Yani gerdeğe girmeksizin bir kadını mücerred nikahlamak o erkeğin o kadının baş­ka kocadan olma kızlarını nikahlamasını haram kılmaz.

Hanefîler de derler ki: Bir kadın ile zina edene o kadının usûlü de fürû'u da haram olur. Aynı şekilde şehvetle ona dokunsa yahut öpse yahut şehvetle fercine baksa veya şehvetle hanımının annesinin elini tutsa da hüküm böyle­dir. Bu durumda kendi hanımı ebediyyen ona haram olur.

Fakat sair mezhep imamları Hanefîlere muhalefet eder ve şöyle derler: Zi­na kendisi ile zina edilen kadının usûlünü de fürû'unu da haram kılmaz.

c) Oğulun hanımı ile oğulun oğlunun hanımı da babaya ve dedeye haram­dır. Çünkü Yüce Allah, "Kendi sulbünüzden oğullarınızın hanımları..." diye bu­yurmaktadır. Burada geçen (hanımlar anlamındaki) el-helâil, halîle'nin çoğulu olup zevce demektir. Erkeğe de "halîl" denir. Çünkü eşler aynı yere hulul eder­ler, aynı yatağı paylaşırlar.

Süt oğlunun hanımı da böyledir. Çünkü daha önce geçen hadis-i şerifte, "Nesepten haram olan süt emmekten dolayı da haram olur" diye buyrulmuştur.

Dikkat edilecek olursa eşlerin başka kadından olma kız evlâdının kocanın himayesinde olması çoğunlukla rastlanılan bir durumdur. Yoksa haram kıl­makta bir kayıt olduğu için değildir. Hanımın başka kocadan olma kızı yeni ko­casına, ister babalığının himayesinde bulunsun, ister bulunmasın haram olur. Evlâtlığın zevcesi ise haram değildir. Çünkü evlât edinmek İslâm'da iptal edil­miş, haram kılınmıştır. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ta ki evlâtlıkla­rının zevcelerini boşamadan sonra (onlarla evlenmekte) müminlere bir vebal ol­masın." (Ahzab, 33/37); "Onları babalarına nispet edip çağırın; bu Allah indin­de daha âdildir." (Ahzâb, 33 51.

6- Arızî bir sebep dolayısıyla haram kılınanlar:

Bu, iki kızkardeşı yahut kadını halası, teyzesi, kardeşinin kızı, kızkarde-şinin kızı ile aynı nikâh altında tutmaktır. Bunun kuralı şudur: Akraba olan iki kadının şayet birisi erkek farz edilecek olursa, eğer o erkeğin öbürünü ni­kahlaması haram oluyorsa, bu ikisini aynı nikâh altında bulundurmak haram olur. Bu haramhk onlardan birini boşayıp iddeti sona erinceye kadar devam eder.

Buna delil Ahmed b. Hanbel ile Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ebu Hurey-re'den yaptıkları şu rivayettir: Peygamber (s.a.) kadının halası veya teyzesi ile birlikte nikahlanmışım yasakladı. Tirmizî'nin rivayetinde de şöyle denilmekte­dir: "Kadın halası üzerine, hala kardeşinin kızı üzerine, kadın teyzesi üzerine, teyze kızkardeşinin kızı üzerine, büyük küçük üzerine, küçük büyük üzerine ni­kahlanmaz." İşte bu hadis Yüce Allah'ın, "bunlardan başkası... size helâl kılın­dı." (Nisa, 4/24) buyruğunun genel ifadesini tahsis etmektedir. Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Feyrûz ed-Deylemî'den rivayet ettiği şu hadis de bunu pekiştirmektedir: Deylemî, İslâm'a girdiğinde nikâhı altında iki kızkardeş var­dı. Resulullah (s.a.) ona, "Hangisini istiyorsan onu boşa" diye buyurdu.

İbni Hibbân ve başkalarının rivayetine göre de Peygamber (s.a.) şuna işa­ret etmiştir: "Çünkü siz böyle yapacak olursanız, akrabalık bağını koparırsı­nız." Yani iki kızkardeşi yahut bir kadını yakın akrabası ile birlikte aynı nikâh altında bulundurmanın haram kılınması, âdeten kumalar arasında tiksinti ve nefretin bulunması dolayısıyladır.

Bu haram kılma ise haram kılmadan önce geçenleri kapsamamaktadır. Bundan önce geçenler dolayısıyla sorumluluk yoktur.

Şüphesiz Yüce Allah ezelden beri Gafûr'dur, Rahîm'dir. Geçmişteki kötü amellerinizin etkilerini, tevbe ve O'na dönüş suretiyle de günahlarınızı bağışlar. Sizin için hayır ve maslahatı ihtiva eden, aranızdaki bağları güçlendiren evlilik hükümlerini teşrî buyurmakla da size merhamet buyurur. [93]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerin tefsirini yaparken sert hükümlerin pek çoğu açıklık kazanmış oldu. Burada başka bir takım hükümlere işaret etmekle o hükümleri özetliyo­ruz.

"Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin..." ayet-i kerimesi, baba veya dedenin nikahladığı kadının -geçmişteki müstesna- haram kılındığını gös­termektedir. İstisna munkatı'dır, yani "geçmiş olandan uzak durunuz, onu terk ediniz, ondan dolayı da günah yoktur" anlamındadır. Nitekim Yüce Allah bu­nu, "Şüphe yok ki o bir hayasızlıktı ve bir hışm idi. O ne kötü bir yoldu!" diye nitelendirmektedir. Bu ise böyle bir işin son derece çirkin olduğunun delilidir. Bundan dolayı Araplar buna nikâhu'1-makt adını vermişlerdi. Bu ise erkeğin, boşaması yahut ölmesi halinde babasının karısı ile evlenmesidir. Böyle bir ka­dının çocuğu olursa ona, "el-maktî" denilirdi. Makt, asıl itibariyle buğz demek­tir.

İlim adamları, zevcesinin babanın zina ettiği kadının oğluna haram oldu­ğu gibi zina eden kadının da o erkeğin oğluna haram olup olmayacağı hususun­da farklı görüşlere sahiptirler. Haram olmuyorsa o takdirde haram olan ilişki, helâl olan ilişki gibi haramlığı gerektirici bir sebep olmaz. Yine hanımın annesi de zina dolayısıyla kocaya haram olur mu olmaz mı konusunda farklı görüşlere sahiptirler.

Hanefîler, Evzaî, es-Sevrî, İbnü'l-Kasım'm kendisinden yaptığı rivayette Malik, birinci görüşü kabul etmişlerdir. el-Leys, Şafiî ve Muvatta'da ondan ge­len rivayete göre Malik ikinci görüşü kabul etmişlerdir. Malikîlerce tercih edi­len görüş de budur.

Görüş ayrılığının sebebi ise, nikâh lafzının müşterek bir mana ifade etme­sidir. Bu kelime hem ilişki hem de akit hakkında kullanılır. "Ayet-i kerimeden kasıt ilişkidir" diyenler, zina yoluyla dahi olsa, kendisiyle ilişki kurulan kadını haram kabul ederler. Bu kelimenin ilişki hakkında kullanıldığı buyruklardan bazısı: "Ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça" (Bakara, 2/230); "Zina eden erkek ancak zina eden bir kadın yahut müşrik bir kadın ile nikâhlanabi-lir." (Nur, 24/3). Çünkü kasıt akit olsaydı burada yalan söylemiş olmak söz ko­nusu olurdu. Yüce Allah'ın, "Nikâh çağına ulaşıncaya kadar yetimleri sınayı­nız." (Nisa, 4/6) buyruğu ile zayıf bir hadiste Hz. Peygamberin, "Elini nikahla­yan (istimna yapan) melundur" hadisinde de bu kelime bu manadadır.

"Bundan kasıt akittir" diyenler ise zina sebebiyle bu tür akrabaları haram kabul etmezler. Bu kelimenin akit anlamında kullanıldığı buyruklardan bir kısmı şunlardır: "Mümin kadınları nikahladıktan sonra onlara dokunmadan önce boşadığınız takdirde" (Ahzab, 33/43); "Sizden bekârları nikahlayınız." (Nur, 24/32); "Hoşunuza giden kadınlardan... nikahlayınız." (Nisa, 4/3). Hz. Peygamberin İbni Mace tarafından rivayet edilen şu hadis-i şerifi de buna ör­nektir: "Nikâh benim sünnetimdendir." Burada söz konusu edilen nikâh akdidir. Yine şu hadiste, "Ben nikâhtan (yani nikâhlı evlilikten) doğdum, zinadan değil." buyrulmaktadır.

Ayetin ilişkiye hamledilmesi mi daha tercih edilir, akde hamledilmesi mi? Hanefîlerin görüşüne göre tercih edilen, ayet-i kerimede nikâh ile ilişkinin kas­tedildiğidir. Çünkü nikâh ilişki hakkında hakikat, akit hakkında mecazdır. Ayetin hakikate hamledilmesi daha uygundur, ta ki mecaza hamledildiğine da­ir delil ortada oluncaya kadar. Eğer bundan kasıt ilişki ise, o takdirde helâl olan ilişki ile haram olan ilişki arasında da bir fark kalmaz. Haramlığı gerek­tirmede ise ilişki akitten daha bir ileridir. Çünkü bizler mubah olan ne kadar ilişki buluyorsak, mutlaka onun haramlığı getirdiğini de görüyoruz. Malik ol­duğu cariyesi ile ilişki kurmak ve şüphe nikâhı gibi. Ancak haram kılmayı ge­rektirmeyen sahih bir ilişki de biliyoruz; o da anneye nikâh akdi yapmanın kı­zını haram yapmamasıdır. Ancak onunla ilişki kuracak olursa kızı haram olur. İşte bundan biz. ilişkinin varlığının haramı gerektirmenin illeti olduğunu öğre­niyoruz. O halde bu ilişki nasıl olursa olsun, ister mubah ister yasak olsun, ha­ram kılmalıdır.

Şafiîlerin görüşüne göre ise nikâh her ne kadar akit hakkında mecazî ise de akit hakkında ünlenmiş ve artık onun için hakikat anlamını ifade eder hale gelmiştir. Nitekim akika, hakikat itibariyle doğan küçük çocuğun başındaki sa­çın adıdır. Daha sonra ise mecazen saçının tıraş edilmesi halinde kesilen koyun hakkında kullanılmaya başlanmıştır. Bu o kadar kullanılmaya başlandı ki, so­nunda bu mana hakkında hakikat haline gelmiştir ve mutlak olarak kullanıl­dığında bu anlaşılır olmuştur. Diğer taraftan Yüce Allah haram kılman bu ka­dınlar ile birlikte evliliği ifade eden tabirler kullanmıştır. Yüce Allah'ın şu buy­ruklarında olduğu gibi: "Sulbünüzden oğullarınızın hanımları"; "eşlerinizin anaları" gibi. Diğer taraftan zina bir hayasızlık ve bir hışım sebebi olduğuna göre, nasıl onun hakkında bir haramlık kabul edilebilir? Ayrıca zina ile nesep sabit olmadığına göre zina ile evlilik haramlığı da sabit olmaz. Tercih edilen gö­rüş de budur.

"Size anneleriniz... haram kılındı" ayet-i kerimesi nesep yoluyla yedi kadı­nın haram kılındığını göstermektedir. Bunlar ise anne ve ne kadar yukarı doğ­ru çıkarlarsa çıksınlar nineler; kız ve ne kadar aşağı inerlerse insinler çocukla­rın kızları, kızkardeş, hala, teyze, kardeş kızı ve kızkardeşin kızı.

Annenin haram kılınışı ayetten anlaşılmaktadır. Çünkü anne kelimesi doğrudan anne hakkında hakikat, nine hakkında mecazîdir. Ninelerin haram kılınması icmadan da anlaşılır. Kimisi, "Ayet-i kerimeden anlaşılır" demekte­dir. Çünkü anne, doğrudan anne hakkında kullanılır, nine ise mana yoluyla müşterek lafız kabilinden anne diye alınır.

Zinadan doğma kız ise Yüce Allah'ın, "Kızlarını" buyruğunun kapsamına girer mi? Ebu Hanife der ki: Bu da ayet-i kerimenin kapsamına girer ve haramhğa sahiptir. Çünkü bu kız da onun suyundan yaratılmış, onun bir parçası­dır. O bakımdan böyle bir kız babasına haramdır. Şafiî der ki: Böyle bir kız, ayetin kapsamına girmez. Şer1! kızın haramlığı onun için söz konusu değildir. Çünkü sâri' ona kız evlâdı hükmünü vermemiştir. O bakımdan o kız çocuğu an­nesinden mirasçı kılmadığı gibi, onunla halveti de mubah kılmaz; ayrıca erke­ğe bu kızın üzerinde velayet hakkı vermez. Diğer taraftan o kızı kendi nesebine ilhak etme hakkı da yoktur. Çünkü Hz. Peygamber, İmam Ahmed ve Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ebu Hureyre'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Çocuk döşeğe aittir. Zinakâra ise mahrumiyet vardır."

Son dönemde bazı ilim adamları zina çocuğuna kıyasen Ebu Hanife'nin gö­rüşünü tercih etmiştir. Çünkü buna annesi haram olur. Zira o annesinden bir parça olarak yaratılmıştır. Diğer başkaları ise Malikîlerle Şafiîlerin görüşünü tercih etmekte ve hatta zinayı akrabalık, sıhrî akrabalık ve süt emmek seviye­sinde dahi kabul etmemektedir. Şer"î kaide ise nikmetin nimete götüren bir yol olamayacağı şeklinde tespit edilmiştir.

Ayet-i kerime nesep yoluyla olmaksızın altı kişinin de haram olduğunun delilidir. Bunlar şunlardır:

Süt anne, süt kızkardeş, süt emziren süt annenin bütün usûl ve fürû'u, zevcelerin anneleri, anneleriyle gerdeğe girilmiş başka kocadan üvey kız evlât­lar. Oğulların hanımları, iki kızkardeşi aynı nikâhı altında bulundurmak, hala, teyze, erkek kardeşin kızı ve kızkardeşin kızı da kızkardeş gibidir.

Evlâtlık edinilen erkeğin hanımını ise, İslâm cahiliye Araplarmm kabul ettiklerinin hilâfına helâl kabul etmiştir. Peygamber (s.a.) önceden evlâtlık edinmiş olduğu Zeyd b. Hârise'nin hanımı olan Cahş kızı Zeyneb ile Yüce Al­lah'ın şu buyruğu ile amel ederek evlenmiştir: "Ne zaman ki Zeyd o kadından ihtiyacını yerine getirdi (onu boşadı), biz de onu seninle evlendirdik. Ta ki evlât­lıklarının hanımlarını boşadıktan sonra (onlarla evlenmekte) müminlere bir ve­bal olmasın." (Ahzab, 33/37); "Onları babalarına nispet edip çağırın. Bu Allah indinde daha âdildir." (Ahzab, 33/5). İlim adamları Yüce Allah'ın, "Eşlerinizin anaları ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizin himayesinde bulunan üvey kızlarınız..." buyruğundan şu şekilde bir şer"î kaide çıkarmışlardır: "Kızlara ni­kâh akdi yapmak annelerini haram kılar. Anneler ile zifafa girmek ise kızları haram kılar." Kadının annesi kızına mücerrred akit yapılması ile haram olur. Kocası onunla ister gerdeğe girsin, ister girmesin. Üvey kız evlât ise üvey baba, annesiyle gerdeğe girmedikçe mücerred akit ile haram olmaz. Eğer annesini gerdeğe girmeden önce boşayacak olursa, kızı ile evlenmesi caiz olur.

Yüce Allah'ın, "... size anneleriniz haram kılındı..." buyruğu, annelerin ha­ram kılınmasının her durumda umumi olduğunu göstermektedir; bu, hiç bir şekilde tahsis edilemez. Aynı şekilde sözü geçen diğer muharrematın haram kı­lınışı da böyledir. Bu haram kılma ebedî ve daimîdir.

Süt akrabalığı dolayısıyla haram kılma da bütünüyle haram kılma gibidir. Daha önce geçen hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nesep yoluyla ne haram oluyorsa süt emmek yoluyla da haram olur." İmam Malik'in açıkça ifade ettiği gibi, kadının süt erkek kardeşi ile birlikte hacca gitmesi caiz­dir.

İlim adamları, babaların nikâh akdi yaptığı kadınların, oğullan için ha­ram olduğunu, aynı şekilde oğulların akit ile aldıklarının da babalar için ha­ram olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Akit ile birlikte ilişki olsun yahut olmasın fark etmez. Çünkü Yüce Allah, "Babalarınızın nikahladığı kadınlar­la evlenmeyin" buyruğu ile, "Kendi sulbünüzden oğullarınızın hanımları..." buyruğu bunu gerektirmektedir. Bunlardan herhangi birisi fasit bir nikâh ile de nikâhlanacak olur ise, diğerinin o kadını tıpkı sahih nikâhla haram olduğu gibi, akit ile alması haram olur. Çünkü fasit nikâhın eğer fasit olduğu ittifak­la kabul edilmiş ise, herhangi bir hüküm gerekmez ve varlığı ile yokluğu bir olur. Şayet hakkında ihtilâf edilmiş ise o takdirde sahih nikâha taalluk eden haramlık, aynen ona da taalluk eder. Çünkü bunun da nikâh olma ihtimali vardır, böylelikle mutlak lafzın kapsamına girer. Evlilik konularında eğer he­lâl ve haram çatışacak olur ise, haram kılmaya üstünlük tanınır. İbnü'1-Mün-zir der ki: Çeşitli bölge ilim adamlarından ilim bellenen herkes icma ile şunu kabul etmiştir: Erkek fasit bir nikâh ile bir kadınla cinsî ilişkide bulunacak olur ise, o kadın babasına da, oğluna da, dedelerine ve torunlarına da haram olur.

Zina yoluyla ilişki kurmak ise, Hanefîlerin görüşüne göre anneyi ve kız ço­cuğu haram kılar ve bu helâl nikâh gibidir. Buna delil ise Cüreyc kıssası ve o kıssadaki şu ifadelerdir: Ey evlât, senin baban kimdir? O, "Filân çobandır" diye cevap verdi.

İşte bu, zinanın helâl ilişkiyi haram kıldığı gibi haram kıldığının delilidir.

Malikîler ve Şafiîler ise der ki: Zinanın bu kabilden bir hükmü yoktur. Çünkü Yüce Allah, "Eşlerinizin anaları" diye buyurmaktadır. Kişinin zina etti­ği kadın ise eşlerinin analarından sayılmadığı gibi, onun kızı da üvey kızı sa­yılmaz. Darekutnî Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a bir kadın ile zina edip o kadın ile veya kızı ile evlenmek isteyen bir ada­mın durumu hakkında soru soruldu, şöyle buyurdu: "Haram olan bir şey helâli haram kılamaz. Ancak nikâh ile olan bir şey haram kılar."

Lût kavminin amelini işleyene gelince, Malik, Şafiî ve Hanefîler derler ki: Lutîlik ile nikâh haram olmaz.

İlim adamları icma ile şunu kabul ederler: Erkek hanımını ricat yapabile­ceği bir talâk ile boşadığı takdirde o kadının kızkardeşini yahut ondan başka dört hanımı -boşadığı kadının iddeti bitmedikçe- nikâhlayamaz.

Ancak ricat yapma imkânı olmadığı, bâin bir talâk ile boşamış olması ha­linde, farklı görüşlere sahiptirler. Hanefîlerle Hanbelîler derler ki: Böyle bir kadının kızkardeşini ve onun dışında dört hanımı nikahlama hakkına sahiptir.

Müslüman bir kimse tek bir akitte iki kızkardeşin nikâhını (kendisine) ya­pacak olursa, Ebu Hanife'ye göre nikâhları batıl olur. Malik ve Şafiî'nin görüsüne göre ise, ikisinden birisini seçmekte muhayyer bırakılır. İster ikisini tek bir akitte nikahlamış olsun, ister ayrı akitte nikahlamış olsun, fark etmez.

Cahiliye döneminde iki kızkardeşin nikâhına gelince: Bu sahih bir nikâh­tır. Fakat erkek İslam'a girdiğinde bunlardan birisini seçmekle mükelleftir.

Özetle: Hişam b. Abdullah b. Muhammed b. el-Hasen'in şöyle dediği riva­yet edilmektedir: Cahiliye dönemi insanları bu ayet-i kerimede sözü geçen ni-kâhlanmaları haram olan bütün kadınların nikâhlarının haram olduğunu bili­yorlardı. Bundan yalnızca iki tanesi müstesna idi:

Birincisi, babanın hanımını nikahlamak; ikincisi ise, iki kızkardeşi bir arada nikâh altında tutmak.

Nitekim Yüce Allah, "Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin, ancak geçmiş olan müstesna." buyurduğu gibi, "İki kızkardeşi birlikte almanız da (haram kılındı), ancak geçmiş olan müstesna" diye buyurmakta; fakat ni-kâhlanmaları haram kılınan diğer hanımlar hakkında, "Ancak geçmiş olan müstesna" diye buyurmamaktadır. [94]

 

Evli Kadınlarla Nikâhlanmanın Haramlığı, Mehri Verildiği Takdirde Mahrem Olmayan Kadınlarla Evlenmenin Meşruluğu

 

24- (Savaş esiri olarak) sahip olduğu­nuz kadınlar (cariyeler, kadın köleleri­niz) müstesna olmak üzere diğer bütün kocalı (evli) kadınlar (ile evlenmeniz de) size haram kılındı. Bu (haramlık) sizin üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır.) Onların haricindekiler ise -namuslu ve zinaya sapmamış kim­seler olarak (yaşamanız şartıyla) mal­larınızla (mehir vermek veya satın al­mak suretiyle) ara(yıp nikâh yap)ma-nız için -size helâl edildi. O halde on­lardan hangisinden faydalandıysamz ücretini (mehrini) kararlaştırıldığı şe­kilde verin. O mehrin miktarını tespit ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile ittifak ettiğiniz (uyuştuğunuz) şey (miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bi­licidir, mutlak olarak hüküm ve hik­met sahibidir.

 

Belagat:

 

"Muhsinîn" ve "musâfihîn" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır. "Ucû-rahünne" lafzında "ücret" kelimesi, "mehir" hakkında istiare olarak kullanıl­mıştır. Çünkü mehir, şeklen ücrete benzer. [95]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kocası bulunan kadınlarla (el-muhsenât'la) nikâhlanmanız size haram kılındı".  Çünkü onlar kocanın himayesi ve koruması altına girmişlerdir.

"el-İhsân" kelimesi Kur'an-ı Kerim'de dört manadan biri için kullanılır:

1- Tezevvüc, evlenmek; ayette bu manadadır.

2- İslâm'a girmek. Nisa suresinin, 25. ayetinde ise bu manaya gelmektedir.

3- İffetli olmak: Bu ayetteki "Namuslu ve zinaya sapmamış insanlar halinde yaşamanız..." cümlesi ile Nur suresinin. 4. ayetinde: "Namuslu, iffetli kadın­lara zina iftirası atan ve sonra da d:rt sah:t getiremeyenler..." kısmında bu anlamda kullanılmıştır.

4- Hürriyet. Nisa suresinin. 25 ayetteki ~Hür ve müslüman kadınları ni­kâhla alacak bir bolluğa gücü cümlesinde olduğu gibi. Aynı ayette "fuhuş işleyen cariyelerin cezası hur kadınların cezasının yarısıdır, ifadesi bu­lunmaktadır.

Bütün bunlarda menetmek, nefsi harama düşmekten korumak manası bu­lunmaktadır. Evlenen kırnse nefsini zinadan korur, müslüman olan kendini ölümden kurtarır, iffet ve namuslu kişi kendini fuhuştan alıkor, hürriyetine kavuşan da başkasının mülkiyetine düşmekten kendini kurtarır.

"İhsanr. Sünnette de evlenme manasında varit olmuştur. Ebu Davud'un Hz. Ali ır.a. >"den naklettiğine göre Resulullah (s.a.): "Evli olsun, evli olmasın, sahibi olduğunuz kölelerinize de had cezası uygulayınız" buyurmuştur.

"Sağ ellerinizin malik olduğu (kadınlar)" yani meşru bir cihatta esir ola­rak tutulup malik olduğunuz cariyeler, demektir. Bunların daru'l-harpte bulu­nan kocaları ile olan nikâhları artık bozulmuş olur. Hamile olanları çocuğu do­ğurarak, hamile olmayanlar da bir hayız görüp sonra temizlenerek istibra et­tikten, gebelik şüphesinden tamamen kurtulduktan sonra zevce olarak onları almak müminlere helâldir. Hanefiler, bunun helâl olması için kadın ile kocası arasında dâr-ı ihtilâf (ayrı ülkelerde bulunmayı) şart koşmuşlardır; kadın ko­casıyla birlikte esir edilmişse başkasının onu nikahlaması helâl olmaz.

"Bu (haramlık) sizin üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır)." Yani, bunu size Allah haram kılmıştır. "Onların haricindekiler size helâl edildi"; bu zikredilen kadınların dışındaki kadınları nikahlamanız mubahtır.

"Mallarınızla arayıp nikâh yapmanız" yani, mehirlerini ödeyerek kadın­larla nikahlanmak istemeniz. "Namuslu ve zinaya sapmamış kimseler olarak" evlenerek, veya iffetinizi koruyarak... Böyle olunuz ki mallarınızı ziyan etme­yin, helâl olmayan yollarda mallarınızı harcayıp fakirliğe düşerek hem dünya­da, hem de ahirette hüsrana uğramaym. Bu iki hüsrana birden uğramaktan daha büyük bir zarar ve mefsedet olamaz. "Ücretlerin" yani mehirlerin... Asıl olarak "ecr", bir iş, bir menfaat gibi bir şeyin mukabilinde verilen karşılık, mü­kâfat demektir. Mehir de kadından helâl yolla yararlanma karşılığında verilir.

"O mehrin miktarını tespit ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuş­tuğunuz şey (miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur." Sizler ve nikahlaya­cağınız kadınlar tayin edilen mehrin tamamını veya bir kısmını indirmek ya da daha da arttırmak için ittfak ederseniz, üzerinize bir günah, vebal ve daral­ma olmaz.

"Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilicidir". Neyin kullarına daha uygun oldu­ğunu bilen, hüküm ve hikmet sahibdir. Onlar için aldığı tedbir ve takdirinde bir çok hikmetler vardır. [96]

 

Nüzul Sebebi

 

Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin, Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den ri­vayetlerine göre Ebu Said şöyle demiştir: Evsafta ele geçirilen esirlerden bazı kadın esirler de bize düştü. Bunların kocaları vardı. Böyle evli durumdaki ka­dınlara yaklaşmayı kerih gördük ve Peygamberimiz (s.a.)'e durumu sorduk. Bunun üzerine "Savaş esiri olarak sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar (cari­yeler) müstesna olmak üzere diğer bütün kocalı kadınlarla evlenmeniz de size haram edildi." ayet-i kerimesi indi. Yani Allah'ın size harp ganimeti olarak na­sip ettikleri helâldir, denmiştir. Biz de bu ayetin gelmesi üzerine onlarla müna­sebeti helâl saydık.

Taberanî İbni Abbas (r.a.)'tan tahric ederek şöyle demiştir: Ayet Huneyn gü­nü inmiştir. Allah Teâlâ Huneyn fethini müyesser kılınca müslümanlar Ehl-i Ki­tap kadınlardan kocaları bulunan bir takım kadın esirler elde ettiler. Bir erkek kendi payına düşen esir kadına yaklaşmak istediğinde kadın "Benim kocam var" diyordu. Mesele hakkında Resulullah (a.s.)'a soruldu. Hemen bu ayet nazil oldu.

"Aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey (miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur" kısmının iniş sebebi şudur: İbni Cerir et-Taberî Amra b. Sü­leyman'dan, o da babasından naklediyor. Babası şöyle demiştir: Hadramî'nin söylediğine göre bir takım erkekler mehir takdir ve tespit ederler, sonra da on­lardan bir ödeme güçlüğüne düşerdi. Bunun üzerine: "O mehrin miktarını ta-rin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey (miktar) hakkın-ia üzerinize bir vebal yoktur" ayet-i kerimesi nazil oldu. [97]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerime baş tarafı itibariyle kendinden önce geçen ve nesep, radâ' emzirme), musâharet (evlilik vasıtasıyla akrabalık) sebebi ile veya zevcenin Lizkardeşi ve halası gibi geçici bir sebeple nikâhlanması haram olan kadınlara lit hükümlerle ilgilidir. O yüzden mehir verilmesi şartıyla ve zina değil, iffetini nuhafaza etmek maksadı ile haram olmayan kadınların mübahlığı yolunun ikredilmesi münasip bulunmuştur. [98]

 

Açıklaması

 

"Muhsanat (= evli kadınlar)" lafzı yukarıda geçen ve nikâhlanması haram lan "anneleriniz, kızlarınız..." ayetine matuftur.

Mana şöyledir: Evli olan kadınları nikahlamanız da size haram kılmmış-ır. Ancak bizimle kâfir düşmanlar arasında dini koruma gayesiyle vuku bulan, ömürmek için ele geçirmek ve işgal arzusuyla olmayan meşru cihad neticesi lınan esir kadınlar bu hükmün dışındadırlar. Ayet-i kerime kocalı kadınları ikâhlamanın haram olduğuna delildir. Fakat esir alınan kadınlar bundan ha-îçtirler. Eğer kocaları kâfir olarak daru'l-harpte kalırlarsa, onları esir almanız ski nikâhlarını düşürür, fesheder.

Esir edilen kadınlardan biriyle evlenmek, o kadının kefalet altına alınma­sı, ırzını ayaklar altına düşürmekten veya karnını doyurma yolu aramaktan korunması için bir usuldür.

"Kadınlar" kaydı, genellik ifade edip her evli kadını da içine alsın diye ge­tirilmiştir.

"Kitabellah" diye masdar ile getirilmesi tekit ifade etmesi içindir. Yani, Allah size bunu yazdı, farz kıldı; başka bir tabirle: "Allah, bu çeşitleri haram kıldığını kuvvetli bir şekilde takdir etti, şüphe ve değiştirme olmaksızın masla­hata uygun şekilde sabit olarak farz kıldı," demektir.

Allah Teâlâ, zikredilen muharremât (haram kılınanlar) dışındaki kadınla­rı ise size helâl kıldı.

Bunun dışında kalanlar, namuslu ve zinaya sapmamış kimseler olarak mehir olmak üzere vereceğiniz mallar ile istemeniz için size helâl kılınmıştır. Mallarınızı zina yolunda ziyan etmeyin ki mallar elinizden çıkıp fakirliğe düş-meyesiniz. Size helâl olan bu kadınlardan evlendiğinize ecri, yani mehri veri­niz. Kadından istifade etmenin mukabili olduğu için mehire ecir ismi verilmiş­tir. Bu hüküm Allah Teâlâ tarafından farz kılınmıştır.

"Ferîdaten" lafzı, ya 'farz kılınmış' manasına 'ecirler* lafzından haldir; ya da tekit edici masdardır; Allah onu bir farz kıldı, demek olur. Çünkü mehir, evllik ak­di yapılırken tayin ve tespit edilir. Nitekim "Eğer onlara bir mehir tayin etmiş bu­lunursanız" (Bakara, 2/237) ve "Kendileriyle temas etmediğiniz, yahut kendilerine bir mehir tayin eylemediğiniz kadınlar..." (Bakara, 2/236) ayetlerinde böyledir.

Yahut da maksat, zevcenin hakkı olan ve Allah Teâlâ'nm farz ve meşru kıldığı, kesin bir şekilde emrettiği mehri ödemeye teşviktir; bunda pazarlığa veya ondan kaçmaya imkân yoktur.

Lâkin evlilik akdinden sonra yapacakları anlaşma ve uyuşmalar sebebiyle de eşlere herhangi bir günah veya sıkıntı da olamaz. Kadın, kocasının mehir borcunun hepsini veya bir kısmını affedebilir, hibe edebilir, yahut koca mehir miktarını arttırabilir; beraberce anlaşıp karar verirlerse, bu hususlarda her­hangi bir mani yoktur. Tespit edildikten sonra mehir miktarında anlaşarak ya­pılacak indirme, hepsini terk etme veya arttırma mubahtır, meşrudur. Zira ev­lilikten maksat bu birlikteliğin, samimilik, sevgi, yardımlaşma ve şefkatten oluşan metin bir temel üzere kurulu olmasıdır. Allah Teâlâ, mahlukatm hayrı nerededir, niyetler nedir, hepsini bilir. Onlar için tedbir ve takdir ettiği hüküm­lerde hikmet sahibidir; lütuf ve rahmetiyle haklarından sadece hayır ve salâh olacak şeyleri meşru kılar. [99]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime altı hükme delâlet etmektedir:

1- Kocaların hakkı gözetilerek, evlilik fiilen mevcut olduğu müddetçe veya iddet beklerken evli kadınları nikahlamak haram kılınmıştır. Boşanıp da iddetleri biterse helâl olur. Allah Teâlâ, muharramât arasında bulunan kadınların ha­ram oldukları kaidesine ihtiram gösterme lüzumunu "(Bu), üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır)." ayetiyle pekiştirmiştir. O bir ahit ve misaktır, aynı za­manda insanlarla eski Arapların âdetleri arasını ayıran bir tahrim emridir.

2- Cihad esnasında esir alınmış ve satın alınmış esir cariyeler helâldir. Çünkü esaret, şayet kocaları kâfir olarak dârul-harpte kalmış iseler daha ev­velki evliliklerini feshetmeğe götürür.

Hanefîlere göre esir kadın ile kocası arasında ihtilâf-ı dâr (ülkelerin ayrı olması) şartı vardır. Eğer kadın, kocası ile birlikte esir düşerse, başkasına helâl olmaz. Çünkü kocanın malik olduğu şeyler hakkında ahdi ve masumiyeti (do­kunulmazlığı) vardır. Karısı da malik olduğu şeyler cümlesinden olduğuna göre kendisiyle onun arasına herhangi bir şekilde engel konulamaz.

Diğer mezheplere göre ise karı kocanın beraberce yahut ayrı ayrı esir edil­meleri arasında bir fark yoktur.

Fakat esir alınan kadının, eğer hamile ise doğurması, hamile değilse hayız görmesi suretiyle istibrası (rahminin temiz olmasının sağlanması) lâzım gelir. Hasan-ı Basrî der ki: Resulullah (s.a.)'m ashabı esir kadının hayız görmesi yo­luyla istibrasını beklerlerdi. Ebu Davud rivayet etmiş, Hâkim de sahih kabul etmiştir ki Ebu Saîd el-Hudrî'den, Evtâs'ta esir edilen kadınlar hakkında rivayet edilen bir hadis şöyledir: "Hamile ile doğurup nifası bitirene, hamile ol­mayanla da bir hayız görüp hayızı bitirene kadar cima edilmez."

Ulemanın hepsi kocalı olsun, kocasız olsun esir alınan kadının bir hayız ile istibrasının gerçekleşeceği görüşündedir.

Şunu da hatırda tutmak gerekir ki İslâm dini esir ve cariye alma işini ken­disi farz ve lüzumlu kılmış değildir. Esaret müessesesi bütün milletler tarafın­dan meşru kabul edilmişti. Haram kılmamış olması misliyle muamele maksadı­na dayanıyordu. Çünkü o devirlerde kölelik sistemi hareketin, iktisadî ve sosyal hayatın esasını teşkil ediyordu. Düşmanların bizden esir aldıklarını köle yapma­sı, bizim ise onlardan alman esirleri köle kabul etmememiz makul sayılamazdı.

Nice zamanlarda kölelik, bir efendinin yanında biraz daha geniş bir geçim yolu temini içindi. Bu durum, kadına göre daha başka bir şekilde beliriyordu. Zira kadının kocası genellikle savaşta ölmüş olurdu. Kadının, bir fesada alet ya da topluma yük olmaması için kendine bakacak, ihtiyacını sağlayacak, iffet ve namusunu koruyacak birinin himayesinde bulunması kendi menfaatine idi.

3- "Anneleriniz... size haram kılındı." (Nisa, 4/23) ayetinde belirtilen mahrem kadınların haricinde kalan bütün yabancı kadınlarla evlenmek mubahtır. Mah­rem kadınlar sınıfına Sünnet-i Nebeviyede, bir kadın ile halasını veya teyzesini aynı anda nikâhı altında tutmak da ilâve edilmiştir. Müslim ve başka imamların Ebu Hureyre (r.a.)'den naklettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kadın ile halası, kadın ile teyzesi arası (aynı nikâh altında) cem edilemez." [100]

Ulema nezdinde cem'de (iki kadım aynı nikâh altına almada) haramlık öl­çüsü, İmam Şa'bî'nin şu sözünde ifade edilmiştir: Birini erkek yerine koyduğu­muzda diğeri ile evlenmesi caiz olmayacak durumdaki iki kadının arasını (aynı nikâh altında) birleştirmek batıldır.

Haram oluşun illeti, bu şekildeki bir cem'in, genellikle kumalar arasında kıskançlık sebebiyle vuku bulan kavga ve ihtlâflar neticesinde yakın akrabalık bağlarının kopmasına yol açmasıdır. İbni Abbas der ki: Resulullah (s.a.) bir er­keğin bir kadınla hala veya teyzesi üzerine evlenmesini yasakladı ve buyurdu ki: "Bunu yaparsanız akrabalık (rahim) bağını kesmiş olursunuz."

4- Allah Teâlâ, mehir ihtiva eden bir evlilik akti ile kadınlardan istifade etmeyi mubah kılmıştır. Mehir, şer'an kendisinden yararlanılan mütekavvim (değerli) olan maldır. Bu da mehrin vacip olduğuna delildir. Mal takdir edil­meksizin yapılan evlilikte, mübahlık gerçekleşmez. Şarap, domuz veya temel­lükü sahih olmayan nesneler üzerine yapılan akitlerdeki gibi hakkında izin ve­rilmemiş şarta göre yapılmış gibi olur.

5- "O halde onlardan hangisinden faydalandıysanız ücretini (mehrini) tak­dir edildiği şekilde verin" ayeti mehre 'ecr5 ismi verildiğini, bunun bud' (istim-tâ= faydalanma) karşılığında olduğunu göstermektedir. Çünkü menfaatin kar­şılığına ecir adı verilir. Lafzın zahirine göre akde konu olan şey kadının bedeni, bud', menfaat, hilliyet, kadından istifadenin helâl oluşudur. Zira akit bunların hepsini de gerektirir.

Ayetin manası hakkında ulema arasında iki görüş vardır:

a) el-Hasen, Mücahid ve diğer bazı alimler şöyle derler: Sahih nikâh yo­luyla kadınlarla cima ederek faydalandığınızda mehirlerini veriniz. Cima bir defa vaki olduğunda artık şayet mehir müsemmâ (miktarı tespit edilmiş) ise tamamını vermek, müsemma değil ise misli (dengi kadınlara verilen miktarı) vacip olur.

Nikâh fasit ise mehr-i misil icap eder. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:"Hangi kadın velisinin izni bulunmaksızın evlenmişse nikâhı ba­tıldır. Şayet zifafa girmişse, kocasının onun fercini istiklâline (cinsî ilşkiyi helâl saymasına) karşılık kadının mehr-i misle hakkı vardır." [101]

Onlara göre ayetin mut'a nikâhının caiz olduğuna hamledilmesi mümkün değildir. Mut'a nikâhı, kadının bir gün, bir hafta veya bir ay gibi belirli bir müddete kadar nikâhlanması demektir. Çünkü Resulullah (s.a.) mut'a nikâhını yasaklamış ve haram kılmıştır. Allah Teâlâ: "Kadınları sahiplerinin izniyle kendinize nikahlayın." (Nisa, 4/25) buyurmaktadır. Aile ve sahiplerinin izniyle yapılan nikâhın ise, veli ve iki şahit huzurunda akdedilen sert nikâh olduğu malûmdur. Halbuki mut'a nikâhı o şekilde değildir.

b) Cumhura göre ise ayetten murad, İslâm'ın ilk devirlerindeki mut'a ni­kâhıdır. İslâm'ın başlangıç döneminde mut'aya ruhsat vardı. Mücahitlerin kadınlarından uzakta bulunmaları ve zinaya düşme korkusuyla cihad sırasında Hz. Peygamber (s.a.) tarafından bir veya iki defa o hususta izin verilmişti. Me­sele iki zarardan daha hafif olanını işlemek kabilinden idi ve ilk dönemlerde tahrîm ile alâkalı olmayan af prensibi esasına göreydi. Hadise Evtâs Gazvesi ve Mekke'nin fethi senesinde cereyan etmişti. Sonra Resulullah (s.a.) mut'ayı haram kılmış ve haramlığı üzerinde hüküm karar bulmuştur. Şu ayet-i kerime de buna delildir: "(Felaha eren o müminler) kendi zevceleri ve cariyeleri hariç, ırzlarını (zinadan) koruyanlardır." (Mü'minun, 23/6). Mut'a ne bir nikâhtır, ne de kişinin malik olduğu cariyeden istifade etmesidir. Dârakutnî'nin rivayetine göre Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) mut'ayı yasakladı. Mut'a, ni­kâh imkânını bulamayan içindi. Bu, nikâh, talâk iddet bekleme, kadın ve koca arasında mirasçı olma gibi durumlara ait hükümler inince nesholundu. Sahi-hayn'da Hz. Ali (r.a.)'den sabit olduğuna göre o şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.) Hayber günü mut'a nikâhını ve ehlî eşek eti yemeyi yasakladı." Müslim'in Sahih'inde geçen başka bir lafza göre Sebra b. Ma'bed el-Cühenî adlı bir zât, Mekke'nin fethi gününde Resulullah (s.a.) ile beraber gazaya katıldı. Hz. Pey­gamber (s.a.) o gün şöyle buyurdu: "Ey insanlar, kadınlardan mut'a nikâhı ile istifade hususunda size izin vermiştim. Artık muhakkak Allah bu işi kıyamet gününe kadar haram kılmıştır. Kimin yanında onlardan bir kadın varsa hemen ona yol versin. Hem onlara bir şey (mal) verdiyseniz geriye almayınız."

Hz. Ömer (r.a.) de mut'a nikâhından nehyetmiştir. Mut'a nikâhının kıya­mete kadar haram olduğuna dair pek çok hadis vardır. Zaten İmamiyye Şia'sı­nın pek çok şartlara bağlı olarak cevaz verdiği şekilde bir mut'a nikâhı şekli de bugün uygulanmamaktadır. Zira bugün mut'a yapan, o kadınla evlilik, onun if­fetini korumak gibi bir maksat gütmemekte, amacı sifâh (zina) olmaktadır. Er­kek, cima ve sonuçlarına bağlı kalmadığı gibi, kadın da iddet hükümlerine uy­mamaktadır.

Müfessir İbnul-Arabî der ki: İbni Abbas (r.a.)'ın mut'anm caiz olduğu gö­rüşünde olduğu rivayet edilmişse de sonra o görüşten döndüğü sabit olmuştur. Binaenaleyh icma, mut'anm haramlığı üzerinde karar bulmuş, kesinleşmiştir. Dört mezhep de mut'anın batıl olduğu hususunda ittifak halindedir. Yalnız İmam Züfer, evliliğin sahih, ama vakit tayninin batıl olduğunu söylemiştir.

Mut'a nikâhı yoluyla bir kadınla zifafa giren kimseye had cezası gerekir mi?

Hanefî, Şafiî ve Hanbelilere göre meselede bir şüphe bahis konusu olduğu için had cezası verilmez. Fakat akit şüphesine binaen tazir edilir ve cezaya çarptırılır. Malikîlerde mezhebin meşhur görüşüne göre ise recm (taşlama) ce­zası verilir.

6- "Onlara ücretlerini (mehirlerini) veriniz" cümlesi, mal ve onun haricin­deki ayni menfaatlere de şamildir. Alimlerin cumhuru bu görüştedir.

Ancak İmam Ebu Hanife şöyle der: Bir menfaat karşılığında evlenirse ni­kâh caizdir ve bu kişi kadın için kesin bir mehir tespit etmeyen kişi hükmün­dedir. Şayet zifafa girerse, kadın mehr-i misi hakkına sahip olur. Zifaf olmazsa mut'a (bir kaç parça elbise) verilir.

Cumhur Sehl b. Sa'd'den gelen Mevhube hadisine dayanır. Hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Git, bu kadını, bulduğun Kur'an-ı Kerim (ayetler) karşılığında sana nikahladım." Başka bir rivayet ise: "Kalk onu sana tezvic et­tim. Ona Kurban öğret." [102] şeklindedir. Şuayb (a.s.) da kızını, mehir mukabilin­de koyunlarını gütmesi şartıyla Hz. Musa (a.s.)'ya nikahlamıştı.

7- Cenab-ı Hakk'm "O mehrin miktarını tespit ettikten sonra aranızda gö­nül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey fmiktarj hakkında üstünüze bir vebal yoktur." ayeti, mehirde arttırma ve eksiltme yapmanın caiz olduğuna delâlet etmekte­dir. Bu, farz olan miktar kararlaştırıldıktan sonra karşılıklı rıza ile olursa caiz­dir. Kadının mehirden kocasını ibra etmesi, yahut kocanın, zifaftan önce kadını boşadığı takdirde, mehrin hepsini tamamen ödemesi murad olunmaktadır. [103]

 

Cariye İle Evliliğin Şartları, Fuhuş İrtikâp Ederlerse Cezası

 

25- Sizden kim hür ve müslüman ka­dınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiremezse o halde sağ ellerinizin ma­lik olduğu mümin cariyelerden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (meydana gelmişsiniz)dir. O halde -iffetli olan, zina et­meyen, dost da edinmeyen kadınlar ol­mak üzere- onlarla, sahiplerinin izniy­le nikahlanın. Ücretlerini de maruf şe­kilde onlara verin. Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâp ettikleri tak­dirde o zaman üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir. (Ca­riyeler almak hususundaki) bu (izin), içinizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir. Sabret­meniz ise sizin için daha hayırlıdır. Al­lah hakkıyla yarlığayıcıdır, çok esirge­yicidir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah sizin imanınızı en iyi bilendir." Yani zahir ile yetininiz, sırlan ve gizlenen yönleri Allah'a bırakınız. O, onların tafsilâtını daha iyi bilir. Nice cari­ye, hür kadından daha üstündür. Cariyeyi nikahlamak da tabiî bir şeydir.

"Kiminiz kiminizdendir." Dinî bakımdan siz ve onlar eşitsiniz, o halde ge­rektiğinde onları da nikâhlamaktan çekinmeyin.

"O halde iffetli olan, zina etmeyen, dost da edinmeyen kadınlar olmak üzere..." Burada ayetin metninde geçen hıdn (= dost) kelimesi, hem kadın hem erkek için kullanılır; "sahiplerinin" efendilerinin "izniyle evlenin. Onlara ücret­lerini" mehirlerini "verin."

"Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâp ettiler mi, o vakit onlara hür ba­kire kadınlara verilen cezanın yarısı verilir,'' o da elli değnektir. Recmolunmaz-lar, zira recm cezası yarıya bölünmez.

Metinde geçen "anet" sıkıntı, meşakkat demek olup burada zina manası­nadır. Zinaya bu isim, dünyada had cezası sebebiyle meşakkate, ahirette de azaba sebep olduğu için verilmiştir.

"İçinizden zinaya düşmekten korkanlar..." Bu ifadeye göre zinaya düşmek­ten korkmayan hür kimselere cariye ile nikahlanmak helâl değildir. İmam Şa­fiî'ye göre hür bir kadının mehrini temin edebilecek kimseye de cariye nikahla­mak helâl olmaz.

"Mümine olan cariyelerinizden..." Bu ifadeye göre de nikâhlanacak cariye­nin mümine olması gerekir. Erkek, hür kadına verecek mehri temin edemese ve zinaya düşme korkusu bulunsa bile, kâfire olan cariyeleri nikahlaması caiz ol­maz. [104]

"Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır." Çocuğunun da köle olmaması için cariyeleri nikahlamamanız, sabretmeniz daha iyidir. [105]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet, öncekinin devamıdır. Yukarıdaki ayet muharremât (haram kılınanlar) dışındaki bütün yabancı kadınlarla evlenmenin mubah olduğunu açıkladıktan sonra bu da, cariyelerle evlenmenin hükmünü, fuhuş yaptıkların­da kendilerine gerekecek cezayı beyan etmektedir. Allah Teâlâ nikâhla alınma­sı helâl olan ve olmayan kadınları belirttikten sonra helâl olanların ne zaman ve ne şekilde helâl olacağını izah buyurmaktadır. [106]

 

Açıklaması

 

Hür kadınlarla evlenmek için lâzım gelen mal ve imkânı olmayan kimse, cariyelerle evlenebilir. Ayette cariyeler hakkında, onlara kıymet verilerek ve erkek ile kadın köle için "fetât-fetâ= genç" kelimelerinin kullanılabileceğini göstermek üzere "feteyât (=genç kızlar)" tabiri geçmiştir. Buharî'de rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Biriniz katı şekilde "Kölem, ca­riyem" demesin. Köle de (efendisine) "Rabbim" demesin. Sahibi olan kişi "Deli­kanlım, genç kızım" desin. Köle de "Efendim, Hanımefendim" desin. Çünkü he­piniz kullarsınız. Rab ise, Allah azze ve celle'dir."

