Rahman
ve Rahim olan Allah'ın adıyla
(Kur'an-ı
Kerim'in 4. suresi olup Medine'de inmiştir.)
Buharî
Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Nisa suresi, şüphesiz
ben, Resulullah (s.a.)'ın yanında iken nazil olmuştur."
Hz. Aişe'nin Resulullah
(s.a.) ile birlikte evlilik hayatı hicretin birinci yılı Şevval ayında
başlamıştır.
[1]
Bu
sureye "Büyük Nisa Suresi" adı verilmiştir. Buna sebep ise bu surede
kadınlar ile ilgili hükümlerin çokluğudur. Buna karşılık Talâk suresine ise
"Kısa Nisa Suresi" adı verilmiştir.
[2]
Her
iki sureyi birbirine bağlayan bir takım benzerlikler ve bağlar vardır. Bunların
önemli olanlarını şöylece sayabiliriz:
1- Âl-i İmran suresi müminlere takvayı emrederek sona ererken, bu surenin
aynı emri bütün insanlara vererek başlaması.
2- Âl-i İmran suresinde Uhud gazası hakkında 60 ayet-i kerime nazil olmakla
birlikte, bu surede de aynı konuda, "Size ne oluyor ki münafıklar hakkında
iki zümreye ayrıldınız..." (Nisa, 4/88) ayeti nazil olmuştur.
3-
Âl-i İmran suresinde Hamrâül-Esed gazvesi ile ilgili olarak, "Yaralandıktan
sonra yine Allah'ın ve peygamberin çağrısına koşanlar..." (Âl-i İmran,
171, 172. ayetler) buyruğunun nüzulünden sonra, aynı gaza ile ilgili olarak bu
surede "O kavmi aramakta gevşeklik göstermeyin." (Nisa, 4/104)
ayetinin nazil olması...
[3]
Bu
sure küçük aile ile ilgili hükümlerden söz ettiği gibi, büyük aile olan İslâm
toplumu ve bu toplumun insanlık toplumu ile ilgili hükümlerine dair açıklamalar
da ihtiva etmektedir. Göz kamaştırıcı bir şekilde bütün insanların tek bir
candan var olduklarını açıklamak suretiyle insanlığın asıl menşeinin birliğini
açıklamakta ve kişinin kendisi hakkında, başkası hakkında, gizli ve açık
durumlarda Allah'tan korkmasını emretmek suretiyle genel toplumsal ilişkileri
gözetim altında tutmaktadır.
Sure
uzun uzadıya kız çocuklar ve hanım olarak kadına dair hükümleri söz konusu
ettiği gibi, bunların malî sorumluluğu bakımından -kocası dahi olsa- erkekten
bağımsız ve mükemmel bir ehliyete sahip olduğunu açıklamaktadır. Aile
içerisinde mehir, nafaka, güzel geçim gibi evlilik haklarından, babasının
yahut kocasının terekesinden hak ettiği mirastan söz etmektedir. Evliliğe dair
hükümleri, evlilik ilişkilerine dair kutsamaları, mahremiyet ve sıhrî akrabalık
bağını, eşler arasındaki anlaşmazlıkları çözüme bağlama keyfiyetini, nikâh
akdi ile ilgili ısrarı açıklamaktadır. Ayrıca erkeğin aile reisi olmasının
se-bebinir bunun müstebitçe bir yetki olmayıp bir yük olduğunu ve bu küçük kurumun
işlerinin yürütülmesi için bir yükümlülük, bir sorumluluk olduğunu
açıklamaktadır.
Daha
sonra toplumsal bağların ölçüsünü, onların karşılıklı öğütleşme, dayanışma,
merhamet, yardımlaşma esasları üzerinde -ümmet binasının güçlendirilmesi için-
kurulduğunu beyan etmektedir.
Bu
toplumun sair toplumlarla, sair cemaat yahut devletlerle eşit bir şekilde
ilişki türlerini mükemmel bir şekilde ortaya koymaktadır. Devletler arası ahlâk
ve ilişkileri, savaş ve barışa dair bir takım hükümleri belirlemektedir. Kitap
Ehli'ne karşı delil getirip onlarla tartışmanın bazı yönlerini ve buna bağlı
olarak münafıklar etrafında odaklaştınlan bir takım hamleleri gözler önüne
sermektedir. Bütün bunlar İslâm ülkesinde faziletli bir toplumu ortaya koymak,
onu akide sapıklığından arındırıp arı duru, aklın kavrayabildiği tevhid
akidesinden, aklî ikna ve ruhî huzur alanından alabildiğine uzak ve karmaşık
Hristiyanî teslis düşüncesine doğru sapmaktan kurtarmak içindir. Nitekim bu
teslis akidesi ile ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık
(Allah) üçtür, demeyin. Bundan sakının. Hakkınızda hayırlı olur. Allah ancak
tek bir ilâhtır." (Nisa, 4/171).
[4]
Hâkim
Müstedrek'inde Abdurrahman b. Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini
nakletmektedir: Nisa suresinde beş ayet-i kerime vardır ki onları dünyaya ve
dünyadaki her şeye değişmem. Bunlar, "Şüphesiz Allah zerre ağırlığı kadar
zulmetmez." (Nisa, 4/40); "Eğer nehyolunduğunuz büyük günahlardan
kaçınırsanız..." (Nisa, 4/31); "Şüphesiz Allah kendisine ortak
koşulmasını bağışlamaz ondan başkasının dilediği kimselere mağfiret eder."
(Nisa, 4/48 ile 116); "Eğer onlar nefislerine zulmettikleri vakit sana
gelip de Allah'tan mağfiret dile-selerdi..." (Nisa, 4/64) ayetleridir.
Daha sonra da Hâkim der ki: "Eğer Abdurrahman babasından (Abdullah b.
Mes'ud) hadis dinlemiş ise, bu isnadı sahih bir rivayettir." Ancak bu
hususta farklı görüşler vardır. Abdürrezzak ve İbni Cerir et-Taberî'nin İbni
Mes'ud'dan buna yakın ifadeler ile naklettikleri de bunu desteklemektedir.
[5]
1-
Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da zevcesini var eden ve her
ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının ve O'nun
adı ile birbirinizden dilek-Hıılıı iı^ığımın: Allah'tan sakının. Akrabalık
(bağlarını koparmak)tan da (sakının). Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir
gözeüeyicidir.
"Akrabalık
(bağlarını koparmakjtan da" buyruğu Yüce Allah'ın adına atfe-dilmiştir,
takdiri şöyledir: Allah'tan ve akrabalık bağlarını kesmekten korkunuz.
[6]
"Erkekler
ve kadınlar" buyruğunda tıbâk; "bir çok erkekler ve kadınlar"
buyruğunda da îcaz vardır. Çünkü bir çok erkekler ve bir çok kadınlar,
demektir.
[7]
"İnsanlar
(en-nâs)", beşer cinsinin adıdır. Kelimenin teklik şekli onun lafzından
olmayarak "inşân" şeklinde gelir. "Sizi tek bir nefisten"
Adem'den "yaratan, ondan da zevcesini var eden" Havva'yı sol kaburga
kemiklerinden birisinden yaratan..." "Her ikisinden" Adem ve
Havva'dan tenasül ve doğum yoluyla "bir çok erkekler ve kadınlar türeten
Rabbinizden sakının." Yani O'na itaat etmek suretiyle cezasından sakının.
"Birbirinizden
dileklerde bulunduğunuz" yani sizden birinizin ötekine, "Allah adına
senden bu işi yapmanı istiyorum, Allah adına senden istiyorum, Allah aşkına
yap..." demesi gibi. "Allah'tan sakının. Akrabalık (bağlarını koparmakjtan
da." Burada akrabalık bağı anlamına gelen "el-erhâm", Rahim kelimesinin
çokluk şeklidir. Burada baba veya anne tarafından olan akrabalık
kastedilmektedir. Siz akrabalık bağını kesmekten sakınınız, demektir.
"Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir." (yani)
yaptıklarınızı görüp gözeten. "Amellerinizi koruyan, tespit eden ve
onların karşılığını size veren" demektir. Yüce Allah ezelden ebede kadar
bu sıfata sahiptir. O bütün âlemin her bir şeyine muttalidir, onu koruyup
tespit edendir.
[8]
Yüce
Allah akıl sahibi olan insanlara, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmadan, onu
tevhid ederek ibadet etmek ve kul hakları ile ilişkisi bulunan bütün emirlere
uyma ve bütün yasaklardan kaçınma emrini vermekte ve bu emirleri yerine
getirmeye sevk edecek şekilde takva emrini bir defa daha pekiştirmektedir.
Bunu ise nimetleriyle onları besleyip büyüten, ihsan ve lütuflannı onlara bol
bol veren kendisinin Rububiyyetini.muhataplara (Rabbiniz diye) izafe edip
hatırlatmakla tekit etmektedir. Daha sonra ikinci olarak takva emri verilirken
Yüce Allah lafzı bir defa daha zikredilmektedir. Çünkü Yüce Allah'ın adı heybet
ve celâlin özel adıdır. Arkasından onların yaratıcısı olduğu hatırlatılmakta ve
kendilerini tek bir nefisten yaratma kudretine dikkatleri çekmektedir. Onlar
tek bir asıldan gelmişlerdir. Hepsi Adem'dendirler, Adem ise topraktandır. Yüce
Allah bu candan eşini yarattı ve erkek ve dişi bütün insanlar da her ikisinden
üreyip türedi. Bu zürriyet arasında Yüce Allah akrabalık ve kan bağı esasları
üzerinde kurulan aile bağını ortaya çıkardı. Bu bağlar onları birbirlerine
merhametli davranmaya, birbirleriyle dayanışmaya sevk eder. İşte bütün bunlar
takvayı gerektiren, Allah'ın cezasından sakındıran göz kamaştırıcı ilâhî
kudretin delilidir. Nitekim akrabalık nimeti de şükür vazifesini yerine getirmek
ve böyle bir nimeti itiraf etmek üzere takva sahibi olmayı gerektirir. Çünkü
akrabalık bir destek, bir ilişki, karşılıklı bir sevgi, atıfet ve muhabbettir
ki, insana mutluluk duygusu verir, toplum içerisinde manevî güç kaynağı olur.
Kişi ailesinin sevinci ile sevinir, kederi ile kederlenir. Nitekim Ahmet ve
Hâ-kim'in el-Misver'den rivayetine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Fatı-ma benden bir parçadır. Onu üzen şey beni de üzer, onu sevindiren
şey beni de sevindirir..."
İnsanın
kendisine aslını hatırlatmakta insanî sınırlara bağlı kalmanın gereğine
delâlet vardır. İnsanın hoşuna gitsin yahut gitmesin, bir diğer insanın kardeşi
olduğuna, kardeşliğin ise barış içinde yaşamayı, yardımlaşmayı, savaşı,
düşmanlığı ve bağlan koparmayı bir kenara atmayı gerektirdiğine işarettir.
İlim
adamlarının cumhurunun görüşüne göre tek bir candan kasıt, insanlığın babası
olan Adem (a.s.)'dir. Onlar, Hz. Adem dışında "tek bir can* diye nitelenecek
kimsenin olmadığını kabul ederler. Ondan önce bir takım Ademlerin varlığını
iddia edenlere gelince, bu iddia Kur'an-ı Kerim'in zahir ifadeleriyle çatışmaktadır.
Eşinden
kasıt da Havva'dır. Havva Hz. Adem'in sol kaburga kemiğinden uykuda bulunduğu
sırada yaratılmıştır. Hz. Adem uyanıp da Havva'yı gördüğünde onu beğenmiş ve
karşılıklı birbirlerine yakınlık duymuşlardı. Buna delil ise Buharî ile
Müslim'de yer alan sahih hadistir. Buna göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz. Çünkü kadınlar
bir kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. Kaburga kemiğinde en eğri olan kısım
ise onun üst tarafıdır. Sen onu düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın. Olduğu
gibi bırakırsan eğri kalmaya devam eder."
Ebu
Müslim el-Isfahânî gibi bazı ilim adamlarının görüşüne göre ise maksat,
"o canın cinsinden onun eşini de yaratmıştır" şeklindedir. Her ikisi
de buna göre tek bir cinstir ve aynı tabiattır. Diğer taraftan eşinin kaburga
kemiğinden yaratılmasının faydası nedir? Çünkü Yüce Allah Adem'i topraktan
yarattığı gibi, onu da ayrıca yaratmaya kadirdir. Ebu Müslim buna delil olarak
Yüce Allah'ın şu buyruklarını göstermektedir: "Sizin için nefsinizden
kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratmış olması da O'nun
ayetlerindendir." (Rûm, 30/21). Burada "nefsinizden" buyruğundan
kasıt sizin cinsinizdendir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Ümmîler arasında kendilerinden bir rasul gönderen O'dur." (Cuma
62/2). Yine burada kasıt onların cinsidir. Şu buyruk da böyledir:
"Andolsun ki size kendi nefislerinizden bir peygamber gelmiştir."
(Tevbe, 9/128).
Ancak
Ebu Müslim'e az önce geçen sahih hadisin delâletine aykırı iddiada bulunduğu
belirtilerek cevap verilmektedir. Buna göre böyle bir yaratmadaki hikmet Yüce
Allah'ın canlıdan -doğum yoluyla değil de- canlı yaratmaya, tıpkı cansızdan bir
canlı yaratmaya kadir olduğunu ortaya çıkartmaktır.
Daha
sonra Yüce Allah insan türünün çoğalma yolunu açıklamakta ve Adem ile Havva'dan
insan cinsinin iki türünü etrafa yayıp dağıttığını söz konusu etmektedir. Bu
iki tür ise yeryüzünde yerleşen, orayı imar eden ve her ikisinden dallanıp
budaklanan erkek ve dişilerdir.
Daha
sonra Yüce Allah az önce sözü geçen takva emrini, insanların ihtiyaçlarını
karşılamak üzere Allah adına birbirlerinden isteklerde bulunmaları yolunu
hatırlatarak pekiştirmektedir. Allah adına bu şekilde bir şeyler istemeleri
O'na imanın ve O'nu tazimin delilidir. Kişi, "Allah adına bu ihtiyacımı
vermeni istiyorum" derken bunun kabul edilmesini umarak istekte bulunur.
Böyle bir söz Yüce Allah'ın emirlerine uymayı gerektiren hususlar arasındadır.
Buna uyan kimse ise Allah'tan korkar, O'nun emirlerine aylan hareket etmekten
sakınır, yasaklarından uzak durur.
Allah'tan
korkmak gerektiği gibi akrabalık bağlarını kesmekten korkmak da icap eder. Yani
adını tazim ettiğiniz ve onun adı ile birbirinizden bir şeyler istediğiniz
Allah'tan da, akrabalık bağını koparmaktan da korkunuz. Yani sevgi ve iyilikle
bu bağları birleştiriniz, onları koparmayınız. Çünkü onları koparmak,
sakınılması gereken bir husustur.
Daha
sonra Yüce Allah her şeye muttali olduğunu, her bir işi, her bir durumu tespit
edip gözetlediğini bildirerek ayet-i kerimeyi sona erdirmektedir. O bakımdan
Yüce Allah ancak bizim korunmamıza yarayacak, menfaatimize olacak şeyleri
teşrî buyurur. O hallerimizi çok iyi görendir. İşte bu ifade takva emrinin
verilmesinin ve bu emre riayet etme gereğinin bir gerekçesi gibidir. Ayetin
sonundaki bu buyruk, Yüce Allah'ın, "Allah her bir şeye tanıktır"
(Mücadele, 58/6) buyruğunu andırmaktadır.
[9]
Bu
ayet-i kerime pek çok hükme dikkatimizi çekmektedir:
1- Emrolunanlan yerine getirmek, yasak kılınanlardan da uzak durmaktan
ibaret olan takvaya bağlı kalmak gerekir. Takvayı teşvik etmek üzere Yüce Allah
bu emrini pekiştirmekte ve bunun için önce "Rab" lafzını kullanmaktadır.
Bu kelime ise terbiyeye (besleyip büyütmeye), nimet ve ihsanlara delâlet
etmektedir. Daha sonra takvanın dışına çıkmaktan korkutmak kasdıyla "Allah"
lafza-i celâlinin kullanıldığını görüyoruz. Bu ise ilâhî heybet ve celâli göstermektedir.
Bu da Yüce Allah'ın, "Rağbet ederek ve korkarak bize dua ediyorlardı."
(Enbiya, 21/90) buyruğunun ifadesidir. Bu ise Yüce Allah'a imana ve O'nu tazime
delâlet eden bir davranış olan kişinin kalbini meylettirmek üzere Allah adına
dilekte bulunmayı ifade etmektedir. Allah'ın gözetimini ve insanların bütün
hal ve davranışlarına muttali olduğunu ifade eden diğer pekiştiriri hususları
da bunlara eklemek gerekir. Bütün bunlar ise takva sahibi olmayı, isyanda
bulunmamayı, emir ve yasaklara aykırı davranıştan uzak durmayı gerektiren
şeyler arasındadır.
2- İnsanlığın tek bir asıldan, tek bir menşeden oluşu. Onların babaları
Adem'dir, Adem ise topraktandır. İşte tek bir nefis, tek can odur. Onun bir olması
ise insanlık ailesinin karşılıklı merhametleşen, dayanışan, sevişen, birbirine
düşmanlık göstermeyen, adalette bulunan, ilişkilerini koparmayan bir topluluk
olmasını gerektirir.
3- Tek bir candan kasıt, insanlığın atası Hz.Adem (a.s.)'dir. Burada candan
maksat, cisim ve ruhtur. Cismin yahut cesedin maddî, organik bir takım
görevleri olduğu gibi, nefsin de ruhî ve manevî bir takım görevleri vardır.
Ayrıca akletme, koruma ve hatırlatma gibi hissedilir etkileri de vardır.
İslâm
alimleri nefsin yahut ruhun gerçek mahiyeti hakkında farklı iki görüşe
sahiptirler. Bir görüşe göre nefis veya ruh, hayatta kaldığı sürede cisimde
arız olan bir haldir. Daha meşhur olan görüş ise ruh nuranî, ulvî, hafif,
canlı, hareket eden, azaların güçlerine, özlerine nüfuz eden ve suyun bitkiler
içerisinde yayılması gibi bu azalara yayılan, cisimden ayrı ve hayat halinde
de onunla içice olan bir varlıktır,
Medenî
olmakla birlikte surenin "ey insanlar" diye başlaması beraat-i
is-tihlâldir. Çünkü surede evlilik, evlilik hakları ve miras ile ilgili
hükümler yer aldığı gibi, sihri akrabalık, süt akrabalığı ve bunların dışında
kalan insanî bağlara dair hükümler de vardır. Çoğunlukla rastlanılan ise
şudur: Eğer "ey insanlar" hitabıyla başlanır ve hitap yalnızca kâfirlere
yahut da onlarla birlikte başkalarına olursa, çoğunlukla görülen bu hitabın
akabinde vahdaniyet ve ru-bubiyetin delillerinin zikredildiğidir. Şayet hitap
yalnızca müminlere yönelik ise bunun akabinde bir takım nimetlerden söz edilir.
4- Kadın, erkeğin hakikî bir parçasıdır. Ondan yaratılmıştır ve ona
döner. Her birisi onunla ünsiyet bulur. Ona alışır, ona ısınır, bağlanır. Kadın
ister anne, ister kızkardeş, ister kız, isterse de eş olsun, bütün bunlar
hayat yolculuğunda erkek ile kadın arasında yardımlaşmanın devamlılığını
gerektiren hususlardır. Erkeklik ve dişilik özelliklerinin varlığı kâinatın
mükemmelliğine delâlettir; erkek ve dişinin insan türünün bekasının kaynağı
olduğunu belgelemektedir. Nitekim ayet-i kerimede, "Ve her ikisinden bir
çok erkekler ve kadınlar türeten..." diye buyurulmaktadır.
5- Yüce Allah'ın adı ile istekte bulunmak caizdir. Ahmed, Ebu Davud,
Ne-saî ve başkalarının rivayetine göre İbni Ömer şöyle demiştir: Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Allah adına sizlerden bir şey isteyene veriniz."
6- Akrabalık bağının, akrabalık hakkının tazimi ve akrabalık bağlarını
kesme yasağının pekiştirilmesi. Bu akrabalık ister baba ister anne tarafından
olsun fark eden bir şey yoktur. Çünkü Yüce Allah burada akrabalık bağını kendi
ismiyle birlikte zikretmiş, bir başka ayet-i kerimede de akrabalık bağını kesmekten
şöylece sakındırmıştır: "Sizden beklenen, siz yönetimi elinize alırsanız,
yeryüzünde fesat çıkartmak ve akrabalık bağlarınızı paramparça etmek değil
midir?" (Muhammed, 47/22) Burada da akrabalık bağını kesmeyi yeryüzünde
fesat çıkartmakla birlikte zikretmiştir.
Müslümanlar
sıla-i rahimin (akrabalık bağlarını gözetmenin) farz, bu bağı kesmenin haram
olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Resulullah (s.a.)'ın, "Annemin
haklarını gözeteyim mi?" diye soran Hz. Esma'ya, "Evet, annenin akrabalık
hakkını gözet" dediği sahih rivayetle sabit olmuştur. Bu şekilde Hz. Peygamber
Hz. Esma'ya henüz kâfir ve müşrik olan annesinin akrabalık haklarını
gözetmesini emretmiştir. Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yüce Allah mahlûkatı yarattı.
Nihayet yaratmayı bitirince rahim (akrabalık bağı) kalkıp şöyle geldi: "Benim
bu duruşum koparılmaktan sana sığınanın duruşudur." Yüce Allah şöyle buyurdu:
"Senin bağını gözeteni gözetmeme, senin bağını koparanı da koparmama razı
olmaz mısın?" Rahim, "Razı oldum" deyince, Yüce Allah, "Ben
bunu sana veriyorum"diye buyurdu."
Burada
geçen "rahim = akrabalık" kızkardeş, teyze gibi mahrem olanıyla amca
oğlu gibi böyle olmayanlar arasında herhangi bir fark söz konusu olmaksızın
bütün akrabaları kapsayan bir isimdir.
Yine
ayet-i kerime İbrahim en-Nehaî, Katâde, A'meş ve Hamza'nın kıraeti-ne göre
akrabalık bağı adına istekte bulunmanın caiz oluşuna delildir. Bunlar bu
kelimeyi (el-erhâmi) şeklinde esreli okurlar. Ancak böyle bir istekte bulunmakta,
Allah'tan başkasının adına yemin söz konusu değildir. Çünkü kişinin arkadaşına,
"Akrabalık hakkı için senden bunu yapmanı istiyorum" demesinden
kasıt, yalnızca onun atıfetini celbetmek ve isteğini pekiştirmekten ibarettir.
Bu bir yemin değildir. Dolayısıyla Buharî ile Müslim'de yer alan Hz. Peygamberin
şu hadisindeki yasağın kapsamına girmez: "Her kim yemin edecekse ya Allah
adına yemin etsin yahut sussun."
7- Yüce Allah'ın, "Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir
gözetleyicidir" buyruğu O'nun gizli ve açık her halde gözetleyiciliğini
göstermektedir. Bu insanın her şeyi gözeten Allah'ın gözetimi altında olduğunu
unutmamasına dair bir emir ve bir irşattır. Bundan dolayı Yüce Allah insanların
aslının tek bir baba ve tek bir anneden olduğunu hatırlatmaktadır. Böylelikle
onlar birbirlerine karşı şefkat göstersinler ve aralarındaki zayıflara
merhamette bulunmayı teşvik etsinler. Müslim'in Sahih'inde Cerîr b. Abdullah
el-Becelî'den gelen rivayete göre Resulullah (s.a.)'ın huzuruna Mudarhlardan
malum kafile gelince -onlar yiyecek bir şey bulamadıklarından ve
fakirliklerinden dolayı çizgili Yemen elbiselerini kesip üzerlerine
geçirmişlerdi- öğlen namazından sonra kalkıp cemaate bir hutbe irat etti.
Hutbesinde: "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da
zevcesini var eden... Rabbinizden sakının" ayetini sonuna kadar okudu;
sonra buyurdu ki: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve her bir nefis
yarına neleri önden gönderdiğine bir baksın." (Haşr, 59/18). Daha sonra da
onları sadaka vermeye teşvik ederek şöyle buyurdu: "Kişi dinarından,
dirheminden, bir sâ' buğdayından, bir sâ' hurmasından tasaddukta
bulunur..." Hadisi bu şekilde Ahmed ve Sünen sahipleri, İbni Mes'ud'dan da
rivayet etmişlerdir.
[10]
2-
Yetimlere de mallanın verin. Temizi
murdara değişmeyin ve onların malla- ku bu büyük bir günahtır.
"Yetimlere
mallarını verin." Önceki durumu nazarı itibara alarak yapılmış mecaz-ı
mürseldir. Yani daha önceden yetim olan kimselere mallarını verin.
"Temizi
murdara değişmeyin." Burada temiz ile murdar kelimeleri arasında tıbâk
vardır.
[11]
"Yetimler
= el-yetemâ," yetim kelimesinin çokluk şeklidir. Babası ölmüş kimseye
denir. Şer*an ve örfen bulûğ yaşından küçük olanlara hastır. Burada kasıt
babaları olmayan küçüklere bulûğa erdikleri takdirde "mallarını
verin" şeklindedir. "Temizi" helâl olanı "murdara"
haram olana "değişmeyin" yani sizler helâl ve temiz olan yerine
haram bir mal almayın. Meselâ, yetimin malından güzel olanı alıp sizin
malınızdan adi olanı onun yerine koymanız gibi.
"Onların
mallarını mallarınıza katarak yemeyin." Mallarını mallarınıza eklemeyin.
"Çünkü bu" yani onların mallarını yemek "büyük bir
günahtır." Büyük bir günah, büyük bir vebaldir.
[12]
Mukâtil
ve el-Kelbî der ki: Bu ayet-i kerime Gatafanlı bir adam hakkında nazil
olmuştur. Bu kişinin yanında çokça malı bulunan ve kardeşinin oğlu olan yetim
bir çocuk vardı. Bu çocuk bulûğ yaşına gelince malını istedi. Amcası malı ona
vermek istemedi. Peygamber (s.a.)'in yanına gidip davalaştılar. Bunun üzerine
bu ayet-i kerime nazil oldu. Amca bu ayet-i kerimeyi işitince, "Allah ve
Ra-sulüne itaat ettik, biz pek büyük günahtan Allah'a sığınırız" dedi ve
çocuğa malını verdi. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte her kim
nefsinin cimriliğinden korunur ise ve bu şekilde cimriliğinden vazgeçip geri
dönerse o güzel yurduna yerleşir." Yani cennetine konaklar. Delikanlı
(amcasından) malını alınca Allah yolunda infak etti. Peygamber (s.a.) de şöyle
buyurdu: "Ecir sabit oldu, günah kaldı." Ey Allah'ın Rasulü,
dediler, ecrin sabit olduğunun ne anlama geldiğini bildik. O Allah yolunda
infak ettiği halde günah nasıl olur da olduğu gibi kalır? Resulullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "Delikanlı için ecir sabit oldu, babası aleyhine ise günah
kaldı."
[13]
Ayet-i
kerimenin konusu: Yüce Allah ergenlik yaşına geldikleri takdirde yetimlere
mallarının tam ve eksiksiz olarak verilmesini emretmekte, mallarım vasilerin
kendi mallarına katmalarını yasaklamaktadır. Hitap, mal ellerinde yetimler de
yanlarında bulunduğu sürece vasilere yöneliktir.
İşte
bu, takvanın değişik hallerinin açıklanmasının bir başlangıcıdır. Takvanın
başı ise -Yüce Allah sıla-i rahimi ve akrabalık bağını hatırlattıktan sonra-
zayıf ve güçsüz yetimlerin mallarını korumaktır.
Anlamı
şudur: Ey yetimlerin vasileri olanlar! Ergenlik yaşına geldikten sonra
yetimlere mallarını tam ve eksiksiz olarak veriniz. Onlar küçüken har-*
camalannı mallarından yapınız. Onların mallarından herhangi bir şeyi kendi
mallarınıza katmayınız. Burada, malları telef eden diğer tasarruflar ve çeşitli
yararlanma yollarını ifade etmek üzere "yemek" tabirini kullandı. Çünkü
tasarrufların pek çoğu yemek için yapılır. Yüce Allah'ın, "(ilâ) = e,
a" harf-i çeri burada "ile birlikte" ya da gerçek manasına
kullanılmış olabilir. Yani onların mallarını yemek hususunda kendi mallarınıza
katmayın, eklemeyin. Çünkü sizler ne yapacak olursanız Allah'ın lütfuyla
kazanmış olduğunuz kendi malınız olan helâl bir şeyi, yetimlerin malları olup
sizin için haram olana değişmiş olursunuz. Böyle bir yemek büyük bir günah,
büyük bir vebaldir. Rivayet edildiğine göre onlar -İslâm'dan veya bu ayetin
nüzulünden-önceleri zayıf koyun verir, yerine semiz bir koyun alırlardı. Böyle
davranmaları yasaklandı.
Yetim,
mutlak olarak babası ölmüş kimseye denir. Fakat önceden de açıklandığı gibi
şeriat ve örfte bu tahsis edilmiş bulunmaktadır. Çünkü Resulullah (s.a.) -Ebu
Davud'un Ali (r.a.)'den rivayetine göre- şöyle buyurmuştur: "Ergenlik
yaşından sonra yetimlik olmaz."
Ayet-i
kerime yetimlere mallarının verilmesi hususunda zahiri üzeredir ve ergenlik
yaşına gelmeden önce mallarının onlara verilmemesi anlamında değildir. Burada
yetimlere mallarının verilmesi mecaz yoluyla o mallara kötü bir maksatla el
uzatmadan onları sağ salim sahibine bırakmak demektir. Buna delil ise sonraki,
"Yetimleri ... deneyin." (Nisa, 4/6) ayetidir. Yani ergenlik yaşma
geldikleri vakit mallarını teslim alabilecek durumda olup olmadıklarını deneyiniz.
Bu ayet-i kerime ergenlik ve reşitliğin gerçekleşmesi halinde fiilen mallarının
yetimlere teslim edilmesine bir teşviktir. "Yetimlere de mallarını
verin" ayeti ise ergenlik yaşma gelip reşit oldukları vakit mallarının
kendilerine teslim edilmesi için yetimlerin mallarının korunmasını teşvik
etmektedir.
Fakat
daha uygun olan "verme"nin gerçek anlamı ile kullanılmış olmasıdır
ki, bu da fiilen vermek demektir. Buna göre "yetimler" kelimesi ise
daha önceki durumları nazarı itibara alınarak kullanılmış mecazî bir tabirdir.
Bu şekilde yetimlik tabirinin kullanılmasının sebebi küçüklükleri üzerinden
fazla bir zaman geçmeden mallarını kendilerine vermekte eli çabuk tutup acele
etmenin vücubuna işaret etmektir. Çünkü yetimlik zayıflıktır. Bu ise
merhameti, iffeti gerektirir. Adeta yetim adı ergenlikten sonra da devam ediyor
gibi bir intiba verilmiştir. Usûl-i fıkıhta bu gibi anlatımlara nassın işareti
adı verilir.
[14]
Mücahid
der ki: Bu ayet-i kerime, infakta malları karıştırmayı yasaklamaktadır.
Araplar kendi nafakalarım yetimlerin nafakalarına karıştırırlardı. Böyle
yapmaları onlara yasaklandı. Daha sonra bu Yüce Allah'ın, "Şayet onlarla
bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir." (Bakara, 2/220)
buyruğu ile neshedildi.
Ayet-i
kerimeden kasıt, yetimlere yetim iken mallarının verilmesi değildir. Böyle olsa
idi malları zayi olmakla karşı karşıya kalırdı. Mallarının onlara bulûğdan
ve'reşit olduklarının anlaşılmasından sonra verilmesi icap eder. Bu ise bir
sonraki ayet-i kerime ile amelin bir gereğidir: "Yetimleri nikâha
erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir reşittik görürseniz mallarını
onlara teslim edin." (Nisa, 4/6) Hanefî mezhebine mensup el-Cassâs er-Râzî
der ki: Yüce Allah, "Yetimlere de mallarını verin" buyruğunda rüşd
karinesi olmaksızın malın onlara verilmesinin vücubunu mutlak olarak zikretti.
Birisi, hükmün vücubunu gerektirmeye dair bir karine ihtiva eder şekilde hususi
olmak üzere diğeri ise, bir karine ihtiva etmeksizin umumi olmak üzere iki
ayeti kerime varit «lup her ikisini ifade ettikleri manaya uygun olarak
değerlendirmek mümkün olduğu takdirde; bizim bu iki ayetten yalnızca bir
tanesinin ifade ettiği manayı alıp onunla yetinmemiz, diğerinin ifade ettiği
manayı ise nazarı itibara almamız caiz olmaz.
el-Cessâs
daha sonra Ebu Hanife'nin şu görüşünü kaydetmektedir: Ebu Hanife'nin görüşüne
göre yetim durumu ne olursa olsun 25 yaşma geldiği takdirde malın kendisine
teslim edilmesi vaciptir. 25 yaşına geldiği halde onun re-şitliği tespit
edilemezse yine de malının ona verilmesi icap eder. Çünkü Yüce Allah,
"Yetimlere de mallarını verin" buyurmuştur. Yetim 25 yaşına geldikten
sonra bu buyruğun muktezasına ve zahirine göre alıp değerlendirir. Yetimin reşitliğini
görmedikçe malını ona teslim etmez. Çünkü ilim adamları bu yaşa gelmeden önce
reşitliğin anlaşılmasını, ona malın teslim edilmesinin vücubu için şart
olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.
[15]
Ebu
Hanife der ki: Kişi reşitliğine ulaştığı takdirde (25 yaşında) dede olabilir.
Dede olabilecek yaşa geldiğine göre yetim olduğu sebep gösterilerek ve yetimlik
adı altında malının ona verilmemesi nasıl doğru olabilir? Bu çok uzak bir
ihtimal değil midir?
Îbnül-Arabî
ise bu görüşü reddederek şöyle demektedir: 25 yaş hükmünü getirmenin
açıklanabilir bir tarafı yoktur. Özellikle Ebu Hanife miktar tespitlerinin
kıyas yoluyla sabit olmayacağı görüşündedir. Böyle bir şey ancak nastan
öğrenilebilir. Bu meselede ise nas da, hiç bir yönüyle söylenmiş bir söz de yoktur;
naslann manası da bunun lehine tanıklık etmemektedir.[16]
Hülâsa
ayet-i kerime iki hususa delâlet etmektedir:
1- Malları idare edebilecek ehliyetin bulunması halinde yetimlere mallarını
ödemenin vacip oluşu.
2- Bütün faydalanma yolları -yetimin mallarını yemek bunlardan
birisidir-haramdır ve büyük günahlar arasında yer alır. İhtiyaç halinde olması
ise müstesnadır. Bu da daha sonra gelecek şu ayet-i kerimenin bir gereğidir:
"Kim
zengin ise iffetli davransın, kim de fakir ise örfe göre yesin." (Nisa,
4/6).
[17]
3-
Eğer yetim kızlar hakkında adaletli davranamayacağmızdan korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın. Şayet
adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o zaman bir yahut sahibi olduğunuz
cariye (ile yetinin). Bu, sizin haksızlık yapmamanıza daha ya- kındır.
4-
Kadınların mehirlerini hoşnutlukla ve bir bağış olarak verin. Bununla beraber
gönül hoşluğu ile ondan size bir kısmını bağışlarlarsa onu da içinize sindire
sindire yiyin.
"Eğer
yetim kızlar hakkında" yani yetim kızları nikahlamak hususunda...
"onu... yiyin" buyruğunda hitap ya velilere yahut da eşleredir.
[18]
"Eğer
yetim kızlar hakkında adaletli davranamayacağmızdan" yani adalet yapıp
zulme meyletmeyeceğinizden. Ayet-i kerimede geçen "kist" adalet demektir.
Yüce Allah'ın, "Kist yapınız, muhakkak Allah kist yapanları sever."
(Hucu-rât, 49/9) buyruğu gibi. Kist aslında zulmetmek anlamındadır. Yüce
Allah'ın, "Kasıtlara gelince, onlar da cehennemin odunudurlar." (Cin,
72/157) buyruğunda bu anlamda kullanılmıştır.
"Adaletli
davranamayacağmızdan korkarsanız size helâl olan kadınlardan" yani
onlardan kalbinizin meylettiği kimseler arasından "ikişer, üçer, dörder
olmak üzere nikahlayın." Bu kelimeler sayı lafızları olup iki iki, üç üç,
dört dört, yerine kullanılır.
"Şayet
adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz..." nafaka, geceleri yanlarında
kalmayı paylaştırmak ve onlara yapacağınız muamele hususunda haklarında adil
olamayacağınızdan korkarsanız, "o zaman bir" hanım nikahlayınız
"yahut sahibi olduğunuz cariye" ile yetininiz. Çünkü cariyeler
kadınların sahip oldukları haklara sahip değildirler.
"Bu"
yani yalnızca dört hanım nikahlamak yahut tek bir kadın ile evlilik yahut
cariye ile yetinmek "sizin haksızlık yapmamanıza daha yakındır." Yani
böylesi sizin zulme sapmamanıza daha yakındır.
"Kadınların
mehirlerini hoşnutlukla ve bir bağış olarak..." yani gönül hoşluğu ile
bir bağış ve bir hibe olmak üzere "verin. Bununla beraber gönül hoşluğu
ile size ondan bir kısmını bağışlarlarsa" yani mehirlerinden bir kısmını
gönül hoşluğu ile size bağışlayacak olurlarsa "onu da içinize sindire
sindire yiyin." Yani böyle bir şeyi yemenizin akıbet itibariyle kötü bir
tarafı yoktur, ahi-rette de bundan dolayı sizin için bir zarar söz konusu
değildir.
[19]
Üçüncü
ayet-i kerime olan, "Eğer ... korkarsanız" buyruğu ile ilgili olarak
Buharî, Müslim, Nesaî, Beyhakî ve başkaları şunu rivayet etmektedirler: Urve
müminlerin annesi Hz. Aişe'ye (r. anhâ) bu ayet-i kerime hakkında soru sordu. O
da şöyle dedi: "Ey kızkardeşimin oğlu, burada sözü edilen velisinin himayesindeki
yetim kızdı. Bu adam malında ona ortak olur, malı ve güzelliğinden de
hoşlanırdı. Mehrinde adaletli olmadan onunla evlenmek istediğinden dolayı onun
dengi olanlara verdiği mehri vermezdi. İşte böyle yapmaları onlara yasak
kılındı ve hoşlarına giden kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olarak nikahlamaları
emrolundu."
Said
b. Cübeyr, Katâde, er-Rabî, ed-Dahhâk ve es-Süddî de der ki: Yetimlerin
mallarından sakınırlar, ancak kadınlara gereken kıymeti vermez ve diledikleri
şekilde evlenirlerdi. Kimi zaman adalet yapar, kimi zaman yapmazlardı.
Yetimlere dair soru sormaları üzerine, "Yetimlere de mallarını verin"
diyen ayet-i kerime nazil oldu. Yine şanı yüce Allah, "Eğer yetim kızlar
hakkında adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız..." ayetini de inzal
buyurdu. Yüce Allah buyuruyor ki: Yetimler hakkında adalet yapamamaktan korktuğunuz
gibi yine kadınlar hakkında da onlara adil davranamamaktan korkunuz. O bakımdan
haklarının altından kalkmanız mümkün olandan fazlası ile evlenmeyiniz. Çünkü
kadınlar zaaf ve acizlik bakımından yetimler gibidirler. el-Vâlibî (üçüncü
tabakadan güvenilir ravilerden Ali b. Rabia b. Nadla)'nin rivayetine göre İbni
Abbas'ın da görüşü budur.
"Kadınların
mehirlerini hoşnutlukla... verin" mealindeki dördüncü ayet-i kerimenin
nüzulü ile ilgili olarak da İbni Ebî Hatim, Ebu Salih'ten şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Baba kızını evlendirdiğinde mehrini alır, ona bir şey
vermezdi. Yüce Allah böyle davranmalarını yasak kılarak, "Kadınların mehirlerini
hoşnutlukla ve bir bağış olarak verin" ayetini indirdi.
[20]
Bu
ayetlerin konusu nüzul sebebine göre tespit edilebilir. Buna göre konu ya
yetimlerin dışında kalan hanımlarla evlenmektir; yani eğer sizden herhangi birinizin
himayesinde yetim bir kız bulunur ve böyle bir kıza mehr-i mislini verememekten
korkuyor iseniz, bunun dışında hanımlarla evlenmeye yönelin. Çünkü bu durumda
olanlar pek çoktur ve bu konuda Allah evlenmek isteyene darlık vermemiştir.
Yahut da ayet-i kerime kadınlar hakkında adaletli davranmakla ve birden fazla
evlenmeleri halinde onlara zulmü önlemekle ilgilidir. Yani, "Yetimlere de
mallarını verin" ayet-i kerimesi nazil olunca, kadınların haklarında
adaleti terk etmekten çekinmemekle birlikte, yetimleri velayetleri altına
almaktan çekinmeye koyuldular. Çünkü bu durumda herhangi birisinin nikâhı
altında kimi zaman on kadın bulunur ve bunlar arasında adalet yapma-yabilirdi.
İşte bunlara şöyle dendi: Yetimlerin haklarıyla ilgili olarak adaleti terk
etmekten çekindiğiniz gibi, kadınlar arasında adaletten uzak durmaktan da
korkun, çekinin ve nikâhınız altında tutacağınız kadınların sayısını azaltın.
Korkmaktan
kasıt ise bilmektir. Bu ifadeyle, bilinen şeyin korkulacak ve sakınılacak bir
şey olduğu anlatılmak istenmiştir.
Yani
eğer sizler mehirlerini vermemek suretiyle yahut batıl yollarla yetimlerin
mallarım yemek suretiyle yetimlere haksızlık yapacağınızı bilir yahut
hissederseniz, yetim bir kızla evlenmemelisiniz. Onun dışında bir, iki, üç
yahut dörde kadar başka kadınlarla evlenebilirsiniz. Birden çok kadınla
evlendiğiniz takdirde de adaletle davranmalısınız. Adaletle muamele yapma ve
aralarında haklarını pay edebilme imkânını bulabilmeniz için dörtten fazla
kadınla evlenmeyiniz. Bu durumda erkeklerin çeşitli durumları söz konusu olur.
Kimisi iki hanımla, kimisi üç, kimisi dört hanımla evlenir. Dört sayısı,
hanımlar arası adaletin mümkün olabileceği azami sınırdır.
Yüce
Allah'ın, "Nikahlayın'' buyruğundaki emir mübahlık ifade eder. Bu, Yüce
Allah'ın, "yiyiniz, içiniz" (Bakara, 2/187) buyruklarını
andırmaktadır. Bunun vücup ifade ettiği de söylenmiştir. Yani Yüce Allah'ın,
"İkişer, üçer, dörder olmak üzere" buyruğundan alınmış sayıyı
aşmamanın vücubunu ifade ediyor, demektir. Yoksa asıl itibariyle nikâhın
vücubunu ifade etmez.
Yüce
Allah'ın, "İkişer, üçer, dörder olmak üzere" buyruğunun her bir kelimesi
türünün tekrarına delâlet etmektedir. "ikişer"de iki, ikiye,
"üçer"de üç, üçe, "dörder"de dört, dörde delâlet
etmektedir. Yani birden çok hanımla evlenmek isteyen herkes, sözü geçen
sayıdan dilediği kadarını nikahlayabilir. Kimisinin bu kadar hanımı olabilir,
kimisinin olmaz.
Daha
sonra Yüce Allah birden çok hanımlar arasında adalete bağlı kalmanın zorunlu
olduğunu pekiştirmektedir. Bu husus da Yüce Allah'ın, "Eğer yetim kızlar
hakkında adaletli davranamayacağınızdan..." buyruğundan anlaşılmaktadır.
Bu buyruğunda Yüce Allah şunu zikretmektedir: Sizler birden çok hanım ile
evlenmeniz halinde adaletle davranamayacağınızdan korkarsanız o takdirde tek
bir hanım ile yetinmelisiniz. Birden çok hanımla evlenmek Yüce Allah'ın şu
buyruğunda açıkça emrolunan adaleti gerçekleştireceğinden yana emin olan kimse
için mubahtır: "Hırs gösterseniz bile kadınlar arasında adaleti gözetmeye
güç yetiremezsiniz." (Nisa, 4/129). Bu buyruk, kalbî meyil arasındaki adalet
hakkında anlaşılabilir. Eğer bu ihtimal olmamış olsaydı, her iki ayetten
herhangi bir şekilde birden çok hanımla evlenmenin caiz olmaması sonucu çıkardı.
Adaletli
davranamamak korkusu bu hususta zan ve şüphe halini de kapsar. O bakımdan ya
hür kadınlardan tek bir kadın ile yetinmelisiniz yahut da cariyelerden
dilediğiniz kadar cariyeyi odalık almak yoluyla yetinme yoluna gitmelisiniz.
Cariyelerin nikahlanma yoluna gidilmemesi ise aralarında her hususta adaletin
vacip olmayışındandır. Onlar hakkından istenen yalnızca örfe uygun olarak geçim
için gerekli nafakadan ibarettir.
Tek
bir kadınla evlenmeyi seçmek yahut da cariye ile yetinme yoluna gitmek,
haksızlık ve zulüm yapmamaya daha yakındır. Yüce Allah'ın, "Sizin haksızlık
yapmamanıza" buyruğundan kasıt, zulüm yapmamanızadır. İmam Şafiî
(r.a.)'nin bu, "Haksızlık yapmamanıza" buyruğunu, "Geçindirmekle
yükümlü olduğunuz kimselerin sayısının artmamasına daha yakındır" diye
tefsir ettiği nakledilmiştir. Buna delil de Kisaî, Asmaî ve Ezherî'nin
belirttiklerine göre Arapların fasih olanlarından bir kimsenin geçindirmekle
yükümlü olduğu kişilerin (aile efradının) sayısı arttığı takdirde bu durumu
ifade için (ayet-i kerimede kullanılan kelime ile aynı kökten gelen) âle,
ye'ûlu fiili ve aynı kökten gelen kelimeler kullanmasıdır.
Kısacası
zulümden uzak durmak, tek bir kadın ile yetinmenin yahut da cariye ile yetinme
yoluna gitmenin teşri edilmesinin sebebidir. Bunda ayrıca hanımlar arasında
adaletin şart olduğuna da işaret vardır. Kadınlar arası istenen adalet ise
maddî adalettir. Yani yanlarında gecelemeyi aralarında eşit paylaştırmak,
yemek, içmek, giyinmek, mesken gibi geçim harcamalarında eşitliği sağlamaktır.
Manevî adalet yahut da kalbî yakınlık olan meyil ve sevgi ise, istenen bir şey
değildir. Çünkü bu, insanın elinde olan bir şey değildir. Bundan dolayı Hz.
Aişe'ye diğer hanımlarından daha fazla meyleden Allah Rasulü, Sünen
kitaplarında Hz. Aişe'den zikredildiğine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'ım
bu elimde olan şeyleri paylaştırmamam Elimde olmayan şeylerden dolayı da beni
sorumlu tutma." Bundan kasıt ise kalbî meyildir. Kişi adalet yapamamaktan
korkacak olursa, birden fazla hanımla evlenmesi haram olur.
Daha
sonra Yüce Allah kocalara hitap ederek hanımlarına mehirlerini tereddütsüz ve
gönül hoşluğu ile vermelerini emretmektedir. Bu ise iki eş arasında kurulacak
sevginin bir sembolü, hanıma olan sevgi ve ona verilen kıymetin bir
belirtisidir. İbni Abbas'm görüşüne göre "kadınlara mehirlerini...
veriniz" ayetindeki hitap kocalaradır. Önceleri koca mehirsiz olarak
evlenir, "Ben sana mirasçı olurum, sen de bana mirasçı olursun" der
kadın da buna razı olurdu. Burada ise mehirlerini vermekte ellerini çabuk
tutmakla emrolundular.
Hitabın
velilere olduğu da söylenmiştir. İbni Ebi Hatim, Ebu Salih'ten şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Erkek (velayeti altında bulunan) dul bir kadını evlendirdiği
takdirde, mehrini kendisi alır, ondan kadına bir şey vermezdi. Yüce Allah
onlara bunu yasakladı ve, "Kadınlara mehirlerini... verin" ayeti
nazil oldu.
Eğer
kadınların kendileri gönül hoşluğu ile, baskı altında tutulmaksızın ve
aldatılmaksızın size bir şey verecek olursa, onu da afiyetle yiyiniz. Yani bu
sizin için helâl olur, onu almakta sizin için bir günah yoktur. Dünyada bunun
sizden geri isteneceğinden korkmayın, ahirette de bir sorumluluktan çekinmeyin.
Burada
"yemek" kelimesi ile onda tasarrufun helâl olduğu kastedilmektedir.
Özellikle yemekten söz edilmesi ise malî tasarrufların çoğu şekillerinin bu
yolla olmasından dolayıdır. Yüce Allah'ın, "Onların mallarını mallarınıza
(karıştırarak) yemeyin" buyruğunda olduğu gibi.
[21]
"Eğer
yetim kızlar hakkında adaletli davranamayacağınızdan korkarsa-nız" ayeti
aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- İster yetimlerin mallarını kontrol altında tutulması, ister onlarla
evle-nilmesi, ister yetim olmayan eşlerin birden fazla obuası durumlarında
adalete bağlı kalmanın vacip olması. İbni Abbas, İbni Cübeyr ve başkaları der
ki: Manası şudur: Eğer sizler yetimler hakkında adil olamayacağınızdan
korkarsamz aynı şekilde* kadınlar hakkında da korkunuz. Çünkü o dönemde onlar
yetimlere adaletsizlik yapmaktan çekinir, fakat kadınlar hakında
adaletsizlikten sakınmazlardı.
Aişe
(r. anhâ) der ki: İnsanlar bu ayet-i kerimeden sonra kadınlar hakkında
Allah'ın Rasulüne soru sordular. Yüce Allah da, "Senden kadınlar hakkında
fetva isterler. De ki: Onlara dair fetvayı size Allah veriyor: Kendileri için
yazılmış olanı onlara vermediğiniz ve onları da nikâhlamayı istediğiniz yetim
kadınlar hakkında işte Kitap'ta size karşı okunup duranlar..." (Nisa,
4/127) buyruğunu indirdi. Hz. Aişe devamla dedi ki: Yüce Allah'ın, "İşte
Kitap'ta size karşı okunup duran ayetler" buyruğundan kasıt ise şu,
"Eğer yetim kadınlar hakında adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız
size helâl olan hanımlardan... nikahlayın" ayetidir." Buyruğun anlamı
şudur: Eğer sizler velayetiniz altında bulunan yetimleri nikâhlamakta adaletle
davranamayacağınızı bilecek olursanız, onların dışında nefsinizin kendilerine
meylettiği kadınları nikahlayınız. Bundan maksat ise adaletli davranamama
korkusu esnasında yetim kızların nikâhının yasak kılınmasıdır.
2- Hz. Aişe'nin bu teviline göre ayet-i kerime şu görüşü benimseyenlerin
lehine bir delildir: Baba ve dededen başka kimseler küçük kızı başkasıyla
ev-lendirebilir yahut kendisi onunla evlenebilir. Çünkü bu tevile göre ayet-i
kerime, velisinin, malı ve güzelliği hoşuna gittiğinden dolayı kendisiyle
evlenmek istediği fakat ona vereceği mehirde adaletli davranmayan kimsenin
himayesinde bulunan yetim kızlar halanda nazil olmuştur. Yetim kızın,
himayesinde bulunup da kendisiyle evlenmesi caiz olan en yakın velisi ise amca
çocuğudur.
Buna
göre ayet-i kerime aynı zamanda amca çocuğunun, himayesinde bulunan yetim kız
ile evlenmesinin caiz olduğunu ihtiva etmektedir. Onunla evlenmesi caiz
olduğuna göre bu nikâhı ya bizzat kendisi yapacaktır yahut da meselâ, o kızın
kardeşi bu yetimi amcasının oğluyla evlendirecetir. Durum her ne olursa olsun,
baba ve dededen başkasının küçük kızı evlendirme hakkı olduğu ortaya çıkar.
Küçük
kızı baba yahut dededen başkası evlendiremez diyen imamlar ise, bu ayet-i
kerimeyi bundan başka iki tevilden birisine göre açıklarlar: Bunlar, mehrinde
adaletle davranmak yahut da yetimleri velayet altına almaktan çekinmek ve
burada sözü geçen yetimleri büyük yetim kızlar diye anlamaktır. Aradan fazla
bir zaman geçmediğinden ve yakın bir vakte kadar yetim oldukları için de
önceki hal nazarı itibara alınır ve bunu mecaz-ı mürsel kabilinden bir ifade
olarak ele alırlar.
3- Ergenlik yaşına gelmeden önce yetim kızın nikâhlanmasına Ebu Hanife bu
ayeti delil göstererek der ki: Kız ergenlik yaşından önce yetim olur. Ergenlik
yaşından sonra ise yetim değil, mutlak olarak kadındır. Buna delil ise şudur:
Eğer Yüce Allah ergenlik yaşına gelmiş olanı kastetmiş olsaydı, onun mislinin
mehrinden daha aşağısının verilmesini yasaklamazdı. Çünkü bu durumda kadının
kendisi onu seçebilir; böyle bir şey icma ile caizdir.
Malik,
Şafiî ve ilim adamlarının cumhuru ise ergenlik yaşma gelmeden ve bu konuda
kızın fikri alınmadan böyle bir nikâhın caiz olmadığı görüşündedirler. Çünkü
Yüce Allah, "Kadınlar hakkında senden fetva isterler" diye buyurmaktadır.
"Kadınlar" ise erkekler arasında yaşı ilerlemişler için kullanılan
"adamlar" ismi gibi büyükler hakkında kullanılır. "Adam"
adı ise küçüğü kapsamaz. Aynı şekilde "kadın" adı da böyledir; bu
ismin kapsamına da küçük kızlar girmez. Diğer taraftan Yüce Allah, "Yetim
kadınlar" (Nisa, 4/127) diye buyurmuştur. Orada bundan kasıt, burada sözü
geçen yetimlerdir. Nitekim Aişe (r. anhâ) de böyle demiştir. Buna göre yaşı
büyük yetim kız da ayet-i kerimenin kapsamına girmektedir. Bu da izni
olmaksızın evlendirilemez. Küçük kız ise izni söz konusu olmayacağından
evlendirilemez. Eğer bulûğa erecek olursa, ni-kâhlanması caiz olur. Fakat onun
izni olmaksızın yine evlendirilemez. Nitekim Darekutnî, İbni Ömer'den de böyle
rivayet etmektedir. Buna göre îbni Ömer şöyle demiştir: Dayım Kudâme b. Maz'un
kardeşi Osman. b. Maz'un'un kızı ile beni evlendirdi. Muğire b. Şu'be kızın
annesinin yanma gitti, mal vaadinde bulundu ve kızı kendisi için istedi.
Durumu Resulullah (s.a.)'a götürülünce Kudâme şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü
bu, kardeşimin kızıdır. Ben ise babasının vasisiyim. Bu konuda ben ona karşı
kusurlu davranmadım. Faziletini ve akrabalığını bildiğim birisi ile onu
evlendirdim. Resulullah (s.a.) ise şöyle dedi: "Bu küçük yetim bir kızdır.
Yetim kız ise kendi işini kendisi halletmeye daha bir hak sahibidir."
Böylelikle kız benden alındı ve Muğire b. Şu'be ile evlendirildi.
4- Hz. Aişe'nin ayet-i kerimeyi tefsirine göre, tayin edilen mehir fasit
olur yahut miktarında aldatma bulunursa mehr-i mislin vacip olacağını göstermektedir.
Çünkü Hz. Aişe şöyle der: "Onun mehri ile ilgili uygulamanın asgarisi ile
(mehr-i misli sayılabileck asgari miktar ile nikahlanır)."
5- Yetim kız baliğ olur, velisi de onun mehrini adaletle verecek olursa,
onunla evlenmesi caizdir. Nikahlayan da nikahlanan da -Hz. Aişe'nin tefsirine
göre- o olur. Ebu Hanife, Evzâî, es-Sevrî ve Ebu Sevr de bu görüştedir. Yani nikâh
akdi tek bir akdedici taraf ile akdedilebilir.
Züfer
ve Şafiî ise der ki: Sultanın (hakim ve yöneticinin) izni olmadıkça yahut da
başka bir kızın velisi olan bir başkası evlendirmedikçe caiz olmaz. Çünkü
velayet akdin şartlanndandır. Zira Resulullah (s.a.) Beyhakî'nin İmrân ve Aişe
(r. anhumâ)'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Velisiz ve adaletli
iki şahit olmaksızın nikâh olmaz." Buna göre nikahlayan ile nikâhlananın
bulunması ve şahitlerin birden fazla olması vaciptir.
6- Ayet-i kerimede eşlerin dörde kadar olmasının caiz oluşuna delâlet vardır.
Bir erkeğin aynı anda dörtten fazla hanım ile evlenmesinin caiz olamayacağım
da göstermektedir. Çünkü sayı muhataplara genişlikten söz edilirken
zikredilmiştir. Eğer bu sayıdan fazlası mubah olsaydı, böyle bir durumda zikredilmesi
gerekirdi.
Burada
sözü geçen ikişer, üçer ve dörder sayısı dokuz hanımla evlenmenin mubah
olduğuna delil değildir. Peygamber (s.a.)'ın dokuz hanım ile evlenmiş olduğu ve
nikâhı altında dokuz hanımı bir arada topladığı ile bu görüş desteklenemez.
Ashab-ı
kiram ve tabiînin ise dörtten fazla kadınla evlenilemeyeceğine dair icması bu
görüşü reddetmektedir. Bu hususta zaten kimsenin haklı bir görüşü yoktur.
Malik, Muvatta'ında Nesaî ve Darekutnî de Sönenlerinde Resulullah (s.a.)'ın
Sakîfli Ğaylan b. Umeyye'ye -İslâm'a girdiğinde on tane hanımı vardı- şöyle
dediği rivayet edilmektedir: "Bunlardan dört tanesini seç ve diğerlerinden
ayrıl."
7- İmam Malik, Davud ez-Zâhirî ve Taberî bu ayet-i kerimenin zahirini ileri
sürerek arada bir fark gözetmeksizin hürlerin de kölelerin de dört kadın ile
evlenmelerinin meşru olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü Yüce Allah'ın,
"Size helâl olan kadınlardan... nikahlayın" buyruğunun kapsamına
köleler de dahildir. O bakımdan kölelerin de hür kimseler gibi dört kadın
nikahlamaları caizdir. Kölelerin bu şekilde dört kadın ile evlenmeleri izne bağlı
değildir. Çünkü köleler yaşama hakkına sahip oldukları gibi, nikahlama hakkına
da sahiptirler.
Hanefîler
ve Şafiîlerin görüşüne göre ise bir köle nikâhı altında iki kadından fazlasını
bir arada tutamaz. Çünkü el-Leys'in rivayetine göre el-Hakem şöyle demiştir:
Resulullah (s.a.)'m Ashabı kölenin ikiden fazla kadını nikâhı altında
bulunduramayacağını kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın, "Size
helâl olan kadınlardan... nikahlayın" buyruğunda hitap, köleleri kapsamına
almaz. Çünkü bu buyruk, hoşuna giden bir kadın oldu mu onu nikahlayabilecek
güce sahip olan bir insanı kapsamına alır. Kölenin ise böyle bir şeye imkânı
yoktur. Zira kölenin nikâhı ancak efendisinin izni ile caizdir. Zira Peygamber
(s.a.) İbni Mace'nin İbni Ömer'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur:
"Efendisinin
izni olmaksızın evlenen her bir köle zina etti demektir." Diğer taraftan
Yüce Allah, "Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o zaman bir
yahut sahibi olduğunuz cariye (ile yetinin)" diye buyurmaktadır. Bunun
kapsamına ise kölelerin girmesine imkân yoktur. Çünkü kölelerin mülkiyeti
yoktur. Yine Yüce Allah'ın, "Gönül hoşluğu ile size ondan bir kısmını bağışlarlarsa..."
buyruğu da köleleri kapsamına almaz. Çünkü köle mülk edinemez. Aksine köleye
bağışlanan bir şey de efendisine ait olur. Bu durumda yiyen köle değil, efendi
olur.
Nikâhı
altında dört kadın bulunduğu halde beşinci kadın ile evlenenin cezası nedir?
İlim
adamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. Malik, Şafiî ve Ebu Sevr der ki:
Eğer yasak olduğunu biliyorsa ona had vurulur.
ez-Zührî
de der ki: Eğer yasak olduğunu biliyorsa recmedilir. Eğer bilmiyor ise zinanın
iki cezasının asgarisi uygulanır ki bu da sopadır, kadına da mehri verilir.
Bunlar birbirlerinden ayrılır ve ebediyyen birbirleriyle evlene-mezler.
Ebu
Hanife ise şöyle der: Bu gibi durumlarda ona hiç bir şekilde had uygulanmaz.
Ebu
Yusuf ve Muhammed der ki: Haram olan evlilik hakkında had uygulanır, bunun
dışındaki nikâhlarda ise uygulanmaz. Meselâ, mecusî bir kadın ile veya tek bir
akitte beş kadınla evlenmesi, mut'a yoluyla evlenmesi, şahitlik yoluyla
evlenmesi, efendisinin izni olmadıkça bir cariye ile evlenmesi gibi.
7- Zulmetmekten korkulması halinde tek bir kadın ile yetinmek vaciptir.
Çünkü Yüce Allah'ın, "Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o
zaman bir (ile yetinin)" buyruğu, "Şayet kadınların birden çok
olması halinde aralarında adalet yapamayacağınızdan korkarsanız" demektir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çok gayret gösterseniz bile
kadınlar arasında adaleti gözetmeye güç yetiremezsiniz." (Nisa, 4/159). O
bakımdan kim adalet yapamayacağından korkarsa tek bir kadın ile yahut da
cariyeleri ile yetinsin. Çünkü cariyeler arasında gün paylaşımı vacip
değildir, fakat müstehaptır. Buna riayet eden güzel bir iş yapmış olur,
etmeyen için ise bir vebal yoktur.
Bundan
sonraki, "Kadınlara mehirlerini hoşnutlukla... verin" ayeti de aşağıdaki
hususları göstermektedir:
1- Hanıma mehrin verilmesinin vacip obuası.
Ödenmesi
gerekli bir mehir olmaksızın kadınların ırzı mubah değildir. Akit esnasında bu
mehir ister tespit edilsin, ister edilmesin. Ama mehir kadından istifade
etmenin bir karşılığı değildir. Çünkü Yüce Allah şehvetin karşılanması, çocuk
sahibi olmak gibi nikâhın faydalarını eşler arasında müşterek bir fayda olarak
takdir etmiştir. Bundan ayrı olarak Yüce Allah kocaya karısına mehir vermesini
emretmiştir. O bakımdan bu doğrudan Allah tarafından bir bağıştır. Bu hususta
icma vardır, görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da açıklamakta
olduğumuz ayet-i kerimeye benzemektedir: "Onları yakınlarının izniyle
nikahlayıp mehirlerini de güzellikle kendilerine verin." (Nisa, 4/25).
Yine
mehrin azamî sınırının olmadığı üzerinde ilim adamları icma etmiştir. Ancak
ileride Yüce Allah'ın, "Onlardan birisine yüklerle (mehir) vermiş olsanız
bile..." (Nisa, 4/20) buyruğunun açıklanmasında geleceği üzere asgari
miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
2- Mehirden feragat etmek.
Kadının
kocasına mehrinin tümünü yahut bir kısmını vermesi caizdir. Bu mehir ister
muayyen olarak kabzedilmiş olsun, ister zimmette alacak olsun fark etmez. İşte
bu hem mehrin hibe edilmesini hem ibra edilmesini kapsamaktadır. Şu kadar var
ki kocaların hanımlarının verdikleri şeyler hakkında ihtiyat göstermeleri
gerekir. Çünkü burada şart gönül hoşluğu ile verilmesi diye ifade edilerek,
"Bununla beraber gönül hoşluğu ile ondan bir kısmını bağışlarlarsa"
diye buyrulmaktadır. Bu da size hibe ederlerse demektir. Bununla, mehirden
feragat edilmesi konusunda riayet edilmesi gereken hususun, dolaylı yada
dolaysız bir zorlama, kötü geçim ya da aldatma söz konusu olmaması gerektiğini
bildirmektedir.
Yüce
Allah'ın, "Gönül hoşluğu ile size... bağışlarlarsa" buyruğunun
genelliği kadının mehrini kocasına hibe etmesinin caiz olduğunu göstermektedir.
Kadın ister bakire, ister dul olsun fark etmez. Fukahanın cumhuru bu
görüştedir. Ancak İmam Malik bakirenin mehrini kocasına hibe etmesini kabul
etmez. Böyle bir yetkiyi, mehrin mülkiyeti kadının kendisinin olmakla birlikte,
veliye vermiştir.
İlim
adamları, evlendirme yetkisine sahip olan kadının mehrini kocasına bağışlaması
halinde, bunun kadın hakkında (aleyhine olmak üzere) geçerli olduğu ve bu
mehirden geri dönemeyeceğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Nikâh
akdi sırasında kadın kocasına kendisinden başkasıyla evlenmemek şartı
karşılığında mehrinin bir kısmını almaktan vazgeçecek olursa, İbnül-Kâ-sım'ın
Malik'ten rivayetine göre bir şey almaya hakkı yoktur. Çünkü kadın kocasına
caiz olmayan bir şart koşmuştur.
İbni
Abdülhakem der ki: Erkek bu şarta aykırı hareket edecek olursa, kadın mehr-i
mislinin tamamını kocasından geri alır. Çünkü erkek kendisi aleyhine bir şart
koşmuş ve bu şartı yerine getirme karşılığında bir bedel almıştır. Kadının da
bunun karşılığını ondan alması bir hakkıdır. Erkeğin ise bu şarta riayet etmesi
gerekir. Çünkü Hâkim'in Enes'ten rivayetine göre Resulullah (s.a.),
"Müslümanlar şartlarına bağlıdırlar" buyurmaktadır.
3- Kocanın mehri almasının mübahlığı.
Kocanın,
az önce sözü geçen "gönül hoşluğu ile" olması şartı ile eşinin bağışladığını
alması helâldir. Bu konuda koca için dünya ve ahirette herhangi bir sorumluluk
yoktur. Yüce Allah'ın, "Onu yiyin" buyruğundan kasıt, şeklen yemek
değildir. Bundan kasıt hangi yolla olursa olsun mübahlıktır. Yüce Allah'ın,
"Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." (Nisa, 4/10)
buyruğu ile de kastedilen bizatihi yemek değildir. Şu kadar var ki maldan
faydalanma yollarının en mükemmeli olduğundan dolayı çeşitli
"tasarruflar"dan "yemek" diye söz edilmiştir.
Yüce
Allah'ın, "Cuma günü namaz için çağrıldığında Allah'ı anmaya koşun ve
alışverişi bırakın." (Cuma, 62/9) buyruğu da bunu andırmaktadır. Burada
alışverişin şekli kastedilmektedir. Asıl maksat, nikâh ve buna benzer kişiyi
Yüce Allah'ı anmaktan alıkoyan her şeydir. Fakat alışverişin söz konusu edilmesi,
Yüce Allah'ı anmaktan alıkoyan şeylerin en önemlisi olmasından dolayıdır.
4- Sahih halvet halinde mehrin vacip olması.
el-Cessâs
[22] Yüce
Allah'ın, "Kadınlara mehirlerini hoşnutlukla ve bir bağış olarak
verin" buyruğunu kendisiyle sahih halvette bulunulan kadına tam me-hir
vermenin vacip olduğuna delil göstermiştir; velev ki duhulden (kendisiyle
ilişkiden) önce boşanmış olsun. Dikkat edilecek olursa ayet-i kerime ister kendisi
ile halvette bulunulsun, isterse bulunulmasın bütün kadınlar hakkında umumidir.
Şu kadar var ki Yüce Allah'ın, "Kendilerine mehir tayin etmiş iken,
hanımları onlara dokunmadan boşarsanız tayin ettiğinizin yarısını verin."
(Bakara, 2/237) buyruğu kendisi ile halvette bulunulan kadına mehrin yansından
fazlasının gerekmediğini göstermektedir. Bu ayet hususî bir ayettir. Hususî
olan bir ayet ise umumî olana takdim edilir.
[23]
Daha
üstün ve daha değerli olan tabiî durum erkeğin tek bir hanımla evlenmesidir.
Çünkü gayret (kıskançlık) erkek ile kadın arasında ortak bir duygudur. Erkek
hanımını kıskandığı gibi kadın da kocasını kıskanır.
Fakat
İslâm, bir zorunluluk yahut ihtiyaç dolayısıyla birden çok kadınla evlenmeyi
mubah kılmış ve ona bir takım kayıtlar getirmiştir: Masrafını karşılama gücü,
hanımlar arasında adalet ve maruf şekilde eşit muamele. Bu mü-bahlığın istisnaî
bir takım sebepleri vardır ki, bunların bir kısmını şöylece sıralayabiliriz:
1- Kadının kısırlığı: Erkek fıtratı gereği çocuk sahibi olmak, servetinin
ve emeklerinin mahsullerinin çocuklarına kalmasını ister. Kadın kısır ise acaba
erkeğin kadından boşanması mı iyidir, birden fazla hanımla evlenmesi mi iyidir?
Şüphesiz ki haklarını tam ve eksiksiz vermek şartı ile ikinci bir defa evlenmek,
birinci kadına boşanmaktan daha az zararlıdır.
2- Kadın nüfusunun çokluğu: Bazı ülkelerde kız doğumları erkek doğumlarından
daha fazladır. Savaş gibi bunalımlı dönemler sonucunda da kadınların nüfusu
artıp erkeklerin sayısı azalabilir. Böyle bir durumda kadının iffetini korumak,
hayasızlığa karşı onu muhafaza etmek, toplumda zinanın ve buna bağlı pek çok
hastalığın yayılmasına engel olmak, yuvasız, annesiz ve babasız çocukların
sokaklara salınmasını önlemek için en uygun ve makbul yol, birden çok kadınla
evlenmektir.
3- Cinsel durum: Kadın bazen cinsel soğukluk gibi bir rahatsızlığa müptelâ
olabilir. Özellikle iyas yaşı (menopoz) akabinde yahut da bir hastalık dolayısıyla
rahmin alınması halinde veya ondan da önce bu durum baş gösterebilir. Erkek
kimi zaman güçlü bir cinsel güce sahip yahut da sürekli olarak cinsel uyanıklık
durumunda bulunabilir ve tek bir kadın yeterli gelemeyebilir. Bu da bazen
kadının kocasının isteklerine cevap verememesi yahut da her ay en azından bir
hafta gibi ay hali olması sebebiyle olabilir. Öyle bir durumda ikinci bir kadın
ile evlenmek dini, malı ve sağlığı zayi eden, insanın haysiyetini ayaklar
altına alan zinaya düşmeye engel olur.
Bazı
Müslümanların, önceki kadından intikam almak için yahut yukarıda sözü geçen
amaçlar için değil de sırf şehveti için evlenmesi hallerinde olduğu gibi,
birden çok kadınla evlenmenin mübahlığını kullanması şahsî bir tasarruftur.
Dolayısıyla konu ile ilgili belli bir takım kayıtlarla birden çok evliliği mubah
kılan İslâm'ın esas ve ilkesini ortadan kaldırmaz. Durum her ne olursa olsun,
Batı filozoflarının pek çoğu da birden çok evliliğin gereğini vurgulamıştır.
Şüphesiz ki birden çok evlilik dost ve metresler edinmekten daha erdemlidir.
Boşanmak ise pekçok sebep dolayısıyla bütün Batı ülkelerinde çokça görülen bir
olaydır. Hatta Batıda Müslümanların bu konuda aile yapısına ve toplum düzenine
onlardan çok daha sıkı bağlı oldukları bilinmektedir. Hatta Batı toplumlarında
oldukça önemsiz ve basit sebepler dolayısıyla bile boşanmalara rastlanmaktadır.
[24]
Peygamber
(s.a.) şehevî ya da cinsel bir maksat dolayısıyla dokuz hanım ile evlenmiş
değildir. Çünkü şerefli ömründe gençliğin sonu olan 54 yaşma kadar müminlerin
annesi Hz. Hatice ile yetinmiştir. Bu yaştan sonra ise âdeten kadınlara duyulan
arzu azalır. Diğer taraftan Hz. Peygamberin hanımlarının çoğunluğu bakire
değil, dul idiler.
Birden
çok hanımla evlenmesi insanî, sosyal ve İslâmî maksatlara yöneliktir. Kimi
zaman evlatlık âdetinin iptal edilmesi gibi -Cahş kızı Zeyneb ile evlenmesinde
olduğu gibi- Yüce Allah'ın emri ile evlendiği olmuş; kimi zaman da hicret yahut
Allah yolunda cihat sebebiyle kocasını kaybetmiş bir kadına kocasının yerini
tutacak birisi olsun diye evlendiği olmuştur. İslâm'a olan bağlılıkları daha
bir güçlensin diye bazı kabilelerden hanım aldığı da olmuştur. Kimi zaman da
evlilikleri İslâm'ı Arap kabileleri arasında yaymak kasdıyla olmuştur.
Böylelikle onun belli bir kabileye olan bu sıhrî akrabalığı -el-Hâris kızı
Cü-yeyriye ile evliliğinde olduğu gibi- o kabilenin İslâm'a bağlılığına sebep
olabilmiştir. Nitekim Hz. Peygamberin Cüveyriye ile evliliği sebebiyle
Mustalık oğullan kabilesi İslâm'a girmişti. Hz. Peygamberin bu şekilde birden
çok hanımla evlenmesinin pek çok faydası da olmuştur ki, bunların en önemlileri
Müslüman hanımlara, kadınlara ait özel hükümlerin veya eşler arası özel hükümlerin
öğretilmesi ve bu hanımların aile ile ve diğer hususlara dair İslâmî hükümlerin
uygulanmasında bir önder kılınmalarıdır. Çünkü Hz. Peygamber ahlâk, davranış,
yaşayış, ibadet ve buna benzer bütün hususlarda Müslümanların güzel örneğidir.
Kısacası
İslâm'da birden çok kadınla evlilik zorunluluğun gerektirdiği yahut kamu ya da
özel maslahatın ön gördüğü bir husustur. Böyle bir kurumun kötü yanlarını
düzeltmek onu tamamıyla ortadan kaldırmaktan daha uygundur. Kimse de bunu
ortadan kaldırma cesaretini gösteremez. Nassı iptal etmek yahut ona karşı
çıkmak ise Allah'ın şeriat ve dininde haram bir iştir.
Peygamber
(s.a.), hanımlarından her birisini seçerken en ileri derecedeki hikmete ve
İslâmî maslahata riayet etmiştir.
İlk
hanimi Allah'ın kendisinden çocuk ihsan ettiği Hz. Hatice'dir. Bu da fıtratın
kanununa uygundur. Zemea kızı Hz. Şevde ile evlenmesinin sebebi ise, ikinci Habeşistan
hicretinden dönüşünden sonra kocasının yerinin doldurulma-sıdır. Hz. Şevde ilk
hicret eden hanımlardandır. Eğer ailesine geri dönecek olsaydı, ona işkence
yapar ve onu dininden çevirmeye çalışırlardı. Hz. Aişe ve Hz. Hafsa ile
evliliği ise iki arkadaşı, iki danışmanı ve yardımcısı olan Hz. Ebu Bekir ve
Hz. Ömer'e bir lütuf olsun diye idi. Cahş kızı Hz. Zeynep ile evliliği ise
evlât edinilenin hanımı ile evlenmenin yasaklığı gibi evlatlık geleneğine bağlı
diğer yanlış gelenekleri iptal etmek için olmuştu. Kavmi Mustalık oğullarının
ileri geleni Hz. Cüveyriye ile evlenmesi ise, esirlerin azat edilmesi içindi.
Bu evlilik de Mustalık oğullarının İslâm'a girmesine sebep olmuştu.
"Yoksulların anası" lakaplı Huzeyme kızı Hz. Zeynep ile evliliği ise,
bu vesile ile kocasının yerinin doldurulması içindi. Bu hanımın kocası Uhud
gününde şehit düşen Abdullah b. Cahş idi. Hz. Peygamber onun türlü sıkıntı ve
kederlerle karşı karşıya dul bir kadın olarak kalmasını istemedi.
Ümmü
Seleme (asıl adı Hind'dir) fle evliliği de böyledir. Onunla evliliği de kocası
Ebu Seleme'yi kaybetmesine karşılık bir teselli olsun diye ve Uhud günü
gösterdiği üstün gayretler ve oldukça isabetli görüşleri dolayısıyla olmuştu.
Ebu Süfyan b. Harb kızı Rainle adında ve Ümmü Habibe diye bilinen müminlerin
annesi ile evlenmesi de kavminin kalbini İslâm'a ısındırmak ve onların İslâm'a
girmelerine sebep teşkil etmek içindi. Ümmü Habibe kocası Ubeydullah b. Cahş
ile Habeşistan'a ikinci defa hicret etmiş, kocası orada Hristiyanlığa girmişti.
Kendisi ise İslâm dini üzere sebat göstermişti.
Hayber
esirlerinden olan Kurayza ve Nadir oğullarının ileri geleni Huyey b. Ahtab'ın
kızı Hz. Safiyye ile evliliği ise onu esirlikten kurtarıp azat etmek için
olmuştur.
Asıl
adı Berre olan Hilalli Haris kızı Meymune ile evliliği de -ki onunla ikinci eşi
Ebu Ruhm b. Abdül-Uzza'nın vefatından sonra evlenmişti- bu hanımın
akrabalığının Haşim oğulları ve Mahzun oğulları arasında yaygın bir halde
bulunması idi.
[25]
5-
Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin.
Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin, bir de onlara güzel söz söyleyin.
6-
Yetimleri evlenme çağına erecekleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda bir
reşitlik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler diye
onları israfla tez elden yemeyin. Zengin olan kaçınsın, fakir olan da örfe
göre yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman onlara karşı şahit bulundurun.
Hesap sorucu olarak Allah yeter.
"Zengin"
ile "fakir* kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır. Diğer taraftan,
"Zengin olan kaçınsın, fakir olan örfe göre yesin" buyrukları
arasında mukabele vardır. Diğer taraftan "teslim edin" buyruğu ile
"verdiğiniz zaman" ve "söz söyleyin" buyruğunda da aynı
şekilde mugayir cinas vardır. "Mallarını kendilerine teslim edin"
buyrukları ile "mallarını kendilerine verdiğiniz zaman" buyruklarında
da itnâb vardır. Yüce Allah'ın sefihlerin mallarını vasilere izafe etmesinin
sebebi, malların korunmasını teşvik ve zayi edilmemesi içindir. Çünkü sefihin
malı, ümmetin malı demektir.
[26]
"Beyinsizler
(es-süfehâ)" kelimesi sefih kelimesinin çoğuludur. Bu ise malını gereken
yerde harcamayan, doğru dürüst tasarrufta bulunamayan savurgan erkek, kadın ve
çocuk demektir. Sefihlik, aslında akıl ve yaşayışta tutarsızlık demektir.
"Mallarınızı"
yani sizin elinizde bulunan onlara ait mallan. Malın vasilere izafe edilmesi
bizzat kendi mallarını korudukları gibi onların da mallarını korumaya teşvik
içindir. "Geçimlik (kıyâmen)" kelimesi geçiminizi sağlayan ve
çalışmalarınızı düzene koyan anlamında "karne" kelimesinin
masdarı-dır.
"Kendilerine
bunlardan yedirin" yani bu mallardan onların yiyeceklerini karşılayın.
"Bir de onlara güzel söz söyleyin." Reşit oldukları takdirde
mallarını kendilerine vereceğinize dair onlara güzel vaadlerde bulunun.
"Güzel (maruf) söz" ise, insanın içini hoş eden, insanın içini
ısındıran sözlerdir.
"Yetimleri
evlenme çağına geldikleri zamana kadar..." Ergenlik yaşma gelmekle yahut
Şafiî ve Ahmet'e göre on beş yaşını tamamlamak suretiyle evlilik ehliyetine
sahip olacakları zamana kadar" deneyin." Yani bulûğdan önce malları
ve dinleri hususunda onları sınayın "Onlarda bir reşitlik görürseniz"
mallarında tasarruf hususunda bir düzelme görüp tespit ederseniz
"mallarını kendilerine teslim edin". İmam Şafiî'ye göre reşitlik din
ve malın salâh bulması demektir. "Büyüyecekler diye" reşit olup siz
de onların mallarını kendilerine teslim etmek zorunda kalacaksınız diye
"İsrafla" malda tasarrufta sınırı aşmak suretiyle "tez elden
yemeyin" yani onlar büyümeden önce mallarını çabucak tüketmeye yönelmek
suretiyle.
"Zengin
olan kaçınsın" yani yetimin malını yemekten kaçınsın, uzak dursun.
Kaçınmak (iffet) arzu edilen, fakat yapılmaması gereken şeyleri terk etmektir.
"Fakir
olan da örfe göre" yani yaptığı işin hak ettiği kadarını "yesin"
"Hesap sorucu olarak" yarattıklarının amellerini koruyup gözeten ve
onları hesaba çeken olarak "Allah yeter."
[27]
"Yetimleri
evlenme çağına geldikleri zamana kadar deneyin..." mealindeki 6. ayet-i
kerime Said b. Rifâa ile amcası hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Ri-fâa vefat
etmiş ve oğlu Sabit'i küçük yaşta yetim bırakmıştı. Sabit'in amcası
Resulullah'ın yanına varıp şöyle dedi: "Kardeşimin oğlu yanımda yetim
olarak bulunmaktadır. Malından bana helâl olan nedir ve malını ben kendisine ne
zaman teslim edeyim?" Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
indirdi.
[28]
Bundan
önceki buyruklarda Yüce Allah yetimlere ve kadınlara mallarının verilmesini
emretmişti. Burada da Yüce Allah her iki hususu kapsayacak bir şekilde malın
teslim edilmesi için iki şartı söz konusu etmektedir ki, bunlar da sefih
olmamak ve mallarını koruyabileceklerine dair onları sulamaktır.
[29]
Yüce
Allah sefih ve savurgan kimselere insanlar için ticaret ve buna benzer
yollarla geçimlerini ayakta tutacak bir vasıta kıldığı mallarını teslim etmeyi
yasaklamaktadır. Bu yasaklama ise sefihleri hacr altına almanın delilidir.
Sefihlik
(ya da hacr altına almak) ya küçüklük ya delilik ya da akıl ve dinde kıtlık,
eksiklik, kötü tasarruf ya da iflâs sebebiyle olur. İflâs ise, bir kişinin borca
batması ve elindeki malın borcunu karşılamaya yeterli olmaması demektir.
Alacaklılar hakimden hacr altına alınmasını isteyecek olurlarsa, hakim de bu
borçluyu hacr altına alır.
İlim
adamları ayet-i kerime ve muhatap alınanın tayini ve sefihlerden kimlerin
kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu görüşlerin en meşhurları
şunlardır: Sefihlere mallarını vermemek üzere muhatap alınanlar yetimlerin
velileridir. Sefihler ise ya mutlak olarak yetimler yahut da fiilen mallarını
saçıp savuran kimselerdir. Bir diğer görüşe göre ise muhatap bütün ümmettir.
Yasak da her türlü sefihi kapsamına alır. İbni Abbas ve İbni Mes'ud (r. anhum)
derler ki: Burada hitap insanlar arasında aklı eren herkesedir. Sefihlerden
kasıt ise kadınlar ve küçüklerdir. Maksat da bunlar arasından reşit olmayan
kimselere malın verilmesinin yasaklanmasıdır. Buna göre bu yasak küçük, deli ve
savurganlığı sebebiyle hacr altına alman herkesi kapsar.
Birinci
görüşe göre, mallar muhatap olan velilere ait zamire izafe olur. Aslında malın
yetimlere ait olmasına rağmen böyle bir izafenin yapılması, bu mallan koruma
hususunda onları titiz davranmaya itmek içindir. Bu da yetimlerin mallarını
kendi mallan gibi gözetmekle olur. Çünkü yetim ile velisi arasında belli bir
nesep bağı vardır. İkinci görüşe göre ise mallar lafzın hakikatine uygun olarak
muhatap alınanların zamirine izafe edilmiştir. Yani mallar ümmete ait
gösterilmiştir.
Yüce
Allah'ın, "Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı" buyruğunun
anlamı ise şudur: Mallar hayatı ayakta tutan unsurdur. Geçimin, işlerin düzene
girmesine sebeptir. Ümmetler mal ile ilerler, uygarlık yapısını yükseltir.
Fert ve toplum mal ile mutlu olur. Düşmanlara karşı zafer de yine onunla
gerçekleşir. Selef ise, "Mal müminin silâhıdır; Allah'ın kendisi
dolayısıyla beni hesaba çekeceği bir mal bırakmak, benim için insanlara muhtaç
olmaktan daha hayırlıdır" derdi. Rivayet edildiğine göre Süfyan'ın
ticaret yaptığı bir malı vardı. Kendisine "Bu ticaret malı seni dünyaya
yaklaştınr" denilince şöyle dedi: "Bu ticaret malı dünyaya
yaklaştınyor olabilir. Ama beni dünyaya karşı korumuştur da." Yine selef
şöyle derdi: "Ticaret yapın ve kazanın. Çünkü sizler öyle bir zamanda
bulunuyorsunuz ki, biriniz muhtaç düşecek olursa, bu ihtiyacı dolayısıyla ilk
yiyeceği şey kendi dini olacaktır."
[30]
Malın
hayatın işlerinin düzenlenmesine araç kılınması onun işletilmesini,
arttınlmasını gerektirir. Ancak bu, malı yığmak, saklayıp biriktirmek için olmamalıdır.
Ayrıca hikmetli ve harcamalarda iktisatlı davranmak suretiyle malın idare
edilmesini de gerektirir. Nitekim Kur'an-ı Kerim şu buyruğu ile müminlere bu
yolu göstermiştir: "Ve onlar ki infak ettiklerinde israf da etmezler,
cimrilik de göstermezler; bunun arasında orta bir yol tutarlar." (Furkân,
25/67). Peygamber (s.a.) de iktisatlı davranmayı teşvik etmiştir. Ahmet, İbni Mes'ud'dan,
"İktisatlı davranan fakir düşmez" sözünü rivayet ettiği gibi,
Tabe-rânî ve Beyhakî de İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"Harcamalarda iktisat geçimin yarısıdır. İnsanlara sevgi göstermek aklın
yarısıdır. Güzel bir akıl da ilmin yansıdır."
Yüce
Allah'ın, "Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin" buyruğunun anlamı
da şudur: Yani onların malları, geçimlerini ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılayabilecek
şekilde olsun. Bunu da mallarını ticaretle arttırarak yapınız. Böylelikle yapılacak
olan harcama, mallarının nemasından ve kârından olsun. Sermayeden olmasın ki,
bu harcamalar mallarını bitirip tüketmesin. İşte malların yiyimleri ve
giyimleri için bir yer olarak tespit edilmesinden anlaşılan budur. O bakımdan
Yüce Allah "bunlardan" buyruğunda (minhâ) değil de (fîhâ) diye
buyurmuştur.
Yüce
Allah'ın, "Bir de onlara güzel söz söyleyin" buyruğunun anlamı da şudur:
Yani her veli velayeti altında bulunan kişiye gönlünü hoş edecek güzel sözler
söylesin ve ona güzel vaatlerde bulunsun. Meselâ, küçüğe şöyle desin: "Bu
mal senin malındır. Ben bu mal üzerinde ancak güvenilir bir vekilim. Büyüdüğünde
bu malı sana vereceğim." Şayet o küçük sefih (kıt akıllı) ise ona öğüt verir,
nasihat eder ve israf ve savurganlığı terk etmeye teşvik eder. Bunun sonucunda
fakir düşmenin, insanlara muhtaç olmanın kaçınılmaz olacağını anlatır. Güzel
(ma'rûf) söz, şer'an veya aklen güzel görülen ve bunun içinde insanın nefsini
rahatlatan söz yahut davranıştır. Münker ise şer'an veya aklen çirkinliği
dolayısıyla nefsin hoş görmediği şeydir.
Yetimlere
mallarının verilmesinin emredilmesinden sonra Yüce Allah bu malın verileceği
zamanı ve bundan önceki durumları açıklamaktadır ki bu da o yetimlerin
sınanmasıdır. Yüce Allah bizlere mallarını kendilerine teslim etmeden önce
yetimleri sınamamızı emretmektedir. Evlenme yaşma geldikleri vakit -ki bu da
evlenme yaşıdır- onları denemekle emrolunduk. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Sizden çocuklar ergenlik yaşına geldiklerinde..."
(Nûr, 24/59) yani bulûğ yaşına vardıklarında. Bu ise mükellef olmanın sınırıdır.
Bu da ya ihtilâm ile olur ya da kızın ay hali görmesiyle olur ya da belli bir
yaşı doldurmakla olur. Bu yaş ise Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre on beştir. Bu
yaşa gelip de reşit oldukları takdirde, yani koruma, yönetme, artırıp genişletme
hususlarında güzel tasarrufta bulunabildikleri zaman mallarını kendilerine
teslim ediniz. Aksi takdirde onların reşit olduklarını görünceye kadar sınamaya
devam ediniz. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise, yetim yirmi beş yaşına ulaştığı
takdirde reşit olmasa dahi, malı kendisine teslim edilir. Çünkü bundan önceki
ayet-i kerimede, "Yetimlere mallarını veriniz" diye bu-yurulmaktadır.
Diğer taraftan ergenlik yaşma gelip de imanı ve küfrü muteber olan bir kimseye
malını teslim etmemek zulme benzer bir şeydir. Ayrıca böyle bir davranış onun
insan oğlu olma haysiyetini de ayaklar altına almaktır. Fakat ayet-i kerimenin
zahiri bulûğa erseler dahi reşit oldukları görülmedikçe mallarının
verilmeyeceğini ortaya koymaktadır. Cumhurun görüşü de budur.
Ebu
Hanife ve Şafiî'nin görüşüne göre sınama, ergenlik yaşından önce olur. Buna
delil ise gaye (nihai nokta)yi ifade etmek üzere kullanılan (hattâ) = ...e, a
kadar" edatıdır. Malik'in görüşüne göre ise bu bulûğdan sonra olur.
Ebu
Hanife buna bağlı olarak velinin izni ile aklı eren mümeyyiz küçüğün
tasarruflarını sahih kabul etmiştir. Çünkü bu bir sınamadır. Bu sınama ise velinin
küçüğe alışveriş yapmasına izin vermesi ile ortaya çıkabilir. Bu da böyle
birisinin tasarrufunun sahih olmasını gerektirir.
Şafiî
ise der ki: Sınama tasarruf iznini gerektirmediği gibi, öyle bir izne bağlı
olması da gerekmez. Aksine deneme küçüğün durumuna uygun bir şekilde tasarruf
olmaksızın da yapılabilir. Meselâ, ticaret yapan birisinin oğlu ak-din
tamamlanmasından öncesine kadar alım ve satım hususunda denenir. Akit o noktaya
geldi mi dilediği takdirde veli akdi gerçekleştirebilir. Eğer tasarruf
hususunda küçüğe fiilen izin caiz olsa, küçükken malın da ona verilmesi caiz
olur. Çünkü malının ona verilmesinin engellenmesinin sebebi, tasarrufunun sahih
olmamasıdır. Aynı şekilde küçüğün kendi malındaki tasarrufu da malının ona
verilmesine bağlıdır. Malının ona verilmesi ise bulûğ ve ondan sonra reşitlik
olmak üzere iki şartın gerçekleşmesine bağlıdır.
Şafiî'ye
göre reşitlik, din ve malî konularda salâhtır.
Cumhura
göre ise reşitlik, yalnızca malî konularda salâhtır. Daha sonra Yüce Allah şu
buyruklanyla velilere bazı şeyleri yasaklamaktadır: Zorunlu bir ihtiyaç
olmaksızın ergenlik yaşına varmadan önce yetimlerin mallarını çabucak tez elden
çıkarmak için yemeyiniz. Yani onların mallarını sizden alacakları yaşa
gelmezden önce çabuk davranarak onları yemeye kalkışmayınız.
İsrafsız
olarak ve ergenlik yaşma gelmeden önce ölür korkusuyla eli çabuk tutmak söz
konusu olmaksızın, yaptığı işin ve kontrolünün karşılığı olarak yetimin
malından yemek zorunda kalan muhtaca gelince: Eğer velayeti altmda bulunan
yetimin malına ihtiyacı olmayan zengin bir kimse ise, yetimin malından yemeyip
afiflik göstersin. Fakir kimse ise yetimin malından açlığını giderecek,
avretini örtecek kadar zorunlu ihtiyacı kadarını yesin. Bunu Ahmed'in Abdullah
b. Amr'dan yaptığı şu rivayet de desteklemektedir: Bir adam Resulul-lah
(s.a.)'a, "Benim bir malım yok, himayem altmda bir yetimim var" diye
soru sorar. Hz. Peygamber ona şöyle der: "İsraf etmeksizin, kendin için
mal biriktirmek yoluna gitmeksizin, saçıp savurmaksızın ve malını korumaya
kalkışmaksı-zın -yahut- onun malını feda ederek kendi malını kurtarmak yoluna
gitmeksizin yetiminin malından yiyebilirsin."
el-Cassâs
[31] Yüce
Allah'ın, "Büyüyecekler diye onları israfla tez elden yemeyin"
buyruğunu büyüme sınırına gelmesi halinde aklı başında olduğu takdirde
reşitliğinin görülmesi şartına bağlı kalmaksızın, yetimin malını almaya hak
kazandığına delil göstermektedir. Çünkü bulûğdan sonra reşitliğin görülmesi
şartı koşulmuştur. Yine el-Cessas bu ayet-i kerimeyi şuna delil gösterir:
Büyüme yaşına geldikten sonra yetimin malını elinde tutmak veli için caiz değildir.
Eğer bu böyle olmasaydı burada "büyüme"nin söz konusu edilmesinin bir
anlamı olmazdı. Zira yetimin velisi, büyümeden önce de sonra da yetimin malında
hak sahibi olurdu. İşte bu da yetim büyüme sınırına geldiği takdirde malının
kendisine verilmesi hakkını kazandığını göstermektedir. Ebu Hanife bu hususta
büyüme sınırım yirmi beş yaş olarak kabul etmiştir. Çünkü bu yaştaki bir kimse
dede olması ihtimal dahilindedir. Dede olabilecek yaşta olup da büyükler
arasında sayılmamasına ise imkân yoktur.
Şafiîler
ise der ki: Yüce Allah'ın, "Büyüyecekler diye" buyruğundan kasıt
reşit olarak bulûğa ermeleridir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğu ile amel etmenin
bir gereğidir: "Evlenme çağına erdikleri zamana kadar deneyin. Şayet onlarda
bir reşitlik görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin." Yüce Allah bunu
büyüme diye ifade etmiştir. Zira adam olma yaşma gelen kimsenin reşit olduğu
çoğunlukla görülen bir durumdur.
İlim
adamları şöyle bir soru sorarlar: Acaba velinin yetimin malından yedikleri,
yaptıklarına karşılık olarak bir ücret sayılır mı sayılmaz mı? Hanefîle-rin
görüşüne göre bu bir ücret değildir. Başkalarının görüşüne göre ise bu bir
ücrettir ve bunlar zengin ile fakir arasmda fark gözetmezler. Nitekim bir ücret
karşılığı yapılan bütün işlerde kıyas bunu gerektirir (yani zengin ile fakir arasında
fark olmaması gerekir). O takdirde Yüce Allah'ın, "Zengin olan
kaçınsın" buyruğundaki emir de mendup olma şeklinde yorumlanır. Fıkhî
kaide ise bu ücretin veliye ister yetsin ister yetmesin ecr-i misil ile belirlenmesini
gerektirmektedir.[32] Daha
sonra Yüce Allah malın ödenme yolunu şöylece açıklamaktadır: Ey veliler ve
vasiler! Sizler malları yetimlere teslim ettiğiniz takdirde onlar tarafından
malların kabzedildiğine ve bu konuda zimmetinizin ibra olunduğuna dair şahit
tutunuz. Çünkü -daha önce sözü geçen önce bulûğ, sonra reşitlik şartlarına
riayet ettikten sonra- bu şekilde şahit tutmak sizin itham altında kalmanız
ihtimalini uzaklaştırır; bu konuda dava edilmenize imkân vermez ve emanete
daha uygundur.
Bu
ayet-i kerimenin zahiri ile amel etmenin bir gereği olarak Malikîlerle
Şafiîlere göre böyle bir şahit tutmak vaciptir. Çünkü bu şekilde şahit tutmayı
terk etmek, karşılıklı davalaşmaya, mahkemeleşmeye götürür. Ayrıca emir kipi
vücup ifade eder. Hanefiler ise böyle bir şahit tutmayı mendup kabul ederler.
Bunun vücup ifade etmesine mani olan karine ise, vasinin emin bir kimse olmasıdır.
Emin bir kimsenin, kendisine güvenene malını verdiği iddiasında bulunacak
olursa, yemini ile birlikte sözü doğru kabul edilir. Yüce Allah'ın, "Hesap
sorucu olarak Allah yeter" buyruğu ise böyle bir belgelendirmenin gerekmediği
hususunda lehlerine delildir. Bunun anlamı da şöyle olur: Sizinle yetimler
arasında Yüce Allah'tan daha iyi bir tanık bulunamaz. Böyle bir açıklama Said
b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir.
Vasinin,
malı, baliğ olduktan sonra yetime teslim ettiği iddiası ve küçükken ona
yaptığı harcamalar hususunda vasinin sözü doğru kabul edilir mi?
İmam
Malik ve Şafiî der ki: Sözü doğru kabul edilemez, çünkü vasi malik değildir.
İmam Ebu Hanife ve arkadaşları ise, doğru kabul edilir, derler. Çünkü vasi
emindir, eminin ise emin olarak görülmeye devam ettiği sürece yemini ile sözü
doğru kabul edilir.
Daha
sonra Yüce Allah ayet-i kerimeyi küçük büyük bütün işleri koruyup gözettiğini
vurgulayarak sona erdirmekte ve hesaba çeken olarak kendisinin yeterli olduğunu
hatırlatmaktadır. Yani sizi gözetleyen ve gizleyip açıkladığınız şeyler
dolayısıyla hesaba çeken olarak Allah yeter.
[33]
Yüce
Allah'ın, "Allah'ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı beyinsizlere
vermeyin..." ayet-i kerimesi aşağıdaki hususlara delil teşkil etmektedir:
1- Malm zayi edilmesi yasaktır. Korunması, güzel bir şekilde idare edilmesi,
güzel bir şekilde çekip çevirilmesi icap eder. Çünkü Yüce Allah malı işlerin
düzenlenmesi, geçimin düzeltilmesi için bir sebep kılmıştır.
2- Savurgan sefihler (kıt akülılar)'in iki şekilde hacr altına alınmaları
gereği.
Birincisi,
mallarında tasarruflarını engelleme ve mallarını onlara vermenin caiz
olmaması.
ikincisi
ise, kendi mallarından harcama yapmak, yiyecek ve giyeceklerini satın almak
suretiyle onlar hakkında bizim tasarrufumuzun caiz olması. Bunu Yüce Allah'ın
şu buyruğu da pekiştirmektedir: "Eğer üzerinde hak olan beyinsiz veya
zayıf olur yahut..." (Bakara, 2/282). Bu buyrukta zayıf hakkında velayet
tespit edildiği gibi, sefih hakkında da velayet tespit edilmiş bulunmaktadır.
3- Sefihler, kelimesinin kapsamına girenler ya yetimler yahut da fiilen
saçıp savuranlardır ya da çocuklardır. Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen,
kapsamlı bir anlam taşıyan ifade de şöyledir: Hacr altına alınmayı hak eden
herkestir. Bu ise malı koruma ve güzel bir şekilde tasurruflarda değerlendirmek
için yeterli aklî güce sahip olamayan herkestir. Çocuk, deli ve savurganlık
dolayısıyla hacr altında bulunan bir kimse de bu ifadenin kapsamına girer.
İlim
adamları hacr altına alınmadan önce sefihin fiillerinin hükmü hakkında farklı
görüşlere sahiptirler. Malik ve İbnül-Kasım dışında kalan bütün arkadaşları der
ki: İmam onun tasarrufunu yasaklayıncaya kadar sefihin her türlü fiili ve işi
caizdir. Bu, Şafiî'nin ve Ebu Yusufun da görüşüdür. İbnül-Ka-sım ise der ki:
Sefihin fiilleri imam tasarruftan alıkoymasa dahi caiz değildir.
Yine
ilim adamları büyük kişinin hacr altına alınması hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Fukahanın çoğunluğu böylesinin hacr altına alınacağını
söylemişlerdir. Ebu Hanife ise der ki: Aklı başında, bulûğa ermiş kimse malını
kötüye kullanmadıkça hacr altına alınmaz. Bu şekilde davranacak olursa yirmi beş
yaşına ulaşıncaya kadar malının kendisine teslim edilmesi engellenir. Bu yaşa
geldiği takdirde ise durum ne olursa olsun -ister malını kötüye kullansın,
ister kullanmasın- malı kendisine teslim edilir. Çünkü böyle birisinin on iki
yaşında evlenmesi ve hanımının hamile kalması, altı ay içinde çocuk sahibi
olması ve bu yaşa kadar dede ve baba olması mümkündür. Ben ise dede olabilecek
bir kimseyi hacr altına almaktan utanırım.
Ancak
Darekutnî'nin şu rivayeti bu görüşünü reddetmektedir: Buna göre Hz. Osman yaşı
ilerlemiş birisinin hacr altına alınmasını caiz kılmıştır. Sözü geçen kişi ise
annesinin Habeşistan'da doğurmuş olduğu Abdullah b. Ca'fer'dir. Bu kişi
Habeşistan'da Müslümanlardan dünyaya gelen ilk çocuktur. Babası ile birlikte
Peygamber (s.a.)'in huzuruna Hayber senesi gelmişti. Hz. Peygamberden hadis
dinlemiş ve bellemiştir. Hayber ise hicretin yedinci yılında fethedilmişti.
4- Şam Yüce Allah'ın, "Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin"
buyruğu çocuğun nafakasının babası tarafından, kadının nafakasının da kocası
tarafından karşılanmasının vacip olduğunu göstermektedir. Buharî'de Ebu
Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a.) buyurdu
ki: "Sadakanın en faziletlisi geriye bırakılan varlıktır. Ve üstteki el,
alttaki elden hayırlıdır. Sen geçimini sağlamakla yükümlü olduğun kimselerden
başla." Kadın der ki: Ya bana yiyeceğimi verirsin yahut beni boşarsın.
Köle der ki: Bana yedir ve beni çalıştır. Evlât der ki: Bana yedir, beni kime
bırakırsın?" el-Mühelleb der ki: Aileye ve çocuklara nafaka icma ile
vaciptir.
İbnü'l-Münzir
der ki: Herhangi bir malı ve kazanma imkânı bulunmayan bulûğ yaşına gelmiş
erkek çocukların nafakası hususunda fukaha farklı görüşlere sahiptir. Bir
kesim de der ki: Babanın ergenlik yaşına gelinceye kadar erkek çocuklarına,
evlenip gerdeğe girinceye kadar da kız çocuklarına infak etmek vazifesidir.
Kocası onunla gerdeğe girdikten sonra onu boşayacak yahut ölecek olursa
babasının, nafakasını karşılamak yükümlülüğü yoktur. Şayet onunla gerdeğe
girmeden önce boşayacak olursa, eski hali gibi nafakası devam eder (babası
tarafından karşılanır). Malik ise der ki: Erkek torunun nafakasını dede
karşılamak zorunda değildir. Bir kesim ise der ki: Ergenlik yaşına gelinceye,
(kızlar da) ay hali oluncaya kadar torunlarına infak eder (nafakalarını
karşılar); sonra da kötürüm olmaları hali dışında, onların nafakalarım
karşılamakla yükümlü değildir. Bu konuda erkek ve kızlar arasında -kendine ait
özel mallan bulunmadığı sürece- bir fark yoktur. Şafiî'nin görüşü de budur.
Bazı
kimseler de, ihtiyaç duyabilecekleri şekilde mallan olmadığı takdirde, erkek
olsun kız olsun, çocuk ve baliğ olmuş bütün evlâtların nafakalarını
karşılamanın babalanna vacip olduğu görüşündedirler. Çünkü Hz. Peygamberin
hadis imamlannın Hz. Aişe'den yaptıklan rivayete göre Hind'e söylediği şu
sözlerin zahiri bunu gerektirmektedir: "Kendine ve çocuğuna yetecek
kadarını maruf ile al!"
5- Velayet altında bulunanlara güzel (maruf) sözler söylemek: Bu ise yumuşak
sözler söylemek, güzel hitaplarda bulunmaktır veya velinin onlara öğüt ve
nasihatlerde bulunarak iyilikte bulunması, onlara, "Reşit olduğunuzda biz
de size mallarınızı teslim ederiz" demesidir.
Yüce
Allah'ın, "Yetimleri evlenme çağına erdikleri zamana kadar deneyin..."
buyruğu da aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Mallarını kendilerine teslim etmeden önce kendilerini smamak ve mallarında
güzel bir şekilde tasarrufta bulunmaları için onları eğitmek. Bu sınama Ebu
Hanife ve Şafiî'nin görüşüne göre bulûğdan önce olur. Malik'in görüşüne göre
ise bulûğdan sonra olur. Sınamanın anlamı ile ilgili olarak da şöyle denilmiştir:
Sınama vasinin eli altmdakinin ahlâkını tetkik etmesi, onun maksatlarına kulak
vermesi ve böylelikle bu yetimin asıl düşüncelerine dair bilgi sahibi olup
kendi menfaatleri ve malını korumak hususundaki çalışmalarını bilmesi yahut
bunları ihmal edip etmeyeceğini anlamasıdır. Eğer iyi şeyler tespit ederse ona
malının bir kısmını vererek bu malda tasarrufta bulunmasına müsaade etmesinde
bir mahzur yoktur. Şayet bu malmı artırır, güzel şekilde gözetirse artık deneme
gerçekleşmiş olur, vasinin de bütün malmı o yetime teslim etmesi icap eder.
Şayet o yetimin malı kötü kullandığını görürse o malı yanında tutması icap
eder. Hasen, Mücahid ve başkaları der ki: Bu ifade, akılları, dine bağlılıkları,
mallarını artırıp geliştirmeleri hususlarında onları sınayınız, demektir.
2- Bulûğdan sonra reşitliğin görülmesi. Bulûğ beş şey ile anlaşılır:
Bunların üçünde erkekler ve kadınlar ortaktır. Bu üç husus üıtilâm, yaş ve
tüylerin bitmesidir. İki tanesi ise kadınlara hastır ki, bunlar da ay hali
olmak ve hamile kalmaktır. Ay hali ve hamileliğin bulûğa delâlet oldukları
hususunda ilim adamlarının görüş ayrılığı yoktur. Farz ve hükümlerin de bunlar
sebebiyle vü-cubu hususunda da görüş ayrılıkları yoktur. Ancak diğer üç hususta
farklı görüşlere sahiptirler:
Tüylerin
bitmesi ve yaş hususunda Evzaî ve İbni Hanbel der ki: On beş yaş ihtilâm
olmayan için bulûğ yaşıdır. Buna delil ise Müslim'in rivayet ettiği Peygamber
(s.a.)'in İbni Ömer'in Hendek günü cihada katılmasına müsade etmesidir. O
sırada İbni Ömer on beş yaşında idi; fakat Uhud savaşma katılmasına müsade
etmemişti. Çünkü o zaman on dört yaşında bulunuyordu.
Malik,
Ebu Hanife ve başkaları ise der ki: İhtilâm olmayan bir kimsenin mutlaka
herkesin ihtilâm olacağı bir yaşa gelmedikçe, baliğ olduğuna hüküm verilmez. Bu
yaş ise on yedi yaştır. İşte o vakit haddi gerektiren bir iş işleyecek olursa,
ona had uygulanır. Ebu Hanife'den gelen ve daha meşhur olan bir diğer rivayete
göre ise bu yaş on dokuzdur.
Tüylerin
bitmesi ile ilgili olarak ise kimi fakihler, "Bu bulûğa bir delil olarak
kabul edilir" demiştir ki bu da Ahmed'in görüşüdür. Şafiî'nin iki görüşünden
birisi ile Malik'in görüşü de böyledir. Diğer görüşe göre ise hem tüy bitmesi
hem de bulûğun bir arada olması kaçınılmazdır. Ebu Hanife der ki: Tüyün bitmesi
ile bir hüküm sabit olmaz. Bu bulûğ da değildir, bulûğa delâlet de etmez.
3- Reşitlik: Bu, Hasan-ı Basrî'nin Katade ve diğerlerinin görüşüne göre
akıl ve din hususlarında salâhtır. İbni Abbas, es-Süddî ve es-Sevri'nin görüşüne
göre ise akıl ve malın korunması hususunda salâh demektir. İlim adamlarının
çoğunluğuna göre reşitlik ancak bulûğdan sonra olur. Eğer ergenlik yaşma
geldikten sonra yine reşit olmayacak olursa, yaşlansa bile üzerindeki hacr kalkmaz.
Cumhurun görüşü budur.
Ebu
Hanife, Züfer ve Nehaî ise der ki: Hür ve baliğ olan bir kimse, eğer erkeklik
yaşma ulaşacak olursa, hacr altına alınmaz. İsterse insanların en fasığı ve en
ileri derecede savurgan olsun. Elverir ki akıllı olsun. Delil olarak da Enes'in
rivayet ettiği şu hadisi gösterirler: Habbân b. Mankiz zayıf görüşlülüğüne ve
isabetsizliğine rağmen alışverişlerde bulunurdu. "Ey Allah'ın Rasulü, onu
hacr altına al" denildi. Çünkü o zayıf görüşlülüğüne rağmen alışveriş yapıyor.
Peygamber (s.a.), "Alışveriş yapma" dedi. Habbân,
"Dayanamıyorum" deyince Hz. Peygamber ona şöyle dedi:
"Alışveriş yaptığın takdirde "aldatma olmasın" de. Ayrıca senin
için üç gün süreyle muhayyerlik vardır."
Aldatılmakla
birlikte Hz. Peygamber onu hacr altına almadı. İşte bununla hacrin caiz
olmadığı sabit olmaktadır. Kurtubî ise bunu şöylece reddetmektedir: Bu hadiste
lehlerine bir delil yoktur. Çünkü bu, bu olaya has bir hükmü ifade etmektedir.
Ondan başkaları böyle değildir.
Şafiî
der ki: Eğer malı ve dini hususunda kötü davranan bir kimse ise yahut yalnızca
malını ifsat eden bir kimse ise, hacr altına alınır. Daha zahir olan görüşe
göre ise, eğer dinini ifsat eden, malını düzelten bir kimse ise yine hacr
altına alınır.
4- Hacr altına alınanlara mallarının verilmesi iki şarta bağlıdır:
Reşitliğin görülmesi ve bulûğ. Bunlardan birisi olup da diğeri olmazsa
mallarının onlara teslim edilmesi ayet-i kerimenin nassı gereği caiz değildir.
Bu, Ebu Hanife, Züfer ve Nehaî dışında fukaha topluluğunun görüşüdür. Bu üç
imam yirmi beş yaşma ulaşılması halinde, reşitliğin görülmesi şartına gerek
görmezler. Ebu Hanife der ki: Çünkü bu yaşta dede olabilir.
İbnül-Arabî
ise şu sözleriyle bu görüşü reddetmektedir[34]: Bu
zayıf bir görüştür. Çünkü dede olmakla birlikte nasipsiz bir kimse olursa,
neseben dede olmasının böyle bahtsız bir kimseye faydası ne?
İlim
adamları hacr altında bulunan kimseye malının teslim edilmesi ile ilgili
olarak, yetkili makamların önünde teslim edilmesine gerek olup olmadığı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Bir grup der ki: Bu işin yetkili makamlara
götürülmesi ve bu makamda onun reşit olduğunun tespitinden sonra malının ona
teslim edilmesi kaçınılmazdır. Bir diğer grup ise şöyle demektedir: Bu vasinin
içtihadına bırakılmıştır. Ayrıca yetkili makamlara götürmeye ihtiyaç yoktur.
Vasi,
reşitliğinin ortaya çıkması üzerine vesayeti allında bulunana malını teslim
ettikten sonra, bu kişi, yine savurganlığının, malını kötü idaresinin ortaya
çıkması halinde, Malikîlere göre tekrar hacr altına alınır. Şafiîlerin bir görüşüne
göre de böyledir. Ebu Hanife'ye göre ise bir daha hacr altına alınmaz; çünkü
baliğ ve âkildir. Bunun delili ise had ve kısaslarda ikrarının caiz kabul
edilmesidir. Birinci görüşün delili ise Yüce Allah'ın, "Mallarınızı
beyinsizlere vermeyin." buyruğu ile, "Eğer üzerinde hak olan kişi
beyinsiz veya zayıf bir kimse olursa..." (Bakara, 2/282) buyruğudur.
Vasi
yetimin malını, babası gibi ticaret ve alım satım alanlarında kullanabilir.
Vasinin, (vesayeti altındakinin) zekâtını ödeme yükümlülüğü de vardır. Diğer
taraftan çeşitli cinayetlerin malî bedellerini ve telef ettiği malların kıymetini
onun adına öder. Anne babanın nafakasını ve yerine getirilmesi gereken diğer
haklarını da onun adına yerine getirir. Vesayeti altında bulunanı evlendirmesi,
onun adına mehrini ödemesi de caizdir.
5- Yüce Allah vasilere kendileri için mubah kılman vacip miktarın dışında
yetimlerin mallarını yemeyi yasaklamaktadır. Bu malları israf etmeleri, saçıp
savurmaları caiz değildir. Bu ise gereğinden fazla masraflarda bulunmakla olur.
6- Yüce Allah zengin olana yetimin malından bir şeyler almaktan uzak
durmayı emretmiş ve vasinin velayeti altında bulunanın malından örfe göre
yemesini mubah kılmıştır. Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi, örfe göre yemek ise açlığını
giderecek kadar yemesi, avretini örtecek kadar giymesidir. Ancak ince keten ve
cübbe giyinmez. Buna delil ise ümmetin şu husus üzerinde icma etmiş olmasıdır:
Müslümanların işlerini çekip çeviren imamın, maaruf şekilde yediğinin bedelini
ödemesi gerekmez. Çünkü Yüce Allah, Allah'ın malları arasında onun payını
tespit etmiştir.
7- Yüce Allah malın yetime teslim edilmesi esnasmda şahit tutmayı, gereken
şekilde korunmaya ve ithamları izale etmeye dikkat çekmek üzere emretmiş
bulunmaktadır. Bu şekilde şahit tutmak, bir grup ilim adamına göre
müs-tehaptır. Çünkü kabul edilen söz, vasinin sözüdür. Zira o güvenilir bir
kimsedir. Bir başka kesim de şöyle demiştir: Bu, ayetin zahiri gereğince
farzdır. Çünkü böyle bir kimse sözü kabul edilen emin bir kimse değildir.
8- Vasi ve kefil, velayeti altında bulunan yetimin malını koruyup artırmakla
yükümlü olduğu gibi, küçüğün bedenini korumakla da yükümlüdür. Malını, onu
gereken şekilde zaptu rapt altına almakla korur. Çocuğun bedenini de edep ve
terbiye ile korur. Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelip, "Benim himayemde
bir yetim vardır, onun malından yiyebilir miyim?" diye sorar. Resulullah
(s.a) şöyle buyurur: "Evet, bir mal biriktirmeksizin ve onun malıyla kendi
malını korumak yoluna gitmeksizin (yiyebilirsin)." Adam, '"Ey
Allah'ın Rasulü onu dövebilir miyim?" diye sorunca, Hz. Peygamber,
"Aynı sebepten dolayı kendi çocuğunu dövüyorsan, evet." diye
buyurdu.[35]
9- İnsanların amellerini hesaba çeken ve onların karşılıklarım veren olarak
Allah yeter. Bu ifade ise, hakkı inkâr eden herkese bir tehdit anlamı taşır.
[36]
7-
Anne ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir pay, yine
anne ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlar için de bir pay
vardır. Bu o maldan az veya çok olsun, farz kılınmış bir paydır.
8-
Paylaştırma sırasında yakınlar, yetimler, yoksullar da hazır bulunursa,
kendilerini o mirastan rızıklandırın ve onlara güzel sözler söyleyin.
9-
Arkalarında kendileri hakkında endişe edecekleri güçsüz evlâtlar bırakacaklar
korksunlar, Allah'tan sakınsınlar da dosdoğru söz söylesinler.
10-
Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş
yemiş olurlar. Onlar yakında alevli bir ateşe de gireceklerdir.
Ayette
geçen "az" ile "çok" kelimeleri arasında tıbâk sanatı
vardır.
Yine
Yüce Allah'ın, "Baba ve anne ile... bıraktıklarında erkekler için bir pay,
baba ve anne ile... bıraktıklarından kadınlar için bir pay vardır." buyruğunda
da itnâb vardır.
[37]
"...erkekler
için" yani erkek çocuklar ve erkek akrabalar için "bir pay",
belli bir hisse vardır.
"baba
ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından" yani bunlar arasından
vefat edenlerin bıraktıklarından "kadınlar için de bir pay vardır".
"Bu o maldan" bırakılan maldan "az ya da çok olsun farz kılınmış
bir paydır." Yani bu, Yüce Allah'ın onlara teslim edilmek üzere miktarını
kesin olarak tespit ettiği bir paydır.
"Paylaştırma
sırasında yakınlar" miras almayan akrabalar... "hazır bulunursa
kendilerini o mirastan" paylaştırmadan önce bir şeyler vererek
"rızıklan-dırın ve onlara" -ey küçük mirasçıların velileri olan
kimseler!- "güzel sözler söyleyin." Onlara bu malın sahibi kendiniz
olmadığınızı, malın küçüklere ait olduğunu belirterek özür beyan edin. Bu
şekilde bir şeyler vermek menduptur. İbni Abbas'a göre ise vaciptir.
"Arkalarında"
yani ölümlerinden sonra "kendileri hakkında endişe edecekleri güçsüz
evlâtlar" küçük yaşta çocuklar "bırakacaklar" yani bu şekilde
geriye bunları bırakacakları vakti (ölümü) yaklaşanlar, yetimler için
"korksunlar." Haşyet (korkmak), güvenlik halinde iken kendisinden
korkulan şeyin gözde büyümesidir. "Allah'tan sakınsınlar" yetimler
hakkında Allah'tan çekinsinler ve kendilerinden sonra kendi zürriyetlerine
yapılmasını arzuladıkları şeyleri onlara göstersinler "de" ölümü
yaklaşmış olan kimselere "dosdoğru" ve muhkem "söz
söylesinler." Maksat, dine uygun olan söz söylesinler şeklindedir.
"Zulümle"
haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler "Onlar yakında alevli bir
ateşe" alev alev yanan bir ateşe "gireceklerdir." Orada
yanacaklardır. Kelime "yakmak istemek"ten gelmektedir. Yemek
kızartıldığı zaman da bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Elini ve başka
şeyleri ısıtmayı ifade için de aynı kökten gelen kelimeler kullanılır.
[38]
7.
ayet olan, "Baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından bir pay
vardır." buyruğu ile ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh (H. 274 doğumlu Ebu Muhammed
Abdullah b. Muhammed b. Cafer b. Hayyân el-Isfahânî) ile İbni Hibbân
Kita-bu'l-Ferâiz'de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Cahiliye dönemi halkı kızlara ve yetişinceye kadar küçük erkeklere miras
vermezlerdi. Ensar*dan Evs b. es-Sabit adında bir adam vefat etti. Geriye küçük
bir kız çocuğu ve iki oğlu kaldı. Amcasının iki oğlu olan Hâlid ve Arfate
(Kurtubî gibi bazı kitaplarda Arface ve Süveyd şeklindedir -ki bunlar
asabedendir-) gelerek onun bütün mirasını aldılar. Vefat edenin hanımı olan
Ümmü Kahme (İbni Ke-sir'de Ümmü Kuhna, Kurtubî'de Ümmü Kucca) Resulullah
(s.a.)'ın yanına gelip O'na durumu anlattı. Resulullah (s.a.), "Ne
söyleyeceğimi bilemiyorum" deyince, "Baba ve anne ile yakın
akrabaların bıraktıklarından bir pay vardır..." ayet-i kerimesi nazil
oldu.
İbni
Ebî Hatim ve Beyhakî de bu ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak bir başka
sebebi nakletmektedirler ki bunun muhtevası şöyledir: Ayet-i kerime vasiyette
bulunma esnasında ölüm hastalığında olan kişinin yanında bulunan ziyaretçilere
yönelik bir emir niteliği taşımaktadır. Bu ziyaretçilerin böyle birisine miras
almayan akrabalarına vasiyette bulunmasını hatırlatmaları emre-dilmektedir.
Bunlara malının beşte birini yahut dörtte birini vasiyet eder. Ancak bu
kimseler hasta olana malından sadaka vermeyi yahut onun bir kısmını Allah
yolunda vermeyi emretmezler.
"Şüphe
yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." mealindeki 10. ayetin
nüzulü ile ilgili olarak da Mukâtil b. Hayyân şöyle demektedir: Bu ayet-i
kerime Mersed b. Zeyd adında Gatafanlı bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu
kişi, kardeşinin oğlunun malı üzerinde veli idi. Yeğeni ise küçük bir çocuktu.
Bu kişinin, yeğeninin malını yemesi üzerine Yüce Allah onun hakkında bu ayet-i
kerimeyi inzal buyurdu.
[39]
Yüce
Allah yetimlerin mallarını yemenin haram olduğunu söz konusu edip reşit
oldukları takdirde mallarının kendilerine verilmesini emrettikten sonra, o
malları yemenin haram olduğunu daha bir pekiştirdi ve velilerin yetimler lehine
korudukları mirasta erkek ve kadınların ortak olduğunu açıkladı. Cahiliye
döneminde ise Araplar kadınlara da küçük çocuklara da miras vermezler ve
'Mızrak kullanıp düşman kovalayan ve ganimet elde eden kimseler dışında miras
alan olmaz" derlerdi. Saîd b. Cübeyr ile Katâde der ki: Müşrikler malı büyük
erkeklere verirler, kadınlara ve küçük çocuklara mirastan bir şey vermezlerdi.
Bunun üzerine Yüce Allah da, "Anne ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından
erkekler için bir pay... vardır" buyruğunu indirdi.
[40]
Anne
baba ile akrabaların geriye bıraktıklarından yetimlere ait bir mal var ise, bu
malda yetimler eşittirler. Erkek ve kız arasında fark yoktur. Malın çok ya da
az olması arasında da bir fark yoktur. İstediği kadar az olsun, Yüce Allah'ın
hükmünde hepsi birbirine eşittir. Ölene olan akrabalığı veya evlilik bağı
dolayısıyla Allah'ın, her birisi için tespit etmiş olduğu farz hisse bakımından
aralarında fark bulunsa bile, asıl olarak miras almak bakımından aralarında
fark yoktur. Daha sonra Yüce Allah tümüne ait olan bu hakkı, "Farz kılınmış
bir paydır" buyruğu ile pekiştirmektedir ki, bunun herhangi bir kimsenin
eksiltme hakkı olmayan kesin ve tartışılmaz muayyen bir hak olduğu anlaşılsın.
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim ruhî bir yönü ele alıp tedavi etmektedir ki, bu da mirasın
paylaştırıldığı mecliste akrabaların hazır olmasını istememe hususudur. Yüce
Allah bu şekilde mirasın paylaştırılması esnasında miras bırakanların
akrabalarından, yetim ve yoksullardan herhangi bir kimse hazır bulunacak
olursa, az dahi olsa o maldan onlara bir şeyler vermeyi, nefislere sükûnet
kazandıran kin ve düşmanlığı söküp atan ruhtaki kıskançlığı kökten kazıyan
güzel sözler söylemeyi ve bir özür beyan etmeyi buyurmaktadır.
Paylaştırmadan
kasıt terekenin mirasçılar arasında pay edilmesidir. Akrabalardan kasıt ise
hacb olundukları yahut zevil erhamdan (yakın akrabalardan) oldukları için
miras alamayan kimselerdir. Bu emre muhatap olanlar ise veli yahut da bulûğa
erip malını teslim alacağı vakitte yetimlerdir. Yüce Allah'ın, "Kendilerini
o mirastan rızıklandırın" buyruğundaki zamir anne, baba ve akrabaların
geriye bıraktıkları mala yahut da lafzına itibar yoluyla değil manasına itibar
yoluyla paylaştırılan şey olmak üzere paylaştırmaya racidir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Sonra onu kardeşinin yükünden çıkardı."
(Yusuf, 12/76). Bundan kasıt ise "maşrapayı ondan çıkardı" demektir.
Aralarında
İbni Abbas ve Said b. Cübeyd'in de yer aldığı müfessirlerin çoğunluğu bu
ayet-i kerimenin muhkem olduğu ve emrin zahiri ile amel ederek vücup ifade
ettiği görüşündedirler. Ancak insanlar bu görüşü benimsememiş-lerdir. Nitekim
evlere girme esnasında izin almayı uygulamadıkları gibi. Bununla muhatap olan
ise mirasçıların büyüğü yahut küçüğün velisidir.
Hasan-ı
Basrî ve Nehaî der ki: Burada emir taşınabilir aynî mallar ile ilgilidir.
Arazilere gelince, onlardan bir şey vermezler. Bunlar yerine güzel söz söylemekle
yetinilir.
İslâm
âleminin değişik bölgelerinin fakihlerinin kanaatine göre böyle bir şeyler
vermek menduptur. Mirasçıların yaşça büyüklerinin bunu yerine getirmeleri
istenmiştir. Çünkü sözü geçen bu kimselerin eğer muayyen bir hakkı bulunmuş
olsaydı, diğer hakları açıkladığı gibi, Yüce Allah bunu da elbette açıklardı.
Onlara böyle bir hak açıklamadığına göre, bu hakkın vacip olmadığını öğrenmiş
bulunuyoruz. Diğer taraftan eğer bu vacip bir hak olsaydı, bu hakka dair bir
çok dava söz konusu olurdu. Çünkü fakir ve yoksulların buna olan hırsları
böyle obuasını gerektirir. Durum böyle olsaydı o zaman bu tür davaların da
tevatür yoluyla bize nakledilmesi gerekirdi. Böyle olmadığına göre, onlara bir
şeyler vermenin vacip olmadığını da öğrenmiş bulunuyoruz.
Said
b. el-Müseyyeb, Dahhâk ve Atâ'nın ondan yaptığı rivayete göre İbni Abbas derler
ki: Ayet-i kerime "Allah size evlâtlarınız hakkında tavsiye eder..."
(Nisa, 4711) diye başlayan miras ayeti ile neshedilmiştir.
Ayet-i
kerimelerde bir diğer ruhî hastalığın tedavi edildiğini görüyoruz. Söz konusu
bu hastalık yetime karşı tecavüzkâr olmak ve ona karşı katı davranmaktır. Yüce
Allah yetimleri gözeten veli ve vasilere yetimlere güzel söz söylemelerini,
onlarla kendi çocuklarıyla konuştukları gibi güzel bir şekilde konuşmalarını
ve onlara, "yavrum, çocuğum" ve buna benzer sözlerle seslenmelerini
emretmektedir. Ta ki kendileri de öldükten sonra çocuklarını -aradan fazla bir
zaman geçmeden- terk etmiş olabileceklerini, onların ihmal edilip zayi olacaklarından
korkmalarının uzak olmadığını hatırlasınlar. Elleri altında bulunan yetimler
hususunda Allah'tan korkarak vefatlarından sonra güçsüz ve zayıf evlâtlarına
nasıl davranılmasmı istiyor iseler, elleri altındaki yetimlere de böylece
davransınlar.
Ayet-i
kerimeden maksat ise, velileri yetimlerin mallarını korumaya, onlara güzel söz
söylemeye teşvik etmektir. Bu ise kendilerinden sonraki bizzat kendilerinin ve
çoluk çocuklarının hallerini hatırlatmakla yapılmaktadır. Ta ki onlar da bunu
tasavvur edebilsinler ve bundan ibret alabilsinler. Bu ise öğüt ve ibret almaya
götüren en güçlü ifade tarzıdır. Çünkü insan başkasına nasıl davranırsa öyle
karşılık görür ve çünkü başkalarının kendisine ne şekilde davranmalarını arzu
ediyor ise, diğerlerine de öylece davranması istenir.
Ayet-i
kerime aynı zamanda kendisinden önceki buyruklarla da alâkalıdır. Çünkü Yüce
Allah'ın, "Erkekler için bir pay... vardır." buyruğu mirasçılara emir
anlamındadır. Yani onlara haklarım veriniz, vasiler de kendilerine verileni gereği
gibi korusunlar ve bizzat kendi çocukları için korktukları gibi bunlar için de
korksunlar, anlamındadır.
Daha
sonra Yüce Allah bundan önceki emir ve yasakları pekiştirmekte, vurgulamakta,
haksız yere zulmen yetimin malını alan kimselere çetin azaba uğrayacaklarını
hatırlatmaktadır. Bu azap cehenneme girip ateşte yakılmalarıdır. Cehennem ise
aşırı derecede yakan alevli bir ateştir. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.
Allah bizleri ondan muhafaza buyursun.
Yemek,
netice olarak karından başka bir şeye gitmemekle birlikte, karınların söz
konusu edilmesinden kasıt, ya bu kimselerin sonuna kadar karınlarını ateşle
dolduracaklarıdır yahut da tekit ve mübalağa içindir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylerler."
(Âl-i İm-ran, 3/167). Zaten söylemek ağızdan başkasıyla olmaz ki. Yüce Allah'ın
şu buyruğu da böyledir: "Fakat asıl göğüslerdeki kalpler kör olur."
(Hac, 22/45). Yüce Allah'ın, "Ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur
ki... " (En'am, 6/38) buyruğu da böyledir. Çünkü kuş ancak iki kanadıyla
uçar. Bütün bunlardan maksat tekit ve mübalağadır. Aynı zamanda bu ifadelerde
yetimin malını yeme zalimliğinin ne kadar çirkin olduğu anlatılmak
istenmiştir.
Yemenin
"zulüm" ile kayıtlandırüması yetimin malını hak ile almanın meşru
olduğunu ifade etmektedir. Yapılan bir işin ücreti ve karz gibi. Bu ise bir
zulüm sayılmaz. Bunu alıp yiyen de zalim değildir.
"Yemek"
tabiri ile bütün faydalanmalar, telef ve tüketme yolları kastedilmektedir.
Ancak bu tabirin kullanılması yararlanma yollarının en önemlisi oluşundan
dolayıdır.
"Bir
ateş" tabiri ise müfessirlerin cumhuruna göre mecaz-ı mürseldir. Yani
sebep kastedilmekle birlikte müsebbebin söz konusu edilmesi kabilindendir.
Çünkü bu ayet-i kerimede işaret her kişiyedir. Ayetin zahirine göre hüküm, yetimin
malını yiyen herkes hakkında umumidir. Bu ister mümin, ister kâfir olsun fark
etmez. Ayet-i kerimenin müşrikler hakkında nazil olduğu söylenecek olsa bile,
sebebin özelliği hükmü tahsis etmez. Nazarı itibara alınan ise sebebin
hususiliği değil, lafzın genelliğidir.
Ayrıca
bazı haberlerde varit olduğuna göre bu ayet-i kerime nazil olunca herkes
yetimlerle birlikte bulunmaktan çekinmeye koyuldu. Öyle ki bu bizzat yetimlerin
kendilerine ağır geldi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şayet onlarla bir arada
yaşarsanız (onlar) sizin kardeşlerinizdir." (Bakara, 2/220) buyruğunu indirdi.
[41]
"...
erkekler için bir pay... vardır" ayeti aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Malikîler der ki: Bu ayet-i kerimede üç husus zikredilmiştir:
a) Mirasın illeti açıklanmaktadır ki bu akrabalıktır.
b) Uzak ya da yakın ne şekilde olursa olsun akrabalığın umumiliği.
c) Farz olarak ayrılan miras payının özetle zikredilmesi. Bu ise
tafsilatıyla mirasa ait ayet-i kerimede beyan edilmiştir. Böylelikle bu ayet-i
kerime hüküm için bir hazırlık olduğu gibi, nihâî açıklama gerçekleşinceye
kadar bu konudaki fasit görüş çürütülmüştür.
[42]
2- Erkeklere miras verirken kadın ve çocukları mahrum bırakan cahiliye
halkı geleneğini iptal etmek üzere, mirasta erkek ve kadın için belirlenmiş
hakkın tespit edilmesi. Ayet-i kerimede erkeklerden kasıt, baliğ olan erkekler,
anne babadan kasıt ise doğrudan anne babadır. Kadınlardan kasıt ise, baliğ olmuş
dişilerdir. Buna göre ayet-i kerimenin manası şöyle olur: Babalarının, annelerinin
ve kardeşleri, kızkardeşleri, amcaları, halaları gibi akrabalarının terk
ettiklerinden bulûğa ermiş erkekler için belli bir pay olduğu gibi, aynı şekilde
bulûğa ermiş dişilerin de babalarının terk ettiklerinden belli bir payı vardır.
Buna göre miras erkek ile kadınlar arasında ortaktır. Bu görüşe göre ayet-i
kerime zahiri üzere kalmaktadır ve ayetten kasıt, cahiliye dönemi âdetini lağv
etmektir.
Kadınların
nas ile zikredilmeleri onların haline verilen önem ile mirası hak ettiklerinde
aslî bir unsur olduklarını vurgulamak, mirası "savaşıp çarpışanlar
onlardırlar" diye erkeklere tahsis etmek şeklindeki cahiliye hükmünü iptal
etmek hususunda işi ileriye götürmektir.
Bazı
ilim adamları erkek ve kadınlar hakkındaki hükmü umumileştirerek erkeklerden
kastın mutlak olarak erkekler olduğunu, büyük yahut küçük olmaları arasında
fark olmadığını, kadınlardan kastın da mutlak olarak dişiler olduğunu
söylemişlerdir. Buna göre erkeklerle dişiler arasında eşitlikten kasıt,
onlardan her birisinin anne, baba ve akrabalarının terk ettiklerinde belli bir
hak sahibi olduklarıdır. Benim de meylettiğim açıklama şekli budur.
3- Ayet-i kerime zevilerhâm'ın (yalan akrabaların) miras alacağını kabul
eden Hanefîlerin lehine delildir. Çünkü halalar, teyzeler ve kız çocukları akrabalar
arasındadırlar. O bakımdan Yüce Allah'ın, "Baba ve anne ile yakın akrabaların
bıraktıklarından" buyruğu, onların lehine tespit edilen miras hakkının
kabul edilmesini gerektirir.
4- Miras hakkı terekenin azında da çoğunda da sabittir. Bu bütün mirasçılar
lehine geçerli bir haktır. Kılıç, yüzük, mushaf ve elbise gibi bir takım mallar
onların kimisine has olamaz.
Yine
Yüce Allah'ın, "Bu az veya çok olsun..." buyruğu da kızların miras
hakkını tespit etmektedir. Hakkın miktarına gelince, bunu da daha sonraki
mirasa dair ayet-i kerimeler açıklamış bulunmaktadır: "Allah size
evlâtlarınız hakkında tavsiye eder..." (Nisa, 4/11). Bu "az veya çok
olsun" ayet-i kerimesi nazil olunca, Peygamber (s.a.), Süveyd ile
Arface'ye Evs'in malından herhangi bir şey dağıtmamalarına dair haber gönderdi.
Çünkü Allah onun kızları için bir pay ayırmış bulunmakta, fakat bu payın
miktarının ne olduğunu açıklama-maktadır. O bakımdan "Rabbimizin ne
indireceğini görünceye kadar mirasını paylaştırmayınız" buyurdu. Bunun
üzerine, "Allah size evlâtlarınız hakkında tavsiye eder..."
buyruğundan itibaren, "En büyük kurtuluş işte budur." (Nisa, 4/13)
buyruğuna kadar olan ayetler nazil oldu. Bunun üzerine Süveyd ile Arface'ye şu
şekilde haber gönderdi: "Ümmü Kucce'ye Evs'in terekesinin sekizde birini,
kızlarına üçte ikisini veriniz. Malın geri kalan kısmı ise sizindir."
Bazı
Maliki, Şafiî ve Hanefîler şu, "Bu o maldan az veya çok olsun" ayet-i
kerimesini banyo ve ev gibi şeylerin dahi paylaştırılmasının vücubuna delil
görmüşlerdir. İbni Ebi Leylâ, Ebu Sevr ve İbnül-Kasım'ın görüşüne göre ise ev,
kat, banyo gibi paylaştırılamayan ve pay edildiği takdirde kendisinden
yararla-nümadığı için paylaştırılmasında zarar olan bir şey şüf a hakkı söz
konusu olmaksızın satılır. Çünkü Peygamber (s.a.) Ahmed ve Buharî'nin Hz.
Cabir'den rivayetine göre şöyle demiştir: "Pay edilemeyen her bir şeyde
şüf a vardır. Fakat sınırlar tespit edildiği takdirde şüf a olmaz."
Böylelikle Hz. Peygamber sınırları tespit edilebilen her şeyde şûrayı tespit
etmiş ve sınırları tespit edilmesi mümkün olup da paylaştırılmayan şeyde şüf
ayı askıya almıştır. Bu görüş zararı önlemek için makul olan görüştür.
İbnül-Münzir şöyle der: İki görüşten daha sahih olanı budur.
"Paylaştırma
sırasında... hazır bulunursa" ayet-i kerimesi de aşağıdaki hususları
göstermektedir:
1- Mirasta herhangi bir hakkı bulunmayıp mirasın pay edilmesi sırasında
hazır bulunan ve miras almayan akraba yahut yetim ve fakirlere -mal eğer çok
ise- ikramda bulunulur ve bundan mahrum edilmezler. Eğer paylaştırılan mal bir
akar yahut da ondan azıcık bir şey dahi olsun verilme imkânı bulunmayan az
miktarda bir şey olursa, onlara özür beyan edilir.
Bununla
birlikte az olan maldan bir şeyler verilecek olursa, onda büyük ecirler vadır.
Kimi zaman bir dirhem yüz bin dirhemi geride bırakabilir. Buna göre ayet-i
kerime İbni Abbas'ın da dediği gibi muhkemdir.
Yine
İbni Abbas'tan bunun mensuh olduğunu söylediği de rivayet edilmiştir. Bunu
nesheden ise Yüce Allah'ın, "Allah size evlâtlarınız hakkında tavsiye
eder." (Nisa, 4/11) buyruğudur. Said b. el-Müseyyeb ise der ki: Bunu miras
ve vasiyet ayeti neshetmiştir. Kurtubî de der ki: Birinci görüş daha sahihtir.
Bu ayet-i kerime mirasçıların kendi paylarına hak kazandıklarını açıklamakta ve
paylaştırma sırasında hazır olanlar arasından payı olmayanları da ortak etmenin
müstehap olduğuna delildir.
2- Mirasçı eğer malında tasarruf edemeyecek kadar küçük olursa, bir kesim
şöyle demektedir: Küçük mirasçının velisi, hacri altında bulunan küçüğün
malından uygun göreceği bir miktar verir. Bir şey vermez de denilmiştir. Bu
durumda paylaştırma sırasında hazır olanlara, "Bu malda benim bir hakkım
yok, bu yetimin malıdır. Eğer o bulûğa ererse ben ona sizin hakkınızı öğretirim"
der. İşte güzel ve maruf söz söylemek budur. Tabiî ki bu ölenin o kimseye bir
vasiyette bulunmadığı halde böyledir. Şayet onun lehine bir vasiyeti varsa,
vasiyet ettiği miktar ona verilir.
3- Bütün insanlara güzel sözler söylemek istenen bir şeydir. Akrabalara
ise özellikle istenmiştir. Bu da güzel söz söylemek ve nazik bir şekilde özür
beyan etmektir.
Yüce
Allah'ın, "Arkalarında kendileri hakkında endişe edecekleri güçsüz
evlâtlar bırakacaklar..." ayet-i kerimesi de aşağıdaki hususlara işaret
etmektedir:
1- Ayet-i kerime vasinin yetimlere kendi çocuklarına davrandığı gibi davranmasını
hatırlatmaktadır. Bu İbni Abbas'ın da belirttiği gibi vasilere bir öğüttür. Yani
sizden sonra kendi çocuklarınıza nasıl.davranılmasını istiyorsanız siz de
elinizin altındaki yetimlere öyle davranınız. İşte bundan dolayı Yüce Allah,
"Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir
ateş yemiş olurlar" diye buyurmaktadır.
2-
Dosdoğru söz, adaletli ve hakka
uygun olan söz demektir. Yetimlerin eğitilmesinde bu arzulanan bir şeydir. Veli
onları azarlamamalı ve onları hafife alıp küçümsememelidir.
"Şüphe
yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler..." ayet-i kerimesi aşağıdaki
hususlara delâlet etmektedir:
1- Yetimlerin mallarını haksızlıkla yemek haramdır. Kitap ve sünnet yetim
malını yemenin kebairden (büyük günahlardan) olduğunu göstermektedir. Hz.
Peygamber, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre şöyle
buyurmuştur: "Yedi tane helak edici günahtan uzak durunuz..." Bunlar
arasında da "yetimin malını yemeyi" zikretmiştir. İşte bundan fakir
dahi olsa yetimin malını hak ile yemenin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Velisi
maruf ile malından yer, ayrıca yaptığı işin ücretini alma hakkı da vardır.
2- Haksızca yetimin malını yiyen kimsenin cezası cehenneme girmektir.
3- Bu ayet-i kerime tehdit ifade eden ayetlerden birisidir. Ancak büyük
günahlar sebebiyle insanların küfre girdiğini söyleyenler lebine bunda bir
delil yoktur. Ehl-i sünnetin bu konudaki inancı şudur: Bazı günahkârlar
cehennem ateşinde yanar ve (bir çeşit) ölür (ondan sonra cennete girer).
Halbuki cehennemlikler böyle değildir, onlar ne ölür, ne diriltilirler.
Bu
konuda söylenecek son sözlere gelince: Yetimler kendi menfaatlerine her türlü
gözetim ve itinayı hak eden zayıf ve aciz kimselerdir. Babalarını kaybetmeleri
karşılığında onlar terbiye edilmeyi hak kazanırlar. Bundan dolayı Kur'an-ı
Kerim yetimlere gereken itinayı göstermiştir. Yüce Allah yetimler hakkında Nisa
suresinin başından itibaren önceki ayetin sonuna kadar arka arkaya dokuz ayet-i
kerime inzal buyurdu ve bütün bunlarda yetimin malının gereken şekilde
gözetilmesini açıkladı. Bu ayet-i kerimelerde yetimin malını yemenin ve hakkını
zayi etmenin yasak olduğunu pekiştirdi. Nitekim Yüce Allah yetimler hakkında
başka ayet-i kerimeler de indirmiştir. Bunların bir kısmı, "Yetimin
malına o en güzel yol ile olması dışında yaklaşmayınız." (İsra, 17/34);
"Ve yetimler hakkında adaleti elden bırakmamanız hususunda..." (Nisa,
4/127); "Yetime gelince, sen onu küçük düşürme" (Duha, 93/9);
"Bir de sana yetimler hakkında sorarlar. De ki: Onlar lehine ıslâh
hayırlıdır. Şayet onlarla bir arada yaşarsanız sizin kardeşlerinizdir. Allah
ıslah edeni de fesat çıkartanı da bilir." (Bakara, 2/220). Hz. Peygamber
de Ahmed, Buharî, Ebu Davud ve Tirmi-zî'nin Sehl b. Sa'd'dan rivayetine göre
şöyle buyurmuştur: "Ben ve yetimi himaye eden şu ikisi gibiyim" ve
şehadet parmağı ile orta parmağını işaret etti.
[43]
11-
Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki dişinin hissesi
kadar vardır. Eğer kadınlar ikiden fazla ise mirasın üçte ikisi onlarındır.
Şayet kız bir tek ise o zaman yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa anne ve babanın
her birine mirasın altıda biri vardır. Çocuğu olmayıp da anne ve babası ona
mirasçı olduysa malın üçte biri annesinindir. Şayet kardeşleri varsa o vakit
altıda biri annesinindir. Bu, borçlarından ve yapacağı vasiyetten sonradır.
Babalarınız ve oğullarınızdan size hangisinin faydaca daha yakın olduğunu bilemezsiniz.
Bunlar Allah'tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah Alîm'dir Hakîm'dir.
12'
Hammlarmızın Çocuğu yoksa mirasın yarısı sizindir. Çocukları varsa
bı-raktıklarmın dörtte biri sizindir. Bunlar yaptıkları vasiyetten ve borçtan
sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Şayet
çocuğunuz varsa edeceğiniz vasiyet ve borçtan sonra sekizde biri onlarındır:
Eğer mirası aranan erkek veya kadın çocuğu ve babası olmayan biri (kelâle) olup
erkek veya kızkardeşi bulunursa bunlardan her birine altıda bir vardır. Şayet
bunlar bundan daha ziyade iseler hepsi edeceği vasiyet ve borçtan sonra üçte
bire ortak olurlar. Ancak zarar verici olmamalıdır. Bunlar Allah'tan bir
vasiyettir. Allah Alîm'dir, Halîm'dir.
"Eğer
kadınlar" ifadesinin takdiri "Şayet geriye bırakılan kadınlar ikiden
fazla olurlarsa" demektir. Çünkü iki kıza üçte iki sünnet ile sabit olduğu
gibi, Yüce Allah'ın, "Eğer kızkardeş iki tane ise bıraktığının üçte ikisi
onlarındır." (Nisa, 4/176) buyruğunda da iki kızkardeşe üçte ikinin
verileceği nassın delâleti ile sabittir. Çünkü ayet-i kerimede buna delâlet
eden bir nas bulunmamaktadır.
"Şayet
kız bir tek ise" buyruğunun takdiri de şöyledir: Eğer geriye kalan kız bir
tane olursa "bunlar Allah'tan birer farizadır." Yani Yüce Allah bunu
farz olarak tespit etmiştir.
[44]
"Erkeğe"
ile "iki dişi" kelimeleri ve "babalarınız ve oğullarınız"
lafızları arasında tıbâk sanatı vardır. "Yapacağı vasiyetten"
buyruğunda iştikak bakımından cinas vardır. "Edeceğiniz vasiyet ve
borçtan sonra" buyruğu ile "yaptıkları vasiyet ve borçtan
sonradır" buyruklarında tekit için itnâb vardır. "Alîm'dir,
Halîm'dir" buyruğu ise mübalağa ifade etmektedir.
[45]
"Size
emr (vasiyet) ediyor" yani Allah size emredip vasiyet ediyor. Vasiyet,
gelecekte yapmak üzere bir kimsenin uhdesine bırakılan iş demektir. "Allah
Allm'diı? yarattıklarının durumunu çok iyi bilendir. "Hakîm'dir"
onlar için ortaya koyduğu hükümlerde hikmeti sapasağlamdır. "Kelâle"
kelimesi yorgun ve bitap düşmek anlamında masdardır. Daha sonra usûl ve furû'
dışında kalan uzak akrabalık hakkında kullanılmıştır. Kelâle, babası ve çocuğu
bulunmayan yani sadece uzaktan akrabalığı bulunan kimse demektir. "Allah
Alîm'dir" yani yarattıkları için tespit ettiği miras hisselerini çok iyi
bilendir. "Halîm'dir" yani kendisine muhalefet edenlere cezayı
erteleyendir.
[46]
11.
ayet-i kerime olan, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..."
ayet-i kerimesi ile ilgili olarak Kütüb-i Sitte sahipleri Câbir b. Abdullah'tan
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) ile ben Selime oğulları
diyarında bulunuyorken Ebu Bekir yaya olarak beni ziyaret ettiler. Peygamber
(s.a.) aklımın başımda olmadığını (kendimden geçtiğimi) gördü. Bunun üzerine
bir su istedi, onunla abdest aldı, sonra o sudan üzerime serpti, kendime geldim
ve dedim ki: Malıma ne yapmamı emredersin? Bunun üzerine, "Çocuklarınız
hakkında Allah size emrediyor..." ayeti nazil oldu.
Ahmed,
Ebu Davud, Tirmizî ve Hâkim, Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Sa'd b. er-Rabî'in hanımı Resulullah'ın yanına gelip dedi ki: Ey
Allah'ın Rasulü, işte bunlar Sa'd b. er-Rabfnin iki kızıdır. Babaları seninle
birlikte savaşırken şehit düştü. Amcaları ise onların mallarını aldı, onlara
mal namına bir şey bırakmadı. Bunların malı olmazsa kimse onlarla evlenmeye
yanaşmaz. Hz. Peygamber, "Allah bu hususta hüküm verecektir" buyurdu.
Bunun üzerine, "Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." ayeti
nazil oldu ve Resulullah (s.a.) amcalarına haber gönderip şöyle dedi:
"Sa'd'ın kızlarına üçte ikiyi, annelerine sekizde biri ver, geri kalanı da
senindir." Derler ki: İslâm tarihinde ilk paylaştırılan tereke bu
olmuştur.
Hafız
İbni Hacer der ki: Ayet-i kerimenin, Câbir olayı ile ilgili değil de Sa'd'ın
iki kızı hakkında nazil olduğunu söyleyenler, bunu delil gösterirler. Özellikle
Câbir'in o günlerde bir çocuğu yoktu. İbni Hacer der ki: Bu ayet-i kerime her
iki husus hakkında da nazil olmuştur. Bunun baş tarafının iki kız hakkında
nazil olması, son tarafının ise Hz. Câbir kıssası hakkında nazil olması
mümkündür. Son tarafları, "Eğer mirası aranan erkek veya kadın çocuğu ve
babası olmayan biri olup..." bölümüdür. Buna göre Hz. Câbir'in çocukları
hakkında, "Allah size şöyle emrediyor..." ayeti nazil oldu, demekten
maksadı, "bu ayet-i kerimeden hemen sonra gelen kelâle'yi de söz konusu
eden buyruk nazil olmuştur" demek olur.
[47]
Şanı
Yüce Allah bundan önceki ayette, "Baba ve anne ile yakın akrabaların
bıraktıklarından erkekler için bir pay vardır..." buyruğunda yalan
akrabaların mirasının hükmünü özlü bir şekilde zikrettikten sonra, miras
ayetlerinde de mirasçıların paylarını etraflıca açıkladı. Çocuklar (furû) ile
baba ve annelerin (usul) haklarını, eşlerin haklarını, anne bir kardeşlerin
haklarını açıkladı. Baba bir kardeşlerin hükmü ise surenin sonunda gelecektir.
Cahiliye
döneminde miras almanın üç sebebi vardır:
1- Nesep: Yalnızca savaşabilen erkeklere verilirdi. Kadınların
ve küçük çocukların mirastan payları yoktu.
2- Evlat edinmek: Evlatlık edinilene de tıpkı asıl çocuk gibi mirastan
pay verilirdi.
3- Sözleşme ve ahit: Bu da bir kimsenin Ötekine, "Benim kanım senin
kanındır. Benim kanımın heder edilmesi de senin kanının heder edilmesi demektir.
Sen bana mirasçı olursun, ben sana mirasçı olurum ve benden dolayı sen ve
senden dolayı da ben takibat altına alırım" demesiyle olurdu.
İslâm
Yüce Allah'ın şu buyruğu ile iptal ettiği evlâtlık dışındaki diğer sebepleri
bıraktı: "Oğul edindiğiniz kimseleri de size oğul kılmadı." (Ahzab,
33) Nesep yoluyla mirasçılığı şu buyruğu ile kabul ettiğini görüyoruz:
"Anne babanın ve yakın akrabaların terk ettiklerinden her biri için
mirasçılar kıldık." (Nisa, 4/33). Ahit (antlaşma) yoluyla mirasçılığı da
Yüce Allah, "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de nasiplerini
verin." (Nisa, 33/4) buyruğu ile geçerli kılmıştır.
İslâm
başlangıçta hicret ve kardeşleştirme olmak üzere iki sebebi daha ilâve etmişti.
Daha sonra Yüce Allah'ın şu buyruğu gereği bunlar ile ilgili uygulamanın
neshedildiğini görüyoruz: "Hısımlar Allah'ın Kitabınca biribirlerine daha
yakındırlar." (Enfâl, 8/75).
Böylelikle
miras almayı gerektiren sebepler üç tane olmak üzere karar buldu. Bunlar nesep,
evlilik ve velâdır. Yani efendinin kölesini yahut cariyesini azat etmesi
sebebiyle miras almaktır.
[48]
Şanı
Yüce Allah çocukların haklarını belirterek başladı. Çünkü zayıflıkları
sebebiyle şefkat ve yardıma en çok hak sahibi olanlar onlardır. Usûlün (anne ve
babanın) ise vefat edenden başkası üzerinde de almaları gereken bir hakları
bulunabilir yahut onların kazanma güçleri olabilir. O bakımdan Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: Allah sizlere hak ettikleri miras hususunda çocuklarınız ile
ilgili olarak şu emri veriyor ve farz kılıyor: Onların miras almalarının temel
kaidesi, "Erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır" ifadesidir. Yani
ölenden sonra erkek ve kız çocuklar kalmışsa erkeğin payı dişinin iki katıdır.
Çünkü erkekten nafaka, kazanma, çalışma, zorluklara katlanma, hanımının mehrini
verme gibi yükümlülükler istenir. Kadının ise herhangi bir kimseye harcama
yapması istenmez, ister kız, ister kızkardeş, ister hala, ister teyze olsun.
Ancak büyüdükten veya bulûğa erdikten sonra şayet evli değil ise kendi
masraflarını kendisi karşılar.
Eğer
geriye kalan mirasçılar kadın yani kızkardeş yahut kız çocuk olup bunlar iki
kişiden fazla iseler vefat edenin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Geriye
kalan sadece bir dişi ise beraberinde onu asabe yapacak bir erkek de bulunmuyor
ise yarısı onundur.
Erkek
bir kardeşi olmaksızın sadece iki kızın mirası hususunda görüş ayrılığı
vardır. İbni Abbas der ki: Bu iki kızın hükmü tek bir kız gibidir, mirasın
yarısını alırlar. Çünkü, "Eğer kadınlar ikiden fazla ise mirasın üçte
ikisi onlarındır" ayetinin zahiri bunu gerektirmektedir.
Cumhur
ise der ki: İki kız ayrı ayrı iki kızkardeş gibidir. Bunlar da üçte iki
alırlar. Bu da Yüce Allah'ın şöyle buyurduğu iki kızkardeşe kıyasen tespit
edilmiştir: "Eğer kızkardeş iki ise oğlan kardeşin bıraktığının üçte
ikisini alırlar." (Nisa, 4/176). Diğer bir sebep de şudur: Kız, erkek
kardeşiyle birlikte olduğu takdirde üçte bir alır. Kızkardeşiyle birlikte bunu
alması ise öncelikle söz konusu olur. Ayrıca İbni Mes'ud (r.a.) bir kız, oğlun
kızı ve kızkardeşin mirasçı olduğu bir mesele hakkında şöyle hüküm vermiştir:
Mirasın altıda biri oğlun kızma, üçte ikiyi tamamlamak üzere de yarısını kıza
vererek kız ile birlikte oğlun kızına üçte iki, iki kıza üçte iki verilmesi daha
uygundur. Diğer taraftan Yüce Allah'ın, "Eğer kadınlar ikiden fazla
ise" buyruğunun kadınlar iki ve daha yukarı ise anlamına gelmesi de
mümkündür. Yüce Allah'ın, "Boyunların üzerine vurun" (Enfâl, 8/12)
buyruğunun, boyunlara ve daha yukarısındaki bölgelere vurun, anlamına gelmesi
gibi.
Özetle:
Çocuklar erkek ve dişi oldukları takdirde erkek dişinin iki katını alır. Eğer
çocuk sadece bir kız ise yansını alır. Eğer iki ve daha fazla çocuk varsa
cumhurun görüşüne göre üçte iki alır. Tek başına erkek çocuk bulunursa terekenin
tamamını alır. Onunla birlikte bir ve daha çok erkek kardeşi varsa terekeyi
aralarında eşit olarak paylaşırlar.
Oğlun
çocukları ve bunların çocukları ise öz oğullar gibidir. Daha yukarda olanı daha
aşağıda olanı hacbeder (mirastan mahrum eder). Eğer daha yukarıda olan -kız
veya onunla birlikte oğlun oğlu olmasında olduğu gibi- dişi olursa kız yansını
alır, diğer kalan ise oğlun oğlunun olur. Şayet oğlun çocuğu dişi olursa daha
yukarda olan yansını alır, daha aşağıda olan da üçte ikiyi tamamlamak üzere
altıda bir alır. Eğer daha yukardaki çocuklar kıza da beraberinde kendi
derecesinde veya ondan daha aşağı derecede kendisini asabe yapacak bir kimse
bulunmuyor ise, hiç bir şey kalmaz.
[49]
Ölen
çocuğun eğer erkek yahut dişi bir yahut daha fazla çocuğu varsa, ölenin anne
ve babasının her biri terekenin altıda birini alırlar. Geri kalan ise önceki
şekliyle çocuklara aittir. Şayet ölenin hiç çocuğu yoksa anne babası ona
mirasçı olursa anne mirasın üçte birini alır. Çocukların varlığı ile birlikte
anne babanın mirasta eşit pay almalarının sebebi ise eşit şekilde her ikisinin
saygınlığının korunmasıdır. Anne ile babanın paylannm çocuklann payından daha
az olmasının sebebi ise ya yaşça büyüklükleri yahut da ihtiyaçlarının
olmayışıdır. Bu ise ya hayatta bulunan çocukları gibi nafakalarını sağlamakla
yükümlü kimselerin varlığı dolayısıyladır yahut da çocuklann pek çok harcamaya
ihtiyaçları olduğundan dolayıdır. Çocuklann harcamalara ihtiyaçlarının olması
ise ya yaşça küçüklükleri ya da evlenme ihtiyacı ile büyüdükleri esnada hayatın
yüklerini taşıyıp katlanma durumunda olmalandır.
Anne
babası ile birlikte eğer ölenin erkek yahut dişi birden çok kardeşleri
bulunuyor ise, bu sefer anne üçte bir yerine altıda bir alır. Bu kardeşlerin
anne baba bir olması, baba bir ya da anne bir olması arasında ise fark yoktur.
İki
kardeş üç ve daha fazlası gibidir. Çünkü Peygamber (s.a.) ile Râşid halifeler
iki erkek kardeşin ve iki kızkardeşin annenin mirasını üçte birden altıda bire
indirdiğine hüküm vermişlerdir. İbni Cerir, İbni Abbas'tan rivayetine göre İbni
Abbas Hz. Osman (r. anhum)'ın yanına girip dedi ki: Neden iki kardeş annenin
payını üçte birden altıda bire indirsin ki? Halbuki Yüce Allah, Eğer onun
kardeşleri varsa" diye buyurmaktadır. Oysa senin kavminin diline, kavminin
konuşmasına göre (yani Arapça'da) iki kardeş hakkında "kardeşler" denilmez.
Hz. Osman ona şu cevabı verdi: İnsanların geleneksel olarak öğrene-geldikleri
ve her yerde yürürlüğe konulmuş ve benden önce kararlaştırılmış bir işi ben
nakzedebilir miyim?
Yani
bu konuda şeriatta icma olmuştur. Aynca bunu şu husus da desteklemektedir:
Dilde çoğul kipi iki kişi hakkında da kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu
buyruklarında olduğu gibi: "Eğer ikiniz Allah'a tevbe ederseniz (ne alâ,
çünkü) kalpleriniz haktan meyletmiştir." (Tahrîm, 66/4); "Sana şu
hısımların haberi geldi mi, hani onlar mihraba tırmanmışlardı" (Sâd,
38/21); "Biz iki davacıyız, birimiz diğerine haksızlık etmiştir,
dediler." (Sâd, 38/22).
Özetle:
Eğer anne ile birlikte miras alan bir fer* yahut iki ve daha fazla erkek ve
kızkardeş bulunmazsa anne üçte bir alır. Miras alan, fer* yahut birden çok
erkek ve kızkardeş ile birlikte ise anne altıda bir alır. Baba da mirasçı fer*
ile birlikte altıda bir alır. Eğer fer", kız çocuk ise mirasın yarısını
alır, baba da farz ve asabelik yoluyla miras alır. Eğer anne baba ile birlikte
bir eş bulunursa anne kalanın üçte birini alır. Bu ise "Ömeriyye
mes'elesi" veya "el-Garra meselesi" diye bilinir. Meselâ koca,
baba, anne yahut hanım, baba ve annenin mirasçı olma hali buna benzer.
Birincisinde erkek mirasın yarısını, baba da kalanın yarısını asabelik yoluyla
alır. Anne ise kocanın farz «hissesi olan altıda birden sonra kalanın üçte
birini alır. İkinci halde ise hanım on ikiden dörtte bir (yani üç pay) alır.
Çünkü mirasçı bir fer5 yoktur. Baba ise asabelik yoluyla altı pay olan kalanı
alır, anne ise üç paydan ibaret olan geri kalanı alır.
[50]
Bütün
mirasın mirasçılar arasında paylaştırılmasından önce tereke ile alâkası olan
borçların ödenmesi ve vasiyetlerin yerine getirilmesi söz konusudur. Şanı Yüce
Allah teşrî buyurduğu şekilde mirasın ölenin yaptığı vasiyetin yerine
getirilmesinde ve yine ölenin ölümden önce zimmetine taalluk eden borcun
ödenmesinden sonra yerine getirilmesini emir ve tavsiye etmektedir.
Ödemede
borç öncelikli olmakla birlikte vasiyetin borçtan önce zikredilmesi ona
verilen önemi belirtmek, vasiyetin inkârını önlemek ve yerine getirilmesini
teşvik etmek içindir. Borca gelince, borcun ödenmesinin ne derece güçlü bir
görev olduğu bilinen bir husustur. İster ona öncelik tanınsın, ister
tanınmasın. Diğer taraftan burada yer alan "veya" mübahlık içindir ve
tertibi gerektirmez. Borcun ödenmesine öncelik tanınmasının delili ise Hz.
Ali'nin rivayet edip İbni Cerîr et-Taberî'nin de içinde bulunduğu bir
topluluğun kendisinden yaptığı şu rivayettir: Sizler şu "Borçlarından ve
yapacağı vasiyetten sonradır" buyruğunu okuyorsunuz. Şüphesiz Resulullah
(s.a.) vasiyetten önce borcun ödenmesi hükmünü vermiştir. O bakımdan
mirasçılardan herhangi bir kimsenin olsun lehlerine vasiyet yapılanlardan
olsun hiç bir kimsenin borcun ödenmesinden sonra terekede bir hakkı yoktur.
Şayet borç terekenin tamamını kuşatacak olursa herhangi bir kimsenin alacak bir
şeyi kalmaz. Ölenin kefenlenme ve defnedilme masrafları ise -insanlığına
duyulan saygı dolayısıyla- borcun da vasiyetin de hatta mirasın da önüne
geçirilir.
Borcun
vasiyet ve mirasın önüne alınmasının sebebi ise, ölenin zimmetinin borcu
karşılığında rehin olması ve borcun ödenmesinin Allah için yapılan hayırlı
işten daha öncelikli olması dolayısıyladır.
Terekenin
üçte biri sınırlan çerçevesinde olmak üzere, vasiyetin mirastan öne
alınmasının sebebi ise, Kütüb-i Sitte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel'in Hz.
Sa'd'dan rivayet ettikleri "Üçte bir olsun, gerçi üçte bir de çoktur
ya" buyruğundaki sünnet-i nebeviyyede vasiyet için izin verilen miktarın
bu olmasıdır.
Diğer
taraftan kişinin işin akıbetlerini bilemeyeceğine dair dikkatinin çekilmesi
kasdı ile bir ara (mutariza) cümlesinin ayet-i kerimede yer aldığını görüyoruz.
Bununla
Yüce Allah şunu beyan etmektedir: Yüce Allah'ın kendileri hakkında sizlere
tavsiyede (emirde) bulunduğu ve miras paylarım tespit ettiği kimseler, sizin
babalarınız ve evlâtlannızdır. O bakımdan paylaştırmada zulme sapmayınız.