Burada "muhsanât"tan murad, hür kadınlardır. Zira "memlûkat= cariye­ler" mukabilinde kullanılmıştır. Hür kadının şanı namuslu olmaktır, cariyele­rin zaruret ve şartlar dolayısıyla zinaya düşmeleri ihtimali daha çoktur. O yüz­den Ebu Süfyan'm karısı Hind taaccüp içinde, Peygamberimize (s.a.) "Hür ka­dın da zina mı edermiş?" demiştir.

Ayetin zahiri, cariyelerle evlenmenin üç şartı bulunduğuna delâlet etmek­tedir.

1- Kocanın, hür kadına mehir verme imkânını bulamaması,

2- Zinaya düşmekten korkması,

3- Evleneceği cariyenin mümine olması, kâfire olmaması.

Hür kadın mehrinin miktarı şahıslara, hallere, zamanlara, mekânlara gö­re değişir. Her şahıs ve çevrenin örf bakımından münasip gördüğü miktar var­dır. Bir erkek, hür bir kadının mehrini verebilecek kudrette bulunabilir. Ancak kadınlar o adamdan fiziği yahut ahlâkı kötü olduğu için kaçabilir. Yine bir adam, hür kadına karşı gözetmesi gereken nafakası ya da ona diğer karısıyla eşit şekilde davranması gibi haklan yerine getirmekten aciz kalabilir. Halbuki cariyenin böyle hakları yoktur.

Hanefiler, mehrin en az miktarını çeyrek dinar (üç dirhem) olarak takdir etmişlerdir.[107] Bazıları on dirhem olduğunu söylemiştir. Sünnet'te sabit olduğu­na göre Peygamberimiz (s.a.) evlenmek isteyen bir adama "Demirden bir yüzük de olsa, bulup buluştur" [108] buyurmuştur. Ashâb-ı kiram'dan birisi karısıyla Kur"ân-ı Kerim öğretmek şartı üzere evlenmiştir.

Şeriat cariyelerle evlenme meselesinde bu şartlan, ortaya çıkabilecek bazı zararlara mani olmak için lüzumlu görmüştür. En önemli zarar çocuğun da kö­le olması hususudur. Çünkü, kölelik ve hürriyet bakımından çocuk anneye ta­bidir. O bakımdan ayetin sonunda "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" buyurulmuştur.

İmam Ebu Hanife, hür bir kadın bulamayan kimsenin cariye ile evlenmesi­nin caiz olduğu kanaatine sahip olmuştur. Hür kadının mehrini verme imkânı bulunsun veya bulunmasın, zinaya düşme korkusu duysun veya duymasın, cariye müslüman olsun ya da olmasın, durum değişmez. Şunlar gibi pek çok ayet-i keri­menin umumi manasına göre amel edilebilir: "Sizin için helâl olan kadınlardan nikahlayın." (Nisa, 4/24); "Sizden evvel kitap verilenlerden muhsan olan kadınlar da... (helâldir)." (Maide, 5/5). Hepsinin ifadesi Ehl-i Kitap olanlarla cariyeleri içi­ne almaktadır ve mehir verme gücü ile zina korkusu şartı da getirilmemiştir.

Bu ayetin yukanda zikredilen genel hükümleri tahsis etmesi uygun da de­ğildir. Zira birincisi, ayet, sayılan şartlara şart mefhumu ve sıfat mefhumu yo­luyla delâlet etmektedir. Onlar da İmam Ebu Hanife (r.a.)'nin görüşüne göre hüccet kabul edilmez. İkincisi, hüccet kabul edilse bile, şartlarda noksanlık olduğu ya da sıfat bulunmadığı zaman her iki mefhum, mubah olmamayı gerektirir. Mubah olmama da haramhğm veya mekruhluğun sabit oluşundan daha umumi­dir. Ona göre şartlar bulunmadığında murad kerahetin ve haramlığın sübutu-nun caiz oluşudur. Fakat kerahet ciheti, umumi hükümlere muhalefet hususun­da daha hafif olduğundan taayyün eder. "Bu, içinizden zinaya düşmekten kor­kanlar içindir" cümlesi bir şart değildir, ayetlerin gereğinin genelliğinden ötürü, ıslâh ve uygun olana irşad manası taşımaktadır.

Şafiîlerin cevapları ise şöyledir: Bu umumî hükümler, genel olanın hususî olana muhalif olması dışında bu ayet-i kerimeye zıt değildir. Hususi olan ise ge­nel olandan önce gelir. Hanefiler de çocuğu kölelikten korumak maksadıyla ayetlerin genelliğini, evlenecek hür bir kadın bulamayan kişi hakkında tahsis etmişlerdir. Bu mana da, hür kadına verecek miktar mehri bulamama ve zinaya düşme korkusu bulunması durumunda tahsis etmeyi gerektirir. Hem sonra ayet cariye ile nikâhlanmayı, zinaya düşme korkusu ve hür kadının mehrini bulama­ma zarureti ve cariyenin müslüman olması şartıyla mubah kılmıştır. Onun dı­şında ise asıla, yani cariye nikahlamanın menedildiği hükmüne dönülür.

Ayet-i kerimenin "Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminiz-dendir. kısmına gelince, manası şöyledir: Sizler ey müminler, işlerin zahiri ile mükellefsiniz, gizli ve bâtın tarafları Allah Teâlâ'ya aittir. İman hususunda za­hiri hale göre amel edin. Cariyede imanın zahiri kâfidir, yakinî olarak imanını bilmek şart değildir. Çünkü buna bir yol bulamazsınız ki... Sizler ile cariyeler bir bakıma aynı cinstensiniz. Hepiniz insansınız, aynı asla, yani Hz. Adem (a.s.)'e bağlısınız. Diğer yandan iman yönünden cariyeler ile ortaksınız. Çünkü faziletlerin en büyüğü imandır. O halde zaruret durumlarında cariyeleri nikâh-lamaktan geri durmayınız. Bu hüküm, cariyelerin durumunu yükseltmek ve hür kadınlara eşit hale getirmek demektir.

Daha fazla teşvik için müteakip cümlede Allah Teâlâ cariyelerle evlenme emrini bir daha tekrarlamış, onların nikâhını da ehillerinin rızasıyla olması kaydını getirmek suretiyle hür kadınların nikâhı gibi kılmıştır. Ehil, cariyenin efendisi veya maliki, sahibi manasınadır. Çünkü iman, cariyelerin kadrini kıy­metini arttırmıştır.

Fukaha, cariye ve kölenin evlenmesinin efendisinin izni şartıyla olduğu hükmünde ittifak etmiştir. Delil bu ayet ile İbni Mace'nin rivayet ettiği İbni Ömer (r.a.) hadisidir: "Hangi köle efendisinin izni olmaksızın evlenirse o zina etmiş olur." İzin bulunmadığı takdirde, Şafîîlere göre nikâh batıldır, sahih de­ğildir. Diğer fakihlere göre ise fuzûlî kişinin akdinde olduğu gibi geçerli değil­dir, efendisinin iznine bağlıdır.

Cariye, kendisine mehir vermek icap etmesi bakımından hür kadın gibi­dir. Ayet-i kerimede "Ücretlerini (mehirlerini) maruf şekilde kendilerine verin" buyurulmuştur. Onlara mehirlerini güzel muamele, mehr-i misil, sahibinin izni ile olmak gibi aranızda maruf olan şekilde veriniz, demektir.

İmamların çoğunluğuna göre cariyenin mehri efendisine aittir. Çünkü efendisinin sahib olduğu cinsî olarak istifade menfaati karşılığında mehir icap eder. Buna hak sahibi olan da efendisidir. Aslında köle hiç bir şeye malik değil­dir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Allah, hiçbir şeye kudreti yetmeyen memlûk (başkasının mülkü olan köle) bir kulu misal verdi..."(Nahl, 16/75). Hadis-i şerif­te de "Köle ve elindeki, efendisinindir" buyurulur.

İmam Malik ise, "Mehir, zevcenin koca üzerindeki hakkıdır, cariyenin mehri de kendinindir, ayetin zahiri ile amel edilir", demiştir. Cumhurun ona cevabı şöyledir: Ayetten murad "Sahiplerinin izni ile onlara mehirlerini veri­niz" veya "Mehirlerini onların ehil ve sahiplerine veriniz" demektir. Mehrin ca­riyelere izafe edilmesi, mehrin icap ettiği hususunu tekit ve takviye içindir.

Lâkin cariyelerin mehri hak edebilmelerinin şartı, iffetli, namuslu ve si­zinle evlenmiş olmalarıdır. Açıkça zina için kiralanan (müsâfihât), yahut giz­lice dost edinerek zina eden kadınlardan olmamalıdırlar. Cahiliye zamanın­daki örfe göre zina iki çeşitti: Bunlar, alenen yapılan (sifâh), gizli yapılan (it-tihâz-ı ahdân= dost tutma) zinalardır ki Allah Teâlâ her iki çeşidini de haram kılmıştır: "Fuhşun açığına da, gizlisine de yaklaşmayın." (En'âm, 6/151); "De ki: Rabbim ancak fuhşu, onların açığını ve gizlisini haram etmiştir." (A'raf, 7/33).

Burada "muhsanât"tan iffetli kadınlar, "müsâfihâtf'tan istediği her adama kendini zina için kiralayan kadınlar, "müttahizât-ı ahdân"dan ise belirli bir dost tutan zinacı kadınlar murad edilmektedir.

Hür erkeğin kendisiyle evlenmek istediği cariyede iffetli, gizli ve açık zina­dan uzak olması şartının koşulma sebebi şudur: Cahiliye devrinde insanlar zi­na yolunda çalıştırıp para kazanmak maksadıyla cariyeler satın alırlardı. Hat­ta münafıkların reisi İbni Ubeyy cariyelerini, müslüman olmalarından sonra bile zina etmeye zorlardı. O sebepten şu ayet nazil olmuştu: "Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacaksınız diye cariyelerinizi, eğer kendileri de iffetli ol­mak isterlerse, siz fuhşa, zinaya mecbur etmeyiniz" (Nur, 24/33).

Sonra Allah Teâlâ, zina eden cariyeye gereken had cezasını beyan etmiş ve "Onlar evlendikten sonra bir fuhuş işlediler mi o vakit..." hükmüyle ona verile­cek cezanın hür kadmmkinin yarısı miktarı olduğunu ifade etmiştir. Yani cari­yeler evlenip de iffet ve şereflerini koruma imkânı bulduktan sonra zina edecek olurlarsa, cezalan hür kadınların had cezalarının yansı kadardır. Hür kadının cezası "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun." (Nûr, 24/3) ayet-i kerimesi gereğince yüz değnek olduğuna göre, cariyenin ceza­sı elli değnek olur. Kur'an'm delâlet ettiği ceza budur. Cariyeler hakkında recm cezası yoktur. Çünkü recm cezası yanlanmaz. Sünnet-i Nebeviyye de evli olma­yan cariyenin had cezasının ne olduğunu göstermiştir. Sahihayn'da Zeyd b. Hâ-lid el-Cühenî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Efendimize zina eden ve evli de bulunmayan cariye hakkında sorulmuş, O da şu cevabı vermiştir: "Ona had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine had vurunuz. Sonra örülmüş bir ip (gibi değeri az bir şey) karşılığında da olsa onu satınız."

Ayetin "Onlar evlendiklerinde" ifadesiyle başlatılmasmdaki sebep, "evlilik, haklarında had cezasını da yükseltir" şeklindeki bir tevehhüme mani olmaktır. Bu, şart yerine geçecek bir kayıt değildir, mefhumu yoktur.

Daha sonra Allah Teâlâ "Bu (izin) içinizden sıkıntıya (zinaya) düşmekten korkanlar içindir" ifadesiyle cariyelerle evliliğe, mubah olması için başka bir şart daha zikretmektedir. O da zinaya düşme korkusudur. İmam Şafiî (r.a.)'nin çıkardığı hüküm budur. Fakat İmam Ebu Hanife (r.a.) bunu bir şart olarak gör­memiş, daha uygun olanla gösterme yani irşad olarak kabul etmiştir.

Bunların arkasından Allah Teâlâ, cariyelerle evlenme hususunda edebî, ahlâkî genel bir tavsiye zikretmiştir: "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlı­dır." Yani cariyeleri nikâhlamaktan geri durmanız, sizin için onları nikâhla-maktan -her ne kadar zaruret dolayısıyla bazı şartlarla mubah olsa da- daha hayırlıdır. Çünkü bu işte doğacak çocuğu köle olmaya maruz kılma gibi bazı za­rarlar söz konusudur. Ayrıca cariyeler genellikle düşük ahlâklı, mübtezel, her yere girip çıkan, orda burda dolaşan kadınlardır. Bunlar zillet ve bayağılık hal­leridir ki onları sevenlere de intikal eder. Zira efendilerin cariyeler üzerindeki hakkı evlilik hakkından daha kuvvetlidir. Efendinin onları istihdam etme, bir­likte yolculuğa çıkma, satma gibi hakları bulunmaktadır ki bütün bunlarda ko­calar üzerinde pek büyük meşakkatler, zorluklar husule getirir. Deylemî'nin Müsned'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hür kadınlar evin salâh ve selâmeti, cariyeler ise helaki­dir." Abdurrazzak Musannefinde Hz. Ömer'in (r.a.) şöyle dediğini tahric eder: "Kul, hür bir kadınla nikahlanınca kendi yarısını azad eder, bir cariyeyle ni­kahlanınca da kendi yarısını köleleştirmiş olur."

"Allah, Gafur ve Rahim'dir." Allah'ın mağfireti geniş ve çoktur. Onları ni-kâhlamaya sabredemeyeni affeder. Cümlede, bu işten uzaklaşmaya işaret var­dır. Cenab-ı Hak, kulundan sadır olan, mümin cariyeleri küçük görme gibi ha­taları bağışlar. O'nun rahmeti de geniştir, çoktur. Zira cariyelerle evlenme ruh­satı vermiş, Şeriatın hükümlerini güzelce açıklamıştır. [109]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime şu hükümleri irşad etmiştir:

1- Zengin ve varlıklı olmayan kimse hakkında cariyelerle evlenme ruhsatı tanınmıştır.

İlim ehlinin çoğuna göre bundan murad, mehri ödemeye kudreti bulunma­sıdır. Nitekim İmam Malik, Şafiî ve Ahmed bu görüştedirler. İmam Ebu Hani-fe'ye göreyse yanında hür bir kadın bulunan kimseye cariye ile nikahlanmak caiz olmaz, imkânı yoksa ve zinaya düşmekten korksa dahi... Çünkü o kişi ya­nında karısı olduğu halde şehvetini tatmin etme peşindedir. İmam Taberî de bu görüşe sahip olup delil serdetmiştir.

Mehir ve nafaka ödeme kudreti olmayıp zinaya düşme korkusu bulunan kimsenin cariye nikâhlamasınm cevazı hususunda alimlerin farklı görüşü vardır. Malik, Ebu Hanife ve Zührî'ye göre dört tane cariye ile evlenebilir. Şafiî, Ebu Sevr, Ahmed ve İshâk'a göre ise sadece bir tane cariye ile nikâhlanabilir. Çünkü ayette belirtilen zinaya düşme korkusu, bir cariye ile evlenerek kalkar.

2- Evlenilen cariyenin mümine olması:

Çünkü ayette "Mümine cariye"ye "fetât (=genç kız)" diye hitap edilmesine işaret olunmaktadır. Hadiste de "Biriniz kölem, cariyem" demesin. Fakat "deli­kanlım, genç kızım" desin" şeklinde ifade gelmiştir.

Kitabî olan cariye ile evlenmek caiz olmaz. Bu cumhurun görüşüdür. Ha-nefilere göre ise Kitabî cariyenin nikâhlanması caizdir. Zira "mümine cariye­ler" lafzı üstünlük sıfatı olmak üzere zikredilmiştir, başkasını caiz kılmayan bir şart değildir. "Adalet yapamayacağınızdan endişe edersiniz o zaman bir (zevce) yahut malik olduğunuz câriye (ile yetinin)." (Nisa, 4/3) ayetindeki mana­ya benzer. Bir şahıs adalet yapamayacağından endişe ettiği halde birden fazla zevce ile evlenirse bu da caizdir, ancak efdal ve daha iyisi fazlası ile evlenme­mektir. Burada da aynı şekilde efdal olan ancak mümine ile evlenmektir. Lâkin mümine olmayan ile evlenirse o da caizdir. Hanefiler, meseleyi hür kadınlara kıyas ederek delil getirmişlerdir. Çünkü ayetin baş tarafında hür kadınlar hak­kındaki "mümin kadınlar" sıfatı, Ehl-i Kitap kadınları nikâhlamaya mani ol­mamıştır. Cariyeler hakkında kullanılan "mümine cariyeler" lafzı da kitabî olan cariyeleri nikâhlamaya engel değildir.

3- Allah Teâlâ'nın ilminin geniş ve sınırsız oluşu, cariyeleri nikâhlamakta vebalin kaldırılışı.

"Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir" cümlesi delâlet etmektedir ki Allah, işlerin bâtınını, gizli yönlerini hakkıyle bilicidir, siz zahiri ile yetininiz. Hepiniz, Adem oğullarısınız, Allah katında en değerliniz en çok takva sahibi olanınızdır, zaruret hallerinde cariyelerle evlenmekten -yakın tarihte esir edilmiş, dilsiz ve benzeri durumda olsa da- çekinmeyiniz. Ayetin lafzmda, bir cariyenin imanının bazı hür kadınların imanından daha üstün olabileceğine ima ve işaret vardır. "Kiminiz kiminizdensiniz" cümlesi de bunu tekit etmektedir. Sizler tek bir cins­tensiniz, hepiniz Adem oğullarısınız ve müminlersiniz, demektir. Bu kelâmın asıl maksadı, cariyenin çocuğunu aşağı gören, ayıplayan, ona "hecîn" [110] adını takan Arapların gönüllerini alıştırmaktır. Şeriat, cariye nikâhının caiz olduğu hükmünü getirince o ayıplamanın hiç bir manası bulunmadığını anladılar.

4- Cariye ve kölenin nikâhı efendisinin iznine bağlıdır.

Onları sahiplerinin izniyle nikahlayın" kavl-i kerimi, "Cariyenin nikâhı maliki olan efendisinin izin ve rızası ile kayıtlıdır." hükmüne delâlet etmektedir. Köle de böyledir, efendisinin izni olmaksızın nikâhlanamaz. Zira köle, bağımsız olmayan bir memlûk (başkasının mülkü)'tür. Bedenini1 efendisinin hizmetinde kullanır. Efendisinin izni bulunmaksızın evlenen kölenin nikâhı Maliki ve Şafi-îlere göre mevkuftur. Efendi izin verirse caiz olur. Cariyeninki ise fesholunur, efendinin izni ile geçerli olamaz. Çünkü cariyenin dişilik vasıflarındaki noksan­lık, nikâhının gerçekleşmesine aslından engel olur. İmam Şafiî, Evzâî ve Davud ez-Zâhirî'ye göre ise efendisinin izni bulunmaksızın evlenen kölenin nikâhı fes­hedilir. Çünkü fasit akde icazet vermek (onu geçerli kılmak) sahih olmaz.

5- Mehrin vacip oluşu:

"Onlara ücretlerini veriniz" kavl-i kerimi, nikâhta mehrin vacip olduğuna delildir ve o da cariyeye aittir. İmam Malik'in mezhebinde hüküm böyledir. "Maruf yolla (güzellikle)" yani şeriat ve sünnet usulünce cariyeler, mehirlerin-de efendilerinden daha fazla hak sahibidirler. İmam şafiî ise der ki: Mehir efendinindir. Çünkü mehir bir bedeldir, cariyeye ait olamaz. Evlilik cariyenin kendisinden yararlanmayı geçerli kılmak demektir. Cariyenin zikredilmesi, mehrin onun sebebiyle gerekmesinden dolayıdır.

6- Cariyeyi tercih etmekte gözetilecek ölçüler:

"Namuslu, fuhuşta bulunmayan, gizli dostluk da edinmeyen kadınlar" ol­malıdırlar. İbni Abbas ve başka zevatın da belirttiği üzere Araplar, cahiliyet devrinde açıktan zina yapmayı ayıplar, ama zina için gizli dost tutmayı kma-mazlardı. İslâm gelmiş ve "Açık olsun, gizli olsun fuhşa yaklaşmayın" (En'âm, 6/151) ayetiyle bunların hepsini kaldırmıştır.

7- Zina eden cariyenin had cezası:

Zina ettiği takdirde cariyeye elli değnek sopa atılır. Bu, zina eden bakire bir hür kadının cezasının yarısıdır. Cariye evli olsun veya olmasın, hüküm ay­nıdır. Evli olanın cezasına delil şu ayettir: "Onlar muhsan olduktan sonra bir fuhuşa irtikâp ettikleri vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir.)" (Nisa, 4/25). Cumhura göre cariyenin müslüman oluşu, muhsan olma­sı demektir. Kâfir cariyeye zina ettiği zaman had vurulmaz. Bu da İbnul-Mün-zir*in naklettiğine göre İmam Şafiî'nin görüşüdür. Diğer alimlere göre cariyenin muhsan olması, hür bir erkekle evlenmesi ile gerçekleşir. Evlenmemiş müslü­man bir cariyeye had gerekmez. Bu görüş de Saîd b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî ve Katâde'ye aittir. Başka bir kısım alim de diyor ki: Cariyenin ihsân'ı, evlenmesi ile olur. Ancak evli bulunmayan müslüman bir cariyeye had sünnet ile vacip ol­muştur. Buharî ve Müslim'de zikredildiği üzere: "Ey Allah'ın rasulü, evli olma­yan cariye zina ederse (ne yapılır)?" diye sorulduğunda Peygamberimiz, o cari­yeye İmam Zührî'nin de dediği gibi had cezasını vacip kılmıştır. Şu halde evli olan müslüman cariyenin had cezası Kur'an ile, evli olmayan müslümanmki hadis ile sabittir.

Evlenmiş (dul) cariyeyi döverek cezalandırma ile iktifa etmekteki sebep, (hür) evli kadınlara gereken recm cezasının tecezzisinin (bölünmesinin) müm­kün olamayışıdır. Cariyelerin haddinin noksan oluşundaki fayda, onların hür kadınlardan daha zayıf durumda bulunmalarıdır.

Kölenin cezası, cariyenin cezası gibidir. Çünkü erkeklik ve dişilik kölelere ait hükümlerde ayırıma yol açmaz. Ayet-i kerimede cariyelerin haddi özellikle zikredilmiş, erkek kölelerin cezası belirtilmemiş olmakla beraber her iki sınıfın da had cezalan aynıdır: Zina ve kazif (iftira) cezalarında elli değnek, şarap (iç­ki) içme cezasında ise Şafiîler dışındaki cumhura göre kırk değnek vurulur. Bi­naenaleyh cariyeler "Kim bir köledeki kendi payını azad ederse, ortağının payı­nın kıymeti onun hesabına tespit edilir (ve öder)." [111] hadisindeki hükme dahil olur. Bu, asıl yani kendisine kıyas edilen hükmün manası hakkında yapılan bir kıyas yahut müsavat (eşit sayma) kıyası cümlesindendir. Aynı şekilde "Muhsa-nât'a (evli ve namuslu) kadınlara iftira edenler..." (Nisa, 4/4) de elbette girerler.

Alimlerin icmasına göre zina eden bir cariyeyi satmak, efendisi üzerine lâ­zım bir vacip değildir. Ancak şu hadis gereği tercihleri satılması yönündedir: "Birinizin cariyesi zina eder ve zinası da açıkça ortaya çıkarsa ona had vursun ama başına kakmasın. Sonra (yine) zina ederse had vursun ama başına kak­masın. Sonra üçüncü defa olarak zina eder de zinası ortaya çıkarsa, artık onu kıldan bir ip karşılığında bile olsa satsın." [112]

Zahirîlere göre "onu satsın" emri gereği dördüncü kerede cariyeyi satmak vaciptir. Tabiî sahipleri değişince hakkındaki haller de değişir.

8- Bekârlığa sabretmek cariyeyi nikâhlamaktan hayırlıdır.

"Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır" cümlesi, bu halde, bekârlığın da­ha üstün, cariye nikahlamanın mekruh olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü cariyeyle evlenmek doğacak çocuğun da köleliğine yol açar. [113] Nefsini yenmeye çalışmak, dizginlemek, güzel ahlâk esaslarına sahip olmak için sabırlı olmak, cariyeler ile yatmaktan daha evlâdır. Hz. Ömer (r.a.) buyuruyor ki: "Hangi hür erkek, bir cariye ile evlenirse, kendi yarısını köle yapmış olur." Bu sözüyle ço­cuğunun köle olmasına sebebiyet vermiş olur, demek istemiştir. İlgili hadisler yukarda da geçmişti.

Bu, aynı zamanda azil yapmanın (cima esnasında meniyi dışarı akıtma­nın) kadının hakkı olduğunu göstermektedir. Çünkü erkeğin hakkı olsaydı, ca­riye ile evlenir ve azil yapabilirdi. Böylelikle çocuğun köle olması korkusu da genel olarak kalkardı. İmam Mâlik bu görüştedir. [114]

 

Yukakıda Geçen Şer'î Hükümlerin Sebepleri

 

26- Allah size (bilmediklerinizi) beyan etmek, sizi sizden evvelkilerin yolları­na iletmek, sizin tevbelerinizi kabul et­mek ister. Allah hakkıyla bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.

27- Allah sizin tevbelerinizi kabul et- mek ister, (ama) şehvetlerine uyanlar  sizin büyük bir meyi ile (doğru yoldan)  sapmanızı dilerler.

28 "Allah sizden hafifletmek ister. (Zaten) insan da zayıf olarak yaratılmış­tır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah... sizden evvelkilerin yollarına iletmek" yani helâl ve haram kılma itibariyle peygamberlerin yoluna iletmek ve tabi olmanızı sağlamak, "sizin tev­belerinizi kabul etmek ister." Sizi üzerinde bulunduğunuz masiyetten kendisi­ne itaate çevirmek ister. "Allah" sert hükümleri kolaylaştırmak suretiyle "siz­den hafifletmek ister. İnsan da" nefsine, arzularına muhalefet etmek hususun­da "zayıf olarak yaratılmıştır." [115]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teâlâ bu ayet-i kerimelerde yukarıda geçen evler ve nikâh ile ilgili hükümlerin, kendisinden dolayı meşru kılındığı illet ve hikmetleri zikretmiştir. Nitekim Kur"ân-ı Kerim'de, gönüllerin müsterih olması, bu hükümlerden göze­tilen faydanın bilinmesi amacıyla ve onlara içten gelen bir rağbet ile, yaptığın­dan hoşnut olarak yönelmesi için bu yol takip edilmektedir. Çünkü o hükümle­rin tatbiki dünya ve ahiret saadetini gerçekleştirmektedir. [116]

 

Açıklaması

 

Allah (c.c.) bu ayetleri indirmekle size yükümlülükleri, sert hükümleri be­yan etmek, onlarda helâli haramdan, güzeli çirkinden ayırt etmek, maslahat bulunanı göstermek, sizleri geçmiş peygamberlerin ve salihlerin yollarına, usullerine iletmek istemektedir. Ta ki onların izine tabi olasınız, gittikleri yol­lardan gidesiniz. Şer"î hükümler, yükümlülükler her ne kadar ahvâl ve zaman­ların değişmesiyle farklı olsa da onlar maslahatları gözetme itibariyle ittifak halindedir.

Aynı şekilde Allah Teâlâ işlediğiniz günah ve haramlardan yapacağınız tevbe-lerinizi de kabul etmek, günahlardan engelleyecek yahut o günahlara kefaret ola­cak, onları kapatacak, izlerini silecek hususlara sizleri irşad etmek istemektedir.

Tahkîk erbabı alimlere göre buradaki hitap, bütün mükellefler hakkında genel değildir. Sadece yukarıdaki ayetlerde geçtiği şekilde annelerini, kızlarını ve diğer evlenilmesi şer'an haram olanları nikahlamak gibi şeylerden bilfiil tevbe eden ve Allah Teâlâ'nın da tevbelerini kabul ettiği belirli bir taife, gurup hakkındadır. Çünkü genel olsaydı, kendilerinde tevbe hususu bulunmayan bir takım insanların durumu ile terslik ortaya çıkardı.

Allah, bütün eşyaya şamil olan bir ilmin sahibidir. Sizin için meşru kıldı­ğını, sizden öncekilerin üzerinde oldukları gidiş şekillerini, mümin kullarına faydalı yahut zararlı olan şeyleri bilir. Koyduğu şeriatinde, kaderinde, fiillerin­de, kelâmında hikmet sahibidir; hikmet ve maslahatı^ yararlı olanı gözetir, me­şakkat ve zarar bulunan şeyleri yüklemez, teklif etmez.

Sonra Allah Teâlâ tevbeyi kabul etmek, sizi temizlemek, nefislerinizi tezki­ye etmek şeklindeki iradesini tekit etmiş; rahmetiyle beraber bulunan o irade ile şehvetler peşine düşmüşlerin, günahlara dalmışların ve zinacıların iradesini karşılaştırmıştır. Bu ikinci gurubun Yahudiler, Hristiyanlar yahut kızkardeşler, kardeş ve kızkardeşlerin kızları ile evlenmeyi helâl sayan Mecusîler olduğu da rivayet edilmiştir. Onlar, sizin de kendi arzularına göre büyük bir meyil ile yol­dan sapmanızı, yani haktan ayrılıp batıl yollara düşmenizi arzu etmektedirler.

Cenab-ı Hak işte bu hükümler, teklifler, kanunlar, emirler ve nehiyler ile ağır sorumlulukları sizden hafifletmek istemektedir. Mücahid ve Tavûs'un da dediği gibi zaruret halinde cariyeleri nikâhlamayı size helâl kılmıştır. Nitekim diğer bazı ayetlerde de bu husus tekit edilmiştir: "O Rasul, onların ağır yükle­rini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor." (A'râf, 7/157); "Allah size kolaylık di­ler, size güçlük istemez." (Bakara, 2/185); "Din (işlerin)de üzerinize hiçbir güç­lük de yüklemedi." (Hac, 22/78); "Müsamahalı bir İslâm dini ile gönderildim. "[117] Çünkü bazı kadınları nikâhlamayı haram kıldıysa da Allah Teâlâ, kadınların çoğunluğu ile nikâhlanmayı mubah bırakmıştır. Her şeyde de helâllerin ha­ramlardan daha çok olduğu görülmektedir.

Allah Teâlâ hafifletme sebebini şöyle beyan etmektedir: "İnsan zayıf olarak yaratılmıştır." Heva, arzu ve şehvetler onu çeker, özellikle de kadınlar konusun­da... Korku ve hüzün ise inşam endişeye sevk eder. İşte insan arzularına karşı gel­mekten, ibadetlerdeki meşakkat ve zorluklan taşımaktan aciz kaldığı için Allah Teâlâ teklifleri, yükümlülükleri hafifletmiş, bazı hükümlerde ruhsatlar tanımıştır.

Fısk ve günahın afetlerinden birisi de ev halkının fısk u fücur ve günah­lardan etkilenmesidir. Çünkü büyükler diğerlerine örnektir. Taberanî'nin Cabir (r.a.)'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Siz iffetli olunuz ki kadınlarınız da iffet­li olsun. Siz babalarınıza iyi ve itaatkâr davranınız ki çocuklarınız da size iyi muamele yapsın." [118]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Beyhakî'nin Şuabu'l-İmân'da İbni Abbas (r.a.)'tan tahric ettiğine göre o şöyle demiştir: Nisa suresi içinde indirilen sekiz ayet vardır ki onlar, bu ümmet hakkında üzerine güneşin doğup battığı yerlerden daha hayırlıdır. İbni Abbas bu üç ayeti saydıktan sonra şöyle ilâve etmiştir:

Dördüncüsü: "Eğer yasak edil­diğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz." (Nisa, 4/31).

Beşincisi: "Şüphesiz ki Allah zerre kadar zulüm, (haksızlık) et­mez. " (Nisa, 4/40).

Altıncısı: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret isterse o, Allah'ı çok Gafur (yarlıgayıcı), çok Rahim (esirgeyici, merhametli) bulur." (Nisa, 4/110).

Yedincisi: "Şüphesiz ki Allah, ken­disine şirk koşulmasını affetmez. Ondan başkasını, dilediği kimseler için, mağ­firet eder (yarlığar)." (Nisa, 4/48).

Sekizincisi: "Allah'a ve peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerinden ayırmayanlar, işte onlara (Allah) mükâfatları­nı, ecirlerini verecektir." (Nisa, 4/152).

Üç ayetin delâlet ettiği hükümler:

1- Allah Teâlâ'nın fazlının, kereminin ve rahmetinin genişliği: Çünkü Hak Teâlâ kullarına dinî amellerini, dünyevî menfaatlerini, kendilerine helâl ve ha­ram olan hususları açıklamıştır. Bu da hiç bir olayın Allah'ın koyduğu hüküm­den halî bulunamayacağına delildir. Bir ayet-i kerimede de "Biz o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık." (En'am, 6/38) buyurulmaktadır.

2- Geçmişin, şimdiki zaman ve gelecek ile olan bağlantısı: Alemdeki istj^a-met yolu, metodu birdir. Cenab-ı Hak kullarına, kendilerinden önce geçmiş hak ehli ile batıl ehlinin yollarını beyan etmeyi istemiştir.

3- Günahları affetmek: Allah Teâlâ kulların tevbesini, yani tevbelerini ka­bul edip günahlarını affetmeyi istemektedir.

4- Şeriatın bütün hükümlerinde kolaylık: Allah, koyduğu hükümlerde in­sanlar için kolaylık ve hafiflik yönünü gözetmiştir. Bu sadece cariyeleri nikâh-lamada değil, bütün şer"î hükümlerde gösterilmiştir.

5- İnsanın zayıflığı: İnsanı heva ve arzuları çeker, şehvet ve öfkesi ile taş­kınlığa kaydırır ve akl-ı selimini kaybettirirler. Bu zayıflığın en şiddetli olanı­dır. Dolayısıyla kolaylaştırmaya, hafifletmeye ihtiyaç vardır. İnsan zaafının en görünür olan yanlarından biri de kadınlara karşı duyduğu zaaf ve sabırsızlık­tır. Ubâde b. es-Sâmit ve Saîd b. el-Müseyyeb ileri yaşta olmalarına rağmen kadınların fitnesine düşmekten endişe etmişlerdir. [119]

 

Batıl Yollarla Mal Yemenin Haramlığı, Zulümden Menetme, Karşılıklı Rıza İle Muamelenin Mübahlığı

 

29- Ey iman edenler, birbirinizin mal­larınızı bir batal yolda yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rıza­dan (kaynaklanan) bir ticaret (malı) ola. Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah size karşı çok merhametli­dir.

30-  Kim (helâl sınırlarını) aşarak ve zulmederek bunu yaparsa biz onu ate­şe sokacağız. Bu da Allah'a göre pek kolaydır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yemeyiniz" yani almayınız, demektir. "Almak" yerine "yemek" tabiri, olmak'tan maksadın yemek olduğu için kullanılmıştır.

"Bir batıl yolla" yani faiz (riba), kumar, gasp gibi şeriatta haram olan hir yolla "yemeyin". "Meğer ki sizden gelen bir rıza ile ticaret olursa" yani, mallar gönül hoşnutluğu ile yapılan bir ticaret ile elde edilirse onları yiyebilirsiniz.

"Nefislerinizi (kendilerinizi) öldürmeyiniz." Bazınız bazınızı öldürmesin yahut dünyada ya da ahirette nasıl olursa olsun sonunda nefislerinizin helâli­ne götüreceği şeyleri irtikâp ederek kendilerinizi öldürmeyiniz.

"Haddi aşmak" başkasına kasden tecavüzde bulunmak, aşın şekilde ileri gitmek "zulüm" ise bilfiil hakka tecavüz etmek demektir. [120]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teâlâ yetimlere nasıl muamele edileceği, miras taksimi esnasında bazı akrabaları da hazır bulunursa yetimlerin mallarından birazcık onlara da verilmesi, kadınların mehirlerini ödemenin farz olduğu gibi bir takım muame­leleri beyan ettikten sonra burada mallar ile ilgili genel teamül kaidesini zik­retmektedir.

Sebep açıktır. Çünkü mal canın yongasıdır. Ona tecavüz düşmanlık mey­dana getirir, hatta bir takım suçların işlenmesine yol açar. O bakımdan Allah Teâlâ malın kulların elinde zulüm ve tecavüz yoluyla değil, karşılıklı rıza esa­sına dayalı olarak tedavül etmesini vacip kılmıştır. [121]

 

Açıklaması

 

Allah Teâlâ müminlerden her birini, başkasının ve kendinin de malını ba­tıl yolla yemekten nehyetmektedir.

Çünkü ayetteki "mallarınız" lafzı hem kendi malına, hem de başkasının malına şamildir. Zaten bütün mallar netice itibariyle İslâm ümmetine aittir. Kendi malını batıl yolla yemesi, malını masiyet ve günah yollarında harcama­sı; başkasının malını batıl yolla yemesi ise, onları faiz, kumar, gasp zulüm gibi meşru olmayan kazanç yolları ile yemesi demektir. Batıl, şeriata aykırı olan şeylerdir. İbni Abbas ve Hasan-ı Basri'ye göre ise ayet, ivazsız (bedelsiz) ola­rak yemek manasınadır. Çünkü batıl, bedelsiz alınan şeylerdir demişlerdir.

Batıl yolla yemek, fasit yahut batıl akitlerde bedel olarak alınan her şeye şamildir. Malik olmadığı şeyi satmak, kendisinden yararlanılmayacak derecede bozulmuş olan ceviz, yumurta, karpuz vb. gibi yiyeceklerin parası, değeri bu­lunmayıp kendisinden yararlanılmayan maymun, domuz, sinek, eşek arısı, ölü eti, şarap, içki, ölüye ağıt yakan kadının ücreti, eğlence alet ve çalgılarının be­delleri gibi...

Kim fasit bir satış yapar ve bedelini alırsa, bu ücret haram ve habis (helâl olmayan) bir karşılık olur, geri vermesi gerekir.

Meşru olmayan, karşılığını ödemeden zulüm yoluyla ayni olarak yahut menfaatini alma şekillerinde malın batıl yolla yenmesi caiz olmazsa da şeriatın kabul ettiği karşılıklı rıza yoluyla almak caizdir. O sebepten Allah Teâlâ "Me­ğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (kaynaklanan) bir ticaret (malı) ola" buyurmuştur. Yani mallarınızı, şer'î hududlar dahilinde karşılıklı rıza esa­sına dayalı ticaret yoluyla yiyiniz, demektir. Ticaret, kazanç amaçlı muavaza (karşılıklı bedel ödeme) akitlerine şamildir. Mülkiyet sebep ve yollarından özel­likle ticaretin zikredilmesi, pratik hayatta en çok ticaretin vuku bulmasından-dır. Çünkü ticaret, kazançların en helâl ve şereflilerindendir. el-Asbahânî'nin Muâz b. Cebel (r.a.)'den naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kazancın en tayyibi (helâl olanı) şu vasıftaki tüccarların kazancıdır: Konuş­tuklarında yalan söylemezler, vaad ettiklerinde caymazlar, kendilerine emanet verildiğinde (emniyet duyulduğunda) hıyanet etmezler, satın aldıkları zaman (malı) kötülemezler, sattıklarında (lüzumsuz şekilde) övmezler, borçlu oldukla­rında (ellerinde imkân bulunduğu halde) ödemeyi geciktirmezler, alacakları ol­duğunda (işi) zora sürmezler."

Her karşılıklı rıza ve uyuşma da şer'î bakımdan kabul edilmiş değildir. Bu uyuşmanın ancak şer'î sınırlar içinde bulunması icap eder. Kendisinde karşılık­sız fazlalık bulunan bir alışverişten alman faiz, veya bir menfaat celbeden borç verme, kumar, at yarışı üzerinde her iki taraf anlaşmış olsa da şer'an bunlar haramdır, helâl değildir.

"Kendilerinizi öldürmeyiniz" ayetinin zahiri gazap, canından bezme gibi hallerde mümini kendi canına kıymaktan, intihar etmekten nehyetmektir, Bu-harî ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den naklettikleri şu hadisin manası gibi­dir: "Kim kendini bir demir ile (bıçak vb. aletle) öldürürse, elinde o demir par­çası olduğu halde, kıyamet günü cehennem ateşinde karnını devamlı olarak onunla yarar durur."

Ancak müfessirler ayetin manasının şöyle olduğunda ittifak etmişlerdir: Bazımız bazımızı öldürmesin! "Kendinizi" lafzı ile kullanılması, yasağı daha kuvvetli bir şekilde ifade içindir. "Mallarınız" ifadesinde de aynı maksat göze-tilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Müminler bir nefis (can) gi­bidirler." [122] Ayet-i kerimenin aynı zamanda insanın kendi canına kıymasından, başkalarını öldürmekten ve ölüme götüren uyuşturucu ve zehirleyici maddeler kullanmak ve helak edici yollara sapmak gibi her şeyden bir nehiy ve yasak ol­masına herhangi bir mani yoktur.

Söz, mali muameleler hakkında iken ayetin burada getirilme sebebi şu­dur: Mal, can için temel direk olması, selâmeti onunla mümkün bulunması ba­kımından canın bir benzeridir. O yüzden malın korunmasını tavsiye ile canın korunmasını tavsiye hususlarının bir araya getirilmesi pek güzel olmuştur.

"Allah size karşı çok merhametlidir" cümlesi yukarıdaki nehyin illetini be­yan etmektedir. Yani Allah Teâlâ sizleri haram yemekten ve canları helak et­mekten menediyor; zira O sizlere hâlen de çok merhametlidir.

Canını tehlikeli yer ve yollara atmanın haram olduğunu gösteren bir delil de "Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız." (Bakara, 2/195) ayet-i kerimesi ile İmam Ahmed ve Ebu Davud'un Amr b. el-As (r.a.)'tan tahric ettikleri şu ha­distir. Amr der ki: "Resulullah (s.a.) Zâtu's-Selâsil senesi beni (emir olarak) ga­zaya gönderdi. Soğuğu şiddetli bir gece ihtilâm oldum. Eğer su ile yıkanırsam helak olacağımdan korktuğum için teyemmüm ettim ve arkadaşlarıma sabah namazını öylece kıldırdım. Dönüp Resulullah (s.a.)'ın huzuruna vardığımda du­rumu kendisine arz ettim. Buyurdu ki: "Ey Amr, cünüp olduğun halde mi arka­daşlarına namaz kıldırdın?" Ben de "Evet ey Allah'ın Rasulü" dedim; soğuğu şiddetli bir gecede cünüp olmuştum. Eğer yıkanırsam helak olacağımdan kork­tuğum için teyemmüm ettim, sonra da namaz kıldırdım, dedim. Bunun üzerine Resulullah güldü, başka bir şey de söylemedi.

Amr (r.a.) ayet-i kerimenin genel manasıyla kendisinin durumunda olan­lar gibilerini içine aldığını anlamış, Rasul-i Ekrem (s.a.) de onun bu anlayışını ikrar ve kabul buyurmuştur.

Ondan sonra Allah Teâlâ insanları öldürerek katil olan kişinin cezasını zikretmiştir. Kim haddi aşarak, zalim bir şekilde bu haramı işleyecek olursa -yani adam öldürme fiilini işlerse demektir, zira "onu" zamiri ile en yakında zik­redilmiş olan hususa işaret edilmektedir- Allah da suçu sebebiyle onu ahirette son derece yakıcı bir ateşe sokmak suretiyle cezalandıracaktır. Bu, Allah Te-âlâ'ya göre çok kolay ve basit bir şeydir, kimse O'na engel olamaz. Yukarıda da açıkladık ki "udvân", haddi aşmada aşırılık göstermek; "zulüm"de haksızlık, haddini aşmak yahut bir şeyi yerli yerine koymamak demektir. Sehven, yanlış­lık ve hata ile yapılanlar dışarıda kalsın diye "vaîd (tehdit)" "udvân" ve "zulüm" kelimeleri zikredilerek kayıtlanmıştır. [123]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Her iki ayetin gösterdiği hükümler şunlardır:

1- Malların haram yolla yani haksız olarak yenilmesi haramdır.

Bu yollar şeriata aykırı olan ve bir bedel karşılığı olmaksızın mal alman usullerdir ve bir çok şekilleri vardır.

"Mallarınız" kelimesi, malı elinde bulundurma, özel mülkiyet hakkını ta­nıma ve saygı gösterme, ümmet ve umumun menfaatlerine herhangi bir zarar söz konusu olmadığı müddetçe sahip olunan malda tam bir hürriyet ile tasar­rufta bulunabilmenin mübahlığının yanı sıra, ferdin malının bütün ümmetin de malı olacağına işaret etmek içindir.

Aynı zamanda ümmetin malı da ferdin malıdır. Bir şahıs, kendi özel mal­larını nasıl koruyup gözetiyorsa umuma ait malları da aynı şekilde koruyup gözetmek zorundadır.

Bu esas, ferd ile ümmet arasında, kişi ile toplum arasında sosyal bir daya­nışmanın icap ettiğine de işarette bulunmaktadır. Devlet ile temsil edilen üm­metin, zaruret halinde ferdin ihtiyaçlarını yerine getirmesi gerektiği gibi, fert­lerin menfaatlerini savunmaya, ülkeyi, malları ve şahısları himaye etmeye im­kân ve kudret bulsun diye ferdin de ümmeti Allah yolunda, cihad ve amme menfaatleri için harcama yaparak, infak ederek desteklemesi lâzım gelir.

Lâkin muhtaç kişinin başkalarının mallarından onların izni olmadan hiç­bir şey alma hakkı yoktur. Böylece mallar korunmuş, fesat ve anarşi önlenmiş, şahıslar arasında işsizlik ve tenbellik ruhunun yayılması engellenmiş olur.

2- Bütün ticaret nevileri, kazanç maksadıyla yapılan ticarî mübadele akit­leri mubahtır.

Yalnız akit yapan taraflar arasında karşılıklı rıza şarttır. Alışveriş, hibe ya-nısıra bedel ne şekilde olursa olsun yapılan ticarî mübadele bu umumi hükme dahildir. Fakat "batıl (haram) yolla" lafzı, seran caiz olmayan bütün bedelleri bu­nun dışına çıkarmıştır. Faiz ve cehalet böyledir.

İçki, domuz ve benzeri fasit bedel takdir edilmiş olan her türlü karşılıklar böyledir.

Bedelsiz caiz olan karz (borç verme), sadaka, teberru gibi akitler ticaret türlerinin haricindedir.

İbni Cerir et-Taberî, Meymûn b. Mehrân'dan nakleder ki o Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir. "Alışveriş karşılıklı rızadan (kaynaklanarak) yapılır. Muhayyerlik hakkı pazarlıktan sonra olur. Bir müslümanın di­ğer bir müslümanı aldatması helâl değildir." [124]

Meclis muhayyerliğini tespit etmek de karşılıklı rızayı tamamlayan hu­suslardandır. İmam Şafiî, İmam Ahmed, İmam Leys ve diğer bir kısım imamla­rın görüşü budur. Çünkü Sahihayn'da zikredildiği üzere Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Alışveriş yapan iki kimse (birbirinden) ayrılmadıkça muhayyer­dirler. " Buharî'deki \aîız"İki adam alışveriş yaptıklarında birbirlerinden ayrıl­madıkça onlardan her birisi muhayyerdir." şeklindedir. Yani ayet-i kerimenin bu hadisler ile tahsis edildiği anlaşılmaktadır.

Bu kabilden olmak üzere akitten sonraki üç güne kadar şart muhayyerliği meşrudur. Bu muhayyerlik, İmam Malik mezhebindeki meşhur görüşe göre alışverişteki mal iyice anlaşılıp ortaya çıkıncaya kadar, köy ve uzak yerlerde olduğu gibi bir sene de sürse geçerlidir.

Mutlak olarak muâtât (malı ve bedeli satıcı ile müşterinin bir şey konuş-maksızın alıp vermeleri şeklinde gerçekleşen) satış da zımnî rıza kabilindendir ve Şafiîler dışındaki cumhura göre sahihtir.