Bazılarını mahrum etmeyiniz. Cahiliye döneminde Arapların yaptığı gibi
yapmayınız. Çünkü sizler menfaat itibariyle kendinize kimlerin daha yakın
olduğunu bilemezsiniz. Yüce Allah bütün bu paylan kesin bir farz olarak emir
buyurmuştur. Şüphesiz Yüce Allah yarattıklarına neyin uygun düştüğünü çok iyi
bilendir; onların işlerini çekip çevirmekte, düzene koymakta Hakîm olandır.
Yani bütün işleri uygun ve doğru olan yerlerine yerleştirendir. O size ancak
sizin için faydalı olan şeyleri şeriat yapar. Mirası da sizin aranızda hak,
adalet ve maslahat esasına göre paylaştırmıştır. O bakımdan siz de O'nun bu
konudaki düzenine tabi olunuz. Cahiliye dönemi insanlarının yaptıkları gibi
sizler de kadınlar ve zayıf kimseler gibi mirasçılardan herhangi bir kimseyi
mahrum etmekten kaçınınız.
[51]
Kocanın
hanımının terekesinden -eğer çocuğu yoksa- yansını alma hakkı vadır. Bu çocuğun
kocanın kendisinden olması ile başkasından olması, erkek ya da kız olması, bir
ya da fazla olması, doğrudan ondan olması ile hanımının oğlundan yahut oğlunun
oğlundan olması arasında bir fark yoktur. Bundan sonra kalan, hanımın
çocuklannındır. Kadın ile duhûl (gerdeğe girmiş olmak) şart değildir. Şayet
kadının çocuğu varsa koca dörtte bir alır. Geri kalan ise onun farz sahipleri
ile asabelerinedir yahut da Hanefîlerin görüşüne göre zevil-erhâm'a (yakın
akrabalara) veya başka bir mirasçısı yoksa Beytülmâl'e ait olur.
O
hanımlann terekesinde borçların ödenmesinden ve vasiyetlerin yerine
getirilmesinden sonra kalan miktar kocanındır.
Şayet
ölen kocanın çocuğu yoksa terekenin dörtte biri hanımınmdır. Eğer çocuğu varsa
hanım sekizde bir alır.
Eğer
hanımlar birden fazla olurlarsa dörtte birde yahut sekizde birde ortaktırlar.
Önceden de geçtiği gibi bu, borcun ödenmesinden ve vasiyetin yerine
getirilmesinden sonradır.
[52]
Yüce
Allah bu ayet-i kerimelerde mirasçılan üç kısma ayırmış bulunmaktadır: Bir
kısım, arada bir vasıta olmaksızın ölü ile akraba olanlardır. Onun bu
akrabalığı kan akrabalığıdır, bunlar çocuklar ile anne babadır. Bir kısım ise
ölüye vasıtasız olarak bağlı olanlardır ki bu bağlılığı akit ile olmaktadır;
bunlar da eşlerdir. Diğer bir kısım akraba ise belli bir vasıta ile ölüye bağlı
olanlardır. Bunlar da kelâle diye bilinenlerdir. Kelâle, baba ve çocuğun
dışında kalanlardır. Bu ismin verilmesi ise Yüce Allah'ın beyanda öne aldığı
birinci kısmın akrabalık bağının kuvvetidir. Bundan sonra ise ikinci kısmı
zikretmiş, daha sonra ise üçüncü kısmı zikretmiştir. Zira ilk iki kısım
herhangi bir şekilde mirastan düşmezler; üçüncü kısım ise böyle değildir,
bazan tamamıyla miras hissesi düşebilir.
Tercih
edilen görüşe göre kelâle, baba ve çocuğun dışında kalanlardır. Bu, Ebu Bekir
es-Sıddık (r.a.)'ın tefsiridir. İbni Cerîr şöyle rivayet etmektedir: Ebu Bekir
(r.a.) dedi ki: Ben kelâle hakkında bir görüş belirttim; eğer bu doğru ise o
yalnızca ortağı olmayan Allah'tandır. Şayet hatalı ise benden ve şeytandandır,
Allah bu hatadan beridir. Gerçek şu ki kelâle, baba ve çocuğun dışında kalan
mirasçılardır.
Onun
bu açıklamasını kelimenin türediği kök de pekiştirmektedir. Bu kelime
zayıflıktan alınmadır. Vilâdet (doğum) yolundan gelmeyen akrabalık zayıf bir
akrabalık bağıdır. Vilâdet yoluyla gelen akrabalık ise güçlü bir akrabalıktır.
Ayrıca Yüce Allah babanın olmaması halinde erkek ve kızkardeşlerin miras
almaları hükmünü vermiştir. O halde baba kelâleden olmamalıdır.
Nassa
göre kelâlenin miras hükmü şudur: Eğer anneleri aynı olan erkek yahut kızkardeş
bulunacak olursa, bunların her birisi altıda bir alır. Şayet bunlar daha fazla
olurlarsa üçte birde ortaktırlar. Bu konuda ise erkeklerle dişiler arasında
miras payı itibariyle bir farklılık yoktur.
Kelâle
ayetinde erkek ve kızkardeşten farkın anne bir kardeşler olduğunun delili ise
Sa'd b. Ebî Vakkas'm, "Ve onun anne bir erkek yahut kızkardeşi varsa"
şeklindeki kıraatidir. Diğer taraftan öz kardeşler Nisa suresinin sonunda
hükmü gelecek olan asabeler arasındadırlar. "Senden fetva isterler, de ki:
Allah size kelâle hakkında hükmünü şöylece açıklar:..." (Nisa, 4/176). O
halde burada onlardan kasıt anne baba bir kardeşler yahut baba bir
kardeşlerdir. Tek başına oldukları takdirde malın tümü onlarındır.
Diğer
taraftan burada farz hisse ya üçte bir yahut altıda birdir. Bu ise annenin
farzıdır. O bakımdan anne vasıtasıyla akraba olan kardeşlerin farzının anne bir
kardeşler olması uygun düşmektedir.
Özetle:
Anne bir kardeşlerin iki durumları söz konusudur:
1- Anne bir erkek yahut kızkardeş tek başına oldukları takdirde onların
her birisi altıda bir alır.
2- Anne bir kardeşler birden çok oldukları takdirde üçte biri aralarında
eşit olarak paylaştırırlar. Erkek ile dişileri arasında fark yoktur. Çünkü onların
müşterek kılınmaları buna delâlet etmektedir.
Anne
bir kardeşlerin payları, borcun ödenip vasiyetin uygulanmasından sonra verilir.
Bunların ise, mirasçılara ve alacaklılara bir zararının olmaması gerekir. Borç
ve vasiyette zarar vermenin ise bir takım halleri vardır:
1- Ölen kişi yabancı birisi lehine malın tümünü kuşatacak yahut bir kısmını
kuşatacak bir borcu mirasçılara zarar vermek kasdı ile ikrarda bulunur. Bu
zarar kasdı ise çoğunlukla kelâle (uzak akrabalar) hakkında ortaya çıkar. Anne,
baba, evlât ve eşler için ise bu nadiren görülen bir husustur.
2- Filânda bulunan alacağını daha önce almış olduğunu ikrar etmesi.
3- Üçte birden fazlasını vasiyet etmesi. İbni Abbas der ki: Vasiyette
zarar büyük günahlardandır.
4- Yüce Allah'a yakınlaşmak kasdı ile değil de mirasçıların paylarını eksiltmek
maksadıyla malının üçte birini vasiyet etmesi.
Allah
kendisiyle amel edilmek ve yerine getirilmek üzere sizlere bunu tavsiye
etmekte, emretmekte ve buyurmaktadır. Allah Alîm'dir, Halîm'dir. Alîm'dir, yani
kullarının maslahatını ve onlara zararlı olanı, kimlerin mirasa hak
kazandığını, kimlerin kazanmadığım çok iyi bilir. Halîm'dir, yani kendisine
isyanda bulunarak vasiyetinde mirasçılara yahut da alacaklılarına zarar
verenlere ya da kadın yahut çocuklardan herhangi bir kimseyi mirastaki hakkından
mahrum etmesine karşılık vereceği cezasını acilen, çabucak vermeyendir.
Buna
kulak verip gereği gibi kavrayan kimseleri etkileyici olan bu son ifadeler,
şanı yüce Allah'ın hayır ve maslahatı bildiği için böyle teşrî buyurduğuna bir
işarettir. O bakımdan Müslümanlara düşen Yüce Allah'ın emir ve farizalarına
kulak vermek, O'nun öngördüğü düzene ve sınırlara sıkı sıkıya bağlı kalmaktır.
Bundan dolayı haddi aşmamak, hakları azaltmamak gerekir. Yahut da mirasta
kadınla erkeği eşit tutmak gibi miras düzeninde akıllarınca tadilata gitmemek
lâzımdır. Kesin Kur'anî naslarla çatıştığı halde tutarsız ve yanlış bir takım
örfler esas alınmamalı, yahut da Batı düzenlerini ve ortaya koydukları
kanunları taklit edilmemelidir. Bu sapmalar ise böyle bir uygulamanın adil
olduğu ve erkek ile kadın arasındaki haklarda eşitliğin gerekli olduğu iddiası
ile yapılmaktadır. Fakat Allah'ın adaleti ötesinde adalet olamaz. Allah'ın
rahmetinden üstün bir rahmet olamaz. Ayet-i kerimenin Yüce Allah'ın,
"Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." buyruğu ile
başlaması Yüce Allah'ın insanlara annenin çocuğuna olan merhametinden daha
merhametli olduğunun delilidir. Çünkü Yüce Allah anne ve babaya kendi
çocuklarını vasiyet etmekte, onlar hakkında emir vermektedir. Bunu da şu sahih
hadis teyit etmektedir: "Şüphesiz Allah kullarına şu annenin çocuğuna olan
merhametinden daha merhametlidir..."
[53]
1- Yüce Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında Allah size
emrediyor..." buyruğu, "...erkekler için bir pay" buyruğu ile
"kadınlar için de bir pay vardır" buyruklarında topluca (mücmel
olarak) belirtilen hususlar açıklanmakta ve bu da beyanın, soru vaktinden
sonrasına ertelenmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu ayet-i kerime
dinin rükünlerinden bir rükün, ahkâmın esaslarından bir esas, Kur"an-ı
Kerim'deki ana ayetlerden bir ayettir. Feraiz (İslâm Miras Hukuku) oldukça
değerli bir ilimdir. O kadar ki bu tek başına ilmin üçte biri kabul
edilmiştir. Yarısı kabul edildiğine dair rivayet de vardır. İnsanlar arasından
kaldırılacak ve unutulacak ilk ilim de odur. Darekutnî, Ebu Hureyre (r.a.)'den
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Temizi öğreniniz ve
onu insanlara öğretiniz. Çünkü o ilmin yarısıdır. İlk unutulacak şey odur;
ümmetimin arasından ilk kaldırılacak şey de odur."
2- Yüce Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında Allah size
emrediyor..." buyruğu ile ilgili olarak Şafifler şöyle der: Yüce Allah'ın,
"Çocuklarınız hakkında Allah size emrediyor..." buyruğu sulbden gelen
çocuklar hakkında bir hakikattir. Oğlun oğlu ise bunun kapsamına mecaz yoluyla
girmektedir. O bakımdan bir kimse oğlunun oğlu varken oğlu olmadığına dair
yemin edecek olursa hânis olmaz. Filânın çocuğuna vasiyette bulunacak olursa,
çocuğunun çocuğu onun kapsamına girmez. Ebu Hanife ise der ki: Eğer sulbünden
gelen bir çocuğu yoksa, çocuğunun çocuğu kapsama girer.
3- Ayetin zahiri mümin olsun kâfir olsun, mirasın bütün çocuklara verileceğini
ortaya koymaktadır. Ancak Resulullah (s.a.)'ın, "Müslüman kâfire mirasçı
olmaz."
[54] ifadesinden Yüce Allah'ın
bir takım çocukları kastettiğini bir kısmını da maksadın dışında bıraktığını
öğreniyoruz. Buna göre Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana -bu hadisin
zahirine göre- mirasçı olmaz.
Hadis-i
şerifler mirasa engel hususların üç çeşit olduğunu göstermektedir: Öldürmek,
din ihtilâfi ve kölelik. Fakat hata yoluyla öldürmek İmam Malik'e göre mirasa
engel değildir. Diğerlerine göre ise engeldir.
Ayetin
genel kapsamına Resulullah (s.a.)'ın mirası girmemektedir. Çünkü İmam Ahmed'in
rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Biz miras
bırakmayız. Ne bırakırsak o bir sadakadır."
en-Nehaî
de der ki: Esir de miras alamaz. Ancak ilim ehlinin çoğunluğu şöyle demektedir:
Müslüman olarak hayatta kaldığı bilindiği sürece esir miras alır. Çünkü Yüce
Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında" buyruğunun kapsamına kâfirlerin
elinde bulunan esir de girmektedir.
4- Ayet-i kerimede belirtilen feraiz sahipleri haklarını aldıktan sonra
geri kalan, asabeye aittir. Çünkü Hz. Peygamber hadis imamlarının rivayetine
göre şöyle buyurmuştur: "Feraizi sahiplerine ulaştırınız. Feraizden arta
kalan ise ilk erkek adama verilsin." Yani Yüce Allah'ın Kitabında yer alan
feraiz altı çeşittir. Bunlar da yarım, dörtte bir, sekizde bir, üçte iki, üçte
bir ve altıda birdir.
Hz.
Peygamberin "ilkken kasdı ise en yakın akrabadır.
Yarım,
beş kişinin farzı yani hissesidir: Sulbden gelen kız evlât, oğlun kızı, anne
baba bir kızkardeş, baba bir kızkardeş ve koca -ki bunlar bu payı almalarını
engelleyen (hacb eden) kimseler bulunmadığı takdirdedir-.
Dörtte
bir, hacb eden -ki o da oğuldur- ile birlikte kocanın, hacb eden bulunmadığı
takdirde de zevcenin ve zevcelerin payıdır.
Sekizde
bir, hacbeden ile birlikte hanımın ve hanımların payıdır.
Üçte
iki, dört kişinin payıdır: İki kız ve fazlası, oğlun kızı, anne baba bir yahut
baba bir kızkardeşler -kendilerini bu payı almaktan hacb eden kimse olmadığı
takdirde-.
Üçte
bir, iki grubun payıdır. Bu ise oğlun, oğlun oğlunun ve daha fazla erkek ve
kızkardeşi bulunmadığı durumda annenin payıdır. Diğer grup ise annenin iki ve
daha fazla çocuğunun payıdır. Bu ise malın tümünün üçte biridir. Geriye
kalanın üçte biri ise şu meselede anneye aittir: Eğer koca yahut hanım ve anne
baba varsa, bu durumda anne kalanın üçte birini alır. Aralarında pay sahibi
bulunduğu takdirde kardeşlerle birlikte dedenin bulunması meselelerinde de
kalanın üçte biri dedenindir.
Altıda
bir yedi kişinin bissesidir: Anne baba, çocuk ve oğlun çocuğu ile birlikte
dedenin, bir arada bulunmaları halinde nine ve ninelerin, sulbden gelen kız ile
birlikte oğlun kızlarının, anne baba bir kızkardeş ile birlikte baba bir
kızkardeşlerin, erkek ya da kız olsun anne bir çocuğunun. Mirasçı fer1 ile ve
usûlden mirasçı erkek ile olduğu takdirde, annenin çocuğu mirastan düşer.
Bütün
bu farz hisselerin hepsi Yüce Allah'ın Kitab'ından alınmadır. Bundan tek
istisna, dede ve ninelerdir. Bunların payları da sünnetten çıkartılmıştır.
Peygamber (s.a.)'in nineye altıda bir verdiği sabit olmuştur.
5-
Önceden de açıkladığımız gibi
borç ödenip vasiyet yerine getirilmedikçe miras taksimi olmaz.
6- Yüce Allah'ın, "Çocuklarınız hakkında" diye buyurması ister
mevcut olsun, isterse de annenin karnında cenin olarak bulunsun, bütün
çocukları kapsar. İster birinci tabakadan olsun, ister ondan sonrası olsun,
ister erkek ister kız olsunlar durum değişmez. Bunlardan istisna ise, önceden
seçtiği gibi kâfir çocuklardır.
7- Yüce Allah'ın, "Eğer kadınlar ikiden fazla ise mirasın üçte ikisi
onlarındır" buyruğundan ayrı olarak Yüce Allah tek bir kadına da,
"Ve onun kızkardeşi varsa terk ettiğinin yarısı onundur" buyruğunda
yarım vermektedir. Tek bir kızkardeş kardeşi ile birlikte üçte bir aldığına
göre kızkardeşin de üçte iki aldığını anlarız. Denildiğine göre, burada geçen
"fazla" kelimesi zaiddir. Yani iki kadın olursa anlamındadır. Yüce
Allah'ın, "Boyunların üstünü vurunuz." (En-fal, 8/12) buyruğunda
olduğu gibi. Burada maksat boyunları ve onların yukarısını vurunuz, demektir.
İki kızın üçte iki alacağına dair en güçlü delil ise nüzul sebebinde rivayet
edilen sahih hadistir.
8- Şayet kız ile birlikte oğlun kızı da varsa mirasın yansı kızındır.
Oğlun kızı ise üçte ikiyi tamamlamak üzere altıda bir alır. İbni Mes'ud'a bu
konuda soru sorulmuş O da şöyle demiştir: (Böyle yapmayacak olursam) o takdirde
ben sapıtmış olurum, hidayet bulanlardan olmam. Ben onun hakkında Peygamberin
verdiği gibi hüküm veriyorum: Kız çocuğu mirasın yarısını alır, oğlun kızı ise
üçte ikiyi tamamlamak üzere altıda bir alır, kalan ise kızkardeşindir.
9- Koca ölüp geride hamile hanımını bırakacak olursa hanımın ne doğuracağı
açıkça ortaya çıkıncaya kadar mal bekletilir. Eğer ölü doğarsa miras almaz,
eğer diri doğarsa hem miras alır, hem ondan miras alınır. İki cinsel organı
bulunan hünsaya gelince; ilim adamlarının icmasına göre böyle bir kimseye küçük
abdestini bozduğu yere göre miras verilir.
10- Yüce Allah'ın, "Anne ve baba" buyruğunda geçen ebeveyn baba
kelimesinin tesniyesi (ikili) şeklidir ya da Araplarca tağlib üslûbu
kabilindendir. Nitekim baba ve anneye ebeveyn, güneş ve ay'a el-kamereyn, gece
ve gündüze el-meleveyn derler. Aynı şekilde Ebu Bekir ve Ömer'e de el-Ömereyn
derler.
11- Ölenin annesi yok ise ilim adamlarının icmasına göre nine altıda bir
alır. Annenin hem kendi annesini hem de babanın annesini hacb edeceği, ayrıca
babanın ise annenin annesini hacb edemeyeceği hususunda da icma etmişlerdir.
Malik'in
görüşüne göre ancak iki nine miras alır. Bunlar annenin annesi ile babanın
annesi ve bunların anneleridir. Annenin babasının annesi ise hiçbir şekilde
miras alamaz.
12- "Her birine mirasın altıda biri vardır" buyruğu ile Yüce
Allah çocuk ile birlikte anne babanın her birisinin hissesini tespit etmekte,
çocuğun hissesini müphem bırakmaktadır. Bundan dolayı bu durumda erkek ile kız
eşittir.
13- Yüce Allah'ın, "Şayet kardeşleri varsa o vakit altıda biri
annesinindir" buyruğuna göre kardeşler anneyi üçte birden altıda bire hacb
ederler. Bu ise hacb-ı noksan (eksiltme hacbı) diye bilinir. Kardeşler ister
anne baba bir, isterse anne bir, isterse baba bir olsunlar fark etmez ve
onların payları yoktur.
14- Borç vasiyetten Önceliklidir. Buna delil ise, Tirmizî'nin Hz. Ali'den
rivayetine göre Resulullah (s.a.)'ın vasiyetten önce ödeneceğine dair hüküm
vermesidir. Bu hususta icma vardır.
Şafiî,
ayet-i kerimeyi ileri sürerek zekât ve hac borcunun mirastan önce olduğunu
belirtir ve der ki: Kişi zekâtında kusurlu davranacak olursa, bunun zekâtın
sermayesinden alınması icap eder. Çünkü zekât da haklardan bir haktır ve o
bakımdan insanların hakları dolayısıyla ölümden sonra ölenin adına bu hakkın
ödenmesi gerekir. Özellikle zekâtın harcanma yeri de insanlardır. Ebu Malik ise
der ki: Eğer ödenmesini vasiyet edecek olursa, mirasın üçte birinden ödenir.
Şayet bir şey belirtmemişse, onun adına zekât namına bir şey verilmez, ta ki
mirasçılar fakir kalmasın.
15- Yüce Allah'ın, "Size hangisinin faydaca daha yakın olduğunu
bilemezsiniz" buyruğundaki 'yakın' dünyada dua ve sadaka olarak
açıklanmıştır. Nitekim ashabın da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:
"Şüphesiz kişinin derecesi kendisinden sonra çocuğunun duası ile
yükseltilir." Müslim ve başkalarının rivayet ettiği sahih hadiste de
şöyle buyurulmaktadır: "Kişi öldü mü ameli üç husus müstesna
kesilir." Ve bunlar arasında şunu da zikreder: "... Veya kendisine
dua edecek sâlih bir evlât bırakmışsa..." Ahirette olacağı da
söylenmiştir; çünkü evlât daha faziletli olduğundan dolayı babasına şefaatçi
olabilir.
Özetle,
babalar ve çocuklar dünyada yardımlaşmak, koruyup gözetmek suretiyle, ahirette
de şefaat yoluyla biribirlerine faydalı olurlar. Baba ve oğullar hakkında bu
böyle olduğuna göre bütün akrabalar hakkında da durum aynıdır.
16- Erkek ve dişinin farz hisselerinin eşit olduğu tek yer, anne bir
kardeşlerin mirasıdır. Bu da Yüce Allah'ın, "Şayet bunlar bundan daha
fazla iseler hepsi... üçte bire ortak olurlar" buyruğundadır. Bu ortak
kılma ise çok olsalar dahi erkek ile kızların biribirlerine eşit pay almasını
gerektirmektedir.
17- Zarar vermek ve zarara mukabele etmek haramdır. Vasiyette zarar büyük
günahlardandır. Borç hususunda da böyledir. Yüce Allah, "Ancak zarar verici
olmamalıdır" diye buyurmaktadır. Zarar vermek ise burada vasiyet ve borca
racidir. Bunun vasiyete raci olması şöyle olabilir: Üçte birden fazlasını yahut
da mirasçıya vasiyet ederse. Eğer üçte birden fazlasını vasiyet ederse bu, üçte
bire indirilir. Mirasçıların bunu geçerli kabul etmeleri hali bundan müstesnadır.
Çünkü burdaki engelleme Yüce Allah'ın hakkı değil, onların haklarıdır. Şayet
bir mirasçıya vasiyet edecek olursa, bu vasiyet miras olur. İlim adamlarının
icmasına göre mirasçıya vasiyet caiz değildir.
Bu
zarar vermenin borca rücuuna gelince: ikrarda bulunmanın caiz olmadığı bir
durumda ikrar ile olur. Meselâ, hastalığı halinde mirasçısı lehine veya bir
arkadaşı lehine ona iyilik kasdıyla ikrarda bulunursa, böyle bir ikrar caiz değildir.
İlim adamlarının icmasına göre ölüm hastalığı halinde mirasçı olmayan bir
kimse lehine borç ikrarı, eğer sağlıklı halinden kalma borcu yoksa caizdir.
Eğer
sağlığı halinde belli bir beyyine ile borcu olduğu anlaşılmışsa ve bir yabancı
lehine borç ikrarında bulunursa, aralarında Hanefilerin de bulunduğu bir kesim,
sağlıklı halinde ikenki borcuna öncelik tanınır, derler. Şafiî'nin de
aralarında yer aldığı bir diğer kesim ise, her iki borç arasında fark yoktur,
derler.
İbni
Abbas der ki: Vasiyette zarar büyük günahlardandır ve ayrıca bunu Hz. Peygamber
(s.a.) de ifade etmiştir. Ebu Davud da Ebu Hureyre'den şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Bir erkek yahut bir kadın altmış yıl süreyle Allah'a
itaat üzere amel eder sonra da ölüm bunlara gelip çatar; yaptıkları vasiyette
zarar verirler, bundan dolayı her ikisine de cehennem vacip olur." Maliki
mezhebinin meşhur görüşüne göre ise vasiyette bulunanın fiili mirasın üçte biri
sınırında kaldığı takdirde zarar verici değildir; çünkü bu, onun hakkıdır. Zira
bu üçte birde dilediği şekilde tasarrufta bulunabilir.
18- Yüce Allah'ın, "Allah Alîm'dir, Halîm'dir" buyruğunun anlamı
da şudur: O kimlerin miras almaya ehil olduklarını çok iyi bilendir, sizin
aranızdaki bilgisizlere karşı da halimdir (cezalandırmakta aceleci değildir).
[55]
13-
İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat ederse, onu
orada ebediyyen kalmak üzere altında ırmaklar akan cennetlere sokar. En büyük
kurtuluş işte budur.
14-
Kim de Allah'a ve Rasulüne isyan eder sınırlarını aşarsa, onu da orada ebedî
kalmak üzere ateşe koyar. Onun için küçültücü bir azap da vardır.
Yüce
Allah'ın, "Kim... itaat ederse" buyruğu ile "fcim ... isyan
ederse" buyruklan arasında tıbâk sanatı vardır.
[56]
"Allah'ın
sınırları..." Sınırlar anlamına gelen hudûd kelimesi "had" kelimesinin
çoğuludur. Burada kasıt, Yüce Allah'ın kullarının gereğince amel etmeleri ve
haddi aşmamaları için belirlemiş olduğu şeriat ve hükümlerdir. Hudûd kelimesi
bazan Allah'ın yasaklamış olduğu haramlar hakkında da kullanılır. İşte belli
suçlar için tayin edilmiş belli cezalar anlamına gelen "hudûd" ismi
de buradan alınmıştır.
"Küçültücü"
yani hor kılan, küçük düşüren demektir.
[57]
Yüce
Allah, "Allah Allm'dir, Halîm'dir" buyruğundaki uyarısının muhtevasını
bu ayet-i kerimelerde bir daha pekiştirmektedir. Bununla daha önce geçmiş
bulunan yetimlerin mallarına, zevcelerin hükümlerine ve mirasa dair hallere
ait açıklamaların, Yüce Allah'ın sınırlan olduğuna dikkat çekmektedir. Yani
bunlar Yüce Allah'ın sınırlarını belirlediği hükümlerdir. Allah bunları yetimler,
evlilik bağı ve mirasın mirasçılar arasında paylaştırılması hususunda aile
hukukunun kanunu yapmıştır. Bu mirasın paylaştırılması ise mirasçıların ölene
olan yakınlıkları, ona ihtiyaçları ve onu kaybetmeleri dolayısıyla tespit
etmiştir.
İşte
bunlar Allah'ın sınırları ve hükümleridir. Sakın bunları aşmayınız, geçmeyiniz.
Herhangi bir Müslümanın bu sınırları aşıp geçmesi uygun bir iş değildir.
Her
kim Yüce Allah'ın dinden şeriat kıldığı şeylere ve şerefli Rasulüne indirdiklerine
itaat etmek suretiyle Allah'a, Rabbinden tebliğ etmiş olduğu hüküm ve ayetlere
uymak suretiyle de Rasulüne itaat ederse -ki Rasule itaat şu buyruk gereğince
Allah'a da itaattir: "Her kim Rasule itaat ederse Allah'a da itaat etmiş
olur." (Nisa, 4/80). Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere koyar.
Bizler cennete iman eder ve oranın dünyadaki her türlü nimetin üstünde
olduğuna, itaatkâr kulların da orada ebedî kalacaklarına inanırız. İşte bu ebedî
kurtuluştur (Fevzü'l-azîm). Bu, dünyadaki kurtuluşlara hiç benzemeyen üstün
zafer ve felahtır.
Kim
Allah'ın sınırlarını aşar, Allah'a ve Rasulüne karşı gelir, Allah'ın haramlarını
aşıp çiğnerse Allah da onu yakıtı insanlarla taşlar olan bir ateşe koyar.
Onlar için küçük düşürücü, zelil kılıcı bir azap söz konusudur. Çünkü böyle
bir kimse Allah'ın hükmüne karşı çıkmış ve O'nun koyduğu hükme razı olmamıştır.
Cennet
ehlinin ebedî nimetlerden yararlanıp biribirleriyle ünsiyet bulacakları
ebedîlikleri ile, cehennem ehlinin yalnız bırakılarak ile en çetin azabı
tadacakları ateşteki ebedîlik arasında çok büyük bir fark vardır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu gün (pişmanlığınız) size asla fayda vermez.
Çünkü zulmettiniz. Muhakkak siz azapta da ortaksınız." (Zuhruf, 43/39).
Müminlerin
isyankârlarına gelince, onlar da cehennemde günahları mik-tarınca azap
görecekler, sonra da cennete girmek üzere çıkarılacaklardır. Azabı gerektirici
isyan ise, kasten masiyet işlemek ve onun üzerinde ısrar etmektir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, kim bir kötülük işler ve günahı onu
kuşatırsa işte onlar cehennemliktirler, orada ebedî kalıcıdırlar."
(Bakara, 2/81). Her nasılsa ayağı kayıp bir masiyet işleyen, sonra da bundan
dolayı nefsini kınayıp tevbe eden, Yüce Allah'ın, "Ve onlar bile bile
yaptıkları üzerinde ısrar etmezler" (Al-i İmran, 3/135) buyruğunda dile
getirilen durumdakilere gelince, bunlar kurtulacaklardan olacaklardır.
[58]
Kendilerine
helâli ve haramı açıklayıp şeriat ve hükmü beyan etmiş olması, korkutması,
ümitlendirmesi, sakındırması Yüce Allah'ın kullarına olan büyük rahmetinin
tecellilerindendir. Kim Allah'ın emirlerine itaat eder, masiyet ve
kötülüklerden uzak durursa, onun mükâfatı orada ebediyyen kalmak üzere
cennettir. Her kim de Allah'a ve peygamberine isyan edecek olur ve bu isyanı
küfre kadar götürürse, o cehennemde ebediyyen kalacaktır. Şayet mümin kalmaya
devam edip büyük günahları işlemeye devam eder ve Allah'ın emirlerini aşacak
olursa, orada ebedîlik söz konusu olmaksızın bir süreye kadar cehennem azabını
hak eder.
[59]
15- Kadınlarınızdan fuhşu irtikap edenlere karşı
içinizden dört şahit getirin. Şayet şehadet ederlerse ölüm onları alıp
götürünceye kadar yahut Allah onlara bir çıkar yol gösterinceye kadar onları
evlerde alıkoyun.
16-
Sizlerden fuhşu irtikap edenlerin her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe edip
ıslah olurlarsa, artık onlardan yüz çevirin. Şüphesiz Allah Tevvâb'dır,
Ra-hîm'dir.
"Ölüm
onları alıp götürünceye..." ifadesinde aklî bir mecaz vardır. "Allah
onların canlarını alıncaya kadar" demektir. Diğer taraftan "eğer
tevbe ederlerse" buyruğu ile "Tevvâbdır" buyruğu arasında ise
mugayir cinas vardır.
[60]
"Fuhşu
irtikap edenlere karşı," zina yapan kadınlar demektir,
"içinizden" Müslüman erkeklerden "dört şahit getirin;
şayet" kadınların aleyhine bu işi yaptıklarına dair "şehadet
ederlerse, ölüm onları alıp götürünceye" yani ölüm meleği ruhlarını
kabzedinceye "yahut Allah onlara" bu evlerden çıkmak için "bir
çıkar yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun" insanlarla birlikte
oturup kalkmalarını engellemek suretiyle hapsedin.
[61]
Daha
önce Yüce Allah evlilik ve miras hususunda erkek ve kadınlaa dair hükümlerini
açıkladı. Müminleri Allah'ın sınırlarını aşmaktan sakındırdı. Bundan sonra
burada, fuhşu işledikleri yahut haram işledikleri veya zina ettikleri takdirde
onlara uygulanacak hududun hükmünü beyan etti. Çünkü bu, Allah'ın sınırlarının
aşıldığı en çirkin masiyetler arasındadır. Ta ki herhangi bir kadın, iffeti
terk etmenin müsamaha ile karşılanabilecek bir durum olduğu vehmine kapılmasın.
[62]
İslâm'ın
ilk dönemlerinde hüküm şuydu: Kadın zina eder ve zina ettiği adaletli dört
şahidin şahitliği ile sabit olursa, evde hapsedilir ve ölünceye kadar oradan
çıkmasına imkân verilmezdi. Erkeklerin cezası ise sözlü olarak tahkir edilmek,
ayıplanmak ve ayakkabı ve benzeri şeylerle vurulmak şeklindeydi. Şanı Yüce
Allah evlenmemiş olanlar için sopa cezası ve muhsan (evli) erkek ve kadınlar
için de recm ile neshedinceye kadar hüküm böylece sürüp gitti.
[63]
Ayetin
ifadesine göre fuhşu irtikap eden -ki fuhuş çirkin ve kötü iş demek olup bundan
kasıt zinadır- kadınların zina ettiklerine dair erkeklerden dört şahit
tutulur. Eğer dört erkek şahitlik ederlerse, ölüm meleği bunları alıp
götü-riinceye yahut da Yüce Allah onlara bir çıkış gösterinceye kadar evlerde
alıkonulur.
Bu,
başlangıçta böyleydi. Daha sonra Yüce Allah onlara bir çıkar yol gösterdi ki,
bu da (duruma göre) sopa ve recimdir. İbni Cerir et-Taberî, Yüce Allah'ın,
"Kadınlarınızdan fuhşu irtikap edenlere... yahut Allah onlara bir çıkar
yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun" buyruğu hakında İbni
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kadın zina ettiği vakit ölünceye
kadar evde hapsedilirdi. Bundan sonra ise Yüce Allah, "Zina eden kadın ile
zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun..." (Nur, 24/2) buyruğunu
indirdi. Eğer her ikisi de muhsan (evli) iseler recm edilirlerdi. İşte Allah'ın
kendilerine gösterdiği çıkar yolları budur.
Müslim
ile Sünen sahipleri Übade b. es-Sâmit'ten, o da Peygamber (s.a.)'den şu lafızla
bir hadis-i şerif rivayet etmişlerdir: "Benden öğreniniz, benden
öğreniniz! Allah o kadınlar için bir yol göstermemiş bulunuyor. Evlenmemiş
olan erkek evlenmemiş olan kız ile zina ederse yüz sopa ve bir yıl sürgün; evli
erkek ile evli kadın birbiriyle zina ederse yüz sopa ve recm cezası
vardır.".
İlim
adamlarının nihaî görüşü ise Ubade'nin hadisinin son bölümünün nesholunduğu ve
Yüce Allah'ın evli zina edenler için gösterdiği yolun sopa cezası olmaksızın
sadece recm olduğu şeklindedir. Çünkü Resulullah'ın recm etmekle birlikte sopa
cezası vurmadığına dair sahih hadisler de gelmiştir. Onlar da Peygamber
(s.a.)'in sahih olarak gelen bu fiilî uygulamasını Ubade'nin hadi-sindeki
sözüne karşı delil göstermişlerdir.
[64]
Ayet-i
kerimenin manası şöyledir: Mücahid'in görüşüne göre "fuhşu irtikap
eden" burada zina eden erkeklerdir. es-Süddî ile İbni Zeyd'in görüşüne
göre fuhşu irtikap eden evlenmemiş erkek ve kadın -tevbe etmedikleri takdirde-
sözlü olarak yaptıkları bu iş dolayısıyla ayıplanıp azarlanmahdırlar. Şayet
tevbe eder, işlerini düzeltir, hallerinde bir değişiklik yapar ve işledikleri o
ahlâksızlıktan vazgeçip pişman olurlarsa, onlara eziyet etmeyi bırakınız. Çünkü
günahından tevbe edenin günahı yok gibidir. Daha sonra Yüce Allah onlardan yüz
çevirmenin gerekçesini şu buyruğu ile açıklamaktadır: Şüphesiz Allah kullarının
tevbesini çokça kabul edendir, onlara karşı çok merhametli olandır. Onlardan
yüz çevirmek, burada onları terk etmek değildir, fakat daha önce işlemiş
oldukları masiyet sebebiyle onları hakir görerek onlarla ilişkiyi kesmektir.
Burada
hitap ise yönetici olan ulul-emredir. Ayet-i kerime hem zina eden bu kadınların
hükmünü hem de bekâr erkek ve kadınların zinalarının hükümlerini kapsamakta,
fakat evli olup zina eden erkeğin hükmünü açıklamamak-tadır. Muhtemelen bu evli
kadının hükmüne kıyas edilmiştir.
Bu
ceza İslâm'ın ilk dönemlerinde keyfiyet ve miktarı ile ümmete havale edilmiş
tazir kabilindendi. Daha sonra bu, Nur suresinde yer alan, "Zina eden
kadın ile zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun" (Nur, 24) ayeti
ve yukarıda geçen hadis-i şeriflerle neshedilmiştir.
Kur'an-ı
Kerim'de neshin varlığını kabul etmeyen Müslim el-Isfahanî'nin görüşüne göre
ise, birinci ayet-i kerimeden kasıt, kadınlar arası görülen ve si-hâk tabir edilen
(lezbiyenlik)dir. ikinci ayet-i kerime ile kastedilenler ise Lût kavminin
fiilini işleyenlerdir. Bu açıklamaya göre ise nesih söz konusu değildir.
[65]
Bu
ceza İslâm'ın ilk yıllanndaydı. Nitekim Ubâde b. es-Sâmit, Hasan-ı Basrî ve
Mücahid de böyle demiştir. Bu hüküm Nur süresindeki ayet-i kerime ile hadis-i
şerifte yer alan evli kimse için recm ile neshedilinceye kadar devam etti.
Acaba
evlerde alıkoymak bir had miydi, yoksa ileride getirilecek had cezasına dair
bir tehdit miydi? Bu konuda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre bu had cezası
tespit edileceğine dair bir tehdit idi. İkinci görüşe göre ise bu bir had idi.
İbni Abbas, Hasan-ı Basrî ve kimi ilim adamları şöyle der: Eziyet etmek ve
ayıplamak sopa cezası ile birlikte ceza olarak bakidir. Çünkü bunlar
bi-ribirleriyle çelişmemektedirler. Aksine bunlar tek bir kişi hakkında
uygulanabilirler. Hapsetmek ise icma ile nesholunmuştur.
Zinaya
dair adaletli, Müslüman dört erkeğin şahit tutulmasına gelince: Bunun hükmü
bakidir, neshedilmemiştir. Şahitlerin Müslüman erkeklerden olması şartı Yüce
Allah'ın, "sizden" buyruğu dolayısıyladır. Yüce Allah iddianın
büyüklüğünü ortaya koymak ve kulları setretmek üzere özellikle zina için şahitliği
dört kişi ile belirlemiştir. Zinada şahitlerin dört ile sınırlandırılması
Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an-ı Kerim'de sabittir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Muhsan kimselere zina iftirasında bulunanlara, sonradan dört şahit
getir-meseler seksener değnek vurunuz." (Nûr, 24/4).
Şahitlerde
adalet şartının koşulmasına sebep de Yüce Allah'ın satışlarda ve ricatte adalet
şartını koşmuş olmasıdır. Zina ise bunlardan daha büyük bir iştir. Ona şahitlik
edenlerde böyle bir şartın aranması öncelikle söz konusudur. Bu ise bir delile
dayanarak mutlakın mukayyede hamledilmesi kabilindendir.
Şahitlerin
zimmet ehlinden olması sahih değildir. İsterse bu konuda hüküm zimmî bir
kadının aleyhine olsun.
[66]
Cumhurun
kabul ettiği görüşe göre zina eden kişi sopa cezası ile birlikte sürgüne
gönderilir. Çünkü daha önce Ubâde b. es-Samit yoluyla gelen rivayet bunu ifade
etmektedir. Ayrıca Ebu Hureyre, Zeyd b. Hâlid ile ücretli bir delikanlının
(işverenin hanımı ile zina etmesine dair) hadis-i şerifi de bunu ifade
etmektedir ki, şöyle denilmektedir: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
"Nefsim elinde olana yemin ederim ki, şüphesiz ikiniz arasında Allah'ın
Kitabı ile hüküm vereceğim. Senin koyunların ve cariyen sana geri
verilecektir" dedikten sonra, oğluna yüz sopa vurdu ve bir sene de sürgüne
gönderdi."
[67]
Hanefîler
ise der ki: Sopa ile birlikte sürgüne göndermek söz konusu değildir. Çünkü
Kur"an-ı Kerim'de bulunan nasta sadece sopa vurmak söz konusu edilmiştir.
Nassa ziyade ise bir nesihtir. O takdirde vahid haber ile kat'î nassın neshi
söz konusu olur. Hz. Ömer ise içki içtiği için Rabia b. Umeyye b. Halefi
Hayber'e sürgün göndermiş o da Hareklius'a giderek Hristiyanlığa girmiştir.
Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demiştir: Artık bundan sonra bir daha hiç bir Müslümanı
sürgüne göndermeyeceğim. (Hanefîler) derler ki: Eğer sürgüne göndermek Allah'ın
belirlediği bir had olsaydı, bundan sonra Ömer o işi terk etmezdi.
Buna
cevap şudur: Hanefîlerin, nassa ziyade bir neshtir, şeklindeki sözleri kabul
edilmez. Aksine bu asıl ile birlikte bir başka hükmü ziyade etmektedir. Diğer
taraftan Hanefîler sahih olmayan bir habere dayanarak sudan ayrı olarak nebiz
ile abdest almayı fazladan kabul etmişler ve Peygamberin akrabalarına (bunlar
Haşim oğulları ile Muttalib oğullarıdır); "Şunu bilin ki ganimet olarak
aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri..." (Enfal, 8/41) ayet-i
kerimesinde geçen ganimetin beşte birinin verilebilmesi için fakirliği şart
koşmuşlardır.
Hz.
Ömer ile ilgili ve onun, "Artık bundan sonra bir daha hiç bir Müslümanı
sürgüne göndermeyeceğim" sözünün anlamı ise, içki dolayısıyla göndermeyeceği
şeklindedir. Çünkü Tirmizî ve Nesaî, İbni Ömer'den şöyle rivayet etmektedirler:
Peygamber (s.a.) de sopa vurdu ve sürgüne gönderdi, Ebu Bekir de sopa vurdu ve
sürgüne gönderdi, Ömer de sopa vurdu, sürgüne gönderdi."
Sürgüne
göndermek ise erkek hakkında söz konusudur. Malikîlerin görüşüne göre kadın
sürgüne gönderilmez. Çünkü kadın sürgüne gönderilecek olursa, belki yurdundan
çıkarılmasına sebep olan işe yani hayasızlığa, fuhşa daha çok bulaşmasına sebep
olabilir. Ayrıca sürgüne göndermek onun erkeklerden sakınmasına halal
getirebilir. Diğer taraftan kadın için aslolan ise evinden çıkmaması ve evinde
kılacağı namazının daha faziletli olduğudur. İşte burada sürgüne göndermeye
dair hadisin genel hükmünün, kıyas ile ve lehine tanıklıkta bulunulan maslahat
ile tahsis edilmesi söz konusu olmuştur.
[68]
17-
Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler, kötülüğü ancak bilmeden yapanlar,
sonra da çarçabuk tevbe edenlerdir. İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği
kimseler bunlardır. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.
18-
Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri işleyip durup da onlardan herhangi birine
ölüm çattığında, "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin ye kâfir
olarak öleceklerinki değildir. İşte biz onlar için çok acıklı bir azap
hazırla-mışızdır.
"Allah'ın
tevbelerini kabul edeceği kimseler..." yani Yüce Allah'ın lütfuyla kabul
edeceği tevbeyi yapanlar...
"Bilmeden"
yani Rablerine karşı geldiklerinde cahillik ederek karşı gelenler.
Cahillikten, bilmemekten kasıt ise, aklı başında olan kimseye yakışmayan bir
işi işlemekten dolayı söz konusu olan bilgisizlik ve akılsızlıktır. Yoksa
fiilen bilmemek değildir. Böyle bir durum ise çoğunlukla şehvetin kabarması
yahut kızgınlığın taşması halinde söz konusu olur. Allah'a karşı gelen, isyan
eden herkes cahildir.
[69]
Yüce
Allah bundan önceki ayet-i kerimede fuhşu irtikap edenlerin tevbesi-nin onlara
verilen cezayı, onları azarlamayı, onlara eziyeti terk etmeyi gerektirdiğine
işaret etmişti. O bakımdan Yüce Allah'ın burada da tevbenin kabul edilme
şartını ve vaktini açıklaması uygun düşmektedir.
[70]
Tevbenin
kabulü ve mağfiretin tahakkuku Allah'tan bir lütuf ve bir ihsan olmak üzere,
ayakları kayıp masiyet işleyen, bilmeden bu masiyeti irtikap eden ve bu günahın
sonuçları, etkileri ve tehlikelerini takdir etmeyen, bununla birlikte de
masiyet üzere ısrar etmeyen kimseler içindir. Çünkü bunlar bu ma-siyeti
nevalarına uyarak ve şeytanın etkisi altında kalarak işlemişlerdir. İşte bunlar
meleğin ruhlarını kabzettiğini gördükten sonra dahi olsa, ölüm halinde gargara
diye bilinen vakitten önce can çekişme ardından tevbe ederlerse tevbe-leri
makbuldür, onlar için mağfiret söz konusudur.
Bilgisizlikten
kasıt o masiyetin haram olduğunu bilmemek değildir. Çünkü her bir Müslümanın
şer"an haram olanı bilmesi istenmiştir. Burada kasıt, şehvetin galeyanı
yahut da kızgınlığın aklı bastırması esnasında ne yaptığını bilememe ve aklın
başından gittiği haldir.
Mücahid
ve başkaları der ki: Hata ile yahut kasten Allah'a isyan eden herkes
günahından vazgeçinceye kadar cahildir. Katade, Ebu'l-Âliye'den şöyle dediğini
zikretmektedir: Ebul-Aliye Resulullah (s.a)'ın ashabından şöyle dediklerini
naklederdi: Kulun işlediği her bir günah bir cahilliktir.
[71]
Abdürezzâk da der ki: Ma'mer'in Katade'den haber verdiğine göre Ma'mer şöyle
demiştir: Resulullah (s.a.)'ın ashabı bir araya geldiler ve hep birlikte
kendisiyle Allah'a karşı gelinen her bir işin -kasten olsun veya olmasın- bir
cehalet olduğu görüşünde ittifak ettiler. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "De ki: Ey kendi öz nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım,
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." (Zümer, 39/53) Bilgisizlikten kasıt ise,
kötü olduğunu bilerek bir fiili işlemektir.
Bunu
da Yüce Allah'ın Hz. Yusufun durumunu haber veren şu buyruğu pekiştirmektedir,
"... onlara meylederim de cahillerden olurum." (Yusuf, 12/33) Yine
Yüce Allah Hz. Nuh'a şöyle buyurmuştur: "Bana hakkında bilgin olmayan bir
şeyi sorma. Ben sana cahillerden olmayasın diye öğüt veriyorum." (Hûd,
11/46).
Bilerek
isyan etse dahi isyankâra cahil denilmesinin sebebi şudur: Rabbi-ne asi olan
kimse Rabbinin nezdindeki sevap ve cezayı gereği gibi takdir ede-bilseydi, hiç
bir zaman bu asiliği işlemeye kalkışmazdı. Çünkü böyle bir kimse tehdidin
gerçek mahiyetini bilmemesi hali müstesna, o asiliği işleyemez.
İşte
birinci şart budur. Yani masiyetin bilgisizce yapılmasıdır, ikinci şart ise,
insanın günahını işledikten kısa bir süre sonra tevbe etmesidir. Kısa süre ise
İbni Abbas'ın dediği gibi o günahı işlediği süre ile ölüm meleğini göreceği
vakit arasındaki süredir. ed-Dahhâk ise der ki: Ölümden önce olduğu sürece bu
yakın bir zaman demektir. Çabucak tevbe etmenin anlamı, bu şekilde günah
işleyenlerin aradan uzun bir zaman geçmeden tevbe etmesi demektir. Masiyetin
işlenmesi ile ölüm arasındaki süreye kısa süre denilmesi gereğince, kişi bu
sürenin hangi diliminde tevbe ederse, yakın bir süre içerisinde tevbe etmiş
olur. Aksi takdirde uzak bir süre sonra tevbe etmiş demek olur.
Daha
sonra Yüce Allah sözü geçen iki şart ile tevbenin kabul edilmesi ilkesini
pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: İşte Allah, bilgisizce günah işleyip kısa bir
süre sonra tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder. Çünkü bunlar yaptıkları
üzerinde ısrar etmemiş olurlar.
Allah
şehvet ve hiddet karşısında insanın zayıflığını çok iyi bilendir. Bu zayıf
varlığın tevbesini kabul etmek de Yüce Allah'ın zatına yakışan oldukça hikmetli
bir davranıştır.
Tevbeleri
kabul edilecek kimselerin durumunu açıkladıktan sonra Yüce Allah, tevbeleri
kabul olunmayacak zatların durumunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ölüm
gelip çatıncaya kadar günah işlemeye devam edip duranların bu hal üzereyken
yapacakları tevbe kabul edilebilecek bir tevbe değildir. Çünkü o noktadan
itibaren düzelme umudu yoktur. Tevbenin faydası da yoktur. Bunun bir benzeri
Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Fakat bizim azabımızı gördüklerinde tevbeleri
onlara bir fayda vermedi." (Mü'min, 40/85). Boğulması esnasında
Fira-vun'un söylediği nakledilen şu buyrukta da aynı husus dile
getirilmektedir: "İs-railoğullarının iman ettiklerinden başka bir ilâhın
olmadığına inandım, ben de Müslümanlardanım, demişti. Şimdi mi? Halbuki bundan
önce sen isyan etmiş fesatçılardan olmuştun." (Yunus, 10); "Ölüm
geldiğinde "Ya Rab beni dünyaya döndürün" der. Belki terk ettiğim ile
salih amel işlerim. (Ona) Asla (denilir). Gerçekten o, onun söylemiş olduğu bir
sözden ibarettir." (Mü'minun, 23/99-100).
İkinci
olarak, yine kâfir olarak ölenlerin tevbe etmesi (tevbelerinin kabulü) söz
konusu değildir. Bunun da iki ihtimali vardır: Birinci ihtimale göre bundan
kasıt, ölümleri yaklaşmış olanlardır yani iman ölümün gelip çattığı esnada
kâfirden makbul değildir.
İkinci
ihtimale göre kasıt, küfür üzere öldükleri takdirde kâfirlerin tevbelerinin
kabul olunmayacağıdır.
İşte
bunlar yani sözü geçen bu iki kesime Yüce Allah can yakıcı, acı ve ız-dırap
verici bir azap hazırlamıştır. Bu azap ise ölünceye kadar ısrarla işledikleri
kötülüklerin cezasıdır.
[72]
Ümmet
müminlere tevbenin farz olduğunu ittifakla kabul etmiştir. Çünkü Yüce Allah,
"Ey müminler! Topluca Allah'a tevbe ediniz" diye buyurmuştur.
Yüce
Allah'ın, "Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler ancak..."
buyruğu ile ilgili olarak, bu ayet-i kerimenin herhangi bir günah işleyen
herkes hakkında umumi olduğu söylenmiştir.
Yalnızca
bilgisiz kimseler hakkında olduğu da söylenmiştir. Bir başka yerde ise günah
işleyen herkes hakkında tevbenin söz konusu olduğu belirtilmiştir. Bir günahı
işlemekle birlikte, bir diğer günahtan tevbe etmek sahihtir. Bu görüş ise şöyle
diyen Mutezile'nin görüşüne muhaliftir: Herhangi bir günahı işlemeye devam
eden (başka günahtan) tevbe edemez. Bir masiyet ile diğeri arasında bir fark
yoktur.
Ehl-i
sünnetin görüşü bundan önceki görüştür.
Kul
tevbe ettiği takdirde şanı yüce Allah muhayyerdir; dilerse o tevbeyi kabul
eder, dilerse etmez. Mutezile'nin ileri sürdüğü şekilde, tevbenin Allah
ta-raftndan kabul edilmesi aklen vacip değildir. Çünkü vacip kılanın, hakkında
bir şeyi vacip kıldığı kimseden daha yüksek bir rütbede olması şarttır. Yüce Allah
ise yaratıkların yaratıcısıdır, malikidir. Onlara mükellefiyetler verendir.
Dolayısıyla onun için herhangi bir şeyin vacip olduğunu ileri sürmek uygun
olamaz. Yüce Allah bundan yüce ve münezzehtir.
Şanı
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de kullarından isyankâr olanların tevbesi-ni kabul
edeceğini haber vermiştir. Ve o yüce Rab vaadinde sadık olandır. Yüce Allah'ın
Kur'an-ı Kerim'de bu kabilden olan vaadlerinin bazısı şöyledir: "Kullarının
tevbesini kabul eden ve günahları affeden O'dur." (Şûra, 42/25);
"Onlar Allah'ın kullarının tevbesini kabul etmekte, sadakaları alanın
ancak kendisi olduğunu ve muhakkak tevbeleri kabul edenin... O olduğunu
bilmezler mi?" (Tevbe, 9/104); "Muhakak ben tevbe edenlere pek çok
mağfiret ederim." (Tâ-Hâ, 20/82). Şanı Yüce Allah'ın kendisi için vacip
kıldığı bir takım şeyleri haber vermesi, o şeylerin onun için vacip olmasını
gerektirir.
Özetle,
inanılması gereken esas şudur: Aklen Allah halanda herhangi bir şey vacip
olamaz. Kur'an-ı Kerim'deki Bern'i naklin zahiri ise tevbe edenin tev-besinin
kabul edileceği şeklindedir.
Tevbe,
küfür olsun, onun dışında olsun, bütün günah ve masiyet türlerini kapsar. Rabbine
karşı gelip isyan eden her kişi o masiyetinden vazgeçinceye kadar -az önce de
geçtiği gibi- cahildir. Bütün dünyevî haller ise kasten veya bilmeden meydana
gelsin, hepsi cehalettir.
Hastalık
ve ölümden önce olan yakm bir süre zarfında -ki ölümden önce olan her bir şey
yalan demektir- tevbenin kabul edilmesinin sebebi olduğu ile ilgili Malikîler
şöyle demektedir: Böyle bir zamanda onun tevbesinin sahih oluş sebebi, hâlâ
ümidin devam etmesidir. Ve böyle bir kimsenin o fiili terk etmeyi
kararlaştırması ve ondan dolayı pişmanlığın sahih olmasından dolayıdır.
Tir-mizî'nin rivayetine göre İbni Ömer Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Şüphesiz Allah kulun tevbesini can çekişmedikçe kabul
eder." Tir-mizî der ki: Bu hasen garip bir hadistir. "Can
çekişmedikçe" ifadesinin anlamı ise, canının boğazına kadar gelip
dayanması ve bir şey ile gargara yapılırkenki noktasına gelmemesi demektir.
Şanı
Yüce Allah şu iki kesimin tevbe edenler hükmüne girmesini reddetmektedir.
Birinci kesim ölümün gelip çattığı ve ye's haline düşen, kurtulması artık
imkânsız hale gelen kimseler. Firavun'un suda boğulmak üzere batması halinde
olduğu gibi. Bu durumda açığa vurduğu imanın ona bir faydası olmadı. Çünkü
böyle bir vakitte tevbenin faydası yoktur. Çünkü bu hal mükellefiyetin ortadan
kalktığı bir haldir.
İkinci
kesim ise, küfür üzere ölen kâfirlerdir. Bunların ahirette tevbeleri yoktur.
Yüce Allah'ın, "İşte biz onlar için çok acıklı bir azap
hazırlamışızdır" buyruğu ile onlara işaret edilmektedir. Bu acıklı azap ise
ebedî olarak cehennem azabıdır. Eğer bu buyruğu ile genele işaret edilmekte
ise, o takdirde bu, asiler hakkında ebediliğin söz konusu olmayacağı azap türü
içindir. Bu da sey-yiatın küfürden aşağı günahlar olarak yorumlanmasına göre
açıklamadır. Yani küfürden daha küçük günahlar işleyip de ölüm esnasında tevbe
edenlerle, kâfir olarak ölüp de kıyamet gününde tevbe eden kimselerin tevbeleri
tevbe değildir (makbul değildir).
[73]
(Zorla
kadınlara mirasçı olmanın, evlenmelerini engellemenin, zorla mehirle-rinden bir
şeyler almanın haram kılınması ve onlarla iyi bir şekilde geçinmek)
19-
Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmadığı gibi,
-onlar apaçık bir hayasızlık işlemedikçe- kendilerine verdiğinizden bazısını
elde edebilmek için onları zorlamanız da helâl değildir. Onlarla iyi geçinin;
şayet onlardan hoşlanmadınızsa hoşunuza gitmeyen şeyde Allah çok hayır takdir
etmiş olabilir.
20-
Eğer bir eş bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz öbürüne yüklerle
(mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın. Onu bir iftira ve apaçık
bir günah diye alır mısınız?
21-
Hem birbirinize karışmış ve onlar sizden kuvvetli bir söz almışken onu nasıl
alabilirsiniz?
"Onlar
sizden kuvvetli bir söz almışken" ifadesi açık bir istiaredir. Burada
"söz" kelimesi sert akit yerine istiare yoluyla kullanılmıştır.
Ayrıca Yüce Allah'ın, "Hoşlanmadınızsa... hoşunuza gitmeyen"
buyruklarında eksik cinas vardır.
"Öbürüne
yüklerle (mehir), vermiş olsanız" buyruğu mehir olarak verilen şeyin tazim
edilmesi ve mübalağa yoluyla ifadesi içindir. Ayrıca bunun kadının mutlak hakkı
olduğu anlatılmaktadır.
"Hem.,
onu nasıl alabilirsiniz?" buyruğu ise azarlama ve yapılanı reddetmek için
bir sorudur.
[74]
"Kadınlara"
yani bizzat onlara, "zorla" onları bu işe zorlayarak "mirasçı
olmanız size helal olmadığı gibi..." Bu, cahiliye halkının bir uygulaması
idi.
Oiûar
Ö)ei2 yâkınianmn kadınlarına mirasçı oluyorlardı. Dilerlerse onlarla me-hir
vermeksizin evlenirler, dilerlerse başkalarıyla evlendirir, mehirlerini alırlar
ya da aldıkları mirası bir çeşit fidye olarak vermedikçe yahut bu halde ölünceye
kadar evlenmelerine engel olurlar, böylece kadınlara mirasçı olurlardı. İşte
bununla bu tür uygulamalar yasaklandı.
"onları
zorlamanız da helâl değildir." Yani onlara karşı bir arzu duymamakla
birlikte sırf onlara zarar vermek kasdı ile onları nikâhınız altında tutmak
suretiyle eşlerinizin başkaları ile nikâhlanmasını engellemeyiniz. Bu kelime
zorlayıp sıkıştırma, engelleme, alıkoyma anlamına gelen "el-adTden alınmıştır.
"ed-dâu'1-udâl" da bundan alınmış olup kurtuluşu olmayan hastalık demektir.
"Apaçık
bir hayasızlık." Hayasızlık (fahişe), oldukça çirkin iş demektir. Yani
zina ve serkeşlik etmedikçe anlamındadır. (Apaçık anlamına gelen) el-mü-beyyine
kelimesi, bizatihi açık ve net olan demektir. Mübeyyene şeklindeki okuyuşa göre
ise açığa çıkartılan demektir. İşte bu durumları ortaya çıktığı takdirde size
fidye vererek belli bir bedel karşılığında hul' yapıncaya kadar onlara zarar
vermeye kalkışmanız caiz olur.
"Onlarla
iyi geçinin" yani söz, harcama ve mallarında onlara güzel davranınız.
"Ma'rûf (iyi)" ise güzel tabiatın uygun gördüğü, şeriatın da örfün de
insanlığın da tepkiyle karşılayıp reddetmediği şeydir.
"Şayet
onlardan hoşlanmadınızsa" sabrediniz zira, "hoşunuza gitmeyen şeyde
Allah bir çok hayır" yani Yüce Allah onlardan size salih bir evlât bağışlamak
suretiyle onlarda belki bir çok hayır "takdir etmiş" olabilir.
"Bir
eşi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz" yani birisini
boşa-yıp onun yerine başkasıyla evlenmek isterseniz "öbürüne
yüklerle" mehir olmak üzere pek çok mal "vermiş olsanız bile ondan
hiçbir şey almayın" "Onu bir iftira" yani iftiraya uğrayanın
dehşete düştüğü zulüm ve yalan "veya apaçık bir günah" apaçık haram
"diye alır mısınız?"
"Hem
birbirinize karışmış" yani birbirinize ulaşmış iseniz; mehri gerektiren
cima ile eşlerin her birisi ötekine kavuşmuşsa. Yüce Allah burada "karışma
(ifdâ)" kelimesini cimadan kinaye olmak üzere müminlere üstün bir edebi öğretmek
için kullanmış bulunmaktadır. İbni Abbas der ki: Bu ayet-i kerimede ifdâ
(karışmak), cima demektir. Fakat şanı yüce Allah kerim olduğu için bunu kinaye
yoluyla anlatır."ve onlar sizden kuvvetli bir söz almışken..." Burada
sözü geçen kuvvetli söz erkek ile kadını birbirine bağlayan en güçlü, en sağlam
ahit-tir. Bu ise Yüce Allah'ın emretmiş olduğu ya kadını ma'rûf ile tutmak
yahut da güzellik ile salmaktır."onu nasıl alabilirsiniz?"
[75]
"Ey
iman edenler... size helâl değildir" mealindeki 19. ayet-i kerimenin nüzulü
ile ilgili olarak Buharî, Ebu Davud ve Nesaî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Erkek öldüğünde onun velileri karısını almaya herkesten çok hak
sahihi idiler. Onlardan birisi dilerse karısı ile evlenebilirdi. Diledikleri
takdirde de başkasıyla evlendirirlerdi. O kadının durumu hakkında akrabalarından
daha çok hak sahibi idiler. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
İbni
Ebî Hatim ve İbni Cerîr et-Taberî de hasen bir sened ile Ebu Umâme Sehl b.
Humeyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ebu Kas b. el-Esved vefat
ettiğinde onun oğlu babasının hanımı ile evlenmek istedi. Cahiliye döneminde
böyle bir haklan vardı. İşte bunun üzerine Yüce Allah, "Kadınlara zorla
mirasçı olmanız size helâl değildir" buyruğunu indirdi.
Müfessirler
derler ki: Cahiliye döneminde ve İslâm'ın ilk yıllarında Medi-neliler, birisi
ölüp de geriye hanımını bırakmışsa o adamın başka bir kadından olma oğlu yahut
onun asabesinden olan akrabaları gelip elbisesini o kadın üzerine bırakırdı.
Böylelikle bu kişi, bu kadın üzerinde kadının kendisinden de, başkalarından da
daha bir hak sahibi olurdu. O kişi eğer o kadınla evlenmek isterse, mehirsiz
olarak evlenirdi. O kadının aldığı tek mehir sadece ölenin ona vermiş olduğu
mehirden ibaret olurdu. Dilerse de kendisinden başkası ile evlendirir ve onun
mehrini kendisi alır ve kadına bir şey vermezdi. Dilediği takdirde ise onu
zorlar, ona zarar verir; böylelikle kadının ölenden aldığı mirası kendisine
fidye vermesini sağlar yahut da kadın ölür ve kendisi kadına mirasçı olurdu.
Ensar"dan Ebu Kays b. el-Esved vefat edip de geriye yine Ensar'dan Kubeyşe
adında bir hanım bırakmıştı. O kadından başkasından olma ve Hısn adındaki oğlu
gelip elbisesini bu hanım üzerine bıraktı. Böylelikle o kadının nikâhına
mirasçı oldu, sonra da o kadını terk etti. O kadına yaklaşmadığı gibi ona zarar
vermek kasdıyla ona herhangi bir harcamada da bulunmadı. Kadının malını
kendisine fidye vererek kurtulmasını sağlamak istemişti. Kadın Re-sulullah'a
gidip şikayette bulundu. Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Hakkında Yüce
Allah'ın emri gelinceye kadar git, evinde otur." Bunun üzerine Allah bu
ayeti inzal buyurdu.
[76]
İslâm'dan
önce kadın, hakkı yenen bir varlıktı. Yüce Allah evlilik hususunda onun bir
takım haklarını belirledi ve ona haksızlık yapılmasını yasakladı.
[77]
Kadın
miras alınacak bir mal değildir ve ölenin karısı miras olmaz. Ey müminler!
Cahiliye halkını taklit edip mal ve eşyaya mirasçı olduğunuz gibi, kadınları
miras almanız ve kadınlar hakkında dilediğiniz gibi -onlar bu işten
hoşlanmadıkları halde- tasarruf etmeniz ve sizden herhangi bir kimsenin dilerse
o kadınla evlenmesi, dilerse bir başkasıyla evlendirmesi, dilerse evlenmesine
engel olması şeklinde onlarda dilediğinizce tasarruf etmeniz helâl değildir.
[78]
Yani
kadının evlilikten alıkonulması ve sıkıştırılması da helâl değildir. Kadınları
miras almanız da, elinizden kendisini kurtarması için miras yahut me-hir ve
buna benzer bir malı size bedel olarak verinceye kadar sıkıştırmanız da helâl
olmaz. İbni Cerîr'in rivayetine göre İbni Zeyd şöyle demiştir: Mekke'de
Kureyşlilerden herhangi bir kimse soylu bir kadın ile evlenir; kimi zaman bu
kadın ile uyuşamaz, o da kendisinin izni olmadıkça evlenmemesi şartı ile ondan
ayrılırdı. Bunun üzerine gider şahit getirir ve kadının aleyhine olan bu durumu
belgelendirirdi. Bir kimse gidip o kadına talip oldu mu, eğer dilediğini ona
verir ve razı ederse evlenmesine izin verirdi; aksi takdirde müsaade etmezdi.
Çoğu zaman da bir mal verip kendilerini kurtarmaları için kadınları baskı
altında tuttukları oluyordu.
Kadınları
zorlamayı yasaklamaya dair hitap ya kocalaradır yahut da ölenin zevcesini
miras alıp, öldüğünde oğlunun bırakacağı mirası alıncaya kadar o kadını
evlenmekten alıkoyan müteveffanın velilerinedir. Ya da bizzat kadının
velilerinedir. Ancak bu kabul edilemez. Çünkü kadının velileri o kadına bir şey
vermemişlerdir ki, ona verdiklerinin bir kısmını almaları söz konusu olsun.
Yüce Allah'ın, "Kendilerine verdiğinizden birazını elde edebilmek
için" buyruğundan kasıt, onlara verdiğiniz mehri yahut bir kısmını veya
kadının sizin üzerinizdeki haklarından bir hakkı ya da bunlardan herhangi
birisini, onu zorda ve baskı altında tutarak size bırakmaları için onlara
zarar vermeyiniz, demektir.
Daha
sonra Yüce Allah kendilerini zorlamanın yani engelleyip sıkıştırmanın helâl
olduğu tek bir hali istisna etmektedir. Bu da zina, hırsızlık, itaatten uzak
durup boyun eğmemek gibi apaçık hayasızlık hali, şer'an ve örfen hoşlanılmayan
buna benzer diğer işler. İşte o takdirde erkeklerin verdikleri mehir ve onun
dışındaki mallarını geri almak için kadınları zorlamaları caizdir. Çünkü kötü
davranış kadın tarafindandır. Bu hayasızlığın apaçık yani belirgin ve sabit
olmasının şart koşulması, erkeğin aşırı gayreti, suçsuz olan zevcesi hakkında
ya da iffetli olan hanımı hakkında hüküm vermekte aşın davranması sebebiyle
mücered kötü zan ve itham sebebiyle onu zorlamanın engellenmesi ve bu durumda
erkeğin zulme düşmesinin önlenmesi içindir.
[79]
Bunun
anlamı güzel sözlü, iyi davranışlı olmak, nafaka ve mesken temininde insaflı
hareket etmektir. Kadın hassas duygulara sahip bir varlıktır. Erkeğin kadında
görmekten hoşlandığı şeyleri kadın da erkekte görmekten hoşlanır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Kadınların üzerlerindeki hakları gibi maruf
bir şekilde kendilerinin de hakları vardır." (Bakara, 2/228). Resu-lullah
(s.a.) da İbni Asâkir'in Hz. Ali'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur:
"Sizin en hayırlınız ailesi için en hayırlı olanınızdır ve ben aranızda
ailesine en hayırlı olanım." Güzel geçinmek ve sürekli güleç yüzlülük Hz.
Peygamberin ahlâkı cümlesindendi. O ailesiyle şakalaşır, onlara güzel söz
söyler, nafakalarını geniş tutar, hanımları ile gülüşür, hatta Hz. Aişe ile bir
sevgi gösterisi olmak üzere koşu yarışı dahi yapardı. Her gece bütün
hanımlarını geceyi geçireceği hanımın odasında toplar, kimi zaman hepsiyle
birlikte akşam yemeğini yer, sonra da her birisi kendi odasına çekilirdi. Yatsı
namazını kıldı mı kendi evine girer, uyumadan önce kısa bir süre aile halkıyla
sohbet eder, böylelikle onların gönlünü hoş tutardı. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun ki Resu-lullah'ta sizin için uyulacak güzel
örnekler vardır." (Ahzab, 33/21). Hz. Peygamber İbni Ömer'in rivayet
ettiğine göre Veda Haccı hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Kadınlar hakkında
birbirinize hayır tavsiyesinde bulununuz. Onlar sizin yanınızda esir
gibidirler. Siz onları Allah'ın emaneti ile aldınız. Allah'ın adı ile onların
namusları size helâl kılındı. Sizin onlar üzerinde hakkınız, onların da sizin
üzerinizde hakkı vardır. Namusunuzu kimseye çiğnetmemek, maruf herhangi bir
hususta size karşı gelmemek onlar üzerindeki hakkınızdır. Bunu yaptıkları
takdirde maruf ölçüler içerisinde onların giyimlerini, yiyeceklerini karşılamanız
da onların hakkıdır."
Yüce
Allah'ın, "Onlarla iyi geçinin" buyruğundaki emir, cahiliyedeki durumu
red içindir. Çünkü erkekler kadınlarla kötü bir şekilde geçinir, onlara kaba
söz söyler, onlara zarar vermeye çalışırlardı.
Şayet
huylarındaki bir kusur yahut yaratılışlarındaki çirkinlik veya ev hizmeti gibi
yapmaları gereken bir işteki kusurları ya da sizin ondan başkasına meyletmeniz
gibi bir sebep dolayısıyla onlardan hoşlanmayacak olursanız, sabrediniz. Onlara
zarar vermek ve onlardan ayrılmakta acele etmeyiniz. Allah onlarda bir çok
hayırlar yaratmış olabilir ve onları sizin için hoşlanılacak, razı olunacak
zevceler kılabilir yahut da Allah size onlardan asil ve salih evlâtlar
verebilir. Hz. Peygamber Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur:
"Mümin bir erkek mümin bir kadından büsbütün nefret etmesin. Eğer bunun
bir huyundan hoşlanmıyor ise bir başka huyundan hoşlanır." Yani ondan
ayrılmaya kendisini itecek şekilde büsbütün ona buğzetmesin. Aksine affetsin,
bağışlasın ve hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelerek hoşuna giden, sevdiği
şeyleri görmeye çalışsın. Eğer erkek konu ile ilgili hadis ve ayet üzerinde
düşünüp gereklerince amel edecek olursa, mutluluğun farkına varır, aileye de
mutluluğu tattırır, helâlin en çok buğzedilenine (yani boşanmaya) götürecek,
bedbahtlığa ve hüsrana düşürecek bütün anlaşmazlıklardan uzak durabilir.
[80]
İnsanlarda
ve insanın tabiatında zulüm oldukça eskidir. Zalim olan erkek, âdeten kendi
gücüne ve boşama hakkının elinde olmasına güvenir. Erkeklerin kadınlara
yaptıkları zulüm ve açgözlülüklerinden bir tanesi de şu idi: Erkek karısını
boşamak istedi mi ona vermiş olduğu mehri geri almaya çalışırdı. Bunun için de
pek çok yollara baş vurur, türlü şekillerde baskı altında tutardı. Bunlardan
bir tanesi ise kadını apaçık hayasızlıkla itham etmekti. Yüce Allah bunu,
"Eğer bir işi bırakıp da yerine bir başka eş almak isterseniz..."
ayeti ve, "Hem birbirinize karışmış..." ayeti ile yasaklamakta, böyle
bir işi apaçık bir iftira ve bir günah olarak değerlendirmekte, kadın ile içli
dışlı olup da erkeklerden çok ağır bir söz alınmasından sonra, böyle bir şeyi
yapmalarını reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
Eğer
sizler hoşunuza gitmeyen bir hanımın yerine bir başkasını almak istiyor iseniz,
sabrediniz ve güzel bir şekilde ayrılınız. O kadını apaçık bir hayasızlıkla
itham etmeyiniz, ona verdiğiniz mehirden geri bir şey almayınız. İsterse
yaptığınız bu ödeme pek büyük bir mal olsun. Daha sonra Yüce Allah şu
buyruklanyla onların bu tutumlarını reddetmekte ve onları azarlamaktadır:
a) "Onu bir iftira veya apaçık bir günah diye alır mısınız?" Yani
iftira ederek, haksız yolla ve günah kazanarak mı?
Burada
iftiranın uygunluğu şöyle açıklanır: Bu iftira (bühtan) yalan iftiradır. Bu da
ya batıl oluşu dolayısıyla insanı hayrete düşüren her batıl için bühtan tabiri
kullanıldığındandır ya da "hayasızlık (fahişe)" ithamının kadına yapılması
dolayısıyladır. Bu ise kadını tenkit etmektir ve ona bir zulümdür. Ya da ondan
mehir almak için kadını batıl olan bir itham ile karşı karşıya bırakmak
dolayısıyla bu kelime kullanılmıştır.
b) Sizler herhangi bir günah, Allah'ın sınırlarına bağlılık konusunda herhangi
bir kusur olmaksızın kadınların mehirlerini almayı nasıl helâl kabul
edebilirsiniz ve nasıl alabilirsiniz? Halbuki bundan önce siz birbirinizden yararlanmış
yahut karşılıklı olarak birbirinizle içli dışlı olmuştunuz. Sizin bu durumunuz
kimi zaman çocuğun doğmasına da sebep olabilir. Böyle bir bağı nasıl
koparabilirsiniz? Kadının gizli kalması gereken hallerini nasıl açığa vurursunuz,
onun adını nasıl kötüye çıkartabilirsiniz? Haksızlıkla, kızgınlıkla malına
tamah ederek bunu nasıl yapabilirsiniz? Halbuki siz çalışabilir ve mal kazanabilir
durumdasınız.
c) Onlar sizden oldukça sağlam bir söz
almışlardı. Yani arkadaşlık ve iyi geçinmek, haklarına riayet edip bağlı kalmak
hususunda sizden kesin bir söz almışlardı. Katade ve Mücahid der ki: Buradaki
söz Yüce Allah'ın kadınlar lehine erkeklerden şu buyruğu ile aldığı sözdür:
"Ya iyilikle tutmak yahut güzellikle salmak..." (Bakara, 2/22). Yüce
Allah'ın buradaki sözü "kuvvetli" olmak ile nitelendirmesi, sözün
alabildiğine sağlam ve önemli oluşundan dolayıdır. Derler ki: Yirmi günlük bir
arkadaşlık, bir akrabalık gibidir. Peki ya eşler arasında meydana gelen
birliktelik ve içlilik dışlılık ne olabilir?
Böyle
bir fiil, Yüce Allah'ın şu buyruğunda takdir buyurmuş olduğu sevgi ve rahmet
bağını koparmaktır: "Sizin için nefislerinizden sükûn bulacağınız ve
aranızda sevgi ve esirgeme kıldığı eşler yaratmış olması da onun
ayetlerinden-dir. Şüphesiz bunlarda iyice düşünecek bir topluluk için ayetler
vardır." (Rum, 30/21).
[81]
Yüce
Allah kadınlardan zorla miras almayı yasaklamaktadır. Bundan kasıt ise onlara
haksızlık yapılmasını ve zarar verilmesini reddetmek, ölenin hanımı üzerinde
velilerinin mutlak tasarruf hakkı ve bu hanım üzerinde daha bir hak sahibi
oldukları şeklindeki çirkin cahiliye adetini iptal etmektir. Çünkü böyle bir
şey insanın şeref ve haysiyetine aykırıdır. Kadının saygınlığını sarsmaktır,
kadını miras alınan bir mal haline getirmektir, önceki kocasına da bir kötülüktür.
Aynı
şekilde Yüce Allah kocalara da ölenin velilerine de kadını dilediği kimse ile
evlenmesini engellemeyi, onu alıkoyup baskı altında tutmayı da yasaklamaktadır.
Bunun istisnası ise zina, kocasına karşı itaatsizlik ve buna benzer çirkin bir
takım işler yapmış olmasıdır. Kocasının kendisine vermiş olduğu mehri almak
maksadıyla ona baskı yapması yasaklanmıştır. Ancak serkeşlik etmesi yahut zina
etmesi halinde kocasının kadına mehir olarak vermiş olduğu maluı tümünü alması
(bunun karşılığında da onu boşaması) helâl olur.
Daha
sonra Yüce Allah bütün kocalara ve -maksat çoğunlukla kocalar olmakla
birlikte- velilere kadın ile iyilikle geçinmelerini emretmektedir. Bu da Yüce
Allah'ın, "iyilikle tutmak" buyruğunu andırmaktadır. Bu da kadına hak
ettiği nafakayı tastamam vermesi, ona karşı surat asmaması, güzel konuşması,
kaba ve haşin olmaması, ondan başkasına meylini açığa vurmamasıyla olur. Geçim
(işret) ise içli dışlı olmak ve Mrbiriyle kaynaşmak demektir. Evlilikten sonra
kadınlarla güzel geçinmeye dair bu ilâhî emirden maksat ise mutlu, sakin,
istikrarlı bir hayat ve rahat bir yaşayış ortamını her ikisi için hazırlamaktır.
Bu koca için dinî yönden farz olan bir şeydir. Fakat mahkemede böyle bir şeyi
sağlamak için mecbur tutulmaz. Yüce Allah'ın gözetimi, O'nun haşyeti, hesap
vermek için O'nun huzuruna çıkacağının hatırlatılması suretiyle diyaneten farz
olan bir şeyin etkisi müminin ruhunda elbette ki mahkeminin kararını hesaba
katmaktan daha bir etkileyicidir. Malikîler Yüce Allah'ın, "Onlarla iyi geçinin"
buyruğunu şuna delil göstermişlerdir: Eğer kadına tek bir hizmetçi yetmiyor
ise ona yeteri kadar hizmetçi tutmak görevidir. Tek bir hizmetçinin yeterli
gelmediği halifenin kızı, hükümdarın kızı gibi. Bu dahi kadınlarla iyi geçinmek
demektir
[82]
Şafiî
ve Ebu Hanife ise der ki: Tek bir hizmetçiden fazlası gerekli değildir. Bu ise
ona hizmet için yeterlidir. Dünyada kendisine tek bir hizmetçinin yetmeyeceği
hiçbir kadın yoktur.
Herhangi
bir hayasızlık işlemeksizin, yahut serkeşlik etmeksizin, çirkinliği yahut kötü
huyu sebebiyle eğer zevcesinden hoşlanmamak gibi bir hal ortaya çıkarsa, erkek
için sabretmek ve buna katlanmak menduptur. Çünkü durumların değişmesi,
kadının kocası ile güzel geçinmeye başlaması, Yüce Allah'ın o kadından
kendisine salih evlâtlar bağışlaması umulur bir şeydir.
Yüce
Allah hanımın sebep olduğu ayrılığın hükmü ile erkeğin meselâ, zina yahut
serkeşlik halinde kadından mal alma hakkına sahip olmasının hükmünü
açıkladıktan sonra, kocanın sebep olduğu ayrılığı söz konusu etmektedir. Eğer
koca böyle bir serkeşlik ve kötü geçim olmaksızın boşamak istiyor ise o
takdirde hanımından herhangi bir mal isteme hakkına sahip değildir.
Yüce
Allah'ın, "Öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile..." buyruğu yüksek
miktarda mehir vermenin caiz olduğunun delilidir. "Yükler = kıntar"
ise ağırlığı pek çok olan mal demektir. Hz. Ömer ile bir hanım arasında geçen
olayın delaletiyle bu ayet-i kerimeden bu anlaşılmıştır. Söz konusu olay
şudur: Hz. Ömer irad ettiği hutbesinde şöyle dedi: "Kadınlara aşın yüksek
mehir vermeyiniz. Çünkü bu, dünyada bir şeref, Allah nezdinde de bir takva
olsaydı öncelikle bunu Resulullah (s.a.)'ın yapması gerekirdi. O hanımlarından
olsun, kızlarından olsun hiç birisi için on ukiyyeden fazla mehir verip
almamıştır." Bunun üzerine bir kadın ayağa kalkarak dedi ki: "Ey
Ömer, Allah bize veriyorken sen bizi mahrum mu edeceksin?" Yüce Allah,
"Öbürüne yüklerle mehir vermiş olsanız bile ondan hiç bir şey
almayın" diye buyurmuyor mu?
Hz.
Ömer bunun üzerine dedi ki: Bir kadın görüşünde isabet etti ve Ömer yanıldı.
Bir başka rivayette ise Hz. Ömer başını önüne bir süre eğdikten sonra şöyle
dedi: Bütün insanlar senden daha fakihtir, ey Ömer! Bir diğer rivayete göre
ise: "Bir kadın isabet etti ve bir adam hata etti" dedi ve böyle bir
şeye karşı çıkmaktan vazgeçti
[83] Kimisi
de şöyle demiştir: Ayet-i kerime fazla mehir vermek manasına gelmemektedir.
Çünkü kıntan misal vermek mübalağa olsun diyedir. Şöyle buyurulmuş gibidir:
Hiç kimsenin veremeyeceği bu kadar büyük miktarı vermiş olsanız dahi... İşte
Hz. Peygamberin İmam Ahmed tarafından rivayet edilen İbni Abbas'ın naklettiği
şu buyruğu da bu kabildendir: "Her kim Allah için bir mescit inşa ederse
isterse bu bir kekliğin yumurtalarını koyacak kadar olsun, Allah da o kimseye
cennette bir ev bina eder." Bilindiği gibi kekliğin yumurtalarını
koyacağı bir yer mescit olamaz. Sünnette olsun As-hab-ı kiramın uygulamalarında
olsun az miktarda mehir varit olmuştur. Hz. Peygamber ödeyeceği mehrinde
kendisine yardım istemek üzere gelen İbni Ebî Hadred'e mehrinin miktarını
sorunca, "ikiyüz" diye cevap verir. Bunun üzerine Resulullah (s.a.)
kızar ve şöyle buyurur: "Sanki sizler altın ve gümüşü Medine'nin kara
taşlıklarından yahut bir dağdan çıkarıyor gibi mehir veriyorsunuz."
Diğer
taraftan Hz. Peygamber mehirlerin kolayını ve miktarını yüksek tutmamayı, başka
bir takım hadis-i şeriflerde de irşat buyurmuştur ki, Hâkim, Ahmed ve
Beyhakî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunlardan bir
tanesidir: "Ona talip olmanın kolaylaştırılması, mehrinin
kolaylaştırılması, kadının uğurluluğundandır."
İlim
adamları mehrin azamisinin sınırı olmadığı hususunda icma etmişlerdir. Çünkü
Yüce Allah, "Öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile" diye buyurmaktadır.
Ancak bunun asgari miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Yüce
Allah'ın, "Mallarınızla eş aramanız..." (Nisa, 4/24) buyruğu
açıklanırken buna dair bilgiler verilecektir.
Sahih
olan görüş şudur: Yüce Allah'ın, "Ondan hiçbir şey almayın" buyruğu
ile Bakara suresinde yer alan, "Onlara verdiklerinizden bir şey geri almanız,
sizin için helâl olmaz" (Bakara, 2/229) buyruğu muhkemdir, mensuh değildir.
Ve bu, kadının isteği ve rızasıyla verdiği "hul" bedelini almanın
caiz olması ile çatışmamaktadır. Çünkü hul' bedeli hakkında da Yüce Allah'ın şu
buyruğu açık bir ifadeyle dile getirilmiştir: "Eğer siz de onların
Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız, o halde kadının bir
şeyleri fidye vermesinde her ikisi için de vebal yoktur..." (Bakara,
2/229).
Ebu
Bekir er-Râzî el-Cassâs da der ki: el-Ferrâ'nm naklettiğine göre el-if-dâ
(karışmak) kelimesi, duhûl hakkında kullanılmasa bile halvet demektir. Eğer
ifdâ, halvet hakkında kullanılan bir kelime ise, ayet-i kerime halvetten sonra
ve boşamadan sonra erkeğin kadından geri bir şey almasını yasaklamaktadır.
Çünkü Yüce Allah'ın, "Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak
isterseniz..." buyruğu ayrılmayı ve boşamayı ifade etmektedir. Halvetin
ifdâ diye adlandırılması ise, ilişki ve duhûlü engelleyen hususların ortadan
kalkmasıdır.[84]
Bundan
anlaşıldığına göre er-Râzî bu ayet-i kerimeyi (20. ayeti) sahih halvetin
mehrin verilmesini gerektirdiğine delil göstermiştir. Çünkü Yüce Allah kocanın
kadından mehrin bir kısmını dahi almasını yasaklamaktadır. Bu yasaklama ise
mutlaktır. Halvetten önce gereğince amel terk edildiğinden dolayı, halvetten
sonra gereğince amelin olduğu gibi kalması icap eder.
Fukahanın
ise bu hususta farklı görüşleri vardır. Hanefüer ile Hanbelîle-rin görüşüne
göre mehir halvet ile kesinlik kazanır. Şafiîlerle Malikîlerin görüşüne göre
mehir cima ile kesinleşir, halvet ile değil. Fakat malikîler yine hanımın
ilişki söz konusu olmaksızın gerdek sonrası kocasının evinde bir sene kalması
ile mehrin ödenmesini kabul etmişlerdir. Çünkü sözü geçen süre kocanın evinde
kalmak, fiilen ilişki kurmak yerine geçer.
Mehrin
halvet ile kesinlik kazanmayacağı görüşünde olanlar bu ayet-i kerimenin cima
sonrası ile tahsis edildiği görüşündedirler. Buna delil ise Yüce Allah'ın,
"Hem birbirinize karışmış... iken onu nasıl alabilirsiniz?"
buyruğudur. Biribirleriyle karışmaları ise cimadır.
[85]
22-
Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin; ancak geçmiş olan müstesna.
Şüphe yok ki o bir hayasızlık ve bir hışım idi, o ne kötü bir yoldu!
23-
Size anneleriniz, kızlarınız, kızkar-deşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, birader
kızları, hemşire kızları, sizi emziren anneleriniz, süt hemşireleriniz,
hanımlarınızın anaları ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olma himayenizde
bulunan üvey kızlarınız (bunlarla evlenmeniz) da size haram kılındı. Eğer
anneleriyle zifafa girme-mişseniz size bir beis yoktur. Kendi sulbünüzden
oğullarınızın hanımları ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (haram) kılındı.
Ancak geçmiş olan müstesna. Şüphesiz Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.
"Size
anneleriniz... haram kılındı" buyruğunda muzaf hazfedilmiştir. Allah
sizlere anneleri nikâhlamayı haram kıldı, demektir.
"Kendileriyle
zifafa girdiğiniz eşleriniz" buyruğunda cimadan kinaye vardır.
"Babalarınızın nikahladığı... nikahlamayınız (evlenmeyiniz)."
buyruğunda eksik cinas vardır.
[86]
"Ancak
geçmiş olan" geride kalmış olan.
"Bir
hayasızlık" bir çirkinlik, "bir hışm" yani Yüce Allah'ın hışmına
sebep, demektir. Hışm, buğzun daha şiddetlisidir. Onlar böyle bir evliliğe hışm
nikâhı (nikâhul-makt) adını veriyorlardı. "O ne kötü bir yoldur."
Böyle bir şeye giden yol ne kötü yoldur!
"Size
annelerinizi nikahlamanız "haram kılındı." Bu ifade baba yahut anne
tarafından nineleri de kapsamaktadır.
"Kendileriyle
zifafa girdiğiniz" yani cima ettiğiniz "eşlerinizden olma himayenizde
bulunan üvey kızlarınız da size haram kılındı."; rabîbe (üvey kız) kadının
başka kocadan olma kızı demektir. Bu ise hanımın başka kocadan olma kızının,
annesinin kocasının evinde birlikte yaşaması dolayısıyla çoğunlukla görülen
duruma uygun bir ifadedir. Bundan başka bir mana çıkarmak söz konusu değildir.
Yani hanımın başka kocadan olma kızı annesinin kocasının evinde annesiyle
birlikte yaşamıyor ise dahi üvey babasına haramdır.
"Size
bir beis yoktur" yani onlardan ayrıldığınız takdirde (yani kendileriyle
zifafa girmediğiniz hanımların) kızlarını nikâhlamakta sizin için günah ve darlık
söz konusu değildir. İşte ilim adamları buradan şu şer"î kaideyi
çıkarmışlardır: "Kızlar ile nikâh akdi yapmak annelerini haram kılar.
Anneler ile gerdeğe girmek ise kızlarını nikâhlamayı haram kılar."
"Kendi
sulbünüzden oğullarınızın hanımları..." Yani oğulların hanımları ile
evlenmek de haramdır. Evlatlık edinilmiş oğulların hanımları ise böyle değildir;
onları nikahlayabilirsiniz.
[87]
"Babalarınızın
nikahladığı kadınlarla evlenmeyin" mealindeki 22. ayet-i kerime şu
kimseler hakkında nazil olmuştur: Babasının hanımı Kubeyşe ile evlenen Hısn b.
Ebi Kays, yine babasının hanımı ile evlenen el-Esved b. Halef, babasının
hanımı el-Esved b. Muttalib'in kızı ile evlenen Safvân b. Umey-ye b. Halef ile
babasının hanımı Harice b. Müleyke ile evlenen Mansûr b. Hâzim.
Eş'as
b. Sevvâd der ki: Ebu Kays vefat etti. Ensarın salihlerindendi. Oğlu Kays
babasının hanımına talip oldu. Analığı ona, "Ben seni oğlum gibi kabul
ediyorum, fakat Resulullah (s.a)'m yanma varıp ona danışayım" dedi. Durumu
bildirmek için Resulullah'a gitti. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
indirdi.
[88]
İbni
Cerir et-Taberî, İbni Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: Cahiliye dönemi
insanları (kendileriyle evlenilmesi) haram olan (kadın)ları haram kabul
ediyorlardı. Bundan tek istisna, babanın hanımı ile evlenmek ve iki kızkardeşi
aynı nikâh altında tutmaktı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Babalarınızın
nikahladığı kadınlarla evlenmeyin, ancak geçmiş olan müstesna" buyruğu
ile "iki kızkardeşi birlikte almanız da (haram kılındı), ancak geçmiş olan
müstesna" buyruklarını indirdi.
en-Nadr
b. Şumeyl ise "el-Mesâlib" adlı eserinde şunu zikretmektedir:
Araplardan Hâcib b. Zurâre mecusiliğe girmiş ve kendi kızı ile evlenmişti. Yüce
Allah müminlere atalarının bu uygulamalarını yasakladı.
[89]
Yüce
Allah bundan önce yetim kızları nikahlamanın hükmünü, adalet ve nafaka şartı
ile helâl olan kadın sayısını açıkladı; hanımlarla güzel geçinmeyi tavsiye
buyurdu; haksızca, zulmen mehirlerini almaktan sakındırdı. Bunun akabinde de
nesep, sıhrî (evlilik) veya süt emme sebebiyle gerçekleşen akrabalık bağı
dolayısıyla kendileriyle evlenilmesi caiz olmayan kadınları zikretmektedir.
[90]
Ayet-i
kerime babanın hanımı ve nesep, evlilik ve süt emmek dolayısıyla akraba
olanlarla evlenmeyi haram kılma hükmünü kapsamaktadır.
[91]
Yüce
Allah, "Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin" ayeti ile
babanın hanımını haram kılmıştır. Çünkü o da anneye benzemektedir. Diğer
taraftan bu selim bir fıtratın kabul edemeyeceği oldukça çirkin bir fiildir.
Aklı başında kimselerce hoşlanılmayan, tiksinilen bir şeydir. Bundan dolayı
Araplar buna "nikâhu'1-makt" adını vermişlerdir. Babasının
hanımından olma çocuğa da "makît" adı verilir. Diğer bir sebep ise
böyle bir yolun çok kötü bir yol olmasıdır. Nitekim Yüce Allah, "O ne
kötü bir yoldur!" diye buyurmaktadır.
Yüce
Allah'ın, "Nikahladığı" buyruğundaki nikâhlamaktan kasıt, İbni
Ab-bas'ın dediği gibi, akdin kendisidir. İbni Cerîr et-Taberî ve el-Beyhakî
ondan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: 'Babanın kendisi ile evlendiği her
bir kadın, onunla ister gerdeğe girmiş olsun, ister girmemiş olsun
haramdır." Babalar ifadesi icma ile dedeleri de kapsar.
Fakat
bu ayetin nüzulünden önce geçmiş olan bu tür nikâhlar dolayısıyla bir
sorumluluk yoktur. Yani böyle bir nikâh yapan cezayı hak eder; ancak geçmiş
olan müstesnadır. Bundan dolayı günah yoktur, affedilmiştir. Buradaki istisna
munkatıdır, anlamı şudur: Fakat geçmiş olan dolayısıyla sizin için bir başa
kakma söz konusu değildir. Burada (mâ) ile kadınlar kastedilmektedir. Akıl
sahibi varlıklar hakkında kullanılmıştır. Bu edatın masdar edatı olduğu da
söylenmiştir. O zaman mana şöyle olur: Siz de babalarınızın yaptığı fasit
cahi-liye dönemi nikâhları gibi nikâh yapmayınız.
[92]
Nikâhta
iki cins arasındaki karşılıklı ilişkiye aykırı düştükleri için Yüce Allah
kendileriyle evlenilmesi haram kılınan kadınları beyan buyurmaktadır. Bunlar
altı kısımdır:
1- Usûlün nikâhlanması: Yani anneler ve ninelerin nikâhlanması haramdır.
Çünkü Yüce Allah, "Size anneleriniz... haram kılındı" buyurmaktadır.
Anne kelimesi nineleri de kapsar.
2- Fürû'un nikâhlanması: Yani kız çocuklar, erkek olsun kız olsun çocukların
kızları. Çünkü Yüce Allah, "Kızlarınız" diye buyurmuştur. Bundan
kasıt ise sulben kız çocuklar ile doğumlarına sebep teşkil ettikleri
çocuklarının kızları yani torunlardır.
3- Yakın ve uzak akrabaların nikâhı: Yakınlardan kasıt öz kardeşler yahut
baba bir ya da anne bir kızkardeşlerdir. Çünkü Yüce Allah,
"Kızkardeşleriniz" diye buyurmuştur. Uzak olanları ise baba ve anne
tarafından olanlardır ki, bunlar hala ve teyzelerdir. Çünkü Yüce Allah,
"Halalarınız, teyzeleriniz"
buyurmuştur. Bu da yukarı doğru dedelerin diğer çocuklarını ve yine
yukarı doğru ninelerin çocuklarını da kapsar.
Kardeşlik
tarafından akrabalar da uzak akrabalık kabilindendir. Çünkü Yüce Allah,
"Birader kızları, hemşire kızları..." diye buyurmaktadır. Bu ise
ister anne babadan birisi tarafından olsun, ister her ikisi tarafından kardeş
olsun, fark etmez. İşte bu üç tür akraba nesep ciheti ile haram olan
akrabalıktır.
4- Süt emme sebebiyle haram olanlar:
Yüce
Allah'ın. "Sizi emziren anneleriniz, süt hemşireleriniz..." buyruğu
dolayısıyla nesep yoluyla haram kılınan akrabalar, süt yolu ile de haram
olurlar. Süt emziren annenin bütün akrabaları süt emen çocuğun akrabalarıdır.
Süt emziren süt emenin annesi olur. Onun kızı da süt emenin kızkardeşi olur,
kocası babası, öbür çocukları da onun kardeşleri olurlar. Buharî ve Müslim'de
İbni Abbas'tan Hz. Peygamberden amcası Hz. Hamza'nın kızı ile evlenmesi istenince
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "O bana helâl olmaz. Çünkü o benim
süt kardeşimin kızıdır ve nesepten dolayı ne haram oluyorsa süt emmekten dolayı
da haram olur." Yine Buhari İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: Hz.
Peygamber'e birisi kız çocuk diğeri erkek çocuk emzirmiş iki cariyesi bulunan
bir adam hakkında "Bunun erkek çocuğunun ötekinin kız çocuğu ile evlenmesi
helâl olur mu?" diye soru sorulmuş. O, "Hayır, birdir." diye
buyurmuştur.
Ayetin
zahirine göre süt emmenin azı da çoğu gibidir. Hanefiler ile Malikî-lerin
görüşü budur. Bir grubun görüşüne göre ise haramlık ancak üç defa ve daha fazla
süt emmekle sabit olur. Çünkü Peygamber (s.a.) Müslim ve başkalarının
rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Bir iki defa emmek de haram kılmaz,
bir iki defa çocuğun ağzına memeyi vermek de haram kılmaz." Bu İmam
Ah-med'den de rivayet edilmiştir.
İmam
Şafiî ve İmam Ahmet haram kılmanın beş defa süt emmekten daha aşağısında sabit
olmayacağı görüşündedirler. Çünkü Malik ve başkaları Hz. Ai-şe'den şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: Kur'an-ı Kerim'den nazil olan buyruklar
arasında, "bilinen on defa süt emmek" de vardır. Daha sonra bunlar,
"Bilinen beş defa süt emmek" ile neshedildiler. Resulullah (s.a.)
vefat ettiğinde bunlar Kur'an-ı Kerim'den okunan buyruklar arasında idi.
Hanefiler
ise bu hadis-i şerife haram kılan ayetin vahid haber ile tahsis edilmesinin
caiz olmadığını söyleyerek cevap verirler. Çünkü bu ayet-i kerime muhkem ve
mana itibariyle zahirdir, maksadı da apaçıktır. Ebu Bekir er-Râzi de Tavus'tan,
o İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: İbni Abbas'a süt emmek hakkında soru
sorulmuş o da şöyle demiştir: Herkes bir ya da iki defa süt emmenin haram
kılmadığını söylemektedir. Bu önceden böyle idi, bu gün ise tek bir defa dahi
süt emmek, haram kılar.
Süt
emmek ancak küçük yaşta haram kılıcıdır. Bu ise ilk iki sene içerisinde olan
emmedir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Anneler çocuklarını iki
bütün yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir."
(Bakara, 2/223). Darekutnî de İbni Abbas'tan Hz. Peygamberin şu buyruğunu
rivayet etmektedir: "İki yıl içerisinde olmadıkça süt emmek diye bir şey
söz konusu olmaz."
Lebenü'1-fahl
diye bilinen süt akrabalığı haram kılıcı mıdır değil midir? Meselâ, bir erkek
iki kadın ile evlenir, bu kadınların ondan çocuğu olur. Bunlardan birisinin
kız, diğerinin de erkek çocuk emzirmesi gibi. Lebenü'l-fahl'ın haram kıldığını
kabul edenler -ki bu imamların çoğunluğunun görüşüdür- kızın erkek ile
evlenmesini haram kabul ederler. Çünkü bunlar baba bir süt kardeştirler. Bu
ise nas ile tespit edilmiş bir husustur. Çünkü Buharî'de Hz. Ai-şe'den şöyle
dediği sabittir: Ebul-Kuays'ın kardeşi Eflah hicab ayetinin nüzulünden sonra
Hz. Aişe'nin yanına girmek üzere izin istedi. Hz. Aişe dedi ki: Allah'a yemin
ederim Resulullah (s.a.)'a sormadıkça Eflah'a izin veremem. Çünkü beni emziren
Ebul-Kuays değildir. Beni emziren bir kadındır. Hz. Aişe dedi ki: Resulullah
(s.a.) yanıma girince ey Allah'ın Rasulü, Ebul-Kuays'ın kardeşi Eflah yanıma
girmek üzere izin istedi, ben de senden izin almadıkça ona izin vermek
istemedim? Şöyle buyurdu: "O senin amcandır, yanına girsin."
5- Sıhrî akrabalık dolayısıyla haram olanlar.
Yüce
Allah bu bağı da nesep bağı gibi şereflendirmek üzere üç türlü sıhrî akrabalık
sebebiyle evliliği haram kılmıştır:
a) Kocanın kendisi ile gerdeğe girdiği yahut nikâh akdi yaptığı hanımın
annesi. Nine de anne gibidir. Çünkü Yüce Allah, "Eşlerinizin anaları"
diye buyurmaktadır. Hanımın annesinin haram kılınması için kızı ile gerdeğe
girme şartı yoktur, mücerred akit yeterlidir; çoğunluğun görüşü budur.
b) Üvey kız evlât (rabîbe): Bu, hanımın başka kocadan olma kızıdır. Haram
kılınması için annesiyle gerdeğe girmek şarttır. Aynı şekilde bu kızın çocuklarının
çocukları da haramdır. Şayet o kadın ile gerdeğe girmeyecek olursa kızları ona
haram olmaz. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kendileriyle
zifafa girdiğiniz eşlerinizden himayenizde bulunan üvey kızlarınız, size haram
kılındı. Eğer anneleriyle zifafa girmemişseniz size bir beis yoktur." Yani
gerdeğe girmeksizin bir kadını mücerred nikahlamak o erkeğin o kadının başka
kocadan olma kızlarını nikahlamasını haram kılmaz.
Hanefîler
de derler ki: Bir kadın ile zina edene o kadının usûlü de fürû'u da haram olur.
Aynı şekilde şehvetle ona dokunsa yahut öpse yahut şehvetle fercine baksa veya
şehvetle hanımının annesinin elini tutsa da hüküm böyledir. Bu durumda kendi
hanımı ebediyyen ona haram olur.
Fakat
sair mezhep imamları Hanefîlere muhalefet eder ve şöyle derler: Zina kendisi
ile zina edilen kadının usûlünü de fürû'unu da haram kılmaz.
c) Oğulun hanımı ile oğulun oğlunun hanımı da babaya ve dedeye haramdır.
Çünkü Yüce Allah, "Kendi sulbünüzden oğullarınızın hanımları..." diye
buyurmaktadır. Burada geçen (hanımlar anlamındaki) el-helâil, halîle'nin
çoğulu olup zevce demektir. Erkeğe de "halîl" denir. Çünkü eşler aynı
yere hulul ederler, aynı yatağı paylaşırlar.
Süt
oğlunun hanımı da böyledir. Çünkü daha önce geçen hadis-i şerifte,
"Nesepten haram olan süt emmekten dolayı da haram olur" diye
buyrulmuştur.
Dikkat
edilecek olursa eşlerin başka kadından olma kız evlâdının kocanın himayesinde
olması çoğunlukla rastlanılan bir durumdur. Yoksa haram kılmakta bir kayıt
olduğu için değildir. Hanımın başka kocadan olma kızı yeni kocasına, ister
babalığının himayesinde bulunsun, ister bulunmasın haram olur. Evlâtlığın
zevcesi ise haram değildir. Çünkü evlât edinmek İslâm'da iptal edilmiş, haram
kılınmıştır. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ta ki evlâtlıklarının
zevcelerini boşamadan sonra (onlarla evlenmekte) müminlere bir vebal olmasın."
(Ahzab, 33/37); "Onları babalarına nispet edip çağırın; bu Allah indinde
daha âdildir." (Ahzâb, 33 51.
6- Arızî bir sebep dolayısıyla haram kılınanlar:
Bu,
iki kızkardeşı yahut kadını halası, teyzesi, kardeşinin kızı, kızkarde-şinin
kızı ile aynı nikâh altında tutmaktır. Bunun kuralı şudur: Akraba olan iki
kadının şayet birisi erkek farz edilecek olursa, eğer o erkeğin öbürünü nikahlaması
haram oluyorsa, bu ikisini aynı nikâh altında bulundurmak haram olur. Bu
haramhk onlardan birini boşayıp iddeti sona erinceye kadar devam eder.
Buna
delil Ahmed b. Hanbel ile Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ebu Hurey-re'den
yaptıkları şu rivayettir: Peygamber (s.a.) kadının halası veya teyzesi ile
birlikte nikahlanmışım yasakladı. Tirmizî'nin rivayetinde de şöyle denilmektedir:
"Kadın halası üzerine, hala kardeşinin kızı üzerine, kadın teyzesi
üzerine, teyze kızkardeşinin kızı üzerine, büyük küçük üzerine, küçük büyük
üzerine nikahlanmaz." İşte bu hadis Yüce Allah'ın, "bunlardan
başkası... size helâl kılındı." (Nisa, 4/24) buyruğunun genel ifadesini
tahsis etmektedir. Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Feyrûz ed-Deylemî'den
rivayet ettiği şu hadis de bunu pekiştirmektedir: Deylemî, İslâm'a girdiğinde
nikâhı altında iki kızkardeş vardı. Resulullah (s.a.) ona, "Hangisini
istiyorsan onu boşa" diye buyurdu.
İbni
Hibbân ve başkalarının rivayetine göre de Peygamber (s.a.) şuna işaret
etmiştir: "Çünkü siz böyle yapacak olursanız, akrabalık bağını koparırsınız."
Yani iki kızkardeşi yahut bir kadını yakın akrabası ile birlikte aynı nikâh
altında bulundurmanın haram kılınması, âdeten kumalar arasında tiksinti ve
nefretin bulunması dolayısıyladır.
Bu
haram kılma ise haram kılmadan önce geçenleri kapsamamaktadır. Bundan önce
geçenler dolayısıyla sorumluluk yoktur.
Şüphesiz
Yüce Allah ezelden beri Gafûr'dur, Rahîm'dir. Geçmişteki kötü amellerinizin
etkilerini, tevbe ve O'na dönüş suretiyle de günahlarınızı bağışlar. Sizin için
hayır ve maslahatı ihtiva eden, aranızdaki bağları güçlendiren evlilik
hükümlerini teşrî buyurmakla da size merhamet buyurur.
[93]
Ayetlerin
tefsirini yaparken sert hükümlerin pek çoğu açıklık kazanmış oldu. Burada başka
bir takım hükümlere işaret etmekle o hükümleri özetliyoruz.
"Babalarınızın
nikahladığı kadınlarla evlenmeyin..." ayet-i kerimesi, baba veya dedenin
nikahladığı kadının -geçmişteki müstesna- haram kılındığını göstermektedir.
İstisna munkatı'dır, yani "geçmiş olandan uzak durunuz, onu terk ediniz,
ondan dolayı da günah yoktur" anlamındadır. Nitekim Yüce Allah bunu,
"Şüphe yok ki o bir hayasızlıktı ve bir hışm idi. O ne kötü bir
yoldu!" diye nitelendirmektedir. Bu ise böyle bir işin son derece çirkin
olduğunun delilidir. Bundan dolayı Araplar buna nikâhu'1-makt adını
vermişlerdi. Bu ise erkeğin, boşaması yahut ölmesi halinde babasının karısı ile
evlenmesidir. Böyle bir kadının çocuğu olursa ona, "el-maktî"
denilirdi. Makt, asıl itibariyle buğz demektir.
İlim
adamları, zevcesinin babanın zina ettiği kadının oğluna haram olduğu gibi zina
eden kadının da o erkeğin oğluna haram olup olmayacağı hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Haram olmuyorsa o takdirde haram olan ilişki, helâl olan
ilişki gibi haramlığı gerektirici bir sebep olmaz. Yine hanımın annesi de zina
dolayısıyla kocaya haram olur mu olmaz mı konusunda farklı görüşlere
sahiptirler.
Hanefîler,
Evzaî, es-Sevrî, İbnü'l-Kasım'm kendisinden yaptığı rivayette Malik, birinci
görüşü kabul etmişlerdir. el-Leys, Şafiî ve Muvatta'da ondan gelen rivayete
göre Malik ikinci görüşü kabul etmişlerdir. Malikîlerce tercih edilen görüş de
budur.
Görüş
ayrılığının sebebi ise, nikâh lafzının müşterek bir mana ifade etmesidir. Bu
kelime hem ilişki hem de akit hakkında kullanılır. "Ayet-i kerimeden kasıt
ilişkidir" diyenler, zina yoluyla dahi olsa, kendisiyle ilişki kurulan
kadını haram kabul ederler. Bu kelimenin ilişki hakkında kullanıldığı
buyruklardan bazısı: "Ondan başka bir koca ile nikâhlanmadıkça"
(Bakara, 2/230); "Zina eden erkek ancak zina eden bir kadın yahut müşrik
bir kadın ile nikâhlanabi-lir." (Nur, 24/3). Çünkü kasıt akit olsaydı
burada yalan söylemiş olmak söz konusu olurdu. Yüce Allah'ın, "Nikâh
çağına ulaşıncaya kadar yetimleri sınayınız." (Nisa, 4/6) buyruğu ile
zayıf bir hadiste Hz. Peygamberin, "Elini nikahlayan (istimna yapan)
melundur" hadisinde de bu kelime bu manadadır.
"Bundan
kasıt akittir" diyenler ise zina sebebiyle bu tür akrabaları haram kabul
etmezler. Bu kelimenin akit anlamında kullanıldığı buyruklardan bir kısmı
şunlardır: "Mümin kadınları nikahladıktan sonra onlara dokunmadan önce
boşadığınız takdirde" (Ahzab, 33/43); "Sizden bekârları
nikahlayınız." (Nur, 24/32); "Hoşunuza giden kadınlardan...
nikahlayınız." (Nisa, 4/3). Hz. Peygamberin İbni Mace tarafından rivayet
edilen şu hadis-i şerifi de buna örnektir: "Nikâh benim
sünnetimdendir." Burada söz konusu edilen nikâh akdidir. Yine şu hadiste,
"Ben nikâhtan (yani nikâhlı evlilikten) doğdum, zinadan değil."
buyrulmaktadır.
Ayetin
ilişkiye hamledilmesi mi daha tercih edilir, akde hamledilmesi mi? Hanefîlerin
görüşüne göre tercih edilen, ayet-i kerimede nikâh ile ilişkinin kastedildiğidir.
Çünkü nikâh ilişki hakkında hakikat, akit hakkında mecazdır. Ayetin hakikate
hamledilmesi daha uygundur, ta ki mecaza hamledildiğine dair delil ortada
oluncaya kadar. Eğer bundan kasıt ilişki ise, o takdirde helâl olan ilişki ile
haram olan ilişki arasında da bir fark kalmaz. Haramlığı gerektirmede ise
ilişki akitten daha bir ileridir. Çünkü bizler mubah olan ne kadar ilişki
buluyorsak, mutlaka onun haramlığı getirdiğini de görüyoruz. Malik olduğu
cariyesi ile ilişki kurmak ve şüphe nikâhı gibi. Ancak haram kılmayı gerektirmeyen
sahih bir ilişki de biliyoruz; o da anneye nikâh akdi yapmanın kızını haram
yapmamasıdır. Ancak onunla ilişki kuracak olursa kızı haram olur. İşte bundan
biz. ilişkinin varlığının haramı gerektirmenin illeti olduğunu öğreniyoruz. O
halde bu ilişki nasıl olursa olsun, ister mubah ister yasak olsun, haram
kılmalıdır.
Şafiîlerin
görüşüne göre ise nikâh her ne kadar akit hakkında mecazî ise de akit hakkında
ünlenmiş ve artık onun için hakikat anlamını ifade eder hale gelmiştir. Nitekim
akika, hakikat itibariyle doğan küçük çocuğun başındaki saçın adıdır. Daha
sonra ise mecazen saçının tıraş edilmesi halinde kesilen koyun hakkında
kullanılmaya başlanmıştır. Bu o kadar kullanılmaya başlandı ki, sonunda bu
mana hakkında hakikat haline gelmiştir ve mutlak olarak kullanıldığında bu
anlaşılır olmuştur. Diğer taraftan Yüce Allah haram kılman bu kadınlar ile
birlikte evliliği ifade eden tabirler kullanmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında
olduğu gibi: "Sulbünüzden oğullarınızın hanımları"; "eşlerinizin
anaları" gibi. Diğer taraftan zina bir hayasızlık ve bir hışım sebebi
olduğuna göre, nasıl onun hakkında bir haramlık kabul edilebilir? Ayrıca zina
ile nesep sabit olmadığına göre zina ile evlilik haramlığı da sabit olmaz.
Tercih edilen görüş de budur.
"Size
anneleriniz... haram kılındı" ayet-i kerimesi nesep yoluyla yedi kadının
haram kılındığını göstermektedir. Bunlar ise anne ve ne kadar yukarı doğru
çıkarlarsa çıksınlar nineler; kız ve ne kadar aşağı inerlerse insinler çocukların
kızları, kızkardeş, hala, teyze, kardeş kızı ve kızkardeşin kızı.
Annenin
haram kılınışı ayetten anlaşılmaktadır. Çünkü anne kelimesi doğrudan anne
hakkında hakikat, nine hakkında mecazîdir. Ninelerin haram kılınması icmadan da
anlaşılır. Kimisi, "Ayet-i kerimeden anlaşılır" demektedir. Çünkü
anne, doğrudan anne hakkında kullanılır, nine ise mana yoluyla müşterek lafız
kabilinden anne diye alınır.
Zinadan
doğma kız ise Yüce Allah'ın, "Kızlarını" buyruğunun kapsamına girer
mi? Ebu Hanife der ki: Bu da ayet-i kerimenin kapsamına girer ve haramhğa
sahiptir. Çünkü bu kız da onun suyundan yaratılmış, onun bir parçasıdır. O
bakımdan böyle bir kız babasına haramdır. Şafiî der ki: Böyle bir kız, ayetin
kapsamına girmez. Şer1! kızın haramlığı onun için söz konusu değildir. Çünkü
sâri' ona kız evlâdı hükmünü vermemiştir. O bakımdan o kız çocuğu annesinden
mirasçı kılmadığı gibi, onunla halveti de mubah kılmaz; ayrıca erkeğe bu kızın
üzerinde velayet hakkı vermez. Diğer taraftan o kızı kendi nesebine ilhak etme
hakkı da yoktur. Çünkü Hz. Peygamber, İmam Ahmed ve Kütüb-i Sitte sahiplerinin
Ebu Hureyre'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Çocuk döşeğe aittir.
Zinakâra ise mahrumiyet vardır."
Son
dönemde bazı ilim adamları zina çocuğuna kıyasen Ebu Hanife'nin görüşünü
tercih etmiştir. Çünkü buna annesi haram olur. Zira o annesinden bir parça
olarak yaratılmıştır. Diğer başkaları ise Malikîlerle Şafiîlerin görüşünü
tercih etmekte ve hatta zinayı akrabalık, sıhrî akrabalık ve süt emmek seviyesinde
dahi kabul etmemektedir. Şer"î kaide ise nikmetin nimete götüren bir yol
olamayacağı şeklinde tespit edilmiştir.
Ayet-i
kerime nesep yoluyla olmaksızın altı kişinin de haram olduğunun delilidir.
Bunlar şunlardır:
Süt
anne, süt kızkardeş, süt emziren süt annenin bütün usûl ve fürû'u, zevcelerin
anneleri, anneleriyle gerdeğe girilmiş başka kocadan üvey kız evlâtlar.
Oğulların hanımları, iki kızkardeşi aynı nikâhı altında bulundurmak, hala,
teyze, erkek kardeşin kızı ve kızkardeşin kızı da kızkardeş gibidir.
Evlâtlık
edinilen erkeğin hanımını ise, İslâm cahiliye Araplarmm kabul ettiklerinin
hilâfına helâl kabul etmiştir. Peygamber (s.a.) önceden evlâtlık edinmiş olduğu
Zeyd b. Hârise'nin hanımı olan Cahş kızı Zeyneb ile Yüce Allah'ın şu buyruğu
ile amel ederek evlenmiştir: "Ne zaman ki Zeyd o kadından ihtiyacını
yerine getirdi (onu boşadı), biz de onu seninle evlendirdik. Ta ki evlâtlıklarının
hanımlarını boşadıktan sonra (onlarla evlenmekte) müminlere bir vebal
olmasın." (Ahzab, 33/37); "Onları babalarına nispet edip çağırın. Bu
Allah indinde daha âdildir." (Ahzab, 33/5). İlim adamları Yüce Allah'ın,
"Eşlerinizin anaları ve kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizin himayesinde
bulunan üvey kızlarınız..." buyruğundan şu şekilde bir şer"î kaide
çıkarmışlardır: "Kızlara nikâh akdi yapmak annelerini haram kılar.
Anneler ile zifafa girmek ise kızları haram kılar." Kadının annesi kızına
mücerrred akit yapılması ile haram olur. Kocası onunla ister gerdeğe girsin,
ister girmesin. Üvey kız evlât ise üvey baba, annesiyle gerdeğe girmedikçe
mücerred akit ile haram olmaz. Eğer annesini gerdeğe girmeden önce boşayacak
olursa, kızı ile evlenmesi caiz olur.
Yüce
Allah'ın, "... size anneleriniz haram kılındı..." buyruğu, annelerin
haram kılınmasının her durumda umumi olduğunu göstermektedir; bu, hiç bir
şekilde tahsis edilemez. Aynı şekilde sözü geçen diğer muharrematın haram kılınışı
da böyledir. Bu haram kılma ebedî ve daimîdir.
Süt
akrabalığı dolayısıyla haram kılma da bütünüyle haram kılma gibidir. Daha önce
geçen hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nesep yoluyla
ne haram oluyorsa süt emmek yoluyla da haram olur." İmam Malik'in açıkça
ifade ettiği gibi, kadının süt erkek kardeşi ile birlikte hacca gitmesi caizdir.
İlim
adamları, babaların nikâh akdi yaptığı kadınların, oğullan için haram
olduğunu, aynı şekilde oğulların akit ile aldıklarının da babalar için haram
olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Akit ile birlikte ilişki olsun yahut
olmasın fark etmez. Çünkü Yüce Allah, "Babalarınızın nikahladığı kadınlarla
evlenmeyin" buyruğu ile, "Kendi sulbünüzden oğullarınızın
hanımları..." buyruğu bunu gerektirmektedir. Bunlardan herhangi birisi
fasit bir nikâh ile de nikâhlanacak olur ise, diğerinin o kadını tıpkı sahih
nikâhla haram olduğu gibi, akit ile alması haram olur. Çünkü fasit nikâhın eğer
fasit olduğu ittifakla kabul edilmiş ise, herhangi bir hüküm gerekmez ve
varlığı ile yokluğu bir olur. Şayet hakkında ihtilâf edilmiş ise o takdirde
sahih nikâha taalluk eden haramlık, aynen ona da taalluk eder. Çünkü bunun da
nikâh olma ihtimali vardır, böylelikle mutlak lafzın kapsamına girer. Evlilik
konularında eğer helâl ve haram çatışacak olur ise, haram kılmaya üstünlük
tanınır. İbnü'1-Mün-zir der ki: Çeşitli bölge ilim adamlarından ilim bellenen
herkes icma ile şunu kabul etmiştir: Erkek fasit bir nikâh ile bir kadınla
cinsî ilişkide bulunacak olur ise, o kadın babasına da, oğluna da, dedelerine
ve torunlarına da haram olur.
Zina
yoluyla ilişki kurmak ise, Hanefîlerin görüşüne göre anneyi ve kız çocuğu
haram kılar ve bu helâl nikâh gibidir. Buna delil ise Cüreyc kıssası ve o
kıssadaki şu ifadelerdir: Ey evlât, senin baban kimdir? O, "Filân
çobandır" diye cevap verdi.
İşte
bu, zinanın helâl ilişkiyi haram kıldığı gibi haram kıldığının delilidir.
Malikîler
ve Şafiîler ise der ki: Zinanın bu kabilden bir hükmü yoktur. Çünkü Yüce Allah,
"Eşlerinizin anaları" diye buyurmaktadır. Kişinin zina ettiği kadın
ise eşlerinin analarından sayılmadığı gibi, onun kızı da üvey kızı sayılmaz.
Darekutnî Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a
bir kadın ile zina edip o kadın ile veya kızı ile evlenmek isteyen bir adamın
durumu hakkında soru soruldu, şöyle buyurdu: "Haram olan bir şey helâli
haram kılamaz. Ancak nikâh ile olan bir şey haram kılar."
Lût
kavminin amelini işleyene gelince, Malik, Şafiî ve Hanefîler derler ki: Lutîlik
ile nikâh haram olmaz.
İlim
adamları icma ile şunu kabul ederler: Erkek hanımını ricat yapabileceği bir
talâk ile boşadığı takdirde o kadının kızkardeşini yahut ondan başka dört
hanımı -boşadığı kadının iddeti bitmedikçe- nikâhlayamaz.
Ancak
ricat yapma imkânı olmadığı, bâin bir talâk ile boşamış olması halinde, farklı
görüşlere sahiptirler. Hanefîlerle Hanbelîler derler ki: Böyle bir kadının
kızkardeşini ve onun dışında dört hanımı nikahlama hakkına sahiptir.
Müslüman
bir kimse tek bir akitte iki kızkardeşin nikâhını (kendisine) yapacak olursa,
Ebu Hanife'ye göre nikâhları batıl olur. Malik ve Şafiî'nin görüsüne göre ise,
ikisinden birisini seçmekte muhayyer bırakılır. İster ikisini tek bir akitte
nikahlamış olsun, ister ayrı akitte nikahlamış olsun, fark etmez.
Cahiliye
döneminde iki kızkardeşin nikâhına gelince: Bu sahih bir nikâhtır. Fakat erkek
İslam'a girdiğinde bunlardan birisini seçmekle mükelleftir.
Özetle:
Hişam b. Abdullah b. Muhammed b. el-Hasen'in şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Cahiliye dönemi insanları bu ayet-i kerimede sözü geçen
ni-kâhlanmaları haram olan bütün kadınların nikâhlarının haram olduğunu biliyorlardı.
Bundan yalnızca iki tanesi müstesna idi:
Birincisi,
babanın hanımını nikahlamak; ikincisi ise, iki kızkardeşi bir arada nikâh
altında tutmak.
Nitekim
Yüce Allah, "Babalarınızın nikahladığı kadınlarla evlenmeyin, ancak geçmiş
olan müstesna." buyurduğu gibi, "İki kızkardeşi birlikte almanız da
(haram kılındı), ancak geçmiş olan müstesna" diye buyurmakta; fakat
ni-kâhlanmaları haram kılınan diğer hanımlar hakkında, "Ancak geçmiş olan
müstesna" diye buyurmamaktadır.
[94]
24- (Savaş esiri
olarak) sahip olduğunuz kadınlar (cariyeler, kadın köleleriniz) müstesna
olmak üzere diğer bütün kocalı (evli) kadınlar (ile evlenmeniz de) size haram
kılındı. Bu (haramlık) sizin üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır.)
Onların haricindekiler ise -namuslu ve zinaya sapmamış kimseler olarak
(yaşamanız şartıyla) mallarınızla (mehir vermek veya satın almak suretiyle)
ara(yıp nikâh yap)ma-nız için -size helâl edildi. O halde onlardan hangisinden
faydalandıysamz ücretini (mehrini) kararlaştırıldığı şekilde verin. O mehrin
miktarını tespit ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile ittifak ettiğiniz
(uyuştuğunuz) şey (miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur. Şüphesiz ki
Allah hakkıyla bilicidir, mutlak olarak hüküm ve hikmet sahibidir.
"Muhsinîn"
ve "musâfihîn" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.
"Ucû-rahünne" lafzında "ücret" kelimesi, "mehir"
hakkında istiare olarak kullanılmıştır. Çünkü mehir, şeklen ücrete benzer.
[95]
"Kocası bulunan
kadınlarla (el-muhsenât'la) nikâhlanmanız size haram kılındı". Çünkü onlar kocanın himayesi ve koruması
altına girmişlerdir.
"el-İhsân"
kelimesi Kur'an-ı Kerim'de dört manadan biri için kullanılır:
1- Tezevvüc,
evlenmek; ayette bu manadadır.
2- İslâm'a
girmek. Nisa suresinin, 25. ayetinde ise bu manaya gelmektedir.
3- İffetli
olmak: Bu ayetteki "Namuslu ve zinaya sapmamış insanlar halinde
yaşamanız..." cümlesi ile Nur suresinin. 4. ayetinde: "Namuslu,
iffetli kadınlara zina iftirası atan ve sonra da d:rt sah:t
getiremeyenler..." kısmında bu anlamda kullanılmıştır.
4- Hürriyet.
Nisa suresinin. 25 ayetteki ~Hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa
gücü cümlesinde olduğu gibi. Aynı ayette "fuhuş işleyen cariyelerin cezası
hur kadınların cezasının yarısıdır, ifadesi bulunmaktadır.
Bütün bunlarda
menetmek, nefsi harama düşmekten korumak manası bulunmaktadır. Evlenen kırnse
nefsini zinadan korur, müslüman olan kendini ölümden kurtarır, iffet ve namuslu
kişi kendini fuhuştan alıkor, hürriyetine kavuşan da başkasının mülkiyetine
düşmekten kendini kurtarır.
"İhsanr. Sünnette
de evlenme manasında varit olmuştur. Ebu Davud'un Hz. Ali ır.a. >"den
naklettiğine göre Resulullah (s.a.): "Evli olsun, evli olmasın, sahibi
olduğunuz kölelerinize de had cezası uygulayınız" buyurmuştur.
"Sağ ellerinizin
malik olduğu (kadınlar)" yani meşru bir cihatta esir olarak tutulup malik
olduğunuz cariyeler, demektir. Bunların daru'l-harpte bulunan kocaları ile
olan nikâhları artık bozulmuş olur. Hamile olanları çocuğu doğurarak, hamile
olmayanlar da bir hayız görüp sonra temizlenerek istibra ettikten, gebelik
şüphesinden tamamen kurtulduktan sonra zevce olarak onları almak müminlere
helâldir. Hanefiler, bunun helâl olması için kadın ile kocası arasında dâr-ı
ihtilâf (ayrı ülkelerde bulunmayı) şart koşmuşlardır; kadın kocasıyla birlikte
esir edilmişse başkasının onu nikahlaması helâl olmaz.
"Bu (haramlık)
sizin üzerinize Allah'ın farzı olarak (yazılmıştır)." Yani, bunu size
Allah haram kılmıştır. "Onların haricindekiler size helâl edildi"; bu
zikredilen kadınların dışındaki kadınları nikahlamanız mubahtır.
"Mallarınızla
arayıp nikâh yapmanız" yani, mehirlerini ödeyerek kadınlarla nikahlanmak
istemeniz. "Namuslu ve zinaya sapmamış kimseler olarak" evlenerek,
veya iffetinizi koruyarak... Böyle olunuz ki mallarınızı ziyan etmeyin, helâl
olmayan yollarda mallarınızı harcayıp fakirliğe düşerek hem dünyada, hem de
ahirette hüsrana uğramaym. Bu iki hüsrana birden uğramaktan daha büyük bir
zarar ve mefsedet olamaz. "Ücretlerin" yani mehirlerin... Asıl olarak
"ecr", bir iş, bir menfaat gibi bir şeyin mukabilinde verilen
karşılık, mükâfat demektir. Mehir de kadından helâl yolla yararlanma
karşılığında verilir.
"O mehrin
miktarını tespit ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey
(miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur." Sizler ve nikahlayacağınız
kadınlar tayin edilen mehrin tamamını veya bir kısmını indirmek ya da daha da
arttırmak için ittfak ederseniz, üzerinize bir günah, vebal ve daralma olmaz.
"Şüphesiz ki
Allah hakkıyla bilicidir". Neyin kullarına daha uygun olduğunu bilen,
hüküm ve hikmet sahibdir. Onlar için aldığı tedbir ve takdirinde bir çok
hikmetler vardır.
[96]
Müslim, Ebu Davud,
Tirmizî ve Neseî'nin, Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayetlerine göre Ebu Said
şöyle demiştir: Evsafta ele geçirilen esirlerden bazı kadın esirler de bize
düştü. Bunların kocaları vardı. Böyle evli durumdaki kadınlara yaklaşmayı
kerih gördük ve Peygamberimiz (s.a.)'e durumu sorduk. Bunun üzerine "Savaş
esiri olarak sağ ellerinizin malik olduğu kadınlar (cariyeler) müstesna olmak
üzere diğer bütün kocalı kadınlarla evlenmeniz de size haram edildi."
ayet-i kerimesi indi. Yani Allah'ın size harp ganimeti olarak nasip ettikleri
helâldir, denmiştir. Biz de bu ayetin gelmesi üzerine onlarla münasebeti helâl
saydık.
Taberanî İbni Abbas
(r.a.)'tan tahric ederek şöyle demiştir: Ayet Huneyn günü inmiştir. Allah
Teâlâ Huneyn fethini müyesser kılınca müslümanlar Ehl-i Kitap kadınlardan
kocaları bulunan bir takım kadın esirler elde ettiler. Bir erkek kendi payına
düşen esir kadına yaklaşmak istediğinde kadın "Benim kocam var"
diyordu. Mesele hakkında Resulullah (a.s.)'a soruldu. Hemen bu ayet nazil oldu.
"Aranızda gönül
hoşluğu ile uyuştuğunuz şey (miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur"
kısmının iniş sebebi şudur: İbni Cerir et-Taberî Amra b. Süleyman'dan, o da
babasından naklediyor. Babası şöyle demiştir: Hadramî'nin söylediğine göre bir
takım erkekler mehir takdir ve tespit ederler, sonra da onlardan bir ödeme
güçlüğüne düşerdi. Bunun üzerine: "O mehrin miktarını ta-rin ettikten
sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey (miktar) hakkın-ia üzerinize
bir vebal yoktur" ayet-i kerimesi nazil oldu.
[97]
Bu ayet-i kerime baş
tarafı itibariyle kendinden önce geçen ve nesep, radâ' emzirme), musâharet
(evlilik vasıtasıyla akrabalık) sebebi ile veya zevcenin Lizkardeşi ve halası
gibi geçici bir sebeple nikâhlanması haram olan kadınlara lit hükümlerle
ilgilidir. O yüzden mehir verilmesi şartıyla ve zina değil, iffetini nuhafaza
etmek maksadı ile haram olmayan kadınların mübahlığı yolunun ikredilmesi
münasip bulunmuştur.
[98]
"Muhsanat (= evli
kadınlar)" lafzı yukarıda geçen ve nikâhlanması haram lan
"anneleriniz, kızlarınız..." ayetine matuftur.
Mana şöyledir: Evli
olan kadınları nikahlamanız da size haram kılmmış-ır. Ancak bizimle kâfir
düşmanlar arasında dini koruma gayesiyle vuku bulan, ömürmek için ele geçirmek
ve işgal arzusuyla olmayan meşru cihad neticesi lınan esir kadınlar bu hükmün
dışındadırlar. Ayet-i kerime kocalı kadınları ikâhlamanın haram olduğuna
delildir. Fakat esir alınan kadınlar bundan ha-îçtirler. Eğer kocaları kâfir
olarak daru'l-harpte kalırlarsa, onları esir almanız ski nikâhlarını düşürür,
fesheder.
Esir edilen
kadınlardan biriyle evlenmek, o kadının kefalet altına alınması, ırzını
ayaklar altına düşürmekten veya karnını doyurma yolu aramaktan korunması için
bir usuldür.
"Kadınlar"
kaydı, genellik ifade edip her evli kadını da içine alsın diye getirilmiştir.
"Kitabellah"
diye masdar ile getirilmesi tekit ifade etmesi içindir. Yani, Allah size bunu
yazdı, farz kıldı; başka bir tabirle: "Allah, bu çeşitleri haram kıldığını
kuvvetli bir şekilde takdir etti, şüphe ve değiştirme olmaksızın maslahata
uygun şekilde sabit olarak farz kıldı," demektir.
Allah Teâlâ,
zikredilen muharremât (haram kılınanlar) dışındaki kadınları ise size helâl
kıldı.
Bunun dışında
kalanlar, namuslu ve zinaya sapmamış kimseler olarak mehir olmak üzere
vereceğiniz mallar ile istemeniz için size helâl kılınmıştır. Mallarınızı zina
yolunda ziyan etmeyin ki mallar elinizden çıkıp fakirliğe düş-meyesiniz. Size
helâl olan bu kadınlardan evlendiğinize ecri, yani mehri veriniz. Kadından
istifade etmenin mukabili olduğu için mehire ecir ismi verilmiştir. Bu hüküm
Allah Teâlâ tarafından farz kılınmıştır.
"Ferîdaten"
lafzı, ya 'farz kılınmış' manasına 'ecirler* lafzından haldir; ya da tekit
edici masdardır; Allah onu bir farz kıldı, demek olur. Çünkü mehir, evllik akdi
yapılırken tayin ve tespit edilir. Nitekim "Eğer onlara bir mehir tayin
etmiş bulunursanız" (Bakara, 2/237) ve "Kendileriyle temas
etmediğiniz, yahut kendilerine bir mehir tayin eylemediğiniz kadınlar..."
(Bakara, 2/236) ayetlerinde böyledir.
Yahut da maksat,
zevcenin hakkı olan ve Allah Teâlâ'nm farz ve meşru kıldığı, kesin bir şekilde
emrettiği mehri ödemeye teşviktir; bunda pazarlığa veya ondan kaçmaya imkân
yoktur.
Lâkin evlilik akdinden
sonra yapacakları anlaşma ve uyuşmalar sebebiyle de eşlere herhangi bir günah
veya sıkıntı da olamaz. Kadın, kocasının mehir borcunun hepsini veya bir
kısmını affedebilir, hibe edebilir, yahut koca mehir miktarını arttırabilir;
beraberce anlaşıp karar verirlerse, bu hususlarda herhangi bir mani yoktur.
Tespit edildikten sonra mehir miktarında anlaşarak yapılacak indirme, hepsini
terk etme veya arttırma mubahtır, meşrudur. Zira evlilikten maksat bu
birlikteliğin, samimilik, sevgi, yardımlaşma ve şefkatten oluşan metin bir
temel üzere kurulu olmasıdır. Allah Teâlâ, mahlukatm hayrı nerededir, niyetler
nedir, hepsini bilir. Onlar için tedbir ve takdir ettiği hükümlerde hikmet
sahibidir; lütuf ve rahmetiyle haklarından sadece hayır ve salâh olacak şeyleri
meşru kılar.
[99]
Ayet-i kerime altı
hükme delâlet etmektedir:
1- Kocaların
hakkı gözetilerek, evlilik fiilen mevcut olduğu müddetçe veya iddet beklerken
evli kadınları nikahlamak haram kılınmıştır. Boşanıp da iddetleri biterse helâl
olur. Allah Teâlâ, muharramât arasında bulunan kadınların haram oldukları
kaidesine ihtiram gösterme lüzumunu "(Bu), üzerinize Allah'ın farzı olarak
(yazılmıştır)." ayetiyle pekiştirmiştir. O bir ahit ve misaktır, aynı zamanda
insanlarla eski Arapların âdetleri arasını ayıran bir tahrim emridir.
2- Cihad
esnasında esir alınmış ve satın alınmış esir cariyeler helâldir. Çünkü esaret,
şayet kocaları kâfir olarak dârul-harpte kalmış iseler daha evvelki
evliliklerini feshetmeğe götürür.
Hanefîlere göre esir
kadın ile kocası arasında ihtilâf-ı dâr (ülkelerin ayrı olması) şartı vardır.
Eğer kadın, kocası ile birlikte esir düşerse, başkasına helâl olmaz. Çünkü
kocanın malik olduğu şeyler hakkında ahdi ve masumiyeti (dokunulmazlığı) vardır.
Karısı da malik olduğu şeyler cümlesinden olduğuna göre kendisiyle onun arasına
herhangi bir şekilde engel konulamaz.
Diğer mezheplere göre
ise karı kocanın beraberce yahut ayrı ayrı esir edilmeleri arasında bir fark
yoktur.
Fakat esir alınan
kadının, eğer hamile ise doğurması, hamile değilse hayız görmesi suretiyle
istibrası (rahminin temiz olmasının sağlanması) lâzım gelir. Hasan-ı Basrî der
ki: Resulullah (s.a.)'m ashabı esir kadının hayız görmesi yoluyla istibrasını
beklerlerdi. Ebu Davud rivayet etmiş, Hâkim de sahih kabul etmiştir ki Ebu Saîd
el-Hudrî'den, Evtâs'ta esir edilen kadınlar hakkında rivayet edilen bir hadis
şöyledir: "Hamile ile doğurup nifası bitirene, hamile olmayanla da bir
hayız görüp hayızı bitirene kadar cima edilmez."
Ulemanın hepsi kocalı
olsun, kocasız olsun esir alınan kadının bir hayız ile istibrasının
gerçekleşeceği görüşündedir.
Şunu da hatırda tutmak
gerekir ki İslâm dini esir ve cariye alma işini kendisi farz ve lüzumlu kılmış
değildir. Esaret müessesesi bütün milletler tarafından meşru kabul edilmişti.
Haram kılmamış olması misliyle muamele maksadına dayanıyordu. Çünkü o
devirlerde kölelik sistemi hareketin, iktisadî ve sosyal hayatın esasını teşkil
ediyordu. Düşmanların bizden esir aldıklarını köle yapması, bizim ise onlardan
alman esirleri köle kabul etmememiz makul sayılamazdı.
Nice zamanlarda
kölelik, bir efendinin yanında biraz daha geniş bir geçim yolu temini içindi.
Bu durum, kadına göre daha başka bir şekilde beliriyordu. Zira kadının kocası
genellikle savaşta ölmüş olurdu. Kadının, bir fesada alet ya da topluma yük
olmaması için kendine bakacak, ihtiyacını sağlayacak, iffet ve namusunu
koruyacak birinin himayesinde bulunması kendi menfaatine idi.
3-
"Anneleriniz... size haram kılındı." (Nisa, 4/23) ayetinde belirtilen
mahrem kadınların haricinde kalan bütün yabancı kadınlarla evlenmek mubahtır.
Mahrem kadınlar sınıfına Sünnet-i Nebeviyede, bir kadın ile halasını veya
teyzesini aynı anda nikâhı altında tutmak da ilâve edilmiştir. Müslim ve başka
imamların Ebu Hureyre (r.a.)'den naklettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kadın ile halası, kadın ile teyzesi arası (aynı nikâh
altında) cem edilemez."
[100]
Ulema nezdinde cem'de
(iki kadım aynı nikâh altına almada) haramlık ölçüsü, İmam Şa'bî'nin şu sözünde
ifade edilmiştir: Birini erkek yerine koyduğumuzda diğeri ile evlenmesi caiz
olmayacak durumdaki iki kadının arasını (aynı nikâh altında) birleştirmek
batıldır.
Haram oluşun illeti,
bu şekildeki bir cem'in, genellikle kumalar arasında kıskançlık sebebiyle vuku
bulan kavga ve ihtlâflar neticesinde yakın akrabalık bağlarının kopmasına yol
açmasıdır. İbni Abbas der ki: Resulullah (s.a.) bir erkeğin bir kadınla hala
veya teyzesi üzerine evlenmesini yasakladı ve buyurdu ki: "Bunu yaparsanız
akrabalık (rahim) bağını kesmiş olursunuz."
4- Allah
Teâlâ, mehir ihtiva eden bir evlilik akti ile kadınlardan istifade etmeyi mubah
kılmıştır. Mehir, şer'an kendisinden yararlanılan mütekavvim (değerli) olan
maldır. Bu da mehrin vacip olduğuna delildir. Mal takdir edilmeksizin yapılan
evlilikte, mübahlık gerçekleşmez. Şarap, domuz veya temellükü sahih olmayan
nesneler üzerine yapılan akitlerdeki gibi hakkında izin verilmemiş şarta göre
yapılmış gibi olur.
5- "O
halde onlardan hangisinden faydalandıysanız ücretini (mehrini) takdir edildiği
şekilde verin" ayeti mehre 'ecr5 ismi verildiğini, bunun bud' (istim-tâ=
faydalanma) karşılığında olduğunu göstermektedir. Çünkü menfaatin karşılığına
ecir adı verilir. Lafzın zahirine göre akde konu olan şey kadının bedeni, bud',
menfaat, hilliyet, kadından istifadenin helâl oluşudur. Zira akit bunların
hepsini de gerektirir.
Ayetin manası hakkında
ulema arasında iki görüş vardır:
a) el-Hasen,
Mücahid ve diğer bazı alimler şöyle derler: Sahih nikâh yoluyla kadınlarla
cima ederek faydalandığınızda mehirlerini veriniz. Cima bir defa vaki olduğunda
artık şayet mehir müsemmâ (miktarı tespit edilmiş) ise tamamını vermek, müsemma
değil ise misli (dengi kadınlara verilen miktarı) vacip olur.
Nikâh fasit ise mehr-i
misil icap eder. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:"Hangi kadın
velisinin izni bulunmaksızın evlenmişse nikâhı batıldır. Şayet zifafa
girmişse, kocasının onun fercini istiklâline (cinsî ilşkiyi helâl saymasına)
karşılık kadının mehr-i misle hakkı vardır."
[101]
Onlara göre ayetin
mut'a nikâhının caiz olduğuna hamledilmesi mümkün değildir. Mut'a nikâhı,
kadının bir gün, bir hafta veya bir ay gibi belirli bir müddete kadar
nikâhlanması demektir. Çünkü Resulullah (s.a.) mut'a nikâhını yasaklamış ve
haram kılmıştır. Allah Teâlâ: "Kadınları sahiplerinin izniyle kendinize
nikahlayın." (Nisa, 4/25) buyurmaktadır. Aile ve sahiplerinin izniyle
yapılan nikâhın ise, veli ve iki şahit huzurunda akdedilen sert nikâh olduğu
malûmdur. Halbuki mut'a nikâhı o şekilde değildir.
b) Cumhura
göre ise ayetten murad, İslâm'ın ilk devirlerindeki mut'a nikâhıdır. İslâm'ın
başlangıç döneminde mut'aya ruhsat vardı. Mücahitlerin kadınlarından uzakta
bulunmaları ve zinaya düşme korkusuyla cihad sırasında Hz. Peygamber (s.a.)
tarafından bir veya iki defa o hususta izin verilmişti. Mesele iki zarardan
daha hafif olanını işlemek kabilinden idi ve ilk dönemlerde tahrîm ile alâkalı
olmayan af prensibi esasına göreydi. Hadise Evtâs Gazvesi ve Mekke'nin fethi
senesinde cereyan etmişti. Sonra Resulullah (s.a.) mut'ayı haram kılmış ve
haramlığı üzerinde hüküm karar bulmuştur. Şu ayet-i kerime de buna delildir:
"(Felaha eren o müminler) kendi zevceleri ve cariyeleri hariç, ırzlarını
(zinadan) koruyanlardır." (Mü'minun, 23/6). Mut'a ne bir nikâhtır, ne de
kişinin malik olduğu cariyeden istifade etmesidir. Dârakutnî'nin rivayetine
göre Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) mut'ayı yasakladı. Mut'a,
nikâh imkânını bulamayan içindi. Bu, nikâh, talâk iddet bekleme, kadın ve koca
arasında mirasçı olma gibi durumlara ait hükümler inince nesholundu.
Sahi-hayn'da Hz. Ali (r.a.)'den sabit olduğuna göre o şöyle demiştir:
"Resulullah (s.a.) Hayber günü mut'a nikâhını ve ehlî eşek eti yemeyi
yasakladı." Müslim'in Sahih'inde geçen başka bir lafza göre Sebra b. Ma'bed
el-Cühenî adlı bir zât, Mekke'nin fethi gününde Resulullah (s.a.) ile beraber
gazaya katıldı. Hz. Peygamber (s.a.) o gün şöyle buyurdu: "Ey insanlar,
kadınlardan mut'a nikâhı ile istifade hususunda size izin vermiştim. Artık
muhakkak Allah bu işi kıyamet gününe kadar haram kılmıştır. Kimin yanında
onlardan bir kadın varsa hemen ona yol versin. Hem onlara bir şey (mal)
verdiyseniz geriye almayınız."
Hz. Ömer (r.a.) de
mut'a nikâhından nehyetmiştir. Mut'a nikâhının kıyamete kadar haram olduğuna
dair pek çok hadis vardır. Zaten İmamiyye Şia'sının pek çok şartlara bağlı
olarak cevaz verdiği şekilde bir mut'a nikâhı şekli de bugün uygulanmamaktadır.
Zira bugün mut'a yapan, o kadınla evlilik, onun iffetini korumak gibi bir
maksat gütmemekte, amacı sifâh (zina) olmaktadır. Erkek, cima ve sonuçlarına
bağlı kalmadığı gibi, kadın da iddet hükümlerine uymamaktadır.
Müfessir İbnul-Arabî
der ki: İbni Abbas (r.a.)'ın mut'anm caiz olduğu görüşünde olduğu rivayet
edilmişse de sonra o görüşten döndüğü sabit olmuştur. Binaenaleyh icma, mut'anm
haramlığı üzerinde karar bulmuş, kesinleşmiştir. Dört mezhep de mut'anın batıl
olduğu hususunda ittifak halindedir. Yalnız İmam Züfer, evliliğin sahih, ama
vakit tayninin batıl olduğunu söylemiştir.
Mut'a nikâhı yoluyla
bir kadınla zifafa giren kimseye had cezası gerekir mi?
Hanefî, Şafiî ve
Hanbelilere göre meselede bir şüphe bahis konusu olduğu için had cezası
verilmez. Fakat akit şüphesine binaen tazir edilir ve cezaya çarptırılır.
Malikîlerde mezhebin meşhur görüşüne göre ise recm (taşlama) cezası verilir.
6-
"Onlara ücretlerini (mehirlerini) veriniz" cümlesi, mal ve onun
haricindeki ayni menfaatlere de şamildir. Alimlerin cumhuru bu görüştedir.
Ancak İmam Ebu Hanife
şöyle der: Bir menfaat karşılığında evlenirse nikâh caizdir ve bu kişi kadın
için kesin bir mehir tespit etmeyen kişi hükmündedir. Şayet zifafa girerse,
kadın mehr-i misi hakkına sahip olur. Zifaf olmazsa mut'a (bir kaç parça
elbise) verilir.
Cumhur Sehl b.
Sa'd'den gelen Mevhube hadisine dayanır. Hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurur:
"Git, bu kadını, bulduğun Kur'an-ı Kerim (ayetler) karşılığında sana
nikahladım." Başka bir rivayet ise: "Kalk onu sana tezvic ettim. Ona
Kurban öğret."
[102]
şeklindedir. Şuayb (a.s.) da kızını, mehir mukabilinde koyunlarını gütmesi
şartıyla Hz. Musa (a.s.)'ya nikahlamıştı.
7- Cenab-ı
Hakk'm "O mehrin miktarını tespit ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu
ile uyuştuğunuz şey fmiktarj hakkında üstünüze bir vebal yoktur." ayeti,
mehirde arttırma ve eksiltme yapmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu,
farz olan miktar kararlaştırıldıktan sonra karşılıklı rıza ile olursa caizdir.
Kadının mehirden kocasını ibra etmesi, yahut kocanın, zifaftan önce kadını
boşadığı takdirde, mehrin hepsini tamamen ödemesi murad olunmaktadır.
[103]
25- Sizden kim hür ve
müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiremezse o halde sağ
ellerinizin malik olduğu mümin cariyelerden (alsın). Allah sizin imanınızı çok
iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (meydana gelmişsiniz)dir. O halde -iffetli
olan, zina etmeyen, dost da edinmeyen kadınlar olmak üzere- onlarla,
sahiplerinin izniyle nikahlanın. Ücretlerini de maruf şekilde onlara verin.
Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâp ettikleri takdirde o zaman
üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir. (Cariyeler almak
hususundaki) bu (izin), içinizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan)
korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla
yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.
"Allah sizin
imanınızı en iyi bilendir." Yani zahir ile yetininiz, sırlan ve gizlenen
yönleri Allah'a bırakınız. O, onların tafsilâtını daha iyi bilir. Nice cariye,
hür kadından daha üstündür. Cariyeyi nikahlamak da tabiî bir şeydir.
"Kiminiz
kiminizdendir." Dinî bakımdan siz ve onlar eşitsiniz, o halde gerektiğinde
onları da nikâhlamaktan çekinmeyin.
"O halde iffetli
olan, zina etmeyen, dost da edinmeyen kadınlar olmak üzere..." Burada
ayetin metninde geçen hıdn (= dost) kelimesi, hem kadın hem erkek için
kullanılır; "sahiplerinin" efendilerinin "izniyle evlenin.
Onlara ücretlerini" mehirlerini "verin."
"Onlar
evlendikten sonra bir fuhuş irtikâp ettiler mi, o vakit onlara hür bakire
kadınlara verilen cezanın yarısı verilir,'' o da elli değnektir.
Recmolunmaz-lar, zira recm cezası yarıya bölünmez.
Metinde geçen
"anet" sıkıntı, meşakkat demek olup burada zina manasınadır. Zinaya
bu isim, dünyada had cezası sebebiyle meşakkate, ahirette de azaba sebep olduğu
için verilmiştir.
"İçinizden zinaya
düşmekten korkanlar..." Bu ifadeye göre zinaya düşmekten korkmayan hür
kimselere cariye ile nikahlanmak helâl değildir. İmam Şafiî'ye göre hür bir
kadının mehrini temin edebilecek kimseye de cariye nikahlamak helâl olmaz.
"Mümine olan
cariyelerinizden..." Bu ifadeye göre de nikâhlanacak cariyenin mümine
olması gerekir. Erkek, hür kadına verecek mehri temin edemese ve zinaya düşme
korkusu bulunsa bile, kâfire olan cariyeleri nikahlaması caiz olmaz.
[104]
"Sabretmeniz ise
sizin için daha hayırlıdır." Çocuğunun da köle olmaması için cariyeleri
nikahlamamanız, sabretmeniz daha iyidir.
[105]
Bu ayet, öncekinin
devamıdır. Yukarıdaki ayet muharremât (haram kılınanlar) dışındaki bütün
yabancı kadınlarla evlenmenin mubah olduğunu açıkladıktan sonra bu da,
cariyelerle evlenmenin hükmünü, fuhuş yaptıklarında kendilerine gerekecek
cezayı beyan etmektedir. Allah Teâlâ nikâhla alınması helâl olan ve olmayan
kadınları belirttikten sonra helâl olanların ne zaman ve ne şekilde helâl
olacağını izah buyurmaktadır.
[106]
Hür kadınlarla
evlenmek için lâzım gelen mal ve imkânı olmayan kimse, cariyelerle evlenebilir.
Ayette cariyeler hakkında, onlara kıymet verilerek ve erkek ile kadın köle için
"fetât-fetâ= genç" kelimelerinin kullanılabileceğini göstermek üzere
"feteyât (=genç kızlar)" tabiri geçmiştir. Buharî'de rivayet
edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Biriniz katı şekilde
"Kölem, cariyem" demesin. Köle de (efendisine) "Rabbim"
demesin. Sahibi olan kişi "Delikanlım, genç kızım" desin. Köle de
"Efendim, Hanımefendim" desin. Çünkü hepiniz kullarsınız. Rab ise,
Allah azze ve celle'dir."
Burada
"muhsanât"tan murad, hür kadınlardır. Zira "memlûkat= cariyeler"
mukabilinde kullanılmıştır. Hür kadının şanı namuslu olmaktır, cariyelerin
zaruret ve şartlar dolayısıyla zinaya düşmeleri ihtimali daha çoktur. O yüzden
Ebu Süfyan'm karısı Hind taaccüp içinde, Peygamberimize (s.a.) "Hür kadın
da zina mı edermiş?" demiştir.
Ayetin zahiri,
cariyelerle evlenmenin üç şartı bulunduğuna delâlet etmektedir.
1- Kocanın,
hür kadına mehir verme imkânını bulamaması,
2- Zinaya
düşmekten korkması,
3-
Evleneceği cariyenin mümine olması, kâfire olmaması.
Hür kadın mehrinin
miktarı şahıslara, hallere, zamanlara, mekânlara göre değişir. Her şahıs ve
çevrenin örf bakımından münasip gördüğü miktar vardır. Bir erkek, hür bir
kadının mehrini verebilecek kudrette bulunabilir. Ancak kadınlar o adamdan
fiziği yahut ahlâkı kötü olduğu için kaçabilir. Yine bir adam, hür kadına karşı
gözetmesi gereken nafakası ya da ona diğer karısıyla eşit şekilde davranması
gibi haklan yerine getirmekten aciz kalabilir. Halbuki cariyenin böyle hakları
yoktur.
Hanefiler, mehrin en
az miktarını çeyrek dinar (üç dirhem) olarak takdir etmişlerdir.[107]
Bazıları on dirhem olduğunu söylemiştir. Sünnet'te sabit olduğuna göre
Peygamberimiz (s.a.) evlenmek isteyen bir adama "Demirden bir yüzük de
olsa, bulup buluştur"
[108]
buyurmuştur. Ashâb-ı kiram'dan birisi karısıyla Kur"ân-ı Kerim öğretmek
şartı üzere evlenmiştir.
Şeriat cariyelerle
evlenme meselesinde bu şartlan, ortaya çıkabilecek bazı zararlara mani olmak
için lüzumlu görmüştür. En önemli zarar çocuğun da köle olması hususudur.
Çünkü, kölelik ve hürriyet bakımından çocuk anneye tabidir. O bakımdan ayetin
sonunda "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" buyurulmuştur.
İmam Ebu Hanife, hür
bir kadın bulamayan kimsenin cariye ile evlenmesinin caiz olduğu kanaatine
sahip olmuştur. Hür kadının mehrini verme imkânı bulunsun veya bulunmasın,
zinaya düşme korkusu duysun veya duymasın, cariye müslüman olsun ya da olmasın,
durum değişmez. Şunlar gibi pek çok ayet-i kerimenin umumi manasına göre amel
edilebilir: "Sizin için helâl olan kadınlardan nikahlayın." (Nisa,
4/24); "Sizden evvel kitap verilenlerden muhsan olan kadınlar da...
(helâldir)." (Maide, 5/5). Hepsinin ifadesi Ehl-i Kitap olanlarla
cariyeleri içine almaktadır ve mehir verme gücü ile zina korkusu şartı da
getirilmemiştir.
Bu ayetin yukanda
zikredilen genel hükümleri tahsis etmesi uygun da değildir. Zira birincisi,
ayet, sayılan şartlara şart mefhumu ve sıfat mefhumu yoluyla delâlet
etmektedir. Onlar da İmam Ebu Hanife (r.a.)'nin görüşüne göre hüccet kabul
edilmez. İkincisi, hüccet kabul edilse bile, şartlarda noksanlık olduğu ya da
sıfat bulunmadığı zaman her iki mefhum, mubah olmamayı gerektirir. Mubah olmama
da haramhğm veya mekruhluğun sabit oluşundan daha umumidir. Ona göre şartlar
bulunmadığında murad kerahetin ve haramlığın sübutu-nun caiz oluşudur. Fakat
kerahet ciheti, umumi hükümlere muhalefet hususunda daha hafif olduğundan
taayyün eder. "Bu, içinizden zinaya düşmekten korkanlar içindir"
cümlesi bir şart değildir, ayetlerin gereğinin genelliğinden ötürü, ıslâh ve
uygun olana irşad manası taşımaktadır.
Şafiîlerin cevapları
ise şöyledir: Bu umumî hükümler, genel olanın hususî olana muhalif olması
dışında bu ayet-i kerimeye zıt değildir. Hususi olan ise genel olandan önce
gelir. Hanefiler de çocuğu kölelikten korumak maksadıyla ayetlerin genelliğini,
evlenecek hür bir kadın bulamayan kişi hakkında tahsis etmişlerdir. Bu mana da,
hür kadına verecek miktar mehri bulamama ve zinaya düşme korkusu bulunması
durumunda tahsis etmeyi gerektirir. Hem sonra ayet cariye ile nikâhlanmayı,
zinaya düşme korkusu ve hür kadının mehrini bulamama zarureti ve cariyenin
müslüman olması şartıyla mubah kılmıştır. Onun dışında ise asıla, yani cariye
nikahlamanın menedildiği hükmüne dönülür.
Ayet-i kerimenin
"Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminiz-dendir. kısmına
gelince, manası şöyledir: Sizler ey müminler, işlerin zahiri ile mükellefsiniz,
gizli ve bâtın tarafları Allah Teâlâ'ya aittir. İman hususunda zahiri hale
göre amel edin. Cariyede imanın zahiri kâfidir, yakinî olarak imanını bilmek
şart değildir. Çünkü buna bir yol bulamazsınız ki... Sizler ile cariyeler bir
bakıma aynı cinstensiniz. Hepiniz insansınız, aynı asla, yani Hz. Adem (a.s.)'e
bağlısınız. Diğer yandan iman yönünden cariyeler ile ortaksınız. Çünkü
faziletlerin en büyüğü imandır. O halde zaruret durumlarında cariyeleri
nikâh-lamaktan geri durmayınız. Bu hüküm, cariyelerin durumunu yükseltmek ve
hür kadınlara eşit hale getirmek demektir.
Daha fazla teşvik için
müteakip cümlede Allah Teâlâ cariyelerle evlenme emrini bir daha tekrarlamış,
onların nikâhını da ehillerinin rızasıyla olması kaydını getirmek suretiyle hür
kadınların nikâhı gibi kılmıştır. Ehil, cariyenin efendisi veya maliki, sahibi
manasınadır. Çünkü iman, cariyelerin kadrini kıymetini arttırmıştır.
Fukaha, cariye ve
kölenin evlenmesinin efendisinin izni şartıyla olduğu hükmünde ittifak
etmiştir. Delil bu ayet ile İbni Mace'nin rivayet ettiği İbni Ömer (r.a.)
hadisidir: "Hangi köle efendisinin izni olmaksızın evlenirse o zina etmiş
olur." İzin bulunmadığı takdirde, Şafîîlere göre nikâh batıldır, sahih değildir.
Diğer fakihlere göre ise fuzûlî kişinin akdinde olduğu gibi geçerli değildir,
efendisinin iznine bağlıdır.
Cariye, kendisine
mehir vermek icap etmesi bakımından hür kadın gibidir. Ayet-i kerimede
"Ücretlerini (mehirlerini) maruf şekilde kendilerine verin"
buyurulmuştur. Onlara mehirlerini güzel muamele, mehr-i misil, sahibinin izni
ile olmak gibi aranızda maruf olan şekilde veriniz, demektir.
İmamların çoğunluğuna
göre cariyenin mehri efendisine aittir. Çünkü efendisinin sahib olduğu cinsî
olarak istifade menfaati karşılığında mehir icap eder. Buna hak sahibi olan da
efendisidir. Aslında köle hiç bir şeye malik değildir. Allah Teâlâ buyuruyor
ki: "Allah, hiçbir şeye kudreti yetmeyen memlûk (başkasının mülkü olan
köle) bir kulu misal verdi..."(Nahl, 16/75). Hadis-i şerifte de
"Köle ve elindeki, efendisinindir" buyurulur.
İmam Malik ise,
"Mehir, zevcenin koca üzerindeki hakkıdır, cariyenin mehri de kendinindir,
ayetin zahiri ile amel edilir", demiştir. Cumhurun ona cevabı şöyledir: Ayetten
murad "Sahiplerinin izni ile onlara mehirlerini veriniz" veya
"Mehirlerini onların ehil ve sahiplerine veriniz" demektir. Mehrin cariyelere
izafe edilmesi, mehrin icap ettiği hususunu tekit ve takviye içindir.
Lâkin cariyelerin
mehri hak edebilmelerinin şartı, iffetli, namuslu ve sizinle evlenmiş
olmalarıdır. Açıkça zina için kiralanan (müsâfihât), yahut gizlice dost
edinerek zina eden kadınlardan olmamalıdırlar. Cahiliye zamanındaki örfe göre
zina iki çeşitti: Bunlar, alenen yapılan (sifâh), gizli yapılan (it-tihâz-ı
ahdân= dost tutma) zinalardır ki Allah Teâlâ her iki çeşidini de haram
kılmıştır: "Fuhşun açığına da, gizlisine de yaklaşmayın." (En'âm,
6/151); "De ki: Rabbim ancak fuhşu, onların açığını ve gizlisini haram
etmiştir." (A'raf, 7/33).
Burada
"muhsanât"tan iffetli kadınlar, "müsâfihâtf'tan istediği her
adama kendini zina için kiralayan kadınlar, "müttahizât-ı ahdân"dan
ise belirli bir dost tutan zinacı kadınlar murad edilmektedir.
Hür erkeğin kendisiyle
evlenmek istediği cariyede iffetli, gizli ve açık zinadan uzak olması şartının
koşulma sebebi şudur: Cahiliye devrinde insanlar zina yolunda çalıştırıp para
kazanmak maksadıyla cariyeler satın alırlardı. Hatta münafıkların reisi İbni
Ubeyy cariyelerini, müslüman olmalarından sonra bile zina etmeye zorlardı. O
sebepten şu ayet nazil olmuştu: "Dünya hayatının geçici menfaatini
kazanacaksınız diye cariyelerinizi, eğer kendileri de iffetli olmak
isterlerse, siz fuhşa, zinaya mecbur etmeyiniz" (Nur, 24/33).
Sonra Allah Teâlâ,
zina eden cariyeye gereken had cezasını beyan etmiş ve "Onlar evlendikten
sonra bir fuhuş işlediler mi o vakit..." hükmüyle ona verilecek cezanın
hür kadmmkinin yarısı miktarı olduğunu ifade etmiştir. Yani cariyeler evlenip
de iffet ve şereflerini koruma imkânı bulduktan sonra zina edecek olurlarsa,
cezalan hür kadınların had cezalarının yansı kadardır. Hür kadının cezası
"Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek
vurun." (Nûr, 24/3) ayet-i kerimesi gereğince yüz değnek olduğuna göre, cariyenin
cezası elli değnek olur. Kur'an'm delâlet ettiği ceza budur. Cariyeler
hakkında recm cezası yoktur. Çünkü recm cezası yanlanmaz. Sünnet-i Nebeviyye de
evli olmayan cariyenin had cezasının ne olduğunu göstermiştir. Sahihayn'da
Zeyd b. Hâ-lid el-Cühenî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber
(s.a.) Efendimize zina eden ve evli de bulunmayan cariye hakkında sorulmuş, O
da şu cevabı vermiştir: "Ona had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine
had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine had vurunuz. Sonra örülmüş bir ip
(gibi değeri az bir şey) karşılığında da olsa onu satınız."
Ayetin "Onlar
evlendiklerinde" ifadesiyle başlatılmasmdaki sebep, "evlilik,
haklarında had cezasını da yükseltir" şeklindeki bir tevehhüme mani
olmaktır. Bu, şart yerine geçecek bir kayıt değildir, mefhumu yoktur.
Daha sonra Allah Teâlâ
"Bu (izin) içinizden sıkıntıya (zinaya) düşmekten korkanlar içindir"
ifadesiyle cariyelerle evliliğe, mubah olması için başka bir şart daha
zikretmektedir. O da zinaya düşme korkusudur. İmam Şafiî (r.a.)'nin çıkardığı
hüküm budur. Fakat İmam Ebu Hanife (r.a.) bunu bir şart olarak görmemiş, daha
uygun olanla gösterme yani irşad olarak kabul etmiştir.
Bunların arkasından
Allah Teâlâ, cariyelerle evlenme hususunda edebî, ahlâkî genel bir tavsiye
zikretmiştir: "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır." Yani
cariyeleri nikâhlamaktan geri durmanız, sizin için onları nikâhla-maktan -her
ne kadar zaruret dolayısıyla bazı şartlarla mubah olsa da- daha hayırlıdır.