Hanefîler ve Malikîler meclis muhayyerliği görüşünde değildirler. Çünkü ayet-i kerime, karşılıklı rıza ile satış vuku bulduğunda satılan mal üzerinde ta­sarruf etmenin artık helâl olduğunu iktiza etmektedir. Alışveriş yapanlar ayrıl­mış olsunlar olmasınlar bir şey değişmez. Zira bey' (satış) muamelesinde tica­ret ismi verilen şey icap ve kabulden ibarettir. Bir araya gelmek ve ayrılmak ti­caret ile ilgili bir şey değildir.

Bazı şeyler ise ya Kur'an ile veya sünnet ile ticaretten hususi surette ayrı tutulmuştur. Şarap (içki), ölü eti, domuz ve Kur'an-ı Kerim'de adı geçen diğer ha­ram şeylerde ticaret yapmak caiz değildir. Çünkü tahrim (haram kılış) lafzının mutlak manada kullanılması diğer faydalanma yollarının da haram kılınmış ol­masını gerektirmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.) iç yağını ve parasını yemeyi nehyetmiştir. Sahih hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah, Yahudilere lanet et­sin. Kendilerine iç yağı haram kılındı. Onlar da yağı satıp parasını yediler."

Resulullah (s.a.) münâbeze, mülâmese, garar, hasat satışlarından [125], kaç­mış kölenin satışından, kabzedilmemiş malın satılmasından, insanın yanında olmayan şeyi satmasından ve diğer bunlar gibi meçhul yanı bulunan ya da al­datma yönü olan satışlardan nehyetmiştir.

Bütün bunlar "Ancak sizden bir rıza ile yapılan ticaret olması hali müstes­na" ayetinin zahirinden tahsis edilmiştir.

3- Ticarete teşvik:

Ayet-i kerime insanların büyük ihtiyacı olduğundan ticareti mubah kılmış ve ona teşvik etmiştir. Ticaretin helâl olmasının tarafların karşılıklı rızasına bağlı bulunması da buna delildir. Aldatma, yalan, hibe gibi şeyler ise haram kı­lınmıştır.

Ayet-i kerime şunu da ima etmektedir ki dünyadaki ticaret ve o manada olan her şey sebat ve devamlılığı bulunmayan zevali kesin batıllar kabilinden-dir. O sebeple akıllı kişi bunlarla oyalanıp ahirete hazırlık yapmaktan geri kal­mamalıdır. Allah Teâlâ da "(Onlar öyle) adamlardır ki onları ne bir ticaret, ne de bir alış veriş Allah'ı zikretmekten alıkoymaz." (Nur, 24/37) buyurmaktadır. Darakutnî'nin İbni Ömer (r.a.) yoluyla Hz. Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Dosdoğru, emin ve müslüman bir ta­cir kıyamet günü peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir."

Yine ayet-i kerime işaret ediyor ki ticaretlerin pek çoğu batıl ve haram yol­la malları yemek şekillerini havi bulunmaktadır. Fahiş miktarda kazanca ta­mah edilmekte, bir takım metodlarla mallar süslenip reklâm edilmekte, çoğu kere yalan yeminlerle pazarlanmaktadır. O yüzden ticaretlerin müsamahaya ve sadakaya ihtiyacı vardır. Resulullah (s.a.), Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî tarafın­dan Kays b. Ebu Garze'den nakledilen hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ey tüccar topluluğu, sizin bu alışverişinizde boş laf ve yalan bulunur. Siz onu sadaka ile karıştırınız." Ayrıca çarşı pazarlardan satın alman şeylerden henüz alış veriş tamamlanmadan yemenin helâl olmayacağı, çünkü bir şüphe bulunabileceği, belki de alışverişin gerçekleşmeyeceği göz önünde bulundurulmalıdır.

Cumhur, ticarette gabn (aldanış) bulunmasının caiz olacağı görüşündedir. Meselâ yüz dirhem değerindeki bir yakutu bir dirheme satmak gibi; bu caizdir.

Bir kısım alimler ise şöyle demişlerdir: Gabn (aldanış), üçte biri geçerse o alışveriş reddolunur. Ancak ticaretlerde bilinen şekilde ve yaklaşık bir miktar­daki aldanış mubahtır; farklı ve açık bir aldanış (gabn-ı fahiş), makbul ve mu­teber değildir. İmam Mâlik (r.a.)'in ashabından İbni Vehb der ki: Hz. Peygam­ber (a.s.)'in zina eden cariye ile ilgili olarak buyurduğu: "Bir ip mukabilinde bi­le olsa artık onu sat" hadisinde de delâlet ettiği gibi birinci görüş daha sahihtir. Yine Hz. Muhammed (s.a.)'in Hz. Ömer'e (r.a.) hitaben "Onu -yani atı- sana bir dirheme de verse satın alma" demesi; Buharî dışında Cemaat tarafından Câbir (r.a.) yoluyla gelen şu hadis de bu hususta delildir: "Şehirli kır halkı için sat­masın. Bırakınız insanları da Allah bazılarını bazılarından rızıklandırsın." Buharî'nin naklettiğine göre "Şehirli kır halkı için satmasın" ifadesini İbni Ab-bas (r.a.): "Ona simsar olmasın" şeklinde tefsir etmiştir. Hadiste, az olan üçte birden fazla olması arasında bir fark ve tafsilat bulunmamaktadır.

4- Karşılıklı rıza, akitlerin temelidir:

"Sizden karşılıklı rıza(dan kaynaklanan) bir ticaret olması müstesna" iimlesi bunu göstermektedir. İkrah (zorlama) yoluyla akit sahih olmaz.

5- İntihar etmek ve başkalarının canına kıymak haramdır:

Tefsir alimleri "Kendilerinizi öldürmeyin" ayetinden muradın, insanların azılarının diğer bazılarını öldürmesinden nehiy olduğu hususunda ittifak et-ıişlerdir. Ayetin lafzı geneldir, kişinin dünyalık ve mal talebi uğrunda telefe ol açacak şekilde kendini aldanma ve zarara düşürmek suretiyle ölümü kaste-erek canına kıyması, yazık etmesi manasına gelebileceği gibi, "bunalım ve öf-e anında kendinizi öldürmeyiniz" manasına gelme ihtimali de vardır. Yasak ütün bu şekillere şamildir.

6- Öldürmenin ve haram yolla malı yemenin cezası vardır:

"Kim bunu yaparsa..." ayeti bir insanı öldürmenin haram olduğuna delâlet tmektedir; çünkü en yakında zikredilen mesele odur. Ayet yukarıda geçen ma-batıl yolla yemenin ve insan öldürmenin haram olduğu gibi hususların hepsi-e de delâlet edebilir. Zira nehiy onlardan sonra gelmiştir. Sonra da nehye göre aid (ceza tehdidi) varid olmuştur. Bir görüşe göre hüküm geneldir, surenin ba-ndan "Kim bunu yaparsa..." ayetine kadar nehyolunduğu belirtilen bütün me-îlelere şamildir. İmam Taberî der ki: "bunu" lafzı nehyedilen en son vaide ait-r. O da: "Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz." slisa, 4/19) ayetidir. Çünkü surenin başından itibaren gelen her nehiy ile bera-er bir de vaid zikredilmiş iken bu ayetten sonra hiç bir vaid gelmemiştir. Bila-ere "Kim haddi aşarak ve zulmederek bunu yaparsa..." ayeti zikredilmiştir. [126]

 

Büyük Günahlardan (Kebairden) Kaçınmanın Mükâfatı

 

31- Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız sizin (diğer) küçük günahlarınızı örteriz ve sizleri şerefli bir yere (getirip) sokarız.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kebâir", "kebîr" kelimesinin cemisidir. Büyük günah, masiyet manasına­dır ki hakkında Kur"an veya sünnette bir vaid (tehdit, ceza) yahut had cezası varid olmuş öldürme, zina, hırsızlık gibi günahlar için kullanılır. İmam Zehe-bî'nin Kitabu'l-Kebâir'inde de bildirildiği gibi yetmiş kadar kebîre vardır. İbni Abbas'tan bu sayının yedi yüze kadar çıktığı da rivayet edilmiştir.

"Küçük günahlarınızı (seyyiatmızı) örteriz..." Bunların mağfiret edilip (yarlıganıp) silinmesi ibadet ve taatlar ile gerçekleşir. [127]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teâlâ yukarıda geçen ayetlerde insanların mallarını batıl ve haram yolla yemeyi, haksız yere insan öldürmeyi yasaklamış, onlardan dolayı cehen­nem ateşi ile korkutup tehdit etmişti. Bu ayet-i kerimede ise genel bir yasak ile her türlü büyük günahlardan nehyetmekte, buna imtisal edip uyana cenneti vaad etmektedir. [128]

 

Açıklaması

 

Nehyolunduğunuz günahların büyüklerinden sakınır ve uzaklaşırsanız biz de sizin küçük günahlarınızı örteriz, affederiz ve sizleri cennete sokarız.

Peki büyük (kebâir) ve küçük (sağâir) günahlardan kasdolunan nedir?

Alimlerin cumhuru, günahların büyükler ve küçükler olmak üzere iki çeşi­di olduğu üzerinde icma etmişlerdir.

Büyük günahlar (kebâir) hakkında şiddetli bir vaid (tehdit) olan veya had cezasını gerektiren her masiyet, günah bu türdendir. Bazılarına göre sayısı ye­didir. Sahihayn'da Ebu Hureyre (r.a.)'den gelen hadisinde Resulullah (s.a.) şöy­le buyurmuştur: "Helak edici yedi şeyden kaçınınız: Ashab-ı Kiram "Nedir onlar ey Allah Rasulü?" diye sorduklarında Peygamberimiz (s.a.) şöyle açıklamış­tır: Allaha şirk koşmak, haklı bir sebep dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir cana kıymak, sihir yapmak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş gü­nü muharebeden kaçmak, evli ve namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mü­min kadınlara zina iftirası atmak." Ana-babaya isyan etmenin, yalan yere şa­hitlik etmenin de büyük günahlardan olduğunu belirten rivayetler de naklo-lunmuştur. Zira Rasul-i Ekrem (s.a.) her makam ve duruma uygun olanları zikretmiştir, sayılanlar hasr (sınırlama) için değildir.

Kimilerine göre kebâirin sayısı dokuz, kimine göre on, kimine göre de da­ha da fazladır. Abdurrezzâk'm rivayetine göre İbni Abbas (r.a.)'a: "Büyük gü­nahlar yedi tane midir?" diye sorulduğunda, "yetmişe daha yakındır" dedi. Saîd b. Cübeyr, İbni Abbas'ın "Yedi yüze daha yakındır" dediğini rivayet eder.

Küçük günahlar (sağair, seyyiat) ise hakkında şiddetli bir tehdit veya had cezası gerektiği varid olmamış günahlardır. Yabancı kadına bakmak gibi. Üze­rinde ısrar edilen ve hafif görülen küçük günahlar tekrarlanarak büyük günah haline gelir. Ölçü ve tartıda noksanlık yapmak, insanların namus ve şerefine, haysiyetine dil uzatmak gibi. Bu günahlar, ısrarla yapan kişi hakkında büyük günah olur.

Büyük günahlardan sakınmak, iki şartla küçük günahlara kefaret olur, onları örter. Birincisi, sakınmaktır. Bu, günah işlemeğe gücü yettiği halde ve iradesini kullanarak olursa daha makbuldür; bir kadın tarafından nefsini ona arz etmek için çağırılıp da sadece Allah'tan korktuğu için bu teklifi reddeden kimse gibi. İkincisi, sakınma esnasında farzların da yerine getirilmesidir. Müs­lim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Büyük günahlardan sakınıldığı takdirde beş vakit namaz ile cuma, diğer cumaya kadar olan, Ramazan da diğer Ramazana kadar olan aradaki küçük günahları siler." Namazı terk etmekten sakınan ve büyük günahlardan da uzak duran kişinin küçük günahları affedilir ve silinir. Hadis-i şerif namaz kıl­mayı terk etmenin büyük günahlardan olduğunun delilidir.

Cahillikten ya da öfke ve kızgınlık gibi ani durumlardan kaynaklanan gü­nahların ise pişmanlık ve tevbe ile affedilmesi, silinmesi mümkündür. [129]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime günahların arasında büyük ve küçük olanların bulunduğunu göstermektedir. Fakihlerin ve müfessirlerin çoğunluğu da bu kanaattedirler.

Yine ayet-i kerime gösteriyor ki Allah Teâlâ, büyük günahlardan kaçınmak şartıyla yabancı kadına bakma, dokunma gibi küçük günahları bağışlar. Ayrıca ayetin tefsirinde de açıkladığımız gibi bu kaçınmaya bir şart daha ilâve olunmalı­dır: Farz ibadetlerin yerine getirilmesi. Hz. Katâde (r.a.) der ki: "Eğer yasak edil­diğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız" ayetinde Allah Teâla af ve mağfireti ke-bairden (büyük günahlardan) sakınana vaad etmiştir. Peygamberimiz (s.a.) de: "Büyük günahlardan kaçının. Orta yolu tutun. Size müjde olsun." buyurmuştur.

Usul alimlerine göre kebâirden (büyük günahlardan) sakınmak suretiyle küçük günahların silinmesi kesin olarak icap etmez. Bu ancak zann-ı galibe, rahmet-i ilâhîden ümitvar olmaya ve Cenab-ı Hakkın dilemesinin sabit bulun­masına itimaden böyle yorumlanabilir.

Kebâir, İbni Abbas'ın da dediği gibi sonunda Allah Teâlâ tarafından cehen­nem, ilâhî gazap, lanet veya azap zikredilen her türlü günahtır. Abdullah b. Mesud (r.a.) ise şöyle der: Kebâir (büyük günahlar), Allah Teâlâ'nm bu surenin 33. ayetine kadar yasakladığı bütün günahlardır. "Eğer yasak edildiğiniz bü­yük günahlardan kaçınırsanız..." ayeti bu görüşün tasdiki mahiyetindedir.

Tâvus'un naklettiğine göre yukarıda da geçtiği üzere İbni Abbas'a: "Büyük günahlar yedi tane midir?" diye sorulduğunda, "Onlar yetmişe yakındır" ceva­bını vermiştir. Saîd b. Cübeyr de bir adamın İbni Abbas'a gelerek, büyük gü­nahlar (kebâir) yedi tane midir?, diye sorduğunda İbni Abbas'ın şöyle cevapla­dığını bildirmiştir: "Kebâir, yediye değil, yedi yüze daha yakındır. Şu kadar var ki tevbe ve istiğfar edildiğinde büyük günah kalmaz, vazgeçilmeyip ısrar olun­duğu takdirde de günah küçük olmaz (yani devam ve ısrarla işlenen küçük gü­nahlar kebâir haline doğru gider)."

Kebâire (büyük günahlara) misaller: Allah Teâlâ'ya şirk koşmak, Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini inkâr etmek, büyücülük (sihir) yapmak, çocuklarını öldürmek, Allah Teâlâ'ya çocuk veya eş isnat etmek, haksız yere bir insanı öldür­mek, zina etmek, livata (homoseksüellik) yapmak, kumar oynamak, şarap (içki) içmek, hırsızlık etmek, başkasının malını gasbetmek, başkasının (kadın-erkek) namusuna iftirada bulunmak, faiz yemek, özürsüz Ramazan orucunu yemek, ya­lan ve günah yoluyla yemin etmek, akrabalık bağını kesmek, anne-babaya isyan etmek ve onların hakkını gözetmemek, Müslümanlara ait savaştan kaçmak, ye­tim malı yemek, ölçü ve tartıda hıyanet etmek, namazı vaktinden önceye alıp kıl­mak veya özürsüz yere vaktinden sonraya ertelemek, haksız yere Müslüman kişi­yi dövmek, Resulullah (s.a.) hakkında kasten yalan söylemek, Ashab-ı kirama dil uzatmak, yalan yere şahitlikte bulunmak, bir kişinin kendi anne-babasına dil uzatıp kötü söz söylemesi, özürsüz yere şahitliğini gizlemek, rüşvet almak, erkek­ler ile kadınlar arasında kavatlık, pezevenklik yapmak, sultana jurnalcilik yap­mak, zekâtı vermemek, gücü yettiği halde emri bi'1-maruf ve nehyi ani'l-münker vazifesini terk etmek, öğrendikten sonra Kur'an-ı Kerim'i unutmak, hayvanı ateş­le yakmak, kadının sebepsiz yere kocasının arzusundan kaçınması, Allah Te-âlâ'nın rahmetinden ümit kesmek ve ye'se düşmek, Allah Teâlâ'nın imtihan ve belâsından emin olmak, zıhar yapmak, [130] zaruret bulunmadığı halde domuz veya ölmüş hayvan eti yemek.

İbni Mesud (r.a.) Hazretleri demiştir ki: Nisa suresinde şu beş ayet bana dünyadaki herşeyden daha sevimlidir:

1- "Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız..." (ayet, 4/31).

2- "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını yarlığamaz; ondan baş­kasını, dileyeceği kimseler için yarlığar (bağışlar)." (ayet, 4/48).

3- "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'a istiğfar ederse o, Allah'ı çok yarlığayıcı, çok esirgeyici bulur." (ayet, 4/110).

4- "(Zerre miktarı) bir iyilik olursa onun (sevabını) kat kat artırır." (ayet, 4/40).

5- "Allah'a ve peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerinden ayır-mayanlara gelince, onlar da mükâfatları kendilerine verilecek olanlardır." (ayet, 4/152). [131]

 

Hasetten Nehiy Ve Allah'tan Fazlını İstemek

 

32- Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün olduğu gibi kadınların da yine kendi  kazandıklarından bir payı vardır. Allah'tan, O'nun fazl u kereminden iste- yin. Şüphe yok ki Allah her şeyi hak­kıyla bilendir.

 

Belagat:

 

"Kadınların kendi kazandıkları" cümlesinde itnâb sanatı vardır.

"Kazandıklarından" kelimesinde istiâre-i tebeiyye sanatı vardır. Mirasta hak sahibi olup ona malik olmaları, o malı kazanmaya benzetilmiş ve "iktisâb= (kazanma)" lafzından "iktesebû(=kazandılar)" kelimesi türetilmiştir. Bu, İbni Abbas'm "Bu cümleden murad mirastır" şeklindeki görüşüne göredir. [132]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile (ve sebep) yaptığı şeyler" dünya­lık ya da dini yönden olur. Böyle bir rağbete kapılırsanız bu, neticede karşılıklı hasede ve kine yol açar.

Yaptıkları cihad ve diğer ameller sebebiyle "Erkeklerin kazandıklarından bir payı vardır."

Kocalarına itaat ve namuslarını korumaları sebebiyle "kadınların da yine kazandıklarından bir payı vardır."

"O'nun fazl u kereminden" yani O'nun ihsan ve nimetlerinden "isteyin". İh­tiyacınız olan şeyleri Allah'tan istediğinizde O size verecektir.

"Şüphe yok ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir." Fazl u ihsan ile istekleri­nizi takdim edeceğiniz makam da O'na aittir. [133]

 

Nüzul Sebebi

 

Tirmizî ve Hâkim'in rivayetlerine göre Ümmü Seleme (r.a.) şöyle dedi: Er­kekler savaşa çıktığı halde kadınlar savaşa gitmezler ve mirastan da yarım hisse alırlar. Bu duruma işareten Allah Teâlâ: "Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile (ve sebep) yaptığı şeyleri temenni etmeyin (ummayın)" aye­tini indirdi. "Şüphesiz ki müslüman erkekler ile müslüman kadınlar, iman eden erkekler ile iman eden kadınlar, taate devam eden erkekler ile taate devam eden kadınlar... için Allah mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır." (Ahzab, 33/35) ayeti de onlar hakkında indirilmiştir.

İbni Ebî Hatim İbni Abbas (r.a.)'tan naklediyor: Bir kadın Peygamberimize (s.a.) gelerek şöyle dedi: "Ya Rasulallah, erkek için kadının hissesinin bir katı var, iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk. Amel bakımından da biz kadınlar öyle miyiz? Kadın bir hasene (iyilik) yaptığında onun için yarım hase-ne mi yazılıyor?" Bunun üzerine Allah Teâlâ "Allah'ın, kiminizi kiminizden üs­tün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin" ayetini inzal etti. [134]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak burada müminleri, batınlarını, içlerini temizlemek için kalbe ait fiillerden biri olan hasetten nehyetmektedir. Daha önce de zahirlerini te­mizlemek için dış organlarla ilgili fiillerden olan malları batıl ve haram yolla yemek, insan öldürmek gibi fiilleri onlara yasaklamıştı. Allah Teâlâ mirasta er­keklerin hissesini fazla yapınca bu ayet-i kerime gelmiş ve Allah'ın her iki cin­se verdiği hususiyetleri temenni ve arzu etmekten nehyetmiştir. Çünkü bu tür istekler haset ve kin sebebi olmaktadır. [135]

 

Açıklaması

 

Allah Teâlâ müminleri hasetleşmekten, bazı insanları diğer bazılarından üstün kılmaya vesile yaptığı makam, mevki, mal gibi şeyleri temenni etmekten nehyetmektedir. Çünkü bu farklılık ve üstünlük Allah Teâlâ'nm bir taksimidir ve bir hikmetten, tedbirden ve kullarının hallerini ve kendisine rızık genişliği veya darlığı takdir ettiği kimselere uygun olanı bilmesinden kaynaklanmıştır. Buyurmaktadır ki: "Eğer Allah kullarına (eşit olarak) bol rızık verseydi yeryü­zünde taşkınlık edip azarlardı." (Şûra, 42/27). Herkes kendisine taksim ve tak­dir olunana razı olmalıdır. Bilmelidir ki kendisine takdir ve taksim olunan onun menfaatinedir, maslahatmadır. Şayet aksi olsaydı kendisinin zararı ve fe­sadına olurdu. Artık hissesi sebebiyle kardeşine haset etmesi caiz olamaz.

Ayet-i kerimenin zahiri gösteriyor ki hiç kimsenin diğer bir kimseye tahsis edilmiş mal, makam, mevki ve öbür rekabet olan şeylere haset etme hakkı yoktur. Bu üstünlük ve farklılık, "Dünya hayatında onların maişetlerini (geçimlerini) bile aralarında biz taksim (ve takdir) ettik. Onların bazısını, derece derece diğer bazısı­nın üstüne çıkardık." (Zuhruf, 43/32) ayet-i celilesinde de ifade edildiği gibi hikmet sahibi ve kullarının her şeyinden haberdar Hak Teâlâ tarafından sadır olmuş bir kısmet ve takdirdir. İbni Abbas (r.a.) der ki: Biriniz "Keşke filan kişiye verilen mal, nimet, güzel kadın bende olsaydı" demesin. Böyle bir temenni haset olur. Fakat "Allahım, bana da onun gibisini ver" desin. Şu halde haset yasak, gıbta ise caizdir.

Her insan Allah Teâlâ'nın kendisi için takdir ettiğine razı olmalı, başkası­na haset etmemelidir. Zira haset, her şeyi en güzel ve en sağlam yapan Cenab-ı Hakk'a itiraz etmeye en çok benzeyen şeydir.

Bazı kimseler buradaki cümlede mahzûf (zikredilmemiş) bir lafız vardır, takdiri de şöyledir derler: "Allahm, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile (ve sebep) yaptığı şeylerin mislini (benzerini) temenni etmeyin." Çünkü başka­sından nimetin zail olması kastedilmemiştir, ancak bir nimetin özellikle kendi­sine ait olması talep edilmiştir. Buna göre başkası için olan şeyin benzerini te­menni etmek yasaklanmış bulunuyor ki bu da hasede götüren bir vesile olabi­lir. İnsan: "Allahım, bana filanın evi gibi bir ev, onun oğlu gibi bir oğul ver" de­memelidir. Aksine şöyle demelidir: "Allahım, bana dinim, dünyam, ahiretim ve hayatım hakkında uygun olacak şeyleri lütfet."

Ancak ilk tefsir daha kabule lâyıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bir hadi­sinde "Bir kimse kardeşinin malını temenni etmesin, ama şöyle dua etsin: Alla­hım, beni rızıklandır. Allahım, bana da onun benzerini ver." buyurmuştur

Kısaca ifade edecek olursak Allah Teâlâ her ihsanı, başkası vesilesiyle üs­tünlüğü temenni etmekten nehyetmiştir. Kişiye yaraşan takatince çalışmak, çabalamak, gayret göstermektir. İşte o zaman kazandığı ameller ile üstünlük meydana gelir. Erkek olsun, kadın olsun, herkes çalıştığının meyvesini alır. Al­lah Teâlâ erkek ve kadınlardan her biri için genişlik veya darlığı gerektiren ha­lini bilerek takdir ettiği şeyi onun kazancı kılmıştır. Erkeklere has olan amel­lerden alacakları ücret onların hissesidir, kadınlar o hususta kendilerine ortak olmazlar. Kadmlara has olan amellerden alacakları ücret de onların hissesidir, erkekler de onda kendilerine ortak olamazlar. Yani bir işin ücreti erkek ve ka­dınlardan her birinin tabiatına uygun olarak farklılık gösterir. İbni Abbas ise burada murad edilen şeyin miras olduğunu söylemiştir. Bu görüşe göre iktisap (kazanma), mirasta pay düşmek, hisse değmek manasına gelir.

Sonra Allah Teâlâ fazl u kerem, ihsan ve in'am kaynağına dikkat çekmek­te, "Allah'tan, O'nun fazlından isteyin" buyurmaktadır. Yani diyor ki: Dilediği­niz ihsan ve in'amı isteyiniz. O, dilerse bunları size verecektir. O'nun hazineleri dopdoludur, tükenmez. Başkasının hissesini temenni etmeyin, kimseye haset etmeyin, bazınızı bazınızdan üstün kılmaya vesile yaptığımız şeyleri temenni etmeyin, çünkü bu temenninin hiç bir faydası yoktur. Tirmizî ve İbni Merdûveyh'in Abdullah b. Mes'ud'dan naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan, O'nun fazlından isteyin. Şüphesiz Allah, kendisinden istenmesini sever. Muhakkak ki ibadetin en üstünü fereci (sıkıntıdan kurtulma­yı) beklemektir." İbni Mace de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'m şu hadisini tahric etmiştir: "Allah'tan istemeyene Allah gazap eder. Şüphesiz ki Allah her şe­yi hakkıyla bilendir" cümlesinin manası şudur: O, gayet iyi bilir ki filan dün­yalığa müstahaktır, ona ondan verir, filan fakirliğe müstahaktır, onu fakir kılar, filan ahirete müstahaktır, ona ahiret amellerini işleme fırsatını verir, filan hiz-lân'a (ilâhî teyidden yoksunluğa) müstahaktır, onu da her türlü hayır ve yolla­rından mahrum bırakır. Onun için isti'dad, yetenek ve derecelerinin farklılığına

göre insanların bir kısmını diğer bir kısmına üstün kılmıştır. Farklılık beden itibariyle olduğu gibi meselâ ilim, makam, şeref gibi yönlerden de olur. [136]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Allah Teâlâ müminleri kıskançlık anlamında temenniden menetmekte­dir. Çünkü o sebepten zihin meşgul olmakta, ecel (ölüm) unutulmaktadır. Bu­radaki temenniden maksat, başkasının sahip olduğu nimetin zevalini istemek manasına olan hasettir. O nimetin kendisine gelmesini dilesin yahut dileme­sin, durum fark etmez. Gıpta (imrenmek) ise, bir kimsenin başka birinin sahip olduğu nimete onun yok olmasını dilemeden kendisinin de sahip olmasını te­menni etmesi demektir ki bu alimlerin cumhuruna göre caizdir. Bazılarına gö­re Buharî ve başka kaynaklarda geçen şu hadis-i şerif de o manayadır: "Haset (gıpta, imrenmek) sadece iki şeyde olur: Birisi Allah Teâlâ'nın kendisine Kur'ân (ve dinî ilimleri) bahşetmiş olduğu ve (bunun hakkını vererek) geceler ve gün­düzler boyunca amel eden bir adam; öbürü de Allah'ın kendisine mal ihsan etti­ği kimsedir ki gece gündüz o malı (Allah yolunda) sarf eder." "Haset olmaz, an­cak..." ifadesi, bu iki işte gösterilen gıptadan daha büyük ve üstün bir gıbta (imrenme) olamaz, manasınadır. İmam Buharî de hadisi zikrettiği bölüme "İlim ve Hikmet Hakkında Gıpta Etme Babı" başlığını koyarak bu manaya ten-bihte bulunmuştur. el-Mühelleb diyor ki: Allah Teâlâ bu ayette geçici mal, ma­kam ve benzeri gibi temenni edilmesi caiz olmayan şeyleri beyan eylemektedir. Fakat salih ameller hakkında temennilerde bulunmak ise caizdir.

Hasılı kıskançlık, ekseriye tembellikle birlikte olur, ancak zayıf, gayretsiz, zayıf imanlı kişiler temenni yoluna sapar. Ayetle yasaklanan kıskançlık, haset bir şahsın sahip olduğu dini ya da dünya ile ilgili hallerin kendisine ait olması­nı, öbürünün bunlardan mahrum kalmasını temenni etmesi demektir. Allah Teâlâ'nın "Yoksa onlar Allah'ın fazlından ve lütfundan insanlara verdiği şeylere (ihsanlara) haset mi ediyorlar?" (Nisa, 4754) ayet-i kerimesinde zemmedip kı­nadığı husus da budur.

2- Amellerin semere ve karşılığı bakımından erkekler ile kadınlar eşittir. Erkekler sevap, ceza ve mirasta hak sahibi olabileceği gibi kadınlar da aynı şeylere muhataptırlar. Kadınlar da erkekler gibi bir iyilik yahut iyi amel karşı­lığı olarak on kat fazla sevap alırlar. İbni Abbas'ın yukarıda geçen "iktisap (ka­zanmaktan maksat mirasta düşen hissedir" şeklindeki görüşüne göre kadınlar da mirasta erkekler gibi hisse kazanır, elde ederler.

3- Allah Teâlâ'dan istemek, dilemek vaciptir. Din ve dünya işlerinde Al­lah'tan, O'nun fazl u kereminden talepte bulunmak şer'î yönden vaciptir, lü­zumludur. Çünkü ayet-i kerimede "Allah'tan, O'nun fazlından isteyin" buyuru-lurken yukarıda geçen hadiste de 'Allah'tan fazl u keremini dileyin" diye beyan edilmiştir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Allah Teâlâ ancak vermek için kendisinden istenmesini emretmiştir. [137]

 

Her Varise Terekeden Hakkını Vermek

 

33- (Erkek ve kadınlardan) her biri için baba ve ananın, akrabaların terk ettikleri mirastan da varisler yaptık. (Akit ile) yeminlerinizin bağladığı kim­selere de hisselerini verin. Allah, her şeye hakkıyle şahittir.

 

I'râb:

 

"Her biri için mevâli (varisler) yaptık" cümlesinin takdiri "her bir kimse için varisler yaptık" şeklindedir. Bir rivayete göre ise takdir şöyledir: "Ana-baba ve akrabaların terekelerinden her bir şey için mevâli yani ona mirasçılar yaptık".[138]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Mevâli" asabe derecesindeki akraba veya mirasa hakkı olan varisler de­mek olup "mevlâ" kelimesinin cemisidir ki ölenin bıraktığı "tereke"yi elde etme hakkı olan kimse manasınadır.

'Yeminlerinizin bağladığı kimselere" yani cahiliye döneminde yardımlaş­ma ve birbirine mirasçı olma hususunda kendileriyle ahit (antlaşma) yaptığı­nız müttefiklere de "hisselerini verin." mirastaki payları olan südüs (altıda bir) miktarı şimdi veriniz. Bir rivayete göre bundan murad geriye kalan eştir, yani karı veya kocadır. Birinci manaya göre olduğu takdirde bu ayet "Akrabalar (ra­him bağıyla birbirine yakın olanlar) Allah'ın Kitabı(nm hükmü)nce birbirine daha yakındırlar" (Enfâl, 8/75) ayeti ile neshedilmiştir. [139]

 

Nüzul Sebebi

 

"Yeminlerinizin bağladığı kimseler" ayetiyle ilgili olarak İmam Ebu Dâ-vud Sünen'inde Dâvud b. el-Husayn'dan tahric etmiştir: Davud der ki: Ben er-Rabî'in kızı Ümmü Sa'd'e Kur'an-ı Kerim okuyordum. Ümmü Sa'd, Hz. Ebu Be­kir'in himayesinde büyümüştü. Bu ayete gelince (akadet) kelimesini (âkadet) diye â'yı uzatarak, "ahit yaptı" manasına gelecek şekilde okudum. Ümmü Sa'd hemen müdahele etti ve dedi ki: Hayır, o kelime (akadet) şeklindedir. Ayet, Hz. Ebu Bekir ve oğlu hakkında indi. Oğlu İslâm'ı kabul etmeyince Ebu Bekir de onu mirasından mahrum edeceğine yemin etmişti. Sonradan oğlu müslüman olunca, Hz. Ebu Bekir'e oğlunun da payını vermesi emredildi.

"Her biri için baba, ana ve akrabaların terk ettikleri mirastan varisler (me-vâli) yaptık." Saîd b. el-Müseyyeb diyor ki: Bu ayet-i kerime, kendi oğulları ol­mayan adamları evlat edinip onları mirasçı kılan kimseler hakkında inmiştir. Allah Teâlâ onlar hakkında vasiyette bir pay kılınması hükmünü indirmiş, mi­rası ise zevil-erham ve asabe derecesindeki varislere vermiştir. Kendilerini ev­lat edinenlerin mirasını talep edenlerin iddiasını ise reddetmiş, ancak onlar için de vasiyet kısmından bir pay vermiştir. [140]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet mal ile ilgilidir. Yukarıda ise malın batıl yolla yenilmesini, mal hususunda hasetçilik yapmayı ve temennide bulunmayı yasaklamıştır. Daha önce geçen ayet servet elde etme hakkında genel kaidenin kazanç prensibi ol­duğunu belirtirken bu ayet de mirası, servete sahip olmak için başka bir meşru yol olduğunu ortaya koyuyor. [141]

 

Açıklaması

 

Erkek ve kadınlardan her biri için mevâlî yani mirasçı ve asabe akrabalar yaptık. Bu kimseler, ana-baba ve akrabaların kendilerine bıraktığı mirası alır­lar.

İslâm gelmeden önce "Sen bana varis olursun, ben de sana varis olurum" diyerek kendileriyle kuvvetli yeminler edip ittifak kurduğunuz kimselere de mirastan hisselerini veriniz. Siz onlara bu konuda ağır yeminlerle ahit ve vaat­lerde bulunmuştunuz. Şüphesiz Allah bu akitler hususunda aranızda hakkıyle şahittir. Bu hüküm İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Daha sonra Allah Teâlâ bu hükmü Enfal süresindeki 'Yakın akrabalar birbirlerine (diğer insanlardan) da­ha yakındırlar" ayetiyle neshetti.

Aynı şekilde hicretten sonra Medine'de Ensar ile Muhacirler arasındaki kardeşlik sebebiyle de birbirine mirasçı olma cereyan ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.)'in aralarında tesis ettiği kardeşlik dolayısiyle bir Ensari'ye yakın akraba değil, bir muhacir mirasçı oluyordu. İşte o hüküm de "Her biri için mirasçılar (mevâlî) yaptık." ayetiyle neshedildi.

Yani ittifak, velâ ve kardeşlik sebebiyle birbirine mirasçı olma hükmü nes-hedilmiştir. Ve biliniz ki Allah Teâlâ geçmişte de şu anda yaptıklarınıza vakıf ve muttalidir, o yüzden kıyamette yaptıklarınızın karşılığını size verecektir. Al­lah onlarla yaptığınız akit ve ahitlerinize şahittir ve O, vefakârlığı sever.

Ayetin "Herbiri için baba ve ananın, akrabaların terk ettikleri mirastan da varisler yaptık" kısmı hakkında müfessirlerin görüşleri dört farklı şekilde ifade edilmiştir:

1- Kendisine mirasçı olunan her bir insan için bıraktığı maldan alacak bir varis yaptık. Kelâm böylece tamamlanmıştır. "Baba-ana ve akrabalar" grubu ise mukadder bir sualin cevabıdır. Sanki "Varis kimdir?" denilmiş de, "Baba-ana ve akrabalardır" diye cevap verilmiştir.

2- "Baba-ana ve akrabaların geriye bıraktığı kimselerden varis olan her bir insan için mevruslar (kendisine mirasçı olunanlar) yaptık." "mimmâ tereke = bıraktıklarından" lafzmdaki cer ile mecrur ise mahzuf bir kelimeye müteal­liktir, o mahzuf da muzafun ileyhin sıfatıdır, "mâ" harfi "men(=ki onlar)" mana­sınadır. Şu halde kelâm tek bir cümle olmaktadır.

3- Kendilerini varisler kıldığımız her bir kavim için ana-babalarının ve ak­rabalarının geriye bıraktıklarından bir hisse vardır.

4- Ana-baba ve akrabaların geriye bıraktığı mallardan her bir mal için onu eline alıp sahibi olacak varisler kıldık.

Müfessirlerifl "yeminlerinizin bağladığı kimseler" cümlesi üzerindeki gö­rüşleri:

Tercih edilen görüşe göre bu kısım daha önceki cümleden ayrıdır. Müfes-sirlerin tevilleri şu şekildedir:

1- Bunlardan murad; muvâlât (dostluk ittifakı) yoluyla mirasçı olan kim­selerdir. İlk devirlerde onların da mirastan paylan vardı, sonradan bu hüküm neshedilmiştir. İbni Cerîr ve başka zevat Katâde'nin şöyle söylediğini rivayet ederler: Cahiliye devrinde bir adam başka bir adama muahât yaparak derdi ki: "Kanım senin de kanındır, yakınım senin de yakınındır[142], öcüm senin de öcün­dür, savaşım senin de savaşındır, barışım senin de barışındır, sen bana mirasçı olursun, ben de sana mirasçı olurum, benim sebebimle senden talep olunur, se­nin sebebinle benden talep olunur, benim namıma sen diyet ödersin, senin na­mına da ben diyet öderim." Böylece halif, müttefik olan kimsenin diğer halifin mirasında da altıda birlik bir hissesi olurdu. İşte bu çeşit muahedeler 'Yakın akrabaların bazısı diğer bazısına öbür insanlardan daha yakındır." (Enfâl, 8/75) ayet-i kelimesiyle neshedildi.

2- Bunlardan murad olunan kimseler; evlatlık edinme yoluyla nesebe ka­tılmış kişilerdir. Evlatlıklara da bu sebeple miras verilirdi. Enfal süresindeki ayet ile bu hüküm de neshedilmiştir.

3- Ayette, muâhât yoluyla kardeş olan kimseler murad olunmuştur. Ce-nab-ı Peygamber (s.a.) ashabından iki adam arasında kardeşlik bağı kurar, bu kardeşlik birbirlerine mirasçı olmaya sebep olurdu. Bu hüküm Enfal ayeti ile nesholunmuştur.

4- Ebu Müslim el-Horasanî'ye göre murad olunanlar; eşler yani karı veya kocadır. Nikâh'a akit ismi de verilmiştir.

5- el-Cübâî'ye göre murad; hulafâ yani "müttefikler" dir. "Yeminleriniz bağ­ladığı"  ifadesi "baba-ananm ve akrabaların" ifadesine matuftur. Yani baba-ananın ve akrabaların, yeminlerinizin kendilerini bağladığı kimselerin geriye bıraktığı her şey için varisler vardır; o varislere hisselerini veriniz, halif (müt­tefik) olana mal vermeyiniz.

6- Bu kimselerden murad; halifler (müttefikler)'dir. Kendilerine yardım edilir, nasihat ve güzel muamele, vasiyet gibi konularda haklar gözetilir. Yani onların mirasta değil, ölenin vasiyet ettiği miktarda haklan vardır. Bu görüş İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir. [143]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimede her bir insanın mirasçıları, geriye kalan mal ve işlerinin mütevellisi olacak kimselerin bulunacağı açıklanmaktadır. O halde herkes Al­lah Teâlâ tarafından kendisine taksim ve takdir edilmiş olan miras miktarın­dan yararlansın ve başkasının malını almayı temenni etmesin.

Aynı zamanda akit ve ahde, antlaşmaya vefa göstermenin vacip olduğu da açıkça belirtiliyor. Cahiliye devrinde birbirine mirasçı olma hususunda ittifak etmiş kişilerin bunun gereklerine, yükümlülüklerine riayet etmeleri lâzım gelir. Halîf (müttefik) olan kişiye mirastan altıda bir oranındaki payı verilmelidir. Ne var ki bu hüküm neshedilmiştir. Selef ulemasının çoğunluğuna göre "yeminleri­nizin bağladığı kimseler" ayetini, "yakın akrabalar (ulü'l-erham)'ın bazısı bazı­sına (diğer insanlardan) daha yakındır" (Enfâl, 8/75) ayeti neshetmiştir.

Bu noktada Saîd b. el-Müseyyeb'den gelen başka bir görüş daha vardır: Al­lah Teâlâ cahiliye zamanında evlatlık edinip İslâm geldikten sonra da bir süre onları mirasçı yapmış olan kimselere, vasiyet ettikleri bölümde evlatlıklara bir pay ayırmalarını, ama mirası zevi'l-erham ve asabe olan yakın akrabalara ver­melerini emretmektedir.

Taberî ve Buharî, İbni Abbas'tan şöyle bir görüş zikrederler: "Yeminlerinizi bağladığı kimseler.." ayeti muhkem olup mensuh değildir. Allah Teâlâ mümin­lere, hulefaya (müttefiklere) yardım, nasihat, vasiyet ve benzeri gerekli hisse­lerini vermelerini emretmiştir. Miraslarıyla ilgili hüküm ise artık geçmiştir.

Netice olarak tereke (miras kalan mal), varisler arasında Allah Teâlâ'nm Nisa suresinin 11, 12 ve 176. ayet-i kerimelerinde beyan buyurduğu şekle göre bölüştürülür. Mirasta hak sahibi olanlar ise farz hisse sahipleri ve asabelerdir. Yani ölenin usul (ana-baba), fürû (çocuklar), diğer yakın hısımları ve eşlerdir. Başkalarıyla ilgili miras hükümleri artık kalkmıştır. Ancak onlara da bir mik­tar mal vasiyet etmeye de hiçbir engel yoktur. İster cahiliye devrinde kendile­riyle ittifak yapılmış (hulefa) olsunlar, ister hicretten sonra İslâm kardeşliği yoluyla kardeş olmuş olsunlar, isterse evlatlık olsunlar durum aynıdır.

Hanefîler, "yeminlerinin bağladığı kimseler" ayetini müvâlât (dostluk itti­fakı) mevlâsı olan kişinin mirasçı kılınacağı hakkında hüccet sayarlar. Ayet, it­tifak antlaşması esnasında kararlaştırılan sabit hissesine delâlet etmektedir. Enfal süresindeki "Yakın akrabalar (zavil-erham) bazısı bazısına (diğer insan­lardan) daha yakındır" ayeti, zevil-erham ve asabeden kimse bulunmadığı tak­dirde ise mirasın, kişinin ittifak yaptığı ve mirasçı tayin ettiği halife ait olduğunu göstermektedir. Bir delil de Temim ed-Dârî'den gelen şu rivayettir: "Ey Allah'ın Rasulü, Müslümanlardan bir adamın eliyle müslüman olan kişi hakkında sünnet (usûl) nedir?" dedim. Peygamberimiz (s.a.) de cevaben: "O, öbürünün hayat ve ölümüne (yani mirasına) en yakın ve uygun kimsedir" bu­yurdu.

Cumhura göre ise muvâlât mevlâsınm mirası Müslümanlara aittir. Muvâ-lât; mevlâsı bir kimsenin eliyle müslüman olup onunla velâ, (dostluk ve yar­dımlaşma ittifakı, kurup akit yapan, öldüğünde müttefiğinden başka mirasçısı bulunmayan kişidir. Çünkü halîf (müttefik) durumundaki kişinin mirasçı ola­cağına ayetin delâlet edebilmesi üç şeye bağlıdır: Ayette geçen "yeminlerinizin bağladığı kimseler" cümlesinden muradın halîfler olması, hisseden maksadın mirastaki hisse olması ve ayetin mensuh değil muhkem olması. Halbuki bütün bu hususlarda müfessirler arasında görüş ayrılığı vardır. Temim ed-Dârî hadisi de miras hakkında bir nas değildir, çünkü hadisin "Hayatında ve ölümünde onu koruyup yardım etmeye en yakın kişi odur" manasına gelmesi ihtimali de mevcuttur. Ayrıca Müslim ve Nesâî'nin Cübeyr b. Mut'im'den rivayet ettikleri hadisle de çelişmektedir. Bu hadiste Rasul-i Ekrem (s.a.) buyuruyor ki: "İs-lâm'da hilf (birbirine mirasçı olma antlaşması) yoktur. Cahiliye devrinde yapıl­mış hilfin İslâm ancak kuvvetini artırır." Şayet iki ayet birbirine muarız olur, ayetinde bir kaç vecih ve manaya gelme ihtimali bulunursa evlâ olan İbni Ab-bas, Mücahid, Katade ve diğer selef alimlerinin görüşlerine dönmektir ki o da bu ayetin Enfâl süresindeki ayet ile neshedildiğidir. [144]

 

Erkeklerin Kadınların Üzerine Muhafız Ve Reis Olmaları (Kıvâme), Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Düzeltilmesi

 

34- Allah'ın insanlardan bir kısmını di­ğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için er­kekler kadınların yöneticisi ve koruyu-cusudur. Onun için saliha kadınlar ita­atkârdır. Allah'ın kendilerini koruması­na karşılık gizliyi koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadın­lara öğüt verin, onları yataklarda yal­nız bırakın ve (bunlarla yola gelmezler­se) dövün. Eğer itaat ederlerse artık on­ların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

35- Eğer koca ile karının aralarının açıl­masından korkarsanız erkeğin ailesin­den bir hakem kadının ailesinden bir hakem gönderin. Barıştırmak isterlerse Allah onları. uyuşmaya muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah Alimdir, Habîrdir."

 

İ'râb:

 

"Onları yataklar(ın)da yalnız bırakın" cümlesinin bazılarına göre manası şudur: Sizinle birlikte yatıp beraber olmaya yanaşmadıkları için böyle yapın. Nitekim "Allah uğrunda onu terk ettim" derken de Allah Teâlâ için onu terk et­tim, başka bir sebepten dolayı değil, manası kastedilmektedir.

Zemahşerî der ki: "Yataklarda" kelimesi, uyuduğu yerde, odada onları yal­nız bırakın, onlarla aynı yorgan altına girmeyin demektir; yahut cima (cinsî ilişki) yerine kinayedir. Bazı alimlere göre bunun manası, kocanın karısına ya­takta sırtını dönmesi, diğer bazılarına göre ise gece kaldıkları evde kocanın ge­celememesi demektir. [145]

 

Belagat:

 

"Erkekler hakimdirler." cümlesindeki yüklem mübalağa sigasındadır. Devam­lılık, sürekli şekilde olup gitme ifade etsin diye isim cümlesi şeklinde gelmiştir.

"Erkeğin ehlinden (ailesinden) bir hakem" ve "kadının ehlinden bir ha­kem" lafızlarında itnâb sanatları bulunmaktadır. [146]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler" yani kadınların geçim ve ihti­yaçlarını sağlarlar, onları koruyup idare ederler, te'dip edip uygun olmayan şeylerden alıkorlar. "Kıvâme" kelimesi, erkeklerin ailenin reisi olduğu, ailenin ve evin işlerini yürütecekleri manasınadır. Batıl ve haksız şekilde kadınlara musallat olmaları, kelimenin gerektirdiği manadan değildir.

"O sebeple ki Allah onlardan bazısını bazısından üstün kılmıştır." Yani er­kekleri ilim, akıl, velayet (idarecilik) ve başka bakımlardan kadınlara üstün kılmıştır.

"Gizliyi" yani göze görünmeyeni "koruyan kadınlar..." Gizli ve başkaların­ca vakıf olunmayan kan kocalık sırlarını koruyan, ırz ve namuslarını muhafa­za eden, kadınla başbaşa kalmadığında söylenen sözleri başkalarına aktarma­yan iyi kadınlar.

"Serkeşliklerinden, şerlerinden korktuğunuz kadınlara gelince..." Kocalarına isyan edip üstünlük taslamaya kalkışmasından yıldığmız, bir işaret ve delil gör­düğünüz için böyle zannettiğiniz kadınlara "öğüt verin. Onları yataklar(ın)da yalnız bırakın." Eğer nüşûz (serkeşlik) gösterirlerse başka bir yatakta yatın.

"...Onları dövün." Yataklarını ayırdığınızda da uslanmazlarsa onları hafif şekilde dövün.

"Onlar aleyhine bir yol aramayın." Haksız yere ve zulmederek onları döv­mek için bir yol ve bahane aramayınız.