Çünkü bu işte doğacak çocuğu köle olmaya maruz kılma gibi bazı zararlar söz
konusudur. Ayrıca cariyeler genellikle düşük ahlâklı, mübtezel, her yere girip
çıkan, orda burda dolaşan kadınlardır. Bunlar zillet ve bayağılık halleridir
ki onları sevenlere de intikal eder. Zira efendilerin cariyeler üzerindeki
hakkı evlilik hakkından daha kuvvetlidir. Efendinin onları istihdam etme, birlikte
yolculuğa çıkma, satma gibi hakları bulunmaktadır ki bütün bunlarda kocalar
üzerinde pek büyük meşakkatler, zorluklar husule getirir. Deylemî'nin
Müsned'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Hür kadınlar evin salâh ve selâmeti, cariyeler ise
helakidir." Abdurrazzak Musannefinde Hz. Ömer'in (r.a.) şöyle dediğini
tahric eder: "Kul, hür bir kadınla nikahlanınca kendi yarısını azad eder,
bir cariyeyle nikahlanınca da kendi yarısını köleleştirmiş olur."
"Allah, Gafur ve
Rahim'dir." Allah'ın mağfireti geniş ve çoktur. Onları ni-kâhlamaya
sabredemeyeni affeder. Cümlede, bu işten uzaklaşmaya işaret vardır. Cenab-ı
Hak, kulundan sadır olan, mümin cariyeleri küçük görme gibi hataları bağışlar.
O'nun rahmeti de geniştir, çoktur. Zira cariyelerle evlenme ruhsatı vermiş,
Şeriatın hükümlerini güzelce açıklamıştır.
[109]
Ayet-i kerime şu
hükümleri irşad etmiştir:
1- Zengin ve
varlıklı olmayan kimse hakkında cariyelerle evlenme ruhsatı tanınmıştır.
İlim ehlinin çoğuna
göre bundan murad, mehri ödemeye kudreti bulunmasıdır. Nitekim İmam Malik,
Şafiî ve Ahmed bu görüştedirler. İmam Ebu Hani-fe'ye göreyse yanında hür bir
kadın bulunan kimseye cariye ile nikahlanmak caiz olmaz, imkânı yoksa ve zinaya
düşmekten korksa dahi... Çünkü o kişi yanında karısı olduğu halde şehvetini
tatmin etme peşindedir. İmam Taberî de bu görüşe sahip olup delil serdetmiştir.
Mehir ve nafaka ödeme
kudreti olmayıp zinaya düşme korkusu bulunan kimsenin cariye nikâhlamasınm
cevazı hususunda alimlerin farklı görüşü vardır. Malik, Ebu Hanife ve Zührî'ye
göre dört tane cariye ile evlenebilir. Şafiî, Ebu Sevr, Ahmed ve İshâk'a göre ise
sadece bir tane cariye ile nikâhlanabilir. Çünkü ayette belirtilen zinaya düşme
korkusu, bir cariye ile evlenerek kalkar.
2- Evlenilen
cariyenin mümine olması:
Çünkü ayette
"Mümine cariye"ye "fetât (=genç kız)" diye hitap edilmesine
işaret olunmaktadır. Hadiste de "Biriniz kölem, cariyem" demesin.
Fakat "delikanlım, genç kızım" desin" şeklinde ifade gelmiştir.
Kitabî olan cariye ile
evlenmek caiz olmaz. Bu cumhurun görüşüdür. Ha-nefilere göre ise Kitabî
cariyenin nikâhlanması caizdir. Zira "mümine cariyeler" lafzı
üstünlük sıfatı olmak üzere zikredilmiştir, başkasını caiz kılmayan bir şart
değildir. "Adalet yapamayacağınızdan endişe edersiniz o zaman bir (zevce)
yahut malik olduğunuz câriye (ile yetinin)." (Nisa, 4/3) ayetindeki manaya
benzer. Bir şahıs adalet yapamayacağından endişe ettiği halde birden fazla
zevce ile evlenirse bu da caizdir, ancak efdal ve daha iyisi fazlası ile
evlenmemektir. Burada da aynı şekilde efdal olan ancak mümine ile evlenmektir.
Lâkin mümine olmayan ile evlenirse o da caizdir. Hanefiler, meseleyi hür
kadınlara kıyas ederek delil getirmişlerdir. Çünkü ayetin baş tarafında hür
kadınlar hakkındaki "mümin kadınlar" sıfatı, Ehl-i Kitap kadınları
nikâhlamaya mani olmamıştır. Cariyeler hakkında kullanılan "mümine
cariyeler" lafzı da kitabî olan cariyeleri nikâhlamaya engel değildir.
3- Allah
Teâlâ'nın ilminin geniş ve sınırsız oluşu, cariyeleri nikâhlamakta vebalin
kaldırılışı.
"Allah sizin
imanınızı çok iyi bilendir" cümlesi delâlet etmektedir ki Allah, işlerin
bâtınını, gizli yönlerini hakkıyle bilicidir, siz zahiri ile yetininiz.
Hepiniz, Adem oğullarısınız, Allah katında en değerliniz en çok takva sahibi
olanınızdır, zaruret hallerinde cariyelerle evlenmekten -yakın tarihte esir
edilmiş, dilsiz ve benzeri durumda olsa da- çekinmeyiniz. Ayetin lafzmda, bir
cariyenin imanının bazı hür kadınların imanından daha üstün olabileceğine ima
ve işaret vardır. "Kiminiz kiminizdensiniz" cümlesi de bunu tekit
etmektedir. Sizler tek bir cinstensiniz, hepiniz Adem oğullarısınız ve
müminlersiniz, demektir. Bu kelâmın asıl maksadı, cariyenin çocuğunu aşağı gören,
ayıplayan, ona "hecîn"
[110]
adını takan Arapların gönüllerini alıştırmaktır. Şeriat, cariye nikâhının caiz
olduğu hükmünü getirince o ayıplamanın hiç bir manası bulunmadığını anladılar.
4- Cariye ve
kölenin nikâhı efendisinin iznine bağlıdır.
Onları sahiplerinin
izniyle nikahlayın" kavl-i kerimi, "Cariyenin nikâhı maliki olan
efendisinin izin ve rızası ile kayıtlıdır." hükmüne delâlet etmektedir.
Köle de böyledir, efendisinin izni olmaksızın nikâhlanamaz. Zira köle, bağımsız
olmayan bir memlûk (başkasının mülkü)'tür. Bedenini1 efendisinin hizmetinde
kullanır. Efendisinin izni bulunmaksızın evlenen kölenin nikâhı Maliki ve
Şafi-îlere göre mevkuftur. Efendi izin verirse caiz olur. Cariyeninki ise
fesholunur, efendinin izni ile geçerli olamaz. Çünkü cariyenin dişilik
vasıflarındaki noksanlık, nikâhının gerçekleşmesine aslından engel olur. İmam
Şafiî, Evzâî ve Davud ez-Zâhirî'ye göre ise efendisinin izni bulunmaksızın
evlenen kölenin nikâhı feshedilir. Çünkü fasit akde icazet vermek (onu geçerli
kılmak) sahih olmaz.
5- Mehrin
vacip oluşu:
"Onlara
ücretlerini veriniz" kavl-i kerimi, nikâhta mehrin vacip olduğuna delildir
ve o da cariyeye aittir. İmam Malik'in mezhebinde hüküm böyledir. "Maruf yolla
(güzellikle)" yani şeriat ve sünnet usulünce cariyeler, mehirlerin-de
efendilerinden daha fazla hak sahibidirler. İmam şafiî ise der ki: Mehir
efendinindir. Çünkü mehir bir bedeldir, cariyeye ait olamaz. Evlilik cariyenin
kendisinden yararlanmayı geçerli kılmak demektir. Cariyenin zikredilmesi,
mehrin onun sebebiyle gerekmesinden dolayıdır.
6- Cariyeyi
tercih etmekte gözetilecek ölçüler:
"Namuslu, fuhuşta
bulunmayan, gizli dostluk da edinmeyen kadınlar" olmalıdırlar. İbni Abbas
ve başka zevatın da belirttiği üzere Araplar, cahiliyet devrinde açıktan zina
yapmayı ayıplar, ama zina için gizli dost tutmayı kma-mazlardı. İslâm gelmiş ve
"Açık olsun, gizli olsun fuhşa yaklaşmayın" (En'âm, 6/151) ayetiyle
bunların hepsini kaldırmıştır.
7- Zina eden
cariyenin had cezası:
Zina ettiği takdirde
cariyeye elli değnek sopa atılır. Bu, zina eden bakire bir hür kadının
cezasının yarısıdır. Cariye evli olsun veya olmasın, hüküm aynıdır. Evli
olanın cezasına delil şu ayettir: "Onlar muhsan olduktan sonra bir fuhuşa
irtikâp ettikleri vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı
(verilir.)" (Nisa, 4/25). Cumhura göre cariyenin müslüman oluşu, muhsan
olması demektir. Kâfir cariyeye zina ettiği zaman had vurulmaz. Bu da
İbnul-Mün-zir*in naklettiğine göre İmam Şafiî'nin görüşüdür. Diğer alimlere
göre cariyenin muhsan olması, hür bir erkekle evlenmesi ile gerçekleşir.
Evlenmemiş müslüman bir cariyeye had gerekmez. Bu görüş de Saîd b. Cübeyr,
Hasan-ı Basrî ve Katâde'ye aittir. Başka bir kısım alim de diyor ki: Cariyenin
ihsân'ı, evlenmesi ile olur. Ancak evli bulunmayan müslüman bir cariyeye had
sünnet ile vacip olmuştur. Buharî ve Müslim'de zikredildiği üzere: "Ey
Allah'ın rasulü, evli olmayan cariye zina ederse (ne yapılır)?" diye
sorulduğunda Peygamberimiz, o cariyeye İmam Zührî'nin de dediği gibi had
cezasını vacip kılmıştır. Şu halde evli olan müslüman cariyenin had cezası
Kur'an ile, evli olmayan müslümanmki hadis ile sabittir.
Evlenmiş (dul)
cariyeyi döverek cezalandırma ile iktifa etmekteki sebep, (hür) evli kadınlara
gereken recm cezasının tecezzisinin (bölünmesinin) mümkün olamayışıdır.
Cariyelerin haddinin noksan oluşundaki fayda, onların hür kadınlardan daha
zayıf durumda bulunmalarıdır.
Kölenin cezası,
cariyenin cezası gibidir. Çünkü erkeklik ve dişilik kölelere ait hükümlerde
ayırıma yol açmaz. Ayet-i kerimede cariyelerin haddi özellikle zikredilmiş,
erkek kölelerin cezası belirtilmemiş olmakla beraber her iki sınıfın da had
cezalan aynıdır: Zina ve kazif (iftira) cezalarında elli değnek, şarap (içki)
içme cezasında ise Şafiîler dışındaki cumhura göre kırk değnek vurulur. Binaenaleyh
cariyeler "Kim bir köledeki kendi payını azad ederse, ortağının payının
kıymeti onun hesabına tespit edilir (ve öder)."
[111]
hadisindeki hükme dahil olur. Bu, asıl yani kendisine kıyas edilen hükmün
manası hakkında yapılan bir kıyas yahut müsavat (eşit sayma) kıyası
cümlesindendir. Aynı şekilde "Muhsa-nât'a (evli ve namuslu) kadınlara
iftira edenler..." (Nisa, 4/4) de elbette girerler.
Alimlerin icmasına
göre zina eden bir cariyeyi satmak, efendisi üzerine lâzım bir vacip değildir.
Ancak şu hadis gereği tercihleri satılması yönündedir: "Birinizin cariyesi
zina eder ve zinası da açıkça ortaya çıkarsa ona had vursun ama başına
kakmasın. Sonra (yine) zina ederse had vursun ama başına kakmasın. Sonra
üçüncü defa olarak zina eder de zinası ortaya çıkarsa, artık onu kıldan bir ip
karşılığında bile olsa satsın."
[112]
Zahirîlere göre
"onu satsın" emri gereği dördüncü kerede cariyeyi satmak vaciptir.
Tabiî sahipleri değişince hakkındaki haller de değişir.
8- Bekârlığa
sabretmek cariyeyi nikâhlamaktan hayırlıdır.
"Sabretmeniz
sizin için daha hayırlıdır" cümlesi, bu halde, bekârlığın daha üstün,
cariye nikahlamanın mekruh olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü cariyeyle
evlenmek doğacak çocuğun da köleliğine yol açar.
[113]
Nefsini yenmeye çalışmak, dizginlemek, güzel ahlâk esaslarına sahip olmak için
sabırlı olmak, cariyeler ile yatmaktan daha evlâdır. Hz. Ömer (r.a.) buyuruyor
ki: "Hangi hür erkek, bir cariye ile evlenirse, kendi yarısını köle yapmış
olur." Bu sözüyle çocuğunun köle olmasına sebebiyet vermiş olur, demek
istemiştir. İlgili hadisler yukarda da geçmişti.
Bu, aynı zamanda azil
yapmanın (cima esnasında meniyi dışarı akıtmanın) kadının hakkı olduğunu
göstermektedir. Çünkü erkeğin hakkı olsaydı, cariye ile evlenir ve azil
yapabilirdi. Böylelikle çocuğun köle olması korkusu da genel olarak kalkardı.
İmam Mâlik bu görüştedir.
[114]
26- Allah size
(bilmediklerinizi) beyan etmek, sizi sizden evvelkilerin yollarına iletmek,
sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilicidir, mutlak hüküm
ve hikmet sahibidir.
27- Allah sizin
tevbelerinizi kabul et- mek ister, (ama) şehvetlerine uyanlar sizin büyük bir meyi ile (doğru yoldan) sapmanızı dilerler.
28 "Allah sizden
hafifletmek ister. (Zaten) insan da zayıf olarak yaratılmıştır.
"Allah... sizden
evvelkilerin yollarına iletmek" yani helâl ve haram kılma itibariyle
peygamberlerin yoluna iletmek ve tabi olmanızı sağlamak, "sizin tevbelerinizi
kabul etmek ister." Sizi üzerinde bulunduğunuz masiyetten kendisine
itaate çevirmek ister. "Allah" sert hükümleri kolaylaştırmak
suretiyle "sizden hafifletmek ister. İnsan da" nefsine, arzularına
muhalefet etmek hususunda "zayıf olarak yaratılmıştır."
[115]
Allah Teâlâ bu ayet-i
kerimelerde yukarıda geçen evler ve nikâh ile ilgili hükümlerin, kendisinden
dolayı meşru kılındığı illet ve hikmetleri zikretmiştir. Nitekim Kur"ân-ı
Kerim'de, gönüllerin müsterih olması, bu hükümlerden gözetilen faydanın
bilinmesi amacıyla ve onlara içten gelen bir rağbet ile, yaptığından hoşnut
olarak yönelmesi için bu yol takip edilmektedir. Çünkü o hükümlerin tatbiki
dünya ve ahiret saadetini gerçekleştirmektedir.
[116]
Allah (c.c.) bu
ayetleri indirmekle size yükümlülükleri, sert hükümleri beyan etmek, onlarda
helâli haramdan, güzeli çirkinden ayırt etmek, maslahat bulunanı göstermek,
sizleri geçmiş peygamberlerin ve salihlerin yollarına, usullerine iletmek
istemektedir. Ta ki onların izine tabi olasınız, gittikleri yollardan
gidesiniz. Şer"î hükümler, yükümlülükler her ne kadar ahvâl ve zamanların
değişmesiyle farklı olsa da onlar maslahatları gözetme itibariyle ittifak
halindedir.
Aynı şekilde Allah
Teâlâ işlediğiniz günah ve haramlardan yapacağınız tevbe-lerinizi de kabul
etmek, günahlardan engelleyecek yahut o günahlara kefaret olacak, onları
kapatacak, izlerini silecek hususlara sizleri irşad etmek istemektedir.
Tahkîk erbabı alimlere
göre buradaki hitap, bütün mükellefler hakkında genel değildir. Sadece
yukarıdaki ayetlerde geçtiği şekilde annelerini, kızlarını ve diğer evlenilmesi
şer'an haram olanları nikahlamak gibi şeylerden bilfiil tevbe eden ve Allah
Teâlâ'nın da tevbelerini kabul ettiği belirli bir taife, gurup hakkındadır.
Çünkü genel olsaydı, kendilerinde tevbe hususu bulunmayan bir takım insanların
durumu ile terslik ortaya çıkardı.
Allah, bütün eşyaya
şamil olan bir ilmin sahibidir. Sizin için meşru kıldığını, sizden öncekilerin
üzerinde oldukları gidiş şekillerini, mümin kullarına faydalı yahut zararlı
olan şeyleri bilir. Koyduğu şeriatinde, kaderinde, fiillerinde, kelâmında
hikmet sahibidir; hikmet ve maslahatı^ yararlı olanı gözetir, meşakkat ve
zarar bulunan şeyleri yüklemez, teklif etmez.
Sonra Allah Teâlâ
tevbeyi kabul etmek, sizi temizlemek, nefislerinizi tezkiye etmek şeklindeki
iradesini tekit etmiş; rahmetiyle beraber bulunan o irade ile şehvetler peşine
düşmüşlerin, günahlara dalmışların ve zinacıların iradesini karşılaştırmıştır.
Bu ikinci gurubun Yahudiler, Hristiyanlar yahut kızkardeşler, kardeş ve
kızkardeşlerin kızları ile evlenmeyi helâl sayan Mecusîler olduğu da rivayet
edilmiştir. Onlar, sizin de kendi arzularına göre büyük bir meyil ile yoldan
sapmanızı, yani haktan ayrılıp batıl yollara düşmenizi arzu etmektedirler.
Cenab-ı Hak işte bu
hükümler, teklifler, kanunlar, emirler ve nehiyler ile ağır sorumlulukları
sizden hafifletmek istemektedir. Mücahid ve Tavûs'un da dediği gibi zaruret
halinde cariyeleri nikâhlamayı size helâl kılmıştır. Nitekim diğer bazı
ayetlerde de bu husus tekit edilmiştir: "O Rasul, onların ağır yüklerini,
sırtlarında olan zincirleri indiriyor." (A'râf, 7/157); "Allah size
kolaylık diler, size güçlük istemez." (Bakara, 2/185); "Din
(işlerin)de üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi." (Hac, 22/78);
"Müsamahalı bir İslâm dini ile gönderildim. "[117]
Çünkü bazı kadınları nikâhlamayı haram kıldıysa da Allah Teâlâ, kadınların
çoğunluğu ile nikâhlanmayı mubah bırakmıştır. Her şeyde de helâllerin haramlardan
daha çok olduğu görülmektedir.
Allah Teâlâ hafifletme
sebebini şöyle beyan etmektedir: "İnsan zayıf olarak yaratılmıştır."
Heva, arzu ve şehvetler onu çeker, özellikle de kadınlar konusunda... Korku ve
hüzün ise inşam endişeye sevk eder. İşte insan arzularına karşı gelmekten,
ibadetlerdeki meşakkat ve zorluklan taşımaktan aciz kaldığı için Allah Teâlâ
teklifleri, yükümlülükleri hafifletmiş, bazı hükümlerde ruhsatlar tanımıştır.
Fısk ve günahın
afetlerinden birisi de ev halkının fısk u fücur ve günahlardan etkilenmesidir.
Çünkü büyükler diğerlerine örnektir. Taberanî'nin Cabir (r.a.)'den rivayet
ettiği hadis şöyledir: "Siz iffetli olunuz ki kadınlarınız da iffetli
olsun. Siz babalarınıza iyi ve itaatkâr davranınız ki çocuklarınız da size iyi
muamele yapsın."
[118]
Beyhakî'nin
Şuabu'l-İmân'da İbni Abbas (r.a.)'tan tahric ettiğine göre o şöyle demiştir:
Nisa suresi içinde indirilen sekiz ayet vardır ki onlar, bu ümmet hakkında
üzerine güneşin doğup battığı yerlerden daha hayırlıdır. İbni Abbas bu üç ayeti
saydıktan sonra şöyle ilâve etmiştir:
Dördüncüsü:
"Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız sizin (öbür)
kabahatlerinizi örteriz." (Nisa, 4/31).
Beşincisi:
"Şüphesiz ki Allah zerre kadar zulüm, (haksızlık) etmez. " (Nisa, 4/40).
Altıncısı:
"Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret
isterse o, Allah'ı çok Gafur (yarlıgayıcı), çok Rahim (esirgeyici, merhametli)
bulur." (Nisa, 4/110).
Yedincisi:
"Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ondan başkasını,
dilediği kimseler için, mağfiret eder (yarlığar)." (Nisa, 4/48).
Sekizincisi:
"Allah'a ve peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerinden
ayırmayanlar, işte onlara (Allah) mükâfatlarını, ecirlerini verecektir."
(Nisa, 4/152).
Üç ayetin delâlet
ettiği hükümler:
1- Allah
Teâlâ'nın fazlının, kereminin ve rahmetinin genişliği: Çünkü Hak Teâlâ
kullarına dinî amellerini, dünyevî menfaatlerini, kendilerine helâl ve haram
olan hususları açıklamıştır. Bu da hiç bir olayın Allah'ın koyduğu hükümden
halî bulunamayacağına delildir. Bir ayet-i kerimede de "Biz o kitapta hiç
bir şeyi eksik bırakmadık." (En'am, 6/38) buyurulmaktadır.
2- Geçmişin,
şimdiki zaman ve gelecek ile olan bağlantısı: Alemdeki istj^a-met yolu, metodu
birdir. Cenab-ı Hak kullarına, kendilerinden önce geçmiş hak ehli ile batıl
ehlinin yollarını beyan etmeyi istemiştir.
3- Günahları
affetmek: Allah Teâlâ kulların tevbesini, yani tevbelerini kabul edip
günahlarını affetmeyi istemektedir.
4- Şeriatın
bütün hükümlerinde kolaylık: Allah, koyduğu hükümlerde insanlar için kolaylık
ve hafiflik yönünü gözetmiştir. Bu sadece cariyeleri nikâh-lamada değil, bütün
şer"î hükümlerde gösterilmiştir.
5- İnsanın
zayıflığı: İnsanı heva ve arzuları çeker, şehvet ve öfkesi ile taşkınlığa
kaydırır ve akl-ı selimini kaybettirirler. Bu zayıflığın en şiddetli olanıdır.
Dolayısıyla kolaylaştırmaya, hafifletmeye ihtiyaç vardır. İnsan zaafının en
görünür olan yanlarından biri de kadınlara karşı duyduğu zaaf ve sabırsızlıktır.
Ubâde b. es-Sâmit ve Saîd b. el-Müseyyeb ileri yaşta olmalarına rağmen
kadınların fitnesine düşmekten endişe etmişlerdir.
[119]
29- Ey iman edenler,
birbirinizin mallarınızı bir batal yolda yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden
karşılıklı bir rızadan (kaynaklanan) bir ticaret (malı) ola. Kendilerinizi
öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah size karşı çok merhametlidir.
30- Kim (helâl sınırlarını) aşarak ve zulmederek
bunu yaparsa biz onu ateşe sokacağız. Bu da Allah'a göre pek kolaydır.
"Yemeyiniz"
yani almayınız, demektir. "Almak" yerine "yemek" tabiri,
olmak'tan maksadın yemek olduğu için kullanılmıştır.
"Bir batıl
yolla" yani faiz (riba), kumar, gasp gibi şeriatta haram olan hir yolla
"yemeyin". "Meğer ki sizden gelen bir rıza ile ticaret
olursa" yani, mallar gönül hoşnutluğu ile yapılan bir ticaret ile elde
edilirse onları yiyebilirsiniz.
"Nefislerinizi
(kendilerinizi) öldürmeyiniz." Bazınız bazınızı öldürmesin yahut dünyada
ya da ahirette nasıl olursa olsun sonunda nefislerinizin helâline götüreceği
şeyleri irtikâp ederek kendilerinizi öldürmeyiniz.
"Haddi
aşmak" başkasına kasden tecavüzde bulunmak, aşın şekilde ileri gitmek
"zulüm" ise bilfiil hakka tecavüz etmek demektir.
[120]
Allah Teâlâ yetimlere
nasıl muamele edileceği, miras taksimi esnasında bazı akrabaları da hazır
bulunursa yetimlerin mallarından birazcık onlara da verilmesi, kadınların
mehirlerini ödemenin farz olduğu gibi bir takım muameleleri beyan ettikten
sonra burada mallar ile ilgili genel teamül kaidesini zikretmektedir.
Sebep açıktır. Çünkü
mal canın yongasıdır. Ona tecavüz düşmanlık meydana getirir, hatta bir takım
suçların işlenmesine yol açar. O bakımdan Allah Teâlâ malın kulların elinde
zulüm ve tecavüz yoluyla değil, karşılıklı rıza esasına dayalı olarak tedavül
etmesini vacip kılmıştır.
[121]
Allah Teâlâ
müminlerden her birini, başkasının ve kendinin de malını batıl yolla yemekten
nehyetmektedir.
Çünkü ayetteki
"mallarınız" lafzı hem kendi malına, hem de başkasının malına
şamildir. Zaten bütün mallar netice itibariyle İslâm ümmetine aittir. Kendi
malını batıl yolla yemesi, malını masiyet ve günah yollarında harcaması;
başkasının malını batıl yolla yemesi ise, onları faiz, kumar, gasp zulüm gibi
meşru olmayan kazanç yolları ile yemesi demektir. Batıl, şeriata aykırı olan
şeylerdir. İbni Abbas ve Hasan-ı Basri'ye göre ise ayet, ivazsız (bedelsiz) olarak
yemek manasınadır. Çünkü batıl, bedelsiz alınan şeylerdir demişlerdir.
Batıl yolla yemek,
fasit yahut batıl akitlerde bedel olarak alınan her şeye şamildir. Malik
olmadığı şeyi satmak, kendisinden yararlanılmayacak derecede bozulmuş olan
ceviz, yumurta, karpuz vb. gibi yiyeceklerin parası, değeri bulunmayıp
kendisinden yararlanılmayan maymun, domuz, sinek, eşek arısı, ölü eti, şarap,
içki, ölüye ağıt yakan kadının ücreti, eğlence alet ve çalgılarının bedelleri
gibi...
Kim fasit bir satış
yapar ve bedelini alırsa, bu ücret haram ve habis (helâl olmayan) bir karşılık
olur, geri vermesi gerekir.
Meşru olmayan,
karşılığını ödemeden zulüm yoluyla ayni olarak yahut menfaatini alma
şekillerinde malın batıl yolla yenmesi caiz olmazsa da şeriatın kabul ettiği
karşılıklı rıza yoluyla almak caizdir. O sebepten Allah Teâlâ "Meğer ki
(o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (kaynaklanan) bir ticaret (malı)
ola" buyurmuştur. Yani mallarınızı, şer'î hududlar dahilinde karşılıklı
rıza esasına dayalı ticaret yoluyla yiyiniz, demektir. Ticaret, kazanç amaçlı
muavaza (karşılıklı bedel ödeme) akitlerine şamildir. Mülkiyet sebep ve
yollarından özellikle ticaretin zikredilmesi, pratik hayatta en çok ticaretin
vuku bulmasından-dır. Çünkü ticaret, kazançların en helâl ve
şereflilerindendir. el-Asbahânî'nin Muâz b. Cebel (r.a.)'den naklettiğine göre
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kazancın en tayyibi (helâl olanı) şu
vasıftaki tüccarların kazancıdır: Konuştuklarında yalan söylemezler, vaad
ettiklerinde caymazlar, kendilerine emanet verildiğinde (emniyet duyulduğunda)
hıyanet etmezler, satın aldıkları zaman (malı) kötülemezler, sattıklarında
(lüzumsuz şekilde) övmezler, borçlu olduklarında (ellerinde imkân bulunduğu
halde) ödemeyi geciktirmezler, alacakları olduğunda (işi) zora
sürmezler."
Her karşılıklı rıza ve
uyuşma da şer'î bakımdan kabul edilmiş değildir. Bu uyuşmanın ancak şer'î
sınırlar içinde bulunması icap eder. Kendisinde karşılıksız fazlalık bulunan
bir alışverişten alman faiz, veya bir menfaat celbeden borç verme, kumar, at
yarışı üzerinde her iki taraf anlaşmış olsa da şer'an bunlar haramdır, helâl
değildir.
"Kendilerinizi
öldürmeyiniz" ayetinin zahiri gazap, canından bezme gibi hallerde mümini
kendi canına kıymaktan, intihar etmekten nehyetmektir, Bu-harî ve Müslim'in Ebu
Hureyre (r.a.)'den naklettikleri şu hadisin manası gibidir: "Kim kendini
bir demir ile (bıçak vb. aletle) öldürürse, elinde o demir parçası olduğu
halde, kıyamet günü cehennem ateşinde karnını devamlı olarak onunla yarar
durur."
Ancak müfessirler
ayetin manasının şöyle olduğunda ittifak etmişlerdir: Bazımız bazımızı
öldürmesin! "Kendinizi" lafzı ile kullanılması, yasağı daha kuvvetli
bir şekilde ifade içindir. "Mallarınız" ifadesinde de aynı maksat
göze-tilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Müminler bir nefis
(can) gibidirler."
[122]
Ayet-i kerimenin aynı zamanda insanın kendi canına kıymasından, başkalarını
öldürmekten ve ölüme götüren uyuşturucu ve zehirleyici maddeler kullanmak ve
helak edici yollara sapmak gibi her şeyden bir nehiy ve yasak olmasına
herhangi bir mani yoktur.
Söz, mali muameleler
hakkında iken ayetin burada getirilme sebebi şudur: Mal, can için temel direk
olması, selâmeti onunla mümkün bulunması bakımından canın bir benzeridir. O
yüzden malın korunmasını tavsiye ile canın korunmasını tavsiye hususlarının bir
araya getirilmesi pek güzel olmuştur.
"Allah size karşı
çok merhametlidir" cümlesi yukarıdaki nehyin illetini beyan etmektedir.
Yani Allah Teâlâ sizleri haram yemekten ve canları helak etmekten menediyor;
zira O sizlere hâlen de çok merhametlidir.
Canını tehlikeli yer
ve yollara atmanın haram olduğunu gösteren bir delil de "Kendinizi
ellerinizle tehlikeye atmayınız." (Bakara, 2/195) ayet-i kerimesi ile İmam
Ahmed ve Ebu Davud'un Amr b. el-As (r.a.)'tan tahric ettikleri şu hadistir.
Amr der ki: "Resulullah (s.a.) Zâtu's-Selâsil senesi beni (emir olarak) gazaya
gönderdi. Soğuğu şiddetli bir gece ihtilâm oldum. Eğer su ile yıkanırsam helak
olacağımdan korktuğum için teyemmüm ettim ve arkadaşlarıma sabah namazını
öylece kıldırdım. Dönüp Resulullah (s.a.)'ın huzuruna vardığımda durumu
kendisine arz ettim. Buyurdu ki: "Ey Amr, cünüp olduğun halde mi arkadaşlarına
namaz kıldırdın?" Ben de "Evet ey Allah'ın Rasulü" dedim; soğuğu
şiddetli bir gecede cünüp olmuştum. Eğer yıkanırsam helak olacağımdan korktuğum
için teyemmüm ettim, sonra da namaz kıldırdım, dedim. Bunun üzerine Resulullah
güldü, başka bir şey de söylemedi.
Amr (r.a.) ayet-i
kerimenin genel manasıyla kendisinin durumunda olanlar gibilerini içine
aldığını anlamış, Rasul-i Ekrem (s.a.) de onun bu anlayışını ikrar ve kabul
buyurmuştur.
Ondan sonra Allah
Teâlâ insanları öldürerek katil olan kişinin cezasını zikretmiştir. Kim haddi
aşarak, zalim bir şekilde bu haramı işleyecek olursa -yani adam öldürme fiilini
işlerse demektir, zira "onu" zamiri ile en yakında zikredilmiş olan
hususa işaret edilmektedir- Allah da suçu sebebiyle onu ahirette son derece
yakıcı bir ateşe sokmak suretiyle cezalandıracaktır. Bu, Allah Te-âlâ'ya göre
çok kolay ve basit bir şeydir, kimse O'na engel olamaz. Yukarıda da açıkladık
ki "udvân", haddi aşmada aşırılık göstermek; "zulüm"de
haksızlık, haddini aşmak yahut bir şeyi yerli yerine koymamak demektir. Sehven,
yanlışlık ve hata ile yapılanlar dışarıda kalsın diye "vaîd
(tehdit)" "udvân" ve "zulüm" kelimeleri zikredilerek
kayıtlanmıştır.
[123]
Her iki ayetin
gösterdiği hükümler şunlardır:
1- Malların
haram yolla yani haksız olarak yenilmesi haramdır.
Bu yollar şeriata
aykırı olan ve bir bedel karşılığı olmaksızın mal alman usullerdir ve bir çok
şekilleri vardır.
"Mallarınız"
kelimesi, malı elinde bulundurma, özel mülkiyet hakkını tanıma ve saygı
gösterme, ümmet ve umumun menfaatlerine herhangi bir zarar söz konusu olmadığı
müddetçe sahip olunan malda tam bir hürriyet ile tasarrufta bulunabilmenin
mübahlığının yanı sıra, ferdin malının bütün ümmetin de malı olacağına işaret
etmek içindir.
Aynı zamanda ümmetin
malı da ferdin malıdır. Bir şahıs, kendi özel mallarını nasıl koruyup
gözetiyorsa umuma ait malları da aynı şekilde koruyup gözetmek zorundadır.
Bu esas, ferd ile
ümmet arasında, kişi ile toplum arasında sosyal bir dayanışmanın icap ettiğine
de işarette bulunmaktadır. Devlet ile temsil edilen ümmetin, zaruret halinde
ferdin ihtiyaçlarını yerine getirmesi gerektiği gibi, fertlerin menfaatlerini
savunmaya, ülkeyi, malları ve şahısları himaye etmeye imkân ve kudret bulsun
diye ferdin de ümmeti Allah yolunda, cihad ve amme menfaatleri için harcama
yaparak, infak ederek desteklemesi lâzım gelir.
Lâkin muhtaç kişinin
başkalarının mallarından onların izni olmadan hiçbir şey alma hakkı yoktur.
Böylece mallar korunmuş, fesat ve anarşi önlenmiş, şahıslar arasında işsizlik
ve tenbellik ruhunun yayılması engellenmiş olur.
2- Bütün
ticaret nevileri, kazanç maksadıyla yapılan ticarî mübadele akitleri mubahtır.
Yalnız akit yapan
taraflar arasında karşılıklı rıza şarttır. Alışveriş, hibe ya-nısıra bedel ne
şekilde olursa olsun yapılan ticarî mübadele bu umumi hükme dahildir. Fakat
"batıl (haram) yolla" lafzı, seran caiz olmayan bütün bedelleri bunun
dışına çıkarmıştır. Faiz ve cehalet böyledir.
İçki, domuz ve benzeri
fasit bedel takdir edilmiş olan her türlü karşılıklar böyledir.
Bedelsiz caiz olan
karz (borç verme), sadaka, teberru gibi akitler ticaret türlerinin
haricindedir.
İbni Cerir et-Taberî,
Meymûn b. Mehrân'dan nakleder ki o Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir. "Alışveriş karşılıklı rızadan (kaynaklanarak) yapılır.
Muhayyerlik hakkı pazarlıktan sonra olur. Bir müslümanın diğer bir müslümanı
aldatması helâl değildir."
[124]
Meclis muhayyerliğini
tespit etmek de karşılıklı rızayı tamamlayan hususlardandır. İmam Şafiî, İmam
Ahmed, İmam Leys ve diğer bir kısım imamların görüşü budur. Çünkü Sahihayn'da
zikredildiği üzere Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Alışveriş yapan
iki kimse (birbirinden) ayrılmadıkça muhayyerdirler. " Buharî'deki
\aîız"İki adam alışveriş yaptıklarında birbirlerinden ayrılmadıkça
onlardan her birisi muhayyerdir." şeklindedir. Yani ayet-i kerimenin bu
hadisler ile tahsis edildiği anlaşılmaktadır.
Bu kabilden olmak üzere
akitten sonraki üç güne kadar şart muhayyerliği meşrudur. Bu muhayyerlik, İmam
Malik mezhebindeki meşhur görüşe göre alışverişteki mal iyice anlaşılıp ortaya
çıkıncaya kadar, köy ve uzak yerlerde olduğu gibi bir sene de sürse geçerlidir.
Mutlak olarak muâtât
(malı ve bedeli satıcı ile müşterinin bir şey konuş-maksızın alıp vermeleri
şeklinde gerçekleşen) satış da zımnî rıza kabilindendir ve Şafiîler dışındaki
cumhura göre sahihtir.
Hanefîler ve Malikîler
meclis muhayyerliği görüşünde değildirler. Çünkü ayet-i kerime, karşılıklı rıza
ile satış vuku bulduğunda satılan mal üzerinde tasarruf etmenin artık helâl
olduğunu iktiza etmektedir. Alışveriş yapanlar ayrılmış olsunlar olmasınlar
bir şey değişmez. Zira bey' (satış) muamelesinde ticaret ismi verilen şey icap
ve kabulden ibarettir. Bir araya gelmek ve ayrılmak ticaret ile ilgili bir şey
değildir.
Bazı şeyler ise ya
Kur'an ile veya sünnet ile ticaretten hususi surette ayrı tutulmuştur. Şarap
(içki), ölü eti, domuz ve Kur'an-ı Kerim'de adı geçen diğer haram şeylerde
ticaret yapmak caiz değildir. Çünkü tahrim (haram kılış) lafzının mutlak manada
kullanılması diğer faydalanma yollarının da haram kılınmış olmasını
gerektirmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.) iç yağını ve parasını yemeyi
nehyetmiştir. Sahih hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah, Yahudilere
lanet etsin. Kendilerine iç yağı haram kılındı. Onlar da yağı satıp parasını
yediler."
Resulullah (s.a.)
münâbeze, mülâmese, garar, hasat satışlarından
[125],
kaçmış kölenin satışından, kabzedilmemiş malın satılmasından, insanın yanında olmayan
şeyi satmasından ve diğer bunlar gibi meçhul yanı bulunan ya da aldatma yönü
olan satışlardan nehyetmiştir.
Bütün bunlar
"Ancak sizden bir rıza ile yapılan ticaret olması hali müstesna"
ayetinin zahirinden tahsis edilmiştir.
3- Ticarete
teşvik:
Ayet-i kerime
insanların büyük ihtiyacı olduğundan ticareti mubah kılmış ve ona teşvik
etmiştir. Ticaretin helâl olmasının tarafların karşılıklı rızasına bağlı
bulunması da buna delildir. Aldatma, yalan, hibe gibi şeyler ise haram kılınmıştır.
Ayet-i kerime şunu da
ima etmektedir ki dünyadaki ticaret ve o manada olan her şey sebat ve
devamlılığı bulunmayan zevali kesin batıllar kabilinden-dir. O sebeple akıllı
kişi bunlarla oyalanıp ahirete hazırlık yapmaktan geri kalmamalıdır. Allah
Teâlâ da "(Onlar öyle) adamlardır ki onları ne bir ticaret, ne de bir alış
veriş Allah'ı zikretmekten alıkoymaz." (Nur, 24/37) buyurmaktadır.
Darakutnî'nin İbni Ömer (r.a.) yoluyla Hz. Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği
bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Dosdoğru, emin ve müslüman bir
tacir kıyamet günü peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir."
Yine ayet-i kerime
işaret ediyor ki ticaretlerin pek çoğu batıl ve haram yolla malları yemek
şekillerini havi bulunmaktadır. Fahiş miktarda kazanca tamah edilmekte, bir
takım metodlarla mallar süslenip reklâm edilmekte, çoğu kere yalan yeminlerle
pazarlanmaktadır. O yüzden ticaretlerin müsamahaya ve sadakaya ihtiyacı vardır.
Resulullah (s.a.), Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî tarafından Kays b. Ebu
Garze'den nakledilen hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ey tüccar topluluğu,
sizin bu alışverişinizde boş laf ve yalan bulunur. Siz onu sadaka ile
karıştırınız." Ayrıca çarşı pazarlardan satın alman şeylerden henüz alış
veriş tamamlanmadan yemenin helâl olmayacağı, çünkü bir şüphe bulunabileceği,
belki de alışverişin gerçekleşmeyeceği göz önünde bulundurulmalıdır.
Cumhur, ticarette gabn
(aldanış) bulunmasının caiz olacağı görüşündedir. Meselâ yüz dirhem değerindeki
bir yakutu bir dirheme satmak gibi; bu caizdir.
Bir kısım alimler ise
şöyle demişlerdir: Gabn (aldanış), üçte biri geçerse o alışveriş reddolunur.
Ancak ticaretlerde bilinen şekilde ve yaklaşık bir miktardaki aldanış
mubahtır; farklı ve açık bir aldanış (gabn-ı fahiş), makbul ve muteber değildir.
İmam Mâlik (r.a.)'in ashabından İbni Vehb der ki: Hz. Peygamber (a.s.)'in zina
eden cariye ile ilgili olarak buyurduğu: "Bir ip mukabilinde bile olsa
artık onu sat" hadisinde de delâlet ettiği gibi birinci görüş daha
sahihtir. Yine Hz. Muhammed (s.a.)'in Hz. Ömer'e (r.a.) hitaben "Onu -yani
atı- sana bir dirheme de verse satın alma" demesi; Buharî dışında Cemaat
tarafından Câbir (r.a.) yoluyla gelen şu hadis de bu hususta delildir:
"Şehirli kır halkı için satmasın. Bırakınız insanları da Allah bazılarını
bazılarından rızıklandırsın." Buharî'nin naklettiğine göre "Şehirli
kır halkı için satmasın" ifadesini İbni Ab-bas (r.a.): "Ona simsar
olmasın" şeklinde tefsir etmiştir. Hadiste, az olan üçte birden fazla
olması arasında bir fark ve tafsilat bulunmamaktadır.
4-
Karşılıklı rıza, akitlerin temelidir:
"Sizden
karşılıklı rıza(dan kaynaklanan) bir ticaret olması müstesna" iimlesi bunu
göstermektedir. İkrah (zorlama) yoluyla akit sahih olmaz.
5- İntihar
etmek ve başkalarının canına kıymak haramdır:
Tefsir alimleri
"Kendilerinizi öldürmeyin" ayetinden muradın, insanların azılarının
diğer bazılarını öldürmesinden nehiy olduğu hususunda ittifak et-ıişlerdir.
Ayetin lafzı geneldir, kişinin dünyalık ve mal talebi uğrunda telefe ol açacak
şekilde kendini aldanma ve zarara düşürmek suretiyle ölümü kaste-erek canına
kıyması, yazık etmesi manasına gelebileceği gibi, "bunalım ve öf-e anında
kendinizi öldürmeyiniz" manasına gelme ihtimali de vardır. Yasak ütün bu
şekillere şamildir.
6-
Öldürmenin ve haram yolla malı yemenin cezası vardır:
"Kim bunu
yaparsa..." ayeti bir insanı öldürmenin haram olduğuna delâlet tmektedir;
çünkü en yakında zikredilen mesele odur. Ayet yukarıda geçen ma-batıl yolla
yemenin ve insan öldürmenin haram olduğu gibi hususların hepsi-e de delâlet edebilir.
Zira nehiy onlardan sonra gelmiştir. Sonra da nehye göre aid (ceza tehdidi)
varid olmuştur. Bir görüşe göre hüküm geneldir, surenin ba-ndan "Kim bunu
yaparsa..." ayetine kadar nehyolunduğu belirtilen bütün me-îlelere
şamildir. İmam Taberî der ki: "bunu" lafzı nehyedilen en son vaide
ait-r. O da: "Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl
olmaz." slisa, 4/19) ayetidir. Çünkü surenin başından itibaren gelen her
nehiy ile bera-er bir de vaid zikredilmiş iken bu ayetten sonra hiç bir vaid
gelmemiştir. Bila-ere "Kim haddi aşarak ve zulmederek bunu
yaparsa..." ayeti zikredilmiştir.
[126]
31- Eğer yasak
edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız sizin (diğer) küçük günahlarınızı
örteriz ve sizleri şerefli bir yere (getirip) sokarız.
"Kebâir",
"kebîr" kelimesinin cemisidir. Büyük günah, masiyet manasınadır ki
hakkında Kur"an veya sünnette bir vaid (tehdit, ceza) yahut had cezası
varid olmuş öldürme, zina, hırsızlık gibi günahlar için kullanılır. İmam
Zehe-bî'nin Kitabu'l-Kebâir'inde de bildirildiği gibi yetmiş kadar kebîre
vardır. İbni Abbas'tan bu sayının yedi yüze kadar çıktığı da rivayet
edilmiştir.
"Küçük
günahlarınızı (seyyiatmızı) örteriz..." Bunların mağfiret edilip
(yarlıganıp) silinmesi ibadet ve taatlar ile gerçekleşir.
[127]
Allah Teâlâ yukarıda
geçen ayetlerde insanların mallarını batıl ve haram yolla yemeyi, haksız yere
insan öldürmeyi yasaklamış, onlardan dolayı cehennem ateşi ile korkutup tehdit
etmişti. Bu ayet-i kerimede ise genel bir yasak ile her türlü büyük günahlardan
nehyetmekte, buna imtisal edip uyana cenneti vaad etmektedir.
[128]
Nehyolunduğunuz
günahların büyüklerinden sakınır ve uzaklaşırsanız biz de sizin küçük günahlarınızı
örteriz, affederiz ve sizleri cennete sokarız.
Peki büyük (kebâir) ve
küçük (sağâir) günahlardan kasdolunan nedir?
Alimlerin cumhuru,
günahların büyükler ve küçükler olmak üzere iki çeşidi olduğu üzerinde icma
etmişlerdir.
Büyük günahlar (kebâir)
hakkında şiddetli bir vaid (tehdit) olan veya had cezasını gerektiren her
masiyet, günah bu türdendir. Bazılarına göre sayısı yedidir. Sahihayn'da Ebu
Hureyre (r.a.)'den gelen hadisinde Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Helak edici yedi şeyden kaçınınız: Ashab-ı Kiram "Nedir onlar ey
Allah Rasulü?" diye sorduklarında Peygamberimiz (s.a.) şöyle açıklamıştır:
Allaha şirk koşmak, haklı bir sebep dışında Allah'ın öldürülmesini haram
kıldığı bir cana kıymak, sihir yapmak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü
muharebeden kaçmak, evli ve namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mümin
kadınlara zina iftirası atmak." Ana-babaya isyan etmenin, yalan yere şahitlik
etmenin de büyük günahlardan olduğunu belirten rivayetler de naklo-lunmuştur.
Zira Rasul-i Ekrem (s.a.) her makam ve duruma uygun olanları zikretmiştir,
sayılanlar hasr (sınırlama) için değildir.
Kimilerine göre
kebâirin sayısı dokuz, kimine göre on, kimine göre de daha da fazladır.
Abdurrezzâk'm rivayetine göre İbni Abbas (r.a.)'a: "Büyük günahlar yedi
tane midir?" diye sorulduğunda, "yetmişe daha yakındır" dedi.
Saîd b. Cübeyr, İbni Abbas'ın "Yedi yüze daha yakındır" dediğini
rivayet eder.
Küçük günahlar
(sağair, seyyiat) ise hakkında şiddetli bir tehdit veya had cezası gerektiği
varid olmamış günahlardır. Yabancı kadına bakmak gibi. Üzerinde ısrar edilen
ve hafif görülen küçük günahlar tekrarlanarak büyük günah haline gelir. Ölçü ve
tartıda noksanlık yapmak, insanların namus ve şerefine, haysiyetine dil uzatmak
gibi. Bu günahlar, ısrarla yapan kişi hakkında büyük günah olur.
Büyük günahlardan
sakınmak, iki şartla küçük günahlara kefaret olur, onları örter. Birincisi,
sakınmaktır. Bu, günah işlemeğe gücü yettiği halde ve iradesini kullanarak
olursa daha makbuldür; bir kadın tarafından nefsini ona arz etmek için
çağırılıp da sadece Allah'tan korktuğu için bu teklifi reddeden kimse gibi.
İkincisi, sakınma esnasında farzların da yerine getirilmesidir. Müslim'in Ebu
Hureyre (r.a.)'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Büyük günahlardan sakınıldığı takdirde beş vakit namaz ile cuma, diğer
cumaya kadar olan, Ramazan da diğer Ramazana kadar olan aradaki küçük günahları
siler." Namazı terk etmekten sakınan ve büyük günahlardan da uzak duran
kişinin küçük günahları affedilir ve silinir. Hadis-i şerif namaz kılmayı terk
etmenin büyük günahlardan olduğunun delilidir.
Cahillikten ya da öfke
ve kızgınlık gibi ani durumlardan kaynaklanan günahların ise pişmanlık ve
tevbe ile affedilmesi, silinmesi mümkündür.
[129]
Ayet-i kerime
günahların arasında büyük ve küçük olanların bulunduğunu göstermektedir.
Fakihlerin ve müfessirlerin çoğunluğu da bu kanaattedirler.
Yine ayet-i kerime
gösteriyor ki Allah Teâlâ, büyük günahlardan kaçınmak şartıyla yabancı kadına
bakma, dokunma gibi küçük günahları bağışlar. Ayrıca ayetin tefsirinde de
açıkladığımız gibi bu kaçınmaya bir şart daha ilâve olunmalıdır: Farz
ibadetlerin yerine getirilmesi. Hz. Katâde (r.a.) der ki: "Eğer yasak edildiğiniz
büyük günahlardan kaçınırsanız" ayetinde Allah Teâla af ve mağfireti
ke-bairden (büyük günahlardan) sakınana vaad etmiştir. Peygamberimiz (s.a.) de:
"Büyük günahlardan kaçının. Orta yolu tutun. Size müjde olsun."
buyurmuştur.
Usul alimlerine göre
kebâirden (büyük günahlardan) sakınmak suretiyle küçük günahların silinmesi
kesin olarak icap etmez. Bu ancak zann-ı galibe, rahmet-i ilâhîden ümitvar
olmaya ve Cenab-ı Hakkın dilemesinin sabit bulunmasına itimaden böyle
yorumlanabilir.
Kebâir, İbni Abbas'ın
da dediği gibi sonunda Allah Teâlâ tarafından cehennem, ilâhî gazap, lanet
veya azap zikredilen her türlü günahtır. Abdullah b. Mesud (r.a.) ise şöyle
der: Kebâir (büyük günahlar), Allah Teâlâ'nm bu surenin 33. ayetine kadar
yasakladığı bütün günahlardır. "Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan
kaçınırsanız..." ayeti bu görüşün tasdiki mahiyetindedir.
Tâvus'un naklettiğine
göre yukarıda da geçtiği üzere İbni Abbas'a: "Büyük günahlar yedi tane
midir?" diye sorulduğunda, "Onlar yetmişe yakındır" cevabını
vermiştir. Saîd b. Cübeyr de bir adamın İbni Abbas'a gelerek, büyük günahlar
(kebâir) yedi tane midir?, diye sorduğunda İbni Abbas'ın şöyle cevapladığını
bildirmiştir: "Kebâir, yediye değil, yedi yüze daha yakındır. Şu kadar var
ki tevbe ve istiğfar edildiğinde büyük günah kalmaz, vazgeçilmeyip ısrar olunduğu
takdirde de günah küçük olmaz (yani devam ve ısrarla işlenen küçük günahlar
kebâir haline doğru gider)."
Kebâire (büyük
günahlara) misaller: Allah Teâlâ'ya şirk koşmak, Allah'ın ayetlerini ve
peygamberlerini inkâr etmek, büyücülük (sihir) yapmak, çocuklarını öldürmek,
Allah Teâlâ'ya çocuk veya eş isnat etmek, haksız yere bir insanı öldürmek,
zina etmek, livata (homoseksüellik) yapmak, kumar oynamak, şarap (içki) içmek,
hırsızlık etmek, başkasının malını gasbetmek, başkasının (kadın-erkek) namusuna
iftirada bulunmak, faiz yemek, özürsüz Ramazan orucunu yemek, yalan ve günah
yoluyla yemin etmek, akrabalık bağını kesmek, anne-babaya isyan etmek ve
onların hakkını gözetmemek, Müslümanlara ait savaştan kaçmak, yetim malı
yemek, ölçü ve tartıda hıyanet etmek, namazı vaktinden önceye alıp kılmak veya
özürsüz yere vaktinden sonraya ertelemek, haksız yere Müslüman kişiyi dövmek,
Resulullah (s.a.) hakkında kasten yalan söylemek, Ashab-ı kirama dil uzatmak,
yalan yere şahitlikte bulunmak, bir kişinin kendi anne-babasına dil uzatıp kötü
söz söylemesi, özürsüz yere şahitliğini gizlemek, rüşvet almak, erkekler ile
kadınlar arasında kavatlık, pezevenklik yapmak, sultana jurnalcilik yapmak,
zekâtı vermemek, gücü yettiği halde emri bi'1-maruf ve nehyi ani'l-münker
vazifesini terk etmek, öğrendikten sonra Kur'an-ı Kerim'i unutmak, hayvanı ateşle
yakmak, kadının sebepsiz yere kocasının arzusundan kaçınması, Allah Te-âlâ'nın
rahmetinden ümit kesmek ve ye'se düşmek, Allah Teâlâ'nın imtihan ve belâsından
emin olmak, zıhar yapmak,
[130]
zaruret bulunmadığı halde domuz veya ölmüş hayvan eti yemek.
İbni Mesud (r.a.)
Hazretleri demiştir ki: Nisa suresinde şu beş ayet bana dünyadaki herşeyden
daha sevimlidir:
1-
"Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız..." (ayet,
4/31).
2-
"Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını yarlığamaz; ondan başkasını,
dileyeceği kimseler için yarlığar (bağışlar)." (ayet, 4/48).
3- "Kim
bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'a istiğfar ederse o,
Allah'ı çok yarlığayıcı, çok esirgeyici bulur." (ayet, 4/110).
4-
"(Zerre miktarı) bir iyilik olursa onun (sevabını) kat kat artırır."
(ayet, 4/40).
5-
"Allah'a ve peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerinden
ayır-mayanlara gelince, onlar da mükâfatları kendilerine verilecek
olanlardır." (ayet, 4/152).
[131]
32- Allah'ın, kiminizi
kiminizden üstün olduğu gibi kadınların da yine kendi kazandıklarından bir payı vardır. Allah'tan,
O'nun fazl u kereminden iste- yin. Şüphe yok ki Allah her şeyi hakkıyla
bilendir.
"Kadınların kendi
kazandıkları" cümlesinde itnâb sanatı vardır.
"Kazandıklarından"
kelimesinde istiâre-i tebeiyye sanatı vardır. Mirasta hak sahibi olup ona malik
olmaları, o malı kazanmaya benzetilmiş ve "iktisâb= (kazanma)"
lafzından "iktesebû(=kazandılar)" kelimesi türetilmiştir. Bu, İbni
Abbas'm "Bu cümleden murad mirastır" şeklindeki görüşüne göredir.
[132]
"Kiminizi
kiminizden üstün kılmaya vesile (ve sebep) yaptığı şeyler" dünyalık ya da
dini yönden olur. Böyle bir rağbete kapılırsanız bu, neticede karşılıklı hasede
ve kine yol açar.
Yaptıkları cihad ve
diğer ameller sebebiyle "Erkeklerin kazandıklarından bir payı
vardır."
Kocalarına itaat ve
namuslarını korumaları sebebiyle "kadınların da yine kazandıklarından bir
payı vardır."
"O'nun fazl u
kereminden" yani O'nun ihsan ve nimetlerinden "isteyin". İhtiyacınız
olan şeyleri Allah'tan istediğinizde O size verecektir.
"Şüphe yok ki
Allah her şeyi hakkıyla bilendir." Fazl u ihsan ile isteklerinizi takdim
edeceğiniz makam da O'na aittir.
[133]
Tirmizî ve Hâkim'in
rivayetlerine göre Ümmü Seleme (r.a.) şöyle dedi: Erkekler savaşa çıktığı
halde kadınlar savaşa gitmezler ve mirastan da yarım hisse alırlar. Bu duruma
işareten Allah Teâlâ: "Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile
(ve sebep) yaptığı şeyleri temenni etmeyin (ummayın)" ayetini indirdi.
"Şüphesiz ki müslüman erkekler ile müslüman kadınlar, iman eden erkekler
ile iman eden kadınlar, taate devam eden erkekler ile taate devam eden
kadınlar... için Allah mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır." (Ahzab,
33/35) ayeti de onlar hakkında indirilmiştir.
İbni Ebî Hatim İbni
Abbas (r.a.)'tan naklediyor: Bir kadın Peygamberimize (s.a.) gelerek şöyle
dedi: "Ya Rasulallah, erkek için kadının hissesinin bir katı var, iki
kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk. Amel bakımından da biz kadınlar
öyle miyiz? Kadın bir hasene (iyilik) yaptığında onun için yarım hase-ne mi
yazılıyor?" Bunun üzerine Allah Teâlâ "Allah'ın, kiminizi kiminizden
üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin" ayetini inzal etti.
[134]
Cenab-ı Hak burada
müminleri, batınlarını, içlerini temizlemek için kalbe ait fiillerden biri olan
hasetten nehyetmektedir. Daha önce de zahirlerini temizlemek için dış
organlarla ilgili fiillerden olan malları batıl ve haram yolla yemek, insan
öldürmek gibi fiilleri onlara yasaklamıştı. Allah Teâlâ mirasta erkeklerin
hissesini fazla yapınca bu ayet-i kerime gelmiş ve Allah'ın her iki cinse
verdiği hususiyetleri temenni ve arzu etmekten nehyetmiştir. Çünkü bu tür
istekler haset ve kin sebebi olmaktadır.
[135]
Allah Teâlâ müminleri
hasetleşmekten, bazı insanları diğer bazılarından üstün kılmaya vesile yaptığı
makam, mevki, mal gibi şeyleri temenni etmekten nehyetmektedir. Çünkü bu
farklılık ve üstünlük Allah Teâlâ'nm bir taksimidir ve bir hikmetten, tedbirden
ve kullarının hallerini ve kendisine rızık genişliği veya darlığı takdir ettiği
kimselere uygun olanı bilmesinden kaynaklanmıştır. Buyurmaktadır ki: "Eğer
Allah kullarına (eşit olarak) bol rızık verseydi yeryüzünde taşkınlık edip
azarlardı." (Şûra, 42/27). Herkes kendisine taksim ve takdir olunana razı
olmalıdır. Bilmelidir ki kendisine takdir ve taksim olunan onun menfaatinedir,
maslahatmadır. Şayet aksi olsaydı kendisinin zararı ve fesadına olurdu. Artık
hissesi sebebiyle kardeşine haset etmesi caiz olamaz.
Ayet-i kerimenin
zahiri gösteriyor ki hiç kimsenin diğer bir kimseye tahsis edilmiş mal, makam,
mevki ve öbür rekabet olan şeylere haset etme hakkı yoktur. Bu üstünlük ve
farklılık, "Dünya hayatında onların maişetlerini (geçimlerini) bile
aralarında biz taksim (ve takdir) ettik. Onların bazısını, derece derece diğer
bazısının üstüne çıkardık." (Zuhruf, 43/32) ayet-i celilesinde de ifade
edildiği gibi hikmet sahibi ve kullarının her şeyinden haberdar Hak Teâlâ
tarafından sadır olmuş bir kısmet ve takdirdir. İbni Abbas (r.a.) der ki:
Biriniz "Keşke filan kişiye verilen mal, nimet, güzel kadın bende olsaydı"
demesin. Böyle bir temenni haset olur. Fakat "Allahım, bana da onun
gibisini ver" desin. Şu halde haset yasak, gıbta ise caizdir.
Her insan Allah
Teâlâ'nın kendisi için takdir ettiğine razı olmalı, başkasına haset
etmemelidir. Zira haset, her şeyi en güzel ve en sağlam yapan Cenab-ı Hakk'a
itiraz etmeye en çok benzeyen şeydir.
Bazı kimseler buradaki
cümlede mahzûf (zikredilmemiş) bir lafız vardır, takdiri de şöyledir derler:
"Allahm, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile (ve sebep) yaptığı
şeylerin mislini (benzerini) temenni etmeyin." Çünkü başkasından nimetin
zail olması kastedilmemiştir, ancak bir nimetin özellikle kendisine ait olması
talep edilmiştir. Buna göre başkası için olan şeyin benzerini temenni etmek
yasaklanmış bulunuyor ki bu da hasede götüren bir vesile olabilir. İnsan:
"Allahım, bana filanın evi gibi bir ev, onun oğlu gibi bir oğul ver"
dememelidir. Aksine şöyle demelidir: "Allahım, bana dinim, dünyam,
ahiretim ve hayatım hakkında uygun olacak şeyleri lütfet."
Ancak ilk tefsir daha
kabule lâyıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bir hadisinde "Bir kimse
kardeşinin malını temenni etmesin, ama şöyle dua etsin: Allahım, beni
rızıklandır. Allahım, bana da onun benzerini ver." buyurmuştur
Kısaca ifade edecek
olursak Allah Teâlâ her ihsanı, başkası vesilesiyle üstünlüğü temenni etmekten
nehyetmiştir. Kişiye yaraşan takatince çalışmak, çabalamak, gayret
göstermektir. İşte o zaman kazandığı ameller ile üstünlük meydana gelir. Erkek
olsun, kadın olsun, herkes çalıştığının meyvesini alır. Allah Teâlâ erkek ve
kadınlardan her biri için genişlik veya darlığı gerektiren halini bilerek
takdir ettiği şeyi onun kazancı kılmıştır. Erkeklere has olan amellerden
alacakları ücret onların hissesidir, kadınlar o hususta kendilerine ortak
olmazlar. Kadmlara has olan amellerden alacakları ücret de onların hissesidir,
erkekler de onda kendilerine ortak olamazlar. Yani bir işin ücreti erkek ve kadınlardan
her birinin tabiatına uygun olarak farklılık gösterir. İbni Abbas ise burada
murad edilen şeyin miras olduğunu söylemiştir. Bu görüşe göre iktisap
(kazanma), mirasta pay düşmek, hisse değmek manasına gelir.
Sonra Allah Teâlâ fazl
u kerem, ihsan ve in'am kaynağına dikkat çekmekte, "Allah'tan, O'nun
fazlından isteyin" buyurmaktadır. Yani diyor ki: Dilediğiniz ihsan ve
in'amı isteyiniz. O, dilerse bunları size verecektir. O'nun hazineleri
dopdoludur, tükenmez. Başkasının hissesini temenni etmeyin, kimseye haset
etmeyin, bazınızı bazınızdan üstün kılmaya vesile yaptığımız şeyleri temenni
etmeyin, çünkü bu temenninin hiç bir faydası yoktur. Tirmizî ve İbni
Merdûveyh'in Abdullah b. Mes'ud'dan naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Allah'tan, O'nun fazlından isteyin. Şüphesiz Allah,
kendisinden istenmesini sever. Muhakkak ki ibadetin en üstünü fereci (sıkıntıdan
kurtulmayı) beklemektir." İbni Mace de Ebu Hureyre'den Resulullah
(s.a.)'m şu hadisini tahric etmiştir: "Allah'tan istemeyene Allah gazap
eder. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir" cümlesinin manası
şudur: O, gayet iyi bilir ki filan dünyalığa müstahaktır, ona ondan verir,
filan fakirliğe müstahaktır, onu fakir kılar, filan ahirete müstahaktır, ona
ahiret amellerini işleme fırsatını verir, filan hiz-lân'a (ilâhî teyidden
yoksunluğa) müstahaktır, onu da her türlü hayır ve yollarından mahrum bırakır.
Onun için isti'dad, yetenek ve derecelerinin farklılığına
göre insanların bir
kısmını diğer bir kısmına üstün kılmıştır. Farklılık beden itibariyle olduğu
gibi meselâ ilim, makam, şeref gibi yönlerden de olur.
[136]
1- Allah
Teâlâ müminleri kıskançlık anlamında temenniden menetmektedir. Çünkü o
sebepten zihin meşgul olmakta, ecel (ölüm) unutulmaktadır. Buradaki temenniden
maksat, başkasının sahip olduğu nimetin zevalini istemek manasına olan
hasettir. O nimetin kendisine gelmesini dilesin yahut dilemesin, durum fark
etmez. Gıpta (imrenmek) ise, bir kimsenin başka birinin sahip olduğu nimete
onun yok olmasını dilemeden kendisinin de sahip olmasını temenni etmesi
demektir ki bu alimlerin cumhuruna göre caizdir. Bazılarına göre Buharî ve
başka kaynaklarda geçen şu hadis-i şerif de o manayadır: "Haset (gıpta,
imrenmek) sadece iki şeyde olur: Birisi Allah Teâlâ'nın kendisine Kur'ân (ve
dinî ilimleri) bahşetmiş olduğu ve (bunun hakkını vererek) geceler ve gündüzler
boyunca amel eden bir adam; öbürü de Allah'ın kendisine mal ihsan ettiği
kimsedir ki gece gündüz o malı (Allah yolunda) sarf eder." "Haset
olmaz, ancak..." ifadesi, bu iki işte gösterilen gıptadan daha büyük ve
üstün bir gıbta (imrenme) olamaz, manasınadır. İmam Buharî de hadisi zikrettiği
bölüme "İlim ve Hikmet Hakkında Gıpta Etme Babı" başlığını koyarak bu
manaya ten-bihte bulunmuştur. el-Mühelleb diyor ki: Allah Teâlâ bu ayette
geçici mal, makam ve benzeri gibi temenni edilmesi caiz olmayan şeyleri beyan
eylemektedir. Fakat salih ameller hakkında temennilerde bulunmak ise caizdir.
Hasılı kıskançlık,
ekseriye tembellikle birlikte olur, ancak zayıf, gayretsiz, zayıf imanlı
kişiler temenni yoluna sapar. Ayetle yasaklanan kıskançlık, haset bir şahsın
sahip olduğu dini ya da dünya ile ilgili hallerin kendisine ait olmasını,
öbürünün bunlardan mahrum kalmasını temenni etmesi demektir. Allah Teâlâ'nın
"Yoksa onlar Allah'ın fazlından ve lütfundan insanlara verdiği şeylere
(ihsanlara) haset mi ediyorlar?" (Nisa, 4754) ayet-i kerimesinde zemmedip
kınadığı husus da budur.
2- Amellerin
semere ve karşılığı bakımından erkekler ile kadınlar eşittir. Erkekler sevap,
ceza ve mirasta hak sahibi olabileceği gibi kadınlar da aynı şeylere
muhataptırlar. Kadınlar da erkekler gibi bir iyilik yahut iyi amel karşılığı
olarak on kat fazla sevap alırlar. İbni Abbas'ın yukarıda geçen "iktisap
(kazanmaktan maksat mirasta düşen hissedir" şeklindeki görüşüne göre
kadınlar da mirasta erkekler gibi hisse kazanır, elde ederler.
3- Allah Teâlâ'dan
istemek, dilemek vaciptir. Din ve dünya işlerinde Allah'tan, O'nun fazl u
kereminden talepte bulunmak şer'î yönden vaciptir, lüzumludur. Çünkü ayet-i
kerimede "Allah'tan, O'nun fazlından isteyin" buyuru-lurken yukarıda
geçen hadiste de 'Allah'tan fazl u keremini dileyin" diye beyan
edilmiştir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Allah Teâlâ ancak vermek için kendisinden
istenmesini emretmiştir.
[137]
33- (Erkek ve
kadınlardan) her biri için baba ve ananın, akrabaların terk ettikleri mirastan
da varisler yaptık. (Akit ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere de
hisselerini verin. Allah, her şeye hakkıyle şahittir.
"Her biri için
mevâli (varisler) yaptık" cümlesinin takdiri "her bir kimse için
varisler yaptık" şeklindedir. Bir rivayete göre ise takdir şöyledir:
"Ana-baba ve akrabaların terekelerinden her bir şey için mevâli yani ona
mirasçılar yaptık".[138]
"Mevâli"
asabe derecesindeki akraba veya mirasa hakkı olan varisler demek olup
"mevlâ" kelimesinin cemisidir ki ölenin bıraktığı
"tereke"yi elde etme hakkı olan kimse manasınadır.
'Yeminlerinizin
bağladığı kimselere" yani cahiliye döneminde yardımlaşma ve birbirine
mirasçı olma hususunda kendileriyle ahit (antlaşma) yaptığınız müttefiklere de
"hisselerini verin." mirastaki payları olan südüs (altıda bir)
miktarı şimdi veriniz. Bir rivayete göre bundan murad geriye kalan eştir, yani
karı veya kocadır. Birinci manaya göre olduğu takdirde bu ayet "Akrabalar
(rahim bağıyla birbirine yakın olanlar) Allah'ın Kitabı(nm hükmü)nce birbirine
daha yakındırlar" (Enfâl, 8/75) ayeti ile neshedilmiştir.
[139]
"Yeminlerinizin
bağladığı kimseler" ayetiyle ilgili olarak İmam Ebu Dâ-vud Sünen'inde
Dâvud b. el-Husayn'dan tahric etmiştir: Davud der ki: Ben er-Rabî'in kızı Ümmü
Sa'd'e Kur'an-ı Kerim okuyordum. Ümmü Sa'd, Hz. Ebu Bekir'in himayesinde
büyümüştü. Bu ayete gelince (akadet) kelimesini (âkadet) diye â'yı uzatarak,
"ahit yaptı" manasına gelecek şekilde okudum. Ümmü Sa'd hemen
müdahele etti ve dedi ki: Hayır, o kelime (akadet) şeklindedir. Ayet, Hz. Ebu
Bekir ve oğlu hakkında indi. Oğlu İslâm'ı kabul etmeyince Ebu Bekir de onu
mirasından mahrum edeceğine yemin etmişti. Sonradan oğlu müslüman olunca, Hz.
Ebu Bekir'e oğlunun da payını vermesi emredildi.
"Her biri için
baba, ana ve akrabaların terk ettikleri mirastan varisler (me-vâli)
yaptık." Saîd b. el-Müseyyeb diyor ki: Bu ayet-i kerime, kendi oğulları olmayan
adamları evlat edinip onları mirasçı kılan kimseler hakkında inmiştir. Allah
Teâlâ onlar hakkında vasiyette bir pay kılınması hükmünü indirmiş, mirası ise
zevil-erham ve asabe derecesindeki varislere vermiştir. Kendilerini evlat
edinenlerin mirasını talep edenlerin iddiasını ise reddetmiş, ancak onlar için
de vasiyet kısmından bir pay vermiştir.
[140]
Bu ayet mal ile
ilgilidir. Yukarıda ise malın batıl yolla yenilmesini, mal hususunda hasetçilik
yapmayı ve temennide bulunmayı yasaklamıştır. Daha önce geçen ayet servet elde
etme hakkında genel kaidenin kazanç prensibi olduğunu belirtirken bu ayet de
mirası, servete sahip olmak için başka bir meşru yol olduğunu ortaya koyuyor.
[141]
Erkek ve kadınlardan
her biri için mevâlî yani mirasçı ve asabe akrabalar yaptık. Bu kimseler,
ana-baba ve akrabaların kendilerine bıraktığı mirası alırlar.
İslâm gelmeden önce
"Sen bana varis olursun, ben de sana varis olurum" diyerek
kendileriyle kuvvetli yeminler edip ittifak kurduğunuz kimselere de mirastan
hisselerini veriniz. Siz onlara bu konuda ağır yeminlerle ahit ve vaatlerde bulunmuştunuz.
Şüphesiz Allah bu akitler hususunda aranızda hakkıyle şahittir. Bu hüküm
İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Daha sonra Allah Teâlâ bu hükmü Enfal
süresindeki 'Yakın akrabalar birbirlerine (diğer insanlardan) daha
yakındırlar" ayetiyle neshetti.
Aynı şekilde hicretten
sonra Medine'de Ensar ile Muhacirler arasındaki kardeşlik sebebiyle de
birbirine mirasçı olma cereyan ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.)'in aralarında
tesis ettiği kardeşlik dolayısiyle bir Ensari'ye yakın akraba değil, bir
muhacir mirasçı oluyordu. İşte o hüküm de "Her biri için mirasçılar
(mevâlî) yaptık." ayetiyle neshedildi.
Yani ittifak, velâ ve
kardeşlik sebebiyle birbirine mirasçı olma hükmü nes-hedilmiştir. Ve biliniz ki
Allah Teâlâ geçmişte de şu anda yaptıklarınıza vakıf ve muttalidir, o yüzden
kıyamette yaptıklarınızın karşılığını size verecektir. Allah onlarla
yaptığınız akit ve ahitlerinize şahittir ve O, vefakârlığı sever.
Ayetin "Herbiri
için baba ve ananın, akrabaların terk ettikleri mirastan da varisler
yaptık" kısmı hakkında müfessirlerin görüşleri dört farklı şekilde ifade
edilmiştir:
1- Kendisine
mirasçı olunan her bir insan için bıraktığı maldan alacak bir varis yaptık.
Kelâm böylece tamamlanmıştır. "Baba-ana ve akrabalar" grubu ise
mukadder bir sualin cevabıdır. Sanki "Varis kimdir?" denilmiş de,
"Baba-ana ve akrabalardır" diye cevap verilmiştir.
2-
"Baba-ana ve akrabaların geriye bıraktığı kimselerden varis olan her bir
insan için mevruslar (kendisine mirasçı olunanlar) yaptık." "mimmâ
tereke = bıraktıklarından" lafzmdaki cer ile mecrur ise mahzuf bir
kelimeye mütealliktir, o mahzuf da muzafun ileyhin sıfatıdır, "mâ"
harfi "men(=ki onlar)" manasınadır. Şu halde kelâm tek bir cümle
olmaktadır.
3-
Kendilerini varisler kıldığımız her bir kavim için ana-babalarının ve akrabalarının
geriye bıraktıklarından bir hisse vardır.
4- Ana-baba
ve akrabaların geriye bıraktığı mallardan her bir mal için onu eline alıp
sahibi olacak varisler kıldık.
Müfessirlerifl
"yeminlerinizin bağladığı kimseler" cümlesi üzerindeki görüşleri:
Tercih edilen görüşe
göre bu kısım daha önceki cümleden ayrıdır. Müfes-sirlerin tevilleri şu
şekildedir:
1- Bunlardan
murad; muvâlât (dostluk ittifakı) yoluyla mirasçı olan kimselerdir. İlk
devirlerde onların da mirastan paylan vardı, sonradan bu hüküm neshedilmiştir.
İbni Cerîr ve başka zevat Katâde'nin şöyle söylediğini rivayet ederler:
Cahiliye devrinde bir adam başka bir adama muahât yaparak derdi ki: "Kanım
senin de kanındır, yakınım senin de yakınındır[142],
öcüm senin de öcündür, savaşım senin de savaşındır, barışım senin de
barışındır, sen bana mirasçı olursun, ben de sana mirasçı olurum, benim
sebebimle senden talep olunur, senin sebebinle benden talep olunur, benim
namıma sen diyet ödersin, senin namına da ben diyet öderim." Böylece
halif, müttefik olan kimsenin diğer halifin mirasında da altıda birlik bir
hissesi olurdu. İşte bu çeşit muahedeler 'Yakın akrabaların bazısı diğer
bazısına öbür insanlardan daha yakındır." (Enfâl, 8/75) ayet-i kelimesiyle
neshedildi.
2- Bunlardan
murad olunan kimseler; evlatlık edinme yoluyla nesebe katılmış kişilerdir.
Evlatlıklara da bu sebeple miras verilirdi. Enfal süresindeki ayet ile bu hüküm
de neshedilmiştir.
3- Ayette,
muâhât yoluyla kardeş olan kimseler murad olunmuştur. Ce-nab-ı Peygamber (s.a.)
ashabından iki adam arasında kardeşlik bağı kurar, bu kardeşlik birbirlerine
mirasçı olmaya sebep olurdu. Bu hüküm Enfal ayeti ile nesholunmuştur.
4- Ebu
Müslim el-Horasanî'ye göre murad olunanlar; eşler yani karı veya kocadır.
Nikâh'a akit ismi de verilmiştir.
5- el-Cübâî'ye
göre murad; hulafâ yani "müttefikler" dir. "Yeminleriniz bağladığı" ifadesi "baba-ananm ve akrabaların"
ifadesine matuftur. Yani baba-ananın ve akrabaların, yeminlerinizin kendilerini
bağladığı kimselerin geriye bıraktığı her şey için varisler vardır; o varislere
hisselerini veriniz, halif (müttefik) olana mal vermeyiniz.
6- Bu
kimselerden murad; halifler (müttefikler)'dir. Kendilerine yardım edilir,
nasihat ve güzel muamele, vasiyet gibi konularda haklar gözetilir. Yani onların
mirasta değil, ölenin vasiyet ettiği miktarda haklan vardır. Bu görüş İbni
Abbas'tan rivayet edilmiştir.
[143]
Ayet-i kerimede her
bir insanın mirasçıları, geriye kalan mal ve işlerinin mütevellisi olacak
kimselerin bulunacağı açıklanmaktadır. O halde herkes Allah Teâlâ tarafından
kendisine taksim ve takdir edilmiş olan miras miktarından yararlansın ve
başkasının malını almayı temenni etmesin.
Aynı zamanda akit ve
ahde, antlaşmaya vefa göstermenin vacip olduğu da açıkça belirtiliyor. Cahiliye
devrinde birbirine mirasçı olma hususunda ittifak etmiş kişilerin bunun
gereklerine, yükümlülüklerine riayet etmeleri lâzım gelir. Halîf (müttefik)
olan kişiye mirastan altıda bir oranındaki payı verilmelidir. Ne var ki bu
hüküm neshedilmiştir. Selef ulemasının çoğunluğuna göre "yeminlerinizin
bağladığı kimseler" ayetini, "yakın akrabalar (ulü'l-erham)'ın bazısı
bazısına (diğer insanlardan) daha yakındır" (Enfâl, 8/75) ayeti
neshetmiştir.
Bu noktada Saîd b.
el-Müseyyeb'den gelen başka bir görüş daha vardır: Allah Teâlâ cahiliye
zamanında evlatlık edinip İslâm geldikten sonra da bir süre onları mirasçı
yapmış olan kimselere, vasiyet ettikleri bölümde evlatlıklara bir pay
ayırmalarını, ama mirası zevi'l-erham ve asabe olan yakın akrabalara vermelerini
emretmektedir.
Taberî ve Buharî, İbni
Abbas'tan şöyle bir görüş zikrederler: "Yeminlerinizi bağladığı
kimseler.." ayeti muhkem olup mensuh değildir. Allah Teâlâ müminlere,
hulefaya (müttefiklere) yardım, nasihat, vasiyet ve benzeri gerekli hisselerini
vermelerini emretmiştir. Miraslarıyla ilgili hüküm ise artık geçmiştir.
Netice olarak tereke
(miras kalan mal), varisler arasında Allah Teâlâ'nm Nisa suresinin 11, 12 ve
176. ayet-i kerimelerinde beyan buyurduğu şekle göre bölüştürülür. Mirasta hak
sahibi olanlar ise farz hisse sahipleri ve asabelerdir. Yani ölenin usul
(ana-baba), fürû (çocuklar), diğer yakın hısımları ve eşlerdir. Başkalarıyla
ilgili miras hükümleri artık kalkmıştır. Ancak onlara da bir miktar mal
vasiyet etmeye de hiçbir engel yoktur. İster cahiliye devrinde kendileriyle
ittifak yapılmış (hulefa) olsunlar, ister hicretten sonra İslâm kardeşliği
yoluyla kardeş olmuş olsunlar, isterse evlatlık olsunlar durum aynıdır.
Hanefîler,
"yeminlerinin bağladığı kimseler" ayetini müvâlât (dostluk ittifakı)
mevlâsı olan kişinin mirasçı kılınacağı hakkında hüccet sayarlar. Ayet, ittifak
antlaşması esnasında kararlaştırılan sabit hissesine delâlet etmektedir. Enfal
süresindeki "Yakın akrabalar (zavil-erham) bazısı bazısına (diğer insanlardan)
daha yakındır" ayeti, zevil-erham ve asabeden kimse bulunmadığı takdirde
ise mirasın, kişinin ittifak yaptığı ve mirasçı tayin ettiği halife ait
olduğunu göstermektedir. Bir delil de Temim ed-Dârî'den gelen şu rivayettir:
"Ey Allah'ın Rasulü, Müslümanlardan bir adamın eliyle müslüman olan kişi hakkında
sünnet (usûl) nedir?" dedim. Peygamberimiz (s.a.) de cevaben: "O,
öbürünün hayat ve ölümüne (yani mirasına) en yakın ve uygun kimsedir" buyurdu.
Cumhura göre ise
muvâlât mevlâsınm mirası Müslümanlara aittir. Muvâ-lât; mevlâsı bir kimsenin
eliyle müslüman olup onunla velâ, (dostluk ve yardımlaşma ittifakı, kurup akit
yapan, öldüğünde müttefiğinden başka mirasçısı bulunmayan kişidir. Çünkü halîf
(müttefik) durumundaki kişinin mirasçı olacağına ayetin delâlet edebilmesi üç
şeye bağlıdır: Ayette geçen "yeminlerinizin bağladığı kimseler"
cümlesinden muradın halîfler olması, hisseden maksadın mirastaki hisse olması
ve ayetin mensuh değil muhkem olması. Halbuki bütün bu hususlarda müfessirler
arasında görüş ayrılığı vardır. Temim ed-Dârî hadisi de miras hakkında bir nas
değildir, çünkü hadisin "Hayatında ve ölümünde onu koruyup yardım etmeye
en yakın kişi odur" manasına gelmesi ihtimali de mevcuttur. Ayrıca Müslim
ve Nesâî'nin Cübeyr b. Mut'im'den rivayet ettikleri hadisle de çelişmektedir.
Bu hadiste Rasul-i Ekrem (s.a.) buyuruyor ki: "İs-lâm'da hilf (birbirine
mirasçı olma antlaşması) yoktur. Cahiliye devrinde yapılmış hilfin İslâm ancak
kuvvetini artırır." Şayet iki ayet birbirine muarız olur, ayetinde bir kaç
vecih ve manaya gelme ihtimali bulunursa evlâ olan İbni Ab-bas, Mücahid, Katade
ve diğer selef alimlerinin görüşlerine dönmektir ki o da bu ayetin Enfâl
süresindeki ayet ile neshedildiğidir.
[144]
34- Allah'ın
insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından
harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyu-cusudur. Onun
için saliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık
gizliyi koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt
verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün.
Eğer itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü
Allah yücedir, büyüktür.
35- Eğer koca ile
karının aralarının açılmasından korkarsanız erkeğin ailesinden bir hakem
kadının ailesinden bir hakem gönderin. Barıştırmak isterlerse Allah onları.
uyuşmaya muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah Alimdir, Habîrdir."
"Onları
yataklar(ın)da yalnız bırakın" cümlesinin bazılarına göre manası şudur:
Sizinle birlikte yatıp beraber olmaya yanaşmadıkları için böyle yapın. Nitekim
"Allah uğrunda onu terk ettim" derken de Allah Teâlâ için onu terk ettim,
başka bir sebepten dolayı değil, manası kastedilmektedir.
Zemahşerî der ki:
"Yataklarda" kelimesi, uyuduğu yerde, odada onları yalnız bırakın,
onlarla aynı yorgan altına girmeyin demektir; yahut cima (cinsî ilişki) yerine
kinayedir. Bazı alimlere göre bunun manası, kocanın karısına yatakta sırtını
dönmesi, diğer bazılarına göre ise gece kaldıkları evde kocanın gecelememesi
demektir.
[145]
"Erkekler
hakimdirler." cümlesindeki yüklem mübalağa sigasındadır. Devamlılık,
sürekli şekilde olup gitme ifade etsin diye isim cümlesi şeklinde gelmiştir.
"Erkeğin ehlinden
(ailesinden) bir hakem" ve "kadının ehlinden bir hakem"
lafızlarında itnâb sanatları bulunmaktadır.
[146]
"Erkekler
kadınlar üzerinde hakimdirler" yani kadınların geçim ve ihtiyaçlarını
sağlarlar, onları koruyup idare ederler, te'dip edip uygun olmayan şeylerden
alıkorlar. "Kıvâme" kelimesi, erkeklerin ailenin reisi olduğu,
ailenin ve evin işlerini yürütecekleri manasınadır. Batıl ve haksız şekilde
kadınlara musallat olmaları, kelimenin gerektirdiği manadan değildir.
"O sebeple ki
Allah onlardan bazısını bazısından üstün kılmıştır." Yani erkekleri ilim,
akıl, velayet (idarecilik) ve başka bakımlardan kadınlara üstün kılmıştır.
"Gizliyi"
yani göze görünmeyeni "koruyan kadınlar..." Gizli ve başkalarınca
vakıf olunmayan kan kocalık sırlarını koruyan, ırz ve namuslarını muhafaza
eden, kadınla başbaşa kalmadığında söylenen sözleri başkalarına aktarmayan iyi
kadınlar.
"Serkeşliklerinden,
şerlerinden korktuğunuz kadınlara gelince..." Kocalarına isyan edip
üstünlük taslamaya kalkışmasından yıldığmız, bir işaret ve delil gördüğünüz
için böyle zannettiğiniz kadınlara "öğüt verin. Onları yataklar(ın)da
yalnız bırakın." Eğer nüşûz (serkeşlik) gösterirlerse başka bir yatakta
yatın.
"...Onları dövün."
Yataklarını ayırdığınızda da uslanmazlarsa onları hafif şekilde dövün.
"Onlar aleyhine
bir yol aramayın." Haksız yere ve zulmederek onları dövmek için bir yol
ve bahane aramayınız.
"Çünkü Allah çok
yüce ve çok büyüktür." Kadınlara zulmettiğiniz takdirde O'nun sizi
cezalandırmasından korkunuz.
"Eğer aralarının
açılmasından (şikâk'tan) korkarsanız..." Şayet karı ile koca arasında
çekişme, kavga, anlaşmazlık olduğunu bilirseniz... Burada çekişme ve
anlaşmazlık manasına "şikâk" kelimesi, karı ile kocadan her birinin
ayrı yana çekmesini ifade için kullanılmıştır."Erkeğin ehlinden bir hakem,
kadının ehlinden bir hakem gönderin." Onların rızasıyla erkeğin ve kadının
akrabalarından adaletli, güvenilir bir adamı hakem olarak yollayın. Koca kendi
hakemine talâk ve ondan dolayı gerekecek bedeli kabul etmek hususunda, kadın
da kendi hakemine ayrılık hususunda vekâlet verir.
"Bunlar
barıştırmak isterlerse..." Hakemler karı ile kocanın arasındaki dargınlığı
giderip Allah'a itaat dairesinde onları barıştırmak isterlerse Allah karı ile
kocayı buna muvaffak eder. "Şüphesiz ki Allah hakkıyle bilicidir,
haberdardır." Her şeyi tafsilatıyla bilir ve her şeyin dışından, içinden,
künhünden haberi vardır.
[147]
"Erkekler kavvâm
(hakim)dırlar." İbni Ebi Hatim'in tahric ettiğine göre Hasan-ı Basri şöyle
demiştir: Bir kadın Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine geldi, kocasının
kendisini tokatladığını bildirerek Resulullah'tan yardım istedi. Resulullah
(s.a.): "Ona da aynı ceza uygulansın" buyurdu. Bunun üzerine "Erkekler
kadınlar üzerinde kavvâm (hakim)dırlar" ayeti indi ve kadın, kocasına ceza
verilmeksizin döndü gitti.
Mukâtil diyor ki: Bu
ayet Sa'd b. er-Rabi hakkında indi. Sa'd, Ensarın na-kib(reis)lerindendi.
Karısı Habîbe binti Zeyd de Ensardandı. Bir gün karısı kendisine kafa tutunca
Sa'd onu tokatladı. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Kocasından kısas (aynısıyla
cezalandırma) hakkını alsın" buyurdu. Kadın babası ile birlikte bunun için
dönüp giderlerken Resulullah (s.a.) onlara şöyle seslendi: "Dönünüz. İşte
Cebrail (a.s.) bana geldi ve Allah Teâlâ onunla şu ayeti indirdi." Hz.
Peygamber ayeti okuduktan sonra şöyle buyurdu: Biz bir iş istedik, Allah Teâlâ
bir iş diledi. Onun dilediği daha hayırlıdır. Bu şekil kısas kaldırılmıştır.
[148]
Allah Teâlâ geçen
ayetle herkesin mirastaki hissesinin beyan ettikten sonra burada da erkeklerin
kadınlara üstün kılınma sebebini zikretmekte, erkeklere ve kadınlara Allah'ın
bazısını bazısına üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmelerini
yasaklamaktadır.
[149]
Erkek, kadının reisi,
büyüğüdür, onun üzerinde hakimdir. Eğrilip yanlış yapınca onu tedip eder.
Himayesini ve onun menfaatini gözeterek ihtiyaç ve geçimini sağlar. Cihad
kadına değil erkeğe düşen bir görevdir. Kadının masraflarını ve geçimini
sağlama mecburiyetinde olmasından ötürü mirasta erkeğin hissesi kadınınkinden
bir kat fazladır.
Kıvâme (hâkim olma)
sebepleri iki tanedir:
1-
Yaratılıştan gelen fiziki özelliklerin bulunması: Erkeğin yaradılışı ve idraki
daha güçlü, aklı daha kuvvetli, duygu yönü daha dengeli, bünyesi daha sağlam
olduğu için akıl, görüş, azim ve kuvvet bakımından kadına üstün kılınmıştır. O
yüzden Allah Teâlâ peygamberlik, rasul olma, imamet-i kübrâ (devlet başkanlığı),
hakimlik ve ezan, ikamet, hutbe, cuma, cihad gibi dinin temel prensiplerini
ifa etme özelliklerini erkeklere vermiştir. Talak hakkının elinde olması, dörde
kadar eş almasının mubah olması, cinayet ve had cezalarında şahitlik yapması,
mirastaki hissesinin fazlalığı, gibi hususiyetler de erkeğe aittir.
2- Karısına
ve yakın kadın akrabaya bakması, onların masraflarını karşılaması erkeğe
vaciptir. Kadına verilen değer ve şerefin sembolü, alâmeti olmak üzere mehir
ödemek de erkeğe lâzım gelmektedir.
Bunlar dışında
erkekler ile kadınlar hakları ve sorumlulukları açısından eşittirler. Bu nokta
da İslâm'ın güzelliklerinden, iyi taraflarındandır. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Erkeklerin maruf (meşru) şekilde kadınları üzerindeki (hakları) vardır.
(Ancak) erkekler kadınlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye sahiptirler."
(Bakara, 2/228). Bu üstünlük evi idare etmek, ailenin işlerini kontrol edip
yürütmek, çekip çevirmek bakımındandır. Bunların hepsi birer borç ve görevdir
ki erkeğin sorumluluk almak, hayatın yük ve sıkıntılarını onaylamak gibi
kudretiyle münasip surette bulunmaktadır. Kadın ise bağımsız bir malî sorumluluğa
sahiptir ve tam bir hürriyet içinde mallarında tasarrufta bulunabilir.
Sonra Allah Teâlâ,
evlilik hayatında kadının iki durumunu beyan etmektedir: Kadın ya itaatkâr
(kânitât), ya da isyankâr, serkeş (nâşizât) durumda bulunur.
1- İyi Kadınlar (Sâlihât):
Bunlar Rablerinin
emirlerine uyarlar, kocalarına itaat ederler. Kocalarının yokluğunda
kendilerini, namuslarını, mallarını, çocuklarını, aile sırlarını korurlar,
kocalarının hakkına riayet ederler.
"Allah kendi
(hak)larını koruması dolayısiyle..." cümlesi, korunmasını Allah'ın
emretmesi sebebiyle manasınadır. Allah Teâlâ, kocalar karşısında kadınların
mehir, nafaka, güzel bir şekilde geçim sağlama gibi haklarını koruması
karşılığında onlara kocalarına itaat etmelerini, haklarını korumalarını emretmişler.
Yani bu emir ve görev o hakları mukabilindedir. Cenab-ı Hak, kadınlara bu
itaatleri ve kocanın yokluğunda haklarını korumaları üzerine büyük sevaplar
vaad etmiş, ama ihmal ve kusurlu davranmaları durumunda pek ağır cezalara
çarptıracağını bildirmiştir. Beyhakî, İbni Cerîr ve başka hadis imamları Ebu
Hureyre (r.a.)'den tahric ediyorlar: Resulullah (a.s.) şöyle buyurdu: "Kadınların
en hayırlısı öyle bir kadındır ki ona baktığında gönlüne sevinç dolar,
emrettiğin zaman sana itaat eder, ondan uzakta iken senin malın ve kendisi
üzerindeki hakkını koruyup gözetir." Sonra Resulullah (s.a.)
"Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler" ayetini "...göze
görünmeyeni koruyanlardır" cümlesine kadar okudu. İmam Ahmed, Buharî ve
Müslim tarafından Ebu Hureyre'den nakledilen sahih hadiste de: "Deveye
binmiş olan kadınların en hayırlıları Ku-reyş kadınlarıdır. Çocuğa küçükken en
çok şefkat gösteren, kocanın elindekileri en iyi koruyup gözeten onlardır."
buyurulmuştur.
2- İsyankâr, Serkeş Kadınlar (Nâşizât):
Bunlar evlilik
esaslarına, haklarına ve sorumluluklarına karşı çıktığını sandığınız veya
bildiğiniz kadınlardır ki koca onlara karşı şu yolu izler:
1-
Gönüllerine tesir edecekse öğüt ve irşadda bulunmak: Koca, karısına
"Allah'tan kork, senin üzerinde benim hakkım vardır. Şu halinden vazgeç,
bana itaat etmen farzdır" gibi sözler söyler. Allah'tan korkutarak,
Allah'ın cezası ile tehdit ederek, sonunun kötü olacağı, mesut bir evlilik
hayatında mahrum kalacağı şeklinde ona nasihat eder. Böyle bir korkutma ve öğüt
verme, belki onun nüşûz (isyan) ve serkeşliğini terk ettirir.
2- Yalnız
bırakmak, yatağından uzak durmak: Bu, cinsel ilişkiyi terk etmekten kinayedir
veya onunla aynı yatakta yatmamak demektir. Üç günden daha fazla konuşmamak ise
helâl değildir. Böyle davranmak, kadının yalnızlık hissetmesini, durumunu
gözden geçirip yaptıkları üzerinde iyice düşünmesini en etkili şekilde
sağlayacaktır. İbni Abbas diyor ki: Kadın yatakta kocasına itaat ediyorsa
kocanın onu dövme hakkı yoktur.
3- Fazla
acıtmayacak derecede dövmek. Bu, acıtacak şekilde olmamalıdır. Meselâ omuzuna
el ile veya misvak yahut hafif bir çubukla hafif şekilde üç kere vurulabilir.
Çünkü maksat İslah etmek olup başka bir gaye yoktur. Cessâs'm Cabir b. Abdillah
yoluyla tahricine göre Hz. Peygamber (s.a.) Arafat'ta vadide hutbe irad edip
şöyle buyurdu: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Şüphesiz ki onları
Allah'ın emanetiyle aldınız ve Allah'ın kelimesi (nikâh akdi) ile ferclerinden
helâl olarak yararlandınız. Sizin onlar üzerindeki hakkınız yatağınızı
yabancılardan korumalarıdır. Hoşlanmadığınız kimselerin evinize girmelerine
izin verirlerse onları hafif şekilde dövünüz. Onların sizin üzerinizdeki hakları
da yemelerinde ve giyimlerinde onlara iyi bakmanızdır." İbni Cerir
et-Taberî de bunun benzeri bir hadisi rivayet etmiştir.
İbni Cüreyc de Atâ'nm
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Fazla şiddetli olmayan dövme misvak ve
benzeri şeyle olur. Aynısı İbni Abbas'tan da nakledilmektedir. Katade, bunun
iz bırakmayacak hafif bir dövme şeklinde olduğunu söylemektedir.
[150]
Dövme helake götürecek
şekilde olursa kocasının tazminat ödemesi lâzım gelir. Kur'an öğretirken,
eğitim sırasında meşru olmayacak şekilde çocuğu döven hocanın tazminat
ödemesinin vacip olması gibi.
Kocanın peşpeşe aynı
yere vurmaması, yüze vurmaktan da sakınması gerekir. Çünkü yüz, güzelliklerin
toplandığı bir yerdir. Vururken bir şey kullanmamalı, hafif bir şekilde
vurmaya dikkat etmelidir. Zira gaye o fiilden vazgeçirmek ve te'diptir, yoksa
bazı cahillerin yaptığı gibi acıtmak, eza ve işkence etmek değildir.
Hafif şekilde dövmek
mubah olduğu halde alimler terk edilmesinin daha faziletli olduğunda ittifak
etmişlerdir. İbni Sa'd ve Beyhakî'nin Hz. Ebubekir es-Sıddîk (r.a.)'in kızı
Ümmü Kulsûm'den, şöyle dediğini tahric etmişlerdir: Erkekler kadınları
dövmekten nehyedilmişlerdi. Sonra Resulullah (s.a.)'a kadınları (cüretlerini
artırdıkları) şikayet edince o da dövme hususunda erkekleri serbest bıraktı ve
şöyle buyurdu: "Hayırlılarınız dövmeyecektir." Hz. Ömer (r.a.) de bu
konuda: "Onları hayırlılarınız olarak bulmayacaksınız." buyurmuştur.
Muamelede iyiliği emreden: "Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle
salmak..." (Bakara, 2/220) ayetinin de gösterdiği şekilde hadis ve eser
(sahabi sözü), dövmeyi terk etmenin daha iyi ve evlâ olduğuna delâlet
etmektedir. Başka bir hadis de bu hususu teyit etmektedir. "Biriniz
karısını köle döver gibi dövüyor, sonra da günün sonunda onunla aynı döşekte mi
yatıyor!.."
Şayet size itaat
ederlerse artık onlar aleyhine onları dövmek için, zarar vermek için bir yol,
bahane aramayın. Yahut işkence ve eziyet verecek bir yol kullanarak onlara
zulümde bulunmayın.
Şüphesiz ki Allah
Teâlâ, evvelden de, halen de çok yüce ve çok büyüktür. Kahhâr ve Kadîr
sıfatlarına maliktir. Kadınlara karşı da adildir, onların haklarını da tam
olarak alır. Siz erkekler kuvvetiniz, makam ve mevkiniz, dereceniz sebebiyle
gurura kapılmayınız. Bu, kadınlara zulmetmeleri durumunda kocalara yönelik bir
tehdittir. Denilmiştir ki: Bundan maksat kocaları, kadınların tevbele-rini
kabul etmeye teşviktir. Yüce ve büyük Allah Teâlâ asi kulların tevbesini kabul
ettiğine göre sizlerin kadının tevbesini kabul etmeniz daha uygun ve lâzımdır.
Yukarıdaki cezalar
sırasına göre mi meşru kılınmıştır?
Bazı alimlere göre, bu
cezalar toplam olarak meşru kılınmıştır, aralarında bir sıra ve tertip
gözetilmemiştir. Çünkü "vâv" harfi tertibi (sıralamayı) gerektirmez.
Diğer bir kısım alime
göre ise lafzın zahiri her ne kadar mutlak olarak toplamını gösterse de ayetin
özü tertibe delâlet etmektedir. Zira "vâv" harfi, kuvvet yönünden
farklı olan ve zayıftan kuvvetliye doğru giden öğüt, yatakta terk etme ve dövme
şeklinde sıralanmış cezaların başına gelmiştir. Açıkça te-derrüç (basamak
basamak çıkma) yolunu iltizam eden bir üslûp kullanılmıştır. Bu görüş Hz. Ali
(r.a.)'ye rivayet olunmuştur.
4- Hakem
tayin etmek: Allah Teâlâ bu safhada hakemlere karı ile kocaya ve akrabalarına
hitap ederek buyuruyor ki: Karı-koca arasında ihtilâf, çekişme ve düşmanlık
bulunduğunu öğrendiğinizde iki hakem gönderin. Birisi erkeğin ailesinden, öteki
kadının ailesinden olsun. Görevleri karı-koca arasında durumu gerçek yönüyle
anlayıp ihtilâf sebebini öğrendikten sonra onları barıştırmak, aralarını
bulmaktır. Hakemler sıdk ile barışmayı isterler, halisane bir niyetle
çalışırlar ve Allah rızası için nasihatte bulunurlarsa, Allah onları bu mühim
işte muvaffak kılar, hayıra eriştirir, uyuşmalarını ve anlaşmalarını sağlar.
Karı-kocanm eski sevgi, şefkat ve ülfetlerine yeniden dönmeleri mümkün olur,
aracılıklarına bereket ihsan eder. "Barıştırmak isterlerse"
cümlesinde kastedilenler hakemler, "aralarında onları (uyuşmaya) muvaffak
eder" cümlesinde kastedilenler karı ile kocadır.
Hiç şüphe yok ki Allah
Teâlâ önceden de, halen de hakkıyle bilici, her şeyden haberdardır; ihtilâfa
düşenlerin arasının nasıl bulunacağını, ayrılanların nasıl bir araya
getirileceğini çok iyi bilir. Nitekim diğer bir ayette de: "Sen yeryüzünde
olan (her) şeyi tamamen harcamış olsan yine onların gönüllerini (böyle) birleştiremezdin.
Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı." (Enfâl, 8/63)
buyurmaktadır.
"Hakem
gönderiniz" ayetindeki emir, bunun vacip mi, mendup mu, yoksa müstehap mı
olduğunu ifade etmektedir. İmam Şafiî'ye göre emir vücup içindir. Çünkü bu da zulümleri
kaldırmak kabilindendir. Zulmü önlemek ise geneldir ve hakim üzerine düşen
kuvvetli farzlardandır. Emrin zahiri de öyledir.
Hakemlerin karı ile
kocaların akrabaları arasından olması ise müstehap-tır. Yabancılardan olmaları
da caizdir. Çünkü hakemlerin görevleri karı-koca arasındaki gerçek durumu
öğrenip barıştırma ve hangisinin haksız olduğuna şahitlik etme işlerini
yürütmektir; bu akraba olan kişiyle gerçekleştiği gibi yabancı bir şahıs
vasıtasıyla da gerçekleşir. Lâkin evlâ olan her iki hakemin de kan-kocanın
akrabalarından olmalarıdır. Böylelikle evlilik hayatının sırları muhafaza
edilmiş, isimlerinin lekelenmesi önlenmiş olur. Çünkü akrabalar ka-rı-kocanın
halini yabancılardan daha iyi bilirler, ıslâh ve barıştırmak için daha titiz
davranırlar, eşlerden birine meyletmekten daha uzaktırlar ve insan gönlü onlara
daha çok emniyet duyar.
Hakemler, İmam Malik
ve Şabî'ye göre -ki bu aynı zamanda Hz. Ali ve İb-ni Abbas'ın da görüşüdür-
eşleri birleştirir veya ayırabilirler. Karı-ocanın izni bulunmaksızın aldıkları
ayırma kararı iki tarafı da bağlayıcıdır. Boşama veya kadının malından bir
miktar fidye ödemesi şekillerinden hangisi maslahata uygun ise onu yaparlar.
Bir bâin talak'tan fazla bir yetkileri de yoktur. Malikî-lerden İbnül-Arabi
"Erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem" ayeti
hakkında der ki: Bu, iki hakemin vekil değil, kadı (hakim) konumunda oldukları
hususunda Allah Teâlâ tarafından irad edilmiş bir nastır.
[151]
Şafiî ve Hanbelüere
göre, karı-kocanm rızası bulunmadan hakemler onların arasını tefrik edemezler,
ayrılma kararı veremezler. Onlara göre hakemler eşlerin vekilleri
konumundadırlar.
Hanefilere göre ise
hakemler uygun gördükleri kararı kadıya arz ederler, onların raporuna göre
ancak hakim, bir bain talak ile boşama kararı verir. Ka-rı-koca vekâlet
vermeden hakemler karar alamazlar. Şu halde Hanefîler ile Şafiî ve
Hanbelîlerin görüşleri aynı olmaktadır.
Ayette iki görüşten
birini tercih ettirecek bir taraf bulunmamaktadır. Aksine her iki görüş lehine
şehadet edecek yönler vardır. Hakemlerin bu ismi alması birinci görüş lehine
sayılabilir. Çünkü hakem, hakim demektir, hakim de hüküm verme imkânına sahip
olan kişidir. İkinci görüşe delâlet eden husus ise Allah Teâlâ'nın hakemlere
sadece ıslah ve barıştırma görevini vermesi, onun dışında başka bir şeyi onlara
havale etmemesidir. Meselede içtihat cereyan ettiğine göre kıyas, ikinci
görüşün tercih edilmesini gerektirir. Çünkü eşler, hakem tayininden önce
talaka veya fidye ödemeye mecbur değildirler. Hakem tayininden sonra da hakem
onları bir şeye mecbur kılamaz. Erkeğin talak vermesi de, kadının bir miktar
mal vererek fidye ödemesi de kendi rızalarına bağlıdır. Hakemler ihtilâfa
düşerlerse sözleri geçerli sayılmaz ve karı-kocanın ittifak ettikleri şeyden
başka bir şey de lâzım gelmez. Karı-kocanm bir kişinin hakemliğine baş vurması
da caizdir. O zaman onun vereceği hüküm, eşlerin daha önceden rıza
göstermelerinden dolayı geçerlidir.
[152]
1- Ailedeki
kıvâme yani reislik ve idare görevi erkeğindir. Mevki ve şeref itibariyle erkek
kadına üstün kılınmıştır.
2- Nafakayı
teminden acizlik, kıvâme hakkını erkekten düşürür. O takdirde kadının evlilik
akdini feshettirme hakkı doğar. Çünkü "Mallarından infakta (harcamada)
bulunmaktadırlar" ayetinde belirtilen, evliliğin kendisinden dolayı meşru
kılındığı maksat artık ortadan kalkmıştır. Bu ayet-i kerimede nafakayı ve
giyim ihtiyacını teminde dara düşüldüğü takdirde nikâhı feshetme hakkının
sabit olduğuna açık bir delâlet bulunmaktadır. İmam Malik ve Şafiî'nin
mezhebinin görüşü böyledir.
İmam Ebu Hanife ise
der ki: "Eğer (borçlu) darlık içinde bulunmuyorsa ona geniş bir zamana
kadar mühlet (tanıyın)." (Bakara 2/280) ayet-i kerimesi gereği nikâh
feshedilmez.
3- Kocanın
karısını tedip ve dışarıya çıkmaktan menetme hakkı vardır. "Saliha
kadınlar, itaatli olanlardır, göze görünmeyeni (kocanın hukukunu) koruyanlardır.
" ayeti gereğince kadınların, Allah'a isyan olmayan hususlarda kocalarına
itaat etmeleri, mallarında, bulunmadıkları zamanlarda kocalarının hakkını
yerine getirmeleri lâzımdır. Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği
hadis şöyledir: "Bir kimsenin diğer bir kişiye secde etmesini emredecek olsaydım,
kadının kocasına secde etmesini emrederdim."
4- Kocanın,
karısı üzerine karısının malı hususunda hacr (engel) koyma hakkı vardır. Artık
kadın, onun izni olmadan malda tasarrufta bulunamaz. Çünkü Allah erkeği kadın
üzerine mübalağa sigası kullanarak kavvam (hakim) kılmıştır. Kavvam, bir işe
bakan, onu koruyup gözeten, demektir. Maliki-ler bu görüşü benimsemiştir.
5- Kocanın,
karısının nafakasını sağlaması vaciptir.
6- Eşler
arasında ihtilâfı düzeltmek için şu yolları kullanmak meşrudur: Öğüt vermek ve
irşad etmek, sonra kadınları yataklarında terk etmek yani eşinin yatağında
gecelememek, sonra aşırı olmayacak şekilde dövmek. Bunun derecesi ise kalıcı
bir eser, iz bırakmıyacak şekilde; meselâ omuza elle vurmak şeklinde olur. Daha
sonra da akrabalardan veya yabancılardan iki hakem gönderilerek onların
tespitine baş vurulur. Allah Teâlâ hakemlerin görevi sadedinde sadece ıslah
etmeyi, barıştırma hususunu zikretmiştir. Aralarını ayırmayı zikretmemesi,
ailelerin harap olması sonucuna götürecek ayrılığa değil de ıslah ve
barıştırmaya ağırlık verilmesine işarettir.
7- Zulümden
çekinmelidir. "Eğer size itaat ederlerse artık onlar aleyhine bir yol
aramayınız" ayeti de gösteriyor ki erkeğin kadına zulmetmesi haramdır.
Yani ey erkekler, söz ve fiil ile kadınlara zulmetmeyin, edeplerini takındıktan
sonra zulmetmeniz yasaktır.
Erkek mütevazi, alçak
gönüllü, yumuşak olmalıdır. "Şüphesiz ki Allah çok yücedir, çok
büyüktür" ayeti kocaları tevazu kanadını yerlere kadar indirmeye, yumuşak
tavırlı olmaya irşad etmektedir. Yani demektedir ki ey kocalar, her ne kadar
hanımlarımıza gücünüz yetiyor olsanız da Allah'ın kudretini hatırınızda tutun.
O'nun kudreti, her gücün üstündedir. O karısına zulmeden, haksız yere onu ezen
ve aşağılayan herkesi yakından takip etmektedir.
Şu da dikkat
çekmektedir ki Allah Teâlâ buradan ve şiddetli had cezalarından başka hiçbir
yerde dövmeyi açıkça emretmiş değildir. Kadının isyanını büyük günahlardan
saymış ve tedip yetkisini devlet başkanına yahut hâkimlere değil de kocalara
tanımıştır. Cenâb-ı Hak kocaları kadınlar üzerinde emir kabul ederek bu hakkı
hakimlere değil hem de şahitlere ve delillere gerek kalmaksızın kocalara
vermiştir.
[153]
36- Allah'a ibadet
edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere,
yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa,
sağ ellerinizin sahip olduğu kimselere (kölelerinize) iyilik ediniz. Şüphesiz
ki Allah kibirli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez.
37- Onlar hem (kendileri) cimrilik yaparlar, hem
insanlara cimriliği emrederler, hem de Allah'ın fazl u kereminden kendilerine
verdiğini gizlerler. Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap
hazırlamışızdır.
38- Yine onlar Allah'a
ve ahiret gününe inanmadıkları halde insanlara gösteriş için mallarını sarf
ederler. Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır!...
39- Allah'a ve ahiret
gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızık-lardan harcasalar, ne
zarar ederler? Allah onları çok iyi bilendir.
"Yakın
komşuya", "uzak komşuya" lafızlarında itnâb sanatı vardır.
"Kibirli ve devamlı böbürlenen" ifadesinde insanları küçük görmeye
götüren kibirin kötülendiğine işaret (tariz) olunmaktadır.
"Ana-babaya
iyilik" ibaresinde hazif vardır. Takdiri "Ana-babaya güzellikle
iyilik ediniz" şeklindedir.
[154]
"Allah'a ibadet
edin." İbadet; gizli ve açıktan, chgı ve ici itiba-riyle iklâs içinde
Allah'a boyun eğmek, O'na teslim olmak demektir.
Onlara hizmet etmek,
isteklerini yerine getirmek, ihtiyaç olduğunda gücü miktarınca onlar için
harcama yapmak, onlara karşı yumuşak sözlü ve müte-vazi olmak suretiyle
"ana-babaya iyilik" edin. "Akrabaya" yani kardeş, amca,
dayı ve onların çocukları gibi yakınlara "yetimlere ve yoksullara, yakın
komşuya" komşuluk ve neseb yoluyla yakın olanlara "uzak
komşuya" yani komşuluk veya neseb yoluyla uzak olanlara "yanınızdaki
arkadaşa" yolculukta, sanatta, meslekte yoldaş olan, kısa bir süre için de
olsa her çeşit arkadaş, "yolda kalmışa..." yolculukta imkânsız kalmış
yolcu veya misafire... "sağ ellerinizin sahip olduğu kimselere" yani
erkek köleler ve cariyeler, rakîk (başkasının mülkiyeti altında) olanlara
"iyilik ediniz."
"Şüphesiz ki
Allah devamlı böbürlenen" yani insanlara karşı büyüklük ve yücelik
taslayarak, iyi yanlarını sayıp dökmek suretiyle iftihar eden, övünen
"kimseyi sevmez."
"... insanlar ne
zarar ederler?" İman edip Allah yolunda harcasalar onlara ne gibi bir
zarar gelir ki? Burada soru, onların hâl ve davranışlarını inkâr (uygun
olmadığını beyan) içindir.
[155]
37. ayetin nüzul
sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatîm Saîd b. Cübeyr'den tahrîc etmiştir. Saîd
dedi ki: İsrailoğulları alimleri kendilerindeki ilmi cimrilik yaparak
yaymazlardı. Allah Teâlâ da "Onlar hem kendileri cimrilik yaparlar, hem
insanlara cimriliği emrederler" ayetini indirdi. İbni Alekâs'tan rivayet
edildiğine göre Yahudilerden bir kısım insanlar Resulullah (s.a.)'ın ashabına
gelirler, onları din uğrunda mallarını harcamaktan caydırma telkinleri yaparlar;
ilerde ne olacağını bilemezsiniz ki, diyerek onları fakirliğe düşmekten korkutmağa
çalışırlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Onlar hem kendileri cimrilik
ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..." ayetini inzal buyurdu.
Müfessirlerin çoğuna
göre ayet, Hz. Muhammed (s.a.) Efendimizin sıfat ve özelliklerini, yanlarındaki
kitaplarında yazılı olduğunu bildikleri halde gizleyen, insanlara bunları
açıklamayan Yahudiler hakkında indirilmiştir. el-Kelbî diyor ki: Ayette
kastedilenler Yahudilerdir. Kendilerine gelenlere Hz. Muhammed (a.s.)'in kendi
kitaplarında yazılı olan sıfat ve özelliklerini doğru bir şekilde haber
vermekte cimrilik gösterirlerdi.
Mücahid de
"Alîmâ"ya kadar olan bu son üç ayetin Yahudiler hakkında indiğini
söylemiştir.
İbni Abbas ve İbni
Zeyd diyorlar ki: Bu ayet, Yahudilerden bir cemaat hakkında indirilmiştir.
Bunlar Ensar'dan bazılarına gelirler, onlarla oturup kalkarlarken,
"Mallarınızı harcamayın, biz sizin fakir düşmenizden korkuyoruz"
diyerek güya nasihatta bulunurlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Onlar hem
kendileri cimrilik ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..." ayetini indirdi.
[156]
Surenin başından
itibaren olan ayetler, yetimleri sınamak, sefih olanlara hacr (tasarruf
kısıtlaması) koymak, kadınlara karşı iyilikle muamelenin nasıl olacağı gibi
aile bağlarının düzenlenmesine dairdir. Burada ise amme (kamu) hukuku
akrabalık, komşuluk, dostluk ve arkadaşlık bağının güçlendirilmesi
gerektiğinin hatırlatılması ve harcamanın insanlar görsün ve duysun diye
değil, halisane Allah rızası için yapılmasına irşad edilmesi münasip olmuştur.
Bu irşada da asıl temel olan Allah'a ibadet etmek emri ile başlanmıştır.
[157]
Allah Teâlâ yukarıda
eşleri güzel muamele ve geçinmeye, hakimleri ihtilâf ve çekinme sebeplerini izale
etmeye irşad ettikten sonra, insanları toptan bazı hayır ve iyilik
hasletlerine, ahlâk esaslarına teşvik etmekte, birbirleriyle muamelede
bulunurken dikkat edecekleri güzel prensiplere davet etmektedir. Bunların
sayısı on üç olup kimisi emredilmiş, kimisi de yasaklanmıştır.
1- Yalnızca
Allah'a ibadet etmek: İbadet, Allah Teâlâ'ya son derece itaatkâr olmak, O'na
boyun eğmek demektir. İbadet, Allah'ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını
da terk etmek suretiyle olur. Bu emir ve yasaklar bazan gönül ile, bazan da
azalarla ile ilgili iş ve fiillerle olur. Çünkü Allah Teâlâdır yaratıcı olan,
rızık veren, yarattıklarına in'am eden, lütuf ve keremiyle veren. O sebeple
kulların, mahlûkatın bir tanıması, kendisine hiç bir ortak koşmaması gereken
zât O'dur.
2- O'na hiç
bir şeyi eş koşmamak: Şirk koşmak, tevhidin (bir tanıyıp kabul etmenin)
zıddıdır. Bu cümle hâs (özel) olan bir hususu, âmm (genel) olana atfetmek
kabilindendir.
Genellikle bu ikisi
beraberce zikredilir. Nitekim İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni
Mace'nin rivayet ettikleri hadiste geldiği gibi Nebiy-yi Muhterem (s.a.)'e,
Muâz: "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" diye cevap verince Hz.
Peygamber de "O'na ibadet etmeleri ve hiç bir şeyi eş koşmamalarıdır"
buyurmuştur. Sonra da: "Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah Teâlâ
katındaki hakkı nedir, biliyor musun? Onlara artık azap etmemesidir"
demiştir.
Allah Teâlâ ayette iki
sebeple kendi hakkını önce zikretmiştir:
İlki, ibadet ve ihlâs
dinin esasıdır, temelidir. Onsuz kula ait hiçbir ameli Allah kabul etmez.
İkincisi, ondan sonra
gelecek şeyler kulların haklarıyla ilgili olsalar da, çok önemli olduğuna îmâ
ve işaret etmektir.
Şirk koşmanın muhtelif
türleri vardır:
Bazısı Allah Teâlâ'nın
Arap müşriklerinin hallerinden bahsettiği şekildedir. Putlara tapınmak, onları
Allah'a giden vasıtalar, aracılar diye kabul etmek gibi. "Onlar Allah'ı
bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyecek şeylere taparlar.
Bir de "Bunlar (putlar) Allah katında şefaatçilerimizdir" derler. De
ki: Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz.
?" (Yunus, 10/18). Yine müşrikler; "Biz, bunlara ancak bizi Allah'a
daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 39/3) derlerdi.
Bir kısım şirk de
Hristiyanlardaki şekildedir. Hristiyanlar, Mesih'e (İsâ aleyhisselam'a)
taparlar; Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Onları bırakıp bilginlerini,
rahiblerini, Meryem'in oğlu Mesih'i (İsa'yı) tanrılar edindiler. Halbuki bunlar
da bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardı. Ondan
başka hiçbir ilâh (tanrı) yoktur. O, bunların şirk koşageldikleri (eş tuttukları)
her şeyden münezzehtir (uzaktır)." (Tevbe, 9/31).
3-
Anne-babaya ihsanda bulunmak, iyilik etmek: Allah Teâlâ, Kur'an-ı Ke-rim'in pek
çok yerinde anne-babaya itaat ve iyilik etmeyi, kendisine ibadet edilip bir
tanıması emri ile birlikte anmıştır. Burada ve şu ayetlerde olduğu gibi:
"Rabbin, "Kendisinden başkasına ibadet (kulluk) etmeyin; ana-babaya
iyi muamele edin" diye hükmetti." (İsra, 17/23). "Bana ve
ana-babana şükret." (Lokman, 31/14).
Ayette geçen lafız ile
ana-babaya iyilik (birr), meşru olan işlerde onlara itaat etmek, hizmetlerini
görmek, istediklerini yerine getirmeye çalışmak, onlara eza ve sıkıntı verecek
şeylerden uzak durmak demektir. Çünkü çocukların yaratılmasındaki, şefkat ve
ihlâs ile büyütülmelerindeki zahir sebep anne-babadır. Müfes-sir İbnu'l-Arabî
diyor ki: Anne-babaya itaat ve iyilik, dinin farzlara dair rükünlerinden bir
rükündür. Onlara iyilik ve ihsanda bulunmak sözlerde ve amellerde söz konusu
olur. Sözlerdeki iyi muamele "Onlara öf (bile) deme. Onları azarlama.
Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle" (İsra, 17/23) ayetindeki gibi olur.
Yine onların mutlak bir rahim bağı ve hususî yakınlık hakkı bulunmaktadır.[158]
4- Akrabaya
ihsanda bulunmak: Akrabalık da kardeş, kızkardeş, amca, dayı ve onların
çocuklarında olduğu gibi bir rahim bağıdır. Onlara iyilik de surenin başındaki
"Kendisi de (adını öne sürmek suretiyle) birbirinize dileklerde
bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının."
(Nisa, 17/1) ayetinde belirtildiği şekilde akrabayı sevip onlara mali yardımda
bulunarak olur. Bu muamele ölenin birbirine bağlanmasını sağlar, maneviyat ve
dayanışmasını güçlendirir, dolayısıyle toplum kuvvetlenir ve devlet de
ilerler.
5- Yetimlere
ihsanda bulunmak: Allah Teâlâ surenin başında ve başka ayetlerde yetimlere iyi
davranmayı emretmiştir. Çünkü yetim kendine yardımcı olacak baba desteğinden
yoksundur. İbni Abbas diyor ki: Yetimlere şefkatle yaklaşılır, eğitim ve
terbiyesine çalışılır, yetimin vasisi olan kimse onların mallarını korumak
için çok titiz davranır.
6-
Miskinlere ve yoksullara ihsanda bulunmak: Miskinler kendilerine yetecek
miktarda imkân ve malı olmayan kimselerdir. Onlara yapılacak ihsan, iyilik,
kendilerine sadaka vermek, sadaka verilemeyecekse hoş bir şekilde geri
çevirmektir. Allah Teâlâ bu hususta: "Sâile (muhtaç dilenciye) gelince,
onu da azarlayıp kovma." (Duha,
93/10) buyurmaktadır. Bu emir İslâm'da sosyal dayanışma prensibini
gerçekleştirmektedir.
7- Yakın
komşuya ihsan: Bundan murad mekân, nesep, yahut da din bakımından yakın olan
kimselerdir. Komşulara iyilik yardımlaşma, dayanışma, birbirini sevme,
mutluluk duygusuna erişme prensibini gerçekleştirir.
8- Uzak
komşuya ihsanda bulunmak: Bunlar da uzakta bulunan ya da akrabalık bağı
olmayan komşulardır. İslâm, gayr-i müslim dahi olsa komşu ile ilişkilerde
ihsanda bulunmaya teşvik etmiştir. Peygamberimiz (s.a.), Yahudi komşusunun
oğlunu hastalanınca ziyaret etmiştir. Abdullah b. Ömer (r.a.) bir koyun kesmiştir.
Hizmetkârına dedi ki: "Yahudi komşumuza biraz hediye ettin mi, Yahudi
komşumuza bir parça hediye ettin mi?". Beyhakî'nin rivayetinde Hz. Aişe
(r.a.)'den de rivayet edildiği şekilde ben Resulullah'ı şöyle buyururken
duydum: "Cibril bana durmadan komşuya iyilik yapmayı tavsiye etti. Bu sıkı
tavsiyeden komşuyu komşuya varis kılacak zannettim." Buharî ve Müslim'in tahric ettiği bir
hadiste de Hz. Peygamber (a.s.): "Allah'a ve kıyamet gününe iman eden kişi
komşusuna ikram etsin" buyurmuştur.
Komşuluk sınırının
tespiti örfe bırakılmıştır. Hasan-ı Basrî bunu dört bir taraftan her bir
tarafta bulunan kırk komşu olarak tahdit ve tespit etmiştir.
Komşuya ikramın
çeşitli görünümleri vardır. Fakir ise malî olarak yardım edilir. Güzel bir
şekilde geçim yapıp komşuya eziyet vermekten kaçınmak gerekir. Zaman zaman
komşuya hediyeler yollayıp yemeğe çağırmak lâzımdır. Arada sırada
ziyaretleşmek, hastalandığında yoklamak da komşuya iyilik babındandır.
İbnül-Arabî diyor ki:
Komşuya hürmet, hem cahiliye döneminde, hem de İslâm'da çok önemlidir. Zaten
böyle olması makuldür, mürüvvet ve diyanet yönünden meşrudur.
[159]
Muvatta'da geçen şu hadisteki husus da komşuya yapılacak iyiliklerdendir:
"Sizden biriniz, duvarına ağaç çakmaktan komşusunu menetmesin."
9- Yakınında
bulunan arkadaşa ihsanda bulunmak: Belli bir süre beraber olunan, ilim
öğrenirken, yolculukta, aynı meslekte, camide veya bir mecliste otururken
yanında olan arkadaşlara da iyi davranmak gerekir. Hz. Ali (r.a.)'den gelen bir
rivayete göre bundan maksat erkeğin karışıdır.
10- Yolda
kalmışa iyilik etmek: Malından uzakta kalmış yolcu veya misafire (konuklara)
iyi muamele etmek de İslâm'ın emirlerindendir. Bu da onlara memleketlerine
varması veya ihtiyacını görmesi için yardımcı olmaktır.
11- Sağ
ellerinizin malik olduğu kimselere ihsan: Bunlar kişinin mülkiyeti altında
bulunan erkek köle ile cariyelerdir. Hz. Muhammed (s.a.) vefat ettiği hastalığı
sırasında en son vasiyetleri arasında onlar hakkında vasiyette bulunmuştur.
İmam Ahmed ile Beyhakî, Enes (r.a.)'ten şöyle naklederler: Vefatı yaklaştığı
sırada Resulullah (s.a.)'m en çok söylediği vasiyet: "Size namazı ve malik
olduğunuz kölelere dikkat etmenizi tavsiye ediyorum" idi. (Buharî ve
Müslim tarafından rivayet edilen bir hadisindeki emri de şöyledir: "Onlar
Allah'ın sizin eliniz altına koyduğu kardeşleriniz ve etbaınız (size bağlı
kişiler)dir. Kimin eli altında kardeşi varsa artık yediğinden ona da yedirsin,
giydiğinden de giydirsin. Altından kalkamayacakları işleri onlara yüklemeyin.
Şayet ağır işler verirseniz siz de onlara yardım ediniz." Onlara iyilik,
onları azat etmekle veya hürriyetlerini kazanmaya yardım ederek olur.
12- Kendini
beğenmek ve böbürlenmek haramdır: Ayette geçen "muhtar kelimesi,
hareketlerinde ve fiillerinde kibir belirtilerini ortaya koyan mütekeb-bir
kimse manasınadır. "Fehûr" ise böbürlenen, sözlerinde kibir
alâmetlerini ortaya koyan kişi, demektir.
Kibirli ve böbürlenen
kimse, Allah Teâlâ katında hoşlanılmaz biridir. Çünkü insanların haklarını hor
görmekte, yüce rabbin sıfatlarına benzemeye kalkışmaktadır. Böyle kimseler
hakkıyle Allah'a ibadet de etmez. Zira huşu ve teslimiyeti yoktur.
Anne-babaya, akrabalara, komşulara, arkadaş ve dostlara da iyilikte bulunmaz.
"Şüphesiz ki
Allah, kibirli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez." ayetinin manası,
Allah öyle kişiyi kendini beğenmesi ve böbürlenmesinden dolayı cezalandıracaktır,
demektir. Allah Teâlâ başka bir ayette kibiri, böbürlenmeyi (hu-yelâ) şiddetle
yasaklamıştır: "Yeryüzünde kibirle büyüklenerek yürüme. Çünkü asla yeri
yaramazsın, boyca da asla dağlara eremezsin." (İsra, 17/37).
Kaba ve sert olmadan,
vakar ve edeple beraber şahsiyet sahibi olmak, evin, bineğin, görünüş ve
elbisenin güzel ve düzgün olması kibirden sayılmaz. Bunun delili Ebu Davud ve
Tirmizî'nin İbni Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadistir: Resulullah
(a.s.) buyurdu ki: "Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunan kimse
cennete giremez." Bir adam: "Bir kişi var ki elbisesinin güzel, pabucunun
güzel olmasından hoşlanıyor...!" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.),
"Allah Teâlâ güzeldir, güzeli sever. Kibir, hak olan şeyi reddetmek, insanları
küçük görmektir." buyurdular.
Bundan sonra Cenab-ı
Hak kibirlenen ve böbürlenen kişilerin vasıflarını açıklamaktadır: "Onlar
hem (kendileri) cimrilik yaparlar, hem insanlara cimriliği emrederler, hem de
Allah'ın kendilerine fazl u kereminden verdiğini gizlerler." Yani Allah
Teâlâ, burada cimrilik edip mallarını Allah'ın emrettiği şekilde anne-babaya
itaat ederek, akrabalara, yetimlere, yoksullara, komşulara ve benzeri kimselere
iyilik etmek için harcamayanları, mallarındaki ilâhî hakları ödemeyenleri, aynı
zamanda diğer insanlara da cimriliği öğütleyip emredenleri, Allah'ın
kendilerine lütfettiği nimetleri gizleyenleri zemmetmekte, kınamaktadır.
Cimri, Mevlâsının nimetini bile bile inkâr edicidir. Üzerinde yeme, giyme,
muhtaçlara verme ve bağışlama gibi hususlarda ilahî nimetlerin izine, eserine
rastlanmaz. Hali şu ayetteki gibidir: "Muhakkak insan Rabbine karşı çok
nankördür. Hiç şüphesiz O (Rabbi) buna hakkıyle şahittir." (Âdiyât,
100/6-7). Yani Allah onun haline, tavırlarına, ahlâkına şahittir.
Hz. Peygamberimiz
(s.a.) de cimriyi zemmetmiş, kınamıştır: "Cimrilikten daha çirkin hangi
hastalık vardır?" Ebu Davud ve Hâkim'in İbni Ömer'den rivayet ettiği
hadisinde ise şöyle buyurur: "Cimrilikten sakının. Çünkü sizden evvel
geçenler cimrilik sebebiyle helak oldular. Bu duygu onlara cimriliği emretmiş,
onlar da cimri olmuşlardı, akraba ve yakınlarla bağları koparmayı emretmiş,
onlar da koparmışlardı, günahlara dalmayı emretmiş onlar da günahlara
dalmışlardı."
Cimrilerdeki bütün bu
kötü özelliklerden ötürü Allah Teâlâ onları cezaya çarptırmakla tehdit
etmiştir: "Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap
hazır-lamışızdır". Yani kibirleri, cimrilikleri, şükretmeyip nankörlükte
bulunmaları sebebiyle onları aşağılayacak, zillete düşürecek bir azap
hazırladık, fiillerine karşılık olarak acı ile zilleti bir araya getiren bir
azap. Allah onlara küffâr diyerek bu huy ve davranışların müminlerin değil
kâfirlerin ahlâkı olduğunu da belirtmiş bulunmaktadır. Çünkü (küfür) kelimesi
örtmek, kapatmak demektir. Cimri de kendisi üzerindeki nimetini setredip örter,
bilerek görmezden gelir, nankör davranır. Tirmizî ve el-Hâkim'in rivayet ettiği
İbni Ömer tarikiyle gelen hadiste Hz. Peygamber Efendimiz: "Şüphesiz Allah
Teâlâ, nimetinin eserini, belirtisini kulu üzerinde görmekten hoşlanır."
buyurmuş, bir duasmda da şöyle demiştir: "Allahım bizleri nimetine
şükrediciler, o yüzden sana hamdü senada bulunanlar, nimetlerini alanlar eyle
ve bize nimetlerini tamamla."
Selef alimlerinden
bazısı ayeti, yanlarında yazılı olarak bulunan Hz. Mu-hammed (s.a.)'in sıfatı
ile ilgili bilgiyi cimrilik edip gizlemelerine hamletmiştir. O sebeple Allah
Teâlâ: "Biz o kâfirlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışız-dır"
buyurmuştur.
Netice olarak cimriler
iki kısımdır: Bir kısmı cimrilik yaparlar, Allah'ın kendi üzerlerindeki
haklarını gizlerler. Bunlar yukarıda geçti. İkinci kısım cimrileri Kur'an-ı
Kerim onların arkasından zikretmiştir. Onlar da mallarım insanlara gösteriş
yapmak ve onların övgü ve saygılarını kazanmak için harcayan cimrilerdir.
Allah Teâlâ eli sıkı,
zemmedilmiş cimrilerden bahsettikten sonra mallarını şöhret, nam, cömertlikle
ün kazanmak için harcayan, verdiklerini Allah rızası, Allah'ın nimetlerine
şükür, kulların hakkını itiraf etmek için sarfetmeyenleri zikretmiştir:
"İnsanlaragösteriş için mallarını sarfederler."
Bir hadiste şöyle
varid olmuştur: "Üç kimse vardır ki cehennem ateşi önce onlar için
kızdırılır: Alim, gazî (savaşçı), malını harcayan. Bunlar gösteriş için amel
etmişlerdir. Mal sahibi olan der ki: Oraya sarf edilmesinden hoşlanacağın hiç
bir şey bırakmadım, senin yolunda malımı harcadım. Allah Teâlâ "Yalan
söylüyorsun" der. Yani fiilin ile kastettiğin övgü karşılığını dünyada
aldın.
İşte bu gösterişçiler,
riyakârlar gerçek manada Allah'a da, kıyamet gününe de inanmazlar. Onları bu
çirkin işe sevkeden, sahih bir şekilde ibadet ve taatten alıkoyan ise
şeytandır. Onların gözünü boyamış, bu nevi kötü ve yakışıksız işleri allayıp
pullayıp telkin etmiştir. Çünkü gerçek mümin riya ve gösteriş için değil, Allah
için malını harcar, ebedî ve bakî olan kıyamet günü için çalışır. Bu riyakârlar
ise şeytanın yoldaşlarıdır. Şeytan kendilerine telkinlerde bulunur, Allah için
harcarlarsa fakir düşeceklerini söyler, onlara fuhşu, kötülükleri, münker ve
dine aykırı şeyleri emreder. "Şeytan kime arkadaş olursa o ne kötü
arkadaştır." Yani yaptıkları bu kötü, nahoş işlere onları sevk eden
şeytanın vesvesesidir. Şeytan ne kötü bir arkadaş ve akıl hocasıdır!
Riyakârların hali de şer açısından şeytanın halinden farklı değildir.
Burada kötü arkadaştan
uzak durmaya, iyi ve salih arkadaş seçmeye de işaret olunmaktadır.
"Allah'a ve
ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızık-lardan harcasalar
ne zarar ederler?!" Manası şudur: Gerçekten Allah'a iman etseler, ebedî
mükâfat ve saadetlere kavuşulması muhakkak olan ahiret gününe inansalar, Allah
rızası için ve O'nun emirlerini yerine getirmek amacıyla kendilerine Cenab-ı
Hakkın bahşettiği rızıklardan harcasalar onlara ne gibi bir zarar dokunur ki...
Şaşılacak bir durumda
bulundukları içindir ki bu üslûp kullanılmıştır. Zira onlar amellerini ihlâs
ve samimiyetle yapsalar, riyayı bırakıp ihlâsa sarılsa-lar, ahirette ameli
güzel olanlara verilecek mükâfatları elde etmek için Allah'a iman etseler ve
emirlerini yerine getirseler, dünya menfaatlerini kaçırmadıkla-n gibi ahiret
sevaplarından da mahrum kalmazlar.
"Allah onları çok
iyi bilendir." Yani Allah Teâlâ onların iyi ve kötü niyetlerini pek iyi
bilmektedir. Onlardan kim ilâhî tevfîk ve desteğe lâyıksa ondan çok iyi
haberdardır, onu hayırlara muvaffak kılar. Kim ilâhî destekten mahrum kalmaya,
Allah'ın huzurundan kovulmaya lâyıksa onu da çok iyi bilir ve ondan yardımını
çeker. Herkesin işlediği ve önceden yolladığı ameller ile hakettiği karşılığı
verecektir. İhlâs ile amel edenlerin amelini asla unutmaz. Mümine düşen sadece
amelini halisane, Allah rızası için yapmaktır. Allah Teâlâ onu görür, kabul
buyurur ve hesabını ameline göre görür.
[160]
Bu ayetler insanlar
ile Rableri arasında, insanların kendi aralarında nasıl muamele edeceklerine ve
münasebet kuracaklarına dair düstur ve prensiplerdir. Muhkem, manası açık
ayetler olup üzerlerinde ittifak edilmiştir. Hiçbiri nesholunmuş değildir.
Bütün semavî kitaplarda zikredilmiş, mukarrar kılınmıştır. Böyle olmasa dahi,
ilâhî kitaplarda indirilmiş olmasa bile, aklen hükümlerinin böyle olduğu
anlaşılırdı.
Ayetler, Allah
Teâlâ'nın kullarına, kendisine boyun eğip, teslim olup, ibadetlerini ihlâs ile
yapmalarını emretmesiyle başlamaktadır. Bu emir, ibadetleri Allah rızası için
yapmak, riya ve daha başka şaibelerden, amaçlardan arındırılması hususunda
esas kaidedir. Diğer bir ayet-i kerimede de "Artık kim Rabbine kavuşmayı
ümid (ve arzu) ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibadette (hiç bir
kimseyi ve hiç bir şeyi) ortak koşmasın." (Kehf, 18/110) buyurulmakta-dır.
Ayet, tevhidin zıddı
olan şirkten menetmektedir. Şirk, alimlerin beyan ettiklerine göre üç derecedir
ve hepsi de haram kılınmıştır ve münkerdir.
a) Ulûhiyyet
hususunda Allah Teâlâ'nın şeriki, ortağı ve eşi bulunduğuna inanmak; cahiliye
devrindeki en büyük şirk budur. Bu ayet-i kerime ile murad edilen şekil de
budur: "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez,
yarlığamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için yarlığar." (Nisa,
4/48).
b) Fiil
hususunda Allah Teâlâ'nın şeriki olduğuna inanmak: Allah Te-âlâ'dan başka bir
varlığın bağımsız şekilde bir fiili meydana getirdiğini, yoktan var ettiğini
-her ne kadar onun ilâh (tanrı) olduğuna inanmasa da- söylemek suretiyle olur.
Bu ümmetin mecûsîleri, ateşe tapan sapıkları olan Kaderiyye, (her insanın kendi
fiilinin yaratıcısı olduğunu söyleyen Mutezile) fırkası gibi. Hz. Ömer'in oğlu
Abdullah bunlardan teberrî etmiş, uzak olduğunu söylemiştir.
c) İbadet
hususunda şirk koşmak ki bu da riyadır. Riya, Allah Teâlâ'nın kendisi için
yapılmasını emrettiği ibadetlerden bir şeyi başkası için yapmaktır. Ayet-i
kerimeler ve hadis-i şerifler riyayı haram kılmıştır. Riya amellerin sevaplarını
iptal eder, gizli olduğu için her cahil ve anlayışı kıt kimseler anlayamaz.
İbni Mace, Ebu Saîd b. Ebî Fedâle el-Ensârî (r.a.)'den rivayet ediyor:
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Vuku bulacağında hiç bir şüphe bulunmayan
kıyamet gününde Allah Teâlâ evvelki ve sonraki varlıkları, insanları topladığı
zaman bir münadi şöyle seslenir: Kim Allah için yaptığı bir amelde başka
birini O'na ortak (riyakârlık) yaparsa, sevabını da Allah'ın yanından başka
yerden istesin. Muhakkak ki Allah Teâlâ şeriklerin şirkten en müstağnisi ve
münezzehi (uzak olanı)dir."
Ayet-i kerimeler
anne-babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara, akraba ve uzak olan komşulara,
yolda, mecliste, herhangi bir vakitte beraber olduğu arkadaşlara, yolculara,
maliki olduğu kölelere güzel davranıp iyilik etmeyi emretmektedir.
Haklarındaki tafsilat yukarıda geçmiş bulunmaktadır.
Ayetler aynı zamanda,
kibirlenmekten, böbürlenmekten, kendini övmekten, büyüklük taslamaktan da
menetmektedir. Ayette geçen "muhtâl" kelimesi kendini beğenmiş,
kibirli kimse manasına, "fehûr" kibir belirtisi olarak menkıbelerini,
üstünlük ve yararlıklarını sayıp döken kişi manasınadır. "Fahr", kendini
büyük görmek, övünmek, yükseklerde uçmak demektir. Allah Teâlâ bu iki sıfatı,
sahiplerini gurura, kibire, yoksul akraba, komşu ve ayette zikredilen diğer
kimselere karşı büyüklük taslamaya sevk ettiği, böylelikle onlara iyilik etmeye
dair emirlerini zayi ettirdiği için burada hususi olarak zikretmiştir.
Aynı şekilde Cenab-ı
Hak bu kibirli, böbürlenen insanların sıfatlarını da açıklamıştır. Bunların en
çirkinlerinden biri cimrilik yapmak ve insanlara da cimriliği emretmektir.
Şeriatte mezmûm (kınanmış) olan cimrilik, Allah Teâlâ'nın kendisine vacip
kıldıklarını ödememek, yerine getirmemektir. Başka bir ayet-i kerimede
belirtildiği gibi "Allah'ın fazl(u kerem)inden kendilerine verdiğini
(O'nun yolunda harcamakta) cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için bir
hayır olduğunu sanmasınlar." (Al-i İmran, 3/180).
İbni Abbas ve başka
zevata göre bu ayet-i kerime ile murad olunanlar Ya-hudilerdir. Çünkü Yahudiler
kibiri, böbürlenmeyi, malda cimrilik etmeyi, Allah'ın Tevrat'ta Hz. Muhammed
(a.s.)'in sıfatları ile ilgili ayetleri gizleme özelliklerini kendilerinde
toplamış bir kavimdir. Allah Teâlâ ise kibirlenen, böbürlenen kimseleri
sevmez, yani onları cezalandırır. Allah'ın öyle olanlara hor ve hakir kılıcı
bir azap hazırlamış olması da bu hususu tekit etmektedir. Kurtu-bî'ye göre
Cenab-ı Hak, cimri olan müminleri onları sevmemekle, kâfirleri ise hor kılıcı
bir azapla tehdit etmiştir.
Böbürlenen ve
gururlananların ikinci kısmı mallarını riya, gösteriş ve şan için
harcayanlardır. Cumhur, bu ayetin "insanlara gösteriş için" cümlesine
binaen münafıklar hakkında indiğini söylemiştir. Çünkü riya, münafıklıktan
kaynaklanır. Riya harcaması ve nafakası kâfi değildir, aslının yerine geçmez.
"De ki: İster
gönül rızasıyla infâk edin (harcayın), isterse içinizden gelmeyerek (verin).
Sizden (hiç bir harcama) kesin şekilde kabul olunmayacaktır." (Tevbe, 9/53).
Sonra Hak Teâlâ
gösteriş olsun diye harcama yapanları kendileri için en doğru olana
yöneltmektedir: Vâcibu'l-vücud (varlığı zaruri olarak lâzım) olan Allah'a,
ahiret gününe iman etmek, Allah Teâlâ'nm rızası için harcamak. Çünkü O, her
şeyi hakkıyle bilendir, insanların ahvalinden tamamen haberdardır, herkese de
önceden gönderdiği, işlediği amellere göre karşılığını verecektir.
[161]
40- Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık
(zulüm) etmez. (Zerre kadar) bir iyilik (hasene) olursa onu (onun sevabını)
kat kat artırır. Kendi tarafından (ayrıca da) pek büyük bir ecir (sevap) verir.
41- Her ümmetten birer şahit, onların üzerine de
seni (ey Rasulüm) bir şahit olarak getirdiğimiz zaman (o Yahudilerin,
kâfirlerin, münafıkların halleri acaba) nice olur?
42- Kâfir ve o
peygambere asi olanlar o gün, yer ile yeksan edilselerdi de Allah'tan bir sözü
gizlememiş olsalardı temennisinde bulunacaklardır.
"Allah'tan bir
söz gizlememiş olsalardı" cümlesi ya "kendileri de yer ile"
cümlesine matuftur; o takdirde temenni manasına dahil olur, yani yerin dümdüz
edilmesini ve sözü Allah'tan gizlemiş olmayı isterler, demektir; yahut da
"vâv" harfi "hâl vavı" olur, cümlede hâl cümlesi durumunda
bulunur.
[162]
"... bir şahit
olarak getirdiğimiz zaman nice olur?" cümlesi dinleyeni azarlamak,
ayıplamak için malum bir şey soru şeklinde ifade edilmiştir.
[163]
"Zulüm"
haksızlık etmek, haddi aşmak demektir. Yani Allah Teâlâ kimsenin iyiliklerini
eksiltmez, kötülüklerine ilâvede bulunmaz.
"miskâl (zerre
kadar)" kelimesinin aslı, ne kadar küçük olursa olsun bir şeyin miktarı
demektir. Sonradan altın ve diğer şeylerin tartılması için özel bir miyar
manasına kullanılır olmuştur.
Acem miskali 4,80
gramdır. Burada ise idrak edilebilen en küçük cisim olan zerre ağırlığı murad
edilmiştir. Zerre parçalanamayan en küçük cüz, atom manasına da
kullanılmaktadır. Pencereden giren güneş ışınları altında gözüken toz
zerreciklerine "heba" denir.
"Bir iyilik
olursa onu kat kat arttırır." Ondan başlar, yediyüz ve daha fazlasına
kadar artırır.
"... birer
şahit..." yani her ümmetin peygamberi.
"Kâfir ve o
peygambere asi olanlar yer ile yeksan edilselerdi" de karşılaşacakları o
korkunç hallerden ötürü toprak olup yeryüzüyle karışıp gitselerdi. Başka bir
ayette "Kâfir keşke toprak olsaydım der." (Nebe, 78/40) diye haber
verilmiştir.
"Allah'tan bir
sözü gizlememiş olsalardı." Yaptıklarına dair şeyleri gizle-meselerdi.
Başka bir vakit de yalan söyleyip "Rabbimiz Allah'a yemin ederiz ki biz
müşriklerden (eş tutanlardan) değildik" (En'am, 6/23) diyeceklerdir.
[164]
Bu ayet-i kerimelerin
konusu Allah Teâlâ tarafından kullan emredüdikle-rini yapmaya teşvik, yukarıda
geçen yasaklardan da sakındırmaktır. Bunun bir benzeri de şu ayetlerdir:
"İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu(n sevabını) görecek. Kim
de zerre ağırlığınca şer yaparsa o(nun cezası)nı görecek." (Zilzâl,
99/7-8).
[165]
Allah Teâlâ, kıyamet
gününde yarattıklarından hiç kimseye bir hardal tanesi ya da zerre miktarı
kadar dahi olsun zulmetmeyeceğini, bilakis şayet ha-sene ve sevabı varsa bunun
tam olarak hem de kat kat fazlasıyla karşılığını vereceğini haber vermektedir.
"Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri (mizanları) koyacağız. Artık
hiçbir kimse hiç bir şeyle zulme (haksızlığa) uğratıl-mayacaktır. (O şey) bir
hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar
olarak biz yeteriz." (Enbiya, 21/47). Cenâb-ı Hak, Lokman (a.s.)'dan haber
vererek de şöyle buyurur: "Oğulcağızım, gerçekten (yaptığın iyilik veya
kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa bile, bir kaya içinde, veya göklerde,
yahut da yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu getirir (meydana çıkarır,
hesabını görür). Çünkü Allah Latiftir (ilmi en gizli şeyleri de içine alır,
hak-kıyle haberdardır." (Lokman, 31/16).
Buhari ve Müslim'de
geçen Ebu Saîd el-Hudrî'nin rivayet ettiği şefaat hakkındaki uzun hadiste
Resulullah (s.a.) buyuruyor ki: "Allah azze ve celle buyurur: Dönün,
hardal tanesi ağırlığı kadar kalbinde iman bulduğunuz kimseyi cehennem
ateşinden çıkarın." Hadisin bir lafzında "Hardal tanesi ağırlığının
en azının en azının en azı miktarda imanı olan kimseyi cehennem ateşinden çıkarın"
denilmiştir. Melekler pek çok halkı cehennemden çıkarırlar. Ondan sonra Ebu
Said isterseniz "Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık (zulüm)
etmez..." ayet-i kerimesini okuyun, dedi.
Ayetin manası
şöyledir: Cenab-ı Hak hiç kimsenin amelinin sevabından, ne kadar az olursa
olsun, bir şey eksiltmez. Ve hiç kimseyi de haksız yere bir şeyden dolayı
cezalandırmaz. Çünkü zulüm noksanlıktır. Allah Teâlâ ise bütün kemal sıfatlara
sahip, her çeşit noksanlıktan münezzeh, yüce bir zattır.
Allah kendisini akıl,
takdir ve ölçü kudretiyle donattıktan sonra bir günah (seyyie) işleyen kimse
ancak kendi kendine yazık etmiş olur: "(Yoksa) Rabbin kullarına (zerrece)
zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).
Ancak Allah Teâlâ, hiç
kimsenin sevabından zerre kadar bile eksiltmemesi bir yana, bir hasene ve
iyiliğin sevabını on katma, yedi yüz katına, daha da çok katına çıkarmakta;
buna mukabil bir seyyie (günah) ve kötülüğün cezasını art-tırmamakta, sadece
misli kadarıyla ceza vermektedir. "Kim (Allah'a) bir hasene (iyilik,
güzellik) ile gelirse, işte ona bunun on katı vardır. Kim de bir seyyie
(kötülük) ile gelirse bu, o miktardan başkasıyla cezalanmaz. Onlar (yani iyilik
ve fenalık edenler) haksızlığa uğramazlar." (En'am, 6/160).
"Kendi tarafından
(ayrıca da) pek büyük bir ecir (sevap) verir." Yani Allah Teâlâ iyilik
edenin hasenatını kat kat arttırmakla iktifa etmez, ayrıca amellerinin
karşılığı haricinde de pek çok sevaplar verir. O'nun fazl u keremi bol, ihsanları,
lütuflan çoktur. O büyük ecir, cennettir. Rabbimiz Teâlâ'dan bizleri rızasına
ve cennetine kavuşturmasını dileriz.
Verdiği sevabın nizamı
ve işleyişi bu olunca Yüce Hâlık bazı insanların şaşılacak hallerine işaretle
buyuruyor ki: Her ümmetten yaptıkları şeylere şahitlik edecek birer şahit
getirdiğimiz zaman, bakalım şu Yahudiler ve diğer kâfirler ne yapacaklar? Bu
şahitler "Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir şahit
idim." (Maide, 5/117) ayet-i kerimesinde belirtildiği gibi her ümmetin
peygamberidir. İşte Ey Muhammed aleyhissalâtü vesselam, seni de şu
yalanlayanlar üzerine şahit olarak getireceğiz. Abdullah b. Mesud (r.a.)
rivayet ediyor. Resulullah'a (s.a.) Nisa suresini okudum. "Onların
üzerine de seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman (onların hali) nice
olur?" ayetine geldiğimde Resulullah (s.a.) ağladı ve "Bu kadar
kâfi" buyurdu. Bu şahitliğin manası ümmetlerin amelleri peygamberlerine
arzolunur, demektir.
Bu ayetin bir başka
benzeri de şudur: "Böylece sizi (Ey Muhammed ümmeti) vasat (orta) bir
ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız, bu peygamber de sizin
üzerinize tam bir şahit olsun diye". (Bakara, 2/143). Yani bu ümmet,
izledikleri güzel yolları ve kendisine vahiy inen en son ümmet olması sebebiyle
geçmiş ümmetler üzerine şahit ve peygamberlerin yolundan sapmaları hususunda
aleyhlerinde bir hüccet, delil olacaktır. Rasul-i Ekrem (s.a.) de sîre-ti,
hayatı ve istikameti sebebiyle, sünnetini, açtığı yolu terk edenler aleyhine
delil olacaktır.
İşte o gün kâfirler ve
Allah'ın rasulüne karşı gelenler toprağa defnedilip yeryüzünün kendileriyle
birlikte dümdüz edilmesini temenni ederler. "Kâfir, keşke toprak olaydım
der." (Nebe', 78/40).
Ve onlar Allah'tan hiç
bir söz gizleyemezler. Çünkü vücutlarındaki kendi organları aleyhlerine
şahitlik eder. Denilmiştir ki, ayetteki "vav" harfi hâl içindir.
Yani yer altına gömülmeyi temenni ederler, Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler,
"Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki biz müşrikler (eş tutanlar) değildik."
(En'âm, 6/23) ayetinde belirtilen yalanı söyleyemezler. Zira onu söyledikleri
ve şirk koştuklarını inkâr ettikleri zaman Allah Teâlâ ağızlarını mühürler,
elleri ve ayakları da yalanlarını söyler, şirk koştuklarına dair aleyhlerinde
şahitlik eder. Son derece zor duruma düştükleri için toprak altına gömülmeyi
temenni ederler.
[166]
1- Allah
Teâlâ her türlü kemal sıfatına sahip, her çeşit noksanlıktan münezzeh ve
uzaktır. İnsanlara zulmetmez, amellerinin sevabından zerrece eksiltmez. Tam
tersine amellerinin mükâfatını ve karşılığını fazlasıyla verir. "Şüphesiz
ki Allah insanlara hiç bir şeyle zulmetmez." (Yunus, 10/44) ayetinde
belirtildiği üzere Allah Teâlâ ne az ne de çok, hiç bir şekilde haksızlık etmez.
Müslim'in Sahihinde
Enes (r.a.)'ten nakledildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki Allah hiç bir mümine yaptığı iyilik (hasene) hususunda
haksızlık etmez. O sebeple dünyada nimetlerini verir, ahirette ise mükâfat ve
sevaplar ihsan eder. Kâfire gelince, Allah için yaptığı iyiliklerin karşılığında
dünya nimetlerinden (bol bol) yer içer. Ahirete göçtüğünde ise karşılığında
sevap alacağı hiç bir hasene ve iyiliği bulunmaz."
2-
Hasenatın, yapılan iyi amellerin sevapları kat kat verilecek, büyük ecir olan
cennet bağışlanacaktır.
İmam Ahmed Ebu Hureyre
(r.a.)'den rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) Efendimizi şöyle buyururken
işittim: "Şüphesiz Allah (c.c.) mümin kuluna bir hasene karşılığında iki
bin hasene sevabı verir." Sonra bu ayeti okudu: "Şüphesiz ki Allah
hiç kimseye zerre miktarı zulmetmez. (Zerre miktarı bir iyilik olursa onu
(sevabını) kat kat artırır. Kendi tarafından (ayrıca da) pek büyük bir ecir
(mükâfat) verir." Ebu Hureyre bunu naklettikten sonra "Allah Teâlâ
"pek büyük bir ecir" dediyse artık bunun miktarını kim ölçebilir
ki" demiştir.
Bu ayetin, üzerine
güneş doğan her şeyden daha hayırlı olduğunu ifade eden ayetlerden biri
olduğuna dair rivayet yukarıda geçmişti.
3- Hesap
gününde kâfirlerin işleri şaşılacak bir şekildedir. Ayetteki bu ta-accüb
ifadesi emredilenleri yapmaya teşvik, hayır ve hasenat işlemekte gösterilecek
kusur ve gevşeklik üzerine de bir uyarı olmaktadır.
4- Kâfirler,
kötü amelleri ile karşı karşıya kaldıklarında toprak olmayı temenni ederler.
Yalanları ortaya çıkınca hiç bir hak sözü gizlememiş olmayı dilerler. Zira
yaptıkları şeyler, Allah Teâlâ katında açıktır, gizleyemezler.
İbni Abbas'a (r.a.) bu
ayet ve "Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki biz müşriklerden (O'na eş
tutanlardan) değildik." (En'am, 6/23) ayeti hakkında sorulduğunda şu
cevabı vermiştir:
"Cennete
müslümanlardan başkasının giremediğini görünce kâfirler "Rabbimiz olan
Allah'a yemin ederiz ki biz müşriklerden değildik" derler. Bunun üzerine
Allah ağızlarını mühürler, elleri ve ayakları konuşur ve hiç bir şeyi de
gizleyemezler artık."
[167]
43- Ey iman edenler,
siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolcu olmanız
hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, ya bir sefer
üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz heladan gelirse, yahut da kadınlara
dokunup (cinsî ilişkide bulunup) da su bulamazsanız o zaman temiz bir toprağa
teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah affedici, çok
mağfiret edici, yarhğayıcıdır.
"...yolcu olmanız
müstesna cünüp iken de ..." ifadesinin takdiri bu haldeyken de namaz
kılmayın demektir. "Siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye ve cünüp
iken de, -yolcu olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayınız."
Bu hususta şöyle
denmiştir: Sarhoşken namaz kılman yerlere, yani mescit ve camilere yaklaşmayın,
yolcu olmanız durumu hariç cünüp iken de yaklaşmayın. Zaruret durumunda
cünübün mescitlerden geçmesi caizdir.
"Gâıt"
kelimesi vadi gibi seviyesi düşük yere denir. Buradaki murad, tuvalet
ihtiyacını görmek için hazırlanmış yerdir. Sahra, kır ve bazı köylerde oturanlar
tuvalet, hela ihtiyaçlarını görürken seviyesi alçak yerlere giderler. Ayetteki
"yahut sizden biriniz heladan gelirse" cümlesi ile abdesti bozulursa
manası kastolunmuştur.
'Yahut da kadınlara
dokunursanız" ibaresi, İbni Abbas'a göre cimadan yani cinsî ilişkiden
kinayedir. İbni Ömer ile Şafiî'ye göre lems, yani elle dokunmak manasınadır,
cesedin diğer yerlerine dokunmak da buna dahil edilir.
"Bir su
bulamazsanız..." Yani hastalık hali dışında namaz kılabilmek için arayıp
taradıktan sonra da temizlenecek su bulamazsanız, "temiz bir toprağa"
yani temiz bir toprağa ellerinizi iki kere vurarak "teyemmüm edin."
Teyemmümün kelime manası kasdetmek, yönelmek demektir.
"Şüphesiz Allah
çok affedici," yani günah ve hataları affeden, hiç işlenmemiş gibi sayan;
"çok mağfiret edici (yarhğayıcı)dır." Mağfiret, hesaba çekmemek
suretiyle günahı örtmek manasınadır.
[168]
"...namaza
yaklaşmayın" ayeti ile ilgili olarak Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî ve Hâkim,
Hz. Ali (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet ediyorlar: Abdurrahman b. Avf bir
yemek hazırlayıp bizleri davet etti. Sofrada şarap da sunuldu. İçtiğimiz içki
başlarımızı döndürdü. Namaz vakti geldi, beni imamlığa geçirdiler. Namazda
"Kâfinin" suresini okurken "De ki: Ey kâfirler, ben sizin
tapmakta olduklarınıza tapmam." (Kâfirûn, 109/1-2) ayetlerinden sonra
(yanlışlıkla) "Biz sizin tapmakta olduklarınıza taparız" dedim.
Bunun üzerine Allah Teâlâ "Ey iman edenler, siz sarhoşken ne
söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" ayetini indirdi.
İbni Cerîr'in Hz. Ali
(r.a.)'den rivayetine göre ise o gün imam olan Abdurrahman idi, namaz da akşam
namazıydı. Olay henüz şarap ve içki haram kılınmadan önce geçmiştir.
"Teyemmüm
edin" ayeti ile ilgili olarak da el-Firyâbî, İbni Ebî Hatim ve
İbnü'l-Münzir, tahric ediyorlar. Hz. Ali demiştir ki: "...ve cünüp
iken..." ayeti misafir (yolcu) hakkında inmiştir. Yolculukta cünüp olursa
(ve su bulamazsa) teyemmüm ederek namazını kılar.
İbni Merdûueyh,
el-Elsa b. Şüreyk'ten tahric ediyor: Demiştir ki: Resulullah (s.a.)'ın devesini
ben eğerlerdim. Soğuk bir gece cünüp oldum. Soğuk su ile yıkanırsam
öleceğimden veya hasta düşeceğimden korktum. Durumu Resulullah (s.a.)'a
söyledim. Bunun üzerine Allah Teâlâ "...sarhoşken namaza yaklaşmayın..."
ayetinin tamamını indirdi.
Buharî ve Müslim,
Mâlik hadisini zikrederken Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet ederler:
"Bir seferinde Rasul-i Ekrem (a.s.) ile beraber biz de çıktık. Beydâ veya
Zâtü'l-Ceyş'te (Medine yakınında bir vadinin ismi) iken gerdanlığım kayboldu.
Aranması için Resulullah (s.a.) ve ona tabi olarak da insanlar bir süre orada
kaldılar. Bir su kaynağı yakınında olmadıkları gibi yanlarında da su
bulunmuyordu. Allah Teâlâ o zaman teyemmüm ayetini indirdi ve teyemmüm ettiler.
Bunun üzerine Ensarm ileri gelenlerinden Üseyd b. Hudayr "Ey Ebubekir
ailesi, bu sizin (sebebinizle gönderilen) ilk bereketiniz değil zaten" dedi.
Bir rivayet de: "Allah sana rahmet etsin Ey Aişe! Ne zaman başıma hoşlanmadığım
bir şey gelse mutlaka Allah Teâlâ o hususta müslümanlara bir kolaylık, çıkış
yolu ihsan ediyor" şeklinde gelmiştir. Hz. Aişe diyor ki: Benim bindiğim
deveyi kaldırdığımızda bir de baktık ki gerdanlığım onun altında imiş."
[169]
Anlaşılan o ki, ayetin
baş tarafı şarap olayı dolayısıyle, geri kalanı yolculuk hadisesi hakkında
indirilmiştir. Cumhur, ayetin el-Muraysi' gazvesi sırasında indiği
görüşündedir.
[170]
Allah Teâlâ yukarıda
geçen ayetlerde şirk koşmaktan nehyetmiş, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmaya
teşvik etmişti. Burada ise sarhoş veya cünüp halde iken sadece ortağı ve
benzeri olmayan Allah için yapılan bir ibadet olan namazdan bahsetmektedir.
Hitap müminlere yöneliktir. İnsanın namazında aklî güçleri tamamen yerinde,
maddi ve manevi kötülük ve pisliklerden temizlenmiş olarak Rabbine yönelmesi
için sarhoşluktan uzak durması lâzım gelmektedir.
[171]
Allah Teâlâ mümin
kullarına ne dediğini bilemeyecek hale düşüren sarhoşluk durumunda namaz
kılmayı, cünüp olan kişiye namazın eda edildiği yerler olan mescitlere
yaklaşmayı yasaklamaktadır. Tabiî bu hüküm şarap, içki haram kılınmadan önceki
döneme aittir.
Bu yasak etkili oldu.
Ashab-ı kiram yasağı sarhoşken namaza yaklaşmanın yasak olduğu şeklinde
anladılar. O sebeple yatsı namazı sonrasına kadar sarhoşluk veren içki içmekten
imtina ediyor, yatsıyı kıldıktan sonra içiyorlardı. Bunun üzerine Hz. Ömer
(r.a.) "Allahım şu içki hakkında bize şâfi ve kâfi bir açıklama yap"
diye dua etti. Peşinden Maide süresindeki ayet nazil oldu. "Ey iman
edenler, içki, kumar, (tapınmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak
şeytanın amelinden bir murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki saadete
ere-siniz." (Maide, 5/90). Ve içkiyi tamamen bıraktılar.
Ayetin manası
şöyledir: Ey müminler, sarhoş haldeyken, namazda ne dediğinizi bilinceye kadar
namaz kılmayın. Bu hüküm, içki ve sarhoşluğun kesin olarak haram kılınmasına
bir hazırlıktı. Ayet, içkinin haram kılınmasında takip edilen yoldaki
adımların üçüncü safhasında inmiştir.
Müfessirlerin çoğu,
namazın gerçek manası üzerinde baki olduğu hususunda ittifak etmiştir. Denmek
isteniyor ki: Namaz kılmak istediğiniz zaman sarhoş olmayın. Sarhoş haldeyken
veya yolculuk hali dışında cünüp olduğunuz zaman gusledinceye kadar namaz
kılmayın. "Eğer hasta olursanız..." cümlesinden önce bu hükmün
zikredilmesi ise su bulunmadığında hükmün açıklanmasına terğib ve teşvik olur.
"Ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar" cümlesi de bu görüşe delâlet
etmektedir. Yani bizzat namaza yaklaşmayın, demektir. Çünkü namazda Kur'an
ayetleri, dua ve zikirler bulunmakta, hepsi de uyanıklık, idrak ve aklî
güçlerin kamilen mevcut olmasını gerektirmektedir.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud, İmam Şafiî ve Hasan-ı Basrî (r. an-hum) kelâmda muzâf olan
kelimenin hazfedildiği görüşündedirler ki bu yaygın bir mecazdır. Murad, namaz
kılman yerlere yani mescitlere yaklaşmayın demek olur. "Allah bazı
insanları bazısı ile defetmeseydi içlerinde Allah'ın adı çok anılan
manastırlar, kiliseler, havralar (salavât) ve mescitler muhakkak yıkılıp
giderdi." (Hac, 22/40) ayetindeki "salavat (namazlar, dualar)"
kelimesinin İbni Abbas'm dediği gibi Yahudi ibadethaneleri diye tefsir
edilmesi de bunu göstermektedir. Yoksa "yolcu olmanız hariç"
istisnası sahih olmaz. 'Yolcu olmanız hariç" cümlesi ile
"Eğer hasta olur,
ya da bir sefer üzerinde bulunursanız" cümlesi arasında tekrar olmaması
için "namaz (salat)" lafzını mescid olarak tabir etmeyi uygun bulduk.