"Çünkü Allah çok yüce ve çok büyüktür." Kadınlara zulmettiğiniz takdirde O'nun sizi cezalandırmasından korkunuz.

"Eğer aralarının açılmasından (şikâk'tan) korkarsanız..." Şayet karı ile koca arasında çekişme, kavga, anlaşmazlık olduğunu bilirseniz... Burada çekiş­me ve anlaşmazlık manasına "şikâk" kelimesi, karı ile kocadan her birinin ayrı yana çekmesini ifade için kullanılmıştır."Erkeğin ehlinden bir hakem, kadının ehlinden bir hakem gönderin." Onların rızasıyla erkeğin ve kadının akrabala­rından adaletli, güvenilir bir adamı hakem olarak yollayın. Koca kendi hake­mine talâk ve ondan dolayı gerekecek bedeli kabul etmek hususunda, kadın da kendi hakemine ayrılık hususunda vekâlet verir.

"Bunlar barıştırmak isterlerse..." Hakemler karı ile kocanın arasındaki dar­gınlığı giderip Allah'a itaat dairesinde onları barıştırmak isterlerse Allah karı ile kocayı buna muvaffak eder. "Şüphesiz ki Allah hakkıyle bilicidir, haberdardır." Her şeyi tafsilatıyla bilir ve her şeyin dışından, içinden, künhünden haberi vardır. [147]

 

Nüzul Sebebi

 

"Erkekler kavvâm (hakim)dırlar." İbni Ebi Hatim'in tahric ettiğine göre Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Bir kadın Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine geldi, kocasının kendisini tokatladığını bildirerek Resulullah'tan yardım istedi. Resulullah (s.a.): "Ona da aynı ceza uygulansın" buyurdu. Bunun üzerine "Er­kekler kadınlar üzerinde kavvâm (hakim)dırlar" ayeti indi ve kadın, kocasına ceza verilmeksizin döndü gitti.

Mukâtil diyor ki: Bu ayet Sa'd b. er-Rabi hakkında indi. Sa'd, Ensarın na-kib(reis)lerindendi. Karısı Habîbe binti Zeyd de Ensardandı. Bir gün karısı kendisine kafa tutunca Sa'd onu tokatladı. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Kocasından kı­sas (aynısıyla cezalandırma) hakkını alsın" buyurdu. Kadın babası ile birlikte bunun için dönüp giderlerken Resulullah (s.a.) onlara şöyle seslendi: "Dönü­nüz. İşte Cebrail (a.s.) bana geldi ve Allah Teâlâ onunla şu ayeti indirdi." Hz. Peygamber ayeti okuduktan sonra şöyle buyurdu: Biz bir iş istedik, Allah Teâlâ bir iş diledi. Onun dilediği daha hayırlıdır. Bu şekil kısas kaldırılmıştır. [148]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teâlâ geçen ayetle herkesin mirastaki hissesinin beyan ettikten son­ra burada da erkeklerin kadınlara üstün kılınma sebebini zikretmekte, erkek­lere ve kadınlara Allah'ın bazısını bazısına üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmelerini yasaklamaktadır. [149]

 

Açıklaması

 

Erkek, kadının reisi, büyüğüdür, onun üzerinde hakimdir. Eğrilip yanlış yapınca onu tedip eder. Himayesini ve onun menfaatini gözeterek ihtiyaç ve ge­çimini sağlar. Cihad kadına değil erkeğe düşen bir görevdir. Kadının masrafla­rını ve geçimini sağlama mecburiyetinde olmasından ötürü mirasta erkeğin hissesi kadınınkinden bir kat fazladır.

Kıvâme (hâkim olma) sebepleri iki tanedir:

1- Yaratılıştan gelen fiziki özelliklerin bulunması: Erkeğin yaradılışı ve id­raki daha güçlü, aklı daha kuvvetli, duygu yönü daha dengeli, bünyesi daha sağ­lam olduğu için akıl, görüş, azim ve kuvvet bakımından kadına üstün kılınmış­tır. O yüzden Allah Teâlâ peygamberlik, rasul olma, imamet-i kübrâ (devlet baş­kanlığı), hakimlik ve ezan, ikamet, hutbe, cuma, cihad gibi dinin temel prensip­lerini ifa etme özelliklerini erkeklere vermiştir. Talak hakkının elinde olması, dörde kadar eş almasının mubah olması, cinayet ve had cezalarında şahitlik yap­ması, mirastaki hissesinin fazlalığı, gibi hususiyetler de erkeğe aittir.

2- Karısına ve yakın kadın akrabaya bakması, onların masraflarını karşı­laması erkeğe vaciptir. Kadına verilen değer ve şerefin sembolü, alâmeti olmak üzere mehir ödemek de erkeğe lâzım gelmektedir.

Bunlar dışında erkekler ile kadınlar hakları ve sorumlulukları açısından eşittirler. Bu nokta da İslâm'ın güzelliklerinden, iyi taraflarındandır. Allah Te­âlâ buyuruyor ki: "Erkeklerin maruf (meşru) şekilde kadınları üzerindeki (hak­ları) vardır. (Ancak) erkekler kadınlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye sahiptirler." (Bakara, 2/228). Bu üstünlük evi idare etmek, ailenin işlerini kontrol edip yürütmek, çekip çevirmek bakımındandır. Bunların hepsi birer borç ve gö­revdir ki erkeğin sorumluluk almak, hayatın yük ve sıkıntılarını onaylamak gi­bi kudretiyle münasip surette bulunmaktadır. Kadın ise bağımsız bir malî so­rumluluğa sahiptir ve tam bir hürriyet içinde mallarında tasarrufta bulunabilir.

Sonra Allah Teâlâ, evlilik hayatında kadının iki durumunu beyan etmek­tedir: Kadın ya itaatkâr (kânitât), ya da isyankâr, serkeş (nâşizât) durumda bulunur.

1- İyi Kadınlar (Sâlihât):

Bunlar Rablerinin emirlerine uyarlar, kocalarına itaat ederler. Kocaları­nın yokluğunda kendilerini, namuslarını, mallarını, çocuklarını, aile sırlarını korurlar, kocalarının hakkına riayet ederler.

"Allah kendi (hak)larını koruması dolayısiyle..." cümlesi, korunmasını Al­lah'ın emretmesi sebebiyle manasınadır. Allah Teâlâ, kocalar karşısında kadın­ların mehir, nafaka, güzel bir şekilde geçim sağlama gibi haklarını koruması karşılığında onlara kocalarına itaat etmelerini, haklarını korumalarını emret­mişler. Yani bu emir ve görev o hakları mukabilindedir. Cenab-ı Hak, kadınlara bu itaatleri ve kocanın yokluğunda haklarını korumaları üzerine büyük sevap­lar vaad etmiş, ama ihmal ve kusurlu davranmaları durumunda pek ağır ceza­lara çarptıracağını bildirmiştir. Beyhakî, İbni Cerîr ve başka hadis imamları Ebu Hureyre (r.a.)'den tahric ediyorlar: Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu: "Ka­dınların en hayırlısı öyle bir kadındır ki ona baktığında gönlüne sevinç dolar, emrettiğin zaman sana itaat eder, ondan uzakta iken senin malın ve kendisi üzerindeki hakkını koruyup gözetir." Sonra Resulullah (s.a.) "Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler" ayetini "...göze görünmeyeni koruyanlardır" cümlesine kadar okudu. İmam Ahmed, Buharî ve Müslim tarafından Ebu Hureyre'den nakledilen sahih hadiste de: "Deveye binmiş olan kadınların en hayırlıları Ku-reyş kadınlarıdır. Çocuğa küçükken en çok şefkat gösteren, kocanın elindekileri en iyi koruyup gözeten onlardır." buyurulmuştur.

2- İsyankâr, Serkeş Kadınlar (Nâşizât):

Bunlar evlilik esaslarına, haklarına ve sorumluluklarına karşı çıktığını sandığınız veya bildiğiniz kadınlardır ki koca onlara karşı şu yolu izler:

1- Gönüllerine tesir edecekse öğüt ve irşadda bulunmak: Koca, karısına "Allah'tan kork, senin üzerinde benim hakkım vardır. Şu halinden vazgeç, ba­na itaat etmen farzdır" gibi sözler söyler. Allah'tan korkutarak, Allah'ın cezası ile tehdit ederek, sonunun kötü olacağı, mesut bir evlilik hayatında mahrum kalacağı şeklinde ona nasihat eder. Böyle bir korkutma ve öğüt verme, belki onun nüşûz (isyan) ve serkeşliğini terk ettirir.

2- Yalnız bırakmak, yatağından uzak durmak: Bu, cinsel ilişkiyi terk et­mekten kinayedir veya onunla aynı yatakta yatmamak demektir. Üç günden daha fazla konuşmamak ise helâl değildir. Böyle davranmak, kadının yalnızlık hissetmesini, durumunu gözden geçirip yaptıkları üzerinde iyice düşünmesini en etkili şekilde sağlayacaktır. İbni Abbas diyor ki: Kadın yatakta kocasına ita­at ediyorsa kocanın onu dövme hakkı yoktur.

3- Fazla acıtmayacak derecede dövmek. Bu, acıtacak şekilde olmamalıdır. Meselâ omuzuna el ile veya misvak yahut hafif bir çubukla hafif şekilde üç ke­re vurulabilir. Çünkü maksat İslah etmek olup başka bir gaye yoktur. Cessâs'm Cabir b. Abdillah yoluyla tahricine göre Hz. Peygamber (s.a.) Arafat'ta vadide hutbe irad edip şöyle buyurdu: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Şüphe­siz ki onları Allah'ın emanetiyle aldınız ve Allah'ın kelimesi (nikâh akdi) ile ferclerinden helâl olarak yararlandınız. Sizin onlar üzerindeki hakkınız yatağı­nızı yabancılardan korumalarıdır. Hoşlanmadığınız kimselerin evinize girmele­rine izin verirlerse onları hafif şekilde dövünüz. Onların sizin üzerinizdeki hak­ları da yemelerinde ve giyimlerinde onlara iyi bakmanızdır." İbni Cerir et-Taberî de bunun benzeri bir hadisi rivayet etmiştir.

İbni Cüreyc de Atâ'nm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Fazla şiddetli ol­mayan dövme misvak ve benzeri şeyle olur. Aynısı İbni Abbas'tan da nakledil­mektedir. Katade, bunun iz bırakmayacak hafif bir dövme şeklinde olduğunu söylemektedir. [150]

Dövme helake götürecek şekilde olursa kocasının tazminat ödemesi lâzım gelir. Kur'an öğretirken, eğitim sırasında meşru olmayacak şekilde çocuğu dö­ven hocanın tazminat ödemesinin vacip olması gibi.

Kocanın peşpeşe aynı yere vurmaması, yüze vurmaktan da sakınması ge­rekir. Çünkü yüz, güzelliklerin toplandığı bir yerdir. Vururken bir şey kullan­mamalı, hafif bir şekilde vurmaya dikkat etmelidir. Zira gaye o fiilden vazge­çirmek ve te'diptir, yoksa bazı cahillerin yaptığı gibi acıtmak, eza ve işkence et­mek değildir.

Hafif şekilde dövmek mubah olduğu halde alimler terk edilmesinin daha faziletli olduğunda ittifak etmişlerdir. İbni Sa'd ve Beyhakî'nin Hz. Ebubekir es-Sıddîk (r.a.)'in kızı Ümmü Kulsûm'den, şöyle dediğini tahric etmişlerdir: Er­kekler kadınları dövmekten nehyedilmişlerdi. Sonra Resulullah (s.a.)'a kadın­ları (cüretlerini artırdıkları) şikayet edince o da dövme hususunda erkekleri serbest bıraktı ve şöyle buyurdu: "Hayırlılarınız dövmeyecektir." Hz. Ömer (r.a.) de bu konuda: "Onları hayırlılarınız olarak bulmayacaksınız." buyurmuş­tur. Muamelede iyiliği emreden: "Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salmak..." (Bakara, 2/220) ayetinin de gösterdiği şekilde hadis ve eser (sahabi sözü), döv­meyi terk etmenin daha iyi ve evlâ olduğuna delâlet etmektedir. Başka bir ha­dis de bu hususu teyit etmektedir. "Biriniz karısını köle döver gibi dövüyor, sonra da günün sonunda onunla aynı döşekte mi yatıyor!.."

Şayet size itaat ederlerse artık onlar aleyhine onları dövmek için, zarar vermek için bir yol, bahane aramayın. Yahut işkence ve eziyet verecek bir yol kullanarak onlara zulümde bulunmayın.

Şüphesiz ki Allah Teâlâ, evvelden de, halen de çok yüce ve çok büyüktür. Kahhâr ve Kadîr sıfatlarına maliktir. Kadınlara karşı da adildir, onların hakları­nı da tam olarak alır. Siz erkekler kuvvetiniz, makam ve mevkiniz, dereceniz se­bebiyle gurura kapılmayınız. Bu, kadınlara zulmetmeleri durumunda kocalara yönelik bir tehdittir. Denilmiştir ki: Bundan maksat kocaları, kadınların tevbele-rini kabul etmeye teşviktir. Yüce ve büyük Allah Teâlâ asi kulların tevbesini ka­bul ettiğine göre sizlerin kadının tevbesini kabul etmeniz daha uygun ve lâzımdır.

Yukarıdaki cezalar sırasına göre mi meşru kılınmıştır?

Bazı alimlere göre, bu cezalar toplam olarak meşru kılınmıştır, aralarında bir sıra ve tertip gözetilmemiştir. Çünkü "vâv" harfi tertibi (sıralamayı) gerek­tirmez.

Diğer bir kısım alime göre ise lafzın zahiri her ne kadar mutlak olarak toplamını gösterse de ayetin özü tertibe delâlet etmektedir. Zira "vâv" harfi, kuvvet yönünden farklı olan ve zayıftan kuvvetliye doğru giden öğüt, yatakta terk etme ve dövme şeklinde sıralanmış cezaların başına gelmiştir. Açıkça te-derrüç (basamak basamak çıkma) yolunu iltizam eden bir üslûp kullanılmıştır. Bu görüş Hz. Ali (r.a.)'ye rivayet olunmuştur.

4- Hakem tayin etmek: Allah Teâlâ bu safhada hakemlere karı ile kocaya ve akrabalarına hitap ederek buyuruyor ki: Karı-koca arasında ihtilâf, çekişme ve düşmanlık bulunduğunu öğrendiğinizde iki hakem gönderin. Birisi erkeğin ailesinden, öteki kadının ailesinden olsun. Görevleri karı-koca arasında duru­mu gerçek yönüyle anlayıp ihtilâf sebebini öğrendikten sonra onları barıştır­mak, aralarını bulmaktır. Hakemler sıdk ile barışmayı isterler, halisane bir ni­yetle çalışırlar ve Allah rızası için nasihatte bulunurlarsa, Allah onları bu mü­him işte muvaffak kılar, hayıra eriştirir, uyuşmalarını ve anlaşmalarını sağlar. Karı-kocanm eski sevgi, şefkat ve ülfetlerine yeniden dönmeleri mümkün olur, aracılıklarına bereket ihsan eder. "Barıştırmak isterlerse" cümlesinde kastedi­lenler hakemler, "aralarında onları (uyuşmaya) muvaffak eder" cümlesinde kastedilenler karı ile kocadır.

Hiç şüphe yok ki Allah Teâlâ önceden de, halen de hakkıyle bilici, her şey­den haberdardır; ihtilâfa düşenlerin arasının nasıl bulunacağını, ayrılanların nasıl bir araya getirileceğini çok iyi bilir. Nitekim diğer bir ayette de: "Sen yer­yüzünde olan (her) şeyi tamamen harcamış olsan yine onların gönüllerini (böy­le) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı." (Enfâl, 8/63) buyurmaktadır.

"Hakem gönderiniz" ayetindeki emir, bunun vacip mi, mendup mu, yoksa müstehap mı olduğunu ifade etmektedir. İmam Şafiî'ye göre emir vücup içindir. Çünkü bu da zulümleri kaldırmak kabilindendir. Zulmü önlemek ise geneldir ve hakim üzerine düşen kuvvetli farzlardandır. Emrin zahiri de öyledir.

Hakemlerin karı ile kocaların akrabaları arasından olması ise müstehap-tır. Yabancılardan olmaları da caizdir. Çünkü hakemlerin görevleri karı-koca arasındaki gerçek durumu öğrenip barıştırma ve hangisinin haksız olduğuna şahitlik etme işlerini yürütmektir; bu akraba olan kişiyle gerçekleştiği gibi ya­bancı bir şahıs vasıtasıyla da gerçekleşir. Lâkin evlâ olan her iki hakemin de kan-kocanın akrabalarından olmalarıdır. Böylelikle evlilik hayatının sırları muhafaza edilmiş, isimlerinin lekelenmesi önlenmiş olur. Çünkü akrabalar ka-rı-kocanın halini yabancılardan daha iyi bilirler, ıslâh ve barıştırmak için daha titiz davranırlar, eşlerden birine meyletmekten daha uzaktırlar ve insan gönlü onlara daha çok emniyet duyar.

Hakemler, İmam Malik ve Şabî'ye göre -ki bu aynı zamanda Hz. Ali ve İb-ni Abbas'ın da görüşüdür- eşleri birleştirir veya ayırabilirler. Karı-ocanın izni bulunmaksızın aldıkları ayırma kararı iki tarafı da bağlayıcıdır. Boşama veya kadının malından bir miktar fidye ödemesi şekillerinden hangisi maslahata uygun ise onu yaparlar. Bir bâin talak'tan fazla bir yetkileri de yoktur. Malikî-lerden İbnül-Arabi "Erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir ha­kem" ayeti hakkında der ki: Bu, iki hakemin vekil değil, kadı (hakim) konu­munda oldukları hususunda Allah Teâlâ tarafından irad edilmiş bir nastır. [151]

Şafiî ve Hanbelüere göre, karı-kocanm rızası bulunmadan hakemler onla­rın arasını tefrik edemezler, ayrılma kararı veremezler. Onlara göre hakemler eşlerin vekilleri konumundadırlar.

Hanefilere göre ise hakemler uygun gördükleri kararı kadıya arz ederler, onların raporuna göre ancak hakim, bir bain talak ile boşama kararı verir. Ka-rı-koca vekâlet vermeden hakemler karar alamazlar. Şu halde Hanefîler ile Şa­fiî ve Hanbelîlerin görüşleri aynı olmaktadır.

Ayette iki görüşten birini tercih ettirecek bir taraf bulunmamaktadır. Ak­sine her iki görüş lehine şehadet edecek yönler vardır. Hakemlerin bu ismi al­ması birinci görüş lehine sayılabilir. Çünkü hakem, hakim demektir, hakim de hüküm verme imkânına sahip olan kişidir. İkinci görüşe delâlet eden husus ise Allah Teâlâ'nın hakemlere sadece ıslah ve barıştırma görevini vermesi, onun dışında başka bir şeyi onlara havale etmemesidir. Meselede içtihat cereyan et­tiğine göre kıyas, ikinci görüşün tercih edilmesini gerektirir. Çünkü eşler, ha­kem tayininden önce talaka veya fidye ödemeye mecbur değildirler. Hakem ta­yininden sonra da hakem onları bir şeye mecbur kılamaz. Erkeğin talak verme­si de, kadının bir miktar mal vererek fidye ödemesi de kendi rızalarına bağlı­dır. Hakemler ihtilâfa düşerlerse sözleri geçerli sayılmaz ve karı-kocanın itti­fak ettikleri şeyden başka bir şey de lâzım gelmez. Karı-kocanm bir kişinin ha­kemliğine baş vurması da caizdir. O zaman onun vereceği hüküm, eşlerin daha önceden rıza göstermelerinden dolayı geçerlidir. [152]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Ailedeki kıvâme yani reislik ve idare görevi erkeğindir. Mevki ve şeref itibariyle erkek kadına üstün kılınmıştır.

2- Nafakayı teminden acizlik, kıvâme hakkını erkekten düşürür. O takdir­de kadının evlilik akdini feshettirme hakkı doğar. Çünkü "Mallarından infakta (harcamada) bulunmaktadırlar" ayetinde belirtilen, evliliğin kendisinden dola­yı meşru kılındığı maksat artık ortadan kalkmıştır. Bu ayet-i kerimede nafaka­yı ve giyim ihtiyacını teminde dara düşüldüğü takdirde nikâhı feshetme hakkı­nın sabit olduğuna açık bir delâlet bulunmaktadır. İmam Malik ve Şafiî'nin mezhebinin görüşü böyledir.

İmam Ebu Hanife ise der ki: "Eğer (borçlu) darlık içinde bulunmuyorsa ona geniş bir zamana kadar mühlet (tanıyın)." (Bakara 2/280) ayet-i kerimesi gereği nikâh feshedilmez.

3- Kocanın karısını tedip ve dışarıya çıkmaktan menetme hakkı vardır. "Saliha kadınlar, itaatli olanlardır, göze görünmeyeni (kocanın hukukunu) ko­ruyanlardır. " ayeti gereğince kadınların, Allah'a isyan olmayan hususlarda ko­calarına itaat etmeleri, mallarında, bulunmadıkları zamanlarda kocalarının hakkını yerine getirmeleri lâzımdır. Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Bir kimsenin diğer bir kişiye secde etmesini emredecek ol­saydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim."

4- Kocanın, karısı üzerine karısının malı hususunda hacr (engel) koyma hakkı vardır. Artık kadın, onun izni olmadan malda tasarrufta bulunamaz. Çünkü Allah erkeği kadın üzerine mübalağa sigası kullanarak kavvam (ha­kim) kılmıştır. Kavvam, bir işe bakan, onu koruyup gözeten, demektir. Maliki-ler bu görüşü benimsemiştir.

5- Kocanın, karısının nafakasını sağlaması vaciptir.

6- Eşler arasında ihtilâfı düzeltmek için şu yolları kullanmak meşrudur: Öğüt vermek ve irşad etmek, sonra kadınları yataklarında terk etmek yani eşi­nin yatağında gecelememek, sonra aşırı olmayacak şekilde dövmek. Bunun de­recesi ise kalıcı bir eser, iz bırakmıyacak şekilde; meselâ omuza elle vurmak şeklinde olur. Daha sonra da akrabalardan veya yabancılardan iki hakem gön­derilerek onların tespitine baş vurulur. Allah Teâlâ hakemlerin görevi sadedin­de sadece ıslah etmeyi, barıştırma hususunu zikretmiştir. Aralarını ayırmayı zikretmemesi, ailelerin harap olması sonucuna götürecek ayrılığa değil de ıslah ve barıştırmaya ağırlık verilmesine işarettir.

7- Zulümden çekinmelidir. "Eğer size itaat ederlerse artık onlar aleyhine bir yol aramayınız" ayeti de gösteriyor ki erkeğin kadına zulmetmesi haramdır. Yani ey erkekler, söz ve fiil ile kadınlara zulmetmeyin, edeplerini takındıktan sonra zulmetmeniz yasaktır.

Erkek mütevazi, alçak gönüllü, yumuşak olmalıdır. "Şüphesiz ki Allah çok yücedir, çok büyüktür" ayeti kocaları tevazu kanadını yerlere kadar indirmeye, yumuşak tavırlı olmaya irşad etmektedir. Yani demektedir ki ey kocalar, her ne kadar hanımlarımıza gücünüz yetiyor olsanız da Allah'ın kudretini hatırınızda tutun. O'nun kudreti, her gücün üstündedir. O karısına zulmeden, haksız yere onu ezen ve aşağılayan herkesi yakından takip etmektedir.

Şu da dikkat çekmektedir ki Allah Teâlâ buradan ve şiddetli had cezala­rından başka hiçbir yerde dövmeyi açıkça emretmiş değildir. Kadının isyanını büyük günahlardan saymış ve tedip yetkisini devlet başkanına yahut hâkimle­re değil de kocalara tanımıştır. Cenâb-ı Hak kocaları kadınlar üzerinde emir kabul ederek bu hakkı hakimlere değil hem de şahitlere ve delillere gerek kal­maksızın kocalara vermiştir. [153]

 

Sadece Allah'a İbadet, Ana-Babaya, Akrabalara Ve Komşulara İyilikte Bulunmak, Gösteriş İçin Harcamaktan Sakındırmak

 

36- Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, ak­rabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerini­zin sahip olduğu kimselere (kölelerini­ze) iyilik ediniz. Şüphesiz ki Allah ki­birli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez.

37-  Onlar hem (kendileri) cimrilik ya­parlar, hem insanlara cimriliği emre­derler, hem de Allah'ın fazl u keremin­den kendilerine verdiğini gizlerler. Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışızdır.

38- Yine onlar Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde insanlara gösteriş için mallarını sarf ederler. Şeytan ki­me arkadaş olursa, o ne kötü bir arka­daştır!...

39- Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızık-lardan harcasalar, ne zarar ederler? Allah onları çok iyi bilendir.

 

Belagat:

 

"Yakın komşuya", "uzak komşuya" lafızlarında itnâb sanatı vardır. "Kibirli ve devamlı böbürlenen" ifadesinde insanları küçük görmeye götü­ren kibirin kötülendiğine işaret (tariz) olunmaktadır.

"Ana-babaya iyilik" ibaresinde hazif vardır. Takdiri "Ana-babaya güzellik­le iyilik ediniz" şeklindedir. [154]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'a ibadet edin." İbadet; gizli ve açıktan, chgı ve ici itiba-riyle iklâs içinde Allah'a boyun eğmek, O'na teslim olmak demektir.

Onlara hizmet etmek, isteklerini yerine getirmek, ihtiyaç olduğunda gücü miktarınca onlar için harcama yapmak, onlara karşı yumuşak sözlü ve müte-vazi olmak suretiyle "ana-babaya iyilik" edin. "Akrabaya" yani kardeş, amca, dayı ve onların çocukları gibi yakınlara "yetimlere ve yoksullara, yakın komşu­ya" komşuluk ve neseb yoluyla yakın olanlara "uzak komşuya" yani komşuluk veya neseb yoluyla uzak olanlara "yanınızdaki arkadaşa" yolculukta, sanatta, meslekte yoldaş olan, kısa bir süre için de olsa her çeşit arkadaş, "yolda kalmı­şa..." yolculukta imkânsız kalmış yolcu veya misafire... "sağ ellerinizin sahip olduğu kimselere" yani erkek köleler ve cariyeler, rakîk (başkasının mülkiyeti altında) olanlara "iyilik ediniz."

"Şüphesiz ki Allah devamlı böbürlenen" yani insanlara karşı büyüklük ve yücelik taslayarak, iyi yanlarını sayıp dökmek suretiyle iftihar eden, övünen "kimseyi sevmez."

"... insanlar ne zarar ederler?" İman edip Allah yolunda harcasalar onlara ne gibi bir zarar gelir ki? Burada soru, onların hâl ve davranışlarını inkâr (uy­gun olmadığını beyan) içindir. [155]

 

Nüzul Sebebi

 

37. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatîm Saîd b. Cübeyr'den tahrîc etmiştir. Saîd dedi ki: İsrailoğulları alimleri kendilerindeki ilmi cimrilik yaparak yaymazlardı. Allah Teâlâ da "Onlar hem kendileri cimrilik yaparlar, hem insanlara cimriliği emrederler" ayetini indirdi. İbni Alekâs'tan rivayet edildiğine göre Yahudilerden bir kısım insanlar Resulullah (s.a.)'ın ashabına gelirler, onları din uğrunda mallarını harcamaktan caydırma telkinleri yapar­lar; ilerde ne olacağını bilemezsiniz ki, diyerek onları fakirliğe düşmekten kor­kutmağa çalışırlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Onlar hem kendileri cimrilik ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..." ayetini inzal buyurdu.

Müfessirlerin çoğuna göre ayet, Hz. Muhammed (s.a.) Efendimizin sıfat ve özelliklerini, yanlarındaki kitaplarında yazılı olduğunu bildikleri halde gizle­yen, insanlara bunları açıklamayan Yahudiler hakkında indirilmiştir. el-Kelbî diyor ki: Ayette kastedilenler Yahudilerdir. Kendilerine gelenlere Hz. Muham­med (a.s.)'in kendi kitaplarında yazılı olan sıfat ve özelliklerini doğru bir şekil­de haber vermekte cimrilik gösterirlerdi.

Mücahid de "Alîmâ"ya kadar olan bu son üç ayetin Yahudiler hakkında in­diğini söylemiştir.

İbni Abbas ve İbni Zeyd diyorlar ki: Bu ayet, Yahudilerden bir cemaat hakkında indirilmiştir. Bunlar Ensar'dan bazılarına gelirler, onlarla oturup kalkarlarken, "Mallarınızı harcamayın, biz sizin fakir düşmenizden korkuyo­ruz" diyerek güya nasihatta bulunurlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Onlar hem kendileri cimrilik ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..."  ayetini indirdi. [156]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Surenin başından itibaren olan ayetler, yetimleri sınamak, sefih olanla­ra hacr (tasarruf kısıtlaması) koymak, kadınlara karşı iyilikle muamelenin nasıl olacağı gibi aile bağlarının düzenlenmesine dairdir. Burada ise amme (kamu) hukuku akrabalık, komşuluk, dostluk ve arkadaşlık bağının güçlen­dirilmesi gerektiğinin hatırlatılması ve harcamanın insanlar görsün ve duy­sun diye değil, halisane Allah rızası için yapılmasına irşad edilmesi münasip olmuştur. Bu irşada da asıl temel olan Allah'a ibadet etmek emri ile başlan­mıştır. [157]

 

Açıklaması

 

Allah Teâlâ yukarıda eşleri güzel muamele ve geçinmeye, hakimleri ihtilâf ve çekinme sebeplerini izale etmeye irşad ettikten sonra, insanları toptan bazı hayır ve iyilik hasletlerine, ahlâk esaslarına teşvik etmekte, birbirleriyle mu­amelede bulunurken dikkat edecekleri güzel prensiplere davet etmektedir. Bunların sayısı on üç olup kimisi emredilmiş, kimisi de yasaklanmıştır.

1- Yalnızca Allah'a ibadet etmek: İbadet, Allah Teâlâ'ya son derece itaatkâr olmak, O'na boyun eğmek demektir. İbadet, Allah'ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını da terk etmek suretiyle olur. Bu emir ve yasaklar bazan gönül ile, bazan da azalarla ile ilgili iş ve fiillerle olur. Çünkü Allah Teâlâdır yaratıcı olan, rızık veren, yarattıklarına in'am eden, lütuf ve keremiyle veren. O sebep­le kulların, mahlûkatın bir tanıması, kendisine hiç bir ortak koşmaması gere­ken zât O'dur.

2- O'na hiç bir şeyi eş koşmamak: Şirk koşmak, tevhidin (bir tanıyıp kabul etmenin) zıddıdır. Bu cümle hâs (özel) olan bir hususu, âmm (genel) olana at­fetmek kabilindendir.

Genellikle bu ikisi beraberce zikredilir. Nitekim İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin rivayet ettikleri hadiste geldiği gibi Nebiy-yi Muhterem (s.a.)'e, Muâz: "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" diye cevap verince Hz. Peygamber de "O'na ibadet etmeleri ve hiç bir şeyi eş koşmamalarıdır" bu­yurmuştur. Sonra da: "Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah Teâlâ katındaki hakkı nedir, biliyor musun? Onlara artık azap etmemesidir" demiştir.

Allah Teâlâ ayette iki sebeple kendi hakkını önce zikretmiştir:

İlki, ibadet ve ihlâs dinin esasıdır, temelidir. Onsuz kula ait hiçbir ameli Allah kabul etmez.

İkincisi, ondan sonra gelecek şeyler kulların haklarıyla ilgili olsalar da, çok önemli olduğuna îmâ ve işaret etmektir.

Şirk koşmanın muhtelif türleri vardır:

Bazısı Allah Teâlâ'nın Arap müşriklerinin hallerinden bahsettiği şekilde­dir. Putlara tapınmak, onları Allah'a giden vasıtalar, aracılar diye kabul etmek gibi. "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyecek şeylere taparlar. Bir de "Bunlar (putlar) Allah katında şefaatçilerimizdir" der­ler. De ki: Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsu­nuz. ?" (Yunus, 10/18). Yine müşrikler; "Biz, bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 39/3) derlerdi.

Bir kısım şirk de Hristiyanlardaki şekildedir. Hristiyanlar, Mesih'e (İsâ aleyhisselam'a) taparlar; Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Onları bırakıp bilginleri­ni, rahiblerini, Meryem'in oğlu Mesih'i (İsa'yı) tanrılar edindiler. Halbuki bun­lar da bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardı. On­dan başka hiçbir ilâh (tanrı) yoktur. O, bunların şirk koşageldikleri (eş tuttuk­ları) her şeyden münezzehtir (uzaktır)." (Tevbe, 9/31).

3- Anne-babaya ihsanda bulunmak, iyilik etmek: Allah Teâlâ, Kur'an-ı Ke-rim'in pek çok yerinde anne-babaya itaat ve iyilik etmeyi, kendisine ibadet edi­lip bir tanıması emri ile birlikte anmıştır. Burada ve şu ayetlerde olduğu gibi: "Rabbin, "Kendisinden başkasına ibadet (kulluk) etmeyin; ana-babaya iyi mu­amele edin" diye hükmetti." (İsra, 17/23). "Bana ve ana-babana şükret." (Lok­man, 31/14).

Ayette geçen lafız ile ana-babaya iyilik (birr), meşru olan işlerde onlara itaat etmek, hizmetlerini görmek, istediklerini yerine getirmeye çalışmak, onlara eza ve sıkıntı verecek şeylerden uzak durmak demektir. Çünkü çocukların yaratılma­sındaki, şefkat ve ihlâs ile büyütülmelerindeki zahir sebep anne-babadır. Müfes-sir İbnu'l-Arabî diyor ki: Anne-babaya itaat ve iyilik, dinin farzlara dair rükünle­rinden bir rükündür. Onlara iyilik ve ihsanda bulunmak sözlerde ve amellerde söz konusu olur. Sözlerdeki iyi muamele "Onlara öf (bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle" (İsra, 17/23) ayetindeki gibi olur. Yine onla­rın mutlak bir rahim bağı ve hususî yakınlık hakkı bulunmaktadır.[158]

4- Akrabaya ihsanda bulunmak: Akrabalık da kardeş, kızkardeş, amca, dayı ve onların çocuklarında olduğu gibi bir rahim bağıdır. Onlara iyilik de su­renin başındaki "Kendisi de (adını öne sürmek suretiyle) birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının." (Nisa, 17/1) ayetinde belirtildiği şekilde akrabayı sevip onlara mali yardımda buluna­rak olur. Bu muamele ölenin birbirine bağlanmasını sağlar, maneviyat ve daya­nışmasını güçlendirir, dolayısıyle toplum kuvvetlenir ve devlet de ilerler.

5- Yetimlere ihsanda bulunmak: Allah Teâlâ surenin başında ve başka ayetlerde yetimlere iyi davranmayı emretmiştir. Çünkü yetim kendine yardım­cı olacak baba desteğinden yoksundur. İbni Abbas diyor ki: Yetimlere şefkatle yaklaşılır, eğitim ve terbiyesine çalışılır, yetimin vasisi olan kimse onların mal­larını korumak için çok titiz davranır.

6- Miskinlere ve yoksullara ihsanda bulunmak: Miskinler kendilerine ye­tecek miktarda imkân ve malı olmayan kimselerdir. Onlara yapılacak ihsan, iyilik, kendilerine sadaka vermek, sadaka verilemeyecekse hoş bir şekilde geri çevirmektir. Allah Teâlâ bu hususta: "Sâile (muhtaç dilenciye) gelince, onu da azarlayıp kovma."  (Duha, 93/10) buyurmaktadır. Bu emir İslâm'da sosyal da­yanışma prensibini gerçekleştirmektedir.

7- Yakın komşuya ihsan: Bundan murad mekân, nesep, yahut da din bakı­mından yakın olan kimselerdir. Komşulara iyilik yardımlaşma, dayanışma, bir­birini sevme, mutluluk duygusuna erişme prensibini gerçekleştirir.

8- Uzak komşuya ihsanda bulunmak: Bunlar da uzakta bulunan ya da ak­rabalık bağı olmayan komşulardır. İslâm, gayr-i müslim dahi olsa komşu ile ilişkilerde ihsanda bulunmaya teşvik etmiştir. Peygamberimiz (s.a.), Yahudi komşusunun oğlunu hastalanınca ziyaret etmiştir. Abdullah b. Ömer (r.a.) bir koyun kesmiştir. Hizmetkârına dedi ki: "Yahudi komşumuza biraz hediye ettin mi, Yahudi komşumuza bir parça hediye ettin mi?". Beyhakî'nin rivayetinde Hz. Aişe (r.a.)'den de rivayet edildiği şekilde ben Resulullah'ı şöyle buyururken duydum: "Cibril bana durmadan komşuya iyilik yapmayı tavsiye etti. Bu sıkı tavsiyeden komşuyu komşuya varis kılacak zannettim."   Buharî ve Müslim'in tahric ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber (a.s.): "Allah'a ve kıyamet gününe iman eden kişi komşusuna ikram etsin" buyurmuştur.

Komşuluk sınırının tespiti örfe bırakılmıştır. Hasan-ı Basrî bunu dört bir taraftan her bir tarafta bulunan kırk komşu olarak tahdit ve tespit etmiştir.

Komşuya ikramın çeşitli görünümleri vardır. Fakir ise malî olarak yardım edilir. Güzel bir şekilde geçim yapıp komşuya eziyet vermekten kaçınmak gere­kir. Zaman zaman komşuya hediyeler yollayıp yemeğe çağırmak lâzımdır. Arada sırada ziyaretleşmek, hastalandığında yoklamak da komşuya iyilik babındandır.

İbnül-Arabî diyor ki: Komşuya hürmet, hem cahiliye döneminde, hem de İslâm'da çok önemlidir. Zaten böyle olması makuldür, mürüvvet ve diyanet yö­nünden meşrudur. [159] Muvatta'da geçen şu hadisteki husus da komşuya yapıla­cak iyiliklerdendir: "Sizden biriniz, duvarına ağaç çakmaktan komşusunu me­netmesin."

9- Yakınında bulunan arkadaşa ihsanda bulunmak: Belli bir süre beraber olunan, ilim öğrenirken, yolculukta, aynı meslekte, camide veya bir mecliste otururken yanında olan arkadaşlara da iyi davranmak gerekir. Hz. Ali (r.a.)'den gelen bir rivayete göre bundan maksat erkeğin karışıdır.

10- Yolda kalmışa iyilik etmek: Malından uzakta kalmış yolcu veya misafi­re (konuklara) iyi muamele etmek de İslâm'ın emirlerindendir. Bu da onlara memleketlerine varması veya ihtiyacını görmesi için yardımcı olmaktır.

11- Sağ ellerinizin malik olduğu kimselere ihsan: Bunlar kişinin mülkiyeti altında bulunan erkek köle ile cariyelerdir. Hz. Muhammed (s.a.) vefat ettiği hastalığı sırasında en son vasiyetleri arasında onlar hakkında vasiyette bulun­muştur. İmam Ahmed ile Beyhakî, Enes (r.a.)'ten şöyle naklederler: Vefatı yak­laştığı sırada Resulullah (s.a.)'m en çok söylediği vasiyet: "Size namazı ve ma­lik olduğunuz kölelere dikkat etmenizi tavsiye ediyorum" idi. (Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadisindeki emri de şöyledir: "Onlar Allah'ın sizin eliniz altına koyduğu kardeşleriniz ve etbaınız (size bağlı kişiler)dir. Kimin eli altında kardeşi varsa artık yediğinden ona da yedirsin, giydiğinden de giydir­sin. Altından kalkamayacakları işleri onlara yüklemeyin. Şayet ağır işler verir­seniz siz de onlara yardım ediniz." Onlara iyilik, onları azat etmekle veya hür­riyetlerini kazanmaya yardım ederek olur.

12- Kendini beğenmek ve böbürlenmek haramdır: Ayette geçen "muhtar kelimesi, hareketlerinde ve fiillerinde kibir belirtilerini ortaya koyan mütekeb-bir kimse manasınadır. "Fehûr" ise böbürlenen, sözlerinde kibir alâmetlerini ortaya koyan kişi, demektir.

Kibirli ve böbürlenen kimse, Allah Teâlâ katında hoşlanılmaz biridir. Çün­kü insanların haklarını hor görmekte, yüce rabbin sıfatlarına benzemeye kal­kışmaktadır. Böyle kimseler hakkıyle Allah'a ibadet de etmez. Zira huşu ve tes­limiyeti yoktur. Anne-babaya, akrabalara, komşulara, arkadaş ve dostlara da iyilikte bulunmaz.

"Şüphesiz ki Allah, kibirli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez." ayetinin manası, Allah öyle kişiyi kendini beğenmesi ve böbürlenmesinden dolayı ceza­landıracaktır, demektir. Allah Teâlâ başka bir ayette kibiri, böbürlenmeyi (hu-yelâ) şiddetle yasaklamıştır: "Yeryüzünde kibirle büyüklenerek yürüme. Çünkü asla yeri yaramazsın, boyca da asla dağlara eremezsin." (İsra, 17/37).

Kaba ve sert olmadan, vakar ve edeple beraber şahsiyet sahibi olmak, evin, bineğin, görünüş ve elbisenin güzel ve düzgün olması kibirden sayılmaz. Bunun delili Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadistir: Resulullah (a.s.) buyurdu ki: "Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulu­nan kimse cennete giremez." Bir adam: "Bir kişi var ki elbisesinin güzel, pabu­cunun güzel olmasından hoşlanıyor...!" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.), "Allah Teâlâ güzeldir, güzeli sever. Kibir, hak olan şeyi reddetmek, insan­ları küçük görmektir." buyurdular.

Bundan sonra Cenab-ı Hak kibirlenen ve böbürlenen kişilerin vasıflarını açıklamaktadır: "Onlar hem (kendileri) cimrilik yaparlar, hem insanlara cimri­liği emrederler, hem de Allah'ın kendilerine fazl u kereminden verdiğini gizler­ler." Yani Allah Teâlâ, burada cimrilik edip mallarını Allah'ın emrettiği şekilde anne-babaya itaat ederek, akrabalara, yetimlere, yoksullara, komşulara ve benzeri kimselere iyilik etmek için harcamayanları, mallarındaki ilâhî hakları ödemeyenleri, aynı zamanda diğer insanlara da cimriliği öğütleyip emredenle­ri, Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri gizleyenleri zemmetmekte, kına­maktadır. Cimri, Mevlâsının nimetini bile bile inkâr edicidir. Üzerinde yeme, giyme, muhtaçlara verme ve bağışlama gibi hususlarda ilahî nimetlerin izine, eserine rastlanmaz. Hali şu ayetteki gibidir: "Muhakkak insan Rabbine karşı çok nankördür. Hiç şüphesiz O (Rabbi) buna hakkıyle şahittir." (Âdiyât, 100/6-7). Yani Allah onun haline, tavırlarına, ahlâkına şahittir.

Hz. Peygamberimiz (s.a.) de cimriyi zemmetmiş, kınamıştır: "Cimrilikten daha çirkin hangi hastalık vardır?" Ebu Davud ve Hâkim'in İbni Ömer'den ri­vayet ettiği hadisinde ise şöyle buyurur: "Cimrilikten sakının. Çünkü sizden ev­vel geçenler cimrilik sebebiyle helak oldular. Bu duygu onlara cimriliği emret­miş, onlar da cimri olmuşlardı, akraba ve yakınlarla bağları koparmayı emret­miş, onlar da koparmışlardı, günahlara dalmayı emretmiş onlar da günahlara dalmışlardı."

Cimrilerdeki bütün bu kötü özelliklerden ötürü Allah Teâlâ onları cezaya çarptırmakla tehdit etmiştir: "Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazır-lamışızdır". Yani kibirleri, cimrilikleri, şükretmeyip nankörlükte bulunmaları sebebiyle onları aşağılayacak, zillete düşürecek bir azap hazırladık, fiillerine karşılık olarak acı ile zilleti bir araya getiren bir azap. Allah onlara küffâr diye­rek bu huy ve davranışların müminlerin değil kâfirlerin ahlâkı olduğunu da be­lirtmiş bulunmaktadır. Çünkü (küfür) kelimesi örtmek, kapatmak demektir. Cimri de kendisi üzerindeki nimetini setredip örter, bilerek görmezden gelir, nankör davranır. Tirmizî ve el-Hâkim'in rivayet ettiği İbni Ömer tarikiyle gelen hadiste Hz. Peygamber Efendimiz: "Şüphesiz Allah Teâlâ, nimetinin eserini, be­lirtisini kulu üzerinde görmekten hoşlanır." buyurmuş, bir duasmda da şöyle de­miştir: "Allahım bizleri nimetine şükrediciler, o yüzden sana hamdü senada bulu­nanlar, nimetlerini alanlar eyle ve bize nimetlerini tamamla."

Selef alimlerinden bazısı ayeti, yanlarında yazılı olarak bulunan Hz. Mu-hammed (s.a.)'in sıfatı ile ilgili bilgiyi cimrilik edip gizlemelerine hamletmiştir. O sebeple Allah Teâlâ: "Biz o kâfirlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışız-dır" buyurmuştur.

Netice olarak cimriler iki kısımdır: Bir kısmı cimrilik yaparlar, Allah'ın kendi üzerlerindeki haklarını gizlerler. Bunlar yukarıda geçti. İkinci kısım cimrileri Kur'an-ı Kerim onların arkasından zikretmiştir. Onlar da mallarım insanlara gösteriş yapmak ve onların övgü ve saygılarını kazanmak için harca­yan cimrilerdir.

Allah Teâlâ eli sıkı, zemmedilmiş cimrilerden bahsettikten sonra mallarını şöhret, nam, cömertlikle ün kazanmak için harcayan, verdiklerini Allah rızası, Allah'ın nimetlerine şükür, kulların hakkını itiraf etmek için sarfetmeyenleri zikretmiştir: "İnsanlaragösteriş için mallarını sarfederler."

Bir hadiste şöyle varid olmuştur: "Üç kimse vardır ki cehennem ateşi önce onlar için kızdırılır: Alim, gazî (savaşçı), malını harcayan. Bunlar gösteriş için amel etmişlerdir. Mal sahibi olan der ki: Oraya sarf edilmesinden hoşlanacağın hiç bir şey bırakmadım, senin yolunda malımı harcadım. Allah Teâlâ "Yalan söylüyorsun" der. Yani fiilin ile kastettiğin övgü karşılığını dünyada aldın.

İşte bu gösterişçiler, riyakârlar gerçek manada Allah'a da, kıyamet günü­ne de inanmazlar. Onları bu çirkin işe sevkeden, sahih bir şekilde ibadet ve taatten alıkoyan ise şeytandır. Onların gözünü boyamış, bu nevi kötü ve yakışık­sız işleri allayıp pullayıp telkin etmiştir. Çünkü gerçek mümin riya ve gösteriş için değil, Allah için malını harcar, ebedî ve bakî olan kıyamet günü için çalışır. Bu riyakârlar ise şeytanın yoldaşlarıdır. Şeytan kendilerine telkinlerde bulu­nur, Allah için harcarlarsa fakir düşeceklerini söyler, onlara fuhşu, kötülükleri, münker ve dine aykırı şeyleri emreder. "Şeytan kime arkadaş olursa o ne kötü arkadaştır." Yani yaptıkları bu kötü, nahoş işlere onları sevk eden şeytanın vesvesesidir. Şeytan ne kötü bir arkadaş ve akıl hocasıdır! Riyakârların hali de şer açısından şeytanın halinden farklı değildir.

Burada kötü arkadaştan uzak durmaya, iyi ve salih arkadaş seçmeye de işaret olunmaktadır.

"Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızık-lardan harcasalar ne zarar ederler?!" Manası şudur: Gerçekten Allah'a iman etseler, ebedî mükâfat ve saadetlere kavuşulması muhakkak olan ahiret günü­ne inansalar, Allah rızası için ve O'nun emirlerini yerine getirmek amacıyla kendilerine Cenab-ı Hakkın bahşettiği rızıklardan harcasalar onlara ne gibi bir zarar dokunur ki...

Şaşılacak bir durumda bulundukları içindir ki bu üslûp kullanılmıştır. Zi­ra onlar amellerini ihlâs ve samimiyetle yapsalar, riyayı bırakıp ihlâsa sarılsa-lar, ahirette ameli güzel olanlara verilecek mükâfatları elde etmek için Allah'a iman etseler ve emirlerini yerine getirseler, dünya menfaatlerini kaçırmadıkla-n gibi ahiret sevaplarından da mahrum kalmazlar.