Fukahanm, cünüp
kişinin mescitten geçmesi hakkındaki hükümde ihtilâf etmesi işte buradan
kaynaklanmaktadır. İkinci görüşe göre, cünübün mescitten beklemeksizin çabucak
geçmesi caizdir; ama geçmek durumu dışında mescide girmesi haramdır.
Birinci görüşe göre
ise ayet, cünübün mescide girmesinin haram olduğuna delil değildir. O hüküm Hz.
Aişe (r.a.)'nin rivayetinde olduğu gibi başka delillere dayanır. Hz. Aişe
diyor ki: Resulullah (s.a.) geldiğinde ashabının evlerinin kapıları mescide
açılıyordu. "Bu evlerin kapılarını mescitten çevirin" buyurdu ve
evine girdi. Ancak kendilerine bir ruhsat ve izin iner ümidiyle insanlar bir
şey yapmadılar. Bir müddet sonra Peygamberimiz dışarı çıkınca emrini tekrarladı:
"Çevirin bu evlerin kapılarını. Şüphesiz ki ben cünübe ve hayızlı kadına
mescide girmeyi helâl kılmıyorum." Hz. Peygamber (s.a.) hayatının sonunda
sadece Hz. Ebubekir (r.a.)'in küçük kapısını bundan hariç kılmıştır.
Allah Teâlâ, yolcu
olma hali dışında cünüp iken gusledinceye kadar namaza yaklaşmama emrinden
sonra bu ayette ve Maide süresindeki "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız
zaman yüzlerinizi yıkayın." (5/6) ayetinde teyemmümü gerektiren dört
sebep zikretmektedir: Hastalık, yolculuk, hades (helaya gitmek), kadınlarla
temas. Bu sebeplerden birisi bulununca yeryüzündeki tertemiz bir toprağa
yönelin, ondan yüzlerinize ve cumhura göre dirseklere kadar, İmam Malik'e göre
bileklere kadar ellerinize sürün, sonra da namaz kılın.
Özür sahiplerine
tanınan teyemmüm ruhsatı budur. Bu ruhsat ve kolaylığın sebebi Allah Teâlâ'nın
çok affedici, çok mağfiret edici, günaları örtücü oluşudur. Yani Rabbiniz
daima affedici, kolaylık sağlayıcıdır, günahların cezasını da kapatır, ceza
vermez.
Dikkat edilirse suyun
bulunmaması kaydı "yahut sizden biriniz heladan gelirse, yahut da
kadınlara dokunup da" cümlesine aittir. O takdirde özürler üç tane oluyor:
Yolculuk, hastalık, ikamet halinde su bulamamak. Hades (abdest-sizlik) haline
gelince, o hususta zaten söze gerek yoktur. Burada kelâm teyemmümü mubah kılan
özürler hakkındadır. Sadece su bulunmaması durumu gerçek sebeptir. Yolculuk,
teyemmüm hususunda tek başına kâfi bir özürdür, su bulunsun ya da bulunmasın.
[172]
1- Şarap ve
daha başka içkilerden dolayı sarhoş haldeyken namaz kılmak haramdır. Tabiî bu
hüküm, içkinin kesin ve daimî olarak haram kılınmasından önceki döneme aittir.
Çünkü İslâm'ın ilk dönemlerinde sarhoşluk veren içki içmek mubahtı.
2- Sarhoş
edici içkinin namaz hakkında haram kılınma sebebi, namazdaki ayetlerin, dua ve
zikirlerin manalarını anlayarak okunmasıdır. "Ne söyleyeceğinizi
bitinceye kadar" cümlesinin manası budur. Yani okuduklarımızı yanlış yapmadan,
anlaya anlaya okuyacak hale dönene kadar namaza yaklaşmayın demektir. Sarhoş
ise ağzından çıkanı bilmez.
Bazı müfessirler, bu
ayetten namazda Kur'an okumanın vacip olduğu hükmünü anlamak istemiştir. Çünkü
ayet, namaz kılan ne dediğini bilinceye kadar sarhoş durumdayken namaza
yaklaşmaktan menetmektedir. O halde bir şey söyleyen kimsenin sarhoş olmaktan
menedilmesi lâzımdır ki namazda söyleyeceği şey de Kur'an tilâvetinden başka
bir şey olamaz. Fakat namazda Kur'an okumanın vacip olduğuna dair bundan başka
bir delil bulunmamaktadır. Buradaki yasağın manası şudur: Rabbinize niyaz
etmenize ve hükümdarların hükümdarı olan Allah'ın huzurunda durmanıza imkân
verecek derecede bir şuur ve anlayış derecesinde olasıya kadar namaza yaklaşmayın.
Hz. Osman (r.a.)
ayet-i kerimeden, sarhoşun boşamasının lâzım (bağlayıcı) olmadığı hükmünü
çıkarmıştır. Bu görüş İbni Abbas, Tâvûs, Atâ, Kasım, Rabîa, Leys ve bir kısım
Şafîîlerden de nakledilmiştir. Tahâvî de "Alimler bunak (matuh) olan
kişinin talakının caiz olmadığı hakkında icma etmiştir; sarhoş da bunak sayılır,
vesveseli kişinin bunak sayılması gibi." diyerek bu görüşü tercih
etmiştir.
Cumhura göre ise
sarhoşun talakı nafiz (geçerli)dir. Fiilleri, yaptığı akitler, aklı başında
olan kişinin yaptıkları gibi sabittir. İmam Ebu Hanife riddet (dinden dönme)
halini istisna etmiştir. İrtidat edenin karısı ancak istihsan delili gereği
boş sayılır.
3- Meni
gelmesi veya cima suretiyle cünüp olma durumunda namaz kılmak haramdır. Sünnet
yerlerinin kavuşması sebebiyle gusül icap eder. Çünkü Müslim'in Hz. Aişe
(r.a.)'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Erkek
kadının dört şubesi (kolları ile bacakları veya ayakları ile uylukları) arasında
oturur da sünnet yeri sünnet yerine değerse, muhakkak yıkanmak vacip
olur." Sahihayn'da geçen Ebu Hureyre hadisinde ise: "Erkek kadının
dört şubesi arasına oturur da sonra onu yorarsa (yani onunla cima ederse)
muhakkak gusül vacip olur." buyurulmuştur. Müslim "Meni gelmese de..."
sözünü ziyade etmiştir. Tabiîn ve onlardan sonra gelen alimler "Sünnet
yerleri kavuşursa..." hadisi ile hükmetmek üzerinde icma eylemişlerdir.
4- Bir
kimsenin cünüp haldeyken gusletmeden namaza yaklaşamaz. Yolcu bundan hariçtir,
o teyemmüm eder. Çünkü genellikle ikamet halinde susuz kalınmaz. Mukim olan
kişi su bulunduğu için gusleder. Yolcu su bulamadığı zaman teyemmüm eder.
Cünüp olan yolcu, Hanefîlere göre ancak teyemmüm ettikten sonra mescide
girebilir.
İmam Malik ile Şafiî
ise cünübün mescide girmesine ruhsat tanımışlardır. Delilleri altı hadis
imamının Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadistir: "Muhakkak mümin
necis olmaz." Evlerinin kapıları mescide açılan Ashaptan birisi cünüp
olduğunda mescitten geçmeye mecbur kalırdı.
İmam Ahmed ile İshak
ise cünüp hakkında, bazı sahabilerin yaptığı ile amel ederek, abdest aldığı
takdirde mescitte oturmasında bir beis (sakınca) yoktur, demişlerdir.
Malikîlere ve başka
alimlere göre cünüp kimsenin Kur'an okuması genel olarak yasaktır, sadece
Allah'a sığınmak için bir kaç ayet okuyabilir. Dayandıkları delil İbni
Mace'nin Hz. Ömer (r.a.)'den tahric ettiği hadistir: Resulullah (s.a.) buyurdu
ki: "Cünüp ve hayız olan kadın Kur'an'dan bir şey okumaz."
5- Allah
Teâlâ cünübün gusletmeden namaz kılmasını yasaklamıştır. Mâliki mezhebinin
meşhur görüşüne göre cünübün guslederken vücudunu ovalaması lâzımdır. Çünkü
gusül (yıkamak) lafzından anlaşılan budur. "İğtisâl" kelimesi lügat
yönünden "iftiâl" babındadır. Elini değdirmeyen kimse, suyu dökmekten
başka bir şey yapmış olmaz ve buna Arap dili uzmanları "gasil: yıkayıcı"
adını vermez, "suyu döken, suya dalan" derler. Rasul-i Ekrem
(s.a.)'den gelen şu rivayet de bu manayı tekit etmektedir. "Her bir kılın
altında cenabet (cü-nüplük) vardır. Kılları yıkayın, teni temizleyin."
[173]
Temizleme ise deriyi ovalamakla olur.
Cumhur der ki: Her
tarafa ulaşıp yayıldığı takdirde suyu dökmek ve dalmak -teni ovalamasa da-
cünüp için kâfidir. Hadis imamları tarafından rivayet edilen Hz. Meymune ve Hz.
Aişe hadislerinde de Peygamberimiz (s.a.)'in guslederken suyu mübarek cesedine
dokunduğu zikredilmiştir.
Cünüp olan kimse
guslederken sakalını hilâller (parmakla aralar) mi? İmam Malik'ten bu hususta
iki rivayet vardır: İbnu'l-Kâsım'ın rivayetine göre bu lâzım değildir. İbni
Abdi'l-Hakem rivayetine göre böyle yapması bizce daha yerinde olur; çünkü
Hazreti Rasul-i Ekrem (s.a.) cünüplükten dolayı yıkanırken saçlarını
hilâllerdi.
Hanefiler ile
Hanbelîlere göre guslederken mazmaza (ağızı su ile çalkalamak) ve istinşâk
(buruna su çekmek) "gusledinceye kadar..." ayeti gereğince farzdır.
Çünkü ağız ve burun, yüz kısmı cümlesindendir; hükümleri de yanak ve alın gibi
yüzün dışının hükmünün aynıdır. Ağız ve buruna su almayı terk edip namaz kılan,
vücutta bir lüm'a (su değmemiş yer) bırakan kimse gibi namazı tekrar kılmalıdır.
Ama abdest alırken terk ederse namazı iade etmek gerekmez. Hanbelîlere göre
ağız ve burunun abdestte de yıkanması "yüzlerinizi yıkayın" ayetine
binaen farzdır. Çünkü Resulullah (s.a.) abdest alırken de, cünüplükten dolayı
yıkanırken de mazmaza ve istinşâkı terk etmemiştir.
Maliki ve Şafiîlere
göre ise ne cünüplükte, ne de abdest alırken onları yıkamak farzdır. Çünkü
vücudun içi gibi iç bölgeden sayılırlar. Hazret-i Peygamber (s.a.) kendisi
mazmaza yapmıştır, ama yapılmasını emretmemiştir. O'nun fiillerini yapmak
menduptur; fakat delil olmadan vacip kabul edilemez.
Guslederken
kullanılacak suyun miktarına gelince, İmam Malik'in Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet
ettiğine göre Resulullah (s.a.) cünüplükten dolayı ferak denen bir kaptan
yıkanırdı. Ferak üç sa'dır. Bir sa'm ağırlığı 2.751 gr. olduğuna göre toplam
8.253 gr. eder. Enes (r.a.) der ki: Resulullah (s.a.) Hazretleri bir müd
miktarı su ile abdest alır, bir sa' (ki dört müd) ile beş müdde varan miktarda
su ile de gusleder-di. Bir müd ise 675 gr. dır. Bu hadisler göstermektedir ki
kesin ölçü ve tartı söz konusu olmaksızın suyu az kullanmak müstehaptır. İnsan
yetecek kadar su alır, daha fazlası israf sayılır, israf ise mezmum ve
kötüdür,
[174]
6-
"Eğer hasta olur..." (Nisa, 4/43) ayet-i kerimesine binaen su bulunmadığında
hasta veya yolcu olduğunda teyemmüm etmek mubahtır. "Din (işlerin)de
üzerinize hiç bir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78) ayeti ile
"Kendilerinizi öldürmeyiniz." (Nisa, 4/29) ayeti de bunu teyit
etmektedir. Amr b. el-As, şiddetli soğuktan helak olmaktan korktuğu zaman
teyemmüm etmiş, Hz. Peygamber «s.a.) kendisine gusletmesini veya namazı iade
etmesini de emretmemiştir.
Teyemmüm etmeyi mubah
kılan hastalık, Şafiîlerdeki sahih görüşe göre su kullandığı zaman canın
çıkmasından veya bazı organlarını kaybetmekten, yahut da hastalığın uzamasından
korkulan derecedeki hastalıktır.
Teyemmümü mubah kılan
yolculuk uzun olsun, kısa olsun kişinin su bulamadığı yolculuktur ve cumhura
göre namazı kısaltma ruhsatı bulunan bir mesafe olması şartı da yoktur.
Bazılarına göre yolculuk, namazı kısaltacak bir mesafede olmadan teyemmüm
yapılmaz.
Malikîler ile İmam Ebu
Hanife ve İmam Muhammed'e göre hazar (ikamet) ve yolculuk durumlarında teyemmüm
etmek caizdir. İmam Şafiîye göre ise vücuduna bir zarar geleceğinden
korkmadığı takdirde sağlıklı mukim kimsenin teyemmüm etmesi caiz olmaz; ikamet
halindeyken su bulunmaz ve vaktin çıkmasından korkulursa, sağlıklı ve hasta
olan kimse teyemmüm ederek namazı kılar, sonra da iade eder (tekrar kılar).
İmam Ebu Yusuf ile İmam
Züfer de "İkamet halinde iken ne hastalıktan, ne de vaktin çıkma
korkusundan dolayı teyemmüm caizdir" demektedirler.
İkamet halindeyken su
aramaya gittiği takdirde namazı kaçırmaktan kor-kuyorsa teyemmüm etmenin caiz
olduğuna delil 'Yahut sizden biriniz heladan gelirseniz..." ayetidir.
Sünnette delil ise Buharî'nin Ebul-Cuheym b. el-Hâris b. es-Sımme el-Ensârî'den
naklettiği şu rivayettir: Diyor ki: Resulullah (s.a.) Ce-mel Kuyusu
[175]
denilen yerden gelirken karşısına bir adam çıktı ve O'na selâm verdi: Rasul-i
Ekrem selâmına cevap vermeden önce bir duvara gitti, yüzüne ve ellerine mesh
etti. Ondan sonra adamın selâmına cevap verdi. Bu rivayet Müslim'de de geçer,
orada "kuyu" kelimesi yoktur.
7- Hades
(abdest bozma), ikamet halinde iken teyemmümü mubah kılar mı? Bazılarına göre
"yahut sizden biriniz heladan gelirse..." ayetine binaen mubah
kılar. Çünkü ayetteki ev (yahut kelimesi)" "ve" manasınadır.
Yani eğer hasta olur, ya da bir sefer üzerinde bulunursanız ve sizden biriniz
heladan gelirse teyemmüm etsin, demektir. Buna göre teyemmümü gerektiren sebep
hastalık ya da yolculuk değil, hades (abdestsizlik) halidir. Bu ise açıklaması
yukarıda geçtiği üzere ikamet halindeyken teyemmüm etmenin caiz olduğunu göstermektedir.
Kurtubî der ki: Kelâm
ehlince sahih olan "ev (yahut)" harfinin asıl babın-daki mana üzere
yani tercih konusunda muhayyer bırakma, olmasıdır. "Ev" harfinin
kendi manası, "ve" harfininde kendi manası vardır. Burada bir hazif
bulunmaktadır, takdiri şöyledir: Eğer su kullanamayacak derecedeki bir hastalığa
yakalanmış veya sefer üzere iseniz ve de su bulamazsanız, suya muhtaç
olursanız.[176]
'Yahut sizden biriniz
heladan gelirse..." Burada "hela", küçük hades (ab-destsizlik)
olan kazâ-yı hacetten kinayedir.
8- Kadınlara
dokunmak tabiri de Hanefîlere göre cinsî ilişkiden kinayedir.[177]
Cünüp olan da su olmadığında teyemmüm edebilir, eliyle kadına değenin abdesti
bozulmaz. Darakutnfnin Hz. Aişe (r.a.)'den naklettiği rivayet buna delildir:
"Resulullah (a.s.), zevcelerinden birisini öptü, sonra da yeniden abdest
almadan namaz kıldırmaya çıktı." Şafiîye göre ise murad, el ile yahut
vücut organlarından başka biriyle kadının tenine dokunmaktır. Binaenaleyh bir
kadının tenine değenin abdesti bozulur, su yoksa teyemmüm etmesi gerekir. İmam
Malik ile İmam Ahmed ve İshâk diyorlar ki: Cima etmek suretiyle dokunan su
yoksa teyemmüm eder, elle dokunan şehvet duymuşsa teyemmüm eder, şehvet-siz
dokunmuşsa abdest alması gerekmez. Ayetin muktezası (gereği) budur. Aişe hadisi
ise mürsel'dir. Şu halde ayet, iki hükmü yani su bulamadığı zaman hades
(abdestsizlik) ve cünüplüğün hükmünü beyan etmiş olmaktadır:
Hadesin sebebi heladan
gelmiş olmak, cünüplüğün sebebi mülâseme yani dokunmaktır. Mülâseme lafzını hem
cima, hem de dokunma manasına alıp her iki hükmü ifade etmesine bir mani
yoktur.
9- Misafir
(yolcu) olanın İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre teyemmümün sahih
olması için su araması şarttır. İmam Ebu Hanife'ye göre ise şart değildir.
Suyun bulunmamasından
maksat, temizlenmek için yetecek kadar su bulamamaktır. Yetecek miktardan az
su bulacak olursa teyemmüm eder, mevcut olanı kullanmaz. Bu alimlerin
ekserisinin görüşüdür.
İmam Ebu Hanife,
"bir su bulamazsanız" ayetine binaen bakla suyu, gül suyu gibi
değişmiş su ile abdest almaya cevaz vermiştir. Diyor ki: Burada su kelimesi
nekre (bizzat belirlenmiş olmayan) bir şekilde kullanılmış olduğu için lügat
yönünden genellik ifade eder ve özellikleri değişmiş olan su ile de olmayanla
da abdet almanın caiz olduğunu ifade eder. Zira hepsine de mutlak manası ile
su denmektedir.
Alimler, su olmadığı
takdirde şıra haricinde bir meşrubat (içecek) ile abdest ve guslün caiz
olmadığı hususunda icma etmişlerdir.
Bulunmaması teyemmümü
mubah kılan su ise temiz, temizleyici ve aslî şekli üzere kalmış olan sudur.
10- "Teyemmüm
edin" cümlesi teyemmümün meşru olduğuna delildir. Teyemmüm bu ümmetin hususiyetlerindendir.
Rasul-i Ekrem (s.a.) Efendimiz: "Biz üç şeyle insanlara üstün kılındık:
Yeryüzünün hepsi bize mescit kılındı. Su bulamadığımız zaman toprak bizim için
temizleyici kılındı..."
[178]
buyurmuştur. Teyemmüm, şer'an, yüz ile elleri toprak ile meshetmek demektir.
Çünkü ayette "O vakit temiz bir toprağa teyemmüm edin" yani, toprağa
yönelin, ellerinize ve yüzünüze sürün buyurulmaktadır.
Namaz kılması lâzım
gelen her mükellef şahsın, vakit girip de su bulamadığı zaman teyemmüm etmesi
gerekir. İmam Eu Hanife ile iki talebesi Ebu Yusuf ile Muhammed ve İmam
Şafiî'nin talebesi el-Müzenî diyorlar ki: Vakit girmeden önce de teyemmüm
caizdir. Zira nafile namaza kıyas edilerek, onlara göre su aramak şart
değildir. Nafile için suyu araştırmaksızm teyemmüm etmek caiz olduğuna göre
farz için de caizdir. Cenab-ı Peygamber (s.a.)'ın Ebu Davud, Nesaî ve
Tirmizî'de geçtiği üzere Ebu Zerr (r.a.)'e söylediği şu sözüyle istidlal
ederler: "Temiz toprak müslümamn abdestidir. Hatta on sene müddetle su
bulamasa da." Hazret-i Peygamber toprağa da suya verdiği şekilde abdest
ismini vermiştir; o halde toprağın hükmü de suyunki gibi olmaktadır.
Malikîler, Şafiîler ve
Hanbelîlerin delili ise, "Bir su bulamazsanız..." cümlesidir. Zira
sadece arayıp da bulamayan şahsa "su bulamadı", denilebilir.
Ulemâ, teyemmümün
cünüplüğü ve abdestsizliği kaldırmayacağı hususunda icma etmiştir. Bu iki
sebepten teyemmüm etmiş kimse, su bulduğu vakit yine cünüp veya abdestsiz duruma
dönerler. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.) geçen Ebu Zer hadisinde "Suyu
bulduğun zaman tenine değdir (abdest al)." buyurmuştur.
Aynı şekilde teyemmüm
edip henüz namaza durmadan su bulan kimsenin de teyemmümünün batıl olacağı ve
su kullanması gerektiğine dair alimler icma etmiştir.
Cumhura göre ise suyu
arama hususunda gayret etmiş olan ve bineğinde de su bulunmayan bir şahıs,
teyemmüm edip namaz kılsa ve namazı bitirse onun namazı tam olmuş olur. Çünkü
farzını emrolunduğu gibi eda etmiştir; bir delil bulunmadan onu tekrar
kılmasını gerekli saymak caiz değildir. Ebu Davud, Ebu Saîd el-Hudrî'den
tahric ediyor: Demiştir ki: İki kişi yolculuğa çıktılar. Namaz vakti geldi,
ama yanlarında su yoktu. Temiz bir toprak ile teyemmüm ettiler ve namazı
kıldılar. Sonra vakit içerisindeyken su buldular. Birisi su ile abdest alarak
namazı yeniden kıldı, diğeri iade etmedi. Sonra Resulullah (s.a.)'e
döndüklerinde durumu anlattılar. Rasul-i Ekrem iade etmeyene: "Sünnete
isabet (uygun hareket) ettin, namazın senin için kâfidir", abdest alıp
iade edene de "Semra için de iki kerre sevap var" buyurdu.
Namaza başladıktan
sonra su bulan kimsenin durumu hakkında ulemanın görüşleri farklıdır. İmam
Malik ve İmam Şafiî diyor ki: Namazı kesip suyu kullanması gerekmez. Namazını
tamamlasın, ondan sonrakiler için abdest alsın. Çünkü Allah Teâlâ:
"Amellerinizi iptal etmeyin" (Muhammed, 47/33) buyurmaktadır. Su
bulunmadığında teyemmüm ederek namaza başlamanın caiz olduğu hususunda herkesin
ittifakı vardır. Nitekim zıhâr ya da katil kefareti için oruca başlayan ve
sonra azat edecek köle bulan kimse de orucunu ilga etmez ve köle azat etme
şıkkına dönmez.
İmam Ebu Hanife, İmam
Ahmed ve el-Müzenî ise şöyle demektedirler: Su bulunduğu için bu kimse namazı
keser, su ile abdest alır ve yeniden namaza durur. Bu görüşlerindeki hüccet ve
delilleri şudur: Nasıl namazdan önce su bulununca teyemmüm bozuluyorsa,
namazın geriye kalan kısmında bulununca da bozulur. Namazın bir kısmı
bozulduğunda ise hepsi bozulur. Çünkü alimler ay hesabıyla iddet bekleyen kadın
(mu'tedde), bitmesine az bir süre kala hayız görse, hayız hesabıyla iddetine
yeniden başlamaktadır. Namazdayken su bulan kimsenin durumu da öyledir.
Teyemmüm ile birçok
namaz kılınır mı, yoksa her farz ve nafile için ayrı teyemmüm almak mı
lâzımdır? Bu hususta İmam Malik ve İmam Şafiî diyor ki: Her farz için lâzımdır.
Çünkü her namaz için su araması icap etmektedir. Su arayıp da bulamayan ise
teyemmüm edecektir.
İmam Ebu Hanife ile
Davud ez-Zâhirî ise şöyle demektedirler: Abdesti bo-zulmadığı müddetçe bir
teyemmüm ile istediği kadar namaz kılar. Çünkü su bulamadığı sürece abdestli
sayılır. Bulmaktan ümidi kesilmiş ise su araması da icap etmemektedir.
Vakit girmeden
teyemmüm etmek caiz midir? İmam Malik ile İmam Şafiî'ye göre caiz değildir. Zira
Allah Teâlâ'nın "Bir su bulamazsanız... teyemmüm edin" kavlinden
teyemmümün cüzlerinin, bölümlerinin ihtiyaca ilişkin olduğu ortaya çıkmıştır.
Vakit girmeden önce ise böyle bir ihtiyaç yoktur. Buna binaen bir şahıs tek
teyemmüm ile iki farz kılamaz. İmam Ebu Hanife, vakit girmeden teyemmüm etmeyi
caiz görmektedir. Çünkü ona göre su aramak şart değildir.
11- Temiz
toprak (saîden tayyiben) ibaresindeki "saîd", arzın yüzü demektir.
Üstünde toprak olsun, olmasın; "tayyib" ise temiz, helâl demektir.
Buna binaen İmam Malik ile İmam Ebu Hanife'ye göre arzın yüzündeki her şey ile
teyemmüm yapılır. Toprak, kum, taş, maden, kaya tuzu gibi.
İmam Şafiî ile İmam
Ebu Yusufa göre ise "saîd", münbit (bitki yetiştiren) toprak yani
tayyib olan toprak demektir. Allah Teâlâ: "Güzel memleketin (be-led-i
tayyib'in) bitkisi Rabbinin izniyle bol çıkar." (Araf, 7/58) buyurur. Bu
ikisine göre başka bir şey üzerine teyemmüm caiz olmaz. İmam Şafiî der ki:
"Saîd" lafzı, ancak tozlu olan toprak hakkında kullanılır.
İmam Şafiî toprağın
ele bulaşmasını da şart koşar. Ta ki suyu abdest organlarına ulaştırdığı gibi
toprağı da teyemmümde meshedilen organlarına değdirmek mümkün olabilsin.
Alimler münbit, temiz
ve meshedilen organa ulaştırıla bilen, gasbedilmiş olmayan toprak üzerine teyemmüm
etmenin caiz olduğuna, sırf altın, gümüş, yakut, zümrüt gibi madenlere, ekmek,
et gibi yiyeceklere ve necis (pis ve murdar) şeylere teyemmüm etmenin caiz
olmadığında icma etmişlerdir. Bunlar dışında kalan madenler hakkında ise
görüşleri farklıdır. İmam Malik ve bazı alimler caiz görürken, İmam Şafiî ve
diğer bazı alimler bundan menetmişlerdir.
Malikîlere göre
toprağın altında olduğu takdirde otlar ile de teyemmüm etmek -üzerlerindeki
topraklardan dolayı- caizdir. el-Müdevvene ve el-Meb-sut'ta kar üzerine
teyemmümün caiz olduğu, ama diğer eserlerde caiz olmadığı belirtilmektedir.
Kireç, kiremit gibi
pişirilmiş şeylere, duvara meshederek teyemmüm yapmak hususunda Malikîlerde
iki görüş vardır. Kurtubî der ki: Sahih olan duvara teyemmüm etmenin caiz olduğudur.
Çünkü Buharî'nin tahric ettiği Ebu Cü-heym b. el-Hâris b. es-Sımme el-Ensârî
hadisinde şöyle naklediyor: Resulullah Cemel kuyusu (Medine yakınında bir yer)
tarafından geldi. Bir adam karşısına çıkarak O'na selâm verdi. Fakat Hz.
Peygamber (s.a.) selâmını almadan bir duvara yöneldi, yüzünü ellerine
meshetti, ondan sonra adamın selâmını aldı. Bu da İmam Malik ve onun kanaatinde
bulunanların dediği gibi toprak dışındaki bir şeyle teyemmüm etmenin sahih
olduğuna delildir.
İmam Ahmed ile İmam
Sevrî, keçenin tozu ile teyemmüm etmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. İmam
Ebu Hanife ise sürme, zırnık, alçı taşı, kireç, öğütülmüş cevher ile teyemmüm
etmeye cevaz vermiştir.
12-
Teyemmümün şekli: "Ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün" ayeti teyemmüm
edilecek yerlerin yüz ve eller olduğuna delâlet etmektedir. İmam Şa-fiîye göre
"minhu (ondan)" lafzı, toprağın teyemmüm edilecek yere nakledilmesi
gerektiğine delildir. Malikîlere göre ise, Peygamberimiz (s.a.)'in duvara
teyemmüm etmesi de bunun şart olmadığını göstermektedir.
Cumhur diyor ki:
"Yüzlerinize ve ellerinize sürün" cümlesi gereği önce yüz, sonra
eller ile teyemmüm edilir.
Hanefîlere ve
Şafiîlere göre elleri teyemmüm ederken abdeste kıyas edilerek mesih dirseklere
kadar ulaştırılır. Câbir ve İbni Ömer'in Rasul-i Ekrem (s.a.)'den naklettikleri
teyemmümün dirseklere kadar yapılacağı hakkındaki rivayet de böyle
göstermektedir.
Malikîler ile
Şafiîlere göre ise elleri teyemmüm ederken iki kû' yani dirseğe kadar
ulaştırmalıdır. İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayetinde Ammar'a ve Peygamberimiz
(s.a.)'in yüzüne ve bileklere kadar olan kısmına teyemmümü emretmesi bunun
delilidir.
Hanefî ve Şafiîlere
göre teyemmüm iki darb (elleri toprağa vuruş)'tan ibarettir. Birisi yüz için,
biri de eller içindir. Bu hükmün delili de İbni Ömer hadisidir.[179]
Malikîler ve Hanbelîlere göre ise farz olan ilk vuruş yani elleri toprağa
sürmektir, ikinci vuruş sünnettir.
[180]
44- Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip
verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de
(hak) yoldan sapmanızı istiyorlar.
45- Allah, sizin
düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Ve Allah size dost olarak da yeter, yardımcı
olarak da yeter.
46- Yahudi olanlardan
kimisi kelimeleri (Allah tarafından) konuldukları yerlerinden (kaldırıp)
değiştirirler ve dillerini eğerek bükerek, dine de saldırarak (sana) derler
ki: "(Eh) dinledik, (fakat) isyan ettik. İşit, işitmez olası,
râ-inâ." Eğer onlar: "Dinledik, itaat ettik. İşit, bize bak"
deselerdi elbet kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fakat Allah,
kendi küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Artık onlar, birazı hariç
olmak üzere, iman etmezler.
"Onlardan
kimisi" ibaresinin takdiri şöyledir: Yahudi olanlardan bir kavim vardır ki
onlar... değiştirirler.
[181]
"Sapıklığı satın
alıyorlar" ve "dillerini eğerek bükerek" cümlelerinde istiare
sanatı vardır. Çünkü "leyy" kelimesinin aslı ipi bükmek demektir.
Burada kendisiyle zahiri dışındaki bir şey, kastedilen kelâm için istiare
(ödünç) olunmuştur.
"Bakmadın
mı?" Taaccüp ifade etmek için kullanılan bir soru ifadesidir.
[182]
"Kendilerine
Kitap'tan bir nasip verilenler..." Yani Tevrat'tan bir pay, bir parça
verilen Yahudiler. "Sizin de yoldan sapmanızı" yani onlar gibi
olasınız diye hak veya sağlam yoldan çıkmanızı "istiyorlar."
"Allah, sizin
düşmanlarınızı çok iyi bilendir." Onları sizden daha iyi biliyor ve
sakınasınız diye size haber veriyor.
"Allah, size dost
olarak da yeter," yani sizi onlardan korur, işlerinizi yürütür,
"yardımcı olarak da" onların tuzaklarından sizi kurtararak, serlerini
sizden defetmek suretiyle "yeter".
"Kelimeleri
(Allah tarafından) konuldukları yerlerinden (kaldırıp) değiştirirler."
Allah Teâlâ tarafından Muhammed (a.s.)'ın sıfatı hakkında Tevrat'ta indirdiği
kelâmı konulduğu yerden kaldırıp değiştirirler.
"Bizi gözet, bize
bak (râinâ)" kelimesinden Yahudiler lisanlarında tahkir ve sövme için
kullandıkları "râinâ (çobanımız)" manasını murat ederlerdi. Ahmaklık,
gayr-ı ciddi olmak manasına kullanmaları da mümkündür. Cenab-ı Peygamberce bu
kelimeyle hitap etmek yasaklanmıştır.
[183]
Ayet-i kerimeler
Medine Yahudileri hakkında indirilmiştir. İbni İshak diyor ki: Rifâa b. Zeyd
b. et-Tâbût, Yahudi ileri gelenlerinden idi. Resulullah ı a.s.) ile konuşurken
dilini eğip bükerek: "Ey Muhammed, kulağını bize iyi ver" dedi, sonra
da İslâm'a dil uzattı, tenkit etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun hakkında
"Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın
mı?" ayetini indirdi.
Müfessirler de diyor
ki: Yahudi alimlerinden biri olan Kâ'b b. el-Eşref, Uhud Savaşından sonra
Yahudilerden yetmiş binekli kişi ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Resulullah
(s.a.)'a gadretmek üzere Kureyş ile anlaşma yapmak, kendileriyle Rasul-i Ekrem
(s.a.) arasındaki muahedeyi bozmak istiyorlardı. Kâ'b, Ebu Süfyan'm evine,
Yahudiler de Kureyşlilerin evlerine misafir oldular.
Ebu Süfyan KâVa
"Sen kitap okuyan alim bir adamsın. Biz ise ümmiyiz, pek bilgimiz yok.
Hangimizin yolu daha doğru, hakka daha yakın, bizim mi, Muhammedin mi?"
dedi. Kâ'b "Bana dininizi bir arz edin bakayım" diye cevap verdi. Ebu
Süfyan şunları söyledi: Biz hacılar için besili büyük develerden kurban
ederiz, onların su ihtiyaçlarını karşılarız, misafiri ağırlarız, esiri salıveririz,
akrabalık bağlarını koruyup gözetiriz, Rabbimizin evini imâr eder onu tavaf
ederiz. Bizler bu mukaddes Harem'in ehliyiz. Muhammed ise atalarının dinini
terk etti, akrabalık bağlarını kopardı. Harem'i bırakıp gitti. Bizim dinimiz
daha eski, Muhammed'in dini ise yenidir. Bunun üzerine Ka'b: "Vallahi siz
onun üzerinde bulunduğu dinden daha doğru bir yoldasınız" dedi. İşte Allah
Teâlâ da Ka'b ve beraberindeki arkadaşlarını kastederek: 'Yahudi olanlardan
kimisi kelimeleri (Allah tarafından) koyuldukları yerlerinden (kaldırıp)
değiştirirler..." ayetini bu hadise sebebiyle indirdi.[184]
Allah Teâlâ teşvik ve
korkutma yoluyla şefî hükümlere uyma karşılığında çok bol sevap kazanmaya irşad
edip karşı gelene şiddetli bir ceza olduğunu beyandan sonra burada da Ehl-i
Kitap'tan bazılarının halini anlatmaktadır. Bunlar dinlerinin hükümlerini terk
etmişler, kitaplarını kaldırıp değiştirmişler, hidayet (doğru yol)
karşılığında dalâleti, sapıklığı satın almış kimselerdir. Böylelikle Cenab-ı
Hak müminlere, emrolunduklarına sıkı sıkıya bağlanmaları gerektiğine dikkat
çekmekte ve dinlerinin hükümlerini terk etmeleri durumunda başlarına, o
Yahudilerin ahirette başlarına, toprağa gömülmeyi temenni ettikleri ve
cehennem ateşine atıldıkları zaman gelecek azap gibi bir azap gelmesinden
sakmdırmaktadır.
[185]
Ey Muhammed
aleyhisselâm! Kendilerine ilâhî bir kitap olan Tevrat'tan bir kısım verilmiş
olan şu kimselere bakmadın mı? Hidayet karşılığında dalâleti satın alıyorlar,
kâfirliği imana tercih ediyorlar, Allah'ın peygamberine indirdiğinden
yüzlerini çeviriyorlar, ellerinde bulunan yalan söylemek, insanlara eziyet
vermek, faiz (riba) yemek hakkındaki hükümleri, geçmiş peygamberlerin Hz.
Muhammed (s.a.)'in sıfatına dair verdikleri bilgileri terk ediyorlar.
Kendilerinin icat ve uydurması olan bir takım dinî gelenek ve tapınma şekilleri
ile az bir dünya menfaati sağlamaya çalışıyorlar. Ey müminler, onlar sizin de
kendileri ile beraber hak yoldan sapmanızı ve size indirilenleri inkâr etmenizi
üzerinde bulunduğunuz hidayet ve faydalı Kur"an ilmini bırakmanızı
istiyorlar. Ey müminler, Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı en iyi bilen olduğu
için sizi onlardan sakındırıyor. Size dost olarak Allah yeter. Sizi onlardan
korur, işlerinizi yürütür. O kendisine sığınanın kale gibi koruyucusudur. O,
kendinden yardım dileyene de yardımcı olarak yeter. Onların şerrini sizden
defeder. İşte o yüce Rabbiniz daima sizi hakkınızda en hayırlı olana,
kurtuluşunuz bulunan hususlara yöneltir. Ve O düşmanlarınıza karşı salih amele
ve hidayete muvaffak kılarak size yardım eder de zafer için gerekli olan
yardımlaşma, güçlü savaş aletlerini hazırlama gibi sebepleri
gerçekleştirirsiniz. Ondan başkasından dostluk ve yardım talep etmeyin.
Onların Tevrat'tan
amel ettikleri kısım kaybettikleri ve unuttukları kısma aittir. Amel etmeyi
terk ettikleri hükümler ise yanlarında geriye kalan kısımdandır.
Sonra Allah Teâlâ
"Yahudi olanlardan kimisi de..." cümlesiyle, kendilerine kitap
verilenlerden maksadın Yahudiler olduğunu beyan ediyor. "Min" harfi
burada cinsi beyan için olup, "O halde murdardan (yani putlardan)...
kaçının." (Hac, 22/30) ayetindeki gibidir. Onlar öyle bir kavimdir ki
Allah'ın Tevrat'ta indirdiği kelimeleri asıl konuldukları yerlerden kaldırıp
değiştirirler. Bunu da ya kelimeleri asıl konuldukları başka bir manaya
çekerek yaparlar; Rasul-i Ekrem (s.a.) hakkındaki müjdeleri, Mesih hakkındaki
haberi başka bir şahsa yorumlayıp bugüne kadar onu beklemeye devam edişleri
gibi. Yahut da bu tahrifi kitaptaki bir kelime veya cümleyi bulunduğu yerden
başka bir yere naklederek yaparlar. Nitekim Musa aleyhisselâmdan rivayet
edilen ayetlere uzun bir müddet sonra yazılmış sözler karıştırdıkları gibi
diğer bazı peygamberlerin sözlerine de başka insanların sözlerini katmışlardır.
Bu ilâve ve karışıklıkları, kendilerinin de itiraf ettiği gibi kaybolan Tevrat
yerine bugünkü Tevrat'ı ortaya koyanlar yapmışlardır.
Bu tahrifat ile
iddialarına göre ıslah gayesi güdüyorlardı. Bunun kaynağı şuydu: Hz. Musa
(a.s.)'m yazdığı asıl nüshanın kaybolmasından sonra yanlarında dağınık Tevrat
yaprakları bulunuyordu. Bunları bir araya getirmek istemişlerdi. O esnada da
birçok ilâve ve tekrarları katmışlardı. Bu tarihî gerçekleri Hintli
Rahmetullah Efendinin Izhâru'l-Hak adlı kitabında yaptığı gibi güvenilir,
araştırıcı tarihçiler ispat etmişlerdir.
O Yahudiler
Peygamberimiz (s.a.)'e sözünü işittik, emrine isyan ettik, diyorlardı. Mücahid
der ki: Yahudiler Resulullah (s.a.)'a "Sözünü işittik, fakat sana itaat
etmeyiz", dediler. Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'e duydukları haset ve
kinden ötürü "İşit, işitmez olası!" diyorlardı. Edep gereği
"Kötü söz duymayasın" diyecekleri yerde "Allah sana
işittirmesin" veya "duan dinlenmemek, senden kabul edilmemek
üzere" manasına sözlerle O'na beddua etmiş oluyorlardı.
Aynı şekilde bir de
"râinâ" derlerdi. Ruûnet, yani ahmaklık, gayr-ı ciddilik kelimesinden
ism-i fail olarak kullanırlardı. Bu kelime "bize bak, bize mühlet
tanı" manasına kullanılacak yerde lisanlarındaki sövme ve dil uzatma
manasına gelen râînâ'dan gelme de olabilir. Allah Teâlâ ise "Ey iman
edenler, "râinâ" demeyin, "unzurnâ (bize bak) deyin."
(Bakara, 2/104) ayetiyle müminleri bu kelimeyi kullanmaktan menetmiştir.
İşte Yahudiler ya
meclisinde, ya da kendisinden uzakta iken Resulullah s.a.) Efendimize karşı
duydukları haset ve kin sebebiyle veya alay etmek, eğlenmek amacıyla bu üç
suçu da işlemişlerdir. İki manaya gelme ihtimali de bulunan bir söz
kullanırlar, ama onunla saygı, hürmet, değer vermek manasını değil, tahkir
etme, küfretme manasını kastederlerdi. Dillerini eğip bükerler, dillerini
evirip çevirip sözü hayır manasına gelmekten şer ve sövme manasına
döndürürlerdi, İslâm'a dil uzatarak saldırırlardı. "Râinâ" sözleriyle
"kulağını bize ver" demek istiyormuş gibi yaparlar, fakat gerçekte
Peygamberimiz (s.a.)'e dil uzatarak ahmaklık manasını kastederlerdi. Bu ise
adiliğin ve batıl üzerindeki cüretkârlığın en son derecesidir.
"Essâmü
aleyküm" diye selâm vermeleri de dillerini eğip bükmeleri cür-mündendir.
"Es-sâmü", ölüm manasınadır. Yani "selâm size" demek ister
gibi yaparlar, "ölüm size" manasına dillerini kıvırtırlardı. Rasul-i
Ekrem (s.a.) Hazretleri de bu maksatlarını bildiği için cevapta sadece
"ve aleyküm (= size de)" yani herkes ölecektir, derdi.
İbni Atıyye (öl. 541 H/1147
M.) der ki
[186]: Bu, şimdiki Yahudilerde
de mevcuttur. Çocuklarını buna göre yetiştirdiklerini, müslümanlara hitap
ederken görünüşte saygı ifade eden kelimeleri nasıl hakaret manası kestederek
kullanacaklarını ezberlettiklerini müşahede etmekteyiz.
Sonra Hak Teâlâ örnek
bir hitap şekline tevcih ederek buyuruyor ki: Eğer onlar "Dinledik, itaat
ettik, sen de bizim dediğimizi dinle, bize mühlet ver, acele etme ki
dediklerini iyi anlayabilelim" demiş olsalardı, taşıdığı faydalı ve edepli
üslûptan dolayı kendileri için daha hayırlı ve önceki söylediklerinden daha
doğru olurdu.
Sonra Allah Teâlâ
onların bu yakışıksız tasarruflarının sonucunu zikretmiştir: Allah'ın
rahmetinden kovulmak, artık ebediyen hayra muvaffak olamamak. Hak Teâlâ
onların lanete uğramalarına, ilâhî yardımdan yoksun kalmalarına inkârlarının
sebep olduğunu belirtmektedir. Zira küfür, inkâr genel olarak tefekkürden,
hitap ederken edep ve nezaket göstermekten alı-kor. İşte öyle kimseler iman
etmezler, etseler de değer verilmeyecek derecede az ve basit şekilde bir
imanları vardır. Kalpleri hayırlardan uzaktır, nasipsizdir. Faydalı olabilecek
bir iman onların gönlüne girmez. İman da bulunmayınca ameli düzeltme, aklı
yükseltme, ruhu yüceltme hususunda hiç bir ümit kalmaz.
[187]
Ayet-i kerimeler
Medine ve civarındaki Yahudilere ve onların yolundan giden, yaptıklarını
sürdürenlere taaccüp, kınama ve azarlama için inmiştir. Bu tenkide muhatap
oluşlarına sebep yanlış ve kusurlu tasarrufları, türlü türlü suç ve ahlâksızlığın
göstergesi olan çirkin davranışlarıdır.
Hidayet karşılığında
dalâleti, sapıklığı almışlar, aynı zamanda müslüman-ları da, hak yoldan, sağlam
yordamdan sapıtmak istemişlerdir, İslâm'a ve Müslümanlara karşı
düşmanlıklarını ilân etmişlerdir. O halde onlarla dostluk etmeyin. Zira en
katı düşmanlarmızdır onlar.
İlâhî kelâmı asıl
yerlerinden kaldırarak tahrif ederler, batıl şekillerde yorumlarlar veya ona
insanların yanlış, saptırılmış, çirkin yazılarını katarlar. Çünkü halen eldeki
Tevrat diye iddia edilen kitapları Cenab-ı Hakkın yüce zatına dil uzatmakta,
peygamberlerinin ismini lekelemekte, onlara ayıp nispet etmektedir. Yahudi
olmayan diğer milletlere karşı kin ve buğz ile doldurulmuş olup beldelerin
yıkılmasına, medeniyetin tahrip edilmesine ve hayvani, ziraî, sinaî
servetlerin, varlıkların yok edilmesine davet eylemektedir.
İşte o Yahudiler ile
yandaşları Allah Rasulü'ne (s.a.) hitap ederken de adiliklerini, onunla
eğlenme ve alay etme arzularını ortaya dökerler, bir taraftan da ona karşı
"İşit, hiçbir kötü ve eza verici söz duymayasm" demeyi istiyormuş
gibi gözükerek "Sözünü işittik, emrine isyan ettik. İşit, işitmez
olası" derler.
Hasan-ı Basrî ile
Mücahid der ki: Bunun manası sözün dinlenmemek, kabul edilmemek, dediğine
icabet olunmamak üzere, demektir. Bir de ahmaklık, ciddiyetsizlik manasına
gelen "râinâ" kelimesini kullanırlar.
"Dillerini eğerek
bükerek" lafzı dillerini haktan evirip çevirdiklerini göstermektedir.
Yani onlar arkadaşlarına söyledikleri, "Peygamber olsaydı kendisine sövdüğümüzü
anlardı", sözleriyle kalplerinde bulunanı kastederler, dine saldırırlar.
Ama Allah Teâlâ peygamberini buna vakıf kılmış, bu da nübüvvetinin alâmet ve
işaretlerinden biri olmuştur. Allah bu sözden müminleri menet-miştir.
Halbuki Cenâb-ı
Peygamber (a.s.)'e edep ve nezaket ölçüleri içinde hitap etselerdi bu kendileri
için daha isabetli bir görüş ve davranış olurdu. Gerçek şu ki onlar çok az bir
iman ile inanırlar; böyle bir inanışa da zaten iman ismi bile verilemez.
[188]
47- Ey kendilerine
Kitap (Tevrat) veriri lenler, yanınızdaki (kitap)ları tasdik edici olmak üzere
indirdiğimiz edici olmak üzere
indirdiğimiz
(Kur'an-ı Kerim)'e biz
bir takım yüzleri süip ve belirsiz edip de enselerine çevirmezden, yahut
cumartesi yaranına ettiğimiz lanet gibi
kendilerini de lâ- netlemezden evvel iman edin. Allah'ın emri yerine
gelecektir.
"Bir takım
yüzleri silip ve belirsiz edip de" ibaresinde istiare sanatı vardır. Çünkü
yüzlerin silinip belirsiz hale getirilmesi, harfleri karışmış ve satırları
kaybolmuş silik sayfaya benzetilmiştir.
"Yüzler" ile
"arkalar, enseler" arasında tıbâk sanatı vardır.
"Kendilerini
lanetlememiz" ve "lanet ettiğimiz gibi" kelimelerinde iştikak
cinası bulunuyor.
[189]
"İzale
etmek{tavnsf kelimesinde burada yüzlerde bulunan göz, burun, kaş gibi organları
yok ederek insanlık işaret ve izlerini izale etmek murad olunmaktadır.
Kelime Kur'an-ı
Kerim'de değişik yerlerde geçer. "Ey Rabbimiz, sen onların mallarını yok
et" (Yunus, 10/88) ayetinde "İzale et, helak et" manasınadır.
"Eğer dileseydik onları, gözlerinin üzerinden silme kör yapardık."
(Yasin, 36/66) ayetinde tehdit ya göz ışığını yok ederek, ya da gözün karasını
silerek gerçekleşir.
Yüzlerin tanış
edilmesi, arkaya çevrilmesi, gözlerin arka tarafta kılınması şeklinde olur.
Yahut murad, yüzde göz, kulak, burun hiçbir şey bırakmayız, demek olur. İbni
Abbas "Yüzün tams edilmesi kör edilmesi demektir" diyor.
"Vech (yüz)"
kelimesi, nefsin yöneldiği maksatlar manasına da kullanılır. Nitekim şu
ayetlerde böyledir: "Kendimi Allah'a teslim etmişimdir." (Âl-i İmran,
2/20); "O halde (Rasulüm) sen yüzünü bir hanif (Allah'ı bir tanıyan) olarak
dine çevir." (Rûm, 30/30); "Kim nefsini (tamamen) Allah'a teslim
ederse..." (Lokman, 31/22).
"Bir takım
yüzleri enselerine (edbâr)a çevirmezden..." Ayette geçen
"edbâr", arka ve ense manasına gelen "dübür"ün cemisidir.
Edbâr'a çevirmek, enseler gibi dümdüz yapmak demektir. Bu tabir savaşta
yenilmek yahut gerisin geriye kaçmak gibi ya hissî olan şeylerde kullanılır
yahut da geriye yani kâfirliğe yeniden dönmek gibi manevî hususlarda olur.
Nitekim şu ayette böyledir: "Gerçekten kendilerine hidayet besbelli
olduktan sonra arkalarına dönenler (yok mu?), şeytan onları fitlemiş, onlara
uzun zaman göstermiştir." (Muhammed, 47/25). "Yahud kendilerini
lanetlememizden evvel" yani cumartesi yaranını maymunlar ve domuzlar
şekline çevirdiğimiz gibi çevirmekle onları cezalandırmamızdan önce, cumartesi
yaranını helak ettiğimiz gibi onları da helak etmemizden önce, manasınadır da
denilmiştir.
[190]
İbni İshâk, İbni Abbas
(r.a.)'tan tahric ediyor: Resulullah (s.a..), aralarında Abdullah b.Sûriyâ,
Kâ'b b. Esed'in de bulunduğu Yahudi alimlerinin reisleri ile konuşurken onlara
dedi ki: Ey Yahudiler topluluğu! Allah'tan korkun da müslüman olun. Allah'a
yemin olsun ki sizler benim getirdiğim dinin hak olduğunu çok iyi
bilmektesiniz. Fakat onlar "Bilmiyoruz ya Muhammed" diyerek
bildiklerini inatla inkâr ve küfürde kalmakta ısrar ettiler. İşte Allah Teâlâ
onlar hakkında bu ayeti indirdi: "Ey kendilerine Kitap verilenler, yanınızdaki
(kitap)ları tasdik edici olmak üzere indirdiğimiz (Kur'ân-ı Kerim'e) iman
edin."
[191]
Ayet-i kerime öncesi
ile bağlantılıdır. Kitaplarının bazısını tahrif etmek, diğer bir kısmını da
kaybetmek suretiyle hidayet karşılığında dalâleti, sapıklığı satın
almalarından sonra Ehl-i Kitap önünde emel kapısını açmak için varit olmuştur.
Çünkü kendi kitapları da bildikleriyle ameli ve Kur"an'a iman etmeyi
onlara lâzım kılmaktadır. Tevrat'a iman etmeleri, onu tasdik eden kitaba da
imanı icap ettirir.
Allah Teâlâ, Ehl-i
Kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara, Peygamberimiz s.a.)'ine indirdiği Kur'ân-ı
Mecid'e iman etmelerini emrediyor. Kur'ân-ı Kerim, şimdiki durumda almış olduğu
şekilde değil sahih olan ilk esaslarda kendinden önce geçen semavi kitapları
tasdik edici olarak gelmiştir. Allah'ın bir olduğunu takrir, şirki red, açık ve
gizli fuhuş ve kötülükleri terk, Yahudilerin ellerindeki kitapta bulunan Hz.
Muhammed'in peygamberliğinin müjdelenmesi ile ilgili haberleri tasdik etmek
gibi. Bunlar bütün semavî dinlerin esasları ve temel amaçlarıdır.
Kitaplarının bir
kısmını yitirmiş, diğer bir kısmını da yakmış oldukları halde, Kur'ân-ı Kerim
onlara, Kur"an'a iman etmeye çağıracak, aleyhlerine olarak kusurlarını ve
cezayı hak ettiklerini tescil edecek şekilde "kendilerine Kitap
verilenler" diye hitap ediyor.
Bütün semavî dinlerin
tevhid, şirki red, güzel ahlâk ile bezenmek, fuhuş ve kötülüklerden uzaklaşmak
gibi genel esaslarda ittifak eder oluşu bunları imana çağıran hususlardandır.
Kur'an-ı Kerim
İbrahim, Nuh, Davud, Süleyman, Musa, İsa ve öteki peygamberlerin
(aleyhimüsselâm) peygamberliklerini tekit etmiştir. O halde nasıl oluyor da bu
peygamberlerin tabiîleri Kur*an'a ve Muhammed aleyhisselâm'm peygamberliğine
hem de onların yanındaki kitabı tasdik ederek ve tevhid esasına dayalı Hz.
İbrahim milletine (dinine) muvafakat edici olarak geldiği halde iman
etmiyorlar?
Habibim onlara de ki:
İndirdiğimize inanın. Semadan indirilmiş bütün kitaplar aynı kaynaktan
gelmektedir, tek bir gayeleri vardır.
Sonra Allah Teâlâ
onları, böyle yapmadıkları takdirde yüzlerini silip belirsiz ederek enselerine
çevirmek, yüzdeki göz ve diğer organları imha etmekle yahut da Yahudilerden
cumartesi yârânmı helak ettiği, maymun ve domuz suretine çevirerek helak etmek
ya da suret ve şekillerini değiştirmekle tehdit etmiştir.
Cumartesi yârânı: Hile
yoluyla cumartesi günündeki avlanma yasağını çiğneyenler demektir. Bunlar
sahillere havuzlar yapmışlardır. Deniz kabarınca suyla beraber balıklar da
havuzlara girerdi. Adamlar cuma günü havuzların kapaklarını kapatırlar,
cumartesi günü deniz suyu çekilirken balıklar havuzdan çıkamayıp kalırlardı ve
pazar günü yasak olmadığı için balıkları havuzlardan tutarlardı.
"Allah'ın emri
yerine gelecektir." Yani O'nun "ol der, oluverir" demek olan
herhangi bir şeyin vuku bulması hakkındaki tekvin emri, mutlaka geçerlidir. O
bir şey emredince ona karşı gelinmez, engellenemez; o halde O'nun tehdidinden
sakının, cezasından korkun. Emirden maksat, yapılmasını emrettiği şeydir, onu
ne zaman isterse, var kılar, gerçekleştirir, demektir.
İbni Abbas diyor ki:
Allah Teâlâ, kendisinin hükmünü geri çevirecek, emrini bozacak kimse yoktur,
manasını murad etmektedir. Onlara inanmayanlarsa iki işten biri vaki olacaktır.
Nitekim vahyin inmekte olduğu devirde bu ilâhî tehditler gerçekleşmiş, Beni
Nadir Yahudileri hıyanetleri sebebiyle zelil olup Medine'den sürülmüşler, Beni
Kurayza Yahudileri düşmanla işbirliği yapmaları dola-yısiyle helak
edilmişlerdir. Hadiseler hissî, gözle müşahede edilen işler olarak kabul
edilirse, bu da tams'm (silmenin) ve geriye (enselerine) çevirmenin manasıdır.[192]
Alimlerin bu ayet ile
murad edilen mananın ne olduğu hususunda farklı görüşleri vardır. Hakikati
murad edilip yüz de ense gibi yapılarak burun, ağız, kaş ve göz belirsiz edilir
manasına mıdır, yoksa bu kalplerindeki sapıklık ve ilâhî tevfik ve yardımdan
bırakılmaları manasına mıdır?
İki görüşten biri
Übeyy b. Kâ'b'dan rivayet edilmiştir, der ki: "Biz bir takım yüzleri
silip ve belirsiz edip de..." Yani, sizi öyle bir sapıklıkta bırakırız ki
ondan sonra artık hidayete eremezsiniz, işte öyle; bir hale gelmeden önce demektir.
Bu cümle ile temsil (misal vermek) murad olunmuştur, şayet onlar iman
etmezlerse kendilerine bu ceza verilir, manasınadır.
Katade de diyor ki:
Manası, yüzleri enseler haline getirmeden önce yani Allah Teâlâ onların burun,
dudak, göz ve kaşlarını yok etmeden önce demektir. Bu lügat alimlerince verilen
manadır. İbni Abbas ve Atıyye el-Avfî'den rivayet edildiğine göre tams,
özellikle gözlerin silinip belirsiz edilmesi ve enseye çevrilmesi demektir.
Böylece yüz arkaya çevrilmiş olur da sahibi geri geri yürür. İşte bunlar iman
edecek olurlarsa geriye kalanlardan da tehdit kaldırılacaktır.
el-Müberrid de şöyle
diyor: Bu tehdit bakidir, beklenmektedir. Kıyamet kopmadan önce Yahudilerde
tams (yüzlerin silinmesi) ve mesh (suret ve şekil değişikliği) hadiseleri
olacaktır.
[193]
48- Şüphesiz ki Allah,
kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler
için mağfiret eder. Kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak pek büyük bir günah ile
iftira etmiş olur.
"...mağfiret
eder" ifadesinde mağfiret, günahı örtmek, kapatmak manasınadır. Kendisine
mağfiret ettiği kişiyi Allah Teâlâ azapsız cennete kor. Günahları sebebiyle
müminlerden dilediği kimseleri de azap ettikten sonra cennete kor.
"...iftira etmiş
olur." Böyle bir şeyi ortaya atmış, uydurmuş, iftirayı irtikap etmiş olur.
[194]
İbni Ebî Hatim ve
Taberî'nin tahric ettiklerine göre Ebu Eyyüb el-Ensârî şöyle demiştir: Bir adam
Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine gelerek dedi ki: Benim bir amcaoğlum var,
haramdan vazgeçmiyor. Peygamberimiz "Dini nedir?" diye sorduğunda,
"Namaz kılıyor, Allah'ı bir tanıyor" dedi. "Ondan dinini sana
hibe etmesini iste. Kabul etmezse satın al" buyurdu. Adam da gitti, ondan
böylece talep etti; fakat amcaoğlu buna razı olmadı. Adam Resulullah (s.a.)'a
döndü, olanı haber vererek "Kendisini dinine karşı düşkün buldum"
dedi. Bunun üzerine "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret
etmez. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için mağfiret eder" ayet-i
kerimesi indi.
[195]
Allah Teâlâ Ehl-i
Kitab'ı, iman etmeyip küfürde kaldıkları takdirde azap görecekleri için
korkutup bu tehdidin geçerli olacağını ilân ettikten sonra, burada da o
tehdidin kâfirlik ve şirk dolayısıyla olduğunu, diğer günahların af ve
mağfiretinin mümkün bulunduğunu beyan eylemektedir.
[196]
Allah Teâlâ kendisine
şirk koşulmasını mağfiret etmeyeceğini, yani kendisine şirk koşmuş olarak
kıyamette karşısına çıkacak kulunu yarlıgamayacağ-ını haber vermektedir.
Buradaki şirkten
maksat, Yahudiler ile başkalarının küfürlerini de içine alan mutlak
kâfirliktir. Yüce Allah, şirkten daha aşağı derecedeki günahları, dilediği
kullar için affeder. Allah'a şirk koşan kimse gerçekten pek büyük bir günah
işlemiştir.
Taberî diyor ki: Bu
ayet açıkça ortaya koyuyor ki her büyük günah sahibinin işi Allah Teâlâ'nın
dilemesine kalmıştır: Dilerse onun günahını affeder, dilerse o yüzden
cezalandırır. Ancak bu büyük günah Allah'a şirk koşmak olmamalıdır. Bazı
müfessirler ise şöyle demektedir. O noktayı Hak Teâlâ, "Eğer yasak
edildiğiniz büyük (günah)lardan kaçınırsanız sizin (öbür) kabahatlerinizi
örteriz." (Nisa, 4/31) ayetiyle beyan etmiştir. Burada büyük günahlardan
kaçınanların küçük günahlarını affetmek istediğini, büyük günahları
işleyenlerin küçük günahlarını affetmeyeceğini bildirmektedir. Kanaatimce
Taberî'nin görüşü daha açıktır.
Bu ayet-i kerime
"De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar..."
ayetini tahsis etmekte, sınırlamaktadır. İbnu'l-Münzir, Ebu Miclez'den tahric
ediyor: "De ki: Ey kendilerinin aleyhine (günahta) haddi aşanlar. Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder.
Şüphesiz ki O, çok mağfiret edicidir, çok esirgeyicidir." (Zümer, 39/53)
ayet-i kerimesi inince Nebiy-yi Muhterem (s.a.) minbere çıktı, ayeti insanlara
okudu. Bir adam kalkıp "Allah'a şirk koşmak (hususu da dahil mi)"
dedi. Hz. Peygamber sükût etti. Adam tekrar kalkıp, "Ey Allah'ın elçisi,
Allah Teâlâ'ya şirk koşmak (da öyle mi?)" dedi. Hz. Rasul-i Ekrem iki veya
üç kere sükût etti. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Tirmizî, Hz. Ali
(r.a.)'den onun şöyle dediğini tahric ediyor: Kur'an-ı Ke-rim'de en çok şu
ayeti severim: "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez.
Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için mağfiret eder (yarlı-ğar)."[197]
Ayet-i kerime şirk
suçunun büyüklüğüne, onun mağfireti ve affı olmadığına, Allah'ın dilediği
kullan için geriye kalan günahlarını affedip rahmetiyle muamele edeceğine
delâlet etmektedir.
Allah'a şirk koşmak
(eş tutmak) iki kısımdır:
1- Ulûhiyyet
hususunda şirk koşmak: Allah Teâlâ ile beraber başka, kâinatta egemenlik ve
tedbire sahip bir ortak tanımak.
2-
Rububiyyet hususunda şirk koşmak: Kanun yapma, helâl ve haram hükümlerini
beyan etme hakkının Allah Teâlâ'ya ve onunla beraber kendine vahiy gelmeyen
bir insana ait olduğunu kabul etmek. Nitekim, "Onlar Allah'ı bırakıp
bilginlerini (Yahudi ahbârını), rahiplerini (Hristiyan papazlarını), Meryem'in
oğlu Mesih'i rabler edindiler." (Tevbe, 9/31) ayetinde bu mana varittir.
Rasul-i Ekrem (s.a.) ayeti, helâl ve haram hükümlerinde onlara uyup itaat ettiler
diye tefsir eylemiştir.
Ayette Ehl-i Kitab'm
Uzeyr ve Mesih'i ilâh sayarak ve Yahudi bilginlerin, Hristiyan papazlarını
helâl ve haram kılma hususlarında yetkili kılmaları suretiyle şirke
düştüklerine işaret vardır.
Şirkin bu kadar kötü
ve çirkin olmasının sebebi şudur: Şirk sırf bir yalandır, apaçık bir
iftiradır; hurafelerin, batıl şeylerin yuvasıdır. Kişilerin hayatını,
toplulukların düzenini bozan diğer suçların kaynağıdır. Aklın yücelmesine,
gönlün temizlenmesine, ruhun safa bulmasına ve arınmasına aykırıdır. Sağlam
iman nurlarının kalbe nüfuz etmesini engeller.
Tevhide, Allah'ı tek
tanımaya gelince, insanın izzeti ve şerefi ondadır. Tev-hid ile insan, kullara
veya âlemdeki başka bir şeye kulluktan kurtulur, Allah'a kulluk, ibadet, O'na
tevekkül ve teslim olma makamına yükselir. İç rahatlığı, gönül sakinliği, ruh
safiyeti, basiret aydınlığı, Allah'ın yardım ve nusretini kazanma, fıtratın
çağrısına cevap verme, gerçek hayır kaynağına dayanma, kulu dünyanın tehlike ve
zararlarından kurtarma kudreti olan Yüce Allah'a güvenme, ahirette de günahın
vebalinden kurtuluş tevhid ile gerçekleşir.
Mağfiretin, insana
bırakılmış ve aynı zamanda ilâhî irade ile de sınırlı olan yollarından biri de
duadır. Tabiî ki ihlâs, istikamet, Allah Teâlâ'ya hüsnü zan besleyip güvenme,
hayır hasenat yapma ile birlikte olan bir dua. Yüce Mevlâ: "Hasenat
(iyilikler), kötülükleri (günahları) giderir." (Hud, 11/114) buyurmaktadır.
Bir diğer yol da sadıkane ve ciddi bir şekilde edilen tevbe-i na-suh. İşlenen
kusur ve bilmeden girilen günahlardan dolayı yapılması hususunda Kur*an'ı
Kerim tevbeye dâima teşvik etmiştir.
[198]
49- Kendilerini temize
çıkaranları görmedin mi? Öyle değil, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır.
Onlar fetîl kadar bile haksızlık görmezler.
50- Bak Allah'a karşı
nasıl olmadık yalan düzüyorlar? Bu, apaçık bir günah olarak (onlara) yeter.
51- Bakmadın mı şu
kendilerine Ki-tap'tan biraz nasip verilenlere? Kendileri puta, şeytana
inanıyorlar, diğer kâfirler için de; "Bunlar iman edenlerden daha doğru
bir yoldadır" diyorlar.
52- Bunlar Allah'ın
kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık ona hakiki
hiç bir yardımcı bulamazsın.
53- Yoksa onların (yer
yüzünün) mülkü (ve saltanatın)'dan bir hissesi mi var? Fakat öyle olsaydı
insanlara bir nakîr'i (çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuğu) bile
vermezlerdi.
54- Yoksa onlar
Allah'ın fazl u kereminden insanlara verdiği şeylere (bol nimetlere) karşı
haset mi ediyorlar? Biz, gerçekten İbrahim ailesine de kitap ve hikmet
vermişizdir. Onlara (başkaca) büyük bir mülk (ve saltanat) da bahşettik.
55- İşte onlardan kimi
ona iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter
(bunlara).
"görmedin
mi?" ifadesi, taaccüp maksadıyla getirilmiş bir sorudur.
"Bak nasıl yalan
düzüyorlar." Bu ifade de emir lafzı ile gelmiş bir taaccüptür.
"...yalan düzüyorlar" devamlılığa delâlet etmesi için mazi yerine
muzari fiil ile ifade edilmiştir.
"Yoksa onların
bir mülkü mü var?" ve "yoksa... haset mi ediyorlar?" ifadeleri
kınama ve azarlama için getirilmiş sorulardır.
"İnsanlara...
haset mi ediyorlar?" cümlesindeki "insanlar" kelimesinde mecâz-ı
mürsel sanatı vardır; murad olunan kimse Hz. Muhammed (s.a.) Efen-dimizdir. Am
(genel) olan lafzı hâs (özel) olana kullanmak kabilindendir.
"Fakat öyle
olsaydı insanlara bir nakîr'i bile vermezlerdi." Burada ne kadar çok
cimri olduklarına tariz ve imada bulunulmaktadır.
[199]
"Kendilerini
temize çıkaranları..." yani, kendilerini övüp (hâşâ) "Biz Allah'ın
oğullarıyız ve sevgilileriyiz" diyen Yahudileri "görmedin mi?"
Soru taaccüp içindir, yani iş kendi kendilerini temize çıkarmakla olmaz
demektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Kendinizi beğenip temize
çıkarmayın." (Necm, 53/32); "Öyle değil, Allah kimi dilerse onu
temize çıkarır" yani istediğini, iman yolu ile temizler.
"Onlar fetîl
kadar bile haksızlık görmezler." Amelleri eksiltilmez. Zulüm, noksanlık,
haddi aşmak demektir; olumlu ve olumsuz olmak üzere iki tarafı vardır.
"Fetîl" hurma çekirdeğinin zarı kadar; daha da ince. Manası, hurma çekirdeğinin
yarığında bulunan ince iplik demektir. Zerre kadar dendiği gibi, çok basit şeye
örnek vermek için söylenir.
"Bu apaçık bir
günah olarak, (onlara) yeter." Günahın büyük olduğunu bildirmek ve onu
yermek için böyle ifade olunuyor. Ayette geçen (ism: günah), zararlı olan
şeyler için de kullanılır.
"Cibt"
kendinde hayır olmayan adi şey. Burada putlar ve onlarla ilgili evham,
kuruntu, hurafeler kastediliyor.
"Tâğût"
haddi aşmak, ceberut (kibir, gurur) manasına mastardır. Allah'tan başka
kendisine tapılan her şey ve şeytan hakkında kullanılır. Kureyş kabilesinin
"cibt" ve "tâğût" isminde de iki putu vardı.
"Yoksa onlar
Allah'ın fazl u kereminden" peygamberlik, ilim, din ve dünyadaki şeref
gibi "insanlara verdiği şeylere haset mi ediyorlar?" Hz. Muhammed'e
haset mi ediyorlar. Haset başkasının sahip olduğu nimetin yok olmasını dilemektir.
"Biz İbrahim
silenine de kitap ve hikmet" dinî hükümlerin sırları ve ilmini
"vermişizdir. Onlara büyük bir" Davud ve Süleyman (a.s.) gibi
İsrailoğulları peygamberlerine verilen hükümdarlık "mülk" ü
"bahşettik".[200]
"Kendilerini
temize çıkaranlar" 49. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî
Hatim, İbni Abbas'tan tahric etmiştir. Yahudiler çocuklarını öne çıkararak
onlarla dua eder, kurbanlarını sunarlardı ve kendilerinin kusur ve günahlarının
bulunmadığını iddia ederlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Kendilerini
temize çıkaranları görmedin mi?" ayetini indirdi. İbni Cerir de benzer bir
rivayeti İkrime, Mücahid, Ebu Mâlik ve başka ravilerden naklet-
miştir:
el-Kelbî der ki: Ayet
bazı Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bunlar çocukları ile birlikte
Resulullah'a (s.a.) gelerek: "Ya Muhammed, şu çocuklarımızın günahı
olabilir mi?" diye sordular. O da hayır, dedi. Bu cevabı alınca dediler
ki: Kendisi adına içtiğimize yemin ederiz ki bizler de bu çocukların durumundayız.
Gündüz işlediğimiz hiç bir günah yoktur ki geceleyin bizden silinip gitmesin.
Yine gece işlediğimiz hiçbir günah yoktur ki gündüz bizden silinmesin.
Kendilerini temize çıkarmaları işte budur.
Hasan-ı Basrî ile
Katâde şöyle diyorlar: Bu ayet Yahudiler ve Hristiyanlar hakkında "Bizler
Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide, 5/18) ve "Cennete ancak
Yahudi veya Nasranî (Hristiyan) olanlar girecektir." (Bakara, 2/111) dedikleri
vakit inmişti.
"Bakmadın mı şu
kendilerine Kitap'tan bir nasip verilenlere?" 51. ayetin nüzul sebebi ile
ilgili olarak İmam Ahmed ve İbni Ebî Hatim, İbni Ab-bas'ın şöyle dediğini
rivayet ederler: Ka'b b. el-Eşref Mekke'ye geldiğinde Kureyşliler dediler ki:
Şu kavminden ve bizden daha hayırlı olduğunu iddia ederek uzaklaşıp alâkasını
koparana bakmaz mısın? Halbuki bizler hacılara sahip çıkıyoruz, Kabe'ye hizmet
ediyoruz, hacıların su ihtiyacını sağlıyoruz. Ka'b "Siz daha
hayırlısınız" dedi. Bunun üzerinde haklarında şu ayetler indi:
"Doğrusu sana kin
tutan, (asıl) zürriyetsiz (ve adı sanı ortadan kalkacak) olan odur."
(Kevser, 108/3) ayeti ve "Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan biraz nasip
verilenlere?..." (Nisa, 4/51-52) ayetleri.
İbni İshak, İbni Abbas
(r.a.)'m şöyle dediğini nakleder: Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza'dan gurupları
Hz. Nebiy-yi Ekrem'e karşı savaşmak için bir araya getirenler Huyeyy b. Ahtab,
Sellâm b. Ebi'l-Hukayk, Ebu Râfi', er-Rabî' b. Ebi'l-Hukayk, Ebu İmâra ve Hevze
b. Kays idi. Diğerleri ise Beni Nadir Yahu-dilerindendi.
Bunlar Mekke'ye
vardıklarında Kureyşliler dediler ki: Bunlar Yahudilerin ahbârı
(bilginleri)dır. Önceki semavî kitapları bilirler. Sorun bakalım onlara: Sizin
dininiz mi hayırlıdır, yoksa Muhammed'in dini mi? Kendilerine sorulduğunda
Yahudi ahbârı "Sizin dininiz onun dininden daha hayırlıdır, siz ondan ve
ona uyanlardan daha doğru bir yoldasınız," dediler. Bunun üzerine Allah
Teâlâ "Bakmadın mı şu kendilerine Kitap'tan biraz nasip verilenlere?..
Onlara büyük bir mülk de bahşettik" ayetlerini indirdi.
'Yoksa... haset mi
ediyorlar?" 54. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim,
el-Avfî yoluyla İbni Abbas (r.a.)'tan tahric ediyor: Ehl-i Kitap dedi ki:
Muhammed kendisine verilenlerin mütevazi şartlarda olduğunu iddia ediyor.
Halbuki dokuz tane karısı var. Bütün düşüncesi evlenmek. Hangi kral bundan daha
üstün ki? Bunun üzerine 'Yoksa onlar Allah'ın fazl (u kereminden insanlara
verdiği şeylere (nimetlere) karşı haset mi ediyorlar?" ayeti nazil oldu.
[201]
Bakmadın mı şu kendilerini
öven, kendilerinde bulunmayan vasıfları ve özellikler ileri sürerek
"Bizler Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, biz Allah'ın seçilmiş
halkıyız" diyenlerin hâline? Ne yaparlarsa yapsınlar cehennem ateşinin
onları sayılı birkaç gün yakacağını, cennete Yahudi ve Hristiyanlardan başkasının
asla giremeyeceğini iddia ederler. Ölen çocuklarımız bizim için salih ameller
yerine geçecektir, atalarımız bize şefaat edecek, Allah katında ayrıcalıkları
olduğu için bizleri temize çıkaracaklar, derler. Ayetteki tezkiye, temizlemek,
günahtan aklamak demektir.
Allah Teâlâ onların bu
iddialarını şöylece reddediyor: Onların kendilerini tezkiye etmesinin, temize
çıkarmasının hiç bir değeri yoktur. Çünkü tezkiye, iddialarla değil salih amel
işlemek suretiyle olur. Allah Teâlâ'dır salih amel işlemeye muvaffak kılmak,
sağlam ve doğru akideye, inanca, faziletli adap ve ahlâka ulaştırmak suretiyle
kullarından dilediğini temize çıkaran.
Allah o kendilerini
temize çıkaranların amelinin cezasından hiçbir şeyi ek-siltmeyecektir.
Sonra Cenab-ı Hakk'ın
ifadesiyle "Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan düzüyorlar?"
Onların şaşılacak halde bulunduklarını tekit ederek diyor ki: Bak, kendilerini
temize çıkarıp, başkaları üzerinde bir ayrıcalığa sahip olduklarını ileri
sürenler Allah'a karşı nasıl yalan söylüyorlar? Zaten bu yalan, iftira,
kendini temize çıkarma açık bir günah olarak yeter.
Ayrıca Ehl-i Kitap'tan
bir kısmının halleri de tuhaftır. Bunlar müşriklere hoş gözükmeye çalışırlar,
putlara, heykellere iman ederler, kendi kitaplarına ve peygamberlerine
inanmakta olan müminlere karşı putperestlere yardım ederler ve "Müşrikler
din bakımından Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğini tasdik eden müminlerden
daha doğru bir yoldadırlar" derler. Böylece aklın ve fıtratın gösterdiği doğru
yoldan mahrum kalmış, kendi dinlerinin temelini de yıkmış olurlar. Şirke ve
putperestliğe yardım edip sahih bir dindarlık ve hak olan ilâhı tasdik
kaidesine aykırı davranarak haktan sapmış, zalimliklerini ilân etmiş olurlar.
Varacakları son da
Allah'ın rahmet ve lütuflarından kovulmaktır. Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırdığı kişi de ebediyen kendine yardım edecek bir yardımcı bulamaz.
Sonra Cenab-ı Hak
onları cimrilikleri ve ahir zamanda mülk ve saltanata tamah etmeleri üzerine
kınamaktadır. Zulümleri, haddi aşıp cimrilik göstermeleri yüzünden başkaca bir
mülkten nasipleri bulunmadığını bildirmektedir. Zira kendini ve maddeyi sevme,
yalancı gurur ve cimrilik huyları o kadar içlerine işlemiştir ki insanlara bir
nakîr"i (çekirdeğin ucundaki minik bir tomurcuğu) bile vermezler. Halbuki
mülk, santanat, devlet başkanlığı bütün bu hasisliklerin üstünde olmayı,
cömert bir şekilde harcama yaparak, başkalarının ihtiyaçlarını görerek dostlar
kazanmayı, maddî basitliklerden yüce kalmayı, insanların sevgisine mazhar
olmayı gerektirir.
Daha sonra Allah Teâlâ cimrilikten de kötü olan hasetleri sebebiyle onları kınamaktadır. Çünkü onlar her türlü hayır ve imkânların kendi ellerinde bulunmasını temenni etmekte, Allah'ın nimetlerinin sadece kendilerine ait olmasını istemekte, kendilerine verilen fazlu ikramın başka bir ümmete ve millete de bahşedilmesinden hoşlanmamaktadırlar. İşte onlar sadece kendini seven (enâniyetçi, egoist), kinci, hasetçi kimselerdir. O yüzden de Allah Teâlâ tarafin-dan Hz. Muhammed (s.a.)'e lütfedilen peygamberlik, ilim, devlet ve hükümet başkanlığı, yardımcı ve taraftarlarının çokluğu gibi fazlu ikramlardan ötürü haset etmişlerdir.
Ardından Allah Teâlâ bu hasedi giderecek, Hz. Muhammed (s.a.)'e olan kıskançlıklarını hafifletecek hususları beyan ediyor. Onlar Cenab-ı Peygamber (s.a.)'e verilenlere karşı haset ederlerse hataya düşerler. Çünkü bunun bir çok benzeri ve emsali bulunmaktadır. Allah Teâlâ bu çeşit nimetleri Hz. İbrahim (a.s.) hanedanına da bahsetmiştir ki Araplar da Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail (a.s.)'in sülâlesinden geldikleri için onlardandır.
Cenab-ı Hak, bir takım kanunları koyarken, bu kanunların konulup sırlarının hikmetlerini beyan eyleyen bir kitabı da onlara vermiş, evlat ve zürriye-tine büyük bir mülk ve saltanat ihsan etmiştir.
Burada peygamberlerinin liderliğinde nübüvvet, Kur"an ve hikmete ilâve olarak Müslümanların pek büyük bir mülke sahip kılınacaklarına da işaret vardır. Bu gücün belirtileri Medine'de yavaş yavaş gözükmeye başlamıştı.
Özetle, Yahudiler mağrur, kendini beğenmiş bir kavimdir. Allah'ın rahmetinin sadece kendilerine mahsus olduğunu, başkalarına bu nimetlerin erişmeyeceğini, zaten başkalarının buna lâyık da olmadığını zannederler.
Vahamet içerisinde ve satıhta, yüzeyde kalmışlardır, dünya mülkünün kendi ellerinde bulunduğu kanaatindedirler. Ahir zaman peygamberi içlerinden çıktığı ve kendilerine kitap ve hikmeti bahşettiği için Araplara haset ederler.
Daha önce geçmiş Hz. İbrahim (a.s.) ve zürriyeti, nübüvvet (peygamberlik) hususiyetine sahip olmalarına ve kendilerine mülk ihsan edilmesine rağmen ümmetlerinin hepsi de kendilerine iman etmiş değildi. Aksine onların kimi o peygamberlere iman etmiş kimi de yüz çevirip küfründe ısrar etmişti. O halde Ey Habibim, sen kendi kavminin tavrına, sana karşı olan davranışlarına şaşırma. Ümmetlerin peygamberleriyle olan hali budur. Böylelikle kavmini eza ve cefalarına karşı sabrı, kuvvetlenmesi, iman etmelerinden ümitsizliğe düşmemesi için Efendimiz (s.a.) Hazretleri teselli olunmaktadır.
Kurtubî'ye göre "Onlardan kimi ona iman etti" cümlesindeki zamir, Resulullah (s.a.)'a aittir. "Kimi de ondan yüz çevirdi" cümlesi de Hz. Muhammed (s.a.)'den yüz çevirip O'na iman etmedi, demektir. Zamirin Hz. İbrahim'i yahut kitabı gösterdiği de rivayet edilmiştir.
Kendilerini dünyadayken bir azap yakalamasa, ahirette yakıcı, alevli ve kızgın ateşteki cehennem azabı onlara yeter. O ne kötü bir sonuçtur. Bütün bunlar batıllara uymaları, haktan yüz çevirmeleri sebebiyle başlarına gelecektir. [202]
1- İnsanın kendi kendini temize çıkarması, tezkiye etmesi menedilmekte-dir. Çünkü kendi diliyle kendini temize çıkaran kendi kadrini kıymetini düşürmektedir. İnsanın kendini tezkiyesi muteber ve makbul değildir. Asıl itibar Allah'ın onu tezkiye etmesinedir. Cenab-ı Hak da "Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. O, (fenalıktan) sakınanın kim olduğunu en iyi bilendir." (Necm, 53/32) buyurarak bundan nehyetmektedir: Peygamberimiz (s.a.) de bunu yasaklamıştır. Müslim, Sahih'inde Muhammed b. Amr b. Atâ'dan rivayet ediyor: Kızıma Berra adını koydum. (Berra, takvalı, itaatkâr, çok hayır sahibi manalarına gelir.) Ebu Seleme'nin kızı Zeynep dedi ki: Resulullah (s.a.) bu ismi yasakladığı halde sen Berra ismini veriyorsun. Çünkü Allah'ın Rasulü "Kendinizi temize çıkarmayın. Allah sizden kimin birr ü takva sahibi olduğunu en iyi bilendir" buyurmuştu. Yerine ne ad verelim? diye sorduklarında "Zeynep ismini koyun" buyurmuştu.