"Allah onları çok iyi bilendir." Yani Allah Teâlâ onların iyi ve kötü niyetle­rini pek iyi bilmektedir. Onlardan kim ilâhî tevfîk ve desteğe lâyıksa ondan çok iyi haberdardır, onu hayırlara muvaffak kılar. Kim ilâhî destekten mahrum kalmaya, Allah'ın huzurundan kovulmaya lâyıksa onu da çok iyi bilir ve ondan yardımını çeker. Herkesin işlediği ve önceden yolladığı ameller ile hakettiği karşılığı verecektir. İhlâs ile amel edenlerin amelini asla unutmaz. Mümine düşen sadece amelini halisane, Allah rızası için yapmaktır. Allah Teâlâ onu gö­rür, kabul buyurur ve hesabını ameline göre görür. [160]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler insanlar ile Rableri arasında, insanların kendi aralarında nasıl muamele edeceklerine ve münasebet kuracaklarına dair düstur ve prensipler­dir. Muhkem, manası açık ayetler olup üzerlerinde ittifak edilmiştir. Hiçbiri nesholunmuş değildir. Bütün semavî kitaplarda zikredilmiş, mukarrar kılın­mıştır. Böyle olmasa dahi, ilâhî kitaplarda indirilmiş olmasa bile, aklen hü­kümlerinin böyle olduğu anlaşılırdı.

Ayetler, Allah Teâlâ'nın kullarına, kendisine boyun eğip, teslim olup, iba­detlerini ihlâs ile yapmalarını emretmesiyle başlamaktadır. Bu emir, ibadetleri Allah rızası için yapmak, riya ve daha başka şaibelerden, amaçlardan arındırıl­ması hususunda esas kaidedir. Diğer bir ayet-i kerimede de "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid (ve arzu) ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibadette (hiç bir kimseyi ve hiç bir şeyi) ortak koşmasın." (Kehf, 18/110) buyurulmakta-dır.

Ayet, tevhidin zıddı olan şirkten menetmektedir. Şirk, alimlerin beyan et­tiklerine göre üç derecedir ve hepsi de haram kılınmıştır ve münkerdir.

a) Ulûhiyyet hususunda Allah Teâlâ'nın şeriki, ortağı ve eşi bulunduğuna inanmak; cahiliye devrindeki en büyük şirk budur. Bu ayet-i kerime ile murad edilen şekil de budur: "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez, yarlığamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için yarlığar." (Nisa, 4/48).

b) Fiil hususunda Allah Teâlâ'nın şeriki olduğuna inanmak: Allah Te-âlâ'dan başka bir varlığın bağımsız şekilde bir fiili meydana getirdiğini, yoktan var ettiğini -her ne kadar onun ilâh (tanrı) olduğuna inanmasa da- söylemek suretiyle olur. Bu ümmetin mecûsîleri, ateşe tapan sapıkları olan Kaderiyye, (her insanın kendi fiilinin yaratıcısı olduğunu söyleyen Mutezile) fırkası gibi. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah bunlardan teberrî etmiş, uzak olduğunu söylemiştir.

c) İbadet hususunda şirk koşmak ki bu da riyadır. Riya, Allah Teâlâ'nın kendisi için yapılmasını emrettiği ibadetlerden bir şeyi başkası için yapmaktır. Ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler riyayı haram kılmıştır. Riya amellerin se­vaplarını iptal eder, gizli olduğu için her cahil ve anlayışı kıt kimseler anlaya­maz. İbni Mace, Ebu Saîd b. Ebî Fedâle el-Ensârî (r.a.)'den rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Vuku bulacağında hiç bir şüphe bulunmayan kı­yamet gününde Allah Teâlâ evvelki ve sonraki varlıkları, insanları topladığı za­man bir münadi şöyle seslenir: Kim Allah için yaptığı bir amelde başka birini O'na ortak (riyakârlık) yaparsa, sevabını da Allah'ın yanından başka yerden is­tesin. Muhakkak ki Allah Teâlâ şeriklerin şirkten en müstağnisi ve münezzehi (uzak olanı)dir."

Ayet-i kerimeler anne-babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara, akraba ve uzak olan komşulara, yolda, mecliste, herhangi bir vakitte beraber olduğu arkadaşlara, yolculara, maliki olduğu kölelere güzel davranıp iyilik etmeyi em­retmektedir. Haklarındaki tafsilat yukarıda geçmiş bulunmaktadır.

Ayetler aynı zamanda, kibirlenmekten, böbürlenmekten, kendini övmek­ten, büyüklük taslamaktan da menetmektedir. Ayette geçen "muhtâl" kelimesi kendini beğenmiş, kibirli kimse manasına, "fehûr" kibir belirtisi olarak menkı­belerini, üstünlük ve yararlıklarını sayıp döken kişi manasınadır. "Fahr", ken­dini büyük görmek, övünmek, yükseklerde uçmak demektir. Allah Teâlâ bu iki sıfatı, sahiplerini gurura, kibire, yoksul akraba, komşu ve ayette zikredilen di­ğer kimselere karşı büyüklük taslamaya sevk ettiği, böylelikle onlara iyilik et­meye dair emirlerini zayi ettirdiği için burada hususi olarak zikretmiştir.

Aynı şekilde Cenab-ı Hak bu kibirli, böbürlenen insanların sıfatlarını da açıklamıştır. Bunların en çirkinlerinden biri cimrilik yapmak ve insanlara da cimriliği emretmektir. Şeriatte mezmûm (kınanmış) olan cimrilik, Allah Teâlâ'nın kendisine vacip kıldıklarını ödememek, yerine getirmemektir. Başka bir ayet-i kerimede belirtildiği gibi "Allah'ın fazl(u kerem)inden kendilerine ver­diğini (O'nun yolunda harcamakta) cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için bir hayır olduğunu sanmasınlar." (Al-i İmran, 3/180).

İbni Abbas ve başka zevata göre bu ayet-i kerime ile murad olunanlar Ya-hudilerdir. Çünkü Yahudiler kibiri, böbürlenmeyi, malda cimrilik etmeyi, Al­lah'ın Tevrat'ta Hz. Muhammed (a.s.)'in sıfatları ile ilgili ayetleri gizleme özel­liklerini kendilerinde toplamış bir kavimdir. Allah Teâlâ ise kibirlenen, böbür­lenen kimseleri sevmez, yani onları cezalandırır. Allah'ın öyle olanlara hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamış olması da bu hususu tekit etmektedir. Kurtu-bî'ye göre Cenab-ı Hak, cimri olan müminleri onları sevmemekle, kâfirleri ise hor kılıcı bir azapla tehdit etmiştir.

Böbürlenen ve gururlananların ikinci kısmı mallarını riya, gösteriş ve şan için harcayanlardır. Cumhur, bu ayetin "insanlara gösteriş için" cümlesine bi­naen münafıklar hakkında indiğini söylemiştir. Çünkü riya, münafıklıktan kaynaklanır. Riya harcaması ve nafakası kâfi değildir, aslının yerine geçmez.

"De ki: İster gönül rızasıyla infâk edin (harcayın), isterse içinizden gelme­yerek (verin). Sizden (hiç bir harcama) kesin şekilde kabul olunmayacaktır." (Tevbe, 9/53).

Sonra Hak Teâlâ gösteriş olsun diye harcama yapanları kendileri için en doğru olana yöneltmektedir: Vâcibu'l-vücud (varlığı zaruri olarak lâzım) olan Allah'a, ahiret gününe iman etmek, Allah Teâlâ'nm rızası için harcamak. Çün­kü O, her şeyi hakkıyle bilendir, insanların ahvalinden tamamen haberdardır, herkese de önceden gönderdiği, işlediği amellere göre karşılığını verecektir. [161]

 

Allah'ın Emirlerine Boyun Eğmeye Teşvik, O'na Muhalefet Ve İsyan Etmekten Sakındırmak

 

40-  Şüphesiz ki Allah zerre kadar hak­sızlık (zulüm) etmez. (Zerre kadar) bir iyilik (hasene) olursa onu (onun seva­bını) kat kat artırır. Kendi tarafından (ayrıca da) pek büyük bir ecir (sevap) verir.

41-  Her ümmetten birer şahit, onların üzerine de seni (ey Rasulüm) bir şahit olarak getirdiğimiz zaman (o Yahudile­rin, kâfirlerin, münafıkların halleri acaba) nice olur?

42- Kâfir ve o peygambere asi olanlar o gün, yer ile yeksan edilselerdi de Al­lah'tan bir sözü gizlememiş olsalardı temennisinde bulunacaklardır.

 

İ'râb:

 

"Allah'tan bir söz gizlememiş olsalardı" cümlesi ya "kendileri de yer ile" cümlesine matuftur; o takdirde temenni manasına dahil olur, yani yerin düm­düz edilmesini ve sözü Allah'tan gizlemiş olmayı isterler, demektir; yahut da "vâv" harfi "hâl vavı" olur, cümlede hâl cümlesi durumunda bulunur. [162]

 

Belagat:

 

"... bir şahit olarak getirdiğimiz zaman nice olur?" cümlesi dinleyeni azar­lamak, ayıplamak için malum bir şey soru şeklinde ifade edilmiştir. [163]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Zulüm" haksızlık etmek, haddi aşmak demektir. Yani Allah Teâlâ kimse­nin iyiliklerini eksiltmez, kötülüklerine ilâvede bulunmaz.

"miskâl (zerre kadar)" kelimesinin aslı, ne kadar küçük olursa olsun bir şeyin miktarı demektir. Sonradan altın ve diğer şeylerin tartılması için özel bir miyar manasına kullanılır olmuştur.

Acem miskali 4,80 gramdır. Burada ise idrak edilebilen en küçük cisim olan zerre ağırlığı murad edilmiştir. Zerre parçalanamayan en küçük cüz, atom manasına da kullanılmaktadır. Pencereden giren güneş ışınları altında gözü­ken toz zerreciklerine "heba" denir.

"Bir iyilik olursa onu kat kat arttırır." Ondan başlar, yediyüz ve daha faz­lasına kadar artırır.

"... birer şahit..." yani her ümmetin peygamberi.

"Kâfir ve o peygambere asi olanlar yer ile yeksan edilselerdi" de karşılaşa­cakları o korkunç hallerden ötürü toprak olup yeryüzüyle karışıp gitselerdi. Başka bir ayette "Kâfir keşke toprak olsaydım der." (Nebe, 78/40) diye haber verilmiştir.

"Allah'tan bir sözü gizlememiş olsalardı." Yaptıklarına dair şeyleri gizle-meselerdi. Başka bir vakit de yalan söyleyip "Rabbimiz Allah'a yemin ederiz ki biz müşriklerden (eş tutanlardan) değildik" (En'am, 6/23) diyeceklerdir. [164]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimelerin konusu Allah Teâlâ tarafından kullan emredüdikle-rini yapmaya teşvik, yukarıda geçen yasaklardan da sakındırmaktır. Bunun bir benzeri de şu ayetlerdir: "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu(n sevabını) görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa o(nun cezası)nı görecek." (Zilzâl, 99/7-8). [165]

 

Açıklaması

 

Allah Teâlâ, kıyamet gününde yarattıklarından hiç kimseye bir hardal ta­nesi ya da zerre miktarı kadar dahi olsun zulmetmeyeceğini, bilakis şayet ha-sene ve sevabı varsa bunun tam olarak hem de kat kat fazlasıyla karşılığını ve­receğini haber vermektedir. "Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri (mi­zanları) koyacağız. Artık hiçbir kimse hiç bir şeyle zulme (haksızlığa) uğratıl-mayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz (mizana koya­rız). Hesapçılar olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47). Cenâb-ı Hak, Lokman (a.s.)'dan haber vererek de şöyle buyurur: "Oğulcağızım, gerçekten (yaptığın iyi­lik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa bile, bir kaya içinde, veya gökler­de, yahut da yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu getirir (meydana çıka­rır, hesabını görür). Çünkü Allah Latiftir (ilmi en gizli şeyleri de içine alır, hak-kıyle haberdardır." (Lokman, 31/16).

Buhari ve Müslim'de geçen Ebu Saîd el-Hudrî'nin rivayet ettiği şefaat hakkındaki uzun hadiste Resulullah (s.a.) buyuruyor ki: "Allah azze ve celle bu­yurur: Dönün, hardal tanesi ağırlığı kadar kalbinde iman bulduğunuz kimseyi cehennem ateşinden çıkarın." Hadisin bir lafzında "Hardal tanesi ağırlığının en azının en azının en azı miktarda imanı olan kimseyi cehennem ateşinden çıka­rın" denilmiştir. Melekler pek çok halkı cehennemden çıkarırlar. Ondan sonra Ebu Said isterseniz "Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık (zulüm) etmez..." ayet-i kerimesini okuyun, dedi.

Ayetin manası şöyledir: Cenab-ı Hak hiç kimsenin amelinin sevabından, ne kadar az olursa olsun, bir şey eksiltmez. Ve hiç kimseyi de haksız yere bir şeyden dolayı cezalandırmaz. Çünkü zulüm noksanlıktır. Allah Teâlâ ise bütün kemal sıfatlara sahip, her çeşit noksanlıktan münezzeh, yüce bir zattır.

Allah kendisini akıl, takdir ve ölçü kudretiyle donattıktan sonra bir günah (seyyie) işleyen kimse ancak kendi kendine yazık etmiş olur: "(Yoksa) Rabbin kullarına (zerrece) zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).

Ancak Allah Teâlâ, hiç kimsenin sevabından zerre kadar bile eksiltmemesi bir yana, bir hasene ve iyiliğin sevabını on katma, yedi yüz katına, daha da çok katına çıkarmakta; buna mukabil bir seyyie (günah) ve kötülüğün cezasını art-tırmamakta, sadece misli kadarıyla ceza vermektedir. "Kim (Allah'a) bir hase­ne (iyilik, güzellik) ile gelirse, işte ona bunun on katı vardır. Kim de bir seyyie (kötülük) ile gelirse bu, o miktardan başkasıyla cezalanmaz. Onlar (yani iyilik ve fenalık edenler) haksızlığa uğramazlar." (En'am, 6/160).

"Kendi tarafından (ayrıca da) pek büyük bir ecir (sevap) verir." Yani Allah Teâlâ iyilik edenin hasenatını kat kat arttırmakla iktifa etmez, ayrıca amelleri­nin karşılığı haricinde de pek çok sevaplar verir. O'nun fazl u keremi bol, ih­sanları, lütuflan çoktur. O büyük ecir, cennettir. Rabbimiz Teâlâ'dan bizleri rı­zasına ve cennetine kavuşturmasını dileriz.

Verdiği sevabın nizamı ve işleyişi bu olunca Yüce Hâlık bazı insanların şaşılacak hallerine işaretle buyuruyor ki: Her ümmetten yaptıkları şeylere şahitlik edecek birer şahit getirdiğimiz zaman, bakalım şu Yahudiler ve di­ğer kâfirler ne yapacaklar? Bu şahitler "Ben içlerinde bulunduğum müddet­çe üzerlerinde bir şahit idim." (Maide, 5/117) ayet-i kerimesinde belirtildiği gibi her ümmetin peygamberidir. İşte Ey Muhammed aleyhissalâtü vesse­lam, seni de şu yalanlayanlar üzerine şahit olarak getireceğiz. Abdullah b. Mesud (r.a.) rivayet ediyor. Resulullah'a (s.a.) Nisa suresini okudum. "Onla­rın üzerine de seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman (onların hali) nice olur?" ayetine geldiğimde Resulullah (s.a.) ağladı ve "Bu kadar kâfi" buyur­du. Bu şahitliğin manası ümmetlerin amelleri peygamberlerine arzolunur, demektir.

Bu ayetin bir başka benzeri de şudur: "Böylece sizi (Ey Muhammed ümme­ti) vasat (orta) bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız, bu peygam­ber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye". (Bakara, 2/143). Yani bu üm­met, izledikleri güzel yolları ve kendisine vahiy inen en son ümmet olması se­bebiyle geçmiş ümmetler üzerine şahit ve peygamberlerin yolundan sapmaları hususunda aleyhlerinde bir hüccet, delil olacaktır. Rasul-i Ekrem (s.a.) de sîre-ti, hayatı ve istikameti sebebiyle, sünnetini, açtığı yolu terk edenler aleyhine delil olacaktır.

İşte o gün kâfirler ve Allah'ın rasulüne karşı gelenler toprağa defnedilip yeryüzünün kendileriyle birlikte dümdüz edilmesini temenni ederler. "Kâfir, keşke toprak olaydım der." (Nebe', 78/40).

Ve onlar Allah'tan hiç bir söz gizleyemezler. Çünkü vücutlarındaki kendi organları aleyhlerine şahitlik eder. Denilmiştir ki, ayetteki "vav" harfi hâl için­dir. Yani yer altına gömülmeyi temenni ederler, Allah'tan hiç bir sözü gizleye­mezler, "Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki biz müşrikler (eş tutanlar) de­ğildik." (En'âm, 6/23) ayetinde belirtilen yalanı söyleyemezler. Zira onu söyle­dikleri ve şirk koştuklarını inkâr ettikleri zaman Allah Teâlâ ağızlarını mühür­ler, elleri ve ayakları da yalanlarını söyler, şirk koştuklarına dair aleyhlerinde şahitlik eder. Son derece zor duruma düştükleri için toprak altına gömülmeyi temenni ederler. [166]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Allah Teâlâ her türlü kemal sıfatına sahip, her çeşit noksanlıktan münezzeh ve uzaktır. İnsanlara zulmetmez, amellerinin sevabından zerrece eksiltmez. Tam tersine amellerinin mükâfatını ve karşılığını fazlasıyla verir. "Şüphesiz ki Allah insanlara hiç bir şeyle zulmetmez." (Yunus, 10/44) ayetin­de belirtildiği üzere Allah Teâlâ ne az ne de çok, hiç bir şekilde haksızlık et­mez.

Müslim'in Sahihinde Enes (r.a.)'ten nakledildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah hiç bir mümine yaptığı iyilik (hasene) hususunda haksızlık etmez. O sebeple dünyada nimetlerini verir, ahirette ise mükâfat ve sevaplar ihsan eder. Kâfire gelince, Allah için yaptığı iyiliklerin kar­şılığında dünya nimetlerinden (bol bol) yer içer. Ahirete göçtüğünde ise karşılı­ğında sevap alacağı hiç bir hasene ve iyiliği bulunmaz."

2- Hasenatın, yapılan iyi amellerin sevapları kat kat verilecek, büyük ecir olan cennet bağışlanacaktır.

İmam Ahmed Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) Efendimizi şöyle buyururken işittim: "Şüphesiz Allah (c.c.) mümin kuluna bir hasene karşılığında iki bin hasene sevabı verir." Sonra bu ayeti okudu: "Şüphesiz ki Allah hiç kimseye zerre miktarı zulmetmez. (Zerre miktarı bir iyilik olursa onu (sevabını) kat kat artırır. Kendi tarafından (ayrıca da) pek büyük bir ecir (mükâfat) verir." Ebu Hureyre bunu naklettikten sonra "Allah Teâlâ "pek büyük bir ecir" dediyse artık bunun miktarını kim ölçebilir ki" de­miştir.

Bu ayetin, üzerine güneş doğan her şeyden daha hayırlı olduğunu ifade eden ayetlerden biri olduğuna dair rivayet yukarıda geçmişti.

3- Hesap gününde kâfirlerin işleri şaşılacak bir şekildedir. Ayetteki bu ta-accüb ifadesi emredilenleri yapmaya teşvik, hayır ve hasenat işlemekte gösteri­lecek kusur ve gevşeklik üzerine de bir uyarı olmaktadır.

4- Kâfirler, kötü amelleri ile karşı karşıya kaldıklarında toprak olmayı te­menni ederler. Yalanları ortaya çıkınca hiç bir hak sözü gizlememiş olmayı di­lerler. Zira yaptıkları şeyler, Allah Teâlâ katında açıktır, gizleyemezler.

İbni Abbas'a (r.a.) bu ayet ve "Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki biz müşriklerden (O'na eş tutanlardan) değildik." (En'am, 6/23) ayeti hakkında so­rulduğunda şu cevabı vermiştir:

"Cennete müslümanlardan başkasının giremediğini görünce kâfirler "Rab­bimiz olan Allah'a yemin ederiz ki biz müşriklerden değildik" derler. Bunun üzerine Allah ağızlarını mühürler, elleri ve ayakları konuşur ve hiç bir şeyi de gizleyemezler artık." [167]

 

Sarhoşken Namaz Kılmanın Haram Olması, Su Bulunmadığında Teyemmüm Etmek

 

43- Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolcu olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, ya bir sefer üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz he­ladan gelirse, yahut da kadınlara do­kunup (cinsî ilişkide bulunup) da su bulamazsanız o zaman temiz bir topra­ğa teyemmüm edin, yüzlerinize ve elle­rinize sürün. Şüphesiz Allah affedici, çok mağfiret edici, yarhğayıcıdır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"...yolcu olmanız müstesna cünüp iken de ..." ifadesinin takdiri bu haldeyken de namaz kılmayın demektir. "Siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye ve cü­nüp iken de, -yolcu olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayınız."

Bu hususta şöyle denmiştir: Sarhoşken namaz kılman yerlere, yani mescit ve camilere yaklaşmayın, yolcu olmanız durumu hariç cünüp iken de yaklaş­mayın. Zaruret durumunda cünübün mescitlerden geçmesi caizdir.

"Gâıt" kelimesi vadi gibi seviyesi düşük yere denir. Buradaki murad, tuva­let ihtiyacını görmek için hazırlanmış yerdir. Sahra, kır ve bazı köylerde otu­ranlar tuvalet, hela ihtiyaçlarını görürken seviyesi alçak yerlere giderler. Ayet­teki "yahut sizden biriniz heladan gelirse" cümlesi ile abdesti bozulursa manası kastolunmuştur.

'Yahut da kadınlara dokunursanız" ibaresi, İbni Abbas'a göre cimadan ya­ni cinsî ilişkiden kinayedir. İbni Ömer ile Şafiî'ye göre lems, yani elle dokun­mak manasınadır, cesedin diğer yerlerine dokunmak da buna dahil edilir.

"Bir su bulamazsanız..." Yani hastalık hali dışında namaz kılabilmek için arayıp taradıktan sonra da temizlenecek su bulamazsanız, "temiz bir toprağa" yani temiz bir toprağa ellerinizi iki kere vurarak "teyemmüm edin." Teyemmü­mün kelime manası kasdetmek, yönelmek demektir.

"Şüphesiz Allah çok affedici," yani günah ve hataları affeden, hiç işlenme­miş gibi sayan; "çok mağfiret edici (yarhğayıcı)dır." Mağfiret, hesaba çekme­mek suretiyle günahı örtmek manasınadır. [168]

 

Nüzul Sebebi

 

"...namaza yaklaşmayın" ayeti ile ilgili olarak Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî ve Hâkim, Hz. Ali (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet ediyorlar: Abdurrahman b. Avf bir yemek hazırlayıp bizleri davet etti. Sofrada şarap da sunuldu. İçtiğimiz içki baş­larımızı döndürdü. Namaz vakti geldi, beni imamlığa geçirdiler. Namazda "Kâfi­nin" suresini okurken "De ki: Ey kâfirler, ben sizin tapmakta olduklarınıza tap­mam." (Kâfirûn, 109/1-2) ayetlerinden sonra (yanlışlıkla) "Biz sizin tapmakta ol­duklarınıza taparız" dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Ey iman edenler, siz sar­hoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" ayetini indirdi.

İbni Cerîr'in Hz. Ali (r.a.)'den rivayetine göre ise o gün imam olan Abdur­rahman idi, namaz da akşam namazıydı. Olay henüz şarap ve içki haram kılın­madan önce geçmiştir.

"Teyemmüm edin" ayeti ile ilgili olarak da el-Firyâbî, İbni Ebî Hatim ve İbnü'l-Münzir, tahric ediyorlar. Hz. Ali demiştir ki: "...ve cünüp iken..." ayeti misafir (yolcu) hakkında inmiştir. Yolculukta cünüp olursa (ve su bulamazsa) teyemmüm ederek namazını kılar.

İbni Merdûueyh, el-Elsa b. Şüreyk'ten tahric ediyor: Demiştir ki: Resulullah (s.a.)'ın devesini ben eğerlerdim. Soğuk bir gece cünüp oldum. So­ğuk su ile yıkanırsam öleceğimden veya hasta düşeceğimden korktum. Duru­mu Resulullah (s.a.)'a söyledim. Bunun üzerine Allah Teâlâ "...sarhoşken na­maza yaklaşmayın..." ayetinin tamamını indirdi.

Buharî ve Müslim, Mâlik hadisini zikrederken Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle de­diğini rivayet ederler: "Bir seferinde Rasul-i Ekrem (a.s.) ile beraber biz de çık­tık. Beydâ veya Zâtü'l-Ceyş'te (Medine yakınında bir vadinin ismi) iken gerdan­lığım kayboldu. Aranması için Resulullah (s.a.) ve ona tabi olarak da insanlar bir süre orada kaldılar. Bir su kaynağı yakınında olmadıkları gibi yanlarında da su bulunmuyordu. Allah Teâlâ o zaman teyemmüm ayetini indirdi ve teyem­müm ettiler. Bunun üzerine Ensarm ileri gelenlerinden Üseyd b. Hudayr "Ey Ebubekir ailesi, bu sizin (sebebinizle gönderilen) ilk bereketiniz değil zaten" de­di. Bir rivayet de: "Allah sana rahmet etsin Ey Aişe! Ne zaman başıma hoşlan­madığım bir şey gelse mutlaka Allah Teâlâ o hususta müslümanlara bir kolay­lık, çıkış yolu ihsan ediyor" şeklinde gelmiştir. Hz. Aişe diyor ki: Benim bindi­ğim deveyi kaldırdığımızda bir de baktık ki gerdanlığım onun altında imiş." [169]

Anlaşılan o ki, ayetin baş tarafı şarap olayı dolayısıyle, geri kalanı yolcu­luk hadisesi hakkında indirilmiştir. Cumhur, ayetin el-Muraysi' gazvesi sıra­sında indiği görüşündedir. [170]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teâlâ yukarıda geçen ayetlerde şirk koşmaktan nehyetmiş, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmaya teşvik etmişti. Burada ise sarhoş veya cünüp halde iken sadece ortağı ve benzeri olmayan Allah için yapılan bir ibadet olan namazdan bahsetmektedir. Hitap müminlere yöneliktir. İnsanın namazında aklî güçleri tamamen yerinde, maddi ve manevi kötülük ve pisliklerden temizlenmiş olarak Rabbine yönelmesi için sarhoşluktan uzak durması lâzım gelmektedir. [171]

 

Açıklaması

 

Allah Teâlâ mümin kullarına ne dediğini bilemeyecek hale düşüren sar­hoşluk durumunda namaz kılmayı, cünüp olan kişiye namazın eda edildiği yer­ler olan mescitlere yaklaşmayı yasaklamaktadır. Tabiî bu hüküm şarap, içki haram kılınmadan önceki döneme aittir.

Bu yasak etkili oldu. Ashab-ı kiram yasağı sarhoşken namaza yaklaşma­nın yasak olduğu şeklinde anladılar. O sebeple yatsı namazı sonrasına kadar sarhoşluk veren içki içmekten imtina ediyor, yatsıyı kıldıktan sonra içiyorlardı. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) "Allahım şu içki hakkında bize şâfi ve kâfi bir açıklama yap" diye dua etti. Peşinden Maide süresindeki ayet nazil oldu. "Ey iman edenler, içki, kumar, (tapınmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki saadete ere-siniz." (Maide, 5/90). Ve içkiyi tamamen bıraktılar.

Ayetin manası şöyledir: Ey müminler, sarhoş haldeyken, namazda ne dedi­ğinizi bilinceye kadar namaz kılmayın. Bu hüküm, içki ve sarhoşluğun kesin olarak haram kılınmasına bir hazırlıktı. Ayet, içkinin haram kılınmasında ta­kip edilen yoldaki adımların üçüncü safhasında inmiştir.

Müfessirlerin çoğu, namazın gerçek manası üzerinde baki olduğu husu­sunda ittifak etmiştir. Denmek isteniyor ki: Namaz kılmak istediğiniz zaman sarhoş olmayın. Sarhoş haldeyken veya yolculuk hali dışında cünüp olduğunuz zaman gusledinceye kadar namaz kılmayın. "Eğer hasta olursanız..." cümle­sinden önce bu hükmün zikredilmesi ise su bulunmadığında hükmün açıklan­masına terğib ve teşvik olur. "Ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar" cümlesi de bu görüşe delâlet etmektedir. Yani bizzat namaza yaklaşmayın, demektir. Çünkü namazda Kur'an ayetleri, dua ve zikirler bulunmakta, hepsi de uyanıklık, id­rak ve aklî güçlerin kamilen mevcut olmasını gerektirmektedir.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, İmam Şafiî ve Hasan-ı Basrî (r. an-hum) kelâmda muzâf olan kelimenin hazfedildiği görüşündedirler ki bu yaygın bir mecazdır. Murad, namaz kılman yerlere yani mescitlere yaklaşmayın demek olur. "Allah bazı insanları bazısı ile defetmeseydi içlerinde Allah'ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar (salavât) ve mescitler muhakkak yıkılıp giderdi." (Hac, 22/40) ayetindeki "salavat (namazlar, dualar)" kelimesinin İbni Abbas'm de­diği gibi Yahudi ibadethaneleri diye tefsir edilmesi de bunu göstermektedir. Yoksa "yolcu olmanız hariç" istisnası sahih olmaz. 'Yolcu olmanız hariç" cümlesi ile

"Eğer hasta olur, ya da bir sefer üzerinde bulunursanız" cümlesi arasında tekrar olmaması için "namaz (salat)" lafzını mescid olarak tabir etmeyi uygun bulduk.

Fukahanm, cünüp kişinin mescitten geçmesi hakkındaki hükümde ihtilâf etmesi işte buradan kaynaklanmaktadır. İkinci görüşe göre, cünübün mescit­ten beklemeksizin çabucak geçmesi caizdir; ama geçmek durumu dışında mes­cide girmesi haramdır.

Birinci görüşe göre ise ayet, cünübün mescide girmesinin haram olduğuna delil değildir. O hüküm Hz. Aişe (r.a.)'nin rivayetinde olduğu gibi başka delille­re dayanır. Hz. Aişe diyor ki: Resulullah (s.a.) geldiğinde ashabının evlerinin kapıları mescide açılıyordu. "Bu evlerin kapılarını mescitten çevirin" buyurdu ve evine girdi. Ancak kendilerine bir ruhsat ve izin iner ümidiyle insanlar bir şey yapmadılar. Bir müddet sonra Peygamberimiz dışarı çıkınca emrini tekrar­ladı: "Çevirin bu evlerin kapılarını. Şüphesiz ki ben cünübe ve hayızlı kadına mescide girmeyi helâl kılmıyorum." Hz. Peygamber (s.a.) hayatının sonunda sa­dece Hz. Ebubekir (r.a.)'in küçük kapısını bundan hariç kılmıştır.

Allah Teâlâ, yolcu olma hali dışında cünüp iken gusledinceye kadar nama­za yaklaşmama emrinden sonra bu ayette ve Maide süresindeki "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi yıkayın." (5/6) ayetinde teyem­mümü gerektiren dört sebep zikretmektedir: Hastalık, yolculuk, hades (helaya gitmek), kadınlarla temas. Bu sebeplerden birisi bulununca yeryüzündeki ter­temiz bir toprağa yönelin, ondan yüzlerinize ve cumhura göre dirseklere kadar, İmam Malik'e göre bileklere kadar ellerinize sürün, sonra da namaz kılın.

Özür sahiplerine tanınan teyemmüm ruhsatı budur. Bu ruhsat ve kolaylı­ğın sebebi Allah Teâlâ'nın çok affedici, çok mağfiret edici, günaları örtücü olu­şudur. Yani Rabbiniz daima affedici, kolaylık sağlayıcıdır, günahların cezasını da kapatır, ceza vermez.

Dikkat edilirse suyun bulunmaması kaydı "yahut sizden biriniz heladan gelirse, yahut da kadınlara dokunup da" cümlesine aittir. O takdirde özürler üç tane oluyor: Yolculuk, hastalık, ikamet halinde su bulamamak. Hades (abdest-sizlik) haline gelince, o hususta zaten söze gerek yoktur. Burada kelâm teyem­mümü mubah kılan özürler hakkındadır. Sadece su bulunmaması durumu ger­çek sebeptir. Yolculuk, teyemmüm hususunda tek başına kâfi bir özürdür, su bulunsun ya da bulunmasın. [172]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Şarap ve daha başka içkilerden dolayı sarhoş haldeyken namaz kılmak haramdır. Tabiî bu hüküm, içkinin kesin ve daimî olarak haram kılınmasından önceki döneme aittir. Çünkü İslâm'ın ilk dönemlerinde sarhoşluk veren içki iç­mek mubahtı.

2- Sarhoş edici içkinin namaz hakkında haram kılınma sebebi, namazdaki ayetlerin, dua ve zikirlerin manalarını anlayarak okunmasıdır. "Ne söyleyeceği­nizi bitinceye kadar" cümlesinin manası budur. Yani okuduklarımızı yanlış yapmadan, anlaya anlaya okuyacak hale dönene kadar namaza yaklaşmayın demektir. Sarhoş ise ağzından çıkanı bilmez.

Bazı müfessirler, bu ayetten namazda Kur'an okumanın vacip olduğu hük­münü anlamak istemiştir. Çünkü ayet, namaz kılan ne dediğini bilinceye ka­dar sarhoş durumdayken namaza yaklaşmaktan menetmektedir. O halde bir şey söyleyen kimsenin sarhoş olmaktan menedilmesi lâzımdır ki namazda söy­leyeceği şey de Kur'an tilâvetinden başka bir şey olamaz. Fakat namazda Kur'an okumanın vacip olduğuna dair bundan başka bir delil bulunmamakta­dır. Buradaki yasağın manası şudur: Rabbinize niyaz etmenize ve hükümdarla­rın hükümdarı olan Allah'ın huzurunda durmanıza imkân verecek derecede bir şuur ve anlayış derecesinde olasıya kadar namaza yaklaşmayın.

Hz. Osman (r.a.) ayet-i kerimeden, sarhoşun boşamasının lâzım (bağlayıcı) olmadığı hükmünü çıkarmıştır. Bu görüş İbni Abbas, Tâvûs, Atâ, Kasım, Rabîa, Leys ve bir kısım Şafîîlerden de nakledilmiştir. Tahâvî de "Alimler bunak (matuh) olan kişinin talakının caiz olmadığı hakkında icma etmiştir; sarhoş da bunak sa­yılır, vesveseli kişinin bunak sayılması gibi." diyerek bu görüşü tercih etmiştir.

Cumhura göre ise sarhoşun talakı nafiz (geçerli)dir. Fiilleri, yaptığı akit­ler, aklı başında olan kişinin yaptıkları gibi sabittir. İmam Ebu Hanife riddet (dinden dönme) halini istisna etmiştir. İrtidat edenin karısı ancak istihsan de­lili gereği boş sayılır.

3- Meni gelmesi veya cima suretiyle cünüp olma durumunda namaz kılmak haramdır. Sünnet yerlerinin kavuşması sebebiyle gusül icap eder. Çünkü Müs­lim'in Hz. Aişe (r.a.)'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Erkek kadının dört şubesi (kolları ile bacakları veya ayakları ile uylukları) ara­sında oturur da sünnet yeri sünnet yerine değerse, muhakkak yıkanmak vacip olur." Sahihayn'da geçen Ebu Hureyre hadisinde ise: "Erkek kadının dört şubesi arasına oturur da sonra onu yorarsa (yani onunla cima ederse) muhakkak gusül vacip olur." buyurulmuştur. Müslim "Meni gelmese de..." sözünü ziyade etmiştir. Tabiîn ve onlardan sonra gelen alimler "Sünnet yerleri kavuşursa..." hadisi ile hükmetmek üzerinde icma eylemişlerdir.

4- Bir kimsenin cünüp haldeyken gusletmeden namaza yaklaşamaz. Yolcu bundan hariçtir, o teyemmüm eder. Çünkü genellikle ikamet halinde susuz ka­lınmaz. Mukim olan kişi su bulunduğu için gusleder. Yolcu su bulamadığı za­man teyemmüm eder. Cünüp olan yolcu, Hanefîlere göre ancak teyemmüm et­tikten sonra mescide girebilir.

İmam Malik ile Şafiî ise cünübün mescide girmesine ruhsat tanımışlardır. Delilleri altı hadis imamının Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadistir: "Mu­hakkak mümin necis olmaz." Evlerinin kapıları mescide açılan Ashaptan birisi cünüp olduğunda mescitten geçmeye mecbur kalırdı.

İmam Ahmed ile İshak ise cünüp hakkında, bazı sahabilerin yaptığı ile amel ederek, abdest aldığı takdirde mescitte oturmasında bir beis (sakınca) yoktur, demişlerdir.

Malikîlere ve başka alimlere göre cünüp kimsenin Kur'an okuması genel olarak yasaktır, sadece Allah'a sığınmak için bir kaç ayet okuyabilir. Dayandık­ları delil İbni Mace'nin Hz. Ömer (r.a.)'den tahric ettiği hadistir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cünüp ve hayız olan kadın Kur'an'dan bir şey okumaz."

5- Allah Teâlâ cünübün gusletmeden namaz kılmasını yasaklamıştır. Mâli­ki mezhebinin meşhur görüşüne göre cünübün guslederken vücudunu ovala­ması lâzımdır. Çünkü gusül (yıkamak) lafzından anlaşılan budur. "İğtisâl" keli­mesi lügat yönünden "iftiâl" babındadır. Elini değdirmeyen kimse, suyu dök­mekten başka bir şey yapmış olmaz ve buna Arap dili uzmanları "gasil: yıkayı­cı" adını vermez, "suyu döken, suya dalan" derler. Rasul-i Ekrem (s.a.)'den ge­len şu rivayet de bu manayı tekit etmektedir. "Her bir kılın altında cenabet (cü-nüplük) vardır. Kılları yıkayın, teni temizleyin." [173] Temizleme ise deriyi ovala­makla olur.

Cumhur der ki: Her tarafa ulaşıp yayıldığı takdirde suyu dökmek ve dal­mak -teni ovalamasa da- cünüp için kâfidir. Hadis imamları tarafından rivayet edilen Hz. Meymune ve Hz. Aişe hadislerinde de Peygamberimiz (s.a.)'in gusle­derken suyu mübarek cesedine dokunduğu zikredilmiştir.

Cünüp olan kimse guslederken sakalını hilâller (parmakla aralar) mi? İmam Malik'ten bu hususta iki rivayet vardır: İbnu'l-Kâsım'ın rivayetine göre bu lâzım değildir. İbni Abdi'l-Hakem rivayetine göre böyle yapması bizce daha yerinde olur; çünkü Hazreti Rasul-i Ekrem (s.a.) cünüplükten dolayı yıkanır­ken saçlarını hilâllerdi.

Hanefiler ile Hanbelîlere göre guslederken mazmaza (ağızı su ile çalkala­mak) ve istinşâk (buruna su çekmek) "gusledinceye kadar..." ayeti gereğince farzdır. Çünkü ağız ve burun, yüz kısmı cümlesindendir; hükümleri de yanak ve alın gibi yüzün dışının hükmünün aynıdır. Ağız ve buruna su almayı terk edip namaz kılan, vücutta bir lüm'a (su değmemiş yer) bırakan kimse gibi na­mazı tekrar kılmalıdır. Ama abdest alırken terk ederse namazı iade etmek ge­rekmez. Hanbelîlere göre ağız ve burunun abdestte de yıkanması "yüzlerinizi yıkayın" ayetine binaen farzdır. Çünkü Resulullah (s.a.) abdest alırken de, cü­nüplükten dolayı yıkanırken de mazmaza ve istinşâkı terk etmemiştir.

Maliki ve Şafiîlere göre ise ne cünüplükte, ne de abdest alırken onları yı­kamak farzdır. Çünkü vücudun içi gibi iç bölgeden sayılırlar. Hazret-i Peygam­ber (s.a.) kendisi mazmaza yapmıştır, ama yapılmasını emretmemiştir. O'nun fiillerini yapmak menduptur; fakat delil olmadan vacip kabul edilemez.

Guslederken kullanılacak suyun miktarına gelince, İmam Malik'in Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) cünüplükten dolayı ferak denen bir kaptan yıkanırdı. Ferak üç sa'dır. Bir sa'm ağırlığı 2.751 gr. olduğuna göre toplam 8.253 gr. eder. Enes (r.a.) der ki: Resulullah (s.a.) Hazretleri bir müd miktarı su ile abdest alır, bir sa' (ki dört müd) ile beş müdde varan miktarda su ile de gusleder-di. Bir müd ise 675 gr. dır. Bu hadisler göstermektedir ki kesin ölçü ve tartı söz konusu olmaksızın suyu az kullanmak müstehaptır. İnsan yetecek kadar su alır, da­ha fazlası israf sayılır, israf ise mezmum ve kötüdür, [174]

6- "Eğer hasta olur..." (Nisa, 4/43) ayet-i kerimesine binaen su bulunmadı­ğında hasta veya yolcu olduğunda teyemmüm etmek mubahtır. "Din (işlerin)de üzerinize hiç bir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78) ayeti ile "Kendilerinizi öldür­meyiniz." (Nisa, 4/29) ayeti de bunu teyit etmektedir. Amr b. el-As, şiddetli so­ğuktan helak olmaktan korktuğu zaman teyemmüm etmiş, Hz. Peygamber «s.a.) kendisine gusletmesini veya namazı iade etmesini de emretmemiştir.

Teyemmüm etmeyi mubah kılan hastalık, Şafiîlerdeki sahih görüşe göre su kullandığı zaman canın çıkmasından veya bazı organlarını kaybetmekten, yahut da hastalığın uzamasından korkulan derecedeki hastalıktır.

Teyemmümü mubah kılan yolculuk uzun olsun, kısa olsun kişinin su bula­madığı yolculuktur ve cumhura göre namazı kısaltma ruhsatı bulunan bir me­safe olması şartı da yoktur. Bazılarına göre yolculuk, namazı kısaltacak bir mesafede olmadan teyemmüm yapılmaz.

Malikîler ile İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre hazar (ikamet) ve yolculuk durumlarında teyemmüm etmek caizdir. İmam Şafiîye göre ise vü­cuduna bir zarar geleceğinden korkmadığı takdirde sağlıklı mukim kimsenin teyemmüm etmesi caiz olmaz; ikamet halindeyken su bulunmaz ve vaktin çık­masından korkulursa, sağlıklı ve hasta olan kimse teyemmüm ederek namazı kılar, sonra da iade eder (tekrar kılar).

İmam Ebu Yusuf ile İmam Züfer de "İkamet halinde iken ne hastalıktan, ne de vaktin çıkma korkusundan dolayı teyemmüm caizdir" demektedirler.

İkamet halindeyken su aramaya gittiği takdirde namazı kaçırmaktan kor-kuyorsa teyemmüm etmenin caiz olduğuna delil 'Yahut sizden biriniz heladan gelirseniz..." ayetidir. Sünnette delil ise Buharî'nin Ebul-Cuheym b. el-Hâris b. es-Sımme el-Ensârî'den naklettiği şu rivayettir: Diyor ki: Resulullah (s.a.) Ce-mel Kuyusu [175] denilen yerden gelirken karşısına bir adam çıktı ve O'na selâm verdi: Rasul-i Ekrem selâmına cevap vermeden önce bir duvara gitti, yüzüne ve ellerine mesh etti. Ondan sonra adamın selâmına cevap verdi. Bu rivayet Müs­lim'de de geçer, orada "kuyu" kelimesi yoktur.

7- Hades (abdest bozma), ikamet halinde iken teyemmümü mubah kılar mı? Bazılarına göre "yahut sizden biriniz heladan gelirse..." ayetine binaen mu­bah kılar. Çünkü ayetteki ev (yahut kelimesi)" "ve" manasınadır. Yani eğer has­ta olur, ya da bir sefer üzerinde bulunursanız ve sizden biriniz heladan gelirse teyemmüm etsin, demektir. Buna göre teyemmümü gerektiren sebep hastalık ya da yolculuk değil, hades (abdestsizlik) halidir. Bu ise açıklaması yukarıda geçtiği üzere ikamet halindeyken teyemmüm etmenin caiz olduğunu göster­mektedir.

Kurtubî der ki: Kelâm ehlince sahih olan "ev (yahut)" harfinin asıl babın-daki mana üzere yani tercih konusunda muhayyer bırakma, olmasıdır. "Ev" harfinin kendi manası, "ve" harfininde kendi manası vardır. Burada bir hazif bulunmaktadır, takdiri şöyledir: Eğer su kullanamayacak derecedeki bir hasta­lığa yakalanmış veya sefer üzere iseniz ve de su bulamazsanız, suya muhtaç olursanız.[176]

'Yahut sizden biriniz heladan gelirse..." Burada "hela", küçük hades (ab-destsizlik) olan kazâ-yı hacetten kinayedir.

8- Kadınlara dokunmak tabiri de Hanefîlere göre cinsî ilişkiden kinaye­dir.[177] Cünüp olan da su olmadığında teyemmüm edebilir, eliyle kadına değenin abdesti bozulmaz. Darakutnfnin Hz. Aişe (r.a.)'den naklettiği rivayet buna de­lildir: "Resulullah (a.s.), zevcelerinden birisini öptü, sonra da yeniden abdest almadan namaz kıldırmaya çıktı." Şafiîye göre ise murad, el ile yahut vücut or­ganlarından başka biriyle kadının tenine dokunmaktır. Binaenaleyh bir kadı­nın tenine değenin abdesti bozulur, su yoksa teyemmüm etmesi gerekir. İmam Malik ile İmam Ahmed ve İshâk diyorlar ki: Cima etmek suretiyle dokunan su yoksa teyemmüm eder, elle dokunan şehvet duymuşsa teyemmüm eder, şehvet-siz dokunmuşsa abdest alması gerekmez. Ayetin muktezası (gereği) budur. Aişe hadisi ise mürsel'dir. Şu halde ayet, iki hükmü yani su bulamadığı zaman ha­des (abdestsizlik) ve cünüplüğün hükmünü beyan etmiş olmaktadır:

Hadesin sebebi heladan gelmiş olmak, cünüplüğün sebebi mülâseme yani dokunmaktır. Mülâseme lafzını hem cima, hem de dokunma manasına alıp her iki hükmü ifade etmesine bir mani yoktur.

9- Misafir (yolcu) olanın İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre teyemmümün sahih olması için su araması şarttır. İmam Ebu Hanife'ye göre ise şart değildir.

Suyun bulunmamasından maksat, temizlenmek için yetecek kadar su bu­lamamaktır. Yetecek miktardan az su bulacak olursa teyemmüm eder, mevcut olanı kullanmaz. Bu alimlerin ekserisinin görüşüdür.

İmam Ebu Hanife, "bir su bulamazsanız" ayetine binaen bakla suyu, gül suyu gibi değişmiş su ile abdest almaya cevaz vermiştir. Diyor ki: Burada su kelimesi nekre (bizzat belirlenmiş olmayan) bir şekilde kullanılmış olduğu için lügat yönünden genellik ifade eder ve özellikleri değişmiş olan su ile de olma­yanla da abdet almanın caiz olduğunu ifade eder. Zira hepsine de mutlak ma­nası ile su denmektedir.

Alimler, su olmadığı takdirde şıra haricinde bir meşrubat (içecek) ile ab­dest ve guslün caiz olmadığı hususunda icma etmişlerdir.

Bulunmaması teyemmümü mubah kılan su ise temiz, temizleyici ve aslî şekli üzere kalmış olan sudur.

10- "Teyemmüm edin" cümlesi teyemmümün meşru olduğuna delildir. Te­yemmüm bu ümmetin hususiyetlerindendir. Rasul-i Ekrem (s.a.) Efendimiz: "Biz üç şeyle insanlara üstün kılındık: Yeryüzünün hepsi bize mescit kılındı. Su bulamadığımız zaman toprak bizim için temizleyici kılındı..." [178] buyurmuştur. Teyemmüm, şer'an, yüz ile elleri toprak ile meshetmek demektir. Çünkü ayette "O vakit temiz bir toprağa teyemmüm edin" yani, toprağa yönelin, ellerinize ve yüzünüze sürün buyurulmaktadır.

Namaz kılması lâzım gelen her mükellef şahsın, vakit girip de su bulama­dığı zaman teyemmüm etmesi gerekir. İmam Eu Hanife ile iki talebesi Ebu Yu­suf ile Muhammed ve İmam Şafiî'nin talebesi el-Müzenî diyorlar ki: Vakit gir­meden önce de teyemmüm caizdir. Zira nafile namaza kıyas edilerek, onlara göre su aramak şart değildir. Nafile için suyu araştırmaksızm teyemmüm et­mek caiz olduğuna göre farz için de caizdir. Cenab-ı Peygamber (s.a.)'ın Ebu Davud, Nesaî ve Tirmizî'de geçtiği üzere Ebu Zerr (r.a.)'e söylediği şu sözüyle istidlal ederler: "Temiz toprak müslümamn abdestidir. Hatta on sene müddetle su bulamasa da." Hazret-i Peygamber toprağa da suya verdiği şekilde abdest ismini vermiştir; o halde toprağın hükmü de suyunki gibi olmaktadır.

Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîlerin delili ise, "Bir su bulamazsanız..." cüm­lesidir. Zira sadece arayıp da bulamayan şahsa "su bulamadı", denilebilir.

Ulemâ, teyemmümün cünüplüğü ve abdestsizliği kaldırmayacağı husu­sunda icma etmiştir. Bu iki sebepten teyemmüm etmiş kimse, su bulduğu vakit yine cünüp veya abdestsiz duruma dönerler. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.) geçen Ebu Zer hadisinde "Suyu bulduğun zaman tenine değdir (abdest al)." buyurmuştur.

Aynı şekilde teyemmüm edip henüz namaza durmadan su bulan kimsenin de teyemmümünün batıl olacağı ve su kullanması gerektiğine dair alimler ic­ma etmiştir.

Cumhura göre ise suyu arama hususunda gayret etmiş olan ve bineğinde de su bulunmayan bir şahıs, teyemmüm edip namaz kılsa ve namazı bitirse onun namazı tam olmuş olur. Çünkü farzını emrolunduğu gibi eda etmiştir; bir delil bulunmadan onu tekrar kılmasını gerekli saymak caiz değildir. Ebu Da­vud, Ebu Saîd el-Hudrî'den tahric ediyor: Demiştir ki: İki kişi yolculuğa çıktı­lar. Namaz vakti geldi, ama yanlarında su yoktu. Temiz bir toprak ile teyem­müm ettiler ve namazı kıldılar. Sonra vakit içerisindeyken su buldular. Birisi su ile abdest alarak namazı yeniden kıldı, diğeri iade etmedi. Sonra Resulullah (s.a.)'e döndüklerinde durumu anlattılar. Rasul-i Ekrem iade etmeyene: "Sün­nete isabet (uygun hareket) ettin, namazın senin için kâfidir", abdest alıp iade edene de "Semra için de iki kerre sevap var" buyurdu.

Namaza başladıktan sonra su bulan kimsenin durumu hakkında ulema­nın görüşleri farklıdır. İmam Malik ve İmam Şafiî diyor ki: Namazı kesip suyu kullanması gerekmez. Namazını tamamlasın, ondan sonrakiler için abdest alsın. Çünkü Allah Teâlâ: "Amellerinizi iptal etmeyin" (Muhammed, 47/33) bu­yurmaktadır. Su bulunmadığında teyemmüm ederek namaza başlamanın caiz olduğu hususunda herkesin ittifakı vardır. Nitekim zıhâr ya da katil kefareti için oruca başlayan ve sonra azat edecek köle bulan kimse de orucunu ilga et­mez ve köle azat etme şıkkına dönmez.

İmam Ebu Hanife, İmam Ahmed ve el-Müzenî ise şöyle demektedirler: Su bulunduğu için bu kimse namazı keser, su ile abdest alır ve yeniden namaza durur. Bu görüşlerindeki hüccet ve delilleri şudur: Nasıl namazdan önce su bu­lununca teyemmüm bozuluyorsa, namazın geriye kalan kısmında bulununca da bozulur. Namazın bir kısmı bozulduğunda ise hepsi bozulur. Çünkü alimler ay hesabıyla iddet bekleyen kadın (mu'tedde), bitmesine az bir süre kala hayız görse, hayız hesabıyla iddetine yeniden başlamaktadır. Namazdayken su bulan kimsenin durumu da öyledir.

Teyemmüm ile birçok namaz kılınır mı, yoksa her farz ve nafile için ayrı teyemmüm almak mı lâzımdır? Bu hususta İmam Malik ve İmam Şafiî diyor ki: Her farz için lâzımdır. Çünkü her namaz için su araması icap etmektedir. Su arayıp da bulamayan ise teyemmüm edecektir.

İmam Ebu Hanife ile Davud ez-Zâhirî ise şöyle demektedirler: Abdesti bo-zulmadığı müddetçe bir teyemmüm ile istediği kadar namaz kılar. Çünkü su bulamadığı sürece abdestli sayılır. Bulmaktan ümidi kesilmiş ise su araması da icap etmemektedir.

Vakit girmeden teyemmüm etmek caiz midir? İmam Malik ile İmam Şa­fiî'ye göre caiz değildir. Zira Allah Teâlâ'nın "Bir su bulamazsanız... teyemmüm edin" kavlinden teyemmümün cüzlerinin, bölümlerinin ihtiyaca ilişkin olduğu ortaya çıkmıştır. Vakit girmeden önce ise böyle bir ihtiyaç yoktur. Buna binaen bir şahıs tek teyemmüm ile iki farz kılamaz. İmam Ebu Hanife, vakit girmeden teyemmüm etmeyi caiz görmektedir. Çünkü ona göre su aramak şart değildir.

11- Temiz toprak (saîden tayyiben) ibaresindeki "saîd", arzın yüzü demek­tir. Üstünde toprak olsun, olmasın; "tayyib" ise temiz, helâl demektir. Buna bi­naen İmam Malik ile İmam Ebu Hanife'ye göre arzın yüzündeki her şey ile te­yemmüm yapılır. Toprak, kum, taş, maden, kaya tuzu gibi.

İmam Şafiî ile İmam Ebu Yusufa göre ise "saîd", münbit (bitki yetiştiren) toprak yani tayyib olan toprak demektir. Allah Teâlâ: "Güzel memleketin (be-led-i tayyib'in) bitkisi Rabbinin izniyle bol çıkar." (Araf, 7/58) buyurur. Bu iki­sine göre başka bir şey üzerine teyemmüm caiz olmaz. İmam Şafiî der ki: "Sa­îd" lafzı, ancak tozlu olan toprak hakkında kullanılır.

İmam Şafiî toprağın ele bulaşmasını da şart koşar. Ta ki suyu abdest or­ganlarına ulaştırdığı gibi toprağı da teyemmümde meshedilen organlarına değ­dirmek mümkün olabilsin.

Alimler münbit, temiz ve meshedilen organa ulaştırıla bilen, gasbedilmiş olmayan toprak üzerine teyemmüm etmenin caiz olduğuna, sırf altın, gümüş, yakut, zümrüt gibi madenlere, ekmek, et gibi yiyeceklere ve necis (pis ve murdar) şeylere teyemmüm etmenin caiz olmadığında icma etmişlerdir. Bunlar dı­şında kalan madenler hakkında ise görüşleri farklıdır. İmam Malik ve bazı alimler caiz görürken, İmam Şafiî ve diğer bazı alimler bundan menetmişlerdir.

Malikîlere göre toprağın altında olduğu takdirde otlar ile de teyemmüm etmek -üzerlerindeki topraklardan dolayı- caizdir. el-Müdevvene ve el-Meb-sut'ta kar üzerine teyemmümün caiz olduğu, ama diğer eserlerde caiz olmadığı belirtilmektedir.

Kireç, kiremit gibi pişirilmiş şeylere, duvara meshederek teyemmüm yap­mak hususunda Malikîlerde iki görüş vardır. Kurtubî der ki: Sahih olan duva­ra teyemmüm etmenin caiz olduğudur. Çünkü Buharî'nin tahric ettiği Ebu Cü-heym b. el-Hâris b. es-Sımme el-Ensârî hadisinde şöyle naklediyor: Resulullah Cemel kuyusu (Medine yakınında bir yer) tarafından geldi. Bir adam karşısına çıkarak O'na selâm verdi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.) selâmını almadan bir du­vara yöneldi, yüzünü ellerine meshetti, ondan sonra adamın selâmını aldı. Bu da İmam Malik ve onun kanaatinde bulunanların dediği gibi toprak dışındaki bir şeyle teyemmüm etmenin sahih olduğuna delildir.

İmam Ahmed ile İmam Sevrî, keçenin tozu ile teyemmüm etmenin caiz ol­duğunu söylemişlerdir. İmam Ebu Hanife ise sürme, zırnık, alçı taşı, kireç, öğütülmüş cevher ile teyemmüm etmeye cevaz vermiştir.

12- Teyemmümün şekli: "Ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün" ayeti te­yemmüm edilecek yerlerin yüz ve eller olduğuna delâlet etmektedir. İmam Şa-fiîye göre "minhu (ondan)" lafzı, toprağın teyemmüm edilecek yere nak­ledilmesi gerektiğine delildir. Malikîlere göre ise, Peygamberimiz (s.a.)'in duva­ra teyemmüm etmesi de bunun şart olmadığını göstermektedir.

Cumhur diyor ki: "Yüzlerinize ve ellerinize sürün" cümlesi gereği önce yüz, sonra eller ile teyemmüm edilir.

Hanefîlere ve Şafiîlere göre elleri teyemmüm ederken abdeste kıyas edile­rek mesih dirseklere kadar ulaştırılır. Câbir ve İbni Ömer'in Rasul-i Ekrem (s.a.)'den naklettikleri teyemmümün dirseklere kadar yapılacağı hakkındaki rivayet de böyle göstermektedir.

Malikîler ile Şafiîlere göre ise elleri teyemmüm ederken iki kû' yani dirse­ğe kadar ulaştırmalıdır. İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayetinde Ammar'a ve Peygamberimiz (s.a.)'in yüzüne ve bileklere kadar olan kısmına teyemmümü emretmesi bunun delilidir.

Hanefî ve Şafiîlere göre teyemmüm iki darb (elleri toprağa vuruş)'tan iba­rettir. Birisi yüz için, biri de eller içindir. Bu hükmün delili de İbni Ömer hadi­sidir.[179] Malikîler ve Hanbelîlere göre ise farz olan ilk vuruş yani elleri toprağa sürmektir, ikinci vuruş sünnettir. [180]

 

Yahudilerin İşleri Ve Tasarrufları

 

44-  Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de (hak) yoldan sapmanızı isti­yorlar.

45- Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Ve Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.

46- Yahudi olanlardan kimisi kelimele­ri (Allah tarafından) konuldukları yer­lerinden (kaldırıp) değiştirirler ve dil­lerini eğerek bükerek, dine de saldıra­rak (sana) derler ki: "(Eh) dinledik, (fa­kat) isyan ettik. İşit, işitmez olası, râ-inâ." Eğer onlar: "Dinledik, itaat ettik. İşit, bize bak" deselerdi elbet kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fa­kat Allah, kendi küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Artık onlar, bira­zı hariç olmak üzere, iman etmezler.

 

İ'râb:

 

"Onlardan kimisi" ibaresinin takdiri şöyledir: Yahudi olanlardan bir ka­vim vardır ki onlar... değiştirirler. [181]

 

Belagat:

 

"Sapıklığı satın alıyorlar" ve "dillerini eğerek bükerek" cümlelerinde isti­are sanatı vardır. Çünkü "leyy" kelimesinin aslı ipi bükmek demektir. Burada kendisiyle zahiri dışındaki bir şey, kastedilen kelâm için istiare (ödünç) olun­muştur.

"Bakmadın mı?" Taaccüp ifade etmek için kullanılan bir soru ifadesidir. [182]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilenler..." Yani Tevrat'tan bir pay, bir parça verilen Yahudiler. "Sizin de yoldan sapmanızı" yani onlar gibi olasınız di­ye hak veya sağlam yoldan çıkmanızı "istiyorlar."

"Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir." Onları sizden daha iyi bili­yor ve sakınasınız diye size haber veriyor.

"Allah, size dost olarak da yeter," yani sizi onlardan korur, işlerinizi yürü­tür, "yardımcı olarak da" onların tuzaklarından sizi kurtararak, serlerini siz­den defetmek suretiyle "yeter".

"Kelimeleri (Allah tarafından) konuldukları yerlerinden (kaldırıp) değişti­rirler." Allah Teâlâ tarafından Muhammed (a.s.)'ın sıfatı hakkında Tevrat'ta in­dirdiği kelâmı konulduğu yerden kaldırıp değiştirirler.

"Bizi gözet, bize bak (râinâ)" kelimesinden Yahudiler lisanlarında tahkir ve sövme için kullandıkları "râinâ (çobanımız)" manasını murat ederlerdi. Ah­maklık, gayr-ı ciddi olmak manasına kullanmaları da mümkündür. Cenab-ı Peygamberce bu kelimeyle hitap etmek yasaklanmıştır. [183]

 

Nüzul Sebebi

 

Ayet-i kerimeler Medine Yahudileri hakkında indirilmiştir. İbni İshak di­yor ki: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût, Yahudi ileri gelenlerinden idi. Resulullah ı a.s.) ile konuşurken dilini eğip bükerek: "Ey Muhammed, kulağını bize iyi ver" dedi, sonra da İslâm'a dil uzattı, tenkit etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun hakkında "Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bak­madın mı?" ayetini indirdi.

Müfessirler de diyor ki: Yahudi alimlerinden biri olan Kâ'b b. el-Eşref, Uhud Savaşından sonra Yahudilerden yetmiş binekli kişi ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Resulullah (s.a.)'a gadretmek üzere Kureyş ile anlaşma yapmak, kendileriyle Rasul-i Ekrem (s.a.) arasındaki muahedeyi bozmak istiyorlardı. Kâ'b, Ebu Süfyan'm evine, Yahudiler de Kureyşlilerin evlerine misafir oldular.

Ebu Süfyan KâVa "Sen kitap okuyan alim bir adamsın. Biz ise ümmiyiz, pek bilgimiz yok. Hangimizin yolu daha doğru, hakka daha yakın, bizim mi, Muhammedin mi?" dedi. Kâ'b "Bana dininizi bir arz edin bakayım" diye cevap verdi. Ebu Süfyan şunları söyledi: Biz hacılar için besili büyük develerden kur­ban ederiz, onların su ihtiyaçlarını karşılarız, misafiri ağırlarız, esiri salıveri­riz, akrabalık bağlarını koruyup gözetiriz, Rabbimizin evini imâr eder onu ta­vaf ederiz. Bizler bu mukaddes Harem'in ehliyiz. Muhammed ise atalarının di­nini terk etti, akrabalık bağlarını kopardı. Harem'i bırakıp gitti. Bizim dinimiz daha eski, Muhammed'in dini ise yenidir. Bunun üzerine Ka'b: "Vallahi siz onun üzerinde bulunduğu dinden daha doğru bir yoldasınız" dedi. İşte Allah Teâlâ da Ka'b ve beraberindeki arkadaşlarını kastederek: 'Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) koyuldukları yerlerinden (kaldırıp) değişti­rirler..." ayetini bu hadise sebebiyle indirdi.[184]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teâlâ teşvik ve korkutma yoluyla şefî hükümlere uyma karşılığında çok bol sevap kazanmaya irşad edip karşı gelene şiddetli bir ceza olduğunu be­yandan sonra burada da Ehl-i Kitap'tan bazılarının halini anlatmaktadır. Bun­lar dinlerinin hükümlerini terk etmişler, kitaplarını kaldırıp değiştirmişler, hi­dayet (doğru yol) karşılığında dalâleti, sapıklığı satın almış kimselerdir. Böyle­likle Cenab-ı Hak müminlere, emrolunduklarına sıkı sıkıya bağlanmaları ge­rektiğine dikkat çekmekte ve dinlerinin hükümlerini terk etmeleri durumunda başlarına, o Yahudilerin ahirette başlarına, toprağa gömülmeyi temenni ettik­leri ve cehennem ateşine atıldıkları zaman gelecek azap gibi bir azap gelmesin­den sakmdırmaktadır. [185]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed aleyhisselâm! Kendilerine ilâhî bir kitap olan Tevrat'tan bir kısım verilmiş olan şu kimselere bakmadın mı? Hidayet karşılığında dalâleti sa­tın alıyorlar, kâfirliği imana tercih ediyorlar, Allah'ın peygamberine indirdiğin­den yüzlerini çeviriyorlar, ellerinde bulunan yalan söylemek, insanlara eziyet vermek, faiz (riba) yemek hakkındaki hükümleri, geçmiş peygamberlerin Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatına dair verdikleri bilgileri terk ediyorlar. Kendilerinin icat ve uydurması olan bir takım dinî gelenek ve tapınma şekilleri ile az bir dün­ya menfaati sağlamaya çalışıyorlar. Ey müminler, onlar sizin de kendileri ile be­raber hak yoldan sapmanızı ve size indirilenleri inkâr etmenizi üzerinde bulun­duğunuz hidayet ve faydalı Kur"an ilmini bırakmanızı istiyorlar. Ey müminler, Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı en iyi bilen olduğu için sizi onlardan sakındırı­yor. Size dost olarak Allah yeter. Sizi onlardan korur, işlerinizi yürütür. O kendi­sine sığınanın kale gibi koruyucusudur. O, kendinden yardım dileyene de yar­dımcı olarak yeter. Onların şerrini sizden defeder. İşte o yüce Rabbiniz daima si­zi hakkınızda en hayırlı olana, kurtuluşunuz bulunan hususlara yöneltir. Ve O düşmanlarınıza karşı salih amele ve hidayete muvaffak kılarak size yardım eder de zafer için gerekli olan yardımlaşma, güçlü savaş aletlerini hazırlama gibi se­bepleri gerçekleştirirsiniz. Ondan başkasından dostluk ve yardım talep etmeyin.

Onların Tevrat'tan amel ettikleri kısım kaybettikleri ve unuttukları kısma aittir. Amel etmeyi terk ettikleri hükümler ise yanlarında geriye kalan kısım­dandır.

Sonra Allah Teâlâ "Yahudi olanlardan kimisi de..." cümlesiyle, kendilerine kitap verilenlerden maksadın Yahudiler olduğunu beyan ediyor. "Min" harfi bura­da cinsi beyan için olup, "O halde murdardan (yani putlardan)... kaçının." (Hac, 22/30) ayetindeki gibidir. Onlar öyle bir kavimdir ki Allah'ın Tevrat'ta indirdiği kelimeleri asıl konuldukları yerlerden kaldırıp değiştirirler. Bunu da ya kelimele­ri asıl konuldukları başka bir manaya çekerek yaparlar; Rasul-i Ekrem (s.a.) hak­kındaki müjdeleri, Mesih hakkındaki haberi başka bir şahsa yorumlayıp bugüne kadar onu beklemeye devam edişleri gibi. Yahut da bu tahrifi kitaptaki bir kelime veya cümleyi bulunduğu yerden başka bir yere naklederek yaparlar. Nitekim Mu­sa aleyhisselâmdan rivayet edilen ayetlere uzun bir müddet sonra yazılmış sözler karıştırdıkları gibi diğer bazı peygamberlerin sözlerine de başka insanların sözle­rini katmışlardır. Bu ilâve ve karışıklıkları, kendilerinin de itiraf ettiği gibi kay­bolan Tevrat yerine bugünkü Tevrat'ı ortaya koyanlar yapmışlardır.

Bu tahrifat ile iddialarına göre ıslah gayesi güdüyorlardı. Bunun kaynağı şuydu: Hz. Musa (a.s.)'m yazdığı asıl nüshanın kaybolmasından sonra yanla­rında dağınık Tevrat yaprakları bulunuyordu. Bunları bir araya getirmek iste­mişlerdi. O esnada da birçok ilâve ve tekrarları katmışlardı. Bu tarihî gerçekle­ri Hintli Rahmetullah Efendinin Izhâru'l-Hak adlı kitabında yaptığı gibi güve­nilir, araştırıcı tarihçiler ispat etmişlerdir.

O Yahudiler Peygamberimiz (s.a.)'e sözünü işittik, emrine isyan ettik, diyor­lardı. Mücahid der ki: Yahudiler Resulullah (s.a.)'a "Sözünü işittik, fakat sana itaat etmeyiz", dediler. Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'e duydukları haset ve kinden ötürü "İşit, işitmez olası!" diyorlardı. Edep gereği "Kötü söz duymayasın" diyecekleri yerde "Allah sana işittirmesin" veya "duan dinlenmemek, senden ka­bul edilmemek üzere" manasına sözlerle O'na beddua etmiş oluyorlardı.

Aynı şekilde bir de "râinâ" derlerdi. Ruûnet, yani ahmaklık, gayr-ı ciddilik kelimesinden ism-i fail olarak kullanırlardı. Bu kelime "bize bak, bize mühlet tanı" manasına kullanılacak yerde lisanlarındaki sövme ve dil uzatma manası­na gelen râînâ'dan gelme de olabilir. Allah Teâlâ ise "Ey iman edenler, "râinâ" demeyin, "unzurnâ (bize bak) deyin." (Bakara, 2/104) ayetiyle müminleri bu ke­limeyi kullanmaktan menetmiştir.

İşte Yahudiler ya meclisinde, ya da kendisinden uzakta iken Resulullah s.a.) Efendimize karşı duydukları haset ve kin sebebiyle veya alay etmek, eğ­lenmek amacıyla bu üç suçu da işlemişlerdir. İki manaya gelme ihtimali de bu­lunan bir söz kullanırlar, ama onunla saygı, hürmet, değer vermek manasını değil, tahkir etme, küfretme manasını kastederlerdi. Dillerini eğip bükerler, dillerini evirip çevirip sözü hayır manasına gelmekten şer ve sövme manasına döndürürlerdi, İslâm'a dil uzatarak saldırırlardı. "Râinâ" sözleriyle "kulağını bize ver" demek istiyormuş gibi yaparlar, fakat gerçekte Peygamberimiz (s.a.)'e dil uzatarak ahmaklık manasını kastederlerdi. Bu ise adiliğin ve batıl üzerin­deki cüretkârlığın en son derecesidir.

"Essâmü aleyküm" diye selâm vermeleri de dillerini eğip bükmeleri cür-mündendir. "Es-sâmü", ölüm manasınadır. Yani "selâm size" demek ister gibi yaparlar, "ölüm size" manasına dillerini kıvırtırlardı. Rasul-i Ekrem (s.a.) Haz­retleri de bu maksatlarını bildiği için cevapta sadece "ve aleyküm (= size de)" yani herkes ölecektir, derdi.

İbni Atıyye (öl. 541 H/1147 M.) der ki [186]: Bu, şimdiki Yahudilerde de mev­cuttur. Çocuklarını buna göre yetiştirdiklerini, müslümanlara hitap ederken görünüşte saygı ifade eden kelimeleri nasıl hakaret manası kestederek kulla­nacaklarını ezberlettiklerini müşahede etmekteyiz.

Sonra Hak Teâlâ örnek bir hitap şekline tevcih ederek buyuruyor ki: Eğer onlar "Dinledik, itaat ettik, sen de bizim dediğimizi dinle, bize mühlet ver, acele etme ki dediklerini iyi anlayabilelim" demiş olsalardı, taşıdığı faydalı ve edepli üslûptan dolayı kendileri için daha hayırlı ve önceki söylediklerinden daha doğru olurdu.

Sonra Allah Teâlâ onların bu yakışıksız tasarruflarının sonucunu zikret­miştir: Allah'ın rahmetinden kovulmak, artık ebediyen hayra muvaffak ola­mamak. Hak Teâlâ onların lanete uğramalarına, ilâhî yardımdan yoksun kalmalarına inkârlarının sebep olduğunu belirtmektedir. Zira küfür, inkâr genel olarak tefekkürden, hitap ederken edep ve nezaket göstermekten alı-kor. İşte öyle kimseler iman etmezler, etseler de değer verilmeyecek derecede az ve basit şekilde bir imanları vardır. Kalpleri hayırlardan uzaktır, nasip­sizdir. Faydalı olabilecek bir iman onların gönlüne girmez. İman da bulun­mayınca ameli düzeltme, aklı yükseltme, ruhu yüceltme hususunda hiç bir ümit kalmaz. [187]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler Medine ve civarındaki Yahudilere ve onların yolundan gi­den, yaptıklarını sürdürenlere taaccüp, kınama ve azarlama için inmiştir. Bu tenkide muhatap oluşlarına sebep yanlış ve kusurlu tasarrufları, türlü türlü suç ve ahlâksızlığın göstergesi olan çirkin davranışlarıdır.

Hidayet karşılığında dalâleti, sapıklığı almışlar, aynı zamanda müslüman-ları da, hak yoldan, sağlam yordamdan sapıtmak istemişlerdir, İslâm'a ve Müs­lümanlara karşı düşmanlıklarını ilân etmişlerdir. O halde onlarla dostluk et­meyin. Zira en katı düşmanlarmızdır onlar.

İlâhî kelâmı asıl yerlerinden kaldırarak tahrif ederler, batıl şekillerde yo­rumlarlar veya ona insanların yanlış, saptırılmış, çirkin yazılarını katarlar. Çünkü halen eldeki Tevrat diye iddia edilen kitapları Cenab-ı Hakkın yüce za­tına dil uzatmakta, peygamberlerinin ismini lekelemekte, onlara ayıp nispet etmektedir. Yahudi olmayan diğer milletlere karşı kin ve buğz ile doldurulmuş olup beldelerin yıkılmasına, medeniyetin tahrip edilmesine ve hayvani, ziraî, sinaî servetlerin, varlıkların yok edilmesine davet eylemektedir.

İşte o Yahudiler ile yandaşları Allah Rasulü'ne (s.a.) hitap ederken de adi­liklerini, onunla eğlenme ve alay etme arzularını ortaya dökerler, bir taraftan da ona karşı "İşit, hiçbir kötü ve eza verici söz duymayasm" demeyi istiyormuş gibi gözükerek "Sözünü işittik, emrine isyan ettik. İşit, işitmez olası" derler.

Hasan-ı Basrî ile Mücahid der ki: Bunun manası sözün dinlenmemek, ka­bul edilmemek, dediğine icabet olunmamak üzere, demektir. Bir de ahmaklık, ciddiyetsizlik manasına gelen "râinâ" kelimesini kullanırlar.

"Dillerini eğerek bükerek" lafzı dillerini haktan evirip çevirdiklerini gös­termektedir. Yani onlar arkadaşlarına söyledikleri, "Peygamber olsaydı kendi­sine sövdüğümüzü anlardı", sözleriyle kalplerinde bulunanı kastederler, dine saldırırlar. Ama Allah Teâlâ peygamberini buna vakıf kılmış, bu da nübüvveti­nin alâmet ve işaretlerinden biri olmuştur. Allah bu sözden müminleri menet-miştir.

Halbuki Cenâb-ı Peygamber (a.s.)'e edep ve nezaket ölçüleri içinde hitap etselerdi bu kendileri için daha isabetli bir görüş ve davranış olurdu. Gerçek şu ki onlar çok az bir iman ile inanırlar; böyle bir inanışa da zaten iman ismi bile verilemez. [188]

 

Ehl-I Kıtab'a Kur'an'a İman Etmelerinin Emredilmesi Ve Lanet İle Tehdit Olunmaları

 

47- Ey kendilerine Kitap (Tevrat) veri­ri lenler, yanınızdaki (kitap)ları tasdik edici olmak üzere indirdiğimiz edici   olmak üzere indirdiğimiz

(Kur'an-ı Kerim)'e biz bir takım yüzleri süip ve belirsiz edip de enselerine çevirmezden, yahut cumartesi yaranına  ettiğimiz lanet gibi kendilerini de lâ- netlemezden evvel iman edin. Allah'ın emri yerine gelecektir.

 

Belagat:

 

"Bir takım yüzleri silip ve belirsiz edip de" ibaresinde istiare sanatı vardır. Çünkü yüzlerin silinip belirsiz hale getirilmesi, harfleri karışmış ve satırları kaybolmuş silik sayfaya benzetilmiştir.

"Yüzler" ile "arkalar, enseler" arasında tıbâk sanatı vardır.

"Kendilerini lanetlememiz" ve "lanet ettiğimiz gibi" kelimelerinde iştikak cinası bulunuyor. [189]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İzale etmek{tavnsf kelimesinde burada yüzlerde bulunan göz, burun, kaş gibi organları yok ederek insanlık işaret ve izlerini izale etmek murad olun­maktadır.

Kelime Kur'an-ı Kerim'de değişik yerlerde geçer. "Ey Rabbimiz, sen onların mallarını yok et" (Yunus, 10/88) ayetinde "İzale et, helak et" manasınadır. "Eğer dileseydik onları, gözlerinin üzerinden silme kör yapardık." (Yasin, 36/66) ayetin­de tehdit ya göz ışığını yok ederek, ya da gözün karasını silerek gerçekleşir.

Yüzlerin tanış edilmesi, arkaya çevrilmesi, gözlerin arka tarafta kılınması şeklinde olur. Yahut murad, yüzde göz, kulak, burun hiçbir şey bırakmayız, de­mek olur. İbni Abbas "Yüzün tams edilmesi kör edilmesi demektir" diyor.

"Vech (yüz)" kelimesi, nefsin yöneldiği maksatlar manasına da kullanılır. Nitekim şu ayetlerde böyledir: "Kendimi Allah'a teslim etmişimdir." (Âl-i İmran, 2/20); "O halde (Rasulüm) sen yüzünü bir hanif (Allah'ı bir tanıyan) olarak dine çevir." (Rûm, 30/30); "Kim nefsini (tamamen) Allah'a teslim ederse..." (Lokman, 31/22).

"Bir takım yüzleri enselerine (edbâr)a çevirmezden..." Ayette geçen "edbâr", arka ve ense manasına gelen "dübür"ün cemisidir. Edbâr'a çevirmek, enseler gibi dümdüz yapmak demektir. Bu tabir savaşta yenilmek yahut gerisin geriye kaçmak gibi ya hissî olan şeylerde kullanılır yahut da geriye yani kâfirliğe ye­niden dönmek gibi manevî hususlarda olur. Nitekim şu ayette böyledir: "Ger­çekten kendilerine hidayet besbelli olduktan sonra arkalarına dönenler (yok mu?), şeytan onları fitlemiş, onlara uzun zaman göstermiştir." (Muhammed, 47/25). "Yahud kendilerini lanetlememizden evvel" yani cumartesi yaranını maymunlar ve domuzlar şekline çevirdiğimiz gibi çevirmekle onları cezalandır­mamızdan önce, cumartesi yaranını helak ettiğimiz gibi onları da helak etme­mizden önce, manasınadır da denilmiştir. [190]

 

Nüzul Sebebi:

 

İbni İshâk, İbni Abbas (r.a.)'tan tahric ediyor: Resulullah (s.a..), araların­da Abdullah b.Sûriyâ, Kâ'b b. Esed'in de bulunduğu Yahudi alimlerinin reis­leri ile konuşurken onlara dedi ki: Ey Yahudiler topluluğu! Allah'tan korkun da müslüman olun. Allah'a yemin olsun ki sizler benim getirdiğim dinin hak olduğunu çok iyi bilmektesiniz. Fakat onlar "Bilmiyoruz ya Muhammed" di­yerek bildiklerini inatla inkâr ve küfürde kalmakta ısrar ettiler. İşte Allah Teâlâ onlar hakkında bu ayeti indirdi: "Ey kendilerine Kitap verilenler, yanı­nızdaki (kitap)ları tasdik edici olmak üzere indirdiğimiz (Kur'ân-ı Kerim'e) iman edin." [191]

 

Açıklaması

 

Ayet-i kerime öncesi ile bağlantılıdır. Kitaplarının bazısını tahrif etmek, diğer bir kısmını da kaybetmek suretiyle hidayet karşılığında dalâleti, sapıklı­ğı satın almalarından sonra Ehl-i Kitap önünde emel kapısını açmak için varit olmuştur. Çünkü kendi kitapları da bildikleriyle ameli ve Kur"an'a iman etmeyi onlara lâzım kılmaktadır. Tevrat'a iman etmeleri, onu tasdik eden kitaba da imanı icap ettirir.

Allah Teâlâ, Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara, Peygamberimiz s.a.)'ine indirdiği Kur'ân-ı Mecid'e iman etmelerini emrediyor. Kur'ân-ı Kerim, şimdiki durumda almış olduğu şekilde değil sahih olan ilk esaslarda kendinden önce geçen semavi kitapları tasdik edici olarak gelmiştir. Allah'ın bir olduğunu takrir, şirki red, açık ve gizli fuhuş ve kötülükleri terk, Yahudilerin ellerindeki kitapta bulunan Hz. Muhammed'in peygamberliğinin müjdelenmesi ile ilgili haberleri tasdik etmek gibi. Bunlar bütün semavî dinlerin esasları ve temel amaçlarıdır.

Kitaplarının bir kısmını yitirmiş, diğer bir kısmını da yakmış oldukları halde, Kur'ân-ı Kerim onlara, Kur"an'a iman etmeye çağıracak, aleyhlerine olarak kusurlarını ve cezayı hak ettiklerini tescil edecek şekilde "kendilerine Ki­tap verilenler" diye hitap ediyor.

Bütün semavî dinlerin tevhid, şirki red, güzel ahlâk ile bezenmek, fuhuş ve kötülüklerden uzaklaşmak gibi genel esaslarda ittifak eder oluşu bunları imana çağıran hususlardandır.

Kur'an-ı Kerim İbrahim, Nuh, Davud, Süleyman, Musa, İsa ve öteki pey­gamberlerin (aleyhimüsselâm) peygamberliklerini tekit etmiştir. O halde nasıl oluyor da bu peygamberlerin tabiîleri Kur*an'a ve Muhammed aleyhisselâm'm peygamberliğine hem de onların yanındaki kitabı tasdik ederek ve tevhid esa­sına dayalı Hz. İbrahim milletine (dinine) muvafakat edici olarak geldiği halde iman etmiyorlar?

Habibim onlara de ki: İndirdiğimize inanın. Semadan indirilmiş bütün ki­taplar aynı kaynaktan gelmektedir, tek bir gayeleri vardır.

Sonra Allah Teâlâ onları, böyle yapmadıkları takdirde yüzlerini silip belir­siz ederek enselerine çevirmek, yüzdeki göz ve diğer organları imha etmekle ya­hut da Yahudilerden cumartesi yârânmı helak ettiği, maymun ve domuz sureti­ne çevirerek helak etmek ya da suret ve şekillerini değiştirmekle tehdit etmiştir.

Cumartesi yârânı: Hile yoluyla cumartesi günündeki avlanma yasağını çiğneyenler demektir. Bunlar sahillere havuzlar yapmışlardır. Deniz kabarınca suyla beraber balıklar da havuzlara girerdi. Adamlar cuma günü havuzların kapaklarını kapatırlar, cumartesi günü deniz suyu çekilirken balıklar havuz­dan çıkamayıp kalırlardı ve pazar günü yasak olmadığı için balıkları havuzlar­dan tutarlardı.

"Allah'ın emri yerine gelecektir." Yani O'nun "ol der, oluverir" demek olan herhangi bir şeyin vuku bulması hakkındaki tekvin emri, mutlaka geçerlidir. O bir şey emredince ona karşı gelinmez, engellenemez; o halde O'nun tehdidin­den sakının, cezasından korkun. Emirden maksat, yapılmasını emrettiği şey­dir, onu ne zaman isterse, var kılar, gerçekleştirir, demektir.

İbni Abbas diyor ki: Allah Teâlâ, kendisinin hükmünü geri çevirecek, emrini bozacak kimse yoktur, manasını murad etmektedir. Onlara inanmayanlarsa iki işten biri vaki olacaktır. Nitekim vahyin inmekte olduğu devirde bu ilâhî tehdit­ler gerçekleşmiş, Beni Nadir Yahudileri hıyanetleri sebebiyle zelil olup Medi­ne'den sürülmüşler, Beni Kurayza Yahudileri düşmanla işbirliği yapmaları dola-yısiyle helak edilmişlerdir. Hadiseler hissî, gözle müşahede edilen işler olarak ka­bul edilirse, bu da tams'm (silmenin) ve geriye (enselerine) çevirmenin manasıdır.[192]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Alimlerin bu ayet ile murad edilen mananın ne olduğu hususunda farklı görüşleri vardır. Hakikati murad edilip yüz de ense gibi yapılarak burun, ağız, kaş ve göz belirsiz edilir manasına mıdır, yoksa bu kalplerindeki sapıklık ve ilâhî tevfik ve yardımdan bırakılmaları manasına mıdır?

İki görüşten biri Übeyy b. Kâ'b'dan rivayet edilmiştir, der ki: "Biz bir ta­kım yüzleri silip ve belirsiz edip de..." Yani, sizi öyle bir sapıklıkta bırakırız ki ondan sonra artık hidayete eremezsiniz, işte öyle; bir hale gelmeden önce de­mektir. Bu cümle ile temsil (misal vermek) murad olunmuştur, şayet onlar iman etmezlerse kendilerine bu ceza verilir, manasınadır.

Katade de diyor ki: Manası, yüzleri enseler haline getirmeden önce yani Allah Teâlâ onların burun, dudak, göz ve kaşlarını yok etmeden önce demektir. Bu lügat alimlerince verilen manadır. İbni Abbas ve Atıyye el-Avfî'den rivayet edildiğine göre tams, özellikle gözlerin silinip belirsiz edilmesi ve enseye çevril­mesi demektir. Böylece yüz arkaya çevrilmiş olur da sahibi geri geri yürür. İşte bunlar iman edecek olurlarsa geriye kalanlardan da tehdit kaldırılacaktır.

el-Müberrid de şöyle diyor: Bu tehdit bakidir, beklenmektedir. Kıyamet kopmadan önce Yahudilerde tams (yüzlerin silinmesi) ve mesh (suret ve şekil değişikliği) hadiseleri olacaktır. [193]

 

Allah Tealâ'nın Mağfiret Ettiği Ve Etmediği Şeyler

 

48- Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için mağfiret eder. Kim Allah'a şirk koşar­sa muhakkak pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.

 

Kelime ve İbareler:

 

"...mağfiret eder" ifadesinde mağfiret, günahı örtmek, kapatmak manası­nadır. Kendisine mağfiret ettiği kişiyi Allah Teâlâ azapsız cennete kor. Gü­nahları sebebiyle müminlerden dilediği kimseleri de azap ettikten sonra cen­nete kor.

"...iftira etmiş olur." Böyle bir şeyi ortaya atmış, uydurmuş, iftirayı irtikap etmiş olur. [194]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebî Hatim ve Taberî'nin tahric ettiklerine göre Ebu Eyyüb el-Ensârî şöyle demiştir: Bir adam Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine gelerek dedi ki: Benim bir amcaoğlum var, haramdan vazgeçmiyor. Peygamberimiz "Dini ne­dir?" diye sorduğunda, "Namaz kılıyor, Allah'ı bir tanıyor" dedi. "Ondan dini­ni sana hibe etmesini iste. Kabul etmezse satın al" buyurdu. Adam da gitti, ondan böylece talep etti; fakat amcaoğlu buna razı olmadı. Adam Resulullah (s.a.)'a döndü, olanı haber vererek "Kendisini dinine karşı düşkün buldum" dedi. Bunun üzerine "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret et­mez. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için mağfiret eder" ayet-i kerimesi indi. [195]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teâlâ Ehl-i Kitab'ı, iman etmeyip küfürde kaldıkları takdirde azap görecekleri için korkutup bu tehdidin geçerli olacağını ilân ettikten sonra, bu­rada da o tehdidin kâfirlik ve şirk dolayısıyla olduğunu, diğer günahların af ve mağfiretinin mümkün bulunduğunu beyan eylemektedir. [196]

 

Açıklaması

 

Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmeyeceğini, yani kendi­sine şirk koşmuş olarak kıyamette karşısına çıkacak kulunu yarlıgamayacağ-ını haber vermektedir.

Buradaki şirkten maksat, Yahudiler ile başkalarının küfürlerini de içine alan mutlak kâfirliktir. Yüce Allah, şirkten daha aşağı derecedeki günahları, dilediği kullar için affeder. Allah'a şirk koşan kimse gerçekten pek büyük bir günah işlemiştir.

Taberî diyor ki: Bu ayet açıkça ortaya koyuyor ki her büyük günah sahibi­nin işi Allah Teâlâ'nın dilemesine kalmıştır: Dilerse onun günahını affeder, di­lerse o yüzden cezalandırır. Ancak bu büyük günah Allah'a şirk koşmak olma­malıdır. Bazı müfessirler ise şöyle demektedir. O noktayı Hak Teâlâ, "Eğer ya­sak edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz." (Nisa, 4/31) ayetiyle beyan etmiştir. Burada büyük günahlardan kaçı­nanların küçük günahlarını affetmek istediğini, büyük günahları işleyenlerin küçük günahlarını affetmeyeceğini bildirmektedir. Kanaatimce Taberî'nin gö­rüşü daha açıktır.

Bu ayet-i kerime "De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşan­lar..." ayetini tahsis etmekte, sınırlamaktadır. İbnu'l-Münzir, Ebu Miclez'den tahric ediyor: "De ki: Ey kendilerinin aleyhine (günahta) haddi aşanlar. Al­lah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz ki O, çok mağfiret edicidir, çok esirgeyicidir." (Zümer, 39/53) ayet-i kerimesi inince Nebiy-yi Muhterem (s.a.) minbere çıktı, ayeti insanlara oku­du. Bir adam kalkıp "Allah'a şirk koşmak (hususu da dahil mi)" dedi. Hz. Pey­gamber sükût etti. Adam tekrar kalkıp, "Ey Allah'ın elçisi, Allah Teâlâ'ya şirk koşmak (da öyle mi?)" dedi. Hz. Rasul-i Ekrem iki veya üç kere sükût etti. Bu­nun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Tirmizî, Hz. Ali (r.a.)'den onun şöyle dediğini tahric ediyor: Kur'an-ı Ke-rim'de en çok şu ayeti severim: "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için mağfiret eder (yarlı-ğar)."[197]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime şirk suçunun büyüklüğüne, onun mağfireti ve affı olmadığı­na, Allah'ın dilediği kullan için geriye kalan günahlarını affedip rahmetiyle muamele edeceğine delâlet etmektedir.

Allah'a şirk koşmak (eş tutmak) iki kısımdır:

1- Ulûhiyyet hususunda şirk koşmak: Allah Teâlâ ile beraber başka, kâ­inatta egemenlik ve tedbire sahip bir ortak tanımak.

2- Rububiyyet hususunda şirk koşmak: Kanun yapma, helâl ve haram hü­kümlerini beyan etme hakkının Allah Teâlâ'ya ve onunla beraber kendine va­hiy gelmeyen bir insana ait olduğunu kabul etmek. Nitekim, "Onlar Allah'ı bı­rakıp bilginlerini (Yahudi ahbârını), rahiplerini (Hristiyan papazlarını), Mer­yem'in oğlu Mesih'i rabler edindiler." (Tevbe, 9/31) ayetinde bu mana varittir. Rasul-i Ekrem (s.a.) ayeti, helâl ve haram hükümlerinde onlara uyup itaat etti­ler diye tefsir eylemiştir.

Ayette Ehl-i Kitab'm Uzeyr ve Mesih'i ilâh sayarak ve Yahudi bilginlerin, Hristiyan papazlarını helâl ve haram kılma hususlarında yetkili kılmaları su­retiyle şirke düştüklerine işaret vardır.

Şirkin bu kadar kötü ve çirkin olmasının sebebi şudur: Şirk sırf bir yalan­dır, apaçık bir iftiradır; hurafelerin, batıl şeylerin yuvasıdır. Kişilerin hayatını, toplulukların düzenini bozan diğer suçların kaynağıdır. Aklın yücelmesine, gönlün temizlenmesine, ruhun safa bulmasına ve arınmasına aykırıdır. Sağlam iman nurlarının kalbe nüfuz etmesini engeller.

Tevhide, Allah'ı tek tanımaya gelince, insanın izzeti ve şerefi ondadır. Tev-hid ile insan, kullara veya âlemdeki başka bir şeye kulluktan kurtulur, Allah'a kulluk, ibadet, O'na tevekkül ve teslim olma makamına yükselir. İç rahatlığı, gönül sakinliği, ruh safiyeti, basiret aydınlığı, Allah'ın yardım ve nusretini ka­zanma, fıtratın çağrısına cevap verme, gerçek hayır kaynağına dayanma, kulu dünyanın tehlike ve zararlarından kurtarma kudreti olan Yüce Allah'a güven­me, ahirette de günahın vebalinden kurtuluş tevhid ile gerçekleşir.

Mağfiretin, insana bırakılmış ve aynı zamanda ilâhî irade ile de sınırlı olan yollarından biri de duadır. Tabiî ki ihlâs, istikamet, Allah Teâlâ'ya hüsnü zan besleyip güvenme, hayır hasenat yapma ile birlikte olan bir dua. Yüce Mevlâ: "Hasenat (iyilikler), kötülükleri (günahları) giderir." (Hud, 11/114) bu­yurmaktadır. Bir diğer yol da sadıkane ve ciddi bir şekilde edilen tevbe-i na-suh. İşlenen kusur ve bilmeden girilen günahlardan dolayı yapılması hususun­da Kur*an'ı Kerim tevbeye dâima teşvik etmiştir. [198]

 

Ehl-i Kitabın Başka İşlerinden Örnekler Ve Karşılıkları

 

49- Kendilerini temize çıkaranları gör­medin mi? Öyle değil, Allah kimi diler­se onu temize çıkarır. Onlar fetîl kadar bile haksızlık görmezler.

50- Bak Allah'a karşı nasıl olmadık ya­lan düzüyorlar? Bu, apaçık bir günah olarak (onlara) yeter.

51- Bakmadın mı şu kendilerine Ki-tap'tan biraz nasip verilenlere? Kendi­leri puta, şeytana inanıyorlar, diğer kâfirler için de; "Bunlar iman edenler­den daha doğru bir yoldadır" diyorlar.

52- Bunlar Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık ona hakiki hiç bir yardım­cı bulamazsın.

53- Yoksa onların (yer yüzünün) mülkü (ve saltanatın)'dan bir hissesi mi var? Fakat öyle olsaydı insanlara bir nakîr'i (çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuğu) bile vermezlerdi.

54- Yoksa onlar Allah'ın fazl u keremin­den insanlara verdiği şeylere (bol nimet­lere) karşı haset mi ediyorlar? Biz, ger­çekten İbrahim ailesine de kitap ve hik­met vermişizdir. Onlara (başkaca) bü­yük bir mülk (ve saltanat) da bahşettik.

55- İşte onlardan kimi ona iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter (bunlara).

 

Belagat:

 

"görmedin mi?" ifadesi, taaccüp maksadıyla getirilmiş bir sorudur.

"Bak nasıl yalan düzüyorlar." Bu ifade de emir lafzı ile gelmiş bir taaccüptür. "...yalan düzüyorlar" devamlılığa delâlet etmesi için mazi yerine muzari fiil ile ifade edilmiştir.

"Yoksa onların bir mülkü mü var?" ve "yoksa... haset mi ediyorlar?" ifadele­ri kınama ve azarlama için getirilmiş sorulardır.

"İnsanlara... haset mi ediyorlar?" cümlesindeki "insanlar" kelimesinde mecâz-ı mürsel sanatı vardır; murad olunan kimse Hz. Muhammed (s.a.) Efen-dimizdir. Am (genel) olan lafzı hâs (özel) olana kullanmak kabilindendir.

"Fakat öyle olsaydı insanlara bir nakîr'i bile vermezlerdi." Burada ne ka­dar çok cimri olduklarına tariz ve imada bulunulmaktadır. [199]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kendilerini temize çıkaranları..." yani, kendilerini övüp (hâşâ) "Biz Al­lah'ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz" diyen Yahudileri "görmedin mi?" Soru taac­cüp içindir, yani iş kendi kendilerini temize çıkarmakla olmaz demektir. Nite­kim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Kendinizi beğenip temize çıkarmayın." (Necm, 53/32); "Öyle değil, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır" yani istediği­ni, iman yolu ile temizler.

"Onlar fetîl kadar bile haksızlık görmezler." Amelleri eksiltilmez. Zulüm, noksanlık, haddi aşmak demektir; olumlu ve olumsuz olmak üzere iki tarafı vardır. "Fetîl" hurma çekirdeğinin zarı kadar; daha da ince. Manası, hurma çe­kirdeğinin yarığında bulunan ince iplik demektir. Zerre kadar dendiği gibi, çok basit şeye örnek vermek için söylenir.

"Bu apaçık bir günah olarak, (onlara) yeter." Günahın büyük olduğunu bildirmek ve onu yermek için böyle ifade olunuyor. Ayette geçen (ism: günah), zararlı olan şeyler için de kullanılır.

"Cibt" kendinde hayır olmayan adi şey. Burada putlar ve onlarla ilgili ev­ham, kuruntu, hurafeler kastediliyor.

"Tâğût" haddi aşmak, ceberut (kibir, gurur) manasına mastardır. Allah'tan başka kendisine tapılan her şey ve şeytan hakkında kullanılır. Kureyş kabilesi­nin "cibt" ve "tâğût" isminde de iki putu vardı.

"Yoksa onlar Allah'ın fazl u kereminden" peygamberlik, ilim, din ve dünya­daki şeref gibi "insanlara verdiği şeylere haset mi ediyorlar?" Hz. Muhammed'e haset mi ediyorlar. Haset başkasının sahip olduğu nimetin yok olmasını dile­mektir.