Aynı şekilde Rasuli Ekrem (s.a.), bir şahsı onda olmayan şeylerle övmeyi yasaklamıştır. Ta ki o sebeple kibir, gurur ve kendini beğenme duygusuna kapılmasın. Neticede de gerçekten kendini o mertebede sanıp salih amelleri kaybetmesin, daha fazla fazilet ve hayır elde etmeyi bırakmasın. Buharî'de-ki Ebu Bekra hadisinde nakledildiğine göre Cenab-ı Peygamber (s.a.)'in yanında bir adamın adı geçti. Başka biri de onu mübalağalı bir şekilde övdü. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem (s.a.) "Yazık sana! Dostunun boynunu kopardın, onu manen mahvettin" dedi ve bu cümleyi defalarca tekrarladıktan sonra şöyle buyurdu: "Şayet biriniz diğerini mutlaka medhedecek olursa "Öyle sanırım ki o şöyle iyidir, böyle iyidir" desin. Ve bu sözü de övdüğü adamda bu sıfatların bulunduğunu zannederek söylesin. Onun iç yüzünü Allah bilir, ona göre muhasebe eder. Sizden biriniz Allah'ı şahit tutarak hiç bir kimseyi kesin şekilde tezkiye etmesin." Başka bir hadiste de kendisinde olmayan sıfatlarla bir adamı andıklarında "Adamın belini kırdınız" buyurul-muştur.
Bu esasların ışığı altında alimler Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği "Meddahların yüzlerine toprak serpin." hadisini şöyle yorumluyorlar: Burada kastolunanlar bir insanı yüzüne karşı batıl şeyleri süsleyerek ve kendisinde bulunmayan üstün sıfatları sayıp dökerek öven, bu işi bir meslek edinerek övülen kişiyi meftun edip hayranlığını, takdirini, iltifatını kazanmaya çalışan kimselerdir.
Ancak bir kişiyi kendisinde bulunan güzel iş, hayırlı çalışması dolayısıyla benzer işleri yapmasına, insanların da öyle hayırlı faaliyetlerde ona uymasına teşvik olsun diye övmek meddahlık değildir. Her ne kadar hakkında güzel sözler söylemesi sebebiyle onu methetmiş olsa bile bunlar niyete bağlıdır. Allah Teâlâ: "Allah ıslaha çalışanlarla fesat (ve fenalık) yapanları bilir" (Bakara, 2/220) buyurmaktadır. Şiirlerde, hitabelerde, konuşmalarda Allah'ın Rasulü övülmüş, fakat övenlerin yüzlerine toprak saçmamış, saçılmasını da emretme-miştir. Ebu Talib'in şu sözü böyledir:
"O öyle temiz yüzlüdür ki yüzü suyu hürmetine yağmur dilenir. Yetimlerin sığınağı, dulların barınağıdır." Abbas, Hassan ve Ka*b b. Züheyr'in şiirlerinde de medhü sena edilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.) Efendimizin kendisi de ashabını medhetmiştir: "Sizler mala tamah edildiği yerlerde (ortadan kaybolur ve) azalırsınız, savaş ve korku günlerinde (kaçmaz) çoğalırsınız."
Sahih hadiste geçen "Hristiyanlar'ın Meryem oğlu İsa'yı aşırı ve mübalağalı sıfatlarla övdüğü gibi beni mübalağalı sıfatlarla medhetmeyin, Allah'ın kulu ve Resulü (elçisi) deyin" hadisinin manası şöyledir: Beni övmek maksadıyla bende bulunmayan sıfatlar, özellikler ile tavsif etmeye, nitelemeğe kalkışmayın; nitekim Hristiyanlar İsa (a.s.) hakkında böyle yapmışlar, onun Allah'ın oğlu olduğu yakıştırmasına sapmışlar, böylelikle kâfir olup dalâlete düşmüşlerdir.
Bu da medhederken aşırılığa, abartmaya kaçan kimsenin günahkâr olacağını gerektirmektedir.
2- Allah Teâlâ zulümden, haksızlıktan uzak ve yücedir: "Onlar bir fetîl kadar bile haksızlık görmezler" ayeti bunu belirtmektedir. Fetîl, hurma çekirdeğinin yarık kısmında bulunan ince ipliğin adıdır. Çekirdeğin etrafını saran ve onunla hurmanın etli kısmı arasında yer alan kabuk olduğu da söylenmiştir. Bir şeyin önemsiz, kıymetsiz, küçük olduğu manasına kinayedir. Bir benzeri "Bir çekirdeğin nakîr'i kadar bile zulme uğramazlar." (Nisa, 4/124) ayetinde geçer. Nakîr de çekirdeğin arkasındaki minik tomurcuk, demektir. Hurma oradan biter.
3- Yahudiler Allah Teâlâ'ya karşı olmadık yalan düzmüşlerdir. "Biz Allah'ın sevgilileri ve dostlarıyız" (Maide, 5/18) demişlerdir. Bu yalanın kendilerini temize çıkarmaları için olduğu da söylenmiştir. Rivayet edildiğine göre "Bizim günahlarımız, çocuklarımızın doğdukları gün ne kadar günahı varsa o kadardır" demişlerdir. Yani hiç bir günahları bulunmadığını iddia etmişlerdir: "Kendilerini temize çıkaranlar..." cümlesinden muradın Yahudiler olduğu hakkında ittifak vardır. Ayette geçen iftira kelimesi uydurmak, icat etmek, yalan düzmek manasınadır.
4- Yahudilerin akide ve inançlarında karışıklık vardır; Yahudiler bir ilâha iman etmelerine ve kendilerine semavi bir kitap gelmesine rağmen aynı zamanda cibt ve tağuta yani putlara ve şeytana da inanırlar. Bu akide: "Yine de tağutun huzurunda muhakeme edilmelerini isterler.." (Nisa, 4/60) ayetinde de belirtildiği üzere Kâ’b b. el-Eşref, Huyeyy b. Ahtab gibi ileri gelenlerince de ilân edilmiştir. Onlar yukarıda ayetin nüzul sebebi anlatılırken de geçtiği gibi Kureyş kâfirlerine "Sizler Muhammed'e iman edenlerden daha doğru bir yoldasınız" demişlerdir.
5- Mülk ve hakimiyet Yahudilerden zail olmuştur. Allah Teâlâ o devirde Yahudilerin mülk ve hükümet gücüne sahip olduklarını inkâr ederek "Yoksa onların (yeryüzünün) mülk (ve saltanatından) bir hissesi mi var?" buyurmuştur. Yani onların hiç bir mülkü yoktur. Birazcık olsaydı dahi cimrilikleri ve hasetlerinden ötürü hiç kimseye bir şey vermezlerdi.
6- Cimrilik ve haset, Yahudilerin en kötü ahlâkıdır. Allah Teâlâ Yahudiler-deki her iki mezmum sıfatı şöylece haber vermektedir: "Fakat öyle olsaydı insanlara bir nakîr'i bile vermezlerdi." Yani başkalarının haklarını engellerlerdi. Bu Yüce Allah tarafından Yahudiler hakkında bildirilen ve haber verilen bir husustur.
Yine Allah celle ve alâ onların, Allah'ın fazlu kereminden insanlara vermiş olduğu nimetlere karşı haset ettiklerini haber vermektedir. Ayette geçen "insanlar" lafzından murad, İbni Abbas, Mücahid ve başka zevata göre Nebiy-yi Ekrem (s.a.) Hazretleridir. Yahudiler peygamber olduğundan ötürü O'na, kendisine iman etmeleri dolayısıyle de ashabına haset etmiştir. Katâde, ayette geçen "insanlar"dan maksat Araplardır, nübüvvetten dolayı Yahudiler Araplara haset etmiştir, demektedir. ed-Dahhâk ise: Yahudiler peygamberliğin onlara verilmesinden ötürü Kureyş'e haset ettiler, demiştir. Bütün bu rivayetler manaca birbirine yakındır.
Haset mezmum (kınanmış), sahibi de mağmum (üzüntüye gark olmuş) durumdadır. İbni Mace'nin Enes (r.a.) tarikiyle Rasul-i Ekrem (s.a.)'den rivayet ettiği gibi "Haset, ateşin odunu yediği gibi iyilik ve sevapları yer bitirir."
7- Cenab-ı Hakk'ın Hz. İbrahim (a.s.) ailesine verdiği nimet ve lütuflar pek çoktur. Allah Teâlâ Hz. İbrahim (a.s.)'in ailesine kitap, hikmet ve büyük bir mülk ihsan ettiğini bildirmektedir. Hemmâm b. el-Hâris diyor ki: Melekler ile teyit ve takviye olundular. İbni Abbas'tan gelen bir rivayete göre burada Hz. Süleyman'ın mülkü kastolunmaktadır. (Hz. Davud'un doksan dokuz karısı vardı. Hz. Süleyman'ınki daha da çoktu.)
Taberî ise ayetteki muradın Hz. Süleyman'a verilen mülk, saltanat ile çok sayıda kadını nikâhlamasınm helâl kılınması olduğu görüşünü tercih eder. Maksat, Yahudilerin Hz. Peygamber (s.a.) hakkında: "Peygamber olsaydı çok kadınla evlenmeye rağbet etmezdi, peygamberlik onu bundan ahkordu" şeklindeki sözlerini tekzip ve reddir. Cenab-ı Hak, Hz. Davud ile Hz. Davud'un nikâhı altındakileri haber vererek onları kınamaktadır. Yahudiler, Hz. Süleyman'ın bin hanımı bulunduğunu ikrar ve itiraf eylemişlerdi. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Bin kadın mı?!" diye taaccüp ederek sorunca, "Evet, üç yüzü mehriyye (mehir vererek aldığı hanım), yedi yüzü de sürriyye [203] idi." demişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) onlara "Bir adamın yanında bin, diğer birinin yanında yüz kadın mı daha çoktur yoksa (benim nikâhımdaki) dokuz hanım mı?" deyince susmak zorunda kalmışlardı. [204]
56- Ayetlerimizi inkâr ile kâfir olanlar (var ya), onları muhakkak ki ateşe sokacağız. Derileri piştikçe azabı tadıp durmaları için onları başka deriler ile (yenileyip) değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah Azîz'dir (mutlak galiptir), Ha-kîm'dir (tek hüküm ve hikmet sahibidir).
57- İman edip de güzel amel (ve hareketlerde bulunanları ise -içinde ebedi kalıcılar olmak üzere- altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada (her türlü kirden) temizlenmiş zevceler onlarındır. Onları daimi olan bir gölgeye sokacağız.
"İman edenler" ve "kâfir olanlar" arasında tıbâk sanatı vardır.
"...azabı tadıp durmaları için" ifadesi istiaredir. Dil ile yapılan tadma (zevk) lafzı, insana isabet eden ve devamlılık, kesilmeme sıfatı olan elem lafzı için istiare olunmuştur. [205]
"Ayetlerimizi" yani bu dinin hak olduğuna irşad eden delillerimizi ki bunların en büyüğü Kur'an'dır, "inkâr ile kâfir olanları" bunlar üzerinde düşünmekten gaflete düşenleri ve bunların gerçekliğinden şüphe edenleri "ateşe sokacağız." "Derileri piştikçe" yanıp döküldükçe "onları" yanmamış ilk şekillerine döndürmek suretiyle "azabı tadıp durmaları için başka derilerle değiştirece-ğiz."
"Şüphesiz Allah Azizdir," galiptir, kadirdir, hiçbir şey kendisini aciz bırakamaz. "Hakimdir," yarattıklarında hikmet sahibidir, bir şeyi en uygun olan yerine koyar. Yahut eşyayı hikmet ve doğruya uygun şekilde tedbir ve idare eyler.
"...temizlenmiş zevceler..." ayıplardan, hayız gibi hissi pisliklerden ve manevî kirlerden arınmış zevceler.
"...uzayıp giden, devamlı bir gölge..." Güneşin kaybetmediği, soğuk ve sıcak olmayan cennet gölgesi. Bu bir mübalağa ve tekit şeklidir. Kapkaranlık bir gece demek için "leylun elyel" denmesi gibidir. "Zil (gölge)" kelimesi ile izzet, nimet, refah hali de kastedüebilir, "Sultan yeryüzünde Cenab-ı Hakkın zillidir" denir. [206]
Bunlar da iki gurubun, yukarıdaki ayetin insanların bazısı peygamberleri tasdik etti, diğer bazısı da hakka tabi olmaktan yüz çevirdi, diyerek kendilerine işaret ettiği müminler ile kâfirlerin cezasıdır. [207]
Peygamberlerimize indirmiş olduğumuz ayetlerimizi, özellikle de ilâhî kitapların sonuncusu, en kâmil ve en açığı olan Kur'an-ı Kerim'i inkâr edenleri cehennem ateşi ile yakacağız. Ceza ve azaplarının devamlı olacağını bildirerek Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Derileri piştikçe onları başka derilerle (yenileyip) değiştireceğiz." Yani derileri acı hissini şuur merkezinde bulunan dimağa ulaştıramayacak derecede yanıp dağıldığı zaman onları canlı, elemi duyan, azabı hisseden başka derilerle değiştireceğiz. Rasul-i Ekrem (s.a.)'den gelen bir rivayete göre "Derileri günde yedi kere değiştirilir." Azabı tatmaları, yani onu devamlı duymaları, azabın hiç kesilmemesi için böyle yapılır. Nitekim aziz olan bir kimseye; Allah izzet ve şerefinde seni devamlı kılsın, izzetini artırsın, manasına "Eazzeke'llâh (Allah seni aziz etsin)" denir. Bunun bir benzeri de "(o cehennemin) ateşi yavaşladıkça biz onun alevini artırırız." (Is-ra, 17/97) ayetidir.
Sonra Allah Teâlâ cezanın illetini tekit etmiş, buna ne kadar kudretli olduğunu beyan eylemiştir. Kendisinin Azîz ve Kadîr olduğunu, suçlular hakkında vereceği cezayı hiç bir şeyin engelleyemeyeceğini, hakim olduğunu, kimseye adalet dışında azap etmeyeceğini, ancak hikmete uygun olarak ceza vereceğini bildirmiştir. Adalet iktiza eder (gerektirir) ki küfür ve günahlar azap veya ceza sebebidir, iman ve salih ameller ise nimet ve cennet sebebidir. Her amelin uygun karşılığı vardır. Aralarındaki farkı göstersin diye o yüzden müminin sevabı ile kâfirin cezası birlikte Allah'a ve rasullerine, peygamberlerine iman edip salih ameller işleyenleri Rableri hemencecik altından nehirler akan cennetlere sokacaktır. Orada ebedî nimetler ve imkânlardan yararlanacaklardır. Hiç bir şekilde oradan çıkarılmadan, ayrılmadan, ayrılmayı da istemeden o cennetlerde kalacaklar. Ne bir uzanma, ne bir bıkma, ne de bir darlanma olacak. Bütün bunlar salih amellerinin mükâfatı olarak verilecektir. Çünkü salih amel bulunmaksızın tek başına iman kâfi olmaz.
Onlara her türlü vücut kusur ve ayıplarından, sakatlıklardan, kötü huylardan arındırılmış, temiz hanımlar bahşedilecektir. Onların arasında mizaca ters gelecek, gönüle keder verecek bir tip olmayacaktır.
Müminleri hanımlanyla beraber gölgeli, hoş, soğuk ve sıcak olmayan güzel yerlere yerleştireceğiz. Tam bir nimet ve mükemmel bir refah içinde yaşayıp gidecekler.
Kâfirlere verilecek cezanın uzak vadede gelecek zaman harfi olan "sevfe" ile, müminlerin sevabının yakın gelecek zaman harfi olan "sîn" ile tabir olunmasına da dikkat edilmelidir. Bu da sevapların çabucak ve kesinlikle gerçekleşeceğini, kâfirleri bekleyen azabın ne kadar uzun olacağını ifade eylemektedir. Çünkü kâfirler mahşer meydanında korkunçluklar içinde belki ateş azabından daha şiddetli bir azap ve işkenceye maruz kalacaklardır.[208]
Bu iki ayet, iki taifenin yani müminler tarafı ile kâfirler tarafının sonları arasında açık bir karşılaştırma yapmaktadır.
Kâfirlerin azabı muhakkaktır. Azap, bedenlere işkence etmek, ruhlara elem, acı vermek demektir. İsyan etmeyen bir deriye azap edilmesi nasıl caiz olur? denirse şöyle cevap verilir: İşkence edilen, cezalandırılan deri değildir. Azap hassas (duyarlı) olan bütündür. Günahı o işlemiştir, deri değil. Elem de nefislere, ruhlara inecektir. Çünkü hisseden, anlayan nefislerdir, canlardır. Derinin değiştirilmesi canların gördüğü azabı arttırmak demektir. Eğer Allah Te-âlâ burada derileri kastetmiş olsaydı "leyezukne'l-azâb" (derilerin azabı tatması için) şeklinde söylerdi.
Derilerin değiştirilmesi, Mukâtü'm dediği gibi ateşin onu her gün yedi kere yakması veya Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi yetmiş kere yahut yetmiş bin kere yakması demektir. Ateşin onları her yakışında derilere "Eski halinize dönün" denir, onlar da yanmadan önceki durumlarına dönerler.
Allah Teâlâ bu azabı etmeye kadirdir. Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz, kudretinden kaçamaz. O, yarattıklarının işlerini tedbir ve idare etmede, kullarını tehdidinde hikmet sahibidir.
Müminlere gelince, onların sevabı da muhakkak ve kesindir. Bu sevaplar çeşitli şekillerdedir. Ebedî cennetlerin nimetlerinden yararlanma, hurilerle evlenme, dünya gölgesinde bulunan sıcaktan, alev gibi esen rüzgarlardan uzak, koyu bir gölge altında gölgelenme gibi. [209]
58- Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.
59- Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz (ihtilâfa düşerseniz), onu Allah'a ve Peygamber'e götürün, eğer Allah ve ahiret gününe inanıyorsanız. Bu, hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir.
"Şüphesiz ki Allah size emreder." Emrin haber sigasıyla getirilip "inne" ile tekit edilmesi, meselenin büyüklüğünü göstermek, önem verilmesini ve uyulmasını kuvvetlice bildirmek içindir. "Şüphesiz ki Allah size emrediyor", "Allah bununla size, ne güzel öğüt veriyor", "Şüphe yok ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir" cümlelerinde Allah'ın yüce isminin tekrarlanması gönüllere heybet ve haşyet duygusunu yerleştirmek içindir. [210]
"Emanet", hakkında bir kimseye emniyet duyulan şeydir. İnsanların örfüne göre, sahibinin izni ile aldığın her şeydir. Zimmet ve sorumluluğu olan ve Allah'a, insanlara, kişinin kendine ait bütün haklara şamildir. Emaneti muhafaza edene emîn, hafız, vefîy; muhafaza etmeyen ve ödemeyene de hâin, denir.
"adi" hakkı, en kısa yoldan sahibine ulaştırmaktır.
"Bununla size" emaneti vermenizi, adaletle hükmetmenizi "öğüt veriyor." [211]
"Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder" (58. ayet) ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas diyor ki: Resulullah (s.a.) Mekke'yi fethettiği zaman Osman b. Talha'yı çağırdı. Geldiğinde "Kabe'nin anahtarını göster" dedi. Osman anahtarı getirip uzatınca, Abbas kalkarak "Babam anam sana feda olsun ey Allah'ın Rasulü, sikaya (hacıları sulama) işine ilâve olarak bunu da bana ver" dedi. Bunun üzerine Osman elini geri çekti. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Ey Osman, getir anahtarı" dedi. Osman da "Allah'ın emaneti ile al" dedi. Cenab-ı Peygamber (s.a.) kalktı, Kabe'yi açtı ve girdi. Çıktıktan sonra Beyt-i Muazzam'ı tavaf etti. Sonra Cebrail (a.s.) anahtarın geri verilmesi emrini indirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) Osman b. Talha'yı çağırarak anahtarı kendisine verdi ve "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi... emrediyor" ayetinin tamamını okudu.
Şube, Tefsirinde Haccac'dan tahric ediyor, o da Saîd b. Cüreyc'in şöyle dediğini rivayet ediyor: Bu ayet, Osman b. Talha hakkında indi. Mekke'yi fethettiği gün Resulullah (s.a.) Osman'dan Kabe'nin anahtarını aldı ve Kabe'ye girdi. Sonra ayeti okuyarak dışarı çıktı. Osman'ı çağırıp kendisine anahtarı verdi. İbni Cüreyc'in rivayetine göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) "Resulullah (a.s.) Kabe'den çıkarken -babam anam kendisine feda olsun- bu ayeti okuyordu. Daha önce bunu okuduğunu duymamıştım" demiştir.
Görünüşe bakılırsa ayet-i kerime Hz. Rasul-i Ekrem (s.a.) Kabe'nin içinde iken inmiştir.
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin..." (59. ayet) ayetinin nüzulü ile ilgili olarak da Buharî, İbni Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet-i kerime, Abdullah b. Huzâfe b. Kays hakkında indi. Resulullah (s.a.) kendisini se-riyye (askeri birlik) emiri olarak bir gazaya göndermişti.
Hafız İbni Hacer der ki: Buharî bu şekilde kısaca zikretmiştir; Ayet-i kerime Abdullah b. Huzâfe kıssası hakkında indi, manasınadır.
Hadiseyi İmam Ahmed (2, 622), Buharî (13, 109), Müslim (3, 1779) uzun olarak Hz. Ali (r.a.)'den şu şekilde naklederler: Resulullah (s.a.) bir seriyye gönderdi, başına da emir olarak Ensar'dan birini tayin etti. Onun sözünü dinleyip itaat etmelerini de emreyledi. Askerler bir meseleden dolayı emiri kızdırdılar. Emir de onlara odun toplatıp ateş yaktırdı ve dedi ki: "Resulullah size beni dinleyip itaat etmenizi emretmedi mi?" Onlar "Evet" deyince "O halde ateşe girin" dedi. Onlar: Bizler ateşten kurtulmak için Allah'ın Rasulüne kaçtık, dediler ve girmediler. Dönüşlerinde olayı Rasul-i Ekrem (s.a.)'e anlattıklarında "Ateşe gir-selerdi ondan asla çıkamazlardı, itaat maruf ve meşru şeylerde olur" buyurdu. [212]
Allah Teâlâ iman edip salih ameller işleyenlerin alacağı sevabı zikredince bu amellerden bazılarını da haber vermiştir. Ki en önemlileri emanetleri ehli ve erbabı olanlara, lâyık bulunanlara vermek, insanlar arasında adaletle hükmetmek, Allah'a, Rasul'e ve müminlerden olan emire (emirlik yetkisine sahip olanlara) itaat etmektir. [213]
Emanetleri ehline verme ayetinin kendisi hakkında indiği özel sebep, lafzın umumunu, genel manasını tahsis etmez. Genellikle Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetlerinde muteber olan, lafzın umumiliğidir, sebebin özel oluşu değildir. Bu da her Müslümana, uhdesinde veya elinin altında bulunan her bir emanetten dolayı emanetlerin ehline ve lâyık olanına verilmesi hakkında yöneltilmiş genel bir emirdir ve insana emanet olarak teslim edilmiş her şeyi, ister kendisi hakkında olsun, ister başka bir kul veya Rabbi hakkında olsun, içine alır.
Allah Teâlâ'nın hakları ile ilgili emanete riayet etmek, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, duygularını ve organlarını kendisini Rab-binin rızasına yaklaştıracak işlerde kullanmak suretiyle olur. Ebu Nuaym, el-Hılye'de, merfu olarak İbni Mes'ûd (r.a.)'un Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği şu hadisini zikreder: "Allah yolunda öldürülmek bütün günahlara kefarettir." Hadisin bir rivayeti "Her şeye kefarettir, ancak emanet hariç" şeklindedir.
Emanet namaz hakkında olur, oruç hakkında olur, söz hakkında olur. En şiddetlisi de kul hakları ve malları ile ilgili emanettir. Abdullah b. Mes'ud, el-Berâ b. Azib, İbni Abbas, Ubeyy b. Kâ'b gibi bir kısım Ashâb-ı kiram (r.a.) şöyle demişlerdir: Emanet her şeyle ilgilidir, abdestte, namazda, oruçta, zekâtta, cü-nüplük, ölçü, tartı, emanet mallar... İbni Abbas Allah Teâlâ, eli dar olana da, varlıklı olana da emaneti elinde tutarak sahibine iade etmeme hususunda ruhsat (izin) vermedi demiştir. İbni Ömer de der ki: Allah Teâlâ insanın fercini (cinsî organını) yarattıktan sonra "Bu bir emanettir, onu senin yanında gizledim. Meşru hakkı dışında onu haramdan koru" buyurdu.
İnsanın kendi hakkında emanete riayet etmesi ise dini, dünyası ve ahireti hakkında ancak kendisine faydası olacak şeyleri yapması, ahireti ve dünyası bakımından zarar verecek bir işe girişmemesi, hastalık sebeplerinden korunması, sağlık kaidelerine uygun şekilde çalışması suretiyle olur. İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri hadisinde Cenab-ı Peygamber (s.a.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyyenizden (emanetiniz altına verilmiş şeylerden) sorumlusunuz." Başka bir sahih hadiste "Muhakkak ki nefsinin de senin üzerinde bir hakkı vardır." buyurulmuştur.
Başkaları hakkındaki emanete de, emanet ve ödünç olarak verilen eşyayı sahiplerine geri vermek, muamelelerde aldatmamak, cihad, nasihat, insanların sırlarını ve ayıplarını yaymamak suretiyle riayet edilir.
Emaneti koruma hakkında pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif varit olmuştur. Bazılarını şöylece kaydedelim: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan ise (bunu) sırtına yükledi." (Ahzâb, 33/72); "(Öyle müminler) ki onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet edicilerdir." (Mü'minûn, 23/8); "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken, emanetlerinize de hainlik yapmayın." (Enfâl, 8/27).
İmam Ahmed ve İbni Hibbân'ın, Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadisinde Ra-sul-i Ekrem (s.a.) buyuruyor ki: "Emaneti olmayanın imanı yoktur. Ahde riayet etmeyenin de dini yoktur." Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesâî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis ise şöyledir: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, cayar, kendisine birşey emanet edildiğinde ise hainlik yapar."
Emanetleri yerine vermek, özellikle sahibi tarafından istendiği zaman farzdır. Dünyada emaneti vermeyenden kıyamet gününde o alınacaktır. Nitekim İmam Ahmed, Buharî (el-Edep kitabında), Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadiste Efendimiz (s.a.) Hazretleri buyuruyor ki: "Emanetleri sahiplerine mutlaka ödeyeceksiniz. Hatta boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun öcü alınacaktır."
Emanet helak veya zayi olur, ya da çalmırsa, şayet bir tecavüz, kusur yahut ihmal varsa tazmin ettirilir, öyle birşey yoksa tazmin ettirilmez.
Emanetlerin yerli yerini bulmasından sonra insanlar arasında adaletle hükmetmeye sıra gelir. Ondan dolayı Allah Teâlâ adaleti emretmiştir. Emanet İslâm nizamı ve hükümranlığınnı birinci temeli olduğu gibi, adalet de ikinci temeldir. Bu iki emrin muhatabı da o ümmetin çoğunluğudur.
Adalet mülkün temelidir. Medeniyet, kalkınma ve ilerlemenin gereğidir, bütün akıl sahiplerince methedilmiştir. İslâm'daki hüküm verme esaslarından bir esastır. Bir toplum için çok lüzumlu bir kaidedir. Tâ ki zayıf hakkını alabilsin, güçlü olan zayıfa haksızlık etmesin, cemiyette güven ve nizam, düzen hakim olsun. Semavî din ve kanunlar adaleti hakim kılmanın vacip olduğunda ittifak etmiştir. Hakların sahiplerine ulaşması için bu devlet sultanlarının, hükümdarlarının, başkan ve ona bağlı bulunan memurların, hakimlerin adaletten ayrılmaması gerekir. Adaleti emreden bir çok ayet ve hadis de varit olmuştur. "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği emreder." (Nahl, 16/90); "Siz söylediğiniz vakit -hısım, akraba dahi olsa- adaleti gözetin." (En'am, 6/152); "Adalet yapın ki o takvaya daha yakındır." (Maide, 5/8); "Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahitlik edenler olun." (Maide, 5/8). Cenab-ı Hak, Hz. Davud (a.s.)'a da adaleti emretmiştir: "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet) ile hükmet." (Sâd, 38/26).
Enes (r.a.) Hz. Rasul-i Ekrem (a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Söylediği zaman doğru söyledikçe, hüküm verdiği zaman adaleti gözettikçe, merhamet istendiğinde merhamet ettikçe bu ümmet hayır üzeredir."
Allah Teâlâ pek çok ayet-i kerimede de zulmü ve zalimleri yermiştir: "O zalimlerin yapmakta oldukları (ve yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme sakın." (İbrahim, 14/42); "O zulmedenleri ve onlara eş olanları bir araya toplayın." (Saffât, 37/22). Zulüm türlerinin en tehlikelilerinden biri Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki kanunlarla hükmetmek, idarecilerin ve hakimlerin zulüm işlemesidir. "İşte zulmetmeleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri." (Nemi, 27/52). Kadı ve hakim tarafından gelecek zulümden kaçınmak, önce davayı iyi anlamak suretiyle, sonra hasımlardan biri tarafını tutmamak, Allah'ın hükmünü iyi bilmek ve yeterli, ehil olan kişilere bu görevi vermek yoluyla olur.
"İnsanlar arasında hükmettiğimiz zaman" cümlesinde insanlar arasında hak ve adaletle hüküm verecek bir hakimin tayin ve tespitinin lüzumlu olduğuna işaret vardır.
Daha sonra Allah Teâlâ adaleti ve emaneti ehline, lâyık olana vermeyi emretmenin faydasını beyan ederek buyuruyor ki: "Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor!" Yani kendisiyle size öğüt verdiği şey ne güzeldir! Bu cümlede medhe mahsus olan şey hazfedilmiştir, emredilmiş bulunan emanetleri ödeme, adaletle hükmetme gibi hususlar medhedilmektedir.
"Şüphe yok ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir." Sizin ortaya koyduğunuz emanetleri yerine verdiğinizi veya hıyaneti görür, insanlar arasında verdiğiniz hükümleri işitir. Ona göre sizi hesaba çeker, karşılığınızı verir. İşitilen ve görülen şeyleri en iyi O bilir.
Ondan sonra Allah Teâlâ, emanetleri ehline verme ve adaletten ayrılmamaya götürecek bir hususu emrediyor ki bu İslâm nizam ve hakimiyetinde üçüncü esastır. O da hükümlerini yürürlüğe koymak suretiyle Allah'a itaat etmek, Rablerinin hükmünü açıklayan Rasul-i Ekrem'e ve Müslümanlardan olan idarecilere itaat etmektir.
Ulü'l-emr Kimlerdir?
Bazı müfessirlere göre emir sahiplerinden murad, Müslüman devlet yöneticileri veya askeri birlik ve orduların komutanlarıdır. Diğer bazı müfessirlere göre ise bunlar insanlara dinin hükümlerini açıklayan alimlerdir.
Ayetin zahirine göre ise hepsi de murad edilmektedir. Siyasette orduları komuta edenlere ve ülkeleri idare etmede Müslüman devlet yöneticilerine itaat etmek icap ettiği gibi, sert hükümlerin açıklanmasında, insanlara dinin öğretilmesinde, maruf olanı emretme, münker ve yasak olanı menetme meselelerinde alimlere itaat etmek lâzım gelir. İbnü'l-Arabî der ki: "Kanaatimce ümera 'idareciler) ve alimler hep beraberce murad olunmaktadır. Ümeraya itaat emrin aslı onlardan kaynaklandığı, hüküm verme onlara ait bulunduğu için lâzımdır. Alimlere itaat ise insanların şer"î meseleleri onlara sorması gerektiği, alimlerin de cevap vermesi lâzım geldiği, fetvalarına uymak da vacip olduğu için lâzımdır." [214]
Fahreddin er-Râzî'ye göre emir sahiplerinden maksat, böylece ayetle alimlerden sadır olan icmanın hüccet oluşuna istidlal edilmesidir.
Şayet sizinle ulul-emr arasında din işlerinden biri hakkında bir çekişme ve ihtilâf olursa ve Kur'an'da da, Sünnet'te de ona dair bir nas, hüküm bulunmazsa, ihtilaflı mesele Kur'an ve Sünnet'te kabul edilmiş olan genel esas ve kaidelere havale edilir, onlara uygun olan netice ile hükmedilir, aykırı olanlar reddolunur. Buna Usûl-i Fıkıh ilminde "kıyâs" denilmektedir.
Peygamberimiz (s.a.) de kıyas ile amel etmeyi ikrar ve kabul eylemiştir. Muaz b. Cebel'i kadı (hakim) olarak Yemen'e gönderirken: "Sana bir dava getirildiği zaman nasıl hüküm vereceksin?" diye sormuş, Muaz "Allah'ın kitabıyla hükmederim" demişti. Tekrar "Eğer o mesele Allah'ın kitabında yoksa?" diye sormuş, Muaz da "Allah'ın peygamberinin sünnetiyle" cevabını vermişti. "Allah'ın kitabında da, Allah Rasulü'nün sünnetinde de yoksa?" diye sorduğunda Muaz "Kendi görüşüme göre içtihat ederim, öyle yapmaya da devam ederim" diye cevap verince Resulullah (s.a.) onun göğsüne vurup "Rasulü'nün elçisini, Allah Rasulü'nü razı edecek şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyurmuştur. [215]
"Allah'a ve Peygamber'e döndürün (götürün)" cümlesi, ihtilâf konusunun hakkında nas bulunmayan meselelerle ilgili olduğuna, yoksa nassa uymanın vacip olup o hususta ihtilâfa yer bulunmadığına işaret etmektedir.
Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız hakkında ihtilâf edilen meseleyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek suretiyle Allah'a ve Peygamber'ine döndürün, havale edin.
Çünkü mümin, hiç bir şeyi Allah'ın hükmüne takdim etmez, ona öncelik tanımaz. Aynı şekilde dünyaya gösterdiği ihtirastan daha çok, ahirete ve Allah Teâlâ'nm rızasını kazanma maksadını güder. Bu Allah Teâlâ tarafından, Allah'a ve Rasulü'ne itaatten, ihtilâf ortaya çıktığında meseleyi Allah'a ve Rasu-lüne havale etmekten ayrılan herkese karşı yönelik bir tehdittir; şu ayetteki manayadır: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapmadıkça... iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65). Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.) vasıtasıyla rivayet ettikleri hadisinde Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Bana itaat eden muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de muhakkak Allah'a isyan etmiş olur. Kim benim emirime (tayin ettiğim kumandana) itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim de emirime isyan ederse, şüphesiz bana isyan etmiş olur."
"Bu hem en hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir" cümlesi, Allah'a ve peygamberine itaat etmek, ihtilâfa düşme durumunda meseleyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek gibi yukarıda emredilen hususlara işaret etmektedir. Bu ise akibet ve sonuç bakımından daha güzeldir. [216]
Emanet ve adalet ayeti temel ahkâm ayetlerindendir. Bunlar din ve şeriatın her bölümüne şamildir. Daha kuvvetli olan görüşe göre bütün insanlara yönelik genel bir hitaptır. Malları taksim etmek, yapılan haksızlıkları gidermek, davalarda ve hükümlerde adaletli davranmak gibi kendilerine havale edilmiş emanetler hususunda idarecileri, sorumluluk sahiplerini de içine almaktadır.
Ayet-i Kerime İslâm'da hüküm verme esaslarından ikisine delâlet etmektedir. Fertler de hakim ve idarecilere tabidirler.
a) Emanetlerin ehil ve lâyık olanlara verilmesi lâzımdır. Vedia (emanet bırakılmış mal, eşya)nm sahibi tarafından istenene kadar verilmesi lâzım gelmez. Lukata (bulunmuş eşyalar) ise bir sene müddetle ilân edilir, sonra kullanılır veya harcanır, bilahare sahibi gelirse tazmin olunur. Ama en uygunu sahibi bulunmadığı takdirde tasadduk etmektir. Kiralanmış ve ödünç alınmış şeylerin işi bittikten sonra talep edilmeden sahibine iade edilmesi lâzımdır. Alacaklıya alacağı ödenmeden rehin alınan şeyin sahibine edası lâzım değildir.
b) İnsanlar arasında adaletle hükmetmek:
Açıkladığımız gibi her iki hüküm hakkında hitap, idarecilere, emir sahiplerine, hakimlere aittir. Orîların yanında bütün insanlar da bu hitaba dahildir. Rasul-i Ekrem (s.a.) Müslim ve Nesaî tarafından Abdullah b. Amr (r.a.) vasıtasıyla rivayet edilen hadisinde buyuruyor ki: "Adaletle hükmeden kimseler, kıyamet günü nurdan minberler üzerinde, Rahmân'dan yemininde -ki her iki yedi de sağdır- olacaklardır. Onlar verdikleri hükümlerde, ailesi ve idaresi altında bulunanlar hakkında adil davranan kimselerdir."
Diğer bir hadiste de şöyle buyuruyor: "Her biriniz çobansınız ve her biriniz sürüsünden sorumludur. Devlet başkanı, idareciler çobandır, kendi idareleri al-tındakilerden sorumludurlar. Erkek de ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır, o da sürüsünden sorumludur. Köle ve hizmetçi) efendisinin malını gözetir ve ondan sorumludur. Dikkat edin, her biriniz çobansınız ve idareniz altında bulunanlardan sorumlusunuz." [217] Peygamber Efendimiz (s.a.) bu sahih hadislerde bütün bu kimseleri derece ve makamlarına göre çoban ve hüküm sahibi kişiler olarak kabul etmiştir. Hakim mevkiinde bulunan alim de böyledir. Zira fetva verdiği zaman hüküm vermiş olmakta, helâl ile haramın, farz ile mendup olanın, sahih ile fasit olanın arasını beyan etmektedir. Bütün bunlar ödenecek, verilecek bir emanettir, kararlaştırılacak bir hükümdür.
Allah Teâlâ hakkıyle işitici ve görücüdür. "Çünkü ben sizinle beraberim. Ben (her şeyi) işitirim ve görürüm." (Tâ-Hâ, 20/46) ayetinde buyurduğu gibi her şeyi işitmekte ve görmektedir. Verilen hükümleri işitir, ona göre karşılığını verir. Emanetlerin ödenip ödenmediğini, hainlik edilip edilmediğini bilir, ona göre hesaba çeker.
Cenab-ı Hak idarecilere ve hüküm veren hakimlere emanetleri sahiplerine vermeyi ve insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emrederken raiyye ve idare edilen durumunda bulunanlara da önce emirlerine uyarak, yasaklarından da kaçınarak kendisine itaat etmelerini, ikinci olarak emrettiği ve yasakladığı hususlarda peygamberlerine itaat etmeyi, üçüncü olarak da Müslüman idarecilere itaati emreylemektedır. Fakat ıdareciİ61t6 V6ya Sultana İtaat, Allah'a İtaat bulunan işlerde vacip olur. Allah'a karşı isyan ve günah bulunan işlerde emirlere, idarecilere itaat gerekmez. Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Adalet ile hükmetmesi, emaneti ehline vermesi imam (devlet başkanı) üzerine borç olan bir haktır. Böyle yaparsa bütün Müslümanların ona itaat etmesi vacip olur. Çünkü Allah Teâlâ bize emanetleri ehline vermemizi, adaletli olmamızı emrettikten sonra ona (idarecimize) itaati emreylemiştir.
Aynı şekilde Kur"an ve ilim sahibi olan fakihlere, din alimlerine itaat etmek de vaciptir. İbni Keysân der ki: Bunlar akıl ve olgun görüş sahibi olup insanların işini tedbir ve idare edebilen kimselerdir. Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü emrin aslı alimlerden çıkar, hüküm vermek için onlara baş vurulur. Akıl, her ne kadar dini takviye ve teyit edici olup dünya için önemli bir dayanak olsa da burada lafzın zahirine pek uygun düşmemektedir.
Şayet ümmet ile emirler, idareciler arasında bir ihtilâf ortaya çıkarsa, mesele, Allah'ın kitabına, yahut hayatında iken kendisine sorularak, vefatından sonra ise sünnet-i seniyyesine bakılmak suretiyle Peygamberimize (s.a.) arz edilir. Bunun bir benzeri de şu âyetlerdeki tevCİhİGrdİr.
"Halbuki bunu peygambere ve onlardan (müminlerden) emir sahiplerine (idarecilere) döndürmüş olsalardı (müracaat etselerdi), içlerinden netice ve hüküm çıkarmaya kadir olanlar elbet bunu (mesele ve haberi) bilirlerdi." (Nisa, 4/83).
"Artık O'nun emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini (dünyada) bir fitne (ve belâ) çarpmasından, yahut (ahirette) onlara pek acıklı bir azap (gelip) çatmasından çekinsinler." (Nur, 24/63). Bunlar ortaya koyuyor ki Allah'a ve ahiret gününe iman etmek, Kur'an ve Sünnet'e müracaat etmek, netice itibariyle, aki-bet olarak ihtilâfa düşüp didişmekten daha hayırlıdır.
Alimler, bu ayet-i kerimeden teşrinin (yasamanın) temel kaynaklarının dört tane olduğu hükmünü çıkarmışlardır: Kitap, sünnet, icma ve kıyas. Çünkü hükümler, ya kitap ve sünnette nas olarak gelmiştir. "Allah'a itaat edin, Ra-sul'e itaat edin" ayetinde olduğu gibi. (Sünnet, Peygamberimiz (s.a.)'den nakledilen söz, fiil ve takrir kabul ve onaylamadır). Yahut hükümler üzerinde ümmetin hal ve akit ehli olan kişileri, tabii itimat ettikleri sert bir delile dayanarak icma etmiş olurlar. Ayetin "sizden (olan) ulü'l-emre (emir sahiplerine, idarecilere) itaat edin" cümlesinde beyan edildiği gibi. Yahut da gündeme gelmiş bulunan mesele hakkında nas olarak veya icma kabilinden bir hüküm yoktur, onun yolu da içtihat ve kıyastır. Bu ise hakkında ihtilâf edilen meseleleri Kitap ve Sünnet'te mevcut olan genel kaide ve usullere arz etmek suretiyle olur. Ayetteki "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz (ihtilâfa düşerseniz) onu Allah'a ve peygambere döndürün (havale edin)" cümlesi de buna delâlet etmektedir.
Hanefîlerin kabul ettiği istihsan, Mâlikîlerin kabul ettiği mesâlih-i mürse-le, Şafiîlerce kabul edilen istishâb gibi bunlara tabi olan delil ve kaynaklar ise gerçekte bu dört asıl kaynağa bağlıdırlar. [218]
60- Sana indirilen (Kur'an-ı Kerim)'e de, senden önce indirilmiş olan (kitap)'lara da herhalde iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki tağu-tun (sihirbazın) önünde muhakeme edilmelerini isterler. Oysa kendilerine onu inkâr edip tanımamaları emrolun-muştu. Şeytan da onları o (bir daha dönemeyecekleri kadar) uzak bir sapıklıkla büsbütün sapıtmak ister.
61- Onlara "Allah'ın indirdiği (hakeme, Kur'an-ı Kerim'e) ve o peygambere gelin" denilince, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.
62- Önce elleriyle (iradeleriyle) yaptıkları (fenalıklar) yüzünden kendilerine bir belâ çattığı zaman (halleri) nice olur?! (Onlar böyle bir belâya uğradıktan) sonra da "Biz iyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey arzu etmedik" diye Allah'a yemin ederek sana geleceklerdir.
63- İşte bunlar var ya, Allah öylelerin kalplerinde olanı bilir. Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver, onlara kendileri hakkında tesirli sözler söyle.
"Boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?" cümlesi taaccüp için getirilmiş bir sorudur.
"Uzak bir sapıklıkla büsbütün sapıtmak", "onlara sözler söyle", "senden büsbütün uzaklaştıklarını" cümlelerinde mugayir bir cinas bulunmaktadır. [219]
"Tâğût"; çok azgın ve haddi aşmış kişi demektir. Burada Ka'b b. el-Eşref kasdolunmaktadır.
"...uzak bir sapıklıkla..." yani hakkı kabul etmekten yüz çevirerek.
"Onlara öğüt ver" yani kalplerine yumuşaklık gelecek şekilde hayır ve hasenatı onlara hatırlat.
"onlara kendileri hakkında tesirli sözler" yani gönüllerine işleyecek derecede etkili sözler "söyle." [220]
"Boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?" (60. ayet) ayetin nüzulüyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim ve Taberânî sahih bir senedle tahric etmiştir: İbni Abbas dedi ki: Ebu Berze el-Eslemî kâhin idi. Yahudiler arasındaki muhakemelerde hüküm verirdi. Eşlem kabilesinden bazı insanlar muhakeme için kendisine geldiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Sana indirilene de... iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?", "Onlara kendileri hakkında çok tesirli sözler söyle" /jısmma kadarki ayetleri indirdi.
İbni Ebî Hatim, İbni Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini tahric etmiştir: el-Cellâs b. es-Sâmit, Mu'tib b. Kuşeyr, Rafı' b. Zeyd ve Bişr, müslüman oldukları iddi-asmdaydılar. Bir davadan dolayı kendi kavimlerinden müslüman olanlar Resulullah (s.a.)'m hakemliğine davet ettiler. Bunlar ise cahiliye devrinin hakemleri olan kâhinleri davet ettiler. Allah Teâlâ da kendileri hakkında "...iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı?..." ayetini indirdi.
İbni Cerir'in tahric ettiğine göre eş-Şa'bî şöyle demiştir: Yahudilerden bir kişi ile münafıklardan birisi arasında bir husumet (ihtilâf konusu) vardı. Yahudi senin dindaşlarının veya peygamberinin hakemliğine gidelim, dedi. Çünkü O'nun hüküm verirken rüşvet almadığını biliyordu. Fakat anlaşamadılar, sonunda Cüheyne kabilesindeki bir kâhine gitmeyi kararlaştırdılar. Arkasından bu ayet indi.
el-Kelbî'nin de İbni Abbas'tan şöyle bir rivayeti vardır: Bu ayet münafıklardan bir adam hakkında nazil oldu. Onunla bir Yahudi arasında bir dava vardı.
Yahudi "Hadi Muhammed'e gidelim" dedi. Münafık ise "Hayır, Kala b. el-Eşref'e gidelim" dedi. Allah Teâlâ Ka'b'a "tağut" adını takmıştır. Yahudi, Resulullah (s.a.)'tan başkasının muhakeme etmesine razı olmadı. Onun ısrarı üzerine münafıkla beraber Rasul-i Ekrem (s.a.)'in hakemliğine baş vurdular. Resulullah (s.a.) dava sonunda Yahudi lehine hükmetti. Onun huzuruna çıktıktan sonra münafık Yahudiyi bırakmadı ve "Ömer b. el-Hattab'a gideceğiz" dedi.
Hz. Ömer'in yanına varınca Yahudi dedi ki: Ben ve bu Muhammed'in hakemliğine baş vurduk, o da bunun aleyhine hükmetti. Fakat bu razı olmadı, senin hakemliğine gideceğini iddia ederek beni bırakmadı, beraberce sana geldik. Hz. Ömer münafığa "öyle mi?" diye sorunca o da "evet", dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer "Biraz bekleyin, dışarı geliyorum" dedi. İçeri eve girdi, abasının altına kılıcını koydu. Sonra yanlarına geldi ve kılıcı çekerek münafığın boynunu vurup öldürdü ve "Allah'ın hükmüne ve Resulullah'm hükmüne razı olmayan hakkında ben de işte böyle hükmederim" dedi. Yahudi de oradan kaçtı. Ardından bu ayeti indiren Cebrail (a.s.) "Muhakkak Ömer hak ile batıl arasını tefrik etmiş, ayırmıştır" dedi. Hz. Ömer'e de o manaya gelmek üzere "el-Fârûk" adı verildi. [221]
Hasılı, Taberî, ayetin münafık ve Yahudi hakkında nazil olduğu görüşünü tercih etmiştir. [222]
Yukarıda geçen, Allah'a itaat, Peygamber'e ve ulü'1-emre (müslüman idarecilere) itaat edilmesi yolundaki ilâhî emirden sonra Allah Teâlâ, Rasul-i Ekrem (s.a.)'e itaat etmeyen, hükmüne de razı olmayan, aksine başkalarının, Ebu Berze el-Eslemî gibi bir kâhin, Kâ'b b. el-Eşref gibi bir tağutun hükmünü isteyen münafıkların gerçek tutumlarını ortaya çıkarmıştır. [223]
Bu ayetler, nüzul sebebinde de zikredildiği gibi Allah Teâlâ'nm Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine ve geçmişteki peygamberlere indirdiği kitaplara iman ettiklerini iddia eden, ama ortaya çıkan dava ve anlaşmazlıkların halledilmesi hususunda Allah'ın kitabı ile Rasulünün sünneti dışındaki kaynak ve makamlara baş vuran kişilere karşı Cenab-ı Hak tarafından bir red ve inkârdır. Ayetler, iniş sebebindekinden daha geniş manalar taşımaktadır. Allah'ın kitabı ile Sünnet-i seniyye'den ayrılan ve onlar dışındaki batılların -ki buradaki tağut ile kastedilen onlardır- hakemliğine müracaat eden herkesi yermekte, zemmetmektedir.
Şimdi bir grubun haline bakınız ki Peygamber olan Muhammed (s.a.)'e, önceki peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia etmektedirler. Allah'ın kitaplarına ve peygamberlerine salih bir şekilde imanın gereği, Allah Teâlâ'nın peygamberlerinin lisanları ile meşru kılıp koyduğu esaslara göre amel etmektir. Bu esası çiğneyip geçtikleri takdirde gerçekte iman etmiş kimseler sayılmazlar.
İşte bu münafıklar Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'in hakemliğine baş vurmayı kabul etmemişler ve dalâlet erbabı olan sihirbaz Ebu Berze el-Esle-mî'ye, pek aşırı derecede haktan ayrıldığı, Rasul-i Ekrem (s.a.)'e düşmanlık edip aleyhine kışkırtıcılık yaptığı için tağut adı verilen zalim Kâ'b b. el-Eşrefe müracaat etmişlerdi. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de tağutu inkâr edip ondan uzaklaşmaları emredilmişti. Onların bunu kabul etmemeleri imansız olduklarına delâlet etmektedir. Dilleri, Allah'a ve Peygamber'ine indirdiğine iman ettiğini iddia ederken, fiilleri onları inkâr ettiklerini, tağuta inanıp onun hükmünü tercih ettiklerini göstermektedir. Bu ise İslâm'dan çıkışın bir delilidir.
Kur'an'ın tağutu inkâra dair emirlerinden biri, "Andolsun ki biz her ümmete "Allah'a kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının" diye bir peygamber göndermişizdir." (Nahl, 16/36) ayeti, bir diğeri "Artık kim tağutu tanımayıp da Allah'a iman ederse o, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır" (Bakara, 2/256) ayetidir.
Onlar bu fiilleri sebebiyle şeytana öğrenci olmuşlardır. Şeytan ise onları sapıtmak, haktan çok uzak mesafelere sürüklemek istemektedir. Tâ ki asla hak yola giremesinler.
Bunun delili de şudur: İman sahibi oldukları iddiasındaki o kişilere "Geliniz, Allah Teâlâ'nın Kur"an'da indirdiği hükümlere ve Resulullah'm hakemliğine baş vuralım, zira asıl doğru yol budur" denildiğinde, Ey Habibim Muhammedi Sen o münafıkların senden yüz çevirdiklerini, hükmüne razı olmayıp rağbet eylemediklerini, bunda da ısrar, inat ve bilinçle uzaklaşma gösterdiklerini görürsün. Bu ayet-i kerime yukarıda da geçen ve onların tağutun, heva ve heves sahiplerini ve cahillerin hükmüne baş vurdukları hususunu tekit etmektedir. Kasten Allah'ın hükmünden yüz çeviren ise şüphesiz münafık olur.
Allah seni, Allah'ın hükmünden ve senin hakemliğine müracaattan yüz çevirdiklerinde onların işlerine vakıf ve muttali kıldığı, günahları ve işledikleri küfür, isyan ve ortaya çıkan rezilce tutumları sebebiyle musibetlere veya bir cezaya maruz kaldıkları zaman, ondan sonra da başlarına gelen ve kaçamadıkları musibetlerin, felâketlerin kalkması için sana baş vurmaya mecbur kaldıkları vakit bakalım şu münafıkların hali nice olacak?
Bu felâketlerden sonra da sana gelirler, yalan söyleyerek, Peygamberden başkasının hakemliğine müracaat etmelerinin iyi ilişki kurmak ve kendileri ile hasımları arasını sulh yoluyla düzeltmek amacından başka bir gayeye dayanmadığı iddiasında bulunurlar. Yahut onlar senden özür dileyerek senden başkasına gitmek ve düşmanlarının hakemliğine müracaat etmekle ancak iyilik ve ara bulmayı yani müdara ve durumu idare etmeyi murat ettiklerini, yoksa onların hakemliğine gitmenin sahih olduğu inancını taşımadıklarını söyleyerek yemin ederler. Nitekim Allah Teâlâ münafıkların bu hallerine dair diğer bir ayette de şöyle haber vermiştir:
"İşte kalplerinde bir (münafıklık) hastalığı bulunan kimselerin "Felâketin bize (dönüp) çarpmasından korkuyoruz" diyerek aralarında koşuştuklarını görüyorsun. Belki Allah fetih (ve zafer) veya kendi katından bir emir getirecek de onlar, yüreklerinde gizledikleri şeye karşı pişman olacaklardır." (Maide, 5/52). Bu, yaptıkları karşılığında maruz kaldıkları şiddetli bir vaid ve tehdittir. Ve mutlaka pişman olacaklardır, ama pişmanlıkları artık fayda vermeyecektir. Bu ayetin bir benzeri de "(Bununla) iyilikten başka bir şey kasdetmedik" diye muhakkak yemin edeceklerdir." (Tevbe, 9/107) ayetidir.
Bu tür insanların, yani münafıkların kalplerindekini Allah Teâlâ bilmektedir, ona göre karşılık ve cezalarını verecektir. Çünkü hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz, onların içindekileri de dışındakileri de bilir. O halde onlardan artık yüz çevir, onları ciddiye alma, kalplerdekinden ötürü de onlara ağır konuşma. Onlara öğüt ver, kalplerindeki nifak ve gizli serlerden onları nehyet. Seninle onlar arasında kalmak üzere bu hallerinden vaz geçirecek tesirli sözler söyleyerek onlara nasihat eyle.
“Allah öylelerinin kalplerinde olanı bilir” cümlesi
pek büyük olan bir hayır veya şer hakkında kullanılan usluptur. Münafıkların
kalplerinde küfür, kin, hile ve desise öyle bir dereceye ulaşmıştır ki onu
ancak gizliyi ve gizlinin daha gizlisini bilen Allah Teala kuşatıp
kavrayabilir.
“Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver; onlara
kendilerine dair çok tesirli sözler söyle” cümlesi münafıklara nasıl muamele
edileceğine delalet etmektedir. Onlara karşı üç çeşit tavır konulur:Onlardan
yüz çevirmek; kalplerinin yumuşaması, incelmesi için kendilerine hayrı tavsiye
edip hatırlatmak; bazan teşvik yolouyla, bazan da kendilerinden tekrar
münafıklık hali ortaya çıkacak olursa öldürülecekleri şeklinde korkutarak kalbe
tesir edecek sözler söylemek.[224]
1- Allah Teala’nın veya Rasul’ünün emirlerinden bir şeyi reddeden kimse
kafir olur, İslam dışına çıkar. O sebepten Ashab-ı Kiram (r.a.) zekat vermeyenlerin
irtidadına (dinden çıktığına) hükmetmişlerdir. Aynı şekilde, verdiği hüküm
hakkında Resulullah (s.a.)’ı itham eden kişi de kafirdir. Ayetin iniş sebebinde
anlatılan hadise, Yahudinin bir müslüman ile olan davasında, İslam hakim ve
idarecisinin hükmüne baş vurduğunu göstermektedir.
2- Müslümanların, Kur’an’da ve sabit sünnet-i Nebeviyyede hakkında nas
bulunan bir hükmü tenfiz ve tatbik etmeleri icap eder. Ama hakkında vahiy
yoluyla bir hüküm belirtilmemiş bir meselede, müçtehidlerin şeriatın genel
kaidelerinden çıkarttığı ve umumun maslahat ve menfaatine de uygun olacak
şekildeki görüşü ile amel olunur.
3- Allah’ın koyduğu hükümden , ya da Rasul’ünün verdiği hükümden kasten
yüz çeviren kimse münafık olur, İslam ile bir bağı kalmaz. Bu ayetlerin inmesi
Hz. Ömer (r.a.)’ın davranışını teyit etmiştir. O sebepten Cebrail (a.s.) inmiş
ve “Muhakkak ki Ömer hak ile batıl arasını ayırmıştır” demiş, ondan sonra Hz.
Ömer’e”el-Faruk” adı vedilmiştir.
4- Münafıklar yaptıklarına pişman olacaktır, ama o vakit artık pişmanlık
fayda vermeyecektir. Özür dileyecekler, fakat özürleri de kabul edilmeyecektir.
5- Münafıkların bu arlandırıcı, hor tavırlarına doğrusu hiç de
imrendirilmez. Çünkü hiçbir şeyin kendisine gizli kalmayacağı Allah Teala
tarafından rezil ve kepaze edilmişlerdir. O yüzden onları yalanlayarak Cenab-ı
Hak “Allah öylelerinin kalplerinde olanı bilir” bulurmuştur. ez-Zeccâc der ki:
Bu muhakkak ki Allah Teala onların münafık olduklarını bilmektedir, demektedir.
Bizim elde edeceğimiz fayda da söz de
biliniz ki onlar münafıklardır, şeklindedir.
6- Münafıkların ıslah imkanına üç yol vardır:
a) Onlardan,
kendilerini cezalandırmaktan, diledikleri özürleri kabul etmekten , güler yüz
ve ikram ile mukabele etmekten yüz çevirmek.
b) Kendilerini üzerinde düşünmeye, dinlemek için kalplerinin yumuşamasına sevk edecek şekilde onlara öğüt vermek, korkutmak, nasihat etmek ve yol göstermek.
c) En tesirli sözlerle, münafıklıkta devam ettikleri takdirde köklerinin kazınıp yok edilecekleri şeklindeki gerek aşikâre, gerekse gizlice söylenecek ağır ifadelerle bu hallerinden vazgeçirmek, içlerinde sakladıkları nifak ve düşmanlığın her gizliyi ve gizlinin de gizlisini bilen Allah Teâlâ tarafından bilindiği, kendilerinin kâfirler gibi, hatta küfür yönünden onlardan da kötü oldukları, cezalarının cehennem ateşinin en alt tabakalarına atılmak olduğu haber verilerek münafıklıktan caydırmak. [225]
64- Biz hiç bir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar, kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah'tan mağfiret dilese-lerdi ve onlara (son) peygamber de mağfiret isteyiverseydi, elbette Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici, çok merhametli bulacaklardı.
65- Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.
"Peygamber de onlara mağfiret isteyiverseydi." Burada iltifat sanatı vardır, "mağfiret isteyiverseydin" sigası yerine gâib sigasına dönülmüştür. Maksad, Rasul-i Ekrem (s.a.)'in şanını ve onun mağfiret dilemesini yüceltmek ve ne kadar büyük olduğunu vurgulamak, peygamber olan zatın şefaatinin Allah Teâlâ katında ne kadar önemli bir yeri olduğuna dikkat çekmektir.
"Tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça..." ayetinde Cinas bulunmaktadır.
"Aralarındaki anlaşmazlıklarda" ifadesinde istiare sanatı vardır. Görülen, hissedilen ağaçların dallarının birbirine girmesi vaziyeti, aralarında meydana gelen ihtilâf ve çekişmelere benzetilmiştir ki bu da akıl yoluyla çıkan bir manadır. [226]
"Allah'ın izniyle" Allah'ın izni, vahiy yoluyla bildirmesi demektir.
"Onlar kendilerine zulmettikleri" yani tağutun hakemliğine baş vurdukları ve diğer çeşit zulümleri işledikleri "vakit sana gelip de Allah'tan mağfiret dileselerdi" yani O'nun affını isteyip yaptıklarına pişman olsalardı, "onlara peygamber de mağfiret isteyiverseydi..." Onları mağfiret etmesi için Allah'a dua ediverseydi. Hz. Peygamberin şanını yüceltmek için gaib sigasına dönülmüştür. "elbette Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici, çok merhametli bulacaklardı. "[227]
65. ayetle ilgili olarak altı hadis imamı Abdullah b. ez-Zübeyr (r.a.)'den rivayet ediyorlar: Zübeyr ile Ensar'dan bir adam Harra bölgesindeki su yatağı üzerinde anlaşmazlığa düştüler. Mesele Allah'ın Rasulü'ne götürüldüğünde buyurdu ki: Ey Zübeyr, sen suvar, sonra da suyu komşuna sal. Ensar'dan olan zat "Halanın oğlu olduğu için mi yâ Resulullah?" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.)'in yüzünün rengi değişti ve: "Ey Zübeyr, suvar, sonra suyu bostanın etrafındaki tümseklerine kadar tut, ondan sonra da komşuna sal" buyurdu. Böylece Zübeyr sudan yararlanma hakkını tam olarak aldı. Halbuki Ce-nab-ı Peygamber (s.a.) her ikisi için de rahatlık olan bir şekli tavsiye eylemişti.
Zübeyr demiştir ki: Şu ayetlerin bu sebepten dolayı indiğini zannetmekteyim: "Öyle değil, Rablerine andolsun ki aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça iman etmiş olmazlar."
İbni Ebî Akatim de aynı ayet hakkında Saîd b. el-Müseyyeb (r.a.)'in şöyle dediğini tahric etmiştir. Bu ayet ez-Zübeyr b. el-Awâm ile Hâtıb b. Ebî Beltea hakkında indirildi. Bir su meselesinde ihtilâfa düşmüşler, Resulullah (s.a.) da önce yukarı tarafta bulunanın, sonra da aşağıdakinin suvaracağı şeklinde hüküm vermişti. [228]
Yukardaki ayetlerde Rasul-i Ekrem'in hakemliğinden yüz çeviren ve onun yerine tağutun hüküm vermesini tercih eden münafıkların tutumları tenkit edilmiş ve yerilmişti. Burada ise Allah Teâlâ genel bir prensip ve usulü koymaktadır: Resulullah (s.a.) Efendimize, hatta gönderilmiş her bir peygambere itaat etmek farzdır. [229]
Biz hangi peygamberi gönderdiysek, onu kendilerine gönderdiğimiz kimselere de o peygambere itaat etmelerini farz kıldık. Bu itaat Allah'ın emri ve izniyle farz kılınmıştır ve onların da ona tabi olmaları icap eder. Mücâhid "Bu, herkes ancak benim iznimle itaat eder demektir" diyor. Ancak benim buna muvaffak kıldığım kimse ona itaat eder, manasınadır. Şu ayette olduğu gibidir: "Andolsun ki Allah'ın size olan vaadi, O'nun izni ile, onları (düşmanları kolayca) öldüregeldiğimiz zaman yerine gelmişti" (Al-i İmran, 3/152) ayetinde O'nun emri, takdiri, dilemesi, sizi düşmanlar üzerine musallat kılması suretiyle demektir.
Sonra Allah Teâlâ, hata ve günah işleyen isyankâr ve günahkâr olanlara yol gösteriyor. Resulullah (s.a.)'a gitmelerini, O'nun huzurunda Allah Teâlâ'dan mağfiret dilemelerini, Rasul-i Ekrem'den de kendileri için mağfiret dileyiver-mesini istemelerini söylüyor. Eğer böyle yaparlarsa Allah'ın da tevbelerini kabul edip onlara merhamet edeceğini ifade eyliyor: "Elbette Allah'ı, teubeleri hakkıyla kabul edici, çok merhametli bulacaklardı." Yani O'nun tevbeleri hak-kıyle kabul edici olduğunu anlayın, Allah Teâlâ tevbelerini kabul buyurur.
Burada sahih bir tevbeye koşan kimsenin tevbesinin, şartlarıyla birlikte kabul edileceğine de bir işaret vardır. Şer'an gerekli şartlar ise şunlardır: Tev-benin hemen günahın peşinden olması, günahtan artık kaçınmaya azmetmek ve Allah Teâlâ için sadakat ve ihlâs göstererek bir daha o günaha dönmemek. Ama günahın elemini kalpten sadıkane bir şuurla hissetmeksizin sadece dille yapılan istiğfar ise bir şey ifade etmez.
Cenab-ı Hak peygambere itaati terk etmeyi nefislere zulmetmek, yani onları ifsat etmek diye isimlendirmiştir.
Sonra Allah celle ve alâ Peygamber'e itaatin vacip olduğunu büyük bir kasem (yemin) ile tekit ediyor, Efendimiz (s.a.) Hazretlerinin verdiği hükmü tam bir gönül rızası ile kabul etmeyende iman olmadığını beyan buyuruyor.
Allah Teâlâ kendi peygamberi için rububiyetine yemin ederek buyuruyor ki: Senin hakemliğine baş vurmaktan yüz çeviren münafıklar şu üç şartı yerine getirmeden gerçek bir iman ile inanmış olmazlar:
1- Üzerinde ihtilâfa düştükleri meseleler ve davalarda Rasul-i Ekrem'i (s.a.) hakem tanımaları. Bir kimse bütün işlerde Hz. Peygamberi (s.a.) hakem kılmadıkça iman etmiş olmaz. Onun verdiği hüküm haktır ve hem zahiren, hem de içten gelerek o hükme boyun eğmek lâzım gelir.
2- Resulullah (s.a.)'m, verdiği hükümden hiç bir sıkıntı duymamaları, O'nun karar ve hükümlerini tam bir rıza, mutlak bir kabul ile karşılamaları, şikayet etmemeleri.
3- O'nun verdiği hükme hem zahirde, hem de batında (gönülde) tam bir bağlılık, külli bir teslimiyet göstermeleri, hiç bir engelleme, karşı koyma ve çekişmede bulunmamaları. Bu husus uygulama ve yürütme safhasında söz konusudur. Çünkü kişi hükmün hak olduğu görüşüne sahip bulunmakla birlikte uygulamasından kaçınmaya çalışabilir. Sahih bir hadiste de şöyle buyuruluyor: "Canım elinde bulunan Allah Teâlâ'ya yemin olsun ki sizden biriniz, arzusu benim getirdiğim din ve Şeriat'e tabi olmadıkça iman etmiş olmaz." [230]
1- Allah'ın Rasul'ünün emirlerine, yasaklarına, verdiği hükümlerine ve kararlarına tam olarak itaat etmek farzdır.
2- Günahtan istiğfar edip gerekli şartlarıyla birlikte yapılan sadık tevbe, günahların silinmesinin ve hataların affedilmesinin yoludur.
3- Bazı günahkârlar için Rasul-i Ekrem (s.a.)'in mağfiret dilemesi, Allah Teâlâ tarafından icabet edilen, kabul gören bir şefaattir.
4- Resulullah (s.a.)'m hükümlerine tam bir teslimiyetle boyun eğmek, onların adalet ve hakkaniyete en uygun olduğuna itikat etmek, icra ve uygulamasında da hemen şer1! hükmün gereğine dönmek, müminlerin imanının sahih olması için temel bir şarttır. Bunun belirtisi de ihtilâf konularında O'nun hakemliğine baş vurmak, hükmünden dolayı sıkılıp şikayetlenmemek ve verdiği hükme tam teslim olmaktır.
5- Peygamberimiz (s.a.)'in kazaî hükümlerde de hatadan masum (korunmuş) oluşu, ilâhî vahyi tebliğ ederken masum oluşu gibidir. Kendisine gelen davanın iç durumuna göre değil, zahiri haline göre ve ancak hakka uygun olarak hüküm vermiştir. Davanın gizli yanları ise artık Allah'a kalmıştır.
6- Mücahid ve başka alimlerin de dediği gibi bu ayet ile kasdedilenler, yukarıdaki ayette zikri geçen ve tağutun hakemliğine baş vuran kimselerdir; ayet onlar hakkında inmiştir. Taberî diyor ki: "Felâ (öyle değil)" lafzı, zikri geçenlere bir cevaptır, cümlenin takdiri şöyle olur: İş, onların sana indirilene iman ettikleri iddiasında bulundukları şekilde değildir. Ardından da "Rabbine andolsun ki... iman etmiş olmazlar" cümlesiyle kasem (yemin) başlamıştır.
Ancak ayetin Zübeyr ile Ensarlı zat arasındaki bostan sulama davasından sonra indiği kanaatinde olanlara göre düşünülecek olursa, biraz önce verilen ve
"Resulullah (s.a.)'ı verdiği hükümden dolayı itham eden herkes kâfirdir" şeklindeki vasıf o Ensar'dan o zata verilemez. Çünkü o zat bir hata, sürçme yapmış, Peygamberimiz (s.a.) de ondan yüz çevirmiş, daha sonra da bunun boş bulunarak işlenmiş bir yanılgı olduğunu bildiği için hatasını affetmişti. Peygamberimiz
s.a.)'den sonra hiç kimse için böyle bir durum söz konusu değildir. O'ndan sonra bir hakimin hükmüne razı olmayan kimse asi ve günahkâr olur. [231]
Şu da göz önüne alınmalıdır ki Rasul-i Ekrem (s.a.) yukarı tarafta bulunanın aşağıdakinden önce bostanını suvaracağı için hakkı Zubeyr (r.a.) lehine hükmetmişti. Çünkü ona ilkin suya yakın olması sebebiyle "Ey Zübeyr, sen suvar, sonra da suyu komşuna sal" demişti. Bunun manası "Hakkını kullanırken bir kolaylık göster, hepsini alma, suyu komşuna bir an evvel sal" demekti. Ona biraz müsamaha ve kolaylık göstermesi için teşvik etmişti. Ensardan olan zat bunu duyunca razı olmayıp öfkelenivermişti. O, suyun Zübeyr tarafından hiç tutulmamasını istiyordu. O yüzden bedbahtça haksız kelimeyi ağzından kaçırmıştı ve bu hükmü inkâr ve reddedercesine "Halanın oğlu olduğu için mi!" demişti, yani senin akraban olduğu sebeple mi onun lehine, benim aleyhime hüküm veriyorsun demek istemişti. Adamın bu kıymet ve iyilik tanımazlığı üzerine Peygamberimiz (s.a.)'in yüzünün rengi değişmiş ve herhangi bir kolaylık, müsamaha göstermeksizin hakkını tam olarak alması yolunda Zübeyr lehine hüküm vermişti. [232]
İlkin yukardaki bostan sahibinin suvarması da şu şekildedir: Bütün suyu bostanına veya bahçesine salıp, bostanın etrafını çevreleyen tümseklerine ulaşana kadar suvarır. Suyun akıntı yerlerini tıkar ve artan miktarı bir aşağıdaki bostana salar. En son bahçeye varana kadar da böyle yaparlar.
İmam Malik'in Abdullah b. Ebi Bekir'den naklettiği rivayet de bunu teyit ediyor. Diyor ki: Bize ulaştığına göre Resulullah (s.a.) Mehzûr ve Müzeyneb U) sel suları hakkında, "Topukların yüksekliğine çıkıncaya kadar tutulur, sonra yukarı taraftaki aşağıdakine salar" buyurmuştur. ^
1- Mehzur ve Müzeyneb, Medine'deki iki vadidir. Yağmur yağdığında bu vadilerde sel oluşurdu.
2- İbni Abdi'1-Ber demiştir ki: Bu hadisin Peygamber (s.a.)'e her hangi bir yolla ulaştığını bilmiyorum. [233]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/467.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/467.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/467.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/467-468.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/468.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/469.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/469.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/469-470.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/470-471.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/472-474.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/475.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/475.
[13] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 81.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/475-476.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/476-477.
[15] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/49.
[16] İbnü'l-Arabî, Ahkâmul-Kur'an, 1/309.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/477-478.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/479.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/479-480.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/480.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/480-483.
[22] Cassâs, Ahkâmul-Kur'an, 11/57.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/483-488.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/488-489.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/489-490.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/491.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/491-492.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/492.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/492.
[30] Zemahşerî 1/377.
[31] Cassâs, Ahkâmul-Kur'an, 11/63 vd.
[32] Âlûsî, IV/188.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/492-497.
[34] İbnül-Arabî, Ahkâmul-Kur'an, 1/322.
[35] İbnü'l-Arabî (Ahkâmu'l-Kur'an, I/327'de) der ki: Bu
hadis müsned olarak sabit olmasa dahi, kimse bunun ifade ettiğinden başkasına
yönelemez.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/497-501.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/502.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/502-503.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/503-504.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/504.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/504-506.
[42] Kurtubî, V/46.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/507-510.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/512.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/512.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/512.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/512-513.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/513-514.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/514-515.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/515-516.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/516-517.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/517.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/517-519.
[54] Ahmed ve Kütüb-i sitte sahipleri Hz. Usâme'den bu
hadisi şu lâfızlarla rivayet etmişlerdir: "Kâfir Müslümana, Müslüman da
kâfire mirasçı olmaz."
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/519-523.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/524.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/524.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/524-525.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/525.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/526.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/526.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/526.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/527.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/527.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/527-528.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/528-529.
[67] Hadisi, hadis imamları rivayet etmiştir.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/529.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/530.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/530.
[71] Bunu İbni Cerîr rivayet etmiştir.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/530-532
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/532-534.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/535.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/535-536.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/536-537.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/537.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/537.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/538.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/538-539.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/539-540.
[82] Kurtubî, V/97.
[83] Kurtubî, V/99.
[84] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/111.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/541-543.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/544.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/544-545.
[88] el-Vâhidî:, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 84; Kurtubî, V/104.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/545.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/546.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/546.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/546-550.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/550-554.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/9.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/9-10.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/11.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/12.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/12-13.
[100] İbni Hibbân ve başkaları rivayet etmiştir.
[101] İmam Ahmed ve Nesâî dışındaki Sünen sahipleri Hz.
Aişe'den tahric etmişlerdir.
[102] İmam Ahmed, Buharî ve Müslim arasında ittifakla
rivayet etmiştir.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/12-16.
[104] Erkeğin maliki bulunduğu cariyeden istifadesi başka,
nikâh ile bir cariyeyi alması başkadır, arada bir zıtlık yoktur. (Çeviren)
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/17-18.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/18.
[107] Müellif burada sehven nakilde bulunmuştur. Hanefi'lere
göre mehrin en az miktarı on dirhemdir, (bkz. el-Hidaye, Feth'ul-Kadir şerhiyle
birlikte, III/305).
Hanefi fukahasından İbnü'l-Hüman Feth'ul-Kadir şerhinde (III/187) Hafız
İbni Hacer'in Ebu Hatim'den Cabir (r.a.) hadisini naklettiğini ve derecesinin
hasen olduğunu söylediğini ifade etmektedir. Cabir hadisinde "On dirhemden
az mehir olmaz" cümlesi de yer almaktadır. İbnü'l-Hümam mehir bahsinde
(III/206) şöyle demektedir: "Mehrin en azı bize göre on dirhem, Malik'e
göre çeyrek dinardır. Cabir hadisini takviye eden aynı zamanda bir diğer
rivayeti Darakutni ve Beyhaki Hz. Ali'den nakletmiştir. (III/207) İmam Muhammed
bu miktar hakkındaki rivayetlerin Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Âmir ve İbrahim
Nehai'den de geldiğini söylemiştir. (Çeviren)
[108] Ahmed, Buhari ve Müslim ittifakla Sehl b. Sa'd'den
rivayet etmişlerdir.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/18-22.
[110] Hecin: Arap baba ve evli olmayan cariyeden doğan
kimse. el-Müberrid, bunun Arap kişinin Arap olmayan kadından doğan çocuğu
olduğunu söyler.
[111] Cemaat (İmam Ahmed ve Kütüb-i Süte sahipleri),
Darakutnî, İbni Ömer'den rivayet etmiştir.
[112] Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.
[113] Fukaha der ki: Hür bir erkek, nikâh yahut zina yoluyla
başkasına ait bir cariyeyi gebe bırakırsa, doğan çocuk anneye tabi rakîk
(köle) olur. (es-Sirâcü'l-Vehhâc, 644).
[114] İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/407.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/22-25.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/26.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/26.
[117] el-Hatâb, Câbir'den rivayet etmiştir, derecesi
"zayıftır.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/26-28.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/28.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/29.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/29-30.
[122] Hadisin nassı şöyledir: "Müminler tek bir vücut
gibidir, başı ağrısa her yanı ağrır, gözü ağrısa yine her yanı ağrır."
İmam Ahmed ve Müslim, Nu'mân b. Beşir'den rivayet etmiştir.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/30-32.
[124] Mürsel bir hadistir.
[125] Mülâmese: İki şahsın "Elbisemi senin elbisen
karşılığında satıyorum" diyerek birbirlerinin elbiselerine bakmadan
yoklamalarıdır. Cahiliye devrinde böylece alışveriş vacip oldu sayılırdı.
Garar: Aldatma satışı demektir. Yukarıda zikredilen ve aldatma hususunu ihtiva
eden her türlü satış yasaklanmıştır. Kaçak köleyi, vahşi ve ele geçirilemez atı
ehli at diye satmak gibi teslimine muktedir olamayacağı şeyi, denizdeki
balıklan satmak gibi mülkinde bulunmayan şeyi satmak gibi değişik şekillerde
olur.
Hasat: Taş atma satışı demektir. Çeşitli şekilleri vardır. "Şu taşı
at, hangi elbise üzerine düşerse o elbise bir dirheme senindir" diyerek
veya arazisinden bir taş atımı yeri satmak gibi yahut eline bir avuç taş
alarak "Avucumda kaç taş çıkarsa satılık maldan o kadarı benim" veya
"Avucumda kaç taş çıkarsa bana o kadar dirhem vereceksin" denerek; ya
da bir koyun sürüsünün önüne çıkarak "Bu taş koyunlardan hangisine
rastlarsa o koyun şu kadara senin olacak" diyerek bir taş atmak gibi
şekillerde yapılırdı (Selâmet Yolları, A. Davudoğlu, 3; 28-40).
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/32-35.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/36.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/36.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/36-37.
[130] Zıhâr, bir erkeğin, karısının vücudunun hepsini veya
bir kısmını nikâhı kendisine ebediyen haram olan annesi gibi birinin vücuduna
benzetip, meselâ ona "Sen bana annemin sırtı gibi ol" diyerek
kefareti ödeyinceye kadar karısına yanaşmasının haram olması haline denir.
(Çeviren)
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/37-39.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/40.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/40.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/40-41
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/41.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/41-42.
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/43.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/44.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/44.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/44-45.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/45.
[142] Yani yardımlaşma hususunda biz tek bir şeyiz. Biz
sizin için, siz de bizim için öfkelenirsiniz.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/45-47.
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/47-48.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/49.
[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/49-50.
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/50.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/50-51.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/51.
[150] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 11/189.
[151] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/424.
[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/51-55.
[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/55-57.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/58.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/59.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/59-60.
[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/60.
[158] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/428.
[159] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/429.
[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/60-65.
[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/65-67.
[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/68.
[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/68.
[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/68-69.
[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/69.
[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/69-71.
[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/71-72.
[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/73-74.
[169] Kurtubî, V/193.
[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/74.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/75.
[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/75-76.
[173] Derecesi Zayıf tır.
[174] Müslim'in Sefîne'den naklettiği şu hadis de bunu teyit
eder: "Hz. Peygamber (s.a.) yıkanırken bir sa' su, abdest alırken bir müd
su kullanırdı."
[175] "Bi'r-i Cemel" deve kuyusu demek olup Medine
yakınında bir yerdir.
[176] Kurtubi, V/220.
[177] İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Şüphesiz Allah Teâlâ haya
sahibidir, kerimdir; "lems (=dokun-mak)" kelimesi ile cima (cinsî
ilişki)den kinaye yoluyla bahsederek iffet cihetini gözetmiştir.
[178] İmam Ahmed, Müslim ve Nesevi Huzeyfe'den rivayet
etmişlerdir.
[179] Hâkim, Derekutni ve Beyhaki tahric etmişlerdir. İbni
Ömer'e mevkuftur.
[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/76-83.
[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/84.
[182] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/84.
[183] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/84-85.
[184] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 89.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/85.
[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/86.
[186] el-Bahru'l-Muhît, III/264.
[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/86-88.
[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/88-89.
[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/90.
[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/90-91.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/91.
[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/91-92
[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/92-93.
[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/94.
[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/94.
[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/94.
[197] Tirmizî, hasen-garip hadistir, demiştir.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/95.
[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/95-96.
[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/97-98.
[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/98.
[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/98-100.
[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/100-102.
[203] "Süriyye" hususi ve yerleştirilmiş cariye
demek olup "sir" (gizlilik) kelimesi ile ilgilidir. Genellikle hür
olan eşlerin gözünden ırak tutuldukları için onlara bu isim verilmiştir.
[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/102-105.
[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/106.
[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/106-107.
[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/107.
[208] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/107-108.
[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/108.
[210] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/109.
[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/109.
[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/110.
[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/110-111.
[214] İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/452.
[215] Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Adiyy, Taberî, Dârimî
ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.
[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/111-114.
[217] Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî İbni
Ömer'den rivayet etmiştir.
[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/115-117.
[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/118.
[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/118-119.
[221] Vahidî, Esbâbü'n-Nüzul, s. 93; Kurtubî, III/263.
[222] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/119-120.
[223] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/120.
[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/120-122.
[225] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/122-123.
[226] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/124.
[227] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/124-125.
[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/125.
[229] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/125.
[230] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/125-126.
[231] İbnü'l-Arabi, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1/456.
[232] Kurtubî, IV/267.
[233] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/126-128.