"Biz İbrahim silenine de kitap ve hikmet" dinî hükümlerin sırları ve ilmini "vermişizdir. Onlara büyük bir" Davud ve Süleyman (a.s.) gibi İsrailoğulları peygamberlerine verilen hükümdarlık "mülk" ü "bahşettik".[200]

 

Nüzul Sebebi

 

"Kendilerini temize çıkaranlar" 49. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan tahric etmiştir. Yahudiler çocuklarını öne çı­kararak onlarla dua eder, kurbanlarını sunarlardı ve kendilerinin kusur ve günahlarının bulunmadığını iddia ederlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi?" ayetini indirdi. İbni Cerir de benzer bir rivayeti İkrime, Mücahid, Ebu Mâlik ve başka ravilerden naklet-

miştir:

el-Kelbî der ki: Ayet bazı Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bunlar ço­cukları ile birlikte Resulullah'a (s.a.) gelerek: "Ya Muhammed, şu çocuklarımı­zın günahı olabilir mi?" diye sordular. O da hayır, dedi. Bu cevabı alınca dediler ki: Kendisi adına içtiğimize yemin ederiz ki bizler de bu çocukların durumun­dayız. Gündüz işlediğimiz hiç bir günah yoktur ki geceleyin bizden silinip git­mesin. Yine gece işlediğimiz hiçbir günah yoktur ki gündüz bizden silinmesin. Kendilerini temize çıkarmaları işte budur.

Hasan-ı Basrî ile Katâde şöyle diyorlar: Bu ayet Yahudiler ve Hristiyanlar hakkında "Bizler Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide, 5/18) ve "Cennete ancak Yahudi veya Nasranî (Hristiyan) olanlar girecektir." (Bakara, 2/111) de­dikleri vakit inmişti.

"Bakmadın mı şu kendilerine Kitap'tan bir nasip verilenlere?" 51. aye­tin nüzul sebebi ile ilgili olarak İmam Ahmed ve İbni Ebî Hatim, İbni Ab-bas'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Ka'b b. el-Eşref Mekke'ye geldiğinde Kureyşliler dediler ki: Şu kavminden ve bizden daha hayırlı olduğunu iddia ederek uzaklaşıp alâkasını koparana bakmaz mısın? Halbuki bizler hacıla­ra sahip çıkıyoruz, Kabe'ye hizmet ediyoruz, hacıların su ihtiyacını sağlıyo­ruz. Ka'b "Siz daha hayırlısınız" dedi. Bunun üzerinde haklarında şu ayet­ler indi:

"Doğrusu sana kin tutan, (asıl) zürriyetsiz (ve adı sanı ortadan kalkacak) olan odur." (Kevser, 108/3) ayeti ve "Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan biraz nasip verilenlere?..." (Nisa, 4/51-52) ayetleri.

İbni İshak, İbni Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini nakleder: Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza'dan gurupları Hz. Nebiy-yi Ekrem'e karşı savaşmak için bir ara­ya getirenler Huyeyy b. Ahtab, Sellâm b. Ebi'l-Hukayk, Ebu Râfi', er-Rabî' b. Ebi'l-Hukayk, Ebu İmâra ve Hevze b. Kays idi. Diğerleri ise Beni Nadir Yahu-dilerindendi.

Bunlar Mekke'ye vardıklarında Kureyşliler dediler ki: Bunlar Yahudilerin ahbârı (bilginleri)dır. Önceki semavî kitapları bilirler. Sorun bakalım onlara: Sizin dininiz mi hayırlıdır, yoksa Muhammed'in dini mi? Kendilerine soruldu­ğunda Yahudi ahbârı "Sizin dininiz onun dininden daha hayırlıdır, siz ondan ve ona uyanlardan daha doğru bir yoldasınız," dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Bakmadın mı şu kendilerine Kitap'tan biraz nasip verilenlere?.. Onlara büyük bir mülk de bahşettik" ayetlerini indirdi.

'Yoksa... haset mi ediyorlar?" 54. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, el-Avfî yoluyla İbni Abbas (r.a.)'tan tahric ediyor: Ehl-i Kitap dedi ki: Muhammed kendisine verilenlerin mütevazi şartlarda olduğunu iddia edi­yor. Halbuki dokuz tane karısı var. Bütün düşüncesi evlenmek. Hangi kral bundan daha üstün ki? Bunun üzerine 'Yoksa onlar Allah'ın fazl (u keremin­den insanlara verdiği şeylere (nimetlere) karşı haset mi ediyorlar?" ayeti nazil oldu. [201]

 

Açıklaması

 

Bakmadın mı şu kendilerini öven, kendilerinde bulunmayan vasıfları ve özellikler ileri sürerek "Bizler Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, biz Allah'ın se­çilmiş halkıyız" diyenlerin hâline? Ne yaparlarsa yapsınlar cehennem ateşinin onları sayılı birkaç gün yakacağını, cennete Yahudi ve Hristiyanlardan başka­sının asla giremeyeceğini iddia ederler. Ölen çocuklarımız bizim için salih ameller yerine geçecektir, atalarımız bize şefaat edecek, Allah katında ayrıca­lıkları olduğu için bizleri temize çıkaracaklar, derler. Ayetteki tezkiye, temizle­mek, günahtan aklamak demektir.

Allah Teâlâ onların bu iddialarını şöylece reddediyor: Onların kendilerini tezkiye etmesinin, temize çıkarmasının hiç bir değeri yoktur. Çünkü tezkiye, iddialarla değil salih amel işlemek suretiyle olur. Allah Teâlâ'dır salih amel iş­lemeye muvaffak kılmak, sağlam ve doğru akideye, inanca, faziletli adap ve ahlâka ulaştırmak suretiyle kullarından dilediğini temize çıkaran.

Allah o kendilerini temize çıkaranların amelinin cezasından hiçbir şeyi ek-siltmeyecektir.

Sonra Cenab-ı Hakk'ın ifadesiyle "Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan düzüyorlar?" Onların şaşılacak halde bulunduklarını tekit ederek diyor ki: Bak, kendilerini temize çıkarıp, başkaları üzerinde bir ayrıcalığa sahip olduk­larını ileri sürenler Allah'a karşı nasıl yalan söylüyorlar? Zaten bu yalan, ifti­ra, kendini temize çıkarma açık bir günah olarak yeter.

Ayrıca Ehl-i Kitap'tan bir kısmının halleri de tuhaftır. Bunlar müşriklere hoş gözükmeye çalışırlar, putlara, heykellere iman ederler, kendi kitaplarına ve peygamberlerine inanmakta olan müminlere karşı putperestlere yardım ederler ve "Müşrikler din bakımından Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğini tasdik eden müminlerden daha doğru bir yoldadırlar" derler. Böylece aklın ve fıtratın gösterdiği doğru yoldan mahrum kalmış, kendi dinlerinin temelini de yıkmış olurlar. Şirke ve putperestliğe yardım edip sahih bir dindarlık ve hak olan ilâhı tasdik kaidesine aykırı davranarak haktan sapmış, zalimliklerini ilân etmiş olurlar.

Varacakları son da Allah'ın rahmet ve lütuflarından kovulmaktır. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı kişi de ebediyen kendine yardım edecek bir yar­dımcı bulamaz.

Sonra Cenab-ı Hak onları cimrilikleri ve ahir zamanda mülk ve saltanata tamah etmeleri üzerine kınamaktadır. Zulümleri, haddi aşıp cimrilik gösterme­leri yüzünden başkaca bir mülkten nasipleri bulunmadığını bildirmektedir. Zi­ra kendini ve maddeyi sevme, yalancı gurur ve cimrilik huyları o kadar içlerine işlemiştir ki insanlara bir nakîr"i (çekirdeğin ucundaki minik bir tomurcuğu) bile vermezler. Halbuki mülk, santanat, devlet başkanlığı bütün bu hasislikle­rin üstünde olmayı, cömert bir şekilde harcama yaparak, başkalarının ihtiyaç­larını görerek dostlar kazanmayı, maddî basitliklerden yüce kalmayı, insanla­rın sevgisine mazhar olmayı gerektirir.

Daha sonra Allah Teâlâ cimrilikten de kötü olan hasetleri sebebiyle onları kınamaktadır. Çünkü onlar her türlü hayır ve imkânların kendi ellerinde bu­lunmasını temenni etmekte, Allah'ın nimetlerinin sadece kendilerine ait olma­sını istemekte, kendilerine verilen fazlu ikramın başka bir ümmete ve millete de bahşedilmesinden hoşlanmamaktadırlar. İşte onlar sadece kendini seven (enâniyetçi, egoist), kinci, hasetçi kimselerdir. O yüzden de Allah Teâlâ tarafin-dan Hz. Muhammed (s.a.)'e lütfedilen peygamberlik, ilim, devlet ve hükümet başkanlığı, yardımcı ve taraftarlarının çokluğu gibi fazlu ikramlardan ötürü haset etmişlerdir.

Ardından Allah Teâlâ bu hasedi giderecek, Hz. Muhammed (s.a.)'e olan kıskançlıklarını hafifletecek hususları beyan ediyor. Onlar Cenab-ı Peygamber (s.a.)'e verilenlere karşı haset ederlerse hataya düşerler. Çünkü bunun bir çok benzeri ve emsali bulunmaktadır. Allah Teâlâ bu çeşit nimetleri Hz. İbrahim (a.s.) hanedanına da bahsetmiştir ki Araplar da Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail (a.s.)'in sülâlesinden geldikleri için onlardandır.

Cenab-ı Hak, bir takım kanunları koyarken, bu kanunların konulup sırla­rının hikmetlerini beyan eyleyen bir kitabı da onlara vermiş, evlat ve zürriye-tine büyük bir mülk ve saltanat ihsan etmiştir.

Burada peygamberlerinin liderliğinde nübüvvet, Kur"an ve hikmete ilâve olarak Müslümanların pek büyük bir mülke sahip kılınacaklarına da işaret vardır. Bu gücün belirtileri Medine'de yavaş yavaş gözükmeye başlamıştı.

Özetle, Yahudiler mağrur, kendini beğenmiş bir kavimdir. Allah'ın rahme­tinin sadece kendilerine mahsus olduğunu, başkalarına bu nimetlerin erişme­yeceğini, zaten başkalarının buna lâyık da olmadığını zannederler.

Vahamet içerisinde ve satıhta, yüzeyde kalmışlardır, dünya mülkünün kendi ellerinde bulunduğu kanaatindedirler. Ahir zaman peygamberi içlerin­den çıktığı ve kendilerine kitap ve hikmeti bahşettiği için Araplara haset eder­ler.

Daha önce geçmiş Hz. İbrahim (a.s.) ve zürriyeti, nübüvvet (peygamberlik) hususiyetine sahip olmalarına ve kendilerine mülk ihsan edilmesine rağmen ümmetlerinin hepsi de kendilerine iman etmiş değildi. Aksine onların kimi o peygamberlere iman etmiş kimi de yüz çevirip küfründe ısrar etmişti. O halde Ey Habibim, sen kendi kavminin tavrına, sana karşı olan davranışlarına şaşır­ma. Ümmetlerin peygamberleriyle olan hali budur. Böylelikle kavmini eza ve cefalarına karşı sabrı, kuvvetlenmesi, iman etmelerinden ümitsizliğe düşme­mesi için Efendimiz (s.a.) Hazretleri teselli olunmaktadır.

Kurtubî'ye göre "Onlardan kimi ona iman etti" cümlesindeki zamir, Resulullah (s.a.)'a aittir. "Kimi de ondan yüz çevirdi" cümlesi de Hz. Muhammed (s.a.)'den yüz çevirip O'na iman etmedi, demektir. Zamirin Hz. İbrahim'i yahut kitabı gösterdiği de rivayet edilmiştir.

Kendilerini dünyadayken bir azap yakalamasa, ahirette yakıcı, alevli ve kızgın ateşteki cehennem azabı onlara yeter. O ne kötü bir sonuçtur. Bütün bunlar batıllara uymaları, haktan yüz çevirmeleri sebebiyle başlarına gelecek­tir. [202]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- İnsanın kendi kendini temize çıkarması, tezkiye etmesi menedilmekte-dir. Çünkü kendi diliyle kendini temize çıkaran kendi kadrini kıymetini düşür­mektedir. İnsanın kendini tezkiyesi muteber ve makbul değildir. Asıl itibar Al­lah'ın onu tezkiye etmesinedir. Cenab-ı Hak da "Kendinizi beğenip temize çı­karmayın. O, (fenalıktan) sakınanın kim olduğunu en iyi bilendir." (Necm, 53/32) buyurarak bundan nehyetmektedir: Peygamberimiz (s.a.) de bunu ya­saklamıştır. Müslim, Sahih'inde Muhammed b. Amr b. Atâ'dan rivayet ediyor: Kızıma Berra adını koydum. (Berra, takvalı, itaatkâr, çok hayır sahibi manala­rına gelir.) Ebu Seleme'nin kızı Zeynep dedi ki: Resulullah (s.a.) bu ismi yasak­ladığı halde sen Berra ismini veriyorsun. Çünkü Allah'ın Rasulü "Kendinizi te­mize çıkarmayın. Allah sizden kimin birr ü takva sahibi olduğunu en iyi bilen­dir" buyurmuştu. Yerine ne ad verelim? diye sorduklarında "Zeynep ismini ko­yun" buyurmuştu.

Aynı şekilde Rasuli Ekrem (s.a.), bir şahsı onda olmayan şeylerle övme­yi yasaklamıştır. Ta ki o sebeple kibir, gurur ve kendini beğenme duygusuna kapılmasın. Neticede de gerçekten kendini o mertebede sanıp salih amelleri kaybetmesin, daha fazla fazilet ve hayır elde etmeyi bırakmasın. Buharî'de-ki Ebu Bekra hadisinde nakledildiğine göre Cenab-ı Peygamber (s.a.)'in ya­nında bir adamın adı geçti. Başka biri de onu mübalağalı bir şekilde övdü. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem (s.a.) "Yazık sana! Dostunun boynunu kopar­dın, onu manen mahvettin" dedi ve bu cümleyi defalarca tekrarladıktan sonra şöyle buyurdu: "Şayet biriniz diğerini mutlaka medhedecek olursa "Öyle sanırım ki o şöyle iyidir, böyle iyidir" desin. Ve bu sözü de övdüğü adamda bu sıfatların bulunduğunu zannederek söylesin. Onun iç yüzünü Allah bilir, ona göre muhasebe eder. Sizden biriniz Allah'ı şahit tutarak hiç bir kimseyi kesin şekilde tezkiye etmesin." Başka bir hadiste de kendisinde olmayan sıfatlarla bir adamı andıklarında "Adamın belini kırdınız" buyurul-muştur.

Bu esasların ışığı altında alimler Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den riva­yet ettiği "Meddahların yüzlerine toprak serpin." hadisini şöyle yorumluyorlar: Burada kastolunanlar bir insanı yüzüne karşı batıl şeyleri süsleyerek ve kendi­sinde bulunmayan üstün sıfatları sayıp dökerek öven, bu işi bir meslek edine­rek övülen kişiyi meftun edip hayranlığını, takdirini, iltifatını kazanmaya çalı­şan kimselerdir.

Ancak bir kişiyi kendisinde bulunan güzel iş, hayırlı çalışması dolayısıyla benzer işleri yapmasına, insanların da öyle hayırlı faaliyetlerde ona uymasına teşvik olsun diye övmek meddahlık değildir. Her ne kadar hakkında güzel söz­ler söylemesi sebebiyle onu methetmiş olsa bile bunlar niyete bağlıdır. Allah Teâlâ: "Allah ıslaha çalışanlarla fesat (ve fenalık) yapanları bilir" (Bakara, 2/220) buyurmaktadır. Şiirlerde, hitabelerde, konuşmalarda Allah'ın Rasulü övülmüş, fakat övenlerin yüzlerine toprak saçmamış, saçılmasını da emretme-miştir. Ebu Talib'in şu sözü böyledir:

"O öyle temiz yüzlüdür ki yüzü suyu hürmetine yağmur dilenir. Yetimlerin sığınağı, dulların barınağıdır." Abbas, Hassan ve Ka*b b. Züheyr'in şiirlerinde de medhü sena edilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.) Efendimizin kendisi de ashabını medhetmiştir: "Siz­ler mala tamah edildiği yerlerde (ortadan kaybolur ve) azalırsınız, savaş ve kor­ku günlerinde (kaçmaz) çoğalırsınız."

Sahih hadiste geçen "Hristiyanlar'ın Meryem oğlu İsa'yı aşırı ve mübala­ğalı sıfatlarla övdüğü gibi beni mübalağalı sıfatlarla medhetmeyin, Allah'ın ku­lu ve Resulü (elçisi) deyin" hadisinin manası şöyledir: Beni övmek maksadıyla bende bulunmayan sıfatlar, özellikler ile tavsif etmeye, nitelemeğe kalkışma­yın; nitekim Hristiyanlar İsa (a.s.) hakkında böyle yapmışlar, onun Allah'ın oğ­lu olduğu yakıştırmasına sapmışlar, böylelikle kâfir olup dalâlete düşmüşler­dir.

Bu da medhederken aşırılığa, abartmaya kaçan kimsenin günahkâr ol­acağını gerektirmektedir.

2- Allah Teâlâ zulümden, haksızlıktan uzak ve yücedir: "Onlar bir fetîl ka­dar bile haksızlık görmezler" ayeti bunu belirtmektedir. Fetîl, hurma çekirde­ğinin yarık kısmında bulunan ince ipliğin adıdır. Çekirdeğin etrafını saran ve onunla hurmanın etli kısmı arasında yer alan kabuk olduğu da söylenmiştir. Bir şeyin önemsiz, kıymetsiz, küçük olduğu manasına kinayedir. Bir benzeri "Bir çekirdeğin nakîr'i kadar bile zulme uğramazlar." (Nisa, 4/124) ayetinde ge­çer. Nakîr de çekirdeğin arkasındaki minik tomurcuk, demektir. Hurma oradan biter.

3- Yahudiler Allah Teâlâ'ya karşı olmadık yalan düzmüşlerdir. "Biz Al­lah'ın sevgilileri ve dostlarıyız" (Maide, 5/18) demişlerdir. Bu yalanın kendileri­ni temize çıkarmaları için olduğu da söylenmiştir. Rivayet edildiğine göre "Bi­zim günahlarımız, çocuklarımızın doğdukları gün ne kadar günahı varsa o ka­dardır" demişlerdir. Yani hiç bir günahları bulunmadığını iddia etmişlerdir: "Kendilerini temize çıkaranlar..." cümlesinden muradın Yahudiler olduğu hak­kında ittifak vardır. Ayette geçen iftira kelimesi uydurmak, icat etmek, yalan düzmek manasınadır.

4- Yahudilerin akide ve inançlarında karışıklık vardır; Yahudiler bir ilâha iman etmelerine ve kendilerine semavi bir kitap gelmesine rağmen aynı zamanda cibt ve tağuta yani putlara ve şeytana da inanırlar. Bu akide: "Yine de tağutun huzurunda muhakeme edilmelerini isterler.." (Nisa, 4/60) ayetinde de belirtildiği üzere Kâ’b b. el-Eşref, Huyeyy b. Ahtab gibi ileri gelenlerince de ilân edilmiştir. Onlar yukarıda ayetin nüzul sebebi anlatılırken de geçtiği gibi Kureyş kâfirlerine "Sizler Muhammed'e iman edenlerden daha doğru bir yolda­sınız" demişlerdir.

5- Mülk ve hakimiyet Yahudilerden zail olmuştur. Allah Teâlâ o devirde Yahudilerin mülk ve hükümet gücüne sahip olduklarını inkâr ederek "Yoksa onların (yeryüzünün) mülk (ve saltanatından) bir hissesi mi var?" buyurmuş­tur. Yani onların hiç bir mülkü yoktur. Birazcık olsaydı dahi cimrilikleri ve ha­setlerinden ötürü hiç kimseye bir şey vermezlerdi.

6- Cimrilik ve haset, Yahudilerin en kötü ahlâkıdır. Allah Teâlâ Yahudiler-deki her iki mezmum sıfatı şöylece haber vermektedir: "Fakat öyle olsaydı in­sanlara bir nakîr'i bile vermezlerdi." Yani başkalarının haklarını engellerlerdi. Bu Yüce Allah tarafından Yahudiler hakkında bildirilen ve haber verilen bir husustur.

Yine Allah celle ve alâ onların, Allah'ın fazlu kereminden insanlara vermiş olduğu nimetlere karşı haset ettiklerini haber vermektedir. Ayette geçen "in­sanlar" lafzından murad, İbni Abbas, Mücahid ve başka zevata göre Nebiy-yi Ekrem (s.a.) Hazretleridir. Yahudiler peygamber olduğundan ötürü O'na, ken­disine iman etmeleri dolayısıyle de ashabına haset etmiştir. Katâde, ayette ge­çen "insanlar"dan maksat Araplardır, nübüvvetten dolayı Yahudiler Araplara haset etmiştir, demektedir. ed-Dahhâk ise: Yahudiler peygamberliğin onlara verilmesinden ötürü Kureyş'e haset ettiler, demiştir. Bütün bu rivayetler ma­naca birbirine yakındır.

Haset mezmum (kınanmış), sahibi de mağmum (üzüntüye gark olmuş) du­rumdadır. İbni Mace'nin Enes (r.a.) tarikiyle Rasul-i Ekrem (s.a.)'den rivayet ettiği gibi "Haset, ateşin odunu yediği gibi iyilik ve sevapları yer bitirir."

7- Cenab-ı Hakk'ın Hz. İbrahim (a.s.) ailesine verdiği nimet ve lütuflar pek çoktur. Allah Teâlâ Hz. İbrahim (a.s.)'in ailesine kitap, hikmet ve büyük bir mülk ihsan ettiğini bildirmektedir. Hemmâm b. el-Hâris diyor ki: Melekler ile teyit ve takviye olundular. İbni Abbas'tan gelen bir rivayete göre burada Hz. Süleyman'ın mülkü kastolunmaktadır. (Hz. Davud'un doksan dokuz karısı var­dı. Hz. Süleyman'ınki daha da çoktu.)

Taberî ise ayetteki muradın Hz. Süleyman'a verilen mülk, saltanat ile çok sayıda kadını nikâhlamasınm helâl kılınması olduğu görüşünü tercih eder. Maksat, Yahudilerin Hz. Peygamber (s.a.) hakkında: "Peygamber olsaydı çok kadınla evlenmeye rağbet etmezdi, peygamberlik onu bundan ahkordu" şeklin­deki sözlerini tekzip ve reddir. Cenab-ı Hak, Hz. Davud ile Hz. Davud'un nikâ­hı altındakileri haber vererek onları kınamaktadır. Yahudiler, Hz. Süleyman'ın bin hanımı bulunduğunu ikrar ve itiraf eylemişlerdi. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Bin kadın mı?!" diye taaccüp ederek sorunca, "Evet, üç yüzü mehriyye (mehir vererek aldığı hanım), yedi yüzü de sürriyye [203] idi." demişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) onlara "Bir adamın yanında bin, diğer birinin yanında yüz kadın mı daha çoktur yoksa (benim nikâhımdaki) dokuz hanım mı?" deyin­ce susmak zorunda kalmışlardı. [204]

 

Kafirlerin Cezası, Müminlerin Sevabı

 

56- Ayetlerimizi inkâr ile kâfir olanlar (var ya), onları muhakkak ki ateşe so­kacağız. Derileri piştikçe azabı tadıp durmaları için onları başka deriler ile (yenileyip) değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah Azîz'dir (mutlak galiptir), Ha-kîm'dir (tek hüküm ve hikmet sahibi­dir).

57- İman edip de güzel amel (ve hare­ketlerde bulunanları ise -içinde ebedi kalıcılar olmak üzere- altından ırmak­lar akan cennetlere sokacağız. Orada (her türlü kirden) temizlenmiş zevce­ler onlarındır. Onları daimi olan bir gölgeye sokacağız.

 

Belagat:

 

"İman edenler" ve "kâfir olanlar" arasında tıbâk sanatı vardır.

"...azabı tadıp durmaları için" ifadesi istiaredir. Dil ile yapılan tadma (zevk) lafzı, insana isabet eden ve devamlılık, kesilmeme sıfatı olan elem lafzı için istiare olunmuştur. [205]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ayetlerimizi" yani bu dinin hak olduğuna irşad eden delillerimizi ki bun­ların en büyüğü Kur'an'dır, "inkâr ile kâfir olanları" bunlar üzerinde düşün­mekten gaflete düşenleri ve bunların gerçekliğinden şüphe edenleri "ateşe so­kacağız." "Derileri piştikçe" yanıp döküldükçe "onları" yanmamış ilk şekillerine döndürmek suretiyle "azabı tadıp durmaları için başka derilerle değiştirece-ğiz."

"Şüphesiz Allah Azizdir," galiptir, kadirdir, hiçbir şey kendisini aciz bıra­kamaz. "Hakimdir," yarattıklarında hikmet sahibidir, bir şeyi en uygun olan yerine koyar. Yahut eşyayı hikmet ve doğruya uygun şekilde tedbir ve idare ey­ler.

"...temizlenmiş zevceler..." ayıplardan, hayız gibi hissi pisliklerden ve ma­nevî kirlerden arınmış zevceler.

"...uzayıp giden, devamlı bir gölge..." Güneşin kaybetmediği, soğuk ve sı­cak olmayan cennet gölgesi. Bu bir mübalağa ve tekit şeklidir. Kapkaranlık bir gece demek için "leylun elyel" denmesi gibidir. "Zil (gölge)" kelimesi ile izzet, ni­met, refah hali de kastedüebilir, "Sultan yeryüzünde Cenab-ı Hakkın zillidir" denir. [206]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bunlar da iki gurubun, yukarıdaki ayetin insanların bazısı peygamberleri tasdik etti, diğer bazısı da hakka tabi olmaktan yüz çevirdi, diyerek kendileri­ne işaret ettiği müminler ile kâfirlerin cezasıdır. [207]

 

Açıklaması

 

Peygamberlerimize indirmiş olduğumuz ayetlerimizi, özellikle de ilâhî kitapların sonuncusu, en kâmil ve en açığı olan Kur'an-ı Kerim'i inkâr eden­leri cehennem ateşi ile yakacağız. Ceza ve azaplarının devamlı olacağını bil­direrek Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Derileri piştikçe onları başka derilerle (ye­nileyip) değiştireceğiz." Yani derileri acı hissini şuur merkezinde bulunan di­mağa ulaştıramayacak derecede yanıp dağıldığı zaman onları canlı, elemi du­yan, azabı hisseden başka derilerle değiştireceğiz. Rasul-i Ekrem (s.a.)'den gelen bir rivayete göre "Derileri günde yedi kere değiştirilir." Azabı tatmaları, yani onu devamlı duymaları, azabın hiç kesilmemesi için böyle yapılır. Nite­kim aziz olan bir kimseye; Allah izzet ve şerefinde seni devamlı kılsın, izzeti­ni artırsın, manasına "Eazzeke'llâh (Allah seni aziz etsin)" denir. Bunun bir benzeri de "(o cehennemin) ateşi yavaşladıkça biz onun alevini artırırız." (Is-ra, 17/97) ayetidir.

Sonra Allah Teâlâ cezanın illetini tekit etmiş, buna ne kadar kudretli ol­duğunu beyan eylemiştir. Kendisinin Azîz ve Kadîr olduğunu, suçlular hakkın­da vereceği cezayı hiç bir şeyin engelleyemeyeceğini, hakim olduğunu, kimseye adalet dışında azap etmeyeceğini, ancak hikmete uygun olarak ceza vereceğini bildirmiştir. Adalet iktiza eder (gerektirir) ki küfür ve günahlar azap veya ceza sebebidir, iman ve salih ameller ise nimet ve cennet sebebidir. Her amelin uy­gun karşılığı vardır. Aralarındaki farkı göstersin diye o yüzden müminin seva­bı ile kâfirin cezası birlikte Allah'a ve rasullerine, peygamberlerine iman edip salih ameller işleyenleri Rableri hemencecik altından nehirler akan cennetlere sokacaktır. Orada ebedî nimetler ve imkânlardan yararlanacaklardır. Hiç bir şekilde oradan çıkarılmadan, ayrılmadan, ayrılmayı da istemeden o cennetler­de kalacaklar. Ne bir uzanma, ne bir bıkma, ne de bir darlanma olacak. Bütün bunlar salih amellerinin mükâfatı olarak verilecektir. Çünkü salih amel bulun­maksızın tek başına iman kâfi olmaz.

Onlara her türlü vücut kusur ve ayıplarından, sakatlıklardan, kötü huy­lardan arındırılmış, temiz hanımlar bahşedilecektir. Onların arasında mizaca ters gelecek, gönüle keder verecek bir tip olmayacaktır.

Müminleri hanımlanyla beraber gölgeli, hoş, soğuk ve sıcak olmayan gü­zel yerlere yerleştireceğiz. Tam bir nimet ve mükemmel bir refah içinde yaşa­yıp gidecekler.

Kâfirlere verilecek cezanın uzak vadede gelecek zaman harfi olan "sevfe" ile, müminlerin sevabının yakın gelecek zaman harfi olan "sîn" ile tabir olun­masına da dikkat edilmelidir. Bu da sevapların çabucak ve kesinlikle gerçekle­şeceğini, kâfirleri bekleyen azabın ne kadar uzun olacağını ifade eylemektedir. Çünkü kâfirler mahşer meydanında korkunçluklar içinde belki ateş azabından daha şiddetli bir azap ve işkenceye maruz kalacaklardır.[208]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet, iki taifenin yani müminler tarafı ile kâfirler tarafının sonları arasında açık bir karşılaştırma yapmaktadır.

Kâfirlerin azabı muhakkaktır. Azap, bedenlere işkence etmek, ruhlara elem, acı vermek demektir. İsyan etmeyen bir deriye azap edilmesi nasıl caiz olur? denirse şöyle cevap verilir: İşkence edilen, cezalandırılan deri değildir. Azap hassas (duyarlı) olan bütündür. Günahı o işlemiştir, deri değil. Elem de nefislere, ruhlara inecektir. Çünkü hisseden, anlayan nefislerdir, canlardır. De­rinin değiştirilmesi canların gördüğü azabı arttırmak demektir. Eğer Allah Te-âlâ burada derileri kastetmiş olsaydı "leyezukne'l-azâb" (derilerin azabı tatması için) şeklinde söylerdi.

Derilerin değiştirilmesi, Mukâtü'm dediği gibi ateşin onu her gün yedi ke­re yakması veya Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi yetmiş kere yahut yetmiş bin ke­re yakması demektir. Ateşin onları her yakışında derilere "Eski halinize dö­nün" denir, onlar da yanmadan önceki durumlarına dönerler.

Allah Teâlâ bu azabı etmeye kadirdir. Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz, kudretinden kaçamaz. O, yarattıklarının işlerini tedbir ve idare etmede, kulla­rını tehdidinde hikmet sahibidir.

Müminlere gelince, onların sevabı da muhakkak ve kesindir. Bu sevaplar çeşitli şekillerdedir. Ebedî cennetlerin nimetlerinden yararlanma, hurilerle ev­lenme, dünya gölgesinde bulunan sıcaktan, alev gibi esen rüzgarlardan uzak, koyu bir gölge altında gölgelenme gibi. [209]

 

Emanetleri Ve Hakları Ehline Vermek, Adaletle Hükmetmek, Allah'a, Rasulüne

Ve Müslümanlardan Olan Emirlere (İdarecilere) İtaat Etmek

 

58- Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hük­metmenizi emreder. Allah bununla si­ze ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla gören­dir.

59- Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sa­hiplerine itaat edin. Eğer bir şey hak­kında çekişirseniz (ihtilâfa düşerse­niz), onu Allah'a ve Peygamber'e götü­rün, eğer Allah ve ahiret gününe inanı­yorsanız. Bu, hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir.

 

Belagat:

 

"Şüphesiz ki Allah size emreder." Emrin haber sigasıyla getirilip "inne" ile tekit edilmesi, meselenin büyüklüğünü göstermek, önem verilmesini ve uyul­masını kuvvetlice bildirmek içindir. "Şüphesiz ki Allah size emrediyor", "Allah bununla size, ne güzel öğüt veriyor", "Şüphe yok ki Allah hakkıyla işiten, hak­kıyla görendir" cümlelerinde Allah'ın yüce isminin tekrarlanması gönüllere heybet ve haşyet duygusunu yerleştirmek içindir. [210]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Emanet", hakkında bir kimseye emniyet duyulan şeydir. İnsanların örfü­ne göre, sahibinin izni ile aldığın her şeydir. Zimmet ve sorumluluğu olan ve Allah'a, insanlara, kişinin kendine ait bütün haklara şamildir. Emaneti muha­faza edene emîn, hafız, vefîy; muhafaza etmeyen ve ödemeyene de hâin, denir.

"adi" hakkı, en kısa yoldan sahibine ulaştırmaktır.

"Bununla size" emaneti vermenizi, adaletle hükmetmenizi "öğüt veriyor." [211]

 

Nüzul Sebebi

 

"Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder" (58. ayet) aye­tinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas diyor ki: Resulullah (s.a.) Mekke'yi fet­hettiği zaman Osman b. Talha'yı çağırdı. Geldiğinde "Kabe'nin anahtarını gös­ter" dedi. Osman anahtarı getirip uzatınca, Abbas kalkarak "Babam anam sa­na feda olsun ey Allah'ın Rasulü, sikaya (hacıları sulama) işine ilâve olarak bu­nu da bana ver" dedi. Bunun üzerine Osman elini geri çekti. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Ey Osman, getir anahtarı" dedi. Osman da "Allah'ın emaneti ile al" dedi. Cenab-ı Peygamber (s.a.) kalktı, Kabe'yi açtı ve girdi. Çıktıktan sonra Beyt-i Muazzam'ı tavaf etti. Sonra Cebrail (a.s.) anahtarın geri verilmesi emrini in­dirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) Osman b. Talha'yı çağırarak anahtarı kendisine verdi ve "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi... emredi­yor" ayetinin tamamını okudu.

Şube, Tefsirinde Haccac'dan tahric ediyor, o da Saîd b. Cüreyc'in şöyle de­diğini rivayet ediyor: Bu ayet, Osman b. Talha hakkında indi. Mekke'yi fethet­tiği gün Resulullah (s.a.) Osman'dan Kabe'nin anahtarını aldı ve Kabe'ye girdi. Sonra ayeti okuyarak dışarı çıktı. Osman'ı çağırıp kendisine anahtarı verdi. İb­ni Cüreyc'in rivayetine göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) "Resulullah (a.s.) Kabe'den çıkarken -babam anam kendisine feda olsun- bu ayeti okuyordu. Daha önce bu­nu okuduğunu duymamıştım" demiştir.

Görünüşe bakılırsa ayet-i kerime Hz. Rasul-i Ekrem (s.a.) Kabe'nin içinde iken inmiştir.

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin..." (59. ayet) ayetinin nüzulü ile ilgili olarak da Buharî, İbni Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet-i keri­me, Abdullah b. Huzâfe b. Kays hakkında indi. Resulullah (s.a.) kendisini se-riyye (askeri birlik) emiri olarak bir gazaya göndermişti.

Hafız İbni Hacer der ki: Buharî bu şekilde kısaca zikretmiştir; Ayet-i keri­me Abdullah b. Huzâfe kıssası hakkında indi, manasınadır.

Hadiseyi İmam Ahmed (2, 622), Buharî (13, 109), Müslim (3, 1779) uzun olarak Hz. Ali (r.a.)'den şu şekilde naklederler: Resulullah (s.a.) bir seriyye gön­derdi, başına da emir olarak Ensar'dan birini tayin etti. Onun sözünü dinleyip itaat etmelerini de emreyledi. Askerler bir meseleden dolayı emiri kızdırdılar. Emir de onlara odun toplatıp ateş yaktırdı ve dedi ki: "Resulullah size beni din­leyip itaat etmenizi emretmedi mi?" Onlar "Evet" deyince "O halde ateşe girin" dedi. Onlar: Bizler ateşten kurtulmak için Allah'ın Rasulüne kaçtık, dediler ve girmediler. Dönüşlerinde olayı Rasul-i Ekrem (s.a.)'e anlattıklarında "Ateşe gir-selerdi ondan asla çıkamazlardı, itaat maruf ve meşru şeylerde olur" buyurdu. [212]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teâlâ iman edip salih ameller işleyenlerin alacağı sevabı zikredince bu amellerden bazılarını da haber vermiştir. Ki en önemlileri emanetleri ehli ve erbabı olanlara, lâyık bulunanlara vermek, insanlar arasında adaletle hükmetmek, Allah'a, Rasul'e ve müminlerden olan emire (emirlik yetkisine sahip olanlara) itaat etmektir. [213]

 

Açıklaması

 

Emanetleri ehline verme ayetinin kendisi hakkında indiği özel sebep, laf­zın umumunu, genel manasını tahsis etmez. Genellikle Kur'an-ı Kerim'in bü­tün ayetlerinde muteber olan, lafzın umumiliğidir, sebebin özel oluşu değildir. Bu da her Müslümana, uhdesinde veya elinin altında bulunan her bir emanet­ten dolayı emanetlerin ehline ve lâyık olanına verilmesi hakkında yöneltilmiş genel bir emirdir ve insana emanet olarak teslim edilmiş her şeyi, ister kendisi hakkında olsun, ister başka bir kul veya Rabbi hakkında olsun, içine alır.

Allah Teâlâ'nın hakları ile ilgili emanete riayet etmek, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, duygularını ve organlarını kendisini Rab-binin rızasına yaklaştıracak işlerde kullanmak suretiyle olur. Ebu Nuaym, el-Hılye'de, merfu olarak İbni Mes'ûd (r.a.)'un Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği şu hadisini zikreder: "Allah yolunda öldürülmek bütün günahlara kefa­rettir." Hadisin bir rivayeti "Her şeye kefarettir, ancak emanet hariç" şeklinde­dir.

Emanet namaz hakkında olur, oruç hakkında olur, söz hakkında olur. En şiddetlisi de kul hakları ve malları ile ilgili emanettir. Abdullah b. Mes'ud, el-Berâ b. Azib, İbni Abbas, Ubeyy b. Kâ'b gibi bir kısım Ashâb-ı kiram (r.a.) şöyle demişlerdir: Emanet her şeyle ilgilidir, abdestte, namazda, oruçta, zekâtta, cü-nüplük, ölçü, tartı, emanet mallar... İbni Abbas Allah Teâlâ, eli dar olana da, varlıklı olana da emaneti elinde tutarak sahibine iade etmeme hususunda ruh­sat (izin) vermedi demiştir. İbni Ömer de der ki: Allah Teâlâ insanın fercini (cinsî organını) yarattıktan sonra "Bu bir emanettir, onu senin yanında gizle­dim. Meşru hakkı dışında onu haramdan koru" buyurdu.

İnsanın kendi hakkında emanete riayet etmesi ise dini, dünyası ve ahireti hakkında ancak kendisine faydası olacak şeyleri yapması, ahireti ve dünyası bakımından zarar verecek bir işe girişmemesi, hastalık sebeplerinden korun­ması, sağlık kaidelerine uygun şekilde çalışması suretiyle olur. İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Ömer (r.a.)'den rivayet ettikle­ri hadisinde Cenab-ı Peygamber (s.a.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyyenizden (emanetiniz altına verilmiş şey­lerden) sorumlusunuz." Başka bir sahih hadiste "Muhakkak ki nefsinin de se­nin üzerinde bir hakkı vardır." buyurulmuştur.

Başkaları hakkındaki emanete de, emanet ve ödünç olarak verilen eşyayı sahiplerine geri vermek, muamelelerde aldatmamak, cihad, nasihat, insanların sırlarını ve ayıplarını yaymamak suretiyle riayet edilir.

Emaneti koruma hakkında pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif varit ol­muştur. Bazılarını şöylece kaydedelim: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan ise (bunu) sırtına yükledi." (Ahzâb, 33/72); "(Öyle müminler) ki onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet edicilerdir." (Mü'minûn, 23/8); "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken, emanetlerinize de hainlik yapmayın." (Enfâl, 8/27).

İmam Ahmed ve İbni Hibbân'ın, Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadisinde Ra-sul-i Ekrem (s.a.) buyuruyor ki: "Emaneti olmayanın imanı yoktur. Ahde riayet etmeyenin de dini yoktur." Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesâî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis ise şöyledir: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştu­ğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, cayar, kendisine birşey ema­net edildiğinde ise hainlik yapar."

Emanetleri yerine vermek, özellikle sahibi tarafından istendiği zaman farzdır. Dünyada emaneti vermeyenden kıyamet gününde o alınacaktır. Nite­kim İmam Ahmed, Buharî (el-Edep kitabında), Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hu­reyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadiste Efendimiz (s.a.) Hazretleri buyuruyor ki: "Emanetleri sahiplerine mutlaka ödeyeceksiniz. Hatta boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun öcü alınacaktır."

Emanet helak veya zayi olur, ya da çalmırsa, şayet bir tecavüz, kusur ya­hut ihmal varsa tazmin ettirilir, öyle birşey yoksa tazmin ettirilmez.

Emanetlerin yerli yerini bulmasından sonra insanlar arasında adaletle hükmetmeye sıra gelir. Ondan dolayı Allah Teâlâ adaleti emretmiştir. Emanet İslâm nizamı ve hükümranlığınnı birinci temeli olduğu gibi, adalet de ikinci te­meldir. Bu iki emrin muhatabı da o ümmetin çoğunluğudur.

Adalet mülkün temelidir. Medeniyet, kalkınma ve ilerlemenin gereğidir, bütün akıl sahiplerince methedilmiştir. İslâm'daki hüküm verme esaslarından bir esastır. Bir toplum için çok lüzumlu bir kaidedir. Tâ ki zayıf hakkını alabil­sin, güçlü olan zayıfa haksızlık etmesin, cemiyette güven ve nizam, düzen ha­kim olsun. Semavî din ve kanunlar adaleti hakim kılmanın vacip olduğunda ittifak etmiştir. Hakların sahiplerine ulaşması için bu devlet sultanlarının, hükümdarlarının, başkan ve ona bağlı bulunan memurların, hakimlerin ada­letten ayrılmaması gerekir. Adaleti emreden bir çok ayet ve hadis de varit ol­muştur. "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği emreder." (Nahl, 16/90); "Siz söyledi­ğiniz vakit -hısım, akraba dahi olsa- adaleti gözetin." (En'am, 6/152); "Adalet yapın ki o takvaya daha yakındır." (Maide, 5/8); "Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahitlik edenler olun." (Maide, 5/8). Cenab-ı Hak, Hz. Davud (a.s.)'a da adaleti emretmiştir: "Ey Davud, biz seni yeryüzün­de bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet) ile hükmet." (Sâd, 38/26).

Enes (r.a.) Hz. Rasul-i Ekrem (a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Söylediği zaman doğru söyledikçe, hüküm verdiği zaman adaleti gözettikçe, merhamet istendiğinde merhamet ettikçe bu ümmet hayır üzeredir."

Allah Teâlâ pek çok ayet-i kerimede de zulmü ve zalimleri yermiştir: "O zalimlerin yapmakta oldukları (ve yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme sakın." (İbrahim, 14/42); "O zulmedenleri ve onlara eş olanları bir araya topla­yın." (Saffât, 37/22). Zulüm türlerinin en tehlikelilerinden biri Allah'ın indirdi­ği hükümlerin dışındaki kanunlarla hükmetmek, idarecilerin ve hakimlerin zulüm işlemesidir. "İşte zulmetmeleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri." (Nemi, 27/52). Kadı ve hakim tarafından gelecek zulümden kaçınmak, önce da­vayı iyi anlamak suretiyle, sonra hasımlardan biri tarafını tutmamak, Allah'ın hükmünü iyi bilmek ve yeterli, ehil olan kişilere bu görevi vermek yoluyla olur.

"İnsanlar arasında hükmettiğimiz zaman" cümlesinde insanlar arasında hak ve adaletle hüküm verecek bir hakimin tayin ve tespitinin lüzumlu oldu­ğuna işaret vardır.

Daha sonra Allah Teâlâ adaleti ve emaneti ehline, lâyık olana vermeyi em­retmenin faydasını beyan ederek buyuruyor ki: "Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor!" Yani kendisiyle size öğüt verdiği şey ne güzeldir! Bu cümlede medhe mahsus olan şey hazfedilmiştir, emredilmiş bulunan emanetleri ödeme, adaletle hükmetme gibi hususlar medhedilmektedir.

"Şüphe yok ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir." Sizin ortaya koy­duğunuz emanetleri yerine verdiğinizi veya hıyaneti görür, insanlar arasında verdiğiniz hükümleri işitir. Ona göre sizi hesaba çeker, karşılığınızı verir. İşiti­len ve görülen şeyleri en iyi O bilir.

Ondan sonra Allah Teâlâ, emanetleri ehline verme ve adaletten ayrılma­maya götürecek bir hususu emrediyor ki bu İslâm nizam ve hakimiyetinde üçüncü esastır. O da hükümlerini yürürlüğe koymak suretiyle Allah'a itaat et­mek, Rablerinin hükmünü açıklayan Rasul-i Ekrem'e ve Müslümanlardan olan idarecilere itaat etmektir.

Ulü'l-emr Kimlerdir?

Bazı müfessirlere göre emir sahiplerinden murad, Müslüman devlet yöne­ticileri veya askeri birlik ve orduların komutanlarıdır. Diğer bazı müfessirlere göre ise bunlar insanlara dinin hükümlerini açıklayan alimlerdir.

Ayetin zahirine göre ise hepsi de murad edilmektedir. Siyasette orduları komuta edenlere ve ülkeleri idare etmede Müslüman devlet yöneticilerine itaat etmek icap ettiği gibi, sert hükümlerin açıklanmasında, insanlara dinin öğre­tilmesinde, maruf olanı emretme, münker ve yasak olanı menetme meselele­rinde alimlere itaat etmek lâzım gelir. İbnü'l-Arabî der ki: "Kanaatimce ümera 'idareciler) ve alimler hep beraberce murad olunmaktadır. Ümeraya itaat em­rin aslı onlardan kaynaklandığı, hüküm verme onlara ait bulunduğu için lâ­zımdır. Alimlere itaat ise insanların şer"î meseleleri onlara sorması gerektiği, alimlerin de cevap vermesi lâzım geldiği, fetvalarına uymak da vacip olduğu için lâzımdır." [214]

Fahreddin er-Râzî'ye göre emir sahiplerinden maksat, böylece ayetle alim­lerden sadır olan icmanın hüccet oluşuna istidlal edilmesidir.

Şayet sizinle ulul-emr arasında din işlerinden biri hakkında bir çekişme ve ihtilâf olursa ve Kur'an'da da, Sünnet'te de ona dair bir nas, hüküm bulun­mazsa, ihtilaflı mesele Kur'an ve Sünnet'te kabul edilmiş olan genel esas ve ka­idelere havale edilir, onlara uygun olan netice ile hükmedilir, aykırı olanlar reddolunur. Buna Usûl-i Fıkıh ilminde "kıyâs" denilmektedir.

Peygamberimiz (s.a.) de kıyas ile amel etmeyi ikrar ve kabul eylemiştir. Muaz b. Cebel'i kadı (hakim) olarak Yemen'e gönderirken: "Sana bir dava geti­rildiği zaman nasıl hüküm vereceksin?" diye sormuş, Muaz "Allah'ın kitabıyla hükmederim" demişti. Tekrar "Eğer o mesele Allah'ın kitabında yoksa?" diye sormuş, Muaz da "Allah'ın peygamberinin sünnetiyle" cevabını vermişti. "Al­lah'ın kitabında da, Allah Rasulü'nün sünnetinde de yoksa?" diye sorduğunda Muaz "Kendi görüşüme göre içtihat ederim, öyle yapmaya da devam ederim" diye cevap verince Resulullah (s.a.) onun göğsüne vurup "Rasulü'nün elçisini, Allah Rasulü'nü razı edecek şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyur­muştur. [215]

"Allah'a ve Peygamber'e döndürün (götürün)" cümlesi, ihtilâf konusunun hakkında nas bulunmayan meselelerle ilgili olduğuna, yoksa nassa uymanın vacip olup o hususta ihtilâfa yer bulunmadığına işaret etmektedir.

Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız hakkında ihtilâf edilen mese­leyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek suretiyle Allah'a ve Peygamber'ine döndü­rün, havale edin.

Çünkü mümin, hiç bir şeyi Allah'ın hükmüne takdim etmez, ona öncelik tanımaz. Aynı şekilde dünyaya gösterdiği ihtirastan daha çok, ahirete ve Allah Teâlâ'nm rızasını kazanma maksadını güder. Bu Allah Teâlâ tarafından, Al­lah'a ve Rasulü'ne itaatten, ihtilâf ortaya çıktığında meseleyi Allah'a ve Rasu-lüne havale etmekten ayrılan herkese karşı yönelik bir tehdittir; şu ayetteki manayadır: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapmadıkça... iman et­miş olmazlar." (Nisa, 65). Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.) vasıtasıyla rivayet ettikleri hadisinde Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Bana itaat eden muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de muhakkak Allah'a is­yan etmiş olur. Kim benim emirime (tayin ettiğim kumandana) itaat ederse ba­na itaat etmiş olur. Kim de emirime isyan ederse, şüphesiz bana isyan etmiş olur."

"Bu hem en hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir" cümlesi, Allah'a ve peygamberine itaat etmek, ihtilâfa düşme durumunda meseleyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek gibi yukarıda emredilen hususlara işaret etmektedir. Bu ise akibet ve sonuç bakımından daha güzeldir. [216]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Emanet ve adalet ayeti temel ahkâm ayetlerindendir. Bunlar din ve şeri­atın her bölümüne şamildir. Daha kuvvetli olan görüşe göre bütün insanlara yönelik genel bir hitaptır. Malları taksim etmek, yapılan haksızlıkları gider­mek, davalarda ve hükümlerde adaletli davranmak gibi kendilerine havale edilmiş emanetler hususunda idarecileri, sorumluluk sahiplerini de içine al­maktadır.

Ayet-i Kerime İslâm'da hüküm verme esaslarından ikisine delâlet etmek­tedir. Fertler de hakim ve idarecilere tabidirler.

a) Emanetlerin ehil ve lâyık olanlara verilmesi lâzımdır. Vedia (emanet bırakılmış mal, eşya)nm sahibi tarafından istenene kadar verilmesi lâzım gelmez. Lukata (bulunmuş eşyalar) ise bir sene müddetle ilân edilir, sonra kullanılır veya harcanır, bilahare sahibi gelirse tazmin olunur. Ama en uygu­nu sahibi bulunmadığı takdirde tasadduk etmektir. Kiralanmış ve ödünç alın­mış şeylerin işi bittikten sonra talep edilmeden sahibine iade edilmesi lâzım­dır. Alacaklıya alacağı ödenmeden rehin alınan şeyin sahibine edası lâzım de­ğildir.

b) İnsanlar arasında adaletle hükmetmek:

Açıkladığımız gibi her iki hüküm hakkında hitap, idarecilere, emir sahip­lerine, hakimlere aittir. Orîların yanında bütün insanlar da bu hitaba dahildir. Rasul-i Ekrem (s.a.) Müslim ve Nesaî tarafından Abdullah b. Amr (r.a.) vasıta­sıyla rivayet edilen hadisinde buyuruyor ki: "Adaletle hükmeden kimseler, kıya­met günü nurdan minberler üzerinde, Rahmân'dan yemininde -ki her iki yedi de sağdır- olacaklardır. Onlar verdikleri hükümlerde, ailesi ve idaresi altında bulunanlar hakkında adil davranan kimselerdir."

Diğer bir hadiste de şöyle buyuruyor: "Her biriniz çobansınız ve her biriniz sürüsünden sorumludur. Devlet başkanı, idareciler çobandır, kendi idareleri al-tındakilerden sorumludurlar. Erkek de ailesinin çobanıdır ve sürüsünden so­rumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır, o da sürüsünden sorumludur. Köle ve hizmetçi) efendisinin malını gözetir ve ondan sorumludur. Dikkat edin, her biriniz çobansınız ve idareniz altında bulunanlardan sorumlusunuz." [217] Peygamber Efendimiz (s.a.) bu sahih hadislerde bütün bu kimseleri derece ve makamlarına göre çoban ve hüküm sahibi kişiler olarak kabul etmiştir. Hakim mevkiinde bulunan alim de böyledir. Zira fetva verdiği zaman hüküm vermiş olmakta, helâl ile haramın, farz ile mendup olanın, sahih ile fasit olanın arası­nı beyan etmektedir. Bütün bunlar ödenecek, verilecek bir emanettir, kararlaş­tırılacak bir hükümdür.

Allah Teâlâ hakkıyle işitici ve görücüdür. "Çünkü ben sizinle beraberim. Ben (her şeyi) işitirim ve görürüm." (Tâ-Hâ, 20/46) ayetinde buyurduğu gibi her şeyi işitmekte ve görmektedir. Verilen hükümleri işitir, ona göre karşılığını verir. Emanetlerin ödenip ödenmediğini, hainlik edilip edilmediğini bilir, ona gö­re hesaba çeker.

Cenab-ı Hak idarecilere ve hüküm veren hakimlere emanetleri sahiplerine vermeyi ve insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emrederken raiyye ve idare edilen durumunda bulunanlara da önce emirlerine uyarak, yasaklarından da kaçınarak kendisine itaat etmelerini, ikinci olarak emrettiği ve yasakladığı hu­suslarda peygamberlerine itaat etmeyi, üçüncü olarak da Müslüman idarecile­re itaati emreylemektedır. Fakat ıdareciİ61t6 V6ya Sultana İtaat, Allah'a İtaat bulunan işlerde vacip olur. Allah'a karşı isyan ve günah bulunan işlerde emir­lere, idarecilere itaat gerekmez. Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.)'den şöyle dediği riva­yet olunmuştur: Adalet ile hükmetmesi, emaneti ehline vermesi imam (devlet başkanı) üzerine borç olan bir haktır. Böyle yaparsa bütün Müslümanların ona itaat etmesi vacip olur. Çünkü Allah Teâlâ bize emanetleri ehline vermemizi, adaletli olmamızı emrettikten sonra ona (idarecimize) itaati emreylemiştir.

Aynı şekilde Kur"an ve ilim sahibi olan fakihlere, din alimlerine itaat et­mek de vaciptir. İbni Keysân der ki: Bunlar akıl ve olgun görüş sahibi olup in­sanların işini tedbir ve idare edebilen kimselerdir. Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü emrin aslı alimlerden çıkar, hüküm vermek için onlara baş vurulur. Akıl, her ne kadar dini takviye ve teyit edici olup dünya için önemli bir daya­nak olsa da burada lafzın zahirine pek uygun düşmemektedir.

Şayet ümmet ile emirler, idareciler arasında bir ihtilâf ortaya çıkarsa, me­sele, Allah'ın kitabına, yahut hayatında iken kendisine sorularak, vefatından sonra ise sünnet-i seniyyesine bakılmak suretiyle Peygamberimize (s.a.) arz edilir. Bunun bir benzeri de şu âyetlerdeki tevCİhİGrdİr.

"Halbuki bunu peygambere ve onlardan (müminlerden) emir sahiplerine (idarecilere) döndürmüş olsalardı (müracaat etselerdi), içlerinden netice ve hü­küm çıkarmaya kadir olanlar elbet bunu (mesele ve haberi) bilirlerdi." (Nisa, 4/83).

"Artık O'nun emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini (dünyada) bir fitne (ve belâ) çarpmasından, yahut (ahirette) onlara pek acıklı bir azap (gelip) çat­masından çekinsinler." (Nur, 24/63). Bunlar ortaya koyuyor ki Allah'a ve ahiret gününe iman etmek, Kur'an ve Sünnet'e müracaat etmek, netice itibariyle, aki-bet olarak ihtilâfa düşüp didişmekten daha hayırlıdır.

Alimler, bu ayet-i kerimeden teşrinin (yasamanın) temel kaynaklarının dört tane olduğu hükmünü çıkarmışlardır: Kitap, sünnet, icma ve kıyas. Çün­kü hükümler, ya kitap ve sünnette nas olarak gelmiştir. "Allah'a itaat edin, Ra-sul'e itaat edin" ayetinde olduğu gibi. (Sünnet, Peygamberimiz (s.a.)'den nakle­dilen söz, fiil ve takrir kabul ve onaylamadır). Yahut hükümler üzerinde üm­metin hal ve akit ehli olan kişileri, tabii itimat ettikleri sert bir delile dayana­rak icma etmiş olurlar. Ayetin "sizden (olan) ulü'l-emre (emir sahiplerine, idare­cilere) itaat edin" cümlesinde beyan edildiği gibi. Yahut da gündeme gelmiş bu­lunan mesele hakkında nas olarak veya icma kabilinden bir hüküm yoktur, onun yolu da içtihat ve kıyastır. Bu ise hakkında ihtilâf edilen meseleleri Kitap ve Sünnet'te mevcut olan genel kaide ve usullere arz etmek suretiyle olur. Ayetteki "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz (ihtilâfa düşerseniz) onu Allah'a ve peygambere döndürün (havale edin)" cümlesi de buna delâlet etmektedir.

Hanefîlerin kabul ettiği istihsan, Mâlikîlerin kabul ettiği mesâlih-i mürse-le, Şafiîlerce kabul edilen istishâb gibi bunlara tabi olan delil ve kaynaklar ise gerçekte bu dört asıl kaynağa bağlıdırlar. [218]

 

Münafıkların Yalan İddiaları Ve Takındıkları Tavırlar

 

60- Sana indirilen (Kur'an-ı Kerim)'e de, senden önce indirilmiş olan (kitap)'lara da herhalde iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki tağu-tun (sihirbazın) önünde muhakeme edilmelerini isterler. Oysa kendilerine onu inkâr edip tanımamaları emrolun-muştu. Şeytan da onları o (bir daha dö­nemeyecekleri kadar) uzak bir sapık­lıkla büsbütün sapıtmak ister.

61- Onlara "Allah'ın indirdiği (hakeme, Kur'an-ı Kerim'e) ve o peygambere ge­lin" denilince, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.

62- Önce elleriyle (iradeleriyle) yaptıkla­rı (fenalıklar) yüzünden kendilerine bir belâ çattığı zaman (halleri) nice olur?! (Onlar böyle bir belâya uğradıktan) son­ra da "Biz iyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey arzu etmedik" diye Allah'a yemin ederek sana geleceklerdir.

63-  İşte bunlar var ya, Allah öylelerin kalplerinde olanı bilir. Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver, onlara ken­dileri hakkında tesirli sözler söyle.

 

Belagat:

 

"Boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?" cümlesi taaccüp için getirilmiş bir sorudur.

"Uzak bir sapıklıkla büsbütün sapıtmak", "onlara sözler söyle", "senden büsbütün uzaklaştıklarını" cümlelerinde mugayir bir cinas bulunmaktadır. [219]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Tâğût"; çok azgın ve haddi aşmış kişi demektir. Burada Ka'b b. el-Eşref kasdolunmaktadır.

"...uzak bir sapıklıkla..." yani hakkı kabul etmekten yüz çevirerek.

"Onlara öğüt ver" yani kalplerine yumuşaklık gelecek şekilde hayır ve ha­senatı onlara hatırlat.

"onlara kendileri hakkında tesirli sözler" yani gönüllerine işleyecek dere­cede etkili sözler "söyle." [220]

 

Nüzul Sebebi

 

"Boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?" (60. ayet) ayetin nüzulüyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim ve Taberânî sahih bir senedle tahric etmiştir: İbni Abbas dedi ki: Ebu Berze el-Eslemî kâhin idi. Yahudiler arasındaki muhake­melerde hüküm verirdi. Eşlem kabilesinden bazı insanlar muhakeme için ken­disine geldiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Sana indirilene de... iman ettikleri­ni boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?", "Onlara kendileri hakkında çok tesirli sözler söyle" /jısmma kadarki ayetleri indirdi.

İbni Ebî Hatim, İbni Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini tahric etmiştir: el-Cellâs b. es-Sâmit, Mu'tib b. Kuşeyr, Rafı' b. Zeyd ve Bişr, müslüman oldukları iddi-asmdaydılar. Bir davadan dolayı kendi kavimlerinden müslüman olanlar Resulullah (s.a.)'m hakemliğine davet ettiler. Bunlar ise cahiliye devrinin ha­kemleri olan kâhinleri davet ettiler. Allah Teâlâ da kendileri hakkında "...iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?..." ayetini indirdi.

İbni Cerir'in tahric ettiğine göre eş-Şa'bî şöyle demiştir: Yahudilerden bir kişi ile münafıklardan birisi arasında bir husumet (ihtilâf konusu) vardı. Yahu­di senin dindaşlarının veya peygamberinin hakemliğine gidelim, dedi. Çünkü O'nun hüküm verirken rüşvet almadığını biliyordu. Fakat anlaşamadılar, so­nunda Cüheyne kabilesindeki bir kâhine gitmeyi kararlaştırdılar. Arkasından bu ayet indi.

el-Kelbî'nin de İbni Abbas'tan şöyle bir rivayeti vardır: Bu ayet münafıklar­dan bir adam hakkında nazil oldu. Onunla bir Yahudi arasında bir dava vardı.

Yahudi "Hadi Muhammed'e gidelim" dedi. Münafık ise "Hayır, Kala b. el-Eşref'e gidelim" dedi. Allah Teâlâ Ka'b'a "tağut" adını takmıştır. Yahudi, Resulullah (s.a.)'tan başkasının muhakeme etmesine razı olmadı. Onun ısrarı üzerine münafıkla beraber Rasul-i Ekrem (s.a.)'in hakemliğine baş vurdular. Resulullah (s.a.) dava sonunda Yahudi lehine hükmetti. Onun huzuruna çıktık­tan sonra münafık Yahudiyi bırakmadı ve "Ömer b. el-Hattab'a gideceğiz" dedi.

Hz. Ömer'in yanına varınca Yahudi dedi ki: Ben ve bu Muhammed'in ha­kemliğine baş vurduk, o da bunun aleyhine hükmetti. Fakat bu razı olmadı, se­nin hakemliğine gideceğini iddia ederek beni bırakmadı, beraberce sana geldik. Hz. Ömer münafığa "öyle mi?" diye sorunca o da "evet", dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer "Biraz bekleyin, dışarı geliyorum" dedi. İçeri eve girdi, abasının altı­na kılıcını koydu. Sonra yanlarına geldi ve kılıcı çekerek münafığın boynunu vurup öldürdü ve "Allah'ın hükmüne ve Resulullah'm hükmüne razı olmayan hakkında ben de işte böyle hükmederim" dedi. Yahudi de oradan kaçtı. Ardın­dan bu ayeti indiren Cebrail (a.s.) "Muhakkak Ömer hak ile batıl arasını tefrik etmiş, ayırmıştır" dedi. Hz. Ömer'e de o manaya gelmek üzere "el-Fârûk" adı verildi. [221]

Hasılı, Taberî, ayetin münafık ve Yahudi hakkında nazil olduğu görüşünü tercih etmiştir. [222]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yukarıda geçen, Allah'a itaat, Peygamber'e ve ulü'1-emre (müslüman ida­recilere) itaat edilmesi yolundaki ilâhî emirden sonra Allah Teâlâ, Rasul-i Ek­rem (s.a.)'e itaat etmeyen, hükmüne de razı olmayan, aksine başkalarının, Ebu Berze el-Eslemî gibi bir kâhin, Kâ'b b. el-Eşref gibi bir tağutun hükmünü iste­yen münafıkların gerçek tutumlarını ortaya çıkarmıştır. [223]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler, nüzul sebebinde de zikredildiği gibi Allah Teâlâ'nm Rasul-i Ek­rem (s.a.) Hazretlerine ve geçmişteki peygamberlere indirdiği kitaplara iman et­tiklerini iddia eden, ama ortaya çıkan dava ve anlaşmazlıkların halledilmesi hu­susunda Allah'ın kitabı ile Rasulünün sünneti dışındaki kaynak ve makamlara baş vuran kişilere karşı Cenab-ı Hak tarafından bir red ve inkârdır. Ayetler, iniş sebebindekinden daha geniş manalar taşımaktadır. Allah'ın kitabı ile Sünnet-i seniyye'den ayrılan ve onlar dışındaki batılların -ki buradaki tağut ile kastedi­len onlardır- hakemliğine müracaat eden herkesi yermekte, zemmetmektedir.

Şimdi bir grubun haline bakınız ki Peygamber olan Muhammed (s.a.)'e, önceki peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia et­mektedirler. Allah'ın kitaplarına ve peygamberlerine salih bir şekilde imanın gereği, Allah Teâlâ'nın peygamberlerinin lisanları ile meşru kılıp koyduğu esaslara göre amel etmektir. Bu esası çiğneyip geçtikleri takdirde gerçekte iman etmiş kimseler sayılmazlar.

İşte bu münafıklar Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'in hakemliğine baş vurmayı kabul etmemişler ve dalâlet erbabı olan sihirbaz Ebu Berze el-Esle-mî'ye, pek aşırı derecede haktan ayrıldığı, Rasul-i Ekrem (s.a.)'e düşmanlık edip aleyhine kışkırtıcılık yaptığı için tağut adı verilen zalim Kâ'b b. el-Eşrefe müracaat etmişlerdi. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de tağutu inkâr edip ondan uzak­laşmaları emredilmişti. Onların bunu kabul etmemeleri imansız olduklarına delâlet etmektedir. Dilleri, Allah'a ve Peygamber'ine indirdiğine iman ettiğini iddia ederken, fiilleri onları inkâr ettiklerini, tağuta inanıp onun hükmünü ter­cih ettiklerini göstermektedir. Bu ise İslâm'dan çıkışın bir delilidir.

Kur'an'ın tağutu inkâra dair emirlerinden biri, "Andolsun ki biz her üm­mete "Allah'a kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının" diye bir peygamber göndermişizdir." (Nahl, 16/36) ayeti, bir diğeri "Artık kim tağutu tanımayıp da Allah'a iman ederse o, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır" (Bakara, 2/256) ayetidir.

Onlar bu fiilleri sebebiyle şeytana öğrenci olmuşlardır. Şeytan ise onları sapıtmak, haktan çok uzak mesafelere sürüklemek istemektedir. Tâ ki asla hak yola giremesinler.

Bunun delili de şudur: İman sahibi oldukları iddiasındaki o kişilere "Geli­niz, Allah Teâlâ'nın Kur"an'da indirdiği hükümlere ve Resulullah'm hakemliği­ne baş vuralım, zira asıl doğru yol budur" denildiğinde, Ey Habibim Muham­medi Sen o münafıkların senden yüz çevirdiklerini, hükmüne razı olmayıp rağ­bet eylemediklerini, bunda da ısrar, inat ve bilinçle uzaklaşma gösterdiklerini görürsün. Bu ayet-i kerime yukarıda da geçen ve onların tağutun, heva ve he­ves sahiplerini ve cahillerin hükmüne baş vurdukları hususunu tekit etmekte­dir. Kasten Allah'ın hükmünden yüz çeviren ise şüphesiz münafık olur.

Allah seni, Allah'ın hükmünden ve senin hakemliğine müracaattan yüz çe­virdiklerinde onların işlerine vakıf ve muttali kıldığı, günahları ve işledikleri küfür, isyan ve ortaya çıkan rezilce tutumları sebebiyle musibetlere veya bir cezaya maruz kaldıkları zaman, ondan sonra da başlarına gelen ve kaçamadık­ları musibetlerin, felâketlerin kalkması için sana baş vurmaya mecbur kaldık­ları vakit bakalım şu münafıkların hali nice olacak?

Bu felâketlerden sonra da sana gelirler, yalan söyleyerek, Peygamberden başkasının hakemliğine müracaat etmelerinin iyi ilişki kurmak ve kendileri ile hasımları arasını sulh yoluyla düzeltmek amacından başka bir gayeye dayan­madığı iddiasında bulunurlar. Yahut onlar senden özür dileyerek senden baş­kasına gitmek ve düşmanlarının hakemliğine müracaat etmekle ancak iyilik ve ara bulmayı yani müdara ve durumu idare etmeyi murat ettiklerini, yoksa on­ların hakemliğine gitmenin sahih olduğu inancını taşımadıklarını söyleyerek yemin ederler. Nitekim Allah Teâlâ münafıkların bu hallerine dair diğer bir ayette de şöyle haber vermiştir:

"İşte kalplerinde bir (münafıklık) hastalığı bulunan kimselerin "Felâketin bize (dönüp) çarpmasından korkuyoruz" diyerek aralarında koşuştuklarını gö­rüyorsun. Belki Allah fetih (ve zafer) veya kendi katından bir emir getirecek de onlar, yüreklerinde gizledikleri şeye karşı pişman olacaklardır." (Maide, 5/52). Bu, yaptıkları karşılığında maruz kaldıkları şiddetli bir vaid ve tehdittir. Ve mutlaka pişman olacaklardır, ama pişmanlıkları artık fayda vermeyecektir. Bu ayetin bir benzeri de "(Bununla) iyilikten başka bir şey kasdetmedik" diye mu­hakkak yemin edeceklerdir." (Tevbe, 9/107) ayetidir.

Bu tür insanların, yani münafıkların kalplerindekini Allah Teâlâ bilmek­tedir, ona göre karşılık ve cezalarını verecektir. Çünkü hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz, onların içindekileri de dışındakileri de bilir. O halde onlardan artık yüz çevir, onları ciddiye alma, kalplerdekinden ötürü de onlara ağır konuşma. Onlara öğüt ver, kalplerindeki nifak ve gizli serlerden onları nehyet. Seninle onlar arasında kalmak üzere bu hallerinden vaz geçirecek tesirli sözler söyleyerek onlara nasihat eyle.

“Allah öylelerinin kalplerinde olanı bilir” cümlesi pek büyük olan bir hayır veya şer hakkında kullanılan usluptur. Münafıkların kalplerinde küfür, kin, hile ve desise öyle bir dereceye ulaşmıştır ki onu ancak gizliyi ve gizlinin daha gizlisini bilen Allah Teala kuşatıp kavrayabilir. 

“Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver; onlara kendilerine dair çok tesirli sözler söyle” cümlesi münafıklara nasıl muamele edileceğine delalet etmektedir. Onlara karşı üç çeşit tavır konulur:Onlardan yüz çevirmek; kalplerinin yumuşaması, incelmesi için kendilerine hayrı tavsiye edip hatırlatmak; bazan teşvik yolouyla, bazan da kendilerinden tekrar münafıklık hali ortaya çıkacak olursa öldürülecekleri şeklinde korkutarak kalbe tesir edecek sözler söylemek.[224]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm ve Hikmetler:

 

1- Allah Teala’nın veya Rasul’ünün emirlerinden bir şeyi reddeden kimse kafir olur, İslam dışına çıkar. O sebepten Ashab-ı Kiram (r.a.) zekat vermeyenlerin irtidadına (dinden çıktığına) hükmetmişlerdir. Aynı şekilde, verdiği hüküm hakkında Resulullah (s.a.)’ı itham eden kişi de kafirdir. Ayetin iniş sebebinde anlatılan hadise, Yahudinin bir müslüman ile olan davasında, İslam hakim ve idarecisinin hükmüne baş vurduğunu göstermektedir.

2- Müslümanların, Kur’an’da ve sabit sünnet-i Nebeviyyede hakkında nas bulunan bir hükmü tenfiz ve tatbik etmeleri icap eder. Ama hakkında vahiy yoluyla bir hüküm belirtilmemiş bir meselede, müçtehidlerin şeriatın genel kaidelerinden çıkarttığı ve umumun maslahat ve menfaatine de uygun olacak şekildeki görüşü ile amel olunur.

3- Allah’ın koyduğu hükümden , ya da Rasul’ünün verdiği hükümden kasten yüz çeviren kimse münafık olur, İslam ile bir bağı kalmaz. Bu ayetlerin inmesi Hz. Ömer (r.a.)’ın davranışını teyit etmiştir. O sebepten Cebrail (a.s.) inmiş ve “Muhakkak ki Ömer hak ile batıl arasını ayırmıştır” demiş, ondan sonra Hz. Ömer’e”el-Faruk” adı vedilmiştir.

4- Münafıklar yaptıklarına pişman olacaktır, ama o vakit artık pişmanlık fayda vermeyecektir. Özür dileyecekler, fakat özürleri de kabul edilmeyecektir.

5- Münafıkların bu arlandırıcı, hor tavırlarına doğrusu hiç de imrendirilmez. Çünkü hiçbir şeyin kendisine gizli kalmayacağı Allah Teala tarafından rezil ve kepaze edilmişlerdir. O yüzden onları yalanlayarak Cenab-ı Hak “Allah öylelerinin kalplerinde olanı bilir” bulurmuştur. ez-Zeccâc der ki: Bu muhakkak ki Allah Teala onların münafık olduklarını bilmektedir, demektedir. Bizim elde edeceğimiz fayda da  söz de biliniz ki onlar münafıklardır, şeklindedir.

6- Münafıkların ıslah imkanına üç yol vardır:

a) Onlardan, kendilerini cezalandırmaktan, diledikleri özürleri kabul etmekten , güler yüz ve ikram ile mukabele etmekten yüz çevirmek.

b) Kendilerini üzerinde düşünmeye, dinlemek için kalplerinin yumuşama­sına sevk edecek şekilde onlara öğüt vermek, korkutmak, nasihat etmek ve yol göstermek.

c) En tesirli sözlerle, münafıklıkta devam ettikleri takdirde köklerinin ka­zınıp yok edilecekleri şeklindeki gerek aşikâre, gerekse gizlice söylenecek ağır ifadelerle bu hallerinden vazgeçirmek, içlerinde sakladıkları nifak ve düşman­lığın her gizliyi ve gizlinin de gizlisini bilen Allah Teâlâ tarafından bilindiği, kendilerinin kâfirler gibi, hatta küfür yönünden onlardan da kötü oldukları, ce­zalarının cehennem ateşinin en alt tabakalarına atılmak olduğu haber verile­rek münafıklıktan caydırmak. [225]

 

Rasulullah (S.A.)’ a İtaat Etmek Farzdır

 

64- Biz hiç bir peygamberi, Allah'ın iz­niyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. On­lar, kendilerine zulmettikleri vakit sa­na gelip de Allah'tan mağfiret dilese-lerdi ve onlara (son) peygamber de mağfiret isteyiverseydi, elbette Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici, çok merhametli bulacaklardı.

65- Öyle değil, Rabbine andolsun ki on­lar aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hü­kümden içlerinde hiç bir sıkıntı duy­madan tam bir teslimiyet ile teslim ol­madıkça, iman etmiş olmazlar.

 

Belagat:

 

"Peygamber de onlara mağfiret isteyiverseydi." Burada iltifat sanatı var­dır, "mağfiret isteyiverseydin" sigası yerine gâib sigasına dönülmüştür. Maksad, Rasul-i Ekrem (s.a.)'in şanını ve onun mağfiret dilemesini yüceltmek ve ne ka­dar büyük olduğunu vurgulamak, peygamber olan zatın şefaatinin Allah Teâlâ katında ne kadar önemli bir yeri olduğuna dikkat çekmektir.

"Tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça..." ayetinde Cinas bulunmaktadır.

"Aralarındaki anlaşmazlıklarda" ifadesinde istiare sanatı vardır. Görülen, hissedilen ağaçların dallarının birbirine girmesi vaziyeti, aralarında meydana gelen ihtilâf ve çekişmelere benzetilmiştir ki bu da akıl yoluyla çıkan bir mana­dır. [226]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın izniyle" Allah'ın izni, vahiy yoluyla bildirmesi demektir.

"Onlar kendilerine zulmettikleri" yani tağutun hakemliğine baş vurduk­ları ve diğer çeşit zulümleri işledikleri "vakit sana gelip de Allah'tan mağfiret dileselerdi" yani O'nun affını isteyip yaptıklarına pişman olsalardı, "onlara peygamber de mağfiret isteyiverseydi..." Onları mağfiret etmesi için Allah'a dua ediverseydi. Hz. Peygamberin şanını yüceltmek için gaib sigasına dönülmüştür. "elbette Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici, çok merhametli bula­caklardı. "[227]

 

Nüzul Sebebi

 

65. ayetle ilgili olarak altı hadis imamı Abdullah b. ez-Zübeyr (r.a.)'den ri­vayet ediyorlar: Zübeyr ile Ensar'dan bir adam Harra bölgesindeki su yatağı üzerinde anlaşmazlığa düştüler. Mesele Allah'ın Rasulü'ne götürüldüğünde bu­yurdu ki: Ey Zübeyr, sen suvar, sonra da suyu komşuna sal. Ensar'dan olan zat "Halanın oğlu olduğu için mi yâ Resulullah?" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.)'in yüzünün rengi değişti ve: "Ey Zübeyr, suvar, sonra suyu bostanın etrafındaki tümseklerine kadar tut, ondan sonra da komşuna sal" bu­yurdu. Böylece Zübeyr sudan yararlanma hakkını tam olarak aldı. Halbuki Ce-nab-ı Peygamber (s.a.) her ikisi için de rahatlık olan bir şekli tavsiye eylemişti.

Zübeyr demiştir ki: Şu ayetlerin bu sebepten dolayı indiğini zannetmekte­yim: "Öyle değil, Rablerine andolsun ki aralarındaki anlaşmazlıklarda seni ha­kem yapmadıkça iman etmiş olmazlar."

İbni Ebî Akatim de aynı ayet hakkında Saîd b. el-Müseyyeb (r.a.)'in şöyle dediğini tahric etmiştir. Bu ayet ez-Zübeyr b. el-Awâm ile Hâtıb b. Ebî Beltea hakkında indirildi. Bir su meselesinde ihtilâfa düşmüşler, Resulullah (s.a.) da önce yukarı tarafta bulunanın, sonra da aşağıdakinin suvaracağı şeklinde hü­küm vermişti. [228]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yukardaki ayetlerde Rasul-i Ekrem'in hakemliğinden yüz çeviren ve onun yerine tağutun hüküm vermesini tercih eden münafıkların tutumları tenkit edilmiş ve yerilmişti. Burada ise Allah Teâlâ genel bir prensip ve usulü koy­maktadır: Resulullah (s.a.) Efendimize, hatta gönderilmiş her bir peygambere itaat etmek farzdır. [229]

 

Açıklaması

 

Biz hangi peygamberi gönderdiysek, onu kendilerine gönderdiğimiz kimse­lere de o peygambere itaat etmelerini farz kıldık. Bu itaat Allah'ın emri ve iz­niyle farz kılınmıştır ve onların da ona tabi olmaları icap eder. Mücâhid "Bu, herkes ancak benim iznimle itaat eder demektir" diyor. Ancak benim buna mu­vaffak kıldığım kimse ona itaat eder, manasınadır. Şu ayette olduğu gibidir: "Andolsun ki Allah'ın size olan vaadi, O'nun izni ile, onları (düşmanları kolay­ca) öldüregeldiğimiz zaman yerine gelmişti" (Al-i İmran, 3/152) ayetinde O'nun emri, takdiri, dilemesi, sizi düşmanlar üzerine musallat kılması suretiyle de­mektir.

Sonra Allah Teâlâ, hata ve günah işleyen isyankâr ve günahkâr olanlara yol gösteriyor. Resulullah (s.a.)'a gitmelerini, O'nun huzurunda Allah Teâlâ'dan mağfiret dilemelerini, Rasul-i Ekrem'den de kendileri için mağfiret dileyiver-mesini istemelerini söylüyor. Eğer böyle yaparlarsa Allah'ın da tevbelerini ka­bul edip onlara merhamet edeceğini ifade eyliyor: "Elbette Allah'ı, teubeleri hakkıyla kabul edici, çok merhametli bulacaklardı." Yani O'nun tevbeleri hak-kıyle kabul edici olduğunu anlayın, Allah Teâlâ tevbelerini kabul buyurur.

Burada sahih bir tevbeye koşan kimsenin tevbesinin, şartlarıyla birlikte kabul edileceğine de bir işaret vardır. Şer'an gerekli şartlar ise şunlardır: Tev-benin hemen günahın peşinden olması, günahtan artık kaçınmaya azmetmek ve Allah Teâlâ için sadakat ve ihlâs göstererek bir daha o günaha dönmemek. Ama günahın elemini kalpten sadıkane bir şuurla hissetmeksizin sadece dille yapılan istiğfar ise bir şey ifade etmez.

Cenab-ı Hak peygambere itaati terk etmeyi nefislere zulmetmek, yani on­ları ifsat etmek diye isimlendirmiştir.

Sonra Allah celle ve alâ Peygamber'e itaatin vacip olduğunu büyük bir ka­sem (yemin) ile tekit ediyor, Efendimiz (s.a.) Hazretlerinin verdiği hükmü tam bir gönül rızası ile kabul etmeyende iman olmadığını beyan buyuruyor.

Allah Teâlâ kendi peygamberi için rububiyetine yemin ederek buyuruyor ki: Senin hakemliğine baş vurmaktan yüz çeviren münafıklar şu üç şartı yeri­ne getirmeden gerçek bir iman ile inanmış olmazlar:

1- Üzerinde ihtilâfa düştükleri meseleler ve davalarda Rasul-i Ekrem'i (s.a.) hakem tanımaları. Bir kimse bütün işlerde Hz. Peygamberi (s.a.) hakem kılmadıkça iman etmiş olmaz. Onun verdiği hüküm haktır ve hem zahiren, hem de içten gelerek o hükme boyun eğmek lâzım gelir.

2- Resulullah (s.a.)'m, verdiği hükümden hiç bir sıkıntı duymamaları, O'nun karar ve hükümlerini tam bir rıza, mutlak bir kabul ile karşılamaları, şikayet etmemeleri.

3- O'nun verdiği hükme hem zahirde, hem de batında (gönülde) tam bir bağlılık, külli bir teslimiyet göstermeleri, hiç bir engelleme, karşı koyma ve çe­kişmede bulunmamaları. Bu husus uygulama ve yürütme safhasında söz konu­sudur. Çünkü kişi hükmün hak olduğu görüşüne sahip bulunmakla birlikte uy­gulamasından kaçınmaya çalışabilir. Sahih bir hadiste de şöyle buyuruluyor: "Canım elinde bulunan Allah Teâlâ'ya yemin olsun ki sizden biriniz, arzusu be­nim getirdiğim din ve Şeriat'e tabi olmadıkça iman etmiş olmaz." [230]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Allah'ın Rasul'ünün emirlerine, yasaklarına, verdiği hükümlerine ve kararlarına tam olarak itaat etmek farzdır.

2- Günahtan istiğfar edip gerekli şartlarıyla birlikte yapılan sadık tevbe, günahların silinmesinin ve hataların affedilmesinin yoludur.

3- Bazı günahkârlar için Rasul-i Ekrem (s.a.)'in mağfiret dilemesi, Allah Teâlâ tarafından icabet edilen, kabul gören bir şefaattir.

4- Resulullah (s.a.)'m hükümlerine tam bir teslimiyetle boyun eğmek, on­ların adalet ve hakkaniyete en uygun olduğuna itikat etmek, icra ve uygulama­sında da hemen şer1! hükmün gereğine dönmek, müminlerin imanının sahih ol­ması için temel bir şarttır. Bunun belirtisi de ihtilâf konularında O'nun hakem­liğine baş vurmak, hükmünden dolayı sıkılıp şikayetlenmemek ve verdiği hük­me tam teslim olmaktır.

5- Peygamberimiz (s.a.)'in kazaî hükümlerde de hatadan masum (korun­muş) oluşu, ilâhî vahyi tebliğ ederken masum oluşu gibidir. Kendisine gelen davanın iç durumuna göre değil, zahiri haline göre ve ancak hakka uygun ola­rak hüküm vermiştir. Davanın gizli yanları ise artık Allah'a kalmıştır.

6- Mücahid ve başka alimlerin de dediği gibi bu ayet ile kasdedilenler, yu­karıdaki ayette zikri geçen ve tağutun hakemliğine baş vuran kimselerdir; ayet onlar hakkında inmiştir. Taberî diyor ki: "Felâ (öyle değil)" lafzı, zikri geçenlere bir cevaptır, cümlenin takdiri şöyle olur: İş, onların sana indirilene iman ettik­leri iddiasında bulundukları şekilde değildir. Ardından da "Rabbine andolsun ki... iman etmiş olmazlar" cümlesiyle kasem (yemin) başlamıştır.

Ancak ayetin Zübeyr ile Ensarlı zat arasındaki bostan sulama davasından sonra indiği kanaatinde olanlara göre düşünülecek olursa, biraz önce verilen ve

"Resulullah (s.a.)'ı verdiği hükümden dolayı itham eden herkes kâfirdir" şeklin­deki vasıf o Ensar'dan o zata verilemez. Çünkü o zat bir hata, sürçme yapmış, Peygamberimiz (s.a.) de ondan yüz çevirmiş, daha sonra da bunun boş buluna­rak işlenmiş bir yanılgı olduğunu bildiği için hatasını affetmişti. Peygamberimiz

s.a.)'den sonra hiç kimse için böyle bir durum söz konusu değildir. O'ndan sonra bir hakimin hükmüne razı olmayan kimse asi ve günahkâr olur. [231]

Şu da göz önüne alınmalıdır ki Rasul-i Ekrem (s.a.) yukarı tarafta bulu­nanın aşağıdakinden önce bostanını suvaracağı için hakkı Zubeyr (r.a.) lehine hükmetmişti. Çünkü ona ilkin suya yakın olması sebebiyle "Ey Zübeyr, sen su­var, sonra da suyu komşuna sal" demişti. Bunun manası "Hakkını kullanırken bir kolaylık göster, hepsini alma, suyu komşuna bir an evvel sal" demekti. Ona biraz müsamaha ve kolaylık göstermesi için teşvik etmişti. Ensardan olan zat bunu duyunca razı olmayıp öfkelenivermişti. O, suyun Zübeyr tarafından hiç tutulmamasını istiyordu. O yüzden bedbahtça haksız kelimeyi ağzından kaçır­mıştı ve bu hükmü inkâr ve reddedercesine "Halanın oğlu olduğu için mi!" de­mişti, yani senin akraban olduğu sebeple mi onun lehine, benim aleyhime hü­küm veriyorsun demek istemişti. Adamın bu kıymet ve iyilik tanımazlığı üzeri­ne Peygamberimiz (s.a.)'in yüzünün rengi değişmiş ve herhangi bir kolaylık, müsamaha göstermeksizin hakkını tam olarak alması yolunda Zübeyr lehine hüküm vermişti. [232]

İlkin yukardaki bostan sahibinin suvarması da şu şekildedir: Bütün suyu bostanına veya bahçesine salıp, bostanın etrafını çevreleyen tümseklerine ulaşana kadar suvarır. Suyun akıntı yerlerini tıkar ve artan miktarı bir aşağıdaki bostana salar. En son bahçeye varana kadar da böyle yaparlar.

İmam Malik'in Abdullah b. Ebi Bekir'den naklettiği rivayet de bunu teyit ediyor. Diyor ki: Bize ulaştığına göre Resulullah (s.a.) Mehzûr ve Müzeyneb U) sel suları hakkında, "Topukların yüksekliğine çıkıncaya kadar tutulur, sonra yukarı taraftaki aşağıdakine salar" buyurmuştur. ^

1- Mehzur ve Müzeyneb, Medine'deki iki vadidir. Yağmur yağdığında bu vadilerde sel olu­şurdu.

2- İbni Abdi'1-Ber demiştir ki: Bu hadisin Peygamber (s.a.)'e her hangi bir yolla ulaştığını bilmiyorum. [233]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/467.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/467.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/467.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/467-468.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/468.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/469.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/469.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/469-470.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/470-471.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/472-474.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/475.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/475.

[13] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 81.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/475-476.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/476-477.

[15] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/49.

[16] İbnü'l-Arabî, Ahkâmul-Kur'an, 1/309.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/477-478.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/479.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/479-480.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/480.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/480-483.

[22] Cassâs, Ahkâmul-Kur'an, 11/57.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/483-488.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/488-489.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/489-490.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/491.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/491-492.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/492.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/492.

[30] Zemahşerî 1/377.

[31] Cassâs, Ahkâmul-Kur'an, 11/63 vd.

[32] Âlûsî, IV/188.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/492-497.

[34] İbnül-Arabî, Ahkâmul-Kur'an, 1/322.

[35] İbnü'l-Arabî (Ahkâmu'l-Kur'an, I/327'de) der ki: Bu hadis müsned olarak sabit olmasa dahi, kimse bunun ifade ettiğinden başkasına yönelemez.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/497-501.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/502.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/502-503.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/503-504.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/504.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/504-506.

[42] Kurtubî, V/46.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/507-510.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/512.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/512.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/512.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/512-513.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/513-514.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/514-515.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/515-516.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/516-517.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/517.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/517-519.

[54] Ahmed ve Kütüb-i sitte sahipleri Hz. Usâme'den bu hadisi şu lâfızlarla rivayet etmişlerdir: "Kâfir Müslümana, Müslüman da kâfire mirasçı olmaz."

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/519-523.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/524.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/524.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/524-525.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/525.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/526.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/526.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/526.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/527.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/527.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/527-528.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/528-529.

[67] Hadisi, hadis imamları rivayet etmiştir.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/529.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/530.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/530.

[71] Bunu İbni Cerîr rivayet etmiştir.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/530-532

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/532-534.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/535.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/535-536.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/536-537.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/537.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/537.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/538.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/538-539.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/539-540.

[82] Kurtubî, V/97.

[83] Kurtubî, V/99.

[84] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/111.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/541-543.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/544.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/544-545.

[88] el-Vâhidî:, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 84; Kurtubî, V/104.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/545.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/546.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/546.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/546-550.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/550-554.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/9.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/9-10.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/11.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/12.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/12-13.

[100] İbni Hibbân ve başkaları rivayet etmiştir.

[101] İmam Ahmed ve Nesâî dışındaki Sünen sahipleri Hz. Aişe'den tahric etmişlerdir.

[102] İmam Ahmed, Buharî ve Müslim arasında ittifakla rivayet etmiştir.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/12-16.

[104] Erkeğin maliki bulunduğu cariyeden istifadesi başka, nikâh ile bir cariyeyi alması başka­dır, arada bir zıtlık yoktur. (Çeviren)

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/17-18.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/18.

[107] Müellif burada sehven nakilde bulunmuştur. Hanefi'lere göre mehrin en az miktarı on dirhemdir, (bkz. el-Hidaye, Feth'ul-Kadir şerhiyle birlikte, III/305).

Hanefi fukahasından İbnü'l-Hüman Feth'ul-Kadir şerhinde (III/187) Hafız İbni Hacer'in Ebu Hatim'den Cabir (r.a.) hadisini naklettiğini ve derecesinin hasen olduğunu söylediğini ifade etmektedir. Cabir hadisinde "On dirhemden az mehir olmaz" cümlesi de yer almaktadır. İbnü'l-Hümam mehir bahsinde (III/206) şöyle demektedir: "Mehrin en azı bize göre on dirhem, Malik'e göre çeyrek dinardır. Cabir hadisini takviye eden aynı zamanda bir diğer rivayeti Darakutni ve Beyhaki Hz. Ali'den nakletmiştir. (III/207) İmam Muhammed bu miktar hakkındaki rivayetlerin Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Âmir ve İbrahim Nehai'den de geldiğini söylemiştir. (Çeviren)

[108] Ahmed, Buhari ve Müslim ittifakla Sehl b. Sa'd'den rivayet etmişlerdir.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/18-22.

[110] Hecin: Arap baba ve evli olmayan cariyeden doğan kimse. el-Müberrid, bunun Arap kişi­nin Arap olmayan kadından doğan çocuğu olduğunu söyler.

[111] Cemaat (İmam Ahmed ve Kütüb-i Süte sahipleri), Darakutnî, İbni Ömer'den rivayet et­miştir.

[112] Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.

[113] Fukaha der ki: Hür bir erkek, nikâh yahut zina yoluyla başkasına ait bir cariyeyi gebe bı­rakırsa, doğan çocuk anneye tabi rakîk (köle) olur. (es-Sirâcü'l-Vehhâc, 644).

[114] İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/407.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/22-25.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/26.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/26.

[117] el-Hatâb, Câbir'den rivayet etmiştir, derecesi "zayıftır.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/26-28.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/28.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/29.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/29-30.

[122] Hadisin nassı şöyledir: "Müminler tek bir vücut gibidir, başı ağrısa her yanı ağrır, gözü ağ­rısa yine her yanı ağrır." İmam Ahmed ve Müslim, Nu'mân b. Beşir'den rivayet etmiştir.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/30-32.

[124] Mürsel bir hadistir.

[125] Mülâmese: İki şahsın "Elbisemi senin elbisen karşılığında satıyorum" diyerek birbirlerinin el­biselerine bakmadan yoklamalarıdır. Cahiliye devrinde böylece alışveriş vacip oldu sayılırdı. Garar: Aldatma satışı demektir. Yukarıda zikredilen ve aldatma hususunu ihtiva eden her türlü satış yasaklanmıştır. Kaçak köleyi, vahşi ve ele geçirilemez atı ehli at diye sat­mak gibi teslimine muktedir olamayacağı şeyi, denizdeki balıklan satmak gibi mülkinde bulunmayan şeyi satmak gibi değişik şekillerde olur.

Hasat: Taş atma satışı demektir. Çeşitli şekilleri vardır. "Şu taşı at, hangi elbise üzerine dü­şerse o elbise bir dirheme senindir" diyerek veya arazisinden bir taş atımı yeri satmak gibi ya­hut eline bir avuç taş alarak "Avucumda kaç taş çıkarsa satılık maldan o kadarı benim" veya "Avucumda kaç taş çıkarsa bana o kadar dirhem vereceksin" denerek; ya da bir koyun sürüsü­nün önüne çıkarak "Bu taş koyunlardan hangisine rastlarsa o koyun şu kadara senin olacak" diyerek bir taş atmak gibi şekillerde yapılırdı (Selâmet Yolları, A. Davudoğlu, 3; 28-40).

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/32-35.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/36.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/36.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/36-37.

[130] Zıhâr, bir erkeğin, karısının vücudunun hepsini veya bir kısmını nikâhı kendisine ebediyen ha­ram olan annesi gibi birinin vücuduna benzetip, meselâ ona "Sen bana annemin sırtı gibi ol" di­yerek kefareti ödeyinceye kadar karısına yanaşmasının haram olması haline denir. (Çeviren)

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/37-39.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/40.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/40.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/40-41

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/41.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/41-42.

[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/43.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/44.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/44.

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/44-45.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/45.

[142] Yani yardımlaşma hususunda biz tek bir şeyiz. Biz sizin için, siz de bizim için öfkelenirsi­niz.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/45-47.

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/47-48.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/49.

[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/49-50.

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/50.

[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/50-51.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/51.

[150] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 11/189.

[151] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/424.

[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/51-55.

[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/55-57.

[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/58.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/59.

[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/59-60.

[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/60.

[158] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/428.

[159] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/429.

[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/60-65.

[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/65-67.

[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/68.

[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/68.

[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/68-69.

[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/69.

[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/69-71.

[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/71-72.

[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/73-74.

[169] Kurtubî, V/193.

[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/74.

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/75.

[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/75-76.

[173] Derecesi Zayıf tır.

[174] Müslim'in Sefîne'den naklettiği şu hadis de bunu teyit eder: "Hz. Peygamber (s.a.) yıka­nırken bir sa' su, abdest alırken bir müd su kullanırdı."

[175] "Bi'r-i Cemel" deve kuyusu demek olup Medine yakınında bir yerdir.

[176] Kurtubi, V/220.

[177] İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Şüphesiz Allah Teâlâ haya sahibidir, kerimdir; "lems (=dokun-mak)" kelimesi ile cima (cinsî ilişki)den kinaye yoluyla bahsederek iffet cihetini gözetmiştir.

[178] İmam Ahmed, Müslim ve Nesevi Huzeyfe'den rivayet etmişlerdir.

[179] Hâkim, Derekutni ve Beyhaki tahric etmişlerdir. İbni Ömer'e mevkuftur.

[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/76-83.

[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/84.

[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/84.

[183] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/84-85.

[184] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 89.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/85.

[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/86.

[186] el-Bahru'l-Muhît, III/264.

[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/86-88.

[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/88-89.

[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/90.

[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/90-91.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/91.

[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/91-92

[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/92-93.

[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/94.

[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/94.

[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/94.

[197] Tirmizî, hasen-garip hadistir, demiştir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/95.

[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/95-96.

[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/97-98.

[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/98.

[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/98-100.

[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/100-102.

[203] "Süriyye" hususi ve yerleştirilmiş cariye demek olup "sir" (gizlilik) kelimesi ile ilgilidir. Genellikle hür olan eşlerin gözünden ırak tutuldukları için onlara bu isim verilmiştir.

[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/102-105.

[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/106.

[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/106-107.

[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/107.

[208] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/107-108.

[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/108.

[210] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/109.

[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/109.

[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/110.

[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/110-111.

[214] İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/452.

[215] Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Adiyy, Taberî, Dârimî ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.

[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/111-114.

[217] Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî İbni Ömer'den rivayet etmiştir.

[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/115-117.

[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/118.

[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/118-119.

[221] Vahidî, Esbâbü'n-Nüzul,  s. 93; Kurtubî, III/263.

[222] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/119-120.

[223] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/120.

[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/120-122.

[225] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/122-123.

[226] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/124.

[227] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/124-125.

[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/125.

[229] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/125.

[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/125-126.

[231] İbnü'l-Arabi, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1/456.

[232] Kurtubî, IV/267.

[233] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/126-128.